Editör’den İnsan her ne kadar “eşref-i mahlukat” ile “esfel-es safilin” tayfındaki salınımıyla insan olsa da, kendisini de içine alan Kantçı anlamda fenomen dünyası “ekmel” sıfatına haiz değildir. Ezcümle insanla ilintili anlam dünyamıza tekabül eden eşya, tabiatı gereği “mükemmel” derecede “iyi” veya “kötü” olamayacak kadar nakıstır. Bu minvalde, “haberdar etme” ve “farkındalık oluşturma” bakımından insanî bir eylem olarak “aylık dergi” çıkarmanın avantajları ve dezavantajları sözkonusudur. Elinizdeki Haziran sayımızın hazırlıkları çerçevesindeki Yayın Kurulu toplantımızda 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri’nin -tarihten de anlaşılacağı üzere- yaklaşık olarak ay ortasına gelmesi, Dergimizin içeriğini ve kapağını belirleyici olduğu kadar okunduğu tarihe göre “müstakbel” ve “mazi” arasında kalırken sadece 12 Haziran günü “modern” olacaktır. Mayıs sayımızda da ifade ettiğimiz üzere -bu satırlar yazılırken- önümüzdeki Genel Seçimler “Anayasa Seçimleri” olacaktır. Ortaya çıkacak yeni Anayasa “sivil” boyutunun ötesinde inşallah Osmanlı-Türkiye Anayasa tarihçiliği bakımından bireyin ve bireyin mensubu bulunduğu kollektivitelerin özgürlüğüne vurgu yapan, Mete Tunçay’ın ifadesiyle “en demokratik” Anayasa olacaktır. Vatandaşlık, insanın parçası olduğu “sivil” ve/ya “politik” topluma “birey” vasfını ön plana çıkaran ve sorumluluklarının ötesinde haklarını da vurgulayabildiği ve insanın devlet gibi kendi kurgusu kurumlardan da özgürleşme tarihinin bir izdüşümüdür. Bu bakımdan, vatandaş ile siyasî ve hukukî bağıtla mensubu bulunduğu devlet arasında somut bir temel metin üzerinde yükselen “akit” ve “ahit” niteliği taşıyan Anayasa üzerine son dönemde kopan tartışmalar, bu saydığımız vasıfların toplum nezdinde daha fazla içselleştirilmesi ve daha fazla özgürlük talebi çerçevesinde sözkonusu olabilmiştir. Bu çerçevede Yusuf Tekin şunu belirtmektedir: “… seçim beyannameleri incelendiğinde en dikkat çekici husus Türkiye’nin anayasal yapısından kaynaklanan sorunların her üç siyasi parti [AK Parti, CHP ve MHP] tarafından da benzer bir biçimde tespit edildiğidir.” Anayasa, ulus-devlet açısından toplumun “ulus” niteliğini belirginleştirirken “din,” “mezhep,” “ırk,” “etnisite,” “biyolojik ve/ya toplumsal cinsiyet,” “sınıf” ve “cinsel tercih” gibi alt kimlikler, kendilerinin yok sayıldığı değil, ontolojilerinin epistemolojiye dökülerek garanti altına alındığı ve kendilerini özgür biçimde ifade edebildikleri bir Anayasa ile ulusun parçası olmayı sürdüreceklerdir. Siyaset bir bakıma yoksunluklardan doğduğundan bu anlamda siyasî temsil olanağının elinden alındığına inanan topluluklar, “şiddet siyaseti” çerçevesinde şekillenen “ayrılıkçılık” merkezli yeni bir siyasî metodolojiye tevessül ettiklerinden, devlet kaynaklarının hissedilir bölümünü asayiş hizmetlerine aktarmak zorunda kalmakta ve ulus da içten içe boşalmaktadır. Bu endişeleri gidermeye yönelik SDE’nin hazırladığı “İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” önümüzdeki Anayasa çalışmalarında bir taslak metin işlevi görecektir. Türkiye’nin de her anlamda parçası olduğu -Avrupamerkezci bir tanım- Ortadoğu’nun, “Arap Baharı” ile başlayan gelişmeler ve Üsame bin Ladin’in öldürülmesi sonrasında artık diktatör yönetimlerce idare edilmesi sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. ABD Başkanı Obama, Ladin’in öldürülmesi ile kazandığı meşruiyet eşliğinde –eğer bir skandala karışmazsa- bir sonraki seçimleri şimdiden garanti altına almış gözükmektedir. Öte yandan, ABD’nin tekil hegemon güç olmaktan çıktığı bir dünya ABD için elbette “çivisi çıkmış” bir dünya olsa da, 2006’da başlayan küresel finans krizin de etkisiyle ve ışığın uzun bir karanlık sonrasında yeniden doğudan yükselmesiyle, Obama şahsında ilk kez bir ABD Başkanı İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu gelişmeler ışığında Ortadoğu’daki dönüşüm medeniyet tarihinin yazılmaya başladığı coğrafya olarak sadece bölge halklarını değil insanlığı yeni bir ufka taşıyacağına dair ümidimizi kuvvetlendirmektedir. Dergimiz, bu çerçevedeki analizleriyle, Ortadoğu’daki son gelişmeler ve özellikle de Obama’nın konuşmasını değerlendirmeyi önemsemektedir. Okuyucularımıza barış ve huzurlu dolu seçimler ve ülkemiz için hayırlı sonuçlar temennilerimizle… Murat ÇEMREK HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 1 STRATEJİK DÜŞÜNCE Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Editör Doç. Dr. Murat ÇEMREK Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Aytekin Geleri Doç. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Levent Korkut Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Faruk Can Ahmet Ünal Danışma Kurulu Prof. Dr. Tayyar Arı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Doç. Dr. Ertan Beşe Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Yazı İşleri Müdürü Ahmet Ünal Yayın Asistanları Feyzan Ece Çapa, Yasemin Küçer Reklam Sorumlusu Özlem Pınar ORAN 15 İÇİNDEKİLER Yusuf TEKİN Seçim Beyannamelerinde Yeni Anayasa ve Demokratikleşme Türkiye seçimlere kilitlendi, her yerde her tarafta seçimler gündemin ana maddesi. Özellikle liderler arasında yaşanan ve edep sınırlarını hayli zorlayan söz düellosu gazetelerin ve televizyonların seçime ilişkin en önemli haber niteliği taşıyan hususlar olarak kullanılıyor. 58 Birol AKGÜN Obama’nın Filistin Politikası: Bir İleri Bir Geri 2008 yılında Obama Amerika’nın yeni başkanı olarak seçildiğinde, Bush döneminin sekiz yıllık savaşçı ve çatışmacı söylem ve politikalarından bıkan Amerikan halkı özellile dış politkada yeni bir sayfa açılmasını ve yeni bir başlangıç yapılmasını bekliyordu. 64 Aydın BOLAT Bin Ladin Sonrası Obama’nın Ortadoğu Planı Bin Ladin’in ‘ölüm ilanı’ Başkan Obama’nın ağzından dünyaya açıklandığına göre peki şimdi Afganistan’da ve bölgede neler değişecek? Neler olacak? OMEDYA - www.omedya.com Uzayçağı Cad. Uzayçağı Tic. Mrk. 29/47 Ostim ANKARA T: 0312 385 58 20-21 F: 0312 385 18 37 Baskı Yeri Özyurt Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cadde Süzgün Sok.No:7 İskitler Ank. Tel : 0.312 384 15 36 - Fax : 0.312 384 15 37 Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok. No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46 www.sde.org.tr Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü DÜŞÜNCE temsil etmemektedir. | HAZİRAN 2011 2 STRATEJİK 67 Tarık OĞUZLU NATO’nun “Libya’ya Müdahale” Sorunu Libya’da Kaddafi rejimine karşı başlatılan halk ayaklanmasına NATO’nun askeri operasyon düzenlenmesi uluslararası gündemi meşgul eden bir dizi sorunun sorulmasını da beraberinde getirdi. Bu kısa yazıda bu sorulardan kanımızca önemli olan ikisini cevaplamaya çalışacağız. 23 Yasin AKTAY 10 Seçmen Siyasal Partileri Rasyonelleştiriyor mu? Muhsin KAR 15 Seçim Beyannamelerinde Yeni Anayasa ve Demokratikleşme Yusuf TEKİN 20 MHP’siz Meclis ve Demokratik Anayasa Alper TAN 23 AK Parti Seçim Beyannamesi’nin Eleştirel Okuması Murat ÇEMREK 27 Güçlü Ekonomi için Yeni Anayasa Nazende ÖZKARAMETE COŞKUN 30 Ahlak Kurşunuyla Suikast Murat ÇEMREK AK Parti Seçim Beyannamesi’nin Eleştirel Okuması 1970’lerde daha fazla fark edilmeye başlayan egemen devletlerarasındaki devlet düzeyinden başka ilişkilerin artışı “karmaşık karşılıklı bağımlılık” kavramının ontolojik ve epistemolojik varlığını mümkün kıldıkça daha popüler hale gelecek “küreselleşme” kavramının da zihinsel altyapısını hazırlamıştır. Ahmet ÜNAL 36 Anayasa Ön Çalışmaları ve Medine Sözleşmesi Ali ŞAFAK 46 “Yeni” Anayasa Taslakları ve Hükümet Sistemleri Hasan Tahsin FENDOĞLU 49 İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa SDE Haber 54 Siyasette Din Kartı Necdet SUBAŞI 58 Obama’nın Filistin Politikası: Bir İleri Bir Geri Grafik ve Sayfa Tasarımı Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock 73 05 Siyasal Temsil ve Yeni Anayasa Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ Obama’nın Ortadoğu’daki Fırsat Anı Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Barack Obama’nın Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki “Arap Baharı” olarak adlandırılan halk ayaklanmaları ve müteakip siyasi gelişmeleri yorumlayan bir konuşma yapması uzun süredir bekleniyordu. 36 Birol AKGÜN 64 Bin Ladin Sonrası Obama’nın Ortadoğu Planı Ali ŞAFAK Anayasa Ön Çalışmaları ve Medine Sözleşmesi Merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın eserlerinde yer alan ve Türk Kamuoyunun bilgi sahibi olduğu ve ilgi duyduğu Medine Vesikasını (Medine Sözleşmesini); vesikanın künhüne tam vâkıf olmadan herkes değişik ad ve başlıklarla (mesela Medine Anayasası, Medine Sözleşmesi, Medine Belgesi… gibi) ele alıp incelemeye başlamış, üzerinde yorumlarda bulunmuştur. 54 Aydın BOLAT 67 Obama’nın Ortadoğu’daki Fırsat Anı Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ 73 NATO’nun “Libya’ya Müdahale” Sorunu Tarık OĞUZLU 75 İran’da Radikal Çekişme Kaan DİLEK 80 Dünya Suriye’ye Nereden Bakıyor? Amine YAZICI 83 ‘Selefi Akımın Temel Çizgileri Üzerine Bir Değerlendirme Talip ÖZDEŞ 88 Demokratik AB’nin Aktörleri: Ulusal Parlamentolar Necdet SUBAŞI Siyasette Din Kartı Dinin gündelik siyasetin ilgi, kontrol ve yönlendirmesinden bağımsız bir şekilde konumlandırılması gerektiği iddiası bir Cumhuriyet projesi olarak her zaman gündemde kalmayı başardı. Bu iddia, dinin siyasetin bir parçası olarak tahvilini açıkça tehlikeli bulmakta ve bir şekilde, göz yumulabilecek basit bir ihmalin bile, sonuçta toplumun bilişsel güvenliğini riske atabileceği kaygısını sürekli canlı tutuyordu. Dilek YİĞİT 91 Dijital Dünyanın Yan Etkileri Ömer ERSOY 96 Kalkınma İçin Açık Sınır Politikası Kerem KARABULUT 103 Gıda Fiyatları Neden Yükseliyor? Harun UÇAK 107 Türkiye’nin Enerji Açığı Sorunu ve Çözüm Önerileri SDE Haber 109 Ortadoğu’da Değişimin Tarihsel Arka Planı SDE Haber Siyasal Temsil ve Yeni Anayasa Yeni anayasayı seçilecek yeni Meclis yapacak olsa da, toplumun bütün kesimlerinin bu sürecin dışında kalacağı anlamına gelmiyor. Aksine yeni anayasa en geniş katılımı sağlayarak, yine mümkün olabilecek en geniş mutabakatı da temin ederek yazılmalı. Bunun en geçerli yolu, toplumda “ben de varım” diyen herkesin sürece sorumluluk duygusuyla dahil olmasıdır. Yasin AKTAY* S SEÇİMLER ve YENİ ANAYASA eçimler demokratik rejimler için bir karşılaşma ve kaynaşma fırsatı veren festivaller gibidir. Üstelik insanlara içlerinde neler saklıyorlarsa, eteklerinde ne kadar taş varsa ortaya dökme fırsatı da sunmaktadır. Seçimlerden bir fairplay ortamı beklemesek de seçim kampanyalarının seçmeni, çoğu kez kolaylıkla kandırılabilen, şartlandırılarak tercihleri yönlendirilebilen kitleler olarak resmetmesinden de rahatsızız. Parti politikaları veya söylemleriyle taban tabana zıt görüşleriyle tanınan adaylar parti listelerine konulurken, parti politikalarının o adayların görüşleri istikametinde genişlemesi değil, o adaylara bakarak seçmenin adeta tezgaha düşürülmesi hedeflenebiliyor. Aslında böyle bir seçmen tanımı, seçmene ciddi anlamda bir saygısızlık oluyor. Seçmeni duyduğu bir seçim şarkısından bile etkilenerek oy verecek bir özne olarak varsaydığınızda ortaya çıkan demokratik tablodan nasıl bir hayır umulabilir? Oysa kendi seçmenini iyi tanıyan ve onun taleplerine karşı bir sadakat sergileyen partilere, seçmen, sadakatin karşılığını da mutlaka verir. AK Parti’nin arka arkaya bütün seçimleri kazanmasında bu sadakatin çok önemli bir payı var. Çok partili siyaset tarihçemiz, partilerin temsil iddiasında bulunduğu tabanı temsil performansında tutarlılık sergile- meye devam ettiği sürece seçmenin partisini terk etmediğinin şahididir. Seçmenle iletişim kopukluğu ise iktidar partisi dahil bütün partilerin sorunu. AK parti açısından bu sorun Başbakan’ın kişisel karizmasının hâlâ yeterince sürükleyici olmasından dolayı 12 Haziran’da fazla hissedilmeyebilir. Ancak demokratikleşme konusunda kendi seçmeniyle aynı sadakat düzeyini sürdürebilmek için sergilemesi gereken çok daha net bir irade ihtiyacı var Ak Parti’nin. Zira seçmeni, parti merkezinin zannettiğinden çok daha radikal bir demokrasi talep ediyor. Karizma sürekli bir otorite kaynağı değildir ve devam edebilmesi güçlü siyasal iletişim ve temsile bağlıdır. HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 5 Seçmenle iletişim kopukluğu ise iktidar partisi dahil bütün partilerin sorunu. AK parti açısından bu sorun Başbakan’ın kişisel karizmasının hâlâ yeterince sürükleyici olmasından dolayı 12 Haziran’da fazla hissedilmeyebilir. Ancak demokratikleşme konusunda kendi seçmeniyle aynı sadakat düzeyini sürdürebilmek için sergilemesi gereken çok daha net bir irade ihtiyacı var Ak Parti’nin. Siyasal iletişim ve temsil kriterleri açısından CHP’nin ölçülmesi ise neredeyse imkansız görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun söylemi ve vaatleri, artık modası geçmiş ve günümüzde geçerliliği olmayan bir siyaset tarzını andırıyor. Bu tarzın en güçlü temsilcisi Demirel’in “başkalarının verdiğinin bir fazlasını vermek” gibi üslubu vardı ama bunun ülkeye maliyeti bir kabusa dönüşebiliyordu. Gerilim Üzerinden Siyaset Seçimler bir ülkede gerilimleri düşürmenin, ihtilafları çözmenin, şikâyetleri sonuçlandırmanın ve toplumu genel anlamda rahatlatmanın en önemli yoludur. Ne hazindir ki, Türkiye’de en azından son on yıldır seçimler bu havayı hiç yakalayamıyor. Seçim gerilimin daha da arttırıldığı ortamlarda gerçekleşiyor. Her seçim öncesi şiddetin daha 6 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 da tırmanması seçimlerin neredeyse değişmezi gelmiş bulunuyor. Seçim sürecinde en önemli iki madde, şiddetin tırmandırılması ve kasetler. Her ikisi aynı sonucu elde etmeyi hedefliyor, hiç kuşku yok. Sonuçta karşılıklı bir dans ile seçim atmosferi üzerinde kara bulutları gezdiriliyor. PKK’nın “eylemsizlik” kararı şimdiye kadarki bütün seçimler öncesi yaptıklarına bakıldığında tutma ihtimali olmayan bir sözdü. Yine de çoğumuzun PKK’nın bu yalanına bile prim verme iyimserliği aslında Kürt sorununun kapsamlı çözümüne duyulan özlemin ifadesiydi. Türk demokrasisi bu konuda şaşılacak derecede iyi bir sınav verdiği halde BDP’liler bu sınavı kaybetti. Zaten yeterince gerilmiş kitlelerini yatıştırmak yerine tahrik ve nefret söylemlerini kışkırtan bir tutum sergilediler. Dahası YSK eliyle uyandırılan fitneyi canlı tutmak için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Sonra YSK kararından döndü, ama elde utanılası bir şiddet dalgasının görüntüleri ve kaybedilen bir can kaldı. Oysa Başbakanın “doğu mitingleri” Kürt sorunu ve yeni anayasa konularıyla ilgili şimdiye kadar söylenenlerin hepsini yeniden çerçeveleyecek söylemsel içerik taşıyor. Bu mitinglerin görkemli katılımlarla gerçekleşiyor olması da mitinglerin muhtevasından daha önemli mesajlar veriyor. Başbakanın “Kürt sorununun çözülmüş olduğu” tezi kuşkusuz konuyla ilgili yapılacak bir şey kalmamış iddiası taşıyorsa, kabul edilebilir değil. Çünkü yapılanlar yeterli görülemez. Ama soruna yaklaşımda bütün yasal, siyasal, sosyolojik ve psikolojik zeminin hazırlandığı iddiasını taşıyorsa bu son derece doğrudur. Üstelik böyle bir söz aynı zamanda soruna yaklaşımda iyi niyete ve yapıcı yaklaşımlara davet eden bir yaklaşımı da sergiliyor. Böyle bir yaklaşım karşısında sorunun hiç de çözülmemiş olduğunu savunmak ve ilgili ilgisiz bir sürü konuyu Kürt sorununun sepetine doldurarak abartmanın neye hizmet ettiğini hep birlikte gördük, belli ki görmeye de devam edeceğiz. Başbakanın Kürt sorununda sarf ettiği “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimizin sorunları vardır” sözünü, “açılım bitti, başbakan yine milliyetçi söylemlere döndü, inkarcı tutum geri geldi” şeklinde yorumlayanlar, aslında Erdoğan’ın, Kürt sorunu ile ilgili olarak BDP veya PKK’nın dilinden farklı olarak kendi çözüm dilini geliştirdiğini görmezden geliyor. Sabotajlara rağmen açılımdan vazgeçmiyor ama bu konuda onları da çözüme zorlayacak daha geniş bir dili devreye sokuyor. Unutulmamalıdır ki, iktidar asayişi sağlamakla ve ülkenin bütün dengelerini korumakla sorumlu bir hükümet gücünü temsil ediyor. Bölgede yarıştığı tek rakibi olan BDP ise bütün hesaplarını asayiş ve güvenliğin bozulması üzerinden yapıyor. BDP dilinden düşürmediği demokratikleşme, barış, insan hakları söylemine rağmen zorla kepenk kapattırıyor, esnafın ticaret özgürlüğünü kısıtlıyor, mitinglere katılımı engelliyor. Şiddet davetlerinin hiç birini kaçırmıyor, her saldırıya bir kaç misliyle sokakları savaş alanına çevirerek karşılık veriyor. Ya olan biteni gerçekten tahlil etmiyorlar, ki kadar saf olmadıklarını biliyoruz. Bu durumda kalan tek ihtimal, onların da bu şiddet davetlerinin nerden geldiğini bilerek sürekli hazır bekledikleridir. şiddeti tırmandırma biçimi bölgede giderek PKK’ya karşı ciddi bir tepkiyi de harekete geçiriyor. Nitekim Başbakanın doğu mitinglerine katılım düzeyi halkın PKK vesayetine tamamen teslim olmadığının da işaretidir. Şiddetin tırmandırılması kendi mahalleleri içinde baskılarını sürdürmenin en geçerli yolu. Belli yörelerde seçmenler ev ev fişlemiş durumda. PKK-BDP çizgisi, kendilerini bütün Kürtlerle özdeşleştirerek Kürtlerin her türlü mağduriyetinden kendilerine bir pay çıkarırken devletten yana şikayet ettikleri her şeyi misliyle bölgedeki başka unsurlara çektiriyor. Kürt sorunu gerçekten çözülmüştür. Kürtlerin kendi dilleriyle, kimlikleriyle onurlarıyla bu ülkenin herkes kadar eşit vatandaşı olarak yer almasının önündeki siyasi, psikolojik ve sosyal engeller kalkmıştır. Yapılacak başka düzenlemeler sadece siyasi zeminin kendi rutini içinde halledilebilecek ufku yakalamıştır. Ne yazık ki Kürtlerin “PKK sorunu” gerçek bir sorundur. Kürt Sorunu Çözülmedi Mi? İnsan Onuruna Dayanan Vesayetsiz Anayasa Bugün Kürt sorununun çözülmemiş olduğunu göstermek için sıralanan örnekler yüzde on seçim barajı, KCK soruşturmalarındaki uygulamalar, askeri operasyonlar ve anadilde eğitim gibi konulara indirgenmiş durumdadır ki, özellikle ilk üç konunun doğrudan Kürt sorunuyla hiç bir ilgisi yok. Anadilde eğitim konusu, Kürt sorununun çözülmemiş önemli bir parçası. Anadilde eğitim hakkının tanınmadığı bir çerçeve sorunu hiç bir zaman bitirememiş olacaktır. Bu konuda Başbakanın sergilediği tutum çözüm için asgari çıtanın gerisinde kalsa da, konu tartışılmaz değildir. Siyaset zemini tarafların ikna edilmesi için müsait hale getirilmiştir. Başbakan da kendi görüşünü söylemiştir ve demokraside kimsenin söylediği mutlak değildir. Seçim barajı meselesi ise demokrasinin genel bir sorunudur ve muhatabı Kürtler değil bütün muhalefettir. Nitekim BDP zaten kendine özgü yollarla bu barajı geçersiz hale getirmişti. Kürt sorununda aslında hayli yüksek eşiklerin aşılmış olduğu, paradigmanın değiştiği ve bir hayli mesafe kat edildiği aşamalarda PKK’nın Türkiye’den çok zaman sonra demokrasiye geçen ülkeler bile çok kısa bir sürede büyük mesafe kat ederek demokrasileriyle ülkemizi solladı. Üstelik model olması beklenirken İslam dünyasının demokrasiyle yönetilen tek ülkesi olma vasfını da resmen yitirdi. Türkiye demokrasiyle idare edilen 110 ülkeyi kapsayan “demokratik gelişmişlik endeksi”nde 89. sırada. Bu endekse göre eski Doğu Bloku ülkelerinin yanısıra Endonezya ve Malezya’nın demokrasileri bizden daha ileride. Fazla değil daha 3-4 yıl önce “Türkiye Malezyalaşacak” kabusuyla senaryolar kurgulanıyordu. Türkiye’den bakıp da Mısır’a ve diğer Arap ülkelerine demokratikleşme için bir yol haritası düşünüldüğünde Mısır’ın daha uzun süre demokratikleşemeyeceği bile söylenebilir. Oysa Mısır bile bugün geldiği noktada daha demokratik bir anayasa tesisi açısından Türkiye’den daha avantajlı sayılabilir. Çünkü Mısır, Mübarek’in şahsıyla özdeşleşmiş eski rejimi devirdikten sonra bir bakıma sıfırlamış ve kırmızı çizgisi olmayan yeni bir HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 7 Şiddetin tırmandırılması kendi mahalleleri içinde baskılarını sürdürmenin en geçerli yolu. Belli yörelerde seçmenler ev ev fişlemiş durumda. PKKBDP çizgisi, kendilerini bütün Kürtlerle özdeşleştirerek Kürtlerin her türlü mağduriyetinden kendilerine bir pay çıkarırken devletten yana şikayet ettikleri her şeyi misliyle bölgedeki başka unsurlara çektiriyor. anayasa yapmak hususunda bütün toplum kesimleri konuşmaya hazır hale gelmiş durumda. Yani tam de- mokrasiyi ille de aşırı kısık ateşte pişirmek gerekmiyor. Ateşi bu kadar kısılırsa demokrasi pişmeden çürüyebilir… Sivil toplum kuruluşları ve demokratikleşmeyi birinci önceliği haline getirmiş toplumsal kesimler açısından yeni bir anayasa, yeni dönemin en önemli gündem maddesi ve seçime girecek partilerle ilgili sınama noktası. Bu yüzden sivil toplum kuruluşları arka arkaya anayasa yapma sürecine katılıyorlar. Yeni anayasayı seçilecek yeni Meclis yapacak olsa da, toplumun bütün kesimlerinin bu sürecin dışında kalacağı anlamına gelmiyor. Aksine yeni anayasa en geniş katılımı sağlayarak, yine mümkün olabilecek en geniş mutabakatı da temin ederek yazılmalı. Bunun en geçerli yolu, toplumda “ben de varım” diyen herkesin sürece sorumluluk duygusuyla dahil olmasıdır. TÜSİAD’ın ve TESEV’in hazırladığı anayasa taslak önerileri geçtiğimiz ay kamuoyuna sunuldu. Halihazırda bir dizi kurum, kuruluş veya topluluğun kendi önerilerini hazırlamakta olduğunu biliyoruz. Abant Platformu da “Yeni Dönem Yeni Anayasa” başlıklı iki gün süren bir toplantı düzenledi. Toplantının sonuç bildirisinde “1982 Anayasasından ve bu anayasanın oluşturduğu bunaltıcı iklimden Türkiye’nin bir an önce kurtarılması zaruri” olduğu belirtildi. Ayrıca Türkiye’nin halen anda önündeki en önemli üç anayasal sorun; “kimlikler, temel hak ve özgürlükler, seçilmiş otoritelerasker ilişkileri ve diğer vesayet kurumlarının demokrasinin temel ilkelerine uygun olarak yeniden yapılandırılması” olarak sıralandı. Bildiride yeni anayasanın yapılma şekliyle ilgili olarak da, “yeni anayasanın halktan başlayan ve en geniş toplum kesimlerini içine alan bir müzakere süreci ile yapılması” görüşüne yer verildi. Çok iyi bir temenni olmakla birlikte yine de bu toplumsal katılımın sözkonusu STK’ların çabasının ötesine nasıl taşınacağı konusunda toplumsal gerçekliğimizin fazla iyimser bir tablo ortaya koymuyor olduğunu da hatırlamalıyız. Askeri ve bürokratik vesayetten arınmış bir anayasa için hangi partinin istekli olduğunu sorguladığımızda, mevcut kabulleriyle ilgili bazı sorunları olsa da AK Parti’den başka bir kurumun buna niyetli olmadığı görülüyor. AK Parti Meclis’te anayasayı tek başına değiştirecek bir çoğunluğa ulaşamadığı takdirde de özellikle bu konularda herhangi bir adım atması pek mümkün değil gibi. Doğrusu, her zaman herkesin hoşuna gidecek bir uzlaşma da nerdeyse imkansızdır. Fakat en azından vesayetsiz bir demokrasi konusunda uzlaşılabilir. Bunu beklemek de bütün vatandaşların hakkıdır. Muhalefet partilerinin vekil listelerine Silivri mahkumlarını pervasızca yerleştirilmesinden, yeni bir anayasa için öne sürecekleri mutabakat şartlarının ülkeyi daha fazla demokratikleştirmeye değil, belki de kaybettikleri vesayet konumlarını geri 8 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 kazanmaya yönelik talepler mi olacağını anlamalıyız! CHP’nin de hayli zamandır üzerinde çalıştığı kendi anayasa taslağını önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunması bekleniyor. Bu taslağın seçim sonrası uzlaşma ortamı için bir umut vermesini diliyoruz. 12 Eylül referandumda oylanan anayasa değişikliği hiç de fena değildi ve toplumu oldukça rahatlattı. Türkiye’nin bu süreçte her türlü vesayetten kurtulması ve tam demokratik ve tabulardan arınmış bir anayasa yapması gerekiyor. Anayasanın, silahlarını halka doğrultmuş bazı cuntacılar tarafından dayatılan “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” türünden akla ziyan maddelerin blokajından kurtarılması gerekiyor. Sözkonusu maddelerin içeriğiyle ilgili bir sorun olmasa dahi, anayasa böyle bir kayıttan azade kılınmalıdır. Anayasayı sonuçta TBMM yapacak ancak bunun bir “toplumsal sözleşme” zemininde gerçekleşmesinin sağlanması esastır. Stratejik Düşünce Enstitüsü, bu anlayışla yeni dönem için ‘Yeni Anayasa’ taslağını kamuoyuyla paylaştı. “İnsan onuruna dayalı, tam demokratik ve vesayetsiz bir anayasa” başlığı altında sunulan Anayasa önerisinde hiç bir kırmızı çizginin bulunmaması dikkat çekiyor. Taslak, 150 kadar hukukçu ve fikir adamının katılımıyla gerçekleşen altı aylık çalıştaylar süreci nihayetinde ve tematik olarak hazırlandı. Anayasa Raporu 12 Haziran seçim gündeminin yeni bir anayasa olması gereğinden hareket ediyor. Mevcut anayasanın sorunlu alanlarına odaklanarak kaleme alınan taslak, Bugüne kadarki anayasaların devleti merkeze almasına karşılık “insan onuru”nun merkeze alınmasını öngörüyor: “Yeni anayasanın en önemli önceliği devlet iktidarı karşısında insanı esas alıp, insan haklarını güvence altına almak ol- malıdır. Demokrasi ve insan haklarını daraltan, ideolojik tercihlere değil; birey, özgürlük, halk iradesi, hukukun üstünlüğü gibi vurgulara sahip olmalıdır. Temel ilke ‘özgürlük kural, sınırlama istisnadır’ ilkesi olmalıdır.” Kürt sorunu gerçekten Vatandaşın dini inanç ve pratiklerini, başkalarının haklarını ihlal etmeden özgürce kullanabileceği bir sosyal, hukuki ve siyasi çerçeve oluşturulması, insan onuruna saygının temel gerekleri olarak kabul ediliyor. Bu kapsamda “anadilde eğitim hakkı”nın güvenceye alınması, bir inanca dayalı din eğitiminin zorunlu olmaktan çıkarılması, buna karşılık isteğe bağlı din eğitiminin önündeki her türlü engelin de kaldırılması teklif ediliyor. Ayrıca insanların dini inanç, ifade ve pratiklerinde hiç bir ayırıma ve kısıtlamaya tabi tutulmaksızın istihdam veya hizmet alımlarının da anayasa güvencesine alınması öneriliyor. bu ülkenin herkes kadar MGK, YÖK, Diyanet ve benzer kurumların anayasada yer almaması, hiç bir şahsa ve kuruma kutsallık atfedilmemesi gerektiği savunulurken, metnin herhangi bir etnik hiyerarşi tesis etmemesine de dikkat çekiliyor. Anayasanın başlangıç metni için de bir önerimiz şöyle: “Biz Türkiye halkı; Bütün insanların evrensel hak ve özgürlüklere sahip olduğu inancını taşıyoruz. Tüm bireylerin hiçbir ayrımcılığa maruz kalmaksızın eşit olduğunu kabul ediyor ve bütün farklılıkları kültürel bir zenginlik olarak görüyoruz. Evrensel barış idealini paylaşıyor ve doğanın dengesini korumayı bir insani sorumluluk sayıyoruz. İnsan haklarını, hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu, özgürlüğü ve eşitliği esas alan ve herkesin insan onuruna yakışır bir şekilde yaşamasını hedefleyen demokratik bir düzen kurmak istiyoruz. Bu anayasayı, birlikte yaşama irademizin bir beratı olarak kabul ve teyit ediyo- çözülmüştür. Kürtlerin kendi dilleriyle, kimlikleriyle onurlarıyla eşit vatandaşı olarak yer almasının önündeki siyasi, psikolojik ve sosyal engeller kalkmıştır. Yapılacak başka düzenlemeler sadece siyasi zeminin kendi rutini içinde halledilebilecek ufku yakalamıştır. Ne yazık ki Kürtlerin “PKK sorunu” gerçek bir sorundur. ruz.” Böyle bir anayasa ile Türkiye’de yüzyıldır yaşadığımız Kürt, Alevi, laiklik ve insan hakları sorunları kalır mı? Abant Platformunun sonuç bildirisinde denildiği gibi yeni anayasa için müzakere süreci; “demokratik bilinçlenme, eğitim ve olgunlaşma sürecidir, bir pazarlık süreci değildir.” Yeni dönemde yeni bir Anayasa mümkün olacak mı, kesin bir şey söylemek zor olsa da anayasa tartışmaları hiç olmazsa vatandaşlık bilincinin daha fazla gelişmesini sağlıyor. Hiç değilse, devletin vatandaşlar üzerinde hakim değil, vatandaşların katılımıyla gerçekleşen bir ortaklık olduğu bilincini güçlendiriyor. SDE Başkanı, Prof. Dr.* HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 9 Seçmen Siyasal Partileri Rasyonelleştiriyor mu? Seçim beyannamelerinde ekonomik sorunlara ilişkin tespitlerin ve çözüm önerilerinin genişliği, partilerin seçmenlerin yaşam kalitesine doğrudan dokunma ve böylelikle seçimde tercih edilme arzusu içinde olduklarını göstermektedir. Özellikle Ak Parti ve CHP beyannamelerinde, ekonomi programı üzerinde yoğun ve titiz bir çalışmanın izlerine rastlamak mümkündür. Muhsin KAR* S iyasal partiler, Türkiye’nin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel sorunlarına çözüm önerilerini içeren seçim beyannameleri ile 12 Haziran’da seçmen karşısına çıkıyor. Seçim beyannameleri, her zaman ekonomik sorunların çözümüne ve partinin iktidara gelmesi durumunda izleyeceği ekonomi politikasına geniş yer ayırırlar. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre parlamentoya girmesi (Ak Parti, CHP ve MHP) ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olarak seçime giren bağımsız adaylardan grup kurması (BDP) muhtemel siyasal partilerin 12 Haziran 2011 seçimleri için hazırladıkları beyannamelerini ekonomi politikaları açısından 10 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 değerlendirerek, benzerliklerini ve farklılıklarını belirlemek seçimin ardından seçmen davranışlarının rasyonel bir şekilde yorumlanmasına ışık tutabilir. 12 Haziran seçimleri için hazırlanan seçim beyannamelerinin ekonomik sorunlara ilişkin tespitleri, öncelikleri ve önerileri birkaç farklı kritere göre karşılaştırılabilir. Cumhuriyetin 100. Yılı Miti İlk olarak beyannamelerde, eski beyannamelerin aksine, uzun vadeli bir perspektifin benimsenmiş olduğu görülmektedir. Ak Parti, CHP ve MHP’nin her üçünün ekonomi programlarındaki ortak özel- liklerden biri, Cumhuriyetin 100. Yılı’nda (2023) varılmak istenen gelişmişlik seviyesine yer verilmesidir. Her üç partinin de seçimlerde birkaç yılı veya bir seçim dönemini kapsayan bir perspektif yerine, yaklaşık 12 yılı kapsayan ve 12 Haziran dahil toplamda üç seçim dönemine karşılık gelen bir anlayışı benimsemiş olması oldukça önemli bir gelişmedir. Bu siyasal partilerin program ufkunun uzadığını gösterir ki, ekonomi politikalarında sürekliliğin sağlanması ve uygulanan politikalardan sonuç alma olasılığının artması açısından önem arz etmektedir. Beyannamelerdeki 2023 hedefine biraz daha yakından bakılabilir. Ak Parti: Büyük Ekonomi MHP: Üreten Ekonomi Programı Ak Parti, seçimden önce son yıllarda dillendirdiği “Cumhuriyetin 100. Yılı” söylemini ve bu çerçevede dile getirdiği hedefleri seçim beyannamesine beklendiği gibi yansıtmıştır. Beyannamesine de “Türkiye Hazır Hedef 2023” başlığını uygun görmüştür. Ekonomik sorunlara ilişkin tartışmalar ise, “Büyük Ekonomi” başlığı altında yapılmaktadır. Cumhuriyetin 100. yılında; büyüklük bakımından dünyanın ilk 10 ekonomisi içinde yer alması, enflasyonun ve faiz oranlarının katılıcı olarak tek haneli rakamlarda tutulması, ihracatın 500 milyar dolara ulaşması, kişi başına milli gelirin 25 bin dolara yükselmesi ve en az 2 trilyon dolarlık bir ekonomi büyüklüğüne ulaşılması hedeflenmiştir. MHP, Cumhuriyetin 100. Yılı söylemini seçim beyannamesi başlığına yansıtmıştır: “2023’e Doğru Yükselen Ülke Türkiye Sözleşmesi”. MHP, 2023 vizyonunu üç dönemde ardı ardına iktidar olma hedefiyle şekillendirmektedir: “Onarım ve toparlanma (2011-2015)”, “gelişme, bütünleşme ve atılım (2015-2019)” ve “lider ülke (2019-2023)”. Her bir dönemde ekonominin yıllık ortalama yüzde 7 büyümesi, her bir dönemde yıllık 700 bin yeni istihdam yaratılması, GSYİH’nın 2023’te 2.1. trilyon dolara ve kişi başına gelirin 25 bin dolara yükseltilmesi ve ihracatın 400 milyar dolara ulaşması hedeflenmektedir. CHP: Büyüyen, Paylaşan, Çevre Dostu Ekonomi Ak Parti’nin 2023 söyleminin CHP’de de etkili olduğu görülmektedir. Seçim öncesi 100. Yıl söylemine ilişkin önemli bir açıklaması bulunmasa da, CHP’nin seçim beyannamesinde de, ufuk uzunluğu önemli bir yer tutmaktadır. Mevcut durumdan hareket edilerek, konulan hedefler konu üzerinde ciddi olarak kafa yorulduğunu göstermektedir. CHP’nin 100. Yıl Hedefleri ise, yüzde 7’lik bir büyüme oranı ile 2,6 trilyon dolarlık bir ekonomiye ve 31 bin 500 dolarlık kişi başına Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya yükseltilmesi, ilk on ekonomi içinde yer alması, ihracatın 650 milyar dolara yükselmesi, her yıl ortalama 800 bin kişiye istidam yaratılması, işsizlik oranının yüzde 6’ya düşürülmesidir. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ortalama yüzde 9,5 oranında büyümesi, bölgesel farklılıkların azaltılması ve bunun sonucunda bu bölgelerin kişi başına gelirlerinin Türkiye ortalamasının yüzde 75’ini yakalaması beyannamede yer almaktadır. Bağımsızlar Bloğu: Ufuk Uzunluğundan Mahrum Yeni oluşacak parlamentoda büyük bir ihtimalle grup kurabilecek olan BDP’nin (Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun) ekonomi programında 2023 hedefine rastlanmamaktadır. Gelir dağılımı, yoksullukla mücadele ve insanca çalışma hayatına ilişkin çok genel hedeflerin ekonominin altında tartışıldığı görülmektedir. Zengin Beyanname İçerikleri Siyasal partilerin seçim beyannamelerinde göze çarpan ikinci özellik ise, ekonomik sorunlara ve çözüm önerilerine ilişkin zengin içerikleridir. Her üç parti toplumun farklı kesimlerini değişik derecede ilgilendiren konulara ayrıntılı bir şekilde yer vermektedir. Ak Parti: Hazır Olmanın Avantajı AK Parti, ekonomik sorunlara ilişkin seçim beyannamesindeki “Büyük Ekonomi” başlığını, küresel ekonomik gelişmelerden ödemeler dengesine, Ar-Ge ve inovasyondan savunma sanayine ve para politika- Ak Parti, iktidarda olmanın da avantajı ile daha gerçekleştirilebilir ve dolayısıyla kaynağı daha kolay temin edilebilecek projeler ve vaatler üzerinden hareket etmektedir. Ayrıca Ak Parti, son dönemlerde bürokratların ve akademisyenlerin üzerinde çalıştığı reform çabalarını bir yandan eylem planları (İstihdam Stratejisi ve Sanayi Stratejisi Belgesi gibi) ile uygulamaya koyarken diğer yandan bu projelere seçim beyannamesinde yer vermiştir. sından gümrük hizmetlerine kadar geniş bir yelpazede sınıflandırdığı sorunları toplamda yirmi bir alt başlık ile genişletmektedir. Konular toplamda 44 sayfada (30’dan 74’e kadar) tartışılmaktadır. Ak Parti, yoksulluk, sosyal yardımlar, eğitim, sağlık ve engellilerle ilgili önerilerini ise, “Güçlü Toplum” başlığı altında sunmaktadır. Konulara ilişkin değerlendirmelerde objektif hedeflerin belirlendiği göze çarpmaktadır. Diğer bir ifadeyle, 2002’deki durum, mevcut durum ve 2023 hedefi hemen her alt başlık altında yer almaktadır. Ayrıca iktidarda olmanın avantajı ile son yıllarda değişik alanlarda hayata geçirilen eylem planlarındaki hedeflerin seçim beyannamesine girmiş olması, uygulanan politikaların devam edileceği ve bu noktada bir HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 11 CHP geçmiş yıllardaki rejim tartışmalarının aksine, yoksulluk, yolsuzluk, gelir dağılımında adalet, kamu yönetiminde şeffaflık önemli ekonomik sorunlar üzerinden siyaset yapma isabetinde bulunmuştur. Ekonomik sorunların çözümünde biraz abartılı ve gerçekleştirilmesi zor gözüken vaatler sunmaktadır. Bunun nedeni, yaşam standardına ilişkin projelere seçmenin verdiği olumlu tepkinin CHP tarafından da fark edilmiş olmasıdır. hükümet programı hazırlamak için zaman kaybetmesinin söz konusu olmadığı şeklinde değerlendirilebilir. CHP: Proje Geliştirmenin Cazibesi CHP, ekonomi programını, sürdürülebilir kalkınma için “üreten, büyüyen, paylaşan, çevre dostu ekonomi” başlığını toplam 27 sayfada (19’dan 46’ya kadar) ve yaklaşık 40 alt başlık ile tartışmaya açmaktadır. Bu alt başlıklar çok geniş bir yelpazedeki sorunlara odaklanmaktadır. Nükleer enerjiden istihdam seferberliğine, Ar-Ge ve yenilikçilik çalışmalarından tarımsal desteklere ve bilişim reformundan sanayi ve sanayiciye desteğe beyannamede yer almaktadır. Konular daha çok 12 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 maddeler halinde ve hedeflerin ne olacağına yönelik bir tarzda ele alınmaktadır. Ak Parti gibi CHP’de yoksulluk ve yoksullukla mücadele ile ilgili konuları ayrı bir başlık altında sunmayı uygun görmüştür. Bu çerçevede kamuoyunda sıkça gündeme gelen aile sigortasının, engellilere desteğin, çocuklara yardımların genel özellikleri maddeler halinde sunulmaktadır. davranmalarına ve somut erişilebilir, gerçekleştirilebilir projelere ilgi göstermesine yol açmıştır. Toplumda bu yönde oluşan bilinç, siyasilere vaat ettikleri projelerin kaynağının sorulmasına neden olmaktadır. Bu ise, siyasilerin tansiyonunu yükseltmeye yetiyor. CHP, seçim beyannamesinde yer alan birçok ekonomik ve sosyal konuda ayrıntılı projeler geliştirmeye çalışmaktadır. Aile sigortası, bedenli askerlik, üreten ekonomi gibi ayrıntılı raporlar üretmiştir. Önceki seçimlerde daha çok rejim sorunu üzerinden siyaset yapman bir partinin toplumun sorunlarına ilişkin somut projelerle siyasete yönelmesi, Türkiye demokrasisi açısından önemli bir kazançtır. Birçoğu seçim beyannamesine giren projelerinin toplumun farklı kesimlerinde kısmen ilgi çektiği gözlenmektedir. Bu projelerin CHP’nin oylarını bir miktar artacağı yönünde umutların oluştuğu bilinmektedir. Proje bazlı ve sorun çözmeye odaklı yaklaşımı ile CHP, ilk defa (1970’lerde Ecevit önderliğinde de böyle bir deneyim sözkonusu) geniş halk kesimleriyle buluşma fırsatı yakalamıştır. Ancak geniş halk kesimlerinin zihnindeki CHP algısı, bu fırsatın 12 Haziran’da oya dönüşmesini sınırlandırabilir. Ak Parti, iktidarda olmanın hem avantajını hem de dezavantajını yaşamaktadır. Sırtında küfe taşımaktadır. Küresel ekonomideki kırılganlıklarında farkında olarak, son sekiz yılda oluşturduğu dengeleri bir seçime heba etmek istemediği izlenimi vermektedir. Dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girmeyi hedefi yaklaşık ortalama yıllık yüzde 5-5.5’lik gibi bir mütevazi/muhafazakar büyümeye dayanmaktadır. Ekonomi konusunun alt başlıkları tartışılırken, halen iktidarda olduğu dönemde geliştirdiği strateji belgeleri ve eylem planlarında da makul ve gerçekleştirilebilir hedeflerin benimsendiği göze çarpmaktadır. MHP: Proje Geliştirmemenin Dezavantajı MHP, ekonomik sorunlara ilişkin tartışmaları, Ekonomik Hedef ve Politikalar başlığı altında yer alan 11 alt konuyu 37 sayfada (63’ten 90’a kadar) tartışmaktadır. Sorunların tespiti ve çözüm önerileri, para ve maliye politikaları, özelleştirme, finansal piyasalar ve bankacılık, kamu maliyesi ve borç yönetimi politikası gibi alt başlıklar çerçevesinde yapılmaktadır. MHP, yolsuzlukla mücadele, yoksullukla mücadele, Ak Parti: Rasyonel Seçmene Güveniyor çalışma hayatı ve sosyal güvenlik, bölgesel kalkınma, turizm, tarım ve kırsal kalkınma gibi sorunları ise ekonomiden ayrı olarak, ayrı başlıklar altında sunmaktadır. MHP’nin seçim beyannamesinde ekonomik sorunlar ilişkin tespitler ve çözümler geniş yer tutmakta olduğu daha önce vurgulanmıştı. Ancak konuların CHP’de olduğu gibi proje bazlı olmamasından dolayı, önplana çıkmamaktadır. CHP’nin Aile Sigortasına karşılık MHP’nin Hilal Kart’ından başka bir projesi dikkat çekmemektedir. Bağımsızlar Bloğu: Kimlik Siyasetinin Kolaycılığı Bağımsızlar Bloğu (Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu) ise, slayt şeklinde hazırlanan yaklaşık 40 sayfalık seçim beyannamesinin 13 sayfasını ekonomi, eğitim ve sağlık konularına ayırmaktadır. Tartışmaların daha çok yoksulluk ve mücadele, gelir dağılımında adalet, herkes için parasız sağlık ve sosyal güvenlik hakkı gibi konulara yoğunlaştığı görülmektedir. Diğer partilerle karşılaştırıldığında, bağımsızlar bloğunun seçim beyannamesinin içeriğinin zayıf olduğu, tartışılan konuların sınırlı kaldığı ve yüzeysel olarak ele alındığı ve özelleştirme karşıtlığı gibi daha çok sol bir söylemin benimsendiği anlaşılmaktadır. Beyannamede, demokratikleşme, özgürlükler, sendikal haklar, bölgesel kalkınma gibi konuların yoğun olarak tartışıldığı ve bütün bunların kimlik siyaseti çerçevesinde ele alındığı görülmektedir. Bağımsız adaylar, toplumun sosyo-ekonomik sorunları tartışma yerine kimlik siyasetini ön plana çıkarmanın kolaycılığını göstermektedirler. Rasyonel Seçmene Dikkat! Beyannamelerde göze çarpan üçüncü husus ise, kaynak konusundaki belirsizliklerdir. İktidar olmak için yarışan siyasi partilerin zorlandığı bu alan ise, hedeflerini gerçekleştirmek için gerekli olan kaynakların nereden ve nasıl sağlanacağı ile ilişkilidir. Bu konuda zorlanmanın temel nedeni, son birkaç genel ve yerel seçimde halkın büyük bir kesiminin kaynağı belli olmayan popülist söylemlere prim vermemesidir. Yaşanan krizlerin ve buna bağlı olarak ekonomik kayıpların büyüklüğü, seçmenlerin daha rasyonel Kamuoyu anketlerinde iktidarını sürdürme olasılığı büyük olan Ak Parti, beklentileri makul düzeyde tutmaya çalışmaktadır. Bu tavrı ile Ak Parti, hizmet bazlı siyaset anlayışının rasyonel seçmen tarafından takdir edilmesini bekliyor. Diğer bir ifadeyle, 8 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde birçok alanda gerçekleştirilen reformların seçmenlerin rasyonel karar vermesine yol açacağı beklenmektedir. Dolayısıyla rasyonel seçmenlerin kaynağı belli olmayan ve istikrarsızlık yaratabilecek projelere prim vermeyeceği düşünülmektedir. CHP: Dezavantajlı Seçmene Yöneliyor CHP bir yandan makro dengeleri sürdüreceğine söz verirken, diğer yandan popülist bir söylemden de geri kalmıyor. Bu haliyle ikircikli bir davranış sergiliyor. Daha çok fırsatçı ve dezavantajlı toplum kesimlerinden oy toplamaya çalışıyor. Makro anlamda, mali kuralı benimseyeceğini ve mali disiplini sürdüreceğini ifade etmektedir. Diğer taraftan yıllık ortalama yüzde 7 büyüme hedefi varsaymaktadır ki, Türkiye’nin son kırk yılı ortalaması yüzde 4’ler civarındadır. Türkiye’de ekonomik büyümenin dışa bağımlı olduğunu tarihsel veriler göstermektedir. Doğal büyüme trendinin yüzde 4-5’ler civarında olduğu anlaşılmaktadır. Büyüme oranının kalıcı şekilde uzun süreli yüzde 7’lerde tutulması dış kaynak kullanımını zorunlu kılmaktadır. Bu durum cari işlemler açığının ve buna bağlı kırılganlıkların artmasına yol açabilir. Oysa CHP, cari açıkların GSYİH’ya oranını yüzde 2.5’lara düşüreceğini vaat etmektedir. Ayrıca Aile Sigortası ile yoksul kesimlere, bedelli askerlik ile gençlere açılmaya çalışmaktadır. Çiftçilere yönelik mazot desteği vermektedir. Mevcut projeleriyle, CHP, toplumun dezavantajlı kesimlerinin oylarına yönelmiştir. Sırtında yumurta küfesi taşımıyor olmanın verdiği rahatlıkla vaatler dile getiren CHP’ye bu projelerinden dolayı prim verecek toplum kesimleri olabilir. CHP, yıllar sonra, somut projelerle halkın karşısına çıkarken, projelerinin kaynağı konusundaki eleştirilere, “benim adım Kemal!” gibi sert tepkiler vermektedir. Projelerin kaynağının sorulması/sorgulanması, seçmen davranışlarının ne ölçüde rasyonelleştiğini göstermesi açısından önemlidir. Yeni CHP’nin proje bazlı muhalefeti, oyları bir miktar artırsa bile iktidar olmaya yetmeyecek gibi gözükmektedir. Böyle bir sonuç, Ak Parti’nin özellikle CHP’nin yüklendiği noktalarda tahkimat yapmasını gerektirir ve özellikle yoksullukla mücadele noktasında kurumsal ve politika anlamında çalışmaların HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 13 hayata geçirilmesini zorlar. Diğer taraftan, seçmenin 12 Haziran’da rasyonel davranması ve popülizme prim vermemesi ise, CHP’nin bir sonraki seçimde daha rasyonel ve ayakları yere basan projeler üretmesine katkıda bulunabilir. MHP: Kaynak Açıklamıyor MHP, gerek genel makroekonomi politika hedefleri için gerekse Hilal Kart gibi sosyal içerikli projeleri için kaynak sorununu nasıl çözeceğine ilişkin bilgi sunmamaktadır. Kayıt dışılıkla mücadele edileceği, vergi oranlarının düşürülerek tabana yayılacağı gibi genel ifadeler dışında, beyannamede kaynak sorunu tartışılmamaktadır. Bağımsızlar Bloğu: Devletin Malı Deniz… Bağımsızlar Bloğu ise, kaynak sorununa hiç değinmemektedir. Beyanname, bütçenin harcama kalemleri üzerinde yük oluşturabilecek vaatler içerirken gelir boyutu tamamen gözardı edilmektedir. Eğitimden bölgesel kalkınmaya birçok konuda klasik sol kalkınma modeline uygun merkezi planlamacı bir anlayışa vurgu yapmaktadır. 1990 sonrasında merkezi planlama uygulayan ekonomilerin bile serbest piyasa ekonomisine yöneldiği bir dünyada, Bağımsızlar Bloğu, sol söylemi benimsemiş gözükmektedir. Siyasette ekonomide çok siyasal konuları ön plana çıkardıklarından ve iktidara alternatif olmadıklarından olsa gerek, özellikle bölgesel gelişmişlik farklarının azaltılması noktasında devletin daha aktif olarak rol oynamasını önermektedirler. Sonuç Yerine… Seçim beyannamelerinde ekonomik sorunlara ilişkin tespitlerin ve çözüm önerilerinin genişliği, siyasal partilerin seçmenlerin yaşam kalitesine doğrudan dokunma ve böylelikle seçimde tercih edilme arzusu içinde olduklarını göstermektedir. Özellikle Ak Parti ve CHP beyannamelerinde, ekonomi programı üzerinde yoğun ve titiz bir çalışmanın izlerine rastlamak mümkündür. Ak Parti, iktidarda olmanın da avantajı ile daha gerçekleştirilebilir ve dolayısıyla kaynağı daha kolay temin edilebilecek projeler ve vaatler üzerinden hareket etmektedir. Ayrıca Ak Parti, son dönemlerde bürokratların ve akademisyenlerin üzerinde çalıştığı reform çabalarını bir yandan eylem planları (İstihdam Stratejisi ve Sanayi Stratejisi Belgesi gibi) ile uygulamaya koyarken diğer yandan bu projelere seçim beyannamesinde yer vermiştir. Ak Parti’nin ekonomi programında dikkat çeken bir diğer karakteristik ise, iktidar yorgunluğunun hissedilmemesidir. 2002’den bugüne alınan yol, yeni, açık ve somut hedeflerin geliştirilmesine ve (büyük iller için ayrı ayrı açıklanan çılgın projeler gibi) gerçekleştirilebilecek yeni hayallerin kurulmasına yol açmış gibi gözükmektedir. CHP ise geçmiş yıllardaki rejim tartışmalarının aksine, yoksulluk, yolsuzluk, gelir dağılımında adalet, kamu yönetiminde şeffaflık önemli ekonomik sorunlar üzerinden siyaset yapma isabetinde bulunmuştur. Ekonomik sorunların çözümünde biraz abartılı ve gerçekleştirilmesi zor gözüken vaatler sunmaktadır. Bunun nedeni, yaşam standardına ilişkin projelere seçmenin verdiği olumlu tepkinin CHP tarafından da fark edilmiş olmasıdır. Ancak bu konuda ön almak isteyen CHP, projelerinin kaynağının belirsizliği ve yetersizliği nedeniyle seçmende endişe uyandırabilir. Ekonomik ve siyasal olarak ödediği bedellerden aldığı dersler ile son birkaç seçim popülist söylemlere prim vermeyen seçmen kitlesi, kalitesi ve rasyonalitesi, CHP’nin en büyük handikabını oluşturmaktadır. Seçim Beyannamelerinde Yeni Anayasa ve Demokratikleşme Genel olarak her üç siyasi partinin seçim beyannameleri incelendiğinde en dikkat çekici husus Türkiye’nin anayasal yapısından kaynaklanan sorunların her üç siyasi parti tarafından da benzer bir biçimde tespit edildiğidir. Demokratikleşme süreci ile ilgili olarak da benzer bir durum söz konusudur. Ancak siyasi partilerin bu yapıya ilişkin çözüm önerileri konusunda oldukça farklı yaklaşımlar dikkat çekmektedir. Yusuf TEKİN* T ürkiye seçimlere kilitlendi, her yerde her tarafta seçimler gündemin ana maddesi. Özellikle liderler arasında yaşanan ve edep sınırlarını hayli zorlayan söz düellosu gazetelerin ve televizyonların seçime ilişkin en önemli haber niteliği taşıyan hususlar olarak kullanılıyor. Ayrıca yine bu kapsamda özel hayatın gizliliğini ihlal eden kaset savaşları çok ilginç boyutlara ulaştı. Siyasi partilerin yakın zamanda açıkladığı seçim beyannameleri ilginç bir biçimde bu tartışmalar arasında kayboldu gitti. Neredeyse seçim çalışmalarında hiç üzerinde durulmuyor. Aslında bu durum ilk defa karşılaşılan bir olay değil. Daha dokuz ay kadar önce yapılan referandumda da benzer bir biçimde meydanlarda ve siyasi parti mensuplarının 14 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 katıldığı tartışma ortamlarında referanduma sunulan anayasa değişikliğine ilişkin hükümler hakkında değil, tam tersine havuzlu villa, boy-soy vb spekülatif konuşmalar ön plana çıktı. 12 Haziran seçimleri öncesinde hemen aynı türden bir tartışma ortamı var. Siyasi partilerin seçim beyannameleri neredeyse üzerinde hiç durulmadan unutuldu. Oysa olağan bir seçim sürecinin bu beyannameler üzerinden yürümesi beklenirdi. Seçim sürecinde üzerinde yeterince durulmayan bu beyannamelerde siyasi partiler kendi önceliklerine göre oldukça farklı çözüm ve politikalar önermektedirler. Bu beyannamelerin hepsinde ortak başlıklardan birisi yeni anayasa ihtiyacı ve bu yeni anayasanın nasıl bir içeriğe sahip olması gerek- tiğidir. Beyannamelerde özellikle demokratikleşme ve yeni anayasa sürecine ilişkin birbirinden farklı ve oldukça ilginç ve üzerinde durmaya değer öneriler ve tartışma konuları mevcut. Ayrıca beyannamelerin bu kısmı incelendiğinde 12 Haziran sonrasına ilişkin olarak Türkiye’nin önemli sorunları konusunda özellikle halihazırdaki iktidar ve anamuhalefet partilerinin tespitleri arasında ciddi paralellikler bulunduğunun altını çizmek gerekir. Ki bu da yeni dönem için umutlu olmamız açısında oldukça önemlidir. AK Parti’ye Göre Demokratikleşme ve Yeni Anayasa Adalet ve Kalkınma Partisi hem HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 15 Ak Parti’nin seçim bildirgesinde Yeni Anayasaya ayrı bir başlık açılmış. Bu kısımda 2004, 2007 ve 2010 anayasa değişikliklerinin yeni anayasa hazırlanma sürecine zemin oluşturduğunun altı çizilmiş. Bu kapsamda Yeni Anayasanın en önemli işlevinin bireylerin haklarını etkin şekilde korumak olduğu ve temel belirleyici unsurunun insan onuru kavramı olması gerektiği ifadelerine yer verilmiş yeni anayasa ve hem de demokratikleşme sürecine seçim bildirgesinde görece en ayrıntılı biçimde yer veren siyasi parti görünümünde. Beyannamenin bu kısmına “İleri Demokrasi” tanımlaması uygun görülmüş. Demokratikleşme, Güçlü Siyaset, Güçlü Sivil Toplum, Yeni Anayasa ve Demokratikleşme başlığı altında önce 3 Kasım 2002 seçimlerinden itibaren ki, Ak Parti’li hükümetlerce gerçekleştirilen icraatlar sıralanmış. Bu başlık altında 12 Eylül 2010 referandumu ile “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak adlandırılan ve “bütün toplumsal sorunların demokratik yöntemlerle çözümü” olarak tanımlanan kamuoyunda ise Kürt sorunu olarak bilinen adımlar biraz daha ayrıntılı bir biçimde ele alınmış. Bu kısımda dikkat çekici olan şey Ak Parti yaptıklarını ayrıntılı bir biçimde anlatırken, 16 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 yeni dönem için vaadlerinde aynı ayrıntılı ifadelere yer vermemiş. Örneğin, Kürt sorunu ile ilgili kısmın sonunda “Ak Parti, ustalık dönemi olarak gördüğü üçüncü iktidar döneminde milli birlik ve kardeşlik ruhunu egemen kılarak tüm toplumsal sorunları çözmeye kararlıdır.” cümlesine yer vermiş, ancak bu kapsamda ne tür somut adımların atılacağına ilişkin hiçbir ifade yer verilmemiştir. Aynı şekilde siyasetin güçlendirilmesi ile ilgili kısmın sonunda da “Anayasa tartışması sırasında Siyasi Partiler Kanunu ve partilerin finansmanı gibi konular da doğal olarak ele alınacaktır.” gibi oldukça muğlak bir cümle yer almaktadır. Bu kısımda genel ve içi doldurulmamış ifadelere yer verilmiş olması Ak Parti seçim bildirgesinin önemli eksikliklerinden birisi. Ak Parti’nin seçim bildirgesinde Yeni Anayasaya ayrı bir başlık açılmış. Bu kısımda 2004, 2007 ve 2010 anayasa değişikliklerinin yeni anayasa hazırlanma sürecine zemin oluşturduğunun altı çizilmiş. Ak Parti’nin üçüncü iktidar döneminin yeni anayasa dönemi olacağı belirtilmiş. Bu kapsamda Yeni Anayasanın en önemli işlevinin bireylerin haklarını etkin şekilde korumak olduğu ve temel belirleyici unsurunun insan onuru kavramı olması gerektiği ifadelerine yer verilmiş. Hemen ardından yeni anayasanın bireyin özgürlüğü ve korunmasını temel felsefe olarak kabul etmesi ve yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanması ile siyasi sistemin işleyişindeki belirsizliklerin ortadan kaldırılmasını öncelemesi gerektiği belirtilmektedir. Anayasanın yapılma yöntemi ile ilgili olarak kamuoyundaki en önemli sorulardan birisi olan “anayasanın nasıl yapılacağı” sorusu bildirgede oldukça hassas ve dikkatli bir dille kaleme alınmış. Bilhassa kamuoyunda serbestçe tartışılması, katılım ve uzlaşma- nın aranacağı ve hangi çoğunlukla TBMM’de kabul edilirse edilsin referanduma sunulacağı vaadleri oldukça önemli. Bunun özellikle Ak Parti, TBMM’de 367 ve üzeri milletvekilliği elde ederse kendi anayasasını dikte edebilir eleştirilerini yöneltenleri rahatlatacak bir açıklama olduğu belirtilmeli. Yine bu kısımda Ak Parti yönetiminin kamuoyundaki kurucu meclis/anayasa meclisi tartışmalarını sona erdirecek bir biçimde yeni anayasanın kesinlikle TBMM tarafından yapılması gerektiği biçimindeki ifade de oldukça dikkat çekici. Ancak bu kısımda da yeni anayasanın içeriği ile ilgili ayrıntılı açıklamaların yer almadığı altı çizilerek belirtilmeli. CHP’nin Özgürlükçü Demokrasi ve Anayasa Vurgusu Türkiye’nin anayasal sisteminden kaynaklanan sorunların tespitinde ilginçtir bütün siyasi partiler neredeyse uzlaşıyor. Bu seçim bildirgelerine de yansımış durumda. Cumhuriyet Halk Partisi de benzer bir biçimde anayasaların birer toplum sözleşmesi olduğu, “herkesin özgürlüklerini alabildiğince genişleten” bir niteliğe sahip olması gerektiği vurgusuna bildirgenin hemen başında yer veriyor. Bu kısımda en dikkat çekici cümle, “ demokratik anayasa, demokratik yollardan yapılan anayasadır” tanımlaması ve böyle bir anayasanın toplumun her rengini hem içeriğinde hem de yapılış sürecinde kucaklaması gerektiği biçiminde ifadededir. CHP anayasanın yapım sürecine ilişkin endişelerini ön plana çıkaran bir başlangıç yapmayı tercih etmiştir. 12 Haziran’da seçilecek TBMM’nin % 10 barajı nedeniyle meşruiyetinin zarar görmüş olacağına vurgu yapılmasına karşı, yeni anayasayı kimin yapacağı sorusu cevapsız bırakılmıştır. CHP’nin bildirgesinde ilginç bir başka ifade ise, parlamenter sistemin özgürlükçü demokrasinin en önemli yapı taşlarından birisi olarak görülmesidir. Ki bu ifade de oldukça tartışmaya açıktır. Bu başlık altında silahlı kuvvetlerle ilgili kısımda İç Hizmet Kanunun 35. Maddesinin “değiştirilmesi” vurgusu ile nasıl olacağı hakkında hiçbir ifadeye yer verilmeyen “silahlı kuvvetler sivil otoritenin kontrolü altında bulunmalıdır” ifadesi dışında bir hüküm dikkat çekmiyor. Buradaki “kontrol” ifadesinin özenle seçildiği ve “silahlı kuvvetlerin siyasal iktidara bağlı olması” biçiminde anlaşılmadığını da metinden okumak mümkün. Ayrıca MGK ve YAŞ gibi tartışmalı kurumlara yer verilmediğini söylemek gerek. Ancak bu ifadenin özgürlükçü demokrasi başlığı altında yer alması CHP’nin politik çizgisi açısından oldukça önemli bir değişimdir. Yine özgürlükçü demokrasi başlığı altında tutuklanan gazeteciler ve kaset siyaseti gibi güncel konular bağlamında özel hayatın gizliliği ile ifade ve düşünceleri yayma hürriyetine vurgu yapıldığı dikkat çekiyor. Aynı çerçevede olmak üzere hiç kimsenin etnik köken, din, mezhep ve cinsiyet ayrımcılığa uğramaması gerektiği belirtilmiştir. Ancak burada da kadın-erkek eşitliğinin sağlanması amacıyla pozitif ayrımcılık yapılması önerilirken diğer eşitsizliklerle ilgili CHP’nin nasıl bir çözüm önerisi olduğu hususuna hiç değinilmemiştir. Bunun yerine “toplumsal ve siyasal çoğulculuğun önündeki engellerden şikayetçi olan kesimlerinin sorunlarının tam demokrasi anlayışı çerçevesinde” çözüleceği gibi muğlak bir ifadeye yer verilmiştir. Bu kısımda CHP’nin en somut önerisi çoğulculuğun sağlanması için seçim barajlarının % 5’e indirilmesi biçimindedir. Bildirgede CHP’nin yeni anayasa ile ilgili önerileri kısmında ise en sık kullanılan kavram “yeni ve özgürlükçü bir Anayasa” ifadesidir. Buradan CHP’nin de mevcut anayasayı özgürlükçü bir anayasa olarak tanımlamadığı sonucuna rahatlıkla ulaşılabilir. Akabinde yeni anayasanın özgürlükçülük, çoğulculuk, katılımcılık, insan onuru ve evrensel insan haklarının önceliği, insan haklarının esas sınırlandırılmasının istisna olması, uluslar arası hukuka saygı vb toplumun tüm kesimleri tarafından dile getirilen tanımlamalara yer verilmiştir. Burada da altı çizilmesi gereken husus, CHP’nin temel paradigmalarından birisi olan parlamenter sisteme de anayasanın temel ilkeleri arasında yer verilmiş olmasıdır. Ki bu oldukça tuhaf bir durumdur. Hak ve özgürlüklere tam koruma, baskı ve korkuya son, özgür medya ve internet gibi başlıklar altında sunulan öneride devletin ideolojik tarafsızlığına hiç yer verilmemiş olması da bir başka ilginç durumdur. Anayasa başlığı kısmında dikkat çeken bir başka bölüm yargı reformudur. Burada da 1982 Anayasasının öngördüğü yargı sisteminin antidemokratik ve çarpık bir hukuk anlayışına sahip olduğu öncülünden hareket edildiği görülmektedir. Ki bu da CHP’nin özellikle 12 Eylül referandumu ve akabinde yapılan yargı reformu kapsamındaki yasal düzenlemeler çerçevesindeki çizgisinden uzaklaştığını göstermektedir. Tıpkı Ak Parti’nin beyannamesinde olduğu gibi CHP’nin beyannamesinde de Kürt sorunu ile ilgili somut adım önerileri yer almıyor. CHP de Ak Parti gibi çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi kuracağız, engelleri kaldıracağız tarzından muğlak ve içi boş önermelere yer vermiş durumda. CHP seçim beyannamesinde bu konuda üç somut öneri var. Birisi “Dersim arşivlerini açacağız.” biçiminde ifade edilmiş. İkincisi “Diyarbakır cezaevini toplumsal barış için müzeye dönüştüreceğiz.” şeklinde yer almış. CHP’nin bildirgesinde özgürlükçü demokrasi başlığı altında tutuklanan gazeteciler ve kaset siyaseti gibi güncel konular bağlamında özel hayatın gizliliği ile ifade ve düşünceleri yayma hürriyetine vurgu yapıldığı dikkat çekiyor. Aynı çerçevede olmak üzere hiç kimsenin etnik köken, din, mezhep ve cinsiyet ayrımcılığa uğramaması gerektiği belirtilmiştir. Üçüncüsü ise Muğlalı Kışlası kastedilerek olsa gerek “Geçmişte yaşanan acı ve travmaları hatırlatan isimleri devlet kurumları ve kışlalardan kaldıracağız.” cümlesiyle beyannamede yer bulmuş. CHP beyannamesinde laiklik ve inanç özgürlüğü başlıklı kısımda ise klasik CHP önermelerini görmek mümkün. Laiklik, din işlerinin siyasetten ayrılması ve kutsal din duygularının siyasete alet edilmemesi gibi artık CHP ile özdeşleşmiş ifadeler ön plana çıkıyor. Yeni olan ise Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerinin hayata geçirileceği, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tüm inanç ve mezheplerin taleplerine eşit bir biçimde cevap verecek düzenlemelerin yapılacağı gibi öneriler. “Din anlayışının laiklik anlayışı ve öğretim birliği ilkesi çerçevesinde gerçekleştirilmesini sağlayacağız.” ifadesi ise kendi HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 17 ilgili bölümde sivil tabirine sadece “idari ve sosyal tesisler sivil ağırlıklı hale getirilecek” cümlesinde yer verilmiştir. MHP beyannamesinde ilginç bir durum Silahlı Kuvvetler ile ilgili. Burada Diğer siyasi partilerden farklı olarak MHP eğitim ve öğretim ile ilgili ilginç önerilere yer vermiştir. Eğitimde Türkçenin tek dil olacağı, zorunlu eğitimin dokuz yıla çıkarılacağı, üniversite sınavının kaldırılacağı gibi vaadlere yer verilmiştir. Ayrıca YÖK’ün yeniden yapılandırılacağı, rektör seçimlerinin iki kademeli bir hale getirileceği ve başörtüsü sorunun çözüme kavuşturulacağı gibi önermelere de yer verilmiştir. MHP beyannamesinin bu kısmında yer verilen “eğitimin hiçbir kademesinde yabancı dille eğitim yapılamayacak”, “din eğitiminin okullarda devlet eliyle verilmesine devam edilecek”, çocuklara yaz tatilindeki Kuran öğretiminde “yaş sınırının kalkacağı” gibi ifadeler çok dikkat çekici. silahlı bürokrasinin sivillerin inisiyatifinde yer almasına dair hiçbir imaya dahi yer verilmemiş olması oldukça ilgi çekicidir. Bu kısımda savunma sanayi, savunma teknolojisi gibi konuların yanında Türk Ordusunun itibarının millet vicdanındaki saygınlığının korunacağı gibi ilginç ifadeler yer almıştır. içindeki totoloji nedeniyle altı çizilmeyi hak eder nitelikte. Temiz ve itibarlı siyaset başlığını taşıyan kısım ise tahmin edileceği üzere dokunulmazlıkların kaldırılması üzerine kurgulanmış. Bu kısımda dikkat çeken bir öneri ise milletvekillerinin parti değiştirmeleri ile ilgili. Bu transfer nedeniyle çıkar elde eden milletvekillerinin milletvekilliğinin düşmesini sağlayacak yasal düzenlemeler yapılacağı ifadelerine yer veriliyor. Ki bu oldukça ilginç bir öneri. 1977 seçimleri sonrasında Güneş Motel pazarlıkları ve gazetelerdeki ağırlığınca paralar karşılığında milletvekili transfer edip, transfer ettiği bu 11 milletvekilinin 10 tanesini bakan yapan bir siyasi geleneğin bu noktaya gelmesi de altı çizilmeyi hak ediyor. MHP’ye Göre Yeni Anayasanın Temel İlkeleri 18 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Seçim Beyannameleri’nin Genel Değerlendirmesi Siyasi partilerin seçime ilişkin kamuoyuna duyurdukları metinler arasında özellikle Milliyetçi Hareket Partisi’nin seçim bildirgesi diğerlerine nazaran oldukça önemli farklılıklara sahip. Bu konuda oldukça somut ve kamuoyunun beklentileri ile taban tabana zıt önerilere örnek olmak üzere şunlar sıralanabilir: “.. Türk milli kimliği… gibi değerlerden vazgeçilmesine, bunların tartışılmasına izin vermeyecek.”; “Türk milli kimliğinin tartışılması kabul edilmeyecek.”; “Etnik bölücülüğün önünü açacak düzenlemelere izin verilmeyecek.”; “Tek millet-tek devlet esasına dayanan üniter yapının bozulmasına izin verilmeyecek.”; “Farklı etnik kimliklere siyasi ve hukuki statü tanınmayacak.”; “Türk milleti yerine Türkiyelilik konulmayacak.”; “Türkçe’den başka anadillerde eğitim verilmeyecek.” gibi. Diğer siyasi partilerin bildirgelerine kıyasla en somut önerilerin MHP beyannamesinde yer aldığını söylemek mümkün. Ancak yüksek mahkemelerin, HSYK’nın ve yargının örgütlenmesi konusunda MHP de diğer siyasi partiler gibi muğlak ve genel ifadelere yer vermeyi tercih etmiştir. olması oldukça ilgi çekicidir. Bu kısımda savunma sanayi, savunma teknolojisi gibi konuların yanında Türk Ordusunun itibarının millet vicdanındaki saygınlığının korunacağı gibi ilginç ifadeler yer almıştır. İlginçtir silahlı kuvvetlerle Genel olarak her üç siyasi partinin seçim beyannameleri incelendiğinde en dikkat çekici husus Türkiye’nin anayasal yapısından kaynaklanan sorunların her üç siyasi parti tarafından da benzer bir biçimde tespit edildiğidir. Aynı şekilde demokratikleşme süreci ile ilgili olarak da benzer bir durum söz konusudur. Ancak siyasi partilerin bu yapıya ilişkin çözüm önerileri konusunda oldukça farklı yaklaşımlar dikkat çekmektedir. CHP’nin kendi içinde yaşadığı yönetim değişikliği süreci ve söylem yenilenmesi tartışmalarına rağmen demokratikleşme ve yeni anayasanın içeriği konusunda genel çizgisinden çok fazla taviz verdiği ve paradigmalarını değiştirdiğini söylemek oldukça güçtür. Aynı şekilde MHP de bugüne değin izlediği politikaların devamı niteliğinde öneriler sıraladığı gözükmektedir. Yine seçim beyannamelerinde dikkat çeken bir diğer husus, her üç siyasi partinin de genel olarak açık ve net öneriler sıralamak yerine muğlak ve tartışmaya açık öneriler sıraladığı gözükmektedir. Dikkat çekici son bir husus ise, 12 Eylül referandumu ve sonrasında yaşanan yargı reformu sürecinde siyasi iktidara karşı tavır takınması ve mevcut yapının devamı biçiminde yorumlanacak bir eylem içinde bulunmalarına rağmen, seçim beyannamelerinde yargıda reform ihtiyacının muhalefet tarafından da dile getirilmiş olmasıdır. SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü, Doç. Dr.* MHP beyannamesinde dikkat çeken farklı bir başlık Türkçenin korunması ve yaygınlaştırılması biçimindedir. Bu başlık altında MHP basın yayın organları başta olmak üzere hiçbir ortamda Türkçenin yozlaştırılmasına izin verilmeyeceği, Türk dili araştırmalarının ve Türkiye Türkçesinin yaygınlaştırılacağı gibi politikalar sıralamıştır. MHP beyannamesinde ilginç bir durum Silahlı Kuvvetler ile ilgili. Burada silahlı bürokrasinin sivillerin inisiyatifinde yer almasına dair hiçbir imaya dahi yer verilmemiş HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 19 Analiz ben, Cumhuriyet’i, şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz, ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat (sıkıyönetim) müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o surette geçmek istemiyorum.” MHP’siz Meclis ve Demokratik Anayasa Atatürk’ün kendi döneminde hazırlanan 1921 ve 1924 anayasalarının hiç birinde değişmez/ değiştirilemez/ değişmesi teklif bile edilemez maddeler yoktu. Anayasalarda yer alan değişmezlik tabuları, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbecilerinin ürünüdür. Ve bunun Atatürkçülükle uzaktan yakından alakası bulunmamaktadır. Fakat bunu yapanlar “Atatürkçülük” adına yapmışlardır. “Bugünkü idare şekli lafzen cumhuriyetse de cumhuriyetten ziyade diktatörlüğe benzemektedir. Halbuki, Cumhuriyeti şahısların hayatına bağlı tutmak tehlikelidir. Cumhuriyeti şahsi idare şeklinden kurtararak kanunlara, hukuka tabi etmek hepimiz için vazgeçilmez bir vazifedir…” “Fakat mesele çok zordur. Kuvvet ile idareye alışmış olanlar (o günkü CHP kastediliyor), serbest münakaşa ve ikna yoluyla hükümeti idarede zorluk çekerler. Yalnız şurası var ki kuvvete dayanarak yönetmek kolaydır, size yakışan ise güç olan ikinci şıkkı uygulamaktır.’’ Görüldüğü gibi daha 1930’da Atatürk, rejimin ülkeye bir istibdat ge- tirdiğini kendisi bir acziyet içinde açıkça ifade etmekte ve bundan yakınmaktadır. Bu sözler, “Yeni CHP” denilen ama neresinin yeni olduğu tam anlaşılamayan siyasi partiyi yönetenlerin kulağına da küpe olmalıdır. “Bir gülmece dergisinin Atatürk’ün işaret ettiği çok önemli bir başka gerçek de, bu yüzyılın hızla ilerleyen dünyasında, medeni ülkeler arasında yer alabilmenin yolunun yeniliğe bağlı olduğudur. Nutuk’ta yer alan, Atatürk’ün bizzat kendi sözleri ise aynen şöyle: ceza yasasına göre “Medeniyet yolunda başarı yeniliğe bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegane tekamül ve terakki yolu budur. Hayat ve yaşayışa hakim olan kanunların zaman ile değişmesi, gelişmesi ve yenilenmesi zaruridir. Medeniyetin buluşları, tekniğin harikaları, cihanı değişimden değişime uğrattığı bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, geçmişe bağlılıkla varlığını korumak mümkün değildir.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 181) ifadesiyle, Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan cezalandırılan, Alman ceza mahkemeleri usulüne göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” Devlet istibdadı işte böyle garip bir Türk ve böyle garip bir Türkiye oluşturmuştur. Atatürk’ün kendi döneminde hazırlanan 1921 ve 1924 anaya- Alper TAN* D evleti oluşturan erkler sayılırken “Yasama, yürütme ve yargı”dan oluşan üç kurum sıralanır. Medya ise dördüncü kuvvet olarak kabul edilir. Geçmişe baktığımızda medyanın yer yer birinci kuvvet gücünde hareket ettiği de görülür. Gazeteler ve televizyon kanalları gibi klasik medyanın yanında son yıllarda gazetenin, televizyonun, radyonun neredeyse “pabucunu dama atan” bunların yanında daha ötesini de verebilen ve küresel bir ağ olarak yerellik, bölgesellik ve ulusallık kavramlarını anlamsızlaştıran internet yayıncılığı çok gelişti. Birçok siyasi veya toplumsal proje, internet üzerinden icra edilebiliyor artık. WikiLeaks ifşaatları bu20 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 nun en açık göstergelerinden biri. Türkiye’de Deniz Baykal’ı alaşağı eden ve şimdilerde MHP’de Devlet Bahçeli siyasetini silme noktasında olan internet yayınları da öyle.. Siyasi ve sosyal ahlakı zayıf insanların işinin çok zor olacağı ortada. Eskiden bir iddia ortaya atılır, ispatı çok zor olurdu. Şimdi memleketin dört bir yanı kameralarla donatılmış durumda. Nerdeyse her şey naklen yayında.. Herkesin ahlaklı ve dürüst olması gerekir. Ancak ülkeyi yönetmeye talip olanların, önder veya lider olarak bilinen kişilerin buna herkesten daha fazla dikkat etmesi icap eder. Yoksa son pişmanlık fayda etmeyebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de yap- tığı bazı konularda pişmanlık duymuştu. Osmanlı Devleti ortadan kaldırıldıktan sonra bir çok inkılap yapılmış ancak bazıları halkta karşılık bulmamış ve onun için de direnen veya kurulu düzene uyum sağlamayan halk ezilmeye başlanmıştı. Bunların detayları ayrı bir konu. 1930 Temmuz ayının son günlerinde Mustafa Kemal, Fethi Okyar’a parti kurmasını emredince o da muhalefette olmanın güçlüklerini anlatıyor. Atatürk ise Fethi Okyar’a cevaben diyor ki: “Bunlara tahammül edeceğiz başka çare yok. Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdır. Gerçi bir meclis var; fakat dahilde ve hariçte bize diktatör nazarıyla bakıyorlar. (…) Halbuki HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 21 AK Parti Seçim Beyannamesi’nin Eleştirel Okuması Küreselleşme, iletişim ve ulaşım kanallarının çoğalması ve ucuzlaması sayesinde bilginin ulaşılabilirleşmesi bireyi ve toplumu önce malumatfuruş kılarken bilgi yoğunluğu ile meslekten değilse de alaylı akademisyenler çıkmaktadır. Bu bakımdan iç salarının hiç birinde değişmez/ değiştirilemez/ değişmesi teklif bile edilemez maddeler yoktu. Anayasalarda yer alan değişmezlik tabuları, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbecilerinin ürünüdür. Ve bunun Atatürkçülükle uzaktan yakından alakası bulunmamaktadır. Fakat bunu yapanlar “Atatürkçülük” adına yapmışlardır. idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” Devlet istibdadı işte böyle garip bir Türk ve böyle garip bir Türkiye oluşturmuştur. Peki Atatürk’ün istibdat getirmekle itham ettiği ancak adına bazılarının “Milli Devlet” bazılarının ise “Ulus Devlet” diyerek kutsadıkları mevcut rejim nasıl bir Türk ve nasıl bir Türkiye doğurmuştur? Bunun cevabını ise 24 Ocak 1993’de bir derin devlet operasyonuna kurban giden Uğur Mumcu açıklıyor: Uğur Mumcu ise, bu gerçekleri yüksek sesle açıkladığı için katledilmiştir. Sistematiğini CHP’nin kurduğu ve şu an CHP iktidarda olmasa bile hüküm süren devlet istibdadının kaldırılması ve Kürt sorunu başta olmak üzere ülkemizin temel meselelerinin çözümü, Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada hatırı sayılır bir ülke olması, kendi halkının da devletiyle gurur duyarak güven içinde yaşaması için insan onurunu esas alan tam demokratik bir anayasaya ihtiyacımız var. “Bir gülmece dergisinin ifadesiyle, Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza mahkemeleri usulüne göre yargılanan, Fransız Anlaşılan o ki eğer bir sürpriz olmazsa TBMM’de MHP’nin olmadığı, BDP’nin ise “Bağımsız” kılıfında Meclis’e girdiği bir siyasi sürece giriyoruz. Seçimden sonra tüm siyasi partilerin en 22 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 önemli siyasi hedefi, darbe anayasasını değiştirmek ve yeni anayasayı demokrasi ruhuyla inşa etmek olmalı. Atatürk’ün sözlerini tekrar hatırlatmakta fayda var. “Kuvvet ile idareye alışmış olanlar, serbest münakaşa ve ikna yoluyla hükümeti idarede zorluk çekerler. Yalnız şurası var ki kuvvete dayanarak yönetmek kolaydır, size yakışan ise zor olan ikinci şıkkı uygulamaktır.” Kuvvetle idareye alışmış olanlar önümüzdeki süreçte, yasakçı düzenin devamı için tüm imkanlarıyla seferber olacaklar. Onun için CHP, Ergenekon militanlarını Meclis’e sokuyor. 12 Hazirandan sonra hükümet olacakların her şeye rağmen serbest tartışma, ikna ve demokrasiden taviz vermemeleri gerekir. SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi* ve dış siyaset arasındaki ayrım giderek buharlaştıkça toplumun genelde siyasete özelde de dış politika yapımına dair b/ilgisi artmaktadır. Murat ÇEMREK* 1 970’lerde daha fazla fark edilmeye başlayan egemen devletlerarasındaki devlet düzeyinden başka ilişkilerin artışı “karmaşık karşılıklı bağımlılık” kavramının ontolojik ve epistemolojik varlığını mümkün kıldıkça daha popüler hale gelecek “küreselleşme” kavramının da zihinsel altyapısını hazırlamıştır. Küreselleşme bir süreç olarak “iç” ve “dış” siyaset arasındaki münhasır sınırları ortadan kaldırırken konuyu spesifikleştirme haricinde herhangi bir meselenin disiplinler arası düşünülmeden kavranılamayacağını da ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda, ekonomik bir mesele aynı zamanda sosyal, siyasal, kül- türel hatta ve hatta teolojik alanlara da tekabül etmektedir. Örneğin, devlet ya da sivil toplum yardımları sadece ekonominin alanına girmediği gibi diğer tüm sosyal bilimler alanları açısından da açıklamaya muhtaçtır. Küreselleşme, iletişim ve ulaşım kanallarının çoğalması ve ucuzlaması sayesinde bilginin ulaşılabilirleşmesi bireyi ve toplumu önce malumatfuruş kılarken bilgi yoğunluğu ile meslekten değilse de alaylı akademisyenler çıkmaktadır. Bu bakımdan iç ve dış siyaset arasındaki ayrım giderek buharlaştıkça toplumun genelde siyasete özelde de dış politika yapımına dair bilgisi artmaktadır. Küreselleşmenin diğer bir ayağı ise piyasanın serbestliğini korurken bu eyleme bütün küresel imkânları dâhil etme sürecidir. Türkiye’de kişi başına düşen ulusal gelirin 10 bin ABD Dolarını aşması ve 1980’deki 24 Ocak Kararları ile ivmelenen ekonominin liberalleşmesi aynı yıl gerçekleşen askerî darbeye rağmen kesintiye uğramamıştır. Böylece Türkiye, son otuz yıldır hızla küresel piyasalara entegre olmakta ve IMF gibi kuruluşlarca bu süreçte –kriz dönemleri hariç- “yükselen piyasalar” (emerging markets) olarak düzülen methiyelerden nasibini almaktadır. Ekonomik liberalleşme beraberinde siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda da liberalleşmeyi tetikHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 23 2011 Genel Seçimlerini “Anayasa Seçimi” kadar değilse de TDP Seçimi olarak da mümkündür. Bundan hareketle, Türkiye’deki demokratik konsolidasyona gerek AB uyum paketleri sürecinde olsun gerekse de 12 Eylül 2010 referandumuyla olsun önemli katkılarda bulunan iktidardaki AK Parti önümüzdeki dönemde de tek başına iktidara gelmesi oldukça yüksek bir ihtimal olarak belirmiştir. lediğinden piyasanın egemenliğini katmerleştiren bu süreç Türkiye’de önemli bir dönüşümü de mümkün kılmıştır. “Türkiye’nin normalleşmesi” olarak okuyabileceğimiz bu zenginleşme, demokratikleşme ve küreselleşme süreci iç ve dış siyaset arasındaki farazî ayrımı soluklaştırmaktadır. Küreselleşen Türkiye’nin iç siyaseti başta bölgesindeki ülkeleri etkilediği gibi etkiye de açık hale gelmektedir. 2010 Aralık’ında Tunus’ta başlayan ve sonrasında başta “Arap dünyasının kalbi ve beyni” Mısır olmak üzere sirayet eden devrimlilik süreci Türk Dış Politikası’nı (TDP) da doğrudan etkisi altına almıştır. Bir anlamda Türkiye’nin normalleşmesinin Arap Baharı’nı ne kadar etkilediğini kestirmek 24 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 zor olsa da Arap dünyasında yaşanan Tunus ve Mısır’daki başarılı devrimler, Bahreyn’deki gergin bekleyiş ve Libya ve Suriye’deki akan sivillerin kanı, Türkiye vatandaşlarının daha fazla dış politika karar alma ve yapım süreçlerine kulak kabartma ve müdahil olma isteklerini arttırmaktadır. Böylece dış politika giderek devletlûların “ulvî siyaseti” (high politics) olmaktan uzaklaştıkça seçmenlerin oy verme kriterlerini de giderek şekillendirdiği bir nitelik kazanmaktadır. Bu bakımdan 2011 Genel Seçimlerini “Anayasa Seçimi” kadar değilse de TDP Seçimi olarak da mümkündür. Bundan hareketle, Türkiye’deki demokratik konsolidasyona gerek AB uyum paketleri sürecinde olsun gerekse de 12 Eylül 2010 referandumuyla olsun önemli katkılarda bulunan iktidardaki AK Parti önümüzdeki dönemde de tek başına iktidara gelmesi oldukça yüksek bir ihtimal olarak belirmiştir. Bu yazı AK Parti Seçim Beyannamesi’ndeki dış politika yaklaşımının eleştirel bir perspektiften okumasını içermektedir. Beyannamedeki dış politika bahsinde anlatılan bütün bölümler üzerinde durulmayıp dikkate değer bulunulan elekten geçirilecektir. Öncelikle nicelik açısından değerlendirdiğimizde 160 sayfalık AK Parti Seçim Beyannamesi, “Sunuş” haricinde “İleri Demokrasi,” “Büyük Ekonomi,” “Güçlü Toplum,” “Yaşanabilir Çevre ve Marka Şehirler” ile “Lider Ülke” alt başlıklarından mürekkeptir. AK Parti Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan Seçim Beyannamesini Sunuşta şöyle tanıtmaktadır: Bu beyanname, sadece önümüzdeki dönemin değil, aynı zamanda Cumhuriyetimizin 100. Yılına giden yolda her Türk vatandaşının hayal ettiği Türkiye ideali için AK Parti iktidarının atacağı adımların ve gerçekleştireceği atılımların bir yol haritasıdır. Ufkumuz, Cumhuriyetimizin 100. Kuruluş yıldönümü olan 2023 yılıdır. Bu seçim beyannamemizde, bir yandan önümüzdeki dört yıl için hedeflerimizi oluştururken, bir yandan da Cumhuriyetimizin 100. Kuruluş yıldönümü için yeni bir vizyon ortaya koyuyoruz. Türkiye için bir kez daha büyük düşünüyor, bir kez daha büyük adımlar atmanın heye- canını taşıyoruz. Beyannamenin yaklaşık %10’luk bölümüne tekabül eden 15 sayfalık “Lider Ülke Türkiye” başlığı altındaki Dış Politika bölümleri, “Dış Politika Yaklaşımımız,” “Avrupa Birliği İle İlişkiler,” “Amerika Birleşik Devleti,” “Kıbrıs,” “Ortadoğu,” “Balkanlar,” “Rusya ve Kafkaslar,” “Orta Asya ve Türk Cumhuriyetleri,” “Afrika,” “Doğu ve Güneydoğu Asya, “Latin Amerika” olarak sıralanmıştır. Seçim beyannamesinde AK Parti dış politika vizyonunu, “Türkiye’nin birikiminin, jeo-politik konumunun ve küreselleşen dünyanın yeni dinamiklerinin gerçekçi bir şekilde kavranmasına” dayandığı savıyla başlamaktadır. Bu realist dış politika anlayışı paradoksal ama sentezci bir şekilde liberal bir vurguyla “’Kazan-kazan’ durumunun mümkün olduğunu gösterdik ve böylece hem ülkemizin milli çıkarlarını koruduk hem de komşularımızla ilişkilerimiz düzelttik” denilmektedir. AK Parti’nin dış politika yaklaşımındaki pragmatizm gerektiğinde eşzamanlı olarak paradoksal bir şekilde hem realist hem de liberal olmayı mümkün kılabilmektedir. Bu çerçevede “AK Parti hükümetlerinin ortaya koyduğu proaktif ve pozitif dış politika vizyonu, hem halkımızın teveccühünü kazanmış hem de komşularımızın ve müttefiklerimizin takdirinin toplamıştır” denirken bu “komşular” ve “müttefikler” ise sıralanmamıştır. Elbette herhangi bir siyasî partinin seçim beyannamesinden her detayı bir doktora tezi titizliği ve ayrıntılı bir şekilde detaylandırmasını bekleyemeyiz. Yine de G-20 Zirvesi Başkanı sıfatıyla danışmanlarının uyarısına ve diplomatik teamüllerin hilafına Türkiye’yi sadece 6 saatliğine ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Türkiye’nin “proaktif ve pozitif dış politika vizyonu” konusunda takdirlerini bildirebilmiş midir? Eğer böyle bir bildirimde bulunmadıysa hâlâ “müttefik” konumu korumaya devam etmekte midir? Aynı soruyu Almanya Şansölyesi Angela Merkel için de sormak mümkündür. Aynı şekilde “Biz iç politikada olduğu gibi dış politikada da bir normalleşme sürecini hayata geçiriyoruz. Kendi tarihimizle ve coğrafyamızla barışıyoruz” denirken acaba Türkiye’nin AK Parti iktidarları haricinde kendi tarihi ve coğrafyası ile küskün politikaları uygulanmışsa Türkiye, acaba Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana siyasî tasarruflarıyla küsecek midir? Hatta biraz daha ileri gidersek AK Parti kendi iktidarından önceki tüm Cumhuriyet dönemi icraatlarını sorgulamaya mı açmak düşüncesindedir? Kendi adıma böyle bir hamlenin bir sivil Anayasa pratiği öncesinde Cumhuriyet değerlerine dair kurgusal imanın taklidî mi yoksa tahkikî mi olduğuna dair bir sorgulamayı başlatması açısından önemli olduğunu ve Devrim Yasaları denilen hukuk metinlerini nereye konulacağını göstermesi açısından oldukça önemsemekteyim. AK Parti Seçim Beyannamesinde “barış, istikrar ve işbirliği ortamının kurulması” “bölgesel bakış açısı” olduğu kadar “küresel sistemde öngörülen bir ilke” olarak lanse edilmekte ve “komşularla sıfır sorun politikası” da “bu bakış açısının bir sonucu olarak” takdim edilmektedir. “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” uygulaması da AK Parti’nin “ikili ilişkiler” kavramını yeni bir boyuta taşıması ve paradigma değişikliği olarak sunulmaktadır. AK Parti dış politikasının mümeyyiz vasıflarından birini “bölgesel ve küresel gelişmelere bir bütünlük içinde bakmak ve tepkisel değil ilkesel politikalar geliştirmek” olarak izah edilmiştir. Hatta Beyanname çıtayı daha da yükselterek “kriz öncesinde ortaya koyduğumuz proaktif AK Parti önümüzdeki seçimler itibariyle iktidar namzedi olarak Seçim Beyannamesini önemsemek gerektirmektedir. Yaklaşık dokuz yıldır iktidarını koruyan AK Parti icraatlarını sıraladığı ve seçim taahhütlerini dile getirdiği Seçim Beyannamesinde içerdiği çelişkileri en azından pratiğe geçirirken çözümlemelidir. ve önleyici diplomasi, kriz sonrasında gösterdiğimiz kriz yönetimi becerisi sayesinde bölgemizde pek çok ihtilafın sıcak çatışmaya dönüşmesini engelledik” denilmektedir. Herhalde resmî rakamlara yansıyan haliyle Suriye’de muhaliflerin isyanının başlamasından bu yana ölen sivillerin sayısının 900’ü geçmesi ancak yukarıda sıralandığı gibi Türkiye’nin müthiş kriz yönetimi sayesinde olmuştur yoksa rakamın daha da artmasından endişe duyabiliriz çünkü Seçim Beyannamesinde de belirtildiği üzere “Türkiye’nin yumuşak güç kapasitesi her gün artmakta ve derinlik kazanmaktadır.” Beyannamede Başbakanlık bünyesinde kurulan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü ve AK Parti iktidarında yaklaşık 90 ülke ile vizelerin karşılıklı kaldırılmasının HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 25 altı çizilmiştir. Türkiye’nin farklı diplomasi imkânlarını keşfetmesi açısından manidar olan bu gelişme zaten vize muafiyeti getirilen ülke sayısındaki artışa paralel olduğu muhakkaktır. Beyannamede AK Parti’nin ülkenin AB’ye tam üyeliği “stratejik bir hedef” olarak değerlendirilmesinin altı çizilirken müzakerelerin başlamasından bu yana neden müzakere tarihi alabilmek için verilen mücadelenin verilmediği sarahatle izah edilmemektedir. Türkiye’nin müzakerelere birlikte başladığı Hırvatistan’ın üyeliğine ramak kal- mışken Türkiye’nin 35 başlıktan sadece bir tanesini kapatabilmiş olmasını sadece Sarkozy-Merkel ikilisinin katı tutumuna bağlamak ucuzcu bir mazeret olacaktır. Seçim Beyannamesinde en dikkat çekici beyanat Ortadoğu’ya ilişkin Oryantalist yaklaşımlar reddedilirken aynen Oryantalizmde olduğu gibi hiyerarşik ve egemen bir dil eşliğinde Ortadoğu’daki gelişmeleri “normalleşme süreci” olarak değerlendirme yetkisini kendinde görme ve “halkın ertelenmiş taleplerinin gecikerek de olsa yerine getirilmesi olarak” kavramsallaş- tırmadır. Türkiye, komşularla sıfır problem bahsinde halkları hiç de hesaba katmadan Ortadoğu’daki diktatör rejimlerle problemleri sıfırlama yoluna gitmesi ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi Seçim Beyannamesinde AK Parti hükümetlerinin her zaman zulme karşı çıkmış ve mazlumun yanında yer almış olduğunu beyan etmesi İsrail’in Gazze saldırısı haricinde sözkonusu olmamıştır. Türkiye’de özellikle Suriye gündemde olduğunda kategorik bir yaklaşım sergilediğini Dışişleri Bakanı’nın ağzından dile getirerek Hüsnü Mübarek’e Mısır’daki iktidarından çekilmesini telkin ederken Suriye’nin komşu olmasının gerçekliğine sığınarak “one minute” demekten kendini alıkoymaktadır. Sonra da bunu “AK Parti iktidarının ilkesel dış politikası” olarak lanse etmek kafalarda oldukça fazla soru işareti bırakmaktadır zira ilkesizlik de bir ilke olarak benimsenebilir. Anlaşılacağı üzere AK Parti önümüzdeki seçimler itibariyle iktidar namzedi olarak Seçim Beyannamesini önemsemek gerektirmektedir. Yaklaşık dokuz yıldır iktidarını koruyan AK Parti icraatlarını sıraladığı ve seçim taahhütlerini dile getirdiği Seçim Beyannamesinde içerdiği çelişkileri en azından pratiğe geçirirken çözümlemelidir. Genelde dış politika ve özelde TDP sözkonusu olduğunda pratikte çıkan çelişkilerin bazen konjonktürden kaynaklandığı da akılda tutulmalıdır fakat yazıya geçirilen bir doküman okuyucusunun kalbinde yeni evhamları tetiklememelidir. SD Editörü, Doç. Dr.* 26 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Güçlü Ekonomi için Yeni Anayasa 2011 yılının ilk dört ayına ilişkin bütçe göstergeleri seçim harcamasına gidildiği yönünde herhangi bir sinyal içermemektedir. Bununla beraber son iki ayda cari harcamalarda göreli olarak bir artış vardır. Yakın tarihimizde Türkiye’nin yaşadığı krizlerde önemli bir paya sahip olan mali disiplinin son dönemlerde sağlanmış olması çok önemli bir kazanımdır. Nazende ÖZKARAMETE COŞKUN* İ ktisadi dalgalanma ekonomide üretim veya iktisadi faaliyetlerdeki yıllar arasındaki dalgalanmayı gösterir. İktisadi dalgalanma genellikle reel Gayri Safi yurt İçi Hasıla’daki dalgalanma ile ifade edilmektedir. Literatürde iktisadi dalgalanmayı açıklamaya çalışan çeşitli modeller bulunmaktadır. Bu modellerden biriside seçimlerin ekonomi politikaları ile ilişkisine odaklanan Politik Devresel Dalgalanmalar yaklaşımıdır. Seçim Ekonomi Politikalarını Neden Değiştirir? Ekonomik devresel dalgalanma- ları açıklamayı amaçlayan Politik Devresel Dalgalanmalar ekonomik çevrimler ile siyasi çevrimler arasında yakın bir ilişki olduğunu varsaymaktadır. Bu ilişki esas olarak iktisadi politikaların seçimle iktidara gelmiş siyasiler tarafında belirleniyor olmasından kaynaklanmaktadır. Politik Devresel Dalgalanma yaklaşımı daha önce sadece gözlem ve yorumlara dayalı araştırmalardan oluşurken daha sonraları formel modellerle ifade edilmiştir. Bu modeller hükümetlerin seçim zamanındaki ekonomik koşulları dikkate alarak ekonomik politikalarını belirledikleri varsayımına dayanmaktadır. Politik Devresel Dalgalanma teorileri temel olarak iki ana yaklaşım altında gelişme göstermiştir: Fırsatçı Politik Devresel Dalgalanmalar ve Partizan Politik Devresel Dalgalanmalar. Bu yaklaşımlar hükümet davranışlarını fırsatçı ve partizan olma durumuna göre incelemektedirler. Partizan modellerde, ideolojik kökenleri farklı partilerin iktidarda oldukları durumlarda farklı politikaları izledikleri vurgulanmaktadır. Fırsatçı modellerde ise tüm partilerin, iktidarda iken aynı davranışları gösterdikleri yani yeniden seçilebilmek için politikalar izlediklerini kabul etmektedir. HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 27 Tablo 2: Nisan 2010-Nisan 2011 Bütçe Göstergeleri Türkiye’de politik devresel dalgalanmalar kavramına karşılık gelen Milyon TL Bütçe Giderleri Faiz hariç Giderler Faiz Giderleri Bütçe Gelirleri Vergi Gelirleri Bütçe Dengesi Faiz Dışı Fazla Nisan 2010 25 173 18 121 7 053 20 718 15 330 -4 455 2 597 Nisan 2011 22 467 19 629 2 841 23 523 19 287 1 056 3 897 olgu seçim ekonomisidir. Nisan 2011 döneminde faiz giderleri azalmış ve faiz hariç giderler artmıştır.Faiz ödemesine yapılacak harcama yerine diğer kamu hizmetlerine harcama yapılmıştır. Seçim dönemi yaklaştıkça Tablo1: Merkezi yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri (Milyon TL) hükümetler iktidarda Milyon TL Ocak-Nisan 2010 Ocak-Nisan 2011 Değişim Yüzdesi kalmak için genişletici Bütçe Giderleri 93 546 95 320 1.9 Faiz Hariç Giderler 71 494 78 511 9.8 Faiz Giderleri 22 052 16 809 -23.8 Bütçe Gelirleri 77 750 92 252 18.7 Vergi gelirleri 47 902 76 737 21.4 15 796 3 068 -80.6 6 256 13 741 119.6 maliye politikası uygulamaktadır. Bu kapsamda hükümet harcamalarının artması ve vergilerin azaltılması söz konusu olmuştur. Bu tip politikalar sonucu seçime yaklaşırken bütçe dengeleri bozulmaktadır. Fırsatçı modeller ekonomide gözlenen devresel dalgalanmaların hükümetlerin seçim kazanma amaçları doğrultusunda ekonomiyi hareketlendirdiklerinden oluştuğunu kabul etmektedir. Fırsatçı modellere göre ekonomide gözlenen devresel hareketlerin hükümetlerin seçim kazanma amaçlarına yönelik izledikleri bilinçli politikaların sonucudur. Siyasi Partilerin Amacı: Oy Maksimizasyonu Siyasi partilerin birinci amacı iktidara gelmek, iktidarda olanların ise yeniden seçilip uyguladıkları politikalarına devam etmektir. Bu nedenle izlenen veya seçim öncesinde izleneceği vaat edilen politikalar siyasi partilerin seçimi kazanmak için kullandıkları araç28 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Bütçe Açığı lardır. Siyasi partiler iktidara kendi ideolojilerini de getirdiklerinden veya getirmeğe çalıştıklarından izlenen politikalarda daha fazla oy almayı amaçlamaktadırlar. Hükümetlerin seçime giderken amaçları oy maksimizasyonu olduğu varsayımından ekonomi politikasında da en fazla oyu kazandıracak genişletici politikaları kullanma yoluna gideceği varsayılmaktadır. Genişletici politikalar ile sağlanacağı düşünülen oy maksimizasyon süreci enflasyon ve işsizlik, ve büyüme oranlarını etkileyecektir. Nordhaus tipi politik devresel hareket modellerinde politik devresel dalgalanmanın varlığını işaret eden belirtiler şunlardır: 1. Seçimlerin dört yılda bir yapıldığı varsayımı altında seçim yılı veya seçim döneminin ikinci yarısında ekonomik genişleme; doğal oranın üzerinde reel üretim artışı veya doğal oranın altında işsizlik, 2. Seçimden hemen önce veya sonra enflasyonda yükselme eğilimi, 3. Seçim sonrası durgunluk. Politik devresel hareket modellerinde seçimden önce yüksek büyüme ve düşük işsizlik olduğu durumlarda iktidardaki partinin yeniden seçildiğini kabul etmektedir. Faiz Dışı Fazla Kaynak: Maliye Bakanlığı, www.maliye.gov.tr Türkiye Seçim Ekonomisi Uyguluyor mu? Türkiye’de politik devresel dalgalanmalar kavramına karşılık gelen olgu seçim ekonomisidir. Seçim dönemi yaklaştıkça hükümetler iktidarda kalmak için genişletici maliye politikası uygulamaktadır. Bu kapsamda hükümet harcamalarının artması ve vergilerin azaltılması söz konusu olmuştur. Bu tip politikalar sonucu seçime yaklaşırken bütçe dengeleri bozulmaktadır. Türkiye’de genel seçim yaklaşırken hükümetin genişletici politika uygulayıp uygulamadığını incelemek için bakılması maliye politikası, yani bütçe gerçekleşmeleridir. Türkiye de Ocak –Nisan 2011 dönemi bütçe gelişmeleri dikkatlice incelendiğinde hükümetin seçim ekonomisi uygulayıp uygulamadığı daha açık bir şekilde görülebilir. 2011 yılı merkezi yönetim bütçesi Ocak-Nisan dönemi bütçe giderleri, bütçe gelirleri, bütçe açığı ve 1.9 oranında artmıştır. Vergi gelirleri Ocak-Nisan t 2011 döneminde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 21.4 oranında artmıştır. Bu rakamlara baktığımızda OcakNisan 2011 döneminde hükümetin seçim ekonomisi uyguladığına dair herhangi bir gösterge bulunmamaktadır. Ocak-Nisan 2011 bütçe rakamları mali disipline sadık kalındığını göstermektedir. Nisan 2011 dönemini Nisan 2010 dönemi ile karşılaştırdığımızda ise aylık bazda bütçe rakamları daha olumlu sonuçlar vermektedir. Nisan 2010 da 4.5 milyar TL açık veren bütçe Nisan 2011 de ise 1.1 milyar TL fazla vermiştir. Böylece bütçe 23 yıl aradan sonra ilk defa fazla vermiştir. Nisan 2011 döneminde faiz giderleri azalmış ve faiz hariç giderler artmıştır. Faiz ödemesine yapılacak harcama yerine diğer kamu hizmetlerine harcama yapılmıştır. Seçim Ekonomisi Uygulanmıyor faiz dışı fazla gelişmeleri Tablo 1’de sunulmuştur. Ocak-Nisan 2011 döneminde bütçe açığı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 80.6 oranında azalmış ve bütçe açığı 3.1 milyar TL olmuştur. Faiz dışı fazla, Ocak-Nisan 2010 dönemine göre 2. 2 kat artmış ve 13.7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ocak-Nisan 2011 döneminde bütçe gelirleri, Ocak-Nisan 2010 dönemine göre yüzde 18.7 artmıştır. Bütçe giderleri ise sadece yüzde 2011 yılının ilk dört ayına ilişkin bütçe göstergeleri seçim harcamasına gidildiği yönünde herhangi bir sinyal içermemektedir. Bununla beraber son iki ayda cari harcamalarda göreli olarak bir artış vardır. Yakın tarihimizde Türkiye’nin yaşadığı krizlerde önemli bir paya sahip olan mali disiplinin son dönemlerde sağlanmış olması çok önemli bir kazanımdır. Küresel ekonominin geleceğine ilişkin belirsizliklerin devam ettiği bir süreçte, hükümet mali disiplinden vazgeçmemektedir… SDE Uzmanı, Dr.* HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 29 Savaşsız ve terörsüz bir dünyada raflarda çürüyen sofistike silahlar yahut hangarda demode olan jetler ekstra maliyetler doğurmaktadır. Ayrıca ideolojik karakterli İsrail devletinin ve yaşamak için düşmana bağımlılık duyan Ahlak Kurşunuyla Suikast Klasik silahlı suikast metotları da demode oluyor. “Önemli olan sonuç almaktır” düşüncesiyle kurşun sıkarak hedefi kahramanlaştırmaktansa, yaşayan bir ölü haline dönüştürmek daha ucuz ve risksiz görülüyor. Nitekim ahlak kurşunları dünyanın her köşesinde ve her zaman daha öldürücü darbe vurmaktadır. Ahmet ÜNAL* K üresel sermayenin değişen dinamiklerine göre ülkelerin iç ve dış siyasetlerinin yeniden tasarlandığı bir süreçteyiz. Eski dünyanın aktörleri yeni dönemin ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanıyor. Hem Türkiye hem bölgemiz hem de bütün dünya siyasi bir kaosla karşı karşıya. Yeni dünyanın gereklerine ayak uyduramayan ve ilerleyen yaşına rağmen köşesine çekilmekte direnenler ya zorla ya da silahsız yöntemlerle devre dışı kalıyor. Tabandan, özellikle genç nüfustan yükselen dinamik tepki yerel ve/ veya uluslararası güç odakları ta30 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 rafından yönlendirilmeye yatkın nitelikler taşıyor. Tepkinin genellikle sanal alemde organize edilmesi, mobilize edilen kitlelerin sözü dinlenir kanaat önderlerinden mahrum olması ve nerede duracağının belirsizliği, protestolar amacına ulaştıktan sonra yıkılan eski yönetimin yerini kimin dolduracağının meçhuliyeti gibi bilinmezler sözkonusu. Bir ‘savunma’ ittifakı olan NATO’yu soğuk savaştan sonra 10 yıl süren düşmansızlık ve ‘belirsizlik’ döneminden kurtaran radikal İslamcı terör de artık resmen başsız bırakıldı. Anlaşılan yeni “terör ve düşman algısı” artık yerel unsurlar üzerinden devşirilecek. El Kaide ile ilişkilendirilen grupların aralarında liderlik mücadelesi iddiası ve Usame Bin Ladin’in intikamını alma dürtüleri de terörist grupları daha insafsız ve sansasyonel eylemlere sürükleme riski taşıyor. Müttefiklere ‘Kanada Selamı’ Alternatif kutuplar gücünü yitirirken NATO coğrafyası şimdilik tek manyetik merkezi olarak güçlendiği yeni dünya eskisinden çok farklı. Devletler kadar güçlü ulus aşırı şirket konsorsiyumları var. Ve bunların cirosu orta bü- NATO’nun da çatışma yüklükteki ülkelerin bütçelerinden daha yüksek rakamlara doğru hızla ilerliyor. Üstelik devletler, kısmen de olsa denetlenebilirken devasa şirketler, uluslar üstü yaptırımdan azade kalabiliyor. (Bu durum üzerinde “dost – düşman – tarafsız devlet” teorileri üzerinden strateji hazırlayanların yeniden düşünmeleri gerekir.) Yönetmen Michael Moore’un 1995 yapımı Türkçeye ‘Kanada Selamı’ adıyla çevrilen kara mizah türü filmin senaryosu, soğuk savaş ardından iş yapamayan silah lobisinin yeni düşman aramasını karikatürize etmektedir. Lobi, Ruslar eski düşmanlığı sürdürmeye ikna edilemeyince, ABD yönetimine en yakın müttefiki Kanada’yı dahi düşman ilan ettirir… Bugün petrol ve silah sektörüyle rekabet edebilecek düzeyde iletişim ve lüks (refah) sektörleri de gelişti. İdeolojik siyasetin sermaye hareketlerini kullandığı dönemlerden, patronların dış politikayı maniple ettiği yeni bir döneme girdik. Sermayenin nitelik ve niceliği değişirken silah sektörü kadar tüketim sektörü de yaygınlaşmak ve paylarını artırmak hevesinde. Savaşsız ve terörsüz bir dünyada raflarda çürüyen sofistike silahlar yahut hangarda demode olan jetler ekstra maliyetler doğurmaktadır. Ayrıca ideolojik karakterli İsrail devletinin ve yaşamak için düşmana bağımlılık duyan NATO’nun da çatışma ortamlarına ihtiyacı var! Yani silah sistemleri bir şekilde kullanılmalı ve faturası işgal edilen ülkelere ödettirilmelidir. Kaynakları şimdilik yetmiyorsa doğal kaynakları üzerine ipotek konulmalıdır! Yeni durumda, nüfuz alanları üzerinde hak iddia eden ve yeni süper güçlere göz kırpan yerel otoritelere gözdağı verilmiş olur. Böylelikle bundan sonra “petrolü birlikte çıkaralım” diyen Çin’e hiçbir yerel diktatör Kaddafi gibi davetkâr talepte bulunmaya kalkışamaz. Üstelik Mısır gibi gelişmekte olan ülkelere bilgisayar, televizyon, cep telefonu, otomobil ve enerji satmak isteyen devlet ve konsorsiyumların da sermayenin tavana yayılması konusunda beklentileri karşılanır. Şimdiye kadar petrol ve doğalgaz gelirlerinden banka hesapları doldurulan Ortadoğulu ve Afrikalı diktatörler ilerleyen yaşlarına rağmen (ki, yerlerine hazırlanan adaylar da yaşlanmaktadır) ortaklarından daha fazla pay istemekteydi. Oysa yeni dönemde eski işbirlikçilere zaten aktarılan miktarla, bu ülkelerde yeni bir orta ve üst gelir grubu oluşturmak da mümkün ola- ortamlarına ihtiyacı var! Yani silah sistemleri bir şekilde kullanılmalı ve faturası işgal edilen ülkelere ödettirilmelidir. Kaynakları şimdilik yetmiyorsa doğal kaynakları üzerine ipotek konulmalıdır! bilir! Mesela, Guardian gazetesine göre Mübarek ailesinin toplam serveti 50 milyar euro civarındadır. Bu rakam 2011’e kadar dünyanın en zengini bilinen Bill Gates’in (41 milyar euro) şahsi servetinden de fazladır. Gladyo’ya Ne Hacet? Soğuk savaş artığı Gladyo vs derin çetelerin eski yöntemleri de vadesini doldurdu. Bunların finansmanı da artık kayıtdışı kaynaklarla sürdürülebilir olmanın ötesindeydi. Ayrıca cinayetler, silahlı suikastler ve provokasyonlarla hem kesin sonuca gitmek mümkün olmuyor, hem de yakalandıklarında sorumluların başı ciddi şekilde ağrıyabiliyordu. Oysa bilişim ve enformasyon tekHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 31 Gerçekten de 12 Haziran seçimleri öncesi bütün partiler seçmenlerine yeni bir anayasa vaadediyor. 12 Eylül referandumunda dili yanmış ve tabanının genelde taraftar olduğu konularda bir daha akıntıya karşı kürek çekemeyecek bir MHP iradesi oluşmuştu. Üstelik Yeni Anayasa’nın bir “toplum sözleşme belgesi” olması öneriliyordu. Şimdiye kadar petrol ve doğalgaz gelirlerinden banka hesapları doldurulan Ortadoğulu ve Afrikalı diktatörler ilerleyen yaşlarına rağmen (ki, yerlerine hazırlanan adaylar da yaşlanmaktadır) ortaklarından daha fazla pay istemekteydi. Oysa yeni dönemde eski işbirlikçilere zaten aktarılan miktarla, bu ülkelerde yeni bir orta ve üst gelir grubu oluşturmak da mümkün olabilir! nolojisinin imkanlarıyla insanoğlunun beşeri zaafları kullanılarak daha kesin sonuçlar alınabiliyor. Bundan ötürü Avrupa ülkelerinde Gladyo organizasyonları tasfiye edilirken, ABD ve NATO ile doğrudan ilişkilendirildikleri halde, üst yöneticilerden herhangi bir itiraz yükselmiyordu. Klasik silahlı suikast metotları da demode oluyor. “Önemli olan sonuç almaktır” düşüncesiyle kurşun sıkarak hedefi kahramanlaştırmaktansa, yaşayan bir ölü haline dönüştürmek daha ucuz ve risksiz görülüyor. Nitekim ahlak kurşunları dünyanın her köşesinde ve her zaman daha öldürücü darbe vurmaktadır. Clinton Oval Ofis’te ve IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın 32 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 lüks bir otelde, yani gizlilik ve güvenliğin en üst seviyede olduğu mekanlarda ‘suçüstü’ yakalandı. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi de politik seks skandallarının konusu olabildi. Clinton skandalının yankılarının Kennedy’ye suikastten daha az olduğunu söylemek zordur. Başbakan Adnan Menderes’i asmaya karar verenler de, onun siyasi itibarını bitirmek için bebek ve köpek davaları ile yargılamış, gazetelere görsel malzeme sağlamak için Yassıada Mahkemesi’nde bizzat savcı tarafından eline külot verilmeye kalkışılmıştı. Darağacında Menderes’in cesedi dışında halkın gözündeki itibarını da sallandıracaklardı. Yine 12 Eylül darbesinden 9 ay önce CHP hükümetinin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş de emrindeki polisler ve basının işbirliği marifetiyle istifa etmek zorunda kalmıştı. ması basit bir detay olarak görülmemelidir. Suçlamalar bir adım daha ileriye giderse Koç ailesi dahi doğrudan çatışma ortamının içine sürüklenebilir. Deniz Baykal kasetiyle ivmelenen olaylar Türkiye’nin iç siyasetinin ahlak suikastları yöntemiyle tanzim edilmeye çalışıldığını gösteriyor. Baykal’ın ardından CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi de hedef alınmıştı. CHP Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş, Star muhabirine, işadamı İnan Kıraç’ın, kaset olayından üç ay önce Deniz Baykal’ı ziyaret ederek Önder Sav, Mustafa Özyürek ve Onur Öymen hakkında, “Kurultayda listene alma” dediğini açıkladı. Ateş’e göre Baykal ‘ret’ cevabı verdikten sonra kaset skandalı patlamış ve bu isimleri yönetimden silmek Kemal Kılıçdaroğlu’na nasip olmuştu. Buna karşılık İnan Kıraç ise parti yönetimlerini etkileyecek bir güce sahip olmadığını ancak böyle bir imadan hoşlandığını belirtmekle yetindi. MHP’li yöneticiler, yeni anayasa konusundaki tavırları sebebiyle okyanus ötesi, yani Amerika yönetimi hatta doğrudan Obama tarafından hedef alındıklarını iddia ediyor. ABD’nin gerçekten MHP ile ne alıp veremediği olabilir? Bu iddiayı doğru kabul edersek, MHP’nin batıya en açık yüzleri kabul edilen Cihan Paçacı ve Deniz Bölükbaşı’nın en azından şimdilik korunuyor olması gerekmez miydi? Yabancı odaklar ilerde daha etkin kullanabilecekleri kozlarını niçin bir çırpıda harcasın? Uluslararası mali sistemin Türkiye’deki en güçlü temsilcilerinden sayılan İnan Kıraç’ın da CHP’deki lider krizine karıştırıl- Deniz Baykal’ın ve birçok yazarın ifade ettiği şekilde seçim sonrası gündeme gelecek yeni anayasa konusu asıl sebep olabilir mi? MHP Niçin Hedef Alınsın? Mevcut siyasi tablo 13 Haziran sabahı korunsa, AK Parti tartışmalı konularda bazen CHP, bazen MHP ve bazen de DTP ile paslaşarak toplumsal mutabakat şartını sağlayabilecekti. Öyle ki, Özel Harp’in komutanları ile eski PKK’lı militanların TBMM’de tokalaşmalarına, en azından birbirlerine silah doğrultmadan konuşmalarına dahi şahit olabilirdik. BDP’nin grup kurduğu fakat MHP’nin dışarıda kaldığı bir Meclis tablosunda ise alınan kararların siyasi meşruiyet zemini hep tartışmalı kalacaktır. Böyle bir Meclis’te CHP, “yeterli oyun var” diyerek anayasa değişikliklerinde iktidar partisini yalnız bırakmayı tercih edecektir. Komplonun Dönemsel Hedefleri MHP yönetimini değiştirmeye hedefleyen kaset depremiyle aslında yukardaki iyimser tablo bozuldu. Türkiye’nin yeni anayasa umudu riske girdi. Şimdi operasyonun kısa, orta ve uzun vadeli sonuçlarına göz atalım: Kaset operasyonu kısa vadede Devlet Bahçeli’yi koltuğundan uzaklaştırabilir. Orta vadede Yeni Anayasa beklentisi gündemden düşebilir. Çünkü MHP eğer barajın altında kalır ve parlamentoda temsil edilemezse kimi gruplar Türk milliyetçiliği adına Star gazetesi baskını gibi kontrolsüz eylemleri yineleyebilir. Suyun öteki yakasında ise liseli öğrencileri kaldıkları yurtta diri diri yakmayı dahi hazmedebilen kişilerin Kürt milliyet- Kaset operasyonu ile kısa vadede Devlet Bahçeli’yi koltuğundan uzaklaştırmak, orta vadede siyasi ortamı gererek Yeni Anayasa beklentisini gündemden düşürmek ve uzun vadede de, milliyetçiler ile milleti adına gönüllü faaliyet yürüten kesimler arasına telafisi uzun yıllar alacak nifak tohumları serpmek planlanmış olabilir. çiliğinin temsilcisi edasıyla elini kolunu sallayarak siyaset yapabildiği bir Meclis algısı da yaygınlaşabilir. Uzun vadede, milliyetçiler ile milleti adına gönüllü faaliyet yürüten kesimler arasına telafisi uzun yıllar alacak nifak tohumları serpilmiş olur. Ayrıca seçmen tabanında (Erzurum ve Yozgat örneklerinde olduğu gibi) aslında pek fark olmayan MHP ve AK Parti’li kitleler arasına da derin kırılmalar meydana getirilmiş olabilir. Olayın mağdurlarının, yaşadıkları travma sebebiyle kendilerini savunmak ve tutunacak bir dal bulmak amacıyla önlerine uzatılan ilk sopaya sarılmaları anlaşılabilir bir tutumdur. Mağduriyet hissi yönlendirmeye açık bir duygudur, HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 33 ve böyle bir tezgahın bir şekilde kendi üzerlerine mal edilebileceği bilinirken… Kimse komplonun vatan ve millet sevgisiyle planlandığını da iddia edemez. Ahlaklı insanlar toplumun ahlak duygularını yaralayan böyle bir şerefsizliğe girişmez. Bu tür aşağılık dedikodulara dayalı söylentileri bir şekilde öğrense de cesaretlerine, güçlerine ve karakterlerine göre ya duymazdan gelir ya da uygun yöntemleri izlerler. Bunun da yolu bellidir. İlgili taraflar uyarılır. Eğer duyarsız kalınıyorsa yetkili kişilerle görüşülür ve tedbir alınması önerilir. Sonuç alınamıyorsa savcılığa teslim edilir. Öyleyse maksadı ne olursa olsun bu profesyonel ekiplerce hazırlanmış bir kirli tezgahtır. Muhataplarını tanıyor, muhtemelen telefon görüşmelerini kayda alıyor, farklı illerde takip ediyor, gittiği adreslerde güvenlik kameralarına yakalanmadan ve erketesiyle güvenliğini sağlayarak kamera yerleştiriyor.. Sonra görüntüleri montajlıyor, internet ortamı için ‘konvert’ ediyor. Youtube ve Dailymotion gibi video siteleri ile Rapidshare gibi dosya indirme sitelerine yüklüyor. Site kuruyor fakat faturayı AK Parti ile ilişkisi bilinen bir şahsın kredi kartından ödüyor. Twitter, facebook gibi sosyal medyada ‘arkadaş’ edinip bunları medyaya ulaştırıyor. anlayışla karşılanabilir ancak yönetim makamında olanların sağduyularını korumaları gerekiyor. Yoksa tezgahın orta ve uzun vadeli hedeflerinin gerçekleşmesinin de basit bir aleti konumuna düşebilirler. Kim bilir Baykal da, Fethullah Gülen kendisini bizzat aramasa belki meslektaşı gibi eleştiri okunu doğrudan ‘Pensilvanya’ya çevirebilirdi. Oysa eğitim ve öğretim 34 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 faaliyetleri 20 yıldır dünya çapında tartışılan ve genel olarak takdir gören bir cemaatin her hangi bir siyasi liderle ne hesabı olabilir? Şimdiye kadar hiçbir Başbakan ve hükümetle ters düşmediği gibi Alparslan Türkeş ve Bülent Ecevit’le dahi sağlıklı diyaloglar kurarken niçin Devlet Bahçeli yönetimi ile uğraşsın veya karşı karşıya gelmek istesin. Üstelik Baykal komplosunun izleri henüz tazeliğini korurken MHP’nin baraj altına bırakılmak istenmesi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “iki partili parlamento” söylemini akla getiriyor. Ancak ‘ustalık’ iddiasıyla bir kez daha yetki isteyen Erdoğan veya aklı başında bir devlet adamı bilir veya bilmesi gerekir ki MHP’siz bir TBMM’nin, ‘Yeni Anayasa’ ve diğer açılımları sağlıklı bir biçimde gerçekleştirmesi nerdeyse imkansızdır. ‘AKP Anayasası’ olarak adlandırılacak anayasa Erdoğan’ın ‘Toplumsal Mutabakat’ sözüne uymayacağı için tutarlı ve kapsayıcı olmayacaktır. Nitekim Erdoğan, Ülkücü oyları çekecek tutarlı bir politika izlemek yerine adeta partisinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Türkiye’deki seçmenin yaklaşık dörtte biri ‘Ülkücülük’ kavramı ile önce veya günümüzde bir şekilde gönül bağı kurmuştur. Başbakan’ın Bozkurt ile ‘hayvan’ kelimelerini birbirinin ardı sıra kullanması sıradan bir hata olarak değerlendirilemez. Bununla Doğu ve Güneydoğu’daki seçmene sıcak mesaj verirken bir yandan da partisinin hormonlu büyümesini önlemek niyetinde olabilir! İhtilaf halinde referanduma gitme kartını kaybedeceği için anayasayı tek başına değiştirebilecek bir çoğunluğu arzulamadığı dahi söylenebilir. Çünkü özellikle ‘vatandaşlık’ tanımı, parlamentoda şişmiş bir iktidar partisini patlatabilir veya bölebilir. Diker: Bahçeli Kaseti Biliyordu Kaset mağduru Mehmet Ekici’nin avukatı Süleyman Ayhan, Habertürk muhabirine, MHP’deki kaset tuzağın arkasında yabancı servisler için çalışan bir Türk ajanın olduğunu, bu ismin belirlendiğini ancak kaçma ihtimali nedeniyle şimdilik gizli tutulduğunu açıkladı. İlk kaset skandalından sonra “8 kişinin daha kaseti var” açıklaması yapan DYP eski Milletvekili Tevfik Diker de, Devlet Bahçeli’nin kimlerin kaseti olduğunu bildiğini, kasetlerin çekildiği mekanla ilgili bir MHP’li yöneticinin ismi kamuoyuna yansıyabileceğini öne sürdü. MHP lideri ise “savcılar dinlesin. Ben muhatap olmam.” yönündeki sözlerle Diker’e randevu vermemiş. Diker, henüz yayınlanmayan ve muhtemelen Bahçeli’nin konuşmaları bulunan bir ses kasetinin ise MHP’yi seçmeni nezdinde zora sokacağını iddia ediyor. Sonuç olarak şöyle bir yorum getirilebilir. MHP’yi barajın altına iterek lider değişikliğine zorlayacak, Yeni Anayasa çalışmalarını sabote edecek ve el altından ülkemizde milli ve manevi duyguları en güçlü kesimler arasına uzun vadeli nifak tohumları serpmeyi planlayan sinsi bir tezgahtır… Seçimlerin ardından, önce Devlet Bahçeli’yi özel ortamdaki konuşmaları sebebiyle zor durumda bırakacak, sonra da iktidar partisi üyelerini ‘ahlak kurşunu’ ile vuracak siyasi suikastler gerçekleşirse paragrafın başındaki analizim doğru sayılmalıdır… Günümüzde idealist insanların işi daha da zor. Eskiden vatan ve millet sevgisini ispatlamak için gerektiğinde can vermek yeterli oluyordu. Şimdi, milletine ülkesine hizmet amacıyla yola koyulanların mallarını ve nefislerini de inandıkları yola adaması gerekiyor. SD Yazı İşleri Müdürü* HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 35 Anayasa Ön Çalışmaları ve Medine Sözleşmesi Medine Vesikası’na göre her dinî ve etnik grup kültürel ve hukukî bakımlardan tam bir özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Ali ŞAFAK* M erhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın eserlerinde yer alan ve Türk Kamuoyunun bilgi sahibi olduğu ve ilgi duyduğu Medine Vesikasını (Medine Sözleşmesini); vesikanın künhüne tam vâkıf olmadan herkes değişik ad ve başlıklarla (mesela Medine Anayasası, Medine Sözleşmesi, Medine Belgesi… gibi) ele alıp incelemeye başlamış, üzerinde yorumlarda bulunmuştur. Kıymetli çalışma yapanlardan birisi de araştırmacı yazar Ali BULAÇ Bey’dir. O, Birikim Dergisinde vesikayı içerik 36 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 yönünden değerlendirerek yayımlamıştır. Onun bu makalesi üzerine, Ahmet İnsel, yine aynı Dergide “Totalitarizm, Medine Vesikası ve Özgürlük” adlı bir eleştirel makale yazmıştır.1 Eldeki bilgilere göre Medine Vesikası’nı Batı bilim çevrelerine ilk tanıtan Alman müsteşrik Wellhausen olmuştur. Bu vesika, onun peşinden diğer müsteşrikler; Grimmer, Caetani, Buhl, Wensick ve diğerlerinin dikkatlerini çekmiştir. Böylece Belgeyle ilgili yayımlarda dikkat çekici bir araştırma ve artış olmuştur.2 Ancak az önce de değinildiği üzere Medine Vesikasının İslam dünyasında bilinip tanınmasını M. Hamidullah’a borçluyuz.3 Merhum M. Hamidullah Hoca, Türkiye, Ortadoğu, Asya ve Avrupa kütüphanelerini kapsayan çok yönlü araştırmaları4 ile bu Belge ve bu Belgenin imzalandığı tarihî ve sosyal çevre ile ilgili geniş bilgilere sahip olmamızı sağlamıştır. Ondan sonra başka bilim adamları da Medine Sözleşmesiyle ilgilenir olmuşlardır.5 Wellhausen ve M. Hamidullah’ın bilim çevrelerine tanıttıkları Medine Vesikası’nı ilk defa eserine kaydeden Müslüman tarihçi Muhammed İbnu İshak’tır (ö. 151 h.). Ondan alıntı yapanlar ise İbnu Seyyid en-Nâs ve İbnu Kesir’dir.6 Vesika’nın 1-23 maddelerini içeren ve daha çok Muhacirlerle Ensar arasındaki ilişkileri düzenleyen bölümlerini hadisçi Beyhaki vermiştir.7 Tarihçi İbnu Hişam (öl. 213 h.)’ın eserindeki vesika metni, tarihçi İbnu İshak’ın eserindeki metnin daha geniş bir biçimidir. İbnu Hişam “Siyretu İbni Hişam” adlı eserinde Vesikanın tam metnini verir.8 İbnu Hişam ile hemen hemen aynı yıllarda ve asırda yaşayan Ebu Ubeyd Kasım bin Sellam’ın “Kitabu’l-Emval”inde Vesika, farklı bir isnad’la ve tam metin olarak kaydediliyor.9 Yine tarihçi el-Umerî’nin verdiği bilgiye göre, Vesikanın bir başka kanaldan rivayeti Humeyd İbnu Zenceveyh’in (öl. 247) “Kitabu’l-Emval”inde de yer alır.10 Medine Sözleşmesi metni hadis ve fıkıh kaynaklarında bir bütün olarak yer almaz. Ancak bu durum İslam tarihinde önemli bir sorun teşkil etmez. Hadis kitaplarının bazlarında Enes b. Malik’in evinde böyle bir sözleşme imzalandığına dair güvenilir rivayetler vardır.11 Şöyle ki: “Âsım’dan rivayete göre Enes b. Malik’e Hz. Peygamber’in ‘İslam’da yeminle teyid edilmiş bir antlaşma yoktur’ buyurduğunu duyurmuş olayım, dedim. Enes bana: -Peygamber benim Medine’deki evimde Kureyş ile Ensâr arasında sözleşme imzaladı’ cevabını verdi.12 Eserlerde verilen bilgilere göre Rasulullah Kuba köyüne geldiğinde Medine’deki farklı dinlere inanan ve hukuk sistemlerine sahip toplulukların da kendisinin şehre girmesine razı olup olmadıklarını, orada Rasulullah’ın yönetimini kabul edip edemeyeceklerini sorduruyor. Onlardan olumlu cevap geldikten sonra şehre giriyor. O dînî gruplarla görüşmeler Enes b. Malik’in evinde ve Rasulullah’ın (as)in başkanlığında yürütülmüş, Medine Sözleşmesi metni bu görüşmeler sonucunda kaleme alınmıştır. Vesika metnine bakılınca kabile ve yer adları dikkati çekmekte, temel esaslar yanında hukukun temel prensiplerine, tarafların hak ve sorumluluklarına değinilmektedir. Bu hak ve sorumlulukların çoğu ayet veya hadislere dayanmakta, onlardan çıkarılmaktadır. Tarihçilerin büyük çoğunluğu, Sözleşmenin, Hicretin ilk yılında, yani m. 622’de imzalandığını kabul eder. İbnu Hişam ve Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam’ın eserlerinde düz bir metin halindedir. Alman müsteşrik Wellhausen metni paragraflara bölüp numaralamıştır. M. Hamidullah da benzeri türden numaralandırmada bulunmuştur.13 Hz. Muhammed (as), Medineli Müslüman olmayan diğer sosyal gurupların temsilcileriyle de istişare etmiş, onlarla Hz. Enes (ra)’in evinde toplanarak yeni bir “ŞehirDevlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaşmışlar. İşte Medine Vesikası ya da Medine Sözleşmesi denilen bu metin Medine Sosyal Çevre Site Devletinin temel Rasulullah (as) 610 milâdî yılında İslâm’ı ilk kez tebliğe başladı ancak ilk yıllarda yakın çevresinden birkaç kişi dışında İslam’a giren olmamış, zamanla kabul edenlerin sayısı arttıkça onlara karşı engellemeler ve ağır baskılar uygulanmıştır. Onüç yıllık Mekke hayatında taraftar sayısını fazla arttıramayan Hz. Peygamber (as) ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yerlere göçetmekten, güvenilir bir ortam bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki kez), sonra da Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. kurallarını oluşturuyordu. Başta Mekke ve Medine olmak üzere Arap yarımadasının büyük yerleşim yerlerinde Arap geleneği ve kabile yönetim tarzı hakimdi. Mesela Mekke ve Taif yörelerinin birlikteliği ileri gelen güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu. Fakat Medine böyle bir güçlü birliktelikten mahrumdu. Medine’de başta Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabi- leler (Benî Nadir, Benî Kurayza ve Benî Kaynuka) arasındaki bitmez tükenmez savaş ve çekişmeler, siyasî birlikteliğin sağlanmasına engel oluyordu.14 İşte Rasulullah (as) böylesine sıkıntılı ve çalkantılı bir topluma gelerek din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü Araplar arasında tesisi hayli güç gözüken bir siyasî birlikteliği kurmayı başardı.15 Merkezî bir yönetici siyasî gücün olmayışı günlük hayat ve savunma alanında da kendini gösteriyordu. Her kabile kendine ait müstahkem bir kale inşa etmiş, her bir kabilenin ortak savunma masrafları kendilerince karşılanıyordu. Arap kabileleri ise aralarında işlenilen suçların tazminatını (kan bedellerinin) ödemek üzere bir tür sosyal sigorta (âkile sistemi) kurmuşlardı. İhtilaflar çoğunlukla gelenekler esas alınarak ve hakemler tarafından çözülürdü. Ne var ki, HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 37 Sözleşme hükümlerinde yer alan düzenlemeye göre, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları aralarında çözemediklerinde, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlardı. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’an, Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu hakemlerin kararını tanımayanlara karşı somut hukukî yaptırımların uygulanamayışı güçlülerin adaletsizliklerine, kural tanımazlıklarına yolaçıyordu. Medine’yi oluşturan iki etnik ve dinî grup; Araplar ve Yahudiler arasında sürekli çatışma oldu- ğu gibi Arap kabileleri de kendi aralarında; Yahudi kabileleri de kendi aralarında sürekli savaş halindeydiler. İbnu Hişam’ın verdiği bilgilere göre, Yahudi Kaynuka Oğullarının çoğunluğu, Arap asıllı Hazreçliler’in müttefiki; Nadir Oğulları ve Kurayza Oğulları kabilelerinin çoğunluğu da yine Arap asıllı Evsliler’in müttefiki idiler.16 Bunlar arasında süren şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresinde güvenliği ortadan kaldırmış ve herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı.17 altında görmüşlerdi.23 Çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamayarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun ve arkadaşlarının diğer Müşriklerle arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Ayrıca hicret olayının hemen ardından, Mekkeli müşriklerin, Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında Medineli müşriklerin durumu ne olacaktı? Sözleşmeye Taraf Toplulukları Hz. Muhammed (as), bir yandan Medineli Yahudi ve Müşrik Araplar’a güven vermeye çalışırken diğer yandan niyetinin Medine’de yaşayanları yönetmek olmayıp Mekkeli ve Medineli Müslümanların oluşturduğu cemaatin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğuna onları iknaya çalışıyordu. Tebliğin ilk günlerinden beri okunan; “Sizin dininiz size, benim dinim bana”24 ayetindeki ilkeyi burada da uygulamaya koymuştu. Bu uygulama, Hz. Peygamber (as)’ın Mekke’de izlediği taktikte hiçbir değişiklik yapmadığını göstermektedir. Onun Medine’deki hayatı, Mekke’de inen vahyin toplumsal, hukukî ve kurumsal düzeyde bir açılımı, bir uygulamaya geçirilişi oldu. Dinî ve hukukî özerklik, çok dinli ve çok milletli bir toplumun temelinde çoğulcu bir toplumsal proje hayata geçirildi. Herkes ve her dînî gurup hep birlikte bir arada yaşama imkan ve fırsatlarını yakaladı. Rasulullah (as) kuşkusuz İslamı tebliğe devam edecek ama hiç kimse başka bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de karşılaşılana benzer herhangi bir engelle karşılaşmayacaktı.25 Rasulullah (as), Medine’yi teşriflerinde ilk yaptığı sosyal işlerden birisi de Medine’ye yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve ailelerinin gündelik ihtiyaçlarını temin için gerekli tedbirlerin alınması olmuştur. Bunu tesis maksadıyla Medineli Müslümanlar (Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar (Muhacirler) arasında sosyal ve ekonomik bir dayanışma “muâhât = kardeşleşme” uygulamasına geçti. Hicret’in ilk günlerinde bu kardeşleşme organizasyonuna 45’i Ensar’dan, 45’i Muhacirler’den olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarda bu ilk teşebbüste birbiriyle kardeş olmayan tek bir muhacirin kalmadığı yazılmaktadır.18 Bu girişim sonucu iki gurup arasında kan ve kabile bağları olmadığı halde onlar birbirine mirasçı bile oldu. Hicret’in beşinci ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı 186’a çıkmıştı.19 Medine dışından gelen her bir aileyi, Medineli bir aile yanına alıyor, tarım ve ticaret hayatına, ev geçimine ortak oluyorlardı. Ensar, sahip oldukları hurmalıklarını da Muhacir kardeşleriyle bölüşmek istediler. Ancak muhacirlerin ekonomik durumlarının düzelme ve gelişme göstermesi nedeniyle Rasulullah (as), onlarla zirâî ortaklık (muzaraa sözleşmesi) yapmalarını teklif etti ve “Sulama işini Muhacirler üzerine alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün” buyurmuştur.20 Bu tavsiyeye rağmen durumu müsait olan Ensar, onları ev sahibi yapmak ve geçimlerini temin için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını bağışladılar. Bu gelişmelerden sonra Medine’de üç ana sosyal blok ortaya çıktı: Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar. Müslüman topluluk; Muhacirler ve Evs ve Hazreç kabileleri mensuplarının oluşturduğu Ensar’dan ibaretti. Bu türden içtimâî yapı Arap- 38 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 ların kabilecilik geleneğine uymuyordu. Çünkü onlarda toplumsal yapılaşma kan ve akrabalık bağına dayalıydı. Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen birbirinden farklı insanlar ilk defa bir araya gelerek kendilerini ayrı bir camia olarak tanımlamışlardı. Nitekim Medine Sözleşmesinin 2. maddesinde bu camia din ve hukuk temelinde “diğer insanlardan ayrı bir ümmet” olarak anılır. Hiç şüphesiz. Medine’de oranın eskidenberi varolan Yahudiler ve müşrik Araplar da bulunuyorlardı. İşte Rasulullah (as)’ın önünde, bütün bu sosyal blokları anlaştırıp birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli bir sorun vardı.21 O, Medine’nin ictimâî, dinî ve nüfus yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Bu amaçla, Medine’de ilk kez nüfus sayımı yaptırdı. Hz. Huzeyfe (ra)’den gelen bir nakle göre: “Allah’ın Elçisi bize- ‘Din olarak İslam’ı seçen ve Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz” dedi. Biz de ona 1500 kişinin ismini yazıp getirdik.”22 Müslümanlar ve Yahudiler bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun kalmışlar ancak Medineli Müşrikler huzursuz kalmışlar, geleceklerini tehdit Hz. Muhammed (as), Medineli Müslüman olmayan diğer sosyal gurupların temsilcileriyle de istişare etmiş, onlarla Hz. Enes (ra)’in Vesika’nın hükümlerinde İslam hukukunun temel kaynaklarında vurgulanan, onlardan çıkartılan tabiî hukukun ilkelerinin önemi büyüktür. İşte o kurucu ilkeler delaletiyle çağlar öncesi giderilen sorunların benzerleri günümüzde de giderilebilir. Bu durum savaş ve barış hukukunun de temelini oluşturan insânî değerlere yaklaşım ve çözümlere bizi götürür. Osmanlıda böyle bir yaklaşım ve çözüm politikası onlarca ırkın ve dinlerin ve mezheplerinin mensuplarını altı asra yakın bir zaman barış ve huzur içinde yaşatmıştır. evinde toplanarak yeni bir “ŞehirDevlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaşmışlar. İşte Medine Vesikası ya da Medine Sözleşmesi denilen bu metin Medine Site Devletinin temel kurallarını oluşturuyordu. Şimdi o Belgenin içerdiği hükümlerin bir kısmının, temel insan hakları, tabiî hukukun ilkeleri ve kamu yönetimi bakımlarından kısa bir değerlendirilmesi yapılacaktır.26 Hükümlere İlişkin Değerlendirmeler Merhum M. Hamidullah’a göre, koalisyon üyelerini bu toplumsal sözleşmenin kabulüne yönlendiren temel etkenlerden biri; Evs ve Hazreç kabileleri arasında 120 HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 39 yıldır sürüp gelen savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde bulunduğu sorunlu ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir kurtarıcı beklemektedir. Yine tam o yıllarda patlamaya hazır bir fıçı gibidir. Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yeni çatışmalara da gebe bir görünümdedir. İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi hukuk temelinde, “neysen osun” ilkesine göre varolmaya çağırıyor. Bir diğer etken ise; böyle bir sözleşmeyle kimsenin kimse üzerinde baskı kurmaya kalkışmadan karşılarındakileri de doğal bir realite kabul etmesi ve onun yaşama ve düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun güvencesi altına alınmasıdır. Bu Sözleşmeyle bütün sosyal grupların katılımları sağlanmış, üzerlerinde bir tek hakimiyet kurma yerine ortaklaşa ve eşit bir hak ve yükümlülükler içeren bir “katılım = koalisyon = birlikte ve barış içerisinde yaşama” temelinde bir toplumsal proje idi. Müslümanlar ile Yahudiler ve diğerleri, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed (as)’ın gösterdiği istikamette, güven içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ edeceklerdir. Buraya kadar yorumu yapılan hükümlerden şu sonuçlar çıkar: Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukukî bakımlardan tam bir özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Dinî ve hukuki özerkliğin bir güvencesi olarak, “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlaları ve gerekse kendileri dahildir. 40 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Sözleşme hükümlerinde yer alan düzenlemeye göre, gruplar, kendi aralarında çıkan ihtilafları aralarında çözemediklerinde, davayı bir “üst yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlardı. Bu üst yargı makamı da doğrudan güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir. Kur’an, Peygamber’e eğer isterse onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu.31 Bunun üzerine Peygamber de, kendisine başvurularda her seferinde onları muhayyer bırakmış, önce şunu sormuştur: “- Size neye göre hüküm vermemi istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa Tevrat’a göre mi?” Peygamber (as), bir “Hâkim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Gayr-ı müslimlerin davalarına bakma veya onları kendi mahkemeleri ve hukuk prensipleriyle başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zimmî hukukun bir parçası olmuş, bu uygulama Osmanlıların son dönemlerine kadar sürmüştür. Müslümanları bağlayıcı kural ise, onların Hz. Muhammed (as)’e biat etmeleriyle ona bağlanmayı daha başında kabul etmiş olmalarıdır. Bu, aynı zamanda ibadeti, dini ve hukuku birbirinden ayırmayan İslamî temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi, İslamiyet’in sadece Müslümanları bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer. Bu durumda İslam dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz ve gayr-ı müslimlerden bu hukuka göre davranmaları istenmez. Öyle ki ikinci halife Hz. Ömer (ra), başını örten gayr-ı müslim bir cariyenin bu davranışından memnun olmamış ve başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün kabul edenler için âmir bir hüküm olduğunu belirtmiştir. Sözleşme, herkesi bağlayan hukukun üstünlüğüne tam uyum ve saygıyı savaş, tek tek birey ve kabilelerden alınıp merkezî hükümetin üzerine yükümlülük haline getirilmiştir. Savaşa karar yetkisi, merkezî yönetime aitti. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar mali ve askerî ortak sorumluluklar yüklenirler, hep birlikte savaşırlar. Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. Buna göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla savaşacak olurlarsa, Yahudiler ve Medineli Müşrikler onlara katılmak zorunda değildirler. Nitekim Bedir ve Uhud Savaşları Medine dışında bir yerde cereyan etmiştir. Sözleşmenin hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak günümüze, insanımıza ve yönetenlere referans olacak bazı temel ilkeler çıkarılabilir. Bu temel ilkelerin en üstünde de çoğulcu –birlik içinde çokluk- toplumsal projeye dayanak olabilecek yaklaşım vardır. İslam hukuk sistemi içinde bu oluşumu destekleyen ve geliştiren zengin ilkeler bulunmaktadır. Mesela “Raiyye üzerine tasarruf maslahata menuttur.”32 İlkesi bunlardan biridir. Çevremizde olup biten yarı dînî, yarı ırkî çatışmalar ancak anılan türden yaklaşımlarla çözümlenebilir. Bir daha peygamber gelmeyeceğine göre bu barış ortamını kim gerçekleştirebilir? Herhalde bu ödev herkesin boynuna borçtur. Çözüm için hamasîliğe, aşırı dindarlığa ihtiyaç yoktur. Bu türlü aşırılıklar çözümsüzlüklere neden olmaktadır. Çevremizde yıllardır süregelen Arap-İsrail savaşının, yeni başgösteren AzeriErmeni çatışmasının, Lübnan’ın bölünmüşlüğü probleminin ortadan kaldırılması, Bosna-Hersek’te süren etnik çatışmalara kesin çözüm getirilmesi, vb. sayısız çatışma ve savaş dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız vardır. Vesika’nın hükümlerinde İslam hukukunun temel kaynaklarında vurgulanan, onlardan çıkartılan tabiî hukukun ilkelerinin önemi büyüktür. İşte o kurucu ilkeler delaletiyle çağlar öncesi giderilen sorunların benzerleri günümüzde de giderilebilir. Bu durum savaş ve barış hukukunun de temelini oluşturan insânî değerlere yaklaşım ve çözümlere bizi götürür. Osmanlıda böyle bir yaklaşım ve çözüm poli- tikası onlarca ırkın ve dinlerin ve mezheplerinin mensuplarını altı asra yakın bir zaman barış ve huzur içinde yaşatmıştır. Anılan türden sorunları kalıcı bir şekilde çözmekte batılı demokrasiler yetersiz kalıyor. Binaenaleyh bu bölgenin, Ortadoğu’nun ve yer- yüzünün sakinleri olan biz Müslümanlara, geleceğimizi tehdit eden sorunlar ve yol açtığı tehlikeler karşısında alternatif kaynaklar arayıp bulma zorunluluğu düşüyor.33 Turgut Özal Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, Prof. Dr.* 1. Medine Vesikası’nı Türk Bilim alemine ilk tanıtan ya da tanınmasına vesile olan merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah olmuştur. Bu konuda yeri geldikçe bilgiler sunulacak, aktarmalarda bulunulacaktır. Bunun üzerine Bazı bilimsel yorumlar yapılmış, açıklamalarda bulunulmuştur. Ancak son onlu yıllarda sosyal bilimciler ve bu alandaki teorisyenler muhitinde konuyu Türkiye’nin gündemine tekrar getiren değerli yazar ve fikir adamı Ali Bulaç Bey olmuştur. Burada onun, ‘Medine Vesikası’ üzerine yazdığı makalelerine ve makale üzerine başkalarınca getirilen yorum ve verdiği cevaplara tarih sırasına göre değinilecek olursa; Ali Bulaç; “Dinlerin Meydan Okuyuşu: Entegrizm ve Fundamentalizm”, Birikim, s. 17-28, sayı 37, Yıl Mayıs 1992, İstanbul. Ahmet İnsel; “Totalitarizm Medine Vesikası ve Özgürlük” Birikim s. 29-32, sayı 37, Yıl Mayıs 1992 İstanbul. Ali Bulaç; “Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler”, Birikim s. 102-111, sayı 38-39, yıl Haz. Tem. 1992 İstanbul. Ali Yaşar Sarıbay; “İslami Popülizm ve Sivil Toplum Arayışı”, Birikim s. 14-20; sayı 47, yıl Mart 1993 İstanbul. Ragıp Ege; “Medine Vesikası mı, Hukuk Devleti mi?”, Birikim s. 21-39, sayı 47, yıl Mart 1993 İstanbul. Ali Bulaç; “Medine Vesikası Üzerine Tartışmalar (I)”, Birikim s. 40-46, sayı 47, yıl Mart 1993 İstanbul. Ali Bulaç; “Medine Vesikası Üzerine Tartışmalar (II)” Birikim, s. 48-58, sayı 48, yıl Nisan 1993 İstanbul. Bu tartışmalar öz değerlerimizi yakından tanıma ve tanıtma bakımından gerçekten de iyi olmuştur. Biz bu makalede Sn. A. Bulaç Beyin çalışmalarından bir hayli yararlandık o nedenle de o makalelerine sık sık yollama yapma yerine burada toplu açıklamada bulunmak ödevimizdir. Pek tabiî bir kısım alanlarda kendi eski çalışmalarımızdan da alıntılarda bulunulmuştur. Bunlar da yeri geldikçe gösterilmiştir. 2. Wellhausen, J., Skizzen und vorarberten, IV, 76 vd. Berlin, 1899; Caetani, L, Annali (İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit, I, 126 vd. İstanbul, 1924; Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, s. 206 vd. Baltimore, 1955. Özellikle bkz. M. Hamidullah, İslam Peygamberi (çev. S. Mutlu – S. Tuğ), c. 1, s. 202; Salih Tuğ; İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 31, İstanbul, 1969. 3. M. Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Vesika No:1 Kahire, 1956. M. Hamidullah; İslam Hukuku Etüdleri (çev. S.Tuğ), s.37 vd. İstanbul, 1974. M. Hamidullah; İslam Peygamberi (çev. Mehmet Yazgan) s. 166 vd., 1. baskı Beyan Yayınları İstanbul 2004. 4. Vesika için bkz. İbnu Hişam, Siret, II, 147; İbnu Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, III, 223. 5. Türkçe Metin İçin bk. M. Hamidullah; İslam Peygamberi, c. I, s. 206 vd.; Yeni Şafak Yayınları, Ankara, 2003.; M. Yazgan çevirisi, s. 177 vd. 1. Baskı Beyan Yayınları, İstanbul 2004. Salih Tuğ; İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 30 vd. İstanbul, 1969. Arap bilim çevrelerinde Vesika’ya ilişkin yayımlar için bkz. el-Umerî, İbnu Fadlallah; et’Tarif bi’l-Mustalahiş’Şerîf, Kahire. 6. İbnu Seyyidu’n- Nâs; Uyunu’l-Eser,c. I, s. 197, Kahire 1356; İbnu Kesîr, el- Bidaye ve’n-Nihaye, c. III, s. 224 Kahire, 1351. El- Umerî, a.g.e. s. 78-79. 7. el Beyhakî;, es-Sünenü’l-Kübra, c. VIII, s. 106, Kitabu’d-Diyât blm. Haydarabad, 1344; El- Umerî, a.g.e. s. 79. 8. İbnu Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Mektebetü’l-Külliyat el-Ezheriyye yayını) Mısır, ty. II, 106. 9. Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitabu’l-Emval, (hadislere atıflar eserdeki paragraf sayısına göredir) Parag. No: 519 Mısır 1353 (Türkçe çev. C. Saylık) s. 235 vd. İstanbul, 1981. 10. Humeyd İbnu Zenceveyh, Kitabu’l-Emval, (hadislere atıflar eserdeki paragraf sayısına göredir) Parag. No: 750. Esesrin yakın geçmişe kadar bir baskısı yapılmamıştır. El yazması Burdur Kütüphanesi No: 183’dedir. El-Umeri, a.g.e. s. 79. 11. İbnu Kesir; el-Bidaye ve’n-Nihaye, c. III, s. 222, 223, Kahire 1351, Beyrut, 1985. 12. Buhari, Kefale, 2; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17. 13. Hadisçi Ebu Davud’un Kitabındaki bilgilere göre Yahudi kabilelerinin bir kısmı aslında hicretin birinci yılında imzalanan bu antlaşmayı önceleri kabul etmemişler, Bedir Savaşından sonra, yani hicretin ikinci yılında imzalamışlardır. Bak Ebu Davud, Sünen, kitap 19, bab 23. 14. Bak TDV İslam Ansiklopedisi, c. XI, s. 541, İstanbul 1995. 15. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, (çev. F. Işıltan), s. 2. Ankara, 1963. Araştırıcılar, Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapı farkının Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burada yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğu kanısındadırlar. Her iki merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. Montgomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, (çev. Rami Ayas - A.Yüksel), Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953. 16. M. Hamidullah, İslam Peygamber (S. Mutlu-S.Tuğ çevirisi) c.I, s. 177-199; (M. Yazgan çev.) s. 170-177. 17. S. Ahmed el-Ali; ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, c. I, s. 24, Irak, 1988. 18. İbnu Sa’d; Tabakat, Leiden, 1904-12, I, böl. 2 19. M. Hamidullah, İslam Peygamberi (S. Mutlu-S.Tuğ çevirisi) c. I, s. 181; (M. Yazgan Çev.) s. 159-161. 20. Ebu Yusuf Yakup; Kitabu’l-Harâc, s. 88-91, 3. Baskı Kahire 1382. Buhari, 3/67; Kâmil Miras; Sahihi Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, c. 7, s. 117, 171-178, 2. Baskı Ankara 1972. Yusuf S. Muhammed; “Land Agriculture and Rent in Islam”, Islamic Culture, c. 31, sayı 1, s. 30 vd. Hydeabad/ Deccan 1957. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c. I, s. 95, İstanbul, 1981. 21. Ali Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S. Ansarî, Asr-ı Saadet, (çev. A.Genceli), c. I, s. 64, İstanbul, 1985. 22. Buhari, 56/181, No:1; M. Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A. Ü. İlahiyat Faklt. Dergisi, c. VII, s. 11 vd. Ankara, 1958-9. Nüfus sayımı sonucunda Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı; bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşıldı. Ayrıca Medine’nin haremini periferi sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirledi. Bu sınırlar içinde kalan bölge “Yesrib (Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak anılır (bak Sözleşme md. 39). 23. S.M. Ahmed Nedvi- S. S.Ansarî, a.g.e. c. I, s. 64. 24. Kur’ân, Kâfirûn 109/6 25. M. Hamidullah; İslam Peygamberi, (M. Yazgan çev.) s. 154 vd. 26. Tam Metin için Bkz. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, (S. Mutlu-S.Tuğ çevirisi) c. I, s. 206-210; (M. Yazgan çev.) s. 177-182. 27. Bknz. Mecelle md. 88 28. Bknz. Mecelle md. 30 29. Bknz. Kur’ân, Mâide 5/2 30. S. Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 46, İrfan Yayınevi, İstanbul 1969. Bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, (S. Tuğ çev.), c. I, s. 206-210; (M. Yazgan çev. s. 177-182. 31. Kur’ân, Mâide 5/42. 32. Bknz. Mecelle md. 58. 33. Musa Kazım YILMAZ; “İslam Devletinin İlk Anayasası: Medine Vesikası” Köprü Dergisi “Demokrat Anayasa Arayışları” özel sayısı, sayı 105, İstanbul Kış 2009. HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 41 Medine Vesikası Besmeleyle başlamaktadır. 1. Bu Belge Hz. Peygamber (as) tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan iltihak etmiş olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için düzenlenmiştir. İşte bu Müslümanlar diğerlerinden ayrı bir topluluk teşkil ederler. Belgenin burasında iktidarın kurucu unsurları ile Devleti oluşturan vatandaş (millet) unsuruna yer verilmiştir. Sözleşmenin ilk yirmiüç maddesi Medineli Müslümanları ilgilendirmekteydi. 2. Kureyş’den olan Muhâcirler, kendi aralarında âdet olduğu üzere kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin kurtuluş fidyesini mü’minler arasındaki âkıle esasına ve adâlet ilkelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. Mü’minler kendi aralarında ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi bu hali üzere bırakmayacaklar, kurtuluş bedelini (fidyei necât) veya kan bedelini (diyeti) gibi borçlarını iyi ve mâkul bilinen esaslara göre tediye edeceklerdir. Sosyal grupların kendi içindeki sosyal ve ekonomik dayanışmaya, şahıs aleyhine suçlardan doğacak tazminatın, ötedenberi var olan âkıle (kabile) sorumluluğu esasına göre ödenmeye devamı, bu dönemde de meşruluğunu sürdürmektedir. Keza harp esirleri için gerekli kurtuluş tazminatı için de böyle bir güvence sistemi tesis ve teyid edilmiştir. Burada öngörülen temel nokta tazminatın adalet ölçülerine göre (ifrat ve tefritten uzak bir şekilde) ödenmesi karara bağlanılmıştır. Benzeri düzenleme ve kurallar Vesikanın ileriki maddelerinde; ‘Avf Oğulları, Hâris Oğulları, Sâide Oğulları, Cuşem Oğulları, Neccâr Oğulları, ‘Amr İbn ‘Avf Oğulları, Nebît Oğulları, Evs Oğulları için de aynen kabul edilmiştir. Burada san- 42 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 ki “azamî müsadeye mazhar devlet” kaidesi gibi bir kaide herkes tarafından kabul edilmiş, tazminat, sorumluluk hukuku bakımından temel ölçüt Kureyşli diye anılan Mekkeli Muhacir Müslümanlar için getirilen düzenleme ve sorumluluk diğerleri için de aynen kabul edilmiştir. Diğer kabileler de adalet ölçüsü dahilinde ortaklaşa tazminatı tediye edeceklerdir. Kendi kabile mensuplarını, kurtuluş fidyesini ortaklaşa vererek kurtarabileceklerdir. Böyle bir uygulama, kabilelerarası kan davalarının önünü almayı amaçladığı gibi suç işleme eğiliminde olanları âkılenin murakabe etme imkânını da sağlamaktadır. Ayrıca gelenek halinde uygulanan bazı kurallar yazılı hale getirilmiştir. 3. Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin kölesiyle, onun aleyhine olmak üzere bir anlaşma yapamayacaktır. Burada kurulu aile içi sosyal düzen veya çalışma ortamı, hukuk ve ahlâkdışı yol ve yöntemle bozulamayacağı, terim yerinde ise çalışan ve çalıştıran, köle ve efendisi arasına girerek adam ayartma, huzuru bozucu girişimlerde bulunma yasaklanmıştır. Özellikle de Müslümanlar için bu sınırlama daha da bir önem arzetmeketedir. 4. Takvâ sahibi mü’minler, kendi aralarında saldırgana ve haksız bir fiil işlemeyi planlayan yahut bir suç işleme ya da bir hakka saldırı veya mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır. Toplumun huzur ve refahı, can ve mal güvenliği, suç ve suçluların önlenilmesi, bu ve benzeri girişimlerle mücadele için herkese, taşın altına ellerini koyma zorunluluğu getirilmiştir. Suç hukuku kurallarının uygulanmasında kanun önünde eşitlik ilkesi benimsenmiş, o güne kadar Araplararasında var olan kabilecilik rekabeti ve kayırmacılığı, pozitif ayırımcılığı, suçluyu koruma girişimleri tümüyle yasaklanmıştır. Anarşi ve terör olaylarına karşı yekvücut mücadelede bulunma, karşı durma mes’uliyeti getirilmiştir ki, bu ortak mücadele gereği ve önemi şimdilerde çok daha iyi anlaşılmış olmaktadır. 5. Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir mü’mini öldüremez ve bir mü’min aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez. Burada hayat hakkı, kişilerin can güvenliğinin temini, sulh içinde, insan onuruna yakışır bir şekilde yaşama öne çıkarılmış; savaş hali ile barış zamanında İslam ülkesi vatandaşlarının izleyeceği politika üzerinde durulmuştur. Müslüman toplumun vatandaşlarına karşı savaş halinde olan birine yardım yasaklanmıştır. İyilik ve güzellikte yarışma önerilerek vatandaşları, aynı topraklar insanına düşman ülkesi (yabancı) insanını tercih etmeme, feda etmeme vurgulanmış, düşmanla işbirliği yapma yasaklanmıştır. 6. Allah’ın zimmeti (himâye ve temînatı) bir tekdir; müminlerin en zayıflarından, sıradan birisinin bir başkasına tanıdığı himâye, verdiği güvence diğer tüm Müslümanları bağlayıcıdır. Onların hepsi için de bu güvence hüküm ifade eder. Zîra mü’minler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirlerinin mevlâsı, garantörü durumundadırlar. Böyle bir güvence, hukukta günlük hayatta iyi niyet kurallarının hâkim ve geçerliliği, genelliği, objektif yanının varlığının vurgulanmasıdır. Müslümanların birbirlerine tanıdığı hukukî garantörlük yerden yere, kişiden kişiye değişen bir şey değildir. O bir bütünlük arzeder. Tabiî haklarda bireysel farklılıklar yoktur. 7. Yahudilerden bize tâbi olanlar, haksızlığa uğramaksızın ve onlara düşman olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardımımıza hak kazanacaklardır. Burada azınlıkların hakkını gözetme, can ve mal güvenliklerini sağlama konusunda Müslüman yöneticiler verdikleri taahhüdü yerine getirmekle yükümlü ve sorumlu olduğu gibi, içeriden ve dışarıdan onlara gelebilecek tehlikelere karşı (zimmet akdi gereği) Devletçe her türlü güvenlikleri sağlanacaktır. Birlikte yaşama kültürünü çoğunluk da azınlık da yaşayıp alışacaktır. Anayasayla güvence çoğunluk kadar azınlığın da hakkıdır. Ülkedeki azınlıkları sindirmek için onların hasımları (düşmanları) ile işbirliğine gidilmez. 8. Sulh, mü’minler arasında bir tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer mü’minleri dışlayarak, bir sulh anlaşması yapamaz; bu sulh, ancak onlar (mü’minler) arasında hepsini kapsayacak ve adâlet esasları üzere yapılacaktır. Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal ve canını himâyesi altına alamaz ve hiçbir mü’mine bu hususta engel olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz). Dış tehlikelerle mücadele ve savaşta seçici, ya da beli bir kesimin hakkını öne çıkartıcı barış anlaşması yapmak yasaklanmıştır. Genel kamu yararı, ülke çıkarı neyi gerektiriyorsa ona göre hareket etmek, savaşa katılan, zafere kavuşmuş, barış masasına oturmuş da olsa bir tek otoritenin emir ve direktifleri doğrultusunda hareket bir ödevdir. Ancak Müslümanlarla savaş halinde olan Mekkeli Müşriklere Medineli ve bu sözleşme kapsamındaki bir müşrik can ve mal güvencesi veremez. Savaş hali devam ettiği sürece de Müslüman birisinin onunla mücadelesinde Medineli müşrik Müslümana engel çıkaramaz, Mekkeli müşrike destek çıkamaz. Bu ahde vefa ilkesinin bir gereği olduğu gibi, savaş hukukunun da temel esaslarına aykırı değildir. Barış zamanı ülke düşmanlarıyla işbirliği yasaklandığı gibi savaş zamanı haydi haydiye ya- saktır. 9. Bizimle beraber harbe katılan askerî birlikler, birbirleriyle münâvebe edeceklerdir. Mü’minler, birbirlerinin Allah yolunda akan kanlarının intikamını alacaklardır. Birlikte yaşama kültürünün bir doğal uzantısı olan birlikte savunma kültürü, dışa (düşmana) karşı her kesim ve herkesin ortaklaşa savunma, askerlik hizmetinde bulunma zorunluluğu vardır. Üstelik bu belli bir sınıfa değil herkese zorunlu ve dönüşümlüdür. Hakimiyetin tesisi, bağımsızlığın temini, korunması, Müslim, gayr-ı müslim herkesin ortak katkısıyladır. Tasada, kederde, kıvançta birlikte olmak koalisyonu oluşturan herkesimin görevidir. 10. Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar. Tabiî hukukun temel ilkeleri karşısında, kanun önünde herkes eşittir. Ancak Yaratana karşı kulluk ödevindeki dikkatli ve özenli hareket edenler daha da bir üstünlüğe sahiptir ki, bunu da ancak Yaratan bilir. Böyle bir sübjektif durumun takdiri Ona aittir. Böyle bir telakki ideal hukukun oluşturmayı amaçladığı ideal insan ve ideal toplum tipini gerçekleştirmektir. Objektif anlamda bireylerarası bir farklılık yoktur. 11. Bu sahîfe (yazı)’nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir mü’minin bir kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir tavîz alınacaktır. Yalnız kim ki haksız bir fiil irtikâb eder veya bir suç işlerse, o sadece kendine ve âile efradına zarar (vermiş) olur. Suç hukukunda, suça iştirak, suçlulara yardım ve yataklık etme kesinlikle yasaktır. Tersine o tür hareketleri ve faillerini engellemek herkesin ödevidir. Kabile taassubuyla, sınıf farklı- lıkları gözetilerek yasaların kişilere farklı farklı uygulanması yasaktır. Yine bu cümleden olarak her ne kadar suç ve cezada bireysel sorumluluk bir temel ilke ise de bir kimsenin yaptığı bir haksız fiilin, işlediği bir suçun sosyolojik ve ahlâkî boyutu gözardı edilemez. Haksız fiil failinin işlediği fiilden yalnız kendisi olumsuz etkilenmemekte, çevresinin de olumsuz etkilenmesine neden olur. O nedenledir ki, aile reislerinin de o tür insanlara müdahale ve eğitme hakkı vardır. 12. Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir. Burada suç ve ceza da, hukukî ihtilaflarda tek bir çözüm tarzı toplum için temel hedeftir. Teoride ve pratikte o temel birlikteliği sağlayan tek kıstas da Allah’ın Kitabındaki hükümler ve ilkelerle Rasulullah’ın hadisleriyle uygulamalarıdır. Nihâî ve ideal çözüm tarzı budur. Günümüz hukukî uygulamalarda birlikteliği, kararlarda uyumluluğu gerçekleştirmek için birçok temel kurallar konulmuştur. Kararların ve kanunların denetim yolları gibi. 13. Yahudi asıllı ‘Avf Oğulları kabilesi, müminlerle birlikte bir ümmet bir topluluk oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Bu kurala köleleri de (kendi himayeleri altında olanlar da) dahildir Din ve ibadet özgürlüğünün bir sonucu, farklı dinlere mensup olanların bir arada yaşama kültürüne sahip olmalarıdır. Din özgürlüğü, azınlık-çoğunluk, efendi-köle herkes için en doğal bir haktır. Laik toplum, dînî gruplara baskı yapan, baskı altında tutan bir toplum demek değildir. İnananlar, farklı din mensupları, dînî telkin ve tavsiyelerde müsmahakârdırlar.. Pozitif ayırımcılık ya da himayeci politika yoktur. 14. Yahudi asıllı Neccar Oğulları, Haris Oğulları, Saide Oğulları, Cuşem Oğulları, Evs Oğulları, Salebe HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 43 Oğulları ve Şuteybe Oğulları kabileleri de Yahudi asıllı ‘Avf Oğulları kabilesi gibi aynı (haklara) sahib olacaklardır. Binaenaleyh bir önceki paragrafta Yahudi asıllı ‘Avf Oğulları kabilesine tanınan din, inanç ve ibadet özgürlüğü ve diğer hak ve yükümlülükler, mü’minlerle bir tek toplum oluşturma durumları bunlar için de aynen geçerlidir. Milletlerarası hukukun temel ilkelerinden biri olan “azamî müsaadeye mazhar ülke” kuralı burada ilk Müslim-gayr-ı müslim koalisyonunda uygulamaya konulmuş; haklar ve yükümlülüklerde sanki yahudî asıllı ‘Avf Oğulları kabilesi için tanınanlar ne ise diğer kabileler için de aynısı tanımıştır. Bir diğer ifadeyle anayasal haklar; din, inanç ve ibadet özgürlüğü hâkim Devletteki herkes için eşittir. Aralarında rekabet sözkonusu olamaz. 15. Yahudilere sığınanlar bizzat onlar gibi mülahaza olunacaklardır. Burada yine harp ve sulh zamanı kurallarından önemli birisine; iltica ile bir ülkeye girenlere tanınacak haklar, hürriyetler ve yükümlülükler önceden vurgulanmış olmaktadır. Bir önceki maddelerde birlikte çokluk halinde yaşama hazzını tatma yalnızca sözleşmeyi yapan taraflar için geçerli değil, onlara sığınan, iltica edenler için de geçerlidir. Böyle bir yönetim tarzını kabullenen buyursun gelsin demektir. Burada bir de koalisyonun tarafları yabancılara sığınma hakkı tanıma da asıl yönetim yetkisini elinde bulunduranla eşit hakka sahip kılınmış, o düzeye çıkarılmıştır. Bir ülkenin güç kazanmasının yolu budur. Böylece hem kendileri bir üye hem de genel anlamda Medine yönetimi taraftar (üye) kazanmış olmaktadır. 16. Bir savaş çıktığında Yahudilerin masrafları kendi üzerlerine ve Müslümanların masrafları da kendi üzerlerinedir. Bu sahifede gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar birbirleriyle yardımlaşacaklardır. Onlar arasında iyi davranma 44 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 olacaktır. Kaidelere mutlaka riayet edilecek, bunlara aykırı davranış olmayacaktır. Sözleşmenin hükümleri yalnızca barış zamanını değil savaş zamanını da kapsamaktadır. Medine’de oluşturulan koalisyonun tarafları, bu koalisyonun yaşaması için saldırıya karşı ortak savunmada bulunacak ve her türlü savunma harcamalarına katılacaklardır. Osmanlı dönemi Timarlı Sipahileri müessesesi de böyle değil miydi? Yukarıda anılan kabilelerden birisine saldırı halinde diğerleri onlara destek vermekle yükümlüydüler. Herkes yükümlülükten kaçınamayacağı gibi savaş halinde aşırılığa kesinlikle kaçılmayacak, ileri gidilmeyecektir. Ülkenin dışa karşı savunması nimet-külfet eşitliği ilkesi gereği her kesimin borcudur.1 17. Hiç kimse müttefiklerine karşı bir suç işleyemez. Zulme ve haksızlığa uğramış olanlara mutlaka yardım edilecektir. Burada ideal hukukun birkaç temel ilkesi birlikte vurgulanır: İlk olarak “Kötülükleri engellemek menfaat ve yararlar temininden önce gelir.”2, ikinci olarak iyilik ve güzelliklerde yarışmak ve yardımlaşmak esastır.3 Eğer yabancı bir ülke (bir kabile) ile bir anlaşma yapılmışsa anlaşmanın gereğince hareket edilecek, ahde vefa gösterilecektir. Dînî, kültürel, etnik farklılıklar gözetmek medenî toplumların en büyük zaafı ve insan haklarının ihlâlidir. 18. Yahudiler Müslümanlarla birlikte, savaşa katıldıklarında savaştıkları müddetçe masrafta bulunacak, harcamalara katılacaklardır. Yer yer de değinildiği gibi, koalisyona üye herkes hak ve yükümlülüklerini bilecek kamu hizmetine özellikle de savaş zamanında askerî harcamalara katılacaklardır. Nitekim Osmanlı döneminde Gayr-ı Müslimler askere alınmazlardı ama askeri harcamalar, can ve mal güvenliklerini temin hizmetlerine katkı için kendilerinden vergiler alınmıştır. 19. Himâye altındaki kimse, bizzat himaye eden kimse gibidir; kendisine ne haksızlık edilir ve ne de (kendisi) haksızlık edebilir. Himaye verme hakkına sahip olanların dışında hiç kimse himaye veremez. Yabancıya ve korunmaya muhtaçlara güvence vermeyle ilgili böyle bir yasal düzenleme, günümüzde vize verme, oturma izni verme, sığınmacılara sığınma hakkı tanıma gibi hukuk kurumlarına benzer. Medine Sözleşmesine dahil ve adları anılan koalisyonun taraflarını oluşturanların herbirisinden güvence tanımaya yetkili kılınmış kişi ya da kişilerin dışında kimse bu yetkiyi kullanamaz. Çağımızın insan ticareti ve göçmen kaçakçılığı suçlarına benzer girişimler o zaman yasaklandığı gibi, güvence verilen bir yabancı, güvenceyle girdiği ülkede, medeni haklar bakımından artık kendisine güvence verenler gibidir. O nedenle de canı ve malı masundur ama kendisi de o yerlerde herhangi bir suç da işleyemez, haksızlıklarda bulunamaz. “Güvence verenlerin lehine olan, onların da lehinedir; aleyhine olan onların da aleyhinedir.” 20. Bu sahifede yazılı kimseler arasında ortaya çıkmasından korkulan bütün öldürme ve sair ihtilaflı konu ve olayların Allah’a ve Rasulüne götürülmeleri gerekir. Allah, sahifeye en iyi riayet edenlerle beraberdir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir. Bu türden kurallara hukukta sözleşmenin yaptırımı da denilir. Verilen taahhütlere uymama ya da bir suç işleme ve haksızlıkta bulunma durumlarında suç ve cezada kanunîlik ilkesi gereği öncelikle Allahın kitabına sonra da Rasulullah’ın sünnetine (uygulamalarına) başvurmak gerekmektedir. Burada kan davası ve intikam alma duygusu, kabilenin ileri gelenlerine götürme girişimleri, farklı farklı kararlar çıkarma yolları yasaklanmıştır. Mülkîlik sisteminin bir gereği olarak suçlarda ve haksız fiil ve sair saldırılarda artık Medine’nin yeni hukuk sistemi kurallarına uyulacak, keyfîlikten kaçınılacaktır. 21. Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edecekler, himaye altına alınacaklardır. Müslümanlar ve Yahudiler arasında Medine’ye saldıracaklara karşı yardımlaşma yapılacaktır. Medine koalisyonunu oluşturan Müslümanlar ve diğerleri (gayr-ı müslimler), kendileriyle Mekkeli müşrikler arasında süren savaş haline uyacak, ülke topraklarını savunmada birlikte hareket edeceklerdir. Bu noktada hasmane durumdaki Kureyşlilerle bir başka kabile Medine’ye birlikte saldırı konusunda anlaşma yaparlarsa onlar da yine hasmane duruma geçmiş demektir. Savaş hukuku onlar hakkında da uygulanacaktır. ‘Düşmanımın dostu, düşmanımdır’ ilkesinin gereği budur. Binaenaleyh böylelerinin Müslümanların hakimiyetindeki topraklara (ülkelerine) girmesine hiç kimse güvence veremeyecek, himayede bulunamayacaktır. Uygulamada Dé facto bir durum oluşturmaktan kesinlikle kaçınılacaktır. 22. Şayet; Yahudiler, Müslümanlar tarafından bir sulh yapmaya veya bir barış sözleşmesine katılmaya davet olunurlarsa, bunu doğrudan doğruya aktedecekler veya o barış andlaşmasına katılacaklardır. Şayet Yahudiler de, Müslümanlara aynı şeyleri teklif edecek olurlarsa, müminlere karşı onlar gibi yukarıdaki haklara aynen sahip olacaklardır. Din konusunda girişilen savaşma olayları bu hükmün dışındadır. Bu madde de yine ülke yönetiminde koalisyon taraflarının eşit haklara sahip olduğunu gösterir. Bir yandan ülkeyi savunma açısından diğer yandan da yine ülke yararı için barış anlaşması yapılması gerektiğinde bunu ister Müslüman grup yapsın isterse gayr-ı müslim gurup yapsın, o anda barış sözleşmesinin doğrudan tarafı olmayan grup da o hükümleri zımnen kabul ve imza etmiş sayılmakta- dır. Ne var ki, din konusunda ortaya çıkan savaşlar ve bu savaşları sona erdirme sözleşmeleri bu zımnî kabulün dışındadır tutulmuştur. Federal yapıya sahip bir devlette her bir federe devletin yabancı bir ülkeyle yaptığı sözleşme tüm federasyon üyelerine etkili olmaktadır. Bugün AB üyesi devletlerin arasında bile böyle durumlar ortaya çıkmaktadır. 23. Gerek müdafaa ve gerekse sâir ihtiyaçları karşılama hususunda her bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan sorumludur. İç ve dış saldırılara karşı kabileler ya da Sözleşmenin tarafları kendilerine ayrılan sorumluluk bölgesi/bölgelerini savunmakla yükümlüdürler. Günümüzde de askeri koalisyon güçleri arasında da geçmiştekine benzer sorumluluk bölgeleri verilmektedir. Bundan kaçınma durumu ittifakın ihlali sayılmıştır. 24. Bu sahifede gösterilen kişiler için ortaya konan şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların Mevlalarına ve bizzat kendilerine, yine bu sahifede gösterilen kimseler tarafından sıkı ve tam bir şekilde tatbik olunur. Kurallara mutlaka riayet edilecek, bunlara aykırı hareket edilmeyecektir. Haksız yollarla kazanç temin edenler, sadece kendilerine zarar vermiş olurlar. Allah, bu sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir. Neden böyle bir sözleşme ve bu sözleşmenin taraflarının yükümlülüğü bir kez daha vurgulanmıştır. Koalisyonu oluşturan tüm taraflar; Evs Yahudileri olarak anılan ve bu büyük topluluğu oluşturan diğer tüm alt guruplar Medine Vesikasındaki yükümlülüklere uymayı kabul ederler. Can ve mal güvenliği bakımlarından konulan ilkelere ve kurallara karşı duran ve “…. Haksız yollarla kazanç temin edenler, sadece kendilerine zarar vermiş olurlar….” Himayeye mazhar olamayacak ve onun açısından Sözleşme hükmü kendiliğinden sona erecektir. O zamanki kabileler ve topluluklar günümüzden farklı olarak bir inanç etrafında toplananlar ve kan-soy bağıyla birbirlerine bağlı olanlar sözleşmenin, taraflarını oluşturduklarında inançların müşterek yüce değeri; Allah (cc)’ı bu Sözleşmenin gereğini yerine getirenlerle beraberliğini hep birlikte kabullenerek karşı çıkma halini sözleşmenin ihlali saymışlar. Böyle bir durum sonraki asırlardaki pek çok sözleşmelerde görülebileceği gibi, özel hukuk alanında da yapılan sözleşmeler de Allah adına yemin edilerek taahhütlere girişilmektedir. 25. Bu yazı, bir haksız fiil veya suç işleyenin ceza görmesine engel olamaz. Harbe çıkan da Medine’de kalan da emniyet içindedir. Haksız bir fiil işlemek müstesnadır. Allah ve Rasulü Muhammed himayelerini, bu sahifeyi tam bir sadakat ve dikkat içinde muhafaza edenler üzerinde tutacaklardır.4 Bu düzenleme de Sözleşmenin güvencesini; ona uyma ya da uymama durumunu bir kez daha pekiştirmektedir. Kurallar önünde eşitlik ilkesi gereği; savaş külfetine katlanıp savaşa giden de geride kalanlar da aynı kurallara uymak zorundadırlar. İki kesim arasında bir pozitif ayırım yapılmadığı gibi, cephedekiler de geri de kalanlar da bir tek yöneticinin yönetimini Hz. Muhammed (as)’in himâyelerini, her kesim kabul edecektir. Kural tanımaz kişi ya da kişiler koalisyonun hangi tarafından olursa olsun Sözleşmede tanınan can ve mal güvenliğinden yararlanamayacak, işlediği haksız fiilin, suçların yaptırımı veya cezası ne ise o icra ve infaz edilecektir. Bu yönüyle cezaların geciktirilmeden verilmesi, suçluyu himayeye kalkışma ve kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı girişimler kesinlikle yasaktır. Yönetimde otorite tekliği ancak böyle bir eşit uygulamayı gerçekleştirebilir ki, o da koalisyonu oluşturanların hepsinin Rasulullah (as)’ın yönetimini kabullenmiş olmalarıdır. HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 45 demokratik sistemlerdir. “Yeni” Anayasa Taslakları ve Hükümet Sistemleri Türkiye’de başkanlık ve yarı başkanlık sistemine doğru evrilmeye karşı bir direnç bulunmakta ve bunun maliyeti açıkça tartışılmaktadır. Belki bu nedenle de yeni anayasadan önce güven tesis edici işlemlerin yapılması gerekliliği açıktır. Bunun için de ombudsmanlığın kurulması, yeni Seçim Yasası ve yeni Siyasal Partiler Yasası çıkarılmalıdır. Günümüzde kimlik sorunu, laiklik konusu ve askeri bürokrasi konularındaki tartışmalar sürmektedir. Hasan Tahsin FENDOĞLU** T ürkiye’de “yeni” anayasa tartışılırken, bazı birimler tarafından hazırlanan anayasa taslakları, parlamenter sistemi savunduklarını iddia ederlerken, başkanlık sisteminin üç yönü olan federalizm, valilerin seçilmesi ve özerkliği dillendirmeleri tam bir çelişki teşkil etmektedir. Türk Anayasalarının 1876 Anayasası ile başlatılması adetten ise de bundan önce Fatih Sultan Mehmet’in “Teşkilat Kanunnamesi”ni anmak doğru olur. 1876 tarihli Kanuni Esasi’nin 46 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Meşruti Monarşi sistemi olduğunu ve 1909 tadili ile parlamenter sisteme doğru bir gidiş sergilediği belirtilebilir. 23 maddeden oluşan 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Meclis Hükümeti sistemini getirdiği açıktır. 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun parlamenter sisteme yakın olduğu ama 1961 ve 1982 Anayasalarının parlamenter sistem olduğunu belirtmek gerekir. “Hükümet Sistemi Arayışları”, sadece Türkiye’de değil, Fransa, Brezilya ve İsrail gibi ülkelerde de vardır. Tartışmalar diğer bazı ülkeler gibi Türkiye’de de sürmektedir. Türkiye’deki tartışmaların nedeni, yürütmenin yasamayı adeta tekeline almış görünmesi, yasamanın gerçek yasama olmaktan giderek çıkması gibi nedenlerdir. Sartori’nin yarı başkanlığı salık vermesi, bazılarının 1982 Anayasası ile gelen sistemin yarı başkanlık sistemi olduğunu söylemesi gibi deyişler, sistem tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Parlamentarizm, başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinin hepsi de Parlamenter sistem, parlamenter rejim veya parlamenter hükümet, hukuken ve siyaseten sorumsuz devlet başkanının başkanlığında, yürütme organı ile yasama organı arasındaki kuvvetler ayrılığının yumuşak olduğu, organlar arasındaki hukuki ilişkinin eşitlik ve dengeye dayandığı bir temsili rejimdir. Parlamenter rejimin İngiliz siyasi hayatının uygulanması ile ortaya çıkmış, ampirik bir değeri vardır. Ilımlı güçler ayrılığı yerine güçlerin işbirliği (collaboration des pouvoirs) de denilebilir. İlişkilerin asgariye indiği sert güçler ayrılığı rejimlerin aksine, parlamenter rejim, bu ilişkileri artıran ve kolaylaştıran bir özelliktedir. Bu sistem, organlar arasındaki eşitliği, bunları bağımsız kılarak değil, tersine birbirine bağımlı kılarak gerçekleştirmektedir. Parlamento ile hükümet, ülkeyi birlikte yönetirler. Birbirini feshetmeleri, eşitlik ve dengeye dayanır. Yasama ve yürütme arasında, işlevsel açıdan da ve organik açıdan da işbirliği mümkündür. İşlevsel açıdan, yasa tasarılarını Bakanlar Kurulu hazırlar, Yasama organı kabul eder, yürütülmesini yine Bakanlar Kurulu yerine getirir. Organik açıdan da işbirliği vardır; Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar Kurulu Meclis tarafından seçilmekte ve güvenoyu almaktadır. Günümüzde tek tip parlamenter rejim olmadığından parlamenter rejimlerden söz edilebilir. Orijinini İngiltere’de bulan parlamenter sistemde kısaca üç özelliğin bulunduğu belirtilebilir. Birincisi, yürütmenin iki başlı oluşudur. Bunlardan biri siyasal açıdan sorumsuz bir Cumhurbaşkanı, diğeri ise parlamentoya karşı sorumlu bir Başbakan ve Bakanlar Kurulunun varlığıdır. İkincisi, Başbakan ve Bakanlar Kurulunun gerçek yetki ve sorumluluğu üstlenmiş ol- masıdır. Üçüncüsü, yürütme’nin gereğinde parlamentoyu feshi, parlamentonun da hükümeti düşürebilme yetkisidir. Fransa’da uygulanan yarı başkanlık sisteminde Cumhurbaşkanı daha güçlü, Meclis ve Başbakan ona göre daha güçsüz bir durumda bulunmaktadır. Yarı başkanlık sisteminde Cumhurbaşkanını halk seçer, yönetim parlamentarizmde olduğu gibi iki başlıdır; Cumhurbaşkanı ve Başbakan. Yarı-başkanlık sistemine ideal paradigma olarak gösterilen Fransa’da iki meclis vardır; 491 üyeli Millet Meclisi ve 315 kişilik Senato. Başkanlık sistemine gelince bu sistem temsili rejim türlerinden biridir ve kuvvetler ayrılığı teorisini -parlamenter rejimden farklı olarak- sert şekilde uygular. Başkanlık sisteminin ABD’de mucidi “Kurucu Babalar” (Founding Fathers) dır. İlk Başkan George Washington, 30 Nisan 1789’da görevine başlamıştır. Başkanlık sistemi, “westminster modeli” demokrasinin XVIII nci yüzyıl sonundaki koşullarına tepki olarak verilen bağımsızlık savaşı sonucunda Amerikalılar tarafından üretilmiştir. Başkan ve Kongrenin ayrı seçildiği, meclisin çift olduğu, başkanın ikinci seçmenlerce (Electoral College) seçildiği, Federal yapılı bir devlet sistemidir. Sistem yasama-yürütme-yargı uzlaşınca işlemekte, aksi halde kilitlenmektedir (gridlock). ABD’nde Başkan, Kongreyi feshedemez. Kongre de başkanı istifaya zorlayamaz. Mali kaynaklar üzerinde Kongre daha etkilidir. Başkanlık sisteminde, organların yapısı, fonksiyonu ve ilişkilerinde bağımsızlık vardır; buna göre, kuvvetler biribirini kontrol eder ama, yürütme organına üstünlük tanınır. Başkanlık veya yarı-başkanlık sistemini isteyenlerin gerekçeleri şunlardır; Ülkenin istikrarlı bir şekilde yönetilmesi, içerisinde bulunduğu- Parlamenter sistem, parlamenter rejim veya parlamenter hükümet, hukuken ve siyaseten sorumsuz devlet başkanının başkanlığında, yürütme organı ile yasama organı arasındaki kuvvetler ayrılığının yumuşak olduğu, organlar arasındaki hukuki ilişkinin eşitlik ve dengeye dayandığı bir temsili rejimdir. muz teknoloji-iletişim çağının hızlı yönetilmesinin gerekliliği, iktidarın kendi projesini uygulamak için zamana ihtiyacının olması, gerçek yasama, bürokratik vesayeti önleme, hükümeti gerçekten denetleme, TBMM’nin noter olmadığını kanıtlama, Cumhurbaşkanı-Başbakan polemiğini yaşamama, devletmillet kaynaşmasını sağlama, pro-aktif dış politika, ileri demokrasinin sağlanması ve demokrasi açığının kısa sürede giderilmesi. Bütün bu öz olarak belirtilen gerekçelerin gerçekleşmesi için yeni bir sisteme doğru evrilmenin gereği epey bir süredir dile getirilmektedir. Bunun yanında başkanlık veya yarı-başkanlık sisteminin frenlerinin neler olacağı üzerinde de durulmaktadır. Türkiye’de başkanlık ve yarı başkanlık sistemine doğru evrilmeye karşı bir direnç bulunmakta ve bunun maliyeti açıkça tartışılmaktadır. Belki bu nedenle de yeni anayasadan önce güven tesis ediHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 47 Ülkemizde başkanlık ve yarı başkanlık sistemine karşı bir önyargının olduğu söylenebilir. Demokratik sistemlerden olan başkanlık ve yarı başkalık sistemine halkımızın karar vereceği kuşkusuzdur. Parlamenter sistemin uygulandığı İngiltere’de, yarı başkanlığın uygulandığı Fransa’da ve başkanlık sisteminin uygulandığı ABD’de çift meclis varken Türkiye’de iki Meclisli sistemin daha iyi olacağı konusunda bir tartışma yoktur. ci işlemlerin yapılması gerekliliği açıktır. Bunun için de ombudsmanlığın kurulması, yeni Seçim Yasası ve yeni Siyasal Partiler Yasası çıkarılmalıdır. Günümüzde kimlik (etnisite) sorunu, laiklik konusu (laikçi yapı, Diyanet İşleri Başkanlığının yapılandırılması, Alevilerin sorunları) ve askeri bürokrasi (Milli Savunma Bakanlığına bağlanmak, MGK, AYİM, ve YAŞ) konularındaki tartışmalar sürmektedir. Başkanlık sisteminin bulunduğu ABD’de uzlaşma kültürünün pekişmiş olması, STK’ların güçlülüğü, iki parti sistemi, bazı yargıç ve savcıların seçimle işbaşına gelmeleri, yargının daha oturmuş olması, iki turlu dar bölgeli seçim sistemi görülmektedir. ABD’de bize göre uç sayılabilen üç önemli nokta vardır; federalizm, valilerin seçilmeleri ve özerklik. Sonuç olarak ülkemizde başkanlık ve yarı başkanlık sistemine karşı bir önyargının olduğu söylenebilir. Demokratik sistemlerden olan başkanlık ve yarı başkalık sistemine halkımızın karar vereceği kuşkusuzdur. Parlamenter sistemin uygulandığı İngiltere’de, yarı başkanlığın uygulandığı Fransa’da ve başkanlık sisteminin uygulandığı ABD’de çift meclis varken Türkiye’de iki Meclisli sistemin daha iyi olacağı konusunda bir tartışma yoktur. Belirtilen bu nedenle de hiçbir ülkenin sisteminin aynen alınamayacağı açıktır. Not: İstanbul Üniversitesi tarafından düzenlenen Uluslararası Anayasa Kongresi (11–14 Mayıs 2011) “Hükümet Sistemi Arayışları” konulu oturumda yapılan konuşmadan derlenmiştir. “İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” Anayasa Hukukçusu, Prof. Dr.* Günümüzde siyaset dünyasının başarısı her zaman olduğu gibi gündelik dilin çeperlerini kırmakla ancak mümkün olabilmektedir. Din istismarı ya da dini kavramları kullanmaya yönelik ilgideki artış en başta siyaset dünyasının aktörleri tarafından tartışılmaktadır. Bu yönelimin aslında toplumsal desteğe ulaşmak kadar toplumun gizil kodlarını çözmekle de alakası olduğu kuşkuya mahal bırakmayacak bir şekilde rahatlıkla anlaşılabilmektedir. S tratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından “Vesayetsiz ve Tam Demokratik Bir Türkiye İçin İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” başlıklı bir rapor hazırlandı. Anayasa hukukçusu, bilim ve düşünce adamları tarafından altı aylık bir çalışma sonucu kaleme alınan rapor SDE Konferans Salonu’nda 11 Mayıs 2011’de düzenlenen bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklandı. Basın toplantısının açılış konuşmasını yapan SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay, “Seçime giden süreçte ana gündemin yeni anayasa olmasını istiyoruz” diyerek, devletin meşruiyetinin ancak toplumun onayı ile gerçekleşen bir anayasa ile müm48 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 kün olacağına dikkat çekti. Aktay’ın konuşmasının ardından SDE Yüksek İstişare Kurulu (YİK) Başkanı Prof. Dr. Sacit Adalı, YİK Üyesi Prof. Dr. Ali Şafak ve Prof. Dr. Doğu Ergil, anayasa taslak metni (raporu) üzerine birer konuşma gerçekleştirdi. Adalı, raporun tam zamanında ve çok büyük katılımla hazırlandığının altını çizerken şunları kaydetti: “Türkiye konumu icabı ile enteresan bir yerde. Aynı anda Asya’da, Avrupa’da, Karadeniz’de, Akdeniz’de, Ortadoğu’da Afrika’da ve Balkanlar’da. Bu bağlamda ülkenin içinde yaşayan insanlarda karışık ve dağınık. Alevisi, Sünnisi ile etnik her gruptan insan var. Bu ne manaya geliyor? Aslında milli bir mutabakatın yapılmış olduğu anlamına geliyor. Biz beraber yaşamanın mutabakatını kontrososyalini çok önceden yapmışız. Ancak bu mutabakat dağılmış. Şimdi yeni bir iç barış mukavelesi yapmak mecburiyetindeyiz. Ben şahsen kendimi dağlı ve ovalı olarak aynı anda sayıyorum. Köylü şehirli sayıyorum. Alevi ve Sünni sayıyorum, aynı anda Türk’üm, Kürt’üm, Arnavut’um, Çerkez’im sayıyorum ve buna inanıyorum. Benim kimseden bir farkım yok. Peki, bu aynı coğrafya ve tarihin insanları birbirlerine suni şekilde neden farklılık koymaya çalışıyorHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 49 lar. Bu mücadelenin sebebi ne? Sebebini bulmak ayrı bir mesele fakat ben, Tevfik Fikret’in 1895 İstanbul’da ve çevresinde meydana gelen deprem üzerine yazılmış iki mısra şiiri hatırlıyorum. “Biraz tenebbüh için bin bela... Ne ders-i haşin!” Biz gerçekten tabi veya beşeri çok çeşitli afetler yaşıyoruz. 30 senedir de ülke içinde sıkıntı yaşıyoruz. Hala mı daha kendimize gelemedik. Kim olursa olsun daha ne kadar bin bela, haşin bir dersi göreceğiz? Şimdi olan bitenden ders alma zamanı!” “Atalarımız bize bu toprakları bırakabilmek için çok büyük bedeller ödediler. Bizim nesiller ise sanki bedavaya alınmış gibi kıymetini bilmedi ve iç barışı zedeledi. Şimdi 50 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 ders aldık. Herkesin de bu dersi aldığına inanıyorum. Artık çektiğimiz sıkıntıların neticesinde şu noktada kontro-sosyalimizi, iç barışımızı tesis edelim. Sadece tek bir partinin, bir kişinin değil, pek çok grup tarafından hazırlanmış taslağın -ki bu taslaklardan bir tanesi de Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün- bir araya gelmesiyle toplumun hangi konularda temayül gösterdiği hangi konulara ağırlık verdiği ortaya çıkacak. Tüm bu taslakların hangi konular üzerinde mutabık kaldığını bunları ortaya çıkartmak, hangi kavramların daha fazla yazıldığını ve hangi yeni kavramların ortaya çıktığını göstermek önemlidir. Hiçbir iktidar bugün tek başına sadece kendi istediği anayasayı yapmaya muktedir değildir. Anayasa Meclis’te kabul edildikten sonra biz yine konuşacağız. Biz vesayetsiz, tam demokratik, insanların insan olduğunu bildiği şeref ve haysiyetiyle yaşamaya hazır ve nazır olduğu güzel bir ülke istiyoruz.” Adalı’nın konuşmasının ardından kürsüye çıkan Prof. Dr. Ali Şafak geçmişte yapılan anayasaların eksik yönlerine vurgu yaptı ve yeni anayasanın nasıl olması gerektiğine ilişkin düşüncelerini ortaya koydu. Hakimiyetin sınırlara ve kurallara bağlı bir hak olduğuna değinen Şafak özetle şunları söyledi: “Kurallara ve kanunlara bağlı olmayan bir güç ancak bir eşkıya çetesinde düşünülebilir. Hakimiyet anlayışının bir eşkıya çetesinde olana benzememesi için hem vatandaşlarla hem de diğer devletlerle olan ilişkilerin sınırlandırılması lazımdır. Demokrasi veya hak hükümeti mantığında hakimiyetin gerçek sahibi halktır. Milli hakimiyet ilkesinin değerini hukuki mantıkla değil pratik zaruretlerle ölçmek gerekir. Anayasada bütün insanları eşit ve şahsiyet sahibi kabul etmek, inanç, ibadet ve vicdan hürriyeti dahil her türlü hürriyete yer vermek, devlete karşı bireyin haklarını korumak ve bireyin de kanunlar çerçevesinde devletin yanında yer alması gibi esaslar yer almalıdır. Zira devletin temel gayesi ülkenin korunması, adaletin hakim kılınması ve halkı korumaktır. Devlet biyolojik, psikolojik hatta sadece sosyolojik bağlara dayanan sivil bir topluluk değildir. Devletlerde, sivil toplumlardan bulunan bağlardan başka bir bağ daha vardır ki bunu siyasi bağ terimi ile ifade etmek mümkündür. Devlet aileden millete kadar insan topluluklarını kapsar. Şu veya bu sınıfı değil ülkede yaşayanların tamamını kucaklar. Yapılacak bir anayasanın temelinde güçler arası dengeyi korumak zorunludur. İktidar mevkiini sırf bir hizmet mevkii haline koymak her kamu hizmeti göreni kamunun kontrolüne tabii kılmaktır.” Şafak anayasa çalışmalarında göz önünde bulundurulması gereken noktaları sıraladı: • İnsan Hakları Mahkemesi’nin vurguladığı, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 17. maddesinde yer alan sınırlamaların ötesinde başka bir sınırlamanın getirilmemelidir. • Oluşturulacak yeni anayasa metin olarak kısa tutulmalıdır. Devletim merkez kurum ve kuruluşları ile ilgili hükümlere metinde yer verilmemelidir. • Yetki karmaşasının önü kesinlikle alınmalıdır. Milli hakimiyeti her kim temsil ediyor ise nihai karar ve icraatta onun olmalıdır. • Yargı bir bütünlük içerisinde ele alınmalı, yargılama birliği ilkesinin bir gereği olarak yargı teşkilatının bütünü bir ad altında toplanmalı ama ihtisas daireleri şeklinde düzenlenmelidir. Adli, İdari ve Askeri Yargı rahatlıkla tek bir çatı altında toplanabilir. Bu türden düzenleme her yargılama birliğinin hem de yargılama ekonomisinin bir gereğidir. • Anayasada temel insan hakları ele alınıp düzenlenirken, uluslararası metinlerdeki ilke ve kurallardan ayrılmamalıdır. Şafak’ın konuşmasının ardından ise raporu bir metafordan hareketle değerlendiren SDE YİK Üyesi Prof. Dr. Doğu Ergil söz aldı. “Anayasa’nın başka yasaları doğurabileceği yaklaşımından hareketle yola çıkıyoruz” diyen Ergil şunları kaydetti: “Anayasanın başka yasaları doğurabileceği yaklaşımından yola çıkarak hareket ediyoruz. Bu anayasa iyi niyetli, özgür, ‘Ana’nın üzerinde bir otorite olarak ‘baba’ var. Baba bizim kültürümüzde devleti temsil ediyor. Ananın doğuracağı yasaları baba belirliyor. Biz diyoruz ki, ana özgürlüğüne kavuşsun. Babanın ana üzerindeki baskısı ortadan kalksın.” Raporu hazırlayanlardan Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez ise raporun sunumunu yaptı. Raporun alanlarında uzman akademisyenlerin katıldığı “Yeni Anayasada Vatandaşlık”, “Yeni Anayasada Din ve Vicdan Özgürlüğü”, “Yeni Anayasada İnsan Haklarının Genel Rejimi”, “Yeni Anayasada Türkiye’nin İdari Yapısı ve Yerinden Yönetim İlkesi”, “Yeni Anayasada Türkiye’nin Hükümet Sistemi” ve “Yeni Anayasada Vesayet ve Asker-Sivil İlişkileri” başlıklı altı ayrı tematik çalıştay sonrasında SDE Yeni Anayasa Çalışma Grubu’nca hazırlandığını belirten Hakyemez öncelikle raporun vizyonundan bahsetti. “Toplumsal değişimin ve dünyadaki gelişmelerin gereklerine uygun bir anayasa; insan onuruna dayanan, tam demokrasiyi hedefleyen, hukukun üstünlüğünü tesis eden, çeşitlilik ve çoğulculuğu esas alan özgürlükçü bir vizyona sahip olmalıdır.” diyen Hakyemez ardından raporda sözü geçen şu temel noktalara temas etti: Yeni Anayasa Vizyonu Toplumsal değişimin ve dünyadaki gelişmelerin gereklerine uygun bir anayasa; · İnsan onuruna dayanan, · Tam demokrasiyi hedefleyen, · Hukukun üstünlüğünü tesis eden, · Çeşitlilik ve çoğulculuğu esas alan özgürlükçü bir vizyona sahip olmalıdır. 1. İnsan Onuru • - Yeni anayasanın en önemli önceliği devlet iktidarı karşısında insanı esas alıp, insan haklarını güvence altına almak olmalıdır. Demokrasi ve insan haklarını daraltan, ideolojik tercihlere değil; birey, özgürlük, halk iradesi, hukukun üstünlüğü gibi vurgulara sahip olmalıdır. • Temel ilke “özgürlük kural, sınırlama istisnadır” ilkesi olmalıdır. İnsan haklarının düzenlendiği maddeler kısa ve evrensel standartlara uygun olmalıdır. Önerimiz: • Herkes, insan onurundan kaynaklanan, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, vazgeçilmez ve devredilmez hak ve özgürlüklere sahiptir. • Herkesin hak ve özgürlüğünün sınırı, başkalarının hak ve özgürlükleridir. • Devletin temel amaç ve görevi, insan haklarını korumak ve bunların önündeki sosyal, siyasi, ekonomik ve benzeri her türlü engeli HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 51 kaldırmaktır. kullanılabilir. • Anayasa hükümlerinden hiçbiri devlete, insan haklarını yok etme veya bu anayasada belirtilen ölçülerden daha fazla sınırlandırma yetkisi vermez. • Yeni anayasada ifade özgürlüğü şiddete çağrı, ırkçı, kin ve nefret söylemi, hakaret, özel yaşamı ihlal nedenleri dışında güvence altına alınıp serbest kılınmalıdır. • Bireyin dini inanç ve pratiklerini, başkalarının haklarını ihlal etmeden özgürce kullanabileceği bir sosyal, hukuki ve siyasi çerçevenin oluşturulması, insan onuruna yaraşır bir hayatın temel gereklerindendir. Bu kapsamda önerimiz: 2. Hukukun Üstünlüğü • Herkes, vicdan, din ve kanaat özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, tek başına veya topluca, açıkça veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama, örgütlenme ve ayin suretiyle düşünce ve inançlarını açıklama ve yayma özgürlüğü ile din veya inanç değiştirme özgürlüğünü de içerir. • Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç, pratik ve kanaatleri ile içinde yer aldığı dini topluluktan dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. • Herkes, kendi dini ve inancı doğrultusunda eğitim alma ve verme, eğitim kurumları oluşturma ve müfredatını belirleme hakkına sahiptir. Bir dine ve inanca dayalı eğitim ve öğretim ile din kültürü ve ahlak öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. • Tarafsızlık ilkesinin gereği olarak devlet kamu istihdamında dine, inanca, mezhebe, kanaate ve felsefi görüşe bağlı tercihleri ve pratikleri nedeniyle hiç kimseye ayırımcılık yapamaz. Bu güvence kamu hizmetlerinden yararlananlar için de geçerlidir. • Vicdani ret bütün vatandaşlar için haktır. Kimse, dini ve felsefi inanç ve tercihlerine aykırı kamu hizmetlerine zorlanamaz. Vicdani red hakkı kamu yükümlülüklerinde eşitlik ilkesine uygun olarak 52 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 • Devletin temel görevinin bireylerin güvenliklerini sağlamak olduğu belirtilmelidir. • Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının tesisi için öncelikle devletin ideolojik tarafsızlığının sağlanması zorunludur. • HSYK ve yüksek yargının oluşumu ile Anayasa Mahkemesi’nin ve Sayıştay’ın görev ve yetkileri konularında revizyonlar yapılmalıdır. • Anayasa Mahkemesi’nin temel görevinin siyaset üzerinde vesayet müessesesi olarak çalışmak değil, insan haklarının güvence altına alınması olduğuna dair açık bir vurgu yapılmalı; anayasada verilenler dışında başka yetki kullanamayacağı ifade edilmelidir. Üyelerinin çeşitliliği sağlanmalı ve çoğunluğu TBMM tarafından seçilmelidir. • Türkiye’de askeri bürokrasinin siyasi sistemdeki ağırlığının bir sonucu olarak, Anayasaya dâhil edilen Askeri Yargıtay ve AYİM kaldırılmalıdır. Bu yenilik, askeri bürokrasinin sahip olduğu güçlü konumunu normale düşürmek için önemli olduğu kadar, hukuk devletine uygun bir yargının tesisi açısından da vazgeçilmezdir. 3. Tam Demokrasi • Uluslararası çalışmalarda Türkiye “yarı-demokrasi” ya da “kısmen özgür” ülkeler arasında gösterilmektedir. Yeni anayasa bu tanımlamaya neden olan vesayetçi mantığı terk etmelidir. • Egemenliğin halka ait olduğunu vurgulanmalı, halk adına egemenliğin sadece yasama, yürütme ve yargı tarafından kullanılabileceği belirtilmelidir. Önerimiz: “Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır. Halk egemenliği, yasama, yürütme ve yargı organları eliyle ve anayasanın koyduğu esaslara göre kullanır.” • Yeni anayasa mutlaka Türkiye Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) vesayet tartışmalarının dışına çıkaracak düzenlemelere yer vermelidir. • Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalıdır. esas, merkezi yönetimin istisna olduğu ilkesine yer verilmeli, merkeziyetçilik azaltılmalı ve yerel yönetimler güçlendirilmelidir. • Olağanüstü hal rejiminin geçici bir tedbir olduğu; kararının siyasi irade tarafından verilebileceği belirtilmeli; insan haklarına ilişkin güvenceler güçlendirilmelidir. • “Sıkıyönetim”, bir olağanüstü yönetim modeli olmaktan çıkarılmalıdır. • Siyasi partiler hakkında ayrıntılı düzenleme ve yasaklamaya yer veren anlayış terk edilmelidir. Bu çerçevede şu ifade yeterlidir: • Milli Güvenlik Kurulu anayasal kurum olmaktan çıkarılmalı, oluşumu ve çalışmalarında siyasi iktidar tek belirleyici olmalıdır. Genel Kurmay Başkanı dışında asker üyeye yer verilmemelidir. Dış savunma haricindeki tüm güvenlik birimleri İçişleri Bakanlığı’na bağlanmalıdır. “Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Şiddeti teşvik etmemek, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını savunmamak koşuluyla siyasi partilerin her türlü faaliyetleri anayasanın güvencesi altındadır.” • Silahlı Kuvvetler bünyesinde yüksek komuta kademesine yapılacak olan bütün atamalar siyasi otorite tarafından gerçekleştirilmelidir. • Siyasi parti kapatma kapatma ya kaldırılmalı ya da en azından zorlaştırılmalıdır. Partilerin siyaset yapmasını zorlaştıran yasaklar kaldırılmalıdır. • Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının Yüce Divan’da yargılanmasından vazgeçilmelidir. • Siyasi partilere hazineden yardım yapılmasından kesinlikle vazgeçilmelidir. • Vicdani red hakkını tanımalı ve vatan hizmetinin diğer kamu kurumlarında da yerine getirilebileceğine ilişkin açık hükümler ihtiva etmelidir. • Seçme/seçilme konusunda vatandaşlık ve 18 yaş dışındaki sınırlamalar kaldırılmalıdır. • Devlet Denetleme Kurulu, YÖK, RTÜK, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar anayasadan çıkarılmalıdır. • Devrim Kanunlarına Yeni Anayasada yer verilmemelidir. Devletin ideolojik tarafsızlığı ilkesi ile çelişen Atatürkçülük, Atatürk milliyetçiliği ve Atatürk İlke ve İnkılapları gibi ifadeler kullanılmamalıdır. • Anayasada yerinden yönetimin “Onsekiz yaşını doldurmuş her vatandaş seçme, seçilme, siyasi partilere üye olma ve her türlü siyasi faaliyette bulunma hakkına sahiptir. Seçme ve seçilme hakkını kullanma, vatandaşın işlediği ve cezasını çektiği bir suç nedeniyle sınırlandırılamaz.” TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin temsilcilerinden oluşur. Üyelerden siyasi parti temsilcisi dışındakiler altı yıl için seçilirler. Yargıtay ve Danıştay’dan belirlenecek üyeler Yargıtay ve Danıştay’ın genel kurullarınca, akademisyen üyeler ise TBMM tarafından seçilirler. • YSK’nın kararlarına karşı Anayasa Mahkemesi’ne başvurulabilir. 4. Çoğulculuk ve Çok Kültürlülük • Yeni anayasada vatandaşlık etnik temele dayanmaksızın tanımlanmalı ve devletin hiçbir ayırım gözetmeksizin herkese eşit davranacağı belirtilmelidir. Önerimiz: • Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, devlet ile bireyler arasındaki hukuki bağı ifade eder. • Vatandaşlar arasında etnik köken, dil, din, mezhep, cinsiyet, ideolojik düşünce ve benzeri hiç bir ayırım gözetilemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşları eşit haklara sahip onurlu birer birey olarak vatandaşlık hakkından yararlanırlar. • Hiç kimse kendi rızası hilafına vatandaşlık hakkından mahrum bırakılamaz. Eğitimde anadilin kullanılmasına ilişkin yasaklamalar kaldırılmalıdır. Önerimiz: • YSK’nın oluşumu mutlaka çeşitlendirilmelidir. Şu tür bir yapı önerilebilir: “Herkes kültürel, bilimsel, dini ve sanatsal faaliyetlerinde anadilini kullanma, anadilinde eğitim, öğrenim ve kamu hizmeti görme hakkına sahiptir. Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi, bu hakkın kullanımına engel değildir. Bu hakkın kullanımına ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.” “Yüksek Seçim Kurulu üçü Yargıtay, ikisi Danıştay, üçü sosyal bilimler alanında çalışan öğretim üyesi olmak üzere sekiz üye ile • Anayasaların bir toplumsal sözleşme olduğu esprisine uygun, kısa ve öz ifadelerden oluşan ve temel değerlere yer verilen bir Başlangıç metni konabilir. Önerimiz: “Biz Türkiye halkı; Bütün insanların evrensel hak ve özgürlüklere sahip olduğu inancını taşıyoruz. Tüm bireylerin hiçbir ayrımcılığa maruz kalmaksızın eşit olduğunu kabul ediyor ve bütün farklılıkları kültürel bir zenginlik olarak görüyoruz. Evrensel barış idealini paylaşıyor ve doğanın dengesini korumayı bir insani sorumluluk sayıyoruz. İnsan haklarını, hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu, özgürlüğü ve eşitliği esas alan ve herkesin insan onuruna yakışır bir şekilde yaşamasını hedefleyen demokratik bir düzen kurmak istiyoruz. Bu anayasayı, birlikte yaşama irademizin bir beratı olarak kabul ve teyit ediyoruz.” • Anayasalarda hiçbir surette değiştirilemez hükümlere yer verilmemelidir. • Yeni anayasayı mutlaka parlamento yapmalıdır. Ayrıca % 10 baraj uygulaması nedeniyle parlamento dışında kalmış siyasi partiler ve sivil toplum sürece dâhil edilmelidir. • Anayasa TBMM’de kabul edildikten sonra referanduma sunulmalıdır. Hakyemez’in sunumunun ardından raporu hazırlayan SDE Yeni Anayasa Çalışma Ekibi; Bekir Berat Özipek, Levent Korkut, Murat Yılmaz, Vahap Coşkun, Yusuf Şevki Hakyemez ve Yusuf Tekin katılımcıların sorularını cevaplandırdılar. Kanal A’dan canlı yayınlanan toplantıya basın kuruluşları yoğun ilgi gösterirken, Yeni Anayasa Raporu medyada, bilim ve siyaset dünyasında geniş yankı buldu. Haber: Feyzan Ece ÇAPA Foto: Yasemin KÜÇER HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 53 kapılara açılan sınır tanımaz bir değerlendirmeye tabi tutulmuş gibiydi. Siyasette Din Kartı Günümüzde siyaset dünyasının başarısı her zaman olduğu gibi gündelik dilin çeperlerini kırmakla ancak mümkün olabilmektedir. Din istismarı ya da dini kavramları kullanmaya yönelik ilgideki artış en başta siyaset dünyasının aktörleri tarafından tartışılmaktadır. Bu yönelimin aslında toplumsal desteğe ulaşmak kadar toplumun gizil kodlarını çözmekle de alakası olduğu kuşkuya mahal bırakmayacak bir şekilde rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Necdet SUBAŞI* D inin gündelik siyasetin ilgi, kontrol ve yönlendirmesinden bağımsız bir şekilde konumlandırılması gerektiği iddiası bir Cumhuriyet projesi olarak her zaman gündemde kalmayı başardı. Bu iddia, dinin siyasetin bir parçası olarak tahvilini açıkça tehlikeli bulmakta ve bir şekilde, göz yumulabilecek basit bir ihmalin bile, sonuçta toplumun bilişsel güvenliğini riske atabileceği kaygısını sürekli canlı tutuyordu. Siyasetle din ve gündelik hayat arasındaki iç içe geçmiş ağ ve örüntüler dikkate alındığında, 54 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 bir korku stratejisiyle şekillenen bu durumun son tahlilde dinin kamusal temsilini esastan devre dışı bırakmakla sonuçlanacağını kestirebilmek zor değildi. Aslında dini siyaset dünyasından arındırma çabasında içkin olan ana tema onda var olan potansiyelin yeri geldiğinde esaslı bir güce hatta daha çok karşı bir güce dönüştürülebilme ihtimaline duyulan kesin inanç ve korkulardan kaynaklanmaktaydı. Bununla birlikte süreç içinde temel bazı yönelimlerde görece farklılaşmalar olsa bile baskın olan esas eğilimin dinle devlet arasındaki mesafeyi devlet lehine ayarlamakla yetindiğini unutmamak gerekir. Öyle ki devlet bu durumun aksine bir hevese sahip olmadığını hemen her vesileyle kanıtlamakta ısrarcı olmuştur. Böylece din yeri geldiğinde kendisinden yararlanılabilecek bir rezerv ya da manivela olmaktan çok kendisine karşı sürekli bir hassasiyet geliştirilen kalıcı bir tehdit olarak algılanmıştı. Din ve dini hayatla kurulan ilişki bir tür unutma ve unutturmadan ihmal ve gözardı etmeye kadar sonuçta her biri aynı Din karşısındaki bu tavrın onu geleneksel bakiyenin yegâne meşrulaştırıcısı olarak görme konusunda modern temayülden beslenmeye fazlasıyla yatkın hatta açık olduğu şüphe götürmezdi. Esasen irtica kavramı üzerinden ilerleyen resmi siyaset dilinde bile dini, saltanat ve hilafetin olduğu kadar eski ve arkaik değerlerin de taşıyıcı birer rüknü olarak görmek moda olmuştu. Buna 19. yüzyıl siyaset dünyasının dinin miadının dolacağına yönelik bilimsel kehanetleri de eklendiğinde mevcut durumun neden bu denli sınır tanımaz müdahalelere geçit verdiğini anlamak daha da kolaylaşmaktadır. Bu bağlamda uzunca bir süreden beri mesela üst düzeyde bir bürokratik kurum sıfatıyla din alanının teçhiz ve tanzimine yönelik olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı hakkında bile ne devletin ne de toplumun hâlâ tatminkâr bir kanaate sahip olduğunu söylemek güçtür. Aslında bu durumu devletin yöneldiği yeni bir istikametin hasılası olarak görmek gerekir. Diyanet İşleri Başkanlığı yeni rejimin Osmanlı bakiyesinden devraldığı bir dini müktesebatın hallinde mi kullanılacaktı yoksa bununla din, yeni rejimin tasarrufunun bir parçası olarak mı örgütlenecekti? Ya da yepyeni bir konsept içinde devlet, modern zamanların ürettiği sosyo-kültürel zemine bağlı kalarak daha özgün harcıalem bir yapılanmayı mı devreye sokacaktı? Her biri başka bir evhama, kuruntu ve korkuya işaret eden bu işaret ve sorular gerçekte devletin hiç bir şekilde netleştiremediği bir din algısından kaynaklanmaktaydı. Çünkü din bu soruların izi takip edildiğinde apaçık bir tehlike üretebilir, toplumsal huzursuzlukları tetikleyebildiği gibi bu kaosu temellendirmede pekâlâ kuşatıcı bir dile dönüşebilirdi. Bu bağlamda din, verili muhalefetin köklü bir parçası olarak seferber edilebileceği gibi mevcut durumun devlet lehine haklılaştırılması noktasında iktidar seçkinlerine güçlü bir argümanda sağlayabilirdi. Her durumda din, kendine başvuran iradenin söylem ve tasavvurunu yer yer temellendiren yer yer de tahkim eden kritik bir dile dönüşebilirdi. Bugün de dinle siyaset arasındaki ilişkilerin sınırları bu çerçeveye sadık kalınarak kurulmaktadır. Dinin değişik anlamlar dünyası içinde kullanıma açık hale getirilen gerçekliği gündelik dil dünyasında istismar kavramıyla ilişkilendirilmektedir. Dini kendi politik tercih ve yönelimlerinin birer aracı olarak kullananların bu tercihleri, söz konusu dayanışma karşısında çekincesi olanlar nezdinde bile her zaman birer din istismarı olarak kodlanmış ve değerlendirilmiştir. Bu konudaki genellemelerin kolaycılığa kaçan yanları çok yerde şaşırtıcı sayılabilecek çelişkileri ifşa etmektedir. Bu bağlamda ibadetlerini öteden beri gündelik bir dikkatle “eda edenler”in, siyaset alanındaki duruşlarını bu tercihlerini örtbas etmeksizin sürdürebilmeleri neredeyse imkânsızdır. Bugün siyasette aslolan dinin hiçbir şekilde görünür kılınmaması, güçlü bir sese dönüşmemesi, hayatı kontrol altında tutma arzusu duymamasıdır. Bütün bu dikkat, tarassut ve tavassuta rağmen din, sosyologların vurguladıklarını aratmayacak şekilde hayatın içinde ve gerçekliğin tekmil bütün erkanında vaziyet almaktadır. Zaman zaman değişip farklılaşabilen etkisiyle din aslında gündelik hayatın hemen her yerindedir ve Türkiye örneğinde bu ağırlık her şeyden önce toplumun bilişsel dünyasındaki ağırlığıyla dikkat çekmektedir. Bugün hangi zaviyeden bakılırsa bakılsın özellikle siyaset erbabının, din alanı Dinin değişik anlamlar dünyası içinde kullanıma açık hale getirilen gerçekliği gündelik dil dünyasında istismar kavramıyla ilişkilendirilmektedir. Dini kendi politik tercih ve yönelimlerinin birer aracı olarak kullananların bu tercihleri, sözkonusu dayanışma karşısında çekincesi olanlar nezdinde bile her zaman birer din istismarı olarak kodlanmış ve değerlendirilmiştir. söz konusu olduğunda her zaman bu dilin kıyısında dolaşmaya mecbur kalmasının nedenlerinden biri belki de dinin mevcut ağırlığından kaynaklanmaktadır. Siyasal lehçesi hangi yöne dönük olursa olsun Türkiye siyasetinde hemen her çıkışın dinsel bir sembolizmden medet ummasının başka bir açıklaması yoktur. Laik, sosyal demokrat ya da milliyetçi tandansların İslami eğilimlerin ulaştığı toplumsal platformlara erişmek ya da buraları ele geçirme konusunda yer yer ürkek olsalar da sonuçta din dilinin imkânlarından yararlanmaya çalıştıkları defalarca kanıtlanmıştır. Tarafların her birinin dini karşı taraf için elverişli bir silaha dönüştürme konusunda her zaman emsalsiz bir HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 55 Laik, sosyal demokrat ya da milliyetçi tandansların İslami eğilimlerin ulaştığı toplumsal platformlara erişmek ya da buraları ele geçirme konusunda yer yer ürkek olsalar da sonuçta din dilinin imkânlarından yararlanmaya çalıştıkları defalarca kanıtlanmıştır. Tarafların her birinin dini karşı taraf için elverişli bir silaha dönüştürme konusunda her zaman emsalsiz bir fırsat arayışı içinde olduğu inkar edilemez. fırsat arayışı içinde olduğu inkar edilemez. Dinin kamusal hayatı terketmeye zorlandığı bir düzlemde belli başlı aktörlerin bütün bu siyaset müfredatını dinsel söylemlerle biçimlendirme arzusu aslında dinin toplumsal gerçeklik içindeki ağırlığıyla yakından ilgilidir. Politik tasavvurata sahip olanlar, dinin toplumsal desteğin önünü açmada ne denli yetkin bir araç olduğunun her zaman farkında olmuştur. Gündelik dilin hemen her tarafına sızan din bir şekilde toplumsal müktesebatın ağırlığıyla bütünleşmiştir. Günümüzde siyaset dünyasının başarısı her zaman olduğu gibi gündelik dilin çeperlerini kırmakla ancak mümkün olabilmektedir. Din istismarı ya da dini kavramları kullanmaya yönelik ilgideki artış en başta siyaset dünyasının aktörleri tarafından tartışılmaktadır. Bu yönelimin aslında toplumsal desteğe ulaşmak kadar toplumun gizil kodlarını çözmekle de alakası olduğu kuşkuya mahal bırakmayacak bir şekilde rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Bugün siyasette din kartı belli bir duyarlılık içinde dinle temas halinde olanların dikkatini zorlayacak bir şekilde, hayatlarının herhangi bir döneminde dinle bir bağ kurmayı hiçbir vesileyle denememiş, buna tenezzül etmemiş kişiler tarafından tedavüle sokulmuştur. Bu durum Türkiye’de dinin neden hala her düzeydeki insan için olmazsa olmaz temel birleştiriciler arasında en başta geldiği gerçeğinin bir kez daha fark edilmesine izin vermektedir. SDE Yönetim Kurulu Üyesi, Yrd. Doç. Dr.* DIŞ POLİTİKA 56 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 57 Obama’nın Filistin Politikası: Bir İleri Bir Geri İslam dünyası ile Batıyla arasındaki ilişkileri geren ve karşıtlığı besleyen en önemli konu Filistin sorununun çözülememesidir. Holokost’un, batı Hıristiyan dünyasında yarattığı vicdan azabının bir sonucu olan ve Siyonist lobilerce inanılmaz derecede sömürülen “Yahudi mağduriyeti”, Batının ve ABD’nin tüm liderleri, partileri ve hükümetlerinin İsrail’e yönelik şartsız desteğini sağlamak için bir siyasi baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Birol AKGÜN* 2 008 yılında Obama Amerika’nın yeni başkanı olarak seçildiğinde, Bush döneminin sekiz yıllık savaşçı ve çatışmacı söylem ve politikalarından bıkan Amerikan halkı özellile dış politkada yeni bir sayfa açılmasını ve yeni bir başlangıç yapılmasını bekliyordu. Zira Afganistan ve Irak savaşlarının Amerikan bütçesi üzerindeki ağır maliyeti, ekonomiyi giderek zor duruma düşürmeye başlamıştı. Obama’nın seçilmesinden memnun olanlar yalnızca Amerikalılar 58 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 değildi. Avrupa ülkeleri, Çin ve hatta İran bile iyimser bir beklenti içindeydi. Kendisi Müslüman değilse bile, Afrika kökenli bir babanın oğlu olarak ve üstelik ikinci ismi Hüseyin olan bir zenci liderin işbaşına gelmesi İslam dünyasında da ciddi bir heyecan uyandırmıştı. Filistinliler de Ortadoğu’nun en mağdur halkı olarak büyük beklenti içine girmişlerdi. Zira yeni başkanın rengi de, duruşu da, söylemi de farklıydı. Üstelik İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı kanlı operasyonlar, Obama’nın Bush’tan Başkanlık görevini devraldığı gün durdurularak, yeni başkana sözde jest de yapılmıştı. Ancak izleyen aylarda ve yıllarda Filistin halkının lehine olacak ciddi hiç bir ilerleme sağlanamadı. Tek başarı Obama’nın Ortadoğu özel temsilcisi George Mitchell’in de gayretleriyle, tıkanmış olan barış görüşmelerinin yeniden başlatılması için tarafların bir araya getirilmesi oldu. 2009’da başlayan yeni barış görüşmelerine ABD ve İsrail’in karşı çıkması nedeniyle Gazze’nin resmi ve fiili yönetimini elinde bulunduran Hamas yetkili- leri çağrılmadı. Yalnızca, İsrail’i tanıdığını ilan eden Batı Şeria’daki Mahmut Abbas yönetimi görüşmelere davet edildi. Daha sonra Wikileaks belgelerine de yansıdığı gibi, bu görüşmelerde Abbas yönetimi ABD’nin de baskısıyla Filistin davasında ihanet kabul edilebilecek (mültecilerin geri dönüş hakkı gibi) konularda bile taviz vermeye hazır olduğunu açıklamasına rağmen görüşmeler bir kez daha akamete uğradı. Zira İsrail hükümetinin fundemantalist Dişişleri Bakanı Liberman ve aşırı sağcı Başbakanı Netanyahu için Filistin sorunu uzlaşmayla değil, güç ve şiddet yoluyla çözülmeliydi ve zaman kendi lehlerine işliyordu. Dışişleri Bakanı Liberman Doğu Kudüs’teki Arapların sürgün edilmesini ve Batı Şeria ve Gazze’nin de gerekirse atom bombası kullanılarak müslümanlardan tamamen temizlenmesi gerektiğini iddia ediyordu. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri de derinden etkileyen, İsrail’in komşularına ve Filistinlilere yönelik şiddet politikası son altmış yılda hep İsrail’in lehine işlemişti. Ortadoğu’da ve küresel sistemdeki stratejik güç dengelerinde ciddi bir değişiklik olmadan ABD’nin mutlak desteğini ardına alan İsrail’in Filistin sorununu müzakereler yoluyla masada çözmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bununla birlikte son altı ayda Ortadoğu’daki gelişmeler ve küresel sistemdeki ekonomi-politik güç dağılımında ABD aleyhine değişen dengeler, Filistin sorunu konusunda ABD’yi İsrail’e rağmen pozisyon değiştirmeye zorlamamaktadır. Değişen Ortadoğu Jeopolitiğinde İsrail Adaletli davranmak gerekirse, Başkan Obama’nın işbaşına gelmesinden hemen sonra dış politikada yürürlüğe koyduğu reset, yani dünya ile ilişkilerin yeniden tanımlanma- sı, politikası İslam dünyasıyla Bush döneminde gerilen siyasi ilişkilerin de restore edilmesini içeriyordu. Örneğin bu çerçevede Obama, görevi devralmasının 75. gününde Ankara’ya kritik bir ziyaret gerçekleştirdi. Müslüman toplumlarda artan Amerikan karşıtlığını kırmak için de Kahire Üniversitesi’ne giderek uzun bir konuşma yapmıştı. Amerikanın İslam dünyasındaki imajını değiştirmek isteyen Obama «Amerika İslamla savaşmıyor, terörle savaşıyor» mesajı verdi ve devam etti : “Kahire’ye Amerika Birleşik Devletleri ile tüm dünyadaki Müslümanlar arasında yeni bir başlangıç arayışı içinde geldim. Bu başlangıç, ortak çıkarlar ve saygı temeline dayanmaktadır. Amerika ile İslam dünyası birbirinden ayrı değildir ve bir yarış içinde olmalarına da gerek yoktur. Bunun yerine, ortak ilkeleri paylaşmaktadırlar. Bu ilkeler, adalet ve ilerlemenin yanı sıra tüm insanlığın sahip olduğu hoşgörü ve haysiyettir.” İslam toplumlarında özellikle Arap halkları nezdinde Filistin sorununa bakışı ve İsrail hakkındaki algılamaları iyi bilen Obama aynı konuşmasında Filistin-İsrail sorununa da değinmişti. Obama bu çerçevede öncelikle “Amerika ile İsrail arasındaki bağların koparılamayacağını vurguladıktan sonra, “Filistin halkının kendi topraklarının arayışında çektikleri acıların artık bir son bulması gerektiğini” ve “Nasıl ki İsrail’in varlığı reddedilemezse, Filistin’in varlığına da karşı çıkılamaz. İsrailliler bunu kabul etmelidirler. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail yerleşimlerinin yapımına devam edilmesinin meşru olduğu fikrini kabul edemez. Bu inşaatlar önceki anlaşmaların ihlalidir ve barış çabalarını zedelemektedir”dedi.1 Ancak belirtmek gerekirse aşağıda değinileceği üzere, Obama yönetimi hiçbir zaman 1967 toprakları Obama yönetimi hiçbir zaman 1967 toprakları temelinde bir Filistin devleti kurulması konusunda destek beyan etmedi. Peki ne oldu da şimdi Mayıs 2011’de Obama yönetimi iki devletli çözümü savunur hale geldi? Öncelikle belirtmek gerekirse, Obama yönetimi 2008’de başlayan küresel mali krizin küresel jeopolitik dengeler üzerindeki etkisini ancak şimdi doğru ve gerçekçi biçimde okumaya başladı. temelinde bir Filistin devleti kurulması konusunda destek beyan etmedi. Peki ne oldu da şimdi Mayıs 2011’de Obama yönetimi iki devletli çözümü savunur hale geldi? Öncelikle belirtmek gerekirse, Obama yönetimi 2008’de başlayan küresel mali krizin küresel jeopolitik dengeler üzerindeki etkisini ancak şimdi doğru ve gerçekçi biçimde okumaya başladı. G-20 toplantıları, IMF ve Dünya Bankası’ndaki reformlar; Çin, Hindistan, Brezilya ve hatta Türkiye gibi yükselen güçler uluslararası politikada giderek daha etkin hale geldiler. ABD’nin küresel politikaları belirlemedeki tekeli kırılmaya başladı. Sonuç almak için bölgesel ittifaklara ve desteğe ihtiyacı var. ABD, 21. yüzyılda da tekel konumunu değilse bile, uluslararası sistemde öncü-oyun kurucu rolünü sürdürebilmesi için, enerji ve HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 59 celenmektedir. Burada bugün için yeni olan şey, ABD’nin küresel düzlemde yavaş yavaş güç kaybettiğini fark eden bazı realist politikacı ve akamisyenlerin ABD’nin İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız desteğin rasyonalitesini sorgulamaya başlamasıdır. Mearsheimer ve Walt tarafından yazılan The Israel Lobby çalışmasının bu anlamda önemli bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Ortadoğu’da ve küresel sistemdeki stratejik güç dengelerinde ciddi bir değişiklik olmadan ABD’nin mutlak desteğini ardına alan İsrail’in Filistin sorununu müzakereler yoluyla masada çözmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Bununla birlikte son altı ayda Ortadoğu’daki gelişmeler ve küresel sistemdeki ekonomi-politik güç dağılımında ABD aleyhine değişen dengeler, Filistin sorunu konusunda ABD’yi İsrail’e rağmen pozisyon değiştirmeye zorlamamaktadır. nüfus dinamikleri bakımından son derece stratejik öneme sahip olan Ortadoğu’daki Müslüman halklarının kalbini ve aklını kazanmak zorunda hissediyor. Üstelik Mısır ve Tunus gibi ülkelerde başlayan ve Suriye, Yemen ve Bahreyn’i de derinden sarsan güçlü değişim ve demokrasi dalgası Ortadoğu’daki 60 yıllık siyasi dengeleri de yeniden tanımlayacaktır. Bu çerçevede özellikle İsrail-Filistin sorunu konusunda anahtar rolü oynayan Mısır’daki rejim değişikliği şimdiden sonuç vermeye başlamıştır. Mısır dış politikasını yeniden tanımlamaktadır ve Arap dünyasının bölgesel liderliğini yeniden kazanmak istemektedir. Bu çerçevede ABD ve İsrail’e rağmen İran ile diplomatik ilişkilerini yeniden kurmaktadır. Ayrıca Mısır’dan Gazze’ye geçişi 60 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 sağlayan Refah sınır kapısını açmıştır ve daha da önemlisi Türkiye ile birlikte Filistin’deki bölünmüş grupların birleştirilmesinde (4 Mayıs antlaşması) önemli bir rol üstlenmiştir. Henüz demokratik bir hükümet işbaşında değilken Mısır dış politikasında gözlenen bu değişim özellikle İsrail’i huzursuz etmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, dünya kamuoyu da 1967 işgali öncesindeki sınırlar temelinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını hiçbir zaman olmadığı kadar desteklemeye hazır olduğunu göstermiştir. Yılbaşından bu yana başta Latin Amerikan ülkeleri olmak üzere pek çok ülke Filistin’in bağımsızlığını şimdiden tanımaya başlamış- lardır. Esasen el-Fetih ve Hamas’ı bir araya getiren şey, Kudüs’ün başkent olduğu, tarihi Filistin topraklarının tamamını kapsayan Filistin devletinin 2011 Eylül ayında yapılacak olan Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantıları sırasında ilan edileceği beklentisidir. İsrail’i rahatsız eden ve ABD’yi bu konuda yeni bir pozisyon belirlemeye iten şey, uluslararası kamuoyuyla ve özellikle de İslam dünyası ile Filistin sorunu üzerinden yeniden karşı karşıya gelme riskini göze alamamasıdır. Amerika’nın Yeni Filistin Pozisyonu Gerçekten de İslam dünyası ile ABD arasındaki ilişkileri geren, Batıyla İslam halkları arasındaki karşıtlığı besleyen en önemli konu Filistin sorununun çözülememesidir. Almanların yarattığı Holokost’un, batı Hıristiyan dünyasında yarattığı vicdan azabının bir sonucu olan ve Siyonist lobilerce inanılmaz derecede sömürülen “Yahudi mağduriyeti”, Batının ve ABD’nin tüm liderleri, partileri ve hükümetlerinin İsrail’e yönelik şartsız desteğini sağlamak için bir siyasi baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Özellikle Amerikan kongresi Pat Buchanan’ın bir zamanlar dediği gibi adeta “İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklar” gibidir. Amerikan çıkarları ve İsrail çıkarları çatıştığında dahi Musevi Lobilerinin çıkarları her zaman ön- Gerçekten de artık Filistin halkının haklarını hiçe sayan ve tek yanlı olarak İsrail’e endekslenen Amerikan dış politikasının sürdürülemeyeceği ortadadır. Bu gerçeği fark eden Obama yönetimi uzun süredir üzerinde çalıştığı yeni Filisitin politikasının temel parametrelerini 19 Mayıs günü açıkladı. Arap Baharının başlamasının altıncı ayında yapılan bu konuşma zamanlama olarak geç kalmış; Arap dünyasındaki değişime yönelik Amerikan desteğini ifade etmede oldukça çekingen ifadelerle doludur. İsrail-Filistin sorunu konusundaysa ABD’nin bölgeki kayıtsız şartsız İsrail yanlısı politikasından vazgeçmeye henüz hazır olmadığını gösteren, ancak dış politikasını bölgede yeniden şekillenen reelpolitik güç dengeleriyle uyumlaştırmaya çalışan bir Amerikan yaklaşımı olarak okunabilir. Bin Ladin’in öldürülmesinden kısa bir zaman sonra yapılan bu açıklamada, ABD Başkanı Obama’nın konuşmasında dikkati çeken en stratejik cümlelerin başında, “ABD’nin geleceğinin ekonomik, güvenlik ve tarihi nedenlerle Ortadoğu’ya bağlı olduğu” ifadesidir. Devrimci demokratikleşme sürecinin yaşandığı bir dönemde yeniden şekillenen Ortadoğu’nun küresel rekabette oynadığı stratejik rolü en iyi kavrayanların başında ABD geliyor. Bu anlamda Başkan Obama, Arap dünyasındaki gelişmelerden sonra İslam dünyasıyla diplomaside yeni bir sayfa açtıkla- ABD, 21. yüzyılda da tekel konumunu değilse bile, uluslararası sistemde öncü-oyun kurucu rolünü sürdürebilmesi için, enerji ve nüfus dinamikleri bakımından son derece stratejik öneme sahip olan Ortadoğu’daki Müslüman halklarının kalbini ve aklını kazanmak zorunda hissediyor. rının altını çiziyor. Somut siyasi konularda ise, Obama’nın yeni vizyonu bölge halkının beklentileri açısından oldukça sınırlı kalıyor. Özetle Obama ABD’nin Arap dünyasındaki değişim sürecinde olaylara müdahale etmeyeceğini, ama demokratik dönüşümü sürecine destek vereceğini söylüyor. Bu çerçevede, Mısır ve Tunus’a yönelik ekonomik yardım, ucuz kredi imkanları ve yatırım teşvik desteği sağlayacağını vurguluyor. Henüz rejimlerin devrilmediği Suriye ve Bahreyn yönetimlerine yönelik ise, değişimin barış ve diyalog içinde gerçekleştirilmesi konusunda uyarılarda bulunuyor. Suriye lideri Esad’a, “ya demokratik reformlara öncülük et, ya da çekil” çağrısı yapıyor. Konumuz bakımından önemli olan İsrail-Filistin barışının geleceği için ise Obama “1967 sınırları temelinde” iki devletli bir çözüme yönelik yeni bir yol haritası açıkladı. Başkan Obama’nın tarihi konuşmasının en çok ses getiren kısmı da şüphesiz Filistin konusundaki yeni yaklaşımı oldu. Bir Amerikan başkanı son kırk yılda ilk kez 1967 sınırları esas alınarak bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını müzakere temeli olarak kabul ettiğini açıklıyordu. Bu anlamda İsrail’in kendi güvenliği açısından sakıncaHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 61 üst organı olan AIPAC’ta yaptığı konuşmada 1967 sınırlarından bile geri adım atmış; kelimenin gerçek anlamıyla 1967 öncesi sınırlarını kast etmediğini belirtmiştir. Toplantıya katılan Metanyahu da Obama’nın açıklamalarından “tatmin” olduğunu açıklamıştır. Obama, her şeye rağmen ABD’nin kayıtsız şartsız İsrail’e destek politikasını da sürdürmektedir. Örneğin Filistin topraklarının iki parçasından birini oluşturan Gazze’de yönetimi elinde bulunduran ve üstelik seçimle işbaşına gelmiş Hamas destekli meşru Filistin yönetimini hala terör örgütü olarak gördüğünü ve tanımadığını açıklamaktadır. Eğer Obama radikal bir çözüm önerisi getirecekse, her şeyden önce Filistinlilerin reel-politikteki temsilcilerini olduğu gibi kabul etmesi gerekir. Sonuç ABD gerek küresel güç dengelerindeki değişiklikler, gerek Ortadoğu’daki radikal dönüşümler, gerekse dünya kamuoyunun ve insanlık vicdanının hiç bir zaman olmadığı kadar Filistin sorununa duyarlı hale gelmesi karşısında, Filistin’e İsrail gözüyle bakan geleneksel yaklaşımını revize etmek zorunda kalmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki, yeni ABD yaklaşımı ne Ortadoğu’nun demokratikleşmesi konusunda, ne de Filistin konusunda yepyeni bir sayfa açabilecek öğeler içermemektedir. Özellikle 2011 Eylül’ünde bağımsızlığını ilan etmeye hazırlanan ve ABD dışında tüm dünyanın tanımaya hazır olduğunu ilan ettiği yeni Filistin devleti için Obama’nın açıklama- lı gördüğü ve şiddetle karşı çıktığı bir projeye evet demesi anlamında elbetteki önemli bir pozisyon değişikliği olarak görülebilir. Bununla birlikte ABD’nin bu yeni yaklaşımını İsrail-Filistin sorununun çözümü konusunda stratejik dengeleri değiştirebilecek yeni bir hamle olarak görmek yanlıştır. Obama bu açıklamayı Mübarek’in iş başında olduğu bir dönemde yapmış olsaydı, oyunun tüm kurallarını değiştiren bir siyasi hamle ve cesaret verici bir diplomatik inisiyatif olarak kabul edilebilirdi. Ancak Ortadoğu’daki yarım asırlık otoriter rejimlerin arka arkasına sarsıldığı, Mısır’ın Gazze konusunda ablukayı kaldırdığı, Türkiye’nin ve Avrupa Birliğini’nin bağımsız Filistin konusunda tüm dünyaya çağrılar yaptığı, Latin Amerika ülkelerinin bir biri ardına Filistin 62 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 devletini tanıdığını açıkladığı bir konjonktürde Obama’nın yeni Filistin açılımı ciddi hiçbir anlamı olmayan, “geç kalmış” bir siyasi adım olarak görülmektedir. Ayrıca Obama, her şeye rağmen ABD’nin kayıtsız şartsız İsrail’e destek politikasını da sürdürmektedir. Örneğin Filistin topraklarının iki parçasından birini oluşturan Gazze’de yönetimi elinde bulunduran ve üstelik seçimle işbaşına gelmiş Hamas destekli meşru Filistin yönetimini hala terör örgütü olarak gördüğünü ve tanımadığını açıklamaktadır. Eğer Obama radikal bir çözüm önerisi getirecekse, sı, küresel siyasi trendlerle ters düşmek istemeyen ABD için olsa olsa ancak bir siyasi taktik olarak değerlendirilebilir. Bu çerçevede bir siyasi lider olarak Obama 2012 başkanlık seçimlerine hazırlanırken, kongredeki muhazafazakar çoğunluğu ve İsrail’deki aşırı sağcı hükümeti ve onların ABD’deki uzantılarını karşısına almadan, Fi- Dışişleri Bakanı Liberman Doğu Kudüs’teki Arapların sürgün edilmesini ve Batı Şeria ve Gazze’nin de gerekirse atom bombası kullanılarak listin konusunda ABD dış politika- müslümanlardan tamamen sına ince bir ayar yapmıştır. Oysa temizlenmesi gerektiğini bölgedeki dönüşüm İsrail için de komşularıyla ilişkilerini yeniden iddia ediyordu. Türkiye ile tanımlamak adına tarihi bir fırsat İsrail arasındaki ilişkileri sunmaktadır ve ABD elindeki ikna gücünü Arap-İsrail ilişkilerini normalleştirmek için kullanabilirdi. Obama gibi oldukça ihtiyatlı ve zaman zaman da içerideki güç odaklarına karşı kararsızlık sergileyen bir liderden de bundan öte ciddi bir de derinden etkileyen, İsrail’in komşularına ve Filistinlilere yönelik şiddet politikası son altmış radikal adım beklenemezdi. yılda hep İsrail’in lehine SDE Uluslararası İlişkiler Programı işlemişti. Koordinatörü, Prof. Dr.* her şeyden önce Filistinlilerin reelpolitikteki temsilcilerini olduğu gibi kabul etmesi gerekir. Ayrıca, İsrail’in Filistin topraklarını zorla boşaltarak yeni yerleşimciler için binlerce konut inşa etme politikasına dur demelidir. Netanyahu hükümeti Obama’nın açıklamasından bir gün önce 1500 konutluk yeni bir inşaat projesine onay vermiştir. Dolayısıyla, Filistin devleti kurulabilir demek ve bunun için toprak takası önermek çok da ikna edici bir öneri olarak alınmamaktadır. Kaldı ki, Obama tarihi konuşmasından iki gün sonra Washington’da toplanan ve Amerikan Musevi Lobilerinin HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 63 re ve saldırılara mecali var mı? Tabi Neocon’lar Obama’ya “Bin Ladin’i yok eden adam” payesini yedirirlerse! Bin Ladin Sonrası Obama’nın Ortadoğu Planı Tunus ve Mısır’la başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılan ‘Arap Baharı’ olarak tanımlanan halk hareketleri, despot ve baskıcı rejimlere yönelik isyanları, hak taleplerini, reform ve demokrasi isteklerinin artık bölgede yepyeni dinamikleri harekete geçirdiğini, değişimin inkâr edilemeyeceğini ve önlenemeyeceğini Obama dâhil herkesin kabul ettiği anlaşılıyor. Obama merakla beklenen Ortadoğu konuşmasını yapmadan önce yukarıdaki analizi yapmıştım. Bin Ladin’in öldürüldüğünün ilânı ABD’nin bölge politikaları için önemli bir kırılma noktasını gösteriyordu. “ABD’nin yaklaşımı değişmezse Araplar uzaklaşabilir” diyen Obama, “ABD’nin geleceğinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kader, ekonomi, güvenlik ve tarihsel anlamda bağlı olduğunu” kaydetti. Yıllarca bölgede çıkarları için diktatörleri ve despot rejimleri destekleyen ABD, bölge halklarının umutlarına, talep ettikleri evrensel haklara ve demokrasi isteklerine kulaklarını tıkamıştır. Bölge insanlarını insan yerine koymayan her türlü baskı ve şiddet kullanımına göz yummuş, kendisi de menfaatleri öyle gerektirdiğinde bu zulümleri bizzat uygulamaktan geri durmamıştır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da böyle bir ‘statüko’ kurulmuş ve yıllarca devam edegelmişti. Afganistan ve Irak işgali ile başlayan süreç bu statükoyu bölgede savaş, işgal, şiddet, işkence ve korku ile yaratılan bölgesel sıkıyönetimle sürdürme politikası olmuştur. Bölgede dip yapan Amerika imajı, tek tek kaybedilen ülkeler, halklar, kamuoyu ve müttefikler, global krizle gücünü kaybeden Amerikan ekonomisi... İşte bu ortamda Obama yönetimi 11 Eylül stratejisini bitiren bir miladı “Bin Ladin’in ölümü” vesilesiyle elde etmiş oldu. Obama başkan seçildikten 2,5 yıl sonra başlangıçta Kahire konuşmasında bölgeye yönelik taahhütlerine bağlı olduğunu söyleyerek “Ortadoğu Planı”nı açıklayabilmiştir. Bölge insanlarına karşı baskı ve şiddet kullanımına karşı olduklarını ifade eden Obama; bölgede “statükocu yaklaşımın” sürdürülebilir olmadığını, “değişimin inkâr edilemeyeceğini”, bölgede son 6 ayda meydana gelen gelişmelerin; olayları farklı gösterme- Bölge statükolarının yıkılacağını, diktatörlerin devrileceğini, baskı ve şiddetin biteceğini, temel insan hak ve özgürlüklerinin adım adım elde edileceğini hep birlikte göreceğiz. Ortadoğu’da ve Afrika’da yaşayanlar batıda yaşayanlardan ‘daha az insan’ değiller. Onlar da tam insan. Artık yeni bir nesil, yeni bir Ortadoğu ve ‘yeni bir dünya’yı kabullenmeliyiz. ye çalışmanın ve baskıların artık işe yaramayacağını gösterdiğini, Aydın BOLAT* B in Ladin’in ‘ölüm ilanı’ Başkan Obama’nın ağzından dünyaya açıklandığına göre peki şimdi Afganistan’da ve bölgede neler değişecek? Neler olacak? Bin Ladin ve El-Kaide efsanesi üzerine inşa edilen ABD kaynaklı uluslararası terörizmin “İslami Terör” söylemi Afganistan, Irak, Pakistan işgallerinden başka bütün İslam dünyasını, bütün Müslüman halkları ateşe atan bir süreci tetiklemiş adeta ‘global bir sıkıyönetim’ ilan edilmişti. Başkan Bush ve onun evangelist Neocon takımının “haçlı seferine” benzettikleri stratejik, ideolojik ve psikolojik asimetrik harekât 10 64 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 yıldır bölgeyi cehenneme çevirdi. ‘Kitlelerin katili’ olarak nitelenen Bin Ladin’in sebep olduğu söylenen eylemlerde ölen insanların toplamı ABD’nin bir operasyonda öldürdüklerinden çok daha azdır. Sadece Afganistan, Irak ve Pakistan’da ölen, sakat kalan, sakat doğan ve tecavüze uğrayanların sayısı milyonları çoktan aştı. Bin Ladin öldüğüne(!) göre oyun bitti. Türkiye, Pakistan ve ABD’nin Ankara’da yaptıkları bir görüşmede Bin Ladin’in ölüm ilanı onaylandı. Gergin olan Pakistan-ABD ilişkileri, Obama’nın “Ladin öldü işimiz bitti çekiliyoruz” söyleminden sonra rahatlayabilir. ABD: ‘göre- vimizi tamamladık, onurumuzla çekiliyoruz’ diyecek. Pakistan ‘işgal sona eriyor ABD gidiyor’ diyecek. Türkiye’de bölgede ‘barış için şartlar şimdi daha olumlu’ diyebilecek. Yani herkesin işine gelen bir durum. Obama başkan seçildiğinde, İslâm dünyasına Ankara’dan, Kahire’den verdiği barış mesajını artık daha rahat verecek. Diktatörlere karşı isyanlarla çalkalanan Arap dünyasına ABD ‘barışçı’ yeni argümanlarla imaj tazeleyebilir. Belki Filistin devletinin kurulması ve İsrail-Filistin barışı bunun ilk adımı olabilir. Zaten global ekonomik krizle gücü iyice azalan ABD’nin yeni işgalleHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 65 W. Bush ve Neocon’lara göre Obama’nın Somut siyasi konularda Obama özetle şu mesajları verdi: vizyonunu elbette ayırmak - İsrail’e: 1967 sınırlarına dön ve barış. gerekiyor. Ancak küresel - Esad üzerinden Ortadoğu liderlerine: “Ya demokrasiye geçişe liderlik edin ya da yoldan çekilin.” - Arap isyanı için: Olaylara müdahale etmeyeceğini; ama bölgede reformları ve demokrasiye doğru geçişi destekleyeceğini söyledi. şartlar öyle değişti ki ‘kötü polis’ten sonra ‘iyi polis’in de yapabileceği fazla bir şey yok. ABD’nin; ‘sopa’ politikasından sonra Obama ile ‘havuç’ politikasıyla bölgedeki çıkarlarını devam ettirmenin bir fırsatını yaratmak için gayret ettiğini, güven ve zaman kazanmak istediğini söyleyebiliriz. bölge ülkelerine gerekli reformları yapma riskini göze almaları halinde ABD’nin tam destek vereceğini bildirmiştir. 17 Mayıs’ta ABD Büyükelçisi Ricciardone vasıtasıyla Başbakan Erdoğan’ın görüşlerini aldıktan sonra 19 Mayıs’ta Obama’nın ‘Ortadoğu Planı’nı açıklamasına ayrıca bir not düşmek gerekiyor. Bölgedeki gelişmeler üzerinde ‘Türkiye’nin vicdanını’ Obama’nın çok önemsediği biliniyor. Başkan Obama’nın açıklamalarını genelde olumlu bulan Cumhurbaşkanı Gül de Türkiye - ABD ilişkileri konusunda “son dönemde, iki ülke arasındaki istişarelerin belki de en üst düzeye ulaştığını” belirtti. 66 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 - Ekonomik paket: Tunus ve Mısır öncelikli olmak üzere bölgeye yönelik 1950’lerde Avrupa’ya yapılan Marshall planı benzeri bir ekonomik yardım paketi açıkladı. Libya, Suriye, Yemen, Bahreyn’den ayrı ayrı söz eden Obama’nın Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden hiç söz etmemesi dikkat çekse de “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla...” kabilinden herkes nasibi almış olmalı. ‘Obama’nın Ortadoğu Planı’ olarak nitelendirilen açıklamaları; yeni reel politik konjonktüre ABD’nin zorunlu kalarak uyumunu amaçlayan düzenlemeler olarak görülebilir. W. Bush ve Neocon’lara göre Obama’nın vizyonunu elbette ayırmak gerekiyor. Ancak küresel şartlar öyle değişti ki ‘kötü polis’ten sonra ‘iyi polis’in de yapabileceği fazla bir şey yok. ABD’nin; ‘sopa’ politikasından sonra Obama ile ‘havuç’ politikasıyla bölgedeki çıkarlarını devam ettirmenin bir fırsatını yaratmak için gayret ettiğini, güven ve zaman kazanmak istediğini söyleyebiliriz. Obama samimi olabilir, ancak ABD’nin sadece Obama tarafından yönetilmediğini bilmeliyiz. Temsilciler Meclisi, Kongre, Pentagon, Dışişleri, Neocon güç merkezleri, lobiler ve ‘derin Amerika’ gibi paralel yönetim odaklarını da hesaba katmak gerekiyor. ABD’nin İsrail odaklı bölge politikasından kolayca kopmasının mümkün olmadığını Obama’nın ‘1967 sınırlarına dön’ önerisini İsrail Başbakanı Netenyahu’nun ‘kabul edilemez’ bularak soluğu Washington’da almasından anlayabiliriz. Tunus ve Mısır’la başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılan ‘Arap Baharı’ olarak tanımlanan halk hareketleri, despot ve baskıcı rejimlere yönelik isyanları, hak taleplerini, reform ve demokrasi isteklerinin artık bölgede yepyeni dinamikleri harekete geçirdiğini, değişimin inkâr edilemeyeceğini ve önlenemeyeceğini Obama dâhil herkesin kabul ettiği anlaşılıyor. Bölge statükolarının yıkılacağını, diktatörlerin devrileceğini, baskı ve şiddetin biteceğini, temel insan hak ve özgürlüklerinin adım adım elde edileceğini hep birlikte göreceğiz. Ortadoğu’da ve Afrika’da yaşayanlar batıda yaşayanlardan ‘daha az insan’ değiller. Onlar da tam insan. Artık yeni bir nesil, yeni bir Ortadoğu ve ‘yeni bir dünya’yı kabullenmeliyiz. Obama’nın Ortadoğu’daki Fırsat Anı Obama’nın 19 Mayıs tarihli konuşması genel olarak ele alındığında, yönetime yakın kaynakların ABD’nin Ortadoğu politikasını sıfırlayacağı ve yeniden inşa edeceğini (reset) ileri sürmelerine rağmen, bölge halklarının hafızasından Amerika’nın diktatörlere olan desteğine ilişkin anıları silmek için yeterli bir çaba değildi. Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ* A “Irak savaşı bize; bir rejimi zor kullanarak değiştirmeye çalışmanın nasıl zor ve pahalıya mal olduğunu gösterdi.” merika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Barack Obama’nın Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki “Arap Baharı” olarak adlandırılan halk ayaklanmaları ve müteakip siyasi gelişmeleri yorumlayan bir konuşma yapması uzun süredir bekleniyordu. Ülke içerisindeki muhtelif gruplar olayların başlangıcından beri Obama yönetimini kararsız ve tutarsız bir politika izlemekle eleştirdiler. Bu sebeple, Başkan’ın 19 Mayıs günü yaptığı konuşma, “Obama Doktrini”ni değilse bile vizyonunu oluşturmayı ve bölgeye yönelik Amerikan politikasının en azından kısa ve orta dönemli çerçevesini çizmeyi amaçladı. SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı* Seçim kampanyası sırasında “değişim” sloganı ile sadece Amerika’da ‘Yeni bir dünya’da tüm insanlıkla birlikte barış içinde bir arada yaşamayı öğrenmeliyiz. Obama’nın acı bir hatırlatması ile noktalayalım: değil dünyada da pekçok kişiyi etkilemeyi başaran Obama’nın, ABD’nin Ortadoğu politikasına ne derece yenilik getirebildiğini layıkıyla değerlendirebilmek için, öncelikle konuşmayı Amerikan dış politikasının genel çerçevesine oturtmak faydalı olacaktır. “Değişim Başkanı” 11 Eylül’den sonra, bölgede yaygın olan ve ABD karşıtı terörist hareketlere zemin hazırladığı düşünülen Amerikan düşmanlığının sebepleri arandığında iki temel gerekçe öne çıktı: ABD’nin İsrail’i kayırdığı düşünülen Filistin politikası ile Amerikan destekli otokratların ve kleptokrasilerin halkta yarattığı öfke ve hüsran. ABD yönetimlerinin Filistin meselesinde İsrail’i küstürmeden bölge ülkelerini memnun edecek, köklü bir adım atma olasılığı pek de bulunmadığından, nisbeten kolay görünen ikinci mesele üzerinde yoğunlaşıldı. Otoriter yönetimlerin (özellikle müttefik ülkelerde, tercihan denetimli bir şekilde) demokrasiye devşirilmesi sadece halkları sakinleştirmek ve radikalizmden uzaklaştırmakla kalmayacak, dolaylı olarak Amerikan güvenliğine de katkı sağlayacaktı. Üstelik bu stratejinin Amerikan siyasi kültüründe de sağlam dayanakları vardı. ABD’nin demokrasi ile insan hak ve özgürlükleri gibi değerlerin dünyaya yayılmasını sağlama misyonu olduğu fikri tarihsel olarak hem halk hem de elit HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 67 getiremeyen Obama, bu değerli fırsatı yeterince etkili bir şekilde kullanamamıştı. Mısır’da olayların başlangıcından sonra uzun süre Mübarek’i gözden çıkaramaması, Yemen ve Bahreyn’de göstericilerin maruz bırakıldığı şiddet konusunda sessiz kalması, Libya ile ilgili kararsız bir tutum sergilemesi, bölge halklarının Kahire konuşması sonrasında kendisine açtığı kredinin kalanının da silinmesine sebep oldu. Demokrasiyi destekleme sözü veren Obama’nın prensip olarak bütün ülkelerdeki ayaklanmalara aynı şekilde sahip çıkmaması, dost ve müttefik otokratları kayırıyor görünmesi hayal kırıklığı yarattı. Obama, İsrail tarafından bir önceki başkan Bush’un ABD’ni taahhüt altına soktuğu pozisyondan geri adım atmakla suçlandı. Netanyahu konuşmanın hemen ardından yayınladığı açıklamada, “savunulamaz” olarak gördüğü hattı reddetti ve Obama’dan 2004 yılında İsrail’e verilen taahhütleri teyit etmesini istedi. nezdinde geniş desteğe sahipti. 1990’lar ve 2000’li yıllar boyunca bu fikir gerek Neoconlar gerek liberal müdahaleciler tarafından değişik sebeplerle desteklendi. Bush yönetimi “demokrasi yayma misyonunu” gerektiğinde güç kullanarak yerine getirmeye çalıştı. Ancak “Irak’a demokrasi getirme hareketi” sebep olduğu bütün insani yıkımın yanısıra ABD açısından da hem maddi hem manevi yönden olağanüstü “masraflı” oldu. Sadece Cumhuriyetçilerin iktidarı kaybetmesine yol açmadı, ayrıca bölgede ve dünyada Amerikan karşıtlığını rekor düzeylere tırmandırarak onyıllardır özenle inşa edilen ve bu kez tamir edilmeye çalışılan “müşfik ve yumuşak güç Amerika” imajının daha da kötüleşmesi sonucunu doğurdu. Bu tecrübenin yarattığı hasarları gidermek amacıyla -seçilen veyola çıkan Obama’nın ilk icraatı bölge ülkelerine “yeni bir başlangıç” vaat ettiği Kahire’de El-Ezher Üniversitesi’nde yaptığı konuşma oldu. Ancak, bölge halklarının gönüllerini fethetmeye yönelik kamu diplomasisinin adımlarından biri olarak değerlendirilebilecek konuşmanın ardından “Değişim Başkanı” son iki yıldır dış politikada önemli değişikliklere imza at(a) madı ve söylemleri çoğunlukla retorik olarak kaldı. Bu sebeple, yeni başkanın bugüne kadarki karnesi, pek de çığır açıcı öğeler içermeyen konuşmada sinyali verilen değişimlerin gerçekleşmesi hususuna ihtiyati bir şerh koyarak yaklaşma- mızı gerektiriyor. Bu çerçevede değerlendireceğimiz konuşmanın iki önemli hedefinden söz etmek mümkün: Bölge ülkelerinde özgürlük ve daha fazla hak talep eden halk ayaklanmalarına destek ifadesi ve İsrail-Filistin barış görüşmelerinin devam edebilmesi için genel bir yol haritası sağlanması. Ortadoğu ve Demokrasi ABD’nin özellikle II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan dış politikasında çok önemli bir konum işgal eden Ortadoğu’daki ani dönüşümün dışında kalması zaten beklenmiyordu. “Arap Baharı” Amerika’nın güvenliğini Ortadoğu ülkelerini dönüştürerek sağlamaya çalışanlar için önemli bir fırsat teşkil etti. Bölge halklarına da Amerika’nın demokrasi retoriğinin ne derece samimi olduğunu sınama fırsatı verdi. Henüz geleneksel Amerikan politikalarını değişik araçlar kullanarak sürdürme dışında bir “değişim vizyonu” 68 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Bu bağlamda, Başkan konuşması ile ABD’nin Ortadoğu’da bölge halklarının aleyhine de olsa sadece kendi çıkarlarını korumayı amaçladığı inancını yıkmaya çalıştı. Obama İran’daki yönetimi antidemokratik olarak eleştirdikten sonra Amerika’nın inanılırlığını koruyabilmek için dostlarını da reform taleplerine karşılık vermeye çağırdı. Bu kapsamda, başından beri sessiz kalmakla suçlandığı, ABD 5. Filosuna ev sahipliği yapan önemli müttefik Bahreyn’deki olaylar konusunda, tutuklamaları ve acımasız güç kullanımını kınadı; hükümeti muhalefet ile diyaloga girmeye davet etti, Şii azınlığın dini hakları konusunda uyardı. Bahreyn ile ilgili olarak ABD’nin pek ileri gitmek istemediği anlaşılsa da, Obama’nın sözleri ilk ve o güne kadarki en sert çıkış olması açısından önem arz etti. Obama’nın bölgede Şiilerin güçlenmesinden Bahreyn gibi korkan Suudi Arabistan’dan ise bahsetmemesi dikkat çekici oldu. Krallığın uzun yıllardır ABD’nin bölge siyasetinin dayandığı temel direklerden biri olduğu bilinmekte. Ayrıca bunun ötesinde Suudi Arabistan petrol fiyatlarındaki ani bir yükselişi dengeleyebilecek ekstra üre- Obama İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesini talep etmek yerine sözkonusu sınırların temel alınacağı ancak uzlaşmayla değiştirileceği bir süreç önerdi. Bu açıdan, esas sorunun bir yandan 1967 sınırlarına atıfta bulunulurken diğer yandan İsrail’in son derece hassas olduğu “savunulabilir sınırlar” ve Yahudi yerleşimleri konularında garanti verilmemesinden kaynaklandığı düşünülebilinir. tim kapasitesine sahip tek ülke. Bu bağlamda, Obama’nın seçim öncesi dönemde Suudi Arabistan’da çıkacak bir karışıklığın yaratması muhtemel petrol fiyatı artışını ve Amerikan iç politikasına etkisini göze alamaması Suudi Krallığı’nı eleştiriden kaçınmasının esas sebebi olarak değerlendirilebilir. Yemen’de Başkan Salih’ten iktidar değişikliği konusundaki sözünü tutmasını isteyen Obama, Libya’da Kaddafi’nin gitmesi gerektiğini bir kez daha vurguladı; ancak Kaddafi sonrası Libya’nın yeni bir Irak olmaması için neler yapılması gerektiğine dair fikir beyan etmedi. Obama ayrıca Suriye yönetimine karşı tutumunu sertleştirdi. Konuşmasından bir gün önce Beşşar Esad ve altı Suriyeli üst düzey yönetici için şahsi ekonomik yaptırımlar yürürlüğe koyan Obama, Esad’ı eleştirse de talep edilen reformları HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 69 İsrail ve destekçileri şimdi Obama’nın nasıl olsa İsrail lobisi ve Kongre’deki Cumhuriyetçiler tarafından elinin kolunun bağlanacağını, 2012 başkanlık seçimi yaklaştıkça da Obama’nın Yahudi oylarını kaybetmeyi göze alamayarak İsrail konusundaki tutumunu yumuşatacağını bekliyorlar. Nitekim, Cumhuriyetçi Parti Utah Senatörü Orrin G. Hatch Kongre’nin Obama’nın İsrail politikasını reddetmesini sağlayacak bir karar tasarısını Senato’ya sunacağını açıkladı. yaptığı takdirde koltuğunda kalabileceği mesajını verdi. Washington Post yazarı ve önemli bir muhafazakar kanaat önderi olan Charles Krauthammer, Obama’nın Ortadoğu’da demokrasinin yayılması konusundaki taahhüdünü, aynı zamanda isim babası olduğu, Bush Doktrini’nin devamı olarak yorumladı. Yukarıda belirtildiği gibi, gerek Bush gerek Obama yönetimlerinin, sonuçta Batı/Amerikan yanlısı rejimler kurulması şartı ile bölgede demokrasinin yerleşmesini Amerikan çıkarları açısından olumlu görme noktasında birleştikleri söylenebilir. Bush 70 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 ile Obama arasındaki fark bölgeye yönelik genel Amerikan dış politikası amaçlarındaki ayrımdan ziyade kullanılan araçlarda yatmaktadır. Öyle ki, Obama konuşmasında (Libya’yı hariç tutarsak) demokratik dönüşümün müdahale ile değil sivil topluma destek ve ekonomik yardım gibi sivil araçlar ile sağlanacağının altını çizdi. Bu meyanda, Obama’nın demokrasi desteğinin en önemli parçasını “Araplar için Marshall Planı” olarak adlandırılan ekonomik yardım paketi teşkil etti. Plan çerçevesinde ABD’nin borçlarını silmeyi planladığı Mısır’a 2 milyar dolarlık katkı sağlanması öngörülmekte. Ancak kısa süre önce Kongre’de Cumhuriyetçilerle bütçe yüzünden yaşadığı ufak çaplı savaş hatırlanırsa, Başkan’ın öncelikle Cumhuriyetçi çoğunluğu ikna etmesi gerekeceği açık. Olası bir çekişmenin ilk işaretini, “ABD’nin kendi borçları varken Mısır’ın 1 milyar dolarlık borcunu affedemeyeceğini” söyleyen Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Florida Temsilcisi Ileana Ros-Lehtinen verdi. Filistin Sorunu Konuşmanın ikinci ayağını teşkil eden Filistin meselesi bölümünün yarattığı etki ise Amerikan dış politikasının en temel ikilemlerinden birini tekrar hatırlattı: kavganın iki tarafına aynı anda yaranılamayacağı. Obama, ne Filistinlileri ve destekçilerini ne de İsrail’i memnun edebildi. Nitekim hem İsrail Başbakanı Netanyahu hem de Hamas konuşmayı eleştirdi. Arap ve Müslüman dünyasından yorumcular konuşmayı tek yönlü ve riyakâr olarak nitelerken, Obama’nın 1967 sınırlarından bahsetmesi İsrail tarafında tepkilere yol açtı. Her ne kadar Obama’nın görüşlerini “yeterince Siyonist” bulanlar oldu ise de (Sever Plocker-Ynetnews yazarı), Başkan’ın sadece İsrail’e değil, dolaylı olarak ABD’ne de ihanet ettiğini (Caroline Glick- Jerusalem Post yardımcı editörü) düşünenler de mevcuttu. ABD’nde ise İftira ve İnkâra Karşı Mücadele Birliği (Anti-Defamation League) konuşmayı öven bir açıklama yayınlasa da, 2012 seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’den adaylığını koyması beklenen Mitt Romney ve bazı Cumhuriyetçi senatörler Obama’yı İsrail’in müzakere pozisyonunu zayıflatmakla suçladılar. İktidara geldiğinden beri Filistin meselesinde yol alamadığı için tenkit edilen Obama, esasen statükonun devam edemeyeceğini vurgulayarak tarafları anlaşma yapmaya zorladığı konuşmasında barış planının en genel hatlarını çizdi. Konuşmanın en fazla gürültü koparan bölümünü, nihai görüşmeler sonucunda kurulacak Filistin devleti ile İsrail’in sınırlarının 1967 savaşı öncesi sınırlar üzerinden yapılacak toprak takası sonucu belirlenmesi önerisi oluşturdu. Amerikan medyasının ezici çoğunluğu tarafından dış politikada önemli bir sapma sayılacak yeni bir teklif olarak nitelense de Obama kendisi ABD’nin en önemli İsrail lobisi AIPAC’ın (American Israel Public Affairs Committee) Pazar günkü toplantısında “teklifte özellikle orijinal birşey olmadığını” itiraf etti. Zaten The Atlantic’ten Jeffrey Goldberg’in hatırlattığı gibi, 1967 sınırları meselesi 2000’lerin başından beri gündemde. Obama yönetiminden ilk kez Hillary Clinton tarafından Şubat 2010’da Bahreyn gezisi sırasında dile getirilen 1967 sınırları, ya da diğer deyişle 1949 ateşkes hattı, meselesini bugün önemli kılan ise ilk kez görevdeki bir ABD başkanı tarafından bu kadar açık bir şekilde ortaya konması. Obama, İsrail tarafından bir önceki başkan Bush’un ABD’ni taahhüt altına soktuğu pozisyondan geri adım atmakla suçlandı. Netanyahu konuşmanın hemen ardından yayınladığı açıklamada, “savunulamaz” olarak gördüğü hattı reddetti ve Obama’dan 2004 yılında İsrail’e verilen taahhütleri teyit etmesini istedi. Bush 2004 yılında Başbakan Sharon’a yazdığı mektupta bölgedeki yeni gerçeklikler (new realities on the ground) (yani İsrail yerleşimleri) gözönüne alındığında sınırların tamamen 1949 ateşkes hattı üzerine kurulmasının gerçekçi olmadığını dile getirmiş ve gerçeklikleri yansıtan karşılıklı kabul edilecek değişiklikler sonucu çizilmesi gerektiğini vurgulamıştı. Obama’nın yaptığı konuşmanın farkı ise “takas”tan bahsetmesi ve “bölgedeki yeni gerçeklikler” ifadelerini kullanmamış olması. Oysa takas konusu da tek başına İsraillileri çok öfkelendirecek bir unsur değil. İsrail’e yakınlığı ile bilinen Washington Institute for Near East Policy isimli düşünce kuruluşu uzmanlarından David Makovsky’nin bir kaç ay önce yayınladığı raporda sınır anlaşmasına ulaşılabilmesi için muhtelif takas senaryoları teklif ediliyordu. Ayrıca Obama İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesini talep etmek yerine sözkonusu sınırların temel alınacağı ancak uzlaşmayla değiştirileceği bir süreç önerdi. Bu açıdan, esas sorunun bir yandan 1967 sınırlarına atıfta bulunulurken diğer yandan İsrail’in son derece hassas olduğu “savunulabilir sınırlar” ve Yahudi yerleşimleri konularında garanti verilmemesinden kaynaklandığı düşünülebilinir. Malum olduğu üzere, Obama 2009 yılında yerleşimler konusunda sert bir çıkış yaparak Batı Şeria’daki yerleşimlerin durdurulmasını istemiş ancak İsrail’e sözünü geçiremeyince geri adım atmak zorunda kalmış ve ilk dış politika yenilgisini yaşamıştı. Belki de bu sebeple, Başkan bu kez konuşmasında konunun üstünde durmamayı tercih etmiş göründü. Nitekim, haber ajanslarının bildirdiğine göre, Oba- ma konuşmasını yaptığı sıralarda İsrail Hükümeti Doğu Kudüs’ün Yahudi mahallelerinden Pisgat Ze’ev’de yeni bir inşaat projesini onayladı. Bundan başka, Obama’nın gelecekteki Filistin devletinin Ürdün ile ortak sınırı olacağını söylemesi Netanyahu’nun bu bölgede uzun vadede askeri varlığını sürdürme niyetine karşılık İsrail’in Ürdün Vadisi’nden çekilmesi talebi olarak yorumlandı. Öte yandan, konuşmanın İsraillileri memnun edecek bölümlerinin başında, Obama’nın Amerika’nın İsrail’in güvenliğinin sağlanmasına yönelik geleneksel kararlılığının altını şüpheye yer bırakmayacak şekilde tekrar çizmesi geldi. Bu çerçevede, Filistin’in silahtan arındırılmış bir devlet olacağı ve geçiş döneminin ancak Filistin yönetiminin terörizmi topraklarından silerek güvenliği etkin bir şekilde sağlayabildiğini ispatladıktan sonra gerçekleşeceğini ilan etmesi önemliydi. Obama’nın İsrail’in Yahudi, Filistin’in ise Filistinlilerin yurdu olacağını söyleyerek resmi kayıtlara göre sayıları 4.7 milyona ulaşan Filistinli göçmenin talep ettiği geri dönüş hakkının önünü kapattığı söylenebilir. Ancak bunu açık bir prensip şeklinde ifade etmemesi başta Netanyahu olmak üzere pek çok İsrailliyi huzursuz etmeye yetti. Başkan ayrıca Eylül ayında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’ndan Filistin devletini tanıyan bir karar çıkartmayı amaçlayan Filistinlileri bu tür çabalara karşı çıkacaklarına dair uyardı. Obama Hamas ve El-Fetih arasındaki anlaşmayı desteklemediklerini ise, Hamas, İsrail’in varoluş hakkını tanımayı reddettiği ve terörden vazgeçmediği sürece Filistin’in barış ve refaha kavuşamayacağını söyleyerek ortaya koydu. Sonuç Sonuç olarak, ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’ın istifasının da işaret ettiği gibi barış anlaşmasından oldukça uzak olduğumuz bu noktada, Obama uzun süredir kendisinden talep edileni yapmaya çalıştı: temel anlaşmazlık noktalarına ilişkin açık ve net bir Amerikan stratejisi belirlemek. ABD Başkanı Kudüs ve göçmenlerin durumu konularını sonraki aşamaya bırakıp, yerleşimler meselesini es geçmesine rağmen, sınırlar konusunda somut bir adım attı. Halihazırda gücünün sınırlarını bilse de, bölgedeki ayaklanmalar ve Hamas anlaşması ile daha da savunmacı bir pozisyon alıp içe dönen Netanyahu’ya ve İsrail’in önkoşulları reddetme yönündeki geleneksel politikasına bir nevi meydan okudu. Bir yandan da, kendi yoluna gitmeye hazırlanan Filistin tarafına masaya gelmeleri için bir teşvik sundu. Bugünkü İsrail hükümetinin Obama ile özellikle sıcak ilişkiler içinde olmadıkları ve Cumhuriyetçi bir yönetimi tercih ettikleri sır değil. Netanyahu’nun geçen yıl Mart ayındaki Washington ziyareti sırasında İsrail lobisine verdiği demeçler üzerine Beyaz Saray’ın Netanyahu’ya karşı tavır aldığı ve ikili görüşme sonrasında geleneklerin dışına çıkarak basına mutlu aile pozu vermeyi reddettiği hatırlardadır. İsrail ve destekçileri şimdi Obama’nın nasıl olsa İsrail lobisi ve Kongre’deki Cumhuriyetçiler tarafından elinin kolunun bağlanacağını, 2012 başkanlık seçimi yaklaştıkça da Obama’nın Yahudi oylarını kaybetmeyi göze alamayarak İsrail konusundaki tutumunu yumuşatacağını bekliyorlar. Nitekim, Cumhuriyetçi Parti Utah Senatörü Orrin G. Hatch Kongre’nin Obama’nın İsrail politikasını reddetmesini sağlayacak bir karar tasarısını Senato’ya sunacağını açıkladı. HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 71 Oysa Eylül ayındaki BM oylaması öncesinde Obama’nın İsrail’i barış konusunda zorlaması İsrail’e iyilik olarak görülmelidir. Aksi takdirde, ortada barış için bir yol haritası bile bulunmadığını gören üçüncü ülkelerin oylamada Filistin lehine oy kullanmaları İsrail’in hızla büyümekte olan yalnızlığını daha da artıracak, ABD’nin bile tek başına düzeltemeyeceği bir sonuç yaratacaktır. Oylama Amerikan yönetimini de zor durumda bırakacaktır. BM’de kullanılacak ‘hayır’ oyu, demokrasi ve çok taraflılık vurgusunu imzası haline getirmeye çalışan ve iki devletli çözümü desteklediğini söyleyen Obama’nın inanılırlığına daha fazla gölge düşürecektir. Konuşma genel olarak ele alındığında ise, yönetime yakın kaynakların ABD’nin Ortadoğu politikasını sıfırlayacağı ve yeniden inşa edeceğini (reset) ileri sürmelerine rağmen, bölge halklarının hafızasından Amerika’nın diktatörlere olan desteğine ilişkin anıları sil- mek için yeterli bir çaba değildi. Brookings uzmanlarından Shadi Hamid’in de belirttiği gibi, Obama yanlış politikalardan pişmanlık duyduklarını dile getirip bu politikaları değiştirme kararlılığını vurgulama şansını kullanamadı. Nihayetinde, söylenenlerin bölge halklarına sadece “laf-ı güzaf” olarak gelme ihtimali oldukça kuvvetli. Dost ve ortak ülkelere olan taahhütlerini yineleyen Obama’nın zaten temelde bu politikadan memnuniyetsizlik duyan bölge halklarının gönüllerini nasıl kazanacağı sorusu hâlâ cevap bekliyor. Ayrıca, Obama’nın demokrasiye destek sözünün ekonomik yardım dışında kalan boyutlarının pratikte ne şekilde hayat bulacağını bekleyip görmek gerekecek. Böylelikle, kasdedilen “herkes için demokrasi” mi yoksa “Amerikan çıkarları için demokrasi” mi öğrenme şansımız da olacak. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yrd. Doç. Dr.* Konuşma genel olarak ele alındığında ise, yönetime yakın kaynakların ABD’nin Ortadoğu politikasını sıfırlayacağı ve yeniden inşa edeceğini (reset) ileri sürmelerine rağmen, bölge halklarının hafızasından Amerika’nın diktatörlere olan desteğine ilişkin anıları silmek için yeterli bir çaba değildi. Brookings uzmanlarından Shadi Hamid’in de belirttiği gibi, Obama yanlış politikalardan pişmanlık duyduklarını dile getirip bu politikaları değiştirme kararlılığını vurgulama şansını kullanamadı. NATO’nun “Libya’ya Müdahale” Sorunu Fransa’nın ve İngiltere’nin Libya’ya yapılan askeri müdahalede ön plana çıkmalarının temel nedeni, bu ülkedeki toplumsal kargaşanın en fazla Avrupa ülkelerini etkileyecek olmasıdır. Her ne kadar Fransa yönetimi Libya’daki askeri güç kullanımını moral zeminlerde meşrulaştırmaya gayret etmişse de bu operasyonun arkasındaki güvenlik kaygıları gözardı edilemez. Tarık OĞUZLU* L ibya’da Kaddafi rejimine karşı başlatılan halk ayaklanmasına NATO’nun askeri operasyon düzenlenmesi uluslararası gündemi meşgul eden bir dizi sorunun sorulmasını da beraberinde getirdi. Bu kısa yazıda bu sorulardan kanımızca önemli olan ikisini cevaplamaya çalışacağız. Bu bağlamdaki ilk soru, NATO’nun müdahalesinin müttefikler arası ilişkilerin bundan böyle daha sorunsuz bir şekilde sürdürüleceğinin bir kanıtı olarak yorumlanıp yorumlanamayacağıdır. Bu sorunun açık cevabı ‘hayır’dır. Kasım 2010’da Lizbon’da kabul edilen NATO’nun yeni güvenlik belgesinde her ne kadar krizlere müdahale ve kriz yönetimi NATO’nun en önemli görevleri arasında sayılmışsa da, Libya krizi bize müt72 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 tefikler arasında bir görüş birliği olmadığını göstermektedir. En başta Amerika Birleşik Devletleri, Irak ve Afganistan tecrübelerinden sonra, insan hakları ihlallerinin yaşandığı yerlere eskisi kadar müdahil olmak istememektedir. Bu tarz müdahalelerin yüksek maliyetleri, sürelerinin uzunluğu, Amerika’nın yaşamakta olduğu ekonomik kriz ve Başkan Obama’nın Amerika’nın Irak savaşı sonrasındaki imajını düzeltme politikaları, bundan böyle Amerika’yı daha ihtiyatlı davranmaya sevk edecektir. Amerika’nın izlediği politika, ihtiyatlı olmayı önemseyen ‘beklegör’ politikasıdır. Harekâtın ilk safhasının tamamlanmasından sonra operasyonel komutanın NATO’ya geçmesini müttefikler arasında en fazla Amerika Birleşik Devletleri istemiştir. Ayrıca operasyonun kapsamının uçuşa yasak bölgenin denetlenmesi, silah ambargosunun karadan ve denizden tatbik edilmesi ve de insani yardımların düzenlenmesi olarak belirlenmesinde Amerika öncü bir rol oynamıştır. Görülmektedir ki Obama yönetimi Bush yönetiminin aksine NATO’nun bir savaş makinesi gibi hareket etmesini ve Batı’nın çıkarlarının başkalarına dayatılmasında kullanılmasını istememektedir. Bu bağlamda yapacağımız ikinci gözlem, NATO’nun önemli müttefiklerinden Almanya’nın bu operasyonu yetkilendiren 1973 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararına olumlu oy vermemesidir. Bu önemlidir, zira NATO’nun tarihinde ilk kez Almanya aynı anda hem Amerika Birleşik Devletleri hem İngiltere HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 73 NATO’nun Libya’da tek sesli hareket edememesinde ittifakın diğer üyelerinin tutumları da etkili olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’yi diğerlerinden daha fazla ön plana çıkaran faktör onun ittifak içersinde çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu tek üye olması, Türkiye ile Libya arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmişliği ve bu operasyonun son dönem Türk dış politikasının üzerine oturduğu temel prensiplerle çatışması riskidir. hem de Fransa ile ters düşmüştür. 2003 senesinde Almanya’nın ABD’nin Irak operasyonuna karşı gelmesinde bu operasyona aynı zamanda Fransa, Rusya ve Çin’in de karşı gelmeleri kolaylaştırıcı bir rol oynamıştı. Libya krizi göstermiştir ki Alman kamuoyu, ne NATO’nun ne de Alman silahlı kuvvetlerinin başka ülkelerdeki iç sorunların çözülmesinde kullanılmasını istememektedir. Bu anlamda Alman stratejik ve güvenlik kültürünün İngiltere ve Fransa’nın aksine gittikçe sivilleştiği ve askeri gücü değersizleştirdiği görülmektedir. Burada ilginç olan durum Almanya’nın Libya’daki tavrının son dönem Alman dış politikasındaki genel değişimi yansıtmakta olduğudur. Buna göre, Almanya’nın hem Avrupa Birliği hem de NATO’ya olan geleneksel bağlılığı azalmakta, Almanya Rusya ve Çin gibi yükselmekte olan güçlerle kurduğu 74 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 ikili ekonomik ilişkileri daha fazla önemsemekte, artmakta olan ekonomik gücüne paralel olarak AB içersindeki liderlik konumunu daha da pekiştirmeye çalışmakta, ulusal çıkarlarının gerçekleştirilmesinde askeri araçlardan çok ekonomik araçları önemsemektedir. Bırakın NATO’yu, Almanya’nın Avrupa Birliği’nin dış, savunma ve güvenlik politikaları alanlarında tek sesli hareket edebilen küresel bir aktöre dönüşmesini bile ne kadar istediği tartışmalıdır. Avrupa Birliği ve NATO üzerinden kendini Batı’ya entegre etmeye çalışan, Avrupalı olduğunu kanıtladığı ölçüde komşularını ürkütmeyeceğini varsayan, bu bağlamda Avrupa Birliği entegrasyon projesini gönüllü bir şekilde finanse eden Almanya, yavaş yavaş tarih sayfalarındaki yerini almaya başlamıştır. AB bölgesini sarsan son ekonomik kriz ve Libya krizi sırasında Almanya’nın izlediği politikalar pek ala bu şekilde yorumlanabilir. Almanya’nın aksine Fransa ve İngiltere’nin Libya krizi sırasında takındıkları tutum ise daha başka- dır. Bu iki ülke krizin askeri metotlarla çözülmesine, Kaddafi’nin zor kullanılarak iktidarı terk etmeye mecbur edilmesine, NATO operasyonunun kapsamının gerekirse şimdiki dar çerçevesinin dışına çıkılarak daha geniş yorumlanmasına ve bu operasyonlara Amerika’dan çok Avrupalı müttefiklerin liderlik etmesine destek vermektedirler. Fransa’nın yakın zaman önce NATO’nun askeri kanadına geri dönmesi, gene geçtiğimiz senenin sonlarına doğru İngiltere ve Fransa’nın ikili bir savunma anlaşması imzalaması ve bu iki ülkenin Avrupa Birliği’nin güçlü bir uluslararası aktör olarak hareket etmesini istemeleri bu bağlamda önemlidir. İngiltere ve Fransa, ulusal güçlerindeki göreceli azalmaya rağmen, hala çıkarlarını küresel ölçekte tanımlamaya devam eden ve bu çıkarların elde edilmesinde gerektiğinde güç kullanmaktan çekinmeyen iki ülkedir. Yaşadıkları ekonomik zorluklar ve halklarının askeri harcamaları eskisine nazaran tolere etmeyen yaklaşımları bu iki ülkeyi güvenlik ve savunma alanlarında daha yakın işbirliği yapmaya zorlamaktadır. Bu iki ülkenin de gördüğü şey, Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa içindeki ve çevresindeki gelişmelere eskisi kadar önem vermediği ve Avrupa’nın güvenliğinin sağlanmasını daha çok Avrupalı müttefiklere bırakmak istediğidir. Almanya, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu yöndeki taleplerine genelde tepkisiz kalmayı tercih ederken, Fransa ve İngiltere bu durumdan ürkmekte ve kendilerinin küresel ölçekte hareket edebilmelerin bundan böyle çok daha fazla ortak hareket etmelerine bağlı olduğunu düşünmektedirler. NATO’nun Libya’da tek sesli hareket edememesinde ittifakın diğer üyelerinin tutumları da etkili olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’yi diğerlerinden daha fazla ön plana çıkaran faktör onun ittifak içersinde çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu tek üye olması, Türkiye ile Libya arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmişliği ve bu operasyonun son dönem Türk dış politikasının üzerine oturduğu temel prensiplerle çatışması riskidir. Türkiye, 11 Eylül sonrası dünyada daha çok kimliğiyle önplana çıkan bir ülke olmuştur. Türkiye, farklı kimliksel ve medeniyetsel toplulukları birleştirebilecek, ‘farklılıklar içersinde birlikteliğin’ mümkün olabileceğini gösterebilecek ve Batı’nın radikal dini teröre karşı verdiği mücadelenin meşrulaştırılmasında rol oynayabilecek bir ülke olarak görülmüştür. Batı’yla olduğu kadar Müslüman Doğu ile de ilişkilerini geliştirmeye özen gösteren Türkiye bunu hem ekonomik hem de güvenlik çıkarlarına uygun görmektedir. Çok-boyutlu ve çok-taraflı Türk Dış Politikası hem Batı’nın küresel sistemdeki etkinliğinin azalması hem de iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin vizyonunun ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Bu anlayış, Türkiye’nin NATO’nun dönüşüm sürecinde daha eleştirel bir tutum almasını ve Türkiye’nin mümkün olduğu ölçüde bu dönüşümü şekillendirmesini gerekli kılmaktadır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun sıklıkla dile getirdiği ‘Türkiye NATO’nun bir nesnesi ve konusu değil bir öznesi ve sahibidir’ düsturu bu anlayışı yansıtmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında NATO’nun küresel ölçekte hareket eden bir savaş makinesine dönüşmemesi, Amerika’nın tek taraflı askeri müdahalelerine meşruiyet kazandıracak bir ‘Demokrasiler Ligi’ olmaması, NATO’nun operasyonlarının Türkiye’yi istenmeyen maceralara sürüklememesi, NATO’nun dönüşümünün Türkiye’nin komşularıyla geliştirmekte olduğu iyi ilişkileri tehlikeye atmaması ve NATO’nun vizyonunun Batı ile İslam dünyasını karşı karşıya getirmemesi gerekir. Türkiye’nin Libya krizi sırasında benimsediği eleştirel ve ihtiyatlı politika bu genel anlayışla uyumludur. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin hacmi de dikkate alındığında Gerek insani gerekçelerle gerekse de güvenlik kaygılarıyla düzenlenen askeri operasyonların çoğunun Batlı devletler tarafından yapıldığını dikkate aldığımızda bu devletlerin önümüzdeki yıllarda bu tarz operasyonlara daha az sıklıkla başvuracaklarını söyleyebiliriz. Bunun başlıca nedeni başta ABD olmak üzere, AB ülkelerinin çoğunun son yıllarda ciddi ekonomik krizler yaşamasıdır. Türkiye’nin neden ihtiyatlı davrandığı daha kolay anlaşılır. Krizin ilerleyen aşamalarında Türkiye’nin NATO’nun askeri müdahalesine yeşil ışık yakması, Akdeniz’deki silah ambargosunun denetlenmesine donanmasıyla katılması, insani yardım operasyonlarının düzenlenmesinde aktif rol oynaması ve Kaddafi’yi açıkça iktidarı bırakmaya davet etmesi yukarıda bahsettiğimiz anlayışla çelişmez. Önemli olan NATO’nun Libya operasyonlarının sınırlarının belirlenmesinde ki bunlar arasında Libya’ya kara birlikleri konuşlandırmak ve Kaddafi’yi zor kullanarak iktidardan uzaklaştırmak yoktur, Türkiye’nin oynadığı roldür. Bütün bu analizden çıkan sonuç, Libya operasyonu bağlamında NATO’nun tek sesli ve homojen bir ittifak olarak hareket etmekten oldukça uzak olduğudur. NATO’nun Libya’ya müdahalesi bağlamında sorulan bir diğer soru, bundan böyle insani gerekçelerle askeri müdahalelerde bir artış olup olmayacağıdır. Bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değilse HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 75 de, Birleşmiş Milletler’in NATO operasyonunu onaylayan kararında ‘responsibility to protect’ (koruma sorumluluğu) prensibine atıf yapmış olması manidardır. 2005 yılında Birleşmiş Milletler bu prensibi kabul etmiştir. Buna göre devletlerin yöneticileri vatandaşlarının temel ihtiyaçlarını, başta ekonomik refah ve güvenlik olmak üzere, sağladıkları müddetçe meşru kabul edileceklerdir. Bundan böyle rejimlerin sadece dışsal egemenlik kılıfının arkasına saklanıp ülke içersinde vatandaşlarına istedikleri gibi davranmaları zorlaşacaktır. Egemenliğin kazanılmasında içsel şartlar dışsal şartlardan çok daha önemli olmaya başlamaktadır. Eğer mevcut rejimler vatandaşlarının temel gereksinimlerine cevap veremezlerse ve de vatandaşlarına zulüm uygularlarsa, uluslararası toplum devreye girecektir. Diğer devletler tarafından egemen kabul edilmek ve Birleşmiş Milletler’e üye olmak egemenlik için yeterli olmayacaktır. Bu anlayışın ortaya çıkmasında hiç şüphesiz başka ülkelerde yaşananların diğer ülkelerin çıkarlarını ve güvenliklerini yakından ilgilendiremeye başlaması önemlidir. Küreselleşmenin de hızlandırdığı toplumlar arası geçişkenlikler, iç ve dış politika arasındaki geleneksel ayrımları sona erdirmektedir. Bundan böyle başka ülkelere yapılan insani yardım odaklı askeri müdahaleler salt ahlaki zeminde değil, aynı zamanda güvenlik çıkarları bağlamında da meşrulaştırılabilecektir. Hatta güvenlik odaklı meşrulaştırma çabaları daha sık gözlenebilir. Artık başka ülkelerde yaşayan insanların nasıl yaşadıklarıyla alakadar olmak, onların sıkıntılarını paylaşmak ve onların sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak sırf insanlık görevi olarak tanımlanamaz. Bu anlayış belki eskiden çok daha geçerliydi ama artık güvenlik temelli kaygılar ve olası müdahaleler daha fazla ön plana çıkacaktır. Fransa’nın ve İngiltere’nin Libya’ya 76 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 yapılan askeri müdahalede ön plana çıkmalarının temel nedeni, bu ülkedeki toplumsal kargaşanın en fazla Avrupa ülkelerini etkileyecek olmasıdır. Her ne kadar Fransa yönetimi Libya’daki askeri güç kullanımını moral zeminlerde meşrulaştırmaya gayret etmişse de bu operasyonun arkasındaki güvenlik kaygıları gözardı edilemez. Bundan sonra yapılması muhtemel askeri insani müdahaleler ahlaki değerlerle güvenlik çıkarları arasındaki ilişkiyi çok daha fazla yansıtacaktır. Tabii burada bir risk de vardır. Bazı devletler ahlaki sorumluluk zırhı arkasına saklanıp, bazı bölgelere tamamen kendi ulusal çıkarları doğrultusunda müdahale etmek isteyebilirler. ‘Responsibility to protect’ prensibinin tamamen çıkar odaklı müdahalelere zemin oluşturmaması için özenle ve dikkatle uygulanması gerekir. Bu tarz müdahaleleri gerektirecek şartların olabildiğince net bir şekilde tanımlanması doğru olur. Yukarıdaki analiz bundan böyle uluslararası toplumun Libya benzeri durumlarla karşılaşıldığında mutlaka müdahalede bulunacağı anlamına gelmez. Tam tersine, uluslararası toplumun böyle durumlarda ülke içi gelişmelerin netice vermesini bekleyeceği daha yüksek bir ihtimaldir. Nasıl meşrulaştırılırsa meşrulaştırılsın bundan böyle insani müdahale gerekçesiyle başka ülkelere askeri güç yollamak, hele Birleşmiş Milletler tarafından onaylanmamışsa, daha zor olacaktır. Bu tarz müdahalelere olan ihtiyacın artmakta oluşu bu tarz müdahalelerin daha sık ve daha kolay düzenleneceği anlamına gelmez. ABD’nin Afganistan ve Irak’ta yaşadıkları hem ABD’nin kendisi hem de diğer devletler açısından dersler içermektedir. Dışarıdan yapılan müdahaleler, uluslararası onanmışlıktan yoksunsa, salt askeri gücün kullanılmasına dayanıyorsa ve ülke içersindeki grupların çoğunluğu tarafından işgalci olarak değerlendiriliyorsa, büyük olasılıkla başarılı olamayacaklardır. Bu operasyonların bir de yapıldıkları ülkelerde demokrasinin yerleşmesine katkı vermek gibi amaçları varsa, daha başka kriterler de dikkate alınmalıdır. Örneğin, o ülkenin daha önceden herhangi bir demokratik yönetim tecrübesi yoksa, o ülkede çok-kültürlü, çok-dinli, çok-dilli ve çok-etnisiteli bir toplum yapısı varsa ve o ülkedeki kişi başına düşen gelir dünya ortalamasının çok altında ise, bu tarz operasyonların başarılı olmaları zor olacaktır. Ayrıca, şu ana kadar gerek insani gerekçelerle gerekse de güvenlik kaygılarıyla düzenlenen askeri operasyonların çoğunun Batlı devletler tarafından yapıldığını dikkate aldığımızda bu devletlerin önümüzdeki yıllarda bu tarz operasyonlara daha az sıklıkla başvuracaklarını söyleyebiliriz. Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi başta ABD olmak üzere, AB ülkelerinin çoğu son yıllarda ciddi ekonomik krizler yaşamaktadırlar. Bu tarz operasyonların yüksek maliyetleri ve uzun süreleri dikkate alındığında, Batılı ülke vatandaşlarının bu operasyonlara onay vermesi zorlaşacaktır. İkinci neden ‘yükselen güçler’ diye tarif ettiğimiz ülkeler grubunun neredeyse hepsinin klasik ulus-devlet egemenlik fikrine inanmaları ve bu tarz müdahalelerin devlet egemenliği fikrini erozyona uğratacağını düşünmeleridir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın kendilerinin çok-kültürlü ve çokkimlikli toplumsal yapılara sahip oldukları düşünülecek olursa, bu iki ülkenin Batı kaynaklı askeri operasyonları sınırlamak ve engellemek için çabalayacaklarını ileri sürmek zor olmayacaktır. Bu iki ülkenin temel endişesi günün birinde kendilerinin de bu tarz müdahalelere maruz kalmasıdır. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Dr.* İran’da “Radikal” Çekişme Tahran’da Ayetullah Hamenei ve Ahmedinejad arasında cereyan ettiği düşünülen siyasi çekişmenin arka planına bakıldığında İslamcı radikal muhafazakâr akımın içine düştüğü ayrışmanın ve birbirlerine karşı olan güvensizliğin çok daha derin bir anlam içerdiği görülmektedir. Kaan DİLEK* İ ran İslam Cumhuriyetinde önümüzdeki iki yıl içinde rejimin geleceğini belirleyici iki büyük seçimin yaşanması beklenirken İran’da iktidarı elinde bulunduran muhafazakar/ radikal siyasi gruplar arasında da büyük bir çekişmenin yaşandığı gözlemlenmektedir. İran’da “Yeşil Hareketi/ Conbeş-i Sebz” ve Ahmedinejad’ın siyasi/ekonomik taraftarları arasında büyük bir siyasal uçuruma neden olan, İran siyasi hayatında tartışmalara, çekişmelere ve neredeyse sokak savaşlarına dönüşen 2009 yılındaki tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçim süreci sancılarının bu kez İran’daki radikal ve muhafazakâr siyasi-dini gruplar arasına sirayet ettiği görülmektedir. Ahmedinejad ve ona yakın siyasi figür olarak İsfendiyar Rahim Meşai üzerinden yaşanan muhafazakârlar arasındaki siyasi/dini rekabet son bir ay içinde o kadar derinleşti ki dışarıdan bakan birisi başkent Tahran’da siyasal olarak tam bir kaos ortamının yaşandığını düşünebilir. Acaba gerçekten başkent Tahran’da büyük bir siyasal kaos mu yaşanmaktadır ya da bizim anlamadığımız bir siyasi oyun mu oynamaktadır?! İran’da yaşanan son birkaç aylık gelişmeleri takip ederek bu sorunun yanıtlarını bulmak neredeyse imkansızdır. Bu nedenle öncelikle İran’ın dini/siyasi ve siyasi/ekonomik dengelerinin çok iyi anlaşıl- ması gerekmektedir. 1 İran’da devrim sonrası oluşan siyasal yapının temel taşını Veliy-i Fakih sistemi oluşturmakta ve bu sistem siyasal hayata, iç ve dış politikaların oluşturulmasına yön vermektedir. Tüm bu gelişmelerin, politikaların oluşturulmasının bir kişiye (Ayetullah Hamenei) bağlı olduğunu ve tüm kararları dini liderin tam bir vukufiyetle aldığını düşünmek için de sadece güçlü bir inanışa sahip olmak gerekir. Yani dini liderin etrafında oluşan siyasi, dini, sosyal ve ekonomik grupların İran’da yaşanan gelişmeleri kendi inanç ve değerleri başta olmak üzere dünyevi çıkarları ekseninde belirlemeye çalıştıkları da bir gerçektir. HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 77 İran’ın maruz kaldığı ambargoların yansıtılandan çok daha fazla İran ekonomisini etkilediği ve İran’daki ekonomik ve sosyal dengelerin ciddi olarak sarsıldığı, mal ve üretim üzerindeki devlet desteği ya da sübvansiyonların kaldırılmasıyla oluşan büyük ekonomik sorunlar, enflasyon ve para politikalarında yaşanan sıkıntıların sorumlusunun dini lider olarak algılanmaması için de toplumda hızla itibar kaybeden Ahmedinejad’ın siyasi hedef seçildiği görülmektedir. İran’da Ayetullah Humeyni döneminde de bugün Tahran’da siyasi mahfillerin içinde bulunduğu duruma benzer siyasi ve dini çekişmeler yaşanmış, bazı siyasi/dini gruplar İran’ın politik arenasından silinmişti. Buna en iyi örnek olarak Ayetullah Muntezeri ve onun etrafında şekillenen siyasi/dini gruplarla, Beni Sadr’ın İran dini ve siyasi hayatından silinmeleri gösterilebilir. Tahran’da Ayetullah Hamenei ve Ahmedinejad arasında cereyan ettiği düşünülen siyasi çekişmenin arka planına bakıldığında İslamcı radikal muhafazakâr akımın içine düştüğü ayrışmanın ve birbirlerine karşı olan güvensizliğin çok daha derin bir anlam içerdiği görülmektedir. 78 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Tahran’da cereyan eden siyasi gelişmelerle ortaya çıkan siyasi tabloda, önceki döneminde Batı karşısında radikal çıkışlarıyla İran dini liderinin teveccühünü kazanan Ahmedinejad’ın siyasi hayatının sonuna yaklaştığı ve yaşanan gelişmelerle birlikte dini liderin teveccühünü kaybettiği okunabilir. Yine İran’ın maruz kaldığı ambargoların yansıtılandan çok daha fazla İran ekonomisini etkilediği ve İran’daki ekonomik ve sosyal dengelerin ciddi olarak sarsıldığı, mal ve üretim üzerindeki devlet desteği ya da sübvansiyonların kaldırılmasıyla oluşan büyük ekonomik sorunlar, enflasyon ve para politikalarında yaşanan sıkıntıların sorumlusunun dini lider olarak algılanmaması için de toplumda hızla itibar kaybeden Ahmedinejad’ın siyasi hedef seçildiği görülmektedir. Ayrıca, tüm siyasi tercihlerini Ahmedinejad ve ekibi üzerine kurarak İran siyasi hayatında yaşanan sarsıntılarla karşı karşıya kalan dini lidere “Dini lider Ahmedinejad ile arasına mesafe koymalı yoksa Ahmedinejad ile birlikte yok olabilir” telkinleri yapıldığı da gözlemlenmektedir. Ama Tahran’da siyasi mahfillerde tartışılan konular, siyasi ihtilafların çok daha derin olduğunu göstermektedir. Özellikle AB tarafından son olarak İran’a yönelik gerçekleştirilen yaptırımlarda halka şiddet uyguladığı ve en temel insan haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle 32 İranlı üst düzey yetkilinin kara listeye alınması ardından yaşanan tartışmalarda, Ahmedinejad ve ekibinin Batılı ülkelerle gizli görüşmeler içinde olduğu ve bazı pazarlıklar yaptığı ileri sürülmektedir. Zira AB tarafından kara listeye alınan isimlerin İranlı üst düzey siyasi şahsiyetler olduğu ama bu şahısların Ahmedinejad’a değil dini lider Ayetullah Hamenei’ye yakın isimlerden oluşması tartışmasına, bir önceki siyasi tartışma- ların odağı olan Dışişleri Bakanı Mutteki’nin alelacele bakanlıktan alınması, Ahmedinejad ekibinin Dışişleri Bakanlığını atlayarak bazı özel temsilciler aracılığıyla bölge ülkelerini ziyaret eden heyetler göndermesi, Meşai’nin içeriği İran’da belli bakanlıklarca bilinmesi gereken ama bilinmeyen bazı yurtdışı gezileri ve son olarak İran İstihbarat Bakanının görevinden alınma girişimiyle oluşan tartışmalar da eklenince dini liderlik ve Ahmedinejad arasında büyük bir güvensizlik ortamı yaşandığı hatta Ahmedinejad ve ekibinin dini lideri saf dışı bırakacak bir darbeye hazırlandığı söylentileri yanıt bekleyen çok ciddi tartışmalar olarak ortaya çıkmaktadır. Yine Devrim muhafızları tarafından desteklenen bir haber sitesi, Ahmedinejad ve ekibinin muhafazakâr akımdan muhtemel rakipleri, siyasi ve dini şahsiyetlerle ilgili bilgilerin yer aldığı İran İstihbarat Bakanlığının bazı belgelerini gizlice elde ettiklerini de iddia etmektedir. Bu tür gelişmelerden haberdar olan dini liderin desteklediği Ahmedinejad ve ekibinin kendisine ihanet etmekte olduğunu düşünmesi için birçok argüman ortaya çıkmış durumdayken Ayetullah Hamenei’nin otoritesini pekiştirmek ve dini liderlik makamının geleceğini garanti almak için Ahmedinejad ve ekibinin tasfiyesini başlatacak operasyona start verdiği düşünülmektedir. Tahran’da İslamcı radikal akım arasında yaşanan tüm bu gelişmeler, İran’ın devrim sonrası siyasi hayatında birçok kez yaşanmıştır. Ayetullah Muntezeri olayı dışında bizzat bugün dini lider olan Ayetullah Hamenei’nin cumhurbaşkanı olduğu dönemde devrim lideri Ayetullah Humeyni ile arasında bile siyasi ihtilaflar yaşanmıştır ve o dönemde Hamenei’nin siyasi hayatının sonuna geldiği dahi tartışılmıştır. Bugün Tahran’da siyasi mahfillerde tartışılan “Ayetullah Hamenei’nin, Mir Huseyn Musevi, Mehdi Kerrubi ve Haşimi Rafsancani’nin kendisine Ahmedinejad’ın yaptığı hataları yapmayacak şahsiyetler olduğunu düşünerek, bu devrim kadrolarının deneyimli ve toplumda karşılığı olan isimlere yakınlaşıp yakınlaşmayacağı” konusu İran’da rejimin sağlıklı bir değişim ve dönüşümüne evet denilip ya da denilmeyeceği gibi çok hassas bir eğilimin paradigmasını oluşturacaktır. Ama Tahran’da yaşanan tüm bu siyasi çalkantıdan büyük darbe alan en önemli kurum İran dini liderliğidir. Zira yaşanan gelişmeler, dini liderin siyasi eğilimleri ve tercihleriyle çok ciddi hatalar yaptığı tartışmalarını körüklemektedir. 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ahmedinejad’ı doğrudan destekleyen ve toplumda önemli bir kırılmaya neden olan dini liderin, Ahmedinejad ve ekibini desteklemekle büyük bir hata yaptığının ortaya çıkması, bazı İranlı reformistlerin dini lidere karşı olan muhalefetini güçlendirecektir. Tahran’da rejimin önemli isimleri arasında yaşanan bu ihtilaf ve çekişmeler, İran’daki muhalif gruplara da önemli bir fırsat sağlamaktadır. Toplumsal örgütlenmeleri için bir teneffüs gibi algılanacak bu radikaller arası çekişme ortamında en çok kazanan taraf İran toplumunda temiz siyaset, özgürlük, insan hakları, anayasal düzenlemeleri savunan gruplar olacaktır. Önce İran meclisinde ve kent konseylerinde etkinliğini artırmak isteyen rejimde akredite muhalefet cephesi, sonunda iki yıl sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimini kazanarak hükümet kurma planları yapmaktadır. Rejimin hassas dengelerine do1. kunmaktan kaçınan ve siyasi çekişmeler anında reformlar için geri adım atan reformistlerin, bu defa geri adım atacakları bir zemin kalmamıştır. Son dönemde Musevi, Kerrubi ve Rafsancani ile bu şahsiyetlerin ailelerine yapılan hakaret ve gözaltına almalar, siyasi zemini uzlaşı ortamından uzaklaştırmıştır. Aile mahremiyetinin, namus ve iffet meselesinin siyasi çekişmelere bulaşmış olması ister istemez reformist kanadı da radikalleştirecek psikolojik zemini hazırlamıştır. İran’da muhafazakâr ve reformist siyasi akımların zayıflatıldığı bir ortamda ülke içindeki güç sahibi olarak Ayetullah Hamenei ve onun çevresinde yer alan dar bir ekip, Tahran’ın iç ve dış politikasını yürütmeye çalışacaktır. Ama İran’da legal siyasi akımları dışarıda tutarak Ayetullah Hamenei’nin dar bir ekiple ülkeyi yönetmesi de çok zor görünmektedir. Önümüzde yıl yapılacak olan meclis seçimlerinde ortaya çıkacak meclis aritmetiği dini liderin iç politik duruşunu belirleyeceği gibi bu durum bir sonraki yıl gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçimlerini de yakından etkileyecektir. Sonuçta İran’da yaşanan siyasi ve sosyal gelişmeler, toplumu derinden etkilemekte ve İran toplumu büyük baskı ve çekişmelerin arasında klasik dengelerini her geçen gün kaybetmektedir. İran’da toplumu sağlıklı bir yapıya dönüştürecek, siyasi hayatın normale dönüşünü sağlayacak legal otorite olarak görülen dini liderin bunu başarıp başaramayacağı bu kez ciddi soru işaretlerini barındırmaktadır. SDE Ortadoğu Uzmanı* Ayrıntılar için bakınız: Stratejik Düşünce, Mart-2011 sayısı, s. 47-52; http://www.kaandilek.com/2011/02/iran%E2%80%99da%E2%80%9Cfitne%E2%80%9D-ve-politik-oyunlar/; http://www.kaandilek.com/2011/02/iran%E2%80%99da-kritik-bir-surec-mi-basliyor/ HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 79 bir tarihe erteleyerek aslında hiç de çözümden yana olmadığını bir kez daha gösterirken Genel Sekreter’in 11 Mayıs’ta yaptığı açıklamada Şam rejiminin BM yetkilileri ile iş birliği yapmaması ve insan hakları ihlallerine devam edilmesi sert bir dille eleştirilmiştir. Dünya Suriye’ye Nereden Bakıyor? Suriye’de var olabilecek bir istikrarsızlık Türkiye açısından güvenlik, politik ve ekonomik riskleri de beraberinde getirecektir. Olayların devam etmesi halinde Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı bir diğer sorun ise mülteci konusu olacaktır. Rejim değişikliğinin kanlı bir iktidar mücadelesi ile gerçekleşmesi sonrasında ülkedeki Hristiyanlardan Kürtlere ve Alevi Araplara kadar birçok kesim bir göç dalgası oluşturacaktır. Amine YAZICI* A rap Dünyası ve Kuzey Afrika’da esen değişim rüzgârı tüm dünyanın dikkatinin bu coğrafyaya yoğunlaşmasına neden olurken, bölgenin en önemli ülkelerinden biri olan Türkiye yaşanan gelişmeleri çok daha dikkatli izlemek ve doğru okumak durumundadır. Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı ve 800 kilometrelik sınırı ile komşusu Suriye’de yaşananlar belki diğer tüm ülkelerden daha fazla Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Demokratikleşme hareketlerinin en kanlı duraklarından biri olan Suriye’de yaklaşık iki buçuk aydır devam eden olaylarda, Başkan 80 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Esad’ın muhaliflere karşı uyguladığı sert tavrını her geçen gün artırması uluslararası bir tepkinin de oluşmasına neden olmuştur. 17 Mart’ta kitlesel eylemlerin başlamasıyla birlikte uluslararası kamuoyunda Suriye rejiminin olayları kontrol altına alıp alamayacağı tartışılmaya başlandı. BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, 22 Nisan’da yaptığı açıklamasında Suriye yönetiminin barışçıl gösterilere karşı tavrını kınamış ve şiddetin bir an evvel durması için bir çağrıda bulunmuştu. Ancak Genel Sekreterin açıklamasının ardından Suriye’de olayların daha da artması üzerine ABD, Fransa ve İngiltere konuyu BM Güvenlik Konseyinin gündemine getirilmeye ve güçlü bir kınama kararı çıkartılmasını isterken, Rusya ve Çin’in karşı duruşu böyle bir kararın alınmasını engellemiştir. Rusya’nın BM Daimi Temsilci Yardımcısı Alexander Pankin, Suriye’deki mevcut durumun uluslararası barış ve güvenlik için tehdit oluşturmadığını belirtmiştir. Olayların şiddetinin her geçen gün artması üzerine Ban Ki Moon Başer Esad’la telefonla görüşmüş ve olayların araştırılması için BM ile işbirliği yapması gerektiğini söylemiştir. Bu teklifi kabul eden Başkan Esad araştırmaları belirsiz BM konusunda istediğini alamayan AB ülkeleri, 6 Mayıs’ta göstericilere karşı sert önlemlere başvuran Suriye rejimine karşı bazı yaptırım kararları uygulama konusunda uzlaşmışlardır. 10 Mayıs 2011’de AB tarafından yayımlanan yaptırım kararları içinde doğrudan Suriye’ye silah ambargosunun uygulanmasının dışında ticaret yasağı da getirilmiştir. Bunların dışında doğrudan sivillerin öldürülmesinden sorumlu tuttukları 13 Suriye vatandaşlarının AB sınırları içindeki mal varlıklarının dondurulması, bu kişi ve onlara ait olan veya ortaklıkları bulunan şirketlerin, ticari varlıkların ve hesapların dondurulmasına ve doğrudan söz konusu kişilerin AB üyesi ülkelerine seyahatlerinin yasaklanması yönünde kapsamlı bir yaptırım kararı almıştır. Silah ambargosu, seyahat ve ticaret yasağının uygulanması sırasında AB ülke sınırları, AB vatandaşları, AB vatandaşlarına bağlı şirketler veya bunların içinde yer aldığı ti- cari ortaklıkları ve AB ülkelerinin kara, deniz ve hava sahaların kullanılmasına yasaklama getirilmiştir. Dolayısıyla Suriye’de etkin konumda bulunan 13 resmi görevlinin AB üyeleriyle ilişkili her hangi bir ticari ilişki veya AB üyesi ülkelerin hava sahalarını kullanması bile 9 Mayıs sonrası uygulamaya konulan yaptırım kararları ile yasaklanmıştır. Yaptırım uygulanan kişiler arasında Esad’ın kardeşi Mahir AlEsad, Genel İstihbarat Başkanı Ali Memluk, İçişleri Bakanı İbrahim El Chaar, Der’a’daki Siyasi İstihbarat Başkanı Atıf Necip, Beşşar Esad’ın kuzeni ve Genel İstihbarat Daire Başkanı Hafız Makhlouf, Siyasi Güvenlik Başkanı Muhammed Dib Zeitoun, Banyas’daki Siyasi Güvenlik Başkanı Amjad El Abbas, Beşşar Esad’ın bir diğer kuzeni Syriatel ve birçok ticari şirketin sahibi Rami Makhlouf, Askeri İstihbarat Başkanı Abdulfettah Kudsiyah, Hava Kuvvetleri İstihbarat Başkanı Cemil Hasan, Ordu İstihbarat Başkanı Rüstem Gazali, güvenlik güçlerinin dışında yapılandırılan ve Alevilerden oluştuğu ileri sürülen Şabiha güçleri üyesi Fawwaz Esad ve Münir Esad yer almaktadır1. Listenin içinde yer almayan ancak günden güne sınırları ve sabırları zorlayan Başkan Esad’ın her an 13 kişilik liste- Suriye’de yaşanabilecek bir iç savaş- mezhepler arası çatışma durumunda ise Türkiye için risk oldukça yüksektir. Rejimin yıkılması ve yerine güçlü bir merkezi otoritenin çıkmaması Türkiye’nin sınırlarında yeni bir Irak ile karşı karşıya kalması demek olacaktır. Böylesi bir durumda TürkiyeSuriye arasında son yıllarda tesis edilmiş olan ekonomik ve enerji işbirliği alanları zarar görecektir. ye dâhil edilebileceği beklenmektedir. Suriye Hükümeti yaptırım kararını kendi iç işlerine müdahale olarak nitelendirmiş ve kararı kınadığını belirtmiş, aynı zamanda bu kararın Suriye’nin istikrar ve güvenliğini sarsma, Suriye halkının olanak ve kararlarını hegemonya altına almayı hedeflediğini belirtilmiştir. Suriye’de tansiyonun giderek yükselmesi ve AB’nin yaptırım kararından on gün sonra Amerika Birleşik Devletleri’nden de bir yaptırım kararı geldi. ABD’nin yaptırım listesinde AB’ninkinden farklı olarak Başkan Esad ve iki İranlı üst düzey yönetici de yer alıyor. Esad’ı reformlara zorlamak için yapılan bu hamleler uzun vadede Başkan’ın işlerini zorlaştıracaktır. Bölgesinde yalnızca İran’dan destek gören Esad rejiminin akıbetini endişe ile bekleyen bir diğer ülke de İsrail kuşkusuz. İsrailli yöneticiler demokratikleşme hareketlerinden memnun olduklarına dair açıklamalar yapsalar da Suriye’de olası bir rejim değişikliği İsrailSuriye sınırının istikrarını riske sokabilir. Aynı zamanda Suriye’de HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 81 alternatif İslamcıların olması İsrail’i korkutan bir diğer risk olarak belirtilebilir. İsrail Suriye’de bir an evvel suların durulmasını ve kendi güvenliğini eskisi gibi tesis edebileceği mevcut statükonun devam etmesini istemektedir. Suriye’deki her gelişmeyi yakından takip eden Türkiye’nin konumu ise diğer tüm ülkelerden daha zor ve daha önemlidir. Suriye’de yaşanan olaylara ilişkin Türkiye Dışişleri Bakanlığının resmi açıklamasında, “Suriye’nin istikrarı ve halkının esenliğinin Türkiye için öncelikli olduğu, reform çabalarına destek vermeye hazır olunduğu, orantısız ve aşırı güç kullanımından kaçınılması gerektiği ve reform çalışmalarının kararlılıkla sürdürülmesi”2 uyarılarında bulunmuştur. Türkiye’nin Suriye’deki olaylara ilişkin resmi pozisyonunu yansıtan diğer açıklamalar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan gelmiştir. Erdoğan “Suriye’deki gelişmelere sessiz kalmalarının mümkün olmadığını, doğrudan Beşşar Esad ile birkaç kez görüştüğünü, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı Suriye’ye gönderdiğini ve Dışişleri Bakanlığı’nın 1. 2. 82 da süreci yakından takip ettiğini” belirtmiştir. İki ülke arasındaki 800 kilometreyi aşan sınıra ve akrabalık bağlarına vurgu yapan Başbakan, Suriye’deki gelişmelere sessiz kalmalarının mümkün olmadığını” söyleyerek Suriye’de yaşananların Türkiye için ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Yine Başbakan’ın “Suriye’de yaşananlar bizim iç meselemizdir” tarzındaki söylemleri Türkiye’nin Suriye karşısında konum belirlerken ne denli zorlanacağını göstermektedir. Suriye’de var olabilecek bir istikrarsızlık Türkiye açısından güvenlik, politik ve ekonomik riskleri de beraberinde getirecektir. Olayların devam etmesi halinde Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı bir diğer sorun ise mülteci konusu olacaktır. Rejim değişikliğinin kanlı bir iktidar mücadelesi ile gerçekleşmesi sonrasında ülkedeki Hristiyanlardan Kürtlere ve Alevi Araplara kadar birçok kesim bir göç dalgası oluşturacaktır. Bu durumda ise vize muafiyeti anlaşmasından sonra binlerce mültecinin Hatay’dan başlamak üzere sınır bölgesinden Türkiye’ye gelmesi muhtemeldir. İlk mülteci grubunun 29 Nisan’da Türkiye’ye kabul edilmesi bundan sonra gelecek olan Suriye vatandaşlarının da kabul edileceğini göstermiştir. Suriye’de yaşanabilecek bir iç savaş- mezhepler arası çatışma durumunda ise Türkiye için risk oldukça yüksektir. Rejimin yıkılması ve yerine güçlü bir merkezi otoritenin çıkmaması Türkiye’nin sınırlarında yeni bir Irak ile karşı karşıya kalması demek olacaktır. Böylesi bir durumda Türkiye- Suriye arasında son yıllarda tesis edilmiş olan ekonomik ve enerji işbirliği alanları zarar görecektir. Ancak Suriye’nin uzun vadede istikrarı demokratik olarak sağlaması durumunda, Türkiye ile daha fazla yakınlaşması işbirliği alanlarını genişletmesi ve iki ülkenin uluslararası alanda ortak politikalar yürütmesi kuvvetle muhtemeldir. Son olarak, Suriye’de olayların seyrinin kansız ve demokratik bir şekle evirilmesini en kısa zamanda Suriye halkı için olumlu sonuçlar getirecek şekilde sonlanmasını umut ediyoruz. SDE Asistanı* Suriye’de İktidar Mücadelesi, Uluslararası Toplumun Tepkisi Ve Türkiye’nin Konumu s.22 http://www.orsam.org.tr/tr/raporgoster.aspx?ID=1875 Suriye’de 22 Nisan tarihinde yaşanan olaylar hakkında, http://www.mfa.gov.tr/no_111_-23-nisan-2011_-suriye_de-22-nisan-tarihinde-yasananolaylar-hakkinda.tr.mfa STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Selefi Akımın Temel Çizgileri Üzerine Bir Değerlendirme Aşırılık ve terörün asıl sorumluları, silah şirketlerinin dümen suyuna girerek insanlar ve ülkeler arasında çatışma ve savaş alanları yaratanlar, tefeciliği ve sömürüyü politikalarının merkezine yerleştirenler, kuvvetine mağrurlanarak ülkeler ve milletler üzerinde haksız hakimiyet kuranlar, dünyanın gözüne bakarak zulüm ve işgallere devam edenlerdir. Bu şekilde sahne gerisinde aşırılık ve radikalizm ortamının yaratılmasında rol alanlardır. Talip ÖZDEŞ* D eğişik münasebetlerle daha çok akademik platformlarda üzerinde konuşulup müzakereler yapılan Selefilik konusu, özellikle 11 Eylül’de New York’taki ikiz kulelere ve Pentagon’a yapılan saldırıların ardından belirli merkezler tarafından Üsame bin Ladin, El-Kaide ve Taliban üzerinden terörle ilişkilendirilerek dünya gündemine getirilmiştir. Aynı konu son günlerde Arap ve İslam dünyasında değişim ve dönüşüm yönünde meydana gelen olaylarla, halk kitlelerinin, İslami cemaat ve grupların totali- ter yönetimler ve monarşik yapılar karşısında ortaya koydukları gösteriler, protesto yürüyüş ve mitingleri ile bağlantılı olarak da gündeme getirilmektedir. Arap ve İslam dünyasının birçok yerinde gündem konusu haline gelen Selefilik kavramı, bizim ülkemizde ilahiyat çevreleri ve akıma ilgi duyan çevreler dışarıda tutulursa, gerek entelektüeller gerekse geniş halk kitleleri nezdinde fazla bilindik bir şey değildir. Daha sonra gelenler anlamındaki “halef” kelimesine karşıt olarak geçmişte yapılan şey, eylem veya örnek alınıp kendilerine müracaat edilen kimseler anlamına kullanılan “selef” kelimesi, İslami literatürde örnek alınmaları bakımından önceki nesillere atfen kullanılır. Selef’le daha çok Hz. Peygamber’in Sahabesi, Tabiûn ve Tebe-i Tabiîn kastedilir. Çünkü Sahabe, Tabiûn ve onları takip edenler Hz. Peygamber’in “En hayırlı asır (nesil) benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onların ardından gelenlerdir…” mealindeki hadisinin1 gereğince Müslümanlar tarafından örnek alınmaları gereHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 83 ken birbirini takip eden üç önemli kuşağı oluştururlar. Özellikle Sahabe nesli, zaman yönünden Hz. Peygamber’e yakın olmasıyla, ilahi vahyin gelişine şahit olmasıyla, Hz. Peygamber’in tedrisinden geçerek İslam’ın gerektirdiği imani ve ahlaki güzellikleri temsil etmesiyle “selef-i salihin” olarak anılmayı hak etmiştir. Bundan dolayı, selefin daha sonra gelen Müslüman kuşaklar tarafından örnek alınması, fikir ve eylem planında ortaya çıkan durum ve gelişmeler için referans noktası oluşturması en normal şeydir. Genelde içtihat ve istinbat faaliyetinde bulunan ilim adamları, otantik bir kaynağa bağlanma noktasında prensip olarak Kur’an ve Sünnet’i esas almışlar, ortaya koydukları fikir ve içtihatları teyit için selefi referans gösterme yönüne gitmişlerdir. Ancak selefle Selefilik aynı şeyler değildir. Selefilik, dini konularda selefi referans almanın, onların Hz. Peygamber’den duyup gördükleri söz ve durumlara, yorum ve içtihatlarına muttali olmanın ötesinde, ortaya çıkan yeni durumlarla ilgili olarak onları bidat olarak görmeyi, geçmişe mutlak otorite olarak bağlanmayı ve onu aynen yaşamayı amaçlayan bir duruşu ifade eder. Söz konuşu duruşun bireysel olmaktan çıkarak belirli ilkeler üzerine oturan bir akım hale gelmesi zaman içerisinde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber’in 632’de vefatını müteakiben halifeler ve daha sonraki Emeviler döneminde İslam’ın hızlı bir şekilde farklı coğrafyalara yayılması, farklı din ve kültürlere mensup kişi ve toplulukların İslam’a girerken kendi kültürlerini, anlayışlarını, adet ve geleneklerini de İslam’a taşımaları, daha önce şahit olunmayan yeni görüş ve durumların ortaya çıkmasına, hızlı bir değişim ve dönüşüm sürecinin yaşanmasına neden olmuştur. Bu değişim karşısında herkes aynı tavrı sergilememiştir. Örneğin Ebu 84 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 mümkündür.2 Zerr (ö. 32/652) ve Enes b. Malik (ö. 90/709) gibi bazı sahabiler bu gelişmelere karşısında dini ve ahlaki değerlerin dejenere olmasına, Hz. Peygamber döneminin ruhuna, yaşayış ve adetine aykırı gördükleri için Müslümanların (özellikle yöneticilerin) lüks ve saltanata yönelmelerine ciddi şekilde karşı çıkmışlardır. Dört Halife döneminden itibaren, Özellikle Üçüncü Halife Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslüman toplumda ortaya çıkan siyasi ihtilaflar, “fitne hareketleri” adı verilen karışıklıklar, Hz. Ali’nin şehit edilmesi, Kerbela olayı ve sonrası gelişmeler, bütün bunların tetiklediği fikri, itikadi ve mezhebi ayrılıklar, daha sonraki dönemlerde Yunan felsefesinin, batıni-tasavvufi yorumların etkisiyle dinin özünden uzaklaşmalar Müslümanlar arasında geçmişe duyulan özlemi artırmış, selefi eğilim ve damarın güçlenmesine neden olmuştur. Ayrıca Hayri Kırbaşoğlu’nun da ifade ettiği gibi hangi mezhebe veya akıma mensup olursa olsun, İslami literatürün tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf başta olmak üzere her türünde eser veren müelliflerin daima kendilerinden önceki otoritelerin (selefin) görüşlerini dikkate alma ihtiyacını hissettiklerini gösteren sayısız örnekler bulmak mümkündür. Nitekim kendileri selefi akıma mensup olmayan Tahâvî (ö. 321/933), Eş´arî (ö. 324/935), İbnu’s-Salah (ö. 463/1070), Suyûtî (ö. 911/1505), Şevkânî (ö. 1255/1839) gibi kimselerin eserlerinde selefi eğilimi çağrıştıran birçok ifade ve yorumları bulmak Mezhep olmaktan ziyade bir akım olan Selefiliğin ortaya çıkıp teşekkül etmesi hemen olmamıştır. Sahabe, Tabiûn ve Tebe-i Tabiîn dönemlerinden sonra gelen süre içerisinde bir tavır olarak ortaya çıkmış, gelişimi zamanla gerçekleşmiştir. Bu noktada Selefiye ile Ehl-i Hadis arasında yakın bir ilişki söz konusudur. İbn Hanbel (ö. 241/855) Selefiliğin öncüsü kabul edilebilir. Selefiliğin daha çok Hanbeliler ve Ehl-i Hadis taraftarları arasında yaygın olması bununla bağlantılıdır. Dârimî (ö. 255/869), Berbehârî (ö. 329/940), Beyhakî (ö. 458/1066), İbnu’lCevzî (ö. 597/1201), İbnu Teymiyye (ö. 728/1327), İbn Kayyım el-Cevziyye (ö. 741/1350), Birgivi (ö. 981/1573) Selefi çizgiyi temsil eden meşhur alimlerden bazılarıdır. Kendisine Vahhabiliğin nisbet edildiği “Şeyh-i Necdî” lakaplı Muhammed bin Abdilvehhab (ö. 1206/1791) Selefi fikirleriyle Necid bölgesinde etkili olmuş, Suud rejiminin teşekkülünde önemli rol oynamıştır. Yine Muhammed Abduh (ö. 1323/1905) ve öğrencisi Reşit Rıza (ö. 1354/1935, Hasan el-Bennâ (ö. 1368/1949), Seyyid Kutub (ö. 1386/1966), Ebu’l-A´lâ el-Mevdudî (ö. 1399/1979), Muhammed Nasıruddin el- Elbânî (ö. 1420/1999) gibi alimler, yaşadıkları dönem ve ortamlarda bu çizgiyi devam ettiren, entelektüel anlamda İslam tefekkürü ve İslami hareketler üzerinde ciddi etkileri olan önemli şahsiyetler olmuşlardır. Selefilik akımı günümüzde de yenilikçi İslam düşüncesi içerisinde bir şekilde varlığını devam ettirmektedir. Yukarıda isimleri zikredilen şahsiyetlerin hepsinin İslam’la ilgili her konuda aynı fikirde olduklarını, aynı siyasi kanaatleri paylaştıklarını iddia etmek elbette ki tutarlı olmaz. Ancak Kırbaşoğlu’nun da işaret ettiği gibi gerek klasik ge- rekse çağdaş olsun Selefiye çizgisinde yer alan şahısların büyük ölçüde ortak bir zihniyeti, ortak bir epistemolojik ve metodolojik tavrı temsil ettikleri görülmektedir. Bu tavır kendisini özellikle Kur’an’ın müteşabih ayetlerini sorgulamama, sorgulayıcı ve eleştirel mantıktan olabildiğince kaçınma, asr-ı saadete (altın devire) dönüş özlemi, Kur’an ve Sünnet’e doğrudan dönüş, bu kaynakların verdiği bilgilerin kendi kendine yeterliliğinin savunulması ve mutlaklaştırılması, bunların dışındaki her türlü yeniliğin bidat olarak damgalanıp reddedilmesi, dine sonradan eklendiği iddia edilen bidat ve hurafelerle mücadelenin öncelik kazanması, Kur’an ve Sünnet nassları dışında yabancı kaynaklardan beslenen felsefe, mantık, kelam, tasavvuf ve İslam felsefesi gibi disiplinlerin yabancı kaynaklı olduğu veya yabancı unsurları bünyesinde taşıdığı gerekçesiyle reddedilmesi gibi noktalarda kendisini hissettirmektedir.3 Tevhid akidesinin korunması ve şirkten kaçınma konusunda son derece hassas olan Selefilik, özellikle Allah’ın isim ve sıfatları ile ilgili Kur’an’da geçen müteşabih ayetlerin tevil edilmesine karşıdır. Aynı zamanda kabir ziyaretinde sergilenen bidat ve hurafelerin ortadan kaldırılması, duanın yalnızca Allah’a yapılarak ölülerden, tılsım ve muskalardan medet umulması gibi şirke götüren durumlardan kaçınılması, şirk, namazın terk edilmesi ve irtidat durumları hariç hiçbir Müslüman’ın tekfir edilmemesi; müminlerin ahirette Allah’ı keyfiyetsiz olarak görecekleri; Kur’an’ın mahluk olmadığı, Kıyametin alametleri olarak Mehdi ve Deccal’in geleceğine, Hz. İsa’nın ineceğine dair hadis ve haberlerin sahih kabul edilip inanılması Selefilik akımının ana çizgilerini oluşturan konulardır.4 Kur’an ve Sünnet nasslarını tevile Arap dünyasını etkisi altına alan demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesine yönelik değişim ve dönüşüm rüzgarları yüz binlerce insanı sokaklara dökerken, Mısır’daki İhvan-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler) hareketi adına beyanat veren kimselerin Üsame bin Ladin’in ve ElKaide’nin İslamiyet’i temsil etmediğini ifade etmesi, totaliter yönetime karşı çıkarken farklı din, kültür ve görüşlere sahip grup ve cemaatlerin temsilcileriyle birarada aynı safta yer almaları dikkat çekmiştir. yanaşmayan, onların zahirleriyle yetinmeyi tercih ederek nasslara tamamen lafzi bir yaklaşım sergileyen bu akım, bir taraftan Müslümanları dinin asli kaynakları olarak Kur’an ve Sünnet’e yönlendirme, bidat ve hurafelerden uzaklaştırma, namaz, oruç, zekat ve hac gibi amellere teşvik etme noktasında önemli katkılarda bulunurken, diğer taraftan dini anlama ve hükümlerin hikmetlerini kavrama noktasında sorgulayıcı ve entelektüel yaklaşımın karşısında yer almasıyla geriliği davet eden menfi bir duruş sergilemiştir. Selefi yönelişte ayetin/ayetlerin ne demek istediğini anlamak yerine ne dediğinin öğrenilmesi öne çıkmaktadır. Ayrıca hadislerin, Sahabe ve Tabiûn’dan gelen rivayetleHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 85 Bir kısım Selefiler ve Ehl-i Hadis taraftarları arasında doğrudan Kur’an ve Sünnet’e dönme iddiasıyla insanlığın felsefe, bilim ve tefekkür alanında geliştirdiği tecrübelere yabancı kaynaklı olmaları nedeniyle kapıların kapatılarak Kur’an ve Sünnet’in her konuda yeterli olacağı inancı önemli tıkanma noktalarından birini oluşturmaktadır. rin de Kur’an gibi mutlak telakki edilerek Kur’an’la aynı seviyeye getirilmesi, hatta birçok konuda vahyin ruhuna, hikmetlerine ve bütünlüğüne aykırı düşecek şekilde onların Kur’an’a hükmediyor hale getirilmesi dini algılama ve anlama noktasında ciddi problemlere sebep olmaktadır. Nasslara parçacı ve nesihçi yaklaşım Selefi metodolojinin öne çıkan özellikleri arasında gözükmektedir. Yine bir kısım Selefiler ve Ehl-i Hadis taraftarları arasında doğrudan Kur’an ve Sünnet’e dönme iddiasıyla insanlığın felsefe, bilim ve tefekkür alanında geliştirdiği tecrübelere yabancı kaynaklı olmaları nedeniyle kapıların kapatılarak Kur’an ve Sünnet’in her konuda yeterli olacağı inancı önemli tıkanma noktalarından birini oluşturmaktadır. Söz konusu inanç, gelişen çağa ayak uydurma, yeni 86 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 ortaya çıkan durumlar, örneğin siyaset ve hukuk sistemlerin ortaya çıkardığı problemler karşısında insanlığın geliştirdiği tecrübe ve birikimden istifade ile Kur’an ve sahih Sünnet’in ruhuna uygun çözümler getirilmesi, projeler oluşturulması konularında yetersizliği beraberinde getirmektedir. Asr-ı Saadet’te olmayan yeni durumların ortaya çıkmasıyla ilgili olarak neyin bid´at, neyin bid’at olmadığı konusu Selefiye’de netlik kazanmış gözükmemektedir. Bu konunun değerlendirilmesi, ayrı bir makalenin konusu olacak kadar farklı boyutlara sahiptir. Selefi akımda görüşlerine ters düşerek veya farklılaşarak şirke düştüğü kabul edilen kimselerden teberri etmek (onlardan berî olmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesmek, fikirlerine kıymet vermemek) şeklinde ortaya çıkan tavır, Müslümanların kardeşliğini, birbirleriyle olan alakalarını kesmemeyi vurgulayan ayet ve hadisler açısından analiz edilip incelenmesini, hikmete uygun olup olmadığının araştırılmasını gerektiren bir konudur. 1970’li yıllarda Mısır, Suriye ve Irak’taki Nasırcı ve Basçı rejimlerin baskısından kaçanlara Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın (Ö. 1975) kapı açması sonucu bu kişilerin Şeriat fakültelerinde veya da Rabıta benzeri kurumların bünyesinde istihdam edilmeleri geleneksel Vahhabilik’le siyasi İslamcılığın izdivacına neden olmuş, “Cihadî Selefiye” isimli farklı bir Selefi zihniyetin oluşumunu beraberinde getirmiştir. Klasik Selefiye akideye önem verirken, ortaya çıkan bu yeni zihniyet aktiviteye önem vermiştir. Monarşirk ve oligarşik eğilimlere yakın klasik Selefiye, prensip olarak namaz kıldığı müddetçe yönetime ve devlet başkanına itaat etmeyi öne çıkarırken, Cihadi Selefiye Ortadoğu’daki dini uyanışın önünde en büyük engel olarak Arap monarşilerini ve ant-i demokratik çekmiştir. Son on yıldır İslam dünyası ağırlıklı olmak üzere dünyada yaşanan gelişmelerin ve ortaya çıkan yeni durumların ışığında Arap ve İslam dünyasının fikir ve aksiyon alanında özünü ve değerlerini yitirmeden birçok dönüşüm ve değişmelere sahne olacağı düşünülebilir. yönetimleri görür, adalet, katılımcılık ve özgürlük kavramlarına ayrı önem verir. Ancak şirkle ilişkilendirilerek İslam açısından menfi bir konuma itilen demokrasiye karşı tavır alınırken, sözkonusu monarşiler karşısında nasıl bir siyasal sistemin talep edildiği konusu netlik kazanmış değildir. Klasik Selefiye tevhid, şirk, bid’at, kabir, namaz, hac, peçe, sakal gibi konular üzerine yoğunlaşırken, İnanç ve düşünce sisteminde Müşriklerle, Yahudilerle, Haçlılarla, ABD ve Siyonizm’le mücadeleye öncelik veren cihadi yönelim 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren Üsame bin Ladin’le birlikte aşırılığa doğru bir savrulma yaşamış, Suudi yanlısı Selefilerle ciddi bir farklılaşma sürecine girmiştir. Ayrıca “cihadi” diye bilinen kesimin arasında da Üsame bin Ladin’in cihad yöntemlerini onaylamayan etkili bir çevre ortaya çıkmış, her kesimin alimleri ve taraftarları verdikleri fetvalarla kendilerine mahsus görüşleri meş- rulaştırma gayreti içerisine girmişlerdir. Bu tartışmalar kısıtlamalar nedeniyle Suud ülkesinde fazla yankı bulmamış olsa bile, Mısır, Ürdün, Kuveyt gibi ülkelerde, ABD ve Avrupa’daki Selefi teşkilatlar içerisinde yankı bulmuştur.5 Bu bağlamda Arap dünyasını etkisi altına alan demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesine yönelik değişim ve dönüşüm rüzgarları yüz binlerce insanı sokaklara dökerken, Mısır’daki İhvan-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler) hareketi adına beyanat veren kimselerin Üsame bin Ladin’in ve El-Kaide’nin İslamiyet’i temsil etmediğini ifade etmesi, totaliter yönetime karşı çıkarken farklı din, kültür ve görüşlere sahip grup ve cemaatlerin temsilcileriyle birarada aynı safta yer almaları dikkat 1. 2. 3. 4. 5. ABD işgaliyle beraber Afganistan, Irak ve Filistin’de yaşanan insanlık dramı için Üsame bin Ladin ve taraftarlarını günah keçisi haline getirmek, terör olarak yapılan şaibeli eylemleri sorgulamaksızın tamamen ona fatura etmek, dünyada aşırılıkların, savaş ve terörün zeminini ortadan kaldırmak için yeterli değildir. Aşırılık ve terörün asıl sorumluları, silah şirketlerinin dümen suyuna girerek insanlar ve ülkeler arasında çatışma ve savaş alanları yaratanlar, tefeciliği ve sömürüyü politikalarının merkezine yerleştirenler, kuvvetine mağrurlanarak ülkeler ve milletler üzerinde haksız hakimiyet kuranlar, dünyanın gözüne bakarak zulüm ve işgallere devam edenlerdir. Bu şekilde sahne gerisinde aşırılık ve radikalizm ortamının yaratılmasında rol alanlardır. Her şeye rağmen adaletin, ahlakın, iyilik ve güzelliklerin, evrensel değerlerin hakim olduğu daha iyi bir dünyanın yaratılmasında Allah’ın bütün insanlığa hidayet için gönderdiği Kur’an’a iman eden, âlemlere rahmet olarak gönderilen o büyük Peygamber’e ümmet olma durumundaki Müslümanlar üzerine düşen büyük sorumluluklar vardır. Irki, etnik, mezhebi, fikri ve siyasi ayrılıklara rağmen Müslümanlar arasında gerçek kardeşliğin, ittifakların, yardımlaşma ve dayanışmanın tesis edilmesi, iyi niyete dayalı ilişkilerin geliştirilmesi, birbirlerinin tecrübelerinden istifade ile her alanda müspet gelişmelerin yolunun açılması, meydana gelebilecek ihtilaf ve çekişmelerin, hataların, yanlış anlamaların yapıcı bir yaklaşım ve üslupla giderilmeye çalışılması bu sorumlulukların başında gelmektedir. SDE Uzmanı, Prof. Dr.* Bk. Buhari, Sahih, Şehâdât 9, Fedâilu Ashâbi’n-Nebi 1, Rikâk 7, İman 10, 27; Tirmizi, Sünen, Fiten 45, Şehâdât 4, Menâkib 56; İbn Mâce, Sünen, Ahkâm 27; İbn Hanbel, Müsned, I/378, 417, 434. Bk. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, “Maziden Atiye Selefi Düşünce’nin Anatomisi”, İslâmiyât, C. X, Sayı: 1, Ocak-Mart 2007, s. 142-143. Bk. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 144. Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Salih Özer, “Biz Artık O Sapkınlardan Değiliz”: Selefilerin Selefilerden Teberrileri Üzerine Değerlendirmeler”, İslâmiyât, C. X, Sayı: 1, Ocak-Mart 2007, s. 61-74. Bu konuda detaylı bilgi için bk. Salih Özer, a.g.m., s. 59-61. HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 87 sistemini oluşturmak zorundadır. Demokratik AB’nin Aktörleri: Ulusal Parlamentolar Üye devletlerden herhangi birinin ulusal parlamentosu, Kurucu Antlaşmalarda değişiklik yapan herhangi bir Avrupa Antlaşması’nın yürürlüğe girmesine engel olabilir. Dolayısıyla, Avrupa entegrasyonunun başlangıcından itibaren, ulusal parlamentolar entegrasyon sürecinin önemli aktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dilek YİĞİT* A vrupa Birliği’ne (AB) atfedilen “demokrasi açığı” sorununun çözümüne ilişkin atılan her adımın merkezinde Avrupa Parlamentosu (AP) yer almaktadır. Bu durumun nedeni, sözde “demokrasi açığı”nın, üyeleri doğrudan Avrupa halkları tarafından seçilen AP’nin Birlik karar mekanizmasındaki rolünün artırılması suretiyle giderileceğine inanılmasıdır. Bu görüşün temelinde yatan unsur ise, aslında bir “analoji”ye dayanmaktadır; yani demokratik ulus devlet ile supranasyonel AB kıyaslanmaktadır. Dolayısıyla, modern demokratik devletlerde alınan kararların meşruiyetini sağlayan unsur, kararla88 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 rın halkın temsilcilerinden oluşan ulusal parlamentolar tarafından alınması ise; AB’de kararların meşruiyeti, Avrupa halklarının temsilcilerinden oluşan AP tarafından alınması ile sağlanabilir. Ancak daha demokratik bir AB için, AP’nin karar alma sürecindeki rolünün artırılması yeterli değildir; Avrupa entegrasyon süreci ilerledikçe yetkilerinin azaldığı gözlemlenen ulusal parlamentoların da göz ardı edilmemesi gerekir. 1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması’nın ulusal parlamentolara ilişkin hükümleri, bu gerekliliğe olan farkındalığın açık bir göstergesidir. Lizbon Antlaşması, daha önceki Kurucu Antlaşma değişiklikleri gibi, daha demokratik bir Birlik için, öncelikle AP’nin yetkilerini artırmaya yönelmiştir. Ancak ulusal parlamentoların da, kendi halkları tarafından seçilmiş karar organları olarak Birlik içinde aktif rol oynamaları gerektiği görüşünü yansıtan Lizbon Antlaşması, ulusal parlamentoların rollerini güçlendirmeye yönelik hükümler içermektedir. Lizbon Antlaşması’nın 12. maddesi uyarınca, AB, ulusal parlamentoların hukuki tasarruf önerileri hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamak ve “ikincillik kontrol” Lizbon Antlaşması’na ekli, Ulusal Parlamentoların Rolü Üzerine Protokol uyarınca;1 hukuki tasarruf taslakları ulusal parlamentolara iletilmelidir. Burada geçen “hukuki tasarruf taslakları”, Komisyon’un önerisi, bir grup üye devletin ya da AP’nin inisiyatifi, Adalet Divanı ve Avrupa Yatırım Bankası’nın talepleri ile Avrupa Merkez Bankası’nın tavsiyelerini içermektedir. Komisyon kaynaklı hukuki tasarruf taslakları Komisyon tarafından, AP kaynaklı hukuki tasarruf taslakları Parlamento tarafından ve üye devletler, Adalet Divanı, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası kaynaklı hukuki tasarruf taslakları Konsey tarafından ulusal parlamentolara gönderilecektir. Lizbon Antlaşması’na ekli İkincillik ve Oransallık İlkelerinin Uygulanmasına İlişkin Protokol2 ile ulusal parlamentolar tarafından uygulanacak “ikincillik kontrolü”nün kuralları belirlenmektedir. Kendilerine iletilen herhangi bir hukuki tasarruf önerisinin ikincillik ilkesini ihlal ettiğini düşünen ulusal parlamentolar, sekiz hafta içinde gerekçeli görüşlerini Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon’a ileteceklerdir. İkincillik ve Oransallık İlkelerinin gözetilmesi kapsamında, iki farklı uygulama karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu uygulamalar, Protokolün 7.maddesinin 2. fıkrası ile düzenlenen “Sarı Kart” ile 3. fıkrası ile düzenlenen “Turuncu Kart” uygulamalarıdır. “Sarı Kart” uygulamasında, üye devlet ulusal parlamentolarının üçte biri (adalet, özgürlük ve güvenlik alanında ise dörtte biri) kendilerine iletilen hukuki tasarruf taslağının ikincillik ilkesini ihlal ettiğini düşünüyorsa, hukuki tasarruf taslağı tekrar gözden geçirilir; gözden geçirme sonrası değiştirilebilir, geri çekilebilir, ancak aynen de koruna- bilir. “Sarı Kart” uygulamasında, üye devlet parlamentolarının üçte birinin itirazına rağmen hukuki tasarruf önerisinin yasalaşabileceği görülmektedir. Dolayısıyla bu durumda, ulusal parlamentoların üçte birinin itirazı, önerinin yasalaşma süreci başlamadan üzerinde tekrar düşünülmesini ve itirazın sonucunda alınacak karar ne olursa olsun kararın gerekçelendirilmesini sağlamaktadır. “Turuncu Kart” uygulamasında, ulusal parlamentoların yarısından fazlası, ikincillik ilkesinin ihlali gerekçesiyle, olağan karar alma prosedürüne tabi bir hukuki tasarruf taslağına itiraz ederse ve Komisyon da önerisinde ısrar ederse, AP’nin çoğunluğu ya da Konsey’de oyların % 55’i ile alınacak bir kararla, yasama sürecine devam edilip edilmeyeceğine karar verilir. Bir başka deyişle, hukuki tasarruf taslağının ikincillik ilkesini ihlal edip etmediği üzerine Birlik yasama organlarının karar alması gerekmektedir ki, herhangi birinin ulusal parlamentolar ile aynı fikirde olması sonucunda ilgili önerinin yasalaşma sürecine devam edilmez. Burada dikkat çeken husus şudur ki, bir hukuki tasarruf önerisinin ikincillik ilkesinin ihlali gerekçesiyle yasalaşmasının önlenmesi için, üye devlet ulusal parlamentolarının yarısından fazlasının itirazı yeterli olmamakta, anılan itiraza Bakanlar Konseyi ya da AP’nin katılması gerekmektedir. Lizbon Antlaşması ulusal parlamentolara “passerelle clause” uygulamasını veto etme hakkını da tanımıştır. “Passerelle clause” uygulaması, Konsey’de oybirliği ile alınacak bir kararla, Konsey’de karar alma mekanizmasının oybirliğinden çoğunluk kararına dönüştürülmesi ya da özel yasama prosedürünün olağan yasama prosedürüne dönüştürülmesinde kullanılmaktadır. “Passerelle clause” uygulaması önerisini takiben 6 ay AB’nin kendine özgü bir karar alma mekanizmasına sahip olduğu ve bu karar alma mekanizmasında AP’nin artan rolünün Birliğin demokratik meşruiyetinin sağlanmasında yeterli olacağı görüşünde olanlar, Lizbon Antlaşması’nın ulusal parlamentolara sağladığı yetkileri de yeterli görebilirler. Hatta bu bakış açısıyla, ulusal parlamentolara sağlanan yetkilerinin, demokratik meşruiyetin sağlanmasına katkı yapsa da, zaten yeteri kadar karışık olan Birlik karar alma mekanizmasını daha da karışık hale getirebileceği ileri sürülebilir. içinde, herhangi bir ulusal parlamento veto hakkını kullanabilir.3 Lizbon Antlaşması ile ulusal parlamentolara tanınan söz konusu veto yetkisini, Antlaşma’nın ulusal parlamentolara tanıdığı en önemli yetki olarak nitelendirmek mümkündür.4 Lizbon Antlaşması ile ulusal parlamentolara tanınan yetkilerin etkin olarak uygulanması hususunda tereddütler mevcuttur. Öncelikle “ikincillik kontrolü” için ulusal parlamentolara tanınan sekiz haftanın yeterli bir süre olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Süre yeterli olsa bile, uygulamada başka sorunlar çıkabilir. Uygulamada çıkabilecek sorunların bir örneği Polonya’da yaşanmıştır. Üçüncü HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 89 devlet vatandaşlarının, mevsimlik istihdam amacıyla Birliğe giriş ve ikamet koşullarını düzenleyen Direktif taslağı, Polonya Parlamentosu’nun bir kamarası tarafından ikincillik ilkesini ihlal eder nitelikte bulunurken, diğer kamarası tarafından herhangi bir ihlal durumu tespit edilmemiştir. Muhtemel bir diğer sorun ise, ulusal yasa yapıcılar arasında, Avrupa karar alma sürecine bu kadar erken safhada katılım sağlamak yönünde yeterli isteğin olmayacağı kaygısıdır. 5 Dijital Dünyanın Yan Etkileri Lizbon Antlaşması’nın AB karar alma mekanizmasında ulusal parlamentoların yetkilerini artıran hükümleri, daha demokratik bir Birlik yaratılması için yeterli midir? Anılan soruya verilecek yanıt, farklı bakış açılarına göre farklılık arz edecektir. AB’nin kendine özgü bir karar alma mekanizmasına sahip olduğu ve bu karar alma mekanizmasında AP’nin artan rolünün Birliğin demokratik meşruiyetinin sağlanmasında yeterli olacağı görüşünde olanlar, Lizbon Antlaşması’nın ulusal parlamentolara sağladığı yetkileri de yeterli görebilirler. Hatta bu bakış açısıyla, ulusal parlamentolara sağlanan yetkilerinin, demokratik meşruiyetin sağlanmasına katkı yapsa da, zaten yeteri kadar karışık olan Birlik karar alma mekanizmasını daha da karışık hale getirebileceği ileri sürülebilir. Diğer taraftan, Kurucu Antlaşmaların onaylanmasında olduğu gibi, Kurucu Antlaşma değişikliklerinin yürürlüğe girebilmesi için, her bir üye devlette kendi iç hukuk prosedürlerine göre onaylanması gerekmektir ve referandu1. 2. 3. 4. 5. 90 ma gitmeyen üye ülkelerde onay işlemleri parlamentolarının kararı ile gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, üye devletlerden herhangi birinin ulusal parlamentosu, Kurucu Antlaşmalarda değişiklik yapan herhangi bir Avrupa Antlaşması’nın yürürlüğe girmesine engel olabilir. Dolayısıyla, Avrupa entegrasyonunun başlangıcından itibaren, ulusal parlamentolar entegrasyon sürecinin önemli aktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan, ulusal parlamentoların AB kurumsal yapılanmasının bir parçası olduğunu, ancak Avrupa entegrasyon sürecinde üye devletlerden Avrupa Birliği’ne artan yetki devrine bağlı olarak, ulusal parlamentolarının yetkilerinin azaldığını düşünenler, Birliğin demokratik meşruiyetinin sağlanması için ulusal parlamentolara daha fazla rol verilmesi gerektiğini ve Lizbon Antlaşması’nın ilgili hükümlerinin de bu amaç için yeterli olmadığını ileri sürebilirler. Anılan bakış açısıyla da, Antlaşmaların onay sürecinde ulusal parlamentoların rolünün önemi yadsınamaz, ancak Birlik karar mekanizmasında üye devlet vatandaşlarının temsilcileri olan ulusal parlamentoların rolü, ikincillik ilkesinin gözetiminden öteye taşınmalıdır. Hazine Müsteşarlığı Dış Ekonomik İlişkiler Genel Müdürlüğü Şube Müdürü, Dr.* Bk. Buhari, Sahih, Şehâdât 9, Fedâilu Ashâbi’n-Nebi 1, Rikâk 7, İman 10, 27; Tirmizi, Sünen, Fiten 45, Şehâdât 4, Menâkib 56; İbn Mâce, Sünen, Ahkâm 27; İbn Hanbel, Müsned, I/378, 417, 434. Bk. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, “Maziden Atiye Selefi Düşünce’nin Anatomisi”, İslâmiyât, C. X, Sayı: 1, Ocak-Mart 2007, s. 142-143. Bk. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 144. Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Salih Özer, “Biz Artık O Sapkınlardan Değiliz”: Selefilerin Selefilerden Teberrileri Üzerine Değerlendirmeler”, İslâmiyât, C. X, Sayı: 1, Ocak-Mart 2007, s. 61-74. Bu konuda detaylı bilgi için bk. Salih Özer, a.g.m., s. 59-61. STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Ahlaki değerlerin tüketilmesi ve toplumsal çürüme zararlı sitelerin giderek çoğalmasına, dolayısıyla suç örgütlerinin eline düşen çocuk sayısının da artmasına sebep olmaktadır. Bugün dünya genelinde yüz binlerce çocuk fuhuş ve pornografi sektörünün eline düşmüş durumdadır. BM Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) tahminlerine göre, internette çocukların cinsel suiistimalini konu alan 1 milyon’dan fazla görüntü ve resim bulunmaktadır Ömer ERSOY* G üncel verilere göre yaklaşık 2 milyar insan, interneti ve internet üzerinden verilen hizmetleri günlük hayatında kullanmaktadır. Bu durum, insanların bilgiye erişimini son derecede basitleştirmiş; ekonomik ve sosyal etkileşimde interneti vazgeçilmez bir unsur haline getirmiştir. Özellikle son on yıldır, yüksek teknolojinin hızla yaygınlaşması ve ucuzlamasıyla birlikte internet artık temel ihtiyaçlardan birisi olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Günlük yaşantımızda sürekli elimizin altında olan internetin, kullanıcılara sunduğu imkân ve rahatlık saymakla bitmez. İstediğimiz kişilerle anında iletişim kurabilmek, dünyada neler olup bittiğini anında takip edebilmek, merak ettiğimiz herhangi bir konuyu araştırabilmek, her türlü bankacılık işlemini birkaç dakika içinde yapabilmek, ihtiyacımız olan ürünleri ya da hizmetleri yerimizden kalkmadan satın alabilmek ilk akla gelen kolaylıklardır. Çevrim içi hayatın internet kullanıcılarına sağladığı bu imkânlar bazı olumsuz yan etkilerden bağımsız değildir. İnternet güvenliği bağlamında, dijital dünyanın özellikle çocuklara yönelttiği riskler ve tehlikeler, tüm ülkelerin gündemindedir. Bu konuda cevaplandırılması gereken birçok soru bulunmaktadır. Örneğin, yeni teknolojinin çocuklara yönelttiği riskler ve tehditler nelerdir? Bilgi ve iletişim sistemleri çocukların cinsel istismar görüntülerinin satışını ve pazarlanmasını ne oranda arttırmıştır? Sosyal paylaşım ağları, elektronik mesajlaşma ve mobil cihazların yaygın kullanımı, çocukların davranışlarında ne yönde bir değişime sebep olmaktadır? Bu tür problemler tüm dünyanın ortak sorunu mudur? Bu konuda özel sektörün, ailelerin ve devletin ne gibi sorumlulukları bulunmaktadır? Ülkeler, düşünce ve ifade özgürlüğüne zarar vermeden interneti ne şekilde kontrol altında tutulabileceklerine dair makul ve dengeli çözüm yolları bulmaya çalışmaktadır. Bu risklere ve çözüm arayışlarına değinmeden önce internetin çocuklar arasındaki yaygınlık HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 91 Çocukların internete erişim oranları, dünyadaki genel internet kullanım oranına göre daha yüksektir. Örneğin Avrupa’da genel nüfusun yüzde 58’i internet kullanıcısıyken bu oran çocuklar için yüzde 75’tir. ABD’de, İngiltere’de, Japonya’da internet erişimi çocuklarda yüzde 90’ın üstündedir. Çocuklarda internet erişimi hızla artmaya devam ederken kullanım yaşı da düşmektedir. oranı ve daha çok hangi amaçlarla kullanıldığını birkaç cümleyle özetlemek gerekir. Bu yazıda geçen çocuk tabirinden, 1989 tarihli Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin de kabul ettiği ‘18 yaşından küçüklerin’ kastedildiğini yeri gelmişken belirtelim. Çocukların internete erişim oranları, dünyadaki genel internet kullanım oranına göre daha yüksektir. Örneğin Avrupa’da genel nüfusun yüzde 58’i internet kullanıcısıyken bu oran çocuklar için yüzde 75’tir. ABD’de, İngiltere’de, Japonya’da internet erişimi çocuklarda yüzde 90’ın üstündedir. Çocuklarda internet erişimi hızla artmaya devam ederken kullanım yaşı da düşmektedir. Çocuğun internet erişimini sağladığı yerlerin başında, okulu, evi, arkadaşının evi, internet kafe ya da kütüphaneler gelmektedir. 92 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 İnternet erişiminde bilgisayarın dışında yüksek teknolojili cep telefonları, oyun konsolları ve dijital televizyon hizmetlerinden yararlanılmaktadır.1 yapabilen internet uygulamalarıyla çocukların yüz yüze gelme ihtimalinin yüksek olduğunu unutmamak gerekir. Çocuklar açısından baktığımızda eğitimlerinde, birbirleriyle olan haberleşmelerinde ve sosyal kabiliyetlerinin gelişiminde internet artık vazgeçilmez bir araçtır. Çocuklar daha çok okul ve ödevler için, e-maillerini kontrol etmek, mesajlaşmak ve sohbet odalarına girmek için, haberleri takip etmek, müzik dinlemek, online oyun oynamak ve az da olsa alışveriş yapmak için interneti kullanmaktadır. Ayrıca, çocuklar arasında, myspace, twitter, facebook gibi sosyal paylaşım siteleri oldukça popülerdir. Çocukların önemli bir kısmının bu sitelere kayıtlı kişisel profilleri mevcuttur. Çocuklar İçin Öne Çıkan Riskler ve Tehlikeler Bu yaygın kullanım, çocukların internet aracılığıyla maruz kalabilecekleri riskleri de arttırmaktadır. İnternette bulunan milyarlarca sayfadan-ki bunların önemli bir kısmı çocuklar için zararlı içeriklere sahiptir- doğru olanını seçmesi, hayat tecrübesi yetersiz çocuklar için hiç de kolay değildir. Kişisel gelişimi, ruhsal ve fiziksel durumları üzerinde ciddi olumsuz etkiler bırakan; onları suç mağduru hatta bazı durumlarda suç faili lanıcı sayısının artması ve geniş bant üzerinden sağlanan internet bağlantısının görüntü dosyalarını hızla indirmeye ve paylaşmaya imkân vermesi bu artışa ciddi katkı sağlamaktadır. Dünya genelinde yüzde 90’ı ABD kaynaklı olmak üzere pornografik içeriğe sahip 5 milyonun üzerinde web sitesi bulunduğu tahmin edilmektedir.4 Çocukların maruz kalabileceği tehlikelerin başında; çocuğun bizzat mağdur edildiği ve birçok ülke tarafından cezai yaptırım altında tutulan çocuk pornografisi gelmektedir. Çocukların suiistimal edildiği cinsel içerikli herhangi bir görüntünün internete verilmesi, çocukların binlerce defa mağdur edilmesi anlamına gelmektedir. Toplumlarda ahlaki değerlerin tüketilmesi, yozlaşmanın ve toplumsal çürümenin artması bu tür sitelerin giderek çoğalmasına, dolayısıyla suç örgütlerinin eline düşen çocuk sayısının da artmasına sebep olmaktadır. Bugün itibariyle dünya genelinde yüz binlerce çocuk fuhuş ve pornografi sektörünün eline düşmüş durumdadır. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) tahminlerine göre, internette çocukların cinsel suiistimalini konu alan bir milyondan fazla görüntü ve resim bulunmaktadır.2 Suç örgütlerinin kontrolünde, çocukların cinsel istismarının söz Çocukların psikolojik ve ruhsal dünyasına büyük zararlar veren bu tür siteler, istenmeyen e-posta ve reklamlar yoluyla çocukların merakını ve dikkatini çekebilmektedir. Çocukların örneğin ödevlerini yaparken ya da e-posta kutusuna gelen bir e-postayı açarken bu görüntüleri görmesi ihtimal dâhilindedir. Çocuklar bu sitelere yanlışlıkla girebildikleri gibi bilerek de erişim sağladıkları olmaktadır. Bu sitelerin bir kısmı kredi kartı bilgilerini isterken, önemli bir kısmı da reklam ve sponsorluk üzerinden ücretsiz olarak yayın yapmaktadır. konusu olduğu binlerce web sitesi mevcuttur. Bunlar, sınırlı ve şifreli üyeliklerle işletilmekte ve sürekli başka isimler altında yenilenmektedir. Ayrıca, bilgisayarlar arasında birebir bilgi aktarımını sağlayan internet uygulamaları da bu tür görüntülerin transferinde ve paylaşılmasında kullanılmaktadır. Buradaki amaç kolluk kuvvetlerinin dikkatini çekmeden bu yasadışı paylaşımların yapılabilmesidir. İçeriği suç teşkil eden diğer bir uygulama da, esrar başta olmak üzere, ekstazi, kokain ve eroin gibi uyuşturucu maddelerin internet üzerinden satışının yapılmasıdır.3 Gençlerin bu tür sitelerden yasadışı madde sipariş etmeleri kendilerini hem suçlu duruma düşürmekte hem de sağlıklarını ve paralarını kaybetmelerine neden olmaktadır. Bunların dışında, içerik itibariyle çoğu ülkede yasadışı sayılmamakla birlikte çocuklar için uygun olmayan web siteleri mevcuttur. Örneğin, işkence, şiddet, zalimlik ve ırkçılığa dair söylem ve görüntülerin yer aldığı web sayfaları ile online kumar salonları ya da alkol ve sigara satışı yapılan siteler bu kategoriye girmektedir. Başta ABD, Japonya ve Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde yasal bir sektör olan pornografi de bu kategoride değerlendirilmektedir. Pornografik görüntülerin sayısındaki artışta internetin önemli bir rolü bulunmaktadır. İnternet kul- Çocukların sanal ortamda karşılaştıkları bir diğer tehlike ise, mesajlaşma, sohbet odaları ya da sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla çeşitli tehdit ve hakaretlere ya da cinsel içerikli söz ve davranışlara muhatap olmalarıdır. Çocuk istismarcıları, bu sosyal paylaşım siteleri ve sohbet odalarından istifade ederek mağdurlarını belirlemekte, asıl kimliklerini ve gerçek amaçlarını gizleyerek yanlış ve aldatıcı sözlerle çocukları kendileriyle fiziki olarak buluşmaya ikna etmeye çalışmaktadırlar. Bu gerçekleştiğinde online ve offline saldırı içiçe geçmiş olmaktadır. Bunların dışında, kişisel verilerin çalınması ve dolandırıcılık uygulamaları da çocukların sanal ortamda karşı karşıya kaldıkları bir diğer risktir. İnternette profil açan ya da alışveriş yapan çocukların kişisel bilgilerini gizleme konusunda yeteri kadar duyarlı ve bilinçli olmadıkları görülmektedir. Gerçek bir HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 93 durumda hiçbir surette başkalarıyla paylaşılmayacak kişisel bilgiler ve fotoğraflar, üyelik gerektiren sitelere erişim sağlanırken ya da twitter ya da facebook’ta profil açarken çekinmeden sanal ortama aktarılmaktadır. Çocukların birçoğu bunu, güvenlik ayarlarını kontrol etmeden, kişisel bilgilerinin çalınma ve suiistimal edilme ihtimalini hesaba katmadan yapmaktadır. Bu bilgiler arasında isim, yaş, adres, kimlik numarası, pasaport bilgileri, internet şifreleri, msn adres ve şifreleri, günlükler, özel mesajlar, ilgi alanları, hobiler, üyesi olunan siteler, şahsi fotoğraflar, varsa banka ve kredi kartı bilgileri yer almaktadır. Bu da interneti, kişisel bilgilerin çalınmasında vazgeçilmez bir başvuru noktası yapmaktadır. Çocukların tehlikenin farkında olmadan sanal ortama aktardıkları gereğinden çok kişisel bilginin suçlular tarafından çalınması ve çeşitli yasadışı faaliyetlerin icrasında kullanılması her zaman ihtimal dâhilindedir. Uluslararası Hukukta Çözüm Arayışları Başta Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi olmak üzere birçok uluslararası ve bölgesel teşkilat, internetin çocuklar üzerinde yol açtığı mağduriyet ve olumsuzlukları önlenmek için neler yapılması gerektiği konusunda ciddi gayretler göstermektedir. Bu çabalar son on yıl içinde önemli Sözleşmelerin hazırlanmasına ve yürürlüğe girmesine vesile olmuştur. Bunların ilki, Çocuk Hakları Sözleşmesine ek olarak hazırlanan 2000 tarihli “Çocukların Satışı, Cinsel Suiistimali ve Çocuk Pornografisiyle Mücadele Protokolü”dür. 2002 yılında yürürlüğe giren Protokole şu an için 143 ülke taraftır. Avrupa Konseyi’nin 2001 tarihli Siber Suçlar Sözleşmesi ise, internet vasıtasıyla işlenebilen ve çocukların da mağdur olabileceği suçlar hakkında detaylı tanımlamalar getirmektedir. Ayrıca, Sözleşme’nin 9uncu maddesi çocuk pornografisi ile bağlantılı suçları düzenlemektedir. Sözleşme çocuk pornografisinin kapsamını geniş tutmakta; bir küçüğün cinsel olarak kullanılmasını içeren, küçük gibi görünen bir kişinin cinsel olarak kullanılmasını içeren ya da bir küçüğü temsil eden gerçekçi bir imajın cinsel olarak kullanılmasını içeren tüm görsel materyalleri kapsamına dâhil etmiştir. Dolayısıyla, bu tür görüntülerin çizgi film ya da animasyon şeklinde olması halinde dahi cezayı gerektiren bir suç olduğu kabul edilmiştir. Siber Suçlar Sözleşmesi, sadece Avrupa Konseyi üyelerine değil diğer istekli tüm ülkelere de açıktır. Anılan Sözleşmeyi bugüne kadar toplam 47 ülke imzalamış, bunların 30’u Sözleşmeyi onaylanarak yürürlüğe koymuştur. Çocukların her türlü cinsel istismardan korunmasını hedef alan diğer önemli bir hukuki enstrüman Avrupa Konseyi’nin 2007 tarihli Çocukların Cinsel İstismardan ve Suiistimalden Korunmasına dair Sözleşmesi’dir. 1 Temmuz 2010 tarihinde yürürlüğe giren Sözleşmeye henüz 12 ülke taraftır. Sözleşme çocukların, sosyal çevrelerinde olan kişiler dâhil her türlü cinsel istismardan korunmasına yönelik kapsamlı tedbirler öngörmektedir. Örneğin yetişkin bir kişinin, 18 yaşından küçüklerle, onları cinsel yönden istismar etmek amacıyla, internet aracılığıyla görüşmesi ve iletişime geçmesi ilk defa bu sözleşmede suç olarak kabul edilmiştir. Çocukların korunması bakımından ülkelerin aynı dili konuşması ve benzer tedbirleri hayata geçirmesini isteyen bu Sözleşmelerin onaylanma sayısı, bu önemli metinlerin tüm ülkelerce hayata geçirilmediğini göstermektedir. Sadece çocuk pornografisiyle mücadelede bile ülkeler aynı anlayışta ve kararlılıkta değildir. Örneğin Japonya ve Rusya’da çocuk pornografisini üretmek, dağıtmak ve ticaretini yapmak suçken bu görüntüleri bulundurmak halen suç olarak kabul edilmemektedir. ‘daha güvenli internet günü’ internetin çocuk ve gençlere yönelttiği risklerin artmasıyla döneme denk gelmiştir. Bu günün amacı, internet kullanımı konusunda başta çocuklar olmak üzere tüm halkın bilinçlenmesi; ailelerin, internet servis sağlayıcıların, internet şirketlerinin, eğitim kurumlarının ve devlet otoritelerinin ortak çözümler konusunda harekete geçmesi ve internetin daha güvenli bir yer haline getirilmesidir. Bu durum, yasak olan bir uyuşturucu maddenin üretilmesi, dağıtması, ticareti ve kaçakçılığını suç sayarken, kullanım amaçlı bulundurmayı cezai müeyyide dışında bırakmakla aynı şeydir. Yasadışı bir mal ya da hizmetin temel amacı da, bu yönde mevcut olan tüketim pazarını olabildiğince beslemek ve büyütmektir. Dolayısıyla, mücadele politikasında son kullanıcıyı ya da tüketiciyi görmezden gelmek, sorunun çözümüne değil ancak çözümsüzlüğüne katkı sağlayacaktır. Güvenli internet söylemi, online içeriğin denetlenmesi ve düzenlenmesiyle ilgili ciddi bir ihtiyacın var olduğunu göstermektedir. Burada önemli olan, internetin faydalarından ve olumlu taraflarından istifade ederken zararlarını sınırlandırmanın etkili ve dengeli yollarını bulabilmektir. Bu konudaki temel yaklaşım, konusu suç teşkil eden içeriğin servis sağlayıcılar tarafından engellenmesi ve erişime izin verilmemesidir. Bunun için birçok ülke tarafından erişim engelleme politikaları geliştirilmiştir. Alınması Gereken Tedbirler Erişim engelleme konusunda yaşanan asıl tartışma, konusu suç teşkil etmese de, çocuklara uygun Sekiz yıl önce kutlanmaya başlayan 1. 2. 3. 4. 94 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 olmayan sitelerin erişimine ne şekilde engel olunacağıdır. Bu konuda bazı ülkeler siteye erişim için yaş sınırlaması getirilmesine ve bireysel bazda filtre programlarının yaygın olarak kullanılmasına ağırlık verirken bazı ülkeler de filtrelemeyi daha geniş yorumlamakta ve uygulamaktadır. Zorunlu filtreleme olarak da adlandırılan bu uygulamanın amacı, uygun olmayan içeriğin son kullanıcıya ulaşmadan erişime kapatılmasıdır. Bazı ülkeler internet video paylaşım sitelerinin, ülkelerinde mevcut televizyon kanallarının bağlı olduğu kurallarla bağlı olması yönünde adımlar atmaktadır. Kısacası, diğer kitle iletişim araçlarında olduğu gibi internet için de sosyal sorumluluğun söz konusu olduğu ve internetin küresel, anonim ve hızlı şekillenen yapısına uygun olarak etkili koruyucu ve denetleyici tedbirlerin alınmasının gerekli olduğu değerlendirilmektedir. Araştırmacı* http://www.oecd-ilibrary.org/science-and-technology/the-protection-of-children-online_5kgcjf71pl28-en http://conventions.coe.int/Treaty/EN/Reports/Html/201.htm http:www.incb.org/e/ar/2001/incb_report_2001_1.pdf http://internet-filter-review.toptenreviews.com/internet-pornography-statistics.html HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 95 Sınır ticareti, “sınır ve kıyı illeri ile bunlara komşu Kalkınma İçin Açık Sınır Politikası Türkiye’nin komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme stratejisi, sınır ticaretini geliştirme düzeyini aşarak, en az serbest ticaret anlaşması düzeyine doğru ilerletilmesi gerekir. Gümrük vergilerinin karşılıklı olarak kaldırıldığı ve ayrıca serbest dolaşımı kapsayan ekonomik bütünleşmeyi uygulamaya koyan “açık sınır politikası” sınır bölgelerini kapsayan bölgesel ekonomik gelişmenin yanı sıra ulusal anlamda ekonomik gelişmenin hızlanmasına katkı yapacaktır. Kerem KARABULUT* D ış ticaret politikası olarak serbestlik ve korumacılık tartışmasının geçmişi modern iktisat tarihi kadar geriye gitmektedir.1 Bu bağlamda, korumacı politikalar, ulusal güvenliğin korunması, bebek endüstrilerin palazlanması, koşulların eşitlenerek adil ticaretin sağlanması, işsizliğin önlenmesi, ödemeler bilançosunun iyileştirilmesi ve yerli üretimin desteklenmesi ve çevrenin korunması gibi nedenlerden dolayı savunulmaktadır. Diğer taraftan, korumacı politikaların tüketicinin sömürülmesine, kaynakların israf edilmesine, teknolojik geriliğe ve rekabet gücünün yitirilmesine neden olduğu ve ayrıca bu tür poli96 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 tikaların işsizliği azaltmadığı ve ödemeler bilançosunda iyileşme sağlamadığı ileri sürülmektedir. Bu tarihi tartışmadan birinin galip çıkması zor görünmektedir. Ancak bugün serbest ticaretin refah artırıcı ve kaynak dağılımında etkinliği sağlayıcı avantajları üzerinde bir uzlaşmanın varlığından söz edilebilir. Bir malı ucuza üreten ve dolayısıyla karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olan taraflar arasındaki ticaret, her iki tarafından refahını artırıcı bir özelliğe sahiptir. Bu refah artırıcı etkinin en bariz görünebileceği yerler ise, ulaşım maliyetlerinin düşük olmasından dolayı, sınır bölgeleridir. Sınır Ticareti ve Önemi Sınır ticareti, “sınır ve kıyı illeri ile bunlara komşu illerin ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla karşılıklı olarak yapılan ticari işlemlerdir” şeklinde tanımlanmaktadır.2 Demek ki sınır ticareti hem kara sınırı olan illerde hem de kıyı illerinde gerçekleştirilebilen bir ticaret türüdür. Sınır ticareti, sınırlarının denizlerle çevrili olduğu yerleri de kapsaması açısından “Sınır ve Kıyı Ticareti” olarak belirtilmektedir.3 Ülkeleri sınır ticaretine yönelten nedenlerin başında, yakın komşuluk ilişkileri ve özellikle taşıma giderlerinden kaçınmak gibi Tablo 1: Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Sınır Ticareti Yapan İller ve Karşı Ülkeler YETKİLİ SINIR İLİ YETKİLİ GÜMRÜK KAPISI ÜLKE illerin ihtiyaçlarının Artvin Sarp Gürcistan karşılanması amacıyla Ardahan Türkgözü Gürcistan karşılıklı olarak yapılan Iğdır Dilucu Nahçıvan ticari işlemlerdir” şeklinde Iğdır* Gürbulak İran Ağrı Gürbulak İran Van Kapıköy İran Hakkari Esendere İran kara sınırı olan illerde Şırnak Habur Irak hem de kıyı illerinde Mardin Nusaybin Suriye gerçekleştirilebilen bir Şanlıurfa Akçakale Suriye ticaret türüdür. Sınır Gaziantep Karkamış Suriye Kilis Öncüpınar Suriye Hatay Cilvegözü Suriye tanımlanmaktadır. Demek ki sınır ticareti hem ticareti, sınırlarının denizlerle çevrili olduğu yerleri de kapsaması açısından “Sınır ve Kıyı Ticareti” olarak belirtilmektedir. durumlar gelmektedir. İhracat ve ithalat işlemlerinde uygulanan bazı formalitelerin bu tür ticarette uygulanmaması sınır ticaretinin önemini artırmaktadır. Örneğin, bu ticareti yapanlardan ithalatçı ve ihracatçı belgesi istenmemektedir.4 Başka bir anlatımla, bölgede faaliyet gösteren tacirlere genel dış ticaret prosedürüne tabi olmadan, bulunduğu ilin valiliğince düzenlenen belgeye istinaden basitleştirilmiş usul ile ticaret yapma kolaylığı sağlanmaktadır. Böylece, özellikle bölgedeki küçük işletmeler hem ticaret yapma hem de sermaye biriktirme yolunda önemli avantaj yakalamaktadır. Ayrıca, bu uygulama dolayısıyla işletmelerin başka dış pazarlar bulması ve onlarla da dış ticaret yapabilmesi olanaklı hale gelmektedir. Ancak bu ticarette de sınır bölgelerine yakın yerlerde oturulması gerekir ve genellikle miktar sınırlandırmaları konulur. Kaynak: http://www.dtm.gov.tr (giriş: 10.04.2011) Ayrıca sınır bölgesinde yaşayanların refahını yükseltmek için sınır bölgesinde ticari hareketliliği artırmak amacıyla oldukça yüksek vergi indirimi uygulamalarına gidilebilmektedir. 5 Türkiye’de Sınır Ticaretinin Arka Planı Türkiye’de kıyı illerinden sınır ticareti yapılamamakta ve daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde yer alan sınır illerinden gerçekleştirilmektedir. Sınır illerinden yapılan sınır ticareti ile bu bölgelerden yapılan ihracatın artırılması ve böylece bölgede ekonomik ve sosyal gelişmenin artırılması, ayrıca bölgedeki sınır illerinin ihtiyaçlarının bir bölümünü düşük maliyetli ithalat yoluyla karşılanması öngörülmektedir. Yine, mal kaçakçılığını minimuma indirmek, bürokrasiyi azaltmak ve bölgeler arası gelişmişlik farkını azaltmak da sınır ticaretinden beklenen yararlar arasındadır.6 Türkiye’de sınır ticareti ilk olarak 1979 yılında İran’la başlatılmış, önemli uygulamalar ise 1986 yılından sonra olmuştur. İran’la başlatılan sınır ticaretinde yaşanan petrol ve döviz sıkıntısı önemli rol oynamıştır. Bu yolla, yaşanan sıkıntıların hafifletilmesi amaçlanmıştır. Böylece ilk olarak petrol alımıyla Ağrı’da sınır ticareti yapılmıştır. İlk olarak Ağrı-Gürbulak’ta yapılan bu ticaret zamanla diğer Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde de yapılmaya başlanmıştır.7 Halen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da söz konusu ticaret için 12 sınır ili (Ardahan, Artvin, Ağrı, Iğdır, Van, Hakkari, Şırnak, Mardin, Şanlıurfa, Kilis, Gaziantep ve Hatay) yetkili kılınmıştır. Sınır Ticareti ile İlgili Yerler Sınır ticareti yoluyla gerçekleştirilen ithalat ve ihracat işlemleri, Valilikçe tanzim edilen Sınır Ticaret Belgesi ile vali ya da vali yardımcısı başkanlığında toplanan İl Değerlendirme Kurulunca tanzim edilen ve geçerlilik süresi üç ay olan uygunluk belgesi kapsamında gerçekleştirilmektedir. İthalat, 2000 yılından itibaren sadece ilgiHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 97 Sınır illerinden yapılan sınır ticareti ile bu bölgelerden yapılan ihracatın artırılması ve böylece bölgede ekonomik ve sosyal gelişmenin artırılması, ayrıca bölgedeki sınır illerinin ihtiyaçlarının bir bölümünü düşük maliyetli ithalat yoluyla karşılanması öngörülmektedir. Yine, mal kaçakçılığını minimuma indirmek, bürokrasiyi azaltmak ve bölgeler arası gelişmişlik farkını azaltmak da sınır ticaretinden beklenen yararlar arasındadır. li ilde en az üç aydır ve faaliyette bulunan tüzel kişiler tarafından ayda 200.000 dolar karşılığı Türk Lirası’nı aşmayacak değerde yapılabilmektedir. Sınır ticaretinin amacına uygun olarak yürütülmesi hususunda, ilgili valilikler sorumlu bulunmaktadır.8 Gaziantep-Kilis-Hatay’ı (Suriye) kapsamaktadır. Karar ile sınır ticareti uygulamasından yetkili sınır illerinde yerleşik daha fazla sayıda esnaf ve tacirin yararlanabilmesi hedeflenmiştir. Bu çerçevede, sınır ilinde yerleşik tacir ve esnaf, komşu ülkeyle doğrudan ihracat ve ithalat yapabileceği gibi, Sınır Ticaret Merkezi’nde (STM) mağaza kiralama suretiyle de sınır ticareti yapabilecektir. Bugün uygulanmakta olan sınır ticaretine ilişkin düzenlemeye göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde sınır ticareti yapmaya yetkili kılınan iller ve sınır kapıları Tablo 1’de gösterilmiştir. Sınır illerinin sosyo-ekonomik yapısının karşılıklı ticaret ile iyileştirilmesini sağlamak için, 16 Mayıs 2009 tarihli Resmi Gaze- tede yayımlanan Sınır Ticaretinin Düzenlenmesine İlişkin Bakanlar Kurulu Kararı 16 Haziran 2009 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Söz konusu Karar Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki 12 sınır ilimiz; Artvin-Ardahan (Gürcistan), Iğdır (Nahçıvan ve İran), Ağrı-Van-Hakkâri (İran), Şırnak (Irak), Mardin-Şanlıurfa- Tablo 2: Komşu Ülkelerle Gerçekleştirilen İhracat ve İthalat Rakamları (2010) ÜLKE Azerbaycan Gürcistan Irak İran Suriye Türkiye Toplamı 2002 İhracat (000 İthalat (000 $) $) 231.431 64.625 103.220 137.872 333.962 920.971 266.771 506.247 36.039.089 51.553.797 Kaynak: TÜİK 98 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 2010 İhracat (000 $) 1.551.212 769.441 6.041.860 3.043.425 1.848.783 113.975.607 Artış (%) İthalat (000 $) 865.131 290.725 1.354.580 7.644.781 662.650 185.535.044 İhracat İthalat 570.3 7354.4 811.3 593.0 216.3 1238.7 110.9 730.1 -86.9 259.9 15.02.1992 tarihli ve 92/2639 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararı’nın ekinde şu ifadeye yer verilmektedir; “Sınır ve/veya kıyı ticaretini, asgari bir yıldır sınır ve/veya kıyı illerinde faaliyet gösteren tüzel kişilerle asgari bir yıl süre ile bu illerde oturmakta olan gerçek kişiler yapabilir. Bu kişilerce kurulacak şirketlerde süre şartı aranmaz”. Yine 1 Eylül 1993 tarih ve 21685 sayılı kararda da “... şirket merkezi sınır ticareti kapsamındaki illerde olan tüzel kişilerle söz konusu illerde mukim gerçek kişilere, müracaatları halinde ilgili valilikçe uygun görülenlere Sınır Ticareti Belgesi verilir. Valilik bu kararın 7. maddesinde söz konusu edilen değerlendirme kurulunun görüşünü almak suretiyle Sınır Ticareti Belgesi’nin sürekli veya süresiz olarak iptali cihetine gidebilir” denilmektedir.9 Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’ndeki sınır ticaretinde motorin ithalatına izin verilmesiyle, ithalat %80-90 bu üründe yoğunlaşmıştır. Devletin kaybı ve güvenlik gerekçesiyle motorin ithalatı uygulaması 2002 yılında durdurulmuştur. Özellikle bölgeler açısından önemli olan motorin ithalatının, devlet ve diğer ilgili kurumlarının görüşleri doğrultusunda 17.7.2002 ve 2002/4517 sayılı kararnameyle, 1 Eylül 2002 tarihi itibarıyla durdurulması, bölgede ticaret yapanların olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Böylece, sınır ticaretinin bir nevi durdurulduğu bu karardan sonra, Sınır Ticaret Merkezleri kurulmasına ilişkin 2003/5408 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı, 10 Nisan 2003 tarih ve 25075 sayıyla Resmi Gazete yayımlanmıştır. Bölge Ticaretindeki Gelişmeler STM’lerle ilgili karar ile Artvin, Ardahan, Ağrı, Kars, Iğdır, Van, Hakkari, Şırnak, Mardin, Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis ve Hatay illerinde STM kurulması, ayrıca bu illere komşu Erzurum, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Batman ve Adıyaman illerinin de “mücavir il” kapsamında uygulamadan yararlanmaları öngörülmüştür. Bu kararla sınır ticaretinin yeni bir boyut kazandığı görülmektedir. Bu bölgelerde komşu ülkelerle gerçekleştirilecek ticaret hangi yöntemle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin bu bölge illerinin ve dolayısıyla Türkiye’nin avantajlı olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi, yıllar itibarıyla Türkiye’nin toplam ihracatı toplam ithalatının çok gerisindedir. Ancak, bu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya sınır ülkelerle yapılan ihracat ve ithalat rakamları incelendiğinde tam tersi bir durum söz konusudur. Bu ülkelerden sadece İran’a yapılan ihracat ithalatın gerisinde kalmaktadır ki, bunu ana sebebi doğalgaz ve petrol ithalatıdır. Türkiye’den bölge ülkelerine yönelik ihracat ve ithalat rakamları Tablo 2’de görülmektedir. Komşu ülkelere yapılan dış ticarette çok yüksek bir artışın olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, İran dışında diğer ülkelere yapılan ihracat rakamları ithalat rakamlarının çok üzerindedir. Bu durum Türkiye’nin bölge ülkeleri ile yapacağı ticarette avantajlı konumunu göstermektedir. Bu nedenle, hem ülke ödemeler bilançosu açığının kapatılması hem de bölgesel dengesizlik sorunun gi- Sınır illerinin sosyoekonomik yapısının karşılıklı ticaret ile iyileştirilmesini sağlamak için, 16 Mayıs 2009 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan Sınır Ticaretinin Düzenlenmesine İlişkin Bakanlar Kurulu Kararı 16 Haziran 2009 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Söz konusu Karar Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki 12 sınır ilimiz; Artvin-Ardahan (Gürcistan), Iğdır (Nahçıvan ve İran), Ağrı-Van-Hakkâri (İran), Şırnak (Irak), MardinŞanlıurfa-GaziantepKilis-Hatay’ı (Suriye) kapsamaktadır. derilmesi konusunda kullanılabilecek en etkin yollardan birisi bölge illerinden komşu ülkelere yönelik sınır ticareti veya normal dış ticaret faaliyetlerinin yoğunlaştırılmasıdır. Bunun için en etkili yol bölge ülkelerine yakın olan illerde onların ihtiyaçları doğrultusunda üretim yapılmasının teşvik edilmesi ve ihracatının sağlanmasıdır. Çünkü Türkiye’nin bu ülkelerle olan ticarette petrol yokluğuna dayalı dezavantajını diğer üretim alanlarındaki avantajlı durumunu sürdürmesiyle kendi menfaatlerini maksimize edebileceği anlaşılmaktadır. Özellikle sınır ticaretinde motorin ithalatının serbest olduğu 2002 yılına kadar ithalatın ihracattan fazla olduğu ancak 2003’ten HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 99 konulan Gümrük Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin 4910 Sayılı Kanun’da ise, STM’lerin gümrük işlemlerinin yürütülmesinde Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Bölgesi dışında addedilmesi hükme bağlanmıştır. STM’lerde yapılacak dış ticaret yoluyla, bölge halkı için yeni istihdam kaynağı yaratılması ve buralara yapılacak mal nakliyesinde kullanılacak güzergahlarda faaliyet gösteren hizmet sektörü açısından da hareketlilik sağlanması öngörülmektedir. tadır. Bu durum, petrol dışındaki ürünlerde Türkiye’nin bölge ülkelerine göre avantajlı olduğunun bir göstergesidir. İran dışında diğer ülkelere yapılan ihracat rakamları ithalat rakamlarının çok üzerindedir. Bu durum Türkiye’nin bölge ülkeleri ile yapacağı ticarette avantajlı konumunu göstermektedir. Bu nedenle, hem ülke ödemeler bilançosu açığının kapatılması hem de bölgesel dengesizlik sorunun giderilmesi konusunda kullanılabilecek en etkin yollardan birisi bölge illerinden komşu ülkelere yönelik sınır ticareti veya normal dış ticaret faaliyetlerinin yoğunlaştırılmasıdır. Sınır ticaretine ilişkin bilgileri aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür (DTM): Sınır Ticareti;10 Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’ndeki 12 sınır ilinden gerçekleştirilmektedir. Amaç, sınır illerinin ihtiyacının belirli bir kısmının ithalat yoluyla karşılanması ve bölgeden yapılan ihracatın artırılmasına imkan tanınmasıdır. Sadece yetkili ilde yerleşik tüzel kişiler tarafından yapılabilmektedir. Bir kişi ayda 200.000 ABD doları karşılığı Türk Lirası değerinde eşya ithal edebilmektedir. ve son yıllarda da ihracatın itha- İthalat ve ihracat işlemleri; Valilikçe düzenlenen Sınır Ticareti Belgesi ve vali/vali yardımcısı başkanlığında İl Değerlendirme Kurulu’nca tanzim edilen uygunluk belgesi kapsamında gerçekleştirilmektedir. lattan fazla olduğu ortaya çıkmak- İl ihtiyacı dahilinde ithal edilen itibaren ithalatın gittikçe azaldığı ürünlerin yetkili il dışına çıkarılması halinde belge iptali ve vergi cezası gibi cezai müeyyideler uygulanmaktadır. İthalatta alınması gereken vergi ve fonların %60’ı ile KDV’nin tamamı tahsil edilmektedir. Valiliklerce “il ihtiyacı” olarak talep edilen ürünler; Dış Ticaret Tablo 3: Sınır İllerinden Komşu Ülkelere Yapılan İhracat (000 Dolar) Artvin Toplam İhracat (2002) 8.286 Toplam İhracat (2010) 61.118 Ardahan 217 3.254 1399.5 Iğdır 21.505 101.693 372.9 Ağrı 3.151 76.903 Van 1.427 Hakkari Sınır İli İhracat Ülke Artışı (%) 2340.6 Gürcistan Gürcistan Azerbaycan Azerbaycan İran İran 7.405 207 10 19.313 1.800 2.041 89.37 95.39 4.61 89.81 0.08 64.77 59.332 164 2.652 89.013 3.782 63.909 97.08 5.04 81.50 87.53 3.72 83.10 18.820 1218.9 İran 597 41.84 17.095 90.83 4.849 308.794 6268.2 İran 4.848 99.98 234.759 76.02 Şırnak 21.171 625.345 2853.8 Mardin 23.405 564.666 2312.6 Şanlıurfa 6.966 173.582 2391.8 Gaziantep 619.535 3.520.544 468.3 Kilis 2.486 23.456 843.5 Irak Suriye Irak Suriye Irak Suriye Irak Suriye 50 59 27.632 601 24.18 614.592 14.863 533.573 73.253 48.713 117.984 1.206.688 13.861 98.28 2.63 94.49 42.20 28.06 3.35 34.28 59.09 Hatay 349.548 1.705.570 387.9 Suriye 8.817 2.52 118.366 6.94 Kaynak: TÜİK 100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 637.6 Komşu Ülkeye Komşu Ülkeye İhracat İhracat (2002) (2010) Miktar Payı (%) Miktar Payı (%) 0.21 0.85 4.46 Müsteşarlığı koordinatörlüğünde, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığı arasında yapılan ortak çalışmada değerlendirilmekte ve uygun görülenler ilgili valiliklere duyurulmaktadır. 1 Eylül 2002 tarihi itibarıyla motorin ithalatına tamamen son verilmiştir. STM’lerde kurulacak mağazalar, hem bir istihdam kaynağı olacaklar hem de bölgedeki küçük ve orta boy işletmelerin ürünlerini ülke dışına çıkmadan sınırda teşhir ve etmelerini ve pazarlamalarını sağlayacaklardır. Komşu ülkeler açısından da özellikle ulaşım masrafının az olmasından dolayı daha ucuza ürün ithal etme olanağı yaratılmaktadır. Bu uygulama ile, bölgede üretim yapan özellikle küçük işletmelere ihracat yapmayı öğretme, kısa vadede komşu ülkelere orta ve uzun vadede de diğer dış pazarlara açılma olanağının kazanılması gaye edinilmiştir. Yine, STM’lerden ithal edilen ürünlere de vergi kolaylıkları sağlanmaktadır. STM kapsamında ithal edilecek tarım ürünlerinden ithalatta alınması gereken vergi ve fonların %60’ı ile KDV’nin tamamı, ithal edilecek sanayi ürünlerinden ise sadece KDV ve ÖTV’nin tamamının tahsil edilmesini düzenleyen 2003/ 6401 sayılı Kararname 13 Aralık 2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.11 Böylece, hem ülke içindeki küçük ve orta boy imalatçıların ihtiyaç duydukları ürünleri daha ucuza ithal etmeleri sağlanmakta hem de karşı ülkelerin ihracatına olanak tanınmaktadır. STM’lerin faaliyete geçirilebilmesi için komşu ülkelerle görüşmeler yapılması ve sözkonusu görüşmelerde, ortak sınırda STM kurulmasına yönelik mutabakat sağlanması durumunda, STM’nin yeri, dizaynı, inşaatı, işletilmesi, yolcu Türkiye’nin yaşam standartlarının düşük ve işsizliğin ciddi boyutlarda olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’ndeki ekonomik ve sosyal gelişme amacıyla, Sınır Ticaret Merkezleri, 2003/5408 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile 10 Nisan 2003 tarihli 25075 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. İlgililer STM’lerin nasıl işlediğine dair ayrıntılı bilgiyi, 10 Nisan 2003 tarihli 25075 sayılı Resmi Gazeteyi okuyarak görebilirler. Serbest Ticaret Merkezi Nedir? Gümrük Müsteşarlığı tarafından 1 Temmuz 2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 101 Bu çerçevede Türkiye’nin komşu ülkelerle dış ticaretinde çok önemli artışlar gerçekleşmiştir. Sınır ticaretini konu edinen yasal mevzuatın Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde yer alan illere odaklanması, bölgenin kalkınmasına yapacağı katkının marjinal getirisi açısından önemlidir. Bu bölgelerin Türkiye’nin en az gelişmiş bölgeleri olması ve ayrıca bu bölgelerin terör ile birlikte anılması, sınır ticaretinin bölgenin ekonomik ve sosyal kalkınmasına katkısının ne kadar önemli olduğu göstermektedir. ve mallara uygulanacak prosedürler, karşılıklı ticarete konu olacak ürünler ve miktarları ile bu ürünlere uygulanacak vergi oranlarının müzakere edilerek müşterek karara varılması gerekmektedir. Tablo 3’te sınır illerinden yapılan toplam ihracat ve komşu ülkelere yapılan ihracat miktarlarına ilişkin veriler yer almaktadır. Tablo 3’te göze çarpan ilk özellik, sınır illerinden yapılan toplam ihracattaki yüksek büyümedir. Örneğin, Hakkari’den yapılan toplam ihracat, 2002 yılından 2010 yılını % 6268 oranında artmıştır. En düşük artış ise, % 373 ile Iğdır’da gerçekleşmiştir. Tablo 3’deki ikinci özellik ise, sınır illerinin komşu ülkelerle yaptığı ihracatın toplam ihracatları içindeki paylarının yüksekliğidir. Örneğin, Artvin, ihracatının %97’sini Gürcistan’a yapmaktadır. Benzer şekilde Iğdır, ihracatının %87’sini Azerbaycan 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. ile yapmaktadır. Diğer kayda değer bir değişiklik ise, 2002-2010 döneminde sınır illerinin komşu ülkelere yaptıkları ihracatının payının artmasıdır. Örneğin, Agrı’nın ihracatında İran’ın payı %65’lerden %83’lere, Van’ın ihracatında İran’ın payı %42’lerden %90’lara ve Kilis’in ihracatında Suriye’nin payı %24’lerden %59’lara çıkmıştır. Hatay’ın ihracatında Suriye’nin payı iki kattan daha fazla artmıştır. Vizesiz dolaşımla birlikte özellikle sınır kentlerine sosyal, kültürel ve ekonomik amaçlı kısa süreli ziyaretlerin gündelik ekonomik hayatta meydana getirdiği değişikliği de vurgulamak gerekmektedir. Açık Sınır Politikasının Refah Artırıcı Etkisi Türkiye, son yıllarda komşularla “sıfır sorun” politikası çerçevesinde komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme stratejisi, sınır ticaretini geliştirme düzeyini aşarak, en az serbest ticaret anlaşması düzeyine doğru ilerletilmesi gerekir. Gümrük vergilerinin karşılıklı olarak kaldırıldığı ve ayrıca serbest dolaşımı kapsayan ekonomik bütünleşmeyi uygulamaya koyan “açık sınır politikası” sınır bölgelerini kapsayan bölgesel ekonomik gelişmenin yanı sıra ulusal anlamda ekonomik gelişmenin hızlanmasına katkı yapacaktır. Komşu ülkelerle ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesi, refah artıcı etkinin sınır bölgelerinden ülkenin geneline doğru yayılmasına neden olacaktır. Benzer bir etkinin karşı taraflarda da görülmesi olasıdır. Böylelikle taraflar arasında artan ekonomik ilişkiler, sadece ekonomileri birbirine eklemlendirmeyecek, aynı zamanda refahı artıracak ve sınır güvenliğini de tesis edecektir. Atatürk Üniversitesi, İİBF, İktisat Bölümü, Doç. Dr. * Acar, Mustafa, “İktisadın Ezeli Sorunsalı. Serbest Ticaret mi? Korumacılık mı?”, http://www.muhasebetr.com/makaleler/007/ (erişim tarihi: 13.05.2011) Resmi Gazete, 1 Eylül 1993 tarih ve 21685 sayısı. KARABULUT, Kerem, “Iğdır Ekonomisinin Gelişmesinde Ticaretin ve Özellikle Sınır Ticaretinin Yeri ve Önemi”, İktisadi Araştırmalar Vakfı, Iğdır İlinin Ekonomik Kalkınması Semineri, Iğdır, 2000 s.108. Seyidoğlu, Halil, Ekonomik Terimler (Ansiklopedik Sözlük), Güzem Yayınları , Ankara, 1992. Sönmez, Muammer, Sınır ve Kıyı Ticareti, Yaylacık Matbaası, Erzurum, 1995. Sugözü, Halil İbrahim ve Melike Atay, Sınır Ticaretinin Bölge Ekonomisi Üzerindeki Etkileri Kapsamında Habur Sınır Kapısı, Uluslar arası Şırnak ve Çevresi Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Şırnak, 14-16 Mayıs 2010. Karabağ, Servet, “Sınır Ticareti ve Iğdır Örneği”, G. Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 18, Sayı 1, 1998. Dış Ticaret Müsteşarlığı (DTM), İhracat Genel Müdürlüğü Verileri. Sönmez, M., a.g.e, s.39. KARABULUT, Kerem, Doğu’da Yakalanan kalkınma Fırsatı Ticaret: Bir Alt Bölge Uygulaması, Atlas Yayın Dağıtım, İstanbul, 2005, s.90. DTM, İhracat Genel Müdürlüğü. 102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 Gıda Fiyatları Neden Yükseliyor? Dünya nüfusunun önemli bir kesimi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşamakta ve bu ülkelerde gıda harcamaları hane halkı gelirlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Son yıllarda, tarımsal ürün fiyatlarında meydana gelen yüksek derecedeki dalgalanmalar, küresel düzeyde bir gıda krizi ile ilgili tartışmaları arttırmıştır. Gıda krizinin beraberinde birçok ekonomik ve sosyal sorunları da beraberinde getirmesi olasıdır. Harun UÇAK* B irleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı’na (FAO) göre, gıda fiyatları 2011 yılında, istatistiklerin kaydedildiği 1990 yılından günümüze en yüksek değerlere ulaşmıştır. 2008 yılına gıda fiyatlarının tarihi zirveye ulaşmasından sonra fiyatların tekrar aşağıya doğru bir süreç izlemesi, konu üzerindeki tartışmaları kısmen azaltmasına rağmen, mevcut durumdan daha yüksek bir fiyat seviyesine ulaşılması konuyu küresel düzeyde tekrar en çok tartışılan sorunlardan birisi durumuna getirmiştir. Bu kapsamda G20 ülkeleri, küresel finansal krizin (büyük yavaşlamanın) etkilerini minimize etmek için, uluslararası finansal mimarinin yeniden yapılandırılma- sı sürecinde emtia piyasalarının da gözetlenmesini ve düzenlenmesini gündemlerine almışlardır. Ayrıca emtia piyasalarındaki dalgalanmaların azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde yaratacağı olası olumsuz etkiler, gelişmiş ülkelerin olduğu kadar IMF gibi uluslararası finansal kuruluşların da ilgilerini bu alana yoğunlaştırmalarına neden olmuştur. Dünya nüfusunun önemli bir kesimi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadır ve bu ülkelerde gıda harcamaları hane halkı gelirlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Son yıllarda, tarımsal ürün fiyatlarında meydana gelen yüksek derecedeki dalgalanmalar, küresel düzeyde bir gıda krizi ile ilgili tartışmaları arttırmıştır. Gıda krizinin beraberinde birçok ekonomik ve sosyal sorunları da beraberinde getirmesi olasıdır. Tarımsal ürün fiyatlarında meydana gelen dalgalanmaların nedenlerinin incelenmesi, gıda güvenliği açısından da önem arz etmektedir. Gıda fiyatlarında görülen artan dalgalanmayı açıklamaya yönelik çok çeşitli nedenler ileri sürülmekle birlikte, gıda ithalatı yapan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde meydana getirdiği sorunlar konuyu daha ileri bir boyuta taşımıştır. Dünya nüfusundaki artışın önemli kısmının az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde olması HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 103 Arz yönlü etkiler, petrol ve enerji fiyatlarındaki değişmelere bağlı maliyet etkilerinden kaynaklanmaktadır. Talep yönlü etki, dünya nüfusundaki artış ve az gelişmiş ülkelerdeki ekonomik gelişmelerden meydana gelmektedir. Spekülatif amaçlı etkiler ise, temel tarımsal ürünlerin türev piyasalarda işlem görmesi ve son zamanlarda tarımsal ürün bazlı yatırım fonlarına talebin artması şeklinde ortaya çıkmaktadır. ileriye yönelik endişeleri daha da arttırmaktadır. Tarım Ürünleri Fiyatlarında Son Durum Küresel düzeyde gıda fiyatlarında yaşanan gelişmeler için FAO’nun hazırlamış olduğu veriler ve raporlar önemli bir kaynak oluşturmaktadır. FAO, uluslararası gıda fiyatlarında yaşanan gelişmeleri farklı gıda ürünleri sepetinden oluşan ürün sepetleri ile aylık olarak uzun bir zaman sürecinde ölçmektedir. Bu ürün sepetleri, başta tüm ürünleri kapsayan gıda fiyatları olmak üzere, et fiyatları, süt ürünleri fiyatları, tahıl fiyatları, yağ fiyatları ve şeker fiyatları olmak üzere 5 alt kategorilerde de ölçülmektedir. Grafik 1’de görüleceği üzere, 1990 yılından günümüze kadar kullanılan bu endeksler incelendiğinde, gıda fiyatlarının genelinde ve diğer 104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 şekilde etkilenmektedir. Özellikle son zamanlarda gıda fiyatlarına yönelik gösterilerde önemli artış görülmektedir ve hatta bu gösterilere yönelik önlemler çerçevesinde insan kayıplarına (özellikle Afrika ülkelerinde) da rastlanabilmektedir (2010 yılında ekmek fiyatlarının %40 artması üzerine Mozambik’te yapılan gösteriler sırasında 13 kişi hayatını kaybetmiştir). tüm alt kategorilerinde son yıllarda önemli derecede artmıştır. Şubat 2011’deki fiyatlar önceki yılın aynı dönemine göre önemli derecede artış gerçekleşmiştir. Bu artış, gıda ürünleri genelinde %38, et ürünlerinde %23, süt ürünlerinde %24, tahıl ürünlerinde %59, yağ ürünlerinde %70, şeker ürünlerinde %19 olarak gerçekleşmiştir. lı yatırım fonlarına talebin artması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Tarım Ürünlerinin Fiyatı Neden Artmaktadır? Son yıllardaki fiyat artışlarında, küresel ısınma ve buna bağlı kuraklık, düşük düzeydeki stoklar, ürünlerin biyo-yakıt üretimi için kullanılması, artan petrol fiyatları gibi nedenlerin etkisinin olduğu görüşleri yaygındır. Diğer taraftan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin milli gelirlerindeki artış tarımsal ürünlerdeki fiyat artışında talep yönlü etkiyi oluşturmaktadır. Küresel düzeydeki tarımsal ürün fiyatlarındaki artış birçok faktör tarafından etkilenmektedir. Fiyat artışlarını tek bir faktöre bağlamak oldukça zordur. Bu etkileri, arz yönlü, talep yönlü ve spekülatif amaçlı etkiler olmak üzere üç grupta toplayabiliriz. Arz yönlü etkiler, petrol ve enerji fiyatlarındaki değişmelere bağlı maliyet etkilerinden kaynaklanmaktadır. Talep yönlü etki, dünya nüfusundaki artış ve az gelişmiş ülkelerdeki ekonomik gelişmelerden meydana gelmektedir. Spekülatif amaçlı etkiler ise, temel tarımsal ürünlerin türev piyasalarda işlem görmesi ve son zamanlarda tarımsal ürün baz- Petrol ve enerji fiyatlarındaki değişmelerde, tarımsal ürünlerin üretim maliyetleri etkilemesinden dolayı, bu ürünlerin piyasa fiyatlarına yansıyan bir etkisi bulunmaktadır. Birinci etki, tarımsal üretimde petrol ve bağlı ürünlerin girdi kullanılması maliyet artışları üzerinde etkili olmaktadır. Petrol fiyatlarındaki artışın ikinci olası etkisi, tarımsal arazilerin ikame ürün olan bio-yakıt için gerekli ürünlerin üretimine ayrılması şeklinde kendini göstermektedir. Bu tür bir yönelişin sonucunda, gıda tüketimine yönelik tahıl üretimindeki bir azalış, tarımsal fiyatların artışında arz yönlü ikinci bir etki ortaya çı- karmaktadır. Küresel düzeyde tarımsal ürünlerin fiyatlarını etkileyen faktörler arasında döviz piyasalarındaki gelişmelere de yer verilmektedir. Uluslararası Para Fonu (IMF) raporlarında, gıda fiyatları artışı ile ilgili olarak, Amerikan Doları’nın son yıllarda değer kaybetmesi, bazı temel döviz kurlarında politika faiz oranlarının düşük olması, elde para tutmanın maliyetini düşürdüğü ve fonların para piyasası araçlarından daha yüksek getirisi olan emtia bazlı endekslere yönelmesine ve bu sürecin de gıda fiyatları artışında etkili olduğu belirtilmektedir. Fiyat Artışlarında Spekülatif Hareketlerin Rolü Tarımsal ürünlerin fiyatlarındaki diğer bir artış da spekülatif amaçlı hareketlerden kaynaklanabilmektedir. Ahlaki olmayan bu hareketler, gelirlerinin önemli bölümünü gıda harcamalarına harcayan milyonlarca insanı derinden etkilemektedir. Bu fiyat artışları, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, insanların yoğun tepkilerine neden olmakta ve iç siyasetleri ciddi bir Son yıllarda, tarımsal ürünlerdeki spekülatif artışlara yönelik uluslararası güç birliği hareketlerinin çalışmaları önemli yer tutmaktadır. Bu hareketlerden Dünya Kalkınma Hareketi (World Development Movement) raporlarına göre, bankaların hedge ve emeklilik fonlarını kullanarak finansal piyasalarda yaptıkları gıda ürünlerine yönelik işlemler, buğday, mısır ve soya gibi temel gıda ürünleri fiyatlarında keskin dalgalanmalar meydana getirmektedir. Fiyat değişimleri ile gıda arz ve talebi karşılaştırıldığında, arz ve talep de gıda fiyatları son yıllardaki gibi değiştirecek kadar önemli bir neden bulunmamaktadır. Dolayısıyla da, spekülatif hareketler gıda fiyatlarındaki yüksek derecedeki değişimi açıklamada önemli bir nokta oluşturmaktadır. Tarımsal ürünlerden oluşan türev piyasalardaki işlemlere yönelik en önemli eleştiri, yatırımcıların daha çok kazanma peşinde koşarken, gelirlerinin önemli kısmını gıda harcamalarında kullanan düşük gelirli insanları zor durumda bırakmalarıdır. Dünya Kalkınma Hareketi, özellikle Goldman Sachs gibi küresel düzeydeki yatırım şirketlerinin, gıda fiyatları üzerinde spekülatif hareketler yaparak, dünya genelinde açlığı arttırdığına yönelik araştırma makaleleri yayınlamıştır. Küresel düzeyde tarımsal ürün fiyatlarındaki artışlara yönelik olarak birçok ülke iç piyasadaki tüketicileri koruyacak önlemlere başvurmaktadır. Tarımsal ürün Son yıllardaki fiyat artışlarında, küresel ısınma ve buna bağlı kuraklık, düşük düzeydeki stoklar, ürünlerin biyo-yakıt üretimi için kullanılması, artan petrol fiyatları gibi nedenlerin etkisinin olduğu görüşleri yaygındır. Diğer taraftan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin milli gelirlerindeki artış tarımsal ürünlerdeki fiyat artışında talep yönlü etkiyi oluşturmaktadır. ihraç eden ülkelere, ihracat kısıtlamalarına başvurmaktadır. Önemli tahıl ihraç eden ülkelerden Rusya, 2010 yılında meydana gelen kuraklık ve buna bağlı tarımsal ürün arzındaki azalmaya bağlı olarak, ihracatta bazı kısıtlamalar uygulamıştır. Diğer taraftan, gıda ithalatçısı ülkelerde tarım ürünlerine yönelik gümrük vergilerinde indirimlere giderek, iç piyasaya yönelik önlemler almıştır. Tablo 1’de yer alan dünya tahıl üretimi, stokları ve piyasaya arzı incelendiğinde, son yıllarda önemli bir değişim görülmemektedir ve ayrıca FAO tarafından yapılan tahminlere göre, 2011 yılında tarımsal üretimde artış beklenmektedir. Dolayısıyla, son zamanlardaki tahıl ürünleri fiyatlarındaki artışı arz ve talep dengesizliği ile açıklamak oldukça zordur. 2011 Şubat döneminde, tahıl ürünleri bir önceHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 105 Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki makroekonomik koşullardaki gelişmeler satın alma gücünü arttırarak tarımsal ürünlerin talebinde artış meydana getirebilmektedir. Bu ülkelerden özellikle, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü içeren Çin ve Hindistan’da son yıllarda yüksek ekonomik büyüme oranları görülmektedir. ki yılın aynı dönemine göre %59 oranında artarken, bu derecede bir artışın nedenleri arz talep dengesi dışındaki etkenlerde aramak gerekmektedir. Yükselen Piyasaların Hızlı Büyümesi Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki makroekonomik koşullardaki gelişmeler satın alma gücünü arttırarak tarımsal ürünlerin talebinde artış meydana getirebilmektedir. Bu ülkelerden özellikle, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü içeren Çin ve Hindistan’da son yıllarda yüksek ekonomik büyüme oranları görülmektedir. Alt gelir grubundan üst gelir gruplarına doğru bir değişim, gıda tüketimi yanında tarımsal ürün ithalatını da etkilemektedir. FAO verilerine göre 2000 yılında, Çin’in 15,3 Milyar $ olan tarımsal ürün ithalatı 2008 yılına gelindiğinde 66,9 Milyar $’a, aynı dönemde Hindistan’ın 28,7 Milyar $’dan 91,4 Milyar $’a yükselmiştir. Çin ekonomisin büyümesinde sanayi sektörünün önemli bir payının bulunması ve buna bağlı olarak tarımsal arazilerinin sanayi ürünleri üretiminde kullanılması, tarımsal ürün arzı ile ilgili olası başka bir sorunu da ileri dönemlerde beraberinde getirebilir. Gıda fiyatlarındaki artışın az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, gelişmiş ülkelere göre daha etkili olması tüketici fiyatları endeksindeki (TÜFE) artışta da (enflasyon) görülmektedir. TÜFE içindeki gıda ürünlerinin payının yüksek olması, enflasyon oranlarını etkilemekte ve finansal piyasaların istikrarını da bozabilmektedir. Fiyat Dalgalanması Nasıl Önlenir? Gıda fiyatlarındaki yüksek düzey ve dalgalanmalara karşı küresel düzeyde önlemlerin alınması önem arz etmektedir. Dünya Bankası 2008 yılında açlık içindeki insanlara yardım etmek için gıda ithalatı ve tohum maliyetlerinin karşılanmaya devam edilmesi amacıyla, Küresel Gıda Krizi Müdahale Programı (GFRP) hazırlanmıştır. Ocak 2011 itibariyle, bu program çerçevesinde onaylanan destek miktarı 1,444 Milyar USD’dır ve desteklemelerin önemli bölümü Afrika ülkelerine sağlanan desteklemelerden oluşmaktadır. GFRP sadece gıda arzı ile ilgili sıkıntıları kapsamayıp, fiyat dalgalanmaları sonucu etkilenen az gelişmiş ülkelere desteklemeleri de içermektedir. İleriye Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı’na (FAO), http://www.fao.org/ Dünya Bankası (WB), http://www.worldbank.org/ Dünya Kalkınma Hareketi (WDM), http://www.wdm.org.uk/ Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), http://www.oecd.org/ Uluslararası Para Fonu (IMF), http://www.imf.org/ 106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 dönük süreçte, GFRP benzeri araçların kullanımı ve geliştirilmesi az gelişmiş ülkeler üzerindeki fiyat dalgalanmalarının etkilerini azaltmada önemli olabilecektir. Petrol, enerji fiyatları ve çevresel faktörler göz önünde bulundurularak, özellikle gelişmiş ülkeler tarafından desteklenen biyo-yakıt kullanımına yönelik politikaların tekrar gözden geçirilmesi önem arz etmektedir. Düşük gelirliler için yaşamsal önemi olan temel tarımsal ürünlerin veya tarım arazilerinin biyo-yakıt üretiminde kullanılması küresel istikrarın devamlılığı üzerinde önemli bir sorun oluşturmaktadır. Son olarak, uluslararası piyasalarda işlem gören tarımsal ürünlere dayalı fonların denetimi veya spekülatif hareketlere karşı korunması tarımsal fiyatların istikrarı açısından önemlidir. Özellikle gelişmiş ülkelerdeki yatırımcıların son zamanlarda bu fonlara olan ilgisinin artması ve tarımsal ürün fiyatlarındaki artış beklentisinin oluşması, gıda ithalatı yapan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için ciddi sorunları beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla da, gıda ihtiyacı olan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin spekülatif tarımsal ürün fiyat artışlarına karşı uluslararası düzeyde daha etkin olarak korunması önem arz etmektedir. Bu doğrultuda tarım ürünlerinin alım ve satımının yapıldığı emtia piyasalarına ilişkin gözetim ve denetim mekanizmalarının artırılması ve bu piyasalarda şeffaflığın artırılması gerekmektedir. Niğde Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü, Yrd. Doç. Dr. ‘‘Türkiye’nin Enerji Açığı Sorunu ve Çözüm Önerileri’’ Tartışıldı Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde (SDE) ‘‘Türkiye’nin Enerji Açığı Sorunu ve Çözüm Önerileri’’ konulu toplantı Gazi Üniversitesi Maliye Bölümü’nden Prof. Dr. Fevzi Rıfat Ortaç’ın moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Toplantıya konuşmacı olarak ise şu isimler katıldı: Kırıkkale Üniversitesi İktisat Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Levent Aydın ve Yrd. Doç. Dr. Hilmi Ünsal, Devlet Planlama Teşkilatı Uzmanı Ahmet Dinçer, Hazine Müsteşarlığı Uzmanı Murat Ertuğrul, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) Uzmanı Dr. Murat Gidiş ve Orhun Selçuk, EPDK Başkan Danışmanı Barış Sanlı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Uzmanı Süleyman Mümin Bulut. S tratejik Düşünce Enstitüsü’nde (SDE) ‘‘Türkiye’nin Enerji Açığı Sorunu ve Çözüm Önerileri’’ konulu toplantı Gazi Üniversitesi Maliye Bölümü’nden Prof. Dr. Fevzi Rıfat Ortaç’ın moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Toplantıya konuşmacı olarak ise şu isimler katıldı: Kırıkkale Üniversitesi İktisat Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Levent Aydın ve Yrd. Doç. Dr. Hilmi Ünsal, Devlet Planlama Teşkilatı Uzmanı Ahmet Dinçer, Hazine Müsteşarlığı Uzmanı Murat Ertuğrul, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) Uzmanı Dr. Murat Gidiş ve Orhun Selçuk, EPDK Başkan Danışmanı Barış Sanlı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Uzmanı Süleyman Mümin Bu- lut. Toplantı Kırıkkale Üniversitesi İktisat Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Levent Aydın’ın konuşması ile başladı. Aydın konuşmasında özellikle enerji açığı sorununa değindi. Elektrik üretimi için enerji talebinin hızla artmakta olduğunu belirten Aydın, artan enerji ihtiyacına karşılık Türkiye’de enerji üretiminin aynı oranda artmamasının sorunun temelini oluşturduğunu açıkladı. 1990’dan bu yana petrol ve doğalgaza önem verildiğini buna karşılık yerli üretimde kullanılabilecek olan linyit ve hidrolikten vazgeçildiğini belirtirken, dengenin ithal kaynaklara yöneltilmesinin enerji ithalatını zora soktuğuna da değindi. Aydın, elektrik üretiminde doğalgaza alternatif olabilecek kaynakları ise şu şekilde sıraladı: kömür, hidrolik, nükleer enerji. Aydın’dan sonra söz alan Tabii Kaynaklar Bakanlığı Uzmanı Süleyman Mümin Bulut, enerji politikalarının ana belirleyicileri üzerinde durdu. Hızlı talep artışı, yüksek ithal bağımlılık oranı, yüksek enerji yoğunluğunu ana belirleyiciler olarak sıralayan Bulut, açığı kapatmak için rüzgar gücü, jeotermal güç, kalan hidro ve linyit rezervlerinin değerlendirilmesi gerektiğini kaydetti. Yrd. Doç. Dr. Hilmi Ünsal ise Türkiye’de enerji sektörüne yönelik devlet politikalarına değindi. Türkiye’nin petrol ihtiyacının yüzde 90’ını ithal ettiğini açıklaHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 107 yan Ünsal, petrolün yüzde 36’sını İran’dan, yüzde 33’ünü Rusya’dan, yüzde 14’ünü Suudi Arabistan’dan aldığını, bu nedenle Ortadoğu bölgesinde çıkan karışıklıkların bizim enerji maliyetlerimizi arttırdığını ve Türkiye’nin enerji politikalarının uygulamasını zorlaştırdığını belirtti. EPDK Başkan Danışmanı Barış Sanlı ise Türkiye’de enerji arzı risk incelemesi yaptı. Kömürü büyük oranda tüketmenin mantıklı olmadığını belirten Sanlı, 80’lerden önce tüm dünyanın petrol, 80’ler ve 90’lardan itibaren ise özellikle doğalgaz tüketmeye başladığını ve doğalgazla elektrik üretmenin çok mantıklı olduğunu ifade etti. Sanlı Türkiye doğalgazın bir kısmını kendisi üretebilirse sorunun azalacağını da belirtirken, enerji üretiminin çeşitlendirilmesi gerektiğini vurguladı. Sanlı Temmuz ayından itibaren bir krizin daha yaşanabileceğini de ifade etti. Sanlı’nın sunumunun ardından söz alan EPDK Uzmanı Orhun Selçuk, Türkiye elektrik piyasasında arz güvenliği konusu üzerinde durdu. Elektrik Piyasası Kanunu’na da değinen Selçuk, kanunla “Rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterecek bir piyasanın tesis edilmesi amaçlanmıştır” dedi. Selçuk arz güvenliğini açıklarken ise şunları kaydetti: “Arz güvenliğinin ekonomik ve teknik birçok yönü bulunmaktadır. North American Electric Reliability Council’in (NERC) arz güvenliği tanımı güvenirlik ve yeterlilik olmak üzere iki bileşene ayrılmaktadır. Sistemin yeterliliği: Kapasite ve talebin birbirlerine göre durumlarını anlatır, daha çok uzun dönemli ve ekonomik bir kavramdır. Sektöre yeterli yatırım çekilmesi ile ilgilidir. Güvenirlik: Gerçek zamanda başka bir değişle kısa dönem arz güvenirliğini esas alır, daha çok teknik bir konudur ve sistem işletmecisinin sorumluluğundadır.” Hazine Müsteşarlığı Uzmanı Murat Ertuğrul ise çözüm önerilerini şu şekilde sıraladı: - Enerji taleplerinin sağlıklı yapılması, - Üretimde kaynak çeşitliliğini sağlamak amacıyla 2020 yılına kadar nükleer santrallerin toplam üretim içindeki payının en az yüzde 5 seviyesine çıkarılması, - 2023 yılına kadar yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanan toplam üretim içindeki payının yüzde 30 seviyesine çıkarılması. Devlet Planlama Teşkilatı Uzmanı Ahmet Dinçer Türkiye’de enerji üretimi ve tüketimi konusunu değerlendirirken özellikle Türkiye’de nükleer enerji konusuna değindi. Dinçer konuşmasında, nükleer enerjinin ödemeler dengesine etkisini inceledi. Toplantı soru-cevap bölümü ile son buldu. 108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 ‘‘Ortadoğu’da Değişimin Tarihsel Arka Planı’’ Tartışıldı Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından ‘‘Ortadoğu’da Değişimin Tarihsel Arka Planı’’ konulu beyin fırtınası Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nden Ahmet Demirhan’ın moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Toplantıya konuşmacı olarak South Florida Üniversitesi’nden Hüseyin Yılmaz katılırken, SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Prof. Dr. Birol Akgün, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin, SDE Uluslararası İlişkiler Uzmanı Doç. Dr. Erkin Ekrem ve Kaan Dilek toplantının tartışmacıları oldular. T oplantıda; Tunus, Mısır ve Libya’da yaşanan gelişmelerin başka hangi bölge ülkelerini doğrudan etkileyeceği, İran’ın da Ortadoğu’da esen değişim rüzgârlarından etkilenip etkilenmeyeceği, Yemen’in tekrar ikiye bölünüp bölünmeyeceği, Lübnan’da iktidar boşluğunun nasıl doldurulacağı, Suriye’nin bu dalgaları nasıl atlatacağı, Ürdün’de sessiz ve derinden gelen muhalefet seslerinin nasıl yankı bulacağı, İsrail’in tüm bu bölgesel gelişmelerden nasıl etkileneceği, ABD’nin Ortadoğu politikalarının nasıl yeniden şekilleneceği, Libya, Mısır ve Tunus’ta nasıl bir geleceğin inşa edileceği gibi konular üzerinde duruldu. Beyin fırtınası toplantısı South Florida Üniversitesi’nden Hüseyin Yılmaz’ın sunumu ile başladı. Ortadoğu sorunsalının tarihsel arka planı üzerinde duran Yılmaz, Ortadoğu’nun her zaman öncelikle “sorun” çağrıştırdığını belirterek bu kapsamda Ortadoğu’nun coğrafi ve kültürel bir bütünlük değil, “sorunun” coğrafyası olduğunu kaydetti. Yılmaz, Ortadoğu’yu temsil eden müşterek bir kurumun olmadığının altını çizerken bu coğrafyanın sürekli yeniden kurgulandığını, çıkarlara göre sınırlarının yeniden belirlendiğini ifade etti. Dönemsel olarak çok sayıda Ortadoğu haritasının çizildiğini belirten Yılmaz, eski dönemlerde dünyanın merkezinin neresi olduğu sorusunun da sıkça sorulduğunu, bu soruya Müslümanların Bağdat, Kudüs, Mekke-Medine cevaplarını verdiklerini buna karşılık Hıristiyanların dünyanın merkezi olarak Kudüs’ü gördüklerini kaydetti. Yılmaz sunumunda Müslüman ve Hıristiyanların yaptıkları haritalardan yola çıkarak farklı algılar üzerinde durdu. Eski dönemlerde Müslümanların “kıta” bazlı değil “iklim” bazlı olarak haritaları çizdiklerini ve bu çerçevede dünyayı 7 iklime böldüklerini açıkladı. Toplantı tartışmacıların Yılmaz’a yönelttikleri sorular ile devam etti. HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 109 Ali Kocamaz karikadüş YAYIN ADI Stratejik Düúünce (AylÕk UluslararasÕ øliúkiler ve Strateji Dergisi) ABONELøK FORMU 12 AylÕk Yurtiçi Abonelik Bedeli 12 AylÕk YurtdÕúÕ Abonelik Bedeli 84 TL 100 $ * Lütfen abone olmak istedi÷iniz yayÕnÕmÕzÕn yanÕndaki kutuyu iúaretleyiniz. * Stratejik Düúünce Dergisine SayÕ…….’den itibaren abone olmak istiyorum. Firma AdÕ: Vergi Dairesi ve No: / AdÕ SoyadÕ: Adres: Posta Kodu: Telefon: Faks: ùehir / Ülke: Cep Telefonu: e-posta: Ödeme ùekli: Nakit Banka Havalesi Posta Havalesi Kredi KartÕ VISA MASTER CARD Banka AdÕ: AdÕ SoyadÕ: Kart No: Son Kullanma Tarihi: Güvenlik No: (KartÕnÕzÕn arka yüzündeki imza bölümünde bulunan numaranÕn son 3 hanesi) øMZA TARøH ……………………….. ……/……/20…… Türkiye Finans KatÕlÕm BankasÕ / Balgat-Ankara ùubesi ùube Kodu: 82 IBAN:TR440020600082009721510001 Stratejik Düúünce ve AraútÕrma VakfÕ øktisadi øúletmesi HesabÕ TL HesabÕ : 972151 - 1 USD HesabÕ : 972151 – 101 EURO HesabÕ: 972151 - 102 Önemli Not: Banka ve Posta Havalesi ile yapÕlan ödemelerde, ilgili dekontun Abone Formu ile birlikte posta, faks veya e-posta yoluyla abonelik merkezimize ulaútÕrÕlmasÕ zorunludur. SUAT AYHAN/ ABONE SORUMLUSU Tel: 0 312 473 80 41 Faks: 0 312 0 312 473 80 43-46 e-posta: [email protected] Adres: Stratejik Düúünce Enstitüsü (SDE), Çetin Emeç BulvarÕ, A.Öveçler Mah. 4. Cadde 1330. Sokak No:12 06460 - Dikmen/ANKARA 110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011 HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 111