Editörden İ slam dini insanlığa yüksek insani ve ahlaki erdemleri öğretmek üzere gelmiştir. Dinin özünde samimiyet, içtenlik, katışıksız, saf bir inanç ve hayat vardır. İçten olmayan bir inançta nifak, halisane yapılmayan bir ibadet ve davranışta riya ve kirlilik vardır. Olgun Müslüman inancı, yaşantısı ve ahlakıyla sadece Rabbinin rızasını ve hoşnutluğunu gözeten, dini yalnız Allah’a halis kılan kişidir. Bu yüzden samimi olmayan inançta, davranışta ve ahlakta hayır ve bereket yoktur. Yüce Allah içten yapılmayan hiçbir ibadeti kabul etmez, bunlar kişi için bir sorumluluk olur. Sevgili peygamberimiz ihlasla yapılan az ibadetin, samimiyetinde leke bulunan çok ibadetten hayırlı olduğunu bildirmiştir. Amellerin değerinin samimiyetle ölçüleceğini belirten sevgili Peygamberimiz, dinin samimiyetten ibaret olduğunu belirtmek üzere “Din nasihattir” buyurmuştur. Hadiste geçen “nasihat” ifadesi çoğunlukla “öğüt, vaaz ve irşat” şeklinde yanlış anlaşılarak bu çok önemli din tanımı ne yazık ki gözlerden kaçmıştır. Samimiyet, ilgili hadisin de ifade ettiği gibi Allah’a, Kitabına, Rasulüne, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara karşı gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. İlişkilerin belirleyicisi olarak çıkar ve beklentilerin öne çıkmaya başladığı bir dünyada samimiyet, Müslüman’ın özenle korumaya çalışması gereken bir duyarlılıktır. Samimiyetin karşıtı olan ucup, nifak, riya ve sum’a gibi kötü huylar ruh dünyamızı kirleten, bizi hem insanlardan hem de Rabbimizden uzaklaştıran kötü huylardır. Bu ayki gündem konumuzu, inancımızdan yaşantımıza varıncaya kadar her alanda kendimizi sürekli sorgulamamız gereken bir kavram olarak samimiyet konusuna ayırdık. Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez, “Hz. Peygamber’in Bir Hadisinde Din Tanımı” isimli başyazısında bir yanlışlığı da düzelterek, sözünü ettiğimiz “Din nasihattir” hadisinin nasıl anlaşılması gerektiğini bizimle paylaştı. Dr. Ekrem Keleş “Şeytanın Kapsama Alanı Dışında Kalanlardan Olabilmek” başlıklı yazısında konuyu “ihlas” kavramı çerçevesinde değerlendirdi. “Karıncanın Ayak Sesinden Gizli Kalbî Maraz: Riya” yazısıyla Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, kulun kalbinde ihlas ve samimiyet kökü bulunmadığında, yerine yerleşip dal budak salan riya hastalığının bulaşma yollarından ve ondan kurtulma çarelerinden söz etti. Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran, “Samimiyet: Hakikati, Faziletleri ve Afetleri” şeklinde üç ayrı açıdan ele aldığı yazısında, samimiyete dikkat çekici tanımlar getirirken, samimiyetin insana kazandırdıklarını ve samimiyeti yok edecek gizli tehlike olan riyayı bizimle paylaştı. Gündem konularımız dışında da her ay olduğu gibi birbirinden farklı konularda kıymetli kalemlerin yazılarına yer verdik. Dünyanın her yerinde insanlık bir “samimiyet” sınavı verirken, bu yılın Kutlu Doğum Haftası’nda da bir tema olarak işlenecek olan samimiyet konusunu, kendimizi yeniden sorgulama ve bir duyarlılık oluşturma amacıyla değerli kalemlerin katkılarıyla huzurlarınıza getiriyoruz. Dergimizin bu amaca uygun şekilde bir bilinç tazelemesi meydana getirmesi duasıyla bu ayki sayıyı beğenilerinize sunuyorum. alman D r. Yüksel S diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 1 İçindekiler gündem Şeytanın Kapsama Alanı Dışında Kalanlar 10 Dr. Ekrem Keleş tefekkür Samimiyeti İhlal Eden Hâller 25 Prof. Dr. Ahmet Ögke 15 Karınca’nın Ayak Sesinden Gizli Kalbî Maraz: Riya Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz 31 Geri Kalmamıza Sebep Din midir? Sait Halim Paşa 38 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Dr. Elif Arslan 18 Samimiyet: Hakikati, Fazileti ve Afetleri Prof. Dr. Cafer Sadık Yâran 32 Fütüvvet Prof. Dr. Süleyman Uludağ 41 Samimiyetin Adı Var! Dr. Ömer Menekşe 22 Kimin Muhaciriyiz? Rukiye Aydoğdu 34 Sorumluyu Başka Yerde Aramak Prof. Dr. İ. Hilmi Karslı 47 Yitik Değerimiz Samimiyet Sümeyye Özgen 28 Sosyal Medya ve Tuşun Afetleri Prof. Dr. Hamza Çakır 36 Allah’ın Korumasını Hak Etmenin Yolu: Sabah Namazı Hale Çerçibaşı 50 Yüzyılın İslam Kültür, Onur ve Hizmet Ödülleri İbrahim Arpacı Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel SALMAN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk GÖRGÜLÜ Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa BAYRAKTAR 2 Yayın Koordinatörleri Mustafa BEKTAŞOĞLU Dr. Lamia LEVENT Mutlu DOĞAN [email protected] diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Tashih Mesut ÖZÜNLÜ Teknik Servis Latif KÖSE Arşiv Ali Duran DEMİRCİOĞLU Kapak Hat M. Arif Vural Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No: 147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: 0312 295 7306•Faks: 0312 284 7288 Abone İşleri Tel 0312 295 7196-94 Faks: 0312 285 1854 e-mail: [email protected] Abone Şartları Yurt içi yıllık: 60,00 TL Yurt dışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları AB ülkeleri: 30 Euro Avustralya: 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka: 250 Kron İsviçre: 45 Frank metafor 44 Çöl: Çelişkiler Coğrafyası Nihal Şahin Utku hayata dair Çocuk Eğitiminde Anne-Baba Tutumları Rukiye Karaköse 53 56 Misal ve Visal Şehri İşbiliyye’den Sevilla’ya Endülüs Dr. Mehmet Sılay 68 Örnek Projeler Halime Karabulut 60 Kırda Bir Kermes Selami Kurt 70 Varlığı Kuşatan İsm-i Şerif Rahman Fatma Bayram 77 Diyanet’e Soralım Din İşleri Yüksek Kurulundan 62 Veysel Oduncu Hocamızı Uğurlarken Mesut Özünlü 72 Kur’an Kavramları Doç. Dr. İsmail Karagöz 79 Kitaplık M. Fatih İldeş 66 İslam Dünyasında İlk Fitne Yılları: Kılıçların Gölgesinde Çözüm Arayışları Prof. Dr. Adnan Demircan 74 Naylon Tehdit Sümeyra Sav Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası Ankara Akay şubesindeki IBAN: TR0001 0007 6005 9943 0850 01 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı no: 147/A 06800 Çankay/ANKARA adresine gönderilmesi gerekir. Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Temsilcilikler Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri Yurt Dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri Tasarım: Dorukkaya Matbaacılık Yay. Rekl. Ve Madencilik Enerji Ve İnşaat A.Ş. Macun mah. 3. Cad. no: 2 Yenimahalle/ANKARA Tel: 0312 397 1197•Faks: 0312 397 1198 www.diyanet .gov.tr [email protected] [email protected] Baskı: Korza Yayıncılık Basım Sanayi Tic. Ltd. Şti. ANKARA Tel: 0312 342 22 08•Faks: 0312 341 28 60 www.korzabasim.com.tr Yayınlanacak yazılarda düzletme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Basım yeri: Ankara/Basım Tarihi: 25/02/2014 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 ISSN – 1300-8471 3 Başmakale Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı B Hz. Peygamber’in Bir Hadis-i Şerifinde Din Tanımı azı hadisler vardır ki, ister lafzen rivayet edilsin ister mana ile, nakil ve rivayet esnasında herhangi bir ravinin tasarrufuna maruz kalsa da, bunların anlamında köklü bir değişikliğin olması düşünülemez. Anahtar kavramları ihtiva eden, tanımlamaların yapıldığı hadisler bu nevidendir. Ancak bu tür hadislerin anlaşılmasının başına gelebilecek başka bir ihtimal söz konusudur. O da ya tanımlamanın üzerine bina edildiği anahtar kavramın mensubu olduğu dilin tarihi içinde anlam kaymasına uğraması, ya da bir dilden başka bir dile tercüme edilirken “anlama” çerçevesinde bulunan unsurların tamamının o lisana çevrilememesidir. Bu gibi hâllerde takip edilebilecek yol hadislerin hadislerle yorumu çerçevesinde söz konusu kavramın Hz. Peygamber’den bize kadar intikal eden rivayetler bütünü içinde ne anlama geldiğini tespit etmektir. İşte bu çalışmada biz, Hz. Peygamber’in dini tanımlayan bir hadisini, dinin kendisi ile tanımlandığı kavramın Arapçada anlam kaymasına uğraması ve Türkçemize tercüme edilirken, bunun göz önünde bulundurulmamasından dolayı nasıl yanlış anlaşıldığını ortaya koymaya çalışacağız. 4 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Din ve nasihat Söz konusu edeceğimiz hadis-i şerif sahabeden İbn Abbas (İbn Hanbel, Müsned, I, 437.) Ebu Hüreyre (İbn Hanbel, Müsned, II, 391.) ve Temim ed-Dârî’den ayrı ayrı rivayet edilmiştir. Ancak Hristiyan bir din bilgini iken hicretin dokuzuncu yılında Medine’ye gelerek İslam ile şereflenen sahabeden Temim edDârî’nin (İbn Hacer, el-İsâbe, I, 191; Nevevî, Tehzîb, I, 146.) rivayeti daha çok meşhurdur. Müslim ve Sünen-i Erbaa’da müsned, muttasıl bir isnadla rivayet edilen hadis, Buhari’de (bab) başlığı şeklinde muallak olarak yer almıştır. Zira Temin ed-Dârî’den rivayet eden Süheyl b. Ebi Sâlih, Buhari’nin şartlarını taşıyan bir ravi değildir. (Ayni, Umdetu’l-Kâri, I, 321.) Bununla birlikte muteber bütün hadis tasniflerinde yer almış, mana ve muhteva bakımından İslam’ın temel dayanağı (medâru’l-İslâm) olarak kabul edilen dört hadisten (Söz konusu diğer üç hadis, “Ameller niyetlere göredir,” “Kişinin mâlâyâni şeyleri terk etmesi güzel Müslüman olduğunu gösterir,” ve “Sizden biri kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe mümin olamaz” hadisleridir.) biri olarak ümmetin hüsn-i kabulüne mazhar olmuş (İbn Re- cep, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, I, 56; Nevevî, Tehzîb, II, 510.) ve dilden dile dolaşarak günümüze kadar gelmiştir. Ne var ki hadiste dinin kendisi ile tanımlandığı Nasihat kavramının anlam kaymasına uğraması veya Temim ed-Dârî’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Din nasihattır. Biz kime (yahut kim için) diye sorduk o da Allah’a, Kitabına, Rasulüne, Müslümanların (meşru) idarecilerine ve bütün Müslümanlara dedi.” anlam çerçevesi içinde bulunan unsurlardan sadece bir tanesinin öne çıkarılması ve bu şekliyle dilimize çevrilmesi hem dinin dörtte birine denk olduğu kabul edilen bu hadisin yanlış anlaşılmasına, hem de Hz. Peygamber’in bir kelime olup birkaç kelime ile izah etmek mümkün değil- dir. (Hattabi, Garibu’l-Hadis, II, 282; Suyuti, Dîbâc, I, 76.) İbn Manzûr da aynı kanaattedir. Ona göre de nasihat kelimesi Arapçada çok geniş manaları olan bir kelimedir. (İbn Manzûr, Lisânu’l- Arab, VI, 4438.) İbn Manzur’un da ifade ettiği gibi nasihat kavramını bir kelime ile izah etmek mümkün değildir. Manzûr, Lisânu’l-Arab, VI, 4437.) (İbn Zira anlam çerçevesi ol- dukça geniş olan bir kavramdır. yaptığı tek din tanımının gözlerden kaybolmasına Ancak bütün manalarını iki noktada birleştirmek yol açmıştır. mümkündür: Söz konusu hadisin orijinal metni şöyledir: ألئمة لرسوله و لكتابه و �و رسولﷲﷲ قلنا 1. Nasihat bir şeyi veya kimseyi içten veقال gönülألئمة وbir لرسوله لكتابه و قال� و لمن يارسول لمن يا den sevmek, ona bağlanmak, ihlas, sadakat ve sa الدين ا:عن تميم الداري رضي ﷲ عنه أن النبي صلى ﷲ عليه و سلم قال و نصحarı-duru لرسوله و ألئمة ﷲ قال � و لكتابه safرسول oldu حة قلنا لمن يا عامتھم المسلمين لرسوله و رضي� و ﷲ قال لمن ياتميمرسول :سلم وقال عليه وmimiyet صلى ﷲdemektir. نصحﷲ عنه أن النبي الداري رضيoldu, عن تميم صلى لكتابهأنو النبي ﷲ عنه الداري الدين النصيحة قلنا عن [ العسل الخالص [النصيحة منمنالعسل الخالص الناصح ] بي صلى ﷲ عامتھم المسلمين � و لكتابه و لرسوله و ألئمة المسلمين و عامتھمdemektir. رسول ﷲ قالel-Esmaî قلنا لمن يا الدين :الناصحوقال سلم عليه] و نصح Arapçada saf bala النصيح nâsih dendiğini العسلالنصيح العسلsöylemiştir. نصح [ العسل بعدھامن الخالص الناصح ]الخالصة Temim ed-Dârî’den rivayet edildiğine 234.) Çağdaş Arapالذنب التيال ال الذنب ھاVII, يعاودبعد يعاود التي ھيھيالخالصة نصحgöre Hz. Pey- (Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’an, [ ] الناصح الخالص من العسل gamber şöyle buyurmuştur: “Din nasihattır. Biz çada da saf bala النصيح العسلdendiği bilinmekteنصح نصح [ ] الناصح الخالص من العسل العسل النصيح kime (yahut kim için) diye sorduk o da Allah’a, Ki- dir. (el-Muncid, s. 468.)الذنب İçinde aldatma olmaبعدھا ال يعاودduygusu الخالصة التي ھي العسل النصيح ھي الخالصة التي ال يعاود بعدھا الذنب و ألئمةyan, لرسوله لكتابه و � قال ﷲ رسول يا لمن قلنا النصيحة الدين:سلم قال tabına, Rasulüne, Müslümanların (meşru) idarecikalbi hâlis وkimselere nâsih veya nasûh denللمنصوح الخيرللمنصوح إرادةالخير إرادة له لهنصح ھي الخالصة التي ال يعاود بعدھا الذنب نصح lerine ve bütün Müslümanlara dedi.” (Müslim, İmân, miştir. Nitekim Kur’an’da da içten, ihlaslı ve samiنصح نصح I, 74.) mi olan tevbelere Tevbe-i Nasûh denmiştir. (Tahrîm, للمنصوح له إرادة الخير لمنلمن إرادة الخير للمنصوح له [ العسل الخالصHz.الناصح ] 66/8.) Birمن hadiste Peygamber’e tevbe-i nasuh’un Görüldüğü gibi burada anahtar kavram “nasihat” للمنصوح له إرادة الخير و لكتابه و لرسوله و النصيح العسلsorulduğunda şöyle cevap ألئمة ne olduğu vermiştir: مسلملمن kelimesidir. Nasihat kelimesi doğru anlaşılmadan, النصحلكللكل “النصحSahibini bir لمن مسلم التي ال يعاود بعدھا الذنب الخالصة ھي yahut Hz. Peygamber’in bu kavramdan ne kastetti[ للمسلم تنصح ( ] و] وBeyhakî, [ للمسلم تنصح نصح لمن daha günaha sevk etmeyen hâlis tevbedir.” نصح ği tespit edilmeden İslam’ın dörtte birine denk kaلكل [مسلم النصح بالغيب ينصحله له [ بالغيب و] وينصحV,]99; Tahâvî, [ خالص من العسل النصح لكل مسلم Şuabu’l-İmân, IV, 375; İbn Ebî Şeybe, Musannef, bul edilen bu hadisin doğru anlaşılması mümkün [ 290.) للمسلم تنصح أن و ]غاب [ [لهAyrıca ينصح أن و] وkimseله ينصح إذاإذاغاب ]العسل النصيح له النصح لكل مسلمŞerhu Maani’l-Asâr, Arapçada bir [ ] و تنصح للمسلم للمنصوح الخيرIV, إرادة değildir. [ بالغيب له ينصح و ] [ نصحته عنھا غاب إن و ] [ نصحتهbedenine غاب عنھاuygun الذنب و إن ] bir يعاود بعدھا [ ] و تنصح للمسلمnin aldığı bir kumaş parçasını [ ] و ينصح له بالغيب [ له ينصح أن غاب إذا و ] الجنة لم لميجديجد أال بنصيحة يحطھا elbiseye dönüştürdüğünü ifade etmek için de رائحةالجنة رائحة أال بنصيحة رعيةفلمفلميحطھا عية نصح el-Hattabî’ye göre nasihat kelimesi[ بالغيب tıpkı felah ke- لمن] و ينصح له [ غاب أن ينصح له ] و إذا [ نصحته عنھا غاب إن و ] عليه حرمﷲﷲ غاش يموت وھوھو sebeple Arapçada dikiş iğneالجنة عليه إالإالحرم غاش تيوميوميموت و limesi çok anlamlı [ ينصح له إذا غاب أنfiili ] وkullanılmıştır. Buالجنة است عنھامن عبد غاب ما [ نصحته و إنgibi ] vecizu’l-esma’dandır. Yani رائحة يجد أال لم بنصيحة يحطھا رعية فلم ﷲ العامل كسبيد يد خير إذاإذانصح العامل الكسبكسب الكسب خير للمنصوح له الخير [ نصحته لكل و إن ] نصحالجنة النصح يسترعيه ﷲ استرعاه ﷲ رعية فلم يحطھا بنصيحةماأالمنلمعبد الجنة يجد رائحة عنھامن عبد مسلم غاب ما عليهليالجنة حرم ﷲ عبديإال غاش تعبدنيھو يموت و يموتجليوم النصح إليإلي عبدي به به تعبدني أحبما ما لي النصح أحب وز وجل يجد رائحة بنصيحةما[أال فلم ويحطھا ﷲ استرعاه عبد من ما الجنةرعية يموت يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة يسترعيه ﷲ منلمعبد تنصح للمسلم ] رعية diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 5 ناصحنصح إذا العامل يد كسب خير أو أو عالم تقصوا ناصح عالم الكسبإالعلى الرؤياإال الرؤيا غاش [إال حرم ﷲ عليه الجنة يومويموت رعية علىﷲ يسترعيه لمنعبد تقصوامن ال ال ما خير الكسب كسب يد العامل إذا نصح ينصحو لهھوبالغيب ] يموت ين النصيحة قلنا لمن يا رسول ﷲ قال � و لكتابه و لرسوله و ألئمة نصح [ ] الناصح الخالص من العسل العسل النصيح ھي الخالصة التي ال يعاود بعدھا الذنب نصح sinin bir adı minsah’tır. Aynî’nin de belirttiği gibi للمنصوح له إرادةduyar duymaz sihat kelimesi ile tarif الخير edildiğini kelimenin bu anlamını esas alacak olursak Nasûh kime yahut kim için diye bir soru yöneltmiştir. Ha- kelimesinin içten ve gönülden yapılan samimi tev- diste geçen belere sıfat olmasının sebebi, günahlarla yırtılan etmek bu takdirde mümkün olmaz, zira Allah’a, Ki- dinin tevbe ile yeniden dikilmesinden kaynaklan- taba veya rasule öğüt veya tavsiye söz konuمسلمvaaz, النصح لكل mıştır. (Aynî, ‘Umde, I, 321.) لمنkelimesini “kime?” diye tercüme su olamaz. Soru edatını “kim [ للمسلم تنصح ] وiçin?” diye tercüme et- tiğimiz takdirdeبالغيب de Allah, Kitabı rasulü için öğüt ينصح له ]veعنه ألئمة2. لرسوله و قال � و لكتابهmanalarının لمن يا رسول ﷲ النصيحة قلنا صلى ﷲ أن والنبي عن تميم الداري رضي ﷲ Nasihat وkelimesinin birleştiği ikin- الدين:عليه[ و سلم قال vermek belki anlaşılabilir ama, müminlerin meşالمسلمين و عامتھم [ ] و إذا غاب أن ينصح له ci anlamı insanları iyiye ve güzele sevketmek için bütün Müslümanlar için öğüt ver نصحgüzel konuşma, va’az, öğüt, tavsiye, ihtar ve ru idarecisini [veنصحته ] و إن غاب عنھا yapılan mek ifadeleri hadisin anlam bütünlüğünü yine bo[ العسل منders الخالص الناصحile ] anlatılmıştır. Türkçeاسترعاه ﷲ رعية فلم يحطھا بنصيحة أال لم يجد رائحة الجنة ibret verici ifadeleri bu anlamı esas alan şarihlerimiz النصيح العسلbu anlamı geçmiştir. (Şemseddin Sâmi, zacaktır. Aslında ye de sadece ﷲ رعية يموت يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة hadisin izahında birinci anlama yakın ifadeler kulھا الذنبTürki, يعاود بعد التيDevellioğlu, ھي الخالصة Kamus-i 1463; ال Ferid Lügat, 809.) Aslında خير الكسب كسب يد العامل إذا نصح lanmak durumunda kalmışlardır. Zira hemen heنصح bu ikinci anlamı ile birinci anlam arasında bir ilişki قال ﷲ عز و جل أحب ما تعبدني به عبدي إلي النصح لي men bütün şerhlerde Allah’a nasihat, onun varlıkurulmamış da değildir. Nitekim İbn Manzur bunu ناصحiman; عالم أوkitaba إال علىnasihat تقصوا الرؤيا ال ğına ve birliğine ayetlerine إرادة الخير للمنصوح لهkendisine nasihat edilen السفرhükümleriyle من ملح وعثاءamel أعوذ بك بذمةrasule وأقلبناnasiر اللھم أصحبنا بنصح iman edip etmek; kimsenin hayrını istemek 4438.) لمن (İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, IV, diye ifade etmiştir. Gerek Osmanlı dönemin- de ve gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında tercüme edilen hadis eserlerinde İbn Manzur’un bu ifa- hat onu seçip sünnetine tabi olmak; Müminlerin الخيرhaklı والمعاونة على بالغيب النصيحة Emirine nasihat, meselelerde onlara itaatحقا et-عليكم إن لنا بخالف الغش المعاملة شوائب الفساد في إخالص النية من mek, zulmettiklerinde isyan çıkarmamak; müminلرسوله و صيحة قلنا لمن يا رسول ﷲ قال � و (ألئمة النصيحة لكتابه)وأعالم lere nasihat ise her halükârda onların iyiliğini is- النصح لكل مسلم [ ] و تنصح للمسلم temek diye izah edilmiştir. (İbn Recep, Câmiu’l-Ulûm, I, (yani başkalarının iyiliğini istemek) diye tercüme نصح [ ] و ينصح له بالغيب 215.) edilmiştir. (Bkz. Hasan Hüsnü Erdem, Kırk Hadis Tercüme[ ] الناصح الخالص من العسل [ ] و إذا غاب أن ينصح له si, 26.) Nasihat kelimesinin Hz. Peygamber’den gelen diالنصيح العسل [ ] و إن غاب عنھا نصحته ğer hadislerde ne anlama bunun ھي ھا الذنبgeldiğine ال يعاود بعدgelince الخالصة التي Burada yapılacak Peygamber’in “Din nasihatرائحة الجنة لم يجدiş, أالHz. بنصيحة رعية فلم يحطھا ما من عبد استرعاه ﷲ ilk örneği Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret esnatir” iki إال anlam kas- نصح ما من عبد يسترعيه ﷲ الجنةderken ﷲ عليهbuحرم غاشgrubundan يموت و ھوhangisini, رعية يموت يوم sında müminlerden aldığı biat içine bu kelimeyi tettiğini tesbit يد etmektir. Biz bunu العامل إذا نصح الكسب كسب خيرiki açıdan tespit dâhil etmesidir. إرادة الخير للمنصوح له etmeye النصح ليçalışacağız: قال ﷲ عز و جل أحب ما تعبدني به عبدي إلي عالم أو ناصح علىanlam الرؤيا إالbütünlüğü ال تقصواaçısından, ikin- • Ahmed b. Hanbel’in rivayetine göre, Cerir b. AbBirincisi, hadisin “لمنRasullah’a dillah şöyle demiştir: is السفرcisi وعثاء أعوذ بك من وأقلبنا بذمة بنصحçerçevesinde الظھر اللھم أصحبنا األھل والحامل على والخليفة فيvardım السفرve فيsana الصاحب اللھم أنت de ملح hadislerin hadislerle yorumu lam üzere biat etmeye geldim dedim. O da benim وكئابة المنقلب Hz. Peygamber’in sair hadislerde bu kelimeye yükellerimi tuttu ve النصح لكل مسلمher Müslüman على الخير والمعاونة إن لنا عليكم حقا النصيحة lediği anlamı tespitبالغيب ederek. Ve sonra [ للمسلم تنصحher ] وkim insanlara إخالص النية من شوائب الفساد في المعاملة بخالف الغشiçin nasihat sözü aldı. etmez Hadisin kendi anlam bütünlüğü açısından nasi- merhamet etmezse[Allah بالغيبda لهona ينصحmerhamet ]و ( ) أعالم النصيحة IV, 358.) Hz. إذا Peygamber’in hat kelimesine vaaz, öğüt, tavsiye anlamını vermek dedi.” (İbn Hanbel, Müsned, [ ينصح له غاب أن ]و mümkün görünmemektedir. Zira sahabe dinin na- Cerir’den aldığı söz[ نصحته Müslümanlara öğüt إن غاب عنھا ] وverme اه ﷲ رعية فلم يحطھا بنصيحة أال لم يجد رائحة الجنة ية يموت يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة 6 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 خير الكسب كسب يد العامل إذا نصح desinden hareketle nasihat kelimesi ‘hayırhâhlık’ العسل النصيح ھي الخالصة التي ال يعاود بعدھا الذنب نصح الناصح الخالص من العسل [ العسل النصيح صة التي ال يعاود بعدھا الذنب نصح عن تميم الداري رضي ﷲ عنه أن النبي صلى ﷲ عليه و سلم قال :الدين النصيحة قلنا لمن يا رسول ﷲ قال � و لكتابه و لرسوله و ألئمة إرادة الخير للمنصوح له سلمين و عامتھم إرادة الخير للمنصوح له نصح لمن ] الناصح الخالص من العسل [ لمن العسل النصيح النصح لكل مسلم değil,الذنب يعاود بعدھا katıldığıالتي ال Müslümanlaraالخالصة ھي sözü saflarına kar- • Buhari’nin rivayetine göre, Basra Valisi Ubeydul] و تنصح للمسلم [ النصح لكل مسلم نصح şı samimi olup, ikiyüzlü bir nifak içinde olmama lah b. Ziyâd sahabeden Makil b. Yesar’ı hasta yaبالغيب و[ لرسوله و ألئمة ينصح�لهو لكتابه للمسلمقال[ :الدين النصيحة قلنا لمن يا رسول] وﷲ قال تنصحو سلم لنبي صلى ]ﷲو عليه sözüdür. Nitekim aynı hadisin başka bir tarikinde tağında ziyaret etmiş; Makil ona şu hadisi naklet] و إذا غاب أن ينصح له [ له وبالغيب ن يا ] لكتابه[و لرسوله و ألئمة ينصح � رسولوﷲ قال للمنصوح له “Hz. Peygamber’e gittim ve miştir:إرادة Cerir الخير şöyle demiştir: ألئمةﷲ قال � و لكتابه و لرسوله و ألئمة رسول قلنا لمن يا الدين رسولقال: سلم صلى ﷲ الدينالنبي عنه أن رضي الداري تميم عن نصح و لرسوله لكتابه و عنھا� و ﷲ قال قلنا لمن النصيحة قال: عليه و ﷲ صلى النصيحة[ نصحته غاب عليه]ياوو إن ﷲ[ ينصحسلمله أن غاب النبيو إذا ن ] bana şartlarını koş, dedim o da bana şöyle dedi: عامتھم و سلمين استرعاه ﷲنصح الجنة الناصح رائحة أال لم يجد من عبد من العسل [ الخالص رعية فلم يحطھا بنصيحة ] نصحته [ ] و إن غابماعنھا لمن Allah’a kulluk edip ona hiç kimseyi şirk koşmayaنصح نصح رعيةالعسل الجنةمن الخالص الناصح يموت [يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة رائحةﷲ يسترعيه ما العسل النصيح عبديجد نصيحةمنأال]لم caksın, sana farz olan namazını kılacaksın, zekâtını ] الناصح الخالص من العسل [ الذنب [ ھا العسل بعدمن الخالص الناصح ] العسل النصيح نصح العامل إذا الكسب كسب يعاود الخالصةيد التي ال خير ھي و غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة العسللكل مسلم النصح vereceksin, Müslümanlara karşı samimi olacaksın “Allah herhangi bir kulunu bir topluma idareci yaالنصيح النصيح العسل العاملالإذايعاود الخالصة التي ھا عز و بعدﷲ قال الذنب جل أحب ما تعبدني به عبدي إلي النصح لي نصح نصح ھي كسب يد كسب kâfirlerden ayrılıp, berî (uzak) par da o idareci halkını samimiyetle kuşatmazsa الذنب[ تنصحھاللمسلم التيveال] و يعاود بعد ھي الخالصة ناصحبعدھا الذنب عالم الأويعاود على التي الخالصة ھي نصح bileال تقصوا الرؤيا إال (Buhari,النصح لي عبدني به عبدي إلي cennetinألئمة kokusunuو لرسوله و ”duyamayacaktır.ﷲ قال � و لكتابه النصيحة قلنا لمن يا رسول لم قال :الدين (İbn Hanbel, ”olacaksın. نصح[ ينصح له بالغيب ) ] Müsned, IV, 360, 364, 365.و نصح وعثاء السفر Ahkam,من أعوذ بك بذمة وأقلبنا اللھم أصحبنا بنصح علىعلى والحامل ألھل للمنصوح له ملحالخير إرادة الظھرناصح عالم أو الرؤيا إال 8, VIII, 107. ) ] و إذا غاب أن ينصح له [ • Hz. Ali ve Hz. Ebu Hureyre’nin ayrı tariklerle riللمنصوح له ملح الخير بذمة أعوذ بك منإرادة وعثاء السفر نصح للمنصوح [ عنھا نصحته غاب ] و إن بالغيبNasihat ;kelimesine samimiyet, له الخير إرادة لمنله للمنصوح الخير والمعاونةإرادة الخير على ihlas,النصيحة عليكم حقا içten ve göإن لناvayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurالعسل [ ] الناصح عبد استرعاه ﷲ رعية فلم يحطھا بنصيحة أال لم يجد رائحة الجنة anlamıالخالص منما من verildiği takdirde, an nüldenبخالف bağlanmakالمعاملة لمنمن شوائب الفساد في إخالص النية والمعاونةzıtعلى الخير ة بالغيب الغشmuştur: “Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakالنصيح العسل الجنة عليه ﷲ حرم إال غاش ھو و يموت يوم يموت رعية ﷲ يسترعيه عبد من ما lamı;) aldatmak, kandırmak ve ikiyüzlü davranmak لمن لمن ( aksırdıأعالم النصيحة kı vardır: Selam verdiğinde selamını almak,مسلم النصح لكل فساد في المعاملة بخالف الغش ھي الخالصة التي ال يعاود بعدھا الذنب خير الكسب كسب يد العامل إذا نصح olur. Nitekim aynı hadisin Müslim’de( yer أعالم alan ) tari- ğında kendisine dua etmek, hastalandığında ziyaret النصيحة النصح لكل مسلم تنصح للمسلم [ نصح ] و لي النصح إلي عبدي به تعبدني ما أحب جل و عز ﷲ قال ki nasihat kelimesinin zıt anlamı ile ifade edilmişمسلم davetلكل ettiğinde icabet etmek,النصح etmek, öldüğünde مسلم لكل النصح ] و تنصح للمسلم [ بالغيب [ ] وce-ينصح له ناصح عالم على الرؤيا إال ona karşı sa- tir. Müslim “Kendi halkını aldatan idarecinin hakال تقصوا [nazesine تنصحأوللمسلم ]etmekو iştirak ve gıyabından للمسلم[ [ تنصح و ] ] و ينصح له بالغيب [ إرادة الخير للمنصوح]لهو إذا غاب أن ينصح له [mimiyetiوالسفر وعثاء ”bırakmamak.ووبك من أعوذ بنصحياوأقلبنا أصحبنا الديناللھم الظھر على والحامل األھل النبيفي والخليفة şekildeفي أنت الصاحب اللھم ettiği ”ceza başlığı altında aynı şu ألئمة لرسوله eldenو لكتابه � رسول ﷲ لمن قلنا النصيحة : قال سلم و عليه ﷲ صلى hadiseأن السفرعنه رضي عن ملحبالغيب له ينصح بذمةقال ] بالغيب [ له ينصح و ] ينصح له [ غابﷲأن الداري إذا تميم ] و ] و إن غاب عنھا نصحته [ المنقلب ابة yer vermiştir: سلمين و عامتھم ;I, 89 ;II, 321 ] (İbn Hanbel,و إذا غاب أن ينصح له [ الجنة [ Müsned,له ينصح أن غاب بنصيحةوأالإذا ] [ نصحته عنھا غاب إن و ] رائحة يجد لم يحطھا فلم رعية ﷲ استرعاه عبد من ما لمن إن لنا عليكم حقا النصيحة بالغيب والمعاونة على الخير نصح Nesaî, Cenaiz, غاب 52, إن;IV, 53 Darimî, II, 357, )2633. نصحته [ عنھا ] Sunan, İstizan,و الجنة[ نصحته عنھا غاب إن و رعية يموت يوم يموت و ھو ] رائحةﷲالجنة منأالعبدلم يجد بنصيحة غاش إال حرم يسترعيه فلم يحطھا ما الغش بخالف الناصحالمعاملة الفساد في عليهمن شوائب ﷲالنية إخالص الجنة[ العسل من الخالص ] يحطھا بنصيحة أال لم يجد رائحة رائحةفلم رعية استرعاه ﷲ عبد يحطھامن استرعاه ﷲ رعية فلم ما الجنة يجد كسبأاليدلم بنصيحة عبد الجنة منعليه يموت و ھو غاش إال حرمما ﷲ نصح العامل إذا الكسب مسلم خيرلكل النصح النصيحة (• Müslümanların yüzlerine ) sadece birbirlerininأعالم النصيح العسل يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة يوم رعية يسترعيه عبد يوممن يموتما الجنة يموتعليه حرمإليﷲ ﷲ إال غاش يموتماو ھو رعية يسترعيه خير الكسبما من عبد العامل كسب يد النصح لي عبدي أحب عز و نصح ﷲ إذا ﷲقال karşı değil, birbirlerinin gıyabında da samimi “Allahبه ol- تعبدني[ birللمسلم تنصح ] birجلو kulunu toplumun başına getirir de, o الذنب ھا بعد يعاود ال التي الخالصة ھي نصحخير الكسب كسب يد العامل إذا نصح العاملأو إذا يد تقصواالكسب كسب ال خير cennetiالنصح onaعبدي إلي تعبدني به ل أحب ما ناصح veعالم على maları, evli eşler arasında fazlasıyla aranmış الرؤيا إالeş- بالغيب [ ينصح له Allahلي ] ölürseو da halkını aldatarak haنصح السفر تعبدني به عبدي إلي النصح لي أحب ما جل و عز ﷲ قال وعثاءلي ملحالنصح منإلي عبدي تعبدني وأقلبناما جل أحب عز و الظھر اللھمقال ﷲ علىعالم أو والحاملعلى األھلالرؤيا إال تقصوا أعوذبه بك بذمة بنصح أصحبنا ليفةالفي ler arasındaki nasihat hali (içten ve gönülden bağله [ ينصح (Müslim,أن إذا غاب ناصح ]63,و ram ”kılar. İman, )227, I, 126. ناصحتقصوا الرؤيا إال على عالم أو ناصح ال تقصوا الرؤيا إال على عالم أو ال lılık) Ebu Umame’nin rivayet ettiği bir hadiste şöyالسفرإن غاب عنھا نصحته [ صح وأقلبنا بذمة أعوذ بك من ملح وعثاء ] و له للمنصوح الخير إرادة • Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiğine فيgöre Hz. Pey leالسفر وعثاء ملح من بك أعوذ بذمة وأقلبنا بنصح أصحبنا اللھم الظھر على والحامل األھل والخليفة الصاحب السفر وعثاء ملح من بك أعوذ بذمة وأقلبنا بنصح أصحبنا اللھم السفرالظھر على والحامل اللھمفيأنتاألھل خليفة الخير على والمعاونة بالغيب النصيحة حقا عليكم إنفيلنا ifade edilmiştir: ما من عبد استرعاه ﷲ رعية فلم يحطھا بنصيحة أال لم يجد رائحة الجنة المنقلب gamber şöyle buyurmuştur: ئابة النصيحة بالغيب والمعاونة على الخير حقا في المعاملة بخالف الغش شوائب الفساد إخالص النية من يسترعيه ﷲ رعية يموت يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة لمن الخير والمعاونة على النصيحة بالغيب birعليكم أعالملنا kaإن“Bir mümin için takvadan sonra, saliha eş الخير على والمعاونة حقا( النصيحة ن شوائب الفساد في المعاملة بخالف الغش إن لنا عليكم حقا النصيحة بالغيب ) خير الكسب كسب يد العامل إذا نصح dar hayırlı yararlı ;olamaz emrettiğinالغش veبخالف المعاملة birفي شوائبşeyالفساد النية إخالص بخالفمنالغش ) أعالم النصيحة (إخالص النية من شوائب الفساد في المعاملة قال ﷲ عز و جل أحب ما تعبدني به عبدي إلي النصح لي de itaat eder, yüzüne baktığında(sevinç مسلم النصح لكل النصيحة ( أعالم ) duyar,النصيحة üzeأعالم) “En hayırlı kazanç el emeği ile elde edilen kazançال تقصوا الرؤيا إال على عالم أو ناصح yemin yeminini boşa çıkarmaz ve tır. (Ancak çalışan) samimi olursa.” (İbn Hanbel, Müs[rine للمسلم içtiğindeتنصح ]و على الظھر اللھم أصحبنا بنصح وأقلبنا بذمة أعوذ بك من ملح وعثاء السفر nefsi ve gerekse malı ko- ned, II, 334, 357.) Görüldüğü gibi burada da nasihat ke[onun gıyabındaبالغيب gerekو ينصح له ] [nusunda samimiyetiأن ينصح له ] ve bağlılığı devam eder.” limesinin öğüt ve tavsiye ile uzaktan yakından hiçو إذا غابإن لنا عليكم حقا النصيحة بالغيب والمعاونة على الخير bir ilgisi yoktur. Çalışan kişi, kimseyi aldatmadan ) ] (İbn Mace, Nikah, I, 596, 1857.و إن غاب عنھا نصحته [ إخالص النية من شوائب الفساد في المعاملة بخالف الغش ما من عبد استرعاه ﷲ رعية فلم يحطھا بنصيحة أال لم يجد رائحة الجنة ) أعالم النصيحة ( ما من عبد يسترعيه ﷲ رعية يموت يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 7 خير الكسب كسب يد العامل إذا نصح مسلمو ألئمة لرسوله ه و سلم قال :الدين النصيحة قلنا لمن يا رسول ﷲ قال � و لكتابه و النصح لكل نصح ] و تنصح للمسلم [ له للمنصوح الخير إرادة بالغيب [ عن تميم الداري رضي ﷲ عنه أن النبي صلى] و نصحالدين النصيحة قلنا لمن يا رسول ﷲ قال � و لكتابه و لرسوله و ألئمة ينصحو لهسلم قال: ﷲ عليه [ العسل من الخالص المسلمين و عامتھم الناصحإذا غاب أن ينصح له [ ] ]و النصيح العسل لمن نصح ] و إن غاب عنھا نصحته [ رائحةالذنب يجد بعدھا التيأالال لميعاود الخالصة ما من عبد استرعاه ﷲ رعية فلمھي ] الناصح الخالص من العسل [ الجنة بنصيحة يحطھا ن عبد يسترعيه ﷲ رعية يموت يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه نصح العسللكل مسلم النصح النصيح الجنة الذنب[ تنصحھاللمسلم ھي الخالصة التي ال] و يعاود بعد خير الكسب كسب يد العامل إذا نصح عن تميم الداري رضي ﷲ عنه أن النبي صلى ﷲ عليه و سلم قال :الدين للمنصوح له إرادة بالغيب [ عامتھم ] elden bırakmadanو ينصح له نصح لي النصح الخيرإلي عبدي تعبدنيأنبه anlamışlardır.أحب عز و جل قال ve emeNitekim bazı böyle المسلمين رضيأل لرسوله و ihlasو لكتابه �samimiyetiو elininالنصيحة قلنا لمن يا رسول ﷲ قال قالو :الدين dir.و سلم عليه صلى ﷲ hadisçilerالنبي ماﷲ عنه رضي الداري عنﷲتميم الداري تميم عن ينصحileله [ elbetteإذا غاب أن ]و ği kazanıyorsa ناصح على عالم الرؤيا :إال تقصوا عامتھم ال المسلمين و onunلرسوله و ألئمة kazancıلكتابه و enقال � و hayırﷲلمن يا رسول النصيحةأوقلنا الدين قال سلم عليه و Ömerصلى النبي أن عامتھم المسلمين و el-Hennad’ın rivayet ettiğine Hz.ﷲgöre ري رضي ﷲ عنهbir لمن [ نصحته عنھا غاب إن و ] له للمنصوح الخير إرادة lı kazançtır. حامل على الظھر اللھم أصحبنا بنصح وأقلبنا بذمة أعوذ بك من ملح وعثاء السفر م نصح hutbesinde halkına şöyle seslenmiştir: الجنة رائحة يجد لم أال بنصيحة يحطھا فلم رعية ﷲ استرعاه عبد من ما الخالص•من العسل [ نصح ] الناصح Ebu Umâme’den gelen bir başka rivayete göre مسلم لكل الجنة عليه غاش [إال حرم ﷲ ھو يوم يموت الخير ﷲ رعية ]يموت يسترعيه عبد إن لنا عليكم حقا النصيحة بالغيب ما من النصحعلى والمعاونة لمن العسل الخالصومن الناصح العسل النصيح Rasul-i Ekrem şöyle buyurmuştur: للمسلم [ المعاملةتنصح إخالص النية من شوائب الفساد في ] و كسب يد خير الغش بخالف النصيح العسل نصحبعدھا الذنب العامل الإذايعاود الخالصة التي الكسبھي “Gıyabımızda bize karşı samimi olmanız ve hayırlı ينصح له النصح لي به عبدي إلي تعبدني التيجلال أحب عز و بالغيب([ ھيقال ﷲ النصيحة ] و) أعالم مسلم النصح لكل الذنب يعاودمابعدھا الخالصة نصح ألئمة işlerde bize yardım etmeniz sizinوbizim üzerinizdeلرسوله رسول ﷲ قال � و لكتابه و [ له ينصح أن غاب إذا و ] ناصح على عالم الرؤيا تقصوا ال [“Allah buyuruyorأوللمسلم تنصح إال ] و نصح ki ”hakkımızdır. (el-Hennad, Kitabu’l-zühd, II, )602. ki; ‘kulumun kendisiyle bana ibaنصحته [ األھلغاب في و إن اللھم أنت الصاحب في السفر والخليفة ] السفر وعثاء ملح من بك أعوذ الظھر اللھم أصحبنا بنصح وأقلبنا عنھا على والحامل [ بالغيب له ينصح و بذمة] şey, detللمنصوح له الخير en sevimliإرادة ettiği bana karşı ihlaslı ve samiنصح Nasihat kelimesini şefkat, rahmet, المنقلب وكئابة الجنة رائحة يجد لم أال بنصيحة يحطھا ülfetفلم mevedﷲveرعيةعبد استرعاه ما من ”’olmasıdır.له[mi غاب أن ينصح إذا و ] له للمنصوح الخير إرادة )(İbn Hanbel, Müsned, V, 254. [ العسل ] الناصح الخالص من det kelimeleri ile birlikte zikreden Hakim Tirmizi’de الخير عنھاعلى والمعاونة بالغيب ن عبد يسترعيه ﷲ رعية يموت يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة نصحته [ إن غاب إن لنا عليكم حقا النصيحة ] و لمن العسل النصيح (Hakim, II, 250.) kişinin herhangi bir kim• بخالفEbu Hüreyre’den gelen شوائبbir rivayete göre Nevâdiru’l-Usûl,إذا نصح Rasul-i الغش المعاملة الفساد إخالصﷲالنية الجنة رائحة يجد فيلمنأال لم بنصيحة يحطھا منفلم رعية ي الخالصة التي ال يعاود بعدھا الذنب خير الكسب كسب يد العامل ما من عبد استرعاه yüzüne karşı nasıl davranıyorsa, nasıl bir bağEkrem gördüğümüz rüyaları rastgele herkese an- senin النصيحة ( عبدالنصح لي عبديمنإلي قال ﷲ عز و جل الجنة أعالمﷲ عليه يسترعيه ﷲ رعية يموت يوم يموت و ھو غاش إال)حرم نصحأحب ما تعبدني به ما النصح لكل مسلم da öyle latmamamız gerektiğini söylemiş, ancak, âlim ve lılık ve samimiyet gösteriyorsa, gıyabında ال تقصوا الرؤيا إال على عالم أو ناصح نصح إذا العامل يد كسب الكسب خير مسلم لكل النصح تنصح للمسلم [ ]kimselere anlatabileceğimizi ifade etmiştir.و hareket etmesini nasihat olarak adlandırmıştır. (Hanâsih حامل على الظھر اللھم أصحبنا بنصح وأقلبنا بذمة أعوذ بك من ملح وعثاء السفر لي النصح إلي عبدي به تعبدني ما أحب جل و عز ﷲ قال [ للمسلم تنصح و ] ] و ينصح له بالغيب [ verdiği adınıلهkim, Nevadir, I, 361.) el-Âcurri, Nasihat للمنصوح إرادةki-الخير ناصح أو عالم على إال الرؤيا تقصوا ال ] و ينصح له بالغيب [ ;tabın başında nasihati şöyle tarif etmiştir ] و إذا غاب أن ينصح له [ علىالخير والحاملعلى والمعاونة بالغيب إن لنا عليكم السفر وعثاء ملح من بك أعوذ بذمة وأقلبنا بنصح أصحبنا اللھم الظھر األھل النصيحة في حقا والخليفة السفر âlimله [ ينصح غاب أن ]و عبد[ اس عنھاما من نصحته ]sadeceو إن غاب اللھم أنت الصاحب في لمن “Rüyalarınızı veya kimselereإذاnâsih anوكئابة المنقلب إخالص النية من شوائب الفساد في المعاملة بخالف الغش نصحته;[7 Müsned,عنھا غاب )169.وII,إن ما من عبد] الجنةﷲ يسترعيه (Tirmizi,ما عبدرائحة منيجد أال لم Rüya,بنصيحة يحطھا Hanbel,فلم رعية ﷲ استرعاه İbn ”latınız. ) أعالم النصيحة ( رائحةبالغيب والمعاونة على الخير النصيحة إن لنا türlüمنher حقالم يجد عليكمأال بنصيحة عبديحطھا Nasihat,فلم رعية عبد استرعاه muameledeما الجنةو ھو غاش إال حرم ﷲ عليه الجنة يموت يوم يموت رعية يسترعيه ﷲ من niyyetinﷲ ما kötüلكل مسلم şaiالنصح• بخالفEbu Hüreyre’den diğer rivayeteمنbir göre belerden arınmasıdır. Zıddı aldatmaktır. (Kurtubi, elالغش الجنةالمعاملة gelenفي الفساد شوائب النية إخالص ] و تنصح للمسلم [ما من عبد يسترعيه ﷲ رعية يموت يوم يموت و ھو غاش إال حرم ﷲ عليه خير الكسب كسب يد العامل إذا نصح Rasul-i Ekrem şöyle dua etmiştir: النصيحة ( sefereأعالم ) çıkarken ”olarak “ğışş نصحما تعبدني به عبدي إلي النصح لي إذاأحب العاملجل كسبﷲيدعز و Câmi’, V, 234.) el-Âcurri’nin nasihatin[zıttıخير الكسب قال ] و ينصح له بالغيب yani ”“aldatmak dikkat النصح لي في إلي عبدي تعبدني به جل أحب عز و kelimesine yer [verdiğineقال ﷲ الظھر على والخليفة الصاحب اللھمماأنت أو ناصح والحاملعالم األھلإال على تقصوافيالرؤيا السفر ال ] و إذا غاب أن ينصح له edilmelidir. Deylemi ise nasihatın zıttı olarak “adaالمنقلب بنصحناصح أصحبناعالم أو اللھمإال على الرؤيا تقصوا والحاملال وعثاء ا من ملح الظھر وكئابةعلى الصاحب في السفر والخليفة في األھل عنھاأنت ] و إن غاباللھم نصحته [ في الصاحب بك أنت وأقلبنا بذمة أعوذاللھم vet” yani “düşmanlık” kelimesini kullanmıştır. O, “Allah’ım, seferde sahiالمنقلب السفر وعثاء ملح من بك أعوذ بذمة وأقلبنا بنصح أصحبنا اللھم الظھر على والحامل األھل في والخليفة السفر صاحب في وكئابة المنقلب وكئابةيجد رائحة الجنة أال لم بنصيحة يحطھا el-Firdevs adlı eserinde şöyle der: “Her âlimle oturbimiz sensin, ailemizi والمعاونة على الخير gerideبالغيب kalanالنصيحة عليكم حقا koruyacak senإن لناوت و ھو غاش إال حرم الجنة mayın! Sadece sizi beş şeyi terk عليه edip ﷲ beş haslete bineklerin sırtında sensin. biziالخير على والمعاونة Allah’ımبالغيب إن لنا عليكم حقا النصيحة sin,بخالف الغش المعاملة الفساد في شوائب taşıyanمن النية إخالص tevazuya,إذا نصح خير الكسب كسب يد العامل davet eden; yani şekten yakin’e, kibirden bizden himayenden etme,الغش biziبخالف المعاملة ayırالفساد فيإخالص النية من شوائب أعالم النصيحة ( ) nasihati eksik nasiإلي النصححب ما تعبدني به عبدي adavettenليriya’dan ihlasa, rağmetten rahbete, ma, seferin meşakkatinden, değişiminالنصيحة ( ) kederindenأعالم عالم أو ال تقصوا الرؤيا إال على ناصح”hata davet eden âlimlerle oturun. (Deylemi, el-Firdevs, )sana sığınırım.” (İbn Hanbel, Müsned, II, 401. ملحzıttı ihanettir. V, 56.) Kurtubi’ye göre ise nasihatin وعثاء السفر وأقلبنا بذمة أعوذ بك من Buna göre Allah’a, Rasulüne ve kitabına karşı na- Görüldüğü gibi hem nasihat kelimesinin sözlük an- والمعاونة على الخير sihat içinde olmayanlar ihanet içindedirler. (Kurtubi, lamı, hem dini nasihat ile tarif eden hadisin iç bü- النصيحة بالغيب وائب الفساد في karşı el-Câmi, X, 166.) Beyhakî’ye göre Müslümanlara المعاملة بخالف الغش ) أعالم النصيحة ( nasihat içinde olmanın üç alameti kullanımı bu kelimenin ihlas, samimiyet, içten ve vardır: gönülden bağlılık anlamına geldiğini göstermekte- tünlüğü, hem de nasihat kelimesinin hadislerdeki diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 8 1. Kalbin Müslümanların elem ve kederlerinden Sözü Gıllu Giyş’ten tasfiye balı mumdan tasfiyeye dolayı hüzün duyması, teşbih edilmiştir. Binaenaleyh lügaten nasihat gönülden gıllü giyşi çıkararak nasihat edilen kimse- 2. Müslümanların acılarına katlanmak, nin hayr ü saadetini samimiyetle arzu temenni et- 3. Müslümanları, faydalı olan her maslahata irşad mektir. Bu mana kavlen nasihattır ki örfümüzde bu etmek. suretle müsta’meldir. Şeriat örfünde nasihat ise yal- (Beyhaki, Şuabu’l-İman, VII, 523.) Ebu Abdillah Muhammed b. Nasr el-Mervezî’ye göre nasihat kelimesinin asıl anlamı kim olursa olsun kalben bağlanmaktır. Nasihat farz ve nafile olmak üzere ikiye ayrılır: Farz olan nasihat Allah’ın nız kavlen hayırhâhlık değildir. Temim-i Dâri’nin rivayet kardeşi olan “Dinin kemâli hâsseten nasihattir.” Hadisi şerifteki nasihat efâl-i hayriye’ye de şamildir. Her hayır söz ve her hayır iş nasihattir. emirlerini yerine getirmek ve haram kıldıkların- (Kâmil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terceme- dan kaçınmak derecesinde bağlanmaktır. si, VI, 473.) (İbn Recep, Câmiu’l-ûlûm ve’l-hikem, 179.) Buhari’nin iman ile ilgili hadislerin başında “ameller niyetlere göredir” hadisine yer verip sonunda ise bab başlığı olarak da olsa “Din nasihattir.” hadisini zikretmesi oldukça manidardır. Zira bununla imanın amellerle bir- Burada anahtar kavram “nasihat” kelimesidir. Nasihat kelimesi doğru anlaşılmadan, yahut Hz. Peygamber’in bu kavramdan ne kastettiği tespit edilmeden İslam’ın dörtte birine denk kabul edilen bu hadisin doğru anlaşılması mümkün değildir. likte niyete, niyetin ise ihlas ve samimiyete dayanması gerektiğini ima etmiştir. (Buhari, İmân, 138.) İbn Hibban hadisin iki ayrı rivayeti için şöyle bir başlık kullanmıştır: “Kişinin Allah’ın dini konusunda kendisine ve bütün Müslümanlara karşı samimi olması gerektiğini haber veren hadisler.” (İbn Hibbân, X, 435.40 Kâmil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 473.) Kâmil Miras da Tecrid’in tercümesinde nasihat kalimesinin asıl anlamını tesbit etmiş ve şöyle demiştir: Gerek Mazeri’ye gerekse diğer ehlilügate göre nasihat, gişşin nakizi olarak müstameldir. Balı mumundan ayırıp tasfiye etmekten müştaktır. Bütün bunlara rağmen gerek Türkiye’de, gerekse İslam âleminin diğer bölgelerinde nasihat kelimesinin aldatılmak, kandırılmak, ihanet, adavet ve ikiyüzlü davranmanın zıttı olarak “ihlas, samimiyet içten davranmak ve gönülden bağlanmak” anlamı değil de “öğüt, vaaz ve tavsiye” anla- mı öne çıkmış ve bu hadis “din samimiyettir” yerine “din vaaz ve irşattır” şeklinde anlaşılmıştır. Vaizler yaptıkları işin, üstlendikleri görevin dinin özüne taalluk ettiğini ifade etmek için söze hep bu hadisle başlamış ve hadise de bu yanlış anlamı yüklemişlerdir. Bu hadisin, dinin dörtte birine denk sayıldığını daha önce ifade etmiştik. Buna göre Hadise yanlış anlam verdiğimizde dinin dörtte biri vaaz ve irşat; doğru anlam verdiğinde ise dininin dörtte biri ihlas ve samimiyet olacaktır. Öyleyse din nasihattir, nasihat ise samimiyettir. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 9 Gündem Dr. Ekrem Keleş Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Şeytanın Kapsama Alanı Dışında Kalanlar Müslümanın işlediği hayırlı işlerin ve amellerin Allah nezdinde kabul görmesi ihlasa bağlıdır. İhlas olmadan yapılacak ameller dünyaları doldursa hiçbir kıymeti yoktur. İ slam âlimleri, mutasavvıfları ve mütefekkirleri ihlasla ilgili hayranlık verici tanımlamalar ve açıklamalar yapmışlardır. Hangisini alırsanız alın, bu tariflerden her biri müminler için bir mutluluk ve kurtuluş reçetesi gibidir. Bunlardan bazıları şöyledir: İhlas, düşünceleri yaratılmışların değerlendirmesinden arındırmaktır. (İmam Nevevi) Yüce Allah ile ilişkide yaratılmışları aradan çıkarmaktır. (Keşşafu Istılahati’l-Fünun) Yaptığın işe Yüce Allah’tan başka tanık aramamandır. (Seyyit Şerif Cürcani) Bütün eylemlerin, eylemsizliklerin, oturmanın, kalkmanın, hareketlerin, fiillerin, sözlerinin Allah için olmasıdır. (Keşşafu Istılahati’l-Fünun) Hareket noktasının, yalnızca Vahid olan Allah olmasıdır. Bunun zıttı ise ortak koşmaktır. İhlas, Allah’ın dışındaki her şeyden teberri etmek/uzaklaşmaktır. (Rağıb el-İsfehani/el-Müfredat) Riyayı terk etmektir. (Lisanü’l-Arab) Allah’a karşı niyetini doğru ve düzgün tutmaktır. (İbrahim Edhem) 10 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Bu tanımlamalardaki ortak nokta, bütün söz, fiil, hareket ve tutumlarda yalnızca Yüce Allah’ın rızasının gözetilmesi, buna başka herhangi bir niyet, düşünce, amaç ve hedefin karıştırılmamasıdır. Buna göre zihnini, eylemlerini, sözlerini, hareketlerini hasılı bütün tutum ve davranışlarını Allah’ın rızasına uygun olmayan ne varsa bunlardan arındırabilen kişiler, ihlasa ermiş olacaklardır. Artık bu kişilerin, konuşmaları, susmaları, sevinmeleri, üzülmeleri, kızmaları, sevmeleri, buğz etmeleri, mücadeleleri... hep Allah içindir. Öyle ki düşüncede cennet ümidi ve cehennem korkusu bile kalmamalıdır. Sıddıkların ihlası olarak nitelenen ve kişinin amelinde ne dünyada ne ahirette hiçbir karşılık beklememesi şeklinde tanımlanan bu ihlas anlayışında -her ne kadar ihlasa aykırı değilse de- cennet ümidi ve cehennem korkusu bile yer almaz. (Keşşafu Istılahati’l-Fünun) İhlasta Allah’ın rızasından başka hiçbir amacın güdülmemesi söylemiyle kastedilen budur. İhlaslı insanlar bencillik, kıskançlık, kin ve haset gibi insanı manen yiyip bitiren hastalıklardan kurtulmuş kişilerdir. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 11 Gündem Bu ölçülere göre hareket edebilmek, Yüce Allah’ın büyük bir lütfudur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ihlas, peygamberlerin başlıca niteliklerinden sayılmıştır. (Süleyman Ateş, DİA; bkz. Yunus, 12/24; Meryem, 19/51; Sad, 38/45-46.) Onun için bu lütfa nail olan kişiler, çok büyük bir kazanım elde etmiş olmaktadırlar. Bu kazanım, onların, şeytanın etki alanının dışına çıkarılmış bulunmalarıdır. Bir ayet-i kerimede şeytanın saptırmalarının ihlaslı kişiler üzerinde etkili olamayacağı ifade edilmektedir. ‘İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, and olsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlasa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım” dedi.’ (Hıcr, 15/40.) ; ‘İblis, “Senin şerefine and olsun ki, içlerinden ihlaslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım.” dedi.’ (Sad, 38/83.) Bu ayet-i kerimelerden anlaşılmaktadır ki ihlaslı kişiler, şeytanın saptırıcı faaliyetlerinin kapsama alanı dışında kalmak gibi çok büyük bir kazanım elde etmiş olmaktadır. Yusuf (a.s.)’dan kötülükleri uzaklaştıran Yüce Rabbimiz, bunun gerekçesinde onun ihlasa erdirilmiş olmasını vurgulamaktadır. ‘Biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzaklaştırmak için işte böyle yaptık. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.’ (Yusuf, 12/24.) Sır Bazı İslam âlimleri ihlasın Yüce Allah’ın bir sırrı olduğunu söylemişlerdir. Cenab-ı Hak onu dilediği kuluna bahşeder. O kul da bu lütfun rehberliğinde kulluğun nihai hedefine doğru yol alır. ‘Nitekim kutsi bir hadiste “İhlas sırlarımdan bir sırdır, onu sevdiğim kulumun kalbine tevdi ederim.” buyrulduğu söylenir. Cüneyd-i Bağdadi’ye göre ihlas o kadar gizlidir ki melek onu bilmediği için sevap hanesine yazmaz, şeytan bilmediği için bozamaz, nefis bilmediği için şımarmaz. Böyle olunca, başkaları bir yana ihlaslı olduğunu kişinin kendisi bile kesin olarak bilemez, onun için de nefsini daima denetim altında tutması gerekir.’ (Süleyman Ateş, DİA, İhlas maddesi, kaynaklar hazfedilerek alıntı yapılmıştır.) Müslümanın işlediği hayırlı işlerin ve amellerin Allah nezdinde kabul görmesi ihlasa bağlıdır. İhlas olmadan yapılacak ameller dünyaları doldursa hiçbir kıymeti yoktur. Ancak ihlas ile yapılan az bir amelin değeri ise kul planında tahmin kalıplarına sığmaz. İhlas ve kalp huzuru En büyük huzur, kalp huzurudur. Kalbi huzurlu olan kişiler, ne kadar büyük sıkıntılarla karşılaşırsa karşılaşsın saadet içindedirler, manen mutludurlar. Çünkü onlar kalbiselim sahibidirler. Onun için kalplerinde sükûn vardır. “…Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur.” (Beyyine, 98/8.) Kalbi hasta olanlar ise daima tedirgindir. Bir türlü sükûnete ve huzura eremezler. Dünyanın bütün imkânları ellerinin altında olsa da arzu ettikleri mutluluğa erişemezler. Daima doyumsuzluk içindedirler. Çünkü kalpleri huzursuzdur. Zira bedeni hazlar ve zevkler geçicidir. Fakat kalbin hazzı kalıcıdır. Bunun için kalp hazzı en büyük hazdır. Kalbi huzurlu olan kişileri, karşılaşacakları en ağır sı- 12 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 İhlas, kulun en başta zihin dünyası olmak üzere bütün davranışlarını, fillerini ve sözlerini yaratılmışların değerlendirmesinden arındırmasıdır. Bir Müslüman için hayatta en büyük hedef, Allah’ın rızasını kazanmak olduğuna göre bunun yolu ihlastan geçer. kıntılar dahi yaşadıkları manevi mutluluktan koparamaz. Kalbin huzuru ise ihlastadır. Çünkü ihlasta ne bir başka görünmeye çalışmanın dayanılmaz ağırlığı vardır, ne de sözleri, fiilleri, eylemleri, eylemsizlikleri, hareketleri hareketsizlikleri açıklamaya çalışmanın lüzumsuz külfeti… Zira ihlaslı kişi, yaptığı işler için Yüce Allah’tan başka şahit arama ihtiyacında değildir. Zihnini halkın değerlendirme ölçülerine ayarlamanın ağırlığından kurtulduğu için ‘Benim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.’ (En’am, 6/162.) der geçer. İhlaslı insanlar -iyilikler ve hayırlar kimin eliyle gerçekleşirse gerçekleşsin bundan mutluluk duyacakları için- bencillik, kıskançlık, kin ve haset gibi insanı manen yiyip bitiren hastalıklardan kurtulmuş kişilerdir. Bu sebeple hiç kimseye tahakküm etme gibi bir hevesleri yoktur. Dolayısıyla gönül huzuruna sahiptirler. İhlas amellerin özüdür İhlas, kulun en başta zihin dünyası olmak üzere bütün davranışlarını, fiillerini ve sözlerini yaratılmışların değerlendirmesinden arındırmasıdır. Bir Müslüman için hayatta en büyük hedef, Allah’ın rızasını kazanmak olduğuna göre bunun yolu ihlastan geçer. İnanç, ibadet ve diğer eylem ve davranışlarımızın Allah Teala nezdindeki temel değerlendirme ölçüsü ihlastır. İhlas olmadan yapılan herhangi bir amelin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Zira ihlas amellerin özüdür. Sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” manasındaki hulus/halas kökünden türetilmiş olup “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak” anlamına gelen ihlas kelimesi, terim olarak “ibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” demektir. İslami lite- ratürde ihlas daha geniş olarak şirk ve riyadan, batıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel manada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade eder. Bütün işlerimizde gözetilmesi gerekmekle birlikte özellikle ibadetlerimizde ihlasın yeri daha bir önemlidir. Çünkü doğrudan Rabbine yönelme niyetiyle gerçekleştirilen ibadette ihlas yok ise o ibadet cansız ceset gibidir. Bundan dolayı Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de mutlaka ihlasla kendisine kulluk etmemizi emretmektedir. (Zümer, 39/2.) Peygamber Efendimizin konu ile ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ‘Yüce Allah yalnızca kendisi için ve ancak kendisinin rızası gözetilerek yapılan amellerden başkasını kabul etmez.’ (Nesai, Cihat 24; Ahmet b. Hanbel, 4/126.) Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle, Müslümanın yaptığı her meşru iş, bir ibadet gibi kendisine sevap kazandırır. Bu bakımdan Müslüman, ilim tahsilinde, iş hayatında, mesleki çalışmalarında, ailevi ve içtimai münasebetlerinde, daima niyetini düzgün tutmalı ve sadece Allah’ın rızasını gözeterek hareket etmelidir. Çünkü kulluk yalnızca namaz, oruç, hac ve zekât gibi belli şekil şartlarına bağlı/biçimli ibadetlerden ibaret değildir. Hem dar anlamıyla belli şekil şartlarına bağlı ibadetlerde, hem de geniş anlamıyla belli şekil şartlarına bağlı olmayan ve hayırlı herhangi bir amelin yerine getirilmesi şeklinde gerçekleşen taatlerde ihlasın muhafaza edilmesi gerekir. Zira kulun Rabbi ile kulluk ilişkileri bağlamında ihlasla sergileyeceği her meşru hareket ve davranış ibadet hükmünü almaktadır. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyrulmaktadır: ‘Hâlbuki onlara, yalnızca Allah’a karşı ihlas ile itaat edip Allah’a karşı ihlas ile itaat edip’ şeklinde çevirdiğimiz, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.’ (Beyyine, 98/5.) diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 13 Gündem Bu hususta dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de ihlasa aykırı tutum, davranış ve vasıflardan uzak durmaktır. Bunların başında riya, gösteriş ve süm’a gelir. ta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) olmaz; hepsi muhakkak apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı) dır.” (Yunus, 10/61.) Riya, ‘Allah’tan başkasının hoşnutluğunu kazanma düşüncesiyle amelde ihlası terk etmektir.’ (et-Ta’rifat) Yanlış imaj ve ihlas Aynı şekilde kendini beğenmişlik, kibir, hile, aldatma, kandırma, desise, yalan dolan gibi kötü ahlaki vasıfların hepsi de ihlasa tamamen aykırı niteliklerdir. Çünkü ihlas, doğruluk ve dürüstlüğün kişinin kalbinde köklü bir şekilde yer etmesinin alametidir. İhlas müminin hayatının her alanını kapsar İhlas, yalnızca Ahiret yurdunu ilgilendiriyor gibi görünse de aslında o, dünyevi gelişmelerde de en önemli etkendir. Herhangi bir işe içten ve samimi bir şekilde sarılan kişiler, o işte muvaffak olurlar. İhlas, ancak saf, duru ve tertemiz bir niyetle gerçekleşir. Niyetin Allah’ın rızası dışındaki kişisel, dünyevi bütün unsurlardan arındırılması gerekir. Kendi nefsinin bütün yönelimlerini bir kenara bırakarak Allah’ın, kudreti, bilgisi karşısında tam bir teslimiyet ile her hareket ve tavrını onun rızası istikametinde şekillendirmek İslami bir duruştur. ‘Kim iyilik yaparak kendini Allah’a teslim ederse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuştur. İşlerin sonu ancak Allah’a varır.’ (Lokman, 31/22.) İhlas, emin olmayı gerektirir. İhlaslı insan, emin insandır. Emin olmayan da ihlaslı olamaz. Muhtelif meslekleri icra eden insanlar, emin iseler işlerinde hile yapmazlar. İşlerini itkan ile yerine getirirler. Allah’ın her şeyi görmekte ve bilmekte olduğunu bilen bir Mümin, işinde hile, aldatma ve kandırmaya başvurabilir mi? “Sen hangi işte bulunursan bulun, ona dair Kur’an’dan ne okursan oku ve hangi şeyi yaparsanız yapın, siz ona daldığınızda biz sizi mutlaka görürüz. Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hat14 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Kur’an-ı Kerim’de iyi ve hayırlı işler ortaya koymadıkları hâlde iyi ve hayırlı işler yapmış gibi bir imaj oluşturarak veya haklarında bu doğrultuda oluşan imajı sahiplenerek bundan hoşlananların bu tavırlarının ihlasa aykırılığına dikkat çekmek üzere mealen şöyle buyrulmaktadır: ‘Yapıp ettiklerine sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimselerin, sakın azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için elem dolu bir azap vardır.’ (Âl-i İmran, 3/187.) Bu kişiler, ‘…övülmeye layık bir iş yapmadıkları hâlde kendilerinin dindar, Allah’tan korkan bir mümin olarak bilinmelerinden ve bu özelliklerle övülmekten hoşlanırlar. Oysa onların bu iddiaları boş bir kuruntu, kibir ve kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir.” (Kur’an Yolu, ilgili ayetin tefsiri) İbn Ebi’d dünyanın en-Niyyetü ve’l-İhlas adlı eserinde yer alan bir rivayette anlatıldığına göre Havariler, İsa (a.s.)’ya ‘Allah’a karşı ihlas nedir?’ diye sormuşlar; İsa (a.s.): ‘Yaptığı işten dolayı insanlardan herhangi birinin kendisini övmesini istemeyen kişinin tadı bu niteliktir’ şeklinde cevap vermiştir. (s. 34.) Yine aynı eserde Hz. Ali Efendimiz ‘Salih ameli ‘Allah’tan başka hiç kimsenin ondan dolayı seni övmesini istemediğin amel’ şeklinde tanımlamıştır. (s. 35.) Netice itibarıyla övülmekten hoşlanmak, yerilmekten hoşlanmamak, ihlas eksikliğindendir. “…Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf, 18/110.) mealindeki ayet-i kerimede yaptığımız her işi Allah’ın rızası dışındaki unsurlardan nasıl arındırmamız gerektiği vurgulanmaktadır. Gündem Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Karıncanın Ayak Sesinden Gizli Kalbî Maraz: Riya Kulun kalbinde ihlas ve samimiyet kökü bulunmadığında, yerine riya yerleşip dal budak salar ve böylece kul şeytanın dürtülerine boyun eğmeye başlar. B eğenilme ve takdir edilme duygusu insanda fıtridir. Bu duygunun ibadetlerde ihlası, davranışlarda samimiyeti kirletmesinin adı riyadır. Riya kişinin içini ihmal edip dışını süslemeye çalışması ve olduğundan fazla görünme arzusu ile itibar ve halkın saygısını kazanma tutkusudur. Riyanın en güçlü sebebi övülmekten hoşlanmak ve yerilmekten incinmektir. Övülme arzusunu tetikleyen ise kendini beğenmektir. Kalpte kök salan riyanın kaynağı, oraya samimiyet ve ihlas tohumlarının yerleşmemiş olmasıdır. Kulun kalbinde ihlas ve samimiyet kökü bulunmadığında, yerine riya yerleşip dal budak salar ve böylece kul şeytanın dürtülerine boyun eğmeye başlar. Riya biri büyük, diğeri küçük olmak üzere iki tür olarak değerlendirilir. Riyanın büyük olanı, kulun Allah’a taatle insanları murad etmesi, Allah’ın rızasını hiç gözetmemesidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) riyayı tarif ederken: “Allah’a taati sırasında insanları kastederek amel yapmandır.” (krş. Müslim, Zühd, 46; Müsned, II, 301.) buyurarak buna işaret etmiştir. Hz. Peygamber’in şu hadisi bu konuda ayrıca dikkat çekicidir: “Kıyamet günü riyakâra, halkın gözleri önünde şöyle seslenilir: Ey riyakâr! Ey kandıran şahıs! Senin amelin boşa gitti, ecrin silindi. Git, kim için amel yaptıysan sevabını onlardan iste.” (Müsned, V, 428, 429.) Riyanın ikincisi kulların küçük görüp önemsemediği için küçük riya diye adlandırılır. İbadetleri hem Allah için, hem de insanların takdir ve övgüsü için diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 15 Gündem luna bakınmasının, çevresinden medet ummasının o anda kendisine bir faydası olmayacaktır. Çünkü herkes kendi günahının yüz kızartıcı hâliyle kapkara bir yüzle ne Rabb’ına varabilecek bir hâlde, ne de başkalarına bakabilecek bir durumda olacaktır. Bu bir hüsrandır. Bu hüsran ile karşılaşmamak, şirk-i hafiyi işlememeye ve manevi hayatı kaliteli yaşamaya bağlıdır. yapmaktır. Bu tür riya pek çok hadis-i şerifte şirk-i hafi olarak değerlendirilmiştir. Nitekim Peygamberimiz bir defasında şöyle buyurmuştu: “Sizin için korktuklarımın en korkuncu küçük şirktir.” Sahabiler: “Küçük şirk nedir?” dediler. Efendimiz: “Riya” buyurdu. (Müsned, IV, 124.) Şirk-i hafi olarak değerlendirilen riya, kalbin derinliklerinde sinsi bir marazdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Şirk, karanlık gecede Safa tepesinde yürüyen kara karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.” (Taberani, Mu‘cemü’l-evsat, IV/10, hadis no: 3479; Ebu Nuaym, VII, 112.) hadisiyle bu gerçeği ifade buyurmuştur. Bu derece gizli ve sinsi olan şey, ancak engin basiretle, uyanık bir kalp ile fark edilebilir. Hakk’ın rızası, ahiret kaygısı ön planda tutulan, riya ve gösterişsiz yapılan amellerdedir. Hayat yürüyüşünde riyasız amellere erişmek kolay değildir. Ameller, insanı dünya ve ahirette yüksek mertebelere nail kılan ve Allah’a yaklaştıran vesilelerdir. Kendini beğenme ve riya gibi kalbî marazlar, amelleri değersizleştirir ve bu tür ameller kıyamet günü, eskimiş bir paçavra gibi sahibinin yüzüne çarpılır. Ahirette açılan amel defteri sahibine gösterildiği zaman insan gerçekten büyük sürprizlerle karşılaşır; yaptıklarının riya ve gösterişin esaretine girmiş olduğunu hüzünle seyreder. Amel-i salih yapıyorum sandığı pek çok davranışın riya, gösteriş ve şirk-i hafi ile kirlendiğini görür, yüzünü ağartacak davranışların azlığına şahit olarak hüsrana uğrar. İnsan öbür âlemde sarrafın gerçek altınla sahtesini ayırması gibi amellerinin halisane olanı ile riya karışanını anlayacak, ama arkasına, sağına ve so16 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Riyadan kurtulmanın yolu Hakk’a ibadet sırasında yaratıkları görmemek, Allah için yapılan amelde sünnete riayete titizlik göstermek ve Hakk adına yapılan hizmetten lezzet duymaktır. Çünkü Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de buyurur ki: “Onlar sadece Allah’a ibadetten ve dini yalnızca O’na has kılmaktan başkasıyla emrolunmadılar.” (Beyyine, 98/5.) Riya hastalığından kurtulmanın en kestirme yolu riyayı korku ve endişe ile gözetlemek, marifet ve basiretle teşhis edip karşı koymak ve dindarlığımızı sorgulamak; yâni kendimizi ve amellerimizi hesaba çekmektir. Bu muhasebe bir kalp sorgulamasıdır. “Bugün Allah için ne yaptım? Yaptıklarımın ne kadarı Allah için, ne kadarı nefsim için? İşin içine ne kadar “görsünler ve desinler” kaygısıyla riya denen şirk-i hafi girdi?” İnsanın kendini bu şekilde sorgulaması, murakabe ile davranışlarını kontrol edebilmesi şirk-i hafi olan riyadan kurtulmaya vesiledir. Murakabe ve muhasebenin olmaması, karakterleri zaafa uğratarak insanı çift şahsiyetli yapar. Bu hâlin ilk yansımaları da yalan ve riya musibeti şeklinde olur. Nefsin arzularını, hevanın tutkularını kırmak, dünya ve halktan ümidini kesmek ve bütün himmetiyle ahirete teveccüh etmek riyadan kurtulmanın önemli bir başka yoludur. Bu yapılmadan halis gibi görünen ameller bile bazen riyaya bulaşmış ve içine dünyevi çıkarlar karışmış olabilir. Nitekim rivayete göre bir kişi yıllar boyu mescidin birinci safında namaz kılmış. Bir gün her nasılsa bir engel sebebiyle ikinci safta kılmak zorunda kalmış. Bir süre cami ve cemaatten kaybolan bu kişiye sebebini sormuşlar. Demiş ki: “Şu kadar yıldır kıldığım namazları hep ihlasla kıldığımı sanıyordum. Bir kere ikinci safta görülmekten öyle rahatsız oldum ki, ömrüm boyunca riya yaptığımın farkına vardım. Bu Allah’a inandım de sonra dosdoğru ol. (Hadis-i Şerif) yüzden evimde eski namazlarımı iade ve kaza ile meşgul olduğum için ortadan kayboldum.” Riyanın tedavisi ihlasa ermeye çalışmakla olur. Çünkü ihlas, kulu riyadan koruyan bir zırhtır. Nasıl sabırsızlığı sabırla, unutkanlığı zikirle, nankörlüğü şükürle, isyanı taatle, cimriliği cömertlikle, şüpheyi yakin ile hatadaki ısrarı tövbeyle, yalanı doğrulukla, gafleti tefekkürle değiştirmek mümkünse riyayı da ihlas ile değiştirebiliriz. Ancak bu şekilde manevi hayatta mesafe almak mümkün olabilecektir. Ayrıca riyanın tedavisi, Allah’ın kalıba değil, kalbe baktığını; ahiretteki derecenin kalpteki duygulara bağlı olarak eksilip artacağını bilmek suretiyle olur. Riya ve gösterişten kurtularak kullukta zirveye tırmanmak adım adım olur. Bu yolda beşerî iradeyi samimiyet ve ihlasla kullanmak ne kadar önemliyse, Allah Teala’dan lütuf ve kerem talep etmek o kadar önemlidir. Şirk-i hafi olan riyadan kurtularak halisane dindar olabilmek birdenbire ve basitçe ulaşılacak kolay bir iş değildir. Çünkü önünde birçok engel vardır. Bu işin en sağlam yolu Allah’a kulluk ile nefse gem vurabilmektir. Bu sayede riyadan uzak bir kulluk ile ahirete güzel ve temiz bir amel defteri götürebilmek mümkün olacaktır. Cenab-ı Hak’tan niyazımız bizleri riyadan koruyup ihlasa erdirmesidir. İnsan öbür âlemde sarrafın gerçek altınla sahtesini ayırması gibi amellerinin halisane olanı ile riya karışanını anlayacak, ama arkasına, sağına ve soluna bakınmasının, çevresinden medet ummasının o anda kendisine bir faydası olmayacaktır. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 17 Gündem Prof. Dr. Cafer Sadık Yâran Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Samimiyet: Hakikati, Fazileti ve Afetleri Samimiyet, her şeyden önce kendi içimizde ve kendimize karşı olmalıdır. İnsanın bazen kendi kendisini aldatması, kendi sözleri ve eylemleri arasında tutarsızlığa düşmesi ve bunu fark etmesi mümkündür. Bu durumdaki kişi, başkalarını aldatabilse dahi, kendi gözünde değerinin düşmesini engelleyemeyecek, zamanla özgüvenini yitirmiş bir şahsiyete dönüşecektir. G ünlük dildeki genel kullanımında samimiyet, birden çok anlama gelir ve birçok duygunun bir arada bulunmasını ifade eder. Örneğin, iki insanın birbirine karşı tutumunu dile getirirken, ‘ikisi arasında müthiş bir samimiyet var’ dediğimizde, iki kişinin birbirlerinden çıkar beklentisi olmayan yakın arkadaş olmaları, birbirinden gizlisi saklısı olmayacak derecede senli-benli ve kalpten dost olmaları gibi anlamları kastetmiş oluruz. ‘Samimiyet sahibi bir mümin, samimi bir Müslüman’ tabirlerinde olduğu gibi bir insanın kendi iç duygu, düşünce, inanç, tutum, davranış, yaşayış ve eylemleriyle ilgili bir sıfat olarak kullanıldığında ise samimiyet; içtenlik, saflık, temizlik, katışıksızlık, halislik, dürüstlük, açık yüreklilik, kalpten ve gönülden bağlılık, kendisiyle barışıklık, doğallık, içinden geldiği ve olduğu gibilik, gü18 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 venilirlik gibi olumlu anlamları bünyesinde taşır. Olumsuz nitelikler açısından bakıldığında ise samimiyet; yapmacıklıktan, gösterişten, riyakârlıktan, hilekârlıktan, art niyetten, çıkarcılıktan, aldatıcılıktan, sahtekârlıktan, münafıklıktan uzak olmak gibi anlamlara gelir. Bu tür olumsuz nitelikler taşıyan insanlara da ‘samimiyetsiz’ denir. Samimiyetin hakikati Samimiyetin dinî terminolojideki en yakın ifadesi, ‘ihlas’tır. İmam Gazali’nin İhya’daki tanımına göre, “Kendisine yabancı bir şeyin sinmesi düşünülen her şey o yabancı maddeden beri ve ırak olduğunda ‘halis’ vasfını alır. Bu saf ve katkısız fiile de ‘ihlas’ denilir.” (Gazali, 2008: 764.) Bu tanıma göre dinî anlamda samimiyet, sahip olunan inançlar, niyetler ve bilhassa amellerin, olabildiğince katkısız, katı- Dinlerini sırf Allah’a has kılan gerçek müminlerin mükâfatları, cennet nimetlerinin de ötesinde, Allah’ın cemâli, rızası ve sevgisi gibi çok daha “büyük mükâfat”lardır. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 19 Gündem şıksız, saf bir hâlde, sırf Allah rızası için yapılmasıdır. Dinde samimiyet; dindarlık yaşantısında içtenlik ve dürüstlük, saflık ve arı-duruluk, kendisiyle barışıklık ve güvenilirliktir. O aynı zamanda, dinî inançlarında gizli veya açık şirkten ve münafıklıktan uzaklık, dinî amellerinde riyadan ve gösterişten berilik, dinî ahlakında kötü niyetten ve çıkarcılıktan arınmışlık, dinî maneviyatında şeytanın ve nefsin gizli tuzaklarından ve kendini beğenmişliğe yöneltici iğvalarından olabildiğince korunmuşluktur. İhlas ve samimiyet, yapılan amelin az veya çok tüm dünyevi ve nefsani şaibelerden ayıklanıp, kulun Allah’a yaklaşma arzusunun tek amil olması, bunun dışında muharrik bir unsur taşımamasıdır. Örneğin, bir Müslümanın, Allah’ın emrini yerine getirme ve O’na yaklaşma arzusuyla beraber, oruç tutmakla oluşacak sağlıklılıktan ve tedaviden yararlanmak maksadıyla oruç tutması veya bir düşmandan kurtulmak için hacca gitmesi yahut bu yolla dünyalık meta ve itibar kazanmak için ilim sahibi olması gibi hususlar, dinde ihlas ve samimiyetin hakikatinden uzak davranışlardır. Samimiyeti zedeleyen bu tür fitnelere sadece sıradan Müslümanlar değil âlimler dahi amansız şekilde maruz kalabilmektedirler. Gazali’nin belirttiğine göre, âlimlerin bir kısmını ilimlerini yaymaya sürükleyen amil, hükümranlık, çevresinin kalabalık olmasından haz duymak, övgü ve alkışlardan zevk almaktır. Bu tür kişiler, kendisinden daha yetenekli bir âlim çıkıp halk ona yöneldiğinde kederlenir ve üzülürler. Oysa gerçekten samimi olan âlimler böyle bir durum karşısında sevinir, Allah’a şükreder, bu görevi daha yetenekli biriyle ifa ettirdiği için O’na hamd ederler. (Gazali, 2008: 765-67.) İster âlim olsun isterse olmasın, samimiyetin hakikatine ermiş gerçek Müslümanların ihlas ve içtenliği, şeytanın vesveselerine yenik düşmeyecek güçte ve sürekliliktedir. Nitekim Cenab-ı Hakk’ın Sad suresi 83. ayette İblis’in ağzından haber verdiği ve istisna ettiği Müslümanlar, ihlas ve samimiyet sahibi olanlardır: “İblis, “Senin şerefine and olsun ki, içlerinden ihlaslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım” dedi.” (Sad, 38/83.) Bu ayetten açıkça anlaşıldığı üzere, şeytanın azdırmasından emin olmanın ve Allah’ın rızasını kazanmanın yolu, kuru ve dıştan bir dindarlık değil, gönülden, içten, samimi bir dindarlıktır. Tıpkı bizim etrafımızdaki insanlardan ve özellikle de bize yakın olan dost bildiklerimizden samimiyet beklediğimiz gibi, Cenab-ı Hakk da sevdiği kullarının dindarlığında gerçek bir samimiyet ve ihlas, tam anlamıyla bir şirksizlik ve riyasızlık beklemektedir. Samimiyetin fazileti Samimiyet, her şeyden önce kendi içimizde ve kendimize karşı olmalıdır. İnsanın bazen kendi kendisini aldatması, kendi sözleri ve eylemleri arasında tutarsızlığa düşmesi ve bunu fark etmesi mümkündür. Bu durumdaki kişi, başkalarını aldatabilse dahi, kendi gözünde değerinin düşmesini engelleyemeyecek, zamanla özgüvenini yitirmiş bir şahsiyete dönüşecektir. Bu gibi olumsuz hâllere düşmemek için, kişinin öncelikle kendisine karşı samimi, dürüst, iyi kalpli, temiz yürekli olması gerekir. Dinde samimiyet; dindarlık yaşantısında içtenlik ve dürüstlük, saflık ve arı-duruluk, kendisiyle barışıklık ve güvenilirliktir. 20 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 İster âlim olsun isterse olmasın, samimiyetin hakikatine ermiş gerçek Müslümanların ihlas ve içtenliği, şeytanın vesveselerine yenik düşmeyecek güçte ve sürekliliktedir. İnsan daha sonra da, çevresindeki kişilere karşı samimi olmalıdır ki onlar ona güvenebilsinler. Tutum ve davranışlarında samimi olmayan, ikiyüzlü, çifte standartlı, içten pazarlıklı, insanların yüzüne karşı ayrı arkasından ayrı davranışlı, sahtekâr ve samimiyetsiz insanlar, erdemli ve faziletli insanlar arasında sayılmayacak, toplum içinde gerçek bir sevgi, saygı ve güven duygusu ile karşılaşmayacaklardır. Kişisel özgüven kadar toplumsal güven ve itibar da, büyük ölçüde samimiyet ve güvenilirlikle bağlantılı değerlerdir. le iyi davranışlar ve ibadetlerde samimiyete çeşitli derecelerde riya karışmasına çok sık rastlanır. Riya afetine maruz kalan kişinin dikkate aldığı asıl husus, halktır, insanlardır. Oysa ihlas ve samimiyet, “dört ayaklı hayvanların kendisini namazda görmeleriyle insanların görmelerini eşit tutmak, aralarında bir fark gözetmemektir.” Bunu gerçekleştirebilmenin tek yolu, hiçbir şekilde halkı düşünmemek, gerek yalnız başına iken gerekse halk arasında iken, insanların varlığına ve iltifatlarına aldırmayıp, sadece Hakk’ın rızasını gözetmektir. Nihayet, insan en fazla da asla aldatamayacağı ve kandıramayacağı Rabbine karşı samimi olmalı; O’na karşı yükümlülüklerinden oluşan ve O’na yakınlaşmasının yolunu yordamını öğreten dinini salt O’na has kılmalıdır. Nitekim şu ayet-i kerime, bu hususu açıkça beyan etmektedir: “Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.” (Beyyine, 98/5.) Gazali’ye göre içine riya afeti karışıp karışmaması bakımından ameller dört grupta değerlendirilir. Yaptığı ameli sırf riya için yapanın amelinin, hiçbir sevabı yoktur. Hiç riyasız, sırf Allah rızası için yapılan amel, tamamen sevap sebebidir. Riya karışımlı amelde ise eğer amelin gerçekleştirilmesinde riya faktörü Allah rızasından daha üstün gelirse, bu amel yarar sağlamaz. Ancak eğer yapılan amelde Allah’a yaklaşma hissi baskın olursa, bu takdirde bu hissin büyüklüğüne orantılı olarak kişiye sevap bahşedilir. Bunun delillerinden biri şu ayettir: “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzal, 99/7-8). Dolayısıyla, az çok riya gibi afetler bulaşabiliyor kaygısıyla iyi ameller yapmaktan geri durulmamalı, doğru davranışlardan vazgeçilmemelidir. Amaç elbette eylemlerimizde ihlaslı ve samimi olmaktır; ama samimiyetimizde şüphe vesveselerinden dolayı o ameli yapmadığımızda, hem amel hem de ihlas ve samimiyet ziyan edilmiş olmaktadır. (Gazali, 2008: 773-76.) Amaç saf samimiyet, sade bir ihlastır; ama insan doğasının bu mutlak yetkinlik hâline ulaşması kolay değildir; dolayısıyla, elden geldiğince en üstün samimiyet derecesini hedeflemek ve bunu yaşam boyu sürekli muhafaza edebilmeye çalışmak, yukarıda değinilen “büyük mükâfat”a erişebilmek için yeterince büyük ve güzel bir hedef olsa gerektir. Dinde samimiyetin, dini ve dindarlığı yalnızca Allah’a has kılarak yapılan ibadetlerden dünyevi hiçbir çıkar beklememenin ödülü, bütün insanların hayal güçlerinin ötesindedir. Dinlerini sırf Allah’a has kılan gerçek müminlerin mükâfatları, cennet nimetlerinin de ötesinde, Allah’ın cemali, rızası ve sevgisi gibi çok daha “büyük mükâfat”lardır. Bu büyük mükâfatların özellikle samimi ve muhlis müminlere ait olduğu şu ayette belirtilmektedir: “Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın kitabına sarılanlar ve dinlerini Allah’a has kılanlar müstesnadır. Bunlar müminlerle beraberdirler. Allah, müminlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisa, 4/146.) Samimiyete arız olan afetler İmam Gazali’ye göre, ihlas ve samimiyete arız olan afetler vardır ve bunların kimisi açık, kimisi gizlidir. Bu afetlerin en belirgin olanı, riyadır. Özellik- diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 21 Gündem Rukiye Aydoğdu Diyanet İşleri Uzmanı Kimin Muhaciriyiz? Kalbimizde taşıdığımız niyete göre yolculuğumuz kutlu bir göç, bir destan, ihlasın, sadakatin, kulluğun bir ifadesi olabilir. Çünkü bütün davranışlara anlam katan, onları Allah katında değerli kılan niyetlerdir. Niyetler, amellerin ruhudur. H er şeylerini arkalarında bırakıp yollara düştüler. Varlıklarını terk edip yokluğa talip oldular. Kendi memleketlerinin sakinleri iken başka bir diyarda muhacir olmayı tercih ettiler. Onlar artık, Allah ve Rasulü uğruna çıkılan kutlu bir göçün kahramanlarıydılar. Ancak şüphesiz onlar için vatanlarından, ailelerinden, evlatlarından ayrılmak kolay değildi. Öyleyken vatanlarını terk edip en sevdiklerinden ayrılmayı göze almalarının sebebi neydi? Neydi Allah Rasulü’nün dudaklarından çok sevdiği Mekkesi için “Eğer (kavmim tarafından) çıkarılmamış olsaydım, senden ayrılmazdım.” (Tirmizi, Menakıb, 68.) sözlerinin dökülmesine sebep olan? Hz. Ebu Bekir’i mağarada Süraka ile Hz. Ali’yi ise Rasulüllah’ın yatağında en azılı düşmanları ile karşılaştıran sebep neydi? Yiğitlerin cesaretini sınayan, en cesur olanların kalplerine korku düşüren, Rahman’ın muhacirlerinin ise ancak imanını artıran hicret, kimin içindi? 22 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Allah ve Rasulü uğruna yola düşenler için hicret, bir milat, zamana düşülen bir işaretti. Artık onlar için zaman, hicretten önce ve sonra olarak ikiye ayrılmıştı. Hicret ile İslam’ın muhacirleri, Rasulüllah’ın ayak izlerini takip ederek Yesrib’i medeniyetin merkezi Medine eylemişlerdi. Peki, Mekke’den Medine’ye yol alan herkes, hicrete bu anlamı yüklemiş miydi? Rahman’ın muhacirlerinin gözünde bir peygamber ibadeti olan hicret, aralarından bir kişi için sadece bir göçten ibaretti. O, Mekke’den Medine’ye sevdiği bir kadına kavuşmak, onunla evlenebilmek için göç etmişti. İlk Müslümanlardan ve ilk muhacirlerden olan Ümmü Kays b. Mihsan (İbnü’l-Esir, Üsdü’l-ğabe, VII, 368.) Medine’ye hicret edince, onunla evlenmek amacını taşıyan bir sahabi de onun ardından Medine’ye gitmişti. Hicretinin gayesi Ümmü Kays olduğundan bundan böyle ona “Ümmü Kays’ın muhaciri” denilmişti. (Taberani, elMu’cemü’l-kebir, IX, 103; İbn Hacer, Fethu’l-bari, I, 10.) İhlasın yerini gösteriş, samimiyetin yerini riya almışsa, sağ elimizin verdiğini sol elimizin bilmemesi gereken fedakârlıklarımızı herkes biliyorsa, o vakit sadakalarımız Rabbimize sadakatimizi ifade etmekten çok uzakta demektir. Ameller niyetlere göredir. (Hadis-i Şerif) Rivayete göre, bu olay üzerine Allah Rasulü şöyle buyurdu: “Ameller niyete göredir. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır. Kim Allah ve Rasulü için hicret ederse, hicreti Allah ve Rasulü’nedir. Kim de erişeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı hicret ederse, onun hicreti de hicretine sebep olan şeyedir.” (Buhari, Bedü’l-vahy, 1.) Sevgili Peygamberimizin bu mübarek sözleri, bugün muhataplarına şu soruları hatırlatıyor: “Kimlerin, nelerin muhaciriyiz bugün? Hicretimiz kimin için? Adımlarımız kimin izini takip ediyor? Kimin için gece gündüz demeden yollara düşüyor, yolculuğun zahmetine katlanıyor, cefasını çekiyoruz? Yolculukta döktüğümüz terler kimin uğruna? Para mı, güç mü, itibar mı, aşk mı, şöhret mi yoksa rızaullah mı menzilimiz? Hakk’a mı batıla mı, kesrete mi vahdete mi dönük yüzümüz? Yolculuğumuz nereye, nereye gidiyoruz? Daha da önemlisi hicretimiz esnasında niyetimiz ne, kalbimizde ne taşıyoruz?” Kalbimizde taşıdığımız niyete göre yolculuğumuz kutlu bir göç, bir destan, ihlasın, sadakatin, kulluğun bir ifadesi olabilir. Çünkü bütün davranışlara anlam Hat: Ayten Tiryaki katan, onları Allah katında değerli kılan niyetlerdir. Niyetler, amellerin ruhudur. İnsanın bu ruhu hissetmesi ise ancak kendisine yaklaşmasıyla, içine, özüne, gönlüne bakmasıyla mümkündür. Eğer kişi kendisine yabancılaşmamışsa, aynadaki suretini hâlâ tanıyabiliyorsa, gözleri kalbindekileri göremeyecek kadar körleşmemişse, kalbindeki niyetlerini idrak edebilir. Kalbin niyetlerin mahalli olmasından dolayı Rasul-i Ekrem, “Allah sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34.) buyurarak onun nazargâh-ı ilahî oluşuna dikkat çekmiştir. Niyetler, amellere açılan kapılardır ve ancak niyet hayır olduğunda akıbet hayır olabilir. Niyetlerin temizliği, arınmışlığı ve halis oluşu kadar amellerimiz ihlaslı sayılabilir. Bu yüzden Rabbimiz, ancak samimi bir şekilde ve kendi rızası gözetilerek yapılan amelleri kabul eder. (Nesai, Cihad, 24.) Dini yalnız Allah’a has kıldığımızda (A’râf, 7/29.), Rabbimize karşı samimi bir kulluk sergilediğimizde davranışlarımız O’nun için bir değer arz eder. Niyetlerimizde rıza-yı Hakk’ı gözetmediğimizde, nidiyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 23 Gündem yetimizi salih kılamadığımızda ise salih amellerden de söz edilemez. Bu durumda, ruhumuzun miracına sebep olması gereken namazlarımız, bizleri kötülüklerden alıkoyamaz. Oruçlarımız, artık bizim için bir kalkan değildir, sadece açlık ve susuzluktan ibarettir. Kurbanlarımız Rabbimize kurbiyete vesile olamaz, elimizde kalan sadece onların etleri ve kanlarıdır. İhlasın yerini gösteriş, samimiyetin yerini riya almışsa, sağ elimizin verdiğini sol elimizin bilmemesi gereken fedakârlıklarımızı herkes biliyorsa, o vakit sadakalarımız Rabbimize sadakatimizi ifade etmekten çok uzakta demektir. Gösteriş malzemesi yapılan sadakalar ömrümüze bereket getirmekten ziyade bizi çoraklaştırır. Riya ile safiyetini kaybeden ameller, Rabbimizin katında, üzerinde az bir toprak bulunan ve şiddetli yağmura maruz kalınca çıplak hâle gelen kayaya benzer. (Bakara, 2/264.) Halis ameller, riya ile gösteriş arzusu ile “desinler diye” yapılarak kirletildiğinde anlamını kaybeder, samimiyet olmadan değerler değerini yitirir. Cömert desinler diye infakta bulunan, âlim desinler diye ilim tahsil eden, kahraman desinler diye savaşan kimsenin çabasının hiçbir kıymeti yoktur. Hatta bu kimseler, sahte niyetlerle yapılan sahte amellerinden ötürü ahirette hüsrana uğrayacaklardır. (Müslim, İmare, 152.) Çünkü ihlası, samimiyeti bilmeyene insanlar “âlim” dese de hakiki cahil odur. Gönlünü Rabbinin rızasıyla zenginleştirmeyenin adı “zengin” olsa da hakikatte o, insanların en yoksuludur. Samimiyetsiz secdelerle âbit, dünyaya gönül bağlayarak zahit, Ümmü Kays’lara hicret ederek muhacir olunmaz. Gerçek muhacir, her şeyden önce dünyaya ve dünyalıklara dair her şeyi terk ederek “ihlas”a hicret edendir. Uzaklarda bir yerlerde boynu bükük bir hâlde ihlas bizi bekliyor. Riyadan, kibirden, ikiyüzlülükten uzaklaşıp samimiyetin kapısını ne zaman çalacağız? Kulluk gösterilerinden, gösteriş bağımlılığından, iyilikleri pazarlarda satmaktan uzaklaşıp ihlas ve takvanın gönlünü ne zaman alacağız? Sahi yolculuğumuz nereye, bizler kimin muhaciriyiz? 24 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Tefekkür Prof. Dr. Ahmet Ögke Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Samimiyeti İhlal Eden Hâller U cup sahibi bir nahiv (dilbilgisi) âlimi bir gemiye binmişti. O kendini beğenmiş âlim, yüzünü gemiciye dönüp küçümseyici bir edayla: “Sen hiç nahiv okudun mu?” diye sordu. Gemici “hayır” deyince: “Yarı ömrün hiçe gitti.” dedi. Gemici bu söze kızdı, gönlü kırıldı; fakat sustu, hemen cevap vermedi. Derken kopan bir fırtına gemiyi girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv âlimine bağırdı: “Yüzmeyi bilir misin, söyle!” Nahivci: “Bilmem! Bende yüzücülük arama!” deyince: “Ey nahiv âlimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi birazdan bu girdapta batacak. İyi bil ki burada mahiv (kötü ahlakı mahv/yok etme, güzel ahlak sahibi olma, Allah’ta fani olma) bilgisi lazım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal! Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nasıl kurtulacak? Sen de eğer beşeriyet vasıflarından (ucup, nifak, riya ve süm’a gibi nefsin kötü huylarından) öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor!...” dedi. Nahivciyi, size yok olma nahvini öğretmek için anlattık. Fıkhı bilmeyi de yok olmada (mahiv ilminde) bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de!...” (Mevlana, Mesnevi, I/2835-2846.) İşte böyle helak olmaktır, âlim geçinmekle birlikte öğrendiği ilim, kötü ahlakını, çirkin huy ve davranışlarını mahvetmemiş, içindeki kibri, kini, ucubu, hasedi, fesatçılığı, nifakı, yalanı, dolanı, sahtekârlığı, riyayı, böbürlenmeyi yok etmemiş kişinin sonu. İlim, insanı mahviyete, ihlasa, samimiyete, tevazuya, sözüne güvenilirliğe, eminliğe, sevgiye, saygıya, diğerkâmlığa ve benzeri güzel huylara götürür- “(Ucup, nifak, riya ve süm’adan arınmış) Halis amel odur ki, meleğin haberi olmaz ki sevabını yazsın, şeytanın haberi olmaz ki bozsun, nefsin haberi olmaz ki onu vesile yaparak kendini beğensin.” se, ancak o zaman cehalet denizinde boğulmaktan kurtarır, Hz. Mevlana’nın da dediği gibi. İnsanın; Yaratıcı’sıyla, başka insanlarla, hatta evrendeki diğer varlıklarla samimiyet ilkesi üzerine kurulu ilişkilerini zedeleyen hasletlerden ucup, nifak, riya ve süm’a, insanı helake sürükleyen nefsin kötü huylarındandır. Bunlardan “kendini beğenme, şımarma” anlamına gelen ucup, kişinin hak etmediği bir rütbeyi hakkıymış gibi düşünmesidir. Nefsin gizli bir sebepten dolayı değişmesi, her zamanki hâlinden sıyrılıp başkalaşmasıdır. (Cürcani, Ta’rifat.) “İki yüzlülük, içi dışı bir olmamak, geçimsizlik, arabozuculuk, bozgunculuk” gibi anlamlarıyla bilinen nifak teriminin “yer altındaki lağım, canavar ini, izbe, kuytu” gibi sözlük anlamları da oldukça ilginçtir. Nasıl ki yer altındaki canavar, kendi inine girip çıkarken izbe bir delikten girip diğer delikten çıkıyorsa (tarla faresi ve köstebek gibi), nifak sahibi de İslam’a bir kapıdan girip öbüründen çıkan, yani dışı inanmış, içi ise inkârcı kimsedir. (Rağıb Is- diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 25 Edeb Ya Hu fahani.) “Yaptığı şeylerin birileri tarafından görülmesi ve takdir edilmesi arzusu, gösteriş” anlamındaki riya ise, Allah rızası için değil de başkaları “görsünler” diye yapılan ihlassız işler ve samimiyetsiz ibadetlerdir. (Tehanevi, Keşşaf; Cürcani, Tarifat.) “Kişinin sahip olmadığı bir meziyeti duyurması, durumunu başkalarına işittirmesi” manasına gelen süm’a da gizli bir riya çeşidi olup, bir ibadeti başkaları “işitsinler” diye yapmak veya duymalarından zevk almaktır. (Sühreverdi.) Kendini beğenme hastalığına ilk tutulan İblis’in illeti “Ben, Âdem’den hayırlıyım” demesiydi. Esasında her mahlukta bulunan (Mesnevi, I/3215-3217.) ucup hastalığı, aşırı tevazu ile tedavi edilebilir. Bu yöntem, ucubun bir ileri aşaması olan ve insanın kendini olduğundan yüksek görmesi, başkalarından üstün sanıp büyüklenmesi manasındaki kibrin, nefsin kapılarını çalmaya yeltenmesini önlemek içindir. Çünkü kibir ucuptan, ucup da doğruluğun ve güzelliğin gerçek anlamını bilmemekten, yani cahillikten kaynaklanır. (Sühreverdi, 302-303.) 26 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Konuyla ilgili olarak: “…Her mescitte yüzünüzü kıble tarafına çevirin! Ve dinde samimi olarak O’na kulluk edin! İlkin sizi nasıl yarattıysa, yine O’na döneceksiniz.” (A‘raf, 7/29.) ayetini tasavvuf ehli şöyle yorumlamışlardır: Yeltendiğiniz her işte ve yöneldiğiniz her hususta yalnızca Allah’a yönelin, başka güç ve otorite sahiplerine değil! Allah’a kulluğunuz, riya ve ucuptan arınmış bir kıvamda olsun! Sonra, yaptığınız o ibadetlere de güvenmeyin; çünkü sizi ilkin O yarattığı gibi, en sonunda da O’na döneceksiniz ve hesap vereceksiniz. (Serrac, 113.) Sufilerden Habib-i Acemi’ye: “Allah’ın rızası nerede bulunur?” diye sorduklarında: “Nifak tozu bulunmayan kalpte” diye cevap vermişti. Çünkü nifak (iki yüzlülük), vifak’ın (muvafakat etmek, onaylamak, tasdik ve kabul etmek) zıddıdır. (Hücviri, 184.) Çok yüzlü nifakçıların, saflarına katıldıkları insanların yararına değil, zararına çalıştıklarını Hz. Mevlana şu vurucu sözlerle belirtir: “Herzevekillerin herzelerini, manasız sözlerini, saçma gururlarını az dinle, bu çeşit adamlarla aynı safta savaşa girişme! Al- lah, bunlar hakkında: “Onlar size uyunca sayınızı çoğaltmazlar; ancak aranıza nifak sokar, hile ve fesadı çoğaltırlar.” (Tevbe, 9/47.) buyurdu. Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, dür onların defterini! Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa, gaziler de saman gibi içsiz bir hâle düşerler. Önce size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler; ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan ederler. Bu çeşit adamlardansa, nifakçı pek kalabalık kişinin size uymasındansa, az sayıdaki asker daha iyidir!” (Mesnevi, III/4020-4024.) Hz. Mevlana, bu tür kişilere karşı her zaman uyanık olmayı öğütler: “Mürailik sureti de bir güruhun adını zahitliğe çıkarmıştır. Hâlbuki kendisi riyaya boğulmuştur. Taklitten, kapıp kaçmadan arınmış bir nur gerek ki, onu, sözünü dinlemeden, işini görmeden tanısın. Bu nura sahip olan, akıl yoluyla onun kalbine girer, nakdini görür, nakil ve rivayete bağlanmaz.” (Mesnevi, I/1475-1477.) “Nefs, Allah velisine yaklaşırsa dili yüz arşın kısalır. Onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lügat hilesi; riyası anlatılamaz ki! Öküz nefsi, iddialı fasih sözler söyledi, yüz binlerce doğru olmayan delil getirdi. Bütün ülkeyi kandırdı; yalnız padişahı kandıramadı, o her şeyi bilen padişahın yolunu vuramadı! Nefsin sağ elinde tespih ve Kur’an vardır; ama yeninde de hançer ve kılıç gizlidir. Onun mushafına, onun riyasına kanma! Kendini onunla sırdaş, hâldaş yapma! Seni abdest al diye havuzun kenarına getirir de havuza, suyun ta dibine atıverir!” (Mesnevi, III/2550-2557.) Nifak kavramının sözlük anlamına işaretle Niyazi-i Mısri, bir şiirinde iki yüzlü münafık kimseyi, “kendi ülkesinin devlet kurumlarına yerleşip düşman ülkesinin haber alma teşkilatına bilgi sızdıran, iki yönlü çalışan casus” manasında köstebeğe benzetir: “Köstebektir, köstebektir, köstebek / Ol münafıklar; vezir olsun, ya beğ” (Divan, 96/1.) Nifakın gizli bir görünümü olan riyanın, karanlık bir gecede kara bir taş üzerinde yürüyen karıncadan daha gizli olduğu belirtilmiştir. (Tusi, 80.) Riya, kişiyi münafıklığa sevk eder. Çünkü mürai, Hakk’ın değil halkın kabul ettiği ve hoş gördüğü yolu tutar. (Hücviri, 123, 150.) Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) riya ve süm’a hastalığından kurtulamamış kimselerin cezasını er geç göreceklerini şöyle ifade etmiştir: “Her kim (ibadetini gösteriş için) halka işittirirse, Allah o kimseyi (yani gayesini halka) işittirir ve kim riyakârlık ederse, Allah onun riyakârlığının cezasını verir.” (İbn Mace.) Hz. Ali (k.v.) Efendimiz’in belirttiğine göre, gösterişçi kimse, tek başına kaldığında ibadetinde tembelleşir, halk içindeyken ise heveslenir; övüldüğü zaman amelini çoğaltır, yerildiğinde ise azaltır. İşte şimdi, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) dinin samimiyetten ibaret olduğunu vurguladığı hadis-i şerifini hatırlamanın tam yeridir: Allah Rasulü, “Din samimiyettir! Din samimiyettir! Din samimiyettir!” buyurdular. “Kime ya Rasulallah?” diye sorduklarında: “Allah’a, Kitabına, peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara (samimiyettir).” diye cevap verdiler. (Müslim, İman, 95.) Buraya kadar anlattıklarımızı bu kutlu söz bağlamında değerlendirecek olursak: Ucup, nifak, riya ve süm’a gibi kötü huylar, kişinin dindeki samimiyetini yaralayan belli başlı hâllerdendir. Kendini beğenmişlikten, nifaktan, gösterişçilikten ve amellerini başkalarına duyurma hastalığından kurtulamayan kimseyi ne Allah sever, ne Kur’an, ne peygamber, ne Müslümanların meşru yöneticileri ve ne de diğer Müslümanlar. Bu tür insanların Allah’a karşı, Kitabına karşı, peygamberine karşı, Müslümanların yöneticilerine ve öbür Müslümanlara karşı samimi- İlim, insanı mahviyete, ihlasa, samimiyete, tevazuya, sözüne güvenilirliğe, eminliğe, sevgiye, saygıya, diğergamlığa ve benzeri güzel huylara götürürse, ancak o zaman cehalet denizinde boğulmaktan kurtarır. yet esasına dayalı güvenilir ilişkileri yoktur. Durumu tersinden okuyacak olursak: Ucup, nifak, riya ve süm’a gibi hastalıklardan kurtulamamış olanlar, ne Allah’a karşı samimidirler, ne Kitabına karşı, ne peygamberine karşı, ne Müslümanların yöneticilerine ve ne de diğer Müslümanlara karşı samimidirler. Kur’an’ı, Müslümanların meşru yöneticilerini ve diğer Müslümanları bu tür kimselerin şerrinden Allah korusun, ve’s-selam!... diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 27 Tefekkür Prof. Dr. Hamza Çakır Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Sosyal Medya Sosyal Medya ve Tuşun Afetleri İ nsanlık var olduğu günden itibaren birbiri ile iletişime geçmek ve bilgi alışverişinde bulunmak için kitle iletişim araçlarına ihtiyaç duymuştur. Kitle iletişim araçlarının gelişim seyri, kâğıdın bulunması ile dönüşüme uğramış ve bu dönüşüm yazılı basının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yazılı basını işitsel ve görsel medya izlemiş, günümüz sanal âleminin temelini oluşturan internet ile tanışmamızın tarihi ise 1990’lara dayanmaktadır. Web 2.0‘ın kullanıcı hizmetine sunulmasıyla birlikte, tek yönlü bilgi paylaşımından, çift taraflı ve eş zamanlı bilgi paylaşımına da ulaşılmıştır. Böylece sosyal ağlar aracılığıyla insanların bir28 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 biriyle içerik ve bilgi paylaşmasını sağlayan siteleri ve uygulamalar sayesinde herkes aradığı, ilgilendiği içeriklere ulaşabilmektedir. Artık insanlar dünyada ve ülkelerinde ne olmuş ne bitmiş, ertesi gün gazeteleri beklemeden ya da haber saati gelmeden anında dijital kaynaklar üzerinden çok daha kolay ve hızlı bir şekilde öğrenebiliyor. İnsanların %50’sinden fazlası son dakika haberlerini resmî haber kaynakları yerine sosyal medya üzerinden alıyor. Artık geleneksel medya olarak tanımladığımız gazete, radyo ve televizyonun yerini sosyal medya almak üzere. Sosyal medya olarak da isimlendirilen internet medyası, zaman ve mekân sınırlama- 2011 yılı dır. 2011 yılı başlarında Ortadosı olmadan aslında özü itibaşlarında Ortadoğu ve ğu ve Kuzey Afrika’yı saran barıyla paylaşımın, tarKuzey Afrika’yı saran Arap Baharı’nın Arap Baharı’nın kitlesel ve tışmanın esas oldukitlesel ve hatta bölgesel halk hareketine hatta bölgesel halk hareğu bir insani iletişim ketine dönüşmesi şüpheşeklidir. Sosyal meddönüşmesi şüphesiz ki sosyal medyanın siz ki sosyal medyanın büya platformlarında inbüyük katkıları ile olabilmiştir. sanlarla buluşur ve iletişimde bulunabilirsiniz. İnsanlara yardım eder, yardım alır, sorularına cevap verir ve kendi sorularınızı sorabilirsiniz. Gündemi takip edebilir, dünyada olup bitenleri öğrenebilir, ihtiyaç duyduğunuz her bilgiye hızla ulaşabilirsiniz. Aranızda yazı, resim, görüntü, ses ve bilgi paylaşımı yapabilirsiniz. İnsanlık tarihinin bugüne dek ulaştığı en önemli ve en etkin iletişim mecrası. Türkiye İstatistik Kurumunun Ağustos 2013 raporuna göre ülkemizde bilgisayar ve İnternet kullanım oranları 16-74 yaş grubundaki erkeklerde %60,2 ve %59,3 iken, kadınlarda %39,8 ve %38,7 seviyesinde bulunmakta olup dört kişiden üçü online haber, gazete ya da dergi okumaktadır. Ancak internet mecrasında yazılan her yazı, paylaşılan her resim veya görüntünün ne kadar gerçek ve doğru olduğu noktasında her zaman ihtiyatlı olmak gerektiğini de unutmamamız gerekir. İnternet mecrası iyinin, doğrunun, hakikatin yanı sıra; yalanın, kurgunun, dezenformasyonun, yönlendirmenin, manipülasyonun da en yoğun şekilde yaşandığı bir alan. Bu alandaki her bilginin, her haberin kullanılmadan önce araştırılması ve süzgeçten geçirilmesi gerekir. Cenab-ı Hak da Hucurat suresinde: “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun aslını araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” buyurarak aslında haberin ve haberciliğin temel ilkesini ortaya koyduğu gibi tüm insanların iyi niyet ve hoşgörü iklimi içerisinde olamayacağı mesajını da vermektedir. Bu bağlamda internet ortamının güvenirliliğini her aşamada test etmek, içeriğini sorgulamak, araştırmak zorundayız. Hiç şüphesiz sosyal medya, bireylerin kendini ifade etmeleri ve aynı hedef etrafında örgütlenmelerinde önemli bir iletişim ortamı konumunda- yük katkıları ile olabilmiştir. Hatta bu yeni mecraların örgütlenme ve iletişim aracı olarak kullanılması, yaşanan halk hareketlerine “sosyal medya devrimi” gibi tanımlamaların yapılmasına bile neden olmuştur. Bu tanımlamalar eksik olsalar da yanlış değillerdir. Ne de olsa bölgede yaşayan on milyonlarca insan başta facebook, twitter ve youtube olmak üzere birçok sosyal ağ yoluyla örgütlenerek toplantılar ve geniş katılımlı gösteriler organize etmiş, tepkilerini ortaya koyma imkânı bulabilmişlerdir. Bununla birlikte madalyonun diğer tarafını da unutmamak gerekir. Sosyal medyanın gücünün bilinçsiz, kontrolsüz ya da bilinçli olarak gerçek dışı yönlendirmeler amacıyla kullanımı nefret söyleminin yaygınlaşması, bireylerin kişilik haklarının zedelenmesi, psikolojik saldırı, simgesel şiddet, rızası alınmamış mahrem görüntülerin yayınlanması, hakaret ve kitlesel ayaklanmalara teşvik maksadıyla art niyetli görüş ve enformasyonun yayınlanmasına da katkı sağlayabilmektedir. İstanbul Gezi parkı olaylarında sosyal medya üzerinden yalan hadiyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 29 İnternet mecrası iyinin, doğrunun, hakikatin yanı sıra; yalanın, kurgunun, dezenformasyonun, yönlendirmenin, manipülasyonun da en yoğun şekilde yaşandığı bir alan. Bu alandaki her bilginin, her haberin kullanılmadan önce araştırılması ve süzgeçten geçirilmesi gerekir. ber ve görüntülerle büyük bir bilgi kirliliği meydana getirilmeye çalışıldı. Yanlış ve yönlendirici bilgi kırıntıları ve haberlerle nefret söylemleri geliştirildi gerçek dışı twitler atıldı, gerçek dışı görüntüler paylaşıldı. yalan ve yanlış bilgileri ortaya çıkaran twitter ve facebook hesapları oluşturuldu ve twitter “provokasyon kuşu” olarak tanımlandı. Aslında bu türden olaylar, yeni yeni gelişmekte olan sosyal medya kültürümüze büyük katkılar da sağladı. En önemlisi de sosyal medyaya olan ilginin artmasını, ama her yazılan ve paylaşılan her görüntünün gerçek olamayabileceği bilincini oluşturdu. Artık insanlar sosyal medya kaynaklı haber ve bilgiye belli bir mesafeden bakabiliyor. Burada önemli olan kendimiz sosyal medyada bir şeyi paylaşırken paylaştığımızdan ne kadar emin olduğumuzdur. Yanlış bir twitin milyonlarca insan tarafından okunabildiğini, bunun da doğurabileceği zararların farkında olabilmemizdir. Çünkü ahlak, entelektüel bir kavram değildir. Yani kaleminizden ve ağzınızdan dökülen süslü tanımlar değil, beynin ve vicdanın kabullendiği bir yaşam biçimidir. 30 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 İnsanlar yüz yüze konuşamadıkları, söyleyemedikleri şeyleri klavyeleri aracılığı ile çok rahat söyleyebiliyor. Hele kendi ismi ile yazmaktan kaçıp birilerine saldırmak, hakaret etmek, aşağılamak, iftira etmek için sahte kullanıcılar açmak, ahlakın ötesinde insanlık dışı bir harekettir. İnternet ve sosyal medyanın kriterleri olmadığına göre insan onurunun korunması için internet ortamına yönelik yasal düzenlemelerin bir an önce uygulamaya konulması gerekir. Bu bir sansür değil, bireyin yaşam hakkının korunmasıdır. Aksi takdirde insanlığın ahlaki normları diye bir şey kalmayacaktır. Aslında sosyal medya, kişinin de kurumların da itibarlarının test edildiği mecralardır. İnsanların sosyal medyada paylaşımda bulunmadan önce kendilerine bir otosansür uygulamaları, bir şey paylaşmadan önce bunun ne gibi sonuçlara yol açabileceğini iyice düşünmeleri gerekiyor. Ne de olsa sosyal medya kullanan herkes, bir çeşit medya sahibi demektir. Bu da kişiye büyük bir ahlaki, vicdani ve hukuki sorumluluk yüklemektedir. İnanıyorum ki çok geçmeden insanlar bunun farkına varacaktır. Eskimeyen Yazılar Sait Halim Paşa Geri Kalmamıza Sebep Din midir? İ slamiyet’in nazarında din, keyif ve arzuya bağlı olarak bazen yüceltilen bazen hakir görülen hayali veya itibari bir şey değildir. Din hiçbir zaman “Metafizikin ıssız çöllerinde mahpus muhayyilemizin tehlikeli tasavvurlarından ibaret boş teselliler, erişilmesi imkânsız vaatler veya geleceğe ait emeller vasıtası ile mevhum bir saadeti elde etmeye veya elem ve ıstırapları teskine yardımcı, hayali bir vasıta” değildir. İslam’a göre din, beşeriyetin maddi manevi ve akli muvazenesini sağlayan ebedî kanun ve düsturlara karşı gösterilmesi gereken saygı yoluyla insanlığın saadetini bir hayal olmaktan kurtarıp müspet bir hakikat kılmaktır. Tekâmül kanunlarının insanlara en faydalı bir tarzda sevk ve idaresini mümkün kılacak, tabii, akli ve ilmî her çeşit sebep ve vasıtaların devamlı olarak aranması ve tatbik edilmesidir. Tek gayesi ise Âdemoğluna hayır ve hakikatin doğru yolunda rehber olmak; onun, sonsuz meçhullerle dolu fizik ötesi âlemde şaşırmaya mahkûm olan düşüncesine istikamet göstermektir. Bu tarifin de göstereceği gibi din, insanı her çeşit faaliyetlerinde murakabe eder, tekâmüle olan kabiliyetlerini sonsuz derecede genişletip artırmak şeklinde olan yüce hizmetini yerine getirir. Buna karşılık da hak ettiği ve layık olduğu hürmet ve bağlılığı ister. *** Hazreti Muhammed’in şeriati Batı milletlerinden geri kalmamıza sebep olduğu zannı verecek kadar yanlış tanınmıştır. Bu zannın sebebi Müslüman milletlerin diğer ümmetlere nispetle geride bulunmasıdır. Hristiyanlar İslam dünyasının her tarafında gördükleri gerilik alametlerini İslamiyet’ten biliyorlar. Bunda mazurdurlar. Çünkü onların karşısına terakki yollarında ilerlerken sadece kendi dinleri ve bu dinden doğmuş bulunan ruhban sınıfının saltanatı çıkmış, mani olmaya çalışmıştı. Bu yüzden Müslümanların geri kaldığını gören bir Avrupalı, hemen kendilerine kıyas ederek sebebin Müslümanlık olduğunu tahmin ediveriyor. Böyle bir zanna kapılmak bir Hristiyan için tabii sayılırsa da yanlış olmaktan kurtulamaz. Çünkü bu hükme varırken İslamiyet’in esasını öğrenmiş, Müslüman milletlerin geri kalmasına sebep olan tarihi ve gerçek sebepleri araştırmış değildir. Sadece Hristiyanlık hakkındaki kendi görgü, bilgi ve değer ölçülerinden ilham almıştır. Bu şekilde verilen bir hüküm şüphesiz hatalı olacaktır. Bu sebeplerle şeriatimizin, geri kalmamıza sebep olduğu hakkındaki kanaat asılsız, boş ve yanlış bir düşünceden başka bir şey değildir. Bu yanlış düşünce hiçbir şekilde dinimizin noksanlığına delil olamaz Bir cemiyetin ilerlemesine engel olan sebep ve amilleri tespit etmek de o kadar kolay değildir. Bir milletin gerilemesi ekseriya uzun bir hadiseler zincirinin ve insanlığın genel gelişmesinin bu cemiyetin içinde ve dışında meydana getirdiği birçok sebep ve amillerin neticesinde ortaya çıkar. İslam’ın geçmiş asırlardaki azametini kuvvetten düşüren çeşitli sebepleri ortaya döküp saymaya bugün imkânımız yoktur. Fakat bu gerilemenin günümüzdeki sebeplerini araştırıp tetkik edebiliriz. Mesele bu şekilde ortaya konunca şimdiki geriliğimizin, dinimizin emirlerine lüzumu kadar önemle bağlı bulunmayışımızdan ileri geldiği görülüyor. Bu fikir, İslam âleminin en salahiyetli şahsiyetleri tarafından tasdik olunmaktadır. Bugünkü gerileyişimizin sebebi dinimizin esaslarına riayet etmeyişimiz olursa geçmişte bu esaslara uyduğumuz için geri kaldığımıza ihtimal vermek, ne aklen ne de mantıken mümkün olabilir. Zaten dinimiz aleyhine ilim, fen ve yeni fikirler adına yapılan ithamlar, vaktiyle yapılanlardan daha insaflı veya daha ciddi değildir. Dinimize gösterdiğimiz bağlılıktan dolayı bizleri taassupla itham etmeleri de bu kabildendir. Herhâlde bu gibi yalan ve aldatmalar iki dünya arasındaki husumeti ve itimatsızlığı devam ettirmekten başka bir şeye yaramaz. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 31 Lisan-ı Kalp Prof. Dr. Süleyman Uludağ Fütüvvet: Yâr Olmak Bâr Olmamak Fütüvvet fakirden kaçmamak, zenginin peşine takılmamaktır. Fütüvvet yâr olmak, bâr/yük olmamaktır. Fütüvvet dostlardan kâr etmemektir. N işaburlu âlim ve sufi Abdulkerim b. Havazin el-Kuşeyri (ö. 465/1072) tasavvufun temel konularını anlattığı Risale isimli eserinde fütüvvete de bir bölüm ayırmıştır. İlk sufilerden başlayarak Kuşeyri dönemine kadar fütüvvet, tasavvufun temel konuları ile ilişkilendirilen bir kavram olma niteliğini korumuştur. Daha evvel Kitabü’l-Fütüvvet (Ankara 1977) isimli fütüvvetname yazmış olan Sülemi (ö. 412/1021) Kuşeyri’nin üstadı idi. Feta genç, yiğit, delikanlı ve civanmert, fütüvvet de gençlik, yiğitlik ve civanmertlik anlamına gelir. Hz. Peygamber: “Pehlivan güçlü olan ve rakibini yenen değil, nefsine hâkim olan kimsedir.” buyurmuştur. (Buhari, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106.) Allah Rasulü civanmertti. Yani delikanlıyı ve yiğidi böyle tarif etmiştir. Bu tarif fütüvvetin de tarifidir. Kuşeyri, fütüvvet konusuna bir ayet ve bir hadisle girer: “Hakikaten onlar Rablarına iman etmiş gençlerdi; Biz de onların hidayetini artırdık.” (Kehf, 18/13.) Bu ayette ashab-ı kehf denilen yedi uyurlardan bahsedilmektedir. Bu yiğit gençler Allah’a iman etmişler, puta tapan hükümdarlarına karşı dik durmuşlar, ona boyun eğmemişlerdi. Bundan dolayı onlardan feta/genç yiğitler, sergiledikleri duruştan da yiğitlik/fütüvvet şeklinde bahsedilmektedir. Kur’an’da Hz. İbrahim’den feta/yiğit diye bahsedilir. Hz. İbrahim, en büyüğü hariç diğer putların hep32 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 sini paramparça etmişti. Putları kimin kırdığını soruşturanlara, “Adı İbrahim olan bir genç” diye cevap verilmişti. (Enbiya, 21/60.) İşte o putlar, bu babayiğit tarafından kırılmıştı. Mekke fethedildiğinde Kâbe’deki putlar da Hz. Ali tarafından kırıldığından, “Ali’den başka yiğit, zülfikârdan başka kılıç yoktur.” denilmiştir. Cesur ve yürekli olmak fütüvvet ehlinin en ayırt edici niteliğidir. Onlar korkusuz kahramanlardır. Sufilere göre insanın en büyük düşmanı, durmadan kötülüğü emreden nefistir; baş düşman budur. Sufiler derler ki: Genç/yiğit putu kıran kimsedir. Nefis senin putundur. Hakiki yiğit nefsine muhalefet eden kimsedir. Yiğit, Rabbi için nefsinin hasmıdır. Fütüvvet ehli civanmerdin ayırt edici diğer niteliği cömert olmasıdır. Genç yiğidin eli açık, gönlü boldur. Kendi çıkar ve yararından evvel, başkalarının çıkarını ve yararını düşünür. Buna isar/diğerkâmlık denir. (bkz. Haşr, 59/9.) Bencil olmaya ise, hodkâmlık/menfaatperestlik denir. Fütüvvet ehlinin gönlü ganidir, yardım ve paylaşmayı severler. Allah Rasulü buyurur: “Kul Müslüman kardeşine yardımda bulunduğu sürece, Allah da ona yardım eder.” (Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 58.) Fütüvvet fakirden kaçmamak, zenginin peşine takılmamaktır. Fütüvvet yâr olmak, bâr/yük olmamaktır. Fütüvvet dostlardan kâr etmemektir. Kurtuluş doğruluktadır. Şakik Belhi, Cafer-i Sadık’a sordu: - Sizce fütüvvet nedir? - Verilince şükretmek, verilmeyince sabretmek Bunun üzerine Cafer-i Sadık, “Kasabamızın köpekleri de böyle yapıyorlar.” der. - Peki, sizce fütüvvet nedir? diye sorulunca, - Verilince, verileni öncelikle başkalarının ihtiyacını karşılamak için harcamak, verilmeyince şükretmek, diye cevap verir. Fütüvvet bütün canlılara merhamet etmektir. Ebu Ali ed-Dekkak’a göre en mükemmel şekliyle fütüvvet, sadece Allah Rasulünde vardır. Kıyamet günü herkes, “nefsi, nefsi…” deyip başının derdine düşerken, o, “ümmetim, ümmetim, diyecek; o dehşetli günde kendini değil, ümmetini düşünecektir. (Buhari, Tevhid, 36; Müslim, İman, 326.) Fütüvvet önce can sonra canan değil, tam tersine önce canan, sonra can diye düşünmek ve bunu hayata geçirmektir. Bu anlamda fütüvvet feragat ve fedakârlıktır. İnsaniyet en güzel şekilde İslam düşüncesinde ve Müslüman toplumda fütüvvet kavramında ifadesini bulmuştur. Fütüvvet, yemek yedirirken veli ile kâfir arasında fark görmemendir. Bir kıssada şöyle anlatılır: Bir Mecusi Hz. İbrahim’e uğradı, ona misafir olmak istediğini söyledi. Hz. İbrahim, “Müslüman olman şartıyla hay hay” deyince, Mecusi oradan savuşup gitti. Hz. İbrahim’e Allah Teala’dan şöyle vahiy geldi: “Kâfir olmasına rağmen ben ona elli senedir rızkını vermekteyim, din değiştirmesini şart koşmadan bir öğün yemek de sen verseydin ne olurdu?” Hak Teala’nın uyarmasından sonra, Hz. İbrahim Mecusi’nin peşinden gitti, ona ulaştı, özür dileyip evine davet etti. Mecusi, fikir değiştirmesinin sebebini sorunca, durumu anlattı. Mecusi: “Ne güzel Rab! Düşmanı için dostunu uyarıyor.” dedi ve Müslüman oldu. İşte insancıl ve insanperver olmak budur. Fütüvvet kimseye hasım olmaman, kimsenin de sana hasım olmamasıdır. Herkesle barışık olmandır. Fütüvvet insaf etmek, ama karşılığında insaf beklememektir. Fütüvvet insanların dertlerini ve üzüntülerini paylaşmak, hatta dertlerini ve üzüntülerini yüklenmektir. İnsan insanın ağrısını alır. Fütüvvet sünnete tabi olmaktır. Kuşeyri, tasavvuf sahasının klasik eserlerinden biri olan Risale’de fütüvveti ve ehlifütüvveti böyle anlatır. (Abdulkerim b. Havazin el-Kuşeyri, Risale, Kahire 1966, s. 472-479.) diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 33 Vahyin Aydınlığında Prof. Dr. İ. Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Sorumluyu Başka Yerde Aramak “Bir toplum sahip olduğu (iman, itaat, adalet gibi güzel) değerleri (kötü yönde) değiştirmedikçe Allah da o toplumu(n iyi hâlini) durduk yerde değiştirmez.” (Ra’d, 13/11.) Allah Teala, Kur’an’la insanlığa son çağrısını yaptı. İslam sayesinde insanlık tarihinin en önemli medeniyetlerinden biri kuruldu.Müslümanlar bilim, sanat ve kültür alanlarında önemli gelişmeler kaydettiler. Bilim felsefeyi diğer milletlere öğrettiler. Batı medeniyetinin inşası katkı sağladılar. Ahlak ve fazilette örnek teşkil ettiler. Hak ve adaletin bir gereği olarak mazlumların elinden tutup zalimlere engel oldular. Müslüman topluluklar son asırlara kadar sömürgeleştirilemediler. Bağımsız ve onurlu bir hayat sürdüler. Bugün olduğu gibi kültür emperyalizmine yenik düşmediler. Ne olduysa son iki yüzyılda oldu. Bu dönem, ifade yerinde ise hüzün asırları olmuştur. Baskıcı rejimlerin etkin olduğu, acı, gözyaşı ve kanın durmadığı bir süreç yaşanmıştır. Yaşanmaya da devam etmektedir. Tabii ki bütün bunlar durup dururken olmadı. Çünkü varlık âleminde tabiat olayları gibi sosyal olaylar da kanunlara bağlıdır. Dolayısıyla milletlerin yaşadığı gelişmeler, tarihte olup bitenler, tesadüflerle izah edilemez. Bunun belirli kanunları vardır. (bk. Necm, 53/39.) Kısaca bizler, ümmet olarak, özümüzde olanı, kafamızda, kalbimizde olanı değiştirdik. Kendi değerlerimize yabancılaştık. Kişilik bö34 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 lünmesi, zihniyet parçalanması yaşadık. Bedenimiz bu coğrafyada idi, ancak ruhumuz, kalbimiz başka taraflarda idi. Ne yazık ki şerefi, izzeti ve kurtuluşu başka kapılarda aradık. İşte bütün bu sapma ve yozlaşmaların bir neticesi olarak bize olan ilahî tavır da farklılaştı. Allah Teala’nın bize olan lütfu, nimeti ve ihsanı değişti. Çünkü ayette belirtildiği gibi kim Rabbinden uzaklaşırsa, hayat ona dar gelir, zorlu ve sıkıntılı bir hayata maruz kalır. (Taha, 20/124.) Bu ayeti toplumsal planda da düşünebiliriz. Çünkü bu tür insanların meydana getirdiği topluluklar doğal olarak aynı akıbeti yaşayacaklardır. İnsanlar, yaşanan toplumsal musibetler karşısında farklı izahlar getirirler. Kimisi, başlarına gelen belaların sorumluluğunu başkalarına yükler. Düşmanları yüzünden bu hâle geldiklerini düşünürler. Komplo teorileri ile olayları izah ederler. Böylece milletlerin tarihî seyrini izah ederken musibetlerin kaynağını yanlış yerde görürler. Kimi insanlar da kötü gidişattan dolayı zamanı suçlarlar. “Ahir zamandır, zaten böyle olacaktı.” derler. “Yaşadıklarımız ahir zaman alametleridir, peygamberlerde bunları haber vermemiş miydi” gerekçesine dayanırlar. Bazen de insanlar yanlış bir inançla, kötü gidişatı Allah’a bağlarlar. “Allah böyle dilemiştir, ne yapalım, O dilemeseydi bu hâle gelmezdik.” derler. Bu yaklaşımları ile “Yapacağımız pek bir şey yoktur.” demek isterler. Bu yaklaşımlar bazı yönleri ile doğrudur. Ancak burada insanın sorumluluğu, kendini ve toplumu değiştirme yeteneği göz ardı edilmemelidir. Aksi takdirde bu tür insanlardan oluşan toplumların kendilerini toparlaması, ayağa kalkması zordur. Çünkü kendilerini aklamakta ve kötü gidişatın sebebini yanlış yerlerde aramaktadırlar. Bu yaklaşımlar, Kur’an’ın temel bir ilkesiyle de çelişmektedir. O da, insanın gerek bu dünyada gerekse ahirette göreceği mükâfat ve cezanın kendi yapıp etmelerinin bir sonucu olduğu hususudur. Bunu açıkça ifade eden ayetlerden biri şudur: “Allah insanlara zerre kadar haksızlık etmez, aksine insanlar kendilerine zulüm ve haksızlık ederler.”(Yunus, 10/44.) İnsanlık tarihinde, kimi zaman toplumlardan birinin, kimi zaman da diğerinin yüzü gülmüştür. Bazen bir millet, bazen de diğeri yükselmiş ve yücelmiştir. (Âl-i İmran, 3/140.) Ancak toplulukların bu dünyadaki izzeti veya zilleti tesadüf değildir. Diğer bir ifadeyle insanlar durup dururken izzet sahibi olmuyor veya zillete maruz kalmıyorlar. Aksine yücelen topluluklar gerekli şartları yerine getirdikleri için yüceliyor, çökenler de bunları ihmal ettikleri için çöküyor. Elbette ki insanların kaderiyle, toplumların kaderiyle ilgili Allah Teala’nın bir planı vardır. Ancak bu da gene onların yapıp ettikleri ve yönelişleri ile alakalıdır. Şu hâlde bizler, fert fert nefsimizde olanı değiştirmezsek yaşadığımız şartlar da değişmeyecektir. (Ra’d, 13/11.) Bizler, fert fert iman, ibadet ve ahlakımızı düzeltmedikçe, toplum ahlaklı bir toplum olamayacaktır. Gidişat düzelmeyecektir. Kaosların, kargaşaların, toplumsal buhranların sonu gelmeyecektir. Çünkü toplumlar fertlerden meydana gelir. Dolayısıyla fertler manevi yönden hasta olursa, toplum da hasta olur. Kuvveden fiile geçmeyen bir din, topluma pek bir şey kazandırmaz. İyiliklerin yaygınlaşması sadece temennilerle gerçekleşmez. Erdemin, faziletin sohbetlerin konusu olması güzel bir şeydir. Dolayısıyla ahlaklı bir toplumun oluşması için bu gerekli ancak yeterli değildir. (Bakara, 2/44.) Şu hâlde imanın kalplere yerleşmesi, duygulara, düşüncelere hükmetmesi lazımdır. İnsanın iç dünyasında tevhit şuurunun yerleşmesi gerekir. Aksi takdirde Allah’a yürekten bağlı hayır ve hasenat için yarışan bir toplum oluşmaz. (Mü’minûn, 23/60-61.) Yine insanın kalbinde hesap şuurunun kökleşmesi gerekir. Yoksa toplumda hak ve hukuka riayet edilmez. Şiddetin, acımasızlığın ve toplumsal dramların ardı arkası kesilmez. Öncelikle duyguların, düşüncelerin, ideallerin değişmesi gerekmektedir. Çünkü batıla, şerre kapılan fertlerin, bir merhamet toplumu oluşturması düşünülemez. Günaha batan insanların, bir hayır toplumu meyda- na getirmeleri gerçekçi olmaz. İç dünyalarında sulh ve sükûneti hâkim kılamayanların, toplumlarında sulh ve selameti ikame etmeleri mümkün değildir. Yine nefislerini fitne ve fesattan temizleyemeyenlerin, toplumlarını kaostan ve kargaşadan temizlemeleri beklenemez. Çünkü toplumu bizler meydana getiriyoruz. Dolayısıyla değişmeye öncelikle bizim talip olmamız gerekir. Kur’an önce bizim nefsimize buyruğumuzu geçirmemizi, onu arındırmamızı emreder. Bu, bizim manevi kurtuluşumuzun temel şartıdır. İçsel disiplinin sağlanması her toplum için geçerli önemli bir ilkeyi de ortaya koyar. Çünkü iç dünyasını ve iradesini disipline eden topluluklar gelişmekte ve kalkınmaktadırlar. Dolayısıyla nefsine hâkim olamayan insan ve toplulukların başkalarına yol ve yöntem öğretmesi mümkün değildir. Yine iç dünyasına egemen olamayan insan ve toplumların dış dünyada etkinlik ve egemenliklerinden bahsedemeyiz. Şu hâlde önce iç dünyamızda bir bahar iklimine ihtiyacımız vardır. Bir gül mevsiminin şartlarını hazırlamalıyız. Vahyin bahar yağmurları ile gönlümüz ıslanmalıdır. Nefisteki dikenleri, zararlı, zehirli otları temizlemeliyiz. Sonra titiz bir bahçıvan gibi gönlümüzün verimli topraklarını işlemeliyiz. Orada rengârenk çiçekler, mis kokulu güller yetiştirmeliyiz. Çünkü iç dünyalarını imar edemeyenlerin dış dünyalarında umranı/medeniyeti inşa etmeleri mümkün değildir. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 35 Hadislerin Işığında Hale Çerçibaşı Diyanet İşleri Uzmanı Allah’ın Korumasını Hak Etmenin Yolu: Sabah Namazı Cündeb el-Kasri’den nakledildiğine göre, Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her kim sabah namazını kılarsa o kimse Allah’ın koruması altındadır.” (Müslim, Mesacid, 262.) Allah ile kulu arasındaki iletişimin ve bağın en somut göstergesidir namaz. İnananlara belirli vakitlerde farz kılınan bu ibadet, (Nisa, 4/103.) Rasulüllah’a ve ümmetine Miraç Gecesi’nin armağanıdır. Onu vaktinde ve hakkını vererek kılanların cennetle müjdelendikleri (Ebu Davud, Salat, 9.) eşsiz bir kulluk görevidir. “Namazlarını muhafaza etmek” (Müminun, 23/9.) ve “namazlarına devam etmek” (Mearic, 70/23.) müminleri niteleyen övgüye değer hasletlerdendir. Bununla birlikte kendisini muhafaza edip devam ettirme bakımından en çok zorlandığımız ibadet, sabah namazıdır. Yeni bir güne başlarken insanın sorumlu kılındığı bu ilk ve en önemli görev, türlü bahanelerle çoğu kez ihmal edilmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Her kim sabah namazını kılarsa o kimse Allah’ın koruması altındadır.” (Müslim, Mesacid, 262.) Buna göre Allah Teala, namazını ihlas- 36 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 la eda ettiği sürece kulunu hem dünyada hem de ahirette karşılıksız bırakmayacağının güvencesini vermektedir. Kul namazını terk etmediği takdirde Allah ile aralarındaki ahde hiçbir zarar gelmeyecektir. Sabah namazına hasredilen bu güvence, onun diğer namazlara kıyasla daha külfetli oluşundan kaynaklanır. Henüz gün aydınlanmamışken, çoğu kimse sıcak yatağında rahatça uyurken Rabbinden gelen davete icabet etmek kolay değildir, ağır gelir insanın nefsine. Minarelerden yükselen “es-Salatü hayrun mine’n-nevm (Namaz, uykudan hayırlıdır.)” nidasını işitse de kulakları, en tatlı yerinde uykusundan vazgeçmekte zorlanır insan. Başlangıçta “Beş dakika daha uyusam ne çıkar.” diyerek yaptığı küçük ertelemeler tekrarlanıp alışkanlık hâline gelince, uykuya yenik düşen göz kapakları çoğu zaman güneşin ışıklarıyla birlikte açılır. O anda Rabbine verdi- ği sözü tutamamanın pişmanlığı içini yaksa da zamanı geri çevirmek mümkün değildir artık. Kimi zaman günlük hayatın meşgaleleri yüzünden yorgun düşmekten, kimi zaman televizyon karşısında boşa harcanan saatler sonrasında geç yatmaktan, kimi zaman da sabah namazının önemini hakkıyla idrak edememekten kaynaklanan bu gaflet hâlini her insan yaşayabilir. Böyle zamanlarda üzerimize düşen, bu durumu kanıksayarak türlü bahanelerle sabah namazını kılmamayı alışkanlık hâline getirmek yerine, Rabbimize karşı sorumluluğumuzu yerine getirememenin üzüntüsünü ve pişmanlığını yürekten hissederek daha sonraki günlerde de aynı hataya düşmemek için gayret sarf etmek olmalıdır. Zira münafıklara en ağır gelen iki namazdan biri olan sabah namazı, (Buhari, Ezan, 34; Müslim, Mesacid, 252.) Allah’a imanımızı ve O’na duyduğumuz samimiyeti ispat etmemiz bakımından da büyük önem arz etmektedir. Kaldı ki Sevgili Peygamberimiz genel anlamda namazı terk etmenin, küfürle imanı birbirinden ayıran ince çizgiye tekabül ettiğine dikkat çekmektedir. (Tirmizi, İman, 9.) Uykunun en tatlı anından feragat etmeyi gerektiren sabah namazı, Allah katında ve Rasulü’nün nezdinde bir o kadar paha biçilmez değere sahiptir. Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar belli vakitlerde namaz kılmayı emreden Yüce Allah, “Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir.” (İsra, 17/78.) buyurarak sabah namazının önemine ayrıca işaret eder. Rasulüllah ise serinlik vakti kılınan iki namazdan biri olarak nitelediği sabah namazını kılan kimseyi cennetle müjdeler. (Buhari, Mevakit, 26.) Sabah namazı onun nezdinde öylesine kıymetlidir ki, farzından önce kılınan iki rekâtlık sünnete bile ayrı bir değer atfeder. Nitekim o, bu iki rekât sünnetin dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlı olduğunu ifade etmiştir. (Müslim, Müsafirin, 96.) Sabah namazının vaktinde eda edilememesi hâlinde ise sünnetiyle birlikte kaza edilmesini tavsiye etmiştir. (Ebu Davud, Salat, 11.) Sabah namazını kılarak Allah’a olan borcunu ödemiş ve O’nun güvencesini hak etmiş olmanın verdiği huzurla güne başlamanın ayrı bir önemi vardır Müslüman’ın hayatında. O vakitte Rabbinin huzuruna varan kimseye gece ve gündüz melekleri birlikte şahitlik eder. (Müslim, Mesacid, 246.) Bununla birlikte sabah namazı, ölümün kardeşi olan uykudan sonsuz kudreti sayesinde uyanıp sabaha erişmemizi sağ- layan Yüce Allah’a (Tirmizi, Deavat, 13.) günün ilk şükrünü eda etmenin en güzel ve en anlamlı şeklidir. Allah Rasulü benzer şekilde daha farkında olmadıkları birçok faziletini bilmeleri hâlinde, insanların sabah namazına gitmek için ne kadar çaba göstereceklerini şöyle beyan eder: “Eğer (insanlar) yatsı ve sabah namazlarındaki fazileti bilselerdi, sürünerek de olsa o ikisini cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (Buhari, Ezan, 9; Müslim, Salat, 129.) Günün en bereketli anından ve Rabbimizin korumasından mahrum kalmamak adına sabah namazı müminlere sunulan en güzel fırsattır. Geçerli ya da geçersiz çeşitli mazeretlerle diğer farz namazlara oranla daha çok ihmal edilmekle birlikte sabah namazına kalkma alışkanlığını edinmek için gayret göstermek her Müslüman’ın kulluk görevidir. Nitekim namaza kalktıklarında üşengeç davranan ve ibadetlerine riya karıştıran münafıklardan (Nisa, 4/142.) müminleri ayırt eden en önemli iki namazdan biri sabah namazıdır. Rabbimize olan samimiyetimizi ispat noktasında mihenk taşı olan böyle bir ibadeti vaktinde ve hakkını vererek eda edebildiğimiz takdirde nihayetinde Allah’ın rızası, koruması ve cennetini hak etmek zor olmayacaktır. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 37 Müslüman Bilginler Dr. Elif Arslan Diyanet İşleri Uzmanı “Beka İçinde Yenilenme, Yenilenme İçinde Beka” Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (1878-1942) Ç ocukluğumda babamın kitaplığındaki kitaplar arasında, siyah dokuz ciltli, üzerinde sarı renkle Hak Dini Kur’an Dili yazılı kitaplar belki de sırtında yazan “Elmalılı” kelimesinden dolayı en çok dikkatimi çekenlerdendi. İsim soy isim ikilisine alışkın olan çocuk zihnim Hamdi Yazır isminin başındaki “Elmalılı” lakabına takılır, sonundaki iki “lı” acaba tek mi olmalı diye düşünürken sık sık “Hak Dini Kur’an Dili” ile zihinsel bir bağ kurardım. Kur’an tefsiriyle ilgili bir kaynak edinmek ya da tefsir okuması yapmak isteyen pek çok kişinin aklına ilk gelen isimlerden biridir Elmalılı Muhammed Hamdi ve onun hazırladığı Hak Dini Kur’an Dili tefsiri. Önceki kaynaklara dayanmasının yanı sıra özgün değerlendirmelere de yer verdiği bu eserinde “müfessir” vasfını açık bir şekilde gördüğümüz Elmalılı, Osmanlı’nın son dönemlerini, yıkılışını ve Cumhuriyetin ilk dönemlerini idrak eden çok yönlü bir âlim portresi olarak çıkıyor karşımıza. Hamdi Yazır’ı anlatmaya en bilinen eseri “Hak Dini Kur’an Dili” ile başlamışken onun bu eseri yazdığı şartlarla ilgili dikkatimi çeken ve hüzünlendiren 38 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 bir bilgiyi de paylaşmak istiyorum: Muhammed Hamdi Yazır, Damat Ferit Paşa hükûmetlerinde yer almış olmasından dolayı, Cumhuriyetin kurulmasının ardından gıyaben idama mahkûm edilmiş, fakat daha sonra İstiklal Mahkemesi’nde görülen davada beraat etmiştir. Bu beraatın ardından İstanbul’a dönen Elmalılı, âdeta inzivaya çekilmiş ve vefat edene kadar camiye gitmek dışında dışarıya çıkmamıştır. Ancak onun bir nevi küskünlükle inzivaya çekildiği bu dönem, ilim hayatını sekteye uğratmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kararlaştırıldıktan sonra Diyanet İşleri Riyasetince kendisine teklif edilen Kur’an tefsiri Hak Dini Kur’an Dili’ni bu dönemde yazmıştır. Ayrıca bu dönemin başlarında daha önce başlamış olduğu Metalib ve Mezahib adlı tercüme çalışmasını tamamlamıştır. (İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, c. I, s. 465-466, Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler, s. 14, Özgür Oral, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”, Modern Bu tercüme çalışmasını bir cümle ile geçiştirmek istemiyorum. Zira daha çok tefsiri ile tanınan bu büyük âlimin bir başka yönünü; felsefeyle ilgisini ortaya koyan bir çalışmadır bu. Medreselerin kapatılmasından sonra içine düştüğü maddi sıkıntılar sebe- Türkiye’de Siyasi Düşünce, c. 6 İslamcılık, s. 185-186.) biyle başladığı bu tercüme çalışması Fransız filozofu Paul Janet ve G. Seaille’in birlikte yazdığı “Histoire de la Philosophie” adlı eserin ilahiyat ve metafizik kısımlarının çevirisidir. Elmalılı bu eseri tercüme etmekle kalmamış, çevirdiği bölümlere sık sık notlar düşerek onay ve eleştirilerini de dile getirmiştir. Esere yazdığı dibacede bu tercümeden maksadının Rıza-yı Hakk’a ulaşmak olduğunu ifade etmiş ve bir Fransız felsefecinin “felsefe tarihi”ni tercüme etmekte Hakk’ın rızasından başka bir şey gözetmemek bir garabet gibi görünse de bakıldığında bu “garabeti” şöyle izah etmiştir: “Fakat bugünkü hayat şartları altındaki yeni ihtiyaçlara göre, İslam’a hizmet etmek ile kendisini mükellef bilen ve başka lisana aşina olmayan İslam âlimlerinin kendilerine yabancı bilgileri tamamlayacak, fikir çalışmalarını açarak hedef tayinlerine vesile olacak böyle bir eserin mütalaasını kolaylaştırmaktaki iyi niyet dikkat nazarına alınırsa, bu garabet zail olmak lazım gelir.” (Süleyman Hayri Bolay, “Bir Filozof Müfessir, M. Hamdi Yazır”, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, TDV Yay., Ankara 1993 içinde, s. 125-126.) Yaşadığı dönemdeki pek çok ilim ehli gibi çok çeşitli ilgi alanları, daha doğru bir ifadeyle “derdi” olan Elmalılı Hamdi Yazır, sanattan edebiyata, felsefeden mantığa uzanan geniş bir yelpazede çalışmalar yapmıştır. İslami ilimler sahasında ise Fıkıh ve Usul-i fıkıh konusunda derin bir vukuf sahibi olduğu bilinen Elmalılı merhum, geçmişte ortaya konulan ilmi birikime vakıf olduğu gibi onun taklidiyle yetinmemiş, İslam hukuk felsefesi çerçevesinde yaşadığı günün problemlerine çözüm arama gayretinde de olmuştur. Hukuk sahasında gereken düzenleme ihtiyacını, Avrupa kanunlarını tercüme ederek uygulama önerisini sunanlara şiddetle karşı çıkmış, gerekli kanuni düzenlemelerin mutlaka İslam hukuk felsefesine göre hazırlanması gerektiğini ısrarla dile getirmiştir. (Yusuf Şevki Yavuz, “Elmalılı Muhammed Hamdi”, TDV İslam Ansiklo- İslam âleminin pek çok konuda batı dünyasından geri kalmasından sonra kaybettiklerini yanlış yerde bulmaya çalışmaması gerektiğini ise şu sözleriyle ifade etmiştir: “İslam ümmeti… Hazreti Rasulüllahı örnek ittihaz edebilmeli ve diğer ümmetlerden istiğ- pedisi, c. XI, s. 57-59.) diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 39 na ile tam istiklale sahip olmalıdır… Hâlbuki bugünkü ümmet, geçmişlerinin ilimlerini zayi etmekte bulunduğu gibi yeni ilimlerde de her bakımdan noksan olduğu için, İslam’ın şevketinden hisse alamamış, garp milletlerine karşı ilmî noksanı ile onlar, Allah korusun, her bakımdan benzemek tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.” (Elmalılı Hamdi Yazır (Fransızca’dan çev.), Metâlib ve Mezâhib, Eser Neşriyat, İstanbul 1978, s. XXX (Dibace).) Selefin ilmini kaybetmemek, bunun yanı sıra son asrın ilimlerini de alma konusunu çok önemseyen Elmalılı, bunu “beka içinde yenilenme, yenilenme içinde beka” ifadesiyle dile getirmiştir. Bu yönüyle tecdidi önemserken bunun ilmi ve kültürel mirasımızı reddederek değil, tam tersine oradan güç alarak ve –naslardaki hükümler dışında--- içtihat kapısını açık tutarak gerçekleştirileceği kanaatindedir. (Elmalılı Hamdi Yazır (Fransızca’dan çev.), Metâlib ve Mezâhib, Eser Neşriyat, İstanbul 1978, s. XXXIV (Dibace), Yusuf Şevki Yavuz, “Elmalılı Muhammed Hamdi”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. XI, s. 58-59.) velâyeti, idari tasarruf yetkisi olmadığı, diğer memleketlerdeki Müslümanların bağlılığının “manevi bir hiss-i merbutiyet” olduğu şeklinde görüşlere yer vermiştir. (İsmail Kara, “Elmalılı Hamdi Efendi ve Halifelik”, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, TDV Yay., Ankara 1993 içinde, s. 253-258.) Diğer yönü ise II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine razı olmayan fetva emini Nuri Efendi’yi ikna ederek fetva müsveddesini yazmak yoluyla bu konuda etkili bir rol oynamasıdır. (Yusuf Şevki Yavuz, “Elmalılı Muhammed Hamdi”, TDV İslam Günümüzde bu şekilde tavır alması sebebiyle kendisini eleştirenler olduğu gibi böyle davranmasının birtakım zaruri sebepleri olduğu şeklinde açıklama getirenler (Fatma Pak- Ansiklopedisi, C. XI, s. 57-59) süt, “Merhum Dayım Hamdi Yazır”, Elmalılı Muhammed Ham- de olmuştur. Oldukça çeşitlenmiş ilgi ve yönelimleriyle Elmalılı Hamdi Yazır merhum, ömrü boyunca her zaman doğru, güzel ve sahihlik ölçütleri içinde tercihlerde bulunmuştur. Kendi sosyal gerçekliği içinde taraf olduğu siyasi konularda her zaman sağlam bir referans sistemine bağlı olarak hareket eden merhumun, dinî ve ilmî müktesebatından çok pratik tercihlerinin bugün tartışılıyor olması normaldir. Karmaşık süreçlerde din-i Mübin-i İslam’ın yeni kuşaklara aktarımında zor bir görev üstlenen Elmalılı, bu gayretiyle bugün pek çoğumuzun garipsediği siyasi tercihlerinin kefaretini ödemiş gibidir. Mevlam rahmet eylesin. di Yazır, TDV Yay., Ankara 1993 içinde, s. 7-8.) Elmalılı Hamdi Yazır’ın hayatını ayrıntılı olarak ele alma imkânımızın bulunmadığı bu sınırlı satırlarda, kendisiyle ilgili olarak tartışmalı olan bir hususa da değinmek gerekebilir. Bu konunun bir yönü “İslamiyet ve Hilafet ve Meşihat-ı İslamiye” başlıklı yazısında ele aldığı, devrin birçok ulema ve meşayihi tarafından da paylaşılan halifelikle ilgili görüşleridir. Bu makalesinde halifenin hak ve yetkilerinin yürütme ile sınırlı olduğu, halifenin meşrutiyetle idare edilen bir Yaşadığı dönemdeki pek çok ilim ehli gibi çok çeşitli ilgi İslam memleketinin hükümet reisinalanları, daha doğru bir ifadeyle “derdi” olan Elmalılı Hamdi den başka bir şey olmadığı, bu yüzden diğer memleketlerde yaşayan Yazır, sanattan edebiyata, felsefeden mantığa uzanan geniş Müslümanlar üzerinde herhangi bir bir yelpazede çalışmalar yapmıştır. 40 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Hikmet Penceresi Dr. Ömer Menekşe Bilgi Yönetimi ve İletişim Daire Başkanı Samimiyetin Adı Var! Samimiyet, kalbin önünden kalıbı çekmektir. Kalıplar aradan kalkınca kalpler birbirini görür. Saydamlaşır insan. Samimiyetsizlik ise matlaştırır. S ahte gülücüklerin, riyakâr taltiflerin, cazibedar şöhretlerin, zengin ikramların, geçici mutlulukların boyasının silindiği andaki yalnızlığın şefkat kucağıdır samimiyet. lerden öte tavır ve davranış sergilemektir. Dost olmaktır, birlik olmaktır, ahde vefaya bağlı kalmaktır, kalbin onayladığını dilin dışarıya aktarmasıdır samimiyet. İkiyüzlülüğe, ben merkezli ilişkilere, hasede, öfkeye, hırsa, kötülüğe gönülde yer vermemektir samimiyet. Samimiyet; kötü ve makbul olmayan şeyleri tasfiye etme, kötüyü iyiden ayırt etme/ arındırma/izale etme, bir şeyi diğerinden ayırarak bir noktada farkı fark etme, tasvip edilmeyen şeylerden kurtulmadır. Mevlana şöyle der: “Gönlü ve sözü bir olmayan kişinin, yüz dili bile olsa o, gene dilsiz sayılır.” Özü, sözü bir olmaktır samimiyet… Sadeliktir, içtenliktir, duruluktur, olduğu gibi görünmektir, desin- Samimiyet, kalbin önünden kalıbı çekmektir. Kalıplar aradan kalkınca kalpler birbirini görür. Saydamlaşır insan. Samimiyetsizlik ise matlaştırır. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 41 Bir şeyi irade ve sevgiyle kabul etmek, gönülden istemek ve içten gelerek yapmaktır samimiyet... Samimiyet paylaşmaktır. Samimiyet tek kelime ile birçok şeyi ifade eder. Ve samimiyet ile sıralanır bir bir diğer meziyetler; doğruluk, vefa, fedakârlık ve dürüstlük… gibi! Samimiyet testi Bir sınavdan geçiyor insanlık… Bu sınav; sadakat ve ihanetin, ihlas ile nifakın, imanla inkârın, takva ile hevanın, hakikat ile yalanın, doğru ile eğrinin, tabii ile suninin, samimi ile sahtekârın ayrılacağı bir sınav… Her şey ve herkes Allah’ın bilgisi dâhilinde ve tüm kullar “samimiyet testi”ne tabi… Samimiyet, gönlün kapılarını araladığın yerden boş dönmemektir… Huzuru bozmadan, kalbi karartmadan sığınmayı bilmektir bizleri yoktan var edene… Öze dönmektir, heveslerine yenik düşmemektir… “Kulumun en sevdiğim ibadeti, bana olan samimiyetidir.” (Ahmed b. 42 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Hanbel, V/254.) buyurulurken kutsi hadiste; kulluğu gö- nülden yapmak, içtenlik ve ihlasla, saf ve duru bir hâl ile Allah’a yönelmektir samimiyet. Müminler olarak yaşadığımız bu “samimiyet testi”nde kendimizle ilgili sonuçları sağlıklı değerlendirmek ve doğru okumak durumundayız… Hesap gününden önce kendimizi hesaba çekelim. Kendi samimiyetimizi kendimiz test edelim. Ve bilelim ki; Bizler bu dünyada imtihandayız. İnsanın imtihanı başarabilmesi de dini yalnız Allah’a halis kılması, yalnız O’na kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmaması, ihlas ve samimiyetle kulluğuna devam etmesi ile mümkündür. Zira Rabbimiz şöyle buyurur: “Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.” (Beyyine, 98/5.) Dinin özü ve ruhudur samimiyet. Zira Peygamber Efendimiz “Din Samimiyettir” buyurunca, sahabenin “kim için ” diye sormaları üzerine; Sevgili Peygamberimiz “Allah için, O’nun kitabı için, O’nun elçisi için, Müslümanların yöneticileri ve bütün Müslümanlar için.” (Müslim, “İman” 95.) buyurmuşlardı… Samimiyet tek kelime ile birçok şeyi ifade eder. Ve samimiyet ile sıralanır bir bir diğer meziyetler; doğruluk, vefa, fedakarlık ve dürüstlük… gibi! Samimiyet çağrısı Unuttuğumuz erdemlerden, kaybolmaya yüz tutan değerlerimizden biridir samimiyet... ni, kalıcı olandan yana kullanmaktır. “el-Bakıyâtu’ssâlihat” (Kehf, 18/46.) sırrına ermektir. Kaç zaman, kaç yerde, kaç kişiden duymuşuzdur, ‘ne samimi insan”, ‘çok da samimi, candan ve içten’ sözünü... Samimiyet, kulluktaki değer ölçüsü ve davranışların kıymetini belirleyen mihenk taşıdır. Samimiyet tutarlılıktır. Kişinin kendisine, çevresine, inanç ve düşünce dünyasına karşı tutarlılığıdır. Hâlbuki ‘Gerçekten samimi mi? ‘samimi ol’ ve ‘samimiyetten yoksun’a kadar duymadığımız samimiyetsizlik de kalmadı... İçimizle dışımız, söylediklerimizle eylemlerimiz uyuşuyor mu? En yakınımızdakilere duygularımızı, fikirlerimizi anlatırken gerçekten samimi miyiz veya ne kadar samimiyiz veya Onlar bize karşı ne kadar samimi acaba? Kendi anlattıklarımıza, fikirlerimize, kendi söylediklerimize kendimiz inanıyor muyuz veya ne kadar inanıyoruz? Yani kendimizle bile ne kadar samimiyiz? Kardeşlik hukukunda ne kadar samimiyiz?... Sevdiğimizde samimi miyiz? İbadetlerimizde samimi miyiz? Yoksa söylediklerimize kalbimizi inandıramıyor, bir ikinci ses mi duyuyoruz? Aynı bedende bile farklı kanaatler mi taşıyoruz, bir uyum sergilemiyor mu aynı bedendeki ben? Belki de samimiyetin samimiyetsizliğinden olacak ki birçok taleplerimizde hayatımızı olumsuz yönde etkileyen aksaklıklarla karşılaşıyor veya sonuç alamıyoruz. Öyle ki kötü bir işte samimi olan bir insan bile bu samimiyetinden dolayı belki de sonuca gidiyor. Samimiyet bir noktada inanmaktır, kararlılıktır. Evet, samimiyet; işini ciddiye almaktır. Meslek şuurudur. Verimlilik saadetidir. Gizli şirkten, alkış delisi olmaktan beri olmaktır. Hakk’ın hatırını halkın hatırına tercih etmektir. Daima güneşe dönük yaşamaktır. Sahtelik ve sunilikten kurtulmaktır. Tercihi- Samimiyet, kişinin yüzüne ve davranışlarına yansıyan bir aydınlık, bir enerjidir âdeta. Çünkü o, içten, katışıksız, dupduru; riyadan, şüphe ve kirlerden uzak, sevgiye dayalı bir iradeyi yansıtır. İyi niyetle birlikte bazen küçümsediğimiz davranışlar bile ibadete dönüşür. Nitekim Şair şöyle seslenir: “Küçük bir tebessüm, içten bir selam Dosta hatır soran, bir iki kelam, Kısaca diyor ki, insana İslam; İhlasla yaptığın, her şey ibadet...” İnsanın değeri onun samimiyet ve içtenliği ile doğru orantılıdır. Yapmacık olan ve taklitten öte hiçbir anlamı özü ve ruhu olmayan her türlü davranış, değersiz ve bayağıdır. Bu Cenab-ı Hak katında böyle olduğu gibi, sosyal hayatın hemen her safhasında ve insanların nezdinde de böyledir. Samimiyetsiz gayretler boşunadır ve gayretsiz samimiyetler de yetersizliğe mahkûmdur. Ve son söz Aslında, insanın göstermiş olduğu samimiyet, dönüp dolaşıp bir gün yine kendisine gelir. Samimiyet gösteren mutlaka samimiyet ile karşılığını bulur. Kalplerini kendi elleriyle mühürleyenlerin samimiyet beklemeye de hakkı yoktur. Mevlana’nın dediği gibi; “Aslında farkındayım hayatımdaki sahte varlıkların, istesem bir anda temizlemesini de bilirim. Ama bunca sahteliğin, benim samimiyetime ihtiyacı var.” diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 43 Metafor Nihal Şahin Utku Çöl: Çelişkiler Coğrafyası 44 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Çöl, üzerinde vatan kurmuş toplumlar için bir yerleşme yeri olmaktan öte, onların kutsal geleneklerinin bir muhafızı, dillerinin sadık bir bekçisi ve genişlemeci güçlerin saldırılarına karşı en önemli müdafaa hattıdır. S onsuzluğu andırır çöl. Yokluk dışında yoktur sabiti. Tekdüze ovalarındaki tek işaret, kumları yırtan dağlardır: Ölüm dışında gerçeği olmayan hayat gibi. Tek sabit ve sonsuz değişkenin olduğu, kuru ve yalın bir imanın hükmüne açık, medeniyetin sulayarak beslediği türlü felsefi teferruattan uzak bir coğrafyadır. Yoklukta imtihan ederken ilham zerk eden; öfke saçarken terbiye eden bir kaderdir çöl. Yoluna düşenleri sabra mıhlayan, sırra ermek isteyenleri çileyle imtihan eden zorlu bir tecrübedir. Derin yalnızlıklar yaşatırken, yokluğun içinden bilge bir olgunluk çıkarır. Sufi çevreler için “çöle girmek”, bu yüzden marifet yolunda aşılması gereken fakr kapılarından en zorlusu olup; azıksız yola çıkmaya ve tevekkül yoluna girmeye dair ciddi bir tecrübedir. İnsanın tabiatın kaprisine karşı “yardımsız bir kurban”a dönüştüğü çöl yaşamında fertler, komşu bir kabilenin düşmanca saldırısıyla ya da sürülere musallat olan bir salgınla, bir gecede yoksul duruma düşebilirler. Ya da uzun süren bir kuraklıkta, korkunç bir açlık ve ölümle burun buruna gelebilirler. Bu yüzden denetleyemediği bu güç karşısında çöl insanı zaman zaman bencil olmaya mecbur kalsa da, çöl şartları bireye tahammül etmez. Zira kabilesiz birey kayıptır; çölün durmadan değişen yüzünde anlık bir parıltıdan ibarettir. Nitekim Bedeviler, Tuaregler, Beceliler ve Aborijinlerin hep aynı toplumsal kaderi paylaşması bir tesadüf değildir. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 45 Kaderin kaçınılmaz pençesinin her zaman yakında olduğu hissi, çöl insanında bir tevekkül geliştirir. Kadere direnmek yerine, bir erdem olarak kaderin çizdiği yola sessizce ve sabırla teslim olur. Çöl, üzerinde vatan kurmuş toplumlar için bir yerleşme yeri olmaktan öte, onların kutsal geleneklerinin bir muhafızı, dillerinin sadık bir bekçisi ve genişlemeci güçlerin saldırılarına karşı en önemli müdafaa hattıdır. Az sayıdaki su kaynakları, kavurucu sıcağı ve kıt yiyecek imkanları normal zamanlarda ciddi sıkıntı olsa da, zor zamanlarda “güvenilir müttefik”lerdir. Bu da çöl sakinlerinin yabancı boyunduruğuna kolay razı olmamaları anlamına gelir. Bu anlamda çöl insanı hürdür. Gerek kabile içi, gerekse kabileler arası düzeni sağlayacak birkaç töre dışında kural tanımaz, vergiye yanaşmaz, reaya olmaz. Çölde insan, mekânın baskısından kurtulur. Şehirli insan ise, mekânı değiştirir, şekillendirir, çürütür ve yeniden üretirken, esasında gittikçe mekâna teslim olur. Şehirde dün, bugün ve yarın “zamanın gayesi” sayılırken, çölde insan, “çadır bozarak geçmiş zamanı silebilir” ve üzerinde kudreti olmayan yarını bir hüsran olarak görmez. Çöl insanı şehirli insan gibi bir “mahpus” değildir. Şehrin canlı hayatı insanı bıktırır, ancak çöl bıkkınlı- 46 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 ğa müsaade etmez; insanı kendi hâline bırakmaz. Çöl, insanı uyanık ve tetikte tutarken, ruhu özgürleştirir. Çitlerle çevirecek bir arazisi olmadığı için medeniyetin “kötülüklerine” bulaşmamıştır o; Jean-Jacques Rousseau’nun ideal insanı burada müşahhaslaşmıştır. İslam’ın doğduğu Orta Arabistan havzası da tarih boyunca el değmemiş olmasını, elverişsiz çöl şartlarının dayattığı zorlu coğrafyasına borçludur. “Fusha”nın kaynağıdır. Bozulmamış Arapçası nedeniyle dil bilimcilerin saha çalışması yapmak için akınına uğramıştır. 10. yüzyılda İslam dünyasının en önemli Arapça sözlükleri bu havzada derlenmiştir. Hasılı, çöl bir çatışma yeri değil; dingin bir mekandır. İlahî güçle temas kurulduğuna inanılan çöl, bu yüzden de tarih boyunca tarihsel, toplumsal ve dilbilimsel malzeme toplayan birçok seyyahın okulu olmuştur. Kanı çekilmiş toprağında, nice kâşif, derviş, mecnun ve ermişi ağırlamıştır. Gündüz bir ışık denizini andıran çöl, aldatıcı sonsuzluk duygusuyla, huzur veren ürpertici sessizliğiyle tam bir çelişkiler coğrafyasıdır. Bu yüzden çölün dilini çözmek zordur. Kültür-Sanat-Edebiyat Sümeyye Özgen Yitik Değerimiz Samimiyet T anımak gerek! İhlas için, samimiyet için, sevmek için evvela tanımak gerek. Kendimizi, insanları ve en önemlisi de ömrümüzün, nefsimizin sahibini… O’nu bütün zatıyla, sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle bilmek... Kâinatı, insanı, yaratılmış en küçük zerreye varıncaya kadar her şeyi okuyup O’nu anlamak, tanımak ve tanıdıkça sevmek… O’nu sevmek, O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun için sevmek… Düştüğünde seni kaldıracağını bilip yalnızca O’na güvenmek… Baş başa olabilmek için uykudan geçmek ve sadece, derdin de devanın da sahibine anlatmak derdini… Gecenin karanlığında, seni izleyen bir Rabbin olduğunu hatırlayarak huzura durmak… Ve alnını değil, gönlünü koymak secdeye… “Kâfi olarak Rabbim yeter!” diyerek gözyaşı dökmek, el açıp yalvarmak… Dara düştüğünde: “La ilahe illallah” diyerek, sırtını seni asla terk etmeyecek olan Allah’a dayamak ve genişlemek… Nefsine zulmetmekteyken, nefsinin sahibini hatırlayıp O’na teslim olmak ve O’na yönelmek… Bağışlanmak için, bağışlamak nicesini… Ve kazanmak için rıza-i ilahîyi, feragat etmek cümlesinden... Ölümüm ve hayatım Rabbim içindir diyerek geçebilmek ömürden ve ölümden… diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 47 Nefsine zulmetmekteyken, nefsinin sahibini hatırlayıp O’na teslim olmak ve O’na yönelmek… Bağışlanmak için, bağışlamak nicesini… Ve kazanmak için rıza-i ilahîyi, feragat etmek cümlesinden... Ölümüm ve hayatım Rabbim içindir diyerek geçebilmek ömürden ve ölümden… Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et. (Hicr, 15/99.) İşte buydu samimiyet… İmandı, kulluktu, ihsandı. Kazanmak kadar kaybetmemek de mühimdi onu… Oysa bizler, yüzyıllar akıp gittikçe önce kendimizle aramızdaki samimiyeti kaybettik. En büyük mesafe, en büyük samimiyetsizlik “bizden içeri olan biz”le aramızdakiydi. İnsan evvela kendisini kandırır, evvela kendisine samimiyetsizleşir. Kendisine samimiyetsizleşen insan ise insanlara, en önemlisi de Rabbine karşı samimiyetsizleşir. Bir Müslüman her an Allah’ın huzurundadır. İbadet ederken, iyilik yaparken, suç işlerken… Her saniye en ufak hareketimizi, aklımızdan geçenleri bilen bir Rab ve din algısıdır Müslümanlık. Çağlar geçti ve biz unuttuk! Her an Rabbimizi görüyormuşçasına ibadet edebilmekken ihlas, bizler Rabbimizi görüyormuşçasına ibadet etmek şöyle dursun, O’nun bizi her an izlediğini bile unuttuk. Bunu unuttuğumuz vakit, her anı bilinçli bir şekilde yaşamaya ve izlendiğimizi bilip ona göre davranmaya kadar ulaşan hayâ ve utanç duygusunu da yitirdik. Müslüman için utanç ve hayâ insanın üstündeki en büyük kuvvetti. Kaybettik… Hayâ kaybolunca yerini; vefasızlığa, riyaya, suistimale, ikiyüzlülüğe, ihanete, yalana, aldatmaya bıraktı. Vicdanlar köreldi. Kendini aynaya baka baka kandıran insan, din kardeşine, insanlara ve en önemlisi Rabbine karşı yüzü kızarmaz bir duruma geldi. 48 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Uzaklaştık saadet asrına… Ve uzaklaştığımız her saniye Müslüman’ın kimliğinden bir şeyleri aşındırıp götürdü eşyanın çekiciliğine, dünyanın heva ve hevesine, süslenmiş günahların büyüsüne aldanmakta gecikmedik bizler de. Efendimiz gider gitmez kendimiz bile farkına varmadan gizli putlar diktik kalbimize, aklımıza, ruhumuza. İnsan kendi putunu kendi yapar ve putun en tehlikelisi farkında olunmadan tapılandır. Bizler çok sevdiğimiz her dünyalıkla birlikte, nice gizli putlar diktik. “İnandık ve itaat ettik” demenin, Rabbimizle aramızdaki samimiyet için yeteceğini sandık. Oysa mabetlerden putları devirenlerin açtığı yolda, onların ruhuyla yürüyebilmekti asıl Müslümanlık. Devirmekti Allah’tan gayrısını gönülden… Develeri gönlümüze bağlayarak durduk Rabbimizin huzuruna. Samimiyetsiz ve ihlassız vardığımız her secdede bir şeyler eksik kaldı. Farkındalığımızı yitirerek durduğumuz her kıyam, vardığımız her secde, tuttuğumuz her oruç kısacası bütün ibadetlerimiz, samimiyetsiz, içi boş ritüellere dönüştü. İçinden ruhu çekilince zulme dönüşen kurallar gibi, ibadetlerimiz de içinden ruh ve ihlas çekilince çoğumuz için içi boş ritüellere dönüştü. Sadece yapmış olmak için, vicdanen rahat olmak için yaptık belki de. Asıl mesele buydu aslında. Ne yaptığının farkında olmak… Rabbimiz: “Beni anmak için namaz kıl!” (Tâhâ, 20/14.) buyuruyordu. Sır buraday- dı, kaybettiğimiz samimiyeti arayacağımız yer burasıydı. Biz neden durduk huzura? Uykunun en tatlı anında uyanıp huzura dururken, oruç tutarken, hac yollarına düşerken… Aklımızda olan neydi? Cennet aşkı mı, cehennem korkusu mu? Gösteriş merakı mı? Yoksa sadece O’nu layık olduğu gibi “anabilmek” ve “rızasını kazanabilmek” mi? Sadece hesap ettiğimiz ve Allah’tan umduğumuz şey bizimdir… Sır buradaydı. Farkındalıkta, niyette ve niyetin samimiyetinde... Bizler her şeyden önce farkındalığımızı yitirdik Rabbimize ve İslam’a karşı. Söylediklerimizi, cümlelerimizi samimiyetsizlik noksanlaştırdı. İnançlarımızın gereğini tam olarak yapmadan, başkalarını inandırmaya çalıştık kendimize. Özü sözü bir olmakla yükümlü tutulan Müslüman’ın özüne riya yerleşince, sözü tesirini yitirdi. Bu yüzden karşımızdakine tesir edemedi sözlerimiz. Oysa Kur’an’ı hakkıyla okusaydık ve dinleseydik çağlar ötesinden seslenen Efendimizin sözlerini görecektik ve anlayacaktık ki, söze bile gerek yoktu bazı şeyleri anlatmak için. Hâl diliydi İslam… Konuşmadan, yaşayarak anlatılabilirdi... Yaşayamadığımız için anlatamadık... Kur’an’a olan saygımız, onu duvarlara asıp bırakmamıza, tozlu raflara terk etmemize engel olamadı. Bir Müslüman’ın yol ve hayat rehberi olan Kur’an, bırakıldığı yerde öylece kaldı yıllarca. Baş ucu kitaplarımız hep başka kitaplar oldu. Kısa ömrümüze nice kitaplar okuyup sığdırdık ama asıl kitabımızı okumayı, anlamayı, rehber edinmeyi erteledik hep. Sayfalarını eskitircesine okumak varken, çoğu kez sadece ölülerimizin ardından okuyup kenara bırakmakla yetindik. Bilenerek güçlenirdi iman... Sorgulamakla, aramakla, merakla, öğrenmekle, tanımakla ve nihayet yolun sonunda Rabbini bulmakla güçlenirdi. Kolaya kaçtık... Kulaktan dolma bilgilerle yaşamaya ve yaşatmaya çalıştık İslam’ı. Hâlimizle, hareketimizle tam bir Müslüman gibi davranamadık belki de. Sözüne güvenilmeyen, yaptığı işe, attığı imzaya itimat edilmeyen bir millet izlenimi, bir Müslüman algısı var çağımızda artık. Ümmet-i Muhammed’e benzemekten uzak bir ümmet durumundayız bugün. Ve bugün, insani ve İslami değer ve duyarlılıkların daha hızlı aşındığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kulaktan dolma bilgilerle yaşamaya ve yaşatmaya çalıştık İslam’ı. Halimizle, hareketimizle tam bir Müslüman gibi davranamadık belki de. Sözüne güvenilmeyen, yaptığı işe, attığı imzaya itimat edilmeyen bir millet izlenimi, bir Müslüman algısı var çağımızda artık. Ümmet-i Muhammed’e benzemekten uzak bir ümmet durumundayız bugün. Öyle ki, riyanın ve hilenin bir yaşam biçimi olarak benimsendiği, çıkarcılığın ve bencilliğin toplumsal hastalığa dönüştüğü bir çağ… Erdemin, ahlakın, ihlasın ve samimiyeti korumanın ne kadar zor olduğunu acı bir şekilde öğreneceğimiz bir çağ... Kutsal ve ilahî kavramların anlamlarının aşındığı, her şeyin maddeye indirgendiği ve dinin insani çıkarlara alet edildiği bir çağ… Çıkarsal ilişkilerin, sanal ve samimiyetsiz dünyaların, bencil duyguların, kısaca modernitenin çıkmazları içinde savrulup gittiğimiz bir çağ... Geçen yıllar ve içinde bulunduğumuz çağın şartları, müminlerin samimiyetini ve sadakatini yaraladı en çok. Oysa biz hâlâ farkında değiliz yitirdiklerimizin. Dinini, O’nun yüce kitabını, O’nun rasulünün sözlerini okumamakta ve bilmemekteyiz hâlâ. Okuyup bilenler okuduğunu uygulamakta, bildiği ile amel etmekte yavaş davranıyor. Amel edenler ise bu amellerinde yeteri kadar ihlaslı ve samimi olmakta zorlanıyor. Ameller kuru ve ruhsuz hareketlerden ibaret kalınca, hakiki bir mümin duruşu sergilenemiyor. Hakkıyla yaşanılamayan ve yaşatılamayan bir İslam, gönlün derinliklerinden taşan en samimi duygularla yaratana inanarak ve bağlanarak yapılamayan ibadetler, insanlar üzerinde tesirli olamıyor. İyi örnek olamayan, İslam’ı gereği gibi yaşatamayan Müslümanlıklarımız var şimdilerde. Gençlere ve İslam’a karşı olumsuz tutum ve davranışlar içinde olanlara, İslam en güzel örnekleriyle sunulabilseydi keşke. Gençlerimiz dinden soğumadan evvel “olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan” örnek Müslümanlar olabilseydik… diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 49 Kültür-Sanat-Edebiyat İbrahim Arpacı Yüzyılın İslam Kültür, Onur ve Hizmet Ödülleri İ nanmış birkaç insan ve o inanmış birkaç insanın girişimleriyle binlerce akademisyenin harmanladığı ve neticesinde dünya ve İslam medeniyetine bırakılan büyük bir eser; İslam Ansiklopedisi. Bilfiil yazımı 31 yıl süren bu eser 2013 yılı bitimi ile 44 cilt olarak tamamlandı. Bu eserin meydana gelmesi, geçirdiği süreçler itibarıyla kitabın muhteviyatı kadar değerli ve yâd edilesidir. Eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Tayyar Altıkulaç ve birkaç arkadaşının kendi aralarında yaptıkları istişare neticesinde böyle bir eser yazma kararı verilir. Onlar muhtemel ki bugün gelinen noktada girişimlerinin 44 ciltlik asırlara aktarılan bir eser ile neticeleneceğini bilmiyorlardı. Ama bildikleri bir şey vardı ki, Batılı müsteşrikler tarafından kaleme alınan İslam dini ve medeniyeti maddelerinin asla bir Müslüman âlimin kaleminden çıkmasıyla bir olmayacağıydı… 50 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Netice olarak bugün 500 temel kaynağın taranarak, 16. 848 maddeden oluşan, 2000’i aşkın akademisyen tarafından hazırlanan bu eser bir medeniyetin ihtişamlı göstergesi olarak göz kamaştırmaktadır. İşte böyle bir esere âyinedarlık eden, ona hadimlik yapıp, müelliflik görevi üstlenen; tüm gayret ve himmetlerini bu esere veren öncü şahsiyetleri taltif etmek gerekirdi. Bu mahiyette Yüzyılın İslam Kültür Onur ve Hizmet ödül töreni düzenlendi. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığımızın kuruluşunun ikinci yılında çalışmaları başlanan daha sonra daha büyük bir proje olarak devam eden; nihayet 2013 yılı itibariyle tamamlanan “Hadislerle İslam” eseri de birçok seçkin akademisyenimiz tarafından mesai mefhumu gözetilmeden büyük bir emek ve özveri ile İslam âlemine kazandırılmış oldu. Konu muhteviyatı bakımından sahasında ilk olan bu eserin ise kökeni 1925’e dayanır. Bir gün sonra Karesi Mebusu Ali Sururi Bey ve Denizli Mebusu Mazhar Müfit Bey, “Kur’an-ı Mübin’in tam bir istifade husule gelmesi için Ehâdis-i Şerife’den Kütüb-i Müsellemden hiç olmazsa Buhari-yi Şerif ve Müslim-i Şerif tercüme edilmelidir.” meyanında söylemde bulunurlar. Bunun üzerine aynı heyet asrın mesailinin dikkate alınarak konulu bir hadis külliyatının hazırlanması için ikinci bir önerge verilir ve bu önerge de oy birliğiyle kabul edilir. Osmanlı’nın hafızasıdır. Şimdiye kadar gerek ilim gerek kültür çevrelerinin ihtiyaç duymasına rağmen ancak İstanbul İl Müftülüğü binası bünyesinden düzensiz bir şekilde tedarik edebildiği “kadı sicilleri” akademik uzmanlardan oluşan bir kadro ile İslam kültür mirasına ve medeniyete kazandırılmış oldu. Ancak gelenekten gelen bir bilgi ve birikimin geleceği inşa edebileceği anlayışını kendine rehber etmiş her Müslüman için bu her üç eser, bir abide olarak meraklılarını beklemektedir. Bu görev Darülfünun Müderrislerinden Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye verilir. Babanzâde Ahmet Naim Efendi, mecliste alınan kararda tarif edilen eser yerine, şartlar elvermediği için Buhari’nin Muhtasarı, hâlâ önemli ve bir muhalled eser olan Tecrid-i Sarihi tercüme ve şerh eder. Ancak üçüncü ciltte ebedî hayata irtihal etmiş ve yerine Kamil Miras merhum devam etmiş olup, 1947 yılında tamamlamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığımızın büyük bir itina ile yürütmüş olduğu “Konulu Hadis Projesi” başlığı altında toplanmıştır. Bu eser, mevcut tasarlanan büyük projenin ilk çalışması olarak karşımıza çıkmaktadır. Binaenaleyh bu kapsamda gerçekleştirilmiş olan ve Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanımız Emrullah İşler, Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez ve birbirinden değerli, bu eserlerde emeği geçmiş ilim adamlarının katılımlarıyla münhasır bir tören icra edilmiş oldu. Bir diğer proje ise belki de bütün bir Osmanlı’nın başta hukuk, kültür, tarih, antropoloji gibi sosyal hayatına daha fazla ışık tutacak İstanbul Kadı Sicillerinin 40 defterlik neşrinin gerçekleştirilmesidir. Kadı sicilleri Osmanlı’nın en önemli hukuki belgeleri olarak kabul edilir. Öyle ki, “kadı sicilleri” Tören kadar eserlere yönelik verilen mesajlar da kıymettardı. Bu bakımdan Diyanet İşleri Başkanı Görmez bu günü bir iftihar günü olarak değerlendirerek onur duyduğunu belirtti. Devamla bu eserlerin dinî bilgi tarihimizde ölümden sonraki bir diriliş, (ba’su ba’de’l-mevt) tabiriyle yorumlayarak kıymetine atıflarda bulundu. Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Emrullah İşler ise: “Bugün burada, yarına iz bırakan hak ve hakikat önderlerinin bir araya geldiği tarihî bir toplantıya şahitlik ettiklerini” belirterek, herkesin gücü nispetindiyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 51 de bu ilim seferberliğine katılması gerektiği üzerinde durdu. Son olarak Başbakanımız ise “Medeniyetin özünün aşk ve o aşktan hâsıl olan ilim olduğunu belirterek, her ne hizmet ediliyorsa İslam adına ancak aşk gibi bir heyecanın buna kani olacağını” belirterek, “İslam Ansiklopedisi’nin bu meyanda sevgi, aşk ve ilim medeniyetinin 1435 yıllık serencamı olduğunu” belirtti. Ayrıca Sayın Başbakan’ın konuşmasındaki “ilim medeniyetimizdeki aklın bir ibadetidir” tespiti dikkate değerdi. Bu eserlere mihmandarlık eden Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Dr. Tayyar Altınkulaç, Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Prof. Dr. İsmail Erol Erünsal, Prof. Dr. Süleyman Ateş, Prof. Dr. Mehmet Sait Hatipoğlu, Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu, Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın’a ödülleri Başbakanımız tarafından takdim edildi… İstedik ki, bu ödül töreninde, taltife layık görülen âlimlerimizin görüş ve duygularını da alalım. Böylelikle bir ifade ile İslami hafızayı yazan bir neslin eserler hakkındaki görüşlerini de tarihe bir dipnot düşmek adına sizlerle paylaşmış olalım. Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu: “Diyanet İşleri Başkanlığımızın ‘Yüzyılın İslam Kültür Hizmeti’ olarak takdim ettiği bu çalışmalar, iddialı sunuma uygun düşmektedir. Uzun yılların emeği olarak ortaya çıkan bu eserler İslam Dünyasında şimdiye kadar gerçekleştirilemeyen projeler olmanın yanısıra, ülkemizde, özellikle İlahiyat ve diğer sosyal alanlardaki ilmî ve akademik birikimin ulaştığı seviyeyi ortaya çıkarması bakımından da önemli ve anlamlıdır. Bu birikim için bedeller ödenmiş, çileler çekilmiştir. Ancak gelinen nokta yüz ağartıcıdır ve bundan sonrası için sadece ülkemiz değil İslam Dünyası bakımından da ümit ışığı olacak düzeydedir. Başkanlığımızın buna benzer çalışmalara imza atması ümidi ile başarılarınızın devamını Cenab-ı Haktan niyaz ediyor, emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyorum.” Prof. Dr. Ali Bardakoğlu: TDV İslam Ansiklopedisi, her medeniyetin bir bakış açısı, öncelikleri ve kendini anlatan 52 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 bir dili vardır. Ansiklopediler medeniyetlerin aynası, toplumların hafızasıdır. İslam Ansiklopedisi de medeniyetimizi tanıma, yeni nesillere tanıtma, köklerimizden kopmama çabamızın adıdır. İslam Ansiklopedisi sadece ülkemizde ilim yolcularının rehberi değil, diğer dil ve lehçelere tercüme edildiğinde İslam coğrafyasında, Türk ve akraba topluluklar arasında bilgi ve duygu bağını perçinleyecek bir büyük proje. Hadislerle İslam ise Hz. Peygamber’in hadislerini bu zamanda, bu yüzyılda nasıl anlamamız, ondan ne gibi mesajlar çıkarmamız gerektiği konusunda rehber bir çalışma. 100 bin hadis rivayeti üzerinde 80 akademisyenin 8 yıl süren emeğinin meyvesi, yüz akı bir eser. Hadisin hangi konuyla ilgili olduğu da önemli; inanç, ibadet, sosyal hayat ve muamelat, şehir yönetimi, savaş ve dış ilişkiler, yargı vs. İşte bu farklı rivayetler arasında bağ kurulması ve onlardan mesajlar çıkarılması gerekiyordu. Hadislerle İslam’da bu başarıldı ve âdeta Müslümanların hadis hafızası tazelendi. İstanbul Kadı Sicilleri, sadece Osmanlı’nın hukuki, sosyal ve ekonomik hayatından bir kesit değil. Aynı zamanda tarihten devraldığımız mirasın iç bünyedeki dinamizmini gösteren, teorideki bilginin uygulamaya nasıl yansıdığının şahidi olan bir belge ve bu sahada çalışanlar için zengin bir kaynak. Bu eserlerin gün ışığına çıkmasına öncülük eden, destek veren, sorumluluk üstlenen herkese sonsuz teşekkürler. Hayata Dair Rukiye Karaköse Psikoterapist/Sosyolog ÇOCUK EĞİTİMİNDE ANNE BABA TUTUMLARI Ç ocuk bu âleme hiçbir şey bilmeden gelir. Sadece mizacı, yani ilk tepki eğilimleri ve bazı yatkınlıkları ile dünyaya doğar. Ona, bildiği her şeyi biz öğretiriz. Ailedeki iletişim biçimi ve anne babanın disiplin anlayışı, bir çocuğun eğitilmesinde en temel noktadır. Anne baba tutumları model alma ve özdeşleşme yoluyla çocuk tarafından benimsenir ve alışkanlık hâline gelerek kişiliğinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle anne baba tutumları çocuk eğitiminin temel taşıdır. Her ebeveyn kendi mizacına, eğitimine ve geçmiş yaşamına dayanarak farklı bir “anne baba tutumu” geliştirir. Yaygın anne baba tutumları şunlardır: Otoriter anne baba tutumu Aşırı otoriteye dayalı, katı disiplin anlayışına sahip anne baba tutumudur. Çocuğu daima kontrol altında tutan, kurallara sıkı sıkıya uymasını bekleyen anne baba tutumudur. Bu tutumda anne baba çocuğun doğru davranışlarını bile sürekli eleştirir, yanlış yaptığı zaman cezalandırır. Çocuk bu ortamda yetiştiği takdirde değer verildiğini ve olduğu gibi kabul edildiğini hissedemez. Aşırı koruyucu anne baba tutumu Çocuğa âdeta “bağımlı” olan, aşırı koruyucu, kollayıcı anne baba tutumudur. Çocuğun her işini anne baba üstlenir, her sorununu kendisi çözer ve oldiyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 53 gunlaşmasına, sorumluluk almasına izin vermez. Aşırı koruyucu bir ailede yetişen çocuk, bağımlı, kendine güveni olmayan, duygusal sorunları olan biri olarak büyür. Kendi kararlarını vermekte ve sorumluluk almakta zorlanır. Hayat boyu kendine bir “psikolojik koltuk değneği” arar. İlgisiz anne baba tutumu Çocuğa karşı ilgisiz, çocuğun maddi ve manevi ihtiyaçlarına karşı duyarsız, sevgi ve şefkati yetersiz, kontrolü gevşek anne baba tutumudur. Bu tarz ailede büyüyen çocukların durumu, biraz şansa kalmıştır. Bu çocuklar iyi bir arkadaş grubu içine girebileceği gibi kötü alışkanlıkları olan grupların içine düşerek birer suç makinesi hâline de gelebilirler. Çocuk, varlığı yeterince fark edilmez ve onaylanmazsa, sevilmediğini, önemsenmediğini düşünerek sevgi açlığıyla olumsuz davranışları daha kolay sergileyebilir. Tutarsız anne baba tutumu Bu tarz anne baba bazen aşırı hoşgörülü ve serbest, bazen engelleyici, baskıcı ve cezalandıran bir tutum içindedir. Bu aile ortamında kurallarda kararlılık ve süreklilik yoktur. Böyle bir anne babayla yetişen çocuk neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar veremez, hangi davranışın nerede, ne zaman yapılıp yapılamayacağını bilemez. Otokontrol geliştiremez. Dengeli anne baba tutumu “Demokratik, benimseyici tutum” olarak da anılan bu yaklaşım, ideal anne baba tutumudur. Dengeli anne baba destekleyici, hoşgörülü, güven verici, özgürlük tanıyan ve değer veren bir tutuma sahiptir. Böyle bir anne baba ile büyüyen çocuklar girişimci, güvenli, karar verebilen, sorumluluk sahibi, kendini yönetebilen, düşüncelerini rahatça açıklayabilen, çevreleriyle daha etkin ilişki kurabilen, özgür düşünebilen ve hissedebilen çocuklar olur. Dengeli, demokratik anne babalar, çocuklarını seven ve benimseyen, ilişkileri sevgi ve saygıya dayanan, sorunları konuşarak çözümleyen ebeveynlerdir. Çocukla ilgilenir, doğru davranışlarını takdir ve teşvik eder, yanlışlarını düzeltmesi için uyarır ve verdiği zararı telafi etmesine yardımcı olurlar. Böyle bir ailede büyüyen çocuklar da öğrendiği doğruları davranışlarına yansıtır, yanlışlardan kaçınır ve daha güvenilir bir kişilik geliştirebilir. 54 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Çocuğumuzu erkenden büyümeye zorlamak onu olgunlaştırmaz, aksine zarar verir. Ona çocukluğunu yaşama fırsatı vermek gerekir. Nelere dikkat etmeli Her ebeveyn çocuğunu doğru yetiştirmek ister. Yaklaşımımızdaki olumlu ve olumsuz yanları yeniden gözden geçirip hataları düzeltmek için hiçbir zaman geç değildir. Öncelikle çocuğunuzu olduğu gibi “kabul” ediniz. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla, eksiğiyle, fazlasıyla… Her çocuk aynı mizaçla doğmaz. Kimi tez canlı, kimi ağırkanlı, kimi içe dönük, kimi dışa dönüktür. Bazı davranışlar öğrenilebilir, mesela içe dönük biri iletişim yeteneğini geliştirip daha sosyal olabilir, kendini ifade edebilir. Ama orijinal mizacı değişmez ve “dışa dönük” birine dönüşmez. Bu, gerekli de değildir. Herkes kendi doğası içinde yapabileceğinin en iyisini yapar ve olabileceğinin en iyisi olursa zaten yeterince güzel bir sonuç ortaya çıkacaktır. Kabul etmek, onaylamaktan farklıdır. Mesela çocuk çabuk öfkelenen ve fevri bir yapıya sahip olabilir. Onun “kişiliğini” olduğu gibi kabul edebiliriz. Ancak öfkeli “davranış”larını onaylamak zorunda değiliz. Onu sakin biri olmaya zorlayamayız ama birine zarar vermesine de müsaade edemeyiz. Hz. Peygamber de etrafındaki Hz. Ömer, Hz. Ebubekir, Hz. Osman gibi farklı mizaçlara sahip dostlarının kişiliklerine hiç müdahale etmemiş ancak uygun görmediği davranışlarını uyarmıştır. 0-6 yaş arası çocuk eğitimi açısından çok önemli bir dönemdir. Bu dönemde kişiliğin yaklaşık üçte ikisi şekillenir. Çocuğun dünya tasavvuru bu süreçte oluşur. Bu dönemde çocukla ne kadar yakından ilgilenir ve güzel iletişim kurarsak onun ruh sağlığına o denli büyük bir yatırım yapmış oluruz. Çocuk, yaşadığını öğrenir. Ona iyi bir model olunuz. Ona ne verirseniz, size benzerini sunacaktır. Onda görmek istediğiniz (dürüstlük, sabır, sorumluluk, merhamet gibi) güzel özellikleri öncelikle siz sergilerseniz o da sizi taklit edecek ve özdeşim kurarak bu özellikleri içselleştirecektir. Kendi çocukluk yıllarınızı hatırlayıp onu anlamaya çalışın. O çağda neler hissettiğinizi, neler yaşadığınızı düşünün. Onun sizi ve endişelerinizi anla- Çocuğunuza zaman ayırın. Çoğu ebeveyn, çocuğunu kalpten sevmekle ve maddi ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmektedir. Özellikle yoğun çalışan anne babalar çocuklarına vakit ayıramadıklarından şikâyetçidirler. En azından akşamları onunla konuşmak, “Bugün okulda ne yaptınız, günün nasıl geçti?” gibi sorular sormak ve onu dinlemek gerekir. Birlikte alışverişe çıkabilmek, akşam yürüyüşleri yapabilmek, sınırlı zamanı etkin ve en iyi şekilde kullanabilmek önemlidir. Çocuğumuzu erkenden büyümeye zorlamak onu olgunlaştırmaz, aksine zarar verir. Ona çocukluğunu yaşama fırsatı vermek gerekir. Erken büyümek zorunda bırakılan hemen her çocuk yetişkinliğinde bunun hüznünü duyar ve bu durumun yol açtığı çeşitli sorunlar yaşar. ması zordur ancak siz, bir zamanlar çocuk olduğunuz için onu daha kolay anlayabilirsiniz. Ona empati ile yaklaşın ve onu “anladığınızı” mutlaka hissettirin. Her çocuk biriciktir. Kardeşler bile birbirinden farklı yapıda yaratılmışlardır. Her birinin ayrı yetenekleri ve özellikleri olacaktır. Hiç kimseyle kıyaslamayınız ve kalıba sokmaya çalışmayınız. Onların bireyselliğine saygı duyarak kendi gelişimini sağlamasına fırsat veriniz. Çocuğunuzu disipline edebilmek için -akla ve mantığa uygun- sınırları ve kuralları eşinizle (ailenizle) birlikte koyun. Koyacağınız kurallar uygulanabilir olmalıdır. Her aile için geçerli, standart kurallar yoktur. Çocuğunuzun yapısına ve yaşadığınız ortama uygun kuralları kendi tecrübenizle keşfetmelisiniz. Çocuklar büyüdükçe kuralları tekrar gözden geçirmeli ve gerekiyorsa esnetmelisiniz. Onun kendine yetebilen, güçlü bir kişilik sahibi olmasını istiyorsanız, olumlu davranışlarını onaylayıp destekleyiniz. Takdir ettiğinizi gösteriniz. Olumsuz davranışlardan vazgeçirmek için bu davranışların fazla üzerinde durmayınız. Çocuklar, ısrarla üzerinde durulan davranışları tekrarlama eğilimindedirler. Bazı davranışları yasaklamak yerine diğer olumlu davranışları desteklemeyi tercih ediniz. Çocuk yetiştirmek dünyanın en zor sanatıdır. Sabrımız tükenebilir, yorulabiliriz, zaman zaman çaresiz hissedebilir ve öfkelenebiliriz. Anne babalar da insandır, yaşadığınız ve hissettiğiniz duygulardan dolayı kendinizi suçlamayın. Arada bir nefes alabilmek için kendinize zaman dilimleri oluşturun. Sizin hayatınız size, onların hayatı da onlara aittir. Orta bir yol bulup kendinize de zaman ayırabilmeli ve kendinizi dinlendirebilmelisiniz. Çoğu anne baba kendine zaman ayırdığı zaman suçluluk duyguları yaşar. Oysa bu hem sizin ihtiyacınızdır hem de nihai olarak daha sağlıklı ve dinlenmiş bir anne baba, çocuk için de daha iyi birer ebeveyn olacak enerjiyi kendinde bulabilecektir. Çocuğumuzun da bizim de mutlaka eksik ve yetersiz olan taraflarımız vardır. Onu olduğu gibi kabul ederken kendinize haksızlık etmeyin. Ciddi bazı psikolojik rahatsızlıkları olanlar dışında hiçbir anne baba bilerek çocuğuna kötülük yapmaz. Bilmeden yaptığınız hatalar için kendinizi acımasızca yargılamayın. Hatasını fark edip bundan dönen ve telafi etmek için çalışan bir anne baba uzun vadede çocuğu üzerinde olumlu izler bırakabilir. Önemli olan, onu sevdiğinizi, değer verdiğinizi, olduğu gibi kabul ettiğinizi ve hata yapsa bile sevmeye devam edeceğinizi bir şekilde çocuğunuza hissettirmenizdir. Bunlardan emin olan bir çocuk büyük ölçüde mutlu ve huzurlu bir şekilde büyür ve sağlıklı bir birey olmaya doğru yol alır. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 55 Gezgin Dr. Mehmet Sılay Misal ve Visal Şehri İşbiliyye’den Sevilla’ya Endülüs İspanya Meydanı 56 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 E ndülüs, yani İspanya… İslam tarihinin arka odası... Belki de Müslümanların bir vakit sonra yine geliriz umuduyla emanet bıraktıkları ama bir daha dönemedikleri yadigâr ülke. Son 1000 yıldır üzerine Avrupa medeniyetinin inşa edildiği Endülüs, bugün farklı bir yönetim anlayışı ile karşımıza çıkıyor: Kuzeyde Bilbao, doğuda Barcelona ve güneyde Sevilla, eski adıyla İşbiliyye… Biz Sevilla’dayız. Geniş topraklarıyla Sevilla, Endülüs özerk bölgesinin başkenti, sekiz şehirden oluşan İspanyanın en büyük şehri… Konya’da Selçuklu sultanlarına “1204-1230” arası tam yirmi beş yıl danışmanlık yapan Şeyhu’l-Ekber Muhyiddin ibn el-Arabî eğitiminin büyük bir kısmını Sevilla şehrindeki medreselerde/üniversitelerde tamamladığını bilmek bize güven ve tanışıklık hissi veriyor. Caddeleri parselleyen köşebaşı mızıkacıları; aynı yolun sonunda yolları ayrı düşen Müslümanlar Hristiyanlar ve Yahudiler. Hepsi Sevilla’nin o dar ama tarih kokan sokaklarında size, inanç farklılıklarımıza rağmen “insanlık çatısı gibi büyük bir çatının fertleriyiz” diyorlar. Şehri gezerken burada zihin tarihimizin olduğunu bilmek, bizi mutlu ediyor. Yol boyunca portakal ağaçlarının sıralandığı, kumruların, güvercinlerin uçuştuğu parklarda mola veriyoruz. Caddelerine âdeta efsun dökülmüş gibi. Siz yürüdükçe caddeler sizi içine, derine çekiyor. Taş döşeli daracık sokaklar, birbiri ardına yaslanmış evler, Endülüs kültüründen kalma kapı kolları, bahçe duvarları, sonra Grostik mimariler, hepsi bir sokak boyunca size eşlik ediyorlar. Öyle ki, iki katlı konakların daracık balkonlarından sarkan sardunya çiçekleri, cennet temaşanızı biraz daha kuvvetlendiriyor. Daha bitmedi, geniş meydanlar, parklar, kuleler-katedraller ve merkezden uzaktaki mescitler… Taş-tuğla-ahşap karışımı ve dış cepheleri alçı süslemeleriyle bezeli evler hâlâ yaşamakta olan Endülüs İslam sanatının canlı şahitleri olarak karşımıza çıkıyor. Günün sonunda yolculuğumuz Müslüman ve Yahudi mahallelerinde sonlanıyor. Tüm bunlar uzun bir tarihi olan İspanya’nın aslında dinleri nasıl da özümsediğinin bir göstergesi olarak bize ayaküstü ders veriyor. Etnik kökeni farklı o kadar insanla yüz yüze bakışmanız oluyor ki, kendinizi insan tahlili yapmaktan alıkoyamıyorsunuz. Kalabalık meydanlarda ellerinde uzattıkları bir dal biberiye ile fal bakmak için yüzümüze gülerek bakan yerli çingene kadınlar yani cipsiler. Mahzun ama bir o kadar mağrur güneyliler, kendilerinden emin adımlarla yürüyen Meksikalı turistler. Caddeleri parselleyen köşebaşı mızıkacıları; aynı yolun sonunda yolları ayrı düşen Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler. Hepsi Sevilla’nin o dar ama tarih kokan sokaklarında size, inanç farklılıklarımıza rağmen “İnsanlık çatısı gibi büyük bir çatının fertleriyiz.” diyorlar. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 57 Altın Kule ve Triana Köprüsü tamamen bir Endülüs mimarisi. Bu mimari yapılar yaklaşık bin yıl önce islam mimarisinin nerede olduğunu görmek açısından önemli bir tarih vesikasıdır. Önemli olan da bu değil midir? Aklınıza bir an, “vatan dediğimiz şeyin insanın kendini yabancı hissetmemesi ona sahip çıkıp kültürünü, dinini orada yaşaması ve yaşatması değil midir” sorusunu getiriyorsunuz. Ardından tüm bu gördüğünüz güzelliklere ve insan manzaralarına Müslüman bir kimlikle “hu” zikri makamında “eyvallah” diyorsunuz. Sevilla veya Seviya, içinde ulaşımın sürdüğü el-Nehru’l-Vadil Kebir, İspanyol aksanıyla Guadalkuvir adlı nehrin iki yakasında kurulu büyük bir şehir. Diğer bir tespitle toplam 600 km. uzunluğundaki “Akan Büyük Su” -Guadalkuvir bugün sadece 80 km’lik atlas okyanusuna döküldüğü son kısmı taşıma ve ulaşımda kullanılıyor. Müslümanların bu şehirleri terk etmeden önce ne kadar kalıcı eserler bıraktığını anlamak için, nehir güvenliğine yönelik inşa edilen Altın Kule’nin nasıl bir işlev gördüğünü anlamak yeterli. Altın kulenin yanında, üzerinden geçtiğimiz, direkleri fenerlerle süslü Triana köprüsü yer alıyor. Genellikle kısa nehir turu veya üstü açık otobüslerle şehir turuna bu noktadan başlanıyor. Altın Kule ve Triana Köprüsü tamamen bir Endülüs mimarisi. Bu mimari yapılar yaklaşık bin yıl önce İslam mimarisinin nerede olduğunu görmek açısından önemli bir tarih vesikasıdır. Şu an Sevilla kalesinin çan katedrali olarak kullanılan eski Ulu Cami’nin görkemli minaresinden şehrin her tarafını seyretmek mümkün. Şehir turunda bu kuleye çıkıp şehri kuş bakışı izlememiş olmanın bir gezgin için büyük bir eksiklik olacağı muhakkak. Bu 58 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 yüzden büyük bir dikkat ve tarih bilinci ile gözlerimiz ve aklımızla bu kuleyi gözlemliyoruz. Bu kule Müslüman hâkimiyetinde iken yaşlı müezzinler ezan okumak için bazen katırla buraya çıkarlarmış. Hatta kulenin büyüklüğünden dolayı belirli yerlerinde dinlendikleri söylenir. Şehrin dikkat çeken diğer bir yapısı şüphesiz ki, bugün devlet konukevi olarak kullanılan El Kasr Sarayı. İspanyol şivesiyle Alkazar, işgalden yani Katoliklerin eline geçmesinden sonra Müslüman mimarlara yaptırılan bir saraydır. Sarayı gezerken rehberimiz tarafından ülkemizdeki bazı devlet büyüklerinin bu sarayda konuk edildiklerini öğreniyoruz. İspanyolların iftihar ettikleri meşhur yazar Cervantes’in, Don Kişot romanını şu karşımızdaki dar pencereli kraliyet hapishanesinde yazmış olduğunu bilmek, âdeta sizi romanın içine çekiyor. Öyle ki, eğer hayal yetiniz biraz sıra dışı ise kendinizi burada romanda bir kahraman ilan edebilirsiniz. Mesela geniş İspanyol meydanını kuşatan tarihî Karmen, Lavrens binası, uzun süre kapalı gişe oynayan “Yıldızlar Savaşı” adlı film için plato olarak kullanılmış. Son tahlilde Karmen Lavrens binası için devasa ama bir o kadar da estetik güzelliği olan bir yapı diyebiliriz. Endülüs’ten kalan bir mimari özellik var ki, Endülüs konaklarının avlusundaki poligonal-çok köşeli veya dörtgen havuzlar. Bukle-Burki denilen su dolu havuzların yüzeyine yeni koparılmış çiçekler döşenmiş. İnsan bu manzarayı görünce tüm günün sonundaki yorgunluğunu atabiliyor diyebilirim; çünkü burası insana olağan dışı bir zihni dinlenme hissi veriyor. Belki yapıların insanlar üzerindeki etkisine bu vesile ile şahit olmuş oluyoruz. Bu çiçekli havuzlar günümüze ulaşan birer Endülüs hatırası. Hatıralar özellikle biz Müslüman toplumlarında vefayı, hakşinaslığı temsil ederler. Bu nedenle Müslüman toplumun geçmi- şine sahip çıktığımızda aslında yitirdiklerimizi ya da unutmuş olduklarımızı hatırlarız. Ve bilakayt, burada bir ümmet şuuru ve Evlad-ı Fatihan’ın emanetine sahip çıkmak hissi uyanmış olur. Bizim de buraları gezerken hissettiklerimiz, bunlardan farklı değil. Endülüs’ün ışıkları sönmek üzere, güneş yelesini üstüne atıyor. Denizde duru bir kıpırdama. Şehir topluyor tüm tarihi içine kapanıyor. Bizler de valizlerimizi topluyoruz, toplanıyoruz, Endülüs’e dair ne edinmiş isek… diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 59 Din Görevlisinin Hatıra Defterinden Selami Kurt Alanya İlçe Vaizi Kırda Bir Kermes G üzel ülkemin her coğrafyasının farklı iklimi, farklı gelenek, örf ve âdeti var. Geniş anlamda büyük bayramları milletçe kardeşlik, birlik, coşku ve neşe içerisinde kutlarız. Dar kapsamda her bir yerleşim mekânı insanının kendine göre küçük kutlamaları, küçük sevinçleri olur. Görev yaptığım bölgede yer yer köy şenlikleri düzenlenir. Aynı köyün kültür havasını teneffüs eden insanlar belirledikleri bir yerde duygu ve düşüncelerini kendilerine göre doyasıya yaşarlar. Yaşam parçaları olan kültürlerini devam ettirmek, unutturmamak adına geçmişlerini geleceğe taşırlar. O köylerden bir köy. Sahilden biraz içerde, küçük, şirin bir köy. Gelenek hâline getirmişler köylüler, her yıl nisan ayının ortalarında bir köy şenliği düzenlerler. Belki nevruz kültürü devam ediyor, belki bahar duygusunun verdiği sevinç ile belki de toprağın canlanmasıyla yeşillikler arasından çıkan rengârenk çiçeklerin etkisiyle köy sakinleri köyden biraz uzakta, belirledikleri bir alanda, ormanların arasında şenliklerini yapıyorlar. Köy muhtarı, tertip heyeti, dernek üyeleri program için her şeyi düşünmüşler. Çekiliş için bilgisayardan bisiklete, ev eşyasından giyim eşyalarına kadar onlarca çeşit hediye, hazırlamışlar. Tertip heyeti ilçe erkânını da davet etmiş. Niyetlerine sağlık, özel olarak bizleri de davet etmişler. Kutlu Doğum Haftası içerisinde bulunuyoruz. Belki bir iki kelam ederiz diye davete icabet ediyoruz. Sabahın erken saatleri. Derneğin stantları kurulmuş, görevliler yerlerini almışlar, misafirler oyunları izliyorlar. Bir anons duyuyoruz. Görevli: - Kur’an kursumuzun kermesi vardır. Oraya da katkılarınızı bekliyoruz. 60 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Müftülüğümüze bağlı bir Kur’an kursumuzun o gayretli hoca hanımları da şenlik alanına kermes standı açmışlardı. Bayan öğrenciler gözleme ocaklarını kurmuşlar, pasta, börek, tatlı çeşitlerinin tümü, giyim bölümü… Mini bir kermes için her şey hazır. Tebrik ediyorum hoca hanımları, eşlerini, kurs öğrencilerini… Bu kadar olur. Kimin aklına gelirdi. Kermesleri hep duyardık, parklarda, caddelerde, kalabalık yerlerde… Ama böylesini ilk defa görüyorduk. Yerleşim yerinden uzakta, ormanların içinde, bir şenlik alanında, herkes eğlenip oynarken, bizim hoca hanımlar, acaba kursumuza ne kadar destek bulabiliriz, ne kadar sesimizi daha çok duyurabilirizin hesabını yapmışlar. Şenlik tüm hızıyla devam ediyor. Çekilişler başlamış. İsimler, numaralar tek tek okunuyor. Herkes dikkat kesilip ellerindeki kartların numaralarına bakıyor. Acaba bana ne çıkacak diye… Kermesin standındayım. Çekilişten kendisine hediye çıkan bazı şanslılar, hediyelerini kursun kermesine getirip bırakıyorlar. Teşekkür ediyoruz onlara bu nazik davranışlarından ötürü. Şenlik devam ediyor. Görevli, bizi anons ediyor. Müftülük adına bir iki kelam ediyoruz. Kutlu Doğum Haftası’ndan, kutlu doğumun sebebinden bahsediyoruz. Ellerimizde Efendimizi (s.a.s.) temsilen güller var. Herkes şenliğin havasındayken biz protokole, şenliğe gelen misafirlere gül takdim ediyoruz. Bu güllerle şenliğe başka bir güzellik katıyoruz. İnsanlar bizi ayakta alkışlıyorlar. Geleneğe göre her yıl bu şenliğe köyün ileri gelenlerinden bir “şenlik ağası” seçilirmiş. Öncesinde, ağalık payesi olsun diye, köy derneği, bir Şenliğin en güzel, en duygusal anı yaşanıyordu. Hoca hanımların, sevinçten ağladıklarını görünce, biz de gözyaşlarımızı tutamıyoruz. Halkımızdaki Kur’an sevdası, peygamber aşkı, hoca hanımlardaki Kur’an’a, peygambere, insanımıza olan hizmet aşkı, bu duygusal anları bize yaşatıyordu. tablo, levha, alem vb. bir nişane yaptırırlarmış. Şenlik alanında açık artırma ile satarlarmış. En yüksek fiyatı verip o alemi alan kişi, o yılın “şenlik ağası” olurmuş. Bu sene kutlu doğumu unutmamışlar. Yaklaşık üç metrekare ebadında, levha şeklinde bir halı üzerine Peygamberimizin ismini (Muhammed) kalp şeklinde, güzel bir kompozisyonla, bir de hadis-i şerif yazdırmışlar. Çok güzel bir eser ortaya çıkmış. Artık bu ağalık nişanesi, kim alırsa o kişi şenliğin ağası olacak. Açık artırma başlıyor. İki, üç, dört, derken sekiz bin liraya bir gönlü zengine kalıyor o güzelim levha. Biz tekrar anons ediliyoruz. Bu levhayı Efendimiz anısına, kutlu doğum anısına şenlik ağasına takdim etmemiz isteniyor. Yeni şenlik ağamız sahnede, mikrofon elinde, levhayı alıyor. Herkes pür dikkat ağayı izlerken, ağa: Şenliğin en güzel, en duygusal anı yaşanıyordu. - Bu levhayı Kur’an kursumuza hediye ediyorum, diyor. Rabbimizin, kullarını inayetiyle daha çok muvaf- Hoca hanımların sevinçten ağladıklarını görünce, biz de gözyaşlarımızı tutamıyoruz. Halkımızdaki Kur’an sevdası, peygamber aşkı, hoca hanımlardaki Kur’an’a, peygambere, insanımıza olan hizmet aşkı, bu duygusal anları bize yaşatıyordu. Sabahleyin gelip gelmemekte tereddüt ettiğimiz köy şenliğinde, Kur’an kursumuzun ismini duyuruyoruz, kutlu doğumdan, Efendimizden bahsediyoruz. Ağalık nişanesini kursumuza kazandırıyoruz. Hoca hanımları, öğrencilerini tekrar tekrar tebrik ediyoruz. Çalışmalarının, gayretlerinin devamını diliyoruz. Samimi düşünen zihinlere Rabbimizin geniş fikirler bahşettiğine, samimi yürünen yolda fak ettiğine şahit oluyoruz… diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 61 İz Bırakanlar Mesut Özünlü Veysel Oduncu Hocamızı Uğurlarken Y aşadıklarım bazen beni, insanların öldükten sonraki hâlleri ile yaşayış şekilleri arasında şaşırtıcıbir paralellik olduğu düşüncesine götürür. Bunu ilk defa Kahire’de, Hz. Hüseyin’e ait olduğu söylenen makam ile İmam Şafii Hazretlerinin metfun bulunduğu türbede fark etmiştim. Hz. Hüseyin’in kafasının gömülü olduğu rivayet edilen makam; tarihî Ezher Camii’nin yanı başında, Mescid-i Hüseyin’in hemen bitişiğinde yer alıyordu. Ne zaman bu makama uğrasam, sanki burada Hz. Hüseyin’in mübarek kafası değil de, hayatının çalkantılı bir safhası gömülüymüş gibi bir izlenime kapılırdım. Hemen her cuma namazından sonra birçok Kahireli bu makama doluşur; kimi yüksek sesle dua eder, kimi kendini tutamayarak galeyana gelir, feryat-figan eşliğinde kâh bağırarak kâh titreyerek kendinden geçerdi. Bazen bu keşmekeşliğin içerisine çocuk ağlamaları, kadın haykırışları ve uzaktan uzağa yankılanan dervişlerin zikir sesleri ile satıcı çığlıkları da eklenince; Hüseyin efendimiz sanki Sıffin’in tozlu dumanlı siyasi ortamında yitip gitmiş veya Kerbela’nın kızgın kumları arasında bin bir ıstırapla bitip tükenmiş gibi bir siluet ortaya çıkardı. İmam Şafii Hazretlerinin türbesine girdiğimde ise çok daha farklı bir ruh hâli ile karşılaşırdım. Işıl ışıl 62 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 kristal cam muhafazalı bir sandukadan türbenin kubbe ve tavanlarına doğru yayılan yemyeşil bir ışık dörtgeni; âdeta içinde bulunduğumuz zamandan bizi koparır, o büyük İslam düşünür ve fakihinin tedris soluyan nadide atmosferine doğru deruni bir seyahate çıkarırdı. Hemen her ziyaretçi sessizce içeriye girer, yarı ürkek yarı heyecanlı bir yüz ifadesiyle sessizce dudaklarını kımıldatır, sadece o büyük imamın mübarek ruhuna fatihalar göndermekle meşgul olurdu. Bu görüntü beni; sanki onun kadar okumuyor, onun kadar düşünmüyor, onun kadar İslam’ın ve insanlığın meselelerine kafa yormuyor oluşumuzun, dahası ödevini yapmamış bir öğrenci mahcubiyeti ile suspus oluşumuzun tütsülediği zarif ve flu bir akademik havaya sürüklerdi. 02 Ocak 2014 tarihinde saat 22.30 sularında vefat eden Veysel Oduncu hocamızın rahmeti Rahman’a ulaştığı anlar ile yaşadığı zamanlar arasında da müthiş bir paralellik göze çarpıyordu sanki. Hocamızın vefat ettiği gece perşembe, defnedildiği gün ise çok sevdiği cuma idi. Ilık ve hafif yağışlı bir kış sabahı bakan bürokrat, amir memur, işçi işveren yüzlerce kişi yavaş yavaş Diyanet İşleri Başkanlığının yanı başında bulunan ve yaklaşık sekiz ay önce ibadete açılan Ahmet Hamdi Akseki Camii’nin avlusunda toplanmaya başlamış, cuma namazından sonra Veysel Oduncu hocamızı son yolculuğuna uğurlamaya gelmişti. Hocamız, sağlığının yavaş yavaş bozulmaya başladığı günlerde bu caminin ibadete açıldığını ve iç tezyinatının çok güzel ve sade olduğunu duymuş, zaman zaman bu yeni camiye gitmeyi çok arzu etmişti. Ancak onun bu camiye gelişi, hayatta iken değil vefat ettikten sonra nasip olmuştu. Önce mevtaya ait tabutun önünde, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Sayın Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz hocamız samimi ve hepimizi duygulandıran bir konuşma yapmış; Veysel Oduncu Hoca Efendi’nin özellik ve güzelliklerinden söz etmiş, cemaatten iyi şahitlik ve helallik aldıktan sonra cenaze namazını kıldırılmıştı. O gün mevsim kış olduğu hâlde tıpkı hocamızın şefkat ve merhametini çağrıştırırcasına çok farklı, gayet latif ve yumuşak bir hava vardı Ankara’da... Kimdi Veysel Oduncu Hoca Efendi, nasıl bir insan- Hocamız; mümkün olduğunca alıcı değil verici, şikâyetçi değil şükredici, tüketici değil üretici olmuştur. dı, niçin bu kadar saygı ve sevgi görüyordu? O her şeyden önce samimi bir Müslüman, kitap ve ilim aşkıyla yanıp tutuşan bir hoca efendiydi. Hem ilmi hem ahlakı hem insani özellikleriyle örnek bir şah- siyetti. O bir Kur’an hafızı… Bir muallim… Bir hoca efendi… Aile reisliğinden çocuklarını yetiştirmesine kadar hemen her konuda model olmuş, sevenleri tarafından parmakla gösterilmiş bir mümtaz sima idi… Hizmetleri, sadece imamlık yaptığı mahalle ile sınırlı kalmamış, 1966-1983 yılları arasında Nazilli’de bir neslin yetişmesine öncülük etmiş; başta din görevlisi arkadaşlarına olmak üzere; çevresine, mahallesine, kısacası bütün bir ilçeye her hâliyle örnek olmuş bir güzel insandı. Veysel hocamız, 1927 yılında Afyon ilinin ve ülkemizin en eski ilçelerinden biri olan Bolvadin’de dünyaya gelir. Henüz beş yaşında iken mahallelerinde Bülbül Hoca olarak bilinen Ömer Efendi’den namaz sure ve dualarının yanında bazı kısa aşrı şerifler ile temel dinî bilgiler öğrenir. Aynı zamanda Ömer Efendi’den bidat ve hurafelerin dinimizde yeri olmadığına; Kur’an, mevlit ve sala gibi dinî kıraat ve okumalardan para alınmaması gerektiğine dair öğüt ve sohbetler dinler. Veysel hocamız, Ömer Efendinin bu konuşmalarından çok etkilenir. Bu sözler, görev süresi boyunca onun için bir yol, bir rehber, bir yaşam prensibi olur. Sadece devletin kendisine tahsis ettiği maaşın dışında, hiçbir dinî görev ve merasimden para almamayı ta o günlerde aklına koyar. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 63 Daha sonra Bolvadin’e yaklaşık 60 km mesafede Çay’dan daha büyük bir ilçe olan Nazilli Kur’an kurbulunan ve yetiştirdiği öğrencileriyle şöhreti bir sunda görev yapması konusunda ikna etmeye çahayli yayılmış olan Akşehir Kur’an kursuna gider lışır. Fakat Veysel hocamız, hizmetlerini doğup büve orada hafızlığını tamamlar, dinî bilgisini ilerle- yüdüğü bölge olan Bolvadin ve Çay civarında sürtir. Bu kursun hocası, İstanbullu Hoca olarak bili- dürmek istemektedir. Nazilli Müftüsü bu konuda nen Ardanuçlu Hacı Süleyman Özus Efendi’dir. Sü- ısrar edince, konuyu güvendiği dost ve hocalarıyleyman Özus Efendi aynı zamanda çok yönlü, nü- la müşavere etme yoluna gider. Nihayet kendisinfuzlu, umur görmüş bir Osmanlı beyefendisidir. den bir ara Arapça sarf ve nahiv dersleri aldığı Adil Gençlik yıllarında Sultan II. Abdülhamid’in saray Okur Hoca Efendi’nin “Aman evlat durma git, sen imamlığını yapmış bir şahsiyettir. 24 yıl Yıldız ve Nazilli gibi büyük yerlerde daha iyi hizmet ederTopkapı sarayı ile Sultanahmet Camii’nde imamet sin” sözleri karşısında hiçbir şey söylemez. Sevip görevini üstlenmiş; Mısır’da yapılan Kur’an oku- saydığı hocasının bu teşvikinde bir hayır olduğuma yarışmasında birinci olmuş,devrin Mısır kralı- nu düşünür ve 1966 yılında Aydın’ın Nazilli ilçesinın elinden nişan ve ödül almış birkurrahafızdır. ne göç etme kararı alır. Bugün mezarı Akşehir’de, Nasrettin Hoca türbesine Nazilli yılları, hoyaklaşık otuz metcamızın hayatınre uzaklıkta buluVeysel Hocamızın hizmetleri sadece imamlık yaptığı mahal- da; çocuklarını ve nan aile kabristanle ile sınırlı kalmamış, 1966-1983 yılları arasında Nazilli’de öğrencilerini yelığındadır. tiştirdiği, dinî ve Ardından Bolva- bir neslin yetişmesine öncülük etmiş; başta din görevlisi hayrî hizmetlerini din’e yakın bir arkadaşlarına olmak üzere; çevresine, mahallesine, kısayoğun şekilde sürkomşu ilçe olan cası bütün bir ilçeye her hâliyle örnek olmuş bir güzel in- dürdüğü en verimÇay’ın Bulanık köli zaman dilimiyünde imam ola- sandı. dir. Hocamız burarak çalışmaya başda, önce şehrin önemli ibadet merkezlerinden biri lar Veysel hocamız. Burada hem imamlık yapar olan Hacı Ethem Camii’nde imam hatiplik görevi hem yeni açtığı Kur’an kursunda öğrenci yetiştirir. yapar. Yaklaşık iki ay sonra Nazilli eşrafından bir O yıllarda Çay ilçe Müftüsü olan Tahsin Tural Çalış, grup insan, Veysel hocamızın cevherini keşfetmekhocanın bu Kur’an kursu hizmetinden çok memnun kalır. Bu hizmeti daha verimli hâle getirmek te gecikmez. Onun, şehrin ortasında yer alan Koca için resmileştirir ve kendisini kadroya almayı tek- Cami’nin tam karşısında, Müftülük binasının bitişiğindeki Kız Kur’an Kursunda görev alması için lif eder. müracaatta bulunur. Artık Hoca Efendi, bir yandan Daha sonra Çay ilçesinden isterler Veysel hocayı… kız Kur’an kursunda geleceğin temiz, inançlı nesilO zaten hiçbir zaman kendisi bir görev almak, bir lerini yetiştirmekte, diğer yandan Nazilli Hayırseyere gelmek taraftarı değildir. Sadece istenilen yere venler Derneği’nin muhasebe işlerini yürütmektegitmek, hizmete ihtiyacı olan yörede bulunmak ardir. 1970’li yılların ortalarına doğru faaliyete geçezusundadır. Burada, Çay ilçesinde Kur’an kursu öğreticisi olarak beş yıl hizmet eder. Ancak o gün- cek olan Nazilli İmam Hatip Okulunun arsa temilerde Ankara yolculuğundan dönen devrin Nazilli ni, plan-proje ve inşaat işlerini de bu dernek aracılıMüftüsü Kadir Samsun, Çay’da görev yapan Veysel ğıyla başlatmıştır Veysel hocamız. Bir gece arkadaşOduncu hocamızı ziyarete gelir. Yaptığı hizmetleri larıyla birlikte çarşı esnafından Uluborlulu Halıcı yerinde inceler ve memnuniyetini ifade eder. Onu, Hacı Ahmet (Gürler) Efendi’nin dükkânında İmam 64 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Hatip Okulu Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ni kurar. Bu derneğin yaptığı hizmet ve faaliyetler sayesinde, 1969 yılında Nazilli İmam Hatip Lisesi’nin ilk temelleri atılır. Veysel hocamız. Buna rağmen o, yazmayı değil hep okumayı tercih etmiştir. O, okumaktan ve hizmet etmekten yazmaya zaman bulamamıştır desek, kanaatimce daha doğru olur. Okulun sadece yapım ve inşaat işlerinin takipçisi değildir hocamız. 1974 yılında açılan bu çiçeği burnunda eğitim yuvasının daha çok işi vardır. Birçok öğrencinin yatılı kalma ve barınma ihtiyacı… Isınma, odun kömür, yiyecek içecek… Sonunda bir hizmeti daha omuzlamak gerektiğini fark eder. Okulun yatılı öğrencilerinin kaldığı alt katta fahri olarak yurt müdürlüğü görevini yürütmeye başlar. Öğrencilerin ihtiyaçlarıyla tek tek ilgilenir Veysel hocamız. Bir de okul binası daha henüz yarımdır. Sadece yurt olarak kullanılan alt kat, bir de beş altı derslikten ibaret olan üst kat… Ve en önemlisi öğrenciler… Sınıfların yetersizliği, sıra, masa, yazı tahtası… Halkın talebi her geçen gün bu okula artmakta ama okul bu artan talebe yetişememektedir. Ardından bir kat daha yapılmasına karar verilir. Bu sefer rahatlamıştır, çocuklarını bu yeni dinî okulda okutmak isteyen veliler… Veysel hocamızın oğlu Mehmet de bu öğrencilerden biridir. Ama nasıl bir öğrenci… Okulun en efendi, en akıllı, en çalışkan öğrencisi… Okul birincisi… Veysel hocamızın en belirgin vasıflarından birisi kanaatkâr oluşudur. Yazının girişinde de kısmen değinmeye çalıştığımız şekliyle, o maaşının dışında hiçbir dinî görevden para almamıştır. Devletin kendisine takdir ettiği maaşla kıt kanaat geçinmeye ve çocuklarını okutmaya çalışmıştır. Dahası o, çocuklarının herhangi bir kurumdan burs almalarına bile razı olmamıştır. Küçük kızı Nuray Hanımın anlattığına göre, İlahiyat Fakültesi’nde okurken kendisine özel bir kurumdan burs alabilir miyim diye sormuş; Veysel hocamız da bunun üzerine, “Kızım o burslar fakir ve muhtaç kimseler için veriliyor. Bizde çok şükür öyle bir durum söz konusu değil” diyerek bu teklifi geri çevirmiştir. Elbette yedi çocuğun hepsi birden çeşitli okullarda okuyunca, zaman zaman çok zorlandığı günler olmuştur. Böyle durumlarda Bolvadin’de bulunan arazilerini satmış, çocuklarına sıkıntı hissettirmemeye çalışmıştır. Hatta Nazilli’deki oturduğu evi de bu arazilerden bir kısmını satmak suretiyle satın almıştır. Kısacası hocamız; mümkün olduğunca alıcı değil verici, şikâyetçi değil şükredici, tüketici değil üretici olmuştur. Veysel Oduncu Hoca Efendi’nin özellikleri, sadece bunlardan ibaret değildir. O aynı zamanda çok iyi bir okuyucu ve kitap dostudur. Bu okuyuculuk ve dostluk, öylesine söz gelimi söylenmiş bir ifade değildir. Onun hem Nazilli’deki hem Ankara’daki evlerinin bütün duvarları kitaplıktır. Hocamızın bu özelliğini bilmeyenler, biz bir eve mi geldik yoksa bir kütüphaneye mi tereddütünü yaşayabilirler. O sadece okuyup geçmez; sayfaların kenarına şerh düşer, şayet kuşkulu bir durum söz konusu ise o konuyu araştırır. Okuyup bitirdikten sonra da kitabın en arka sayfasındaki boşluğa, kitabın genel özelliği, konusu ve ilmî değeri hakkında kanaat ve izlenimlerini yazar. Müellif veya yazarına dua eder; arada bir tenkit edilmesi gereken bir yorum veya düşünce varsa, onu da açıkça belirtir. Daha sonra tarih atar ve imzalar. İlmen dolu bir şahsiyettir Veysel hocamız, onca hayırlı hizmetinin ardından 1983 yılında emekli olduktan sonra Nazilli’den ayrılmış Ankara’ya yerleşmiştir. Bu yerleşmenin sebebi ise çocuklarıdır. Onlara hem iyi bir babalık yapmak, hem en iyi şekilde okuyup yetişmelerine katkıda bulunmak içindir. Eşi Döndü Hanımefendiyi 2003 yılında rahmeti Rahman’a uğurlayan Veysel hocamız, vefatına kadar Ankara’da oturmayı tercih etmiştir. Vefatının son günlerine kadar neredeyse misafir eksik olmayan hocamızın evi, özellikle hafta sonları çocukları, torunları, çocuklarının arkadaşları ve sevenlerinin ziyaretleriyle âdeta dolup taşmıştır. Rabbim mekânını cennet, kabrini pür nur eylesin. Ailesine ve sevenlerine sabrı cemiller bahşeylesin. Âmin. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 65 Tarihten Sayfalar Prof. Dr. Adnan Demircan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Dünyasında İlk Fitne Yılları: Kılıçların Gölgesinde Çözüm Arayışları “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah âdil davrananları sever.” (Hucurat, 49/9.) H z. Osman’ın şehadeti, Müslümanlar arasında tahmin edilemeyen derin bir kriz doğurdu. Halife’nin şehadetinden sonra ilk yapılması gereken şey, iktidar boşluğuna mahal bırakmadan onun yerine birisini seçmekti. Asiler, kendi aralarından birisini halife seçemezlerdi; zira böyle bir kişiye kimse biat etmezdi. Bunun için Medinelilere baskı yaparak bir halife seçmelerini istediler ve halifenin belirlenmesini sağlamak amacıyla ileri gelenlerle görüşmeler yaptılar. Hz. Ali, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, halife adayı olarak ilk akla gelebilecek isimlerin başında geliyorlardı. Asiler, üçüyle görüşmeler yaptılar. Ancak bu kriz ortamında kimse halife olmak istemiyordu. Halifenin karşı karşıya kalacağı en büyük sorun, kısa süre içinde siyasi parçalanmışlığa maruz kalan ümmetin birliğini tekrar tesis etmekti. Nihayet birkaç görüşmeden sonra Hz. Ali, halife olmayı kabul etti. Böyle zamanlarda görev kabulü, ateşten gömlek giymek anlamına geliyordu. Osman’a karşı olan Ensar’ın önemli bir kısmı da Hz. Ali’yi desteklediler. Nitekim Hz. Ali, vali atamalarında onları dikkate aldı. Siyasi tercihleri sebebiyle parçalanmış bir ümmet Hz. Osman’ın katline karşı olan grup da -Hz. Ali’yi destekleyenlerde olduğu gibi- yeknesak bir yapıya sahip değildi. Kuşkusuz bu grubun başında Ümeyyeoğulları ailesi geliyordu. Hz. Osman’ın katli sırasında aile mensuplarından Medine’de bulunanların çoğu ile diğer eyaletlerde bulunanların bazıları, Mekke’ye giderek orada toplanan muhalefet grubuna katıldılar. Ailenin önemli isimlerinden biri olan Muaviye ise valilik yaptığı Şam’da, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması talebiyle Hz. Ali’ye biat etmeyi reddetti. Hz. Ali halife olduğunda ümmet, kabaca üç gruba ayrılmıştı. a. Hz. Ali’ye biat edenler ve onu destekleyenler Birinci grup, Hz. Ali’ye biat edenlerden oluşuyordu. Ona biat edenlerin çoğunluğu fitnenin içinde yer almayan kesimler olup, esasen bunların siyasi bir iddiası ya da -istikrar dışında- beklentileri yoktu. Bundan dolayı şura ehli olarak kabul edilen Medinelilerin biat ettikleri yeni halifeye itaat etmekte tereddüt göstermediler. Hz. Osman’ın son dönemdeki bazı icraatları sebebiyle Hz. 66 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Yeni Halife’yi destekleyenler arasında yer alan bir grup da Hz. Osman’a muhalif olanlar ya da öldürülmesine doğrudan ya da dolaylı katılanlar veya öldürülmesini destekleyenlerdi. Nitekim Kûfe’den gelen muhaliflerin lideri konumunda olan Eşter en-Nahai gibi bazı kimseler, yeni yönetimin oluşum sürecinde aktif olarak siyasetin içinde yer almaya devam ettiler. Bu kişiler, Hz. Osman’ın şehadetine sebep olmalarından dolayı, muhakeme edilmelerini engellemek için siyasi süreçte belirleyici olmaları gerektiğini biliyorlardı. Eşter, Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz. Ali’nin önemli bir komutanı olarak yer aldığı gibi, daha sonra Hz. Ali tarafından Mısır’a vali olarak gönderilmiş; ancak Muaviye’nin bir adamı tarafından zehirletilerek öldürülmüştür. b. Hz. Osman’ın öldürülmesine karşı olanlar Aralarında, -halife olduğu sırada Hz. Osman’ın bazı icraatlarına muhalefet eden- Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr gibi ashabın ileri gelenlerinden bazılarının da bulunduğu muhalifler, Mekke’de bir araya gelerek Hz. Ali’yle mücadele etme kararı aldılar. Basra ve Mısır gibi eyalet merkezlerinde bulunan ahalinin bir kısmı ise Hz. Osman’ın şehadetine muhalefet ettikleri için durumun netleşmesini beklemeye karar verdiler. c. Tarafsız kalmayı tercih edenler İslam ümmetinin bazı mensupları ise fitneden uzak kalmayı tercih ettiler. Sayısal olarak çoğunluğu oluşturmasalar da aralarında önemli sahabiler vardı. Ancak bir grup olarak hareket etmiyorlardı. Öte yandan tavırları Müslümanları birleştirmeye de yetmiyordu. Onlar arasında şura ehlinden olan Sa’d b. Ebi Vakkas’ın yanı sıra Üsame b. Zeyd ve Ebu Musa el-Eş’ari gibi isimler dikkat çekmektedir. Birinci iç savaş: Cemel Vakası Hz. Ali, istikrarı sağlamak için çaba harcadıysa da birliği sağlayabilecek etkili bir adım atamadı. Kendisine muhalefet edenlerden karşı karşıya geldiği ilk grup, Mekke muhalefetiydi. Hz. Âişe’nin sembolik liderliği etrafında toplanan, Talha ve Zübeyr’in öne çıktığı ve Ümeyyeoğullarından bazı kimselerin de aralarında bulunduğu bu muhalifler, Mekke’de toplanarak yaptıkları bir dizi görüşmeden sonra Basra’ya gitmeye karar verdiler. Tezlerini iki temel eleştiri üzerine oturtmuşlardı: Birincisi mazlum olarak öldürülen Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması, ikincisi Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmak için adım atmadığını söyledikleri Hz. Ali’nin olağanüstü bir ortamda halife seçilmesinin kabul edilemeyeceğiydi. Hz. Ali, onlarla Basra yakınlarındaki Hureybe’de savaştı. Çatışmaların Hz. Âişe’nin devesinin etrafında yoğunlaşması sebebiyle Cemel vakası olarak isimlendirilen bu savaş, Müslümanlar arasında meydana gelen ilk iç savaştı. İki tarafın liderleri de Müslümanların mümtaz şahsiyetleriydi. Ancak Müslümanları karşı karşıya getirmeden sorunu çözebilecek bir yöntem geliştiremediler. Hayatını kaybeden Müslümanlar arasında savaş alanında öldürülen Hz. Talha ile savaş alanından ayrıldıktan sonra İbn Cürmuz tarafından öldürülen Hz. Zübeyr de vardı. (Cemaziyelahir 36/Aralık 656.) İkinci iç savaş: Sıffin Hz. Ali, Cemel vakasından sonra Kûfe’ye giderek burayı devletin başkenti yaptı. Buraya geldikten sonra âsi olarak gördüğü Muaviye b. Ebi Süfyan’a karşı harekete geçmeye karar verdi. Daha önce birbirlerine birçok mektuplar göndermişler; ancak Muaviye biat etmeyi Hz. Osman’ın katilleri koşulu- na bağladığı için sorunu barış yoluyla çözememişlerdi. Dahası, zaman geçtikçe güçlenen Muaviye, artık Hz. Ali’nin hilafetini de sorgulamaya başlamıştı. İki ordu, Suriye ile Irak arasında bulunan Sıffin’de karşı karşıya geldiler. Aylarca süren görüşmeler ve küçük çatışmalar sonuç vermeyince Hz. Ali ordusuna saldırı emri verdi. Yoğun saldırıların olduğu ve gece de devam eden çatışmaların sonunda Amr b. el-Âs’ın tavsiyesiyle Muaviye’nin adamlarının Kur’an’ı havaya kaldırarak, “Aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun.” çağrısı etkili oldu. Hz. Ali, ordusunun çoğunluğunun ısrarı üzerine savaşı durdurmak zorunda kaldı. (9-10 Safer 37/27-28 Temmuz 657.) Kur’an’ın hakemliğine davet, sorunun hakemler eliyle çözülmesi kararıyla sonuçlandı. Ancak tahkim görüşmeleri, sorunu çözmek bir yana, Hz. Ali’nin ordusunda yeni bölünmelere sebep oldu. Üçüncü iç savaş: Nehrevan Tahkimin kabulü üzerine “Hariciler” olarak isimlendirilen bir grup, Hz. Ali’nin ordusundan ayrılmaya karar verdiler. Hz. Ali önce onları kendisiyle birlikte Kûfe’ye gitmeye ikna etti. Ancak hakemlerin görüşme yapmak üzere sözleşilen yere gönderilmesi üzerine Hz. Ali’den ayrıldılar. Bu grup ile Hz. Ali arasında meydana gelen Nehrevan savaşından önce Haricilerin çoğunluğu, savaş alanından ayrıldı. Orada kalanların çoğu öldürüldü; önemli bir kısmı da yaralı olarak kurtuldu. (9 Safer 38/17 Temmuz 658.) Çatışmalar başlamadan Nehrevan’dan ayrılan Hariciler, daha sonra yaptıklarından dolayı pişmanlık duydular. Bu grup, Hz. Ali döneminde birçok küçük isyan çıkardılar. Nihayet meydana gelen hadiselerin sorumlusu olarak gördükleri Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. el-Âs’ı öldürmeye karar verdiler. Muaviye ve Amr’a karşı gerçekleştirilen suikast başarılı olamadı. Ancak Hz. Ali, uğradığı suikasttan birkaç gün sonra vefat etti. (19 Ramazan 40/26 Ocak 661.) Hz. Ali’nin hilafet yılları, Müslümanların başında saygın liderler olmasına rağmen, duyguların yönlendirdiği iç savaşlarla ve çatışmalarla geçti. Süreç, dönemin en önemli âlimlerinden biri olan Hz. Ali’nin gelişmeleri kontrol etmesine imkân vermedi. Sonraki yıllarda duyulan pişmanlıklar ise sonucu değiştirmedi. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 67 Örnek Projeler Halime Karabulut “Dost elinden gel olmazsa varılmaz Rızasız bahçenin gülü derilmez Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez Gönülden gönüle giden yar oy.” Neşet Ertaş Gönülden Gönüle Projesi İ lk bakışta hemen görülmese de, her gönüle giden bir yol vardır. Dışa kapalı, sert veya gizemli de dursa, her gönlün insana “gel” diyen bir yanı vardır. İnsanların gönlüne giden bu yolu bulmak için gayretli ve gönüllü olmak gerekir hizmet yolunda. Kırıkkale’den gönüllü bir ekip, insanların gönlünü kazanmaya gönül vermiş bir ekip, F. Zeynep Belen, İbrahim Sağlam, Şükran Koçak, Semra Ceylan ve onlara desteklerini esirgemeyen il/ilçe müftüleri ile çalışma arkadaşları. Bu ekip, Aile İrşat ve Rehberlik Bürosunu aktif hâle getirmek için bir araya gelip beyin fırtınası yoluyla “yaşayan aile değerleri” konusunda bir proje yapmaya karar verirler. Projenin amacı, uzun yıllar evli kalan çiftlerle röportaj yapmak, “mutlu ve uzun evliliğin” altında yatan manevi değerleri ortaya çıkarmak olacaktır. Bunun için de Kırıkkale merkez ve ilçelerinde yaşayan, çevresi tarafından örnek aile olarak tanınan sekiz aile tespit edilir. Proje kapsamında, ilçe müftülükleri ve din görevlileri ile irtibata geçilerek her ay bir aileyi ziyaret etmek suretiyle çiftlerin örnek bir aile olarak sergiledikleri davranışlar, geleceğe aktardıkları ailevi değerler konusunda röportaj yapılır. Proje koordina- 68 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 törü F. Zeynep Belen bu süreci şöyle anlatıyor: “Aile İrşat ve Rehberlik Bürosu olarak biz bir gönül ekibiydik. Daha önce hiç tanımadığımız evlere misafir olacaktık. Birbirlerine gönül vermiş ve bir ömür boyu bu sevgi ve hürmeti devam ettirmiş çiftlerdeki bu eskimeyen değerleri öğrenecek ve bunu yeni evlenecek çiftlere aktarmak için çalışacaktık. Bu düşüncelerle projemizin adının “Gönülden Gönüle” olmasına karar verdik. Aileleri bulmamızda ilçe müftülerimiz ve din görevlilerimiz bizlere çok yardımcı oldu. Her ay bir ilçemizdeki aileyi ziyaret etmek suretiyle sekiz ay boyunca projemizi gerçekleştirdik. Gönülden gönüle ekibi olarak gittiğimiz her eve Başkanlığımız ve Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlarından derlediğimiz kitapları hediye ettik. Röportajlarımız sırasında misafirperver ve sıcakkanlı Anadolu insanımızla güzel iletişimler kurduk. Yaptığımız röportajlar neticesinde uzun ve kaliteli evliliğin sırrının “sabır, kanaat, hoşgörü, sevgi, sadakat ve yardımlaşmadan geçtiğini bir kez daha gördük.” İşte bu örnek ailelerden bir tanesi, 41 yıllık evli, Emine-Ali çifti. Proje ekibi, evlerine misafir oldukları bu örnek çiftin kendilerine aktaracakları bilgi ve tecrübeleri duymak için sabırsızlanır âdeta. 41 yıl aynı yastığa baş koymak, hastalık ve sağlıkta, hüzün ve sevinç anlarında birbirlerini yalnız bırakmayan ve kırk bir kere maşallah dedirten örnek bir hayatın sırrı nedir acaba? Gönülden Gönüle ekibi öncelikle “mutlu bir evliliğin sırrı nedir?” sorusunu yöneltir çifte. Emine teyze hemen söze başlar: ‘Kızım, bütün sır sabretmekte’ der ve Ali amcanın evliliğin ilk yıllarında alkol kullandığını, kendisine zaman zaman şiddet uyguladığını anlatır. Emine teyze bu bilgileri paylaşırken eşi mahcup oluyor. Geçmişe ait duyduğu pişmanlık, yüzüne yansıyordu. Emine teyze bu açıklamalarından sonra, tövbenin dünya ve ahiret hayatındaki izdüşümlerini kendi hayatlarından örneklerle tatlı tatlı anlatıyordu. Bu arada Gönülden Gönüle ekibi Ali amcadan bu süreci kendilerine anlatmalarını rica eder. Ali Amca anlatmaya başlar: “Her gece rüyamda çukura düştüğümü görüyordum. Emine Hanım, her seferinde beni çukurdan çıkarıyordu. Bu rüya defalarca tekerrür edince, alkol kullanmamaya karar verdim. Eşime bir daha kötü davranmayacağıma söz verdim.” Emine teyze, aile içi iletişimi besleyen en önemli unsurun güven olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: ‘Biz eskiden bir sorunla karşılaştığımızda, büyüklerimize danışırdık. Şimdiki gençler bizi dinlemiyor.’ Emine teyze günümüzdeki eş seçme kriterlerini de mutsuz bir evliliğin sebebi olarak görüyor. “Önceden eş seçiminde ‘güzel ahlak’, ‘Allah korkusu’ gibi hususlara dikkat edilirdi. Şimdikiler önce “Ne iş yapıyor?” sonra da; “Kaç lira maaş alıyor?” diye soruyorlar. Bir insan ne kadar maaş alırsa alsın, onda Allah sevgisi ve korkusu yoksa evlendikten sonra ailesinin kıymetini bilmez.” diyor ve “Allah’tan korkmayanın, kuldan da utanmayacağını” belirtiyordu. Son olarak Ali amca da gençlere şu mesajları veriyordu: ‘Alkol kullanmayın, çalışın ve dürüst olun.’ Gönülden Gönüle Projesi ekibi, 41 yıllık sevgi, saygı, sabır, kanaat ve sadakatle örülmüş bu değerler mozaiğinden yeni nesillere aktaracakları damıtılmış tavsiyeleri almıştı. Gönülden Gönüle Projesi kapsamında yapılan ziyaretlerden ve bu çiftlerle yapılan röportajlardan sabır, emek, kanaat, değer… Ve daha nice güzelli- ği bir arada görmek mümkündür. İşte bu örnek ailelerden bir diğeri, 90 yaşlarındaki Aliye-Mevlüt çifti. Hikâyelerini Proje koordinatöründen dinleyelim: “Bu sevimli çift, güler yüzle evlerine davet ediyorlar bizleri. Sıcacık bir sohbet havası içinde, nasıl evlendiklerini soruyoruz kendilerine. Aliye teyze, ailesinin çok zengin olduğunu Mevlüt Bey’in ise oldukça fakir olması sebebiyle kaçarak evlendiklerini anlatıyor. Anlatırken de Aliye teyzeye bir hüzün çöküyordu. “Kızım ben Mevlüt amcanıza kaçtım. Gelinlik giyemedim. 90 yaşıma geldim ama gelinlik giyemeden evlenmiş olmam hâlâ içimde bir yara.” diyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Gönülden gönüle ekibi olarak bu durum bizim de yüreğimizi burkuyor. Cesaretimizi toplayarak Aliye teyzeye şu soruyu yöneltiyoruz: “Peki Aliye teyzeciğim, biz şimdi bir gelinlik bulsak ve sana getirsek giyer misin? İçini acıtan bu üzüntü sona erer mi?” Aliye teyzenin gözleri ışıldıyor ve “Elbette giyerim” diyor. O andan itibaren seferber oluyoruz teyzemize bir saatliğine emanet gelinlik bulabilmek için. Amacımız bir gönül yapabilmek, yaşlı bir insanın hayalini gerçekleştirmek. Aradığımız gelinliği Halk Eğitim İlçe Müdürlüğünden buluyoruz. Aliye teyze sevinçle gelinliğini giyiyor ve torunlarının tekbir sesleriyle Mevlüt amcamızın koluna giriyor. Mevlüt amca ve Aliye teyze yeni evlenen bir çift misali mutlu oluyorlar. Gönülden gönüle ekibi, bir gönle daha girebilmenin mutluluğunu yaşarken, Aliye teyze ve Mevlüt amcanın 68 yıllık evliliklerinin sırrının “sabır, kanaat, hoşgörü, sevgi, sadakat, yardımlaşma ve affetme” olduğunu bir kere daha anlamış olurlar. Vaktinde giyilmemiş gelinliğe rağmen… diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 69 En Güzel İsimler Fatma Bayram Varlığı Kuşatan İsm-i Şerif Rahman E vrendeki varoluşumuzu doğru bir yere oturtmak istiyorsak Allah hakkında doğru bilgiye sahip olmak zorundayız. Oysa insanın kendi gücüyle bunu anlayabilmesi imkânsızdır. Allah hakkındaki bilgiyi yine o bildirmiştir.. Bütün ilahî kitaplar da bu gayeyle; O’nu ve bizim O’nunla ilişkimizi anlatmak için gönderilmiştir. Kur’an’ın bildirdiğine göre bu ilişkinin temelinde O’nun Rahman ve Rahim oluşu vardır. Yani O’nun varlıkla alakasının birincil yönü rahmettir. (En’am, 6/12,54; Mü’min, 40/7.) O’nun rahmetinin iki cephesini içeren besmelenin bütün hayırların anahtarı olması da bu alakayı ifade eder. Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiği fikri İslam düşüncesinin en önemli ilkelerinden biridir. Rahmetin gazabı geçmesi ontolojik bir önceliktir. Başka bir söyleyişle, rahmet gazaba kıyasla asli olandır. Çünkü rahmet Hakk’ın hakiki mahiyetinin neticesi; gazap ise yaratılmışların fiilleri sebebiyle ortaya çıkan ikincil bir niteliktir. (Araf, 7/156.) Dolayısıyla rahmetinin kuluna ulaşması gazabının taallukundan öncedir. O’nun rahmetinin ilk tecellisi yokluktan varlığa çıkmış olmamızdır. Var olmak bizatihi nimettir ve her nimetin aslıdır. Her şeyin ilk yaratılışında almış olduğu bütün fıtri mevhibeler de rahmaniyetin eseridir. Bu nedenle Allah’ın rahmetinin erişmediği hiçbir varlık yoktur ve rahmaniye temn-i âm, ümid-i küldür: Hayal edilebilecek tüm huzur70 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 lar, tüm ümitler O’nun Rahman oluşu sayesindedir. Ümitsizlik insanın içini buruşturup onu öldüren bir şey olduğundan Kur’an’da Allah’ın rahmetinden ümit kesmek sapkınlık olarak görülmüş ve küfre eş tutulmuştur. (Yusuf, 12/87; Hicr, 15/56; Ankebut, 29/23; Zümer, 39/53.) Kur’an’da Allah’tan başkası için hiç kullanılmadığı gibi daima zati bir sıfat olarak gelmiş; fiil gibi değil isim olarak amel etmiştir. Böyle sıfatlara “sıfat-ı galibe” denir. Bu durum o sıfatın o zat için özel ismi yerine kullanılabilecek kadar galebe ettiğini gösterir. Kur’an’da “Rahman” isminin yer yer “Allah” ismi yerine kullanılması da bunu gösterir: İsra, 17/110; Meryem, 19/69, 78, 90, 91, 96; Furkan, 25/60; Taha, 20/5, 108; Ra’d, 13/30. Bu nedenle “Rahman” isminin hiçbir mahluka nispet edilemeyeceği konusunda âlimler arasında ittifak vardır. Rahmet Allah’ın asli sıfatlarından biri olduğu gibi O, son peygamberini de âlemlere rahmet olmak üzere göndermiş (Enbiya, 21/107.) ve ona indirilen “Kitab”ı da insanlık için rahmet olarak nitelemiştir. (Yunus, 10/57; İsra, 17/82; Neml, 27/76-77; Kasas, 28/86; Lok- Yüzlerce ayette insanlığa lütfedilen maddi manevi nimetler rahmet kavramıyla ifade edilmiş ve aile hayatının huzuru da sevgi ve merhamet duygularına bağlanmıştır. (Rum, 30/21.) man, 31/3; Casiye, 45/20.) “Rahmet”, insanlara mahsus “merhamet”le karıştırılmamalıdır. O’nun merhameti nicelik açısından sonsuz, nitelik açısından merhametin düşünüle- bilen tüm çeşitlerinden üstündür. Lisanımızda da “rahmet”i ilahî; “merhamet”i beşerî anlamda kullanmamız bu ikisi arasındaki farkı güzelce ortaya koyar. İsfehani’ye göre rahmet Allah’a nispet edildiğinde merhametin ürünü olan “lütufta bulunma” manasına alınmalıdır. Zaten lütuf ve ihsanı barındırmayan bir rahmet düşünülemez. Çünkü acımanın gereğini yerine getirmemek, acınan açısından acımamakla aynı sonucu verir. Allah’a nispet edilen nihayetsiz merhamet ile dünyada vaki olan hastalık, zulüm, fakirlik gibi sıkıntıların nasıl bağdaştırılacağı konusu tartışılmıştır. Bu problem insan açısından sevilmeyen, şer diye nitelendirilen bazı şeylerin içinde bir hayrın bulunduğu (Bakara, 2/216.), şerrin bütünüyle yok edilmesi hâlinde onun içerdiği ve uzun vadede insanın lehine olacak hayrın da ortadan kalkacağı şeklinde cevaplanmıştır. Allah merhametlilerin en merhametlisidir (Mü’minun, 23/109,118.) fakat O’nun tasarruflarının bütün sırlarına vakıf olmak da mümkün değildir. Rabbimizin bu en yüce isminin tecelli ettiği insanlar herhangi bir ayırım yapmaksızın Allah’ın yarattığı bütün varlıklara merhamet gösterirler. Gazali’ye göre Rahman isminden elde edilecek feyiz kalp gözü perdeli olan kulları şefkat ve nezaketle uyarmak, günahkârlara hakaret nazarıyla değil merhamet nazarıyla bakmak, dünyada işlenen her bir günahı musibet kabul edip onu ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Çünkü her masiyet onu işleyeni Allah’tan uzaklaştırır ve Allah’tan uzaklaşmış insan merhamete en layık olan kimsedir. Tıpkı kâinatın yöneticisinde olduğu gibi insanları idare eden kişilerin de emri altındakilere beslediği merhamet duygusu ve onların menfaatini koruma gayreti, gazabının, öfkesinin, kızgınlığının önüne geçmelidir. Nasıl Cenab-ı Hak bütün yaratılmışlara hayat ve varlık şartlarını eksiksiz sunuyorsa insanların işlerinin başına geçenler de onlara en uygun çalışma ortamını ve şartlarını sunmalıdır. Allah kulun işlediği suçlar sebebiyle ona sunduğu imkânları kesmediği gibi onlar da insanlara tanıdıkları imkânları tehdit unsuru olarak kullanmamalıdırlar. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 71 Kur’an Kavramları Doç. Dr. İsmail Karagöz Rehberlik ve Teftiş Başkanı Küfür-Kâfir Küfür; kalbî bir hastalıktır, tedavisi, tövbe edip iman etmektir. Hangi çeşit küfre sahip olursa olsun insan, küfrü terk eder, lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasulüllah derse mümin olur. Sözlük anlamı “K-f-r” kökü, sözlükte bir şeyi örtmek, gizlemek, nimeti inkâr etmek ve nankörlük etmek anlamına gelir. Araplar, zırhını elbisesi ile örtüp gizleyen kimse için “kefere dır’ahû”, silahını örtüp gizleyen kişiye “mükeffir”, karanlığı ile her şeyi örtüp gizlediği için geceye, tohumu toprağa gömüp gizlediği için çiftçiye, içindekileri gizlediği için denize, büyük nehre ve büyük vadiye “kâfir” (çoğulu küffar, kefere ve kifar) demişlerdir. Kelimenin kök anlamı bir şeyi örtmek ve gizlemektir. Din dilindeki anlamı Din dilinde “küfr” kelimesi, “iman” kelimesinin; aynı kökten gelen “küfran” kelimesi ise “şükr” kelimesinin zıddı olarak kullanılmıştır. Her iki anlamın, kelimenin kök anlamı ile ilişkisi vardır. Çünkü iman etmeyen kimse, hakkı örtmüş ve gizlemiş, nimete şükretmeyen kimse ise nimeti bilerek inkâr etmiş ve nimeti verene nankörlük etmiştir. Kur’an’daki anlamı 1. Allah’ın varlığını, birliğini, sı72 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 fatlarını, peygamberlerini, kitaplarını, meleklerini, ayetlerini, kısaca Peygamberimizin Allah’tan alıp bize haber verdiği ve iman edilmesi zorunlu olan şeyleri inkâr etmek, tasdik etmemek, kabul etmemek, yalan saymak, beğenmemek, alay konusu yapmak, helalı haram, haramı helal saymak, iman esaslarını kalp ile tasdik etmemek ve Allah’ı ortak koşmak. Kur’an’da küfr kelimesi Bakara suresinin 6’ncı ayetinde olduğu gibi genelde imanın zıddı anlamında kullanılmıştır. 2. Nimete nankörlük etmek. Mesela; Bakara, 2/152, Şuara, 26/19 ve Neml, 2/40 ayetlerinde bu anlamda kullanılmıştır. 3. Hakkı bilerek inkâr etmek. Mesela; Bakara, 2/89 ayetinde bu anlamdadır. 4. Beri olmak, tanımamak, uzak durmak. Mesela; Ankebut, 29/25 ayetinde bu anlamdadır. 5. Örtmek, gizlemek. Mesela; Hadid, 57/20 ayetinde bu anlamdadır. Küfrün çeşitleri Küfür, genel olarak iki kısma ayrılır: 1) Küfr-ü itikadi yani insanı dinden çıkaran, kâfir yapan küfür. Bu küfür şu kısımlara ayrılır: a) Küfr-ü inkari. Bu, kalbi ve dili ile Allah’ın varlığını veya peygamberi, Kur’an’ı ve İslam’ı kabul etmemek veya ilahlık iddia etmek şeklinde olur. Firavun’un küfrü (Naziat, 79/24.) bu çeşit bir küfürdür. b) Küfr-ü cühut (bilerek yapılan küfür). Hakk’ı kalbi ile ikrar ettiği ve bildiği hâlde dili ile ikrar etmemektir. Mesela Bakara, 2/89 ayetinde geçen küfür bu anlamdadır. c) Küfr-ü tekzip (yalanlama küfrü). Bu; Allah’ı, peygamberini ve ayetleri yalanlama şeklinde olur. Mesela Ankebut, 29/68 ayetinde geçen küfür bu anlamdadır. ç) Küfr-ü istikbar (kibirlenme küfrü). Bu, Hakk’ı bildiği hâlde kibrinden dolayı kabulden imtina etmektir. Mesela Bakara, 2/34 ve A’raf, 7/11 ayetlerinde bildirildiği gibi İblis, Allah’ın Âdem’e secde emrine kibirlenerek karşı çıktığı için kâfir olmuştur. d) Küfrü inadi (inadına küfür). Bu, Hakk’ı bildiği hâlde kabul etmemektir. İman etmeden ölen Peygamberimizin amcası Ebu Talib’in küfrü bu çeşit bir küfürdür. e) Küfrü’ş-şek (şek ve şüphe küfrü). Kur’an’da bildirilen gerçeklerden söz gelimi meleklerin, cinlerin ve ahiret hayatının varlığından şüphe etmek bu tür bir küfürdür. (bk. Yunus, 10/94; Hucurat, 49/15.) f) Küfr-ü ı’rat (Kur’an’dan yüz çevirme küfrü). Mesela Ahkâf, 46/3 ayetinde geçen küfür bu tür bir küfürdür. g) Küfr-ü nifak (münafığın küfrü). Bu, Münafikûn, 63/1-3 ayetlerinde beyan edildiği gibi dili ile iman esaslarını ikrar ettiği hâlde kalbi ile tasdik etmemektir. ğ) Küfr-ü şirk (Allah’a ortak koşma küfrü). Bu, iman ve ibadetinde başkalarını Allah’a ortak koşmak, Allah’tan başka ilah kabul etmektir. Mesela Maide, 5/72 ayetinde de geçen küfür bu çeşit bir küfürdür. h) Küfr-ü tefrik (parçalı küfür). Bu; iman esaslarının, ayetlerin, haramların, emir ve yasakların bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemektir. Mesela Nisa, 4/150-151 ayetinde bu tür kimselere “gerçekten kâfir” denilmiştir. 2. Küfr-ü ameli (insanı dinden çıkarmayan küfür). Bu, nimetlere nankörlük etmektir. Mesela Nahl, 16/112 ayette geçen küfür kelimesi bu anlamdadır. Şartları- na uygun iman ettiği hâlde dinin emir ve yasaklarına riayet etmede gevşeklik gösteren söz gelimi, yalan söyleyen, içki içen, kumar oynayan, namaz kılmayan, domuz eti yiyen, zina eden, hırsızlık yapan kimse Allah’a nankörlük etmiş, isyankâr ve fasık olmuştur. “Küfr”, Kur’an’da insanın inanç, söz, eylem ve davranışlarındaki olumsuzluğunu ifade eden bir kavramdır. Kur’an’da inkâr edilen şeyler; Allah, Allah’ın ayetleri, peygamberler, melekler, kutsal kitaplar, ahiret hayatı, kıyametin kopması, Kur’an ve iman zikredilmiştir. (Nahl, 16/106; Nisa, 4/56, 136; Sebe’, 34/3; Fussılet, 41/41; Ankebut, 29/67; Maide, 5/5.) Kur’an’da; Allah’ın kâfirleri sevmediği, onlara gazap ve lanet ettiği ve onların düşmanı olduğu bildirilmektedir. (Rum, 30/45; Nahl, Âl-i İmran, 3/ 86-87; 46/20; Casiye, 45/31; Enfal, 8/55; Nahl, hakkı batıl ile yok etmek için mücadele veren (Kehf, 18/56.), dünyayı ahirete tercih eden, (Nahl, 16/107.), Allah’a yalan isnat eden, peygamber, ayetler ve müminler ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlence yerine koyan, Kur’an’a büyü, eskilerin masalı, yalan ve uydurma diyen, hakkı yalanlayan ve batıla uyan 16/88; Bakara, 2/254.) (Maide, 5/103; Yunus, 10/105; A’raf, 7/51; Yunus, 10/2; En’am, 6/25; Furkan, 25/4-5; İnşikâk, 84/22; Muhammed, 47/3.) kim- selerdir. Kâfirler için hazırlanan (Nisa, cehennemin yakıtı kâfirlerdir. (Âl-i İmran, 3/10.) Cehennemde kâfirlere büyük, şiddetli, acıtıcı, alçaltıcı ve çok kötü bir azap, ateşten elbiseler, demirden kamçılar ve kaynar sudan içecekler vardır; üzerlerine kaynar su dökülür, boyunlarına halkalar vurulur, derileri ateşte yandıkça azabı tadıp durmaları için yenilenir, azaptan kurtulamazlar, onlara yardım eden de bulunmaz. 4/137-138.) Küfür; kalbi bir hastalıktır, tedavisi, tövbe edip iman etmektir. Hangi çeşit küfre sahip olursa olsun insan, küfrü terk eder, “la ilahe illallah Muhammedü’rRasulüllah” derse mümin olur. İman, kişinin küfür hâlindeki günahlarını silip yok eder. Küfürde direnen insan, kendi aleyhine yapmış, nefsine zulmetmiş ve kendisini ebedî ziyana sürüklemiş olur. 16/106; yabiliriz: Kâfirler; sapık, fasık, kibirli, mücrim, şerli, bozguncu, zalim (Âl-i İmran, 3/90; Nur, 24/55; Ahkâf, Bakara, 2/98.) Kur’an’da kâfirlerin tanımı Birçok ayet-i kerimede kâfirlerin nitelikleri bildirilmektedir. Bunlardan bir kısmını şöyle sırala- (Nahl, 16/106; Âl-i İmran, 3/14; Maide, 5/36; Nisa, 4/102; Casiye, 45/11; Hac, 22/19-21; Yunus, 10/4; Hac, 22/20; Yasin, 36/8; Nisa, 4/56; Enbiya, 21/39.) Kâfirler, “Keşke Müslüman olsaydık.” (Hicr, 15/2.) ve “Keşke toprak olsaydık. ”(Nebe, 78/40.) diye temenni ederler, pişman olurlar, ama pişmanlıkları kendilerine bir fayda vermez. Kâfirler için ahirette af ve mağfiret yoktur, cehennemde ebedî olarak kalırlar. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 73 Yeşil Alan Sümeyra Sav Naylon Tehdit S on yüzyılda hayatımıza giren ve günlük yaşantımızın vazgeçilmezi hâline gelen “naylon ürünler”, hem insan hem hayvan hem de çevre sağlığı açısından büyük tehdit oluşturuyor. Bugün bir bebek doğduğu andan itibaren kullandığı bebek bezi ile birlikte naylon ile temasa geçiyor. Ne acıdır ki bir insanın ortalama ömrü 70-80 yıl sürerken; hem bebek bezi hem de o bezi eve taşımak için kullanılan naylon poşetlerin ömrü 400-1000 yıl arasında değişiyor. İnsan doğuyor, büyüyor, yaşlanıp ölüyor, toprak oluyor ama naylon yüzyıllar boyunca yok olmadan zarar vermeye devam ediyor. Bugün dünyada her yıl değişik boyutta 1 trilyon adedi aşan naylon poşet kullanıldığı, bu torbalar için yaklaşık 250 milyon ton plastik kullanıldığı tahmin ediliyor. Yeryüzüne çıkarılan petrolün yüzde 4’lük bir kısmı plastik üretimi için kullanılıyor. Sadece İstanbul’da yaklaşık 3000 market bulunuyor. Ortalama 15 milyon nüfusa sahip şehirde her 74 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 beş kişiden birinin günlük ihtiyaçlarını karşılamak için markete gittiğini ve ortalama 3 naylon poşet ile marketten çıktığını düşünürsek, günde 11 milyon 250 bin naylon poşet tüketildiği sonucu ortaya çıkıyor. İşte bu şekilde her hafta milyonlarca naylon poşet serbest olarak doğaya bırakılıyor. Buna bağlı olarak hem karada hem de denizde gün geçtikçe artan çevre kirliliği, tüm canlılarda değişik hastalık risklerini beraberinde getiriyor. Naylon poşetler beyaz ya da şirin renklerde görünse de karbon türevidir. Bunun sonucu olarak sıcaklık, gün ışığı vb. nedenlerle kimyasal değişikliklere uğrayabilir. İnsan da karbon türevi bir varlık olduğu için doğal olarak etkileşimleri vardır. Plastik ambalajların zararı çevreye yayılarak kirletmek düzeyinde kalmaz. Plastik, güneşe veya ısıya duyarlı olduğu için, ışık plastikte kimyasal değişmeye yol açar. Sonuç olarak da insan vücuduna ciddi ve kalıcı zararlar verebilir. zalarda naylon poşetler için geri dönüşüm kutusu yerleştirme zorunluluğu var. Ayrıca New York’ta geri dönüşümü olmayan naylon poşet kullanmak yasak. •Avusturalya’da 2008 yılı sonunda süpermarketlerde naylon poşet kullanımını yasakladı. •İrlanda, Avrupa’da bir ilke imza atarak Mart 2002’de naylon poşet kullanımına yönelik “plastax” isimli vergi koydu. •Paris’te naylon poşet kullanımı yasaklandı. •İngiltere’de 50 mağaza bez çanta uygulaması yaparak, naylon poşet talebinin bir yılda yüzde 70 oranında düşürülmesini sağladı. •İspanya da atık poşetlerin değerlendirilmesi amacı ile naylon poşetleri ip hâlinde keserek tığ ile örmek suretiyle “poşet örme kursları” açılmış. Bu kursa bayanlar kadar erkekler de ilgi göstermiş. •Makedonya’da 2009 yılı başında çevreyi kirlettiği gerekçesi ile naylon poşet kullanımı yasaklandı ve bu konuda yasal düzenlemeler yapıldı. Naylon poşetler ışık altında kimyasal çözünmeye uğrar. Zaman içinde daha küçük ve zehirli parçalara bölünürler. Dolayısıyla toprak ve suyumuz da zehirlenir. Sonuçta bu mikroskobik zehirli parçacıklar besin zincirine dâhil olur. Bu çözünmenin de küresel ısınma kadar tehlikeli olduğunu söyleyebiliriz. Naylon poşetlerin imhası sırasında çok tehlikeli gazlar açığa çıkar. Dünyada naylon yasakları Dünyanın birçok yerinde süpermarketler müşterilerini naylon poşetten vazgeçirmek veya kendi torbalarını getirmelerini sağlamak amacı ile her naylon poşet için fazladan para alıyor. •Naylon poşet kullanımını yasaklayan ilk kent 27 Mart 2007’de San Francisco oldu. Bugün San Francisco, Oakland ve Kaliforniya’da alışveriş merkezleri ve eczanelerde naylon poşet kullanılmıyor. •New York’ta ise 5 bin ve daha fazla metrekareden büyük ya da beşten fazla şubesi olan mağa- •Hindistan da 1990’lı yıllarda naylon torba kullanımını azaltmak için “naylona hayır” günü düzenlenmiş ve o günden bugüne 1 Mayıs günü “Naylona Hayır Günü” olarak kutlanıyor. Haftada yalnızca 2 naylon poşeti daha az kullanarak bir yılda en azından 100 adet naylon poşetin doğayı kirletmesini önleyebilirsiniz. •Çin’de caddelerde uçuşan naylon poşetlere “beyaz kirlilik” adını vermiş. Çin hükümeti 1 Haziran 2008’den başlayarak 0,025 milimetreden daha ince naylon poşet üretmeyi ve marketlerde kullanmayı yasakladı. •Bangladeş’te ülkenin üçte ikisini su altında bırakan 1988 ve 1998 yıkıcı sellerinin nedeninin naylon poşetler olduğu ve kanalizasyon sistemini tümüyle tıkadığı tespit edilmiş. Bu tespitin ardından Bangladeş’in başkenti Dakka’da naylon poşet kullanımı yasaklanmıştır. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 75 •Güney Afrika’da naylon poşetler ancak ücret karşılığı alınabiliyor. Ülkede ince naylon poşetleri kullanmak yasak. Daha rahat geri dönüştürülebilenlerin kullanımı serbest. •Almanya ve Kanada’da naylon poşet kullanımı yasak. Çevre Yönetim Genel Müdürlüğü tarafından oluşturulmuş bulunan Ambalaj Komisyonu’nun altında oluşturulan “Taşıma Amaçlı Kullanılan Alışveriş Poşetlerinin Kullanımının Azaltılması Komisyonu” naylon poşet kullanımının azaltılması için çalışmalarını sürdürüyor. Türkiye’deki durum Herkesin uygulayabileceği pratik öneriler Türkiye’de naylon poşet kullanımı serbest! İsteyen istediği kadar naylon poşet kullanabiliyor. Kese kâğıdı, bez torba ve file kullanımı alışkanlığı yok denilecek kadar az. Naylon poşetlere vergi ya da para cezası yok. Bununla birlikte küçük de olsa umut verici ve sevindirici olan 2007 yılı itibari ile Türkiye’deki bazı yerel yönetimlerin naylon poşet kullanımına sınırlandırma getirmesi. Diğer yandan PAGEV ve PAGDER, Çevre ve Orman Bakanlığı •Öncelikle bez çanta, file ve tekerlekli pazar çantası veya bir sepet temin edilebilir. •İçecek alırken cam şişede olan içecekleri tercih edebilirsiniz. •Kese kâğıdı kullanımı noktasında da bilinçli olmalıyız. 1999 da sadece ABD’de kullanılan 100 milyar kese kâğıdının üretilmesi için 14 milyon ağaç kesildi. •Çocuklarınıza oyuncak alırken plastik değil, tahta ya da bez oyuncakları tercih edebilirsiniz. •Yıkanabilir, özellikle pamuk veya organik bebek bezi kullanmaya özen gösterebilirsiniz. •Haftada yalnızca 2 naylon poşeti daha az kullanarak bir yılda en azından 100 adet naylon poşetin doğayı kirletmesini önleyebilirsiniz. •Apartman yöneticileri binaya geri dönüşüm kutuları koyarak, topladıkları naylonları ve plastik türevi maddeleri satabilirler. Bununla apartmanlarına küçük de olsa kâr sağlayabilirler. 76 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 •Daha az kese kâğıdı tüketimi için çantaya ayrı koyulması gerekmeyen ürünleri beraber koyabilirsiniz. •Sebze, meyve, et ve balık türü yiyecek alırken poşetle paketlenmemiş taze olanları tercih edebilirsiniz. Plastik ambalajların zararı çevreye yayılarak kirletmek düzeyinde kalmaz. Plastik, güneşe veya ısıya duyarlı olduğu için, ışık plastikte kimyasal değişmeye yol açar. Ve zaman içerisinde zehirli petro-polimerler oluşur. Diyanet’e Soralım Din İşleri Yüksek Kurulundan Namazlarda sübhaneke’de “ve celle senaük” kısmı niçin okunmaz? ? Namazdan sonra topluca tespihat yapmak dinen bidat midir? Namazda okunan “sübhaneke” ile ilgili sahih hadislerde Namazlardan sonra bilinen şekliyle tespihat ve zi“ve celle senaüke” lafzı yer almamaktadır. (Ebu Davud, Sa- kirleri çekmek, sahih hadislerle tavsiye edilmişlat, 122.) Bundan dolayı namazlarda bu cümle okunmaz. tir. Namazların sonunda tespihat yapılması müsCenaze namazı ise, ölüye dua olduğu için, başka duala- tehaptır. (Buhari, Ezan, 155; Müslim, Mesacid, 142-146.) rın da yapılması mümkün olduğu gibi, “sübhaneke...” zikrine “Allah’ım senin şanın yücedir.” anlamındaki “celle senaüke” ifadesi de eklenebilir. Zira namaz dışında yapılan bazı zikir ve dualarda da bu ifade rivayet edilmektedir. Sünnet namazlar kaza edilir mi? Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzları ile vacip olan vitir namazı kaza edilir. Kılınmayan sünnetler vakit çıktıktan sonra kaza edilmez. Ancak vaktinde kılınmayan sabah namazı, aynı gün zevalden önce kaza edildiğinde sünneti ile birlikte kaza edilir. Çünkü Hz. Peygamber kılamadığı bir sabah namazını öğleden önce kaza ederken, sünnetiyle birlikte kaza etmiştir. (Ebu Davud, Salat, 11.) Bir de öğle namazında cemaate yetişmek için sünneti kılmadan farza başlayan kişi, farzı kıldıktan sonra kılmadığı ilk sünneti de kılar. Bunu son sünnetten önce veya sonra kılması fark etmez. Kaza namazlarında ezan ve kamet gerekir mi? Ezan ve kamet vaktin değil, namazın sünneti olduğu için kaza namazı kılarken de ezan ve kamet sünnettir. Ezan ve kamet terk edilerek kılınan namaz geçerli olmakla birlikte, uygun değildir. Aynı ortamda birden fazla kaza namazı kılınacaksa, her bir namaz için ayrı ezan okunup kamet getirilmesi daha faziletli olmakla birlikte, başta bir kere ezan okunup, her bir kaza namazı için ayrı kamet getirilmesi de yeterlidir. Tespihat münferit olarak yapılabileceği gibi, topluca camide veya cami dışında herhangi bir yerde de yapılabilir. Bu itibarla, cemaatle kılınan namazlardan sonra topluca tespihat yapılması bidat sayılmaz. Ayrıca camide tespihat yapılmadan çıkılması hâlinde, bunun terk edilmesi de kuvvetle muhtemeldir. Onun için günümüzde camilerimizdeki uygulama yerindedir. Cemaatle namazda kamet yapılırken ne zaman ayağa kalkılır? Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için ayağa ne zaman kalkacağı hususu, adap ve müstehaplarla ilgilidir. Müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felah” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar, imam namaza başlar, cemaat da ona uyar. Ancak namaza kametin bitiminde başlanması da caizdir. Kameti getiren aynı zamanda imamlık da yapacaksa kamet bitince namaza durulur. Şafii mezhebine göre ise kamet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır. İmam ayağa kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz için ayağa kalkmamalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.): “Namaz için kamet getirildiğinde beni görmeden ayağa kalkmayın.” (Buhari, Ezan, 22.) buyurmuştur. Ancak imamdan çok da geri kalmamalı; imam ile birlikte namaz başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 77 Namazda kaç rekât kıldığı konusunda tereddüt eden kimse ne yapmalıdır? Yapılan ibadet ve amellerin her türlü şüpheden uzak olması gerekir. Şüphe ve tereddütler amelin değerini düşürür. Bu yüzden kıldığı namazın kaç rekât olduğunda ilk defa şüphe eden kimsenin bu namazı yeniden kılması gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri namazında kaç rekât kıldığı hususunda şüpheye düşerse namazı yeniden kılsın.” Namazda zaman zaman şüpheye düşüp kaç rekât kıldığı hususunda kesin bir kanaate varamayan kimse, kıldığına emin olduğu en az rekât sayısını esas alarak namazına devam eder. Hz. Peygamber, (s.a.s.) “Sizden biri namazında şüphe eder de üç mü dört mü kıldığını bilemezse, şüpheyi bıraksın ve en az rekâtı esas alarak namazına devam etsin.” buyurmuştur. (Nesai, Sehv, 24; İbn Mace, İkâme, 132.) Buna göre dört rekâtlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rekâtın birinci rekât mı ikinci rekât mı olduğunda kuşkuya düşüp, bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rekât kılmış sayar ve birinci sayılan rekâtın ikinci; üçüncü sayılan rekâtın da dördüncü rekât olma ihtimali bulunduğu için, her bir rekâtın sonunda oturur ve tahiyyatı okur. Böylece dört oturuş yapmış olur ve sonunda sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar. Kıraatin bazı namazlarda açık bazılarında gizli okunmasının sebebi nedir? İbadetler tevkifidir. Yani gerek farz oluş gerekçeleri gerekse uygulamalarının akılla bilinmesi mümkün değildir. Allah emrettiği için ifa ve Hz. Peygamber (s.a.s.) nasıl yaptıysa öyle eda edilir. Namaz da böyledir. Hz. Peygamber (s.a.s.); “Beni namazı nasıl kılarken gördüyseniz siz de öyle kılınız.” (Buhari, Ezan, 18.) buyurmuştur. Rasulüllah (s.a.s.) bir gün namaz kıldırırken açıktan okumuş, müşrikler bunu işittiklerinde Rasulüllah’a (s.a.s.) eziyet ederek Kur’an’a, onu indirene ve getirene sövmeye başlamışlardı. Bunun üzerine “De ki:” (Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur. Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut.” (İsra, 17/110.) anlamındaki ayet indi. (Buha- ri, Tevhid, 44.) Çoğu âlimler, bu ayetin, farz olan namazlardaki kıraatle ilgili olduğunu; gündüz kılınan farz namazlarda kıraatin gizli, gece kılınan farz namazlarda ise aşikâr/cehri olduğunu söylemişlerdir. Kâbe’nin içinde namaz kılınır mı? Kâbe’nin içinde kılınan namaz geçerlidir. Zira Kâbe’den maksat, bina değil binanın üzerinde bulunduğu yer ve alandır. Peygamberimizin (s.a.s.) Kâbe’nin içerisine girip namaz kıldığı hadis kaynaklarında rivayet edilmektedir. (Buhari, Hacc, 51, 52, Salat, 30, 81, 96; Müslim, Hacc, 388-394; Muvatta, Hacc, 193.) Kaza edilecek olan namazlar arasında bir sıra takip etmek şart mıdır? Kaza edilecek namazlar arasında sıra gözetilip gözetilmeyeceği bu namazları kılacak kimsenin durumuna göre değişir. Buna göre sahib-i tertip kimseler yani daha önce vaktinde kılmadığı bir namaz üzerinden başka bir namaz geçirmemiş veya en fazla beş vakit namaz geçmiş olanlar vaktinde kılamadıkları ilk namazdan başlayarak sırayla kılarlar, ardından içinde bulundukları vaktin farzını kılarlar. Sahib-i tertip olanlar için bu sıraya uymak vaciptir. 78 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 Sahib-i tertip olmayan yani altı vakit veya daha çok namazı kazaya kalmış olan kimselerin ise, bu namazları kaza ederken tertibe riayet etmesi gerekmez. Eğer sadece vaktin farzını kılacak kadar bir zaman kalmışsa bu takdirde kaza namazlarını değil önce vaktin namazını kılar. Kişi altı vakitten fazla kazaya namaz bıraktığında sahib-i tertip olmaktan çıkar. Bu durumda dilediği vakitte dilediği namazın kazasını kılabilir. Şafii mezhebine göre ise tertibe riayet vacip değil müstehaptır. Kitaplık M. Fatih İldeş Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed R ahmet Peygamberi; O şefkat ve merhametin cismaniyete bürünmüş en güzel şekliydi; öyle ki; canlı ve cansız bütün varlıklar onun merhametinden nasipdar olmuştu. Efendimiz (s.a.s.) varlığının amacı olan tebliğ ve risalet görevini yapamayacak derecede eziyetlerini artıran Mekkeli müşriklere dahi beddua etmemişti. Buradaki zulümden kaçarak başka bir zulme hicret etmek zorunda kalmıştı. Taifliler tarafından mübarek ayakları kana bulanıncaya kadar taşlanmış hatta bu acıdan dolayı yürümeye dahi mecali kalmamış, bir bahçenin içerisine yığılakalmıştı. Bu acı ve ıstıraba Cebrail inerek ona demişti ki; ‘Sen istersen bu kavim helak olacak.’ Buna rağmen Efendimiz (s.a.s.) yine beddua etmemiş ve arkadaşına: “Hayır, ben helaklarını değil bilakis onların sulbünden Rabbime ibadet edecek nesiller temenni ediyorum.” diyecek kadar, mübarek merhametli bir Peygamberdi. Çünkü o, hem Kur’an’ın hem de kendisinin ifadesiyle canlı ve cansız bütün varlıklara bir rahmet olarak gönderilmişti. Âlemlere rahmet Hz. Muhammed isimli bu eser, Başkanımız Sayın Mehmet Görmez hocamızın da kitabın Sunuş kısmında ifade ettiği üzere, Efendimiz (s.a.s.) ile ilgili, çok değerli şahsiyetlerin kaleminden dökülen makale, şiir, naat, hilye ve şemail türü bölümlerden oluşan 1970 yılı Diyanet Dergisi Özel sayısının 2013 yılında halkımızla yeniden buluşturulmasından ibarettir. Eser, yaşamının son demlerinde elini öpme ve duasını alma fırsatını bulduğum; Siret-i Nebi dalında ‘İslam Tarihi’ eseriyle birincilik ödülü alan merhum Mustafa Asım Köksal hocamızın, Peygamber (s.a.s.)’in hayatına dair kısa ve öz bir makalesi ile başlamaktadır. Akabinde, isimdaş Diyanet İşleri Eski Başkanlarımız, Lütfi Doğan hocalarımızın, “Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Ahlakı” ve “Peygamberimiz (s.a.s.)’in Yüce Şahsiyeti” isimli makaleleri yer almaktadır. Sonrasında merhum Muhammed Tayyib Okiç hocamızın, “Peygamberimiz ve İnsan Hakları” başlıklı yazısı; ömrünü Efendimiz (s.a.s.)’in hadislerine adayan merhum Talat Koçyiğit hocamızın “Peygamberimiz ve Sünnetinin Teşri’ Değeri” İsimli makalesi; Bayrak şairimiz merhum Arif Nihat Asya’nın, “On İkinci Gece İsneyn Gecesi” başlıklı yazısı… Ve daha ismini zikredemediğimiz birçok değerli hocamızın, Efendimiz (s.a.s.)’i daha güzel anlamak ve anlatmak adına kaleme aldığı yirmi adet makale ve şiirden oluşan bir eser. Basit dili ve sade anlatımıyla okuyucuların Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bütün yönleriyle tanıyacağı, onunla ilgili birçok bilgiyi bir çırpıda hatırlayacağı ve öğreneceği müstefit olunacak bir eserdir. diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 79 İlim Felsefe ve Din Açısından YARATILIŞ VE GAYELİLİK Z aman hızlandı… Bu hızlı döngünün içerisinde var olan insan da, artık yaratılış ve gayelilik hususunda salt dinî tasvirlerle ortaya konulan açıklamalarla yetinmemektedir. Sadece teorik modeller ve felsefi spekülasyonlar ile de tatmin olmamaktadır bu milenyum çağının insanı. Bu hususta hem varlığın hem de kendisinin başlangıcı ile ilgili hem dinî hem ilmî ve hem de felsefi araştırmaların ortak çabasıyla ortaya konacak tasvirler ve hatta daha ileri düzeyde açıklamalar beklemektedir. Bu beklentilere cevap verme adına yeni değişim ve gelişimleri göz önünde bulundurarak çalışmasının yedinci baskısını hazırlayan Prof. Dr. Hüseyin AYDIN’ın, eseri üç bölümden oluşmaktadır. “Evrenin Yaratılışı” ile müsemma birinci bölümün altında, müellif; Hinduizm, Yunan Düşüncesi ve Türk efsanelerinde yaratılış ile ilgili bilgiler vermekte, evrenin kaynağına dair mevcut iki 80 diyanet aylık dergi • şubat 2014 • sayı 278 ana model –Yaratılış Modeli ve Evrim (Tekâmül) Modeli- üzerinde durmaktadır. Hayatiyetin Yaratılışı başlığı altında sunduğu ikinci bölümde müellif, evrimcilerin kendi teorilerine delil olarak sunduğu fosillerde ortak ata, geçiş formları ve ara formların bulunamaması sebebiyle, fosil delilinin evrim nazariyesini desteklemediğini dinî ve bilimsel verilerle ortaya koymaya çalışmıştır. İnsanın yaratılışıyla ilgili, varlığın yaratılması ve varlık içinde hayatın ortaya çıkışı konularında ayrıntılı bilgi bulunmadığı hâlde Kur’an-ı Kerim’de bunlara dair geniş ve detaylı bilgiler verildiğini ifade eden yazar, ilmi gerçekler ve dinî naslar çerçevesinde bir sonuca ulaşmaya çalışarak genel manada evrimcilere, insanın yaratılışı hususunda ise Müslüman evrimcilere gerekli cevabı vermiştir. Son bölümü ise Gayelilik konusuna ayıran müellif şunları söylemektedir: “Şahsiyet, ruh ve şuur sahibi yaptığı insana Allah (c.c.), kendi kudret ve sıfatlarından bir pay verircesine, onu konuşan, bilen, düşünen, irade sahibi olan, iradesini hür bir şekilde kullanabilen bir varlık kılmıştır. Bütün kâinatı böyle donanımlı bir varlıkla taçlandırması da Allah’ın insanı ve kâinatı yaratmadaki gayesine işaret etmektedir.” İslam’da Gayeliliğin en anlamlı ve tutarlı bir şekilde var olduğunu belirten yazar, evrenin ve insanın bu gayedeki yerini ayet-i kerimelerle detaylı bir şekilde açıklamaktadır. Türkiye’nin Sıhhî-i İctimâî Coğrafyası Kastamonu Vilâyeti Doktor Kemal Yayına Hazırlayan: Mustafa Bektaşoğlu Ankara 2013 s: 176 Mesnevî-i Şerîf Şerhi Mevlana Celaleddin Rumi Tercüme ve Şerh: A. Avni Konuk Gelenek Yayınları İstanbul 2004 s: 576 Hanefi Fıkıh Alimleri Doç. Dr. Ahmet Özel Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Ankara 2006 s: 275 Uluslararası Serahsi Sempozyumu Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara 2013 s: 500