ISSN 0378-2921 ANKARA ÜNİVERSİTESİ SBFDERGİSİ 71[4] Ekim - Aralık 2016 Yayın Sahibi : A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Adına Dekan Kadir Gürdal Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Kadir Gürdal Yönetim Yeri : A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Cebeci/Ankara Yayın Türü : Yaygın Süreli Yayın Baskı : Ankara Üniversitesi Basımevi, A.Ü. Merkez Kampüsü Beşevler/Ankara Basım Tarihi : Ankara Üniversitesi SBF Dergisi (ISSN0378-2921) Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesince yılda dört sayı olarak yayınlanan hakemli bir dergidir. Dergide basılması için önerilecek yazılar, derginin biçim kurallarına kesinlikle özen gösterilerek hazırlanmalı ve değerlendirme sürecine girmek üzere Yayın Komisyonu’nun yazışma adresine gönderilmelidir. Abonelik ile ilgili konular için AÜSBF Yayın İşleri ile yazışılmalıdır. Journal of the Faculty of Political Science (ISSN 0378-2921) is a quarterly, refereed journal published by the Faculty of Political Science, Ankara University, Turkey. Manuscripts must be prepared observing the form of the articles in the present issue and submitted to the editorial board for consideration by anonymous referees. Subscription orders should be addressed to: AÜSBF Yayın İşleri, 06590 Cebeci, Ankara, Turkey. © Copyright: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi 2016 Dergide yer alan yazılarda ileri sürülen görüşler yalnızca yazarlara aittir, yayınlanan kurumu bağlamaz. Opinions expressed in articles are those of the authors and not necessarily those of the Faculty of Political Science, Ankara. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SBFDERGİSİ Danışma Kurulu/Advisory Board Yayın Kurulu/Editorial Board Yılmaz Akyüz, Special Economic Advisor, South Centre, Geneva Fuad Aleskerov, Institute of Control Sciences, Moscow Paul Dumont, Université Marc Bloch, Strasbourg Hilal Elver Falk, University of California, Santa Barbara Bülent Gültekin, Wharton School, Philadelphia Jeffrey D. Howison, Yeditepe Üniversitesi Barbara Kellner-Heinkele, Institut für Turkologie, Berlin Mihail S. Meyer, Institute of Asian-African Studies, Moscow Ephraim Nimni, Queen’s University Belfast Thomas L. Saaty, University of Pittsburgh Michael O. West, Binghamton University Bodo Zeuner, Freie Universität, Berlin Ozan Zengin (Editör) Elif Tuğba Doğan (Yardımcı Editör) Sevgi Eda Tuzcu (Yardımcı Editör) Ahmet Murat Aytaç Can Umut Çiner Ersin Embel Ceyhun Gürkan Akın Usupbeyli İletişim Adresi/Communication Address Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi Yayın Kurulu 06590 Cebeci, Ankara, Türkiye Tel: +90 312 595 13 92 Faks: +90 312 319 77 36 E-Mail: [email protected] URL: www.politics.ankara.edu.tr Ankara Üniversitesi SBF Dergisi'nin yer aldığı akademik endeksler - Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi (ULAKBİM) - EBSCOhost - EBSCO Tüm Siyaset Bilimi Endeksi - Index Islamicus - Akademia Sosyal Bilimler Endeksi (ASOS Index) Journal of the Faculty of Political Science is indexed and abstracted in - Turkish Academic Network and Information Center (ULAKBİM) - EBSCOhost - EBSCO Political Science Complete - Index Islamicus - ASOS Academia Social Sciences Index İÇİNDEKİLER / CONTENTS 1033 Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations / Birleşmiş Milletler (BM) Kuvvet Kullanma ve Barış Harekâtının Sorunlu Geleceği 1059 Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi / The English School and the Idea of International Society 1091 Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma / A Discussion on Compulsory Heterosexuality and Field of Opposition in Turkey 1119 Sebahattin Yıldız - Fidan Alhas - Önder Sakal - Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? / Glass Cliff: When Do Female Executives Exceed Glass Ceiling? 1147 Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktidar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı / The Tower of Babel of “The New World” (?): On the Problematique of Cyberspace and Free Information in the Context of Subject, Knowledge and Power 1171 Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm / The Scottish National Party: The Transformation Leading to Power 1195 Mustafa Doğanoğlu “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru / From “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” to “Türkçülüğün Esasları” Ziya Gökalp and His Conception of Nation 1211 Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi: Hasım Politikası, Agonizm ve Popülizm / Radical Plural Democratic Party HDP’s “Another Turkey” Proposition: Adversary Politics, Agonism and Populism 1241 Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi / The Relationship between Economics and Mechanics in Leon Walras 1267 Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi: Müşteri Boyutunda Bir Değerlendirme / The Effect of Levels of Customer Orientation and Customer Satisfaction of Firms on Trust Formation: An Evaluation from Customer Perspective 1291 İsmail Cem Karadut Kitap İncelemesi: Türkiye’de Anayasalar: Tarih, İdeoloji, Rejim 1921-2016 1299 Elif Tuğba Doğan Kitap İncelemesi: Çalışma Düşüncesi 1305 Yiğit Karahanoğulları Kitap İncelemesi: Kapitalizm Sonrası Geleceğimiz İçin Bir Klavuz 1317 Ersin Embel Kronik: ABD Başkanlık Seçimleri Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1033 - 1058 TROUBLED FUTURE FOR THE UNITED NATIONS (UN) USE OF FORCE AND PEACE OPERATIONS* Yrd. Doç. Dr. Ali Bilgin Varlık İstanbul Esenyurt Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi ●●● Abstract The purpose of this article is to examine the hindrances of the UN‟s use of force and peace operations. Analyzing shortfalls which affect the UN‟s capacity at this context requires systemic, structural, institutional and conjunctural assessments. Considering cause and result relations one can easily reach to the conclusion that there is an imbalance on applying use of force and peace operations. Unless the UN preserves the delicate balance between sovereignty rights of the states and human rights, and principles of international law, reforms at the technical, tactical or operational levels has little to meet expectations. The UNSC‟s dominant role on decision making process, political struggle between global powers, and systemic problems such as limitations of complementary institutions, failure of collective defence, and operational deficiencies, hinder the capacity of the UN‟s use of force and peace operations. Current balance of power which is highly different both from the settings of the Cold War and 1990s while stagnating use of force applications overburdens peace operations. This situation obliges the UN to manage conflicts with less appropriate tools. Hence there is need for a renewed focus on peace and security issues with a stronger determination of the UN with extensive coordination and cooperation. Keywords: UN, Peace Operations, Use of Force, Peace Keeping, Operations Other Than War Birleşmiş Milletler (BM) Kuvvet Kullanma ve Barış Harekâtının Sorunlu Geleceği Öz Bu makalenin amacı, BM‟nin kuvvet kullanma ve barış operasyonlarının sınırlılıklarını incelemektir. BM‟nin bu kapsamdaki kısıtlarını analiz etmek, sistemik, yapısal, kurumsal ve devri değerlendirmeleri gerektirir. Neden ve sonuç ilişkilerine bakıldığında, kuvvet kullanma ve barış harekâtı uygulamaları arasında bir dengesizlik olduğu sunucuna kolaylıkla ulaşılabilir. BM devletin egemenlik hakları ile insan hakları ve uluslararası hukukun ilkeleri arasındaki hassas dengeyi muhafaza etmedikçe, teknik, taktik ve operasyonel seviyede gerçekleştirilen reformlar beklentilerin çok az bir kısmını karşılayabilir. BM‟nin karar süreçlerindeki belirleyici rolü, küresel güçler arasındaki politik çekişme ve bütünleyici kurumların yetersizliği, kolektif savunmada başarısızlık ve harekât kısıtları gibi sistemik sorunlar BM‟nin kuvvet kullanma ve barış operasyonu kapasitesini kısıtlamaktadır. Soğuk Savaş‟tan ve 1900‟lardan çok farklı olan cari güç dengesi, bir taraftan kuvvet kullanma imkanlarını kısıtlarken diğer taraftan barış operasyonlarına fazlasıyla yüklenmektedir. Bu durum BM‟yi, çatışmaları uygun olmayan vasıtalarla yönetmeye zorlamaktadır. Bu yüzden BM‟nin, kapsamlı işbirliği ve koordinasyonla, barış ve güvenlik meselelerine daha güçlü bir kararlılıkla yenilenmiş bir odaklanmaya ihtiyacı vardır. Anahtar Sözcükler: BM, Barış Operasyonları, Kuvvet Kullanma, Barışı Koruma, Savaş Dışı Harekât * Makale geliş tarihi: 21.01.2016 Makale kabul tarihi: 16.05.2016 1034 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations1 Introduction This paper examines the obstacles to effective use of force and peace operations by the UN over time. The main argument of the study is that the structural, systemic, and functional shortfalls of the UN, combined with tensions spurred from the political and security conjuncture will complicate and undercut the organisation‟s future security initiatives. The complementary argument of the paper is that unless the UN strikes a proper balance between the use of force and peace operations, and adjusts its approach to evolving conditions, planned enhancements may provide limited benefits. The analysis shows that some of the suggestions currently contemplated as “silver-bullets” to improve the UN current and future use of force and peace operations may not yield the desired results. The body of the study is comprised of three main sections: a theoretical framework for the UN use of force and peace initiatives, an analytical evaluation of UN operations within the theoretical context, and a general assessment. In the first section, the legitimacy of force and peace operations are discussed within the UN Charter. In this context, the complicating factors of competing political and judicial approaches moralist versus realist, conservative versus reformist are broadly mentioned. In this section the structural characteristics and the actual practices of the states, which decisively effect UN operations‟ success, are also scrutinised. The conceptual framework drawn in this section gives basic parameters of the problematic structure governing UN use of force and peace operations, and also addresses interrelated issues between main bodies of the UN and its associated organisations. Secondly, an analytical and descriptive picture of the UN‟s use of force and peace operations is drawn by quantitative, categorical, and trend changes over time. Additionally, functional and procedural shortfalls which either collectively or individually contribute to the UN‟s operational inadequacy for the establishment of sustainable peace are discussed. 1 This article is the enhanced version of the paper (of 4.000 words) submitted at Istanbul Security Conference (03-05 December 2015). Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1035 The final section deals with an assessment of structural, functional, and conjectural dynamics related to current and potential UN use of force and peace initiatives, based upon anticipated future developments. This section also examines the acceptability, adequacy, efficiency, and applicability of current proposals for improving UN operations, as well as the relationship and mutual influence between the distinct but related phenomena of use of force and peace initiatives. 1. Theoretical Framework 1.1. The Premise of the UN and the Debate between the Conventional versus Reformist, and the Realist versus Moralist Approaches The traditional international view of war as a legitimate tool that states may resort to in pursuit of their national interest was upended by the new paradigm set at San Francisco Conference held from April 25-June 26, 1945. With one exception in the preamble the word war does not appear in the UN Charter. Since the main premise of the UN Charter, is to save “succeeding generations from the scourge of war,” the right to use force was to be reserved only for the UN, with the sole exception being the “inherent right of selfdefence in case of an armed attack (article 51)”. The UN was founded on the premise of the need for an organization to sustain international security, and the founding conference opened up a discussion on how this goal will be achieved. Based up on the principle of not violating the sovereign rights of the individual states (Art. 2/7), the prevailing approach favored stability, while a minority of reformists argued that human rights, and justice-based approach was necessary for sustainable peace. This debate also reflected realist versus moralist arguments. As more member nations have joined the UN, views have evolved and today the majority of the members of the General Assembly (UN GA) support moralist and reformist change. Such change would erode the UN Security Council (UNSC) authority. The UNSC has traditionally placed a premium on managing or avoiding major power confrontation and the escalation of minor conflicts; the UNSC permanent members prefer stability and preservation of the status quo to revisions and moralist arrangements that run contrary to the existing balance of power. Arguments between proponents of the respective approaches have been numerous, and two key factors have shaped the outcome of such struggles: the structural characteristics of the UN and the actual practice of the states. The dominant powers represented on the UNSC have determined the first of these, 1036 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) the conjunctural global balance of power has shaped the second, and systemic shortfalls and challenges have modified them both. The UN‟s primary goal which prioritizes international stability and puts more emphasis on state sovereignty on the expense of human rights and justice, has narrowed area of initiatives for sustainable peace. This approach which is realistic in nature, has shaped not only institutions for use of force and peace operations mentioned in the following section (1.4.1.) but also force structure. Dominant states‟ mostly members of the UNSC preferences which generally fit into realist paradigm, shape modalities of conduct such as concept of operation, military goals and desired end-states. Together with the world order, realists‟ devastating influence has long framed the context of use of force and peace operations. For most of the period between the late 1940s to the 1980s with the exception of the first Congo operations which also contains police force (Boulden, 2015: 160) the objectives of the UN peacekeepers tended to focus on preserving international security, no matter how the peace established was fragile, and main issues were swept under the carpet. Particularly after the Cold War, intense contribution of regional organizations (UNRO) to peace operations could have helped to promote moralist approach with broadened objectives of UN operations, if UNROs were not in the hands or under the control of “dominant states”. On the other hand, there are some comments claiming that post-Cold War era has witnessed a second generation peace operations as noted in the following sections (2.2.1.) and the UN peace initiatives gained deeper and broader dimensions. Arguments against this approach condense mainly in two fields. The first claim is that the UN‟s post-Col War interventions which also includes trials were triggered by realistic necessities rather than moral concerns. Proponents of this claim, suggest that if moralistic approach had determined the UN interventions there should have been permanent jurisdictional institutions rather than ad hoc trials such as ITCY (International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia) and ICTR (International Criminal Tribunal for Rwanda). Advocates of this approach backs their argument by the UN‟s neglects and delays on intervening in these mentioned crisis. NATO‟s 1999 intervention in Kosovo rather than the UN is also put forward as another evidence for the lack of moralist mechanisms for humanitarian interventions. The second and more moderate criticism on the subject points at secondary role of law institutions. According to this approach, although permanent organizations finally set, they are subjected to the UNSC‟s dominance. Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1037 Reforms for betterment of the UN‟s peace initiatives which commenced in the eve of millennium2 however endeavour to meet moralistic requirements, the capacity to put into force is subjected to the UNSC‟s approval. So unless the UNSC develops moralistic stance, precautions developed at technical, tactical or operational level will have little to settle security disputes. UNSC‟s moralistic approach is a matter of keeping a delicate balance between sovereignty and human rights which enforce humanitarian intervention. Moralist approach sees sovereignty legitimate, as long as a state meets requirements of the UN Charter and customary law (Weiss, 2015: 80; Brown, 1992: 129-132). Moralistic obligations has forced UN to develop R2P/RtoP (Responsibility to Protect)3 mechanism. Although R2P draws a considerable degree of criticism4 and scepticism there seems to be no better way for the time being. 1.2. Dominancy of the UNSC According to article 24 of the UN Charter, the primary responsibility for maintenance of international peace and security is given to the UNSC. The UNSC‟s monopoly on the use of force is a rather natural outcome of the realistic approach maintained by the dominating powers the permanent members than the need for “prompt and effective action” as noted in the Charter. That this mechanism for stability is rooted in great power interests rather than legal commitments should cause no surprise; de facto action has been a regular and primary feature of sustainable international systems in every historical period. The UN structure was based on the consideration that one of the main reasons for the collapse of the international system of the League of Nations was its failure to adequately integrate great powers in the collective decision making process. According to the League Covenant, non-permanent members also had a veto. By revision of October 2, 1936 the Council had raised the nonpermanent membership from eleven to twelve while keeping the permanent members at four (France, Italy, Japan and UK) (Lowe, Roberts, Welsh and 2 3 4 See, (Brahimi Report, 21 August 2000); (UN, 2009); (UN, 2010a); (UN, 2010); (GA64thS, 2010); (GA70thS, 2015). R2P, was initiated by [UN GA 60thS, 2005: 30 (para. 138-139)] and (UN GA 63S, 2009). Concerning with the criteria for humanitarian intervention, either norms spurred from experienced examples or political capabilities will be taken for granted is the most debatable issue (Arsava, 2007: 1). 1038 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Zaum, 2008). On the other hand, the U.S. was not a member of the league, Germany‟s membership was limited with 1926-1933 period, and Japan and Italy abandoned the League in 1933 and 1937 respectively. When considering the UNSC‟s capacity for taking decisions binding on all members of the UN regarding peace and security as noted in articles 43 and 44, the legitimacy of the use of force is determined entirely by the authority of the UNSC. With a few exceptions, this authorization has been experienced as a near-monopoly over time. The UNSC dominance has prevailed in the UN‟s decisions on the use of force practices and peace operations, with the notable exceptions of the General Assembly‟s decision on intervention to Korea in 1950 (“Uniting for Peace”)5, and a few General Assembly or Secretary General-led peace missions in the early era of the organization, such as UNEF I (1956-1967) after the Suez crisis, the mission in West New Guinea (19621963), and the India-Pakistan observer mission (1965-1966) (Koops and MacQueen, 2015: 3). Most usually peacekeeping operations are established by the UNSC by a resolution formulated on the basis of a Secretary-General‟s report (Koops, MacQueen, Tardy and Williams, 2015: 3). 1.3. Conjunctural Global Balance of Power While the global security situation after WWII, reflected a bipolar division, political, economic, cultural and social affairs remained fragmented and reflected developments and competition across multiple dimensions. The tension among these layers affected the interests and agendas of powers large and small contributing to the challenges for UN capacity to preserve and sustain global peace. In other words, the causal factors for conflict remained multifaceted, while the mechanism for managing conflict became reflected bipolarity. Even within the UN General Assembly there was a roughly tripartite division into pro-west, pro-east, and non-aligned groupings, but the UNSC remained two sided. Starting from the early days of the UN, the tension between the east and the west had hindered the UN‟s area of initiative by two ways. First, vetoes of some permanent members of the UNSC had paralysed or at least deliberately delayed proper reactions to the threats against peace and security. Second, because of the general reluctance to jointly constitute and activate military 5 Uniting for Peace, known also as the “Acheson Plan” was adopted 3 November 1950 with UN GA resolution 377 A, by a vote of 52 to 5 was the first and the only derivation of frequent Soviet veto during 1946-50 (White, 1997: 173). Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1039 forces responsive to the organization, collective defense remained a largely theoretical exercise. During the Cold War era, the UN peace initiatives were bound to be limited in influence and scope, given the division of power between east and west and the role of the UNSC in minimizing escalation and revisionism. During the period between the end of the Cold War and the new millennium US dominance began to shape the UN decision-making and interventions in a fundamental way. In recent years the rise of China, the partial recovery of Russian power, and the emergence of regional balances of power have essentially reconstituted a new security model reminiscent of Cold War conditions. An analytical evaluation of these periods is submitted in the following sub-paragraphs. 1.4. Systemic Shortfalls There are three key systemic deficiencies that have hindered effective UN peace operations and use of force. These are the limitations of complementary institutions on the orientation of the UNSC, the failure to constitute effective collective defence, and shortcomings in operational capacity. 1.4.1. Limitations of Complementary Institutions’ on the Orientation of the UNSC As mentioned above, the UN system does nothing to mitigate domination by the great powers, but instead institutionalizes it through the UNSC‟s permanent member structure. Bodies exist to enforce decisions by the UNSC, but not to regulate or steer its functions. The inability of the UN to respond in a timely manner to crises in Ruanda-Burundi and Bosnia-Herzegovina are two well-known examples of this dysfunction. More recently, the failure of UN security mechanisms to shape events in Syria has been near total. The UNHCR report “UN Commission of Inquiry on Syria: No end in sight for Syrian civilians”, issued on 3 September 2015 notes that wholesale, repeated patterns of gross human rights violations in Syria had not been enough for the UNSC to note the threat for international security and issue calls for a ceasefire until November 14, 2015 (International Business Times, 2015). The UN‟s formal security decision-making process reflects the UNSC dominance, but other aspects of this dominance manifest outside security channels. These complementary aspects of the UNSC‟s domination include its impressive role on the appointment of Secretary General, the appointment of judges to the International ICJ (Court of Justice) and the ICC (International 1040 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Criminal Court) and judges and prosecutors for other ad hoc international criminal tribunals, and the admission of new members to the UN. Concerning with the UN‟s peace initiatives, although sophisticated organs like DPKO (Department for Peace Keeping Operations), DPA (Department of Political Affairs), DFS (Department of Field Support), the UN Peacebuilding Commission are established, none of them are authorized to act without Secretary General‟s guidance which could only be applicable subjected to the UNSC‟s acceptance. This network of authorities renders significant provisions of the Charter dependent upon the devastating power and responsibility of the UNSC particularly to the permanent members and makes it virtually impossible for countries or organizations outside the UNSC to initiate or organize solutions or measures in support of global peace and security that may have broad resonance outside the UNSC, but have one or more opponents within it. The UN system has also less interference with the other systems on security issues. Worldwide conferences and initiatives like G-20, World Economic Forum etc. are increasingly getting busy with global security issues, but hardly influence the UN. Actually stagnation in the UN system, oblige the international community to discuss security issues on these platforms. 1.4.2. Failure of Collective Defence Article 26 notes that “the UNSC shall be responsible for formulating with the assistance of the Staff Committee referred to in Article 47, plans to be submitted to the member of the UN for the establishment of the system for the regulation of armaments”. According to Article 47, the Military Staff Committee shall consist of the Chiefs of Staff of the permanent members of the UNSC or their representatives. This organization was authorized to advise and assist the UNSC on all questions relating to the maintenance of international peace and security, employ and command forces placed at its disposal, regulate of armaments, and possible disarmament, consult with appropriate regional agencies, and establish regional sub-committees. Failed efforts to activate the Committee during 1946-47 (Gungor, 2008: 8) forced the Organization to rely on ad hoc solutions, most of which were conducted either by regional security organizations or temporary coalitions. This delegation not only paralyzed the military component of collective defense, impairing the prospects of the UN for robust combined joint operation capacity, but also reduced the credibility of the Organisation and raised a high level of concern among some member states about the impartiality and suitability of the forces allocated. This deficiency reached the level of crisis Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1041 during KFOR operation on 13 June 1999, when NATO and Russian forces were about to clash at Slatina airport in Pristina, Kosovo (Cross, 2001: 8). Attempts to fully and effectively operationalize Article 43-45 of the Charter likely would have required creation of standing the UN armed forces, a proposition that never progressed to tangible outcomes.6 The UN‟s failure to establish collective defence also prevented the establishment or maintenance of a standing and/or rapid reaction peace force. Restructuring of the UN with a dedicated bureaucracy for peacekeeping after 1992 did not produce substantive change. Considering the other limitations on command, control, communication, early warning, operational planning, logistics and other factors, this deficiency represented an insuperable stumbling block to the organization‟s operational capacity. Political divisions exacerbated these structural problems. The lack of solidarity or common policy positions delayed response to crises in Somalia, Bosnia, Rwanda and Syria, causing financial, material and manpower shortfalls that made it impossible to prevent heavy humanitarian losses. A flawed decision-making process and other structural limitations coupled with political disunity ensured an incapacity for effective common action, let alone collective defence or security. 1.4.3. Operational Capacity Limitations The delegation of operational responsibility to regional security organisations or ad hoc coalitions is not a choice for the UN but a necessity, due to the complexity of UN‟s structure, processes, and its capacity limitations. This shifting of operational responsibility, coupled with a broadly conceived area of initiative for the organization, reduces its oversight and authority over operations. Peace operations and other use of force operations may be seen as separate in theory but are inseparable in practice for the establishment of stable and enduring security conditions. Historical experience shows that the use of force operations subsequently requires some type of peace operation. Similarly only a limited portion of overall peace operations can be neatly conducted within the framework of “traditional peacekeeping” in other words within the principles of consent, impartiality, non-use of force other than self-defence (UN, 2008: 31-35; UN, 2012 a: 60-72). As is detailed in the following section 6 Efforts to establish a standing UN armed forces commenced with the first Secretary General Trygve Lie and lasted until millennium with a considerable decrease after 1995. For more information see, (Adams et al, 2008: 99-130). 1042 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) (2.1.), the UN use of force and peace operations are complex in nature and by design. Redundant arguments on the UN‟s authority over and monopoly on the legitimate conduct of peace operations may occupy intellectual or academic arenas, but they are rendered rather moot and sterile by the more fundamental problem of insufficient the UN capacity for conducting complex peace operations. Concerning authorization of the UN for peace operations, although these operations are not specifically defined in the UN Charter, initiatives in this context are integral to both the responsibilities in Chapter VI (Pacific Settlement Disputes) and Chapter VII (Action with Respect to Threats to the Peace, Breaches of the Peace and Acts of Aggression).7 Indeed, as the sole organisation which has the right to intervene with military forces, it is curious that the UN does not use initiatives like peace operations before situations escalate to a level requiring more substantial use of force. Comments implying that the gap in the Charter locating peace operations somewhere between Chapter VI and VII or envisaging them as “Chapter 6 1/2 operations” create a degree of confusion over the basis of authorization which can be misleading (Lowe et al., 2008: 7). Concerning the domination of the UN on peace operations, although theoretically the UN does not have a monopoly on conducting peace operations, it is the single most important institution in the field, having carried out many more operations over more decades than any other actor. Other actors like EU, ECOWAS (Economic Community of West African States), AU (African Union), NATO conduct peace operations, and use the delegated legitimacy of the UN to do so (Koops et al., 2015: 1). So counter-arguments addressing these actors‟ competency should be considered within the context of capacity, not the legitimacy or availability to the international law. 2. Analysis of the UN’s Use of Force and Peace Operations As noted in general terms in the previous section, the concept of UN use of force and peace operations is complex in nature and shows every indication 7 The UNSC‟s powers to establish peacekeeping operations were the key point of contention that led to the International Court of Justice (ICJ)‟s Advisory Opinion of July 20, 1962 in the Certain Expenses of the UN case. ICJ Reports 1962, 163, and 175-7 (Lowe et al., 2008: 7). Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1043 based on current trends of being even more problematic in the future. This distinct characteristic of UN‟s use of force and peace operation concept is shaped by the mission and the goals of the organization, the changing nature of the risks, threats, and conflicts as well as transformations in the global balance of power, and the world order. While the mission and the goals of the organization remain constant, other factors vary and interact each other. The need for managing these deeply intermingled and amalgamated dynamics requires a comprehensive approach which can conceptualize the use of force and peace operation by considering the linkages between them. This section examines these interactions and the cause-effect relationships between current and forthcoming challenges through descriptive and statistical evaluations, pointing out the need for a better conceptual framework to guide UN activities of this kind. 2.1. UN’s the Use of Force Practices8 The UN‟s use of force applications have predominantly been affected by the changing nature of the security environment, and the reflexes reflecting from the conjectural balance of power between super of great powers. Apart from that operational difficulties spurred from both the unique methodology of use of military within the UN mandate, and chances in the nature of risks and threats also frame the context. Today‟s security environment is distinguished by the proliferation of non-state actors, complex and amalgamated risks and threats; it neither resembles the conditions at the founding of the UN in 1945 nor the Cold War setting (Luck, 2008: 60, 61; International Commission on Intervention and State Sovereignty, 2001: 3) Since 1949, world has experienced over than 100 armed conflicts which can be broken into four categories (Lowe et al., 2008: 45): - Interstate armed conflict (war between sovereign states), - Extra-systemic armed conflict (colonial war between an external army and indigenous force), - Intrastate armed conflict (civil war), - Internationalized internal armed conflict (civil war with external supporters). The number of interstate wars has always been considerably lower than the others, and the number of colonial wars dramatically decreased after 1970s. On the other hand, there occurred a considerable increase in civil wars either 8 For a comprehensive analysis see, (Revor, 2002). 1044 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) internationalized or not after the end of the Cold War (Lowe et al., 2008: 44). Starting from millennium, the distinction between internal and international conflicts has blurred. Since 2008, the number of major violent conflicts has almost tripled. Long-simmering disputes have escalated or relapsed into wars, while new conflicts have emerged in countries and regions once considered stable (UN GA70thS, 2015). According to HIIK, as of 2014, there were 223 conflicts saw the use of violence, the number of highly violent conflicts are 46, subdivided into 25 limited wars and 21 wars (HIIK, 2015: 15). The IISS Armed Conflict Database counts nine high-intensity conflicts and 19 medium-intensity conflicts, none of which constitute interstate wars (IISS, 2015). The relative decrease in interstate conflict denies the UN an ability to easily assess whether a given conflict poses or may pose a threat to international security. Unless a conflict becomes internationalized, the UN does not interfere in civil wars. Unfortunately, by the time a civil war becomes internationalized, it is generally too late to prevent humanitarian losses. In civil wars unlike the legitimate states‟ conventional warfare methodology asymmetric and hybrid tools and strategies, and terrorist tactics and organisations are commonly used. Additionally, with the help of globalization, the increased availability and acquisition of military capabilities increases the devastating effects of armed conflicts. Military stalemates within a contested territory fought over by undisciplined fighters increases the likelihood of atrocities, and civilian casualties while pushing former legitimate state‟s military to behave immoral as in some cases more than its opponents. In civil wars, granting various parties legitimacy is another dilemma for the UN. Loss of sovereignty for the ruling government turns to insurgents‟ gain of legitimacy. Unlike interstate armed conflicts, for civil wars, equality problem can only be solved when all the rival parties militarily exhausted and accept presence of its antagonist. This balance of power situation which could be reached after heavy losses, even requires UN‟s commitment for the restore of peace. The UN, particularly the UNSC, proved unable to respond effectively to the use of force by states during the Cold War (Gray, 2008: 87). As mentioned above, the veto of the permanent members has been the major obstacle to intervention actions addressing breaches of international peace. During the period of 1946-2016 a total of 192 vetoes were used in the UNSC, nearly 76% (146 vetoes) from 1946-1990 (UN Documentation). The veto and the threat of veto not only prevented the UNSC from express reference to article 42 (occasionally allowing Article 41 but preferring to use the language of Article 39), it also caused decisions which damaged its prestige as an institution. During the Cold War, UNSC ignored its responsibilities in Hungary (Revolt in Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1045 Budapest 1956), Czechoslovakia (Prague Spring in 1968), and Afghanistan (1979), and it could only react four years after Iran-Iraq war broke out with 6 officers of UNTSO (United Nations Truce Supervision Organization), and unanimous decision of the UNSC (Res.598); a call for ceasefire took 7 years (1987). Up to 1990, the UN employed sanctions to only two states: Rhodesia (Res. 221, 232, 253, 277, 409, 460) and South Africa (Res. 418). Except for the Korea (Res. 83, 84) and Rhodesia (Res. 221) decisions, there were no UNSC resolutions for authorization of military operations.9 The first two decades of the post-Cold War era had witnessed a political climate which presented a growing and sharp contrast between an overactive UNSC and a rather stagnant UN GA (Nasu, 2009: 2). With the end of the Cold War, criticism against the UN became far more direct than had been the case previously, based on the concerns that UNSC had become too active. The power vacuum that emerged with the demise of the bi-polar world order prompted the UNSC to behave more like an activist agency for liberal change and reform, but this liberalism never extended to reforms in the structural or the constitutional dimension. This era bought more emphases on concepts of preemptive strike, humanitarian intervention,10 status of occupying forces and wide interpretation of Article 39, enabling the international community to intervene in civil wars in Somalia and Yugoslavia; respond overthrow of democratically elected regimes, such as in Haiti; and mitigate the collapse of law and order as in Albania (Gray, 2008: 89). Since 1990, there has been a sharp increase both in the sanctions and use of force authorization. During this period, UN initiated a total of 58 sanctions in 19 cases (Cortright et al., 2008). Since 1990, the UNSC has authorized more than 25 military operations. Starting with the first decade of the millennium, the return of Russia to the global political arena revived a version of the UNSC‟s cold war syndrome. This return has created two major consequences: limiting western initiatives, and disabling the UN authority for actions against Russian interests. During the Arab Spring in Libya, France flouted the UN‟s no-fly-zone resolution11 with bombardment exceeding the purpose of securing civilians. This intervention was institutionally backed and conducted by NATO forces, dividing the country, encouraging the Al Qaeda terrorists and the other affiliates of There is also an academic legal approach which regards the Coalition military action against Iraqi armed attack to Kuwait in 1991 came under the provisions of Chapter VII of the UN Charter (McCoubrey and White, 1995: 4). 10 For humanitarian intervention see, (Weiss, 2015) 11 UNSC Resolution 1973 was adopted by a vote of 10 in favour to none against, with 5 abstentions (Brazil, China, Germany, India, Russian Federation). 9 1046 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) extremist terrorist organizations, favouring redistribution of trade contracts and natural resources for some intervening countries (and against the interests of China and Turkey, for instance). This experience caused Russia and China to be highly skeptical of later resolutions to stop civilian deaths in Syria. Since 2011, Russia and China have vetoed the UNSC resolutions concerning Syria four times. On the other hand, after the Cold War Russia‟s strategic moves against Georgia in 2008, followed by the Crimea and Ukraine in 2014, and finally against Syrian opposition in 2015 were neither delayed not mitigated by the UN efforts. The new era contains some characteristics of the Cold War tensions, and presents a picture of multi-polar world order with bi-polar military force composition (and competition). In this environment, international issues are likely to remain unresolved if a by-pass mechanism cannot be developed to nullify the impasse in the UNSC. Operational difficulties stem from two main reasons: the first is the complex nature of the UN‟s intervention methodology, the second is the changing nature of the risks, threats and the armed conflicts. The UN‟s use of force practices are markedly distinct from traditional war methodology. For the UN type use of force practices, the end states are limited to denying the belligerent the ability to execute an aggressive act rather than overwhelmingly defeat/destroy enemy forces or occupy its territory. Diplomatic initiatives for peaceful settlement before the outbreak of violence and crisis management activities afterward take a great portion of the total effort and time. Gradual use of force is the most determinant characteristic of these types of operations. In this context, call for non-aggression, impose of sanctions, embargoes and siege, show of flag or force for commitment are measures put into force before kinetic military action. Overseas deployment of forces, multinational force structure, long duration of stay after the operation for the normalization of the security environment, and the transfer of responsibility to a peace force are other features that differ from conventional operations undertaken by great powers outside the UN context. Difficulties for the UN‟s use of force applications stem from the complexity of contemporary methods in fighting and waging war, and this is not limited to civil warsas mentioned above. Current and forthcoming threats center on global terrorism and the other types of asymmetric warfare, including cyber attacks and a variety of information warfare strategies. Additionally, the acquisition of weapons of mass destruction by rough states or non-state actors does and will require more sophisticated reactions for the UN. Unless these threats become tangible and show target as ISIS does, or international Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1047 situational awareness, and sufficient commitment developed, the UN has very little to do with them. 2.2. UN’s Peace Operations 2.2.1. Consequences of Political Conjectural Changes As for the use of force applications, the UN peace operations during the Cold War, were heavily constrained by superpower power struggle in and outside the Security Council (Koops et al., 2015: 6). Until 1988, when clear indications of the end of the Cold War became obvious, the UN could only come bring to fruition 13 peace operations (UN, 2012 b). These operations were limited in objective and scope to stopping the further escalation of conflicts,12 assisting the process of decolonization,13 focusing on monitoring ceasefire agreements,14 ceasefire lines/demilitarized areas,15 and confidencebuilding activities16 to preserve peace processes for various conflicts. This period also witnessed only a small portion (one in seven) of the total of 36 UN missions, institutions or administrations that fall within the peace operations concept but are not considered peacekeeping operations per se.17 With the end of the Cold War, a considerable increase both in the number and the spectrum of peace operations has been witnessed (Kolb, 2010: 93). The collapse of the Socialist bloc triggered the fragmentation of some multinational states as Yugoslavia (in 1991). Additionally, the fall of the Eastern bloc removed a major element that muted or limited regional confrontations, and flattened the „hierarchy‟ of the international system, giving states a wider area of initiative and also encouraging some to pursue expansionist ambitions, as did Iraq in 1990. 12 13 14 15 16 17 As an example see, Lebanon, UNOGIL (United Nations Observation Group in Lebanon) (June - December 1958), (UNSCR 128: 1958). As an example see, Republic of the Congo, ONUC (United Nations Operation in The Congo) (July 1960 - June 1964) (UNSCR 143: 1960). As an example see, Palestine, UNTSO (United Nations Truce Supervision Organization) (May 1948 - present) (UNSCR 50: 1948). As an example see, Cyprus, UNFICYP (United Nations Peacekeeping Force in Cyprus) (March 1964 - present) (UNSCR 187: 1964). As an example see, Lebanon, UNIFIL (United Nations Interim Force in Lebanon) (March 1978 - present) was (UNSCR 425: 1978). See, (Lowe et al., 2008: Appendix 2). 1048 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) During this period, 58 peace operations have been conducted, comprising nearly 82% of the total of 71 operations since 1945. During the first decade after the Cold War (1988-1999), 40 peace operations took place. The period after the millennium witnessed 16 peace operations. The return of the Russia to the political scene as a global power, however, has created stagnation in UN‟s use of force practices and setbacks for the UN peace operations, particularly in its periphery and the Middle East. As for the UN use of force practices, it is not easy to assert that this return has initiated a decrease in the UN peace operations in total. In fact; “There has been an increase in the proportion of armed conflicts that receive peacekeepers. During the Cold War, peacekeepers were deployed within five years of a conflict onset in a little less than a quarter (24%) of all cases. The proportion increased to a little over half (51%) in the postCold War period, with progressive increases in the 1990s (41%), 2000s (64%), and 2010s (83%), showing that the increase was not simply a function of the ending of the Cold War but was strengthened and sustained by factors that emerged after its end” (Bellamy and Williams, 2015: 15). The UN‟s unpreparedness for this dramatic and mostly unexpected change in the world order pre-determined inefficiencies of the post-Cold War era peace operations to properly react and manage international or internationalized crisis. Compared to the Cold War era peace operations, which were framed by the principles of consent-impartiality- minimum use of force and by the constrained objectives mentioned above - the second phase operations represented a new generation with higher expectations, deeper and broader in scope. Unfortunately, these expectations for the most part have not been sufficiently met. Currently, 16 peace operations are ongoing, 11 of which were initiated after 1990. As of 2015 a total of 128.000 personnel from 122 states are directly serving for a total of 39 peace operations and missions (UN GA70thS, 2015: 2); approximately 90,000 of which are military, 13,500 police, and 16,700 civilian. The annual cost of these operations is $ 8.27 billion (UN PKOs Fact Sheet, 2015). These figures are higher than at any time in the history of the UN, but the costs have not been mirrored by successful results. 2.2.2. Operational Difficulties Structural and institutional deficiencies together with conjunctural obstacles contribute to the operational difficulties of the UN peace operations. Additional operational demands driven by current and emerging trends in the Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1049 field for sustainable safety, security, stability also add to operational difficulties. Major operational difficulties are six-fold. Firstly, peace force availability both for rapid reaction, and quality of force is a major operational hindrance. As experienced very frequently in the near history as Yugoslavia, Rwanda, and Somalia in 1990s, delayed and initially poor activation of a peace operation is not only a result of formal decision-making processes or political debate, but also stems from the UN operational deficiencies both caused by the lack of rapid reaction or available ready forces, and tactical and logistical insufficiency of the deployed troops (Koops et al., 2015: 7). Although, DPKO and DFS have recently developed a strategic agenda for uniformed capability development that prioritizes rapid deployment, standing capabilities; increased mobility of all units in-theatre including aviation support; enhanced medical support; IED survivability measures; improved information and analysis; expertise to address transnational threats such as organized crime, and planning and implementation, over the medium term, it is not likely that these capabilities can be generated in the near future (Statement..., 2014: 6). The UN generally is inclined to accept troops from various participants which do not meet all requirements of the mission, because they are easy to obtain and easier for the participating country to part with. A great majority of the participants do not meet mission requirements because of the reasons either spurred from internal institutional shortfalls as lack of peacekeeping or military culture and limited operational capabilities or resulted from inadequacies on particular requirements specific to the mission as gender, ethnic or religious identities or expertise spectrum of the contributing troops. So not only the quantitative but also the qualitative adequacy inherently limits the success of the mission. In that context, troops‟ advocacy of the values that the UN promotes is essential for the success of the UN use of force or peace operations. Secondly, management of broadening mission requirement creates a heavy burden for peace operations. A concept of peacekeeping applications limited to the goals of stopping the further escalation or spread of conflicts on the one hand or implementing a truce through a process of extended monitoring, observation, and ceasefire applications is insufficiently broad given the modern expectations of governments and publics about maintenance and management of peace and security. In addition to peacekeeping, peace operations may include:18 18 See, (UN, 2008: 17-25), and (U.S. Joint Chief of Staff, 2012: 1-7-1-9) 1050 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) - Conflict Prevention that employs complementary diplomatic, civil, and, when necessary, military means, to monitor and identify the causes of conflict, and take timely action to prevent the occurrence, escalation, or resumption of hostilities. - Peace enforcement that compels compliance with resolutions or sanctions designed to maintain or restore peace and order. - Peace making that arranges an end to a dispute and resolves issues that led to it with the process of diplomacy, mediation, negotiation, or other forms of peaceful settlements that. - Peace building that strengthens and rebuilds governmental infrastructure and institutions in order to avoid a relapse into conflict by predominately diplomatic and economic stability actions. Too often the UN has found that it does not have tools adequate to the broader set of tasks associated with peace operations. Some of these tasks have exceeded the resources –including time– available to the UN decision makers and force contributing nations. On the other hand, in some cases the tasks have clearly been within the capacity of available or obtainable forces, but the analytical linkage between crisis and possible response has not been rigorously conducted. Even in cases where there is no political paralysis brought from a neighboring great power state with a contrary interest, lack of preparation and conceptual definition have been insuperable obstacles. As result, efforts have been fragmented and forces unequal to the task (UN GA70thS, 2015: 2). Requirements for varying types of operation with sophisticated expertises is another major operational difficulty. Peace operations may also include MARO (mass atrocity response operations), humanitarian relief and assistance operations, and “other than war operations”.19 Tactics, techniques and procedures for peace operations may include; monitoring, observation, reconnaissance, surveillance, early warning, preventive deployment, protected area implementations (line of demarcation or ceasefire line, buffer zone, zone of separation, demilitarised zones, safe zones, safe havens, no-fly-zones, nodrive-lines), area security, shape-clear-hold-build, partner enabling, containment, perpetrator defeat, refugee or internally displaced persons control and rehabilitation, DDR (disarmament demobilization and reintegration),20 rehabilitation, electoral assistance, human rights monitoring, demining, diplomacy, deterrence, enforcement of sanctions, security sector reform and See, (JP 3-07, 1995). 20 For more information about DDR see, (UN, 2010 a). 19 Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1051 training, restoration and maintenance of law and order, transition of transfer of authority, economic stabilisation etc (UN, 2003: 60-64). These missions require more sophisticated expertise than ordinary peacekeepers, and enhanced capabilities for managing and coordination of these institutions. Although defined goals meet requirements for multidimensional UN peace operations, chances for their realisation seems quite low because of practical burdens such as low literacy, poor professional training, low-level standardisation, and limited financial21 support etc. Except for NATO, EU22, WEAG and some of OSCE members, lack of manpower qualification and expertise is common also for nearly all civilian positions. When considered that the contributing nations to the UN peace operations with greatest motivation are states with undeveloped or developing economies which suffer from severe institutional or professional limitations, the problematic situation become more visible. This phenomenon affects military and civilian professions, and can best be illustrated with reference to deploying police forces. Since the first use in 1960 (Congo, ONUC) there has been a considerable increase in use of police forces both in number and specializations. Currently, around 3,000 police are employed in 19 UN peacekeeping missions, seven of which are peacekeeping operations. UN police expertise are divided into over 40 branches. Despite some hopeful steps, imbalance in the gender composition of the police employment is another problematic issue.23 In that regard, Secretary-General Ban Ki-moon endorsed the Global Effort initiative in August 2009, weeking to increase the deployment of female police peacekeepers to 20% by 2014 (UN Police, 2012: 89-109). There was an increase, but it only amounted to about 10% (UN Police, 2014: 49). Requirements in varying types of operations for a variety of sophisticated expertise also creates doctrinal challenges. It has been recognized that no two peace operations are alike, that each is distinct and unique. These missions require innovation, flexibility, initiative and moral courage on the part of the individuals involved. The difficulty lies in the capturing doctrine without being dogmatic and rigid, which is easy to say but difficult to apply (The CP, 2002: 16, 17). The fourth major operational difficulty is the necessity to cope with multi-party rival groups in multi-dimensional risks and threat environment. The 21 22 For financial limitations see, (Keskin, 1998: 179-182) For the EU and Turkey‟s civilian contribution to the UN peace operations see (Hürsoy, 2006). 23 See, (UNSCR 1325, 2000); (OGASI a); (OGASI b: 2005). 1052 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) complex nature of today‟s confrontations which have historical, social, economic, and ethnic roots with multi-party rival groups makes peace operations increasingly difficult. Additionally, physical operational conditions subject UN personnel to threats ranging from chemical and biological agents to highly epidemic diseases as Ebola virus, endangers sustainability of peace operations. Extensive use of mines and IEDs also exacerbates security concerns (Statement..., 2014: 2-5). Complexity of multi-dimensional peace operations with multiple players and partners is another major issue. Peace operations also require co-operation and interoperability with UN field staff entities and partners. The field staff of UN entities, among them UNHCR (the Office of the United Nations High Commissioner for Refugees), WFP (the World Food Programme), UNICEF (the United Nations Children‟s Fund), OCHA (the Office for the Coordination of Humanitarian Affairs), UNDP (the United Nations Development Programme), and OHCHR (the Office of the United Nations High Commissioner for Human Rights), often work closely with peacekeepers. Additionally, in many mission areas, a SRSG (Special Representative of the Secretary-General) and diplomatic staff are also appointed (UN, 2003: 2). Partners include countries contributing personnel, other member states, donors; regional military or police forces, regional and sub-regional organizations, Bretton Woods institutions; inter-governmental organizations, NGOs (non-governmental organizations), and the international media (UN, 2003: 11). Activities at such a broad scope and depth requires multidimensional, comprehensive engagement with military, civil, technical, political, administrative, judicial, engineering, medical sophistications, and effect-based operation capability which generally exceed the current and expected future capacity of UN peace operations forces and organizations. Finally individual manipulations‟ devastating effects jeopardise success of peace operations. A failure on the part of any peace operations participants or contributors erodes the UN‟s acceptance and authority. Unprofessional or illdisciplined personnel abuses even sporadic may endanger success of the whole operation. In some cases some UN affiliated or authorised or recognises organisations particularly some INGOs/NGOs systemically waste UN resources. This kind of systemic unlawful exploitations also delay reaching the desired end-state while prolonging UN‟s presence than needed. Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1053 Assessment Critiques of the systemic shortfalls of the UN are not limited to those mentioned above (1. Theoretical Framework), but those cited should be enough to clarify that the UN system remains too linear, too opaque, insufficiently dynamic and adaptive, and is likely not able to transform on its own, absent top-down reform or a generation of conscious refinement of sub-systems. This poor function of the system at present both reduces synergy and increase risks for entropy. Any system can only survive as long as it preserves its own identity; be coherent with the environment or develop precautionary measure; and sustain its missions timely and effectively based upon its goals.24 From that point of view, it is no exaggeration to note that despite its monopoly position as an organization founded to help maintain a global balance of power, the UN as a system has deficiencies of structure, function, and capacity sufficient to call into doubt its future survival. Current international system is highly differentiated from the setting of 1945, which makes security issues and breaches of international peace and stability more difficult to resolve. International mechanisms other than the UN are not at the point to take over the UN‟s roles and responsibilities. However the UN‟s operational deficiencies, particularly regarding the use of force applications, consistently render the organisation dependent on regional security organisations, ad hoc coalitions or contributing nations. Stagnation in the use of force practices overburdens peace operations, and increases their responsibilities and expectations placed on the UN peace institutions and forces capabilities. The necessity of improving systems to manage the use of force problems through peace operations is pressing, and the current situation obliges the UN to manage conflicts with less appropriate tools. Some measures and projects for improving the system of the UN peace operations are promising, but no one to date has proposed reforms that address structural deficiencies and problems. It is not clear whether this is a failure of creativity or a failure of will, but it clearly is a failure. In order to meet future challenges, there is a demanding need for action mainly on two institutional issues. These are resolution of conflict among state sovereignty and human rights and justice, and enhancement of operational capacity for meeting success criteria. The situation requires a renewed focus on prevention and mediation with a stronger determination of the UN either within the UNSC or UN General Assembly with extensive coordination and cooperation. It also requires 24 See, (Parsons, 1968). 1054 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) stronger regional-global partnerships enforced by institutionalized and systematized tactics, techniques, planning and operational procedures, as well as and new ways of planning and conducting the United Nations peace operations to make them faster, more responsive, more comprehensive, and more accountable. In short, the international system badly needs more appropriate tools and more effective mechanisms to avoid repetitive catastrophes for countries and people in conflict (UN GA70thS, 2015: 3). Bibliography Arsava, Fusun (2007), “BM Güvenlik Konseyi’nin İnsan Haklarını Koruma Rolü ve Güvenlik Konseyi’nin Yetkilerinin Dayanağı ve Sınırları”, Uluslararası Hukuk ve Politika, 4 (13): 116 http://www.usakgundem.com/ftp/article/103.pdf (20.04.2016). Bellamy Alex J. and Williams Paul D. (2015), “Trend in Peace Operations, 1947-2013”, Koops, Joachim, Norrie MacQueen, Thierry Tardy, and Paul D. Williams (Eds.), The Oxford Handbook of United Nations Peacekeeping Operations (United Kingdom: Oxford University Press): 13-42. Bertalanffy, Ludwig Von (1968), General Systems Theory: Foundations, Development, Applications (New York: George Braziller, INC): 32, http://monoskop.org/ images/7/77/Von_Bertalanffy_Ludwig_General_System_Theory_1968.pdf (19.01.2016). Boulden Jane (2015), “United Nations Operation in the Congo (ONUC)”, Koops, Joachim, Norrie MacQueen, Thierry Tardy, and Paul D. Williams (Eds.), The Oxford Handbook of United Nations Peacekeeping Operations (United Kingdom: Oxford University Press): 160-170. Brahimi Report (21 August 2000), General Assembly Fifty-fifth session, Item 87 of the provisional agenda “Comprehensive review of the whole question of peacekeeping operations in all their aspects”. Brown Chris (1992), International Theory: New Normative Approaches (New York: Harvester Wheatsheaf). Cortright David, Lopez George A. and Gerber-Stellingwerf Linda (2008), “Appendix 4: UNAuthorized Sanctions, 1945-2006”, Lowe, Vaughan, Adam Roberts, Jennifer Welsh, and Dominik Zaum, (Eds.), The United Nations Security Council and War: The Evolution of Thought and Practice since 1945 (United Kingdom: Oxford University Press): 678-687. Cross Sharyl (2001), “Russia and NATO Toward the 21st Century: Conflicts and Peacekeeping in Bosnia-Herzegovina and Kosovo”, NATO/Academic Affairs 1999-2001, http://www.nato.int/acad/fellow/99-01/cross.pdf (19.01.2016). Findlay, Trevor (2002), UN Use of Force in Peace Operations (Solna, Sweden: SIPRI Oxford University Press), http://books.sipri.org/files/books/SIPRI02Findlay.pdf (19.01.2016). Gray, Christine (2008), “The Charter Limitations on the Use of Force: Theory and Practice”, Lowe, Vaughan, Adam Roberts, Jennifer Welsh, and Dominik Zaum (Eds.), The United Nations Security Council and War: The Evolution of Thought and Practice since 1945 (United Kingdom: Oxford University Press): 86-98. Güngör, Uğur (2008), “Today’s Peace Operations”, The Journal of Security Strategies (Istanbul: Turkish Staff College), 4 (8): 7-20. Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1055 HIIK (The Heidelberg Institute for International Conflict Research) (2015), Conflict Barometer 2014, Heidelberg, http://www.hiik.de/en/konfliktbarometer/pdf/ConflictBarometer_2014.pdf (19.01.2016). Hopkins, Raymond F. (1995), “Anomie, System Reform, and Challenges to the UN System”, Esman, Milton J. and Shibley Telhami (Eds.), International Organizations and Ethnic Conflict (Ithaca and London: Cornell University Press): 72-97. Hürsoy, Siret (2006), “Civilian Contributions of the European Union and Turkey within the Framework of Restructuring the United Nations Peace Operations”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 61 (1): 201-222. IISS (International Institute for Strategic https://acd.iiss.org/ (19.01.2016). Studies) (2015), Armed Conflict Database, International Commission on Intervention and State Sovereignty (2001), The Responsibility to Protect (Ottawa: International Development Research Centre). Joint Chief of Staff (1995), Joint Publication 3-07: Joint Doctrine for Military Operations Other Than War (Washington D.C.: U.S. Joint Chief of Staff), http://www.bits.de/NRANEU/others/jpdoctrine/jp3_07.pdf (19.01.2016). JP 3-07 [U.S. Joint Chief of Staff (2012), Joint Publication 3-07.3: Peace Operations] (Washington D.C.: U.S. Joint Chief of Staff), https://fas.org/irp/doddir/dod/jp3-07-3.pdf (19.01.2016). Keskin Ata, Funda (1998), Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş, Karışma ve Birleşmiş Milletler (Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yay.). Kolb Robert (2010), An Introduction to the Law of the United Nations (Oxford and Portland Oregon: Hart Publishing). Koops, Joachim, MacQueen Norrie, Tardy Thierry, and Williams Paul D. (Eds.) (2015), The Oxford Handbook of United Nations Peacekeeping Operations (United Kingdom: Oxford University Press). Koops, Joachim and Tardy Thierry (2015), “The United Nations’ Inter-Organizational Relations in Peace Operations”, Koops, Joachim, Norrie MacQueen, Thierry Tardy, and Paul D. Williams (Eds.), The Oxford Handbook of United Nations Peacekeeping Operations (United Kingdom: Oxford University Press): 60-77. Kreiter, Marcy (November 14, 2015), “Syria Civil War: World Leaders Call for Ceasefire, 18-Month Transition”, International Business Times, http://www.ibtimes.com/syria-civil-war-worldleaders-call-ceasefire-18-month-transition-2184695 (19.01.2016). Lowe, Vaughan, Roberts Adam, Jennifer Welsh, and Zaum Dominik, (Eds.) (2008), The United Nations Security Council and War: The Evolution of Thought and Practice since 1945 (United Kingdom: Oxford University Press). Luck, Edward C. (2008), “A Council for All Seasons: The Creation of the Security Council and its Relevance Today”, Lowe, Vaughan, Adam Roberts, Jennifer Welsh, and Dominik Zaum, (Eds.), The United Nations Security Council and War: The Evolution of Thought and Practice since 1945 (United Kingdom: Oxford University Press): 60-85. McCoubrey, Hilaire and White Nigel D. (1995), International Organizations and Civil Wars (Aldershot USA: Darmounth Publishing). Nasu, Hitoshi (2006), International Law on Peacekeeping: A Study of Article 40 of the UN Charter (Lieden: Boston, Martinus Nijhoff Publisher). OGASI a (Office of the Special Adviser on Gender Issues), http://www.un.org/womenwatch/ osagi/wps/ (19.01.2016). 1056 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) OGASI b (2005), Woman and Elections: Guide to Promoting the Participation of Woman in Elections (New York: UN), http://www.un.org/womenwatch/osagi/wps/publication/Women AndElections.pdf (19.01.2016). Parsons, Talcott (1968), The Structure of Social Action (New York: The Free Press McMillian Publishing). Roberts, Adam (2008), “Proposals for UN Standing Force: A Critical History”, Lowe, Vaughan, Adam Roberts, Jennifer Welsh, and Dominik Zaum, (Eds.), The United Nations Security Council and War: The Evolution of Thought and Practice since 1945 (United Kingdom: Oxford University Press): 99-130. Statement of Under-Secretary-General for Peacekeeping Operations Hervé Ladsous Debate of the Fourth Committee on Peacekeeping (28 October 2014), http://www.un.org/en/ peacekeeping/documents/USG-Ladsous-4C-Statement28102014.pdf (19.01.2016). The CP (The Challengers Project) (2002), Challenges of the Peace Operations: Into the 21st Century Concluding Report 1997-2002 (Stockholm: Elanders Gotab). UN (2003), Handbook on United Nations Multidimensional Peacekeeping Operations (New York: Peacekeeping Best Practices Unit DPKO), http://www.unrol.org/files/Handbook%20 on%20Multi-Dimensional%20Peacekeeping.pdf (19.01.2016). UN (2008), United Nations Peacekeeping Operations Principles and Guidelines (New York: DPKO and DFS), http://www.zif-berlin.org/fileadmin/uploads/analyse/dokumente/UN_Capstone_ Doctrine_ENG.pdf (19.01.2016). UN (2009), A New Partnership Agenda, Creating a New Horizon for UN Peacekeeping (New York: UNDPKO and DFS), http://www.un.org/en/peacekeeping/documents/newhorizon.pdf (10.04.2016) UN (2010 a), The New Horizon Initiative: Progress Report No. 1 (New York: UNDPKO and DFS), http://www.un.org/en/peacekeeping/documents/newhorizon_update01.pdf (10.04.2016) UN (2010 b), United Nations, in Peace Operations a Retrospective (New York: DOPOs Office of Rule of Law and Security Institutions). UN (2011), The New Horizon Initiative: Progress Report No. 2 (New York: UNDPKO and DFS), http://www.un.org/en/peacekeeping/documents/newhorizon_update02.pdf (10.04.2016). UN (2012 a), Civil Affairs Handbook [New York: UNDPKO (Department of Peacekeeping Operations) and DFS (Department of Field Support)]. UN (2012 b), The Year in Review 2012 United Nations Peace Operations, http://www.un.org /en/peacekeeping/publications/yir/yir2012.pdf (19.01.2016). UN Documentation, “Veto List”, Dag Hammarskjöld Library Research Guides, http://research.un.org /en/docs/sc/quick (19.01.2016). UN PKOs (United Nations Peacekeeping Operations) (October 31, 2015), Fact Sheet, http://www.un.org/en/peacekeeping/documents/bnote1015.pdf (19.01.2016). UN Police (United Nations Police) (2012), On Duty for Peace 2008-2012 (New York: UN DPKO), http://www.un.org/en/peacekeeping/publications/12%2053015_UNPOL%20booklet.pdf (19.01.2016). UN Police Magazine (2014), (New York: DPKO), www.un.org/en/peacekeeping/sites/police (19.01.2016). UN GA60thS (General Assembly, Sixtieth session): Items 46 and 120 of the agenda (24 October 2005), “Resolution adopted by the General Assembly, 2005 World Summit Outcome”, http://www.un.org/en/preventgenocide/adviser/pdf/World%20Summit%20Outcome%20Do cument.pdf#page=30 (10.04.2016). Ali Bilgin Varlık Troubled Future for the United Nations (UN) Use of Force and Peace Operations 1057 UN GA63S (General Assembly, Sixty-third session): Items 44 and 107 of the agenda (12 Januray 2009), “Implementing the responsibility to protect”, http://www.un.org/en/ga/search/ view_doc.asp?symbol=A/63/677 (10.04.2016). UN GA64thS (General Assembly, Sixty-fourth session): Items 33 and 146 of the agenda (January 26, 2010), “Global field support strategy, Report of the Secretary-General”, http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=A/64/633 (10.04.2016). UN GA70thS (General Assembly, Seventieth session): Items 56, 57 and 123 of the provisional agenda) (September 2, 2015), “The future of United Nations peace operations: implementation of the recommendations of the High-level Independent Panel on Peace Operations, Report of the Secretary-General”, http://www.docfoc.com/un-security-councilreport-of-the-secretary-general-the-future-of-united-nations-peace-operationsimplementation-of-the-recommendations-of-the-hig (19.01.2016). UNHCR (3 September 2015), UN Commission of Inquiry on Syria: No end in sight for Syrian civilians, http://www.ohchr.org/en/NewsEvents/Pages/DisplayNews.aspx?NewsID=16377 &LangID=E (19.01.2016). UNSCR (UN Security Council Resolution) 50 of May 29, 1948, http://www.un.org/en/ga/search/ view_doc.asp?symbol=S/RES/50(1948) UNSCR 83 of June 27 (1950), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/ 83(1950) UNSCR 84 of 7 July 1950, http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/84(1950) UNSCR 128 of June 11 (1958), http://daccess-dds-ny.un.org/doc/RESOLUTION/GEN/NR0/ 132/58/IMG/NR013258.pdf?OpenElement UNSCR 143 of July 14 (1960), http://daccess-dds-ny.un.org/doc/RESOLUTION/GEN/NR0/157/32/ IMG/NR015732.pdf?OpenElement UNSCR 187 of March 13 S/RES/186(1964) (1964), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= UNSCR 221 of April S/RES/221(1966) 9 (1966), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= UNSCR 232 of April S/RES/232(1966) 9 (1966), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= UNSCR 253 of May 29 S/RES/253(1968) (1968), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= UNSCR 277 of March 18 S/RES/277(1970) (1970), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= UNSCR 409 of May 27 S/RES/409(1977) (1977), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= UNSCR 418 of November 4 (1977), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= S/RES/418(1977) UNSCR 425 of March S/RES/426(1978) 19 (1978), http://www.un.org/ga/search/view_doc.asp?symbol= UNSCR 460 of December 21 (1979), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= S/RES/460(1979) UNSCR 598 of July 20 S/RES/598(1987) (1987), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= 1058 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) UNSCR 1325 of October 31 (2000), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= S/RES/1325(2000) UNSCR 1973 of March 17 (2011), http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol= S/RES/1973(2011) Weiss, Thomas G. (2015), “Peace Operations and Humanitarian Interventions”, Joachim Koops, Norrie MacQueen, Tardy, Thierry, and Paul D. Williams (Eds.), The Oxford Handbook of United Nations Peacekeeping Operations (United Kingdom: Oxford University Press): 8792. White, N. D. (1997), Keeping the Peace: The United Nations and the Maintenance of International Peace and Security (Manchester and New York: Manchester University Press). Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1059 - 1089 İNGİLİZ OKULU VE ULUSLARARASI TOPLUM DÜŞÜNCESİ* Onur Ağkaya Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Öğrencisi ●●● Öz Bu çalışmada, İngiliz Okulu’nun, kurucuları olarak kabul edilen düşünürlerin perspektifleri, kuramın üzerine bina edildiği argümanlar, metodolojisi ve ontolojisi incelenecektir. Kuramdan, bir analiz aracı olarak faydalanılabilmesi için İngiliz Okulu’nun, Uluslararası İlişkiler (Uİ) yazınına en özgün katkısı olan, ilkçağlardan aldığı mirasla birlikte evrilerek gelişen “uluslararası toplum” kavramı tartışılacaktır. Kavram, uluslararası sistemin anarşik yapısının işleyişini açıklamaktadır. Kurucu düşünürlerden sonra, İngiliz Okulu yazarları normatif ve yapısalcı kanatlara ayrılmıştır. Çalışmanın kapsamının sınırlandırılması amacına yönelik olarak söz konusu yazarlardan ve tartışmalardan kısaca bahsedilecektir. Uluslararası toplum içinde uluslararası hukuk, diplomasi ve güç siyaseti kurumlarının evriminin, günümüz uluslararası sisteminin oluşmasındaki etkileri ortaya konulacaktır. Anahtar Sözcükler: Uluslararası İlişkiler Kuramı, İngiliz Okulu, Uluslararası Toplum, Hedley Bull, Martin Wight The English School and the Idea of International Society Abstract In this paper, the perspectives of the thinkers who are redarded as the founders of the English School are examined. In doing so, arguments, methodology and ontology on which the theory of the English School based will be explored. In order to represent the theory as an analytical tool, the concept of “international society”, which was the most authentic contribution of the English School to the International Relations literature, and which was evolved with the legacy of the antiquity, will be discussed. The concept explains how the anarchical structure of the international system operates. After its founding thinkers, the followers of the English School divided into two wings as normative writers and structural writers. The writers in question and debates around the English School will be mentioned shortly to narrow down the scope of the paper. Within the international society, the affects of the evolution of the international law, diplomacy and power policy institutions on the formation of the today’s international system will be displayed. Keywords: International Relations Theory, The English School, International Society, Hedley Bull, Martin Wight * Makale geliş tarihi: 26.06.2014 Makale kabul tarihi: 02.09.2016 1060 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi1 Giriş 1950’ler ve 1970’lerin başı arasında, Uluslararası İlişkiler2 (Uİ) disiplininde, özellikle ABD’deki kuramsal tartışmalar genellikle, hâkim yaklaşımların metodolojisine yönelik eleştiriler ekseninde ilerlemiştir. Soğuk Savaş ortamındaki uluslararası siyasi gelişmelerin etkisiyle, Uİ’den pratikte gerçekleşeni açıklaması ve acil nitelikli dış politika sorunlarına cevap vermesi beklenirken, Britanya’da, aralarında Herbert Butterfield, Martin Wight, Hedley Bull ve Adam Watson’ın bulunduğu bir grup akademisyen, uluslararası siyaseti farklı bir gündem üzerinden tartışmışlardır. Britanya Uluslararası Siyaset Kuramı Komitesi (BUSKK) adı altındaki toplantılarda, ilgilerini “uluslararası kuram”, “uluslararası toplumun varlığı ve doğası” oluşturan düşünürler, İngiliz Okulu (İO) olarak anılacak yaklaşımın temellerini atmışlardır (Dunne, 1998: 89-135). Uluslararası ilişkilerde anarşiyi, zorlayıcı bir üst otoritenin yokluğu olarak yorumlayan düşünürlere göre uluslararası siyaset, klasik realist yaklaşımın savunduğu gibi yalnızca, sürekli bir çatışma ortamında, tek aktör olduğu varsayılan egemen devletlerin güvenlikleri ve çıkarları bağlamında şekillenen güç politikalarının bir tezahürü olarak açıklanamaz. Ayrıca, uluslararası siyaset tek başına, revolüsyonist3 yaklaşımın iddia ettiği gibi evrensel barışın ve adaletin sağlanabilmesi için, devletlerden başka aktörlerin de varolduğu uluslararası sistemin değiştirilmesini zorunlu kılan bir mantığın hüküm sürdüğü bir alan değildir. İO düşünürleri, bahsedilen iki yaklaşımın açıklayıcılığını reddetmeden ve bunlar arasından bir taraf seçmeden, düzen 1 2 3 Bu çalışma, yazarın İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde kabul edilen İngiliz Okulu Perspektifinden 1919-1929 Arası Dönemde Uluslararası Sistemin Yapısının Analizi adlı yayımlanmamış yüksek lisans tezinin bir bölümünden güncellenerek türetilmiştir. Çalışmada, Uluslararası İlişkiler, bir disiplin olarak ifade edildiğinde büyük harflerle ve kısaltılarak Uİ şeklinde kullanılmaktadır. İngilizce’de revolutionism olarak geçen, ancak, Türkçe yazında sıklıkla kullanıldığı görülen “radikalizm” çevirisinden bu çalışmada bilhassa imtina edilmektedir. Bunun iki sebebi vardır: İlk olarak İngiliz Okulu’nu konu eden bir çalışma içinde söz konusu terime, ilk anlamıyla akla gelen devrimcilikten farklı bir anlam yüklendiği anlaşılmaktadır. İkinci olarak, radikalizm çevirisinin, çalışmanın daha sonraki bölümünde ele alınacağı üzere, revolüsyonist yaklaşımın üç farklı tipinden yalnızca birine -kozmpolitanizm- atıfta bulunduğu düşünülmektedir. Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1061 arayışındaki siyasal aktörlerin, örnekleri ilkçağlardan itibaren takip edildiğinde, belli davranış pratiklerinin sonucunda, kendilerini, hukuksal ve ahlaki kısıtlamalara tabi tutan bir “uluslararası toplum” oluşturduklarını savunmuşlardır. Uluslararası toplum, temelini Grotius’ta bulan, siyasal aktörler arasında hem çatışmayı hem işbirliğini hem de eşitsizliği içeren bir etkileşimde, normların da belirleyici olduğu alternatif, rasyonalist bir via media yaklaşım sunmaktadır. Tarihsel-yorumlayıcı bir perspektifle anlaşılabilecek olan uluslararası toplum; güçler dengesi, uluslararası hukuk, diplomasi, savaş ve büyük güçler arasındaki uyum kurumları ekseninde, merkezî bir otoritenin yokluğuna rağmen üyelerinin varlığının garanti altına alınmasını, düzenin sağlanmasını, şiddetin sınırlandırılmasını ve adaletin mümkün olduğu kadar yayılmasına bağlı olarak ilerlemeyi amaçlamaktadır. Ancak, düzen ve adaletin birlikteliğinin mümkünlüğü, üzerinde düşünülecek bir soru olarak kalmaya devam etmektedir. Uluslararası toplum kırılgan bir yapıya sahiptir; sürdürülebilirliği ve başarısı, üyelerinin uluslararası toplumu yaşatma ve devam ettirme iradesine bağlıdır. Bu bağlamda, uluslararası toplumun varlığı, tarihsel süreçteki evrimleri ve aynı zamanda yayılması yalnızca, Çift-kutuplu Sistem ortamındaki pratikler üzerinden anlaşılamaz. Türkiye’de analiz aracı olarak çok fazla başvurulmamakla birlikte, son zamanlarda ilgi görmeye başlayan İO’nun, disipline sunduğu en önemli ve özgün kavramsallaştırmasının-uluslararası toplumun- tanıtılması, bu çalışmanın esas amacını oluşturmaktadır. Kavramdan verimli biçimde yararlanılabilmesi amacına yönelik olarak, İO geleneği içinde anılan düşünürlerin, kuramın tarihsel gelişiminin, temsilcilerin öncelikli ilgi konularının, metodolojisinin ve yaklaşımın üzerine bina edildiği argümanların anlaşılabilmesinin önemli olduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda, çalışmada öncelikli olarak tanımlayıcı bir yaklaşımla yola çıkılmaktadır. Daha sonra, İO’nun diğer Uİ kuramlarından özgünlüğü ve açıklayıcılığının yanında, eleştirel bir yaklaşım benimsenerek, eksik yanlarının da ortaya konulması amaçlanmıştır. Dolayısıyla, bu çalışmayla, Uluslararası İlişkiler’in kuramsal tartışmalar literatürüne Türkçe bir katkı (aynı zamanda diyaloğa yönelik bir çağrı) yapılması amaçlanmaktadır. İlk bölümde, İO’un kurucu yazarları, kuramın kendi içinde gelişimi ve tarihçesi, ontolojisi ve metodolojisi ortaya konacaktır. Çalışmanın sınırlı yeri itibariyle, çalışmada asıl olarak kurucu olarak kabul gören yazarların temel eserlerine odaklanılacak ve geç kuşak yazarlara ve tartışma alanlarına çalışmanın belirli yerlerinde kısaca değinilecektir. İkinci, üçüncü ve dördüncü alt başlıklarda, uluslararası toplum kavramı ve uluslararası toplumun işleyişi, “üç-gelenek” yaklaşımı üzerinden açıklanacaktır. Bu kısımda, bir orta yol olarak sunulan uluslararası toplumun daha açık biçimde irdelenebilmesi için, İO’nun diğer argümanları olan “devletlerarası sistem” ve “dünya toplumu” 1062 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) tanıtılacaktır. Son başlık altında, uluslararası toplumun tarihsel gelişim sürecinde ortaya çıkan kurumlar incelenecek ve uluslararası toplum türlerine dair tartışmaya değinilerek çalışma sonlandırılacaktır. 1. Kurucular ve Tarihsel Gelişim 1.1 İngiliz Okulu Geleneği, Kurucu Düşünürleri ve İlgilendikleri Konular İO’nun ilk temsilcilerinin kimler olduğuna dair tartışmalar hâlâ sürmektedir. Bununla birlikte, Butterfield, Wight, Watson ve Bull kurucu düşünürler olarak yaygın biçimde kabul görmektedir. Üzerlerinde en çok tartışılan isimler ise Edward Hallett Carr ve C. A. W. Manning’tir. İO’nun geç kuşak yazarlarından Dunne (1998: 143), geleneğin tarihsel gelişimini konu edindiği Inventing International Society’de, Carr’ın Yirmi Yıl Krizi’nde değindiği, ancak, uluslararası siyasetin işleyişindeki varlığını kabul etmediği uluslararası toplum fikrini, Bull (1969a)’un Uİ çalışmalarının asıl ilgilenmesi gereken kavram olarak işaret etmesine dayanarak, söz konusu düşünürün, İO içindeki yerini tartışmıştır. Dunne (1998: 38), nihayetinde, Carr’ın İO’nu etkileyen fikirler vermesine rağmen, İO’nun bir üyesi olmadığı sonucuna ulaşmaktadır. Geç kuşağın önemli temsilcilerinden Buzan (1993: 328) ise, bir makalesinde hem Carr’ı hem de Manning’i İO’nun temsilcileri gibi saymış, daha sonra her iki düşünürün İO düşünürlerini etkileyen fikirler verdiğini, ancak, İO’nun içinde sayılamayacağını savunmuştur (Buzan, 2001: 473). Buzan (2004: 31-36) daha sonraki bir çalışmasında Carr’ı yeniden İO’nun bir üyesi olarak kabul etmiş, Manning’in ise Okulun bir üyesi sayılmaması gerektiğini belirtmiştir. Öte yandan, Suganami, Manning’in, İO’nun kurucularından sayılması gerektiğini ısrarla savunmaktadır. Suganami (2001; 2003), uluslararası toplum fikrinin Manning’in olduğunu ve Bull’un da Manning’in görüşlerini takip ederek geliştirdiğini öne sürmektedir. Bununla birlikte Suganami, Wight’ın kendi çalışmaları üzerindeki etkisine gereken önemi vermediği için Bull tarafından bizzat uyarıldığından bahsetmiştir (Suganami ve Linklater, 2006: 22-23). Manning uluslararası toplum kavramına yönelik çalışmalar sürdürmüştür; ancak, kendisi, Butterfield ve Wight tarafından ırkçılık konusundaki politik görüşleri sebebiyle BUSKK’nden4 uzak tutulmuştur. Durumu gündeme getiren Dunne (2010: 137), yakın tarihli bir 4 BUSKK’nin ilki 1959’da yapılan toplantıları, 1984’te Bull’un ölümüne kadar sürmüştür. Çalışmanın sınırlı yeri göz önünde bulundurularak, komitenin tarihsel gelişimine bu şekilde kısaca değinilerek yetinilmektedir. Ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Dunne, 1998: 89-135. Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1063 çalışmasında, yine, Manning’in 1945’ten önce London School of Economics’te verdiği dersler üzerinden İO düşünürleri üzerindeki etkisine atıfta bulunmuştur. Özetle, Manning’in İO yazarlarından biri olarak sayılmasına yönelik tartışmaların güncelliğini koruduğu ve ayrıca, tartışmaların süreceği görülmektedir.5 1970’lerde, İO temsilcilerinin çalışmaları tek tek ele alınarak, realizmin Amerika Kıtası dışındaki bir varyantı olarak değerlendirilmekteydi (Dunne, 2010: 136). Kurucu düşünürlerin çalışmalarının ortak bir gelenek ve bir kuram olarak sayılması, 1980’lerde inşacılığın (constructivism) yükselmesinden sonra gerçekleşmiştir. Kurama, “İngiliz Okulu” ismini veren makale, geleneğin temsilcilerini eleştiren Roy E. Jones (1981: 3-8) tarafından yazılmıştır. İO adlandırması, genel bir değerlendirmeyle, akla ilk gelecek şekilde yazarlarının etnik kökeniyle ilgili değil, daha çok, geleneğin, özgün nitelikleriyle diğer Uİ kuramlarından açıkça ayrılması ve zaman içinde kullanımının yerleşmiş olmasının sonucudur (Dunne, 2000: 234-235; Linklater ve Suganami, 2006: 1725). BUSKK’nin 1959-1962 arasındaki toplantılarında, gündemi “uluslararası kuram” (Butterfield ve Wight, 1969: 12-13) ve “uluslararası toplumun doğası” konularının oluşturmuştur (Dunne, 1998: 89). Komitede, Soğuk Savaş ortamındaki siyasi gelişmeler ve bunlara paralel kuramsal tartışmalardan ziyade “uluslararası toplumun yapısı, onu oluşturan kurallar ve diplomatlarla devlet adamlarının eylemlerini yönlendiren unsurlar” konu edinilmiş ve bu yönelim, İO’nun normatif bir kurama doğru evrilmesiyle sonuçlanmıştır (Dunne, 1998: 96-97). Komitenin erken dönem ajandası sonucu ortaya çıkan çalışmalar, ilk kez Diplomatic Investigations (1966) adlı kitapta yayımlanmıştır. Wight’ın System of States (1977), Power Politics (1978 [2004]) ve International Theory: The Three Traditions (1992) eserleriyse, yazarının ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bull’un The Anarchical Society (1977 [1995]) çalışması İO’na temel fikirsel ve kuramsal çerçevesini kazandıran eserdir. Komitenin ikinci kolektif kitabı The Expansion of International Society (1985) ve Watson’ın The Evolution of International Society (1992) eserleri, uluslararası toplumun ontolojisini ve tarihsel gelişimini araştırmaktadır. 5 Manning’in uluslararası toplum kavramı üzerine çalışmaları bulunmakla birlikte, Bull’un ve Watson’un eserleri takip edildiğinde, Komite’de yapılan çalışmalarda bir uluslararası toplum fikrinin tartışılması gerektiğinin en ısrarlı savunucusunun Martin Wight olduğu görülmektedir. Manning’in İO’daki yerinin tartışılması, çalışmanın kapsamını aşmaktadır. Bu çalışmada Manning’in eserlerine yer verilmemektedir. 1064 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Geç 1970’lerden itibaren, İO düşünürlerinin ilgisinin önceliklerini “adalet ve düzen ikilemi” ekseninde, tarihsel süreçte uluslararası toplumun kürenin geri kalanına yayılmasıyla eş-zamanlı taşıdığı varsayılan, üyeleri arasındaki eşitsizlik ve bunun nihayetinde ortaya çıkan Batı’ya karşı ayaklanma, dekolonizasyon, Üçüncü Dünya ve kültür konuları oluşturmuştur. 1980’lerin sonlarından itibaren geleneğin çalışmalarını devam ettiren R. J. Vincent, Barry Buzan, Richard Little, Nicholas Wheeler, Tim Dunne, Andrew Hurrel, Robert Jackson ve James Mayall, II. kuşak temsilciler olarak anılmaktadır (Devlen ve Özdamar, 2010: 54-63). Zamanla normatif bir kuram hâline gelen İO, kendi içinde, başta Vincent, Wheeler, Dunne ve Jackson olmak üzere, geleneksel olarak kozmopolitan insan haklarına öncelik veren “dayanışmacı” (solidarist) ve devlet egemenliğinin dokunulmazlığından yana olan “çoğulcu” (pluralist) kanatlar olmak üzere ikiye bölünmüştür (Linklater ve Suganami, 2006: 135-139). İnsan hakları ve insani müdahale, II. kuşak yazarların üzerlerinde en çok yazın verdiği konulardır (Buzan, 2004: 45-46; Linklater ve Suganami, 2006: 135-146). II. kuşak düşünürlerin son dönemlerde üzerinde tartıştıkları bir diğer konu da, kuramın normatif ve konstrüktivist yapısının unsurlarıdır. Bu alanda en yoğun ilgiyi gösteren Buzan, İO’nun temsilcilerine bir “tekrar toplanma” çağrısı yapmış6, daha sonra kuramın sahip olduğunu savunduğu büyük bir Uİ kuramı potansiyelinin ortaya konulabilmesi için, yaklaşımın uluslararası sistemi açıklamakta eksik kaldığını düşündüğü yapısalcı ve normatif öğeleri ile Wendt’in inşacı kuramının bir sentezini çıkarma girişiminde bulunmuştur. Buzan (2004: 269-270)’ın bizzat belirttiği gibi ortaya çıkan yapı, İO’nun temel çerçevesinden oldukça farklıdır. Buzan (2009: 24-44), yeni yapıyı, İO’nun kurama yönelik diyaloğu ve bölgesel seviyedeki uluslararası ilişkiler üzerine açıklayıcılık gücünü arttırabilmek amacıyla tartışmaya açmıştır. II. kuşak düşünürlerin bahsedilen tartışmaları ve eserleri verilmeye devam edilmektedir. Bu doğrultuda, İO’nun, kurucu düşünürlerden sonraki gündeminden ve temel tartışma konularından bu şekilde kısaca bahsedilerek yetinilecektir. İO’nun günümüzdeki tartışmalarının merkezinde yer almaya devam eden, “adalet ve düzen ikilemi”ne çalışmanın diğer bölümlerinde tekrar dönülecektir. Bir sonraki altbaşlıkta İO’nun metodolojisi ortaya konacaktır. 6 Barry Buzan, İngiliz Okulu kapsamında yapılan çalışmaların takip edilebilmesi için bir portal oluşturmuştur; bkz. http://www.polis.leeds.ac.uk/research/internationalrelations-security/english-school/resources.php (25.06.2014). Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1065 1.2. “Uluslararası Kuram” Fikri ve İngiliz Okulunun Metodolojisi Wight, “Uluslararası Kuram”ı, Uİ fikrinin geçmişteki temel geleneklerinin izlenmesiyle yapılan ve malzemesini tarihten alan bir siyaset felsefesi ya da felsefi yorum olarak görmüştür. Bull (1976: 103), Wight’ın aklındaki ifadenin, şüphesiz, bir “Uluslararası İlişkiler Kuramı” olduğunu, ancak, bunu Uluslararası Kuram diyerek ortaya koyduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda, kurucu düşünürlerin, öncelikle, bir Uİ kuramı tanımının ortaya konulması için çaba gösterdikleri görülmektedir. Wight (1969a: 18), uluslararası ilişkiler fikrinin özgünlüğünü ortaya koymak için işe siyaset kuramını uluslararası siyaset kuramından ayırarak başlamaktadır. Wight (1969a: 18-21)’a göre, siyaset kuramı, devlet üzerine kuramsal düşünme geleneği olarak kabul ediliyorsa, uluslararası ilişkiler kuramı ya devletler toplumu ya milletler ailesi ya da uluslararası topluluk üzerine kuramsal düşünme geleneği olmalıdır. Düşünüre göre, Uİ düşüncesi araştırmalarının kaynakları, klasik tarihî belgelerde; siyaset felsefecilerinin ve filozofların eserlerinde; devlet adamlarının, diplomatların ve siyasetçilerin demeçlerinde ve hatıratlarında ve son olarak edebî yapıtlarda bulunabilir (Wight, 1969a: 18-19). Ayrıca, hem Wight hem de Bull, Uİ çalışmalarının, ağırlıklı olarak ABD’de yapılan, kısa dönemlere odaklı pratik dış politika üretme çabasıyla ilişkilendirilmesi fikrine karşıdır. Üstelik İO’nun tüm yazarları, davranışsalcı ve gelenekçi yaklaşımların, uluslararası siyasette varlığını kabul etmediği/ihmâl ettiği ahlaki konuları öncelikli tartışma konularından biri hâline getirmiştir (Butterfield ve Wight, 1969: 6-13). Bull (1966), ABD’deki kuramsal ve metodolojiye yönelik yaklaşımlara karşı bir polemik ortaya koyduğu bir çalışmasında, klasik yaklaşımın felsefe, tarih ve hukuktan türediğini belirtmiştir; ancak, bu üç temel disiplinin, yaklaşıma katkılarının sınırlarını çizen açık ifadeler kullanmamıştır. Bull; Kaplan, Schelling, Deutsch ve Boulding gibi yazarların çalışmalarını “bilimselci yaklaşım” şeklinde anlandırarak bu yönelimin Uİ çalışmalarına yapabileceği katkının muhtemelen çok az ve klasik yaklaşımın yerini alma ihtimalinin ise “ziyadesiyle zararlı” olduğunu savunmuştur. Bull aslında, örneğin Waltz gibi kendi dönemindeki Uİ düşünürlerinin aksine metodu ön plana çıkarmaktansa, kendisi için vazgeçilmez sorularla ilgilenmiştir (Hoffman, 1986: 181). Bull (1995: 97, 122, 156, 178, 194; 2000a: 251-252), Wight’ın kendi çalışmalarında yaptığına benzer şekilde, çalışmalarında önce, cevap arayacağı soruları sıralamış ve sonra, felsefi çözümlemelere ulaşmıştır. Bull (1966: 367)’a göre, “egemen devletlerin bütün olarak (collectivity) bir siyasal toplum ya da sistem oluşturup oluşturmadığı; eğer bir egemen 1066 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) devletler toplumundan söz edilebiliyorsa, bunun bir ortak kültür ve medeniyete dayanıp dayanmadığı; eğer öyleyse, dünya çapında kullanımdaki diplomatik çerçevenin altında böyle bir kültürün yatıp yatmadığı” soruları Uİ’in öncelikle ilgilenmesi gereken konulardır. Bull yine, “Uluslararası toplumda savaşın yeri nedir? Uluslararası toplumda, her bireysel güç kullanımı lânetlenmeli midir; yoksa göz yumulabilecek hatta gerekli olduğu haklı savaş durumları da var mıdır? Uluslararası toplum üyesi bir devlet bir diğer üyenin içişlerine müdahale edebilir mi; öyleyse, hangi durumlarda müdahale edilmelidir? Uluslararası toplumun üyeleri yalnızca egemen devletler midir; yoksa toplum, hakları ve görevleri onların adına kullanabilecek temsilcilerin oluşturduğu bireylerden mi meydana gelir?” sorularının Uİ çalışmaları için önceliğinin altını çizmiştir. Bu sorular, İO kurucu düşünürlerinin kuramın normatif bir yöne evrildiğini göstermektedir. Ayrıca, Soğuk Savaş’ın sonlanmasının akabinde uluslararası siyasette meydana gelen; 1990-1991 Kuveyt Krizi, 1992-1995 Bosna Savaşı, 1994 Ruanda İç Savaşı, 2003 Irak Savaşı, 2011 Libya İç Savaşı, 2011’de başlayıp devam eden Suriye İç Savaşı gibi vb. daha fazla örnekten hareketle, Bull’un erken tarihli bir çalışmasında, Uİ disiplininin bugünkü ajandasını yakalayabildiği açıktır. Kurucu düşünürlerden Wight ve Bull eserlerinde ağırlıklı olarak kuramsallaşmaya, Butterfield ve Watson tarihsel yöntemle çözümlemelere yönelmiştir. Wight ve Bull eserlerinde tarihsel-felsefi, Butterfield ve Watson ise genel olarak klasik tarihsel metodu kullanmışlardır. Bull ve Watson’ın (1985: 9), İO’nun temel kavramsallaştırması olan uluslararası toplum için “tarihsel bir perspektifle anlaşılabilir” yargısı bu yaklaşımı özetler. Hülasa, İO’nun kurucu düşünürlerinin uluslararası siyasetin tarihsel bağlamda, ampirik yaklaşımdan uzak, yorumlamacı ve özellikle son dönemlerde açıkça ifade edilmese de normatif bir perspektifle anlaşılabileceğini savundukları ve bu yöntemi kendi çalışmalarında uyguladıkları görülmektedir. Dunne’ın (2010: 137) ifade ettiği gibi İO, metodolojiye yönelik yorumlamacı-açıklayıcı dikotomisinden uzak; kuram ve tarihi, ahlaki normları ve gücü, aktör ve yapıyı birleştiren bir Uİ yaklaşımı sunmaktadır. İO’nun metodolojisine yönelik tartışmalar güncel olarak sürmektedir. Örneğin, Richard Little (2000: 395), eleştirel yaklaşım içinde anılan Linklater’ın, İO’nun sunduğu üç farklı yapının, plüralist metodoloji gerektirdiği argümanından yola çıkarak devletler sisteminin pozitivizmle, uluslararası toplumun yorumlamacı ve interpretivist (anti-pozitivist) ve dünya toplumunun eleştirel kuramla analizini önermiştir. Little gibi Buzan’ın da, İO’nun kurucu düşünürleri tarafından benimsenen metodolojiye alternatif yaklaşımlar arayışında olduğundan bahsedilmiştir. Kurucu düşünürlerin bu altbaşlıkta açıklanmaya çalışılan metodolojisinin, çalışmanın bundan sonraki başlığı altında incelenecek “üç- Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1067 gelenek” ve uluslararası toplum fikrinin ortaya konulmasıyla daha iyi anlaşılabileceği düşünülmektedir. 2. Üç Gelenek ve Uluslararası Toplum Fikri 2.1. Üç-Gelenek: 3Rs ve Çıkış Noktası Olarak Uluslararası Toplum Wight’ın “üç-gelenek” (3Rs) sınıflandırması, Uİ çalışmalarında 1970’lerden itibaren sıklıkla istifade edilen bir analiz aracıdır (Knutsen, 2006: 353). Üçlü sınıflandırmanın, İO açısından önemi, geleneğin temsilcilerine özgün bir çerçeve sunması ve kurama eklektik bir yapı kazandırmasından kaynaklanmaktadır. Wight’ın sınıflandırmasının, sübjektif niteliğine dikkat edilmesi önemlidir: felsefede, geleneksel yaklaşımlara göre Kant “rasyonalizm” (akılcılık); Grotius hukuk felsefesinde “doğal hukuk”, Kantçılık ise “rasyonel doğal hukuk” yaklaşımı dâhilinde değerlendirilmektedir (Devlen ve Özdamar, 2010: 44). Wight, Grotius’u rasyonalist ve Kant’ı revolüsyonist paradigma içinde sınıflandırır. Bu bağlamda, Wight, bir uluslararası toplum ya da devletler toplumuve yahut da minimal düzeyde bir uluslararası topluluk fikrinden hareket eder. Wight, sınıflandırmasını, uluslararası toplumun ne olduğu sorusuna verilen cevaplar doğrultusunda ortaya çıktığını ifade ettiği üç grup ve bunlara dâhil geleneklere dayanarak oluşturmuştur (Bull, 1976: 104-105). Wight (1992: 7)’a göre, uluslararası ilişkilerin tarihine bakıldığında farklı dönemlerde bu üç paradigmadan birinin baskın olduğu görülür. Bir sonraki altbaşlıkta, Bull’un, Wight’ın yaklaşımını zenginleştirdiği ve İO’na temel kuramsal çerçevesini kazandırdığı “anarşik bir toplumda düzen arayışı” ele alınacaktır. 2.2. Çıkış Noktası Olarak Uluslararası Toplumda Anarşi Bull, “anarşi”yi uluslararası ilişkilerde temel bir realite ve kuramsallaştırma çalışmalarının başlangıç noktası olarak almaktadır. Uluslararası toplumun varlığını ve sınırlarını araştırırken Bull (1969b: 35-36), uluslararası ilişkilerde anarşinin ve bir uluslararası toplumun anarşiyle uyumluluğunun tartışılması gerektiğini savunmaktadır. Bull (1969b: 36)’a göre uluslararası ilişkilerde anarşi “yönetenin olmaması; düzensizlik ve karışıklık” anlamlarından, birincisine karşılık gelir. Bu bağlamda, iç siyasetteki yaklaşımlara uygun olarak, bir egemen devlet içinde yaşayan bireyler ortak bir hükümete tabîdir; ancak, uluslararası ilişkilerde zorlayıcı bir üst otorite 1068 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) bulunmaz. Bull, iç siyasette, ahlak ve hukuk kavramlarının bu boyutuyla, uluslararası ilişkilerdeki düzeyden ayrıldığını özellikle vurgulamaktadır. Klasik realist yaklaşım uyarınca uluslararası ilişkilerde tek aktör olan egemen devletler, anarşiye bağlı olarak herhangi bir toplum türü meydana getirmezler; bu durumun aksi kabul edilse dahi, bir uluslararası toplumun ortaya çıkması, egemen devletlerin kendilerini ortak bir otoriteye bağlamalarından geçmektedir. Hobbescu, Machiavellci ya da Hegelci (realist) yaklaşımın yansıması bu görüş uyarınca, toplum veya devlet öncesi doğa hâlibir anarşi ve bunun, sürekli bir düzensizlik ve mücadele alanı olduğu varsayılmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası siyaset, her devletin kendi çıkarını maksimize etme çabalarının sonucu bir sürekli rekabet ve çatışma alanı olarak varsayılır (Wight, 1992: 7). Bull’a (1969b: 44) göre, iç siyasetten farklı bir anarşi anlayışının bulunduğu uluslararası ilişkilerde eğer bir doğal hâlin varlığından söz edilecekse, bu, sürekli çatışmaya dayanan Hobbescu değil, Locke’un doğal hâli olacaktır. Öte yandan Bull (1969b: 42-45), anarşi realitesinin, uluslararası ilişkilerde bir toplum oluşmasına engel teşkil etmediğini ve Uİ’in, siyaset kuramından ayrı bir disiplin olarak değerlendirilebilmesi için öncelikle bu ayrımın yapılmasının gerektiğini savunur. Bu bağlamda, bir toplum sözleşmesinin sürekli anarşiyi sona erdireceğine yönelik Hobbescu yaklaşım tasavvuru uluslararası ilişkilere uymaz. Daha önce değinildiği gibi klasik realizm uyarınca bir uluslararası toplumun varlığından söz edilemez. Dolayısıyla, realizme göre uluslararası toplumun temel kurumlarından uluslararası hukukun varlığı ya da uygulanabilirliği tartışmalıdır. Ayrıca, devletlerin uluslararası hukuka riayet etmesinin tek yolunun, çatışmaya dayalı anarşiyi bitirecek bir dünya devletinden geçtiği öngörülmektedir. Bunların yanında, “uluslararası toplumun, büyük güçlerin toplamından başka bir şey olmadığı”nı savunan ikinci bir realist yaklaşım da mevcuttur (Wight, 1992: 32). Uluslararası ilişkilerin ve (varlığı kabul görürse) uluslararası toplumun tek ve temel aktörleri her iki realist yaklaşım uyarınca egemen devletlerdir. Müteakip altbaşlıkta ele alınacağı üzere, uluslararası toplumun üyelerinin kimler olduğu sorusuna, kurucu düşünürlerin uluslararası hukuka yönelik yaklaşımlarında cevap bulunabilir. 2.3. Uluslararası Hukuk ve Grotius Wight’a göre, uluslararası hukukun temelinde birincil olarak, uluslararası kimliğe sahip olan tek kurumun, devletlerden başka kişisi bulunamayacağını savunan pozitif hukuk; ikincil olarak, devletlerin yalnızca kişileştirilmiş fiktif kurumlar olduğunu, dolayısıyla da uluslararası hukukun aktörlerinin bireyler olduğunu savunan revolüsyonist görüş bulunur. Revolüsyonist yaklaşım Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1069 uyarınca, uluslararası toplum, nihayetinde “tüm insanlığın toplamı”dır. Bu noktada, realist ve revolüsyonist paradigmaların yanıtlarına alternatif, hem devletlerin hem de bireylerin uluslararası hukukun kişileri olabileceğini savunan Grotiusçu bir yaklaşımdan söz edilmesi mümkündür (Wight, 1992: 3637). Wight (1992: 37), Grotius’un, uluslararası toplumu bir societas gentium (milletler toplumu), civitatum populorum (devletler topluluğu) veya societas humanis generis (insanoğlu/bireyler toplumu) olarak nitelediğini belirtir. Bull (1969c: 68) da, Grotiuscu yaklaşım bağlamında, uluslararası toplumun üyelerinin son tahlilde bireyler olduğu sonucuna ulaşır. Bull’un yaklaşımı, İO içinde adalet ve düzen ikileminin ortaya çıkardığı tartışmaların önemli bir kısmına karşılık gelmektedir. Çalışmanın daha sonraki bölümlerinde bu hususa dönülecektir. İO’nun üzerine bina edildiği yaklaşım bağlamında, uluslararası toplumun temelinde Grotius’un kullandığı magna communitas humani generis kavramı yatmaktadır. Wight (1992: 37), pozitif hukukçuların, uluslararası hukukun kişilerinin yalnızca egemen devletler olduğu tezine karşı, Amerikan Merkezî Adalet Mahkemesi’nin 1907 tarihli, bireylerin, devlete karşı dava açma hakkı olduğunun kabulünü; Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde Milletler Cemiyeti, Uluslararası Çalışma Örgütü ve Uluslararası Posta Teşkilatı’nın uluslararası yasal kişiler olarak sayılmasını ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, suç işleyen bireylerin Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanması örneklerini hatırlatır. Dolayısıyla, İO’nun kurucu düşünürlerine göre, uluslararası ilişkilerde, nihai olarak temel aktörler egemen devletlerdir; ancak, devlet-dışı aktörlerin varlığı da göz ardı edilemez. Güç, realist paradigmaya göre uluslararası ilişkilerin düzenleyici unsurudur. Buna karşın, Grotiusçu rasyonalist paradigma uyarınca, uluslararası toplumun temelinde geleneklerin, dolayısıyla da hukukun ve aynı zamanda ahlaki normların bulunduğu öngörülmektedir (Bull, 1995: 25). Güç ile gelenek arasında her referans noktasından kabul görecek bir ayrımın yapılması da kolay değildir; geleneğin nerede bittiği, güce nerede başvurulacağı ya da gücün oranının ne olacağı, daima tartışmalıdır. Geleneğin ortadan kalktığı yerde gücün devreye gireceğinin varsayıldığı bu noktada, rasyonalist paradigma realist paradigmaya yaklaşmaktadır. Diğer yandan, Grotius'un (2011: 27), “devletler arasındaki karşılıklı ilişkileri düzenleyen hukukun esas yapısını, bağlayıcı olduğu tüm insanlığa genişletmek istediği” ifadesi, rasyonalist paradigmanın, revolüsyonist paradigmaya yakınlaşan yönüne karşılık gelmektedir. Uluslararası toplumun söz konusu solidarist yanıyla, realist paradigmaya yakın olan plüralist yönü, İO içinde günümüzde devam eden tartışmanın ortasında konumlanmaktadır. Son olarak, Buzan’ın (2004: 8) ifade ettiği gibi, “bireylerin içinde yaşadıkları toplum tarafından şekillendirilip, o toplumu şekillendirdikleri gibi 1070 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) devletler de hem şekillendirdikleri hem de kendisi tarafından şekillendirildikleri uluslararası toplum içinde yaşarlar”. Bu sosyal unsur, realist paradigmanın katı anarşi mantığının uzak ve rasyonalist paradigmanın işbirliğine yakın kısmında yer almaktadır. Daha sonraki kısımlarda değinileceği üzere, realist paradigma içinde konumlandırılan “devletler sistemleri”, uluslararası toplumun işleyişinin anlaşılabilmesinde önemli rol oynamaktadır. Revolüsyonist yaklaşım, üçlü sınıflandırmadakai en özgün ve bunun yanında daha derin tartışmalar içinde eleştiriye en açık alandır. Revolüsyonist yaklaşıma göre uluslararası toplumun nihayetinde tüm insanlığın toplamı varsayılmaktadır. Kurucu düşünürlerin çoğulcu (pluralist) yaklaşımlarının anlamlandırılabilmesi için revolüsyonist yaklaşım önemli bir konuma sahiptir. Bu doğrultuda, müteakip altbaşlıkta söz konusu yaklaşım incelenecektir. 2.4. Revolüsyonizm ve “Uluslararası Toplumun Sonu” İO’da revolüsyonizm; rasyonalizmin, realizmden uzak olan yanında konumlanmaktadır (Wight, 1992: 40). Revolüsyonist yaklaşımın kurucu düşünürlerce tartışılan yönü, uluslararası ilişkileri bir iç siyaset durumuna indirgemesidir. Buna göre, uluslararası toplum, daha çok bir civitas maxima fikri olarak görüldükçe, uluslararası ilişkiler kaçınılmaz olarak evrensel şehirlerin-bireylerin (civitas) iç siyasi meseleleri hâline gelecektir (Wight 1992: 41). Revolüsyonistler, realistler ya da rasyonalistler gibi, toplum sözleşmesi öncesi doğal hâlin durumu sorusu üzerinde durmaktansa, ortak bir bireyler cumhuriyeti fikrini (imperium mundi [Dante]) diriltmek ya da ebedîleştirmekle ve yahut da uluslararası toplumu bir dünya-devletine dönüştürmekle ve ayrıca, bunun tanımını netleştirmekle ilgilenmektedirler. Bunun ilk örnekleri, Christian Wolff’un uluslararası toplumun bir dünya süper-devleti (civitas maxima) tarzı savunusunda ve Wolff’tan etkilenen, ancak, bu süper-devlet fikrinden ayrılan Vattel’de bulunabilmektedir. Civitas maxima fikri yine, Wolff’tan önce, Katolik- Francesco de Vitoria ve -Protestan- Gentili’de ve Calvin’de görülebilir; ancak, fikrin kendisi Wolff tarafından popülerleştirilmiştir. Wight (1992: 39-42), revolüsyonist paradigmayı “doktrinsel tekbiçimlilik”, “doktrinsel emperyalizm” ve “kozmopolitanizm” şeklinde üçe ayırarak açıklamaktadır. Doktrinsel tekbiçimlilikte, üye devletler arasında doktrinsel-yapısal uygunluk ve ideolojik homojenlik aranır ve ilk örneği Kant’ın Ebedî Barış tezinde bulunur. Buna göre, uluslararası barışın sağlanmasının yolu tüm devletlerin aynı ideolojik dürtüyle hareket etmesinden geçmektedir. Wight, Kant’ın savının yalnızca cumhuriyetçi devletler arasındaki uyum olarak görülmemesi gerektiğini, Kutsal İttifak’ı oluşturan Rusya ve Avusturya gibi kraliyetçi karşı-devrimci oluşumun da buna bir örnek teşkil ettiğini ifade etmektedir. Giuseppe Mazzini, doktrinsel tekbiçimliliği en aşırı Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1071 noktaya taşımış, tüm üyelerinin ulus devletler olmadığı sürece, bir uluslararası toplumdan söz edilemeyeceğini savunmuş ve 1919’dan sonra, selfdeterminasyon hakkı fikrinin öncüsü olmuştur. Wight (1992: 42) özgün bir yaklaşımla, self-determinasyon hakkını savunan ABD Başkanı Wilson’ın, yarıdevrimci olduğunu belirtmektedir. Doktrinsel emperyalizmde ise civitas maxima fikrinin, ideolojik veya doktrine dayalı bir güçle denenebileceği varsayılmaktadır. Stalinizm; Birinci Fransa Cumhuriyeti’nin ordularının fethedebildiği topraklarda insan haklarını empoze etmesi; İspanya Kralı Felipe’nin fideizm çabalarındaki gibi bir büyük güç, bir inancı ve tekbiçimliliği dayatmaya çalışır. Bu girişimler, kaynaklarını Eski Ahit’e dayanan “seçilmişler” ya da Vergilius’un Aeneis eserine dayanan “emperyal ilahi misyon”da bulmaktadır (Wight 1992: 43). Dolayısıyla, 2003’te Koalisyon Güçleri tarafından, Irak’ta demokrasi tesisi söylemine dayanarak gerçekleştirilen Özgürleştirme Operasyonu, farklı bir okumayla İO içinde bu kapsamda değerlendirilebilir. Üçüncü tip olan kozmopolitanizm uyarınca, devletlerarası/uluslararası toplum yok sayılır ve tek gerçek uluslararası toplumun bireylerin dünya toplumu olduğunu savunusu geçerlilik kazanır. Buna göre, cosmopolis dünya devletine eşittir ve civitas maxima’nın gerçekleşmesinin yoludur. Wight (1992: 45), hiçbir büyük Uİ kuramının, revolüsyonist doktrinlerin en devrimci olanı ve uluslararası ilişkilerin topyekûn ortadan kalkması gerektiğini savunan kozmopolitanizmi benimseyemeceği konusunda kati bir tutum sergilemiştir. Özetle, Wight, temelinde bir “idealizm” ve realist yaklaşımla zıtlık oluşturan kozmopolitanizmi, bazı noktalarda fanatiklik ve uluslararası ilişkilerin salahiyeti açısından tehlikeli görmektedir. Bull (1969b: 48-50) da anarşinin, realistlerin öne sürdüğü gibi bir evrensel yönetimle veya revolüsyonistlerin savunduğu gibi kozmopolitanizmle sona ereceği fikrine karşıdır. Bull (1995: 245-246) “dünya hükümeti, yeni medievalism7, bölgesel yeniden yapılanma ve değişim için devrimsel hareketler”i eleştirerek “ütopyacılık” olarak nitelendirmiş ve bu yaklaşımları kesin bir dille reddetmiştir. Sonuç olarak İO, realist yaklaşımı, uluslararası siyaseti salt güce dayanan, siyasal aktörlerin yalnızca devletler olduğu sürekli bir mücadele/çatışma alanı olarak gördüğü, ahlaki normları ve işbirliğini yok saydığı; revolüsyonist paradigmayı ise genel anlamda uluslararası toplumun kurumlarını reddettiği için eleştirir ve ikisinin ortasına konumlandırdığı Grotiusçu-rasyonalist yaklaşım temelinde şekillenir. Müteakip başlık altında, 7 Bull’un Uİ yazınına kazandırmış olduğu bu kavram, genel olarak küreselleşmenin etkisiyle uluslararası ilişkilerde devletin bir aktör olarak nüfuzunu kaybedeceğine yönelik yaklaşımları eleştirmek için kullanılmaktadır. 1072 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) buraya kadar tanıtılmaya çalışılan üç yaklaşımın, İO içindeki toplumsal kavramlarla ilişkilendirilmesi ele alınacaktır. 3. Devletler Sistemi, Uluslararası Toplum ve Dünya Toplumu Uluslararası toplum kavramının tam bir tanımı yapılmadan, İO’nun diğer bir önemli argümanı olan “devletler sistemi”nin (veya uluslararası sistem) açıklanması gerekir. Bu doğrultuda, önce, realizm ekseninde şekillendiği varsayılan devletler sistemi/uluslararası sistem açıklanacak daha sonra da uluslararası toplum ve dünya toplumu kavramları irdelenecektir. 3.1. Devletler Sistemi/Uluslararası Sistem Wight (1977: 21-22)’ın, Pufendorf’un 1675 tarihli De Systematibus Civitatum çalışmasından esinlenerek adlandırdığı devletler sistemi kavramı uyarınca, yalnızca Avrupa Sistemi, Yunan Şehir Devletleri veya Helen Krallıkları sistemlerini değil; Çin Antik Sistemi, Roma Sistemi ve Hindistan’daki Raj Sistemini de devletler sistemleri/uluslararası sistemlerin örnekleri olarak görülmektedir. Wight, anılan sistemleri de “uluslararası devlet sistemleri” ve “süzeren/hükmeden (suzerain) devletler sistemi” şeklinde ayırır (Watson, 1992: 3-4). Wight, devletler sistemlerini de yine, kendi içinde “birincil devletler sistemi” ve “ikincil devletler sistemi” olarak ikiye ayırmaktadır. Bull (1995: 11)’a göre, Wight’ın yaptığı ayrımda, birincil devletler sistemi devletlerden, ikincil devletler sistemi ise “genelde” süzeren devletlerden oluşur. Hristiyan Dünyası ile Abbasî Halifeliği arasındaki veya Mısır, Hitit ve Babil krallıkları arasındaki ilişkiler ikincil devletler sisteminin örnekleridir. Wight’ın tipolojisi, İO’nun diğer kurucu düşünürlerince de benimsenmiştir. Kurucu düşünürlerin, uluslararası siyasetin temel aktörlerinin devletler olduğunu savundukları hatırlanmalıdır. Bull (1995: 8), uluslararası ilişkilerin başlangıç noktasının, devletlerin veya her birinin bir hükümete ve dünya üzerinde egemenlik hakkını uygulayabildiği ve belli bir nüfusa sahip bağımsız siyasal toplulukların varlığı olduğunu savunmaktadır: bağımsız siyasal “güçler” arasındaki ilişki, dar bir yaklaşımla “güçler ilişkisi” olarak incelenebilir; ancak, böyle ilişkiler Uİ’in tek ve temel konusu olamaz. Nihayetinde, uluslarası ilişkilerden kastedilen “egemen devletler arasındaki ilişkiler”dir. Bir devletler sistemi iki veya daha fazla devlet arasında yeteri kadar temas ve devletler, birbirleri üzerinde yeteri kadar etki sahibi olduklarında ortaya çıkar. Birbirleriyle doğrudan veya dolaylı yoldan ilişkisi olan, kararlarının diğer devleti doğrudan veya dolaylı olarak etkilediği ve her Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1073 devletin bir oluşumun parçası gibi hareket ederek bir diğerini hesaba katmak durumunda olduğu bu sistemlerde işbirliği veya çatışma türü ilişkiler gözlemlenebilir (Bull, 1995: 9-10). Devletler sisteminde, belli bir zamanda baskı kuran güçler veya hegemon güçler görülür (Bull, 1995: 10). Klasik Yunan Şehir Devletleri veya Helen Krallıklarının hegemon olabilmek amacıyla sürekli mücadeleleri buna örnektir. Bu mücadele boyunca hegemonya, bir güçten bir diğerine geçebilir ve daha da önemlisi, devletler sistemini, süzerenler sisteminden ayıran bu sürekli güç mücadelesidir. Devletler sistemi ile uluslararası toplum arasındaki farklılıkların ve geçişlerin sınırlarının belirlenmesine yönelik en yoğun ilgiyi tartışmasız, Bull göstermiştir. Bull, devletler sistemi kavramının uzun bir tarihe sahip ve farklı yorumlara açık olduğuna dikkat çekmektedir. Bull (1995: 12)’a göre, Pufendorf, Avrupalı devletler sisteminin bütününü değil, sistem içindeki belli devletleri kastetmiştir. “Sistem” kavramı XVIII. asırda Rousseau ve Nettelbladt gibi düşünürler tarafından Avrupalı devletler sisteminin bütününe karşılık gelecek biçimde kullanılmış olsa da, Gentz, Ancillon ve A. H. L. Heeren gibi Napoléon Dönemi yazarları kavrama asıl değerini yüklemişlerdir. Heeren, devletler sistemini, devletlerin yalnızca belli bir temas ve etkileşim içinde bir arada bulunmasıyla sınırlı tutmamış, “devletlerin birbirlerine karşı tutumları, din ve toplumsal ilerleme derecesi yönünden benzeyen sınırdaş birkaç devletin, karşılıklı çıkar üstüne oluşturduğu birlik” olarak tanımlamıştır. Yani, devletler sisteminin üyelerinin ortak çıkarlara ve değerlere sahip olduğu ve bir ortak kültür veya medeniyet üzerinde şekillendiği varsayılmaktadır. Ayrıca, üyelerinin egemenliğinin tehlikeye girmesi veya yok olması durumunda sistemin de varlığının tehlikeye girmesi, hatta sona ermesi mümkündür. Bull (1995: 13), Heeren’in tanımının, kendi uluslararası toplum tanımına yakın olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda Bull, birbirleriyle ilişkilerinde kendilerini bağlayan belirli bir kurallar bütününün ve ortak kurumların yönetimini paylaşma anlamında belirli ortak çıkarların ve ortak değerlerin varlığının farkında olan devletlerin bir toplum olduğunda, devletler toplumu veya uluslararası toplumun meydana geldiğini savunmaktadır. Dolayısıyla bir uluslararası toplum, bir uluslararası sistemden çıkar; ancak, her uluslararası sistem zorunlu olarak bir toplum oluşturmayabilir (Bull, 2000c: 172). Gelgelelim, her uluslararası sistemin kaçınılmaz olarak uluslararası toplumlara dönüşüp dönüşmeyeceği üzerinde düşünülmeye devam edilecek bir sorudur. Bu noktada, kurucu düşünürlerin uluslararası toplumun kendisinin kırılgan bir yapıya sahip olduğunu ve devamlılığının üye devletlerin uluslararası toplumu yaşatma iradesine bağlı olduğunu savunmalarına dayanarak benzer bir çıkarımda bulunmak mümkündür: her uluslararası sistemin uluslararası topluma evrilmesi kesinlik içermez. Bu ayrımın yapılmasıyla, uluslararası toplum 1074 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) kavramının tanımı açıkça ortaya konabilir. Müteakip altbaşlıkta, kavram ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 3.2. Uluslararası Toplum Devletlerarası sistemlerin uluslararası toplumlara nasıl dönüştüğünün, İO içinde devam eden tartışmalardan biridir. Butterfield’la Wight ve Bull’la Watson’ın bu dönüşümde etkin olan unsurlar konusundaki farklı perspektifleri, tartışmanın sürmesinin nedenlerindendir. Butterfield, Burke’ün güçler dengesi yaklaşımına başvurarak Avrupa devletler sisteminin bir “ortak değerler ve kültür birliği”ne dayandığını savunmaktadır (Dunne, 1998: 98). Butterfield’e göre kültür birliği, ortak değerler hissi ve geleneklere dayalı topluluk varlığının yanında, uluslararası düzenin kendisi ve dolayısıyla güçler dengesi Avrupa devletler sistemini bir arada tutmaktaydı. Wight, tarihsel süreçte, uluslararası toplum örneklerinin en yüksek derecede kültürel birliğin sağlandığı bölgelerde ortaya çıktığını savunmaktadır. Wight da, Butterfield gibi uluslararası toplumun, Batı Avrupa’nın kürenin kalanına genişlemesiyle birlikte, bağımsız siyasal toplulukları birbirine bağlayan bir etkileşimin sonucu ve evrimi olduğunu iddia etmiştir. Wight (1969b: 91-131), üye-toplulukların bağımsızlığını korumak için güçler dengesinde, uluslararası hukukun düzenli olarak işletilmesinde ve ekonomik, sosyal ve teknik bağımsızlık ve ayrıca bunların sürdürülmesi amacıyla kurulan uluslararası kurumlarda bir diplomatik sistemin, yan uluslararası toplumun açık göstergelerinin bulunabileceğine işaret etmektedir. Özetle, Butterfield’a ve Wight’a göre uluslararası toplum ortak bir kültür olmadan işlemez. Bull (1995: 4) ise, bireylerin toplum içinde yaşamasının birincil sebebinin “düzen arayışı” olduğunu savunur. Toplum içinde yaşamanın üç temel gayesi; can güvenliğinin sağlanması (ve şiddetin sınırlandırılması), verilen sözün yerine getirilmesinin garanti altına alınması (pacta sund servanda) ve mal güvenliğinin sağlanmasıdır. Her toplumda olduğu gibi uluslararası toplumun üyesi olan egemen devletlerin birincil amacı toplum içinde yaşayan bireylerinki gibi “düzen”dir. Dolayısıyla, uluslararası toplumun temel, öncelikli ve evrensel amaçları toplumsal yaşamla amaçlandığı biçimde, uluslararası toplumun kendisinin varlığını ve yine, üye devletlerin varlığını, egemenliğini ve bağımsızlıklarını korumak; uluslararası toplumun üye devletlerinin arasında (genel şartların ihlâl edilmediği, savaş durumunun olmadığı) normal şartlarda barışı sürdürmek; son olarak da şiddetin azaltılmasıdır (elçilerin dokunulmazlığı gibi diplomatik geleneklerin sürdürdürülmesi veya haklı savaş, temperamenta belli [savaşın belli sınırların olması] (Bull, 1995: 16-18)). Bull temelde, Butterfield ve Wight’tan farklı olarak, “ortak çıkarların varlığının” öncelikli olarak Batılı devletlerle, Batılı Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1075 olmayıp bu değerleri kabul eden devletleri ve post-koloniyal dönemde ortaya çıkan devletleri, ortak bir kültürel çerçeve olmadan, kozmopolitan bir idealle bir arada tutan tek unsur olduğunu savunur (Hoffmann, 1990: 26). Bull ve Watson’a göre ortak kültür ve değerler, uluslararası toplumun varlığı ve devamlılığı için vazgeçilmez değildir; zira ortak çıkar uluslararası toplumun işleyebilmesi için yeterlidir. Bull, geçmiş uluslararası toplumların ortak kültür veya medeniyet, yahut en azından ortak bir medeniyetin unsurlarından dil, ortak bir evrensel epistemoloji ve algılayışı, ortak bir din, ahlaksal kod, ortak bir estetik ya da sanat anlayışı üzerinde ortaya çıktığını kabul etmektedir. Bull (1995: 22)’a göre, bir ortak kültürün unsurları, daha kolay iletişim ve bir devletin diğerini anlamasında daha belirgin bir farkındalık sağlar ve böylece ortak kuralların tanımının yapılmasını ve kurumların evrimini kolaylaştırır. Diğer yandan, anılan unsurlar, devletler arasında ortak çıkarlar doğrultusunda eylem bilincini kuvvetlendirerek, devletleri müşterek hareket etmeye sevkeder ve uluslararası toplumun işleyişini kolaylaştırır. Sonuç olarak, Bull’la Watson (1985: 1), uluslararası toplumun tanımını “(üyelerinin) eylemlerinin, yalnızca diğerlerinin eylemlerini göz önünde bulundurma zorunluluğu faktörüne dayanan bir sistem olmayıp, aynı zamanda ilişkilerini düzenleyenin diyaloğa ve rızaya dayalı ortak yasalar ve kurumlar olduğunu ve kendi ortak çıkarlarının, bu düzenlemelerin sürdürülmesiyle mümkün olduğuna kanaat getiren devletler –veya daha genel bir ifadeyle bağımsız siyasal topluluklar– grubu” şeklinde yapmıştır. Kurucu düşünürlere göre, uluslararası toplum ve devletler sistemi bir arada var olabilir. Bunun örneği, Avrupa uluslararası toplumu ile bir arada var olmuş olan Baltık Devletleri sistemidir (Watson, 1985: 64). Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletler sistemi ile arasındaki ilişkiler de benzer bir örnektir (Bull, 1995: 28). Buna göre, tarihsel süreçte iki medeniyetten güçlü olan taraf, kendi değerlerini ve hukukunu karşısındakine kabul ettirmiştir. Avrupa güçler dengesinin bir parçası olmasına rağmen, Avrupa uluslararası toplumunun üyesi olmayan Osmanlı İmparatorluğu, gücünü koruduğu XIX. yüzyıla kadar, Avrupalı devletlerin hukukuna tepeden bakmış ve kendi teamüllerini kabul ettirebilmiştir (Naff, 1985: 143-169). Genel yaklaşımın aksine Türkler, 1856 Kırım Savaşı’ndan hemen sonra değil, 1923 Lozan Anlaşması’yla birlikte Batılı değerleri benimsemiş ve Avrupa uluslararası toplumunun üyesi olmuştur (Wight, 2004: 302-303; Bull, 1995: 28). Son olarak uluslararası toplumlarla bir arada varlığını sürdürmüş olan, emperyal sistemler de bulunmaktadır (Watson, 1992: 40-46). Yunan uluslararası toplumu ile birlikte varolan Fars İmparatorluğu bunun en belirgin örneğidir. Müteakip altbaşlıkta, İO içinde en tartışmalı argüman hâline gelen dünya toplumu ele alınacak, daha sonra uluslararası toplumun kurumlarına ve işleyişine tekrar dönülecektir. 1076 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) 3.3. Dünya Toplumu Buraya kadar incelenen devletler sistemi realist yaklaşım, uluslararası toplum rasyonalist yaklaşım ile ilişkilendirilirken, İO’nun üçüncü temel argümanı olan “dünya toplumu” revolüsyonist yaklaşım içinde değerlendirilmektedir. Buzan (2004: 21), İO içinde dünya toplumunun tanımına veya sınırlarına dair ortak bir yaklaşım benimsenmemesiyle, argümanın, kuramın “entelektüel çöp kutusu”na dönmesine neden olduğunu öne sürmektedir. Kurucu düşünürlerin, dünya toplumu kavramının sınırlarını açıkça belirtmedikleri bir gerçektir. Bunun nedeninin, İO’nun temel analiz çerçevesi olarak dünya toplumunu değil, devletler toplumunu almasının olduğu söylenebilir. Buzan (2001: 477), ontolojik açıdan, dünya toplumunun bireylerden başladığını ve devlet temelli uluslararası topluma zıt olduğunu belirtmektedir. Brown’un (2001: 437-439) dikkat çektiği noktaysa, Bull’un devletleri “genel iyiliğin” failleri olarak görmesine bağlı olarak, tüm “insanlığın iyiliği” söz konusu olduğunda, uluslararası toplumun en iyi düzenleme olarak ortaya çıkmasıdır. Bull (1995: 269-270), uluslararası toplumun, dünya toplumu ile tam olarak nasıl örtüşeceğini açıkça ifade etmemiştir. Bu noktada, dünya toplumu kavramının, küresel sosyal etkileşimin toplamının karşılığı olduğu belirtilmekte, ancak, dünya toplumununsınırları açıkça çizilmemekte ve uluslararası toplumla bir arada nasıl işleyeceği sorusu yanıtsız kalmaktadır. Dünya toplumu kavramının revolüsyonist paradigma içinde sınıflandırılması aslında, Buzan (2001: 477-478)’a göre, pek doğru sayılamayacak bir yaklaşımdır. Dünya toplumu içinde bireyler, devlet dışı kurumlar ve nihai olarak dünya nüfusu, temel araştırma konuları olarak Uİ’in merkezine koyulmaktadır. Diğer yandan, revolüsyonizm daha çok evrenselci kozmopolitanizm türleri üzerine bina edilmiştir (Buzan, 2001: 477-481). Bu doğrultuda revolüsyonizm, komünizmi de kapsar ve transnasyonalizme paralellik arz eder görünmektedir; ancak, özünde normatif sosyal kuramla daha ilişkilidir. Dünya toplumu kavramı, Bull’un düzen ve adalet konusundaki kafa karışıklığının temel noktası olarak ortaya çıkmaktadır. The Anarchial Society dâhil olmak üzere, Bull’un yazılarındaki örtülü ilerleme anlayışının uluslararası toplumdan, dünya toplumuna geçilmesiyle gerçekleşebileceği gibi bir anlayışa neden olduğu görülmektedir. Bu doğrultuda, hem uluslararası toplumun hem de dünya toplumunun yerinin anlaşılabilmesi, aynı zamanda, dayanışmacı ve çoğulcu kanatların konumlarına dair bir fikir vermesi açısından, Bull’un adalet ve düzen anlayışındaki farklılıklara değinilmesi gerekmektedir. Plüralist-solidarist tartışmasının ana konuları insan hakları, insani müdahale ve Batı’nın Üçüncü Dünya’ya karşı sorumluluğudur. Plüralist kanattaki düşünürler, devlet merkezci ve pozitif hukuktan yana bir yaklaşımla Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1077 egemenliğin çoklu olarak tanınması, diplomasinin kuralları ve içişlerine müdahale olmamasına yönelik saygının pekiştirilmesi gerektiğini savunurlar. Bu açıdan, Bull, devletlerin egemenliğinin savunulması gerektiğine yaptığı vurguyla ve bireylerin uluslararası hukukun öznesi sayılmasını reddederek plüralist bir tutum sergiler görünmektedir. Ayrıca Bull (2000b: 161-162), bunca farklı kültür unsurunu barındıran bir dünyada ahlaki konsensüse ulaşılmasının imkânsızlığına vurgu yaparak uluslararası toplumun pozitif hukukun üzerinde temellenmesi gerektiğini savunmuştur. Buraya kadar, uluslararası ilişkilerde düzen ve adalet kavramları arasında bir tercih yapması beklenen Bull, önce, uluslararası siyasetin realitelerine bağlı olarak düzenin öncelikli olduğu sonucuna ulaşmış, ancak, sonraki çalışmalarında, “düzen-adalet bilmecesi”ndeki tutumu, bir muğlaklığa dönüşmüştür. Dunne’ın (1998: 139) belirttiği gibi The Importance of Grotius adlı çalışmasında Bull, daha sınırlı bir tanımla, solidarizmi hukukun güçlendirilmesi olarak ifade etmiş ve daha önce yapmış olduğu “devletlerin insan haklarının her yerde korunmasının gardiyanları olduğu” fikrine vurgu yapmamıştır. Dolayısıyla, bir anlamda, Bull’un kafa karışıklığının veya Üçüncü Dünya, Batı’ya karşı insan ve kültür alanlarındaki çalışmalarında daha radikal bir tutumdan, solidarizme dönüşü İO içinde hâlâ canlı bir tartışma alanı yaratmıştır. Sonuç itibariyle, dünya toplumunun, kurucu düşünürler tarafından İO’nun en az netleştirilmiş ve sistemleştirilmiş kavramı olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. Bull’a göre, uluslararası düzenin sağlanabilmesi amacıyla, devletlerin egemenliğinin korunması ve içişlerine müdahale edilmemesi, uluslararası toplumun işleyişi için a priori unsurlardır. Bunun yanında, Bull, uluslararası toplumun nihai üyelerinin bireyler olduğunu; ancak, bireyleri dışarıdan gelecek zorlayıcı baskılara karşı koruyabilecek oluşumların da devletler olduğunu savunmuştur. The Anarchical Society’de, tüm insanlığın genel iyiliğini amaçlayan “dünya düzeni”, devletler arasındaki düzeni amaçlayan “uluslararası düzen”den daha temel, dünyasal ve ahlaksal olarak daha öncelikli bir konumdadır. Uluslararası toplumunun değeri, tüm insanlığın genel iyiliğini gerçekleştirebilmesiyle doğru orantılıdır (Bull, 1995: 308). Genel itibariyle, Bull’un, bireylerin genel iyiliğini, uluslararası toplumun nihai amacı olarak savunması, devletlerin yerine bireylerin üyesi olduğu dünya toplumunu savunduğu şeklinde bir görüntü arz eder; ancak, Bull, dünya düzeninin gerçekleştirilebilmesinin, uluslararası düzenin sağlanması ve uluslararası toplum vasıtasıyla mümkün olduğu fikrinden uzaklaşmamıştır. Dünya hükümeti, yeni medievalism, bölgesel olarak yeniden yapılanma ve değişim için devrimsel hareketler gibi devletlerin egemenliğini hedef alan yaklaşımları, Bull’un “ütopyacılık” olarak nitelendirerek reddettiği hatırlanmalıdır. Bull (1995: 21), bunların yerine plüralist bir uluslararası toplum yapısı geliştirir. Ortaya koyduğu plüralist uluslararası toplum modeli itibariyle Bull, daha sonra 1078 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) ilgilendiği uluslararası toplumun, Üçüncü Dünya ile olan ilişkileri konusundaki yaklaşımında da tutarlı görünmektedir. Buna göre, Batılı devletler, Üçüncü Dünya ile olan ilişkilerinde, karşılıklılık ilkesini kesinlikle gözetmelidirler. Aksi takdirde, Avrupa uluslararası toplumunun tüm dünyaya yayılarak genişlemesinin sonucu felaketle sonuçlanabilir (Bull: 1985b: 226). Bu bağlamda, Üçüncü Dünya ülkelerinin, kendilerini uluslararası kamuoyunda ifade edebilmeleri, egemen devletler olmalarına bağlıdır (Miller, 1990: 71-74). Uluslararası toplum, farklı ideolojileri ve kültürleri barındırma potansiyeline sahiptir; ancak, sağlıklı biçimde genişlemesinin yolu, diğer üyelerin toplum içindeki ilişkilerin adalete ve eşitliğe dayandığına inanmasından geçer. Bull’un, bireylerin haklarını koruyabilecek en iyi aracıların devletler olduğu yaklaşımı, bu noktada doğrulanmış gibi görünmektedir. İO’nun, üç temel kavramı olan devletler sistemi, uluslararası toplum ve dünya toplumu, bu kavramların üç temel paradigma içindeki yerleri açıklandıktan sonra ortaya çıkan tablo şu şekildedir: Tablo 1. İngiliz Okulu’nun Klasik Analiz Çerçevesi Kaynak: Buzan, 2004: 9. Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1079 Tablonun, İO’nun temel kavramlarının ve analiz çerçevesinin anlaşılması açısından faydalı olduğu düşünülmektedir. Özetlemek adına, Devletler sistemi/Uluslararası sistem; iki ya da daha fazla devlet arasında yeteri kadar temas ve devletler, birbirleri üzerinde yeteri kadar etki sahibi olduklarında ortaya çıkan, temel aktörleri yalnızca (şehir ya da ulus) devletler olduğu varsayılan yapılardır. Uluslararası toplum; temel aktörleri devletlerden başka bağımsız siyasal topluluklarının da olduğu varsayılan üyelerinin eylemlerinin, (uluslararası sistemde olduğu üzere) yalnızca diğerlerinin eylemlerini göz önünde bulundurma zorunluluğu faktörüne dayanan bir sistem olmayıp, aynı zamanda ilişkilerini düzenleyenin diyaloğa ve rızaya dayalı ortak yasalar ve kurumlar olduğunu ve kendi ortak çıkarlarının, bu düzenlemelerin sürdürülmesiyle mümkün olduğuna kanaat getiren aktörlerin toplamı olduğu varsayılan yapılardır. Uluslararası toplum, üyelerinin zorlayıcı ortak bir üst otoriteye bağımlı olmaması anlamında anarşiktir. Dünya toplumu; aktörlerinin tüm bireyler olduğu ve devletlerin ortadan kalkması zorunluluğunu savunan, evrensel kozmopolitan hak ve adalet anlayışına ulaşılmasıyla ortaya çıkacağı varsayılan yapıdır. İO’nun en sorunlu ve sınırları çizilmemiş argümanını oluşturmaktadır. 3.4. Çoğulcu/Dayanışmacı Tartışması ve Modern Uluslararası Toplum Son olarak, devletler sistemi, uluslararası toplum ve dünya toplumunun yerlerinin belirlenmesi ve uluslararası toplumun işleyişinin anlaşılabilmesi için İO içinde süren uluslararası toplumun çoğulcu ve dayanışmacı doğası tartışmasına bu altbaşlıkta kısaca değinilecektir. Bull’a göre, uluslararası düzenin sağlanabilmesi amacıyla, devletlerin egemenliğinin korunması ve müdahale edilmemesi (non-intervention), uluslararası toplumun işleyişi için a priori özelliklerdir. Ayrıca, Bull, uluslararası toplumun nihai üyelerinin bireyler olduğunu, ancak, bireyleri dışarıdan gelecek zorlayıcı baskılara karşı koruyabilecek oluşumların da egemen devletler olduğunu savunur. The Anarchical Society’de, tüm insanlığın genel iyiliğini amaçlayan “dünya düzeni”, devletler arasındaki düzeni amaçlayan “uluslararası düzen”den daha temel, dünyasal ve ahlaki olarak daha öncelikli bir konumdadır. Uluslararası toplumunun değeri, tüm insanlığın genel iyiliğini gerçekleştirebilmesiyle doğru orantılıdır (Bull, 1995: 308). 1080 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Genel itibariyle, Bull’un, bireylerin genel iyiliğini, uluslararası toplumun nihai amacı olarak savunması, kozmopolit anlayışı savunduğu şeklinde bir görüntü arz eder; ancak, Bull, dünya düzeninin gerçekleştirilebilmesinin, uluslararası düzenin sağlanması ve uluslararası toplum vasıtasıyla mümkün olduğu fikrinden uzaklaşmamaktadır. Dünya hükümeti, yeni medievalism, bölgesel olarak yeniden yapılanma ve değişim için devrimsel hareketler gibi devletlerin egemenliğini hedef alan yaklaşımları, Bull’un reddettiği hatırlanmalıdır. Bull (1995: 21), bunların yerine plüralist bir uluslararası toplum yapısı geliştirmiştir; ortaya koyduğu plüralist uluslararası toplum modeli itibariyle, daha sonra ilgilendiği uluslararası toplumun Üçüncü Dünya ile olan ilişkileri konusundaki yaklaşımında da bir noktaya kadar tutarlı görünmektedir. Batılı devletler, Üçüncü Dünya ile olan ilişkilerinde, karşılıklılık ilkesini kesinlikle gözetmelidirler; aksi takdirde, uluslararası toplumunun tüm dünyaya yayılarak genişlemesinin sonucu bir felaket olabilir (Bull, 1985b: 227-228). Uluslararası toplum, farklı ideolojileri ve kültürleri barındırma potansiyeline sahiptir; ancak, sağlıklı bir şekilde genişlemesinin yolu, diğer üyelerin toplum içindeki ilişkilerin adalete ve eşitliğe dayandığına inanmasından geçer. Bull’un, bireylerin haklarını koruyabilecek en iyi aracıların devletler olduğu yaklaşımı da bu noktada doğrulanmaktadır; çünkü uluslararası toplumda post-kolonyal devletlerin, kendilerini tanınmış eşitler olarak görmeleri bir norm olarak yine egemen devletler olarak yapılanmalarından geçmektedir. Tarihsel sürece bakılarak, her ne kadar, küresel bir uluslararası toplumun ortaya çıktığı kabul edilse de, bunun, Avrupa uluslararası toplumunun tüm dünyaya yayılma sürecinin bir sonucu ve Avrupa merkezli olduğu hatırlanmalıdır. Dolayısıyla, uluslararası toplumun XX. yüzyılda karşılaştığı en önemli sorun, Batılı güçlerin kendi medeniyetlerinin standartlarını, Batılı olmayan medeniyetlere empoze etmesi sonucunda paylaşılan “aşağılanma” hissinin “Batı’ya karşı ayaklanma”yla son bulmasıdır (Bull, 1985b). Bu ayaklanma önce, (i) sömürgecilik sonrasında eşit egemenlik talebi; (ii) sömürgeciliğin kendisine karşı; (iii) beyaz ırkın üstünlüğüne karşı ırksal eşitlik talebi; (iv) eşitsiz ticaret ve finansal sisteme karşı ekonomik isyan ve (v) kültürel sömürgeciliğe karşı kültürel isyan olarak kendini göstermiştir (Bull, 1985b: 223-224). Asyalı devletler gibi yeni kurulan Afrikalı devletler de uluslararası toplumda medeniyet standartlarını sorgulamaya başlamış ve Batı’ya karşı ayaklanan kampta yerlerini almışlardır. Günümüz uluslararası siyasetinde, Çin’in uluslararası toplumla etkileşimi, söz konusu durum için önemli bir örnek teşkil etmektedir. Linklater’ın (2013: 137) dikkat çektiği gibi Çin, Rusya gibi insani müdahale hususunda Batılı devletlerle aynı politikaları paylaşmaktan imtina etmekte ve Batı tarzı demokrasi yerine ekonomik büyümeyi önceliği olarak görmektedir. 2000’li yıllarda, küresel terörizme karşı ABD’nin öncülüğünde başlatılan savaş, birçok devlet tarafından demokrasinin yayılmasına yönelik bir Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1081 tür doktrinsel emperyalizm biçimi ve büyük güçlerin uluslararası toplumun normlarını kendi çıkarları doğrultusunda suistimal etmesi olarak algılanırken, uluslararası toplumun sürdürülebilirliği için farklı kültürlere karşı hoşgörünün sağlanması çok daha fazla önem kazanmaktadır. Buzan (2004: 21)’a göre plüralist ve solidarist uluslararası toplum tartışmalarının kaynağı, uluslararası toplumun solidarist yanıyla dünya toplumunun sınırlarının nerede başlayıp bittiğinin tam olarak açıklanmamasına dayanmaktadır. Devletler sistemi ve uluslararası toplum, devletlerin varlığına yönelik, dünya toplumu ise, en azından kozmopolit açıdan bireylerin ontolojisine yönelik bir oluşumdur. Buzan (2004: 28) yerinde bir tespitle, dünya toplumu kavramının muğlak bir yapı olduğuna dikkat çekmektedir. Özetlemek adına, plüralist-solidarist tartışmasının ana konuları insan hakları, insani müdahale ve Batı’nın Üçüncü Dünya’ya karşı sorumluluğudur. Plüralist kanattakiler, devlet merkezci ve pozitif hukuktan yana bir yaklaşımla egemenliğin çoklu olarak tanınması, diplomasinin kuralları ve içişlerine müdahale olmamasına yönelik saygının pekiştirilmesi gerektiğini savunurlar. Bu açıdan bakıldığında Bull, devletlerin egemenliğinin savunulması gerektiğine yaptığı vurguyla ve bireylerin uluslararası hukukun öznesi sayılmasını reddederek plüralist bir tutum sergiler. Ayrıca, bu kadar farklı kültürü barındıran bir dünyada ahlaki konsensüsün sağlanmasının imkânsızlığına vurgu yaparak uluslararası toplumun pozitif hukukun üzerinde temellenmesi gerektiğini savunur (Bull, 2000b). Nihayetinde, düzen ve adalet kavramları arasında bir tercih yapması beklenen Bull, ilk olarak uluslararası siyasetin realiteleri doğrultusunda düzenin öncelikli olduğu sonucuna ulaşmıştır. Ancak, Bull’un düzen-adalet ikilemindeki değişen tutumu, bir muğlaklığa sebep olmuştur. Bull (1989) geç tarihli bir çalışmasında, sınırlı bir tanımla, solidarizmi “hukukun güçlendirilmesi” olarak ifade etmiş ve daha önce kullandığı “devletlerin insan haklarının her yerde korunmasının gardiyanları olduğu fikri”ne vurgu yapmamıştır. Sonuç olarak, farklı görüşleri yansıtan İO temsilcilerinin, uzunca bir süre çoğulcu ve dayanışmacı uluslararası toplum tartışmalarını sürdürecekleri ve uluslararası siyasetteki gelişmelerin de (Libya, Suriye, Irak vb.) etkisiyle bu durumun, kuramın gelişmesine katkıda bulunacağının söylenmesi mümkündür. Çalışmanın bir sonraki bölümünde, uluslararası toplumun kurumlarının, tarihsel süreçten örneklerle işleyişi ve temel unsurları açıklanacaktır. 4. Uluslararası Toplumun Kurumları ve İşleyişi Uluslararası toplumun temel kurumları, tarihsel gelişim sürecinde bulunabilir. Wight (2004: 111-112), uluslararası toplumun kurumlarını, “diplomasi, ittifaklar ve garantiler, savaş ve tarafsızlık” olarak nitelemiştir. 1082 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Özetle, diplomasi müzakere; ittifaklar ortak çıkarın etkinleştirilmesi; hakemlik (garantiler) devletler arasındaki küçük anlaşmazlıkların çözümü; savaş ise anlaşmazlıkların nihai çözüm kurumu olarak varsayılmaktadır. Bull (1995: 97194) ise uluslararası toplumun kurumlarını güçler dengesi, uluslararası hukuk, diplomasi, savaş ve büyük güçler arasındaki denge olarak nitelemektedir. Çalışmada, İO içinde daha çok kabul gören Bull’un tipolojisi üzerinden gidilecektir. 4.1. Güçler Dengesi ve Büyük Güçlerin Rolü Genel güçler dengesi ve büyük güçler arasındaki denge, uluslararası toplum içinde salt militer kapasiteye dayalı bir güç mücadelesi olarak anlaşılmamalıdır. Güç, daha geniş anlamda, “prestiji, otoriteyi ve meşruluğu” ifade etmektedir (Alderson ve Hurrel, 2000: 24). Bull (1995: 99), güçler dengesinin, Realist paradigmanın önerdiği anlamda yalnızca askerî mücadele olarak değil, Vattel’in yaptığı gibi, “kanunu kabul ettirebilme” kapasitesi olarak tanımlanması gerektiğini belirtmektedir. Güçler dengesi, uluslararası toplumun ve üyelerinin varlığını garanti altına almasının yanında, uluslararası toplumun diğer kurumlarının –diplomasi, savaş, uluslararası hukuk ve büyük güçler arasındaki denge– işleyebilmesi için gereken düzeni sağlama işlevini yerine getiren, bir “0 noktası” olarak tanımlanabilir. Yalnızca, güçler dengesinin sağlandığı bir uluslararası sistemde normların yaratılması ve işletilmesi mümkündür. Bull’un (2000a: 252), Carr’ın “sahip olanlar ve sahip olmayanlar” (haves and have-nots) mücadelesine yaptığı atıftan anlaşılacağı üzere, uluslararası toplumdaki güç mücadelesinin sürekliliği varsayılmaktadır. Uluslararası toplumun ve üyelerinim varlığı ve özgürlükleri, bu sürekli mücadele içinde önceliklidir. Hegemon yahut hegemon adayı güç, klasik anlamda, uluslararası sistemin veya uluslararası toplumun varlığını tehdit eden yayılmacı güç olarak anlaşılır. Habsburglar’a, XIV. Louis veya Napolyon zamanında Fransa’ya karşı ortaya konulan anti-hegemonik reaksiyonlar düşünüldüğünde, böyle bir güç karşısında Avrupa uluslararası toplumunun anti-hegemonik karakteristiği olan, güçler dengesi mekanizmasının geliştirildiği açıkça görülmektedir (Watson, 1992: 253-255). Uluslararası toplumun işleyişindeki bir diğer kurum olan büyük güçlerden, uluslararası düzenin sağlanması için; (1) genel güçler dengesini korumaları, (2) kendi aralarında krizlerden kaçınmaları veya bunları kontrol altında tutabilmeyi başarmaları ve (3) savaşları sınırlandırmaları veya kontrol altında tutmaları beklenir (Bull, 1995: 199-220). Bu noktada, Watson (1992: 413)’ın klasik anlamından farklı hegemonya tanımı, İO’nun özgün yaklaşımlarından birini sergilemektedir. Burada hegemonya, Vattelci bir Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1083 yaklaşımla, bir sistem içinde, sistemin işleyişi hakkında, üye devletleri içişlerinde tamamıyla bağımsız bırakmak kaydıyla, dış ilişkilerinde düzenleyici ve kural koyucu role sahip güç veya yönetim olarak anlaşılmaktadır. Bu güç, zorunlu olarak tek bir devletten oluşmaz. Bu doğrultuda, büyük güçlere, diğer üye devletler tarafından meşru görülen bir hegemonik rol yüklenmektedir. Büyük güçler, uluslararası toplumun geri kalanıyla ilişkilerinde kendi nüfuzlarını kullanmak suretiyle kendilerinden beklenen sorumlulukları yerine getirerek uluslararası toplumun güçlenmesini sağlarlar. Aynı zamanda, büyük güçlerden, diğer üyelerin güçlerine ve bölgelerindeki ilişkilerine saygı göstermeleri beklenmektedir. İkincil güçlerin adil ve makul taleplerini göz ardı etmemek ve bunlara saygı göstererek onları büyük güçler klübüne teşvik etmek, büyük güçlerden beklenen bir başka husustur. Böylece uluslararası toplum içinde de sürekli bir güç mücadelesinin varlığı ve bunun doğallığı kabul edilmektedir. Dolayısıyla, bir anlamda, İO yazarları uluslararası toplumun istikrarına yönelik en büyük tehditlerin yine büyük güçlerden geldiğine dikkat çekmektedirler. Vincent (1990: 45-46), Bull’un özel bir devletler grubuna sempati beslemediğine dikkat çekmektedir; çünkü güç mücadelesi sonunda büyük güçlerin değişebileceği kabul edilir. Ne var ki Bull’un büyük güçlere yüklediği rol, Linklater (2013: 124)’ın yaptığı gibi, kuramın aslında egemen güçlerin çıkarlarını korumak anlamına yakın, devlet-merkezli bir yaklaşım olduğu eleştirisini hak etmektedir. Vincent’ın savunusuna rağmen, Bull’un veya Wight’ın uluslararası toplumda “değişimin gerçekleşmesini” yahut daha hakkaniyetli bir uluslararası topluma doğru nasıl yol alınacağı konusunda net bir yaklaşım sunmadıkları açıktır. Bu noktada düşünürler, uluslararası toplumun işleyişini ve ilerlemeyi aşırı bir idealizmle büyük güçlere teslim etmektedir. İkinci kurum –uluslararası hukukun– tarihsel sürece bakılarak “doğal hukuk” temelinde başlayıp, giderek plüralist bir yapıda kurumsallaştığı varsayılmaktadır. Uluslararası hukuk, toplumsal sürecin sonucudur (Bull, 1995: 123). Dolayısıyla uluslararası hukuka, uluslararası toplumun klasik anlamıyla büsbütün anarşik işleyişinin önüne geçilmesini sağlayan düzenleyici bir rol atfedilmektedir. Bull, diğer yandan, tüm ahlaki anlaşmazlıkların bir tek referans noktasından uzlaştırılabileceği dogmasına karşı çıkmaktadır. Kültürel olarak bölünmüş dünyada, ortak doğru, bireylerin ve grupların en temel ahlaki çıkarımlarda çatıştığı, aralarında rasyonel bir seçim yapma yolunun neredeyse imkânsızlaştığı bir alandır. Dolayısıyla, herkes için eşit ya da ortak iyilik için çıkarım yapılabilecek bir Grotiusçu doğal hukuk fikri benimsenmemektedir. Bull (1985: 120-121), tarihsel süreçte, zaten doğal hukukun asıl anlamından uzaklaştığını, Avrupalı devletlerin, Avrupalı olmayanlara karşı Hristiyanlığı mesajını yayma aracı hâline geldiğini teslim etmektedir. 1084 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Uluslararası hukuk, devletlerin, varlığını kabul ederek, diğer siyasal aktörlerle ilişkilerinin düzenlenmesi taahhüdü altına girmiş olduğu bağlayıcı kuralların bütünüdür ve aynı zamanda uluslararası toplumun varlığının en önemli kanıtlarından biridir (Wight, 2004: 107; Bull, 1995: 101). Gelgelelim, adalet ilkelerinin uluslararası ilişkilere uygulanma çabaları, büyük ölçüde seçici olmalarıyla çoğu zaman kısıtlı bir tatmin yaratmaktadır (Bull, 1995: 89). İO düşünürlerine göre, tarihe bakıldığında, egemen devletlerin, güçler dengesi kurumunu adalete göre öncelikli gördükleri açıktır; çünkü egemen devletler öncelikle düzen peşindedirler. Japonya’nın Mançurya’yı işgali sonrasındaki gelişmeler ve Münih Analojisi bu duruma klasik örnekler teşkil etmektedir. Ayrıca, günümüz uluslararası siyasetinde Batılı devletlerin Rusya’nın Kırım’a yönelik politikasına olan tutumu benzer bir yaklaşımla değerlendirilebilir. 4.2. Uluslararası Toplumda Realite Olarak Savaş Uluslararası hukuk gibi diplomasi de, uluslararası toplumun üyeleri olan siyasal aktörleri arasındaki ilişkilerin, barışçıl yollardan düzenlenme aracı ve uluslararası toplumun varlığının bir başka kanıtıdır (Bull, 1995: 157). Diplomasiden kastedilen, “İtalyan diplomasisi gibi oportünist veya Britanya’nın geleneksel diplomasisi değil; Grotiusçu anlamda, güçler dengesine bağlı olarak tarafların materyal ve fiziksel olarak, iki tarafın eşit şartlarda ve karşılıklı güvene dayanarak müzakere edilmesi”dir (Wight, 1992: 180). Dolayısıyla diplomasi, kültürel farklılıkları barındıran uluslararası toplumda ortak uzlaşı yolu olarak görülmektedir. İO’nda, savaş, Clausewitz’çi anlamda “siyasetin, başka araçlarla devamı” olarak görülmektedir: diplomasinin sona erdiği yerde, savaş devreye girer. Lakin savaşın varlığı bir uluslararası toplumun var olmadığına yönelik bir kanıt değildir. Bu noktada Buzan (2004: 15), birçok toplumun, kurban etme ayinleri, savaşçı-kahraman kültürleri örneklerinde görüldüğü şekliyle “şiddeti” ve aynı zamanda, kölelik; etnik, dinî, sınıf ve cinsiyet ayrımcılığı örneklerinin ortaya koyduğu gibi genel anlamda eşitsizliği barındırdığına dikkat çeker. Dolayısıyla İO’nun, savaşın uluslararası toplum içindeki varlığını ifade etmekte açık sözlü davrandığı görülmektedir. Bu bağlamda savaş, uluslararası toplum içinde sınırlanması ve baskı altında tutulması gerektiği beklenen bir realitedir. Nihayetinde, savaş; uluslararası hukukun güçlendirilmesini, güçler dengesinin korunmasını ve hukuki düzenlemelerde adaletin gözetilmesini gerektiren bir itici güç olarak anlaşılmalıdır (Bull, 1995: 181). Savaş ve savaş tehdidi, aynı zamanda büyük ve küçük güçleri ittifaklara yönelten, nüfuz bölgelerini, güç ve hegemonya dengelerini ortaya çıkaran belirleyici bir role sahiptir (Bull, 1995: 187). Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1085 Sonuç Hiçbir Uİ kuramının tüm dünya siyasetini, hatta dönemsel bir süreci tek başına, eksiksiz şekilde çözümlemesi mümkün değildir. Bu çalışmada, yine, kusursuz bir kuram olduğu iddia edilmeyen İO kuramının, Uİ’e en önemli katkılarından, uluslararası toplum kavramı, geleneğin I. kuşak yazarlarının temel eserleri üzerinden tanımlayıcı bir yaklaşımla sunulmuştur. İO’nun bugün, disiplin içinde önemli bir kuram olduğu ve inşacılığın yanında bir “orta alan” işgal ettiği kabul edilmektedir: bu, neorealizmin daha baskın ana akım kuramlarına ve neoliberalizme, ayrıca eleştirel kuram ve postyapısalcılık gibi daha radikal alternatiflere göre daha tercih edilebilir bir konumdur (Dunne, 2010: 137). Bununla birlikte kuram, inşacılığa benzer argümanlar sunmasına rağmen yöntemsel ve ontolojik olarak belirgin farklılıklara sahiptir. İO’nun özgün yaklaşımı olan uluslararası toplum kavramı, uluslararası ilişkileri, klasik güç ilişkisine dayandırarak salt anarşiye indirgeyen yaklaşımları reddererek, devletlerin, diğerleriyle ilişkilerini salt militer kapasiteleri üzerinden düzenlemek yerine, işbirliğine de yöneldiğini savunmaktadır. Anarşi, ortak bir yönetenin olmaması anlamıyla kabul edilir. Devletler ailesini bir arada tutan ortak çıkar, uluslararası toplumun işleyişini sağlayan unsurdur. Uluslararası işbirliği, ekonomik-ticari bağlılık, kültürel ve hümanist etkileşim, çatışmanın önüne geçilebilmesi için gereken zemini sağlamaktadır. Bununla birlikte, İO düşünürlerinin çalışmalarında, uluslararası toplumun üyeleri arasında ekonomik boyutun belirleyiciliğinin birkaç atıf dışında yeteri kadar irdelenmediği açıktır. Bu eksiklik, İO’nun iddia edilen büyük kuram potansiyeline ulaşması çabasını önemli ölçüde kısıtlamaktadır. Uluslararası toplumun temel aktörleri, tartışmasız, egemen devletlerdir; ancak, devletlerin nihai amacının, bireylerin güvenlik ve refahını sağlamak olduğu kabul edilir. Dolayısıyla, İO, ahlaki normların önceliğini de gözeten bir kozmopolitanizm barındırmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası toplumda ilerlemenin, egemen devletlerin küresel adaleti tüm insanlığa yaymasıyla mümkün olduğu varsayılır. Lakin uluslararası ilişkiler tarihine bakıldığında alınan kararların, herkes tarafından memnuniyetle karşılanmadığı realitesi de göz ardı edilmez. Çünkü toplum içinde yaşayan bireyler gibi devletlerin öncelikli amacı düzendir. Aynı zamanda, uluslararası toplumun varlığının daimi garantisi verilemez; yani, uluslararası toplumun sürekliliği ve ilerleme, üyelerinin onu yaşatma ve güçlendirme yönündeki iradesine bağlıdır. Bu yüzden İO düşünürleri uluslararası toplumunun üzerine inşa edildiği kurumları –güçler dengesi, uluslararası hukuk, diplomasi, savaş ve büyük güçlerin sorumluluğu– anlamanın ve güçlendirilmesinin önemi üzerinde durmuşlardır. 1086 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Uluslararası toplum tarihsel bir perspektifle anlaşılabilir; ancak, İO basitçe, klasik tarihsel yaklaşımın modernize edilmiş bir yorumu değildir. Avrupa uluslararası toplumu, kürenin geri kalanına yayılırken kendi medeniyetinin üstünlüğü iddiası ve eşitsizliği de taşımıştır. Dolayısıyla bu süreç, modern uluslararası toplumda, kendi medeniyetleri dönüştürülmeye zorlanan öncelikle Japonya ve Çin gibi, ayrıca sömürgecilik sonrasında kurulan Üçüncü Dünya devletlerinin eşit egemenlik ve ırksal eşitlik taleplerinin yanında, sömürgecilik karşıtı, ekonomik sistem karşıtı ve kültürel emperyalizm karşıtı toplu bir Batı’ya isyanla sonuçlanmıştır. Uİ disiplinin ajandasının güncel konuları olan kültür, Üçüncü Dünya ve insani müdahale gibi konuları kuramsallaştırmak için önemli araçlar sunan İO’nun nispeten günümüz uluslararası siyasetini yakalamasını sağlayan, kurucu düşünürlerin yalnızca Soğuk Savaş döneminde, uluslararası siyasetin pratiklerine bakarak değil, tarihsel süreçte farklı coğrafyalardaki modellere dayanarak sürdürdüğü çalışmalardır. Bunun sonucunda, Çift-kutuplu Sistemin sona ermesiyle şekillenen Uİ gündemine hem çok daha hazırlıklı hem de katkı sağlayan bir kuram olan İO’na ilgi artarak devam etmektedir. Yine de, Uİ’in güncel ajandasını yakalamış olmasının, tek başına, İO’nun bir büyük kuram olmasına yetmeyeceği, eksik ve geliştirilmeyi bekleyen kavramlara sahip olduğu realiteleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Bunların başında, üzerinde yoğun tartışmalar yapılarak güçlendirilmiş uluslararası toplum kavramının açıklayıcılığının yanında, muğlak bir dünya toplumu kavramı ve kuramın, eleştirel bir yön içermesine rağmen tartışmaya yer bırakmayacak biçimde Avrupa merkezli olması gelmektedir. Üçüncü Dünya, kültür ve Batı karşıtlığı gibi unsurların gündeme getirilmesi, İO’nu Avrupa merkezli bir kuram olmaktan kurtarmak için yeterli değildir. İO’nun; Irak Savaşı ve Suriye İç Savaşı’na uluslararası toplumun tutumu, Çin’in kürenin geri kalanıyla ilişkileri ve Batı karşıtı hareketler gibi konularda önemli perspektifler sağlaması mümkündür. Ancak, çok geniş bir çalışma alanı ve eklektik bir yapı sunmasına rağmen İO, Weber’in, Marx için yaptığı benzetmedeki gibi “herkesi her istediği yere götürecek bir taksi” (Sayer, 2012: 13) olarak görülmemelidir. Güncel konularda İO’nu analiz aracı olarak seçecek çalışmalarda gözden kaçırılmaması gereken unsur, İO’nun tarihe, eklektizmden uzak, uzun dönemli kesitleri ele almak suretiyle yaklaştığı gerçeğidir. Sonuç olarak, İO, kendi zamanının ilerisinde tartışmalar ekseninde şekillense de argümanları günümüz için ikna ediciliğini kaybetmeye yakın bir görüntü arz etmektedir. Bu açıdan, bu çalışma, Türkiye’de yapılacak olan kuramsal Uİ çalışmaları için İO’nun güçlü ve eksik yanlarına dikkat çekmeyi amaçlamış bir polemik ve aynı zamanda bir diyalog girişimidir. Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1087 Kaynakça Alderson, Kai ve Andrew Hurrel (2000), “International Society and the Academic Study of International Relations”, Alderson, Kai ve Andrew Hurrel (Der.), Hedley Bull on International Society (Londra: MacMillan): 20-53. Brown, Chris (2001), “World Society and the English School: An „International Society‟”, European Journal of International Relations, 7 (4): 423-441. Bull, Hedley (1966), “International Theory: The Case for a Classical Approach”, World Politics, 18 (3): 361-377. Bull, Hedley (1969a), “The Twenty Years‟ Crisis On”, International Journal, 24 (4): 625-638. Bull, Hedley (1969b), “Society and Anarchy in International Relations”, Butterfield, Herbert ve Martin Wight (Der.), Diplomatic Investigations: Essays in theTheory of International Politics, (Londra: George Allen & Unwin Ltd.): 35-50. Bull, Hedley (1969c), “The Grotian Conception of International Society”, Butterfield, Herbert ve Martin Wight (Der.), Diplomatic Investigations: Essays in theTheory of International Politics (Londra: George Allen & Unwin Ltd.): 51-73. Bull, Hedley (1976), “Martin Wight and The Theory of International Relations: The Second Martin Wight Memorial Lecture”, British Journal of International Studies, 2 (2): 101-116. Bull, Hedley (1985a), “The Emergence of a Universal International Society”, The Expansion of International Society, Bull, Hedley ve Adam Watson (Der.), (New York: Oxford University Press): 117-126. Bull, Hedley (1985b), “The Revolt Against West”, Bull, Hedley ve Adam Watson (Der.), The Expansion of International Society (New York: Oxford University Press): 217-228. Bull, Hedley (1989), “The Importance of Grotius”, Bull, Hedley, Benedict Kingsbury ve Adam Roberts (Der.), Hugo Grotius and International Relations (New York: Oxford Press): 6594. Bull, Hedley (1995), The Anarchical Society: A Study of Order in World Politics (New York: Columbia University Press). Bull, Hedley (2000a), “International Relations as an Academic Pursuit”, Alderson, Kai ve Andrew Hurrel (Der.), Hedley Bull on International Society (Londra: Macmillan): 246-264. Bull, Hedley (2000b), “Natural Law and International Order”, Alderson, Kai ve Andrew Hurrel (Der.), Hedley Bull on International Society (Londra: Macmillan): 157-169. Bull, Hedley (2000c), “The European International Order”, Alderson, Kai ve Andrew Hurrel (Der.), Hedley Bull on International Society (Londra: Macmillan): 170-187. Bull, Hedley ve Adam Watson (1985), “Introduction”, Bull, Hedley ve Adam Watson (Der.), The Expansion of International Society (New York: Oxford University Press): 1-9. Butterfield, Herbert ve Martin Wight (1969), “Introduction”, Butterfield, Herbert ve Martin Wight (Der.), Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of International Politics (Londra: George Allen & Unwin Ltd.): 6-13. Buzan, Barry (1993), “From International System to International Society: Structural Realism and Regime Theory Meet the English School”, International Organization, 47 (3): 327-352. Buzan, Barry (2001), “The English School: An Underexploited Resource in IR”, Review of International Studies, 27 (3): 471-488. Buzan, Barry (2004), From International to World Society?: English School Theory and the Social Structure of Globalisation (Cambridge: Cambridge University Press). 1088 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Buzan, Barry (2009), “The Middle East Through English School Theory”, Buzan, Barry ve Ana Gonzalez-Pelaez (Der.), International Society and the Middle East: English School Theory at the Regional Level (New York: Palgrave MacMillan, 2009): 24-44. Clausewitz, Carl Von (2011), Savaş Üzerine (İstanbul: Doruk Yayınları) (Çev. Selma Koçak). Devlen, Balkan ve Özgür Özdamar (2010),”Uluslararası İlişkilerde İngiliz Okulu Kuramı: Kökenleri, Kavramları ve Tartışmaları”, Uluslararası İlişkiler, 7 (25): 43-68. Donelan, Michael (1985), “Spain and the Indies”, Bull, Hedley ve Adam Watson (Der.), The Expansion of International Society (New York: Oxford University Press): 75-85. Dunne, Tim (1998), Inventing International Society: A History of the English School (Londra: MacMillan). Dunne, Tim (2000), “All Along the Watchtower: A Reply to the Critics of Inventing International Society”, Cooperation and Conflict, 35 (2): 227-238. Dunne, Tim (2010), “The English School”, Dunne, Tim, Milja Kurki ve Steve Smith (Der.), International Relations Theories: Discipline and Diversity (Oxford: Oxford University Press): 135-156. Grotius, Hugo (2011), Savaş ve Barış Hukuku (İstanbul: Say Yayınları) (Çev. Seha L. Meray). Hoffmann, Stanley (1990), “International Society”, Miller, J. D. B. ve R. J. Vincent (Der.), Order and Violence: Hedley Bull and International Relations (New York: Oxford University Press): 13-37. Jones, Roy E. (1981), “The English School of International Relations: A Case for Closure”, Review of International Studies, 7 (1): 1-13. Knutsen, Torbjon L. (2006), Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi (İstanbul: Açılım Kitap) (Çev. Mehmet Özay). Linklater, Andrew (2013), “İngiliz Okulu”, Uluslararası İlişkiler Teorileri (İstanbul: Küre Yayınları) (Çev. Muhammed A. Ağcan ve Ali Aslan): 123-154. Linklater, Andrew ve Hidemi Suganami (2006), The English School of International Relations: A Contemporary Reassessment (New York: Cambridge University Press). Little, Richard (2000), “The English School‟s Contribution to the Study of International Relations”, European Journal of International Relations, 6 (3): 395-422. Miller, J. D. B. (1990), “The Thirld World”, Miller, J. D. B. ve R. J. Vincent (Der.), Order and Violence: Hedley Bull and International Relations (New York: Oxford University Press): 65-94. Naff, Thomas (1985), “The Ottoman Empire and Europe”, Bull, Hedley ve Adam Watson (Der.), The Expansion of International Society (New York: Oxford University Press): 143-169. Sayer, Derek (2012), Soyutlamanın Şiddeti (İstanbul: Habitus Yayınları) (Çev. Gül Çağalı Güven). Suganami, Hidemi (2001), “C.A.W. Manning and the Study of IR”, Review of International Studies, 27 (1): 91-107. Suganami, Hidemi (2003), “British Institutionalists, or the English School, 20 Years On”, International Relations, 17 (3): 253-272. Vincent, R. J. (1990), “Order in International Politics”, Miller, J. D. B. ve R. J. Vincent (Der.), Order and Violence: Hedley Bull and International Relations (New York: Oxford University Press): 38-64. Onur Ağkaya İngiliz Okulu ve Uluslararası Toplum Düşüncesi 1089 Watson, Adam (1985), “Russia and the European States System”, Bull, Hedley ve Adam Watson (Der.), The Expansion of International Society (New York: Oxford University Press): 6174. Watson, Adam (1992), The Evolution of International Society: A Comparative Historical Analysis (Londra: Routledge). Wight, Martin (1969a), “Why is There no International Theory?”, Butterfield, Herbert ve Martin Wight (Der.), Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of International Politics (Londra: George Allen & Unwin Ltd.): 17-34. Wight, Martin (1969b), “Western Values in International Relations”, Butterfield, Herbert ve Martin Wight (Der.), Diplomatic Investigations: Essays in the Theory of International Politics (Londra: George Allen & Unwin Ltd.): 89-131. Wight, Martin (1977), System of States (Leicester: Leicester University Press). Wight, Martin (1992), International Theory: The Three Traditions, Wight, Gabriele ve Brian Ernest Porter (Der.), (New York: Holmes & Meier for the Royal Institute of International Affairs). Wight, Martin (2004), Power Politics, Bull, Hedley ve Carlsten Holbraad (Der.), (London: Continuum International Publishing Group Ltd.). Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1091 - 1117 ZORUNLU HETEROSEKSÜELLİK VE TÜRKİYE MUHALEFET ALANI ÜZERİNE BİR TARTIŞMA* Arş. Gör. Demet Bolat Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ●●● Öz Heteroseksizm; arzunun, cinsel pratiklerin ve cinsiyet kimliklerinin norm eksenini belirleyen tarihsel ve toplumsal bir sistem olarak karşımıza çıkar. Zorunlu heteroseksüellik koşullarında örgütlenen toplumsal dünyada yalnızca “kadın” ya da “erkek” olarak cinsiyetlendirilmiş bedenler arasındaki heteroseksüel arzu ve cinsellik “doğal” ve “normal” kabul edilirken, diğer bütün cinsel edimler, duygular ve arzu durumları “anormal”, “sapkın” ya da “istisna bir hal” olarak işaretlenir. Fakat heteroseksizm ne bir soyutlamadır ne de kendisini işleten toplumsal faillerden yoksundur. Bir baskı ve dışlama sistemi olarak heteroseksizm, toplumsal alanlarda, döngüsel ritimler ve farklı mekanizmalar aracılığıyla işler ve yeniden üretilir. Bu çalışmanın amacı, 2013 yılı Ağustos ayında tamamladığım yüksek lisans tez çalışmamdan hareketle, Pierre Bourdieu‟nun alan kuramına dayanarak tariflediğim Türkiye muhalefet alanı ile zorunlu heteroseksüellik arasındaki bağı tartışmaya açmaktır. Bu tartışma; muhalefet alanının hangi mekanizmalarla heteroseksüel olarak örgütlendiği, alanda deneyimlenen cinsel rejimin heteroseksizm, homofobi, transfobi, muhafazakarlık ve genel ahlak ile nasıl bir bağının olduğu ve L/G/B/T/İ kişilerin alanda nasıl ve hangi stratejilerle varlık gösterdikleri sorularını içermektedir. Bunun yanı sıra çalışma, muhalefet alanının yekpare ve sabit bir yapı olmadığını göz önünde bulundurarak, alanda bulunan farklı konumlanışlar asındaki ilişkileri ve alanın geçirdiği dönüşümleri de tartışmayı amaçlamaktadır. Anahtar Sözcükler: Zorunlu Heteroseksüellik, Türkiye Muhalefet Alanı, Cinsel Rejim, L/G/B/T/İ Kişiler, Homofobi ve Transfobi A Discussion on Compulsory Heterosexuality and Field of Opposition in Turkey Abstract Heterosexism emerges as a historical and social system that determines the norms of desire, sexual practices and gender. In the social world organized under compulsory heterosexuality, only the heterosexual desire and sexuality between bodies that are gendered as “female” or “male” are accepted as “natural” and “normal”, whereas all other sexual practices, feelings and desire are marked as “abnormal”, “deviant” or “an exception”. However, heterosexism is neither an abstraction, nor deprived of social agents that operate it. As a system of oppression, domination and exclusion, heterosexism operates and is reproduced in social fields, through cyclical rhythms and different mechanisms. This study, based on my master's thesis which I completed in August 2013, aims to discuss the relationship between compulsory heterosexuality and the field of opposition in Turkey, described on the basis of Pierre Bourdieu's field theory. This discussion includes the questions; “which mechanisms organize the field of opposition as heterosexual?”, “what is the relationship between heterosexism, homophobia, transphobia, conservatism and public moral, and the sexual regime experienced in the field?”, and “how and in conjunction with which strategies L/G/B/T/I people exist in the field?” In addition, in view of the fact that the field of opposition is not a monolithic and constant structure, this study aims to discuss the relationship between different positions in the field and transformations of the field. Keywords: Compulsory Heterosexuality, Opposition Field in Turkey, Sexual Regime, L/G/B/T/I People, Homophobia and Transphobia * Makale geliş tarihi: 31.08.2015 Makale kabul tarihi: 28.10.2016 1092 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma1 Giriş Beden üzerinde birçok anlam ve kimlik taşır. Hareketleri, duruşu, gerçekleştirdiği ritüeller, taşıdığı kıyafetler, aksesuarlar, üzerindeki dövmeler ile beden bir direniş aracı olabilirken; aynı anda üretken iktidarın üzerine işlediği kimlikleri nedeniyle ezilme, sömürü ve baskı biçimlerinin madun tarafını da oluşturur. Bedene henüz doğumundan önce perçinlenen ve hayatın nasıl yaşantılanacağını belirleyen (toplumsal) cinsiyet kimlikleri de işte bu imlerden biridir. Ancak “kadın” ya da “erkek” kimliklerinin bedene perçinlenmesi bir seferde olup bitmez; bu, cinsiyet, arzu ve cinsellik arasında dolaysız ve nedensel bir ilişki kuran zorunlu heteroseksüellik (Rich, 1996) zemininde, katmanlı ve karmaşık biçimlerde her an yeniden inşa edilen bir süreçtir. Ancak bu noktada Foucault (2005)‟dan yola çıkarak diğer iktidar ilişkileri gibi heteroseksizmin de kendiliğinden işlemediğini, somut özneler tarafından işletildiğini teslim etmeliyiz. Başka bir deyişle heteroseksizm, gündelik pratikleriyle, akıl yürütme biçimleriyle, söylemleri, suskunlukları ve somut tavır alışlarıyla yeniden üreten toplumsal failler sayesinde bedenlileşir. Özneler kurdukları ilişki ağlarında, yani Bourdieucü anlamda alanlarda, onu işleterek, yeniden üreterek, ondan kaçarak ya da ona direnerek heteroseksizmin faili olurlar. Bu çalışma ise spesifik bir alana, Bourdieu‟nün alan kuramına dayanarak tariflediğim Türkiye muhalefet alanına odaklanarak heteroseksizm ile muhalefet alanı arasındaki dinamik ve değişken ilişkiyi tartışmayı amaçlıyor. Çalışmada heteroseksizmin Türkiye muhalefet alanında hangi mekanizmalar aracılığıyla bedenlileştiğini, alanın örgütlenişiyle ve alanda işleyen cinsel rejimle heteroseksizmin nasıl bir ilişkisinin olduğunu irdelemek istiyorum. Bu çalışma aynı zamanda, muhalefet alanını dinamik bir toplumsal mekan olarak ele alarak, gerek alanda bunan eşcinsel, biseksüel ve trans kişilerin müdahaleleri ve direniş biçimleri ile gerekse heteroseksizm, homofobi, transfobi bağlamında farklı konumlanışlarda bulunan hareketler arasındaki 1 Bu çalışma, yazara ait (2013) Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Muhalefet Alanında Heteroseksüel Olmamak başlıklı yayımlanmamış yüksek lisans tezinden türetilmiştir. (Çalışmaya katkılarından dolayı yüksek lisans tez danışmanım Doç. Dr. Dilek Hattatoğlu‟na tekrar teşekkür ederim). Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1093 dayanışma ya da mücadele ilişkileri ile alanın nasıl dönüştüğüne ve hangi yeni tartışmaların açığa çıktığına odaklanıyor. Metin okuyucuyu öncelikle heteroseksizm üzerine beden, cinsiyet/cinsellik, biyo-iktidar, arzu gibi kavramlar etrafında örülü teorik bir tartışma ile buluşturuyor. Bu tartışma, bir kavram ve bir iktidar sistemi olarak heteroseksizmin analitik bir okumasını yapmayı ve onu belirli bir tarihsel zeminde anlamayı amaçlıyor. Böyle bir tartışma çalışmayı teorik olarak konumlandırarak, çalışmada “heteroseksizm” kavramının nasıl bir literatüre referansla kullanıldığını açıklamakta iş görüyor. Ardından metin, çalışmanın odaklandığı mekan olan Türkiye muhalefet alanını tanıtan, bu alanın çalışmada nasıl inşa edildiğini ve sınırlanın nasıl belirlendiğini tartışan bir bölüm içeriyor. Metinde yer alan bir diğer bölüm ise çalışmanın metodolojisini okuyucuya tanıtmayı amaçlıyor. Son olarak, metnin içerdiği iki ayrı başlık “Türkiye muhalefet alanında heteroseksizm nasıl işler” sorusunu özgün bir saha çalışmasının verilerine dayanarak tartışmaya açıyor. Esasen çalışmanın heteroseksizm tartışmalarına sunduğu özgün katkı da burada açığa çıkıyor. Bu çalışma, heteroseksizmi kendi biricik siyasi/kültürel/ekonomik koşullarına dolayımlayan Türkiye coğrafyasına ve burada oluşan özgün bir ilişki ağına dair bir soruşturma yürüterek, genel olarak Batı kaynaklı olan heteroseksizm literatürüne ampirik bir katkı sunmayı amaçlıyor. Böyle bir soruşturma, heteroseksizmi yaşantıların üzerinde, coğrafya-aşırı bir iktidar biçimi olarak soyutlayan yaklaşımlara karşın; onu toplumsal faillerin varlıklarını sürdürdükleri özgün alanlarda, söylemlerde, düşünme biçimlerinde, somut tavırlarda farklı yol ve mekanizmalarla işleyen ve buna karşı farklı direniş biçimlerinin geliştirildiği temel bir iktidar katmanı olarak ele alan bir çalışma olarak literatürdeki yerini alıyor. 1. Arzu, Beden, Cinsiyet Toplumsal cinsiyet nosyonu, toplumsal uzamda “kadın” ve “erkek” olarak konumlanan bedenler arasındaki iktidar/baskı/sömürü ilişkilerini doğallıktan sıyırarak tarihselleştiren politik ve kuramsal bir hamledir. Ancak bu kavram, “kadın” ve “erkek” kategorilerini epistemolojik başlangıç noktası olarak aldığı ölçüde, cinsiyetin kendisini tartışma odağı olmaktan çıkartarak toplumsalı önceleyen bir beden varsayar. Peki, bu varsayımın ötesinde cinsiyet nedir, hormonlarla ya da kromozomlarla belirlenen, yani doğadan gelen, dolayısıyla ontolojik bedene içkin olan bir şey midir? Yoksa beden zaten/hep cinsiyet olarak mı varlığa gelir? Butler (2007, 2010, 2014), Delphy (2005), Jackson (1999, 2006), Wittig (2009, 2013), Rich (1996) gibi pek çok kuramcı, cinsiyet işaretinden önce bedenlerin imlenemeyeceğini; bedenin, kültürün ve söylemin öncesinde duran yalnızca anatomik bir varoluş olmadığını tartışmışlardır. Aksine bedenin kendisi anlamlandırmanın sonucunda, 1094 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) cinsiyet(li) olarak, “kadın” ya da “erkek” biçiminde maddeselleşir. Butler (2010, 2014) heteroseksüel matrisin, bedeni anlaşılabilirlik sahasına çekerek, onu “bir cinsiyet olarak” varoluşa taşıdığını belirtir. Başka bir deyişle cinsiyet, Foucaultcu anlamda üretken iktidarın maddi bir sonucudur. İkili cinsiyet normlarına uymayanlar/sığmayanlar ise “gelişimsel hatalar, kültürel imkansızlıklar” (Butler, 2010: 51) olarak görünür, bu var oluş halleri gerçeğin sınırını oluştururlar. Dolayısıyla cinsiyetin üstlenilmeyişi, özneyi statüsünü ve dil içindeki yaşamını kaybetmek, sansürlenmek, maddeselliğini yitirmek, imlenememek ve nihayet sembolik düzenden silinmek ile tehdit eder (Butler, 2014: 54-55). Cinsiyet ancak bedeni “kadın” ya da “erkek” olarak başarılı biçimde anlaşılabilir kılan bir hakikat yasası (Foucault, 2005) olarak çalıştığı ölçüde, bu kategoriler sanki iktidarın dışında/ötesinde olan bir başlangıçlarmışçasına belirirler. Heteroseksüel matris, bedeni kadın ya da erkek olarak çağırırken, arzuyu cinsiyetin tersi yönünde kodlayarak yalnızca kadın ve erkek arasındaki arzulama ve sevişme pratiklerini doğallaştırır/normalleştirir. Bir cinsel yönelim olan heteroseksüellik, kadınlık ve erkekliğe içkin hale getirilerek bunun dışındaki bütün cinsellikler “sapkın” olarak kodlanır ve “kurucu öteki” olarak normun sınırına yerleştirilir. Başka deyişle cinsel edimlerin, aşk pratiklerinin, erotik arzuların yönü ve normu belirlenirken “kadın” ve “erkek” (toplumsal) cinsiyet kategorilerine sürekli başvurulur, cinsellik bu kategorilere atıfla düzenlenir, kadınlık ve erkeklik heteroseksüelliğe el çabukluğuyla bağlanır (Scott ve Jakson, 2012: 18). Bu “sapkın-normal” ikiliğinin kurumsallaşmasında bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkan Freudcu psikanalizin heteroseksüel kadın ve erkek kategorilerini “ensest tabusu”2 ile açıklayan bilimsel anlatısına karşın Butler şu soruyu sorar: Eğer çocuk ensest tabusu nedeniyle anneden ya da babadan vazgeçiyorsa, hangi motivasyon ile cinsel nesnesinin zıttı olan cinsiyet kimliği ile özdeşleşir? Arzunun ödipal üçgene tercümesi aslında arzuyu heteroseksüelleştirmek için olmasın? Butler çocuğun aslında ensest tabusundan 2 Freud çocuğun bedeni ile “uyumlu” cinsiyeti üstlenmesini ve karşı cinsi arzulamasını Elektra ve Ödipus Kompleksi ile açıklar. Freud (1996: 11-34)‟a göre tarihteki bütün bir arada yaşayış biçimlerinde var olan ensest tabusu, kız çocuğun babadan, oğlan çocuğun ise anneden arzu nesnesi olarak vazgeçmesine ve çocuğun ödipallik öncesi biseksüellikten heteroseksüelliğe evrilmesine neden olur. Kurama göre bu geçiş, arzunun konumlandırılmasının ve sabitlenmesinin yanı sıra kız çocuğun anne ile ve oğlan çocuğun baba ile özdeşleşerek cinsiyet kimliğini üstlenmesini de kapsar. Oysa Deleuze ve Guattari (2014: 172-173) ödipal yasayı mümkün kılan şeyin tam da modern çekirdek aileye referans eden anne-baba-çocuk üçgeninin kendisi olduğunu; bu kısıtlayıcı idealin arzuyu ödipale tercüme ederek ödipal özneyi var ettiğini söylerler. Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1095 da önce, onu heteroseksüel yatkınlığa zorlayan ve bu sayede ödipusu mümkün kılan eşcinsellik tabusuna maruz kaldığını söyler. Hadım edilerek dişileşmekten korkan oğlan çocuğu ya da hadım edilmeyerek/fallikleşerek lezbiyenleşmekten korkan kız çocuğu zorunlu olarak heteroseksüel arzuyu sahiplenir. Zorunlu heteroseksüellik koşullarında cinsiyetin üstlenilişi, eşcinsellik tehdidi ve ceza ile sürekli ilişki halindedir. “Kadın isen erkeği arzula ya da tam tersi” biçiminde buyuran heteroseksüel matris, esasen bütün yaşam süresince kişiye heteroseksüelliği dayatır.3 Egemen bilimsel anlatılar, söylemler ve ideolojiler tarafından zorunlu heteroseksüelliğin ebedi zamanuzayda (Wallerstein, 2005a: 36) okunmasına, yani tarih boyunca bütün toplumlar ve insanlar için “normal” cinsel yönelim heteroseksüellikmişçesine ve bu asla değişmezmişçesine temsil edilmesine karşın; cinselliğin, erotik olanın ya da arzunun belirli bir tarihi vardır. Heteroseksizm ise bu tarih içinde kurumsallaşmıştır. Foucault (2003: 168-169) “seksüel anormalliğin” delilik, suçluluk, sakatlık, tembellik gibi diğer “anormallikler” ile birlikte 19. yüzyılda icat edildiğini söyler. Hatta farklı cinsel pratikler ve erotik arzular tarih boyunca var olmasına rağmen4, heteroseksüel ve homoseksüel kelimeleri bir ikili karşıtlık olarak ilk kez bu dönemde kullanılmıştır. 19. yüzyılda gelişen psikoloji, psikiyatri, biyoloji ve seksoloji gibi disiplinlerin kurumsallaştırdığı cinsel bilim belirli bir psiko-seksüel gelişim normu tanımlayarak bunun dışındaki cinsellikleri “tuhaflık, hastalık, sapkınlık” olarak işaretlemiş ve her birini ayrı türler olarak sabitlemiştir. Cinselliğin 19. yüzyılda bilimsel ve siyasal bir problem olarak meydana geldiği bu dönem, üremenin, her alanda verimliliğin ve nüfusun politik bir mesele olduğu biyoiktidar çağıdır (Foucault, 2010). Bu dönemde aile kurumu5, özellikle 3 4 5 Bu dayatma bir kerede olup biten ve kişinin tek seferde kabullendiği bir şey değil, hegemonik cinsellik/cinsiyet normlarının üretken bir yinelenişidir. Butler kişilerin beden hareketlerini, edimlerini, erotik pratiklerini, söylemlerini ve ifade biçimlerini sanki özünde bir cinsiyeti yansıtırcasına sürekli tekrar ederek cinsiyet pozisyonlarını garantiye almalarına işaret etmek için performatiflik kavramını kullanır (2010, 2007, 2014). Heteroseksüel olmayan cinselliğin farklı dönemlerde ve coğrafyalarda izini süren bir çalışma için bkz. Martha J. Vicinus, Martin B. Duberman ve George Jr. Chauncey (Der.) (2001), Tarihten Gizlenenler: Gey ve Lezbiyen Tarihine Yeni Bir Bakış (Ankara: Phoenix Yayınları) (Çev. Serkan Göktaş). Barrett (1995: 193) sanılanın aksine, ödipal üçgeni mümkün kılan modern çekirdek aile modelinin ne 19. yüzyılda ve ne de günümüzde en yaygın aile biçimi olmadığını, pek çok ailenin ya da bir arada yaşama biçiminin bu aile mitine uymadığını belirtir. Bu nedenle asıl hegemonik olanın çekirdek aileyi insan yaşamının yaygın ve normal biçimiymişçesine temsil eden “aile ideolojisi” olduğunu söyler. 1096 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Avrupa‟da6 dini ve hayırsever kurumlar, devlet teşvikleri, yasalar, bilimsel anlatılar ve yeniden şekillenen cinsel ahlak tarafından bütün toplumsal kesimlere yaygınlaştırılmış ve hetero-seks hegemonik hale getirilmiştir. Zira kökenleri 16. yüzyıla dayanan, 19. yüzyılda kurumsallaşan kapitalist dünya ekonominin (Wallerstein, 2005b) üretim, çalışma, tüketim, savaş gibi farklı toplumsal pratiklerde, iktidarın muhatabı olacak nüfusu kontrol altında tutmaya (bu, doğum kontrolü ya da üremeyi teşvik etmek biçiminde olabilir) ihtiyacı vardır. Özellikle kadınlar, heteroseksüel ekonomiye (Wittig, 2013) maruz bırakılarak beden, cinsellik ve üreme üzerindeki otonomileri ellerinden alınmıştır. Ancak arzunun yönünün heteroseksüelleşmesi yalnızca biyolojik üretimle ilgili değildir. Arzu eşcinsel olarak, heteroseksüel olarak ya da başka biçimlerde sabitlenmeli, ayrıştırılmalı, sınırları belirlenmeli ve yeniden kodlanmalıdır. Zira arzu, Deleuze ve Guattari‟nin (2014) söyledikleri biçimiyle, devrimcidir. “Arzu eğer bastırılıyorsa bunun nedenine kadar küçük olursa olsun arzunun her konumunun toplumun yerleşik düzenini kuşkuyla karşılamaya muktedir oluşudur” (2014: 174). Kodu çözülmüş arzu akımları, iktidar ilişkilerini ve onların ürettiği özne konumlarını sarsarak ve altüst ederek, bu iktidar ilişkileri ile örgütlenen toplumu tekinsiz ve işlemez hale getirir. Dolayısıyla kapitalizm, yeniden biçimlendirdiği toplumun bekası için kodunu çözdüğü arzu akımlarını yeniden kodlamak, yerliyurtlulaştırmak, sabitlemek zorundadır. Arzu, ancak bu biçimde baskılanır, hatta hiyerarşinin ve sömürünün kendisi arzulanır hale getirilir. 2. Türkiye Muhalefet Alanı Peki, diğer iktidar ilişkileri gibi, pratik yaşantılarımızda, karşılaşmalarımızda ve ilişki ağlarımızla kurduğumuz alanlarda varlığa gelen heteroseksizm Türkiye coğrafyasının özgünlüğünde kurulan spesifik bir alanda, Türkiye muhalefet alanında nasıl yankı bulur? Başka türlü sorarsak, heteroseksizme dair teorik tartışmaları bu alana nasıl taşıyabiliriz? Belki de soruyu şöyle sormalıyız: Heteroseksizm, Türkiye muhalefet alanında nasıl 6 Ancak tarihsel süreçler evrenselci ve ilerlemeci anlatılar ile temsil edilseler de çoğu kez farklı katmanlar, çelişkiler ve gerilimler barındırırlar. Aile kurumunun ve modern evlilik biçiminin yaygınlaştırılması da benzer bir biçimde çelişkiler barındırır. Mies (2011: 179-180), 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupalı kadınların evkadınlaştırılmasının aksine sömürge ülkelerde yaşayan ve plantasyonlarda çalışan kadınların evlenmeleri ve çocuk yapmaları önünde ciddi yasal engeller konduğunu söyler. Bu durum biyo-iktidarın işleyiş biçimlerinin, kadınların kapitalist dünya ekonomi koşullarında hangi coğrafyada bulunduklarından ve ülkelerin biyo-iktidarı dolayımlama biçimlerinden bağımsız olmadığını gösterir. Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1097 işler? Bu sorulardaki vurgunun “nasıl”da oluşu, soruyu sorarken Foucault‟un iktidar analizinden yararlanılmasından kaynaklanıyor. Foucault (2005: 60-69) “bir bütünlük olarak iktidar” nosyonuna dayanan “iktidar nedir” sorusundansa “iktidar nasıl işler” sorusunu tercih ettiğini söyler. Zira ilk soru iktidar nosyonunu evrenselleştiren ve tözleştiren bir varsayıma dayanırken, “nasıl işler” sorusu, basit ve düz görüntüsüne karşın, iktidar ilişkilerine dair çok daha katmanlı, eleştirel ve ampirik bir araştırma imkanı sunar. Bu nedenle Türkiye muhalefet alanı ile heteroseksizm gibi bir tarihsel sistem arasındaki ilişkiye “nasıl” sorusuyla bakmak, bu ilişkiyi aşkın, sabit ve tek taraflı değil, dinamik, yaşantıya içkin ve sürekli bir oluş hali olarak kavramamızı sağlar. Fakat bu kavrayışı mümkün kılmak için, öncelikle çalışmada Türkiye muhalefet alanı denildiğinde nasıl bir toplumsal mekanın işaret edildiğini tartışmak gerekir. Zira Türkiye topraklarında “muhalefet” tanımı, teorik/politik/eylemsel anlamlarıyla “muhalefet” konumlanışında olan oldukça kalabalık bir eyleyici toplamına işaret eder. Fakat bütün bu eyleyicilerin bir aradalığı ya da basitçe toplamı bu çalışma için anlamlı bir harita olarak iş görmez. Bu nedenle çalışmamda, hem “muhalefet” nosyonunu açık hale getirerek alanın yapısını ve sınırlarını çizebilmek hem de alanı ilişkisel bir mekan olarak kavrayabilmek için Bourdieu‟nün alan kuramından faydalandım. Çalışmada Bourdieuyen alan nosyonunu kullanmak, heteroseksizmin muhalefet alanında işleyiş mekanizmalarına bakarken alanı sabit, değişmez ve homojen bir yapı olarak kavramamak ve bu bağlamdaki farklı konumlanışları göz önünde bulundurabilmek için kıymetli bir zemin yarattı.7 Fakat hala alanın ampirik sınırlarını çizmiş değiliz, yani muhalefet alanının hangi toplumsal eyleyicileri kapsadığı ve kimleri dışarıda bıraktığı yeterince açık değil. Bu noktayı netleştirmek için illusio kavramını, Bourdieu‟nün kullandığı biçimiyle işe koşmak faydalı olacaktır. Bourdieu (1995: 150) illusio‟yu alana yapılan bir tür yatırımı, alanda bulunmanın önemli olduğuna dair bir tür inancı ifade eden bir nosyon olarak tarifler. Kavram, alanda olmayanlar için hiçbir anlamı olmamasına karşın, alanın eyleyicilerinin alanda oynanan oyuna kendilerini kaptırmalarına ve oyun uğruna risk almayı 7 Bourdieu‟nün alan kuramıyla düşünmenin sağladığı en önemli imkan ilişkiselliktir. Zira Bourdieu (2003: 103-105) alanları, farklı toplumsal faillerin oluşturduğu farklı konumlar arasındaki ilişkiler ağı olarak tarifler. Yani alanları yekpare bütünlükler olarak değil, sürekli olarak ilişki içinde olan ve ayırt edici niteliklerini bu ilişkiler dolayısıyla edinen farklı konumların (eski/kurucu-yeni, yıkıcı-muhafazakar ya da hakim-tabii gibi) anlamlı bağıntısı olarak okumak gerekir. Alanın bu parçalı fakat ilişkisel yapısı, onun sabit, durağan bir yapı değil, özellikle çatışma ve pazarlık ya da dayanışma gibi farklı niteliklerdeki ilişkiler ile birlikte sürekli değişen, dinamik bir uzam olmasına imkan verir. 1098 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) göze almalarına işaret eder. Bu noktada kavram, alan için negatif bir sınır çizerek, alanın hedef, inanç ve varsayımlarına inanmayan toplumsal failleri dışarıda bırakır. Bu çalışmada Türkiye muhalefet alanı olarak işaret ettiğim alanı mümkün kılan illusio ise, içinde yaşadığımız iktidar ilişkilerinin sürdürülmediği, ırk, cinsiyet, sınıf, tür, inanç gibi hiyerarşik ikiliklere dayalı baskı ve sömürü biçimlerini aşarak örgütlenen bir toplumsal dünyanın mümkün olduğuna ve bu amaç için mücadele etmenin anlamlı olduğuna duyulan inançtır. İçinde yaşadığımız modern dünya sistem (Wallerstein, 2005b) farklı niteliklerde olan, fakat birbirini mümkün kılacak biçimde, iç içe ya da bağlantılı olarak işleyen baskı, ezilme, dışlama ve sömürü niteliğindeki ilişkileri içinde barındıran bir sistemdir.8 Kapitalizm, patriyarka, sömürgecilik, türcülük, ırkçılık, milliyetçilik, heteroseksizm gibi iktidar biçimleri negatif normlar inşa ederek insanları –ve diğer canlıları- toplumsal uzamda eşitsiz ve hiyerarşik biçimde konumlandırır. Bu negatif normlara referans eden cinsiyet, sınıf, ırk, tür konumları baskıyı, ezilmeyi ve sömürüyü meşrulaştırır. Ancak bu iktidar ilişkileri, farklı ülkeler ve coğrafyalarda, onların modern dünya sistemde nasıl konumlandıklarına9 ve kendi özgün, tarihsel dinamiklerine bağlı olarak, farklı biçimlerde ve farklı mekanizmalarla işlerler. Bu durum Türkiye coğrafyası için de geçerlidir, bahsettiğimiz iktidar ilişkileri bu coğrafyada da özgün biçimlerde dolayımlanır, işler. İşte kastettiğimiz muhalefet edimi içinde yaşadığımız, mevcut ezilme, baskı ve sömürü ilişkilerine karşı gerçekleşir. Başka deyişle Türkiye muhalefet alanın sınırını çizen ve onu mümkün kılan illusio, her ne kadar alanın kendisi bu ilişkilerden azade değilse de, bu toplumsal ilişkilerin, ezilen, sömürülen ve madun taraflarının lehinde iyileştirilmesi, değiştirilmesi ya da tamamen yok edilmesi gerekliliğine duyulan ortak inançtır. Bu inanç 8 9 Birçok sosyal bilimci, birbirlerine indirgenemeyecek iktidar ilişkilerinin nasıl ilişkili olarak işlediklerini ve birbirlerini beslediklerini farklı biçimlerde tartıştılar. Örneğin, Wallerstein‟in kapitalizmin ile cinsiyetçilik ve ırkçılık arasındaki, Kheel‟in türcülük ve patriyarka arasındaki ya da Jackson‟ın heteroseksizm ve patriyarka arasındaki bağlantıları ele aldıkları tartışmalar, analitik yönleriyle öne çıkan bazı çalışmalar olarak gösterilebilirler. Bkz. Immanuel Wallerstein (2007), “Kapitalizmin İdeolojik Gerilimleri: Irkçılık ve Cinsiyetçilik Karşısında Evrenselcilik”, Dolanoğlu, Sosi ve Semih Sökmen (Yay. Haz.), Balibar ve Wallerstein: Irk Ulus Sınıf (İstanbul: Metis Yayıncılık) (Çev. Nazlı Ökten): 41-50; Stevi Jackson (2006), Gender, Sexuality and Heterosexuality: The Complexity (and limits) of Heteronormativity (London: SAGE Publications Ltd.); Marti Kheel (2004), “Vegetarianism and Ecofeminism: Toppling Patriarchy with a Fork”, Sapontzis, Steve F. (Ed.), Food for Thought: The Debate Over Eating Meat (NY: Prometheus Book): 327-334. Modern dünya sistem, aralarında ekonomik ve siyasi olarak eşitsiz bir iş bölümü olan merkez, çevre ve yarı çevre ülkeleri içine alan ve bu ülkelerin farklı coğrafi bölünmelere konumlandığı topografik bir sistemdir (Wallerstein, 2005b). Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1099 alanımızı kuran eyleyicileri, ilişkisel konumlanışlarla bir araya getirilir ve alanımız bu yolla kurulur. Çalışmada Türkiye muhalefet alanı olarak tariflenen alan, Osmanlı Devleti‟nin özellikle son dönemlerinden günümüz Türkiye Cumhuriyeti‟ne uzanan, farklı dönüm noktaları barındıran, baskı ve direniş ile yazılan köklü bir tarihe sahiptir. Türkiye muhalefet alanı geç Osmanlı döneminde, özellikle 1917 Ekim Devrimi‟nin etkileriyle oluşan işçi, esnaf ve köylü örgütlenmeleri ile birlikte belirgin hale gelmiştir.10 Alan kuruluşundan bu yana Türkiye‟de ve dünyada yaşanan düşünsel, ekonomik, sosyal, siyasal ve konjonktürel gelişmelerle birlikte şekillenmiş, bazı dönemlerde işçi ve öğrenci hareketlerin yükselişiyle etki alanını genişletmiş, bazense askeri darbe koşullarına dek varan baskı yöntemleriyle geriletilmiştir. Öte yandan özellikle 1980‟lerin ikinci yarısından itibaren literatürde “yeni toplumsal hareketler” olarak anılan örgütlenme biçimlerinin varlık göstermesiyle birlikte alanın sınırları genişlemiştir. Kısacası alan, tarihi boyunca farklı biçimlerde ve amaçlarla örgütlenen, bazen tamamen kaybolan, bazense ardıllarınca varlığına devam ettirilen, aralarında karmaşık ilişkiler bulunan yüzlerce eyleyiciyi barındıran dinamik bir yapıdır. Alanın bu dinamizmi onun hem iktidar alanıyla ilişkilerinden hem de kendi içinde gerçekleşen mücadelelerden beslenmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde, ilk bakışta sol, sosyalist, komünist hareketler, örgütlenmeler, partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, feminist hareketler, kadın hareketleri, Kürt siyasal hareketi, anti- kapitalist hareketler, anarşist hareketler, anti- militarist, savaş karşıtı hareketler, LGBTİ hareketler, türcülük karşıtı hareketler gibi örgütlenmeler alanı kuran başlıca eyleyiciler olarak karşımıza çıkmaktalar. Ancak Bourdieu bir alanın sınırlarının apriori olarak net bir biçimde belirlenemeyeceğini not düşer. Tıpkı bir ormanın sınırlarının bazen sıklaşıp bazı yerlerde seyrelerek belirsizleşmesi gibi, alanların sınırları da bazen keskinleşip bazen bulanıklaşır (2012: 379). Fakat yine Bourdieu‟den hareketle söyleyebiliriz ki bir alan, alanın etkisinin görüldüğü mekândır, alanın sınırları ise alanın etkilerinin bittiği noktada bulunur (2003: 85). Türkiye muhalefet alanı için bu teorik varsayımı zorlayan önemli bir soru, yalnızca Türkiye‟deki egemen din olan İslam‟a değil örneğin Alevilik gibi ötekileştirilen dinlere referansla örgütlenen muhalif hareketlerin alanla nasıl bir ilişkisinin olduğudur. Zira seküler düşünme ve eyleme biçiminin bahsettiğimiz alanın içkin özelliklerinden birisi olduğu tarihsel ve olgusal bir gerçektir. Başka 10 Bu süreçle ilgili ayrıntılı bir tartışma için bkz. Emel Akal (2008), “Rusya‟da 1917 Şubat ve Ekim Devrimlerinin Türkiye‟ye Etkileri/Yansımaları”, Gültekingil, Murat (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Sol Cilt 8 (İstanbul: İletişim Yayınları): 114-136. 1100 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) deyişle Türkiye muhalefet alanını toplumsal iktidar biçimlerinin kaynağını “hikmetinden sual olunmaz” bir ilahta, buyrukta ya da kaderde aramayan, bu iktidar ilişkilerini “doğa-fıtrat” gibi terimlerle meşru ve değişmez ilişkiler olarak okumayan; dolayısıyla iktidar ilişkilerinin çeşitli mücadele biçimleriyle değiştirilebileceğine inanan eyleyicilerin oluşturduğu seküler bir toplumsal mekan olarak tanımlayabiliriz. Bununla birlikte Türkiye‟de kapitalizm, ırkçılık ya da cinsiyetçilik gibi iktidar biçimlerine karşı örgütlenen ve aynı zamanda kendilerini Müslüman feministler, anti-kapitalist Müslümanlar ya da devrimci Müslümanlar gibi adlarla tanımlayan hareketler ya da eşit yurttaşlık talepleri etrafında örgütlenen Alevi dernekleri de mevcuttur. Peki bu hareketler ile alanın nasıl bir ilişkisi vardır? Bu soruyu cevaplarken “bütün din referanslı hareketler alanın dışındadır” gibi indirgemeci ve muhalefet klipliğinin tekelini elinde tutan ya da “bütün muhalif hareketler alana dahildir” gibi “iktidar” meselesini yalnızca “siyasal iktidar”a indirgeyen bir bakış açısına düşmemek için yine Bourdieu‟ya kulak vermek istiyorum. Bourdieu eyleyicilerin bir alana girerken alanın kurucu illusio‟su ile ilişkilenmeleri, alanın esaslarını tanımaları ve alandaki kurallara ikrar ettiklerini göstermeleri gerektiğini söyler. Bu bir tür “alana giriş ücreti”dir (2016: 140). Buradan hareketle diyebiliriz ki bu örgütlenmeler kendi bir araya gelme motivasyonları ile alanın kurucu illusio‟su arasında bağ kurdukları, alanın kodlarını ve kurallarını tanıdıkları, alana yatırım yaptıkları, kısacası alanın etkisinde kaldıkları ölçüde bu çalışmada tariflenen alanın eyleyicisidirler. Bununla birlikte her ne kadar “siyasal iktidar” konumuna göre “muhalefet”te olsalar da, örneğin ırksal-dinsel ve bunlara dayanarak meşrulaşan cinsel-sınıfsal hiyerarşileri doğallaştıran, hatta bu gibi hiyerarşiler üzerine kurulu gelecek tahayyülleri barındıran İslamcı/muhafazakar ya da milliyetçi/Turancı hareketler alanın dışındadırlar. 3. Çalışmanın Metodolojisi Peki bu denli geniş bir etki alanına ve eyleyici toplamına sahip Türkiye muhalefet alanında heteroseksizm gibi bir baskı rejiminin izi nasıl sürülür? Bu soruyu cevaplamak için bu çalışmanın nasıl bir yöntemsel yaklaşım ile gerçekleştirildiğini tartışmak gerekir. Bu çalışma, araştırmacıya derinlemesine ve niteliksel veri sunabilen, odaklanılan sorulara/meselelere dair yalnızca genel ve görünür verilere değil karmaşık ve katmanlı bilgilere ulaşmayı sağlayabilen niteliksel araştırma yönteminin imkânlarına dayanılarak gerçekleştirildi. Bu yöntemsel yaklaşım, bir tarihsel baskı rejimi olan heteroseksizmin, spesifik bir ilişki ağında hangi açık ve örtük yollarla işlediğinin ve ona karşı hangi açık ve örtük direniş biçimlerinin geliştirildiğinin bilgisine ulaşmayı amaçlayan böyle bir çalışma için kıymetli yollar açtı. Çalışmada “arşiv taraması” ve “derinlemesine görüşme” olmak üzere iki farklı teknik kullanıldı. Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1101 Arşiv taraması çalışması, 2005‟ten çalışmanın sonlandığı 2013 yılına dek yayın organlarının arşivlerine ve kendileri hakkında bilgi verici, açıklayıcı temel metinlere (tüzük, program, başlangıç yazıları, “biz kimiz” gibi yazılar) internet taraması kullanarak ulaşılabilen 27 hareketi kapsadı. Bu çalışmanın alanda farklı odaklarda, farklı politik motivasyonlarla ve farklı niteliklerle örgütlenen onlarca eyleyicinin mümkün olduğunca temsil edilmesi için uğraş verildi. Alanda tamamı taranabilecek kadar az sendikal hareket, insan hakları hareketi ve yeni toplumsal hareketler olarak nitelendirebileceğimiz örgütlenmeler varken; sol/sosyalist ilkelerce örgütlenen partiler, demokratik kitle örgütleri ve özellikle dergi çevreleri alanın en geniş eyleyici grubunu oluşturmaktaydı. Bu nedenle birinci grup büyük ölçüde tarama çalışmasına katılmasına rağmen; Bourdieu (2012: 410)‟nün bir alanı analiz etmek için her bir eyleyiciye değil alandaki ilişkilere etki eden temel yapılara odaklanmak gerektiği tavsiyesine uyularak, ikinci gruptaki hareketler etki alanlarının genişliklerine ve kitleselliklerine göre yapılan bir eleme ile arşiv taraması çalışmasına katıldı. Arşiv taraması çalışması belirli ilkelerce gerçekleştirildi. İlk olarak taramaya katılan hareketlerin tüzüklerinde ya da kendilerini tanıttıkları metinlerde heteroseksizm kaşıtı açık bir politik beyanın olup olmadığı sorusuna odaklanıldı. Arşiv taramasının odaklandığı bir diğer soru ise 2005 yılından bu yana, Türkiye‟deki çeşitli LGBTİ hareketlerin örgütlemesi ve katılımıyla düzenli olarak gerçekleşen Onur Haftası etkinliklerine dair haber, yazı ya da duyuru niteliğindeki metinlere yer verilip verilmediğiydi. Onur haftası etkinlikleri her yıl Mayıs ya da Haziran aylarında yapıldığı için, taramamanın bu safhasında hareketlerin arşivlerinin bu ayları kapsayan bölümlerine odaklanıldı. Bir diğer tarama ilkesi ise seçilen hareketlerin haber/yazı arşivlerine “LGBT, eşcinsel, nefret, Aliye Kavaf, Baki Koşar, cinsellik, sapık, homofobi, transfobi” gibi anahtar kelimeler girerek ulaşılan rastgele metinlerin/haberlerin nasıl bir dille (neyi öne çıkartarak, hangi kelimeleri vurgulayarak, hangi adlandırmaları kullanarak vb.) yazıldıklarına bakmaktı. Son olarak bu hareketlerin içinde yaşadığımız paradigma dışına/ötesine dair tahayyüllerini içeren metinlere ulaşılmaya ve bu metinlerde “cinsiyet/cinsellik, kadın/erkek kadınlık/erkeklik, aile” gibi kavramların nasıl kullanıldığına ya da nasıl işaret edildiğine bakıldı. Arşiv taraması çalışması ile amaçlanan Türkiye muhalefet alanında heteroseksizm ve anti-heteroseksist politik hatla ilişkili olarak ayırt edici farklılıkları belirginleştirmek ve eyleyicileri konumlandırmaktı. Zira heteroseksizmin politik okumasını yapıp yapmamak, LGBTİ hareketlerin gündemleri ile ilişki kurup kurmamak, bununla bağlantılı gelişmeleri, talepleri dolaşıma sokup sokmamak, heteroseksizm meselesinde sessiz kalmayı ya da sansür uygulamayı seçip seçmemek ve bunların da ötesinde cinsiyet/cinsellik bağlamındaki kavramların kullanımında ya da 1102 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) meselelerin tartışılmasında cinsiyet habituslarının11 kendiliğindenliğine sığınıp sığınmamak belirli fark konumlarına işaret etmekteydi. Arşiv taraması çalışması “homofobik/transfobik konumlanış”, “suskun konumlanış” ve “LGBTİ yandaşı konumlanış” olmak üzere, aşağıda daha ayrıntılı olarak tartışılacak üç belirgin fark konumuna işaret etti. Alandaki dinamiklerinin, deneyimlerin, söylem ve düşünme biçimlerinin farklılıklarına ulaşabilmek için çalışmanın görüşmecileri belirlenirken bu farklı konumlanışlar göz önünde bulunduruldu. Çalışmanın verileri Türkiye muhalefet alanında bir ya da birden çok harekette örgütlenme deneyimi olan ve kendisini lezbiyen, gey, biseksüel, trans, transgender, transseksüel ya da queer olarak tanımlayan 21 kişi ile gerçekleştirilen derinlemesine görüşmeler yoluyla edinildi. Burada belirtmek isterim ki çalışma ne bu kategorilerin ne de heteroseksüelliğin sabit birer varoluş olduğu varsayımına dayanıyordu; ancak heteroseksizm koşullarında normun sınırına yerleştirilen na-heteroseksüel arzu ve var olma hallerinin nesnel olarak baskılandığı tespitinden hareketle, heteroseksüel kişiler çalışmaya dahil edilmediler. Görüşmeler 2012 Aralık ayı ile 2013 Mayıs ayı arasında, İstanbul, Antalya, Ankara, Eskişehir ve Diyarbakır şehirlerinde gerçekleştirildiler. Görüşmecilerin bazılarının aynı anda birden çok örgütlenme ile ilişki içinde olmaları; bazılarının ise daha önceden sınıf eksenli hareketlerde ya da Kürt hareketinde örgütlü olup görüşmenin yapıldığı zaman anti-militarist, erkeklik karşıtı ya da feminist hareketlerde örgütlü olmaları bir görüşmeci ile farklı örgütlenmeler ve alandaki farklı konumlanışlar üzerine konuşabilme fırsatı verdi.12 Sayılarla ifade etmek gerekirse görüşmecilerden 6 kişi sadece sınıf eksenli politikalarla örgütlenen parti, dernek, dergi çevresi ya da sendikada; 3 kişi sadece feminist hareketlerde; 4 kişi sadece anti-militarist ve anarşist hareketlerde ve 3 kişi sadece Kürt Hareketinde örgütlenme deneyimine sahipti. Bunun yanında 4 kişi hem sınıf eksenli hareketlerde hem de feminist hareketlerde, 1 kişi hem Kürt Hareketin hem de anti-militarist ve anarşist hareketlerde örgütlenme deneyimine sahiptiler. Çalışmada kullanılan görüşme kılavuzu ise yapılandırılmamış ve açık uçlu soruları içeriyordu. Bu sorular (ı) sosyo-kültürel arka plan soruları, (ıı) muhalefet alanıyla ilişkilenme hikayeleri, Bourdieu “cinsiyet habitusu” nosyonunu Eril Tahakküm eserinde kadın-erkek ikiliğinin adeta şeylerin düzenine dahil‟miş gibi, yani hem bedenlere hem de eyleyicilerin habituslarına, algılama, düşünme ve eyleme şemalarına gömülü, sabit bir ikili karşıtlık olarak görülmesine işaret etmek için kullanır (2014: 21). Bu kadınlık ve erkeklik, yukarıda da tartıştığımız gibi, içkin bir heteroseksüellikle tanımlanır ve diğer ikiliklerin referans noktasını oluşturur. 12 Öte yandan görüşmeciler tek bir hareketle politik olarak ilişkili olsalar dahi çoğu kez farklı politik hareketlerden kişilerle sosyalleştikleri için alana dair daha geniş bir öngörü ve deneyime sahiptiler. 11 Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1103 (ııı) alanda heteroseksüel olmama deneyimleri (açıklık-kapalılık halleri, kabullenilme koşulları, açılınca gözlemlenen farklılıklar, dışlama, direnme ya da dayanışma yolları, kadın ya da erkek “eşcinsel” olmaya dair farklar… vb.), (ıv) örgütü anti-heteroseksist bir yer yapmaya dönük çabalar, yollar, müdahaleler (v) alanda cinselliğin düzenlenmesine dair sorular (alanda heteroseksüel ve eşcinsel aşk, sevgililik ilişkilerine dair gözlemler, muhafazakarlık ve dil, kadınlık ve erkeklik performanslarına dair gözlemler… vb.) ve son olarak (vı) alanın dönüşümüne, farklılaşmasına ve kırılma noktalarına dair sorular olmak üzere 6 ana temaya ayrılmıştı. 4. Türkiye Muhalefet Alanı ve Heteroseksizm: Bir Oluş Olarak Alan Heteroseksizmin Türkiye muhalefet alanında izini sürebilmek ve onun alandaki işleme yollarını anlamak için “alan nasıl ve hangi mekanizmalarla heteroseksüel bir toplumsal mekan olarak örgütleniyor” “L/G/B/T/İ kişiler13 alanda nasıl kurucu ötekiler olarak işaretleniyorlar” ya da “heteroseksüellik nasıl normatifleştiriliyor” gibi soruları sormak gerekiyor. Ancak bu soruları tartışırken sabit ve yekpare bir alan anlatısından kaçınabilmek için hem alandaki eyleyicilerin farklı eğilim ve yatkınlıklarını hem de alanın dönüşüm dinamiklerini göz önünde bulundurulmalıdır. Bu ise alandaki belirli kırılma noktalarını ve alanda heteroseksizm ve homofobi/bifobi/transfobi14 ile ilgili olarak hangi konumlanışların belirginleştiğini dikkate almayı gerektiriyor. Çalışmanın verilerine bu çabayla baktığımızda ilk olarak çok geniş bir eyleyici toplamının bu meseleyi suskunlukla karşıladığını görüyoruz. Daha açık olarak, alanda bulunan birçok örgütlenme ne politik hatlarını açıklayan metinlerinde, tüzük ve programlarında, ne de düşüncelerini insanlara ulaştırdıkları yayın organlarında heteroseksizm, homofobi/bifobi/transfobi meselelerini konu Çalışma boyunca lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks kişilerden bahsederken, kelimelerin baş harflerinden oluşan bu kısaltmayı kullanacağım. Fakat bu kullanımın yaygın biçimi olan “LGBT (bireyler)” yerine harfleri slaş işareti (/) ile ayırmayı seçtim. Kısaltmayı “L/G/B/T/İ” biçiminde kullanarak, hem lezbiyen, gey, biseksüel, trans ya da interseks olmanın özgün yanlarının olduğuna, dolayısıyla naheteroseksüel oluş halini sıkıştırılmış ve tekleştirici çağrışımlara sahip biçimlerde tariflenmesinin teorik ve politik olarak hatalı olduğuna hem de bahsedilen kişilerin aynı anda örneğin “hem lezbiyen hem de gey” olmadıklarına işaret etmek ve bunu vurgulamak istiyorum. 14 Homofobi, bifobi ve transfobi kavramlarını içinde yaşadığımız heteronormatif cinsiyet rejiminden bağımsız oluşan “kişisel korkular” olmalarından ziyade, heteroseksizmin birer görüngüsü ve yansıması olarak anlıyorum. 13 1104 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) ettiklerini, bu konudaki somut politik tavırlarını ortaya koyduklarını söyleyebiliriz. “Tamam, homofobik bi şeyi yok bu partinin 20 yıldır ama bu konuya dair lafı da yok 20 yıldır. Bu olaya nasıl baktığına meçhul bilinmiyor. … Dolayısıyla partinin bu konuda bir düşüncesi olmadığından benim partiye açılmam biraz gecikti.” (G6) “Benim orada olduğum dönemlerde bu konuya ilişki herhangi bi politikaları yoktu. Hiç bi şey yazılmadı. Sessizlikle geçiriliyordu. Yani bu da geriyo insanı biraz.” (G16) Heteroseksizm ve homofobi/bifobi/transfobi konusundaki bu suskunluğun kendisi alanda yaygın olan söylem biçiminin heteronormatif olduğunu göstermekte. Çünkü fark konumlarını gözetmeyen söylem biçimleri, hem söylemin muhatabı hem de anlatının faili olarak norm konumunu esas alır. Bu durum bir yandan normun sınırında kalan kurucu ötekileri görünmezleştirirken; aslında norm konumunda olanları da verili, tartışmasız ve “doğal” bir fail olarak sunar. Dolayısıyla muhalefet alanında pek çok örgütlenmenin cinsiyetsiz ve heteronormatif bir dil kullanması ve heteroseksizm, homofobi/bifobi/transfobi konularında sessiz kalması, başlı başına alanın eril ve heteronormatif bir biçimde örgütlenmesine zemin yaratır. Bu ise, görüşmecilerin yukarıdaki anlatılarında da vurgulandığı gibi, heteroseksüel olmayan kişilerin alanda dışlayıcı bir gerilim, belirsizlik ve huzursuzluk duygusuyla bulunmalarına sebep olmaktadır. Peki bu suskunluk nasıl meşrulaştırılmaktadır? Kendisini iktidar ve sömürü ilişkilerine karşı konumlandıran örgütlenmeler bu konudaki suskunluklarını nasıl açıklamaktadırlar? Çalışmaya katılan birçok görüşmeci bu örgütlenmelerin suskunluklarını eleştirdiklerinde iki yaygın meşrulaştırma argümanıyla karşılaştıklarını belirttiler. Buna göre ilk argüman kapitalizmin eşcinsel insanlar için bir tür “pembe pazar” yarattığını ve belirli tüketim kalıplarına ve eğilimlerine “itilen” eşcinsellerin “pembe sermayeyi” güçlendirdiğini iddia ediyor. Bu argüman L/G/B/T/İ kişilere dair önyargıları içeren, tektipleştirici stereotipileri yeniden ürettiği gibi, L/G/B/T/İ kişilerin neredeyse bütün tüketim edimlerini cinselleştirerek na-heteroseksüel kişinin cinselliğini “onun bütün davranışlarına, çehresine, bedenine, tavrına kurnazca sinen ve hep kendini ele veren bir giz” (Foucault, 2010: 39) olarak kodluyor. Öte yandan bu argümanın heteroseksüel ve L/G/B/T/İ tüketicilerin tüketim pratiklerinin, kapitalizmin yeniden üretimine ve kapitalist pazarın devamlılığına yaptıkları katkı arasındaki niteliksel farkı da açıklamaktan uzak olduğunu görüyoruz. Bir görüşmeci suskunluğun meşrulaştırıldığı bu argümana yönelik eleştirilerini şöyle ifade ediyor: Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1105 “Ya arkadaş başka bahanen mi yok? Sen ne yapıyosun, sen kapitalizm içerisinde yaşamıyo musun? Sen herhangi bir heteroseksüel olarak bir bara gidip içmiyo musun? Senin içtiğin mavi de benim içtiğim mi pembe?” (G21) Suskunluğu meşrulaştıran bir diğer argüman ise “halkımız L/G/B/T/İ kimliklerle karşılaşmaya ve heteroseksizmle mücadeleye hazır değil” biçiminde formüle edilebilir. Esasen bu argümanın birbirini doğuran iki varsayıma dayandığını söyleyebiliriz: İlk olarak burada “seslenilen, ulaşılmaya çalışılan halk”ın heteroseksüel kişilerden oluşuğu varsayımı mevcut. İkinci varsayım ise L/G/B/T/İ kişilerin “yoksul ve ezilen” geniş toplumsal kesimlerin içinde olamayacağı, bu kişilerin “marjinal” “zengin” ya da “azınlık” olduğu düşüncesini içeriyor. Bir başka deyişle bu argüman bir ideal olarak “halk”ın homojen ve cinsel olarak “arınık” olduğunu ve sabit bir azınlık olarak L/G/B/T/İ kişilerin halkın muhatabı olduğu iktidar biçimlerinden ve halkçı taleplerden azade olduğunu varsayıyor. “Ama adam şey dedi yani „biz örgütlenmeye çalışıyoruz ve pankartımızda niye LGBT‟ler yazıyo? Böyle örgütlenemeyiz, LGBT‟ler içimizde olduğu zaman.‟ Böyle bi kafa var.” (G11) Öte yandan, yukarıdaki anlatının da vurguladığı gibi, “halkımız hazır değil” argümanı LGBT hareketlerin “genel ahlak kimin ahlakı” sorusuyla/sloganıyla bilmedikleştirdikleri15 genel ahlak düzenlemelerini esas alıyor. Üstelik bu argümanı kullanan eyleyiciler, klasik “kitleler-kadrolar” ikiliğine dayanarak muhalefet alanındaki örgütlenmeleri “halk”tan ideolojik olarak “ileride” temsil ederek, genel ahlaktan beslenen homofobinin ve transfobinin asıl sorumlusunun “halk” olduğunu ima ediyorlar. Bu ve benzeri argümanlar, esas olarak, heteroseksizm ile mücadelenin muhalefet alanının politik hatlarından biri olmasını engelliyor. Bu durum ise alanda yaygın politik 15 Bauman‟ın (2013) sosyolojinin hem “içkin bir özelliği” ve hem de sosyolojiye yönelik bir “tembih” olarak ortaya koyduğu bilmedikleştirme kavramı; toplumsal faillerin dünyayı ve kendilerini anlarken giderek görünmezleşen, bildik hale gelen ve nihayet kendinden menkul doğrular olarak görülen rutine, genel kanılara (doxa) ve sağduyuya (common sense) dayanmalarına karşın; sosyolojinin bu aşinalıkları eleştirel, sorgulayıcı ve “bozguncu” biçimde yeniden ele almasına ve onları bilmedikleştirmesine işaret eder. Bu noktada bu kavramı kullanıldığı alandan taşırıp LGBTİ hareketlerin muhafazakar bir cinsiyet/cinsellik tanımlamasına ve dayatmasına dayanan “genel ahlak”ı sorgulayan ve onun büyüsünü bozan politik girişimlerini tanımlamak için işe koşarak kavramın sunduğu imkanlardan yaralanmak istiyorum. 1106 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) ve söylemsel pratiklerin heteroseksizmi görmeyen, bu meselede somut tavır alamayan, dolayısıyla heteronormatif biçimde örgütlenmesine yol açıyor. Fakat muhalefet alanı, yekpare olmadığı ölçüde, heteroseksizm, homofobi/bifobi/transfobi meselelerine dair düşüncelerini ve politik tavırlarını açıkça beyan eden farklı örgütlenmeleri de barındırmakta. Tabii bu açık beyanlar bazen “eşcinselliğin bir hastalık ya da kapitalizmin insan doğasını bozmasıyla ortaya çıkan bir durum” olduğu biçiminde, zorunlu heteroseksüelliği aksiyomatikleştiren politik açıklamalar olduğu gibi; bazense tam tersi, L/G/B/T/İ kişilerin insan haklarına sahip çıkmaktan, heteroseksüelliğin sabitliğini sorgulayan ve buna karşı çıkan bir skalaya yayılan politik açıklamalar ve eylemsellikler olarak da karşımıza çıkmaktalar. Hatta alanın tarihine bu bağlamda baktığımızda, bu farklı kutuplardaki eyleyicilerin işgal ettiği konumlanışlar arasındaki mücadele ilişkileri, muhalefet alanının temel değişim dinamiği olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin, LGBT hareketin alanda giderek yer edinmesine ve ilişkilerini geliştirmesine16 ve özellikle Özgürlük ve Demokrasi Partisi‟nin (ÖDP) trans bir kadın olan Demet Demir‟i milletvekili adayı olarak göstermesine tepki olarak İşçi Partisi (İP) genel başkanı Doğu Perinçek‟in 1999 yılında “Eşcinsellik ve Yabancılaşma”17 başlıklı bir yazı dizisi kaleme alması önemli çatışma deneyimlerinden birisi. Zira Perinçek‟in metni, alanda çok uzun süre homofobik/transfobik tavırları ve beyanların referans metni olarak iş gördü, bu duruşları teorize ederek meşrulaştırdı. Yine, metinin yazımından on yıl sonra, 2010 yılında Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu‟nun (HTÖP) basın açıklamasına LGBT hareketin imza koymasına Haklar ve Özgürlükler Cephesi‟nin (HÖC) karşı çıkmasını ve ardından yaşanılan tartışmaları bir başka belirgin ve önemli kırılma noktası olarak okuyabiliriz. Tartışmanın önemi, platformda çok sayıda ve farklı konumlanışlardan örgütlenmelerin/hareketlerin bulunmasından ve dolayısıyla tartışmaların alanda geniş çapta yankı bulmasından kaynaklanıyor. Bu gibi kırılma noktaları dikkatle incelendiğinde, bunların tarihin bir yerinde yaşanmış ve orada asılı kalan “bir olay” niteliğinde olmadıkları, heteroseksizmin işleyiş mekanizmaları ve bunlara karşı mücadeleler üzerinde etkili oldukları görülebilir. Zira HTÖP tartışmaları, birçok “suskun” eyleyiciyi, eşcinsellik, homofobi/bifobi/transfobi ve heteroseksizm meselelerindeki 1990‟ların ikinci yarısından itibaren alanda örgütlü olarak bulunan LGBT hareketin Türkiye seyrini kaleme alan bir yazı için bkz. Ali Erol (2011), “Eşcinsel Kurtuluş Hareketinin Türkiye Seyri”, Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram, Cogito, (65-66): 431-463. 17 Metin ilk olarak 3-6 Şubat 1999 tarihlerinde Cumhuriyet Gazetesi‟nde yayımlanmış, daha sonra genişletilerek kitaplaştırılmıştır, bkz. Doğu Perinçek (2000), Eşcinsellik ve Yabancılaşma (İstanbul: Kaynak Yayınları). 16 Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1107 fikirlerini açıkça beyan etmeye ve somut tavır almaya zorlamış ve daha önemlisi zorunlu heteroseksüelliğin politik bir mesele olarak alanda tartışılmasının önünü açmıştır.18 Öte yandan bu ve benzeri tartışmaların yarattığı ittifak ve dayanışma ilişkileri anti-heteroseksist politik hattın alanda yayınlaşmasına da zemin sağlamıştır. Alanın yakın tarihine baktığımızda, böyle bir politik hattın giderek daha çok eyleyici tarafından benimsendiğini, anti-heteroseksist politik beyanların ve L/G/B/T/İ kişileri gözeten, söylem ve politikaların simgesel değerinin yükseldiğini görüyoruz. Birçok örgütlenme ikili cinsiyet kategorilerinin, rollerin ve zorunlu heteroseksüelliğin sorgulandığı atölyeler, paneller ve diğer çalışmalarla meseleyi tartışarak, gazete ve dergilerinde LGBT hareketin gündemine yer açarak, LGBTİ komisyonlarına/örgütlenmelerine zemin sağlayarak ve başka birçok yolla meseleyi gündemlerine almaktalar. LGBT hareketin alandaki ısrarlı ve kararlı varlığının yanı sıra, bütün bu gelişmeler de şüphesiz ki alanı olumlu yönde değiştiriyor ve L/G/B/T/İ dostu bir konumlanışı yaygınlaştırıyor.19 Aşağıdaki anlatılar gerek LGBT hareketlerin diğer hareketler ile ilişkilenmelerinin ve onlara yönelttikleri politik eleştirilerin; gerekse L/G/B/T/İ kişilerin kendi bulundukları örgütlenmelerde politik ve gündelik pratiklerdeki homofobik/transfobik ya da heteroseksist dile, tutumlara ve düşünme biçimlerine yönelik müdahalelerinin alandaki söylem ve edim biçimlerini dönüştürdüğünü gösteriyor. “Özellikle LGBT örgütleri bizim dövizleri falan ya da ne biliyim beden, cinsellik tartışılırken “çok hetero gidiyosunuz” diyenler var. Bu eleştiriler önemli yani.” (G15) “Tartışılırken de „yolda sen bu hareketinden dolayı küçük burjuvasın‟ demek gibi bi şey oldu „bu hareketinden dolayı homofobiksin‟ demek.” (G12) HTÖP tartışmaları çok çeşitli tepkilere neden oldu. Bazı hareketler LGBT hareketin yanında yer alarak platformu eleştirdiler ve ayrıldılar. Bazıları ise HÖC‟ü homofobik olmakla eleştirseler de platformda kalmaya devam ettiler. Birkaç hareket ise olaydan birkaç yıl sonra geçmişe dönük düşünümsel ve öz eleştirel metinler yayınlayarak özür diledi. Tartışmalara dair kaynak, metin ve referanslara söz konusu yüksek lisans çalışmamda geniş biçimde yer verdim. 19 Bu noktada belirtmek gerekir ki alanda kurulan dostane ittifak ilişkileri de durağan ve tek düze değildir. Örneğin, başından beri LGBT hareketle ve L/G/B/T/İ kişilerle dayanışma ilişkileri kuran feminist hareketle ya da birçok görüşmecimin önemli bir ittifak hareketi olarak bahsettiği Kürt Hareketi‟yle kurulan ilişkiler, farklı motivasyonlara dayanan belirli gerilimler taşımaktadır. Güncel bazı örnekler ve tartışmalar için bkz. http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=19019 (06.04.2015) ve http://www.5harfliler.com/cinayetlere-karsi-transfeminizm ler/ (06.04.2015). 18 1108 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) “Mesela bir dönem „karılarımızı çocuklarımızı örgütleyelim parti için‟ falan vardı. O şimdi „en yakınımız‟ oldu.” (G21) Ancak çalışmaya katılan birçok görüşmeci bu gelişmeleri olumlarken bazı eleştirel gözlemlerini de paylaştılar. Başka deyişle çatışma ve ittifak ilişkilerinin dönüştürdüğü alan, heteroseksizmin işleyiş mekanizmalarına ve naheteroseksüel kişilerin alanda var olma hallerine/koşullarına ilişkin yeni tartışmaları da barındırıyor. “Yani muhabir gelip R.Ç. davasını20 dinlemiyo, yani ben yapıyorum haberi, ben gönderiyorum. Niye sen yapmıyosun haberi. Senin yapman ayrı benim yapmam ayrı.” (G12) “Mesela Kürtler için basın açıklamasını Kürtlerden istemezler. Oturur kendileri yazar. Ama hani bu konuyla ilgili LGBT konusuyla ilgili tabi „biz pek bilmiyoruz sen yaz, gönder.‟ Niye bilmiyorsun? Kürt Hareketi‟yle ilgili bir sürü şey biliyorsun ama örneğin. Bu kimliği uzaktan seviyorlar. Bence öyle biraz.” (G21) Çalışmanın dikkat çektiği tartışmalardan ilkini, çalışmada “havalecilik” olarak adlandırılan tavır oluşturuyor. Bu adlandırma, yukarıdaki anlatıların da vurguladığı gibi, alandaki birçok örgütlenmenin her ne kadar heteroseksizmin sorgulanmasını ve homofobi/bifobi/transfobi, nefret suçları gibi sorunları politikleştirmeyi önemseseler de; bu işi örgütte/harekette açık kimlikleriyle var olan L/G/B/T/İ kişilere ya da komisyonlara havale etmelerine işaret ediyor. Bir başka deyişle örgütlenmelerde bu konulara dair haber yapmak, köşe yazısı veya basın açıklaması yazmak, paneller, atölye çalışmaları düzenlemek gibi bu konulardaki birçok iş, doğrudan onların çalıştıkları alan olmasa bile, L/G/B/T/İ kişilerden bekleniliyor. Esasen bu beklenti, alanda heteroseksüel olarak var olan birçok kişinin anti-heteroseksist politikayla kişisel/politik bağlarını kuramadıklarına işaret ediyor. Başka bir ifade ile heteroseksizmi yalnızca naheteroseksüellerin sorunu olarak görmek, onu, bizatihi heteroseksüeli özneyi üreten, sabitleyen, onu tutarlı cinsiyetli bedenlere ve toplumsal konumlara ve rollere zorlayan, dolayısıyla birçok iktidar biçimini mümkün kılan politik bir mesele olarak görmemek ya da bunu talileştirmek anlamına geliyor. “L/G/B/T/İ‟ler öldürülüyor, bu zaten çok temel, yani bu çok hümanist bi politika. Politik bi ederi yok. Birisi öldürülüyorken „biz yanındayız‟ demek politik değil, „heteroseksüellik zorunlu bir şeydir‟ demek politik. Ama böyle bir şey yok yani. Bu meseleyi politik görmeme var.” (G14) 20 R.Ç., 18 yaşında, eşcinsel olduğu gerekçesi ile iki amcası ve babası tarafından öldürülmüştü. http://hebunblog.blogspot.com/ (03.07.2014). Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1109 “İşte memlekette bir sürü acil mesele varken işte bir tarafta savaş, bir tarafta yoksulluk, bir tarafta şu bir tarafta bu varken yani siz nerden çıktınız demeye çalışıyorlardı.” (G20) Bu durum aslında, alanda asli politika – tali politika ayrımının nasıl işlediğini ve heteroseksizm ile diğer iktidar ilişkileri arasında nasıl bir hiyerarşi üretildiğini de gösteriyor. Görüşmecilerin anlatılarından da çıkartılabileceği gibi heteroseksizm, diğer ezilme, sömürü ve baskı ilişkilerine nazaran daha az politik, toplumsal dünyayı anlamlandırmada ikincil bir zemin olarak görülüyor. Dolayısıyla muhalefet alanında bulunan pek çok eyleyici için heteroseksizm karşıtı mücadeleler tali bir politik hat, hatta yalnızca “insan hakları” çerçevesinde değerlendirilebilecek bir sorun olarak karşımıza çıkabiliyor. Ana politik ekseni oluşturmayan, ikincil bir sorun olarak görülen heteroseksizm meselesine dair politik çalışmaların sistematik olarak L/G/B/T/İ kişilere havale edilmesinin bir diğer implikasyonu ise, bu kişilerin politika alanında da marjinalleştirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle L/G/B/T/İ kişiler, havaleci tutum nedeniyle sürekli olarak diğer politik alanlardan ve egemen konumlanışlarca “Büyük Politika” (!) olarak görülen meselelerden de dışlanmış oluyorlar. Esasen bu durum Türkiye muhalefet alanın “esas” politik öznesi olarak (erkek) heteroseksüelleri örtükçe işaret ederek, alandaki politik zemini ve alanın temel niteliklerini de heteronormatifleştiriyor. “Birden kendimi merkezi yürümede buldum ben. Aslında biraz L/G/B/T/İ kişiler de olsun kafası. Yani şu an demokrat olmanın olmazsa olmazı. Ne yapalım bi iki tane L/G/B/T/İ orada dursun, biz yine işimize bakalım işte. Biraz böyle yürüyo. Hani iyi niyet var ama kendi içine dair bi siyaseti yok yani.” (G4) Havalecilik tartışmasıyla bağlantılı olarak çalışmanın öne çıkarttığı bir diğer tartışma, birçok örgütlenmenin L/G/B/T/İ kişileri “demokrat, ilerici, özgürlükçü, devrimci” olmanın gerekliliği olarak içerme, onlara alan açma ve hatta onları öne çıkartma çabasına işaret ediyor. Çalışmaya katılan görüşmecilerin çoğu, alandaki hareketlerin L/G/B/T/İ kişileri adeta “vitrinine yerleştirerek” ezberci ve politik doğrucu bir siyaset izledikleri yönündeki görüşlerini dillendirdiler. Çalışmada “numunecilik” olarak adlandırılan bu tavır, esasen alanda kimin “kurucu” kimin “renk/zenginlik” olarak düşünüldüğünü gösteriyor. Cinsel yönelimleri ve arzu akışlarını bedenlere sabitleyen, yani heteroseksüel, eşcinsel ya da trans oluş halini bedenlerin sonsuz gerçekliği olarak varsayan bu tavır, heteroseksüelleri alanın normu oluşturan asli unsur olarak yerleştirilirken, na-heteroseksüel kişileri giderek marjinalize ediyor. Dahası heteroseksüel olmayan kişilere yönelik numuneci yaklaşım, hatta bu kişileri dramatik biçimde ön plana çıkartma çabası egemen olanın norm dışı olana verdiği “bir avans ya da hoşgörü” biçiminde işliyor. Bu durum aynı 1110 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) zamanda heteroseksüel ve na-heteroseksüel kişilerin alanda eşit koşullarda bulunduğu yanılsamasını yaratarak heteroseksizmin simgesel inkarını da (Bourdieu, 2003) beraberinde getiriyor. 5. Muhalefet Alanının Cinsel Rejimi: Karşılaşmalar, Pazarlıklar, Direnişler Yukarıda yürütülen havalecilik ve numunecilik tartışmaları, muhalefet alanında işleyen cinsel rejimde (Foucault, 2010) güçlü bir heteroseksüel varsayım olduğunu gösteriyor. Zira açık L/G/B/T/İ kişileri numune olarak görmek, alandaki diğer herkesin heteroseksüel olduğu varsayımına dayanıyor. Bunun yanı sıra numunecilik, heteroseksüel mutabakatı garantiye almanın bir yolu olarak iş görüyor. Zira açıkça orada olan, kim olduğu bilinen dolayısıyla gözetlenebilir, denetlenebilir olan L/G/B/T/İ kişilerin varlığı “heteroseksüel biz”i tekinsizlikten kurtararak na-heteroseksüeli “ayrı bir tür” olarak işaretliyor. Alanda eşcinsel ve trans kişilerin belirlenmiş bir numune ya da azınlık olarak görülmesi, diğerlerinin heteroseksüel oluşunu yeniden teyit ediyor. Ancak bir görüşmecinin anlatısı alandaki numuneci anlayışın pekiştirdiği “heteroseksüel biz” fantezisinin ne kadar kırılgan ve tedirgin olduğunu şöyle ortaya koyuyor: “Direk homofobik bir tutumla karşılaşmadım ama mesela „burada başka L/G/B/T‟ler de var açılamayan‟ dediğinde o biraz geriyor mesela. Çünkü seni farklı olarak koymuş oraya, kendi içinden de çıkma ihtimali biraz gerilim oluyor.” (G14) Peki böyle heteroseksist bir cinsel rejimde L/G/B/T/İ kişiler nasıl, hangi stratejiler ve direnişlerle “açık” ya da “kapalı” olarak alanda bulunuyorlar?21 “Açılmanın” ya da “kapalı kalmanın” yolları nasıl örülüyor?22 Öncelikle “Açıklık-kapalılık” terimleri, kişinin heteroseksüel olmayan cinsel yöneliminin başka insanlar tarafından bilinmesi ya da bilinmemesi halini tariflemek için kullanılır. Fakat trans kadın ve erkeklerin “dışarıdan yalnızca bakıldığında” görünür olması nedeniyle “kapalı” kalamayacakları düşüncesi, onlar için “açıklık- kapalılık” ikiliğini işlemeyeceği fikrini beraberinde getirir. Ancak çalışmada bazı görüşmeciler kendilerini trans kadın veya erkek olarak ifade etmelerine karşın biyolojik dönüşüm geçirmemişlerdir. Bu nedenle bu görüşmecilerin kimlikleri “dışarıdan yalnızca bakılarak” anlaşılamamaktadır ve dolayısıyla bu çalışmada “açıklık-kapalılık” ikiliği tartışması trans görüşmecileri de kapsamaktadır. 22 Bu çalışma, L/G/B/T/İ kişilerin cinsel kimlik ve yönelimleriyle ve kendi cinsellikleriyle alanda “rahatça (en az heteroseksüeller kadar)” bulunabilmelerinin imkanlarına, zeminine ve bu bağlamda kurulan farklı niteliklerdeki mücadelelere odaklandı. Fakat bundan L/G/B/T/İ kişileri açıklık-kapalılık ikiciliğine hapseden zorunlu heteroseksüelliğin sınırları dışında kurulacak bir toplumsal formasyonun 21 Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1111 belirtmeliyiz ki, heteroseksüel varsayımın yaygın olduğu diğer toplumsal mekanlarda olduğu gibi, muhalefet alanında da “açılma” bitmeyen/sonsuza giden bir süreç olarak karşımıza çıkar. Başka deyişle L/G/B/T/İ kişiler için “açılma” deneyimi her yeni karşılaşmada tekrarlanmaktadır. Dolayısıyla kategorik olarak ayrılmış bir “açıklık-kapalılık” halinden, böyle keskin bir ikili karşıtlıktan bahsedemeyeceğimizi akılda tutarak, çalışmaya katılan bazı görüşmecilerin, hem kendilerinin hem de başka birçok na-heteroseksüel kişinin alanda “kapalı” olarak bulunmayı tercih ettiklerini belirtebiliriz. Zira alanın suskunlukla ya da homofobik/transfobik söylem biçimleriyle ve diğer yollarla heteroseksüel biçimde örgütlenmesi, birçok L/G/B/T/İ kişi için caydırıcı bir sosyal/kültürel/politik ortam yaratıyor. Çalışma, heteroseksüel olmayan kişilerin muhalefet alanında iki yaygın strateji kullanarak “kapalı” kaldıklarını gösteriyor. İlk stratejiyi, L/G/B/T/İ kişilerin davranışlarını, kıyafetlerini, söylemlerini ve diğer bütün pratiklerini seksüellikten arındırarak kendilerini “aseksüel” biçimde temsil etmeleri oluşturuyor. Başka deyişle bu kişiler herhangi bir erotik ya da duygulanımsal arzuları yokmuşçasına davranarak adeta görünmezleşme yoluna gidiyorlar. Diğer strateji ise, tam aksine, heteroseksüel bir kamusal senaryo23 kurgulamak biçiminde karşımıza çıkıyor. Yani heteroseksüel olmayan kişiler “kapalı” kalmanın yolu olarak karşı cinsiyetten hayali ya da göstermelik bir sevgili senaryosu yoluyla kendilerini heteroseksüel bir ilişki ve arzu durumu içindelermiş gibi temsil ediyorlar. Bu stratejiler iki görüşmecinin anlatılarına söyle yansıyor: “„Şunu da ayarlayalım falan filan bak bu iyiymiş‟ diyen yoldaşlar olurdu. Yo istemiyorum boş ver diyordum. Bi ara aşıkmış gibi gezdim, birine aşığım ama olmuyo falan.” (G21) “Ben o ortamda kimseye açık değildim açılmayı da düşünmüyordum açıkçası benim için sadece mücadele vardı.” (G3) Ancak bu stratejilerin kullanımının oldukça cinsiyetli olduğunu söyleyebiliriz. Zira çalışmaya katılan lezbiyen ve biseksüel kadınlar ya da bedenleri “kadın” olarak idrak edilen trans veya queer kişiler “kapalılık” halini tahayyül edilemeyeceği anlaşılmamalı. Kaldı ki birçok L/G/B/T/İ kişi “açılmak” gibi bir sorumluluğu üstlenmiyor ve “neden açılayım ki” (G1, G8) sorusu ile “beklentileri” alt-üst ediyor. Fakat L/G/B/T/İ kişilerin “kapalı kalma hakları”ndan ziyade “açılabilme rahatlıkları”nı ve bunun imkan ve zeminini dert etmek, tam da zorunlu heteroseksüellik nedeniyle hala kıymetini koruyor. 23 Scott (1995), iktidar ilişkilerinin tabi taraflarının korunmak, gizlenmek ya da egemen konumdakilerin beklentilerini yerine getirmek için kendilerini olmadıkları biçimlerde temsil etmelerini “kamusal senaryo” kavramıyla tarifler. 1112 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) genel olarak “aseksüel” biçimde deneyimlediklerini belirtirlerken; gey ve biseksüel erkekler ya da “erkek” olarak idrak edilen trans veya queer kişiler genel olarak heteroseksüel kamusal senaryoya başvurduklarını söylediler. Esasen bu durum, alandaki cinsel rejimin heteroseksist olduğu kadar patriarkal olduğunu da göstermekte. Zira hangi yaştan olursa olsun, kadınların duygusal ve cinsel olarak partnersiz yaşamalarının “doğal” karşılanmasına karşın; yetişkin erkekler için bu durumun “doğal olmayan/endişe verici” bir durum olarak görülmesi, kadın cinselliğini yok sayan düşünme biçiminin en az diğer toplumsal alanlar kadar muhalefet alanında da yaygın olduğunu gösteriyor. Bazıları çalışmama görüşmeci olarak katkı da sunan birçok L/G/B/T/İ kişi ise, heteroseksist cinsel rejime rağmen muhalefet alanında, kendi örgütlenmelerinde homofobik/transfobik tutumlara karşı çeşitli stratejiler ya da direnme biçimleri yoluyla “açık” olarak bulunuyorlar. Fakat gerek görüşmecilerim gerekse alanın eyleyicisi olan başka pek çok kişi, alanda açık kimlikleriyle bulunan L/G/B/T/İ kişilere yönelik, farklı biçimlerde cereyan eden, bazen açıkça bazense örtük ve ince bir biçimde olan, katmanlı formlar alan homofobik/transfobik tavır ve söylemlerin oldukça yaygın olduğunu belirtmekteler.24 Homofobik/transfobik tutumlar bazen doğrudan örgütlenmeden dışlanma/atılma, aşağılama, selam vermememe, ilişki kurmama ya da mesafelenme gibi biçimler alırken; çoğu kez adı bile tam olarak koyulamayan, tartışmalı ve karmaşık hallerde belirebiliyor. Üstelik bu homofobik/transfobik tutumlarında cinsiyet-eksenli biçimde farklılaştığını ayrıca belirtmek gerekiyor. Zira pek çok görüşmeci, muhalefet alanında lezbiyen, biseksüel kadınların ya da kadın olarak görülen trans, queer kişilerin cinsel yönelimlerini veya cinsiyet kimliklerini açıkça ifade ettiklerinde daha kolay kabullenildiklerini belirttiler. Fakat bu durum tam da, alanın cinsel rejiminin, bütün seks ve erotizm edimlerinde penisi merkeze alan, fallosentrik biçimde işleyişinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla kadın cinselliğini penis yokluğu nedeniyle cinsellikten saymayan heteroseksist aklın lezbiyen seks ve arzuyu kabullenilebilir görmesini olumlu bir yaklaşımla okumak güçleşiyor. Heteroseksist/fallosentrik cinsel rejimin diğer implikasyonu ise gey, biseksüel erkeklerin ve erkek olarak kabul gören trans ve queer kişilerin homofobik/transfobik tepkilerle daha sık karşılaşmaları. Görüşmeciler, erkek bedenli eşcinsel/trans/queer kişilerin ise aynı cinsel rejim tarafından ya “erkekliğe ihanet etmek” ile suçlandıklarını ve çeşitli yollarla “erkeklik derslerine” maruz bırakıldıklarını ya da bu kişilerin “pasif/kadınsı” 24 Muhalefet alanı ve heteroseksizm arasındaki ilişkiye dair başka bazı anlatılar, tanıklıklar ve tartışmalar için bkz. Yıldız Tar (2013), Yoldaş Ben İbneyim (İstanbul: Ceylan Yayıncılık); Kaos GL Dergisi 93‟üncü ve 112‟nci sayı içindeki tartışmalar; Anti- Homofobi Kitabı 2 içindeki “Sol ve Homofobi Forumu” içindeki tartışmalar. Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1113 bulunduğunu ve onlardan kadınlık rolleri ve davranışlarının beklendiğini belirtiyorlar. Başka deyişle kişilerden, Butler‟in deyimiyle, cinsiyetli performatiflikler bekleniyor. “Toplantıya gittiğim zaman çember oluşturmuşlar. Selamlaşıyorum, son kişiye geldiğimde ellerimi hissetmemeye başladım. Öyle bir şekilde elimi sıktılar ki, elim kopacak sandım, herkes sert bakıyo falan. Ben bacak bacak üstüne attım, dediler „ayağını indir, el kol hareketi yapma.‟” (G12) Bütün bunlarla birlikte, alanda birçok L/G/B/T/İ kişi hem kendilerini örgütleyerek hem de heteroseksüel kişilerle25 dayanışma ilişkileri geliştirerek, bir yandan homofobik/transfobik tavır ve söylemlere direniyor ve bunlarla müdahale ediyorlar; diğer yandan heteroseksizm karşıtı politikaları yaygınlaştırmanın ve meşrulaştırmanın yollarını arıyorlar. Anti-heteroseksist politik hattı güçlendirmek için çalışmalar yapmak ve mücadele edimlerini bu alana yoğunlaştırmak ise bu yollardan birisi olarak karşımıza çıkıyor. Çalışmaya katkı sunan birçok görüşmeci, hem örgütlenmenin kendisine hem de örgütün seslendiği kesimlere yönelik anti-heteroseksist/homofobik/transfobik politika ve söylem üretmeyi, heteroseksüel varsayımı kıran ve L/G/B/T/İ görünürlüğünü artıran bir yöntem olarak okuyor. “Atölyeler yapıyorduk, onlar baya kalabalık oluyordu. Baya politika yapıyorduk, çok önemli ve mutluydu bizim için. Partideki heteroseksüel arkadaşlar da geliyorlardı, sorular soruluyordu, çok açıktılar öğrenmeye.” (G2) “Birlikte eğlenmeye gittiğimiz mekanlarda …..‟le biz şey yapıyoruz, daha yakın dans ediyoruz, daha böyle şey yapıyoruz. O bilerek yaptığımız bi şey hani, provoke ediyoruz milleti. Varım demek, görünür olmaya çalışıyorum aslında.” (G15) Fakat bu odakta politika yapmak, kelimenin daha klasik anlamlarının yanı sıra bedenin kendisini politik bir enstrüman olarak kullanmayı da kapsıyor. Yukarıda 15. görüşmecinin anlatısının da örneklediği gibi bazı görüşmeciler, hem kendilerinin hem de başka na-heteroseksüel kişilerin, heteroseksüel ikili cinsiyet rejimine uymayan, onun sabit kategorilerini bozan altüst edici bedensel performanslar26, kıyafetler ya da bir parça erotize edilmiş parodik davranışlar Çalışmaya katkı sunan birçok görüşmecim, alanda özellikle kadınların ve genç kişilerin L/G/B/T/İ kişilerle homofobi/transfobiye karşı dayanışma/ittifak ilişkilerini geliştirmeye daha açık olduklarını belirttiler. 26 “Altüst edici performanslar” Butler‟in işaret ettiği bir başka adlandırma. Butler bununla, cinsiyetli pozisyonları sürekli tekrarlayarak garantiye alan 25 1114 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) aracılığıyla alandaki L/G/B/T/İ varlığının altını çizdiklerini ve bunu bir politika biçimi olarak sahiplendiklerini belittiler. Muhalefet alanında eşcinsel, biseksüel, trans ya da queer olmanın drag performanslar ya da provoke edici davranışlar ile altını çizmek, alanda oldukça yaygın olan “görünmez/makul L/G/B/T/İ yoldaş” beklentisine yönelik bir protesto olarak karşımıza çıkıyor. Bir başka deyişle L/G/B/T/İ kişiler bu biçimde davranarak, hem onlara “kabullenilme şartı” olarak dayatılan “belirsiz, suskun ve kapalı olma” talebini geri çeviriyorlar hem de heteroseksizm meselesine, yaşantılardan ve ilişkilerden uzak, yalnızca teorik bir tartışma konusu olarak yaklaşmadaki sterilliği ortaya çıkartıyor, bozuyorlar. Öte yandan bu talebin, bazen bir tür pazarlık sahasına da dönüştüğünü söyleyebiliriz. Zira pek çok görüşmecim, örgütlendikleri hareketin kendi içine dönük, toplantılarında, çalışmalarında ya da örgütteki arkadaşlarıyla politika dışındaki kişisel ilişkilerinde sorun yaşamamalarına karşılık; özellikle hareketin kamusal alanda gerçekleşen gösteri, miting, anma, kutlama, mahalle/ev ziyaretleri ya da örgütleme gibi çalışmalarında, L/G/B/T/İ kişilerden davranışları, beden dilini ve kıyafetleri kapsayan bütün performatif edimlerde heteroseksist cinsiyet rollerine uymalarının beklendiğini belirttiler. Bu pazarlığın kendisi, alandaki cinsel rejimin “halkımızın değerleri” mottosuyla meşrulaştırılan bir genel ahlak anlayışıyla güçlü ilişkisini de ortaya koyuyor. Bu durum ise alanda, özellikle çeşitli cerrahi müdahaleler ya da hormon kullanımları yoluyla bedensel dönüşüm geçirmiş trans kişiler için zorlayıcı oluyor. Zira bu kişilerin görünmezleşmeleri ya da “kapalı” kalmaları oldukça zor. Öte yandan, seks işçisi olarak çalışan trans kadınlar, alanın bu muhafazakar, (genel) ahlakçı taraflarıyla özellikle gerilim yaşıyorlar. Çünkü alanda L/G/B/T/İ kişilere bir başka “kabul görme şartı” olarak dayatılan tek eşlilik, istikrarlı sevgililik ilişkileri gibi ailesel ilişki biçimleri onları daha fazla ayrımcılığa maruz bırakıyor, alandan dışlıyor.27 Esasen muhalefet alanında işleyen cinsel rejime içkin olan ve heteroseksüel ilişkileri de baskı altına alan aile ideolojisinin, arkaik olarak var olan “doyumsuz/sapkın eşcinsel” mitinin motivasyonuyla L/G/B/T/İ kişiler için daha katı bir hal aldığını belirtebiliriz. Hatta bu tartışmayı öteye taşıyarak, alanda yalnızca duygusal/erotik ilişkilerin aileselleştirilmediğini, alanın cinsel rejiminin, diğer bütün ilişki biçimlerini ödipal yasaya tercüme ederek aileselleştirdiğini söyleyebiliriz. Örneğin alanda yaygın biçimde kullanılan “ağabey, abla” gibi hitaplar ya da dayanışma ilişkilerinin “kız kardeşlik” gibi biçimlerdeki tarifleri, ensest tabusunu yeniden performatifliklere karşın; bu pozisyonları bozan, onda çatlaklar oluşturan ve dolayısıyla “orijinal cinsiyet” varsayımını sarsan performanslara işaret eder (2010). 27 Çalışmaya kendisini trans/trans gender olarak tanımlayan daha fazla görüşmeci katılmasına karşın bedenini değiştirmeyi tercih eden yalnızca üç görüşmecim vardı ve bunlardan ikisi seks içsisi olarak çalışmaktaydı. Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1115 çağırarak ilişkileri seksüellikten arındırıyor. Bu durum, yalnızca heteroseksüelliği değil, cinselliğin kendisini tabulaştırarak, onu politikleştirmenin önündeki engellerden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Sonuç Yerine: Heteroseksizm Karşıtı Politikayı Örmek Bu çalışma boyunca “heteroseksizm, Türkiye muhalefet alanında nasıl ve hangi araçlarla işler” sorusunun izini sürdük. Bu sorunun muradı, heteroseksizmin alandaki döngülerini ve mekanizmalarını sorunsallaştırmak ve anlaşılır kılmaktı. Böyle bir sorunsallaştırma ile heteroseksizme dair teorik tartışmaları Türkiye topraklarının özgünlüğünde oluşan Türkiye muhalefet alanına taşıyarak, onu belirli faillerce sürdürülen, üzerine pazarlık edilen ve direnilen bir iktidar katmanı olarak ele almaya çalıştık. Bu çalışmanın açığa çıkarttığı bilginin heteroseksizm literatürüne ve bu literatürü oluşturan cinsiyet/toplumsal cinsiyet, kadınlık erkeklik performansları, arzu ve heteroseksüel varsayım ve homofobi/transfobi gibi meseleler üzerine tartışmalara özgün ve ampirik bir katkı sunması için uğraş verdik. Öte yandan bu çalışmayı Wolf (2009)‟tan hareketle, çalıştığı alana müdahil olan ve bu alanın olumlu dönüşümüne katkı sunan, en azından bu dönüşüm için mümkün yollar öneren eylem yönelimli bir araştırma olarak da okuyabiliriz. Böyle bir yaklaşım, araştırmacı olarak benim araştırma ile kurmaya çalıştığım sahici bağ açısından kıymet taşımaktadır. Zira bütün bu tartışmalar ile birlikte, hem zorunlu heteroseksüelliğe hem de diğer baskı ve sömürü biçimlerine karşı çıkmanın ve onları dönüştürmenin yolunun, muhalefet alanından yükselen ve buradan beslenen itiraz ve direnme pratiklerinden geçtiğini hala düşünmekteyim. Fakat alanın, diğer iktidar ilişkileriyle birlikte işleyen heteroseksizmi “asli politika/tali politika” ayrımı yapmaksızın karşısına alabildiği ve bunu kendisine de ayna tutan, düşünümsel bir biçimde yapabildiği ölçüde özgürlükçü niteliklerini koruyabileceği açık görünüyor. Zira heteroseksizm ne yalnızca na-heteroseksüellerin sorunu, ne de yalnızca onların cinselliği üzerinde baskı kuruyor. Heteroseksizm, yukarıda da tartıştığımız gibi, bizleri cinsiyetli biçimlerde çağıran ve toplumsal uzama bu biçimde yerleştiren, dolayısıyla başta patriyarka olmak üzere diğer bütün ezilme biçimlerinin cinsiyet kazanmasına/cinselleştirilmesine olanak sağlayan temel bir baskı sistemi. Bu durumda, heteroseksizmin politik okumasını yapamayan bir muhalefet alanı, hem bu gün içinde yaşadığımız iktidar biçimlerinin tahlilini yaparken, hem de geleceği tahayyül ve inşa ederken teorik ve politik olarak derin bir eksiklik ve körlük tehlikesiyle karşılaşacaktır. Dolayısıyla bu politik okuma, alan ve alanı kuran eyleyiciler için arzuladıkları özgürlükçü/eşitlikçi dünya ile gerçekçi bir ilişki kurmak adına kıymet taşımaktadır. Muhalefet 1116 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) alanında işleyen heteroseksist aklın ve tavırların tartışılmasının ve bunların geriletilmesinin kıymeti tam da bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Şimdi önümüzde şu sorular duruyor: Türkiye muhalefet alanının toplumsal dünyayı biçimlendiren iktidar ilişkilerinden tamamen arınmış, steril bir toplumsal uzam olamayacağı bilgisi saklı tutularak, ve buna rağmen, antiheteroseksist politika, alanın kurucu/temel niteliklerinden biri haline nasıl getirilir? Heteroseksist, homofobik, transfobik olmanın ya da olmamanın belirgin bir eşiği yok ise; yani bu düşünme biçimleri ve tavırlar egemen oldukları sürece, sürekli olarak alanı etkileyecekler ise, bunlara direnmenin tutarlı araçları ve mekanizmaları nasıl icat edilir? Bu soruların tek ve basit bir cevabı yok elbette. Fakat tartışmanın sonunda, zorunlu heteroseksüelliği politik bir ezber ile “L/G/B/T/İ hakları” meselesine indirgemekten vazgeçerek onun tarihsel/siyasal bir okumasını yapmak ve heteroseksizm ile kişisel özne-oluş arasındaki bağıları görebilmek, en azından başlangıç cevapları olarak önümüzde beliriyor. Kaynakça Bauman, Zygmunt (2013), Sosyolojik Düşünmek (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Abdullah Yılmaz). Barrett, Michele (1995), Günümüzde Kadına Uygulanan Baskı: Marksist Feminist Çözümlemede Sorunlar (İstanbul: Pencere Yayınları) (Çev. Şen Süer). Bourdieu, Pierre (2012), “Toplumsal Uzay ve Sembolik İktidar”, Çeğin, Güney ve Emrah Göker (Der), Tözcülüğün Tasfiyesi (Ankara: Notabene Yayıncılık): 349-366. Bourdieu, Pierre ve Loic J. D. Wacquant (2003), Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar (İstanbul: İletişim Yayınları) (Çev. Nazlı Ökten). Bourdieu, Pierre (1995), Pratik Nedenler (İstanbul: Kesit Yayıncılık) (Çev. Hülya Uğur Tanrıöver). Bourdieu, Pierre (2016), “Alanların Bazı Özellikleri”, Ünsaldı, Levent (Ed.), Sosyoloji Meseleleri (Ankara: Heretik Yayınları) (Çev. Filiz Öztürk, Büşra Uçar, Mustafa Gültekin ve Aslı Sümer): 137-147. Bourdieu, Pierre (2014), Eril Tahakküm (Ankara: Bağlam Yayıncılık) (Çev. Bediz Yılmaz). Butler, Judith (2007), Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma (İstanbul: Agora Kitaplığı) (Çev. Osman Akınhay). Butler, Judith (2010), Cinsiyet Belası (İstanbul: Metis Yayınları) (Çev. Başak Ertür). Butler, Judith (2014), Bela Bedenler (İstanbul: Pinhan Yayınları) (Çev. Cüneyt Çakırlar ve Zeynep Talay). Deleuze, Gilles ve Felix Guattari (2014), Anti-Ödipus: Kapitalizm ve Şizofreni (Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları ) (Çev. Fahrettin Ege, Hakan Erdoğan ve Mustafa Yiğitalp). Demet Bolat Zorunlu Heteroseksüellik ve Türkiye Muhalefet Alanı Üzerine Bir Tartışma 1117 Delphy, Christine (2005), “Rethinking Sex and Gender”, Jackson, Stevi ve Sue Scott (Der), Gender (New York: Roudledge): 51-59. Foucault, Michel (2005), Özne ve İktidar (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Işık Ergüden ve Osman Akınay). Foucault, Michel (2010), Cinselliğin Tarihi (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Hülya Tanrıöver). Foucault, Michel (2003), Abnormal (New York: Verso Book). Freud, Sigmund (1996), Totem ve Tabu (İstanbul: Sosyal Yayınlar) (Çev. K. Sahir Sel). Jackson, Stevi (1999), Heterosexsualtiy in Question (London: SAGE Publications Ltd.). Jackson, Stevi (2006), Gender, Sexuality and Heterosexuality: The Complexity (and limits) of Heteronormativity (London: SAGE Publications Ltd.). Mies, Maria (2011), Ataerki ve Birikim (Ankara: Dipnot Yayınları) (Çev. Yıldız Temurtürkan). Rich, Adrienne (1996), “Compulsory Heterosexuality and Lesbian Existence”, Jackson, Stevi ve Sue Scott (Der), Feminism and Sexuality (Edinburgh: Edinburgh University Press): 130144. Scott, James C. (1995), Tahakküm ve Direniş Sanatları (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Alev Türker). Scott, Sue ve Stevi Jackson (2012), Cinselliği Kuramsallaştırmak (Ankara: Notabene Yayınları) (Çev. Selen Sezerli). Wallerstein, Immanuel (2005a), Yeni Bir Sosyal Bilim İçin (İstanbul: Aram Yayıncılık) (Çev. Ender Abadoğlu). Wallerstein, Immanuel (2005b), Dünya Sitemleri Analizi (İstanbul: Aram Yayıncılık) (Çev. Ender Abadoğlu ve Nuri Ersoy). Wittig, Monique (2009), “Kadın Doğulmaz”, Cogito, 58: 193-201, (Çev. Ç. Akanyıldız ve Ş. Öztürk ). Wittig, Monique (2013), Straight Düşünce (İstanbul: Sel Yayınları) (Çev. Leman S. Darıcıoğlu ve Pınar Büyükbaş). Wolf, Diane (2009), “Sahada Feminist İkilemler”, Methodos: Kuram ve Yöntem Kenarından (İstanbul: Anahtar Kitaplar) (Çev. Dilek Hatatoğlu): 115-125. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1119 - 1146 CAM UÇURUM: KADIN YÖNETİCİLER CAM TAVANI NE ZAMAN AŞAR?* Doç. Dr. Sebahattin Yıldız Kafkas Üniversitesi İ.İ.B.F. Fidan Alhas Bilim Uzmanı Öğr. Gör. Önder Sakal Yrd. Doç. Dr. Harun Yıldız Erzincan Üniversitesi Kafkas Üniversitesi Refahiye Meslek Yüksekokulu İ.İ.B.F. ●●● Öz Cam tavan kavramı kadınların üst düzey yöneticilik pozisyonlarına ulaşmasındaki kariyer engellerini ifade etmektedir. Bu kariyer engelleri erkek yöneticilerden, kadın yöneticilerden ve kişinin kendine koyduğu engellerden kaynaklanmaktadır. Cam uçurum kavramı ise kadınların kariyer hedeflerine ulaşmasında yeni bir kariyer engeli olması dolayısıyla önem arz etmektedir. Cam uçurum kavramı, cam tavanı aşan kadınların kendilerini şirketin olumsuz koşullarında üst düzey yöneticilik pozisyonunda bulmalarını ifade etmektedir. Bu kavram, şirketin kriz dönemlerinde kadınların başarısız olmaları için kendilerine verilen riskli bir pozisyondur. Cam uçuruma neden olan faktörler kişilik, cinsiyet, örgütsel performans, örgütsel faktörler, grup dinamikleri ve çelişik duygulu cinsiyetçiliktir. Bu kavram, kadın yöneticilerin şirketin içinde bulunduğu olumsuz performans koşullarında üst düzey yöneticiliğe getirilip şirketin başarısızlığından sonra “kadından zaten yönetici olmaz” cümlesini sarf edebilmek için erkek yöneticiler tarafından geliştirilmiştir. Stresle başa çıkmada zorlandığı düşünülen kadınların başarısız olmalarını isteyen erkekler, kriz dönemlerinde kadınları yönetici atayarak onları “bir cam uçurumun içine iteceklerdir”. Derleme niteliğinde olan bu çalışma cam uçurum kavramını tanıtmayı ve yazında cam uçurum hakkında yapılan çalışmaları özetlemeyi amaçlamaktadır. Bu çalışmanın temel katkısı cam uçurum konusunda yapılan ilk Türkçe çalışma olmasıdır. Anahtar Sözcükler: Toplumsal Cinsiyet, Cinsiyet Ayrımcılığı, Cam Uçurum, Cam Tavan, Cam Asansör Glass Cliff: When Do Female Executives Exceed Glass Ceiling? Abstract The concept of glass ceiling refers to the career barriers in front of women in reaching the senior management positions. These career barriers are caused by male executives, female executives, and the barriers placed by individuals themselves. The concept of glass cliff, on the other hand, is important as it constitutes a new career barrier for women to reach their career goals. The concept of glass cliff refers that women exceeding the glass ceiling find themselves in the senior management position under negative conditions of their company. This concept is a risky position given to women for failing during the crisis periods of company. The factors causing the glass cliff involve personality, gender, organizational performance, organizational factors, group dynamics, and ambivalent sexism. This concept was developed by male managers in order to take the female executives to senior management positions under negative performance conditions of the company and make them say “women cannot be managers anyway” after the failure. Men who want the failure of women who are thought to have a difficulty in coping with stress will assign women as executives during the crisis periods and “push them into a glass cliff”. Having the quality of a review, this study aims to introduce the concept of glass cliff and report the studies on glass cliff in literature. The main contribution of this study is that it is the first Turkish study that has ever been conducted regarding glass cliff. Keywords: Gender, Gender Discrimination, Glass Cliff, Glass Ceiling, Glass Elevator * Makale geliş tarihi: 22.10.2015 Makale kabul tarihi: 27.07.2016 1120 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? Giriş Ataerkil toplumlarda ve bunun yansıması olan erkek egemen kültürü paylaşan örgütlerde ve ailede toplumsal cinsiyet eşitsizliği nedeniyle kadınlar için cinsiyet ayrımcılığı ortaya çıkmaktadır (Yoğun Erçen, 2008: 10). Cam tavan kavramı, “feminist teorilerde işgücü piyasasındaki cinsiyete dayalı mesleki katmanlaşma içerisindeki dikey katmanlaşmayı işaret etmektedir” (Özkaplan, 2013: 1). Cam tavan, kadın çalışanların bir üst yönetim pozisyonuna ulaşmasını engelleyen “davranışsal ve örgütsel önyargılardan kaynaklanan görünmeyen engeller” olarak tanımlanmaktadır (Öğüt, 2006: 58). Bu görünmeyen engeller bireysel faktörler, örgütsel faktörler ve toplumsal faktörlerden kaynaklanabilir (Yıldız ve Çiçek, 2013: 136). Ayrıca bu engeller “erkek yöneticiler tarafından konulan engeller, kadın yöneticiler tarafından konulan engeller ve kişinin kendi koyduğu engeller” şeklinde de sınıflandırılabilir (Yıldız, 2014: 74). Cam uçurum1 ise kadınların şirketin başarısızlık riskinin yüksek olduğu tehlikeli/güvencesiz (precarious) liderlik pozisyonlarına erkeklerden daha fazla getirilmesini ifade etmektedir (Ryan ve Haslam, 2005: 81). Olumsuz performans koşullarında liderliğe atanarak yüzleştikleri başarısızlık riski, şirketlerde kadınların üstesinden gelmesi gereken ayrımcılığın cam tavandan sonraki ikinci formu olan cam uçurumun bir sonucu olarak görülebilir (Ryan ve Haslam, 2007: 550). Cam uçurumda Schein’ın (1975) “yönetici düşün erkek düşün” basmakalıbının yerine “kriz düşün kadın düşün” anlayışına doğru bir dönüşüm olduğu söylenebilir (Ryan vd., 2011). Bu söylem normal dönemlerde başarılı olması beklenen şirketlerde genel olarak erkeklerin yönetici olarak düşünüldüğünü, kriz dönemlerinde ise başarısız olması beklenen şirketlerde başarısızlık sonuçlarıyla yüzleşecek, eleştirilecek ve suçlanacak kadınların yönetici olarak düşünüldüğünü ifade etmektedir. Bu çalışmadaki temel amaç, cam uçurum kavramını tanıtmak ve yazında cam uçurum hakkında yapılan çalışmaları özetlemektir. Cam uçurum konusunda Türkiye’de yapılan ilk Türkçe çalışma olması itibariyle bu 1 Glass cliff kavramı için Türkçe olarak cam uçurum kavramı ilk kez bu çalışmada kullanılmıştır. Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1121 çalışmanın yazına rehberlik edeceği ve önemli katkılarının olabileceği düşünülmektedir. 1. Kuramsal Çerçeve Cam tavan ve cam uçurum kavramlarının ayrıntılarına geçmeden önce bu cinsiyet ayrımcılığıyla ilgili kavramları ortaya çıkaran unsurlara değinmek, çalışmayı zenginleştirerek daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacak kuramsal bir temel hazırlamak açısından önem arz etmektedir. Bu nedenle toplumsal cinsiyet, işgücü piyasasında (arz temelli ya da talep temeli yapılanmalar; birincil ve ikincil işgücü piyasaları/ikili işgücü piyasası) kadının statüsü, ataerkil yapı gibi kavramlar tarihsel çerçeve içinde (özellikle ikinci dalga kadın hareketi çerçevesinde), kendilerini üreten nedenlere vurgu yapılarak verilmiştir. 1.1. Toplumsal Cinsiyet Kavramı İngilizcede cinsiyetle ilgili biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender) şeklinde iki farklı terim vardır. Cinsiyet “kadın ve erkeğin anatomi ve üreme ile ilgili işlevlerine göre yapılan” bir ayrımken (Öztürk, 2011: 18) “toplumsal cinsiyet, biyolojik farklılıklardan dolayı değil, kadın ve erkek olarak toplumun ve kültürün bizi nasıl gördüğü, algıladığı, düşündüğü, hangi anlamları yüklediği ve nasıl davranmamızı beklediği ile ilgili bir kavramdır” (Giddens, 2012: 505; Doğan vd., 2009: 91; Sayer, 2011: 10). Örneğin kadın için çocuk doğurmak biyolojik cinsiyete dayalı bir rol iken, ev işlerini yapmak toplumsal cinsiyete dayalı bir roldür. Bu roller zaman zaman bireylere yükledikleri anlamlar/görevler açısından eşitsizlik yaratmaktadır. Bu eşitsizliği açıklayan yani toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle ilgili yaklaşımlar genel olarak (1) toplumsal cinsiyet kuramları ve (2) feminist kuramlar şeklinde ikiye ayrılır (Başak, 2013: 222-232). 1.2. Toplumsal Cinsiyet Kuramları Toplumsal cinsiyet kuramları cinsiyet farklılığını “biyoloji, toplumsallaşma, toplumsal roller ve toplumsal durumlar temelinde” açıklamaktadır. Boy uzunluğu, kas gelişimi, çocuk doğurma ve emzirme yeteneği gibi biyolojik özellikler cinsiyet farklılıklarını etkilemektedir. Toplumsallaşmaya göre çocuklar büyüdükçe cinsiyetle ilgili rollerini rol modeli yoluyla aile, arkadaşlar ve kitle iletişim araçları vasıtasıyla öğrenirler. Toplumsal rol kuramına göre kadın ve erkek günlük yaşamlarında farklı rolleri yerine getirmelerinden dolayı davranışları farklılık göstermektedir. Aile içinde anne-baba, karı-koca ve oğul-kızdan farklı beklentiler vardır. İş dünyasında da 1122 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) mesleki roller çoğunlukla cinsiyete göredir. Hemşirelik, sekreterlik, ilk kademe eğitim hizmetleri kadınlara aitken tıp, mühendislik, üst kademe yöneticilik, askerlik ve polislik erkeklere aittir. Şirket içinde ise “erkek” patrondur, güç sahibi ve statüsü yüksek iken “kadın” sekreterdir, güç, saygınlık ve statüsü düşüktür. Toplumsal durumlar, davranışlar üzerinde etkili olan o andaki ortamla ilgilidir ve durumsal baskıları hem erkek hem de kadınlar üzerinde etkili olabilmektedir (Güldü ve Ersoy Kart, 2009: 101-108; Gökdağ, 2013: 138140). Kadınların yönetsel temsil oranını toplumsal bağlamda inceleyen ekonomik kuramlar ikili işgücü piyasası kuramı ve insan sermayesi kuramıdır. (1) İkili işgücü piyasası kuramı işgücü piyasasının birincil ve ikincil işgücü piyasalarından oluştuğunu, birincil piyasaları istihdamın sürekli olduğu, yaratıcılık ve inisiyatif gerektiren, yüksek ücret ve statülü; ikincil piyasaları ise tecrübenin az olduğunu, vasıfsız işgücünün ve istihdam şartlarının olumsuz olduğu, düşük ücret ve statülü piyasaları ifade etmektedir. Bu itibarla ikili işgücü piyasası kuramı kadınların işgücü piyasasındaki düşük istihdam sorunun ve yükselme fırsatının düşüklüğünün nedenini ikincil işgücü piyasasının oluşmasında görmektedir. Kadınlar birincil (eril) işlerde istihdam edildiğinde, yükselme imkânları daha da zorlaşmakta ve ayrımcılık daha belirgin hale gelmektedir. (2) İnsan sermayesi kuramı insana ait bilgi, beceri ve kazanılmış diğer yeteneklerinin değerini ifade eder. Cinsiyet temelli iş ayrışmasını arz talep sorunu içinde bireysel tercih ile açıklamaktadır. Kadınların iş deneyimlerinin ve eğitimlerinin düşüklüğü nedeniyle yönetsel temsillerinin düşük olduğunu ifade eder (Alican, 2007: 22-23). Kadının toplumsal rol ve statüsü ile ilgili sosyolojik kuramlar (1) işlevselcilik ve rol kuramı (cinsiyete dayalı işbölümüne göre kadının rolü çocuk bakımı ve ev işidir. Geleneksel yapı ve ataerkil toplumsal ilişki ve değerler sistemi, kadınların dünyasını özel alan içerisinde tanımlar), (2) ayrı dünyalar miti (iş ve aile yaşamının ayrı olmasıdır. Erkek ev dışında çalışarak para kazanırken, kadın eş ve anne olarak günlük ev işlerini yerine getirmektedir), (3) rol yükleme ve çatışmanın işlevselleştirilmedir (kadınların üstlenmiş olduğu birden fazla rol nedeniyle yaşadığı gerilimdir. “Kadına atfedilen roller erkekler tarafından paylaşılmadıkça kadının yönetsel mekanizmalarda ve çalışma hayatında temsili her zaman düşük kalacaktır”) (Alican, 2007: 27). 1.3. Ataerkil Yapı Bir toplumun paylaştığı değerler, o toplumdaki örgütlerin kültürü ve yapısını şekillendirmede önemli bir unsurdur. Kadın ve erkeğe dünyaya gelişte eşit fırsatlar sunan doğanın aksine, sosyal doğadaki fırsat eşitsizliğini yaratan ataerkil zihniyete vurgu yapılmalıdır (Savcı, 1999: 130). Çünkü ataerkil sistem Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1123 toplumsal cinsiyet rollerinin ve toplumsal cinsiyete dayalı işbölümündeki eşitsizliklerin nedeni görülmektedir (Coşkun ve Öztürk, 2009: 118-119). Kadınlarla ilgili toplumsal stereotipler (önyargılar), tarihsel olarak cinsiyetçi işbölümüne dayanan ataerkilliğin ürettiği bir sonuç olarak görülmektedir (Gökdağ, 2013: 70). Ataerkil anlayış nedeniyle “cinsler arasındaki eşitsizliğin yapılandırılışı cinsiyet (sex) temelinde erkeğin kadına; toplumsal cinsiyet (gender) temelinde ise erilin dişile üstünlüğünü kurgulayacak şekilde ayrışmaktadır” (Başak, 2013: 236-238). Bu stereotipler, basmakalıp ön yargılardır ve belli bir topluluğa ait olan ve o topluluğun en bariz niteliklerini anlatan ifadelerdir (Onay ve Heptazeler, 2014: 78). 1.4. İşgücü Piyasasında Kadının Statüsü Tarihin farklı dönemlerinde kadın ya da erkek olmak veya cinsler arasındaki statü farkları değişik biçimlerde kendini göstermiştir. Bazı dönemlerde kadın olmak bir ayrıcalık, bir statü olurken, başka bir dönemde bu değerlendirme erkek için geçerli olmuştur. Anaerkil ve ataerkil aileler bu değer farklılaşmasının ürünüdür (Çimen, 2008: 324). “Sanayi devrimi ve sonrasında oluşan teknolojik, ekonomik ve toplumsal değişiklikler kadınlara ev içindeki annelik ve ev kadınlığı rollerinin dışında ekonomik faaliyetlere ücret karşılığı daha fazla katılma imkanı yaratmış ve ücretli kadın işgücü kavramının doğmasına yol açmıştır” (Parlaktuna, 2010: 1217). Toplumsal cinsiyet hemen her toplumda önemli bir tabakalaşma biçimidir. Sosyolojide kadınlar ve erkekler arasındaki zenginlik, güç ve ayrıcalığın eşitsiz dağılımı için toplumsal cinsiyet tabakalaşması (ayrımı) terimi kullanılır. Ev içi roller kadınlara, evin dışındaki roller erkeklere yüklenmiş olup erkeklerin rollerine genellikle daha fazla değer yüklenir. Mesleğe bağlı toplumsal cinsiyet ayımı erkeklerin ve kadınların farklı türlerdeki işlere yönelmelerine vurgu yapmaktadır (Başak, 2013: 233). Cinsiyete dayalı mesleki ayrım (tabakalaşma) iki şekilde yapılır. “Dikey ayrım, erkeklerin mesleki hiyerarşinin tepesinde, kadınların ise zemininde kümelenmesini gösterirken; yatay ayrım aynı mesleki düzeyde erkeklerle kadınların farklı işleri yaptığını göstermektedir” (Doğan vd., 2009: 92). Cinsiyete dayalı mesleki ayrımcılık işgücü piyasalarında dikkate alınmaktadır. Yukarıda bahsedilen birincil ve ikincil işgücü piyasaları/ikili işgücü piyasasından başka arz temelli ya da talep temeli yapılanmalar da kadının statüsünü göstermektedir. Kadınların belli tür işleri neden tercih ettiklerini açıklayan teoriler işgücü arzı ile ilgili teoriler iken, işverenin belli işler için neden erkekleri veya kadınları tercih ettiklerini ve kadın veya erkeklerin terfi etmelerindeki farklı fırsatlar üzerinde yoğunlaşmalarını analiz eden teoriler ise talep temelli teorilerdir. Önceden öğrenilmiş ve cinsiyet tabanlı faktörler 1124 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) tarafından belirlenen kültür ve sosyal değerler, bir kişinin mesleki bir işi tercih ederken (arz temelli) veya bir işverenin kişi tercihinde (talep temelli) etkili olabilmektedir (Parlaktuna, 2010: 1218). 1.5. Feminist Kuramlar ve İkinci Dalga Kadın Hareketi Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile ilgili temelde (1) işlevselci ve (2) feminist yaklaşımlardan bahsedilebilir. Doğal farklılıkları dikkate alan işlevselci yazarlara göre erkekler ve kadınlar arasındaki işbölümü biyolojik temellidir. Kadın ve erkekler biyolojik bakımdan en uygun oldukları görevleri yerine getirirler. Bu nedenle kadınların ev işleri ile ailevi sorumluluklara odaklanması, erkeklerin ev dışında çalışması gerektiği düşünülür. Feministler ise işbölümünün biyolojik temelleri bulunduğu ve toplumda doğal görev paylaşımı olduğu görüşünü eleştirirler ve insanların kendilerinden kültürel olarak beklenen rollere göre toplumsallaştığını belirtirler (Giddens, 2012: 515516). “Feminizm, 18. yüzyılda İngiltere’de doğan, cinsler arasındaki eşitliği kadın haklarının genişletilmesiyle sağlamaya çalışan bir toplumsal harekettir” (Marshall, 1999: 240). Kadının toplumsal rol ve statüsü ile ilgili feminist kuramlar hak ve eşitlik kavramlarıyla ortaya çıkmış, günümüzde kamusal ve özel alanda kadını ikincilleştirme/itibarsızlaştırma, ezilme süreçlerini toplumsal cinsiyet temelinde sorgulayan bir özgürleşme hareketine dönüşmüştür (Alican, 2007: 29). Feminist kuramlar (1) liberal, (2) sosyalist ve (3) radikal olarak üçe ayrılmaktadır. Liberal feminizm, cinsiyet eşitliğinin olabilirliğini ortaya atan ilk kuramdır ve toplumsal cinsiyet temelli farklılaşmanın kaldırılmasını önermektedir. Sosyalist feministler, işgücü ve aile de dahil olmak üzere ekonomik ilişki ağları içinde ataerkil kapitalizmin toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılığın temel nedeni olduğu için sorgulanması gerektiğini belirtmektedirler. Radikal feministler ise kadınlara uygulanan baskıyı açıklamak için ataerkil sisteme önem atfetmektedirler ve bu nedenle erkekleri kadınların ezilmesinin temel kaynağı olarak görürler (Ersoy Çak, 2010: 103). “Ataerkil güç, biyolojik cinsel farklılıklara atfedilen sosyal anlamlara yaslanmaktadır. Patriyarkal ideoloji erkekleri sosyalleşme sürecinde hareketlilik, güç, inisiyatif, üretim ve rasyonalite gibi nitelikle donatırken kadınlara ev işleri, çocuk doğumu ve bakımı ile erkeğin cinsel objesi olmayı yüklemiştir” (Aktaş, 2013: 63). Feminist araştırmalar ev içi iş-ev dışı iş, kamusal alan-özel alan, doğal-kültürel ayrımlarını eleştirmektedirler (Ersoy Çak, 2010: 103). “Feminist teoriler kadınların ataerkil toplumsal düzen yapısı içinde değersizleştiklerini varsaymakta ve bunun nedenini sorgulamaktadırlar” (Aktaş, 2013: 62). Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1125 Modern sosyoloji kuramlarından feminist kuram ilk olarak 18. yüzyıl Aydınlanma döneminde bireysel özgürlükler, eşitlik, hak arayışı şeklinde ortaya çıkmışken, 1960’lı yıllardaki ikinci dalga feminizm biyolojik cinsiyet (sex) ile toplumsal ve kültürel olarak inşa edilen toplumsal cinsiyet (gender) arasında bir ayrımı vurgulamaktadır. Kadın ve erkeklerin farklı biyolojik özelliklere sahip olması eşitsizliği açıklamada yetersiz kalmakta ve eşitsizlik toplumsal ve kültürel olarak üretilen bir güç ilişkisi olmaktadır. Bu toplumsal ve kültürel süreçler, tarihsel ve mekansal olarak değişen toplumsal cinsiyete dair fikir ve uygulama sistemleri, kadın ve erkeklere farklı rol ve sorumluluklar yükleyen toplumsal cinsiyete dayalı bir işbölümü yaratmaktadır. Toplumsal yaşam, cinsiyete dayalı işbölümü temelinde belirlenen kadın ve erkek rol ve sorumluluklarına göre özel alan (ev merkezli, anne ve eş rolleri) ve kamusal alan (ev dışı evi geçindiren aile reisi rolü) gibi iki farklı alanda tanımlanmaktadır. Kamusal alan ön plana çıkarılarak, cinsiyete dayalı işbölümü, kadın emeği, erkek egemenliği gibi özel alanla ilgili konular feministlerce sorgulanmaya başlamıştır. Erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu egemenlik, baskı ve kontrol sistemini ifade eden ataerkillik, kadınların ezilmişliği gibi konuları analiz eden feminist kuramların hepsi özel alanın inceleme konusu olması gerektiği düşüncesini paylaşmaktadır (Koçak Turhanoğlu, 2012: 21-22). Birinci dalga feminizm (liberal) dönemindeki düşünceye göre “kadınlara ve erkeklere eşit olanaklar, eşit fırsatlar sağlandığında toplumsal ve siyasal eşitlik sağlanabilecekti”, fakat birinci dalga feminizmin toplumsal ve siyasal eşitlik mücadelesi sonucu ortaya çıkan kazanımları ataerkilliğin özellikle hane içerisinde kadına getirdiği sınırlılıkları ortadan kaldırmamıştır. Özellikle ataerkil toplumsallaşma süreci, bu sınırlılıkların hane içerisinde sürdürülmesine neden olmuştur. Bu durum 1960’larda ortaya çıkan ikinci dalga feminizmin gündemini özel alan ve özel alandaki eşitsizlikler bağlamında biçimlendirmiştir. Bu akıma göre özel alan siyasetten ve güç ilişkilerinden bağımsız alan değildir (Karkıner, 2013: 33-34) ve toplumsal cinsiyetten kaynaklanan ve kadınların gündelik yaşamlarında karşılarına çıkan sorunlar, kişilere özel ya da belli durumlara has değildir. Tüm bunlar bir sistemin yani ataerkil bir düzenin ürünüdür (Çakır, 2010: 415-436). İkinci dalga feminist kuramlar (kültürel, radikal, marksist) kadınlar ile erkeklerin eşit yasal haklara sahip olmasına rağmen (liberal feministlerin söylemi), kültürel ve ataerkil yapı nedeniyle kadınlara yönelik negatif ayrımcılığın devam ettiğini vurgulamaktadırlar. Türkiye’de T.C. Anayasası’nın 10. Maddesi’nde “kadın ve erkekler eşit haklara sahiptir” (www.tbmm.gov.tr, 13.05.2016); 4857 sayılı İş Kanunu’nun 5. Maddesi’nde “iş ilişkisinde cinsiyete dayalı ayrım yapılamaz” (www.tbmm.gov.tr, 13.05.2016) denmektedir. Türkiye’nin onayladığı ILO sözleşmelerinden 45 No’lu Yer Altı İşleri 1126 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) (Kadınlar) Sözleşmesi’nin 2. Maddesi’nde, “Kadın cinsinden hiç bir şahıs, yaşı ne olursa olsun maden ocaklarında yeraltı işlerinde [kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi] çalıştırılamaz” (www.ilo.org, 23.03.2016; Cengiz vd., 2012: 17) ilkesi dışında kadınlar her türlü işte çalışabilecek haklara sahiptirler. Dolayısıyla yasalardan ziyade ataerkil toplum yapısının kadın çalışanlara koymuş olduğu engellerden bahsedilebilir. Doğumla birlikte başlayan bu dişi ve erkek ayrımına göre toplumsal rol dağılımı yapılmakta, kadınlar erkeklerce “öteki” olarak konumlandırılmakta, toplumda özne yerine nesne olarak görülmekte ve kadınlar özel alana erkekler ise kamusal alana yönlendirilmektedir (Bilican Gökkaya, 2015: 63). 2. Şirketlerde Cinsiyet Ayrımcılığıyla İlgili Kavramlar Şirketlerde cinsiyete dayalı mesleki ayrımcılığın göstergesi olarak cam tavan (glass ceiling), cam uçurum (glass cliff), cam asansör (glass elevator), cam yürüyen merdiven (glass escalator), göstermecilik/göstermelik ödün verme (tokenism), çifte açmaz (double bind), cam duvar (glass wall) ve cam labirent (glass labryrinth) gibi kavramlar izleyen bölümde açıklanmıştır. Cam tavan şirket gelenekleri ve önyargılar tarafından kadınların üst kademelere yükselişindeki görünmeyen engelleri (Dzanic, 2009: 9), cam uçurum hata riski göreceli olarak yüksek olan tehlikeli üst yönetim pozisyonlarına kadınları atama eğilimini (Ryan ve Haslam, 2005: 81), cam asansör veya cam yürüyen merdiven özellikle kadın egemen işlerde kurumsal hiyerarşi içerisinde erkekleri daha hızlı bir şekilde yukarı çıkaran yapılar ve uygulamaları (Williams, 1992: 253), cam duvar kadınların üst düzey yönetici olmaları yolunda yatay (yana doğru) hareketi kısıtlayan ve belirli tür faaliyet/sektör alanlarında kadını tutan (yatay tabakalaşma) görünmez bir engeli (Sabharwal, 2013: 399), cam labirent kariyer yolu boyunca kadını uygun pozisyona ulaşmaktan alıkoyan ve kadının karşılaştığı tüm engelleri (Eagly ve Carli, 2007), göstermecilik kadınları ve azınlık grup üyelerini kapsayacak şekilde göstermelik bir çaba, terfi veya jest yapma politikasını (Kanter, 1977) ve çifte açmaz çatışan iki talep tarafından tuzağa düşürülen kadın yöneticinin ne yaparsa yapsın başarılı olamayacağı [aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık atasözünde olduğu gibi] bir durumu ifade eder (Lamsa vd., 2012: 8). Bu cinsiyet ayrımcılığı kavramlarının kuramsal temelleri, kadınlara uygulanan cinsiyet ayrımcılığında “ikinci dalga” feminist kuramlar bağlamında, ataerkil zihniyete ve kültüre bağlanarak ele alınabilir (Başak, 2013: 232). Bu çalışmada cam tavan ve cam uçurum kavramlarının üzerinde durulacaktır. Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1127 2.1. Cam Tavan Kavramı “Cam tavan kavramı cinsiyete dayalı mesleki ayrımcılık konusu olan terfi ayrımcılığı ile açıklanmaktadır” (Parlaktuna, 2010: 1222). Varlığı bilinen, fakat adı konulmayan cam tavan ilk olarak Carol Hymowitz ve Timothy D. Schellhardt tarafından 24 Mart 1986 tarihinde Wall Street Journal’da yayınlanan bir makalede (Cam Tavan: Neden Kadınlar Üst Yönetim Pozisyonlarını Onlara Kapayan Görünmeyen Engelleri Aşacak Gibi Görülmez) kadınların üst düzey yönetici olmaları yolunda engellenmeleri ve kurumların gelenek ve önyargıları ile bağdaşan bir kavram olarak ortaya çıkmıştır (Lockwood, 2004: 2). Kadınların üst düzey yönetim pozisyonlarına ulaşmada yaşadığı güçlükleri ifade eden cam tavan önemli bir sorundur ve kadınların gelişmesine mani olan engelleri ifade eden, saydam olmasından dolayı üstü örtülü bir metafor (benzetme) olarak bilinir. Kadınların yükselmesini bloke eden görünmez bir bariyer olarak o kadar güçlüdür ki kadınların yönetimsel hiyerarşi içerisinde yukarı çıkışını engellemektedir. Cam tavan sebebiyle kadınlar sadece belirli bir seviyeye (dikey tabakalaşma) çıkabilmekte ve bu genellikle orta seviyeli yönetim pozisyonları olmaktadır (Lamsa vd., 2012: 8). “Cam tavan çalışma hayatında kadın çalışanların üst kademelere yükselmesini engelleyen işletmenin önyargıları ve stereotipi olarak tanımlanan birçok engelin birleşmesi” olarak ifade edilmiştir (Anafarta vd., 2008: 114). Yıldız’ın (2014) Türkiye’de yaptığı bir çalışmanın bulgularına göre cam tavan sorunu son derece ciddidir. Bulgulara göre sadece milletvekili, dekan, banka genel müdürü ve banka üst yönetim üyeleri seviyesinde kadın oranı %10’ları biraz aşmıştır. Ayrıca bu araştırma vali, vali yardımcısı, kaymakam, belediye başkanı, başbakan, bakan, müsteşar ve rektörler düzeyinde de kadın oranının çok düşük seviyelerde kaldığını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. 2.1.1. Cam Tavana Neden Olan Faktörler İşyerlerinde cam tavanın neden olan faktörler şirket politikaları ve uygulamaları, eğitim ve kariyer geliştirme, terfi politikaları, ücret uygulamaları, davranışsal ve kültürel açıklamalar, iletişim sitilleri, basmakalıplar, tercih edilen liderlik sitilleri, güçlü şirket kültürü, statükoyu sürdürmektir (Lockwood, 2004: 3). Ayrıca kadınların yönetsel pozisyonlarda yer alamamasına neden olan diğer faktörler; ataerkil toplum değerleri ve geleneksel roller (kadın toplumdaki yeri eş ve annedir), cinsiyet temelli ayrışma (kadının cinsiyetinden dolayı), kendine güven eksikliği, zirvede yalnızlık korkusu, kraliçe arı sendromu (erkeklere özenmesi), mobinge yenilme ve basmakalıplardır (Yılmaz, 2013: 24). Kuramsal kısımda bahsedilen bilgiler ışığında, işletme bilimi yazınında cam tavana neden olan faktörler genel olarak üç başlıkta toplanmıştır. Bunlar; 1128 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) bireysel faktörler, örgütsel faktörler ve toplumsal faktörlerdir (Güldal, 2006: 68; Sezen, 2008: 11; Anafarta vd., 2008: 115; İraz, 2009: 278; Doğru, 2010: 49; Erkılıç, 2011: 21; Günden, 2011: 31). İzleyen bölümde bu faktörler ayrıntılı biçimde ele alınacaktır. 2.1.1.1. Bireysel Faktörler Bireysel faktörler açısından kişilik, toplumsal cinsiyetçi rol modelleri, öğrenilmiş çaresizlik, kraliçe arı sendromu, çoklu rol üstlenme, kişisel tercihler vb. unsurlara değinebilir (Günden, 2011; Erkılıç, 2011: 21; Yılmaz, 2013: 24; Karcıoğlu ve Leblebici, 2014). Genetik, çevre ve deneyim sonucu oluşan kişilik, kadınların birey olarak var olma mücadelesinde önem arz etmektedir. Özgüven eksikliği olan, kararsız ve ne istediğini bilmeyen bir kişilik cam tavana maruz kalabilir (Örücü vd., 2007: 119). Öğrenilmiş çaresizlik sendromu; “kişinin harekete geçememesi, kendi hayatını kontrol edememesi ve geçmişte tecrübe edindiğinden dolayı kontrol altına alamadığı durumlar ve sorunlar” olarak tanımlanmaktadır (Düzgün ve Hayalioğlu, 2006: 405; Ersever, 1993: 621). Erkek egemen ağırlıklı ataerkil bir toplumdaki toplumsal ve kültürel kalıpların bireylere aktarılmasını ifade eden toplumsal cinsiyet aynı zamanda kadınları öğrenilmiş çaresizliğe de sürüklemektedir (Bilican Gökkaya, 2015: 53). Kraliçe arı sendromu; “bir nevi kadınların kadınları çekememesinden kaynaklanan ancak toplumsal normlar gereği ifade edilmeyen bir kavram” olarak ortaya çıkmıştır (Günden, 2011: 25). Kadının kadını çekememesi, rekabet algısına etki eden kişilik ve mizaçla ilgili etmenlerden de kaynaklanabilir (Zel, 2002), fakat “çekememezlik” her iki cinsiyet için de geçerli olabilir. Çoklu rol üstlenme, kadınların, hem annelik ve eşlik görevini yerine getirmeleri hem de çalışan kadın pozisyonunda olmaları dolayısıyla birden fazla rol üstlenmelerini ifade etmektedir. Kadınlar, bu görevlerinin her birini aynı oranda yerine getirmeyi üstlendiği için rol çatışması yaşayabilmektedir (Erbay ve Tuncay, 2006: 26-27). Kadınların kişisel tercih ve algıları, kadınların içinde bulundukları rol çatışması nedeniyle ya arka planda kalmayı ya da daha düşük seviyedeki yönetici pozisyonlarını tercih etmelerine yol açmaktadır (Yılmaz, 2013: 47). 2.1.1.2. Örgütsel Faktörler Örgütsel faktörler açısından doğru işe doğru eleman alımını sağlayacak örgüt politikaları, fırsat eşitliği yaratacak bir örgüt kültürü, örgüt iklimi, mentorluk desteği, ve informal (biçimsel olmayan) iletişim ağlarına katılmaya destek olma vb. unsurlara değinilebilir (Günden, 2011: Erkılıç, 2011: 21; Yılmaz, 2013: 24; Karcıoğlu ve Leblebici, 2014). Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1129 Örgüt kültürü, örgüt üyelerinin paylaştığı değerleri ifade etmektedir ve kadın çalışanların örgüt içerisinde daha üst pozisyonlara geçebilmelerinde önemlidir. İnsanı dikkate alan ve cinsiyet ayrımcılığı yapmayan örgütlerde kadınların daha başarılı olduğu görülmektedir (Ergeneli ve Akçamete, 2004: 89). Örgüt politikaları, çalışanlara yol gösteren ve rehberlik eden ilkeleri ifade etmektedir. Bunlardan birisi de örgütün benimsemiş olduğu kadın ve erkek fırsat eşitliğine dair politikalardır. Kadın çalışanların üst seviyelerde yönetici olmalarını istemeyen veya kadın çalışanların ilerlemelerini tasvip etmeyen yöneticilerce bu politikalar oluşturulabilir (Çetin, 2011: 75). Örgüt iklimi, “örgütün nesnel özelliklerinin çalışanlar tarafından nasıl göründüğünü ifade eden bir kavramdır” (Soysal, 2010: 104). Kadınlara olumlu yaklaşan örgütlerde, kadın çalışanlar üst pozisyonlara yükselebilmekte iken kadınlara olumsuz yaklaşan örgütlerde, kadın çalışanlar ya geri planda kalmayı tercih etmekte ya da görevlerinden ayrılmayı tercih etmektedir (Doğru, 2010: 47). Mentorluk (Rehberlik), örgütün sahip olduğu tecrübeli bir elemanı ile tecrübesiz bir elemanı arasında gerçekleşen pozitif yönlü kişisel ve performansa dayanan ilişkileri geliştirmeyi ifade etmektedir (Anafarta vd., 2008: 118). Mentorluk, kadın çalışanların cam tavandan korumasını amaçlayan bir faktördür (Çelik, 2011: 300). İş yaşamında bir mentordan yardım alan kadın üst pozisyonlara daha güvenle yükselebilmekte ve daha başarılı olabilmektedir (Karaca, 2007: 61). Fırsat eşitliğinin olmayışı, örgütlerde kadın çalışanların erkek çalışanlar ile eşit olarak görülmemesidir (Sezen, 2008: 11). Örneğin; örgüt ile ilgili bir seminer ya da toplantıya bir kişi gönderilecekse bu gönderilen kişi erkek olmaktadır. Bunun bir nedeni, kadın çalışanların örgütü iyi temsil edemeyeceği düşüncesidir (Güldal, 2006: 68). İnformel iletişim ağlarına katılamama diğer bir engeldir. Kadınlar, işletme çalışanları arasında hangi projelerin ilgi gördüğünü, hangi projelerin ya da olayların kurumdaki çalışanları ilgilendirdiğini ağlara katılamama nedeniyle bilemeyebilirler (Özyer ve Orhan, 2012: 974). Kadınlar bu ağların dışında kalmakta (Soysal, 2010: 100) iken ağ içerisinde yer alan çalışanlar bir görevde yükselme olduğunda birbirlerine destek vermekte, referans olmakta ve sosyal açıdan birbirlerine yardım etmektedirler (Çetin, 2011: 81). 2.1.1.3. Toplumsal Faktörler Toplumsal faktörler bu çalışmanın kuramsal kısmını oluşturduğundan, ataerkil toplum yapısı, toplumsal cinsiyet, feminist kuramlar ve basmakalıp yargılara kuramsal kısımda yer verilmiştir. 1130 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) 2.1.2. Cam Tavanı Aşmaya Yönelik Stratejiler Kadınların cam tavanı aşmasına yönelik bireysel ve kurumsal stratejiler de geliştirilmiştir. Bireysel stratejiler üniversite ve mesleki eğitim programlarına katılma, beklenenden yüksek performans sergileme, mentordan yardım alma, kişisel yaşamdan feragat etme, sosyal ilişki geliştirme ve kariyer geliştirme programlarına katılma stratejisi iken, kurumsal stratejiler ise erkek egemen kültürü değiştirmek, aile dostu işyerleri oluşturmak ve pozitif ayrımcılıktır (Lockwood, 2004: 7; Yoğun Erçen, 2008: 29; Aksu vd. 2013: 136). 2.2. Cam Uçurum Kavramı Cam uçurum kavramı ilk defa Ryan ve Haslam (2005)’ın çalışmalarında kadınlar için olumsuz bir durumu ifade etmek için kullanılmıştır. Judge’ın (2003) The Times adlı gazetede yayınlanan yazısına (Yönetim Kurulunda Kadınlar: Yardım veya Engel?) eleştiri olarak bu kavram ortaya atılmıştır (Ryan ve Haslam, 2005: 82). Judge (2003) çalışmasında kadınları yönetim pozisyonuna atayan Birleşik Krallık’taki (BK) 100 büyük şirketin durumunu sorgulamış ve yönetim kurullarına kadınları atayan şirketlerin yönetim kurullarında sadece erkeklerin bırakıldığı şirketlere göre performansının kötüye gitme eğiliminde olduğunu ortaya çıkarmıştır. İngiltere’deki şirketlerin yönetim kurullarında kadınların olmadığında daha iyi olacağını yani yönetim kurullarına kadınları atayan şirketlerin performansının düşeceğini öne süren Judge’ın (2003) aksine, Ryan ve Haslam (2005: 81-90) BK’daki 100 şirketin yönetim kurullarına kadınların ve erkeklerin atanmasından önceki ve sonraki şirket performanslarını analiz etmişler ve cinsiyet ile bağlama (örgütsel koşul) göre atamaların farklılaştığını ortaya çıkarmışlardır. Buna göre yönetim kurullarına veya üst kademe yönetim pozisyonlarına erkekleri atayan şirketler, atamadan önce ve sonra istikrar ve büyüme yaşamaktadır. Büyük bir çoğunlukta kadınları yönetim pozisyonlarına atayan şirketlerin kadınları daha yüksek pozisyona terfi ettirmeden önce daha az başarılı oldukları ve finansal performans güçlüğü yaşadıkları gözlenmiştir. Dolayısıyla cam uçurum, cam tavanı aşan çoğu kadının riskli pozisyonlara atanması fenomenini tanımlamak için kullanılan bir kavramdır (Haslam ve Ryan, 2008: 531). Bu pozisyonlar kadının statüsünü iyileştirmediği gibi yönetimdeki kadınlar hakkındaki ön kabulleri de ortadan kaldırmaz, aksine negatif basmakalıplara ve ayrımcılığa sürükler. Kadınların cam tavan engeline takılması ve erkekler gibi cam asansöre giriş yapamaması nedeniyle bu kavramları genişleten Ryan ve Haslam (2005) hata riski göreceli olarak yüksek olan tehlikeli üst yönetim pozisyonlarına kadınları atama eğilimi olan cam uçurum kavramını ortaya atmışlardır. Bu tehlikeli pozisyonlar bir lider olarak kadının itibarına ve gelecek kariyerine Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1131 zarar verecek olmasına rağmen bu pozisyonlar kadın adaylar için “iyi fırsatlar” olarak algılanabilir. Ancak bu durum aynı nitelikteki erkek adaylar için bu şekilde algılanmaz (Chambers, 2011: 4-5). Cam uçurum, kadın yöneticilerin cam tavan engelini kırdıktan sonra üst düzey pozisyonlarda tecrübe edindikleri görünmeyen bir engeldir (Dzanic, 2009: 10). Buna göre cam uçurum, kadınların bir işte yüksek bir risk bulunduğunda üst düzey yöneticilik pozisyonuna getirilmesidir. Diğer yandan cam uçurum sadece kadınların üst pozisyonlara yükselmesini ifade etmemektedir. Aynı zamanda azınlıkların üst düzey yöneticiliğe gelememesini de kapsamaktadır (Kulich vd., 2014: 85). Başka bir tanımda ise cam uçurum, kadınların bir kaybet-kaybet durumunda tehlikeli pozisyonlara atanabileceği ve aslında başarılı olması zaten mümkün olmayan kadın yöneticinin, başarı için gerekli kaynak ve desteğin verilemediği kriz dönemindeki başarısız örgütlerde, şamar oğlanı gibi azarlanabileceklerini vurgulamaktadır (Hall ve Donaghue, 2012: 635-636). Kadınların erkek yöneticilerden daha fazla strese maruz kalmaları nedeniyle, örgütlerinde üst düzey bir yöneticilik teklifi geldiğinde, örgütün kriz durumunda ya da kötü bir durumda olduğuna bakmaksızın sırf erkek yöneticilere üstünlük sağlamak ve bu fırsatı değerlendirmek amacı ile bu teklifleri kabul ettikleri ve gelecekte karşılaşacakları engelin ise farkında olmadıkları gözlenmiştir (Ryan vd., 2010: 57). Buna göre, kadınların yönetici pozisyonuna atanmaları genel olarak örgütlerin hisse senedi fiyatının düştüğü dönemlerde ve örgütün zarar durumunda olmaktadır (Rink vd., 2013: 382). “Kriz düşün kadın düşün” bakış açısına göre olumsuz dönemlerde öncelikli olarak kadınları yönetici olarak görevlendirme gibi bir düşünce ortaya çıkmaktadır (Ryan vd., 2011: 470). Kriz ve başarısızlık durumlarında üst düzey pozisyonlara getirilen kadınlar, bu durumda psikolojik bir baskı ile karşı karşıya kalabilmekte ve iyi birer yönetici olmadıkları düşünülerek örgütün olumsuz durumundan sorumlu tutulup eleştirilebilmektedirler (Wilson-Kovacs vd., 2006: 676). Tehlikeli bir pozisyona getirilen kadın yönetici başarısız olduğunda eleştirilecek ve bu durumda tekrardan eski alt kademe pozisyonuna geri dönmesine neden olunacaktır (Terjesen vd., 2009: 330). Bu durum toplumsal cinsiyet ile ilgili önemli bir kariyer engeli olması nedeniyle dikkate değerdir. Örgütün kriz dönemlerinde yöneticiliğe getirilen bir simge (token) olan kadın, örgütün kaynak ve desteğinden yararlanamayacak ve iyi bir yönetici olarak düşünülmeyecektir (Rantala, 2010: 34). Bu itibarla, kriz dönemlerinde ve durumu iyi olmayan şirketlere atanan kadın, şirketin kötü durumdan dolayı adaletsiz bir şekilde eleştirilecek, azarlanacak, kınanacak ve sonuçta toplumun gözünde “en iyi yöneticinin erkek yöneticiler olduğu” imajı yaratılarak, kadın 1132 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) yöneticilerin psikolojilerinin bozulmasına ve kadın yönetici sayısının azalmasına neden olunacaktır (McDonald, 2011: 24). Şekil 1’de gösterildiği gibi cam tavanı aşan kadın liderler önce cam uçurumlu pozisyonlara getirilmekte ve bu riskli ve olumsuz şirket performansının olduğu pozisyonlarda stres altında çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Stres ve baskıya maruz kalan kadınlar, işini iyi yapamadıkları düşüncesiyle eleştirilmekte, küçük düşürülmekte ve örgütsel kimliksizleştirme gerçekleşmektedir. Nihayetinde kadının liderliğinden memnun olmayan erkek yöneticiler, kadınların iyi birer lider olmadıklarını gösterdikten sonra kadın liderler kariyer platosuna girmekte, daha az prestij ve para sağlayacak pozisyona geri düşmekte, hatta örgütten ayrılmayı düşünmektir (Ryan ve Haslam, 2006: 46). Şekil 1. Cinsiyet - Stres - Kimliksizleştirme Modeli Kadın Liderler Cam Uçurum Pozisyonları Stres Örgütsel Kimliksizleştirme Örgütsel Çıkış Kaynak: Ryan ve Haslam, 2006: 46. Yukarıda bahsedilen bütün kavramsal çerçeve dikkate alındığında, bu makale yazarlarına göre cam uçurum kavramı, kadının yetkinliğinden dolayı ya da şirketi başarıya ulaştıracağı beklendiğinden değil, sadece kariyer hedeflerinden uzaklaştırmak, stres altında kalmalarına neden olmak ve başarısızlığın sorumlusu ilan etmek için şirketlerin olumsuz finansal performans dönemlerinde kadınların üst kademelere getirildiği pozisyonları ifade etmektedir. Bir cinsiyet eşitsizliği yaratan bu cam uçurum pozisyonları, zarar eden bir şirkette üst kademe yöneticiliği olabileceği gibi zorlu bir projede yöneticilik, riskli bir davada avukatlık veya yoğun rekabetli seçim ortamında adaylık vb. olabilir. 2.2.1. Cam Uçurumun Boyutları Yazında kadın yöneticilerin kriz dönemlerinde örgütlerde “hileli üst düzey yönetici pozisyonuna” itilerek başarısız olmasında, yani cam uçuruma Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1133 sürüklenmesinde yetenek/uygunluk, liderlik ve güven boyutları kullanılmıştır (Ak Kurt, 2011; Chambers, 2011; Dzanic, 2009; Uyar, 2011). Uygunluk/Yetenek: Bir yöneticinin uygunluğu/yeteneği o kişinin yönetici pozisyonuna atanmasında dikkate alınabilir (Ak Kurt, 2011: 18; Uyar, 2011: 15). Yetenek, bir yöneticiyi nitelikli yapan ve belirli bir üst yöneticilik pozisyonuna uygun olmasını sağlayan bir kavramdır (Chambers, 2011: 8). Kadınların sosyal yetenekleri kazanmak ve takipçilerini kriz zamanında yanında tutabilmek için bilgili olması gerekmektedir. Bilindiği gibi örgütlerde kadın veya erkek yöneticilerden beklenen roller bulunmaktadır. Kadın yöneticilerin de en az erkekler kadar kriz zamanlarında üstlendikleri görevleri layıkıyla yerine getirebilmeleri beklenmektedir. Aksi takdirde eleştirilmeleri kaçınılmazdır (Higgs ve Rowland, 2000: 118). Bu itibarla kadınlar hileli olarak olumsuz dönemde daha uygun algılanabilmektedirler. Liderlik: Liderlik stili, üst düzey yöneticilik pozisyonlarına atanmada dikkate alınabilmektedir (Dzanic, 2009: 18; Ak Kurt, 2011: 17; Uyar, 2011: 15). Kadın veya erkeğin liderlik tarzı da kriz zamanlarında önemli olmaktadır (Chan ve Drasgou, 2001: 481). Liderlik, bir kişinin takipçilerini kendi görüşleri doğrultusunda etkileyebilme ve tesiri altına alabilme kabiliyetidir. Riskli pozisyonlar daha fazla strese dayanıklılık gerektirmektedir. Bu itibarla kadının özellikleri değerlendirildiğinde, kadının iyi bir yönetici olamayacağı düşüncesi, cinsiyet kalıpları ile ilişkilendirilebilir (Uyar, 2011: 18). “Kriz düşün-kadın düşün” bağlamında erkek ve kadın yöneticilerin her zaman aynı şekilde yönetici olmadıkları, kriz dönemlerinde kadınların, normal dönemlerde ise erkeklerin yönetici olarak atandıkları belirtilmektedir (Ryan vd., 2011: 471472). Bu itibarla kadınlar hileli olarak olumsuz dönemde iyi bir lider algılanabilmektedirler. Güven: Bir yöneticiye olan güven, üst yöneticilik pozisyonuna atanmada dikkate alınabilir (Chambers, 2011: 7). Güven, bir tarafın diğer taraftan bireysel olarak faydalanacağı, karşı tarafın kendisini sömürmeyeceği ve hiç olmazsa kötülük ile yüz yüze kalmayacağı hususunda karşılıklı olarak geliştirilen pozitif bir tutumdur (İşcan ve Sayın, 2010: 196). Liderlerin karar verme gücüne duyulan güven takipçiler için huzurlu bir çalışma ortamı sağlamaktadır. Takipçiler erkek ya da kadın liderlerinin amaçları başarma yeteneğine de güvenmek istemektedirler (Dirks ve Ferrin, 2002: 612). Fakat “önyargıların” güvene ilişkin liderlik algılarını etkileyebilecek bir faktör olarak kabul edilmesi gerekir. Bunun kabul edilmesi ise liderlik ile ilgili önyargıları ve işgücünün karşılaşmış olduğu engelleri, hem kadınlar hem de diğer sosyal azınlıklar açısından daha net olarak ortaya koyabilmektedir (Chambers, 2011: 7). Bu itibarla kadınlar hileli olarak olumsuz dönemde daha güvenilir algılanabilmektedirler. 1134 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) 2.2.2. Cam Uçuruma Neden Olan Faktörler Yukarıda bahsedilen toplumsal kuramlar ışığında işletme yazınında cam uçuruma neden olan muhtemel faktörler bireysel (kişilik ve cinsiyet) ve örgütsel (örgütsel performans, örgütsel faktörler, grup dinamikleri ve çelişik duygulu cinsiyetçilik) düzeyde incelenebilir (Glick ve Fiske, 2001: 109; Turner, 2006: 6; Ersoy, 2009: 210; Uyar, 2011: 18; Ak Kurt, 2011: 8). 2.2.2.1. Bireysel Faktörler Bireysel faktörler bağlamında kişilik ve cinsiyet ele alınabilir. İnsanı kendine özgü ve benzersiz bir varlık olarak yansıtan bireysel özellikleri ifade eden kişilik, stresle başa çıkmada ya da bazı üst görevleri tercih etmede etkili olabilmektedir. Özellikle stresle başa çıkmada zorlandığı düşünülen kişilik tipleri, cam uçurum pozisyonlarında daha başarısız olabilirler. İlginç bir şekilde olumsuz koşullarda kadınlar iyi birer stres yöneticisi olarak algılanırlar. Bazı kişilik tipleri ise riskli pozisyonları öngöremeyebilir yada özellikle isteyebilir. Cinsiyetteki değişimler de yöneticilerin yetenek, liderlik ve güven düzeylerinde farklı algılamalara neden olabilmektedir (Ak Kurt, 2011: 8; Chambers, 2011: 8). Cinsiyet, kişinin biyolojik durumu için ortaya konan nüfussal bir ayırımdır (Ersoy, 2009: 210). “Yönetici düşün - erkek düşün” varsayımına göre yönetici akla geldiği zaman, bu kişinin erkek olması gerektiği ve kadınların yönetici olarak düşünülmedikleri, yani kadının yöneticilik vasfının bir eksiklik olduğu ifade edilmektedir (Ryan vd., 2011). Buna göre kadınların yönetici olarak atanmaları, kadınların başarısız olmalarını beklemek için bir eğilimdir. Dolayısıyla kadın yöneticiler daha çok kriz dönemlerinde şirketlere atanmış ve zaten kötü bir durumda olan bir şirketi veya bir projeyi yönetemediklerinden dolayı kadınların cinsiyetine vurgu yapılarak iyi birer yönetici olmadıkları ileri sürülmüştür (Ryan ve Haslam, 2009: 14). 2.2.2.2. Örgütsel Faktörler Örgüsel faktörler bağlamında farklı unsurlar ele alınabilir. Örgütsel performansın başarılı ya da başarısız olması, yöneticilerin yetenek, liderlik ve güven düzeylerinde farklı algılamalara neden olabilmektedir (Uyar, 2011: 18). Kadın yöneticilerin üst düzey yönetici pozisyonuna normal dönemlerde gelmeleri zordur. Ancak örgütün kriz döneminde üst düzey yöneticiliğe getirilmeleri mümkündür. Liderlik için kadın yöneticilerin üst düzey yöneticilik pozisyonuna getirilmeleri kriz dönemlerinde olmaktadır (Uyar, 2011: 21). Buna göre kadın yönetici sadece şirketin performansı kötüleştiğinde üst düzey yönetici olabilir (Cook ve Glass, 2013: 169). Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1135 Örgütsel faktörlerdeki değişimler yöneticilerin yetenek, liderlik ve güven düzeylerinde farklı algılamalara neden olabilmektedir (Uyar, 2011: 20). Örgütsel faktörler, örgütü etkileyen her türlü maddi ve manevi faktörler olarak tanımlanmaktadır (Köse vd, 2001: 219). Bu faktörler kadınlara olan bakış açısının vurgulanmasını açıklamak için ortaya konan kadına verilen destek ve tanıma eksikliği, iş özelliklerinde karmaşıklık, zor anlaşılır hedefler, erkek egemen ve resmi olmayan ağlardan dışlama, bilgi ve günlük görevleri gerçekleştirmek için gerekli kaynak eksikliğidir. Bu eksiklikleri olan kadın yöneticiler üst düzey yönetim pozisyonlarına kriz dönemlerinde getirilmektedir (Uyar, 2011: 20-21). Grup Dinamiklerine göre grup içinde olan yöneticilerin üst düzey yöneticiliğe gelmeleri konusunda desteklenmeleri grup dışında olanlara göre daha fazladır (Chambers, 2011: 10). Grup dinamiği, belli amaçlar için bir araya gelen insanların bu amaçları sürdürebilmek için belli değer yargıları, görüşleri ve çıkarları sürdürmelerine yönelik bir harekettir (Gönüllü, 2001: 191). Grup içinde ve grup dışında olan üyeler farklı davranışlar gösterebilir. Grup içinde olan üye, muhtemelen koruyucu ve iyileştirici politika uygulayacaktır ve ileride üst düzey lider olabilmesi için kendisine zemin hazırlayacaktır (Turner, 2006: 6). Grup dinamikleri ve sosyal kimlik teorisi bağlamında kadınların, karar verici pozisyonlarında olan erkekler tarafından grup dışı üye olarak düşünüldüğü için, riskli pozisyonlara atanmaları daha olasıdır (Uyar, 2011: 22). Ayrıca grup içi üyeler grup dışı üyelerden daha fazla sevilecektir (Hogg, 2001: 186). Bu yüzden olumlu dönemde grup içinde olan kadın yöneticilerin üst düzey yöneticiliğe gelmeleri grup dışında olan kadınlara göre daha fazla olacaktır. Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik (Ambivalent Sexism) veya cinsiyet ile ilgili çelişik tutumlar yöneticilerin yetenek, liderlik ve güven düzeylerinde farklı algılamalara neden olabilir (Ak Kurt, 2011: 8; Uyar, 2011: 23). Çelişik duygulu cinsiyetçilik, yönetici pozisyonuna getirilmek için kadın yöneticilere uygulanan düşmancı cinsiyetçilik ve faydacı cinsiyetçilik arasında kalınması ile ortaya çıkan bir durumu ifade etmektedir (Glick ve Fiske, 1996: 491). Düşmancı cinsiyetçilik, erkek yöneticiler tarafından kadın yöneticilerin üst düzey pozisyonlara ulaşmasını engellemek için geliştirilen bir engeldir. Faydacı cinsiyetçilik ise, erkek yöneticilerin kadın yöneticilere karşı kibar ve nazik olarak davranmaları ile ortaya çıkan bir durumdur (Glick ve Fiske, 2001: 109). Erkek yöneticilerin kadınların sadece çocuk doğurma ve bakma ile ilgili rollerinin olduğunu düşünmeleri, kadın yöneticilerin üst düzey pozisyona çıkmasındaki en büyük engellerden biridir (Glick vd., 2000: 764). Öte yandan kadın yöneticilere iyi davranan erkeklerin bu davranışı sadece onları sosyal roller gereği dışlamamak için yaptıkları roller olarak görülmüş, fakat kadınların 1136 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) üst düzey yönetici olmasına pek de olumlu bakmamışlardır (Glick ve Fiske, 1996: 495). 2.3. Cam Tavan ve Cam Uçurumun Karşılaştırılması Makale başlığındaki “kadınların cam tavanı ne zaman aşacağı” sorusuna cevap vermek için riskli pozisyonları ifade eden “cam uçurum” olgusu Şekil 2’de gösterilmiştir. Yönetim pozisyonlarında kadınların yetersiz temsilini gösteren cam tavan sol tarafta, tehlikeli yönetim pozisyonlarında kadınların aşırı temsilini gösteren cam uçurum ise sağ tarafta gösterilmiştir. Şekil 2. Cam Uçurum: Kadınlar Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? Şekil 2’nin sol kısmındaki piramidin alt tabanında daha çok destek personel olarak kadınların olduğu görülmektedir. Piramidin orta alanına doğru erkeklerin daha yoğun bir şekilde yöneldikleri görülmektedir. Piramidin tepesinde ise kadın ve erkek yöneticilerin üst düzey yönetici pozisyonlarına ulaşmaya çalışırken bir engelle karşılaştıkları görülmektedir ki bu engel cam tavan olarak adlandırılmaktadır. Cam tavanı anlatan soldaki kısımda, şirket performansının normal olduğu koşullarda, kariyer engeline takılan kadın Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1137 yönetici bir üst aşamaya geçemeyerek olduğu yerde kalmakta, iken erkek yönetici bu kariyer engeline takılmadan üst düzey yönetici olabilmektedir (dikey tabakalaşma). Cam uçurumu anlatan sağdaki kısımda ise şirketin performansının riskli veya olumsuz olduğu koşullarda cam tavan kariyer engeline bilinçli bir şekilde takılanlar, erkek yöneticiler olmakta ve bir üst kademeye geçememektedirler. Fakat ilginç bir şekilde bu riskli ve olumsuz koşullarda kadın yöneticiler cam tavanı aşmakta ve bir cam uçurumun içine düşmektedirler. Dolayısıyla makale başlığındaki soruya “kadın yöneticiler cam tavanı şirketin riskli durumlarında aşmakta ve bilinçli olarak yönetici konumuna getirilmektedirler” cevabı verilebilir. Bu konum, kadın yöneticiyi başarısız olduğunda mutlak bir mesleki felakete (işten ayrılma, istifa) sürükleyecek tehlikeli bir pozisyonu ifade etmektedir. 3. Cam Uçurumla İlgili Yazın Taraması Cam uçurum ile ilgili bu öncü çalışmada, yazında yer alan kavramlara değindikten sonra, yazında yapılan çalışmalar da incelenmiş ve gelecek çalışmalara yol gösterici olacak biçimde Tablo 1’de kısaca raporlanmıştır. Tablo 1. Cam Uçurumla İlgili Yazında Yapılan Çalışmaların Raporlanması YAZAR YIL ÇALIŞMANIN ADI YAYIMLANDIĞI DERGİ Ryan ve Haslam (2005) Cam Uçurum: Kadınların Tehlikeli (Güvencesiz) Liderlik Pozisyonlarında Aşırı Temsil Edilmesinin Kanıtı British Journal of Management Ryan ve Haslam (2006) Cam Uçurum: Kenarda (Edge) Çalışmanın Stresi European Business Forum Wilson-Kovacs vd. Cam Uçurum: Birleşik Krallık Enformasyon Teknolojileri Sektöründe Kadınların Kariyer Yolları Equal Opportunities International Ryan ve Haslam (2007) Cam Uçurum: Tehlikeli Liderlik Pozisyonlarına Kadınların Atanmasını Çevreleyen Dinamiklerin Keşfi Academy of Management Review Ashby vd. (2007) Yasal İş ve Cam Uçurum: Kadınların Problemli Olayları Yönetmek İçin Bilinçli Olarak Seçilmesinin Kanıtı William & Mary Journal Women and The Law Ryan vd. (2007) Cam Uçuruma Tepkiler: Kadınların Liderlik Pozisyonlarının Tehlikeliliği Konusunda Yapılan Açıklamalardaki Cinsiyete Dair Farklılıklar Journal of Organizational Change Management 2006 1138 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Haslam ve Ryan (2008) Cam Uçuruma Giden Yol: Başarılı ve Başarısız Örgütlerdeki Liderlik Pozisyonları İçin Erkek ve Kadınların Algılanan Uygunluğundaki Farklılıklar Leadership Quarterly Ryan ve Haslam (2009) Cam Uçurumu Ölçmek O Kadar Kolay Değildir: Kadın CEO’ların Pozisyonlarının Tehlikeliliği Üzerine British Journal of Management Adams vd. (2009) Kadın Yöneticiler Tehlikeli Liderlik Pozisyonlarında Aşırı Temsil Edilir Mi? British Journal of Management Bruckmüller ve Brascombe (2010) Cam Uçurum: Ne Zaman ve Niçin British Journal of Kadınlar Kriz Koşullarında Lider Olarak Psychology Seçilir? Ryan vd. (2010) Siyaset ve Cam Uçurum: Kadınların Kazanması Zor Olan Koltuk Yarışına Bilinçli Olarak Seçilmelerinin Kanıtı Psychology of Women Ouartely Haslam vd. (2010) Önyargıya Teslim Olmak: Kadınların Yönetim Kurulunda Temsili ile Şirket Performansının Objektif ve Subjektif Ölçümü Arasındaki İlişki British Journal of Management Ryan vd. (2011) Kriz Düşün-Kadın Düşün: Cam Uçurum Journal of Applied ve Yönetici Düşün-Erkek Düşün Pyschology Basmakalıbında Bağlamsal Değişim Chambers (2011) Cam Uçurum: Liderlik Tercihi ve Güven Sıralamasında Cinsiyet Basmakalıpları ve Sosyal Kimliğin Katkısı Carleteon University, Master’s Thesis Uyar (2011) Cam Uçurum: Yüksek ve Düşük Performans Gösteren Şirketlerdeki Liderlik Pozisyonları İçin Erkek ve Kadınların Liderlik Yeteneği ve Algılanan Uygunluklardaki Farklılıklar Middle East Technical University, Master’s Thesis Ak Kurt (2011) Cam Uçurumun Düşmancı ve Korumacı Middle East Technical Cinsiyetçilikle (Sexism) İlişkisi University, Master’s Thesis Hunt-Earle (2012) Bir Cam Uçurumun İçine Düşmek: Sorunlu İşletmelerdeki Liderlik Rollerine Kadınların Getirilmesi Üzerine Bir Çalışma Global Business and Organizational Excellence Cook ve Glass (2013) Cam Uçurum ve Örgütsel Kurtarıcılar: İş Örgütlerinde Azınlık Liderlerine Konulan Engeller Society for The Study of Social Problems Sabharwal (2013) Cam Tavandan Cam Uçuruma: Üst Düzey Yönetici Görevinde Kadınlar Journal of Public Administration Research and Theory Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1139 Rink vd. (2013) Kriz Döneminde Sosyal Kaynaklar: European Journal of Cinsiyet Basmakalıpları Cinsiyetçi Social Psychology Lider Değerlendirmeleri Hakkında Nasıl Bilgi Verir? Mulcay ve Linehan (2014) Kadınlar ve Tehlikeli Yönetim Kurulu Pozisyonları: Cam Uçurumun İlave Kanıtı British Journal of Management Bruckmüller vd. (2014) Cam Tavanın Ötesi: Cam Uçurum ve Örgütsel Politika İçin Dersler Social Issue and Policy Review, Kulich vd. Politik Cam Uçurum: Koltuk Seçiminin Etnik Azınlık Adaylarının Düşük Performans Göstermesine Nasıl Sebep Olduğunu Anlama Politics Research Quartely (2014) Kaynak: Yazarlar tarafından yazın incelenerek oluşturulmuştur. Sonuç Toplumsal cinsiyet bağlamında şirketlerde cinsiyet ayrımcılığı ile ilgili cam tavan, cam uçurum vb. farklı kavramlardan bahsedilmektedir. Günümüzde kadınların iş yaşamında üst düzey yönetici pozisyonuna gelmelerinde yaşadığı kariyer engellerinden birisi “cam tavan”dır. Bu engel ataerkil toplum yapısı, kadınlara destek vermeyen kurum kültürü, toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ve basmakalıp yargılarla yakından ilişkilidir (Yıldız ve Çiçek, 2013: 139). Son zamanlarda feminist kuramların da desteğiyle (liberal feminizm) kadın çalışanlar, erkek çalışanlar ile eşit yasal haklara sahip hale gelmişlerdir. Fakat ikinci dalga feministlerin öne sürdüğü gibi ataerkil toplum ve kültürün iş örgütlerinde yansıması olan ayrımcılık devam etmektedir. Bu cinsiyet ayrımcılığı kavramlarından bir diğeri de “cam uçurum”dur. Cam uçurum, muhtemel sorunlu örgütsel koşullar ve performans durumunda liderlik pozisyonlarına erkeklerden daha çok kadın liderlerin yerleştirilmesini ifade etmektedir (Ashby vd., 2007: 778). Cam uçurum atamaları, kadın yöneticilerin erkek yöneticilere göre kriz, başarısızlık ve istikrarsızlık gibi durumlarda riski yüksek olan üst düzey yöneticilik pozisyonuna kasıtlı olarak getirilmeleri ve günah keçisi olarak eleştirilip küçük düşürülmelerine neden olmaktadır (Bowles, 2013: 4). Cam uçurum metaforu aslında daha çok cam tavanın üstesinden gelen kadınların riskli pozisyonlara atanmalarını normal bir olay olarak gösteren olguyu tanımlamak için kullanılan bir kavramdır (Macarie ve Moldovan, 2012: 164). Yapılan çalışmalarda kadın yöneticilerin hata yapma riskinin yüksek olduğu ve şirketin performansının düştüğü durumlarda atandıkları ortaya çıkmıştır (Anderson, 2013: 12). Cam uçurum kavramının önemi, uzun yıllardır var olan cam tavan kavramının aşılmasından yola çıkılarak geliştirilen bir kavram olmasıdır. Birbiri 1140 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) ile ilişkilendirilen bu kavram aslında kadınlara özgü bir şirket engelidir ya da örgütteki imkânlara ulaşmayı engelleyen, yüksek pozisyonlara kadın yöneticilerin ulaşmasında sorun çıkartan, kadın yöneticilerin cam tavanı kırsalar dahi ilerlemelerini engelleyen gayri resmi bir durumu açıklamaktadır (Elmuti vd., 2009: 169). Yine bu görüşe göre kadınlar, başarısız olma pahasına, muhtemelen zayıf bir örgütsel performans durumunda erkeklerden daha fazla tercih edileceklerdir (Cook ve Glass, 2013: 169). Eğer şirketler riskli ve daha kötü koşulları sürdürüyorsa, büyük bir olasılıkla kadın yöneticiler bir günah keçisi olarak kullanılacak (Haslam ve Ryan, 2008: 531) ve böylece ikinci dalga feminist kuramların dile getirdiği negatif basmakalıplar sürdürülecektir. Cam uçurum kavramı, neden kadın CEO’lar erkeklerden daha sık işten kovulurlar? sorusunun cevabını da vermektedir (https://www.bostonglobe.com, 08.05.2016). Makalenin başlığında sorulan soruya verilen yanıt “kadınların cam tavanı kırarak üst yönetim pozisyonuna getirilmesi ile ayrımcılığın ortadan kaldırıldığını savunan ataerkil toplum zihniyetinin aslında kadınları hileli bir duruma sürüklemiş olduğudur. Kadınlar genellikle işler örgütlerde kötüye gittiği durumlarda cam tavanı aşarak cam uçurum pozisyonlarına atanmaktadırlar ve başarısızlık durumunda olumsuz basmakalıp yargılar sürdürülmektedir. Kadın ve erkeğe dünyaya gelişte eşit fırsatlar sunan doğanın aksine, sosyal doğadaki fırsat eşitsizliğini yaratan ataerkil zihniyetin sorgulanması gerekmektedir. Ayrıca kadınsı yöneticilik rolü için kadının önünde fazla örnek olmaması, erkek yönetici davranışının taklit edilmesine dolayısıyla kadınların çifte açmaz yaşamalarına neden olmaktadır. İlginç bir şekilde liderler ve kadınlarla ilgili basmakalıplar arasında algılanan uyumsuzluk (lider düşün erkek düşün) varken, kadınlar ve kriz yönetimiyle ilgili basmakalıplar arasındaki uyum (kriz düşün kadın düşün) vardır (Ryan vd., 2007: 185). Yani kadınlar kriz dönemlerinde birer kriz yöneticisi olarak algılanmakta ve onların stresle başa çıkabilecekleri varsayılmaktadır, fakat aslında kadınlar bu hileli cam uçurum pozisyonlarına sürüklenmektedirler. Kadın ve erkek biyolojik olarak farklı yaratılmış olsa da toplumda özgür ve eşit haklara sahiptirler. Toplumsal cinsiyete ilişkin ve ataerkil ideolojiden kaynaklanan rol dağılımının bir zihniyet değişikliği ile ortadan kaldırılması ve kendi rol ve statülerini belirleyecek bir ortamın yaratılarak öğrenilmiş çaresizliğin kırılması gerekmektedir (Bilican Gökkaya, 2015: 66). Neticede cam uçurum kavramı, kadın yöneticilerin şirketin içinde bulunduğu kötü performans koşullarında üst kademe yöneticiliğe getirilip şirket kötüye gittikten sonra “kadından zaten yönetici olmaz’’ cümlesini sarf edebilmek için erkek yöneticiler tarafından geliştirilmiştir. “Stresle başa çıkmada zorlandığı düşünülen” kadınların başarısız olmalarını bekleyen erkekler, “grup dışı üye Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1141 olarak gördükleri” kadınları kriz dönemlerinde yönetici olarak atayarak, “cam uçurumun içine düşürmektedirler”. Cam uçurum kavramı ile ilgili Türkiye’de yapılacak çalışmalara öncü olabilecek nitelikteki bu çalışmada cam uçurum kavramının içeriği tanıtılmış ve yazında yapılan çalışmalara yer verilmiştir. Bundan sonraki çalışmalarda cam tavanı aşan kadın yöneticilerin gerçekten de şirketin kriz dönemlerinde üst kademeye atanarak cam uçuruma maruz kalıp kalmadıkları Türkiye örnekleminde araştırılabilir. Bir diğer öneri olarak bundan sonra yapılacak çalışmalarda kamu veya özel şirketlerde önceki yıllardaki yönetici atamaları (kadın mı erkek mi) ve yöneticilerin atandıkları dönemlere (olumlu mu olumsuz mu) ait kayıtlar ikincil verilerden yararlanılarak araştırılabilir. Diğer bir araştırma önerisi de bu cam uçurum algısının birincil veriler yoluyla sektörel bazda incelenerek, hangi sektördeki kadın yöneticilerin cam uçuruma maruz kaldığı ve cam uçuruma maruz kalmada yetenek, liderlik ve güven gibi faktörlerin etki düzeyi deneysel veya anket yoluyla incelenebilir. Ayrıca cam uçurum olgusunun kültürel bağlamda incelenmesi yararlı olabilir. Kaynakça Adams, Susan M., Atul Gupta ve John D. Leeth (2009), “Are Female Executives Over-Represented in Precarious Leadership Positions?”, British Journal of Management, 20 (1): 1-12. Ak Kurt, Deniz (2011), Glass Cliff in Relationship to Hostile and Benevolent Sexism, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi). Aksu, Ali, Fatma Çek ve Bahar Şenol (2013), “Kadınların Müdür Olmalarının Önündeki Cam Tavan ve Cam Tavanı Aşma Stratejilerine İlişkin İlköğretim Okulu Müdürlerinin Görüşleri”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 25: 133-160. Aktaş, Gül (2013), “Feminist Söylemler Bağlamında Kadın Kimliği: Erkek Egemen Bir Toplumda Kadın Olmak”, Edebiyat Fakültesi Dergisi, 30 (1): 53-72. Alican, Ayşe (2007), Kamu Memur Sendikalarında Çalışan Yönetici Kadınlar, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi). Anafarta, Nilgün, Fulya Sarvan ve Nuray Yapıcı (2008), “Konaklama İşletmelerinde Kadın Yöneticilerin Cam Tavan Algısı: Antalya İlinde Bir Araştırma‟‟, Akdeniz Üniversitesi İİBF Dergisi, 8 (15): 111-137. Anderson, Elisabeth G. (2013), Female Ceo’s: A Study of Their Appointment Performance and Market Reaction, Master of Science (Denmark: Aarhus University, Aarhus School of Business and Social Sciences). Ashby, Julie, Michelle K. Ryan ve S. Alexander Haslam (2007), “Legal Work and The Glass Cliff: Evidence that Women Are Preferentially Selected to Lead Problematic Cases”, William & Mary Journal Women and The Law, 13 (3): 775-793. Başak, Suna (2013), Toplumsal Cinsiyet, Çapçıoğlu, İhsan ve Hayati Beşirli (Ed.), Sosyolojiye Giriş (Ankara: Grafiker Yayınları). 1142 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Bilican Gökkaya, Veda (2015), “Çaresizliği Öğrenen Kadın: Öğrenilmiş Çaresizlik”, Turkish Studies, 10 (14): 53-70. Bruckmüller, Susanne ve Nyla R. Branscombe (2010), “The Glass Cliff: When and Why Women are Selected as Leader in Crisis Contexts”, British Journal of Psychology, 49 (3): 433-451. Bruckmüller, Susanne, Michelle K. Ryan, Floor Rink ve S. Alexander Haslam (2014), “Beyond The Glass Ceiling: The Glass Cliff and Its Lessons for Organizational Policy, Social Issue and Policy Review, 8 (1): 202-232. Bowles, Blanche B. (2013), The Glass Cliff: An Examination of The Female Superintendency in South Carolina, The Degree of Doctor of Philosophy in Educational Administration (USA: College of Education University South Carolina). Cengiz, Mehmet, Arif Temir ve Birsen Erdin (2012), 60 Soruda Kadın İşçilere Özel Çalışma Koşulları El Kitabı (Ankara: Uluslararası Çalışma Örgütü). Chambers, Kaitlyn (2011), The Glass Cliff: The Contribution of Social Identity and Gender Stereotypes in Preceding Leadership Preference and Trust, Master of Art in Psychology (Canada: Carleton University). Chan, Kim-Yin ve Fritz Drasgou (2001), “Toward a Theory of Individual Differences and Leadership: Understanding the Motivation to Lead”, Journal of Applied Psychology, 86 (3): 481-498. Cook, Alison ve Christy Glass (2013), “Glass Cliff and Organizational Saviors: Barriers to Minority Leadership in Work Organizations?”, Society for The Study of Social Problems, 60 (2): 168-187. Coşkun, Ali ve Emine Öztürk (2009), “Türk Kadınının Feminizme Bakışı (Erzurum Örneği)”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 20: 111-141. Çakır, Serpil (2010), Feminizm: Ataerkil İktidarın Eleştirisi, Örs, H. Birsen (Der.), Modern Siyasal İdeolojiler (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları). Çelik, Sönmez (2011), “Kütüphaneci Eğitiminde Mentorluk Uygulaması: Doğuş Üniversitesi Kütüphanesi Örneği”, Bilgi Dünyası, 12 (2): 295-318. Çetin, Ayfer (2011), Kadın Yöneticilerin Cam Tavan Algısının Cam Tavanı Aşma Stratejilerine Etkisi: Bursa İli Tekstil Sektöründe Bir Alan Araştırması, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Kütahya: Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Çimen, Latife K. (2008), Türk Töresinde Kadın ve Aile. Vol. 254 (İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık). Dirks, Kurt T. ve Donald L. Ferrin (2002), “Trust in Leadership Meta-Analytic Findings and Implications for Research and Practice”, Journal of Applied Psychology, 87 (4): 611-628. Doğan, Mehmet S., Selahattin Özyurt ve Galip Boztoprak (2009), Sosyoloji Çarşısı (İstanbul: Yazı Yayınları). Doğru, Alev (2010), Kadın Çalışanların Cam Tavan Engelleri ve İş Tatminine Etkisi: Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Örneği, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Kütahya: Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Düzgün, Şükrü ve Halil Hayalioğlu (2006), “Öğrencilerde Öğrenilmiş Çaresizlik Düzeyinin Bazı Değişken Açısından İncelenmesi”, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, 13: 404413. D ani , Lidija (2009), The Role of Women in Business: The Case of Bosnia and Herzegovina, Diploma Thesis (Bosnia and Herzegovina: University of Ljubljana Faculty of Economics). Eagly, Alice H. ve Linda L. Carli (2007), Through the Labyrinth: The Truth about How Women Become Leaders (MA: Harvard Business School Press). Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1143 Elmuti, Dean, Heather Jia ve Henry H. Davis (2009), “Challenges Women Face in Leadership Position and Organizational Effectiveness: An Investigation”, Journal of Leadership Education, 8 (2): 167-187. Erbay, Ercüment ve Tarık Tuncay (2006), “Sosyal Hizmet Bakışıyla Kadın İstihdamı”, Toplum ve Sosyal Hizmet Dergisi, 17 (2): 25-40. Ergeneli, Azize ve Ceren Akçamete (2004), “Bankacılıkta Cam Tavan: Kadın ve Erkeklerin Kadın Çalışanlar ve Üst Yönetime Yükselmelerine Yönelik Tutumları”, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 22 (2): 85-109. Ersever, Hakan (1993), “Öğrenilmiş Çaresizlik”, Ankara Üniversitesi Dergisi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 26 (2): 621-632. Ersoy, Ersan (2009), “Cinsiyet Kültürü İçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği: Malatya Örneği”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 19 (2): 209-230. Ersoy Çak, Şeyma (2010), “Toplumsal Cinsiyet ve Feminizm Teorileri Bağlamında Türkiye‟deki Reklam Filmleri ve Popüler Müzik Videoları”, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dergisi, 4 (4): 101-110. Giddens, Anthony (2012), Sosyoloji (İstanbul: Kırmızı Yayınları) (Çev. İsmail Yılmaz). Glick, Peter ve Susan T. Fiske (1996), “The Ambivalent Sexism Inventory: Differentiating Hostile and Benevolent Sexism”, Journal of Personality and Social Psychology, 70 (3): 491-512. Glick, Peter vd. (2000), “Beyond Prejudice as Simple Antipathy: Hostile and Benevolent Sexism Across Cultures”, Journal of Personality and Social Psychology, 79 (3): 763-775. Glick, Peter ve Susan T. Fiske (2001), “An Ambivalent Alliance: Hostile and Benevolent Sexism as Complementory Justifications for Gender Inequality‟‟, American Psychologist, 56 (2): 109118. Gökdağ, Rüçhan (2013), “Toplumsal Cinsiyet”, Ünlü, Sezen (Ed.), Sosyal Psikoloji-II (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları). Gönüllü, Müzeyyen (2001), “Grup ve Grup Yapısı”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2 (1): 191201. Güldal, Duygu (2006), “Kadın Yöneticileri Motive ve Demotive Eden Faktörlerin Tespitine Yönelik Bir Araştırma”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Adana: Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Güldü, Özgür ve Müge Ersoy Kart (2009), “Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Siyasal tutumlar: Sosyal Psikolojik Bir Değerlendirme”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 64 (3): 97-116. Günden, Yasin (2011), “Konaklama İşletmelerinde Çalışan Kadın Yöneticilerin Karşılaştıkları Cam Tavan Engelleri ve Muğla Örneği”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Muğla: Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Hall, Lauren J. ve Ngaire Donaghue (2012), “„Nice Girls Don‟t Carry Knives‟: Construction of Ambition in Media Coverage of Australia‟s First Female Prime Minister”, British Journal of Social Psychology, 52 (4): 631-647. Haslam, S. Alexander ve Michelle R. Ryan (2008), “The Road to Glass Cliff: Differences in the Perceived Suitability of Men and Women for Leadership Positions in Succeeding and Failing Organizations”, The Leadership Quarterly, 19 (5) 530-546. Haslam, S. Alexander, Michelle K. Ryan, Clara Kulich, Grzegorz Trojanowski ve Cate Atkins (2010), “Investing with Prejudice: The Relationship between Women‟s Presence on Company Boards and Objective and Subjective Measures of Company Performance”, British Journal of Management, 21 (2): 484-497. 1144 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Higgs, Malcolm ve Deborah Rowland (2000), “Building Change Leadership Capability: The Quest for Change Competence”, Journal of Change Management, 1 (2): 116-130. Hogg, Michael A. (2001), “A Social Identity Theory of Leadership”, Personality and Social Psychology Review, 5 (3): 184-200. https://www.bostonglobe.com/magazine/ (08.05.2016). http://www.ilo.org/ankara/conventions-ratified-by-turkey/WCMS_377248/lang--tr/index.htm (23.03.2016). Hunt-Earle, Keziah (2012), “Falling Over a Glass Cliff: A Study of the Recruitment of Women to Leadership Roles in Troubled Enterprises”, Global Business and Organizational Excellence, 31 (5): 44-53. İraz, Rıfat (2009), Çalışma Yaşamında Kadın ve Erkek Yöneticilerin Cam Tavan Sendromuna İlişkin Tutumlarının Karşılaştırılması, 17. Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi, 21-23 Mayıs, Eskişehir: 277-284. İşcan, Ömer F. ve Ufuk Sayın (2010), “Örgütsel Adalet, İş Tatmini ve Örgütsel Güven Arasındaki İlişki”, Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 24 (4): 195-216. Judge, Elizabeth (2003), “Women on Board: Help or Hindrance?”, www.thetimes.co.uk (09.05.2016). Kanter, Rosabeth M. (1977), “Some Effects of Proportions on Group Life: Skewed Sex Rations and Responses to Token Women”, American Journal of Sociology, 82 (5): 965-990. Karaca, Ayşe (2007), “Kadın Yöneticilerde Kariyer Engelleri: Cam Tavan Sendromu Üzerine Uygulamalı Bir Araştırma”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Karcıoğlu, Fatih ve Yeliz Leblebici (2014), “Kadın Yöneticilerde Kariyer Engelleri: Cam Tavan Sendromu Üzerine Bir Uygulama”, Atatürk Üniversitesi İİBF Dergisi, 28 (4): 1-20. Karkıner, Nadide (2013), “Toplumsal Cinsiyet Sosyolojisi”, Kartal, Bilhan (Ed.), Sosyoloji II (Eskişehir: Açıköğretim Yayınları). Koçak Turhanoğlu, Ayşın (2012), “Sosyoloji, Bilim ve Yöntem”, Turhanoğlu, Aşkın Koçak (Ed.), Sosyoloji-1 (Eskişehir: Açıköğretim Yayınları). Köse, Sevinç, Semra Tetik ve Cuma Ercan (2001), “Örgüt Kültürünün Oluşturan Faktörler”, Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 8 (1): 219-242. Kulich, Clara, Michelle K. Ryan ve S. Alexander Haslam (2014), “The Political Glass Cliff: Understanding How Seat Selection Contributes to The under Performance of Ethnic Minority Candidates”, Politics Research Quarterly, 67 (1): 84-95. Lämsä, Anja-Maija, Marjut Jyrkinen ve Suvi Heikkien (2012), “Women in Managerial Careers”, Pučėtaitė, Raminta (Ed.), Cases in Organizational Ethics (Lithunia: Vilnuis University Press): 4-16. Lockwood, Nancy (2004), The Glass Ceiling: Domestic and International Perspectives (USA: Society of Human Resource Management). Macarie, Felicia C. ve Octavian Moldovan (2012), “Gender Discrimination in Management Theoretical and Empirical Perspectives”, Transylvanian Review of Administrative Sciences, 35: 153-172. Marshall, Gordon (1999), Sosyoloji Sözlüğü (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları) (Çev. Osman Akınhay ve Derya Kömürcü). Sebahattin Yıldız – Fidan Alhas – Önder Sakal – Harun Yıldız Cam Uçurum: Kadın Yöneticiler Cam Tavanı Ne Zaman Aşar? 1145 McDonald, Karen (2011), “Examining The ‘Glass Cliff’ Phenomenon: A Study Replication Using a Canadian Context”, The Master in Business Administration (Charlottetown, P.E.I: University of Prince Edward Island). Mulcay, Mark ve Carol Linehan (2014), “Females and Precarious Board Positions: Further Evidence of the Glass Cliff”, British Journal of Management, 25 (3): 425-438. Onay, Meltem ve Orkide Heptazeler (2014), “Kadın ve Erkek Yöneticilerin Liderlik Davranışları Arasındaki Farklılıklar”, Organizasyon ve Yönetim Bilimleri Dergisi, 6 (2): 73-85. Öğüt, Adem (2006), “Türkiye‟de Kadın Girişimciliğin ve Yöneticiliğin Önündeki Güçlükler Cam Tavan Sendromu”, Girişimcilik ve Kalkınma Dergisi, 1 (1): 56-78. Örücü, Edip, Recep Kılıç ve Taşkın Kılıç (2007), “Cam Tavan Sendromu ve Kadınların Üst Düzey Yönetici Pozisyonuna Yükselmelerindeki Engeller: Balıkesir İli Örneği”, Celal Bayar Üniversitesi Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 14 (2): 117-135. Özkaplan, Nurcan (2013), “Kadın Akademisyenler: Cam Tavanlar Hala Çok Kalın”, Kadın Araştırmaları Dergisi, 12: 1-23. Öztürk, Emine (2011), Feminist Teori ve Tarihsel Süreçte Türk Kadını (İstanbul: Rağbet Yayınları). Özyer, Kubilay ve Ufuk Orhan (2012), “Cam Tavan Sendromunun Çalışanların Korku Düzeylerine Bir Etkisi Var Mıdır? Eğitim Sektörü Üzerinde Bir Uygulama”, The Journal of Academic Social Science Studies, 5 (8): 972-987. Parlaktuna, İnci (2010), “Türkiye‟de Cinsiyete Dayalı Mesleki Ayırım Analizi”, Ege Akademik Bakış, 10 (4): 1217-1230. Rantala, Virve (2010), Glass Ceiling, Women in Management, Bachelor in Business Administration, International Business (Finland: Jyvaskyla University of Applied Science). Rink, Floor, Michelle K. Ryan ve Janka I. Stoker (2013), “Social Resources at a Time of Crisis: How Gender Stereotypes Inform Gendered Leader Evaluations”, European Journal of Social Psychology, 43 (5): 381-392. Ryan, Michelle K. ve S. Alexander Haslam (2005), “The Glass Cliff: Evidence that Women are Over-Represented in Precarious Leadership”, British Journal of Management, 16 (2): 8190. Ryan, Michelle K. ve S. Alexander Haslam (2006), “The Glass Cliff: The Stress of Working on the Edge”, European Business Forum, 27: 42-47. Ryan, Michelle K. ve S. Alexander Haslam (2007), “The Glass Cliff: Exploring the Dynamics Surrounding the Appointment of Women to Precarious Leadership Positions”, Academy of Management Review, 32 (2): 549-572. Ryan, Michelle K., S. Alexander Haslam ve Tom Postmes (2007), “Reactions to Glass Cliff: Gender Differences in The Explanations for The Precariousness of Women‟s Leadership Positions”, Journal of Organizational Change Management, 20 (2): 182-197. Ryan, Michelle K. ve S. Alexander Haslam (2009), “Glass Cliffs Are Not So Easily Scaled: On the Precariousness of Female CEO‟s Positions”, British Journal of Management, 20 (1): 1316. Ryan, Michelle K., S. Alexander Haslam ve Clara Kulich (2010), “Politics and The Glass Cliff: Evidence that Women are Preferentially Selected to Contest Hard-to-Win Seats”, Psychology of Women Quarterly, 34 (1): 56-64. Ryan, Michelle K., S. Alexander Haslam, Mette T. Hersby ve Renata Bongiorno (2011), “Think Crisis –Think Female: The Glass Cliff and Contextual Variation in The Manager –Think Male Stereotype”, Journal of Applied Psychology, 96 (3): 470-484. 1146 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Sabharwal, Meghna (2013), “From Glass Ceiling to Glass Cliff: Woman in Senior Executive Service”, Journal of Public Administration Research and Theory, June 14: 1-29. Savcı, İlkay (1999), “Toplumsal Cinsiyet ve Teknoloji”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 54 (1): 123142. Sayer, Handan (2011), Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Erkeklerin Katılımı, Uzmanlık Tezi (Ankara: T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü). Schein, Virginia E. (1975), “The Relationship between Sex Role Stereotypes and Requisite Management Characteristics among Female Managers”, Journal of Applied Psychology, 60 (3): 340-344. Sezen. Bayram (2008), “Örgütlerde Kadın Çalışanların Karşılaştıkları Cam Tavan Engeli: Orta ve Büyük Ölçekli İşletmelerinde Bir Araştırma”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Çanakkale: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Soysal, Abdullah (2010), “Türkiye‟de Kadın Girişimciler: Engeller ve Fırsatlar Bağlamında Bir Değerlendirme”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 65 (1): 83-114. Terjesen, Siri, Ruth Sealy ve Val Singh (2009), “Women Directors on Corporate Boards: A Review and Research Agenda”, Corporate Governance: An International Review, 17 (3): 320337. Turner, John C. (2006), “Social Comparison and Social Identity: Some Prospects for Intergroup Behaviour”, European Journal of Social Psychology, 5 (1): 1-34. Uyar, Esra (2011), The Glass Cliff: Differences in Perceived Suitability and Leadership Ability of Men and Women for Leadership Positions in High and Poor Performing Companies, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi). Williams, Christine L. (1992), “The Glass Escalator: Hidden Advantages for Men in the “Female” Professions”, Social Problems, 39 (3): 253-257. Wilson-Kovacs, Dana M., Michelle Ryan ve Alex Haslam (2006), “The Glass-Cliff: Women‟s Career Paths in the UK Private IT Sector”, Equal Opportunities International, 25 (8): 674-687. Yıldız, Sebahattin ve Mukaddes Çiçek (2013), Cam Tavan Sendromu Kariyer Yolunda Bir Engel Midir? Akademisyenler Üzerinde Bir Araştırma, 1. Örgütsel Davranış Kongresi, Sakarya, Türkiye, 15-16 Kasım: 138-143. Yıldız, Sebahattin (2014), “Türkiye‟de Cam Tavan Sendromunun Varlığı Üzerine Bir Araştırma”, Organizasyon ve Yönetim Bilimleri Dergisi, 6 (1): 72-90. Yılmaz, Tezcan (2013), “Kadın ve Erkek Eğitim Yöneticilerinin Cam Tavan Sendromunu İlişkin Algıları”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (İstanbul: Maltepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Yoğun Erçen, Ayşe E. (2008), Kadınların Cam Tavanı Aşma Stratejileri: Büyük Ölçekli Türk İşletmelerinde Bir İnceleme (Adana: Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi). Zel, Uğur (2002), “İş Arenasında Kadın Yöneticilerin Algılanması ve “Kraliçe Arı Sendromu”, Amme İdaresi Dergisi, 35 (2): 39-47. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1147 - 1170 ”YENİ DÜNYA”NIN BABİL KULESİ (?): ÖZNE-BİLGİ-İKTİDAR İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA SİBER UZAY VE ÖZGÜR BİLGİ SORUNSALI ÜZERİNE* Bülent Akkuş İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Doktora Öğrencisi ●●● Öz Yaşantımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen teknolojinin tarihte görülmemiş bir ivme kazandığı günümüzde, insanlık tarihinin bugün ulaştığı noktaya gelmesinde incelenmesi gereken konuların başında, belki de onun ürettiği yeni bir yaşam alanı olarak siber uzay gelmektedir. Bilişim devriminin insanlığı getirdiği çağın daha önceki çağlarla arasındaki farklılıkların ve benzerliklerin analiz edilmesi ve durumunun ve geleceğinin değerlendirilmesi sosyal bilimcilerin önünde duran temel konulardan biridir. Fikirleri ve eserleriyle çağımıza ışık tutan düşünürlerden Michel Foucault‟nun bilgi-iktidar bütünleşmesi sorunsalına söylemler temelinde getirdiği yaklaşım, kuşkusuz sosyal bilimlerin ve insanlığın tarihinde iktidar ve doğal olarak özgürlük sorunsalının analiz edilmesi açısından bir dönüm noktası niteliğindedir. Bu noktada, insanlık için “yeni bir dünya” konumunda bulunan siber uzayın söylem-bilgi-iktidar sorunsalı temelinde değerlendirilmesi ve bu bağlamda, bünyesindeki avantaj, dezavantajların, önündeki engellerin, fırsatların ve tehditlerin analiz edilmesi gerekliliğinin bulunduğunu düşünmekteyiz. Anahtar Sözcükler: Bilgi-İktidar İlişkisi, Michel Foucault, Özgürlük, Siber Uzay, Söylem-Bilgiİktidar Sorunsalı The Tower of Babel of “The New World” (?): On the Problematique of Cyberspace and Free Information in the Context of Subject, Knowledge and Power Abstract In today‟s world, where technology, now an integral part of our life, has gained on unprecedented momentum, cyberspace, probably a new space of life created by technology, stands on the top of the issues to be investigated regarding the development of the history of humanity down to its current state. One of the fundamental issues social scientists need to tackle is the analysis of the differences and similarities between the current period of the Information Age and the previous periods, and assessment of its current state and future. The approach of Michel Foucault, an intellectual whose ideas and work have shed light on our era, to the integration of knowledge and power, is undoubtedly a turning point for the investigation of the history of social sciences and the problematique of power and freedom in the history of humanity. At this point, we believe that it is necessary to examine the cyberspace, which can be regarded as “a new World”, on the basis of the discourse, knowledge and power problematique. Accordingly, advantages, disadvantages it has, obstacles, opportunities or threats it is faced with should be investigated. Keywords: Knowledge-Power Relationship, Michel Foucault, Freedom, Cyberspace, DiscourseKnowledge-Power Problematique * Makale geliş tarihi: 10.08.2015 Makale kabul tarihi: 26.04.2016 1148 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktidar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Giriş Özgürlük, bireyin yaşam süreci boyunca ulaşmak istediği en yüce olgulardan birini teşkil eder. Öyle ki, insanlık tarihi için de teorik düzeyde tezahür eden tartışmaların yanında pratik düzeyde de mutlak özgürlük ideasına ulaşma çabası ve önündeki engel ve çelişkilerin çatışmasının tarihidir diyebiliriz. Kuşkusuz “özgürlüğüne” kavuşmak ve bununla hem zihinsel hem de fiziksel olarak “mutlu” bir yaşam sürdürmek isteyen birey, her zaman bu ideal durumla çelişik ya da karşıt olguların varlığını da kabul ederek ve bu olguları da yaşam denkleminin içerisinde konumlandırarak yaşama durumunda kalmış ve/veya bırakılmıştır. Bireyin zihin dünyasını içten dışa doğru incelediğimizde; onun başka bir ihtiyacı olan “güvenli yaşam” ihtiyacı hem bireyin kendi rızasıyla özgürlükleri önüne koyulan bir engel hem de devlet gibi dışsal aktörler tarafından bu ihtiyacın zaman zaman manipüle edilmesiyle önüne koyulan bir “gerekli kısıtlamalar zinciri”ni bireyin yaşamına yerleştirmiştir. İçsel ve dışsal dinamiklerle özgürlük kavramının karşısına bir argüman olarak konulan ya da en azından pratik düzeyde özgürlükçü yaklaşımlar ile karşıt uygulamalar içeren güvenlik ile özgürlük arasındaki çelişki teorik düzeyde de düşün hayatının büyük bir kısmını meşgul edegelmiştir (Hançerlioğlu, 1996: 35-41). Ancak, bu tartışmaların daha da temeline indiğimizde bireyi dıştan içe doğru kuşatan, gücünü bireyden alan; ancak bireyi aşan soyut bir olgu olarak kişilik kazanan ve bireyi somut olarak kontrol altına alıp onu yönetme, ona kısıtlamalar getirme, onun hayatını şekillendirme ve üzerinde güç kullanmaya varacak kadar meşruiyet kazanma eğiliminde olan ve bu tarihi çelişkinin bir çıktısı olarak özgün bir ayrıcalık kazanıp hayatları kuşatan bir olgu olarak iktidar olgusu karşımıza gelmektedir (Sayar, 2006: 13-15). Bu noktada, insanın güvenlik ihtiyacını hatta özgürlüklerin korunmasının gerekliliğini kullanıp insanın en temel hakkı olan özgür irade hakkının önünde “üstün bir güç” olarak beliren iktidar kavramının kaynaklarını incelemek gereklidir. İktidar olgusunun tarihi de özgürlük olgusu kadar eski olmakla birlikte iktidarın kaynakları tarih boyu farklılıklar, değişimler ve çeşitlilikler göstermiştir. Bugün bile iktidar olgusunun farklı toplumlarda ya da analiz düzeylerinde farklı kaynaklarını ve tezahürlerini görmek mümkündür. Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1149 Bu çalışma, iktidar-özgürlük çelişkisi bağlamında sosyal bilimlerin, aydınlanma sonrası modern toplumda bilimsel bakış açısının ve araçsal aklın yükselişe geçişi ve toplumsal hayatın ve üretim ilişkilerinin merkezine oturması olgusu etrafında şekillenen söylem-bilgi-iktidar ilişkisi tartışmasını temel alarak hareket etmektedir. Bu bağlamda, çalışmanın ilk bölümünde, özne-bilgi-iktidar sarmalının teorik ve felsefi altyapısının oluşturulması ve güncel tartışmalara zemin hazırlanması amaçlanmıştır. İlk bölüm üzerine temellenen ikinci bölümde, günümüz yaşantısının en temel unsularından biri konumunda bulunan ve sosyal bilimlerde toplumsal yaşantımızdaki konumu itibariyle çokça tartışma konusu haline getirilen ve bizce felsefi bir bakış açısıyla analiz edilmesi gerekli görülen internet ve siber uzay olgusunun tanımı, anlamı, gelişimi ve yarattığı ortam hakkında bir değerlendirme yapılacaktır. Öyle ki, yaşantımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen teknolojinin tarihte görülmemiş bir ivmeyle değişim ve gelişim gösterdiği günümüz dünyasında adeta maddi dünyadaki bireylerin, devletin, devlet-dışı, devlet-üstü, devlet-altı aktörlerin, şirketlerin ve diğer toplumsal öznelerin doğrudan taşındığı sanal, yeni kurulan bir “dünya” olarak siber uzayın toplumsallığı ve maddi dünyamıza etkileri incelenmeye, analiz edilmeye ve tartışılmaya değer bir konumdadır. Bununla birlikte onun yarattığı dünyada oluşan sorunlara ilişkin çözümler üzerine düşünmek ayrıca değer arz etmektedir. Bu noktadan hareketle çalışmanın üçüncü bölümünde, Foucault‟daki özne-bilgi-iktidar ilişkisi kavramsallaştırması, bu alanın yeni ortamı olarak görülebilecek olan siber uzay bağlamında ele alınacaktır. Öyle ki, siber uzayın George Orwell‟in “1984” adlı romanında geçen gözetim olgusu bağlamında ve Foucault‟nun “Panoptikon”1 kavramı çerçevesinde özgürlüklere kısıtlama 1 Panoptikon, İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki, bütünü (pan-) gözlemlemek (-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlı tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında tutuklulardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı. Panoptikon’un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere tutuklunun her hareketinin bir silüetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahkûm bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı. Bentham (1995: 29-95), Panoptikon’u “bir üst aklın, gücü elde etmesinin yeni bir modeli” olarak ifade etmiştir. 1150 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) getirecek bir araç olarak kullanılması anlamında bir “gözetim toplumu” oluşturma analojisi üzerine çalışmalar yapılagelmiştir. Fakat, bizim bu noktadaki amacımız, yine özne-iktidar-özgürlük bağlamında siber uzayın durumunu incelemek; ancak, bu durumu siber uzayın bir söylem üreticisi, bilgi kaynağı ve “doğruyu bulmanın yeni aracı” olarak konumlandırılması durumu üzerinden okumak ve özgürlük-iktidar olgusunun bu “yeni dünya”daki çelişkisine farklı bir açıdan bakmaktır. Bu aşamada, Foucault‟nun paradigmasını paylaştığımızda, siber uzayda iktidar kavramını bilgi ve bilgi formlarıyla ilişkilendirilmiş söylemler çerçevesinde ele almak gerekecektir. Çalışma, bu noktada, konu üzerine tartışmayı siber uzaya taşıma amacını gütmektedir. Başka bir deyişle, Foucault‟daki özne-bilgi-iktidar ilişkisi bu alanın yeni ortamı olarak görülebilecek olan siber uzayda ele alınacaktır. Bir bilgi edinme ve söylemler dünyası olarak yaşadığımız dünyanın yeni bir versiyonu olan siber uzayda bilginin kavramsallaştırılması, araçsallaştırılması ve iktidar yaratma aracı olarak dünyevi iktidarlarıyla organik bir bağ kurması noktasında inceleme yürütülecektir. Çalışmanın temel tezi, özgürlük yaratma potansiyeline sahip olmasına karşın gelinen noktada siber uzayın bir hazret, bir kutsal bilgi kaynağı haline getirilmiş olduğudur. Bu şekilde olduğu andan itibaren insanlık, yeni bir iktidar üreten döngünün içine sokulmuştur. Siber uzayın bu şekilde özgürlük üretmesinin yapısal olarak mümkün olup olmadığı konusu çalışmanın sorunsallaştırdığı bir diğer temel konu olacaktır. Siber uzayın bu şekilde ele alınmasının ardından, çalışmanın son bölümünde, bu yeni ortamın aktörleri ve bu aktörlerin ortama ve dolayısıyla gerçek dünyaya etki edebilme potansiyeli bağlamında sanal dünyanın gerçek dünya ile girift ilişkileri göz önünde tutularak asimetrik yapısı çerçevesinde bilgi-iktidar sorunsalına nasıl bir çözüm getirme potansiyeli olduğu ve aktörlerin küresel internet kaldıraç kuvvetiyle desteklenen etkileri bağlamında nasıl demokratik ve özgür bilgi üretme ortamına dönüşebileceği ve tarih boyunca bilgi üretim mekanizmalarına ve toplumlara nasip olmamış bir “özgür bilim”-”özgür düşünce”-”özgür birey” ortamına nasıl evrilebileceği önündeki engeller de tartışılarak, onun bu küresel devrimci ve yeniliklere imkan sağlayan potansiyeli çerçevesinde yorumlanacak ve değerlendirilecektir. Bu amaç doğrultusunda, çalışmada, eleştirel bir bakış açısıyla özne-bilgiiktidar bağlamında kapsamlı bir siber uzay analizi yapmak adına “eleştirel gerçekçilik” metodolojisi kullanılacaktır. Buna göre, eleştirel gerçekçiliğin en temel varsayımlarından biri, olay ve olguların ardında yapılanmış, derinliği ve katmanları olan bir gerçeklik olduğu ve bilimin amacının bu gerçekliği ortaya çıkarmak olduğu fikridir. Buradan hareketle, eleştirel gerçekçilik, kapsamlı bir yapı analizi yapma fırsatı sunar. Böyle bir çerçeve içinde, farklı zaman/mekân bağlamlarında ortaya çıkmış yapıların hiyerarşik güçleri ve etkileşimlerini incelemek; dolayısıyla mekânsal farklılıkları açıklamak olanaklı olmaktadır. Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1151 Bilginin temelini ve konusunu oluşturan yapılar, mekanizmalar ve ilişkilerden hareketle, biz de çalışmamızda var olan siber uzayda bilgi-iktidar olgusunun, söylem yaratma, iktidara kaynak olan bilgi üretimi ve özne-iktidar ilişkisi gibi unsurlarını ve buna içkin güçleri araştıracağız. Eleştirel gerçekçiliğin nedensellik anlayışı da, bize daha elverişli bir alan sunmaktadır. Buna göre, pozitivizmin belli deneyler yaparak ulaştığı düzenliliklere ve nedensel yasalara karşın, eleştirel gerçekçilik, gözlemleyemediğimiz halde etkilerini hissettiğimiz toplumsal yapılar kadar; fikirlerin, kuralların, söylemlerin de nedensel güçlerinin olabileceğini öngörür. Pozitivistlerin öngördüğü gibi toplumsal hayatın fikirler, kurallar, normlar ve söylemler üstüne inşa edilmiş olması bunlara nedensellik atfedilemeyeceği anlamına gelmez. Bu çerçevede, siber uzay ortamındaki iktidar sarmalı ilişkilerinin arkasındaki nedensellik de birbirleriyle etkileşim içinde olan birçok mekanizmaya bağlıdır. Zaman ve mekândan arındırılmış mutlak bilgi öngörmeksizin, nedensel güce sahip yapıları ve birbirleriyle ilişkili nesne ve pratikleri keşfederek kapsamlı bir araştırma yapılabileceği inancıyla, siber uzay ortamındaki farklı değişkenler ele alınabilmektedir. Ayrıca, siber uzaydaki yapıyı oluşturan farklı aktörlerin analiz düzeyine göre, birey, kurum, ülke ve benzeri- söz konusu yapıyı değiştirebilme potansiyelleri de bu yeni ortamdaki değişimleri anlamak adına önemli olacaktır 1. Madalyonun İki Yüzü: Bilgi-İktidar Bütünleşmesi Denis Diderot‟nun tarihsel çözümlemesinden yola çıkan Jean Jacques Rousseau, ilk modern insanı “…bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip „Burası bana aittir‟ diyebilen ve kendine inanacak ahmakları bulan ilk insan…” (Rousseau, 1968: 131-132) olarak tanımlayarak sadece aydınlanma öncesi skolastik ve teolojik söylemin egemen olduğu Orta Çağ‟dan aydınlanma sonrası Modern Çağ‟a geçiş yapan insanlığın modernite temelindeki varoluş ilişkilerini tanımlamamış aynı zamanda tarihin süzgecinden geçen bir tespitin tüm insanlık tarihine ışık tutmasına vesile olmuştur. Öyle ki, ilk modern insana ilişkin bu tanımlama, aslında iktidarın yapısı ve sosyal ilişkilerde söylemin gücü üzerine yapılmış erken bir çözümlemedir. İnsanlığın ilk gününden itibaren iktidar ilişkileri ve yöneten-yönetilen ayrımı sosyal bilimlerin de incelediği üzere toplumsal yapıların ve değişimlerin temelinde yer almıştır. İlk Çağ‟ın köleci ekonomilerinin ve ilkel toplum yapılarının pratikte tezahür eden iktidar ilişkilerinden Orta Çağ‟ın teolojik söylemler ve skolastik düşünce yapısı temelli feodal üretim ilişkilerine kadar incelediğimizde büyük resim bize temelde değişmeyen bir mantığı gözler önüne sermektedir. Bu mantık, iktidarların hangi yolla ortaya çıkmış olurlarsa olsunlar var olabilmek ve iktidarlarını sürdürebilmek için rıza inşa etmeye duydukları 1152 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) ihtiyaçtır (Becermen, 2014: 240-241). Öyle ki, bir kralın güçlü ve kalıcı iktidar sahibi olduğuna ya da bir firavunun tanrısal güçlere sahip doğuştan bir yönetici olduğuna dair inanç ve rızanın olmadığı bir toplumda bir kral ya da firavun aciz birer insandan başka bir şey değillerdir. III. Napolyon‟un, Napolyon Bonaparte‟ın kendisine yönelttiği eleştiri üzerine söylediği “kılıçlarla her şeyi yapabilirsiniz; ama üstüne oturamazsınız” sözü aslında iktidarın inşasına yönelik bu çözümlemeyi anlatan en güzel sözlerden biridir. Orta Çağ‟da feodal üretim ilişkilerinin ve Kilise‟nin teolojik kaynaklı otoritesinin varlığını bu bakış açısı üzerinden analiz ettiğimizde, dahası Orta Çağ‟ın üretim ve iktidar ilişkilerinin yıkılıp yerine gelen “modern” iktidar yapılarına ve kapitalist üretim ilişkilerine geçişi analiz ettiğimizde bu tarihsel gerçeklikle karşı karşıya kalmaktayız. Öyle ki, burjuva sınıfının güçlendiği, feodal yapıların çözüldüğü ve gücün sınıfsal olarak el değiştirdiği bir çağda insanlık tarihsel bir değişime de tanıklık etmiş oldu. Hakim üretim ilişkilerinin ve egemen sınıfların devrimsel olarak değişim gösterdiği bir çağda, insanlık, asırlarca egemen olan ve iktidarları sorgulanmayan ve doğuştan seçilmiş olduğuna (Ağaoğulları ve Köker, 2004: 192) inanılan soylular sınıfının yok oluşuna ve onların iktidarının temel söylem üreticisi olan Kilise‟nin güçten düştüğüne ve toplumsal iktidardan dışlandığına tanık oldu. Yeni iktidarın yeni söylemlere ve iktidar kaynaklarına ihtiyacı oluştuğunda eski yapılar, söylemler ve iktidar kaynakları güçten düşerek tarih olurlar. Eski egemenlere kaynak ve referans oluşturan ve bu yolla bireyler üzerinde sorgulanamaz bir otorite kuran kiliseye getirilen eleştiriler ve onu “yol gösterici büyük” olmaktan çıkaran tepkiler ilk olarak Yeni Çağ‟ın “modern” aydınlarından geldi. Bu durum, ekonomik egemenliğe sahip olan ve siyasi egemenliğe de sahip olmak isteyen burjuva sınıfından da destek gördü. Bazı coğrafyalarda devrimsel bazılarında ise evrimsel olmak üzere değişim başlamış ve Aydınlanma Çağı insanlığı yeni bir noktaya, Modern Çağ‟a taşımıştı. Bilimin, rasyonel düşüncenin ve araçsal aklın hakim olduğu modern dönemin temel iddiası, bireyin özgürleşmesini ve bilimsel gerçekliğin meydan bulduğu bir toplumsal alanın yaratılmasıydı. Kuşkusuz, bu noktada, Kilise‟nin otoritesinden ve geçirgen olmayan sınıflı toplum yapısından özgürleşmenin söz konusu olduğu inkar edilemez bir gerçektir (Ağaoğulları vd., 2009: 29-42). Ancak, Nietzsche‟nin ve daha sonra diğer post-modern filozofların modernizme yönelttiği eleştiriler, onun özgürlüğe yol açan bir “kurtarıcı” değil; yeni bir iktidar alanı yaratan yeni bir form olduğu noktası üzerinden şekillenmiş ve sosyal bilimlerin tarihsel arka planından da yararlanan temel bir tartışma konusu halini almıştır. Aydınlanmacı aklın eleştirisi Kant‟tan Nietzsche‟ye, Nietzsche‟den postmodern düşünürlere kadar sosyal bilimlerin temel tartışmalarından birini teşkil etmiştir. Öyle ki, dogmatizmin hakim olduğu ve skolastik düşünce yapısının Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1153 teolojik kaynaklı iktidarlara yol verdiği Orta Çağ ortamı ile aydınlanmanın getirdiği dönüşüm ile bilimsel bakış açısının hakim olduğu, iktidar biçimlerinin değiştiği ve toplumsal dönüşümlerin yaşandığı aydınlanma sonrası Modern Çağ‟ın yaşam alanının kuşkusuz ciddi farklılıkları bulunmaktadır. Kapitalist üretim ilişkilerinin ve modern anlamda devlet otoritelerinin dünyasına varan insanlık yeni bir iktidar sarmalıyla karşı karşıya kalmıştır. Ancak, bu sarmalın “yeni” olmasının yanında geçirdiği söylenen “değişim”in içerisinde bir illüzyon da filozoflar tarafından fark edilmiştir. Bu iktidarın biçiminde ve kaynaklarının görüntüsünde değişim olmasının yanında “mantığının” aslında değişmediği tespitidir. Öyle ki, doğrunun işaret edicisi, akli otorite ve fikirsel rehber olarak Kilise ve dini argümanların iktidara kaynak tesis ettiği çağdan çıkıldığında insanlık kendine yeni bir yol gösterici, fikirsel rehber, “kutsal” bir doğru kaynağı bulmuştur. Bu, artık bilim ve aydınlanmacı akıldır. Bu durum, Modern Çağ‟ın kendine özgü “sorgulanamaz” iktidar sorunsalını yaratmıştır. Aktörler ve yapılar değişmiş; ancak iktidarın mantığı ve çalışma mekanizması bu çağda da değişmemiştir. Descartes‟ın “düşünüyorum; o halde varım!” (Descartes, 1986: 146) deyişi aslında dünyanın nasıl bir çağ içine girdiğinin anlaşılması noktasında bir slogan gibiydi. Modernizmin ve modern bilimin babası olarak görülen Descartes‟in bu sözü, kendisinin yaptığı düşünsel bir deneyin sonucunda ortaya çıkmıştır. Önce bir bedeninin olmadığını ve görünmez olarak etrafta dolaştığını hayal etmeye çalışan Descartes, zor da olsa bunu başarabildiğini görmüştür. Daha sonra bedeninin olduğunu; ancak, aklının olmadığını hayal etmeye çalışmış; ancak, başaramadığını görmüştür. Descartes, her şeyi anlamamıza yarayacak akıl olmadan bedenin fonksiyonlarını hayal etmenin bile gerçekleşemeyeceğini vurgulamıştır (Descartes, 1986: 146-148). Akıl olmadan hayal de olmazdı. Bu noktaya kadar herkes rahatlıkla ulaşabilirdi. Ancak, bu noktadan sonra Descartes‟ın vardığı sonuç ise dahiyanedir: “Aklımda her şeyin aslında var olmadığını hayal edebiliyorum; ancak, şu anda hayal eden bir adam olarak ben aklımın olmadığı bir hayal kuramıyorum. Öyleyse çevredeki her şeyin bir illüzyondan ibaret olabileceği ve gerçekte olamayacağı ihtimaline sahipken düşünen bir insan olarak benim düşüncelerimin ve hayallerimin içinde bulunduğu akıl, benim tarafımdan düşüncemde yok edilemiyor ve onun bir yanılsama olduğunu düşünemiyorum bile. O yanılsama ihtimallerini ve düşüncelerimi içinde bulunduran bir yapı olarak hiç yoktan bunları ve kendi yok edilemezliğine sahip bir yapı olarak gerçekliğini koruyor. Öyleyse, her şey bir illüzyondan ibaret olsa bile aklın kendisinin bir illüzyon olduğu bir durumda ben de yokum. Ancak, aklın kendisinin yok olduğu bir durum şu an burada duran benim tarafımdan düşünülemiyor bile. O halde, akıl ve düşünce gerçektir. Sadece bir akıldan ibaret dahi 1154 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) olsam ben de gerçeğim. Düşünüyorum; o halde varım!” (Descartes, 2008: 16). Bir olgunun bu kadar kutsandığı ve kayıtsız şartsız doğru kabul edildiği durum insanlık tarihi için yeni bir deneyim değildir. Ancak, yeni olan artık “gözle görülür” olarak çok güçlü bir hayat yönlendirici olarak karşımızda duran rasyonalizm ve bilimdir. Bu noktada, gözle görülür dememizin sebebi, Modern Çağ‟ın “görmenin zaferi” olarak adlandırılan bir dönem olmasıdır. Öyle ki, artık insanlar gözüyle gördüğünü doğru kabul etmektedir ve bu durum Orta Çağ‟ın dini kurumlarından duyduğu ya da hissiyata dayanan inancının şekillendirdiği “doğru”yu kabul eden insan tipinden kesin bir kopuşu ifade eder. Bu durum, mutlak bilimin maddeci determinist ve ampirik özelliklerinin sosyal alanı inşa etmesine yol açmıştır (Arslan, 1999: 68). Modernizm, bunun teoride alt yapısını hazırlarken pratikte de tesisini gerçekleştirmiştir. Bu durum, teolojik kaynaklara sahip gücünü Tanrı‟dan alan iktidarın tahakkümünden kurtulmayı ve “özgürleşmeyi” getirmiştir. Ancak, bu durum kendi içinde görecelidir. Modern dünyanın kimlere ne anlamda özgürlük getirdiği, kimlere getirmediği üzerine bir tartışma başlatmıştır. Orta Çağ‟ın dogmatik düşünce yapısından “özgürleşen” insanlar ilk iş olarak bilimsel bakış açısını kutsamaya koşmuşlardır. Yeni bir bilgi türü, yeni bir toplumsal hayat, yeni üretim ilişkileri, yeni söylemler ve bu söylemler üzerinde “doğrunun yeni belirleyicisi” olarak yeni bir iktidar sarmalı tesis etmiştir. Bu noktada, Aydınlanma düşüncesinin yeryüzüne getirdiği reformdan bahsetmek gerekir. Aydınlanma düşüncesi, bilimsel ve felsefi düşün hayatında yaşanan gelişmelerin bütüncül bir hareket halinde siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alana etki etmesi ile çağı değiştirecek bir akıma dönüşmüştür (Türköne, 2007: 483-496). Orta Çağ‟ın feodal temelli iktidar mekanizması, geç Orta Çağ döneminde yükselişe geçe ve sırayla ekonomik ve siyasi iktidarı ele geçiren burjuva sınıfı tarafından bertaraf edilirken, kuşkusuz Orta Çağ‟ın dini temelli hakim düşünce sistemi de bir üst yapı ögesi olarak ayakta kalamazdı. Aydınlanma düşüncesi bu anlamda bu tarz teolojik ve skolastik düşünce yapısını temelden sarsmış ve çağın sonunda egemenliğini ortadan kaldırmıştır. Bu anlamda Aydınlanma düşüncesi, rasyonel tercihleri, aklı, bilimi ve deneyselliği başat yol göstericileri olarak doğrulamaktadır (Türköne, 2007: 487-489). Bu noktada, inanç gibi soyut kavramlara dayalı ve gözle görülüp varlığı kanıtlanamayan iktidar mekanizmalarının toplumsal yaşamı şekillendirmemesi gerektiğini savunan anlayış, gözle görülebilen, test edilebilen, doğruluğu bilimsel parametrelerle ölçülebilen ve gerçekliği kanıtlanabilen olguların bireyin hayatında yolunu aydınlatıcı olabileceğini ve aklın ve bilimin süzgecinden geçmeyen hiçbir olgunun doğruluğundan emin olunamayacağını savlamıştır (Cevizci, 2000: 3031; Hampson, 1991: 21). Kuşkusuz bu düşünce tarzı bir “çağ değiştirici” devrimsel bir manzarayı insanlığın önüne koyarken, aklı ve bilimi insanlığın Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1155 yeni “doğruyu söyleyicisi” ve yol göstericisi konumuna getiren anlayışın düşün hayatında etkili olması kısa bir sürede olmadığı gibi tek bir düşünür ya da bilim insanı tarafından ortaya konmamıştır. Yüzyılları içeren ve birçok düşünürü kapsayan bir bilimsel gelişme ve fikir birikiminin, köhneleşmiş ve zamanını doldurmuş bir düşünce yapısını tarihin mezarlığına gönderen Aydınlanmacı düşünce anlayışı, aslında sadece bilimsel bir gelişme ve birikimi değil genel olarak hayatın her alanında bir değişimi ve yeniden belirlenimi ifade eder. Bu anlayışın kodları hayatımınız her alanına etki ederek denklemleri yeniden kurmamıza olanak sağlamıştır. Mutlaka ki ilahi varlıklara olan inançlar bireyler ve toplumlar düzeyinde devam edegelmiştir ancak din temelli düşünce yapısının ve siyasetin toplumlar üzerinde belirleyiciliği ve düzenleyici iktidarı yıkılmış, seküler bir siyasal iktidar modeli ortaya çıkmıştır (Hampson, 1991: 21-26). Bu anlamda iktidarın kaynağı artık gökyüzündeki Tanrı ve uygulayıcıları onun yeryüzündeki aracıları soylular değil, aklı ve iradesiyle doğruyu araştıran, bulan ve kendi için en doğrusunu yine kendisi bilen bireyin kendisidir. Bu anlayış burjuva sınıfının egemen olduğu yeni modernist düzenin başlangıç kodudur. Ancak bu durum, aklın ve bilimin “kutsal bilgi kaynağı” olduğu sorgulanamaz yeni bir toplumsal iktidar sarmalı yaratmış ve iktidarın kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indiren modernist anlayış bir iktidar kaynağını yıkıp kendi içinde yeni bir iktidar tesis etmiş konumda bulunmaktadır. Modernizme ve bilginin bu şekilde iktidara taban oluşturmasına eleştiriler bu olgunun başlangıcından itibaren çeşitli düzeylerde ve sertliklerde var olagelmiştir. Bu eleştiriler, Orta Çağ düşünce tarzından Modern Çağ‟ın düşünce tarzına geçiş durumunda bilginin kaynağı ve elde edilme biçiminin değiştiği; ancak, bilginin iktidar yaratma potansiyelinin ve eğiliminin değişmediğini söylemişlerdir. Bu noktada, Nietzsche, ki post-modern düşünce tarzının kurucularından kabul edilir, “yeni nesil modern rahipler”2 (Nietzsche, 1968: 40) olarak adlandırdığı bilim adamları için “cansız bir doğaya sahip bilim adamının talep ettiği şeyin salt iktidardan başka bir şey olmadığını” ve yeni kiliseler olarak gördüğü üniversitelerin “iktidarın yeni kaynakları” olduğunu söyler (Nietzsche, 1968: 59-118). Bu noktada Emile Durkheim ise yeni yol göstericiler olarak bilim insanları için “onlar (üstadlar), köprüleri geçtiler ve Seine Nehri‟nin sol yakasına yerleştiler. Kilise‟nin vasiliğinden kurtulunca kendi çıkarlarını düşündüler. Çıkarlarını ve düşüncelerini savunabilmek için 2 Friedrich Nietzsche‟nin “The Will to Power” isimli eserinde kullandığı bu tanım, bilim insanlarının Modern Çağ‟daki işlevini bir metafor üzerinden Orta Çağ rahipleri ile karşılaştırmalı olarak açıklama çabasındaydı (Nietzsche, 1968: 40). Bu bakış açısı, daha sonra bilimin “yeni bir din” olarak kutsayan ve iktidarını tesis eden modern anlayışa yönelen post-modern eleştirilerin merkezine oturacaktı. 1156 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) kendi öğrencileriyle birleştiler ve bir lonca, Universitas, oluşturdular” der (Durkheim, 2006: 88-90‟dan akt. Takış, 1999: 7). Modern Çağ filozoflarının modernizme ve bilgi-iktidar ilişkisine getirdikleri bu eleştirilerden etkilenen post-modern düşünürlerin başında gelen Michel Foucault ise çift okuma ve yapı-söküm metodolojisini kullanarak modernizmin argümanlarını boşa çıkaran ve özgün fikir ve tespitleriyle düşün hayatına damga vuran fikirlerini ortaya atmıştır. İktidar kuramlarına ve modern anlayışın eleştirisine yeni bir bakış açısı getiren Foucault, “Deliliğin Tarihi”, “Cinselliğin Tarihi” ve “Hapishanenin Doğuşu” adlı eserlerinde modernizmin geliştirdiği yeni iktidar biçimlerini açıklayarak biyo-iktidar kavramına dikkat çekmiş ve modern iktidarın bireyin bedeni üzerinden bir iktidar ilişkisi kurup, bireylere özgür bir hareket alanı bırakmayacak şekilde tek tek bedenlerine nüfuz eden bir iktidarın ortaya çıktığını söylemiştir. Bu özne-iktidar sarmalında “söylem” kavramına işaret eden Foucault, iktidarın söylemler üzerinden yaratıldığını ve söylemlerin bireyler üzerindeki inandırıcı etkisinin o söylemin sahibine ya da işaret ettiği olguya aslında aslı olmayan bir gerçeklik ve bu gerçekliğe bir inanç tesis ettiğini bu inancın sonucunda da kutsallığı sorgulanamaz bir iktidar yaratıldığını ve bireylerin bilinçaltına ve hayatına bu iktidarın nüfuz ettiğini vurgulamaktadır (Foucault, 2003b: 35-40; Marti, 2014: 173-174). Bu anlamda Foucault‟nun düşüncesinde özne, bu iktidar mekanizmaları arasında sıkışmış ve söylemlerle çevrenelerek, söylem-bilgiiktidar sarmalında kendine alan bulmaya çalışmak durumunda yaşamını sürdüren bireydir. Modern dönemde iktidarın tarihte görülmemiş bir biçimde bedenlere nüfuz eden ve bedenler üzerinde yükselen bir güç mekanizmasına sahip olduğunu savlayan Foucault‟ya göre özne, bedeninin ve zihninin üzerinde bu derece hissettiği iktidardan özgürleşmesi gereken ancak her çırpınışta daha da bu sarmalın içine giren bireylerin kendisini ifade eder (Foucault, 2000a: 237). Bu noktada, Foucault, bilimin kutsandığı modernist anlayışa “postmodern” bir bakış açısıyla eleştiri getirerek, kendi içerisinde söylem yaratan ve söylemin kaynağı olan bilgi olgusunun iktidarın temel besleyici argümanı ve söylemlerin kaynağı haline geldiğini belirtmiştir. Bilginin, yeni üretim ilişkileri, yeni söylemler ve yeni toplumsal yapılar yaratarak, iktidarların meşruiyet kaynağı haline geldiğini iddia ederek “bilginin güç olduğunu” ve bu gücün özneyi tutsak ettiğini vurgulamıştır (Foucault, 2003b: 42). Bu gücün mutlak doğruluk ve gerçeklik iddiası taşıyan söylemelerden kaynaklandığını ifade eden Foucault, buna karşın bu mutlak gerçeklik ve doğruluk durumunun oldukça tartışmalı olduğunu belirtmiştir. Bu noktada, Foucault, bilgi ve güç kavramlarını iki ayrı ve birbirinden bağımsız kavram olarak incelemenin ve değerlendirmenin hatalı olacağını bilgi ve güç kavramlarının birbirini içeren, karşılıklı olarak birbirini var eden bir sarmal oluşturduğunu belirtmiştir (Foucault, 2011: 212). Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1157 Foucault‟ya göre iktidar bilgi formlarından, disipliner söylemlerden ve üst anlatılardan bağımsız olamaz. Özne-iktidar ilişkisi bağlamında da bakarsak bilgi özneden ve iktidardan bağımsız olamaz. Bu noktada, iktidar modernizmde devrimsel bir form değişikliği geçirmiş ve bedenler üzerinde biyo-iktidar disipliniyle bireyler üzerinde iktidar sağlamıştır. Bunu da söylemler, otokontrol ve disiplin mekanizmaları ve buyurucu bilgi formları ile içten dışa doğru yayılan, bireyde başlayan ve yine bireyde biten bir iktidar tesisi sarmalı ile gerçekleştirmektedir. Yani bilgi özgürleştirici değil esirleştirici bir yapıya bürünmüştür. Çünkü modern anlamda bilgi nesnel, katı, hakikati savunan ve bireylere üstten buyurucu bir şekilde konuşan bilgidir (Foucault, 2003a: 104105). Ancak, post-modern yöntembilim ve Foucault‟un metodolojisi açısından baktığımızda “özneden bağımsız nesnel bilgi olamaz” ve “bireyin bilgi üzerindeki öznel etkisi onu zamana ve mekana göre farklı hakikatler doğuran bir yapıda kılar” (Foucault, 2003a: 105-106). Foucault, bu noktada, işi bir adım daha ileri götürür. Bilginin öznelliğini ve her an her yerde tek ve doğru olmaktan acizliğini ifade ederek bilginin aynı zamanda iktidar tipleri tarafından da manipüle edilebildiğini ve bir iktidar aracı olarak kullanılabildiğini vurgular. Foucault‟nun deyişiyle, “Filozof ve bilim adamları bilgiyi nesnel kabul edip anlatının içinde çalışmak yerine onun dışına çıkıp onu parçalarına ayırıp bilginin dayattığı sorunlarla uğraşmak yerine verili bilgiyi ve bilimi sorunsallaştırmalı ve onu çözmelidir” (Foucault, 2003b: 173). 2. “Söz”ün Özü: Söylemler Temelinde Bilgi-İktidar Sorunsalı Foucault, “Özne ve İktidar” adlı eserinde bireyin iktidar sarmalıyla girdiği ilişkiyi tarihsel bir çözümlemeyle kuramsallaştırmaya ve iktidarın tesisinin hangi temeller üzerinde şekillendiğini analiz etmeye çalışmıştır. Bu noktada, söylem kavramına dikkat çeken Foucault, iktidar-bilgi ilişkisi analizinde söylem kavramının oynadığı role vurgu yapmıştır (Foucault, 2000b: 11-24). Foucault‟nun söylem kuramı beslendiği tarihsel arka planı da göz önünde bulundurmak kaydıyla düşünce dünyasına önemli yenilikler getirmiştir. Aydınlanma felsefesinin özne-nesne düalizmini merkezileştirmesine karşıt olarak Foucault, söylemin hem özneye hem de nesneye ilişkin olduğunu söyleyerek, söylemler ile nesneler arasındaki ilişkiye farkındalık getirmiştir. Ayrıca bilginin ve gücün birbiriyle bağdaşık ve biri olmadan diğerinin olmasına imkan vermeyen yapısına dikkat çekerek bu ikisinin kaçınılmaz olarak söyleme bağlı olduğunu açıklamıştır (Bozdoğan, 2013: 103-104). Foucault, bu noktada, söylemin sonsuz ve kaçınılmaz olduğu konusu üzerinde durmaktadır. Öyle ki, söylem, iktidarların varlığının temeli, bireyler üzerinde algıyı oluşturan bir “dil oyunu” ve iktidarların toplumlar ve bireyler üzerinde gücünün ve meşruiyetinin 1158 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) yayılmasını sağlayan bir uzantı ya da bir kanal olduğu düşüncesi bizi söylemin gücüne götürürken onun bu edilgen olmayan yapısını da ayrı bir iktidar ilişkisi analiziyle değerlendirmemizi gerekli kılmaktadır. Akla gelen her şey söylenebilir diyebiliriz; ancak, toplumlar bu anarşik üremeyi bir şekilde denetim altına alma amacı gütmektedirler. Çünkü söylemin iktidar alanı yaratan ya da iktidarlara meşruiyet veren yapısı karşıt bir strateji ile mevcut iktidarı ve güç ilişkilerini çökertmek ve yeni iktidar alanları yaratmak için de kullanılabilir. Öyle ki, Orta Çağ‟ın hakim düşünce yapısını ve iktidara kaynaklık eden söylemlerinin, Aydınlanma Çağı‟nın aklı ve bilimi yücelten ve moderniteyi savunan söylemleriyle çürütülmesi ve yıkılması bu duruma tarihsel bir örnek teşkil etmektedir. Bu tecrübelerden de yola çıkarak toplumlar söylemleri disipline etme ve bireyler üzerinde kurduğu disiplini söylemler üzerinde de kurma ve onu bir iktidar yaratma ve yayma aracı olarak kullanırken kendine yönelen bir silah olmasını da engellemek amacıyla bazı disiplin ve kontrol mekanizmalarına başvururlar. Bu denetim mekanizmalarında birisi yasaklama, yani söylemin doğrudan kısıtlanmasıdır. Bir konuyu tabu haline getirerek ve hakkında konuşulmasını toplumsal adetler ya da hukuki kurallar çerçevesinde yasaklayarak tehdit oluşturabilecek potansiyel söylemleri ve bu söylemler çerçevesinde şekillenecek bilgi ve bilgi formlarını kontrol altına alırlar. Ya da Immanuel Kant‟ın “Saf Aklın Eleştirisi”nde belirttiği ve eleştirdiği gibi konuyu, herkesin düşüncesine ve söylem özgürlüğüne açmadan bizim yerimize düşünen ve konuşma yetkisi bulunan uzmanlara devretme davranışına giderler (Kant, 2010: 18-19). Duruşma salonlarında hakimlere, okullarda öğretmenlere, hastanede doktorlara, haber konularından medya uzmanlarına bir “söylem iktidarı” atfederek konuları onların hareket alanı ve konuşma özgürlüğü ile sınırlı tutarak diğer bireyler söz hakkını vermezler. Bu, aklı ve uzmanlaşmayı yücelten ve rasyonelliği tesis eden bir eğilim gibi görünmekle birlikte esasen iktidarın yeni bir formda kurgulanması ve konular ve söylemler üzerinde yönetilen kitlelere özgürlük vermeyen ve mevcut iktidar formunu yine bilgi formları ve söylemler üzerinden kurgulayan bir iktidar sarmalını oluşmasına zemin hazırlarken, karşıt söylemleri de kontrol altında tutmaya yaramaktadır. Bu noktada, bir diğer denetim mekanizması ise söylemlerin içerden kuşatılmasıdır. Foucault‟nun “seyreltme prosedürleri” dediği durum ise söylemin bazı düzenleyici ilkelere tabi tutularak denetim altında tutulmasını ifade eder (Canpolat, 2005: 106). Seyreltmenin daha az yoğun hale getirmek, süzmek ve arılaştırmak olduğunu belirten Foucault, bunun belli bir konuda anlatılanların inceltilmesi ve söylemin başa çıkılmayan yoğunluğuyla baş edilmesi olduğunu söyleyerek bu yolla disiplinlerin neyin söyleneceğine kendi içinde karar verdiğini ve disiplinlerin kendi söylemlerini oluşturduğunu söylemektedir. Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1159 Sözün gücü ve dilin iktidar yaratma ve bu iktidarı kitlelere ulaştırmaaktarma-yayma gücünün göz ardı edilmemesi gerektiği aşikardır. Foucault‟ya göre bilgi söylem üzerinde şekillenen ve söylemi içeren bir form iken iktidar söylem boyunca süregiden bir olgudur. Öyle ki, iktidar ortaya çıkarken söylemler üzerinde yükselir ve varlığını kabul ettirir; iktidarını devam ettirmek, kitlelere yaymak, kabul ettirmek ve meşrulaştırmak için söylemler üretir ve karşıt bir söylem ve güç ilişkileri onu yok edinceye kadar söylemler üzerinde ayakta kalır (Söylemez, 2010: 52-54). George Orwell‟in “1984” adlı distopya romanında toplumu kuşatan mevcut iktidarın kendini söylemler üzerinde inşa etmesi ve Orwell‟in böyle bir kurgu ile bu konuya dikkat çekmesi önemlidir. Ayrıca romanda geçen “Big Brother” tarafından gözetlenen ve kontrol altında tutulan ülkede, yönetim tarafından her sene yayınlanan “sözlükler”in her baskısında bazı kelimelerin sözlükten çıkarılarak yasaklandığını ve kelime dağarcığının mümkün olduğunca daraltılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Bunun sebebi söylemin kontrol altına alınması ve iktidarı tehdit edebilecek potansiyel söylemlerin yayılmasını engellemektir. Romanda mevcut iktidarın bu uygulama ile amacı bir yandan tek kanaldan yaydığı bilgiler ile kendi iktidarını mutlak ve sonsuz kılmak, mümkün olduğunca az kelime ile insanların kalıba sokulması ve düşünmeyen ve konuşmayan “itaatkar kölelere” dönüştürülmesidir. Öyle ki, kelimeler düşünmenin başlangıcıdır. Örneğin, özgürlük kelimesinin varlığından haberdar olunmayan toplumda zamanla özgürlüğün ne olduğu, nasıl bir şey olduğu ve varlığı konuşulmaya unutulacak ve bir daha da düşünülmeyeceği için bilinemeyecektir. Sözler düşünmemizin hem aracı hem de sonucudur. Bu noktada söylemler üretilen amaca ve üreten aktöre göre değişiklik gösterecek şekilde iktidarın hem en güçlü aracı hem de en güçlü düşmanı olma potansiyeline sahiptirler (Orwell, 2000: 259-270).3 Foucault, bu noktada hakikat sistemine dikkat çeker ve söylemin hakikat sistemine göre içsel ve dışsal unsurlarla denetlendiğini belirtir. Yani bir söylem kendi içinde doğru ve tutarlı olabilir ama halihazırda bulunan iktidarın hakikat anlayışına uygun değilse yasaklanmaya ve dışlanmaya maruz kalır. Bu noktada söylemin sonsuzluğuna ön plana çıkararak sonsuza değin iktidara boyun eğmiş ya da ona karşıt oluşturulmuş olmadığını zamana ve mekana göre değişiklik gösterebileceğini ve iktidarın kaynak, araç ve sonucu olabileceği gibi ona karşıt 3 George Orwell‟in “1984” isimli bir çeşit distopya kurgusu şeklinde yazılmış olan romanı; iktidar ilişkilerine eleştirel bir bakışla, öznenin özgürlüğünü temele alan bir yaklaşımla, iktidar sarmalında gelinebilecek noktada gerçekleşebilecek iktidar pratiklerini ve öznenin dünyasını, eleştirel ve etkili bir kurgu ile anlatmakta ve düzgün bir üslup ile okuyucuya içeriğini yansıtmaktadır. 1160 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) bir strateji bünyesinde oluşturulacak yıpratıcı bir güç de olabileceğini öne sürmüştür. Martin Luther King‟in kilisenin kapısına çaktığı “95 Tez”ini hatırlatan bu çözümleme, çalışmamızda siber uzay dünyasına bakışımızın da temelinde yer almaktadır. 3. “Yeni Dünya” Efsanesi: Siber Uzayın Doğası Bilişim ve iletişim teknolojisi süreç içerisinde tüm insanlığı kuşatacak şekilde gelişme göstermektedir. Nitekim her geçen gün bilişim ve iletişim teknolojisinin kullanım alanları genişlerken buna bağlı olarak kullanıcı sayısı da sürekli olarak artmaktadır. Bilişim ve iletişim teknolojisinde yaşanan bu hızlı ve bazı otoritelerce “devrim” olarak nitelenen gelişmeler sonucunda bu gelişmelerin temelindeki ana unsur olan “bilgisayar” insan için adeta kendini tamamlayan bir obje olarak görülmeye başlanmıştır.4 İnsanoğlu çoğu işlemini bilgisayar sayesinde daha hızlı, daha kolay gerçekleştirebilirken; görevlerinin bir kısmını bilgisayara devretmiştir. Günümüzde bilgisayarların ve bilgisayar temelli teknolojilerin bir şekilde rol oynamadığı insan faaliyeti yok gibidir. İnsanlık için bu kadar önemli bir yer kaplayan bilgisayar teknolojisi internetle bambaşka bir boyuta taşınmıştır. İnternet doğası nedeniyle insan hayatına yeni bir yön vermekte, geleneksel değerlerin değişmesine yol açmaktadır (Gemalmaz, 2011: 1-2). İnternet, geleneksel anlamda toplumsal insanın şekil değiştirerek “dijital insana” dönüşmesine ve fiziksel dünyadan farklı olarak ortaya çıkan, bir o kadar da fiziksel dünyaya paralel olan “siber uzay”da yaşamasına olanak sağlamaktadır.5 4 5 Teknoloji, insanlara sundukları açısından günümüzde insanlar tarafından kutsanır hale gelmiştir. Öyle ki, İsveç‟te kutsal sembolü “kopyala-yapıştır” olan yeni bir din, Kopimizm dini, ortaya çıkmıştır. “Kopyala” kelimesinden türetilen Kopimizm, içerik ne olursa olsun onun kopyalanarak geniş kitlelere ulaştırılmasını amaçlar. Kilise‟nin kurucusu 19 yaşındaki felsefe öğrencisi Isak Gerson‟dur. Bilginin bir değer olduğuna inanan Gerson, bilgiyi kopyalamanın en önemli ibadet olduğuna inanmaktadır. İbadetlerinin temeli dosya paylaşımı olan Kopimizm Kilisesi‟nin varlığı İsveç Hükümeti tarafından resmen tanınmıştır (George, 2012). İnsanlık adeta iki ayrı dünyada yaşar hale gelmiştir. Bir tarafta sınırları, kuralları belli “gerçek” dünya; diğer tarafta hem fiziksel hem de özgürlük anlamında sınırların bilinmediği, kuralların olmadığı ve sürekli bir risk ortamının bulunduğu siber dünya. Fakat oluşan bu ikinci dünyayı sanal olarak nitelemek pek gerçekçi değildir. Bu iki dünya karşılıklı olarak etkileşim içindedir. Yakın gelecekte gitgide sanal gerçeklik ölçütüne daha uygun bir melez alanda yaşanılacak ve burada gerçek ile kurmaca arasındaki ayrım niteliğini kaybedecektir (Havuz, 2007: 2); iki dünyanın birbiriyle olan “bağımlılığı” konusunda üç ayrı görüşten bahsedilebilir. Frank Easterbrook‟a göre iki dünya birbirinden ayrı düşünülemez. Telif hakları, Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1161 Başka bir deyişle, zamansal ve mekansal sınırlamaları ortadan kaldırarak insanların hemen hemen her türlü ihtiyacına cevap verebilen internetin oluşturduğu ve “siber uzay” olarak adlandırılan bu yeni dünya, insanların yıllar boyu alışık olduğu yaşam, bilgi edinme, eğlenme, ticaret yapma, alışveriş yapma gibi hemen hemen hayatın her alanında önemli değişikliklere yol açmıştır. Bu yeni dünya, bilişim ve iletişim teknolojisinde yaşanan gelişmelerin ve bunların sonucunda ortaya çıkan internetin meydana getirdiği bir dünyadır (Gibson ve Erie, 2006: 97). En genel haliyle siber uzay; fiziksel olarak kablolar, santraller, uydular, radyolinkler, bilgisayarlar, modemler, yönlendiriciler gibi teknik donanımdan, sanal olarak sohbet odaları, kütüphaneler, bankalar ve mağazalar gibi hizmetlerden oluşmaktadır. Bu bağlamda bilişim ve iletişim ağlarının şekillendirdiği siber uzay, bilgisayardan ve bu bilgisayarların etrafında meydana gelen insanlardan oluşan, somut anlamda var olmayan; ama soyut olarak içinde yer alınan bir mekandır.6 Nerede başlayıp nerede bittiği net olarak ortaya kon(a)mayan siber uzayın sınırlarını çizmek, bu nedenle çok güçtür. Zira siber uzay artık televizyon, radyo, telefonla da bağlantılıdır.7 Sakinlerine çok önemli imkanlar ve fırsatlar sunması nedeniyle kısa süre içerisinde bireyler, ticari şirketler, özel kuruluşlar ve devletler hızla bu yeni dünyaya “taşınmışlardır/taşınmaktadırlar.” Sınırlardan, mesafelerden ve kurallardan muaf olan siber uzay, bu doğasıyla tüm aktörlere inanılmaz bir özgürlük ortamı sunmasına karşın doğası nedeniyle aynı aktörler için büyük tehlikelere yol açabilmektedir. Siber uzayın getirdiği sınırsız özgürlük 6 7 pornografi, karalama, kişilik hakları gibi tartışılan konular gerçek dünyada da vardır ve mevcut yasalarla düzenlenmektedir. Mevcut yasal düzenlemeler internet yönetiminde de başarılı olacaktır (Katkin, 2001: 656). Siber uzayın kendine has doğasına vurgu yapan David R. Johnson ve David Post gibi yazarlar ise siber uzayın gerçek dünyadan farklı olduğunu ve siber uzaya özgü düzenlemelerle yönetilebileceğini vurgularlar (Johnson ve Post, 1996: 5). İnternetin kamusal alanla özel alan arasındaki sınırları aşındırdığını vurgulayan Lawrence Lessig‟e göre, internet yalnızca internet kamusal alanı tarafından öz düzenleme mekanizmaları ve yazılım kodlarıyla düzenlenmelidir. Devlet bu alana müdahale etmemelidir; bu siber uzayın özgürlük misyonuna zarar verir (Lessig, 2006: 1-9). Başka bir deyişle, Lessig, kullanıcılar tarafından geliştirilen yazılım kodlarının teknolojiye uyarlanmasıyla siber uzayın yönetilebileceğini vurgular (Lessig, 1999: 14.20514.209). Nicole Stenger (1991: 49-58), siber uzayın bu özelliğinden dolayı onu OZ‟a benzetir. Martin Dodge, siber uzayın tek ve homojen bir uzay olmadığını vurgular. O‟na göre siber uzay, internet teknolojisi içerisinde var olan uzaylar, sanal gerçeklik içerisinde var olan uzaylar ve telefon ya da faks gibi geleneksel iletişim sistemleri içerisinde var olan uzaylardan oluşmaktadır (Dodge, 2001: 1). 1162 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) ortamında yaratılan sanal kavramlar, ki bu ortam herkese kendi sanal hayat alanını ve çoklu kimliklerinin yaratıcısı olma imkanı sunmaktadır, zamanla gerçek dünyayı, kişileri ve ülkeleri etkileyecek sorunlar doğurmaya başlamıştır. Nitekim siber uzaydan uzak durmaya çalışanlar bile bir şekilde siber uzayın etkisiyle karşılaşmaktadır. Günlük hayat ile siber uzayın gün geçtikçe iç içe geçmesi, insanların birbirine paralel bu iki dünyada da yaşam mücadelesi vermesine neden olmaktadır. Mul‟un deyişle, siber uzay, günlük yaşantımızın neredeyse tüm cepheleriyle bir takım melez ilişkilere girmektedir (Mul, 2008: 13). Bu bağlamda, siber dünyayı gerçek dünyadan kopuk, özerk bir alan olarak tanımlamak yerine; gerçek dünyayla sımsıkı iç içe geçmiş bir alan olarak tanımlamak daha yerinde olacaktır. Başka bir deyişle, siber uzay, dış dünyanın bir simülasyonu, fantezilerin gerçekleştiği kocaman bir oyun alanından çok daha ötedir. Bu uzayda yapılan en küçük bir iş bile siber gerçeklik haline gelmektedir. Havuz, siber uzayla ortaya çıkan bu durumu insanlık tarihinin başlangıcına geri dönüş olarak niteler. Siber uzayın zaman, mekan ve kural aşan bu doğası bireyleri olduğu kadar bu dünyanın önemli aktörleri olan şirketler ve devletleri de etkilemektedir. 4. “Tarihin Başı”na Dönüş (?): Söylemin Yeni Ortamı Olarak Siber Uzay Foucault, bilgi-iktidar sorunsalı çerçevesinde bilginin söylemsel pratikler çerçevesinde oluşturulduğunu söyler (Bozdoğan, 2013: 52). Bilginin söylemler içerisine kazındığını ve söylemin bünyesi içerisinde onun pratiklerine ilişik olarak yükseldiğini ve düştüğünü belirtir. Modern Çağ, aklın ve bilimsel bilginin hakim söylem içerisinde yer ve hareket alanı bulması açısından yeni; ancak, söylem ve anlatıların üzerinde yükselen iktidarların inşa edilmesi açısından eski bir karakteristiğe sahiptir. Akla ve bilime dayalı teknolojik gelişmenin ivme kazandığı aydınlanma sonrası dönemden günümüze kadar gelen devrimsel gelişmelerin en önemlilerinden biri kuşkusuz bilişim devrimi ve internet olmuştur. Yani aklın ve bilimin hakim olduğu çağ sonuçlarının kendisinin bile hesap edemeyeceği, bireyleri sanal ortamda birbirine bağlayan ve kendi varlığını hayatın bir parçası haline getiren iletişim aracı, yaşayan yüksek potansiyelli bir organizma yaratmıştır. Bu siber uzay olarak adlandırdığımız sanal dünya, hem gerçek dünyamızın bir parçası hem de ondan ayrı bir kendiliği olan “yeni bir dünya” olarak hayatımıza girmiştir. Bu noktada, “tarihin başına” dönmek olarak nitelendirilen siber uzay için yapılan değerlendirmeler özgürlük-iktidar ilişkisi bağlamında baktığımızda temelde iki yönde seyretmektedir (Akkuş, 2013: 76-78). Bunlardan ilki, onun özgürlüklere ortam sağlayan ve bireylere demokratik bir güç veren yeni bir özgürlükler dünyası olduğu ikincisi ise onun tam tersine bireylerin sürekli bir kontrol altına Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1163 alma durumu ile karşı karşıya kaldığı, güvensiz, disipliner ve tam kontrole olanak sağlayan bir “panoptikon” olduğu yorumudur. Bu iki temel bakış açısının varlığını göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yaptığımızda siber uzayın her ikisi de olabileceği, hangisinin olabileceği noktasında ise aktöryapı problematiği çerçevesinde göreceli bir durumun söz konusu olduğunu söyleyebilmekteyiz. Öyle ki, siber uzaya bu açıdan getirilen değerlendirmeleri göz önünde bulundurmak çalışmamız açısından da hayati önem arz etmekle birlikte bu konuya bugüne kadar yoğun şekilde bakılan noktadan biraz farklı olarak onu söylem-bilgi-iktidar ilişkilerinin yeni bir ortamı bağlamında incelemekte fayda görmekteyiz. Çalışmamızda belirttiğimiz üzere Foucault‟ya dayanan bir bakış açısıyla baktığımızda, siber uzay birçok aktörün içinde yaşamını sürdürdüğü ve söz sahibi olduğu bir ortam olarak karşımıza çıkmaktadır. Söylemlerin iktidar tesisi ve yayılmasında özgürlüklerin karşısına çıktığı ve güçlü bir iktidar aracı olduğu aynı zamanda iktidarı bünyesinde barındırdığı bir dünyada, dünyadaki gerçek aktörlerin siber uzaya aktarılmasıyla konu hem biraz benzer bir konsepte sahip olmakta hem de yeni bir analiz düzeyine evrilmektedir. Öyle ki, sanal dünyada kişilik kazanan ve varlık gösteren her aktörün söylemi, bilgisi insanlığın kalanı ile saniyeler içerisinde paylaşılmaktadır. Hakikat arayışında olan insanın, hakikatın ne olduğu, neden kaynaklandığı ve hakikatin sınırlarını kimin belirlediğinin tartışmalı olduğu bir dünyada, duyduğu söyleme hakikat olarak sarılma eğilimi (Söylemez, 2010: 48-50) internet dünyasını bu konuda da merkezi bir önem sahibi yapmaktadır. Foucault, hakikat ile bir tür genel bir normu ya da bir dizi önermeyi değil de doğru edilebilecek ifadeleri her an ve herkesin dile getirmesini sağlayan prosedürlerin bütününü anladığını ve hakikati belirleyen üst mercilerin bulunmadığını, hakikat etkilerinin tam anlamıyla kodlandığı bölgelerin sadece var olduğunu söyler (Foucault, 2003b: 176-178). Söylemlerin bireylerin algılarını şekillendirmesi ve onları yönlendirmesiyle güç alanı yarattığı, iktidarların bu söylemler üzerinde yükselirken söylemler üreterek yayıldığı ve ayakta kaldığı, bu söylemsel pratikler çerçevesinde bilgilerin üretildiği ve bilgi formlarının oluştuğu, bu bilgi üretiminin de iktidarın ve güç ilişkilerinin yeniden üretimine yol açtığı ve bilgiiktidar kavramlarının birbirini içeren birbirini başlatan ve birbirini üreten ayrılmaz parçalar oluşturduğu iktidar sarmalını temele alan bir bakış açısı ile baktığımızda; siber uzay olarak adlandırdığımız sanal dünyanın “hakikati söyleyecek” yeni bir alan olarak karşımıza çıktığı analizi güçlenmektedir. Örneğin, radyo ya da televizyon spikeri size bir şey duyurduğunda ister inanın ister inanmayın, duyuru doğru olsun ya da olmasın bu duyuru milyonlarca insanın kafasında hakikat olarak işlemeye başlayacaktır (Söylemez, 2010: 4850). Bu durumda artık en az televizyon yayını kadar yaygın hale gelen ve “bilgi 1164 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) yayan” aktörlerin, sayısı, farklılığı ve nitelikleri açısından çeşitliliğe ve kitlelere ulaşma bakımından kontrol edilemez bir hıza sahip olan siber uzayın, bünyesinde farklı aktörler tarafından kitlelere ulaştırılan “bilgi”ler, kaynağı, amacı ve içeriği ne olursa olsun kontrol edilemez, doğruluğu tespit edilemez ve anarşik bir yayılıma sahip yapıdadır ancak bununla birlikte yayılma hızı ve söylem yaratma gücü açısından insanlık tarihi boyunca görülmemiş bir etkinliğe sahiptir. Bu noktadan baktığımızda siber uzayın hem gerçek dünyanın bir parçacı olduğu, hem de ona etki edebilen dışsal bir bünyeye sahip olduğu unutulmamalıdır. Öyle ki, siber uzay, gerçek dünyadaki aktörlerin sanal dünyaya taşınmasının yanında, kendi içerisinde gerçek dünyada bulunmayan ve sanal dünya çıkışlı aktörler, topluluklar, kurumlar ve organizasyonlar yaratabilmekte ve gerçek dünyayı etki alanına alabilmektedir. Bu karmaşık ve girift yapının kuşkusuz farklı kesimler ve aktörler için avantajları, dezavantajları, fırsatları ve tehditleri bulunması beklenir bir durumdur. Ancak, çalışmamızda incelediğimiz üzere Foucault‟un söylem-bilgi-iktidar kavramsallaştırmasını ve Nietzsche‟nin güç istenci sorunsalını merkeze aldığımızda, siber uzayın “iktidar yaratan” bir araç haline gelmesi durumunun analiz edilmesi gerekmektedir. İçsel ve dışsal dinamiklerin etkisiyle, belli bir merkezden belirlenimle işletilmese de veya doğrudan böyle amaçlanmasa da bu süreç, doğrudan ya da dolaylı olarak siber uzayın iktidar yaratma alanı olarak araçsallaştırılması/içselleştirilmesi durumunu beraberinde getirmektedir (Sayar, 2006: 54-60). Bu analiz, siber uzayın iktidar yaratma, kuşatma, kontrol altına alma amacıyla kurulduğu ya da bir üst yönetim kurulu tarafından yönetilerek belli bir merkezden bir iktidar aracı olarak konumlandırıldığı sonucuna varan bir analiz olmamakla birlikte siber uzayın doğasına atıfta bulunan bir analize denk gelmektedir. Şöyle ki, siber uzay doğası gereği başlangıcı itibariyle aktörlerin serbestçe içerisinde yaşaması ve faaliyet göstermesi açısından “anarşik”, “özgür” ve herkesin bir şekilde bir sanal platformda söz hakkı olması itibariyle de “demokratik” bir yapıya sahip olagelmiştir. Sanal dünyadaki bireyler, şirketler, devletler, sivil toplum kuruluşları, ulusal ve uluslararası, ulus-altı ve ulus-üstü kurumlar, organizasyonlar, sosyal yapılar ve platformlar gibi aktörlerin kendilerine serbest bir yayılma alanı, kitlelere açılan bir kanal ve yeni bir dünya bulduğu siber uzayda, söylenen her söz, verilen her bilgi, iletilen her söylem, gerçekleştirilen her faaliyet ve yapılan her hareket, adeta nereye varacağı bilinmeyen yüksek potansiyelli bir “kelebek etkisi”ne sahiptir. Bu durum, en küçük bir değişimin bile çok büyük etkiler yaratabileceği ve dünyayı değiştirebileceği ihtimalinin bulunduğu, çok büyük söylemlerin ve anlatıların bile çok kısa sürelerde karşıt söylemler tarafından çürütülebileceği ve yok edileceği ihtimalinin bulunduğu kaotik bir yapının siber uzayın “el değmemiş doğası” olduğunu göstermektedir. Çeşitli güvenlik gerekçeleriyle gerçek Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1165 dünyadaki otoritelerin siber uzaya kısıtlamalar ve kontrol mekanizmaları getirme çalışma ve eğilimlerinin bulunduğunu unutmamakla birlikte, siber uzayın “ağzı olanın konuşmasına” ve konuştuğunu milyonlara hatta şanslıysa milyarlara aktarmasına olanak verecek derecede katılımcı, serbest ve kolayca herkese bir konuda söz söyleme imkanı verecek derecede demokratik yapısı onun “devrimsel” bir özelliği olarak insanlık tarihinin karşısında durmaktadır. Bunun yanında verilerin yayılma hızı, kapasitesi ve kitlelere hatta gerçek hayatta ulaşamayacağımız kişi ve kurumlara saniyeler içerisinde ulaşma imkanı veren doğası göz önünde bulundurulduğunda yapmamız gereken şey komplo teorilerinden sıyrılıp Foucault‟un paradigması ile bu yeni ve benzersiz iletişim ortamını yorumlamak olacaktır. Bugün geldiğimiz noktada siber uzayın bu doğası, onun iktidar söylemleri için kullanılmasına aynı zamanda yeni söylemler üretilerek bilgi formlarının üretilmesine ve iktidarların yükselmesine olanak vermektedir. Bu durum kuşkusuz aktörler tarafından kullanılan ve yine aktörleri etkileyen karşılıklı bir süreç meydana getirmekle birlikte temelde bu “yeni dünya”nın kendine özgü doğasını, bu iletişim ortamında yaşamını sürdüren aktörler açısından bir “siber hapishane”ye çeviren eğilimleri beraberinde ortaya çıkarmaktadır. Öyle ki, “gözetim toplumu” analojisi ve “Panoptikon” kavramları çerçevesinde özgürlük-güvenlik ikileminde yaşanan bir gerilim çerçevesinde değerlendirilen ve kitlelerin kontrol altına alınması, disipline edilmesi ve bilgilerinin denetim ve kontrol altında tutularak bir gözetim toplumu ve gözetim psikolojisi oluşturulması yolunda araçsallaştırılması durumunun tartışıldığı siber uzayın bu yöndeki analizleri ve kötümser yorumlamaları bilinmektedir (Akkuş, 2013. 90-119). Buna ek olarak, hakikatin kaynağının ve ne olduğunun belirsiz olduğu bir dünyada, hakikat olarak dayatılan ya da kabul edilenin öyle kabul edilegelmiş olduğunun zamanla unutulup onun değişmez bir gerçeklik olduğunun yaygın inanış olmaya başladığı nokta aslında yeni bir iktidarın algıları yönettiği ve söyleminin etkisinin tam olarak görülmeye başlandığı noktayla aynı yere denk gelmektedir. Günümüz dünyasında, siber uzay bizim için bir iletişim evreni olmanın yanında bir “kutsal bilgi kaynağı”, “doğrunun yeni adresi”, araştırma yapılan ve gerçekliğin bulunması için en geniş kaynakları sağlayan “yanılmaz” adres olarak hayatlarımızda yerini almıştır. Aslında bu sorunsal, yani iktidar alanı yaratan söylemlere dayalı bilgilerin doğruluğu tartışması, dahası algılarımızda oluşan gerçekliğin ve kafalarımızda yarattığımız gücü sorgulanamaz, “yıkılmaz” iktidar tiplerinin bizi içine soktuğu bu kısırdöngü post-modern düşünürlerin de aykırı bakış açılarıyla yeni bir boyuta taşıdığı evrensel ve kadim bir sorunsaldır (Foucault, 2003b: 22-25). Çalışmamızın son bölümünde, bu sorunsala siber uzayın getirdiği olumsuzluklardan ayrı olarak, bu “yeni 1166 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) dünya”da bu sorunsal için nasıl bir çözüm alanı potansiyeli bulunduğunu tartışacağız. Sonuç Yerine: Tünelin Ucundaki Işık-Zaafın Güce Dönüşmesi İçinde yaşadığımız çağ, bilgi kaynaklarının çeşitliliği ve bilgiye erişme olanakları açısından “bilgi çağı” olarak da adlandırılan bir dönemdir. İnsanlık tarihinde bu denli hızlı bir gelişim ve her alanda değişimin yaşandığı bir dönem daha yaşanmamıştır. Bu durum, iktidar ilişkileri bağlamında kendi içinde fırsatlarla birlikte tehditleri de taşımaktadır. Foucault‟un konuya ilişkin paradigmasını paylaştığımızda söylemlere koşut şekillenen bilgi formlarının yarattığı iktidar alanı ve iktidardan bağımsız bilginin olamayacağı sorunsalı (Dillon, 2012: 504-507) siber uzayda da geçerliliğini korumaktadır. Siber uzayda aktörlerin söylem yaratma ve bilgi üretim potansiyelini tartıştığımız bir önceki bölümün ışığında konuyu değerlendirdiğimizde, siber uzayın doğasının bilgi-iktidar kavramsallaştırması açısından önemli bir potansiyeli olduğunu görmekteyiz. Öyle ki, siber uzay aktörlere hızlı bir şekilde bilgiye ve diğer aktörlere ulaşma imkanını verirken aynı zamanda kendi bilgilerini paylaşma imkanı da tanır. Mevcut yapıda devletlerin bu durumu kısıtlama çalışmaları da bu değerlendirmeyi destekler niteliktedir. Şunu belirtmek gerekir ki, örneğin bir bireyin sosyal medyada başka bir birey hakkında söz söyleme ve bu söylediğinin doğruluğunun herhangi bir kontrol merciine kontrol ettirme zorunluluğu duymadan paylaşması, bilginin yaratacağı etki açısından tehlikeleri de içinde taşımaktadır. Ya da bilinmeyen bir konuda, konunun araştırılacağı ilk platform olarak Google‟ın seçilmesi artık bireylerin yaygın bir eğilimi haline gelmiştir. Dahası doğruluk payı olsun ya da olmasın internet, TV, radyo gibi medya ve iletişim araçlarından gelen bilgiye inanma eğiliminin yüksek olması bu durumun öneminin ortaya serer niteliktedir. Ancak, konuyu bu şekilde analiz ettikten sonra sorunsala farklı bir açıdan bakabilmenin gerekliliği bulunmaktadır. Öyle ki, siber uzay mevki, makam, para, mülk, statü ayırt etmeksizin -şu anki haliyle- yaygın olarak birçok aktörün söz söyleyebileceği ve söylemlere karşıt söylemler ile kendi varlığını ve fikirlerini destekleyebileceği bir ortam konumundadır aynı zamanda. Çalışmamızda, daha önceki kısımlarda belirttiğimiz üzere, söylem doğası gereği sonsuz ancak, farklılaşabilen, değişebilen ve bu doğası temelinde yarattığı iktidarlara karşıt söylemleri ve bilgi formlarını bünyesinde barındıran yapıdadır. Söylem iktidar alanı yaratıcı bilginin üremesi bakımından ve iktidarın kitleler üzerinde yayılmasının sağlanması açısından elverişli bir yapıya sahip olmakla birlikte hakim söyleme karşıt stratejiler geliştirilmesi (Butler, 2012: 276-277) ve alternatif söylemler üretilmesi bakımından siber uzay tarihte eşi görülmemiş bir Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1167 özgürlük alanı sunmaktadır. Pre-modern çağlarda, hükümdarlar, din adamları, kilise gibi aktörler, modern dönemde okullar ve eğitimli uzmanlar tarafından üretilen ve yayılan bilgiye mahkum olan ve bu bilgilerin iktidar alanında yaşamını sürdürmek mecburiyetinde kalan insanlık, tarihinde ilk defa doğrudan bilgiye ulaşabileceği ve doğrudan bilgi sunabileceği yaşayan, değişen, evrilen ve gelişen bir organizmaya, siber uzaya sahiptir. Kelebek etkisinin hakim olduğu siber uzay potansiyeli dahilinde hakim söylemleri yıkma ve karşıt söylemleri, bilgileri kitlelere yayma konusunda eşi benzeri görülmemiş bir imkana sahiptir. Kuşkusuz şu anki durum ideal bir duruma tekabül etmemektedir. Ancak, fikir ve bilgi kaynaklarının çeşitliliği ve bilgiye ulaşma imkanının potansiyeli düşünüldüğünde, bütün olumsuz yönleri ve tehditleri de göz önünde bulundurarak, siber uzay insanlığın karşısında “tarihin başı”na dönülen kuralları ve işleyişi farklı yeni bir dünya olarak durmaktadır. Bundan sonraki mesele insanlığın bu yeni dünyayı nasıl şekillendireceği meselesidir. Teknolojinin geldiği nokta ve siber uzayın imkanları göz önünde bulundurulduğunda; insanlık bu yeni dünyanın çok başındadır. Onun için çok yeni olan bu ortam kendi şekillenme ve değişim sürecini de yine insanlığa bağlı olarak yaşayacaktır. Foucault‟nun özneden bağımsız bilgi, bilgiden bağımsız iktidar olamaz (Dillon, 2012: 506) bakış açısı aslında belki de fark etmediğimiz bir noktayı içinde barındırmaktadır. “Kurşun geçmez” tek oluşum olan fikirler, öznelerin yine özneler için ürettiği ve yine özneleri etkileyen düşüncelerin süzgecinden süzülen tarihin besinleridir. İnsandan bağımsız olamayan bilgiler kendi eğilim ve eylemlerinin hem nedeni hem sonucudur. Bu noktada varoluş öznenin varoluşu ise, yine kendisi için söz söyleme hakkı beğenilsin ya da beğenilmesin öznenin kendisine aittir. Öznenin “ektiğini biçtiği” bu dünyada siber uzay, onun yaşamını sürdürebileceği yeni bir dünya olarak karşısında tehditten daha çok bir fırsat olarak durmaktadır. Bu yeni dünyayı şekillendirecek ve yaşayacak olan öznenin kendisidir. Tarih boyunca kendi kafasında yarattığı algıların esiri olan ve binlerce yıldır derin bir uykuda olan insanlık ilk defa bunu aşarak birbirini uyandırabilme şansı ile karşı karşıyadır. Siber uzayın bu asimetrik ve anarşik doğasında bu potansiyeli nasıl kullanacağı dünyanın geleceğini belirleyecektir. Bu noktada insanlığın yapması gereken bizce, siber uzayın bir kontrol ve gözetim aracına ya da iktidar yaratma ortamına dönüştürülme eğilimine karşı tarih boyunca verdiği en onurlu mücadeleyi, özgürlük mücadelesini vermesi, ona yönelen “muktedir” ve “üstten buyuran” müdahalelere karşı durmasıdır. Hangi fikrin, hangi bilginin dünyayı nasıl değiştireceğini ya da değiştirmesi gerektiğini belirlemek ne bu çalışmanın ne de bizim şimdiden kestirebileceğimiz bir durumdur. Ancak, öyle bir bilgi ya da fikir olacaksa, esas vahim olan ona ulaşmamızın engellenmesi ve ona hiç ulaşamayacak 1168 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) olmamızdır. Bu noktada insanlığın yapması gereken bu özgürlük ortamını sağlamak ve korumaktır. Modernizme yöneltilen temel eleştiriler, bilginin üretim mekanizmalarını ve doğru bilgi kaynaklarını merkezileştirme eğiliminin had safhada olması ve bunun üzerinden bir iktidar mekanizması yaratması üzerinden gerçekleştirilmektedir. Aklın ve bilimsel bilginin önemine ve “ilericiliğine” bu denli atıfta bulunan bir paradigmanın ortaya çıkardığı çağın temel sorununun özgür bilgiye denetim ve iktidar temelli olmayan fikirleri dışlaması olduğu bir ortamda bilgiye-özgür bilime-özgür bireye olan özlem ve ihtiyaç insanlığın temel sorunlarının başında gelmektedir. Bu noktada insanlığın özgürleşme mücadelesinin tarihine bakıldığında birbirine bağlanan ve iletişim halinde olan insanlığın ortaya çıkaracaklarının potansiyeli düşünüldüğünde aslında süreç henüz o aşamada olmasa ya da öyle görünmese de umut vericidir. İnsanlığın temel sorunu ve mücadelesi bundan sonrasını nasıl şekillendireceği üzerinedir. Sosyal medyada örgütlenerek toplumsal hareketleri başlatabilen ya da kaynağı ve amacı ne olursa olsun Wikileaks gibi bilgi yayılımlarının değiştireceği algıların sahibi olacak olan bireylerin ve diğer aktörlerin önündeki esas engel bu ortama amaçlı ve suistimal edici art niyetli müdahalelerdir. Kuşkusuz insanların bu yolda önünde uzanan uzun bir yol ve içsel ve dışsal tehditler ve engeller bulunmaktadır. Siber uzayın doğası dikkate alındığında bu durum da yadsınamaz. Ancak, iktidarların esas kaynakları insanların algıları, fikirleri ve inançlarıysa, bu çarkın dişlileri arasında ezilmeleri önünde en önemli adım özgür bilgiye ulaşan özgür insanlar olabilmek için bir noktadan başlanması gerekliliğidir. İktidarın ancak o zaman özgürlüklerin önündeki en büyük engel olmaktan çıkması yönünde bir umut belirebilir. Siber uzay, bu sorunsal için insanlığın önünde bulunan yeni bir ortamdır. Bu farkındalığa ulaşıldıktan sonra gerisini insanlık halledecek ve sonuçlarını yine kendi yaşayacaktır. Kaynakça Ağaoğulları, Mehmet Ali ve Levent Köker (2004), İmparatorluktan Tanrı Devletine (Ankara: İmge Kitabevi). Ağaoğulları, Mehmet Ali, Filiz Çulha Zabcı ve Reyda Ergün (2009), Kral-Devletten Ulus-Devlete (Ankara: İmge Kitabevi). Akkuş, Bülent (2013), Özgürlük-Güven(siz)lik İkileminde Siber Uzay (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Arslan, Hüsamettin (1999), “Bilim, Bilimsel Bilgi ve İktidar”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, 2 (7): 6389. Bülent Akkuş “Yeni Dünya”nın Babil Kulesi (?): Özne-Bilgi-İktitar İlişkisi Bağlamında Siber Uzay ve Özgür Bilgi Sorunsalı Üzerine 1169 Becermen, Metin (2014), “Michel Foucault‟da İktidar Sorunu”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, 17 (69): 209-261. Bentham, Jeremy (1995), Panopticon, Bozoviç, Miran (Ed.), The Panopticon Writings (London: Verso). Bozdoğan, Elif (2013), Michel Foucault’da Söylem Bilgi ve İktidar İlişkisi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Denizli: Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü). Butler, Judith (2012), “Bedenler ve İktidar, Tekrar”, Cogito, (70-71): 275-288. Canpolat, Nesrin (2005), Kadife Karanlık (İstanbul: Su Yayınevi). Cevizci, Ahmet (2000), Paradigma Felsefe Sözlüğü (İstanbul: Paradigma Yayınları). Descartes, Rene (1986), Metot Üzerine Konuşma (İstanbul: MEB) (Çev. Mehmet Karasan). Descartes, Rene (2008), http://www.perpustakaan.depkeu.go.id/FOLDEREBOOK/The%20Project% 20Gutenberg%20EBook%20of%20A%20Discourse%20on%20Method%20(Rene%20De scartes).pdf (10.01.2015). Dillon, Michael (2012), “Hakikat Siyaseti ve Sonluluğun Mantıksal Çözümlemesi”, Cogito, (70-71): 504-535. Dodge, Martin (2001), Mapping Cyberspace (Londra: Routledge). Durkheim, Emile (2006), Emile Durkheim: Selected Writings on Education; Volume I: Durkheim: Essays on Morals and Education, Pickering, W. S. F. (Ed.), (Londra, New York: Routledge). Foucault, Michel (2011), Bilginin Arkeolojisi (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Veli Urhan). Foucault, Michel (2003a), Cinselliğin Tarihi (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Hülya Uğur Tanrıöver). Foucault, Michel (2003b), İktidarın Gözü: Seçme Yazılar (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Işık Ergüden). Foucault, Michel (2000a), Büyük Kapatılma (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Işık Ergüden ve Ferda Keskin). Foucault, Michel (2000b), Özne ve İktidar (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) (Çev. Işık Ergüden ve Osman Akınhay). Gemalmaz, Haydar Burak (2011), Sanal Dünyalarda Özgürlük ve İktidar (İstanbul: Beta Yayıncılık). George, Alison (2012), http://www.newscientist.com/article/dn21334-kopimism-the-worlds-newestreligion- explained.html (10.01.2015). Gibson, Rich ve Schuyler Erie (2006), Google Maps Hacks (ABD: O‟reilly Media Inc.). Hampson, Norman (1991), Aydınlanma Çağı (İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları) (Çev. Jale Parla). Hançerlioğlu, Orhan (1966), Başlangıcından Bugüne Özgürlük Düşüncesi (İstanbul: Varlık Yayınları). Havuz, Serdar (2007), Avrupa Konseyi Siber Suçlar Sözleşmesi Kapsamında Türkiye’nin Güvenliği, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (İstanbul: Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü). Johnson, David R. ve David Post (1996), “Law and Borders: The Rise of Law in Cyberspace”, Stanford Law Review, 48: 1367-1402. 1170 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Kant, Immanuel (2010), “Yaygın Bir Söz Üstüne: „Teoride Doğru Olabilir, Ama Pratikte İşe Yaramaz‟ (Teori ve Pratik)”, Çörekçioğlu, Hakan (Der.), Kant Felsefesinin Politik Evreni (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları). Katkin, Kenneth D. (2001), “Cyber Law: Problem of Internet Governance”, Northern Kentucky Law Review, 28: 656-659. Lessig, Lawrence (2006), Code 2.0 (New York: Basic Books). Lessig, Lawrence (1999), “Open Code and Open Societies: Values of Internet Governance”, Kent Law Review, 74: 101-116. Marti, Urs (2014), “Hannah Arendt ve Michel Foucault‟nun Yaklaşımları Işığında Cannetti‟de İktidar Kavramı”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, (69): 171-181. Mul, Jos de (2008), Siber Uzayda Macera Dolu Bir Yolculuk (İstanbul: Kitap Yayınevi) (Çev. Ali Özdamar). Nietzsche, Friedrich (1968), The Will to Power, Kaufmann, Walter (Ed.), (New York: Vintage Books) (Çev. Walter Kaufmann ve Reginald John Hollingdale). Orwell, George (2000), 1984 (İstanbul: Can Yayınları) (Çev. Celal Üster). Rousseau, Jean Jacques (1968), İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (Ankara: Anadolu Yayınları) (Çev. Erdoğan Başar). Sayar, Kemal (2006), Özgürlüğün Baş Dönmesi (Ankara: Karakalem Yayınları). Söylemez, Ayça (2010), Foucault’da İktidar İlişkileri ve Toplumun Medyayla İlişkileri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü). Stenger, Nicole (1991), “Mind is a Leaking Rainbow”, Benedikt, Michael L. (Ed.), Cyberspace: First Steps (Cambridge: MIT Press, Cambridge). Takış, Taşkın (1999), “İktidar Burada, Üniversite Nerede?”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, 2 (7): 7-8. Türköne, Mümtaz‟er (2007), Siyaset (Ankara: Lotus Yayınevi). Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1171 - 1194 İSKOÇ ULUSAL PARTİSİ: İKTİDARA TAŞIYAN DÖNÜŞÜM* Arş. Gör. Orkun Sürücüoğlu Manisa Celal Bayar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ●●● Öz 2014 yılının Eylül ayında İskoçya‟da düzenlenen bağımsızlık referandumu uluslararası toplumun dikkatinin Birleşik Krallık‟a çevrilmesine yol açmıştır. Olası bir bağımsızlığın hem Avrupa‟daki diğer özerk bölgelere örnek olabileceği hem de Birleşik Krallık‟ın uluslararası alandaki statüsüne zarar verebileceği ileri sürülmüştür. Her ne kadar referandumda “Hayır” oyları çoğunluğu elde etse de, bağımsızlık yanlılarının oranının bu denli yüksek olması beklenmemiştir. Gerek referandumun düzenlenmesinde gerekse de bağımsızlığa desteğin yeterince olmasa da beklenenden yüksek olmasında en büyük etken İskoç Ulusal Partisi‟nin (SNP) bu yöndeki çabaları olmuştur. 1934‟te kurulan parti aslında uzun yıllar boyunca seçimlerde başarısız sonuçlar almıştır. 2007 yılında İskoçya‟daki seçimlerde azınlık hükümeti kuran parti, 2011 seçimlerinde ise tek başına iktidar olmayı başarmıştır. Bu makale, temel olarak partinin kuruluşundan bu yana geçirdiği dönüşümü, bu dönüşümün sebeplerini ve bunun oy oranlarına etkisini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu noktada, partideki sosyal demokrat dönüşüme paralel olarak halkın temel sorunlarını çözmeye yönelik politikalar geliştirmenin SNP‟yi iktidara taşıdığı ileri sürülmektedir. Bunun yanında, iktidardayken partinin milli bilinci uyandırma yönündeki çalışmaları irdelenecek, referandum sürecindeki karşılıklı savlar ele alınarak “Hayır” oylarının çoğunlukta olmasının sebepleri araştırılacak ve partinin geleceğine ilişkin çıkarımlarda bulunulacaktır. Anahtar Sözcükler: İskoçya Ulusal Partisi, Milliyetçilik, Birleşik Krallık, İskoç Bağımsızlık Referandumu, Etnik-Sivil Milliyetçilik The Scottish National Party: The Transformation Leading to Power Abstract The independence referendum that took place in Scotland in September 2014 directed international community‟s attention to the United Kingdom. It was alleged that a probable independence could both be a model to the other autonomous regions in Europe and also damage the status of the United Kingdom in the international arena. Although the “No” votes had the majority in the referendum, it was not expected that the ratio of the supporters of independence would be that high. The efforts of the Scottish National Party (SNP) in this direction were the most essential factor for both the organization of this referendum and also support, if not sufficient, which proved to be higher than expected. The party founded in 1934 had actually received unsuccessful results in elections for long years. The party, which formed a minority government in Scottish elections in 2007, succeeded to come to power alone in the elections of 2011. This article mainly aims to reveal the transformation of the party since its foundation, the causes for this transformation and its effects on vote rates. At this point, it is argued that developing policies in order to solve main problems of the people that runs parallel with the social democratic transformation of the party helped the SNP to come to power. In addition, the efforts of the party while in power for awakening the national consciousness will be scrutinized. The reasons for the “No” votes having the majority will be explored by examining the opposing arguments in the referendum process and also inferences will be made regarding the party‟s future. Keywords: Scottish National Party, Nationalism, The United Kingdom, Scottish Independence Referendum, Ethnic-civic Nationalism * Makale geliş tarihi: 12.08.2015 Makale kabul tarihi: 02.05.2016 1172 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm1 Giriş 18 Eylül 2014‟te düzenlenen ve İskoçya‟nın bağımsız bir devlet mi olacağı, yoksa Birleşik Krallık‟ın bir unsuru olarak mı mevcudiyetini sürdüreceğinin karara bağlandığı referandum dikkatlerin İskoçya‟ya çevrilmesine yol açtı. Olası bir bağımsızlık durumu hem ayrılıkçı etnik gruplar barındıran kimi Avrupa Birliği ülkeleri hem de Birleşik Krallık‟ın küresel sistemdeki yeri açısından önemli etkiler yaratabilirdi. Referandum tarihi yaklaşırken yapılan anketlerde oyların birbirine yakın seyrettiğine yönelik sonuçlar da, üç yüz yıldan bu yana hedeflerine hiç bu kadar yaklaşmamış olan İskoç milliyetçilerini heyecanlandırmaktaydı. Aslında İskoçya fetih yoluyla değil, kendi isteği ile Birleşik Krallık bünyesine dâhil olmuştur. Birleşik Krallık içindeki mevcudiyeti 17. yüzyılda başlayıp 18. yüzyılda devam eden gelişmelere bağlı olan İskoçya‟nın, bağımsızlığından vazgeçmesinde dönemin kötü ekonomik koşullarının önemli etkisi bulunmaktadır.2 1707 yılında İskoç ve İngiliz parlamentolarının çıkardıkları “Birleşme Yasası” ile İskoç Parlamentosu feshedilmiş ve karşılığında Avam Kamarası‟nda 45 sandalyeye, Lordlar Kamarası‟nda ise 14 İskoç lorduna yer ayrılmıştır. Her ne kadar İskoçlar yeni dönemde İngilizlere vergi ödemek yükümlülüğünde olsalar da kendi kilise, hukuk ve eğitim sistemlerine sahip olmayı sürdürmüşlerdir (Flamini, 2013: 61). Bağlı bulunan 1 2 Bu makale Brexit referandumundan önce kaleme alınmıştır. 1603 yılında Tudor hanedanından olan İngiltere ve İrlanda Kraliçesi I. Elizabeth ardında hiçbir mirasçı bırakmadan yaşamını yitirmiştir. Bunun üzerine I. Elizabeth‟in kuzeni ve aynı zamanda İskoçya kralı olan Stuart hanedanından VI. James, İngiltere ve İrlanda Kralı I. James adıyla tahta çıkmıştır. Öte yandan “Taçların Birleşmesi” (Union of the Crowns) adıyla anılan bu olay her ne kadar bu ülkelerdeki kral unvanını aynı şahısta buluştursa da İngiltere ve İskoçya‟nın birleşmesi anlamına gelmemiştir. İki ülke de eskiden olduğu gibi farklı parlamentolara ve yasalara sahip olmayı sürdürmüştür. Artık İngiltere ve İrlanda Kralı I. James olarak anılan kral, her ne kadar birleşme istese de özellikle Westminster‟da bu konuda ayak direyenlerin olması nedeniyle amacına ulaşamamıştır (Birleşik Krallık Parlamentosu, 2012). Kralın bu isteği ancak 1707 yılında İskoç ve İngiliz parlamentolarının çıkardıkları “Birleşme Yasası” sonucunda gerçekleşmiştir. Nitekim o dönem tahtta olan Kraliçe Anne de, Büyük Britanya Kraliçesi olarak anılmaya başlamıştır. Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1173 devletin organları artık İskoçya sınırları içerisinde bulunmadığından modern anlamda milli bir kimlik oluşturmak zorlaşmış, ancak İskoçya‟nın hukuk, din ve eğitim alanlarındaki özerkliği aktif bir sivil toplum ağının oluşmasında ve politik birlikten bağımsız olarak İskoç kimliğinin devamında etkili olmuştur (Kearton, 2005: 28). İskoçya‟da yerel yönetimlere verilen yetkilerin artırılmasından bağımsızlığa uzanan yelpazedeki talepler bu süreçte devam etmiş ve 1999 yılındaki “yetki devri” (devolution) hem özel olarak İskoç Ulusal Partisi‟ni (Scottish National Party-SNP) hem de genel itibariyle İskoç milliyetçilerini tatmin etmemiştir. Bu tarihten sonra yapılan İskoç Parlamento seçimlerinde de SNP‟nin oyları artış göstermiş ve parti 2007 yılında bir azınlık hükümeti kurarak iktidara gelmiştir. 2011 seçimlerinde SNP‟nin oylarını artırarak tek başına iktidar olması ise Birleşik Krallık hükümetini bağımsızlık referandumu taleplerinin kabulüne zorlamıştır. Her ne kadar referandumdan birliğin devamı yönünde karar çıksa da gerek bağımsızlığı tercih edenlerin oylarının beklenenden yüksek olması gerekse de Birleşik Krallık‟taki önemli parti liderlerinin referandumdan önce red oyu çıkması durumunda İskoç Parlamentosu‟nun yetkilerinin artırılacağına dair vaadi Birleşik Krallık siyasetindeki değişimin işaretini vermiştir. Bu makalede 1934 yılında kurulan ve o tarihten bu yana İskoç milliyetçiliğinin siyasi arenadaki ana temsilcisi olan SNP odak noktası yapılmış, partinin yıllar içinde geçirdiği dönüşüm ve bunun oy oranlarına olan etkisi incelenmiştir. Ayrıca bu parti merkeze alınarak genel anlamıyla İskoç milliyetçiliği de irdelenmiştir. Bu noktada, partinin 1970‟li yıllarda geçirdiği ideolojik dönüşüm ve başlıca politika değişikliklerinin nedenleri ile bunun oy oranlarına olan yansıması ortaya konulmuştur. Çalışmanın devamında, 1999‟dan sonra SNP‟nin sürekli artan oylarından ve onu 2007‟de iktidara taşıyan faktörlerden bahsedildikten sonra, partinin iktidarda karşılaştığı zorluklar ve bunlarla başa çıkma yöntemleri anlatılmıştır. Ayrıca partinin milli kimliği canlandırmak adına iktidarı süresince izlediği stratejiye ve halkı bağımsızlığın gerekliliğine ikna etmek için kullandığı söylemlere de yer verilmiştir. Son bölümde referandum süreci incelenirken ise karşıt tarafların savları irdelenmiş ve sonucun SNP‟nin geleceğine dair olası etkileri değerlendirilmiştir. 1. İskoç Ulusal Partisi Çatısı Altında Birleşme ve İlk Dönem İskoçya her ne kadar 1707‟den sonra kilise, hukuk ve eğitim alanlarında belirli bir özerliğe sahip olmuşsa da yetki devri veya bağımsızlık tartışmaları 1174 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) hiçbir zaman tam olarak sonlanmamıştır. İskoçya, Birleşik Krallık hükümetinde de görev alan İskoçya Devlet Sekreteri tarafından temsil edilmiş, ancak 1746‟da bu makam kaldırılmıştır. Bu tarihten itibaren de parlamentoda ve hükümette İskoçya‟yı temsil görevi Hanedan Vekili tarafından yürütülmeye başlamıştır. Öte yandan, bürokrasinin yetersiz kalışı ve İrlanda‟da yerinden yönetim amacıyla canlanan milliyetçilik ateşinin İskoçya‟yı da etkisi altına alması, İrlanda‟dakine benzer taleplerin dile getirilmesine yol açmıştır. Artan baskıyı hafifletmek amacıyla Birleşik Krallık hükümeti 1885 yılında İskoçya Sekreterliği‟ni kurmuştur (Loughlin, 2011: 38-39). 20. yüzyıla gelindiğinde İskoçya‟da ekonomik durum iyiye gidiyor olsa da, Birleşik Krallık genelinde yaşanan olumlu ekonomik performans seviyesine ulaşılamamış ve bu durum da bölgeler arası eşitsizliğin giderilmesini engellemiştir. Birleşik Krallık hükümeti bu durumun milliyetçi bir kalkışmaya yol açmasını önlemek adına çeşitli adımlar atmıştır. Öncelikle, İskoçya‟yı temsil eden İskoçya Sekreterliği 1926 yılında kabinede kalıcı bir koltuk da sağlayan İskoçya Devlet Sekreterliği adıyla yeni bir yapılanmaya gitmiştir. Bunun yanında, Sekreterlik bünyesinde görev yapan İskoç Ofisi de Londra‟dan Edinburgh‟a taşınmıştır. Böylelikle idari yapılanmada önemli bir değişikliğe gidilmeden sorunların çözülmesine çalışılmıştır. Ancak, bu değişiklik İskoç milliyetçilerini ve yerinden yönetim isteyenleri tatmin etmemiştir (Finlay, 2004: 165-167). Çalışmanın odak noktasında bulunan SNP‟nin kuruluşunda 1920‟ler İskoçya‟sında yerinden yönetim isteyen kurumlar önemli rol oynamıştır. 1921 yılında kurulan İskoçların Ulusal Birliği (The Scots National League) ve 1927 yılında kurulan Glasgow Üniversitesi İskoç Ulusal Derneği (The Glasgow University Scottish Nationalist Association), 1928 yılında İskoç Ulusal Hareketi ile birleşmiş ve İskoçya‟nın Ulusal Partisi (The National Party of Scotland) adında bir siyasi parti kurmuşlardır. 1934 yılında ise bu parti ile İskoç Partisi, „İskoç Ulusal Partisi‟ adı altında birleşmişlerdir (SNP, 2011). İskoç Ulusal Partisi ilk kurulduğunda milliyetçilik vurgusu yapılırken, üyeler uzun bir dönem boyunca kendilerini ifade ederken sol veya sağ herhangi bir görüşe sahip olmadıklarını ve İskoçya‟yı ön plana alan politikalar güttüklerini belirtmişlerdir. Partideki bir grup, İskoçların kendi kendini yönetme hakkının vurgulanması dışındaki konularda detaylı içeriklere sahip politikalar belirlemenin partinin asıl amacından sapmasına neden olabileceğini iddia etmiştir (Brand, 1990: 25-28). Kaldı ki, partinin İskoçya‟nın Ulusal Partisi‟nden gelen kısmı ortanın soluna daha yakın gözükürken, İskoç Partisi‟nden gelen kısım daha sağ bir siyasi görüşe sahiptir (Lynch, 2009: 625). Finlay (2004: 113), parti disiplini konusunda da sorunlar yaşandığını iddia etmektedir. Örneğin, bazı üyeler diğer partilere de üye olmayı sürdürmüşlerdir. Bunun yanında, kimi üyeler seçimleri odak alırken, diğerleri ise partinin daha Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1175 ziyade bir baskı grubu gibi işlev görmesine neden olacak stratejiler önermişlerdir. Ayrıca parti içinde özerklikten bağımsızlığa kadar uzanan bir yelpazede İskoçya‟da yerinden yönetime dair farklı görüşler mevcuttur. Dolayısıyla SNP‟nin ilk dönemde takındığı siyasi tavırda bu koşulların önemli bir etkisi söz konusudur. SNP‟nin geçirdiği değişim ve dönüşümlere dair çalışmasında Peter Lynch (2009: 626-627), partinin 1930‟lardan 1960‟lara kadar uzanan süreçte kendisini ılımlı bir merkez parti olarak sunduğunu ve sınıf çatışmalarından uzakta durmaya çalıştığını belirtmektedir. Ancak İkinci Dünya Savaşı‟nın ardından partide kurumsallaşma açısından önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmeler partinin yapısı, partiye üyelik sistemi ve daha çok içeriğe sahip parti politikaları oluşturma gibi konuları içermiştir. Gerek toprakların dağıtımı gerekse de endüstri sektöründeki bölgesel ve yerel mekanizmaların daha iyi işletilmesi için adem-i merkezi politikaların desteklenmesi partinin programlarında yer bulmaya başlamıştır. Öte yandan, karar alma mekanizmalarındaki bu adem-i merkeziyetçi tutum, İskoçya içerisinde bir güç dağıtımından ziyade Birleşik Krallık‟tan İskoçya‟ya yetkilerin dağıtılması biçiminde kurgulanmıştır. Ayrıca servetin yeniden dağıtımı veya benzeri „sol‟ bir söylem kesinlikle benimsenmemiştir. Bu noktada şunu belirtmekte fayda bulunmaktadır ki, Birleşik Krallık‟ın iki partili sistemi zaten SNP‟ye politikalar oluşturmak için pek fazla alan bırakmamıştır. 2. Dönüşüm ve İktidara Yükseliş Parti, 1960‟lardan itibaren ve özellikle 1970‟lerde somutlaşacak şekilde sosyal demokrat bir dönüşüm geçirmeye başlamıştır. Bunun çeşitli nedenleri mevcuttur. İlk olarak SNP ortanın solu diye tarif edebileceğimiz kesimden artan oranlarda üye almaya başlamıştır (Lynch, 2009: 627). Öte yandan, Brand (1990: 31-33), partide bir kuşak değişiminin de yaşandığına dikkat çekmektedir. Eski üyeler yıllar süren çabalara rağmen partinin istenilen seviyeye gelmemesi nedeniyle yorgun düşmüş ve umutsuzluğa kapılmışlardır. Genç kuşak ise hem umutlu hem de parti politikalarının çeşitlenmesi anlamında daha geniş bir vizyona sahip olarak siyaset sahnesine çıkmıştır. Bu genç kuşak özellikle 1980‟lerde Birleşik Krallık genelinde Muhafazakârlar ile İşçi Partisi arasında artan ideolojik farklılıkların da etkisiyle daha somut sorunlara odaklanmıştır. İskoçya‟nın özellikle işsizlikle boğuşan bir ülke olduğu düşünüldüğünde partinin direksiyonunun sola kırılması şaşırtıcı değildir. 1950‟lerin sonlarından itibaren İskoçya‟daki seçimlerde İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti arasındaki rekabet İşçi Partisi lehine değişmeye başlamıştır. Bu nedenle kendi içindeki, sola doğru ağırlığını veren ideolojik tercihe paralel olarak SNP de kendisine rakip olarak İşçi Partisi‟ni görmüştür. Her ne kadar 1176 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) kimileri partinin Muhafazakâr Parti‟ye artık oy vermeyen kitleleri safına çekmek için sağ bir ideoloji benimsemesi gerektiğini iddia etse de, hem İşçi Partisi‟nin baskın rolü hem de özerlik istemeyen Muhafazakârların kayda değer düşüşü bu görüşün etkisini azaltmıştır. Yine bu dönemde parti bünyesinde daha çeşitli konularda ve detaylı içeriklere sahip politikalar hakkında yoğun tartışmalar yaşanır olmuş; bunları halka anlatmak için kullanılacak yolların üzerinde durulmuştur. 1964 yılında “SNP & You” adıyla parti politikaları broşür haline getirilmiş ve dağıtılmaya başlanmıştır. Politikalar milliyetçilikten ziyade demokrasi ve katılıma vurgu yapmış; istihdam yaratma ve ekonomik kalkınma için çeşitli sektörlere devlet müdahalesi, kooperatif ve kredi birlikleri için teşvik, toplu konut için devlet desteği, emekli maaşlarının uygun bir düzeye çekilmesi, asgari ücret düzenlemesi ve gelişmiş sağlık hizmetleri gibi vaatler içermiştir. Parti, bağımsız bir İskoçya‟nın nasıl bir ülke olacağını daha somut bir şekilde betimlemeye çalışmıştır (Lynch, 2009: 628-629). Bunların yanında, SNP ayrıca nükleer silahlara karşı oluşu, apartheid rejiminin karşısında aldığı tutum ve Nikaragua‟ya destek olmak gibi çıkışlarıyla da “sol” bir parti olmaya doğru adımlar attığını göstermiştir (Brand, 1990: 24). İskoç seçmenin İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti‟ye olan güveninin sarsılmasında ve böylelikle SNP‟ye yönelmesinde İskoçya‟nın içinde bulunduğu ekonomik durumun önemli bir etkisi söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde her ne kadar Birleşik Krallık halkı milliyetçilikten ziyade ekonomik konuları ön plana alsa da, İskoçya‟da ekonomik gelişim beklenilenin altında kalmıştır. Ayrıca bu iki büyük partinin İskoçya‟daki yapılanması yeni üye ve fikirlerin dinamizm katmasına da pek olanak tanımamıştır. Nitekim SNP, 1966‟daki genel seçimlerde %5 oy alarak tarihinin en yüksek oy düzeyine ulaşmıştır (Finlay, 2004: 319-321). Birleşik Krallık genelinde yaşanan ekonomik kriz, 1970‟lerdeki seçimlerde iki ana partinin oylarının düşüp Liberal Parti‟nin üçüncü alternatif olarak öne çıkmasına neden olmuştur. Ancak İskoçya özelinde ise seçmenler tarafından SNP üçüncü alternatif olarak algılanmış ve bu durum oy oranlarına da yansımıştır (Finlay, 2004: 328). Benzer şekilde, SNP‟yi inceleyen çalışmasında Richard Mansbach da (1973: 187-189), her ne kadar İskoçya özelinde yapılan çalışmalarda sadece Glasgow şehri merkezli inceleme yapılıp bölgesel ve kültürel farklılıkların göz ardı edildiğinden yakınsa da, yaşanan ekonomik krizin şehirlerde yaşayan seçmeni SNP‟ye yönelttiğine dikkati çekmiştir. Böylelikle daha öncesinde çoğunlukla kırsal kesimden oy alan SNP, ekonomik sorunlardan dolayı şehirli seçmenlerde ve özellikle de işçi sınıfında oluşan tepki oylarını bünyesinde toplamaya başlamıştır. Bu gelişmelerin sonucunda özellikle 1970‟li yıllarda SNP‟nin oyunu belirgin bir biçimde artırdığı gözlemlenmektedir. Bu durumdan İşçi Partisi de etkilenmiş ve artık yetki devrine daha sıcak bakmaya başlamıştır. Nihayetinde Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1177 Birleşik Krallık Başbakanı ve aynı zamanda bir İşçi Partisi mensubu olan James Callaghan bu yönde bir yasanın parlamentodan geçmesine ön ayak olmuştur. Öte yandan, yasada ilginç bir koşul yer almıştır: Referandumda yetki devri lehine bir sonuç çıktığının kabulü için İskoçya‟da yaşayan resmi kayıtlı seçmen sayısının en az %40‟ının bu yönde oy vermesi gerekmektedir. Bu sebeple, her ne kadar 1979‟da yapılan referandumda “Evet” oyu salt çoğunluğu elde etse de yasada belirtilen oran yakalanamadığı için yetki devri gerçekleşmemiştir. Mart 1979‟da SNP, Muhafazakâr Parti ile birlikte Callaghan‟a güvenoyu vermemiş ve aslında bu durum bir yönüyle birlik yanlısı olan Margaret Thatcher‟ın iktidara gelmesine yardımcı olmuştur (Nicoll, 2014: 109). Bu noktada SNP içinde referandum sonrası ortaya çıkan 79 Grubu‟ndan (79 Group) bahsedilmesi önem arz etmektedir. Grubun önde gelenleri referandumda işçi sınıfının yetki devri lehine oy kullandığını gerekçe göstererek partinin bu sınıf odaklı politikalar belirlemesini talep etmiştir. Bu grubun önde gelen isimlerinden biri de daha sonra partide sivrilecek olan Alex Salmond‟dur (Torrance, 2009). Grubun açıkladığı amaçlar tam bağımsızlığın yanında gücün, gelirin ve refahın sosyalist bir yönde yeniden dağıtılmasını içermiştir (Lynch, 2009: 630). Brand (2010: 26), gruba yönelik tepkilerden bahsederken, bu tepkilerin grubun İskoç ulusunun tamamından ziyade bir bölümünün çıkarlarına öncelik tanıdığı kanısından yola çıktığını belirtmektedir. Ayrıca grubun üyelik kartı ve rozet benzeri eşyalar çıkarması, düzenli toplantılar yapması ve konferanslar düzenlemesi de parti liderleri cephesinde kendilerine karşı parti içinde meşru olmayan bir muhalefet oluşumunun ortaya çıktığına dair görüşü beslemiştir. Bunların yanında, parti içinde ideolojik yönelim istemeyen eski kuşak da bu gruba karşı tavır takınmıştır. Nihayetinde 1982‟ye gelindiğinde grup dağılmıştır. Birleşik Krallık‟ta Margaret Thatcher‟ın iktidara gelişi ve uyguladığı politikalar İskoçya açısından birtakım önemli etkiler doğurmuştur. Nicoll (2014: 109-110), 1980‟lerde Margaret Thatcher‟ın uyguladığı politikaların İskoçya‟da milli bir uyanışın yaşanmasına yardımcı olduğunu ve İskoçya‟da aldığı düşük oya rağmen Thatcher‟ın iktidarını korumasının İskoçya‟daki milliyetçilerin öne sürdüğü “İskoçya seçmediği yabancı bir hükümet tarafından yönetilmektedir” tezini güçlendirdiğini iddia etmektedir. İskoçların gözünde Thatcher katı birlik yanlısı politikalarıyla ülkenin iki ulustan birleştiğini göz ardı etmiştir. Her ne kadar Thatcher döneminde İskoçya‟da elektronik ve bilgisayar endüstrisi ilerlemiş, Kuzey Denizi‟ndeki petrol kaynakları istihdam ve refah kaynağı olmuş ve Edinburgh‟da finans hizmetleri gelişim göstermişse de madalyonun bir de öteki yüzü vardır. Nitekim Thatcher‟ın rekabetçi olmayan kurum ve şirketlere devlet desteğini azaltması İskoç endüstrisinde sıkıntılar yaşanmasına sebep olmuştur. Ayrıca kömür madenlerinin, Glasgow‟daki tersanelerin ve çelik endüstrisinin kötü durumu da İskoç halkında tepki 1178 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) yaratmıştır. Mevcut Başbakan David Cameron da, Thatcher‟ın uyguladığı kelle vergisi ve yetki referandumu taleplerine karşı olan duruşunun Muhafazakâr Parti‟nin İskoçya‟da kaybettiği oylarda önemli etkisinin olduğunu kabul etmektedir (Wintour, 2014). Sonuç olarak, Thatcher dönemi İskoç milliyetçilerinin elini güçlendirmiştir. Lynch (2009: 631), bu süreçte her ne kadar 79 Grubu dağılmışsa da, SNP‟de politikaların sol bir temele sahip olduğunu vurgulamaktadır. Bunun yanında parti, işsizliğe ve merkezi politikalara karşı sivil itaatsizlik eylemlerinde bulunmuş, gelire göre değil de herkesin eşit miktarda vergi verdiği kelle vergisine karşı kampanyalar düzenlemiş, Avrupa ile bütünleşmeyi desteklemiş ve İskoçya‟nın yetkilerinin artırılması için diğer partilerle işbirliğinin geliştirilmesine yönelik tartışmalar yapmıştır. Finlay (2004: 371-372), 1990‟da partinin başına Alex Salmond‟un geçmesinin birtakım değişiklikleri beraberinde getirdiğini belirtmektedir. Salmond, İskoçya‟nın bağımsızlığına dair vurgu yaparken Avrupa‟ya duyduğu saygının da altını çizmiştir. Bu noktada özellikle Maastricht Antlaşması‟nı imzalama noktasında sorun çıkaran Birleşik Krallık‟a karşı Avrupa‟nın desteğini almak ve böylece SNP‟nin izole edilmiş konumundan çıkmasını sağlamak hedeflenmiştir. Ayrıca Avrupa, İskoçya için önemli bir ihraç pazarı olmayı sürdürmüş ve AB içindeki diğer küçük devletlerin başarısı SNP tarafından İskoç halkına örnek gösterilmiştir. Bunun dışında, parti artık İskoçya‟da birliği destekleyenlerin İngiltere‟nin verdiği mali desteklere dikkat çekmesine ve bağımsızlık durumunda İskoç ekonomisinin kötüye gideceğine dair propagandasına karşı pozitif bir tablo çizmeye çalışmıştır. Bu dönemde diğer siyasi partilerde de yetki devri konusunda ılımlı bir yaklaşım ortaya çıkmış ve sivil toplum kuruluşları da faaliyetlerini yoğunlaştırarak baskı unsuru işlevlerini ön plana çıkarmaya başlamıştır (Soule vd., 2012: 4). İskoç milliyetçilerinin yoğun çabaları sonunda meyvesini vermiş, yetki devri konusunda halkın artan talebi artık Westminster‟da göz ardı edilemez hale gelmiştir. 1997 yılında yapılan seçimlerde İskoçya‟daki bu talebe daha sıcak yaklaşan İşçi Partisi iktidara gelmiştir. Aynı yıl İskoçya ile Galler‟de ve ertesi yıl da Kuzey İrlanda‟da bu konuda referandum düzenlenmiştir. Yapılan referandumların üçünde de yetki devri lehine karar çıkmış, nihayetinde 1999 yılında yetki devri gerçekleşmiştir (BBC News, 2010). Alex Salmond da partisini yetki devrinin bağımsızlık hedefinden vazgeçilmesi anlamına gelmediğine ve bunun aslında ana hedefe ulaşmak için bir araç olduğuna ikna etmekte başarılı olmuştur (Finlay, 2004: 391). Yeni dönemde İskoç Parlamentosu‟nun yetkilerini 1998 İskoçya Yasası (The Scotland Act 1998) belirlemiştir. Öncelikle İskoç Parlamentosu‟nun kurulduğu belirtilmiş (Birleşik Krallık Parlamentosu, 1998: 1), ancak bir Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1179 tasarının yasa olarak kabul edilmesi için kraliyet onayının gerektiği de ifade edilmiştir (Birleşik Krallık Parlamentosu, 1998: 13). Yasada İskoç Parlamentosu‟nun yetkilerini tek tek sıralamaktansa Birleşik Krallık Parlamentosu‟nun saklı yetkileri “Ek 5” (Schedule 5) kısmında vurgulanmıştır. Özetlemek gerekirse; anayasa, dış politika, savunma, sivil hizmetler, mali ve ekonomik meseleler, göç ve uyrukluğa dair konular, ilaç yanlış kullanımı, ticaret ve sanayi, enerji ve taşımacılığa dair kimi konular, istihdam, sosyal güvenlik ve yayıncılık gibi pek çok alanda Birleşik Krallık hükümeti yetkiyi elinde tutmaya devam etmiştir. Bu konuların dışındaki sağlık ve sosyal hizmetler, eğitim, adalet, tarım, ormancılık, balıkçılık, çevre, turizm, spor, ekonomik kalkınma ve iç taşımacılık gibi alanlarda İskoç Parlamentosu‟nun karar alma yetkisi bulunmaktadır (Birleşik Krallık Hükümeti, 2013). Ancak Nicoll‟un (2014: 112-113) vurguladığı gibi, bu yeni dönemin SNP için en büyük artısı, İskoçya‟daki siyasi yarışta önemli bir aktör olarak ortaya çıkma fırsatının doğmuş olmasıdır. Salmond partiyi artık açıkça sol bir kimlikle tanımlamaya başlamıştır. Burada hedef, birlik isteyen Muhafazakârların oy kaybını parti lehine çevirmek ve “Yeni İşçi” hareketi ile eskisine göre biraz daha sağa kaymış gözüken İşçi Partisi‟ne oy veren sol kesimin desteğini kazanmaktır. Bu noktada kuruluşundan yetki devrine kadar olan dönemde SNP‟nin politikalarındaki değişimin oy oranlarını nasıl etkilediğine dair yapılacak bir analiz yerinde olacaktır. Bu nedenle Tablo 1‟de, 1945 ile 1997 arasında Birleşik Krallık genel seçimlerinde İskoçya içerisinde dört partinin oy oranları ve kazandığı sandalye sayısına yer verilmektedir. Tablo 1. İskoçya İçin Birleşik Krallık Genel Seçimleri, 1945-1997 Muhafazakârlar İşçi Partisi Yıl Liberal Demokrat SNP Oy (%) Sandalye Oy (%) Sandalye Oy (%) Sandalye Oy (%) Sandalye 1945 41,1 27 49,4 40 5 0 1,2 0 1950 44,8 32 46,2 32 6,6 2 0,4 0 1951 48,6 35 47,9 35 2,7 1 0,3 0 1955 50,1 36 46,7 34 1,9 1 0,5 0 1959 47,2 31 46,7 38 4,1 1 0,5 0 1964 40,6 24 48,7 43 7,6 4 2,4 0 1966 37,7 20 49,9 46 6,8 5 5 0 1970 38 23 44,5 44 5,5 3 11,4 1 1974 (Şubat) 32,9 21 36,6 41 8 3 21,9 7 1180 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) 1974 (Ekim) 24,7 16 36,3 41 8,3 3 30,4 11 1979 31,4 22 41,5 1983 28,4 21 35,1 44 9 3 17,3 2 41 24,5 8 11,7 2 1987 24 10 42,4 50 19,2 9 14 3 1992 25,7 11 39 49 13,1 9 21,5 3 1997 17,5 0 45,6 56 13 10 22,1 6 Kaynak: Lynch, 2009: 621. Tabloda dikkat çeken ilk husus Muhafazakâr Parti‟nin oylarının yıllar içinde erimiş olduğudur. İşçi Partisi ise belirli bir düzey tutturmayı başarmış, oylarını SNP ve Liberal Demokratlara kaptırmadığı seçimler dışında büyük bir oy değişimi yaşamamıştır. Liberal Demokratlar 1980‟li yıllara kadar düşük bir oy düzeyinde kalmıştır. Partinin 1983‟teki başarısında İşçi Partisi içindeki bölünme sonucunda Sosyal Demokrat Parti‟nin ortaya çıkışının önemli etkisi bulunmaktadır; bu yeni parti 1983 seçimlerinde Liberal Demokratlar ile ittifak yapmıştır. SNP incelendiğinde ise, partinin İskoç milliyetçiliği ve bağımsızlık talebi dışında görüş bildirmekten kaçındığı 1970‟lere kadar olan dönemde oldukça düşük oy aldığı gözlemlenmektedir. Ancak 1970‟li yıllara gelindiğinde parti artık kendini ortanın solu olarak tanıtarak sosyal demokrat politikalar izlemeye başlamış ve özellikle genç kuşağın da çabalarıyla daha aktif hale gelip, politika çeşitliliğine gitmiştir. Öyle ki, SNP, 1974 yılının Ekim ayında yapılan seçimlerde İskoçya genelinde İşçi Partisi‟nin ardından ikinci sırada yer almayı başarmıştır. Öte yandan, 1979 yılındaki yetki devri referandumunda gereken oyun yakalanamaması ve parti içindeki tartışmalar oy oranlarına olumsuz yansımıştır. Finlay (2004: 341), Callaghan‟a güvenoyu verilmeyip Muhafazakâr Parti‟nin önünün açılmasının da İskoç seçmende SNP‟ye karşı 1979 Birleşik Krallık genel seçimlerinde bir tepki oluşturduğunu ileri sürmektedir. Bu dönemde İşçi Partisi oyunu bir miktar artırırken, Liberal Demokratlar ile Sosyal Demokrat Parti arasındaki ittifak da SNP‟nin oy kaybında etkili olmuştur. Diğer yandan, 1990‟dan itibaren Salmond‟un partinin başına geçmesi ve devamında daha kararlı ve net politikalar izlenmesi partinin oyunun artmasına olumlu katkı yapmış gözükmektedir. Yetki devri sonrasındaki yeni dönemde İskoç Parlamento seçimlerinde İşçi Partisi ile SNP‟nin rekabeti söz konusudur. İlk iki parlamento seçimi olan 1999 ve 2003‟teki seçimlerde SNP ana muhalefet partisi konumuna gelmiştir. Ancak SNP‟nin iki ana parti dışındaki seçmenin tepki oylarını kısa zamanda bünyesinde toplaması mümkün olmamıştır. İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti‟ye oy vermek istemeyen seçmenler SNP ve Liberal Demokrat Parti dışındaki diğer küçük partileri de tercih etmiştir. Hem dar bölgeli çoğunluk sistemi hem de nispi temsilin karma bir şekilde uygulandığı İskoç seçim sisteminin de imkân Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1181 tanımasıyla 2003 seçimlerinde İskoç Yeşil Partisi, İskoç Sosyalist Partisi ve bağımsızlar toplamda 17 sandalye elde edebilmişlerdir. Lynch (2009: 622-632), 2007‟de yapılan seçimlerde SNP‟nin, parti lideri olan Alex Salmond‟un3 etrafında başarılı bir seçim süreci geçirdiğini, İskoç Sosyalist Partisi‟nin düşen oylarını arkasına aldığını ve kendisini İskoç Parlamentosu‟ndaki İşçi Partisi hükümetine alternatif olarak göstererek tepki oylarının da kendisinde toplanmasını sağladığını belirtmektedir. Nitekim 2003‟te ana partilere tepki olarak küçük partilere giden oyların önemli bir bölümün 2007 seçimlerinde SNP‟ye kaydığı gözlemlenmektedir. SNP özellikle kanun ve düzen, ekonomik büyüme, verimli tasarruf, hükümetin yeniden yapılanması, kamu sektörünün gelişmesi ve istihdamın artırılması gibi konuları ön plana çıkarmış, iş çevrelerinden de destek kazanmayı hedeflemiştir.4 Aşağıda yer alan Tablo 2 ise 1999, 2003 ve 2007 yıllarındaki İskoç Parlamento seçimlerinde partilerin oy oranlarını ve kazandıkları sandalye sayısını göstermektedir. 2007 seçimleri sonrasında SNP önce Liberal Demokratlar ile koalisyon kurmak istese de bu partinin lideri Nicol Stephen, SNP‟nin bağımsızlık referandumu isteğinin kendileriyle uyuşmadığını öne sürerek teklifi reddetmiş (BBC News, 2007) ve nihayetinde SNP, İskoç Yeşil Partisi ile koalisyona giderek bir azınlık hükümeti kurmuştur. Tablo 2. İskoçya Seçim Sonuçları, 1999-2007 Muhafazakâr İşçi Partisi Yıl Liberal Demokrat Diğerleri SNP Oy (%) Sandalye Oy (%) Sandalye Oy (%) Sandalye Oy (%) Sandalye Oy (%) Sandalye 1999 15,5 18 38,8 56 14,2 17 28,7 35 2,8 3 2003 16,6 18 34,6 50 15,4 17 23,8 27 9,8 17 2007 16,6 17 32 46 16 16 32,9 47 2,5 3 Kaynak: Lynch, 2009: 622. 3 4 Salmond 2000 yılının Eylül ayında parti liderliğini bırakmış, 2004 Eylül‟ünde tekrar göreve dönmüştür. İş çevrelerinin desteğini kazanmak için SNP destekçileri tarafından 1998‟de kurulan ve ekonomik bağımsızlığın getirileri lehinde programlar hazırlayıp faaliyetlerde bulunan “Business for Scotland” isimli kuruluş ile işbirliğine gidilmiştir. Bu işbirliği aynı zamanda partiye yapılan bağışlarda da artışa yol açmıştır (Lynch, 2009: 632). 1182 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) SNP iktidarı dönemine dair çalışmaları bulunan Arnott ve Ozga (2010a: 337), partinin iktidara geldiğinde iki temel zorlukla karşılaştığını öne sürmektedir. Bunlardan ilki partinin ancak azınlık hükümeti kurabilmişken, hükümette ülkeyi yönetebilecek beceriye sahip olduğunu halka kanıtlamak zorunda oluşudur. İkincisi ise bu süreçte partinin uzun vadedeki bağımsızlık arzusu için yeterli desteği oluşturmak adına karşılaşacağı güçlüklere ilişkindir. Bu durumda bağımsızlığa fazla atıfta bulunmak parlamentoda diğer partilerin desteğini kazanmakta sorun yaratabilir, partinin ülkeyi yönetecek beceriye sahip olmasına aşırı vurgu yapıp buna odaklanılması ise ana amaçtan sapılmasına neden olabilirdi. Arnott ve Ozga (2010b: 91-93), ayrıca SNP ve İskoç Yeşil Partisi arasındaki koalisyonun bir azınlık hükümeti oluşunun SNP‟nin diğer kesimlerle işbirliği ve uzlaşma içinde hareket etmesini zorunlu kıldığına vurgu yapmaktadır. Parti, İskoç Parlamentosu‟nun mevcut yetkilerinin azlığının altını çizerek, bağımsızlığın ekonomik sorunlarla baş edebilmek için gerekli olduğuna dair bir söylem geliştirmeye çalışmıştır. Ayrıca İskoçya içindeki yerel idarecilerle de işbirliği vurgulanmıştır. Bu noktada bölgedeki kurumlar arasındaki karşılıklı bağımlılığın altı çizilmiş, hükümet dışındaki diğer yapı ve aktörlerin yönetimde etkili olabileceklerini düşünmeleri istenmiş ve böylelikle güven ortamı oluşturarak azınlık pozisyonundaki hükümete bir anlamda kredi verilmesi amaçlanmıştır. Eğitim politikası da milli bilincin uyanışını sağlamak açısından önem arz etmiş ve eğitimin ekonomik sorunların çözümü için kritik bir öneme sahip olduğu ileri sürülmüştür (Arnott ve Ozga, 2010b: 93). Bu bağlamda sık sık refah içinde olan Kuzey ülkeleri ve diğer küçük sosyal demokrat ülkelere atıfta bulunulmuş, bu ülkelerin ekonomik krizle başa çıkma konusunda daha başarılı olduğu vurgulanmıştır. Burada küçük ama sosyal demokrat ve ekonomik olarak güçlü ülkelere yapılan atıf, partinin İskoçya‟yı da onlardan biri yapma hedefine dair bilgi vermektedir (Arnott ve Ozga, 2010a: 340). Ayrıca partinin amaçlarından biri de dünyada İskoçya‟nın adını daha fazla duyurmak ve olumlu bir imaj yaratmak olmuş (İskoç Hükümeti, 2007), ülkenin küresel arenada rekabetçi bir yapıya sahip olması için eğitim sisteminde yapılması gerekenler tartışılmıştır. Eğitim politikalarında adalet ve eşitlik konuları ön plana çıkmış ve eğitimin sosyal demokrat vurgularla ülkenin refaha erişmesinde kilit unsur olduğunun altı çizilmiştir (Arnott ve Ozga, 2010a: 343-344). Milli kimliği öne çıkarma yolunda dil konusu da önem arz etmiştir. İskoç Kültür Bakanı Linda Fabiani ülkenin yerel dillerinin yüzyıllardır baskı altında olduğunu vurgulamış ve Gaelic dilinin statüsünü artırmak için çalışmalara devam edeceklerini ifade etmiştir. Bunun yanında İskoçça (Scots) da milli kimliğin bir parçası olarak vurgulanmıştır (BBC News, 2008). Bu dilleri bugün konuşanların sayısı her ne kadar oldukça az olsa da hükümetin bu açıklamaları Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1183 İskoç kimliğini gündeme taşımak ve İngiltere ile olan farklılıkları vurgulamak amacını taşımaktadır (Mycock, 2012: 56). Milliyetçilik tartışmalarında modern ekolün önemli temsilcilerinden biri olan Ernest Gellner‟in (2008: 138) iddiasıyla; milliyetçilik geçmişin kültürel zenginliğinden yararlanırken, bu süreçte “ölü diller yeniden canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayali, eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler gündeme gelir”. SNP deneyimi de bunu doğrular niteliktedir. Birleşik Krallık‟taki siyasi liderler ise bu noktada “Britanyalılık” kimliği üzerinden bir karşı söylem geliştirmeye çalışmıştır. Gordon Brown kendi başbakanlığı döneminde ortak kurum ve değerleri temel alan ve vatandaşlık bağıyla birbirine bağlı olan Britanyalı kimliğine atıf yapmış, ülke ekonomisinin nasıl geliştiğine değinmiştir (Brown, 2007). Dönemin muhalif lideri David Cameron da Britanya değerlerine vurgu yaparken, monarşi ve silahlı güçler gibi ortak kurumlara konuşmalarında yer ayırmış ve ülkenin birlikte olunca daha güçlü, varlıklı ve güvende olduğunu belirtmiştir (The Telegraph, 2007). Salmond ise ortaya konan bu Britanyalı kimliğine eleştiri getirmiş ve yapılan araştırmalarda İskoçların dörtte üçünün kendilerini “asıl olarak” ya da “yalnızca” İskoç kimliği ile ifade ettiğini vurgulamış, Britanyalı kimliğinin İskoçlar tarafından benimsenmediğine işaret etmiştir (Mycock, 2012: 53). Salmond‟un bir diğer vurgusu da sivil milliyetçilik5 kavramına ilişkin olmuştur. Salmond İskoçya‟nın sivil bir milliyetçiliğe sahip olduğunu söylerken, bağımsızlığın kazanılması durumunda vatandaşlığın da kişinin İskoçya‟da doğup doğmadığına göre verileceğini belirtmiştir. Yurtdışında doğan çocukların da aile üyelerinden sadece biri dahi İskoç olsa, çocuğun İskoç vatandaşı olarak kabul edileceği bildirilmiştir (Elliott, 2014). Gerçekten de bu konu SNP özelinden incelendiğinde, süreç içerisinde partide bir değişim yaşandığı göze çarpmaktadır. 1970‟lerdeki söylemlerde İskoç olmaya dair oldukça etnik ve dışlayıcı bir söylem mevcutken, bu durum zamanla değişmiştir. Nitekim günümüzde İskoçya‟da yaşayan ve İskoçya‟yı destekleyen herkesin İskoç olabileceği belirtilmektedir. İskoçya‟da ikamet etmeyi temel unsur sayan bu söylem, SNP dışındaki diğer partilerde de egemendir (Leith, 2012: 48). Salmond da, İskoçya‟nın bağımsızlık mücadelesini tanımlarken bunun herkesin katılabileceği sivil, demokratik ve özgürleştiren bir hareket 5 Basitçe açıklamak gerekirse, etnik milliyetçilik temel olarak ortak bir etnik köken ya da kültür üzerinden milliyetçiliği tanımlarken; sivil milliyetçilik ise ortak kurumlara bağlı olan ve aynı toprak parçası üzerinde yaşayan grubu millet olarak tanımlama eğilimindedir. Bu yönüyle sivil milliyetçilik, etnik olanına göre daha kucaklayıcı ve gönüllülük esasına dayanan bir milliyetçilik anlayışına işaret etmektedir (Kearton, 2005: 25). İskoç milliyetçileri kendi milliyetçiliklerini sivil modele örnek olarak göstermektedir. 1184 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) olduğunu ifade etmiştir (Harris, 2007). SNP‟nin daha kucaklayıcı bir milliyetçilik anlayışı benimsemesi ile oy oranındaki artış da aynı döneme tekabül etmiştir. İskoç milliyetçiliğinin sivil bir nitelik taşıdığı iddialarına şüpheyle yaklaşanlar her ne kadar ilgili sivil unsurları reddetmeseler de, İskoç ulusunda son dönemde artan etnik temalı millet mensupluğuna dair görüşlere ve ülkedeki Angolofobi ve İslamofobi gibi olgulara atıfta bulunmaktadır (Mycock, 2012: 64-65). Bu noktada İskoçya‟daki geniş halk kitlelerinin İskoç milletine mensup olmak için doğum yeri ve soy gibi konuları öne çıkardığını hatırlamakta fayda bulunmaktadır. Leith (2012: 40-47)‟in bu konuda yaptığı bir araştırma siyasi elitler ile geniş halk tabanının İskoç ulusal kimliğine bakışları arasındaki farklılığa dair önemli bulgular ortaya koymuştur. Halkın büyük kısmı İskoç ulusuna mensup olmak için doğum yerini temel unsur olarak göstermektedir. Birleşik Krallık‟ın diğer bölgelerinde doğmuş pek çok kişi bu unsuru karşılamadığından, bu durum İskoç milletine mensup olmaya dair sınırlayıcı bir etki oluşturmaktadır. Doğum yerinin yanında soyun da halk nezdinde önemli kabul edildiği gözlemlenmiştir. Dolayısıyla geniş kitleler için sivil unsurlardan ziyade etnik unsurların ön planda olduğu söylenebilir. Elit kesimde yer alanların kullandıkları ifadelerde ise daha çok sivil unsurlar öne çıkmaktadır. Bu noktada aynı toprak parçasında beraberce yaşama unsuru ağırlık kazanmaktadır. Bunun yanında, elitler ve geniş halk kitlelerin paylaştığı ortak nokta ise kendilerini tanımlarken ağırlıklı olarak “İskoç” ifadesini kullanmalarıdır. İkinci sırada “İskoç ve Britanyalı” gelirken, sadece “Britanyalı” kelimesini kullananlar ise en son sırada yer almaktadır. Ancak nihayetinde, daha önce bahsedilen ve Gellner‟e atıfla kullanılan ulus inşa sürecindeki kimi zaman seçici de olan tarih kullanımı, İskoç milliyetçileri için de geçerli görünmektedir. Kearton (2005: 25) bu noktada sıklıkla vurgulanan üç mite dikkat çekmiştir. Bu mitler: İskoç toplumunun ortak toprak parçasında yaşayan ve kurumlara sahip, hoşgörülü ve kucaklayıcı sivil bir toplum olduğu; İskoç anayasa geleneğinde halk iradesi ve sözleşmeye dayalı hükümetin olduğu ve ulusun özgürlüğüne dair doğuştan bir algı mevcut bulunduğudur.6 Dolayısıyla İskoç milliyetçilerinin, ulusal karakterlerinde bulunduklarını iddia ettikleri bu niteliklerin hedeflerle örtüştüğü görülmektedir. Salmond‟un sivil milliyetçiliğe dair atıfları da bu durumu tekrardan ortaya koymaktadır. Öte yandan, İskoçların Britanya adalarındaki diğer kesimlerle olan akrabalık bağları ve yakın ilişkileri vurgulanarak, bağımsızlık sonrasında çifte 6 Kearton (2005), söz konusu çalışmasında örnekleriyle İskoç milliyetçilerinin seçici tarih anlayışını ortaya koymaktadır. Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1185 vatandaşlığa sıcak bakıldığı belirtilmiştir (İskoç Hükümeti, 2009). Bağımsızlık durumunda kraliçenin ülkenin başı olarak kabul edilmeye devam edileceğinin açıklanmasıyla da 1603‟teki “Taçların Birleşmesi” olayına göndermede bulunulmuştur (SNP, 2007). Ayrıca Salmond (2007), bağımsızlıktan sonra İskoçya‟nın adadaki diğer ülkelerle çevre, ekonomi, sağlık, turizm, ulaşım, azınlıkların durumu ya da diğer az konuşulan diller gibi konularda işbirliğine gideceğini bildirmiştir. Bu noktada SNP‟nin, bağımsızlık durumunda bile İskoçya‟nın Birleşik Krallık ile bağlarının tamamen kopmayacağının altını çizerek karşısındakileri rahatlatmaya çalıştığı görülmektedir (Mycock, 2012: 59). Gündeme getirilen bir başka konu ise Westminster‟in, İskoçya‟yı bölünüp yönetilecek bir koloni mülkü gibi gördüğüne yönelik iddialar olmuştur. Özellikle Kuzey Denizi‟ndeki petrol rezervleri bu açıdan geçmişten bu yana tartışma konusu yapılmış ve gündeme taşınmıştır (BBC News, 2005).7 Bu noktada, İskoçya‟nın merkez tarafından sömürüldüğü düşüncesini halka da benimseterek milliyetçi duyguları canlandırmanın yanında, bağımsızlığın ekonomik sorunlara yol açmayacağına yönelik seçmene güvence verme çabası da söz konusudur. Öte yandan, sömürü konusuna yaklaşırken İskoç milliyetçilerinin tarihi olaylara seçici biçimde yaklaştığına yönelik eleştiriler de mevcuttur. Örneğin, İskoç tarihçi Tom Devine (BBC News, 2009), İskoçya‟nın başarıları ile gururlanırken tarihindeki karanlık tarafları yansıtan kölelik ile olan ilişkisiyle de yüzleşmesi gerektiğini ifade etmektedir. 3. Referandum ve Partinin Geleceği SNP‟nin 2011 seçimlerinde %53,49 oy alarak parlamentoda 69 sandalyeye sahip olması partinin bu defa tek başına iktidar olmasına olanak tanımıştır. Bu durum beraberinde referandum tartışmalarının fitilini de ateşlemiştir. Nihayetinde Ekim 2012‟de Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron ile İskoçya Birinci Bakanı Alex Salmond İskoçya‟da 2014 yılı bitmeden bağımsızlık referandumu düzenlenmesi konusunda bir taslak üzerinde anlaşmışlardır (İskoç Hükümeti, 2012). Bu dönemde anketlerin çoğunda İskoç 7 Bu iddialar Michael Hechter‟in endüstri toplumlarında milli bilincin yaygınlaştırılması sürecinde kullandığı “iç sömürgecilik” kavramını anımsatmaktadır. Hechter (1975: 18-42), bu modelde ülke içinde iki farklı kültürel grubun bulunduğunu belirtmiş; merkezdeki grubun siyasi gücü elinde tutan baskın kültürel grup olduğunu, çevredekinin ise daha aşağıda ve baskı altında tutulan grup olduğunu öne sürmüştür. Ayrıca eğer kültürel farklılıklar ekonomik eşitsizlik üzerine dayatılır ve bunlar üzerinden bir işbölümü oluşturulursa sorunlu bir durumun ortaya çıkacağını ifade etmiştir. 1186 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) seçmenlerin sadece üçte birinin bağımsızlığı desteklediği işaret edildiğinden, Cameron için bu kararı almak büyük bir risk taşımamıştır. Salmond ise referandumu “her kuşakta bir kez olabilecek bir şey” olarak tanımlamış ve büyük bir kampanyaya başlamıştır (Flamini, 2013: 57-58). Görüşmelerin devamında referandum tarihi 18 Eylül 2014 olarak belirlenmiştir.8 Referandumda İskoçya‟da yaşamakta olan 16 yaş ve üzerindeki herkesin oy kullanabileceği belirtilmiştir. Bu durumda İskoçya dışındaki yerlerde yaşayan İskoçlara oy hakkı sağlanmamıştır. “İskoçya bağımsız bir ülke olmalı mı?” sorusunun sorulduğu referandumda, nitelikli çoğunluk değil salt çoğunluk aranmıştır. SNP dışında İskoç Yeşil Partisi de bağımsızlık yanlısı tutum alırken, diğer partiler birlik yanlısı cephede yer almıştır. Bağımsızlığı destekleyenlerin kampanyasının ismi “Evet İskoçya” (Yes Scotland) iken, karşı olanların kampanyası ise “Birlikte Daha İyi” (Better Together) adını taşımıştır (Black, 2013a). Bu süreçte SNP, bağımsızlık sonrası İskoçya‟nın nasıl bir ülke olacağına dair 670 sayfalık bir “Beyaz Kitap” (White Paper) hazırlamıştır.9 Çocuk bakımının temel unsur olarak yer aldığı sosyal politikalar ve ekonomik büyümeye dair güvenceler kitabın ön plana çıkan konuları olmuştur. “Birlikte Daha İyi” kampanyasının başkanlığını yürüten Alistair Darling ise kitabın kritik öneme sahip sorulara sağlam cevaplar veremediğini iddia etmiştir. Ülkenin para biriminin ne olacağı ve söz konusu sosyal politikaların nasıl finanse edileceği gibi konuların belirsizliğini koruduğunu ifade etmiş, çocuk bakımına dair önerilerin mevcut düzende de yapılabileceğini ileri sürmüştür (Black, 2013b). Mart 2013‟te İskoç hükümetinin 2011-2012 verilerine göre yayınladığı rapor, İskoçya‟nın söz konusu yıllarda Birleşik Krallık bütçesinin %9,9‟u oranında katkı yaptığını ifade ederken, buna rağmen merkezden bütçenin %9,3‟ü oranında kaynak geldiğini belirtmiştir (İskoç Hükümeti, 2013). Buna ek olarak, Kuzey Denizi‟ndeki petrol rezervlerinin İskoçya‟yı bu alanda Avrupa Birliği‟nin en geniş rezervine sahip ülkesi yaptığı bildirilmiş, Birleşik Krallık‟ın açık deniz gaz üretiminin %52‟sinin İskoçya tarafından sağlandığı ve 2020‟de 8 9 Salmond‟un neden bu tarihi istediği konusunda farklı görüşler mevcuttur. Ekim ayındaki tatiller, Birleşik Krallık‟taki partilerin konferans sezonunun zamanlaması ve İskoçya‟nın soğuk kışı daha pratik nedenler olarak öne çıkarken, İngiliz Milletler Topluluğu oyunlarının ve Ryder Kupası‟nın 2014 yılında İskoçya‟da gerçekleşecek olması ve bu yılın İskoçların Robert Bruce komutasında İngilizlere karşı 1314 yılında kazandığı Bannockburn Savaşı‟nın 700. yıldönümüne denk gelmesi gibi daha duygusal sebepler de ileri sürülmüştür (Black, 2013a). Kitabın başlığı “İskoçya‟nın Geleceği: Bağımsız İskoçya Rehberiniz” (Scotland’s Future: Your Guide to an Independent Scotland) adını taşımaktadır. Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1187 İskoçya‟nın elektriğinin tamamen yenilenebilir enerjiden sağlanacağı vurgulanmıştır. Bütün bu verilerin kullanılmasındaki amaç İskoçya‟nın bağımsızken daha varlıklı bir ülke olacağı yolunda halkı ikna etmektir (Akçalı, 2014). Taşkaya‟nın (2012) belirttiği gibi, genel olarak, İskoçya‟nın kaderini İskoç halkının belirlemesi gerektiği, yetki devrinin ülkedeki demokratik taleplere tam anlamıyla cevap veremediği ve SNP‟nin politikalarıyla ülkeyi İskandinav ülkelerindeki refah seviyesine yükselteceği ileri sürülmüştür. Bağımsızlığın, işsizliğin azaltılması konusunda yardımcı olacağı ve sosyal politikalar ile halkın yaşam seviyesinin yükseltileceği iddia edilmiştir. Karşı cepheden Alistair Darling ise referandumda olası bir bağımsızlık kararı çıkmasının İskoçya‟yı götüreceği belirsizliklere vurgu yapmış (Cramb, 2012) ve SNP‟nin bağımsız İskoçya‟ya dair vizyonunun gerçekçi olmayıp, yanlış varsayımlara dayandığını ifade etmiştir (Black, 2013b). Referandum tarihi yaklaşırken yapılan anketlerde, birlik yanlısı tarafın açık üstünlüğünün zaman içerisinde sona erdiği gözlemlenmiş ve hala birkaç puan önde olsalar da farkın kapanabileceği açıklanmıştır. Bu noktada birlik yanlısı tarafta temaslar sıklaşmış ve Muhafazakâr Parti lideri David Cameron, İşçi Partisi lideri Ed Miliband ve Liberal Demokrat Parti lideri Nick Clegg bir araya gelerek, referandumda “Hayır” oyu çıkarsa İskoç Parlamentosu‟na verilen yetkilerin artırılacağına dair vaatte bulunmuşlardır (BBC News, 2014a). Birleşik Krallık Maliye Bakanı George Osborne da buna paralel olarak İskoçya‟ya mali özerlik ve vergi politikaları açısından daha fazla yetki tanınmasının planlandığını bildirmiştir (Daily Record, 2014). İskoçya Kraliyet Bankası‟nın (Royal Bank of Scotland) bağımsızlık durumunda merkezini mali nedenlerle ülkeden taşıyacağı ve bankanın kredi derecesinin zarar görmemesi için bu yönde ön hazırlıkların da yapıldığına yönelik açıklaması (Treanor vd., 2014) ile IMF yetkililerinin olası bir bağımsızlık durumunda ülkenin mali yapısının belirsizlik nedeniyle zarar görebileceğini ifade etmesi (Kollewe ve Carrell, 2014) de birlik yanlılarının elini güçlendirmiştir. Tartışmalı konulardan biri de referandumda “Evet” oyu çıkması durumunda İskoçya‟nın doğrudan bir Avrupa Birliği üyesi olarak kabul edilip edilmeyeceği olmuştur. İskoç yetkililer her ne kadar İskoçya‟nın zaten 40 yıldır AB üyesi olduğunu, dolayısıyla doğrudan katılımın söz konusu olması gerektiğini belirtmiş olsa da, Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso bağımsızlık durumunda İskoçya‟nın dışarıdan bir ülke gibi başvurması gerektiğini ve ancak tüm üyelerin kabul etmesi halinde birliğe üye olabileceğini ifade etmiştir (BBC News, 2014b). Ayrıca İspanya Başbakanı Mariano Rajoy da ülkesindeki Katalanların artan bağımsızlık taleplerini göz önüne alarak İskoçya‟nın AB‟ye üyelik sürecinin 8 yıl sürebileceğini ileri sürmüştür (Johnson ve Waterfield, 2014). Bunların dışında, her ne kadar SNP nükleer silahlardan arınmış bir ülke istese de Birleşik Krallık‟ın İskoçya‟da bulunan 1188 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Trident nükleer füze denizaltılarının durumu (Stephenson, 2014) ve hangi para biriminin kullanılacağı da diğer belirsizlik konuları olmuşlardır (Özel, 2014). Nihayetinde referandum 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşmiştir. Katılım oranının %84,6 gibi yüksek bir orana ulaştığı bu referandumda, birliğin devamından yana olanların oyu %55,4‟ü bulurken, bağımsızlık destekçilerinin oyu %44,6‟da kalmıştır. SNP lideri Alex Salmond sonuçların netleşmesinden sonra yaptığı açıklamada bağımsızlık yönünde oy kullananlara teşekkür etmiş ve herkesin sonuçlara saygı duyması gerektiğini söylemiştir. Bunun yanında, referandum öncesinde birlik yanlısı siyasi liderlerin İskoç Parlamentosu‟nun yetkilerinin artırılacağına dair vaatlerini hatırlatmayı da ihmal etmemiştir (Bora, 2014a). Referandum sonrası yapılan anketlerde kadınların, yaşlıların, toplumun geri kalanına göre daha refah içinde bulunanların ve Birleşik Krallık içindeki başka yerlerde doğmuş olanların “Hayır” oyu vermeye daha yatkın oldukları ortaya çıkmıştır (Curtice, 2014). Bu noktada toplumun daha varlıklı kesiminin bağımsızlık sonrası ekonomik durumun geleceğine dair SNP tarafından yeterince ikna edilemedikleri görülmektedir. Salmond, referandumdaki yenilgiden sonra görevinden ayrılırken yerine yardımcısı Nicola Sturgeon gelmiştir (Bora, 2014b). 2015 yılının Mayıs ayında yapılan Birleşik Krallık Parlamentosu seçimlerinde İskoçya içerisinde yarışan SNP, 59 milletvekili çıkarılan bu seçim bölgesinden 56 milletvekili çıkararak büyük bir başarı elde etmiştir. Seçimden tek parti iktidarı çıkarmayı başaran Muhafazakâr Parti lideri David Cameron da yeni hükümeti kurduktan sonra İskoçya ve Galler‟in özerkliğinin genişletilmesi için çalışacağını bildirmiştir (BBC Türkçe, 2015a). Sturgeon da partisinin seçimdeki başarısının ardından artan bir özgüvenle Cameron‟un parlamentoya sunmayı planladığı tasarıdaki yetersizliklere işaret ederek özellikle vergilendirme, asgari ücret ve ulusal sigorta gibi konularda İskoçya‟nın yetkilerinin artırılmasını talep etmiştir (Carrell ve Brooks, 2015). Temmuz 2015‟te devam eden görüşmelerde İskoç Parlamentosu‟nun vergilendirme, katma değer vergisi gelirleri ve refah odaklı konularda yetkilerinin artırılması tartışmaların sıcak noktasını oluşturmaktadır (BBC News, 2015b). Referandum sonrası dönem SNP‟nin geleceği açısından incelendiğinde her ne kadar net bir tablo çizmek zor olsa da, partinin sosyal demokrat kimliğine sadık kalan ve uzun vadede bağımsızlık amacını göz önünde tutmaya devam eden bir çizgide devam ettiğini öne sürmek mümkün gözükmektedir. Referandumdan sonraki beş gün içinde parti üye sayısını ikiye katlamıştır. Salmond, partinin gerekmedikçe ikinci bir referandum çağrısı yapmamasını istemiş, bunun yerine İskoçya‟daki diğer siyasilere ve partilere yönelik bağımsızlığın olası kazanımları hakkında propaganda yapılması gerektiğini belirtmiştir. Dolayısıyla kısa vadede olmasa da uzun vadede bağımsızlık planlarının rafa kalkmadığını ileri sürmek mümkündür (Harvey, 2014: 12). Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1189 Nitekim partinin yeni lideri Nicola Sturgeon, Haziran 2015‟te yaptığı bir konuşmada Birleşik Krallık‟ın AB üyeliğinin İskoçya‟ya sağladığı ekonomik kazanımlardan bahsederek, İskoç halkının Birleşik Krallık‟ın AB üyeliğinin devamından yana olduğuna dikkat çekmiş ve üyeliğin geleceğiyle ilgili yapılması planlanan referandumda bütün Birleşik Krallık uluslarının onayının alınması gerektiğini iddia etmiştir. İskoç halkının olumsuz görüşüne rağmen Birleşik Krallık genelinde yapılan referandumda üyelikten ayrılma yönünde çıkacak bir kararın İskoçya‟da ikinci bir bağımsızlık referandumunu tetikleyebileceğinin altını çizmiştir (Brooks, 2015). Benzer biçimde, Birleşik Krallık Parlamentosu‟nda partinin önde gelen temsilcilerinden Angus Robertson da, Başbakan David Cameron‟un İskoç Parlamentosu‟nun yetkilerinin artırılmasına dair vaatlerini yerine getirmemesi durumunda beş yıl içerisinde yapılacak yeni bir referandumda İskoç halkının bu kez Birleşik Krallık‟tan ayrılmayı seçebileceğini öne sürmüştür (Helm, 2015). Öte yandan, Sturgeon‟un Mayıs 2015‟te yapılan seçimlerde partisinin başarısının ana nedenlerinden biri olarak kemer sıkma politikalarına İskoç halkının tepkisini göstermesi (Hürriyet, 2015) SNP‟nin sosyal demokrat yanı ile ekonomik özerkliği artırma çabalarını bir arada ön plana çıkardığını göstermektedir. Sonuç 1934 yılında kurulsa da parti içerisinde ayrışan görüşler nedeniyle milliyetçilik dışında net bir görüş ortaya koyamayan SNP, 1960‟larda başlayan ve 1970‟li yıllarda hızlanan biçimde sosyal demokrat bir dönüşüm geçirmiştir. Partiye ortanın solu olarak tabir edilen kesimden geniş katılımlar olması, genç üyelerin umut dolu olması ve İskoçya‟nın ana sorununun da işsizlik olduğu gerçeği bu değişime yol açan etkenler olarak göze çarpmaktadır. Artık daha kapsayıcı bir milliyetçi söylem eşliğinde, ekonomik kalkınma ve demokrasinin geliştirilmesi için de fikirler ileri sürülmüştür. Ayrıca uluslararası olaylara dair benimsenen duruş da bu yeni kimlik ile uyuşan bir çizgide olmuştur. Bu değişim ve Margaret Thatcher‟ın iktidarı süresince uyguladığı politikalara karşı İskoçya‟da oluşan tepki SNP‟nin oy oranlarına olumlu bir şekilde yansımıştır. Yetki devri konusunda artan talep 1999‟da karşılık bulmuş ve artık İskoçya‟nın bir parlamentoya sahip olması SNP‟nin siyasi aktör olarak önemini artırmıştır. 2007 yılında yapılan İskoç Parlamento seçimlerinde SNP en yüksek oyu alan parti olarak İskoç Yeşil Partisi ile bir azınlık hükümeti kurmuş, 2011 yılında ise tek başına iktidar olmayı başarmıştır. Bu noktada çalışmada şu görülmektedir ki, parti sosyal demokrat bir kimliğe bürünüp, daha kucaklayıcı bir milliyetçilik anlayışı ile ülkenin somut sorunlarına eğildiği zaman oylarını artırmış ve nihayetinde iktidara gelebilmiştir. 1190 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) İktidara geldikten sonra parti, bağımsızlık hedefi çerçevesinde milli kimliği canlandırmaya çalışmıştır. Nitekim bu süreçte sosyal demokrat atıflarla İskoçya‟nın uluslararası arenada saygın bir aktör olması gerektiği ifade edilmiş, yerel dilleri canlandırmaya yönelik kültür politikaları izlenmiştir. Ayrıca halkın büyük kısmının kendini Britanyalı değil, İskoç kimliği altında tanımladığına sıklıkla vurgu yapılmış ve İskoçya‟nın Birleşik Krallık için bir ekonomik sömürge işlevi gördüğü iddia edilmiştir. Öte yandan, farklı kesimlerin tepkisini çekmemek için sivil milliyetçilik vurgusu söylemlere yansımış, İskoç milliyetçiliğinin kucaklayıcı bir karaktere sahip olduğu öne sürülmüştür. Bağımsızlık referandumunda da kampanya bu çerçevede yapılmıştır. Ancak yapılan referandumdan “Hayır” oyu çıkması sonrasında Alex Salmond görevinden istifa ederken, Birleşik Krallık hükümeti daha önce söz verdiği üzere İskoç Parlamentosu‟na verilen yetkilerin artırılması konusunda taslak hazırlamıştır. Bu makalenin yazıldığı günlerde Birleşik Krallık Parlamentosu‟nda İskoçya‟ya verilecek yeni yetkilere dair tartışmalar sürüyordu ve mali özerklik ile ilgili kısım üzerinde en çok tartışılan başlıktı. Referandumdan sonra SNP‟nin üye sayısını artırdığı ve 2015 Birleşik Krallık genel seçimlerinde gösterdiği başarı ile siyasetteki yerini sağlamlaştırdığı görülmektedir. Her ne kadar bağımsızlık konusunda kısa vadede yeni bir adım atılması gündemde değilse de, partinin önde gelen isimleri uzun vadede bu konunun tekrar gündeme gelebileceğini belirtmektedir. Bu noktada Avrupa Birliği üyeliğine dair Birleşik Krallık‟ta önümüzdeki yıllarda yapılması planlanan referandum konuya dair yeni tartışmaları beraberinde getirebilir. Partinin ileri gelenlerinin vurguladığı üzere İskoç halkının çoğunluğu üyeliğin devamından yanadır ve referandumdan çıkacak olası bir aksi sonuç yeni bir bağımsızlık referandumunun fitilini ateşleme potansiyeline sahiptir. Ancak 2014 referandumunda red oyu verenlerin önemli bir kısmının belirsizliklerden çekindiği için Birleşik Krallık bünyesinde kalmayı tercih ettiği göz önüne alındığında, bu defa başarılı olunmak isteniyorsa bağımsız İskoçya‟ya dair daha net bir tasvir yapılması gerektiği ortadadır. Kaynakça Akçalı, Öznur (2014), “Avrupa‟da Ayrılıkçı Hareketler: İskoçya Örneği”, http://www.usak.org.tr/analiz_det.php?id=17&cat=365366690#.VcOpl_ntlBc (06.08.2015). Arnott, Margaret ve Jenny Ozga (2010a), “Education and Nationalism: The Discourse of Education Policy in Scotland”, Discourse: Studies in the Cultural Politics of Education, 31 (3): 335350. Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm 1191 Arnott, Margaret ve Jenny Ozga (2010b), “Nationalism, Governance and Policymaking in Scotland: The Scottish National Party (SNP) in Power”, Public Money & Management, 30 (2): 9196. BBC News (2005), “SNP seizes on North Sea http://news.bbc.co.uk/2/hi/uk_news/scotland/4567138.stm (06.08.2015). oil memo”, BBC News (2007), “Lib Dems rule out SNP http://news.bbc.co.uk/2/hi/uk_news/politics/6631053.stm (06.08.2015). BBC News (2008), “Gaelic TV survey is „encouraging‟”, http://news.bbc.co.uk/2/hi/uk_news/scotland/highlands_and_islands/7202479.stm (06.08.2015). BBC News (2009), “Scots urged to face „slave past‟”, http://news.bbc.co.uk/2/hi/uk_news/scotland/highlands_and_islands/8318723.stm (06.08.2015). BBC News (2010), “Devolution: A beginner‟s guide”, http://news.bbc.co.uk/2/hi/uk_news/politics/election_2010/first_time_voter/8589835.stm (06.08.2015). coalition”, BBC News (2014a), “Scottish independence: Cameron, Miliband and Clegg sign „No‟ vote pledge”, http://www.bbc.com/news/uk-scotland-scotland-politics-29213418 (06.08.2015). BBC News (2014b), “Scottish independence: Barroso says joining EU would be „difficult‟”, http://www.bbc.com/news/uk-scotland-scotland-politics-26215963 (06.08.2015). BBC News (2015a), “New Scottish Parliament Powers plan published”, http://www.bbc.com/news/uk-scotland-scotland-politics-30915457 (06.08.2015). BBC News (2015b), “Calls made in Commons to strengthen Scotland http://www.bbc.com/news/uk-scotland-scotland-politics-33310229 (06.08.2015). BBC Türkçe (2015), “İskoç Ulusal Partisi SNP‟nin zaferi neleri değiştirecek?”, http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/05/150508_iskocya_anlam (06.08.2015). (2013), Bill”, Birleşik Krallık Hükümeti (15.02.2016). https://www.gov.uk/guidance/devolution-settlement-scotland Birleşik Krallık Parlamentosu (1998), http://www.legislation.gov.uk/ukpga/1998/46/pdfs/ukpga_19980046_en.pdf (15.02.2016). Birleşik Krallık Parlamentosu (2012), http://www.parliament.uk/about/livingheritage/evolutionofparliament/legislativescrutiny/act-of-union-1707/overview/union-ofthe-crowns/ (06.08.2015). Black, Andrew (2013a), “Q&A: Scottish Independence Referendum”, http://www.bbc.com/news/ukscotland-13326310 (06.08.2015). Black, Bora, Andrew (2013b), “Scottish independence: Referendum White Paper unveiled”, http://www.bbc.com/news/uk-scotland-scotland-politics-25088251 (06.08.2015). Birce (2014a), “İskoçya bağımsızlığa http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27231141.asp (06.08.2015). „hayır‟ dedi”, Bora, Birce (2014b), “İskoçya‟ya yeni başbakan”, http://www.hurriyet.com.tr/avrupa/27395227.asp (06.08.2015). Brand, Jack (1990), “Scotland”, Watson, Michael (Der.), Contemporary Minority Nationalism (Londra: Routledge): 24-37. 1192 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Brooks, Libby (2015), “Nicola Sturgeon warns of Scottish backlash if UK exits Europe”, http://www.theguardian.com/politics/2015/jun/02/nicola-sturgeon-scottish-backlash-if-ukexits-europe (06.08.2015). Brown, Gordon (2007), “We need a United Kingdom”, http://www.telegraph.co.uk/news/uknews/1539367/We-need-a-United-Kingdom.html (06.08.2015). Carrell, Severin ve Libby Brooks (2015), “SNP to demand new Powers for Scottish parliament after election landslide”, http://www.theguardian.com/politics/2015/may/08/snp-to-demandnew-powers-for-scottish-parliament-after-election-landslide (06.08.2015). Cramb, Auslan (2012), “Scottish independence would be „one way ticket to uncertainty‟, Alistair Darling warns at campaign lunch”, http://www.telegraph.co.uk/news/uknews/scotland/scottish-politics/9353935/Scottishindependence-would-be-one-way-ticket-to-uncertainty-Alistair-Darling-warns-atcampaign-launch.html (06.08.2015). Curtice, John (2014), “So Who Voted Yes and Who Voted http://blog.whatscotlandthinks.org/2014/09/voted-yes-voted/ (06.08.2015). No?”, Daily Record (2014), “Independence referendum: George Osborne promises to unveil plans to give Scotland more power in wake of shock new poll”, http://www.dailyrecord.co.uk/news/politics/independence-referendum-george-osbornepromises-4178145 (06.08.2015). Elliott, Josh (2014), “Scotland votes: What the referendum means for Scots abroad”, http://www.ctvnews.ca/politics/scotland-votes-what-the-referendum-means-for-scotsabroad-1.2002101 (06.08.2015). Finlay, Richard (2004), Modern Scotland 1914-2000 (Londra: Profile Books). Flamini, Roland (2013), “Scotland‟s Independence Bid: History, Prospects, Challenges”, World Affairs, (Mayıs/Haziran): 57-63. Gellner, Ernest (2008), Uluslar ve Ulusçuluk (İstanbul: Hil Yayın) (Çev. Büşra Ersanlı ve Günay Göksu Özdoğan). Harris, John (2007), “Scotland awakes”, http://www.theguardian.com/politics/2007/nov/30/scotland.devolution (06.08.2015). Harvey, Malcolm (2014), “İskoçya Bağımsızlık Referandumu Sonuçlarının Etkisi”, Analist, (44): 1214. Hechter, Michael (1975), Internal Colonialism: The Celtic Fringe in British National Development (1536-1966) (Berkeley: University of California Press). Helm, Toby (2015), “SNP warns Scotland could still vote for independence”, http://www.theguardian.com/politics/2015/jun/28/snp-scots-could-still-go-it-alone (06.08.2015). Hürriyet (2015), http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28956846.asp (06.08.2015). İskoç Hükümeti (2007), “Scottish Budget Spending Review http://www.scotland.gov.uk/Publications/2007/11/13092240/9 (06.08.2015). 2007”, İskoç Hükümeti (2009), “Europe and Foreign Affairs: Taking Forward our National Conversation”, http://www.scotland.gov.uk/resource/doc/283886/0086022.pdf (06.08.2015). İskoç Hükümeti (2012), “Referendum on Independence”, http://www.scotland.gov.uk/About/Government/concordats/Referendum-on-independence (06.08.2015). Orkun Sürücüoğlu İskoç Ulusal Partisi: İktidara Taşıyan Dönüşüm İskoç Hükümeti (2013), “Government Expenditure & Revenue Scotland http://www.scotland.gov.uk/resource/0041/00415871.pdf (06.08.2015). 1193 2011-2012”, Johnson, Simon ve Bruno Waterfield (2014), “Spanish Prime Minister gives EU warning to Scots”, http://www.telegraph.co.uk/news/uknews/scottish-independence/11101758/SpanishPrime-Minister-gives-EU-warning-to-Scots.html (06.08.2015). Kearton, Antonia (2005), “Imagining the „Mongrel Nation‟: Political Uses of History in the Recent Scottish Nationalist Movement”, National Identities, 7 (1): 23-50. Kollewe, Julia ve Severin Carrell (2014), http://www.theguardian.com/politics/2014/sep/12/scottishreferendum-yes-vote-market-turmoil-imf (06.08.2015). Leith, Murray S. (2012), “The view from above: Scottish national identity as an elite concept”, National Identities, 14 (1): 39-51. Loughlin, John (2011), “Political and Administrative Asymmetries in a Devolving United Kingdom”, Requejo, Ferran ve Klaus-Jürgen Nagel (Ed.), Federalism Beyond Federations: Asymmetry and Processes of Resymmetrisation in Europe (Surrey/Burlington: Ashgate): 37-59. Lynch, Peter (2009), “From Social Democracy Back to No Ideology?-The Scottish National Party and Ideological Change in a Multi-level Electoral Setting”, Regional & Federal Studies, 19 (4-5): 619-637. Mansbach, Richard W. (1973), “The Scottish National Party: A Revised Political Profile”, Comparative Politics, 5 (2): 185-210. Mycock, Andrew (2012), “SNP, Identity and Citizenship: Re-imagining State and Nation”, National Identities, 14 (1): 53-69. Nicoll, Alexander (2014), “Scotland‟s Vote on Independence”, Survival: Global Politics and Strategy, 56 (3): 105-120. Özel, Soli (2014), “İskoçya‟nın mesajı (1)”, http://www.haberturk.com/yazarlar/soli-ozel/990987iskocyanin-mesaji-1 (06.08.2015). Salmond, Alex (2007), “Only Scottish independence can solve the „English Question‟”, http://www.telegraph.co.uk/comment/personal-view/3638581/Only-Scottishindependence-can-solve-the-English-Question.html (06.08.2015). SNP (2007), http://www.snp.org/media-centre/news/2007/dec/united-kingdoms-21st-centurypartnership (06.08.2015). SNP (2011), http://www.snp.org/about-us (06.08.2015). Soule, Daniel P. J., Murray S. Leith ve Martin Steven (2012), “Scottish devolution and national identity”, National Identities, 14 (1): 1-10. Stephenson, Chris (2014), “İskoçya‟da bağımsızlık referandumundan çıkacak sonuç ne anlama geliyor?”, http://t24.com.tr/haber/iskocyada-bagimsizlik-referandumundan-cikacak-sonucne-anlama-geliyor,271026 (06.08.2015). Taşkaya, Özgür (2012), “İskoçya bağımsızlık yolunda”, http://t24.com.tr/haber/iskocya-bagimsizlikyolunda,214907 (06.08.2015). The Telegraph (2007), “David Cameron‟s „Union‟ Speech in full”, http://www.telegraph.co.uk/news/uknews/1572059/David-Camerons-Union-Speech-infull.html (06.08.2015). Torrance, David (2009), “SNP fall-out that saw Salmond expelled but put party on new path”, http://www.scotsman.com/news/snp-fall-out-that-saw-salmond-expelled-but-put-party-onnew-path-1-1030419 (06.08.2015). 1194 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Treanor, Jill, Patrick Collinson ve Rupert Jones (2014), “RBS will leave Scotland if voters back independence”, http://www.theguardian.com/business/2014/sep/11/rbs-will-leavescotland-yes-vote (06.08.2015). Wintour, Patrick (2014), “Scottish independence: how the Tories became pariahs”, http://www.theguardian.com/politics/2014/sep/10/scottish-independence-effing-toriespariah-devolution (15.02.2016). Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1195 - 1210 “TÜRKLEġMEK ĠSLAMLAġMAK MUASIRLAġMAK”TAN “TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI”NA ZĠYA GÖKALP VE ULUS TASAVVURU* Dr. Mustafa Doğanoğlu ●●● Öz Cumhuriyet’in arifesindeki Gökalp’ın temel sorunu, Osmanlı Devletinin nasıl kurtulacağı sorunudur. Bu dönemde (1918) kaleme aldığı “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” adlı eserinde, Gökalp, Osmanlı’nın kurtuluşunun nasıl mümkün olacağının arayışı içerisindedir. Cumhuriyet sonrası Gökalp’ın temel sorunu ise oluşmakta olan yeni bir ulus olarak Türk ulusunun karakteristik özelliklerinin neler olacağı sorunudur. Bu dönemde (1923) kaleme aldığı “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde Gökalp, bunun arayışı içerisindedir. Bu çalışmada, iki farklı dönemde Gökalp’ın düşüncesinde gelişen “vurgu” farlılıkları araştırılacaktır. Bu bağlamda Gökalp’ın ulus tasavvurunun üç temel bileşeni olan “Türkçülük, İslamcılık ve muasırlaşma (Batı medeniyeti)” kavramlarının zaman içerisinde nasıl dönüştüğü, ne gibi farklılıkların ortaya çıktığı yukarıda anılan iki temel eserine dayanılarak tartışılacak ve analiz edilecektir. Anahtar Sözcükler: Ziya Gökalp, Ulus, Türkçülük, İslamcılık, Kültür, Medeniyet From “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” to “Türkçülüğün Esasları” Ziya Gökalp and His Conception of Nation Abstract On the eve of the Turkish Republic, Gökalp‟s main problem was how to save the Ottoman State. In his book entitled “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” (1918), Gökalp is in search for ways to save the Ottoman State. After the Turkish Republic established in 1923 Gökalp‟s main problem, on the other hand, was to formulate the characteristics of the emerging new nation. In his book entitled “Türkçülüğün Esasları” (1923), Gökalp seeks to discuss and clarify these points. In this study, the “emphasis” will be on the differences in Gökalp‟s thought and ideas during these two periods. In this context, based on the two books mentioned above, the changes in Gökalp‟s ideas about Turkism, Islamism and civilization (Westernization), which are the three pillars of his conceptualization of nation, will be discussed and analyzed. Keywords: Ziya Gökalp, Nation, Turkism, Islamism, Culture, Civilization * Makale geliş tarihi: 09.03.2015 Makale kabul tarihi: 04.11.2016 1196 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru Giriş Gökalp, ulusçuluk akımlarının hızla yayıldığı ve ulus devlet modelinin “homojenleştirici” paradigmasının dünyayı şekillendirmesinin hız kazandığı 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında yaşamış bir fikir adamıdır. Böyle bir atmosfer içerisinde çok etnili Osmanlı İmparatorluğunun düştüğü buhran döneminden nasıl kurtulacağı sorunu, dönemin diğer aydınları gibi Gökalp‟in da temel sorunu ve düşüncelerini geliştirdiği ana ekseni oluşturur. Gökalp, ulusu; dilde, kültürde, edebiyatta birliği sağlamış, dolayısıyla aynı eğitim sürecinden geçmiş uyumlu, dayanışmacı homojen bir topluluk olarak tanımlar ve toplumsal dinamiğin temelini de ulusal ülkü olarak tasavvur eder. Gökalp‟in anlayışında Türk ulusu, “bizim” olan bizim ürünümüz olan” kültürü özümsemiş ve kültürü, çağdaş Batı medeniyetiyle uyumlulaştırmış bir ulus olarak tasavvur edilir. Tokluoğlu (2013: 123)‟nun da belirttiği gibi Batı medeniyetinin Türk ve İslam‟la nasıl uzlaşacağı sorusu, Gökalp‟in yazılarında tekrarlanan temel tema niteliğindedir. Dolayısıyla Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık Gökalp‟in ulus inşası tasavvurunun temel bileşenleri niteliğindedir. Gökalp için bu üç bileşen vazgeçilmez niteliktedir. Fakat Gökalp‟in bu üç bileşene aynı değeri vermediği de açıkça görülebilmektedir. Zira aşağıda tartışılacağı üzere onun düşüncesinde Türkçülük, ana gövdeyi oluşturur ve diğer iki bileşen, Gökalp‟in Türkçülük tasavvuru ve ülküsünün tamamlayıcısı niteliğindedir (2008: 73-74, 128, 225; 2010: 17, 57). Gökalp düşüncesinde bir başka önemli husus, kültür ve medeniyet ayrımıdır. Kültür ve medeniyet ayrımı Gökalp‟in ulus tasavvurunun temelini oluşturur. Ona göre kültür, bir ulusun temel dokusunu oluşturan, bir ulusa özgü olan ve o ulusa ayırt edici karakterini veren değerler toplamıdır. Medeniyet ise çeşitli ulusların ortak katkılarıyla oluşan ilim, fen, teknoloji gibi teknik özelliklerle ilgilidir. Gökalp tasavvurundaki Türklük anlayışı “bizi biz eden”, “bizim olan” kültürü özümsemiş ve çağdaşlığın sembolü olan Batı medeniyetini temel almış uyumlu ve homojen bir Türklüktür. Dolayısıyla kültür ve medeniyet, aşağıda tartışılacağı üzere Gökalp‟in ulus tasavvuru içerisinde sahip oldukları işlevsellikleri bağlamında anlam kazanmaktadır (2008: 73-74; 2010: 17, 57). Gökalp (1972: 32-33), vatanın nasıl kurtulacağı ve ulusun nasıl inşa edileceği sorunlarıyla yakından ilgilenir ve -bir toplumsal yapılanma olarak- Mustafa Doğanoğlu “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru 1197 ulusa büyük bir kıymet verdiğini düşündüğü sosyoloji bilimini temel “yol gösterici” olarak benimser. Çünkü Gökalp, Karakaş (2008: 447)‟ın da belirttiği gibi toplumsal sorunların siyasal boyutlu olduğu ve bu nedenle de siyaset aracılığıyla çözülebileceği anlayışına sahiptir. Gökalp‟in bir bilim olarak sosyolojiye yönelmesinin temelinde, bahsedilen bu sorunlar ve bu anlayış yatmaktadır. Zira Gökalp de, diğer pozitivist sosyologlar gibi sosyolojinin, toplumsal işleyişin kanunlarını bularak toplum mühendisliği işlevini görebileceğini düşünmektedir (Çelik, 2006: 45). Dolayısıyla sosyoloji, Gökalp için vatanın kurtuluşu ve ulusun inşa edilebilmesi sürecinde bir tür “reçete” niteliğindedir. Gökalp, içerisinde yaşadığı toplumun bunalımına çare arayan bir fikir adamıdır (Berkes, 1985: 200, 208). Bu nedenle farklı dönemlerde farklı çare yollarını benimsediği; dolayısıyla düşünceleriyle yaşanan siyasal gelişmeler arasında yakın bir ilişkinin olduğu görülebilmektedir (bkz. Özyurt, 2005: 181, 197; İnalcık, 2000: 15, 32; Karakaş, 2008: 471). Bu bağlamda düşüncesinin izlediği seyir boyunca Gökalp‟i farklı dönemlere ayırarak incelemek mümkün. Bu çalışmada, temel sorunu vatanın kurtuluşu ve Türk‟ün “muasır” bir ulus haline gelmesi olan Gökalp‟in “çözüm” formülasyonunun, daha çok vatanın kurtuluşunun sorun edildiği Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak (1918)1 ve ulusun karakteristik özelliklerinin sorun edildiği Türkçülüğün Esasları (1923) adlı eserlerinde nasıl işlendiği ve söz konusu formülasyon hususunda farklı dönemlerde kaleme alınan iki eser arasında ne gibi farklılıkların ortaya çıktığı araştırılacaktır. Bu iki eser, farklı evrelerden geçen Gökalp Türkçülüğünün olgunlaştığı eserledir (Tokluoğlu, 2012: 129). Fakat arasına cumhuriyetin ilanının girdiği bu eserler arasında birtakım farklılıkların olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bu iki eser üzerinden, bir fikir adamı olarak “ustalık dönemini” yaşayan Gökalp‟in Cumhuriyet‟in hemen arifesi ve Cumhuriyet‟in hemen sonrası gibi “kısa bir zaman diliminde” nasıl bir değişim gösterdiği sorusu, bu çalışmada cevap aranacak temel soru olacaktır. Bu bağlamda Gökalp‟in ulus tasavvuru, Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık (çağdaşlık-muasırlaşma), kültürmedeniyet ve yurt yaklaşımlarında gelişen “vurgu” farklılıkları ve yetkinlik gibi kavramlar üzerinden tartışılacaktır. 1. Türkçülük Gökalp, yaşadığı dönemin diğer aydınları gibi vatan ve ulus için kurtuluş yolu arayışı içerisindedir ve kurtuluş yolunun ulusçuluktan geçtiğini 1 1918 yılında kitap olarak basılan bu eser, Gökalp’in 1913 yılında Türk Yurdu Dergisi’nde yayımlanmış makalelerinden oluşmaktadır (Karakaş, 2008: 456). 1198 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) düşünmektedir. Bu nedenle Gökalp, nasıl ulus haline gelinebileceğinin arayışı içerisindedir. Gökalp ulusu; “dil, din, ahlak ve sanat bakımından ortak olan, yani aynı eğitimi almış bireylerden oluşan topluluk” (2008: 47) olarak tanımlar. Dolayısıyla Gökalp (2008: 47), ulusun ırki, kavmi, coğrafi, siyasal, istemsel ölçütlere dayandırılmaması gerektiğini savunur. Gökalp, her ne kadar ulusun farklı bileşenlerden meydana geldiğini savunsa da onun ulus anlayışında “dil” vurgusu belirgin şekilde ön plandadır. Öyle ki, dili, ulusla özdeş tutmaktadır. “Millet, dil topluluğundan ibarettir”; “millet, bir dille konuşan fertlerin toplamıdır” (2010: 33, 60) şeklindeki ifadeleri bunun açık göstergesi niteliğindedir. Dolayısıyla ulus olmanın dilde birliğin sağlanmasıyla mümkün olabileceğini düşünmektedir. Aksi bir durumun, yani dilde bölünmüşlüğün ise “milletler için müthiş bir ölüm” olduğunu belirtir (2010: 55). Gökalp, dilde ve edebiyatta birliği, ulus olmanın temeli sayar (2010, 39; 2008: 46). Kısacası Gökalp‟in tasavvurunda ulus haline gelme sürecinin bel kemiğini eğitim oluşturmaktadır. Çünkü ona göre ulusun temeli aynı eğitim sürecinden geçmiş olmaktır. Zira Gökalp‟in ulus tasavvuru organizmacı, dayanışmacı ve uyumlu bir toplum modelidir ve bu da ancak eğitimde birliğin sağlanmış olmasıyla mümkündür. Bu yaklaşım, hem Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde hem de Türkçülüğün Esasları adlı eserinde temel öneme sahiptir. Gökalp, ulusçuluğun çağın olmazsa olmaz gerekliliği olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Dünya‟nın doğusu da batısı da bize açık bir şekilde gösteriyor ki, bu yüzyıl „milliyet‟ yüzyılıdır. Bu yüzyılın vicdanları üzerinde en etkili kuvvet, milliyet ülküsüdür. Toplumsal vicdanların idaresiyle sorumlu olan devlet, bu önemli toplumsal sebebi yok kabul ederse vazifesini yapamaz” (2010: 12). Dolayısıyla devlet mekanizmasının daha sağlıklı çalışabilmesi için “ulus ülküsü” bir zorunluluk olarak görülmektedir. Bu nedenle Gökalp, ulus tasavvurunun temeline “ulusal ülkü”yü koymakta ve toplumun içerisinde bulunduğu sorunların, buhranların ve çağın gelişmişlik düzeyinin gerisinde kalınmasının kaynağı olarak da ulusal ülkü yoksunluğunu göstermektedir. Ona göre ulusal ülkü gelişmediği için ulusal iktisadiyat da gelişmemiştir. Ulusal iktisadiyat gelişmediği için de güçlü hükümetler gelişememiştir. Bunun yanında ulusal ülkü gelişmediği için dilde sadeleşme gelişmemiş ve toplumsal dayanışma köy ve kasabalardan öteye geçememiştir (2010: 14). Kısacası Gökalp, sorunların temelinde ulusçuluğun gelişmemesinin, dolayısıyla da ulus olamamanın yattığını düşünmektedir. Ulusçuluğu kurtuluşun ve gelişmenin temeli sayan Gökalp, bütün çabasını Türk ulusçuluğunun gelişmesine harcar ve Türk ulusunun yücelmesinin anahtarı olarak Türkçülüğü savunur. Gökalp‟in Türk tasavvuru Mustafa Doğanoğlu “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru 1199 özetle, “bizim olan”, “bize ait olan” ulusal kültürü özümsemiş ve bunu medeniyetle taçlandırmış Türk‟tür. Bu formülasyonun hayata geçirilebilinmesinin, yani ulusun inşa edilebilmesinin, toplumsal yaşamın tüm yönleriyle ele alınmasını gerektirdiğinin farkındadır ve bu nedenle kendi Türklük tasavvurunun altyapısını oluşturmuştur. Bu altyapı hazırlığı, henüz kurtuluş yollarının arandığı Türkçülüğün bir yaşam tarzından çok, bir ülkü olarak işlendiği Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde zayıftır; fakat “Türk‟ün” “kurtarılmış” bir vatanının olduğu dönemde kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları adlı eserinde güçlü bir şekilde kendini göstermektedir. Zira Gökalp bu eserinde sanat ve edebiyattan müziğe, kültürden dile, ahlaktan hukuka, dinden felsefeye, ekonomiden siyasete kadar kendi tasavvurundaki Türk ulusunun temel ilkelerini ortaya koymaktadır. Gökalp ayrıca ulusçuluğun geliştirilmesi bağlamında, yukarıda bahsedilen unsurların “yetkin” bir ulusun inşa edilmesi sürecinde nasıl işlevsel hale gelebileceği üzerinde de durmaktadır. Örneğin, “Türk edebiyatı klasiklerin bütün güzelduyusal besinlerini sindirip bitirmeden romantiklere ve daha sonraki akımlara yanaşmamalıdır; çünkü genç uluslar ülküleri kahramanlıkları yücelten bir edebiyata gereksinim duyarlar. Klasik edebiyatlar, genel olarak bu amacı sağlayacak niteliktedir” (2008: 189) şeklindeki ifadesi edebiyatın, “çağdaş bir ulus olmak istiyorsak kesinlikle büyük sanayiye sahip olmalıyız” (2008: 233) şeklindeki ifadesi ise ekonominin ulus inşasında nasıl bir araç olarak tasavvur edildiğini göstermektedir. Gökalp‟in Türkçülüğünde “turan” önemli bir kavram olarak karşımıza çıkar. Turlar, yani Türkler anlamına gelen Turan, bütün Türk kollarını içeren Türk ülkesine tekabul etmektedir. Gökalp için Turan; Oğuz, Tatar, Kırgız, Özbek ve Yakut Türklerinin dilde, edebiyatta ve kültürde birlik sağlamalarını ifade etmektedir (2008: 54). Gökalp düşüncesi açısından bu noktada belirtilmesi gereken, siyasal birlikten ziyade dilde ve kültürde birliğin sağlanması gibi bir ülkünün söz konusu olduğudur (Tokluoğlu, 2012: 128). Turan, hem Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak hem de Türkçülüğün Esasları adlı eserinde işlenir; fakat iki eser arasında bazı farklılıkların olduğu görülmektedir. Örneğin, ilk eserde “turan” ülküsünün gelecekte gerçekleşeceğine dair daha güçlü bir inanış varken hatta bu ülkünün gerçekleşeceğine “mantıklı” bir çerçeve oluşturulmaya çalışılırken (2010: 5457), ikinci eserde turan bir umut, bir olasılık şeklinde işlenmektedir. Turan bir olasılık olarak değerlendirildiği için Gökalp, Türkçülüğün Esasları‟nda Türkçülüğü kademelendirme yoluna gitmiş ve Türkiyecilik, Oğuzculuk2 ve 2 Oğuz uyruğundan olan Türkiye Türkleri, Azerbaycan, İran ve Harzem Türkmenlerinin dil ve kültür birliğini ifade etmektedir (Gökalp, 2008: 51-53). 1200 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Turancılık şeklinde yakın, orta ve uzak hedefler belirlemiştir (2008: 55). Bununla birlikte Türkçülüğün Esasları‟nda eser boyunca Gökalp‟in temel ilgi odağı; Türkiyecilik, Türkiye‟de ulusun nasıl bir toplumsal dokuya sahip olması gerektiği şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Gökalp‟in düşüncesinde Tokluoğlu (2012: 137)‟nun da belirttiği gibi “Turandan Türkçülüğe” doğru bir kayış söz konusudur. Gökalp, ulusu üç ana eksen üzerine temellendirir: Türkçülük, İslamcılık, çağdaşlık. Bu üç bileşen, Gökalp‟in ulus inşası anlayışında vazgeçilmezdir. Fakat bu üç bileşenin eşit ağırlıkta olduğu söylenemez. Zira temel sorunu ulusun nasıl kurtulacağı ve nasıl bir toplumsal dokuya sahip olması gerektiği olan bir “Türkçü” olarak Gökalp için hem Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde hem de Türkçülüğün Esasları adlı eserinde “Türkçülük” temel bileşen; diğer iki bileşen ise daha çok tamamlayıcı bileşenler niteliğindedir. Medeniyet karşısında kültüre daha bir hassasiyetle yaklaşması (2008: 73-74; 2010: 17, 57) ve İslam vurgusundaki zayıflık (2008: 128, 225), bu durumun açık göstergeleridir. Parla (2009: 65)‟ya göre bu üçlünün en zayıf halkası “İslam halkasıdır.” Nitekim iki temel eserine bakıldığında Gökalp‟te İslam vurgusunun zamanla azaldığı görülmektedir. Örneğin, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde daha yoğun bir “İslam” vurgusu bulunurken, hatta İslam terimleri kongreleri önersinde bulunulurken ve dilin terimler bakımından İslamlaştırılmasını savunulurken (2010: 21), daha sonra kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları adlı eserinde İslam vurgusu zayıflamakta, kongre fikri ise yer almamaktadır. Yine Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak (2010: 74) adlı eserinde “Müslümanların siyasi birliğinin uzak bir gelecekte mümkün olduğu” ve “halife adına okunan hutbeler, Hac günlerinde Arafat’taki topluluğu gösteren toplantılar siyasi bir geleceğin dini müjdecileridir. Bu zihniyet, şüphesiz ki hepimizin kalbini mukaddes galeyanlarla, ulvi vecdlerle dolduran bir ruhi haldir” şeklindeki değer yükleyici ifadelere karşılık Türkçülüğün Esasları adlı eserinde, “İslam birliği” düşüncesinin teokrasi ve klerikalizm gibi “gerici” akımların doğmasına, dolayısıyla da ulusal bilincin gelişmesine engel olduğu (2008: 128) ve Teokrasinin dolayısıyla da hilafetin çağdaş bir hukuk sistemiyle bağdaşmayacağı (2008: 225; ayrıca bkz. Heyd, 1979: 109; Davison, 2006: 161162) ifade edilmektedir. Bu durum, Gökalp‟in Atatürk‟ün düşüncelerine uymaya çalışmasının işareti olarak yorumlanmıştır (Belge, 2009: 35). Gökalp‟te sadece “İslam” bileşeninde bir değişme olmaz; aynı zamanda ulus tasavvurunda ana gövdeyi oluşturan “Türkçülük” bileşeninde de birtakım değişikliklerin olduğu görülmektedir. Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde henüz “kurtuluş” arayışının içerisinde olmasının ve tek çarenin ulusal bilincin gelişmesinde olduğunu düşünmesinin de etkisiyle “Türkçülük” daha dar ve saf bir şekilde işlenirken, örneğin, “ulusal” hissiyatın uyanması bağlamında “milli Mustafa Doğanoğlu “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru 1201 sevgi” ve “milli kin”in gerekliliğine vurgu yapılırken (2010: 36); Cumhuriyetle beraber artık “Türk‟ün bir vatanın olmasının” getirdiği rahatlığın da etkisiyle Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Türkçülüğe “yetkinlik” kazandırma, Türkçülüğü olgunlaştırma eğilimi baş göstermeye başlar (2008: 151-152). Gökalp, yukarıda da değinildiği gibi ulusçuluğun nasıl gelişeceği ve ulusçuluğun hangi esaslar temelinde yapılanacağı konularına büyük bir önem vermektedir (2010: 14; 2008: 47). Bu nedenle Gökalp‟in kullandığı kavramların önemli ölçüde ulus tasavvuruna endekslenmiş olduğu görülmektedir. Örneğin, en çok etkilendiği düşünür olan Durkheim‟ın “anomi” kavramı ve toplumsal etkileri analizinden esinlenerek “buhran döneminin” (anomi) ulus olma yolunda nasıl avantajlı bir toplumsal koşul yarattığını Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde şu şekilde ifade eder: “Buhranlı zamanlar, ülkülerin yaratılış günleridir. Ülküler, büyük felaketlerin kalpleri birleştirerek ortak bir kalp yaptığı kavga ve gürültü zamanlarında, bu birleşik kalpten doğar; sonra organlaşma devresinde ağır ağır dal budak atarak çiçekler ve yeni müesseseler meydana getirir” (2010: 48). Gökalp (2010: 49), buhran döneminde ortaya çıkan “ülkü güneşi”nin, buhran dönemi bittikten sonra kaybolmayacağını, ulusu etkilemeye devam edeceğini, ulusun “yaratıcı ülkü”yü geliştirmesinin aracı olacağını ve yaratıcı ülküyü geliştiren ulusların, belirsiz bir geleceğe değil, belli bir amaca yöneleceğini belirtir. Gökalp, buhran döneminin, ulusçuluğun gelişmesinin bir aracı olduğu düşüncesini, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde de işlediği görülmektedir. Türkçülüğün yaygınlık kazanıp kitleselleşmesinin kaynağı olarak Trablusgarp, Balkan ve 1. Dünya savaşları gibi “büyük felaketleri” gösterir (2008: 114). Gökalp, vatanın tehlikeye düşmesinin ulusun doğuşundaki etkisini Türkçülüğün Esasları adlı yapıtında şu şekilde ifade eder: “Türkiye‟de Tanrı‟nın kılıcı halkçıların elinde ve Tanrı‟nın kalemi Türkçülerin elindeydi. Türk yurdu tehlikeye düşünce bu kılıçla bu kalem evlendiler; bu evlilikten bir toplum doğdu ki, adı Türk ulusu‟dur” (2008: 137). Görüldüğü gibi, Gökalp‟in düşüncesinde “buhranlı dönem”, avantaja dönüştürülebilecek bir toplumsal koşul olarak ulusçuluğun yükselişe geçmesinin aracı şeklinde tasavvur edilmektedir. Gökalp, yine Durkheim‟ın toplumsal analizlerinin temelini oluşturan “işbölümü” kavramını da ulus tasavvurunda “araç” olarak kullanır. Hatta Gökalp (2008: 118), Türkçülüğün ilkbaharı olarak Darülfünun ve yeni askeri okullar gibi çağın gereklilikleri ekseninde düzenlenen modern kurumları göstererek, uzmanlaşmış işbölümünün burada esas olduğunu ifade eder. 1202 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Dolayısıyla “ulus” ve “iş bölümü” kavramları arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır; ki, Gökalp (2008: 121) ulusun; işbölümü, yapısal farklılaşma ve işlevsel uzmanlaşmanın en ileri aşamasına tekabul ettiğini düşünmektedir. Bu çerçevede bakıldığında, Gökalp‟in ulus tasavvuru içerisinde meslek birimlerinin ne kadar önemli olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira işbölümünün etkisiyle ortaya çıkan ve farklılaşan, birbiri için gerekli ve birbirini tamamlayan meslek birimleri Gökalp düşüncesinde, hem ekonomik kalkınmayı hem de ulusal dayanışmayı, dolayısıyla da ulusun sürekliliğini sağlayan bileşenlerdir (2008: 134-135). Yukarıda da görüldüğü gibi, Gökalp‟in düşünce dünyası, nasıl ulus olunabileceği arayışı üzerinde temellenmiştir ve üzerinde büyük etkisi bulunan Durkheim‟ın sosyolojik analizlerinden de bu bağlamda istifade etmeye çalışmaktadır. Gökalp, ulus olamamanın, ulusçuluğun gelişmemesinin, dolayısıyla da ulusal kültür yoksunluğunun “Osmanlı” kaynaklı olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle de Gökalp‟in “Osmanlı”ya karşı özel bir olumsuz algıya sahip olduğu görülmektedir. Bu eğilim, özellikle Osmanlı döneminin kapanmış olduğu Cumhuriyet döneminde yazdığı Türkçülüğün Esasları adlı eserinde açıkça görülebilir. Örneğin, Osmanlı kültürünü kozmopolit, çirkin ve Türk kültürü için zararlı olduğu (2008: 68), Osmanlı şairlerinin öykünmeci olduğu (dolayısıyla milli olmadıkları) (2008: 65), Osmanlı şairlerinin “bizim” olmayan aruz ölçüsüne yönelmeleri (2008: 186) Osmanlı ahlakının Türk ahlakına aykırı olduğu (2008: 65), ulusal dilin oluşturulabilmesi için Osmanlı dilinin hiç yokmuş gibi bir tarafa bırakılması gerektiği (2008: 182), Tanzimatçıların Osmanlıcılığının “gayet zararlı neticeler vermesi” (2010: 12) ve bunun aslında bir “yalan” ve Türklerin düştüğü bir “tuzak” olduğu (2010: 38-39) gibi ifadeleri, Osmanlı‟ya karşı sahip olduğu olumsuz algısının ve Osmanlı‟nın, ulusal bütünlüğün sağlanmasının önünde engel olduğu düşüncesinin ifadeleridir. Gökalp‟teki bu sert Osmanlı karşıtlığı, Cumhuriyet döneminden önce kaleme aldığı Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı yapıtında yer almamıştır; hatta sert karşıtlık bir tarafa, dönemin toplumsal ve siyasal ortamının da etkisiyle Gökalp‟in Osmanlı‟ya ulusal bir karakter giydirme eğilimi içerisinde olduğu görülür (2010: 12-13, 40). Dolayısıyla bu dönemde Gökalp için Osmanlı, “terk edilmesi gereken” konumunda değil; “hak yola” getirilerek “kurtarılması gereken” konumundadır. Bu durum, Gökalp‟in düşüncelerinde farklı dönemlerin konjonktürlerinin etkili olduğunu göstermektedir. Durkheim‟ın da etkisiyle Gökalp‟in ulus tasavvurunun en belirgin özelliği, dayanışma içersisinde, birbiriyle uyum sağlamış “organik” bir toplumsal düzen olarak karşımıza çıkmaktadır. Dayanışmacı ve uyumlu ulus anlayışı, Gökalp‟in “bütün ulustaşlarını sevmeyen, ulusunu da sevmiyor demektir” (2008: 130) ifadesinde en net haliyle ortaya konmaktadır. Mustafa Doğanoğlu “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru 1203 Dolayısıyla Gökalp‟in ulusçuluk anlayışı, soyut bir ulus sevgisiyle sınırlı değil; aynı zamanda ulusu oluşturan fertlerin sevilmesini de öngörmektedir. Bu anlayış, Gökalp‟in türdeş, uyumlu bir ulus tasavvurunun olduğunun açık göstergesidir ki, liberal sisteme karşı çıkıp solidarist korporatist bir ekonomi modeli benimsemesinin de (2008: 231; ayrıca bkz. Parla, 2009: 160) temelini oluşturur. Bu ekonomik model, Gökalp için bir toplumsal birlik, bütünlük ve dayanışma aracıdır ve toplumsal dayanışmayı dışlayacak ekonomik faaliyetlere karşı çıkar. Örneğin, bireysel mülkiyeti, toplumsal dayanışmaya (ulus) hizmet ettiği sürece meşru ve yasal kabul eder. Ona göre eğer bireysel mülkiyet, toplumsal dayanışmaya hizmet etmiyorsa yasal kabul edilemez (2008: 232). Zira Gökalp için toplumsal (ulusal) dayanışma bütün gerekliliklerin başında gelir; çünkü ona göre ulusal dayanışma, toplumsal düzenin, gelişmenin, ulusal özgürlüğün ve bağımsızlığın temelidir (2008: 135) ki, Gökalp‟in temel düşünce yapısı, bu “ülkü” üzerinde şekillenmiştir. Bu korporatist yaklaşım, her iki eserinde de işlenir; fakat ilk eserinde daha çok bir emare niteliğindeyken (2010: 14); ulusun nasıl bir yaşam pratiğine sahip olması gerektiği sorununa odaklanan ikinci eserinde ayrıntılı bir şekilde tartışılmıştır (2008: 206-207, 231). Ulusçuluk bağlamında Gökalp için temel sorun, bir ulus olarak Türklerin, uluslar dünyası içerisinde hak ettiği yeri alabilmesidir. Bu yaklaşımla paralel olarak Gökalp ulusçuluğu barışçı bir ulusçuluktur (2008: 148-149, 221-222). Dolayısıyla Gökalp‟in ulusçuluğu yayılmacı bir niteliğe sahip değil; dil ve kültür vurgusunun yoğun olduğu “korumacı” bir niteliğe sahiptir. Gökalp‟te korumacılık anlayışı dil ve kültürün yanında, dil ve kültürün yaşadığı coğrafya olan yurt kavramı bağlamında anlam kazanır. Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde çok kısa değinilen ve “ümmet vatanı”, “millet vatanı” (2010: 62-63) şeklinde iki kategoride ele alınan yurt kavramı, ulusun nasıl bir toplumsal dokuya sahip olması gerektiğinin arayışı içerisinde olduğu Türkçülüğün Esasları adlı eserinde ulusun, üzerinde yaşadığı yurtla nasıl bir ilişki içerisinde bulunması gerektiği işlenmiştir. Bu gereklilik, “yurt ahlakı” kavramsallaştırmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Gökalp için yurt ahlakı bütün ahlakların üzerindedir (2008: 203) ve yurt savunmasının bütün değerlerin üzerinde olduğunu, Türk‟ün yurtsever bir karakterinin olduğunu tarihten örnekler vererek kanıtlamaya çalışır. Gökalp, Hun devletinin kurucusu Mete‟yi Türk yurtseverliğinin ikonu ve ideal tipi olarak yüceltir: “Türk‟ün yurtseverliğine örnek olarak Hun devletinin kurucusu Mete‟yi gösterebiliriz. Tatarlar hükümdarı, savaş ilanına bir bahane olarak, önce onun çok sevdiği bir atı istedi. Bu at, saatte bin fersah uzunluğunda yol alıyordu. Mete, yurttaşlarını savaşın getireceği felaketlere uğratmamak için atı Tatar hükümdarına gönderdi. Tatar hakanı savaşa bahane arıyordu. Bu sefer de Mete‟nin en sevdiği eşini istedi. Bütün beyler, kurultayda savaş ilanı istedikleri halde, Mete, „ben yurdumu kendi aşkım 1204 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) uğruna çiğnetmem‟ diyerek sevgilisini düşmana vermek gibi büyük bir özveriyi kabul etti. Bunun üzerine Tatar hakanı, Hun ülkesinden hiçbir ürün alınamayan, tarım yapılamayan, ormansız, madensiz, kimsenin oturmadığı bir toprak parçasını istedi. Kurultay bu yararsız toprağın verilmesinde hiçbir sakınca olmadığını söylemişken, Mete, „Yurt bizim malımız değildir; mezarda yatan atalarımızın ve sonsuza kadar doğacak torunlarımızın bu kutsal toprak üzerinde hakları vardır. Yurttan, bir karış kadar olsa bile yer vermeye hiç kimsenin yetkisi yoktur. Bundan dolayı da savaşacağız‟” (2008: 200-201). Gökalp, böylece Türk‟ün tarihte nasıl yurtsever bir karakteri olduğunu ortaya koyduktan sonra, Türk‟ün bundan sonra da en çok değer vereceği ahlakın yurt ahlakı olacağını ifade ederek (2008: 203), kendi ulus tasavvurunda yurt sevgisine yüce bir yer tahsis eder. 2. Kültür-Medeniyet Ayrımı Gökalp‟in düşünce sisteminin önemli bir parçası da kültür-medeniyet ayrımıdır. Kültür, manevi dünyamızı belirleyen, ulusumuzun temel direği olan ve en başında bizim olan, bizi biz yapan toplumsal dokumuzdur. Başka bir deyişle, kültür kimliğin ve dayanışmanın temelidir. Ona göre bir ulus, kültür temeline dayanıyorsa toplumsal bilinç ve dayanışması kuvvetli olur. Medeniyet ise farklı ulusların ortak paydası olan ilim, fen ve alet (teknoloji) teknik, kurumsal özelliklere tekabul eder. Gökalp‟e göre kültür, değerlere, medeniyet kurumlara tekabul eder; kültür, ulusal, medeniyet, uluslararasıdır; kültür, duygulara, medeniyet yönteme tekabul eder; kültür manevi, medeniyet maddi temellidir; kültür vicdana, medeniyet akla hitap eder (2010: 30-33; 2008: 6063). Kültür ve medeniyet tarihsel orijin bağlamında da yakın olan toplumsal unsurlardır. Zira Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde medeniyetin kültürden doğduğunu şu şekilde belirtir: “Her kavmin önceleri yalnız kültürü vardır. Kültürün yükselmesinden, uygarlık doğmaya başlar. Uygarlık, başlangıçta ulusal kültürden doğduğu halde, daha sonra komşu ulusların uygarlığından da birçok kurumlar alır” (2008: 73). Aynı şekilde bu düşünce daha önce kaleme aldığı Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde de işlenmiştir (2010: 30-31). Dolayısıyla medeniyet, farklı kültürlerden beslenmektedir ve bu nedenle farklı ulusların ortak paydasını teşkil etmektedir. Bu nedenle de herhangi bir ulusun özgün karakterini taşımaz; tersine uluslararası bir nitelik taşır. Mustafa Doğanoğlu “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru 1205 Gökalp‟in kültür-medeniyet ayrımı, çağdaş bir Türk ulusu tasavvur etmenin ürünü olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla kültür ve medeniyet aslında onun Türkçülük anlayışının bileşenleri niteliğindedir. Kültür, ulus olmanın temel besin kaynağıdır ve Gökalp (2010: 57)‟e göre ancak ulusal kültürün özümsenmesiyle ulus olunabilir. Gökalp‟in ulus tasavvurunun diğer bileşeni olan medeniyet ise, Batı medeniyeti olup çağdaş bir ulus haline gelebilmenin bir aracı olarak işlenir. Medeniyet, daha çok ulusun nasıl bir kurumsal, eğitsel örgütlenme içersinde olacağıyla, nasıl aletleri (teknoloji) kullanacağıyla ilgilidir ve çağı yakalayabilmek için çağa uygun yöntemlerin benimsenmesi esası çerçevesinde anlamlandırılır. Gökalp, bunu şu şekilde ifade eder (2010: 17): “Çağdaşlık aletten doğar. Bir zamanın çağdaşları, o zamanda fen bakımından en yüksek olan milletlerin yaptıkları kullandıkları bütün aletleri yapan ve kullanabilenlerdir. Bugün bizim için çağdaşlaşmak demek, Avrupalılar gibi zırhlılar, otomobiller, uçaklar yapıp kullanabilmek demektir; çağdaşlaşmak, şekilce yaşayışça Avrupalılara benzemek değildir. Ne zaman bilgiyi ve sanayi malzemelerini aktarmak ve satın almak için Avrupalılara muhtaç olmaz hale geldiğimizi görürsek, o zaman çağdaşlaşmış olduğumuzu anlarız.” Kültür ve medeniyet Gökalp‟in ulus tasavvurunda “öz” ve “biçim” niteliği taşırlar. Buna göre kültür, ulusun karakterini şekillendiren özü, medeniyet ise çağdaş dünya ile uyum sağlama aracı olan bir biçim olarak tasavvur edilmektedir. Dolayısıyla kültür ve medeniyet Gökalp‟in çağdaş ulus tasavvurunun iki bileşeni olarak birbirini tamamlayıcı unsurlar şeklinde eş zamanlı ve bir arada bulunurlar. Fakat Gökalp‟te bu öz ve biçime aynı ağırlıkta değer verilmediği de belirtilmelidir. Gökalp düşüncesinde kültüre çok daha yüce bir değer atfedilir ve medeniyetin hızlı gelişmesinin kültürü bozacağı uyarısı yapılır; kültürün medeniyet karşısında korunması gerektiği savunulur (2008: 73-74). Dolayısıyla kültür çok daha yüce bir değeri hak eder. Zira yukarıda da değinildiği gibi, kültür bizi biz eden, bizim olan, ulus olmanın temeli ve taşıyıcısıdır. Bu bağlamda Gökalp‟in Türk‟ün nasıl kurtulacağı ve nasıl ulus haline geleceği meselelerine büyük bir önem verdiği göz önünde bulundurulduğunda, onun düşüncesinde kültürün ne kadar önemli bir yerinin olduğu ve neden medeniyet karşısında korunması gerektiği daha iyi anlaşılmaktadır. Gökalp, ulusu kültür ve medeniyetin eş zamanlı olarak bir arada var olması üzerine tasavvur ettikten sonra, bu tasavvurun nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda aydın-halk karşılıklı alış verişi formülünü geliştirir. Ona göre aydınlarda medeniyet güçlü, kültür zayıftır; halkta ise kültür güçlü, medeniyet zayıftır. Dolayısıyla Gökalp‟in ulus inşası anlayışında aydın, halka medeniyet götürür; halktan kültür öğrenir (2008: 79-80). Bu bağlamda aydın-halk kopukluğu, yerini tamamlayıcılığa bırakır. Bu tasavvur, Gökalp‟in 1206 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) uyumlu, ulusal kültürü ve Batı medeniyetini özümsemiş türdeş ulus anlayışında önemli bir yer tutmaktadır. Gökalp‟in ulus tasavvuru, dilde, dinde ve kültürde birliğin sağlandığı, Batı medeniyetini benimsemiş türdeş bir toplum anlayışıdır. Bu nedenle ona göre “tam terbiye” için “Türk terbiyesi, İslam terbiyesi, asır terbiyesi” şeklinde üç terbiyenin de alınması gerekmektedir (1972: 123). Dolayısıyla 1907 yılındaki bir yazısında Ali Bey Hüseyinzade tarafından geliştirilen “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” retoriği (Tokoğlu, 2012: 125), Gökalp‟in ulus anlayışının temel şifrelerini oluşturur. Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde “Batı medeniyetindenim anlayışını” Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserine göre çok daha yoğun bir şekilde işler. Zira yukarıda da değinildiği gibi Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Türkçülüğü olgunlaştırma, Türkçülüğe bir “yetkinlik” kazandırma arayışı içersindedir ki, bu yetkinleşme, Batı medeniyeti ile doğrudan bağlantılı bir şekilde işlenir (bkz. Gökalp, 2008: 146, 149, 188, 192, 195). Buna karşılık, yukarıda da belirtildiği gibi Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde yoğun bir “İslam” vurgusu söz konusuyken, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde “İslam” vurgusunun azaldığı görülmektedir. Dolayısıyla iki temel eseri arasındaki değişime bakıldığında, Gökalp‟in ulus tasavvurunun üç temel bileşenlerinden biri olan “İslam” vurgusu azalmışken; bir diğer temel bileşen olan “Batı medeniyeti” vurgusu artmıştır. Bu noktada Gökalp, bir paradoks içerisine düşmemek için İslam ile Doğu medeniyeti arasına mesafe koyar. Doğu medeniyetinin, Doğu Roma‟nın yani Bizans‟ın medeniyeti olduğunu ifade eder: “Doğu uygarlığı, kimilerinin sandığı gibi gerçekten İslam uygarlığı değil, Batı Roma uygarlığının bir devamıydı. Osmanlılar Doğu Roma uygarlığını doğrudan doğruya Bizans‟tan almadılar; kendilerinden önce Müslüman Araplarla Acemler bu uygarlığı almış olduklarından, Osmanlılar onu, bu dindaş uluslardan aldılar. Bundan dolayıdır ki, kimi düşünürler bu uygarlığı İslam uygarlığı sandılar” (2008: 118). Gökalp‟in bu retoriği, her ne kadar onun ulus tasavvurunda zayıflamış da olsa terk edilmeyen “İslam” bileşeni için korunaklı bir alan açma arayışının ürünü niteliğindedir. Böylece aynı zamanda “İslam” olan Türk ulusunun Doğu medeniyetine ait olmadığı savunulabilir hale gelmektedir. Zira Gökalp düşüncesinde her ne kadar “İslam” vurgusu zamanla azalsa da “İslam” her zaman bir değerdir ve ulus tasavvurunun da temel bileşenlerden biri olmaya devam eder. Dolayısıyla Gökalp, “Batı medeniyetindenim” anlayışını daha anlamlı kılabilmek ve daha savunulabilir kılmak amacıyla Doğu medeniyetini İslam‟dan arındırıp “bizimle” alakası olmayan Bizans‟a mal etmektedir. Özetle, Gökalp‟in Doğu medeniyetini İslam‟dan arındırıp Bizans‟a mal etmesi, ulusu Batı medeniyeti temelinde tasavvur etmesiyle doğrudan ilgilidir. Mustafa Doğanoğlu “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru 1207 Gökalp, kültür ve medeniyet ayrımı düşüncesinin özünü Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde ortaya koyar (2010: 30) ve bu öz, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde de korunur; fakat bu ikinci eserde daha ayrıntılı tasvirin yanında, kültür ve medeniyet arasında sağlanması gereken “denge” bağlamında “yetkinlik” kavramının da ön plana çıktığı görülmektedir. Yetkinlik, bir yönüyle Gökalp‟in görmek istediği “aydın” prototipinin izahı olarak karşımıza çıkar ve şu anlamı ifade eder (2008: 146): “Yetkinliğin esası, iyi bir eğitim görmüş olmak, akılcı olanı, güzel sanatları, edebiyatı, felsefeyi, bilimi hiçbir bağnazlık karıştırmaksızın, gösterişsiz, içten bir aşk ile sevmektir.” Gökalp ayrıca yetkin kişiyi sıradan insandan şu şekilde ayırır: “Bir insan kültürün etkisiyle belki de yalnız kendi ulusunun kültürüne değer verir; ama yetkinleştirilmişse başka ulusların kültürlerini de sever onların tatlarını da tatmaya çalışır. Bundan dolayı, yetkinleştirme, etkilediği insanları biraz insanlıkçı, biraz hoşgörülü; her insana, her ulusa karşı iyiliksever ve bağdaştırımcı yapar” (2008: 146). Fakat Gökalp (2008: 149), yetkinlik konusunda şu uyarıyı da yapmayı unutmaz: asıl ve sürekli olan zevk, ulusal olan zevktir; dışsal zevk, ancak ikincil derecede olduğu zaman kabul görebilir. Yetkinleşme kavramı ayrıca Türkçülüğü oluşturan bileşenlerin (dil, kültür, sanat, edebiyat, ulusal zevk) nasıl olması gerektiği konusunda da bir araç olarak kullanılmaktadır. Gökalp‟in Türkçülüğün Esasları adlı eserinde ulusa bir yetkinlik kazandırma arayışı içersinde olduğuna yukarıda değinilmişti. Türkçülüğün Esasları, Kurtuluş Savaşı‟ndan sonra, yani artık ulusun kurtarılmış bir vatanı olduktan sonra kaleme alınmış bir eserdir. Dolayısıyla Gökalp artık Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde olduğu gibi vatanın ve ulusun nasıl kurtulacağı arayışı içersinde değil; artık “vatan sahibi” olan ulusun, nasıl bir toplum olması gerektiği arayışı içerisindedir. Gökalp‟in, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Türkçülüğü oluşturan tüm bileşenlere “yetkinlik” kazandırma çabası içerisinde olması, bu arayışın ürünüdür. Dolayısıyla dilde, ulusal zevklerde, müzikte, kültürde, sanatta, edebiyatta yetkinleştirme arayışı, yine Gökalp‟in ulus tasavvurunun bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Gökalp, aşağıda alıntılanan Yeni Hayat‟taki (1941: 9) “Vatan” şiirinde yer bulan özlemine Türkçülüğün Esasları adlı eserinde, kendi tabiriyle “yetkinlik” kazandırma arayışı içindedir. “… Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok, Her ferdinde mefkure bir, lisan, adet, din birdir… 1208 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) … Bir ülke ki çarşısından dönen bütün sermaye, Sanatına yol gösteren ilimle fen Türkündür. …” Sonuç Gökalp‟in vatanın kurtuluşu ve ulus anlayışının iki döneme ayrılarak incelendiği bu çalışmada Cumhuriyet öncesinde kaleme aldığı Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eseri ile Cumhuriyet‟ten sonra kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları adlı eserleri arasındaki kopuklukların, devamlılıkların ve ikinci eserde olup da, birinci eserde yer almayan değişikliklerin neler olduğu ana hatlarıyla ele alınmaya çalışılmıştır. Gökalp, toplumun içinde bulunduğu buhrandan kurtulmasının anahtarı olarak ulusçuluk akımının geliştirilmesini, dolayısıyla Türk ulusunun kurtuluş yolunun, Türkçülükten geçtiğini düşünmektedir. Dolayısıyla Gökalp düşüncesinin, ulusçuluk ve ulus inşası ekseninde şekillendiği görülmektedir. Gökalp, kaleme aldığı iki temel eserini de, yani Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserini de Türkçülüğün Esasları adlı eserini de Türk‟ün nasıl kurtulacağı ve nasıl bir ulus haline gelebileceği sorunlarına çözüm yolu arayışı olarak ortaya koymuştur. Gökalp Cumhuriyet‟tin arifesinde kaleme aldığı, yani henüz Türk toplumunun buhran döneminin devam ettiği ve kurtuluş yollarının arandığı dönemde kaleme aldığı Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde Türkçülüğü, daha çok “kurtuluş aracı” olarak işler ve bu nedenle bu eserde Türkçülüğün gelişmesinin yolları ve Türkçülüğün yukarıda bahsedilen temel bileşenleri üzerinde yoğunlaşır. “Kurtuluş” yollarının arandığı bu dönemde Gökalp için en büyük sorununun ne olduğunu sorusunu cevabı, kuşkusuz “ulusal ülkü” yoksunluğudur. Zira ona göre ulusal ülkü yoksunluğu, hem içerisinde bulunulan toplusal buhranın hem de çağın gerisinde kalmış olmanın baş sebebidir. Bu nedenle Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde ulusal ülkünün nasıl gelişeceğiyle yakından ilgilenir. Cumhuriyet‟ten hemen sonra, yani artık ulusun kurtuluşunun sağlandığı ve sınırları netleşmiş bir vatanının olduğu dönemde kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları adlı eserinde ise daha çok Türkçülüğün nasıl olması gerektiği üzerinde yoğunlaşır. Dolayısıyla bu dönemde Gökalp için en büyük sorun, ulusun nasıl bir toplumsal yapılanmaya, nasıl bir yaşam pratiğine sahip olması gerektiği sorunudur. Bu bağlamda Türkçülüğün Esasları adlı eserinde “kurtarılmış” bir vatana sahip olunmasının da etkisiyle Gökalp‟in temel arayışının, Türkçülüğü yetkinleştirme, olgunlaştırma arayışı olduğu görülmektedir. Sonuç olarak Mustafa Doğanoğlu “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak”tan “Türkçülüğün Esasları”na Ziya Gökalp ve Ulus Tasavvuru 1209 Gökalp‟in Türkçülük anlayışında iki eseri arasında kaleme alındıkları dönemlerin toplumsal ve siyasal koşullarının farklı olmasının da etkisiyle birtakım “vurgu” farklılıklarının geliştiği görülmüştür. Kültür ve medeniyet tartışması Gökalp‟in düşüncesinde temel bir yere sahiptir ve her iki eserinde de ulus inşası tasavvurunun önemli bir referansı olarak karşımıza çıkar. Fakat kültür-medeniyet tartışmasına dair Cumhuriyet‟ten sonra kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları adlı eseriyle, Cumhuriyet‟in arifesinde kaleme aldığı Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eseri arasında birtakım farkların olduğu görülmektedir. “Kurtuluş” yollarının arandığı dönemin eseri olan Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde daha güçlü olan İslam vurgusunun, “Kurtuluş” sonrası dönemin eseri olan Türkçülüğün Esasları adlı eserinde zayıflaması ve buna karşın Batıcılık vurgusunun artmış olması göze çarpan değişimlerden birisidir. Fakat kültür-medeniyet tartışmasına dair iki eseri arasındaki en büyük fark, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak adlı eserinde yer almayan “yetkinlik” kavramının Türkçülüğün Esasları adlı eserinde önemli bir yoğunlukta kullanılmaya başlanmış olmasıdır. Yetkinlik kavramı, hem kişisel düzlemde Gökalp‟in tasavvurundaki ulusçu aydın prototipi bağlamında hem de genel olarak kültür, dil, ahlak, sanat gibi toplumsal bileşenler bağlamında işlenir. Bu çerçevede yetkinlik kavramı, Gökalp‟in tasavvurundaki olgunlaşmış, başka bir deyişle modern bir ulus olabilmenin bir koşulu olarak kültür ve medeniyet öğelerinin her birinden “gerekli” düzeyde nemalanmış nihai ulus anlayışına işaret etmektedir ve Türkçülüğün Esasları‟nın temel meselelerinden biri niteliğindedir. Dolayısıyla Gökalp‟in çalışmalarının temel odağı olan ulus tasavvurunun temel bileşenleri olan Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık/muasırlık kavramlarının tartışılması ve bu kavramların “gerekli” düzeyde içselleştirildikleri kültürmedeniyet formulasyonu bağlamında Cumhuriyet‟in arifesinde ve hemen sonrasında kaleme alınan iki eseri arasında önemli bir değişimin olduğu söylenebilir. Kaynakça Belge, Murat (2009), “Mustafa Kemal ve Kemalizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm (İstanbul: İletişim Yayınları): 29-43. Berkes, Niyazi (1985), Felsefe ve Toplumbilim Yazıları (İstanbul: Adam Yayınları). Çelik, Celaleddin (2006), “Gökalp’ın Bir Değişim Dinamiği Olarak Kültür-Medeniyet Teorisi”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 21 (2): 43-63. Davison, Andrew (2006), Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik (İstanbul: İletişim Yayınları) (Çev. Tuncay Birkan). 1210 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Gökalp, Ziya (1941), Yeni Hayat (İstanbul: İstanbul İkbal Kitabevi). Gökalp, Ziya (1972), Milli Terbiye ve Maarif Meselesi (Ankara: Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği Yayını). Göklap, Ziya (2008), Türkçülüğün Esasları (İstanbul: Bordo Siyah Yayınları). Gökalp, Ziya (2010), Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak (Ankara: Akçağ Yayınları). Heyd, Uriel (1979), Türk Ulusçuluğunun Temelleri (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları) (Çev. Kadir Günay). İnalcık, Halil (2000), “Ziya Gökalp: Yüzyıla Damgasını Vuran Düşünür”, Doğu Batı, 3 (12): 11-34. Karakaş, Mehmet (2008), “Ziya Gökalp’e Yeniden Bakmak: Literatür ve Yeniden Değerlendirme”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 6 (11): 435-476. Özyurt, Cevat (2005), “Milletleşme Sürecinde Ziya Gökalp’in Medeniyet Arayışı”, Doğu Batı, 8 (31): 179-198. Parla, Taha (2009), Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm (İstanbul: Deniz Yayınları). Tokluoğlu, Ceylan (2012), “Ziya Gökalp: Turancılıktan Türkçülüğe”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 28 (84): 103-142. Tokluoğlu, Ceylan (2013), “Ziya Gökalp ve Türkçülük”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 68 (3): 113-139. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1211 - 1240 RADİKAL PLÜRALİST DEMOKRATİK PARTİ OLARAK HDP’NİN “BAŞKA TÜRKİYE” ÖNERİSİ: HASIM POLİTİKASI, AGONİZM VE POPÜLİZM* Ömer Tekdemir Westminster Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Demokrasi Araştırmaları Merkezi ●●● Öz Bu çalışmada, özellikle 7 Haziran 2015 öncesi süreçte ki, HDP‟nin “Türkiyelileşme”, “yeni hayat”, “büyük insanlık” ve “biz‟ler” gibi söylemleri temel alarak, var olan demokratik siyasal hayat içinde, nasıl bir alternatif ve sol-kanat popülist politika oluşturduğunu ve bu yeni “politik olanın” önerdiği agonistik çoğulculuk ve çatışma çözümü, barış süreci gibi sosyo-politik konuları da etkileme potansiyeli incelenmiştir. “Post-politika” (post-demokrasi) olarak adlandırılabilecek bir zaman diliminde, “yeni Türkiye” ve “eski Türkiye” diye adlandırılan iki önemli aktörün yaratığı retorik ve arkaik antagonistik ilişki ağına, HDP yeni bir hegemonik eklemleme ile dahil olmuştur. Bu bağlamda makale, HDP‟nin varolan sistemi radikal bir politikayla dönüşütürüp “başka Türkiye”yi inşa etme hipotezini irdeleyip, agonistik demokratik kamusal alan ve radikal kimlik ve radikal vatandaşlık oluşturma çabalarını eleştirel biçimde çözümlemiştir. Bunu yaparken Chantal Mouffe‟un agonistik teorik bakış açısına dayanarak, çatışmanın nasıl merkezde kaldığını, antagonizmin nasıl dönüşüme uğrayıp yerini “hasım politikası”na bırakabileceğini, yeni hegemonik ilişkilerin oluşmasını ve kolektif kimlik inşasını irdeleyerek, radikal bir demokrasiye nasıl ulaşılabileceğine dair agonistik bir tartışma önermiştir. Anahtar Sözcükler: Radikal Demokrasi, Sol-eksenli Popülizm, Agonistik Çogulculuk, Kürt Siyasal Hareketi, Halkların Demokratik Partisi Radical Plural Democratic Party HDP’s “Another Turkey” Proposition: Adversary Politics, Agonism and Populism Abstract This paper analyses the HDP‟s alternative and left-leaning populist politics in a democratic political life of Turkey through “Turkeyfication”, “new life”, “great humanity” and “we‟re” discourses, particularly before the 7 June 2015 election momentum, while it focuses the impacts of this new “the political” of the HDP on the social and political issues such as conflict resolution and the so-called peace process with offering an agonistic pluralism. As a result, the HDP‟s new political imagination and ontology is articulating a new antagonism, which demands what I call “another Turkey” and which can be seen as a hegemonic struggle involving the rhetoric of the “old Turkey” and the “new Turkey” which also allows us to indicate endeavouring for a notion of radical political identity and radical citizenship. In doing so, the paper employing Chantal Mouffe‟s agonistic theoretical approach, offers a frame of agonistic debate in order to understand how conflict can remain at the centre of politics and the transformation of antagonistic relation into adversary politics which would eventually end in radical democracy as a result of new hegemonic relations and the formation of collective identity. Keywords: Radical Democracy, Left-leaning Populism, Agonistic Pluralism, Kurdish Political Movement, Peoples‟ Democratic Party * Makale geliş tarihi: 22.06.2015 Makale kabul tarihi: 27.07.2016 1212 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi: Hasım Politikası, Agonizm ve Popülizm Giriş Günümüz dünyasında gözlemlenmekte olan alışılmadık türden toplumsal ve siyasal olaylar, post-Fordist çağın laissez-faire prensipleri üzerine kurulu küresel ekonomik politik düzeni ve onun siyasal rejimi olan neo-liberal demokrasiyi ciddi bir organik kriz içine sokmuştur. Latin Amerika, Ortadoğu ve Kuzey Afrika‟da başlayan ve demokratik talepleri meydanlara taşıma biçiminde tezahür eden memnuniyetsizliği dile getirme çabaları, farklı toplumsal ve ekonomik kaynaklardan beslense ya da farklı siyasal biçimlerde tezahür etse de, Avrupa‟da ve Türkiye‟de değişik istemlerle mobilize olmuş ve karşı-hegemonik bir aktör olarak siyasette katılmıştır. Ayırt edici özelliği, herhangi bir siyasal partiye karşı yönelmemiş olmak olan bu post-modern toplumsal-siyasal hareketler, üyelerinin siyasal partiler içinde yer bulamamaları ya da taleplerinin karşılanamamasından dolayı agonistik1 (mücadele, çatışma ya da meydan okuma) bir müzakareden uzak ve farklı kanalara yönelmiş olarak tezahür etmektedirler. Siyasal sistemin ana aktörlerinin siyasi partiler olduğu demokratik rejimler (Avrupa ve Türkiye gibi), özellikle alternatif kimliklerin demokratik talepleri ve ekonomik krizlerle tetiklenen bir temsiliyet krizinin içinde bulunmaktadır. Merkez sağ ve sol partiler (sosyal demokratlar da dâhil) artık yeni toplumsal-siyasal duruma ve insanların demokrasi, eşitlik ve özgürlük eksenli taleplerine cevap vermekte yetersiz kalmaktadırlar. Bunlar yerine ekonomik krizlerin istismarı üzerinden birçok yerde, yabancı düşmanlığını, ırkçılığı ve ayrımcılığı kışkırtan popülist sağ-kanat ya da aşırı milliyetçi partiler 1 Chantal Mouffe (2013: 11), Dünyayı Politik Düşünmek: Agonsitik Siyaset başlıklı kitabında, kelimenin Eski Yunanca‟da örgütlenmiş mücadeleyi ifadeyi ettiğini belirtir. Agon kelimesi felsefede Nietzsche, Arendt ve Derrida, siyaset çözümlemelerinde ise Foucault, Carl Schmitt vb. yazarlarca farklı anlamlarda da olsa kullanılmıştır. 20 yy. sonlarında agon kelimesinden türeyen agonistik kavramı, çatışmanın, birbirine meydan okumanın merkezi konumda olduğu bir demokrasi biçimini ifade eder. Çatışma ve meydan okuma, bu radikal demokrasi türünde, çoğul siyasal kimlikler yaratma kapasitesi açısından önemsenir. Karşı çıkabilmenin sürekliliğinin siyasal demokrasinin kendi içine kapanmama ve kendini hep yenileme olanağı verdiği iddia edilir. Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1213 yükselişe geçmiştir. Aşırı sağın güçlenişi Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerde son yıllarda yaşanan kemer sıkma politikaları ile iyice belirginleşmiştir. Fransa‟da Marine Le Pen, Avusturya‟da Jörg Haider‟in mirası FPÖ, Hollanda‟da Pim Fortuyn ve Geert Wilder, İsveç‟te İsveç Demokratlar ya da Alman Pegida hareketi bu aşırı sağ-eksenli tepkilere örnek teşkil eder,2 hatta Amerika‟da Tea Party‟nin yanında Cumhuriyetçi‟lerin aday adayı Donald Trump ve İngiltere‟deki UKIP de bu kategoride sıralanabilir. Öte yandan, ekonomik krizler ve bunların siyasal yansımaları, önce Latin Amerika‟da (Örn. Şili, Arjantin, Venezuella ve Ekvador), çok kısa süre sonra da Avrupa‟da “yeni radikal sol” diye adlandırılabilecek popülist sol-kanat partilerin de siyaset içinde daha fazla görünür olabilmesine fırsat yaratmıştır. Özellikle Yunanistan‟da Syriza (Stavrakakis ve Katsambekis, 2014) ve İspanya‟da Podemos (Errejon ve Mouffe, 2016) gibi sol-eksenli popülist partiler bu yeni radikal solu temsil etmektedir. Bu partiler (özellikle Arjantin, Venezüela, Bolivya ve Ekvador‟dakiler de dahil) ünlü teorisyen ve akademisyen Ernasto Laclau‟nun ve Chantal Mouffe‟un kuramsal (antagonizm, hegemonya ve popülizm başta olmak üzere) bakış açısından beslenerek, hatta bu yaklaşımı var olan siyasal ve ekonomik gelişmelere ve toplumsal olaylara da uygulayarak iktidarı elde etmeye girişmişlerdir. Hiç kuşku yok ki Türkiye‟nin bu bağlamda kendine özgü ekonomik, toplumsal ve siyasal dinamikleri mevcuttur. Türkiye siyaseti din, mezhep, dil, kültür, etnik „çokluklar‟ içinde ciddi bir tarihsel ve modern kimlikler haritasına sahiptir. Bu durum ilk olarak, Osmanlı sonrası modern ve laik ulus-devlet biçimine geçiş sürecinde, sosyal ve siyasal kutuplaşmayı ve şiddeti getirmiş, aynı zamanda kırılgan toplumsal fay hatları yaratmıştır. Bir yandan resmi devlet geleneği, diğer yandan gayrı-resmi dışlanmış yurttaşlar, yani “ötekiler” arasında (siyasal İslam ve Kürt siyasal hareketi gibi) bir hegemonik mücadelenin doğmasına neden olmuştur. 1. Bir Yöntem Olarak, Türkiye Siyasal Düzleminde Radikal Demokrasi Arayışları Değişen dünya düzeni ile siyaset de var olan değişik gruplar arasında “arkaik” antagonistik (karşı çıkan/muhalif) ilişkiler (din, ırk yada ideoloji) üzerinden şekillenen çatışma ve anlaşmazlıklar, liberal bakış açısı tarafından (genel olaral liberal demokratik rejimler) “rasyonel ve bütüncül bir konsensüs” formulasyonu üzerinden çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Ama bu özcü çözüm 2 Bkz. “Europe‟s Populist Pandora‟s Box” (Avrupa‟nın Popülist Pandora Kutusu), http://www.socialeurope.eu/2015/03/populist/?utm_source=dlvr.it&utm_medium 1214 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) önerisi belirli bir kimliği dayatmasından dolayı, toplum içinde bu tanımın kapsamina girmeyen veya bu siyasal proje içinde yer almak istemeyen bazı kesimleri “ötekileştirmiştir” ve beraberinde de hegemonik bir kriz yaratmıştır. Doğal olarak da, özellikle siyasal temsil alanlarının genişletilmesi ve daha fazla özgürlük ve eşitlik şiarıyla karşı siyasal ve sosyal hareketler doğurmuş ve hegemonyanın meşruluğunu sorgulamışlardır. Bu anlamda, alternatif politika üretme istemi de Avrupa‟da tepkisel toplumsal mücadeleler ile Syriza ve Podemos gibi siyasal partiler nezdinde vücut bulmaktadır. Türkiye tarafında ise aslında idolojik ve politik yapı olarak Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) özellikle eski haliyle, Syriza‟ya benzemektedir Ancak, ÖDP içinde ki ideolojik tartışmalar ve ayrılıklar sürecinde, ÖDP parti olarak bünyesinde bulunan bir sürü farklı franksiyonda ki sol gruplara agonistik çoğulcu bir alan yaratmayı başaramamış ve demokratik liberal bir sol tavır ile kapsayıcılık özelliğini yitirerek etkili bir aktör olmakdan uzaklaşmıştır. Dolayısıyla karşılaştırmalı örnek olay incelemesi açısından bakıldığında, Halkların Demokratik Partisi (HDP) fonksiyonel olarak bu görevi yürütmüş ve çeşitli ulusal ve uluslararası düşünsel, siyasal, akademik tartşımalarda bu değişim rüzgârının Türkiye‟deki temsilcisi olarak gösterilmeye başlanmıştır (bkz. Laçiner, 2015; Şur, 2014; Küpeli, 2014; Akkaya ve Jongerden, 2012). Ancak siyaset bilimi içinde uluslararası siyaseti ve olayları bire bir örtüştürmeye çalışmak çok da başvurulan bir yöntem değildir. Zira HDP modeli Avrupa eksenli yeni aktörlerle bire bir örtüşmekten ziyade söylem, yüklenilen misyon, yerine getirdiği fonksiyon, dayandığı sosyal dinamik ve bu temelde sahip olduğu siyasal enerji bakımından bu tarz “ilerici” sol-kanat popülist partiler ile daha çok anılmıştır (Tekdemir, 2015c). Ancak, bu çalışmanın amacı bu karşılaştırmanın ontolojik yönünü derinlemesine incelemek değildir. Asıl amaç, oluşumundan itibaren HDP‟nin söylemsel düzeyde “yeni hayat”, “büyük insanlık” ve “biz‟ler” gibi kavramlarla somutlaşan “Türkiyelileşme”, başka bir deyişle radikal demokrasiye yönelme çabalarını ele almaktır. Bu bağlamda, var olan demokratik siyasal hayat içinde nasıl bir alternatif sol-eksenli popülist politik seçenek oluşturulduğunu, Kürdi değil de Kürt ağırlıklı olduğunu ve bunun çatışma çözümü, barış sürecini gibi onemli siyasal konuları etkileme potansiyelini değerlendirmektir. 7 Haziran ve 1 Kasım seçim aralığı ve sonrasında yeniden sillahlı çatışma dönemi ve şiddette dayalı eski antagonistik ilişkinin yeniden ortaya çıkması, tartışmamızın sınırlarını aşmakta ve başka bir analize gereksinim duymaktadır. Ele aldığımız dönem daha çok 7 Haziran seçimi öncesindeki çatışmasızlık ve barış arayışları dönemini kapsamaktadır. Türkiye‟de de tıpkı Avrupa‟da olduğu gibi, özellikle merkez partilerinin yeterince kapsayıcı olamaması ve alternatifsizlik nedeniyle, siyasal partiler dışında ve/veya ötesinde tezahür eden (Gezi gibi) toplumsal mücadele ve örgütlenmelerin bu kendini ifade etme ve var olma çabaları “post-siyaset” Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1215 (post-demokrasi) denilebilecek bir siyasal paradigmanın göstergesidir. Bu bunalımlı politik iklimde cereyan eden, “yeni Türkiye” ve “eski Türkiye” retoriği ile kavramsallaştırılan tarihsel iki eğilim ve bunların temsilcileri olan politik aktörler; muhafazakâr, siyasal İslami kesim ile modernist, laik Kemalist kesim arasında devam eden hegemonik antagonistik3 çekişmeye, HDP “dışsal kurucu” olarak yeni bir ideolojik-politik program ile ve Kürt siyasal/ulusal hareketiyle organik bağını da koruyarak dâhil olmuştur. Bu bakımdan somutlaştırmak gerekirse, bu çalışmada teorik olarak Chantal Mouffe‟un (2008, 2009, 2013, 2015) agonistik bakış açısı esas alınarak yukarıda açıklamaya çalıştığımız olgular bağlamında bir tartışma ve inceleme yürütülecektir. Bu çalışmanın bazı yerlerinde Mouffe‟un “agonistik demokrasi” teorik önermesi demokratik siyaset gramerine uygun olarak, “ötekleştirmeyen demokrasi”4 yaklaşımına göre tercüme edilmiş ve bu içerikte bir kognitif (bilişsel) model önerilmiştir. Araştırma Mouffe‟un agonistik demokrasi teorik önermesini bazı yerlerde ötekleştirmeyen demokrasi diye kavramsalaştırmaktadır. Aynı zamanda çalışma, Türkiye siyasal hayatını uzun zamandır meşgul eden “Kürt sorusunu” ve Kürt siyasal kimliğinin günümüze kadar olan dönüşüm sürecini kısaca incelemektedir. Başka bir ifadeyle, çalışma genel çerçevede HDP‟nin yeni “politik olan”ı üzerinden şekillenmiştir. Bu bağlamda, partinin konumunu iki ana temel dayanak üzerinden kurgulanmıştır: Öncelikle çalışma HDP‟nin Kürt siyasal hareketinin mirası üzerine kurulduğu ve sol, İslamcı, liberal gibi demokratik talepleri olan gruplar ve Kürdi-eksenli kurumlarla organik bağı olduğu, ancak geçmişte ki Kürt-yanlısı etnik ve bölgesel siyaset sarmalının dışına, değişik iç ve dış nedenlerden çıkamayan partilerin ortaya koyduğu özcü kimliğin ötesinde, radikal ve çoğulcu demokratik bir bakış açısıyla özcülük karşıtı, yani Kürdi bir parti olmaktansa Kürtlerin öncülük ettiği bir parti olarak kurulduğu iddasında bulunmaktadır. Yazının diğer temel dayanağı, HDP‟nin yeni hayat diye kavramlaştırdığı, amacına ulaşmak için karşı-hegemonik bir kültür, kollektif siyasal kimlik (biz‟ler) inşa etme, yeni bir siyasal söylem, sol-eğilimli popülizm ve siyasal kolektif tutkuları harekete geçirme çabaları gibi yönlerinden dolayı da, AK Parti‟nin sağcı, muhafazakâr, İslami ve neoliberal popülizminden ayrıldığı ve bu hegemonyaya karşı bir alternatif yaratma girişimi olduğudur. 3 4 Karşı olan, muhalif ya da düşman olarak algılanabilir. Bir başka deyişle ötekileştirmeyen demokrasi konsepti (yazarın önermesi olarak), demokrasinin agonistik çoğulculuk üzerinden oluşturulan bir retoriktir. Toplumdaki farklı hiçbir kesimi ve kimliği dışlamayan, öteklieştirmeyen, tam uzlaşma olmasa da ortak bir demokratik “sembolik” bir zeminde, farklı sosyal ve politik aktörlere, çatışmayı bitirmeden birlikte yaşam için kamusal alan yaratma çabasıdır. 1216 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Araştırmanın yöntemi nitel çözümleme, daha açık ifadeyle önerilen kuramsal model ışığında örnek-olay incelemesidir. Ayrıca burada, sosyal mühendislikten ve kuramsal olarak test etme yaklaşımından olabildiğince kaçınarak, sadece kullanılan kuramın, ele alınan inceleme konusuna ilişkin eleştirel okumalar ve gözleme dayalı analizler için iyi bir rehber olacağı iddiası ileri sürülmektedir. Bu bağlamda Kürt siyasal hareketi ve beraberinde HDP (özellikle HDP‟nin 7 Haziran seçiminde gösterdiği başarı) örnek-olay incelemesi yapılırken, ayrıntılı olmayacak bir söylem analizine de başvurulacaktır. Özellikle eleştirel bir okuma ve analiz üzerine oturtulmuş bir metin incelemesi ve politik davranışa yönelik gözlem hedeflenmektedir. Çalışmamız ikincil kaynaklar üzerinden oluşan kuramsal bir araştırmadır. Bu yönüyle ortaya attığı veya geliştirdiği iddiaların siyasal ve sosyal zeminde temeli olup olmadığını belirleyecek olan, gelecekte ki alan çalışmalarna ve ampirik uygulamalara öncül bir çalışma niteliğindedir. Bu temelde çalışma da öncelikle genel bir teorik portre çizilecek, akabinde HDP‟nin Kürt kamusal alanında oluşma şartlarının ve farklılığının anlaşılması açısından, Kürt siyasal hareketinin dönüşümü kısaca değerlendirilecektir. Daha sonra ise HDP‟nin sunduğu yeni siyasal gramer incelenip, sol-eksenli popülist bir parti olarak HDP ile AK Parti‟nin sağ-kanat muhafazakâr popülizmi arasındaki söylemsel ve hegemonik mücadelenin altı çizilecektir. 2. “Politik Olan”a Doğru: Agonistik Çoğulculuk ve Radikal Demokratik Vatandaşlık Mouffe, Laclau ile beraber yazdıkları Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru (1985)5 çalışmalarından sonra; antagonizm ve hegemonya kuramsal sütunlarının üzerine agonistik kavramını geliştirmeye başlamışlar, Gramsci sonrası bir politik felsefi bakış açışıyla, radikal demokrasi projesini solun içinde bulunduğu duruma alternatif bir çözüm önerisi olarak sunmuşlardır. Fakat daha sonra Mouffe bu bakış açısını agonistik yaklaşıma odaklanarak ilerletmiş ve günümüz politik gelişmelerine uyarlamıştır. Bunu yaparkendaha çok “politik olan” (the political), “çatışma”, “tutku” (passion) ve “duygulanım”ın (affect) rolü, “düşman ve hasım” ayrımı ve popülizm gibi fikirsel araçlara yoğunlaşmış ve bu yeni siyasal toeriyi agonistik düşüncenin bir ürünü olan radikal çoğulcu demokrasi ile ilişkilendirmiştir (Mouffe, 2008; 2009; 2013; 2015). Sonuç olarak Mouffe bu 5 Türkçe baskısı: Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru (2012), (İstanbul: İletişim Yayınevi) (Çev. Ahmet Kardam). Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1217 temelde agonistik demokratik düşünce modeli oluşturmuştur. Bu modelde amaç çatışma içinde uzlaşmayı sağlamaktır, ve bu da antagonist eksenli rekabeti/düşmanlığı, agonistik yönlü meşru hasımlık/mühaliflik (adversaries) ilişkişine dönüştürmekten geçer. Bu bağlamda Mouffe‟a göre agonistik demokrasi modeli kuramsal ve analitik bakış açışı olarak tasarlanmıştır ve radikal demokrasi dediğimiz politik projeden daha geniş bir alanı kapsar.6 Hatta Mouffe, Slavoj Žižek‟in agonistik yaklaşımı liberal sistemi meşru göstermesi eleştirilerine karşın agonistik yaklaşımın toplam bir kökten yeniden kuruluştan ziyade, liberal demokrasiyi sosyo-ekonomik ve siyasal boyutta radikal anlamda dönüştürmekten bahseder, yani siyasal olanı gerçekleştirme yolunda radikal demokrasi agonistik yaklaşımın stratejik bir aracıdır (bkz. Mouffe, 2013). Agonistik düşünce tarzına göre, politikada hegemonik güç rekabetine dayanan yaklaşım, doğası gereği tamamıyla ütopik olarak sunulan tam bir rasyonel uzlaşmanın olmayacağından bahseder, yani çatışma halen merkezdedir. Mouffe bunu yaparken de müzakereci demokrasinin iki önemli temsilcis Jürgen Habermas‟ın (ve Seyla Benhabib‟in) müzakereci (deliberative) ve John Rawls‟un toplulaştırıcı (aggregative) demokrasi modellerini de eleştirir. Agonistik demokratik siyaset, antagonistik ilişkiler içinde doğmuş çatışmalara meşruiyet kazandırır, çatışma merkezlidir ve aslında tam bir demokrasiye ulaşma çabasıdır. Çünkü buna göre demokratikleşme süregelen, dinamik ve önü açık bir süreçtir. Agonistik demokraside özgürlük ve eşitlik herkes içindir, ama bu “herkes” tanımlanırken etik-siyaset prensibinin kabullenilmiş aktörlerinden bahsedilir. Yani, kendini bu şekilde tarif etmeyen, demokratik çoğulculuk sistemini tanımayan, hatta yok etmek isteyen hiçbir grup (neo-Naziler, İslam Devleti İS/İSİS vb.) demokrasinin saiki için bu tanımlamanın içine girmez. Demokratik radikal politika herkese eşitlik ve özgürlük ilkelerine saygı doğrultusunda “sembolik bir demokratik zemin” oluşturulmalı ve ortak bir platform yaratılmalıdır. Bu bağlamda, agonistik çoğulculuk “biz” ve “onlar” (arkadaş/düşman) ayrımının bazı kimlikleri dışlamasıyla oluşturulan “rasyonel uyumu” ve ötekileştirmeyi inkâr eder, onun yerine bu ayrımdaki düşman ilişkisini evcilleştirir ve çatışmanın meşruluğunu sağlar ve çoğulculuk ile uyumlu hale getirir. “Düşman” yok etmek için oluşturulmaz, demokratik zeminde 6 Westminster Üniversitesi tarafından 24 Şubat 2015‟te düzenlenen “On the Role of Affects in Agonistic Politics” (Agonistik Politikada Duygulanım Rolü) adlı konferansda Mouffe kararlı bir şekilde bu ayrımı netleştirmiştir. Bir kez daha bu iki farklı model arayışında akademik ve siyasal hayatta var olan karışıklığı gidermek istediğini belirtmiştir. Mouffe 12 Mart 2015‟te Bilgi Üniversitesi‟nde de benzer bir sunum yapmıştır. 1218 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) yarışılacak bir rakiptir. Antagonizmin agonizme dönüşümüdür. Kürt siyasal hareketi örneği düşünüldüğünde, silahlı mücadelenin sona ermesinin Türkiye politikasında bu tarz bir yönelime de imkân yarattığı söylenebilir. Artık “terörist”, “bölücü”, “bebek katili” vb. olarak tanımlanan düşman (bizim çalışmamamız da Kürt ulusal siyasal hareketi, “önderliği” de dâhil), daha ziyade seçimlerde rekabet edilebilecek bir hasımdır. Var olan çatışma sonlandırma ve barış sürecinin bu doğrultuda yol aldığı gözlemlenebilir. Bu bağlamda uzlaşma demokratik düzen için gereklidir ama bütüncül bir mutabakat şart değildir. İnsanın doğası gereği ortada her zaman bir uyuşmazlık ve fikir ayrılığı olacaktır. Bu ayrışma insanların kendini vatandaş olarak ama farklı bir kimlikle tanımlamasını sağlayacaktır. Zaten aslında söylem kuramına göre, asıl ve gerçek kimlik diye bir şey yoktur, sadece değişik tanımlamalar söz konusudur, bu da hegemonik mücadeleye yöneltir. Ama eğer uyum adı altında siyasetsizlik, mesela iyi yönetim, particiolmayan demokrasi gibi karşıt, yani sol‟un var olmaması anlamına gelecek politik önermeler sunuluyorsa, sağ-kanat popüplist partiler siyasetin içindeki kolektif tutkuyu harekete geçirerek ortak bir kimlik oluşturacaktır. Bu durum daha çok politikadan arındırılmış bir liberal siyaset bakış açısı olan erdem ya da erdemsizlik gibi ahlaki (moral) boyutta suçlamalarla önlenebilecek bir konu değildir. Çünkü bu durum biz (iyiler) - onlar (kötüler) üzerinden bir kısır döngü yaratır. Bu şekilde demokratik hayatı canlı tutacak agonistik kamusal alan yaratılamaz. Örneğin, birçok siyaset bilimci ve aydın Nazi Partisi‟ne verdiği destekten dolayı Carl Schmitt‟in düşüncelerine ahlaki gerekçelerle uzak durmuştur. Ancak burada yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı, Schmitt‟in kişiliğinden ziyade liberal demokrasinin açmazlarına getirdiği ciddi eleştirilerinden dolayı Schmitt‟in dost/düşman ayrımı ve liberal demokrasi eleştirileri tartışmamızın özunde gömülüdür (aslında, Moufe‟un Schmitt ile beraber Schmitte karşı bir konumu söz konusudur). The Concept of Political (Siyasal Kavramı, 1932/2007) eserinde Schmitt siyasalın özgül farklılığının dost ve düşman (biz/onlar) ayrımı üzerine kurulduğunu belirtir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, siyasal kavramının dinsel, etnik, ahlaki ya da ekonomik kimlikler üzerinden değerlendirilmesidir. Böyle bir durumda bu ilişki karşı tarafın yani onların (düşmanın) yok edilmesine yönelik bir siyaset yaratır. Bu da beraberinde demokratik siyasette krize yol açar ve demokrasinin varlığına tehdit oluşturur. Çünkü demokratik karşıtlık, yerini üzerine tartışılmaz (kutsal, milli vb.) değerlere ya da özcü (essentialist) tanımlayıcı kimlik ilişkilerine bırakır. Agonistik demokratik siyaseti ve antagonist ilişkileri daha iyi anlayabilmek için Mouffe (2005)‟un “siyasal/politik olan” ve “siyaset/politika” ayrımına bakmak yararlı olacaktır. Siyasal için potansiyel antagonizm Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1219 toplumsal ilişkilerin doğasındadır ve değişik şekillerde kendini gösterebilir. Öte yandan siyaset insanların bir arada yaşaması için gerekli olan düzeni meydana getiren söylem, pratik ve kurumları temsil eder, ama bu bir arada yaşayış insanın doğası ve “siyasal”ın varlığından dolayı sürekli çatışmalıdır. Fakat siyasetin ana amacı bu topluluklar arasında birlikteliği sağlamaktır ve örneğin, liberal düşünce bu birlikteliği “biz” ve “onlar” ayrımı yaparak gerçekleştirmeye çalışır. Mouffe bu ayrımı inkâr etmez, hatta kimlik oluşum süreci için şart olduğunu belirtir Yani “biz”i yaratırken onlara (ve de “kurucu dışsal”a) ihtiyaç duyulur ve bu şekilde siyasal sınırlar çizilir, ama burda önemli olan ilşikinin kuruluş şeklidir. Antagonizm, yok edilmesi gereken düşmanlıklar üzerinden şekillenirken, agonizm hasımlar arası ilişkiyi adres gösterir. Bundan dolayı agonistik demokratik siyaset bunun farkında olmalı ve söz konusu siyasal proje antagonizmanın agonizme dönüştürme niyetinde olmalıdır. Bu açıdan, siyasette hegemonyanın ve çatışmanın doğasının anlaşılması için antagonistik ilişkilerin, sağ-sol gibi politik ayrımların varlığı önemlidir, aksi takdirde insanlar kimlik tanımını din veya etnisite gibi ahlaki değerleri olan ve tartışılmaya açılamayan kutsal ve kültürel kodlar üzerinden yaparlar ve politik olan‟dan uzaklaşırlar. Bu da hiçbir şekilde demokratik bir politikanin uygulanmasına izin vermez, antagonistik ilişki agonistik ilişkiye dönüşemez, yani biz ve onlar, hasım ayrımı olan siyasal üzerinden değil, ahlaki bir karşıtlık yaklaşımı olarak tahayyül edecektir. Karşı taraf yok edilmesi gereken “kötü/şeytani” düşman olarak algılanır, bu da beraberinde agonistik bir tartışma, dolayısıyla da demokrasi getirmeyecektir, çünkü hiç bir uyum hegemonik mücadeleyi pasifize edemez. Mouffe çalışmalarında bu dönüşümün nasıl olacağını çok somut bir şekilde dillendirmez, ama genel olarak baktığımızda amaç yıkıcı antagostik ilişkisinin tabiri caizse, agonistik olan bir “evcilleştirilmiş” ya da “arkadaşça düşmanlık” ilişkisine dönüştürülmesidir. Bu da neoliberellerin “hayal” ettiği gibi bütüncül/rasyonel bir mütabakattan ziyade çatışmanın siyasettin içinde radikal demokratik çoğulcu7 zeminde korunmasıdır, çünkü insan ve siyaset doğası gereği çatışmacı ve mücadelecidir ve de antagonizma siyasetin olmazsa olmazıdır, bu dinamik siyaseti canlı ve demokratik kılar. Antagonizmadan agonizme dönüşüm sağlayacak, saygı ve diyaloga dayalı radikal çoğulcu bir zemine ve bunu sağlayabilecek, güvende tutacak demokratik kurumlara ihtiyaç vardır. Demokratik sistemin işlerliği ancak ötekileştirilmiş kimliklerin tanınması ve varlığının kabulü ile yani başka bir değişle ötekileştirmeyen demokrasi konseptinde mümkün olabilir. Bu noktada, Ludwig Wittgenstein‟ın (2009) dil 7 Bu çoğulculuk elbette “herkese eşitlik ve özgürlük” prensibini kabullenmiş grup ve bireyler için geçerlidir. 1220 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) kullanımı temelinde önerdiği “aile benzerliği” (family resemblance) kavramı üzerinden inşa edilmiş, demokratik mücadele içinde, farklı gruplar arasında bir Lacalu‟nun deyimi ile “eşdeğerlik zinciri” (chain of equivalence) ve birliktelik yaratılabilmiştir. Aslında bu yeni vatandaşlık tanımı, eşitlik ve özgürlük prensiplerinin var olan sistem içinde radikal bir şekilde yeniden yorumlanmasıdır.8 Böyle bir vatandaşlığın pratiği ancak etik-siyasal prensipler (herkese eşitlik ve özgürlük) içinde uygulanabilirlik kazanabilir ve bu anlamda radikal demokratik vatandaşlık bütün farklı vatandaşlık çeşitleri ve yorumları içinde agonistik düşünce tarzına en uygun düşen şekildir. Biz olgusu liberal ve yurttaşa dayalı cumhuriyetçi fikirlerden ayrı şekilde çatışma ve başkalık içinde olgunlaşır. Bu aynı anda da kurulu sistemin radikal dönüşüm zemini hatta sürecidir, pasif anlamda Gramscici mevzi savaşı şeklindedir. Mouffe (2013)‟un sorguladığı kolektif tutku/arzu ve yarattığı müşterek duygulanımın siyasetteki özellikle de siyasal kimlik oluşturma sürecinde ki önemini hiç de azımsanamaz ve aslında daha çok Freud ve Lacan‟cı bir psikoanaliz perspektife dayanan bir tahlildir. Burda bireysel duygu hissiyatından bahsedilmez. Bu tutkular, komünal bir duruşu ve siyasal bir pratiği ifade eder. Bu tutkular siyasetten ayrı düşünülemez ve böylece şekillenmiş yaklaşımlar kolektif kimlik yaratımında önemli rol alır. Tutkular Mouffe tarafından aynı zamanda çatışma ile bağlantılandırılmıştır, Mouffe bu bireysel olmayan duygusal enerjinin siyasetten harekete geçirilmesi gerektiğine inanır. Bu bağlamda Mouffe kendini (ve Laclau‟yu) Hardt ve Negri gibi radikal demokrasi düşünürlerinden ayırma yoluna gitmştir. Kendi ifadesiyle, “bizim için demokrasinin radikalleşmesi var olan iktidar yapılarının dönüştürülmesi ve yeni bir hegemonyanın kurulmasını gerektirir. Yeni bir hegemonyanın inşası da, bir „kollektif irade‟, yani radikal demokratik güçlerin „biz‟ini oluşturabilmek adına hem eski hem yeni envaiçeşit demokratik mücadele arasında bir „eşdeğer zinciri‟ yaratmayı içerir” (Mouffe, 2013: 65). Mouffe (2015), demokratik sistemi baştan aşağı değiştiren doğrudan bir devrimden ziyade Gramsci‟nin bahsettiği “pasif devrim”den dem vurur, böylece var olan liberal demokrasi kurumlarını katılım yolluyla (engagement with) –örneğin, soleksenli popülizm ve radikal demokrasi bu amaca giden önemli araç ve uygun zemindir- radikal bir şekilde dönüştürür. Bu anlamda Mouffe kendi radikal demokrasi yöntemini Hardt ve Negri‟nin radikal demokrasiye ulaşma stratejisinden ayırmaktadır, Mouffe‟a göre Hardt ve Negri daha çok “toplu çıkış”dan yanadır. Eski sisteme ait hiç bir kurumun (solcu olanlar da dahil) restore edilebilceğine inanmadıklarından, doğrudan reddi mirasa giderek daha 8 “Yeni Yaşam” Projesi‟nde bunun taslağı çizilmekte, bkz. http://www.imctv.com.tr/ 2014/07/15/30465/demirtas-yeni-yasam-cagrisi-baslikli-tutum-belgesini-acikladi Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1221 çok protesto hareketlerini vurgularlar ve “mutlak demokrasi”den bahsederler. Ama Mouffe için bu protesto hareketlerinin enerjisi siyasal bir parti aracılığıyla temsili demokrastik sistem zemininde sinerjiye dönüşmüyorsa, etkisinin uzun vade de süremesi mümkün değildir. 3. Kürt Siyasal Hareketinin Dönüşümü: Marksizim’den Post-Marksizm’e 3.1. Özcü, Etnik Siyasetin Hegemonik Kültürel Liderliği Modern Kürt toplumu üzerinde hegemonik bir kültür oluşturarak egemenlik sağlayan Kürt siyasal hareketi, sosyal yapısalcı bir teorik çerçeve ile analiz edilebilecek, yeni bir siyasal kimliği ortodoks-Marksisit bir ideolojik temel üzerinde inşa etmiştir. Bu modern kimlik inşa süreci ve yaratılan “sosyal gerçeklik”, dünyadaki gelişmelere uygun olarak biraz gecikmiş de olsa Kürt toplumunun aynı zamanda modernleşme sürecini tamamlamasının farklı bir boyutunu temsil etmektedir. Fakat modernleşme ve kapitalistleşme ve de beraberinde uluslaşma sürecine uyum sağlamakta geciken Kürtler (lider kadro), bu yeni dünya düzeni eksenin de “başarısız” ayaklanmalar sonucunda lidersizleşmiş ve toplum bir anda kendini yeni bir (dışsal) hegemonik gücün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti‟nin (1923) yönetimi altnda bulmuştur. Yani toplumda oluşan hegemonik boşluk, dışardan gelen bir hegemonik güç tarafından doldurulmuştur. Tabii kısa süre içinde Antonio Gramsci (1971)‟nin belirttiği yönde, karşı-hegemonya hareketleri doğmaya başladı ve bu hareketlilik çeşitli aktörlerce değişik periyodlarda, farklı stratejilerle günümüze kadar yatay bir şekilde devamlılık gösterir (bkz. Tekdemir, 2014). Bu bağlamda aslında HDP bir yandan Kürt yanlısı siyasal partilerin mirası üzerine oluşturulmuş ve bunlardan daha geniş bir toplumsal tabana hitap eden bir politik proje olarak Kürtler içinde ki farklı alt-kimlikler için de “radikal bir çoğulculuğu” teşvik ederken, diğer yandan da hala Kürtler açısından bu bu ulusal haklar talep etme düzlemin, yani hegemonik güç ve kimlik mücadelesinin bir devam çizgisini oluşturmaktadır. 1970‟lerin sonu ve 80‟lerin başında Kürt sosyalist, Marksist-Leninist gençlik ve öğrenci ortamında (DDKO vb.) kurulan ve 1984‟ten sonra aktif anlamda silahlı mücadeleye girişen yeni aktör Partiya Karkerên Kürdistan (PKK) 1990‟lara kadar klasik bir Marksist örgütlenme içinde bulunmuş ve Kürt toplumunun belirli düzeyde devlet ile şiddette dayalı hegemonik güç mücadelesi içinde (OHAL, koruculuk sistemi, zorunlu göç vb. sonuçlarla) kimliksel, kültürel ve politik istemlerine cevap vermeye çalışmıştır. Devletin 1222 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) katı ve baskıcı politikalarının, meşhur Diyarbakır Cezaevi gibi (bkz. Zeydanlıoğlu, 2013) sonucunda kitleleri “bağımsız ve özgür Kürdistan” şiarıyla harekete geçirmek zor olmamıştır (bkz. McDowal, 2003). Ancak, değişen iç ve dış nedenlerden dolayı 2000‟lere gelindiğinde bağımsızlık talebinde ve PKK‟nin ideolojik, siyasal ve sosyal yapısında bazı değişimler ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği‟nin yıkılması, ABD‟deki 9-11 Eylül olayları, AB ülkelerinde patlayan bombalar, silahlı ulusal kurtuluş örgütlerine bakış açısının değişimi, Türkiye‟nin AB‟ye katılma süreci radikal toplumsal hareketler gibi uluslararası gelişmeler PKK‟nin politik çizgisini etkilemiştir. Diğer yandan ülkede ve Kürt siyasal hareketindeki PKK‟nin “yumuşak” bir seküler yapılandırmaya yönelmesi (İslami, Alevi, Yezidi figürlerin daha çok yer bulması gibi), geniş sosyal katmanlara hitap etmesi, bünyesinde toplumun değişik katmanlarına yönelik kurumlar oluşturması, 1999‟da Öcalan‟ın tutuklanması, OHAL‟in kaldırılması, 2002 yıllında AK Parti‟nin iktidara gelmesi gibi somut etkenler de PKK‟nin dönüşümünde ki etkin faktörler olarak sıralanabilir. Bunlar aynı zamanda Kürt siyasal hareketinin de liberal bir sosyalizm‟e dönüşmesinde belirleyici etkenlerdir (bkz White, 2015). Diğer yandan Öcalan (2004; 2015) “demokratik cumhuriyet” konseptini ortaya atmış ve PKK, Kongra-gel olarak ulus devlet talebinden ziyade sınırlar ötesi bir halklar birlikteliğine dem vurmuştur9 (bkz. Akkaya ve Jongerden, 2012) ve KCK gibi yeni yapılanmalara gitmiştir (Palabıyık, 2015). “Demokratik cumhuriyet” için yapılan plan, demokrasinin milliyetçilikten, halkın (demos) etnik kimlikten (ethnos) ayrılmasını hedeflemişti. Somut olarak bu, vatandaşlığın etnik köken bağlamında değil, toplumsal cumhuriyet ve sivil haklar bağlamında tanımlandığı veya kavrandığı yeni bir anayasa önerisiyle sonuçlandı. Demokratik cumhuriyet planı devletin niteliğini hedef alırken, demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm planları, insan-odaklı ve özgürleştirici, birleştirme siyaseti doğrultusunda devlet odaklı siyaset için bir alternatif geliştirmeyi amaçladı” (Jongerden, Mayıs 2015). Aslında öz-yönetim, Hardt ve Negri‟nin (2000) dediği gibi devletsiz olarak “çokluğun” (multitude) kendi kendini yönetmesi bunuda radikal demokrasi eşiğinde gerçekleştirmesi olarak görülebilir. PKK ortodoks-Marksist devrimci çizgisini terkedip, post-marksist, post-yapısalcı yani Gramscici bir ideolojik-politik ve elbette pratik bir çizgiyi (özellikle hareket şavaşı ile birlikte “mevzi şavaşı”na daha çok başvurulması açısından) inşa etmeye yönelmiştir. 9 “Demokratik Ulus Haraketi...ayrı bir devlet hedefinden ziyade, demokratik bir siyasi oluşum ve yönetim arayışındadırlar...Aynı devlet çatısı altında demokratik siyasi oluşum tarihinin de en çok tanıdıği siyasi varlık biçimidir” (Öcalan, 2009: 327). Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1223 Aynı anda PKK bir gerilla hareketi olmanın ötesine geçerek, buna ilaveten organik (parti örgütlenmesi) olarak entelektüel temelde bir rol de üstlenmiş ve kültürel (ideolojik) bir karşı-hegemonyayı etkili şekilde tesis etmeye girişmiştir. Özellikle sivil toplum alanında medya, dil, din gibi araçlarla kitleler eğitilmeye başlanmış ve yeni ortak bir algı ve irade oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu aynı zamanda ortak bir politik kimlik inşası anlamına da gelmektedir. Bu kolektif siyasal kimlik Kürt toplumunun ciddi bir kesiminde kabul görmüş, hatta devlet aygıtları bile belli bir derece de kriminalize ve “terrörize” ettiği bu kimliği (bkz. Yeğen, 1996) kabullenmek zorunda kalmıştır. Modern, seküler ve sosyalist değerler üzerine kurullu “yeni” Kürt siyasal kimliği Türkiye‟nin Kürt politikasında belirleyici rol oynamıştır. 3.2. Demokratik Kamusal Alanda Siyaset HDP‟ye kadar olan süreç içinde Kürt siyasal kimliğine referans veren birçok legal parti kuruldu. Yani Kürt yanlısı siyasal partilerin tarihi fiilen 1990‟da SHP‟nin Kürt politikasından rahatsız olup ayrılanlar tarafından kurulan HEP ile başladı. HEP‟in kapatılmasının ardından benzer isimle ve amblemle sırasıyla DEP, HADEP, DEHAP, BDP ve DTP (bkz. Watts, 1999) kuruldu ve bu legal partiler Kürtlerin insan hakları, kültürel hakları ve dil talepleri istemleri için parlamenter siyasette yer alma mücadelesine devam ettiler. Legal zeminde (“ovada”) organik entelektüel olarak yürüttükleri faaliyetler belirli bir Kürt kimliğini gerçek siyasal kültürel kimlik veya sosyal bir gerçeklik olarak inşa etmiştir. Bu partiler önce yerel yönetimlerde ilk yönetim deneyimini yaşamaya başladılar (bkz. Şimşek ve Jongerden, 2015). Daha sonra HADEP‟ten başlayarak diğer sol-kanat partilerle ittifaklar kurdular ve „blok‟ siyasetti kültürü geliştirdiler. Bağımsız adaylarla TBMM‟ye milletvekili göndererek Kürt legal siyasesetini farklı bir boyuta taşıdılar.10 Ama bu partilerin hemen hemen hepsi “terör” ile bağlantılı oldukları gerekçesiyle kapatıldılar. Bu konsepte, HDP de eski siyasetin temsil krizinden dolayı bir yeni “politik olan” oluşturmaya gitmiştir ve bunu yaparken de yeni bir radikal demokratik gramer kullanmıştır. Aşağıda değinileceği gibi, bu açıdan artık Gramscici anlamda sivil toplum alanına yönelik referanslar ve sivil toplumla ilgili pratikler Kürt siyaseti içinde giderek daha çok yer edinmeye başlamıştır. Yani Kürt siyasal hareketi açısından “pasif devrim”e (aşındırma, yer tutma şavaşı/mevzi şavaşı) referansla, “modern prens” olarak 10 2007‟de DTP öncülüğünde “Bin Umut Adayları” bloğu bağımsız aday yöntemi ile 22 milletvekili meclise gönderdi. 2011‟de ise BDP eşliğinde “Emek, Barış ve Özgürlük” bloğu 36 milletvekili ile meclise girdi. 1224 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) nitelendirilebilecek “Parti” konseptinin (Gramsci, 1971) artık legal anlamda kamusal alanda da kullanımını artırmıştır. Bununla birlikte dışsal hegemonik mücadele de aralıksız olarak devam etmiştir. Böylece radikal demokratik mücadele, yani sivil toplum alanlarını ve devlet kurumlarını hegemonik (iktidar) gücü elde edilerek dönüştürme fikri daha çok cezbedici gelmeye başlamış, aynı zamanda ortak irade‟yi devam ettirme ve kapsam alanını genişletme çabaları da devam etmiştir. HDP‟ye kadar yasal zeminde bu entelektüel ve kültürel liderliğini Kürdi-eksenli öncesi partiler (BDP, DTP vb.) yürütürken, HDP ile radikal çoğulcu demokratik bir anlayış, demokratik talepte bulunan diğer gruplarla beraber Kürtlerin de demokratik taleplerini de üstlenmiştir. Bu aynı zamanda siyasal partiler yanında hukuksal, toplumsal, kültürel, ekonomik ve medya alanlarında faaliyet yürüten çeşitli sivil toplum örgütlerinin de (İHD, TAYAD, Asrın Hukuk Bürosu, Mezopotamya Kültür Merkezi vb.) hegemonik mücadelenin kazanımlarını devam ettirme faaliyetlerine imkân tanımıştır. Fakat belirtiğimiz gibi bu partilerin hepsi etnik-siyaset yapmak ya da “terör” ile ilişkili olmak gibi gerekçelerle kapatılmıştır. 3.3. Siyasal Olana Yöneliş Kürt siyasalının dönüşümünü kısaca özetledikten sonra asıl üzerine yoğunlaşmak istediğimiz konu, önceki Kürt yanlısı siyasal partilerden daha farklı dinamiklerle ve daha geniş bir misyonla kurulan HDP olacaktır. Bundan önceki partiler dayatılan belli içsel dinamikler, dış baskılar, şiddet ve güvenlik sarmalında Kürt/bölge partisi ile Türkiye(li) partisi olma konusunda önemli sorunlar yaşamışlardı (bkz. Barkey ve Fuller, 1997). Ama HDP bu paradigmanın dışında bir siyaset üretmeye başlar. 1968 kuşağının öncü isimlerinden BDP Mersin milletvekili Ertuğrul Kürkçü (19.08.2013), HDP kuruluşunu ve yeni politik sınırların dinsel ve etnik antagonizmanın ötesinde “politik olan”ı kurmalarını ve kurucu dışsal olmalarını şöyle açıklamaktadır; “Amacımız Türkiye‟yi anlamsızca ikiye bölen AK Parti-CHP kutuplaşmasının ötesine seslenerek ezilenlerin ortak mücadele platformunu kurmaktır. HDP‟nin kurulması hem BDP‟nin hem de Kürt özgürlük mücadelesinin de öncülük ettiği bir öneridir. HDP 2011 Haziran‟ında „Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu‟ olarak hareket eden güçlerin, yeni katılımlarla birlikte üçüncü bir odak ve kutup oluşturma hamlesinin başka bir adımıdır.”11 11 “İşte BDP‟nin Yerine Gelecek Partinin Lideri!”, İnternet Haber, 19 Agustos 2013, bkz. http://www.internethaber.com/iste-bdpnin-yerine-gelecek-partinin-lideri-57328 2h.htm Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1225 Bu bağlamda burada Mouffe‟dan esinlenen ve özcü olmayan bir bakış açısıyla yapacağımız değerlendirmeler, belirli içsel sebeplerden, örneğin, yürütülmekte olan çatışma çözümleri, sillahsızlandırma ve barış süreci, cumhurbaşkanlığı seçimi, başkanlık sistemi tartışmaları, HDP‟nin seçimlere parti olarak girme kararı, gibi gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Hatırlatmak gerekirse, çalışma, 7 Haziran 2015 genel seçimlerine kadar olan moment üzerine yoğunlaşmakta ve 7 Haziran sonuçları dışında, seçimden sonraki süreci kapsamamaktadır. HDP‟yi önceki Kürt siyasal partilerinden ayıran önemli bir özelliği, sistemden “geri çekilmek” ya da “toplu çıkış” (bkz. Hardt ve Negri, 2000) yerine varolan sistemi radikal bir politikayla dönüştürmeye girişmiş olmasıdır. Böylece HDP “başka Türkiye” diye adlandırabileceğimiz bir yeni politik proje (yeni hayat), agonistik demokratik bir kamusal alan, radikal bir kimlik ve radikal bir vatandaşlık önererek ve bu yeni düzeni sistemle “yüzleşmeyi” ve sisteme “katılımı” (Mouffe, 2013) tercih ederek, sistemi radikal olarak dönüştürmeyi amaçlayan yeni bir siyasal zemin oluşturmuştur. Bu anlamda inceleme yeni bir politik döneme yani, Kürt siyasal hareketinin artık post-Gramscici bir çizgiye oturduğu, kuramsal açıdan Mouffe‟cu agonistik radikal politik teorik işleyişin hâkim olduğu bir döneme odaklanmaktadır. Neoliberal siyasetin sonucu ve ardılı olarak gelişen postsiyaset döneminde, Kürt ulusal/siyasal hareketi açısından, hegemonya ve antagonizma farklı bir evreye geçmiş olmakta, antagonistik ilişki yeni bir siyasal üretim üzerinden agonistik bir yapıya dönüşmeye başlamaktadır. Kürt özcü, tekil kimliğine dayalı politika evrimleşmiş, popülist bir söylem kurmuş ve radikal bir demokratik siyaset çizgisi oluşturarak yeni agonistik çogulcu ve hasım siyasetti bakış açısıyla bir karşı-hegemonya kültürü inşa etmeye girişmiştir. Böylece, HDP Kürt siyasal hareketi ile bağını koruyarak, yeni bir politik gramer ile bir politik proje12 ile Türkiye siyasetine dâhil olmuştur. Bu süreç 2007 yılından beri aktif olan ve yine Kürt siyasal hareketinin dönüşümü doğrultusunda içinde oluşumu tamamlanan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ile Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ve de Gezi hareketi ile, Podemos ve Syriza örneklerine benzer şekilde toplumsal hareketlerin yarattığı sinerji ve Öcalan‟ın (2009) “demokratik modernite” gibi ideolojik önermeleri ile konsolide edilmiştir. HDP‟nin karizmatik eşbaşkanı Selehattin Demirtaş, 6 Mart 2015 sabah bir televizyon programında konuşurken, HDP‟nin popülizme yönelişinin ipuçları sayılabilecek önemli açıklamalarda bulunmuştur. Demirtaş artık Kürt 12 “Proje” kelimesi burada Mouffe‟un (ve Laclau‟nun) önderdiği alternatif bir düzen anlamında kullanılmıştır. 1226 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) ulusal siyasal hareketinin bir üst evreye geçtiğini belirterek, HDP‟nin Kürt yanlısı tekil, özcü yani etnisiteye dayalı bir siyasi parti olmak yerine daha çoğulcu ve kapsayıcı bir parti olmaya yöneldiğini, bu yönüyle de tüm kesimlere hitap eden tek, Türkiye partisi olduğunu ifade etmiştir. Örneğin, çok sayıda başörtülü, Alevi, Ermeni, Arap, Roman Süryani, Asuri, Caferi, Laz, Gürcü, kadın, LGBTİ üyeleri ve yine bu kesimlerden çok sayıda aday adaylarının olduğunu, Yaşar Kemal‟in “çok renkli çiçek bahçesi”, sözünü hatırlatarak beyan etmiştir. Demirtaş, Türkiye‟de bir (hegemonya) boşluğunun olduğunu ve solun halka yanlış tanıtıldığını savunarak krizlere sol bir ekonomik politik proje önderdiklerini belirtmiştir. Program sunucusu Cüneyt Özdemir‟in “neden Kürt sözünü hep altını çizerek anlatıyorsunuz?” sorusuna “yıllardır siz hep üstünü çizdiğiniz için”, cevabını vererek eşit yurttaşlık, yani radikal vatandaşlık nosyonunun tanınması durumunda, hiç kimsenin homojen bir kimlik siyaseti yapmasına gerek kalmaycağını belirtmiş, böylelikle HDP‟nin yeni siyasal bakış açısının da ipuçlarını vermiştir.13 Bu çerçevede Kürt sorununun var olan hegemonik rejimin diğer siyasi açmazlarının dışında tutulmaması gerektiğinin ve mücadelenin bu radikal politikaya göre sadece tek bir siyasi aktör üzerinden ve sadece onun kendine özgü demokratik talepleri doğrultusunda ilerleyemeceğinin, daha geniş ve bütünlüklü bir hat üzerinden yürütülmesi gerektiğinin altı çizmişdir. Elbette toplumsal ve siyasal kimlikler değişmez olgular değildir, değişime ve dönüşüme açık alanlardır. Bunlar hegemonik eklemleme üzerinden sürekli değişir ya da güç mücadelesinin alanı haline gelirler (Laclau ve Mouffe, 1985). Kürt kimliğini de bu bakış açısına göre değerlendirmek gerekir. Burada önemli olan nokta HDP‟nin siyasetin gündeminde olan talep ve eğilimleri demokratik, politik bir pota içinde mobilize ederek kolektif bir kimlik kurma hedefidir. Bu hedef aynı zamanda varlığını yakıcı bir şekilde hissettiren, radikal çoğulcu demokratik politikanın oluşması ve bu alandaki boşluğun doldurulmasıyla, yukarıda ifade ettiğimiz organik politik krizin aşılması için de gereklidir. Aslında spesifik olarak, HDP politik bir kimlik olarak radikal demokratik vatandaşlık kimliği oluşturmak istemektedir. Bu kimlik herkes için özgürlük ve eşitlik vurgusunu öne çıkaran radikal bir demokratik yorumlama ile gerçekleşebilir ve bu yapılırken bireysel özgürlük ve sivil katılım (yani siyasal) arasında da bir denge oluşturulur. Dolayısıyla da çok kapsayıcı bir yapı ile HDP‟nin, mesala Süryani, Hristiyan milletvekili, ya da belediye başkanı olması, Avrupa‟da Ermeni bir sözcü tarafından temsil ediliyor olması veya kadın eşbaşkan kotası olması gibi örnekler bunun yansımasıdır. Bu türden örnekleri çoğaltmak mümkündür: Alevi, Sünni, Çerkez, Êzidi, Pomak, Gürcü, Arnavut, 13 Bkz. CNN Türk 5N1K, https://www.youtube.com/watch?v=97EmFgJNH_4 Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1227 seküler, anti-kapitalsit Müslüman, solcu, LGBTİ gibi geniş kimlikli bir çoğulculuk, buna örnek bir model teşkil eder14 ve bütün bu grupların demokratik talepleri doğrultusunda ortak bir kimlik, yani vatandaşlık tanımlaması yapılmaya çalışılır. 4. Agonistik Kamusal Alan: Sol-eksenli Popülizm ve Kolektif Siyasal Tutkunun Mobilize Edilmesi Popülizm demokrasilerde önemli bir temsil boyutu görevi taşımaktadır. Dünya siyasetinde popülizme genel olarak negatif anlam yüklenmiştir ve özellikle Türkiye‟de popülizmin temsilciliğini yapan sağ partilerin halkta politik ve ekonomik olarak bıraktıkları kötü izlenimlerden dolayı, sol partilerin çok tercih ettiği bir politik araç olduğu söylenemez. Ancak bu araştırma açısından popülizm kavramı klasik ve negatif algılamadan ziyade, daha çok söylem analizinin bir parçası, radikal demokrasiye giden bir strateji ve hegemonya mücadelesinin incelenmesi açısından sosyal gerçekliklerin bir parçası olarak değerlendirilecektir. Bu bakış açısıyla, Laclau, Mouffe, Yannis Stavrakakis, Francisco Panizza gibi (organik) entellektüeller (bkz. Panniza, 2005) ve Essex Üniversitesi‟nin bünyesinde Söylem Analizi Okulu15 olarak da anılan ya da Selanik‟teki Aristo Üniversitesi eksenli Popilusmus16 gibi projeler ve kurumlar sol siyasal aktörlerin popülizm‟i olumsuz algılamalarını eleştirmektedirler. Bu kurumlar, çeşitli sol aktörlerce popülizmin demokrasi için tehlike olarak görülüyor olmasına rağmen, bunların siyasal söylem ve politikalarının popülistleştirilmesi üzerine ciddi çalışmalar ve yayınlar yapmaktadırlar. Yukarıda bahsettiğimiz bu radikal-yapısalcı, yapı-sökücü düşünürlere göre, post-siyaset‟in ahlaki ve rasyonel uzlaşma çabasının sonucu olarak, bu negatif algılamadan dolayı sağ-eğilimli popülist partiler ciddi kazanımlar elde Örneğin, Bursa 2‟nci sıra milletvekili adayı Çerkes, Metin Kılıç, Artvin‟in Borçka ilçesinden Kocaeli adayı Laz, Sinan Odabaş, İstanbul 3‟üncü bölge 2‟inci sıra Ermeni adayı, Garo Payan, Süryani aday, Erol Dora vb. Bkz. “Eşit Gelecek İçin Ortak Adres HDP”, Evrensel, 14 Nisan 2015. 15 Lacalu‟nun Kamu Yönetimi Bölümünde 1970‟lerden beri oluşturduğu bu düşünme geleneği. Bu gelenek, Lacalu‟nun ölümünden (2014) sonra David Howarth, Alleta Norval, Jayson Glynos gibi entelektüler tarafından hegemonya, söylem, demokrasi, kimlik vb. konularda çalışmalar yürütmektedir. 16 Popülist söylem ve demokrasi anlamına gelen bu araştırma projesi Essex geleneğinden gelen Yannis Stavrakakis tarafından kurulmuş ve genelde genç akademisyenlerce daha çok popülizm, diskur ve demokrasi üzerine çalışmalar yürütmektedir. Bkz. http://www.populismus.gr/ 14 1228 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) etmişlerdir. Paradoksal olarak, sağcı partiler isçi sınıfıda dâhil olmak üzere, halkın taleplerini istemlerini ve tutkularını daha iyi bir şekilde algılamış ve bunları siyasettin içinde uygun söylemeler (güçlü vatan, birlik ve beraberlik vb.) kullanarak mobilize etmiş ve bu şekilde hegemonik bir kültür oluşturmuş, tabiyatıyla da ciddi destek alarak iktidar gücünü elde etmişlerdir. Çünkü siyaset pozitivist ve rasyonelci sol‟un düşündüğü gibi tamamıyla mantığa dayalı bir ilişkiler ağı değildir, kitlelelerin kollektif arzuları (din, milliyetçilik vb.) umutlari (mesala ekonomik büyüme) ve korkuları (ötekinin yarattığı tehdit gibi) siyasetin yönünü etkillemektedir. Böylece bu sağcı popülist partiler siyasal alanı iyi çözümleyip işçiler de dâhil toplumun çok farklı kesimlerine hitap ederek (Avusturya‟da Haider FPÖ, Fransa‟daki Jean-Marie Le Pen ve AK Parti gibi) geniş kitleleri harekete geçirmektedirler. Bunu yaparken anti-demokratik bir söylem ve siyasal üslup kullanarak belirli kesimleri öteklieştirerek (yabancı, feminist, gey, siyahi, kafir vb.) devlet aygıtı üzerinden hegemonik bir güç elde etmektedirler. Bu, rızadan ziyade baskı üzerine kurulmuş bir egemenlik olduğundan, meşruluklarını korumak için artık hegemonyadan ziyade otoriteryan bir sisteme dönüşmektedirler. Ancak bu siyasettin anlamsızlaştırılması durumu, özellikle Türkiye gibi ülkelerde varolan merkezi siyasal partilerin artık “gerçek birer seçenek” olamayışlarından, farklı çözümler sunamayışlarından kaynaklanan siyasal tıkanma ve krizin ürünüdür. Bu temelde sağ-popülist partiler yükselişe geçmişlerdir. Çünkü popülist pratikler, var olan sosyal ve siyasal kurumların istikrarlı bir düzen oluşturmadaki başarızılığı üzerine ortaya çıkarlar. Ekonomik ve politik krizler başlıbaşına tek sebep değildir, popülizmin yükselişinde otoriter hükümet, askeri diktatörlük ya da politik kurumların yenilenmesi gibi (Panizza, 2005) sebepler de etkilidir. Bu bağlamda popülizm sadece tepkiden öte bir durumdur ve solun kullanmaması için hiç bir geçerli sebep yoktur. Bu yüzden, Laclau (2005) siyasalın oluşma koşulları ile popülizmin bir olduğunu idda eder ve her ikisini de sosyal ayrım üzerine dayandırır. Çünkü popülist, Althusserci ifadeyle “çağırma” hegemonik mücadelenin bir nesnesidir. Türkiye siyaseti incelendiğinde, popülizmin siyasal kültürde önemli bir yeri ve etkisi olduğu görülür. Özellikle yoğun bir sağ popülist parti ve karizmatik popülist lider baskınlığı göze çarpar (Örn. Menderes, Demirel, Erbakan, Özal ve Erdoğan). Bu bağlamda, AK Parti hem Türkiye‟de hem de Avrupa‟da bu tarz sağ-eksenli popülist siyasetin en iyi örneklerinden birini teşkil etmektedir. Yannis Stavrakakis‟in (2005) belirtiği gibi Yunanistan‟da, Latin Amerika‟da ve kısmen de olsa Amerika‟da siyasallaştırılmış dinsel söylemler popülist olarak kabul görmektedir. Türkiye‟de de dinsel söylemler siyasal hayatın önemli bir parçası olmuş ve popülist amaçlar için kullanılagelmiştir. Murat Belge (2015) tartışmanın bu boyutuna Laclau‟yu referans göstererek katkıda bulunmaktadır; “dünya görüşü düzeyinde, „popülist‟ Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1229 denebilecek bir ideolojiyi sakıncalı bulurum, çünkü böyle bir bakış, maddî ve nesnel süreçleri kavramakta da, değerlendirmekte de, yetersiz kalır. Nesnel gerçeklikten kopuk talepler ya da iddialar vb., sonuçta, sol siyaset için zararlıdır. Ama somut siyasetin yürütülmesine, „popülist‟ diyeceğimiz ögeler, tavırlar vb. zorunlu olarak karışır”. Özellikle HDP‟nin 7 Haziran öncesi oluşan radikal demokrasiye ulaşma amacı taşıyan sol-eğilimli popülizmi; acaba başka bir alternatif model ya da başka bir Türkiye mümkün mü?‟ gibi bir soru doğurmuştur. Halen AK Parti‟nin inşa ettiği “yeni Türkiye” (yeni-Osmancılık) ile karşı-hegemonik güçlerin “nasıl bir Türkiye?” (CHP‟lilerin “eski” ve HDP‟nin “başka” Türkiye bakış açısı gibi) tartşıması ülkenin siyasal gündemini meşgul etmektedir. Bu doğrultuda HDP‟nin sunduğu büyük insanlık ve yeni hayat gibi önermeler de kurucu-dışsal olarak ve karşı-hegemonyacı bir pozisyon amacı içermektedir (bkz. Şur, 2014; Küpeli, 2014). Aynı anda siyasi rekabetin “Biz‟ler”de yaratılmaya çalışılan kolektif siyasal kimlik ve buna zemin hazırlayan alternatif kültür yaratma bu amaca hizmet etmektedir (Tekdemir, 2015a Laçiner, 2015). Bu bağlamda, Wittgenstein (2009)‟in “dil oyunu” (language game) teorik bakış açısıyla gözlemlendiğinde, kullanılan bu yeni dil ve söylem ile var olan değerler üzerinden yeni bir “toplum hayali” oluşturulmak istendiği söylenebilir. HDP yeni bir politik felsefe olan agonistik bir demokrasi çerçevesinde bu yeni siyaset ile kitlelerin sesi daha doğrusu sesi olmayanların sesi olup olamayacağı kaygısına rağmen 7 Haziran seçim sonuçlarıyla değişik kimliklerin desteğini alabilmeyi başardığını ortaya koymuştur (bkz. Grigoriadis, 2016). Kürt hareketi demokratik taleplerinden dolayı zaman zaman demokratik hareketlerle işbirliğine gitmiştir. Bu bir nevi Gramsci‟nin “tarihsel blok” tarzı bir çaba olarak da görülebilir. Örneğin, AB yanlısı reform düzenlemelerini desteklemiştir ama bu toplumun diğer kesimlerine yani bütüne ulaşamamış, bir Kürt ve bölge partisi olma olgusundan uzaklaşamamıştır. HDP esasen kendini bir anlamda, önyargıların kırılma hamlesi olarak tanımlamaktadır. Türkiyelileşme güçlü bir şekilde dillendirilmiş, (özellikle aşırı uç milleyetçi kesimlerin tepkisine rağmen) Ege, Karadeniz ve ülkenin diğer bölgelerinde siyasi faaliyetler daha da yoğunlaştırılmıştır. Başka önemli bir slogan ise “prangalarınızdan kurtulun” olmuştur. Aslında HDP Türkiye siyaseti içinde kendini sadece Kürt talepleri ekseninde siyasi bir gettoya sıkıştırmaktan ziyade, faaliyet alanını genişleterek, farklı kimlikleri bünyesine alarak bir “postmodern tarihsel blok” ve de popülist bir kimlik kurma girişimi, daha ötesi radikal bir çoğulcu kamusal alan yaratma projesi olarak var etmiştir. Bu çerçevede savunulan radikal demokrasi, çeşitli ifadelerle de adlandırılmıştır (demokratik cumhuriyet, demokratik konfedaralizm, 1230 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) demokratik otonomi, demokratik modernite vb. bkz, (Öcalan, 2009; 2015).17 Tabii Kürt siyasal yaşamı içinde HDP öncesi bu söylemler, tam olarak HDP‟nin yeni siyaseti ile pek bir söylemsel örtüşme sergilememektedir. Daha önceki Kürt siyasetinin söylemi daha çok koloni olma, emperyal güçlere karşı mücadele, devrim, bağımsızlık, “büyük Kürdistan” gibi önermeler üzerine kurulmuştur. Bu bakış açısı, Mouffe‟un kendini teorik çerçevede ayırt ettiği İtalyan autotnomist ya da sınıf-merkezli Marksist radikal demokrat düşünürlerin (Paolo Virno ya da Hardt ve Negri gibi) toplu çıkış ve mutlak demokrasi konseptine daha çok uygun düşmektedir. Mouffe (2013) ise radikal demokrasi siyasetini daha farklı bir siyasal dil ve yöntemle gündeme getirilmekte18 ve sistem ile yüzleşmekten, katılımdan bahsetmektedir. Örneğimize döndüğümüzde, HDP bu bağlamda devraldığı ciddi sayıda yerel yönetimler ve bu yerel güç kazanımı sonucunda oluşmuş bir yönetim tecrübesi saglamış, halk üzerinde yasal ve temsili siyaset zeminde bir hegemonya kurabildiğini, ülkenin doğu cephesinden gelen bu destek ve batı cephesinde ki sempati ve destek ile yüzde on barajını aşıp politik bir özgüven kazandığını görebiliriz. Böylece, HDP Türkiyelilik söylemi doğrultusunda ülkede var olan sol, sosyal demokrat ve de seküler grupların temsil eksikliği ve muhalefet boşluğunda, demokratik yöntemlerle iktidar gücüne ortak ya da ele geçirme amacı ile mobilize olmuştur. Bu açıdan calışmamamız Akkaya ve Jongerden‟in (2012; 2013) radikal demokrasine ilişkin yorumlarına katılmakla birlikte, fakat onlardan farklı olarak HDP ve PKK‟nin radikal demokrasi algılamalarını ayrıştırmıştır. Jongerden‟in (Mayıs 2015) “demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm projesinde, PKK, geri çekilme ya da katılım arasında bir seçim yapacak gibi görünmüyor: varolan kurumlarla hedefe kitlenerek (belediyeler), kendi alternatiflerini kendi yaratıyor (konseyler)” iddiasına karşın, bizim PKK ve HDP arasında, bahsettiğimiz radikal demokrasi okuması ayrımı ve projeyi uygulama stratejilerini somutlaştırmak faydalı olacaktır: HDP sisteme entegre, bütünleşmiş ve katılım amaçlı pasif bir yöntem benimserken, PKK, özellikle de Suriye‟deki ideolojik paydaşı Demokratik Birlik Partisi (PYD)‟nin Rojava‟da ki askeri ve psikolojik kazanımlarından sonra, daha çok en son öz-yönetim ilanı ve “devrimci halk savaşı” kararı ve Kürt bölgesinde ki şehir içi “hendek” savaşlarından da anlaşıldığı gibi yeniden kopuş ve ayrılma siyasettine dönme yönünde mesajlar vermektedir. Bu kavramların HDP’nin radikal demokrasi konseptinde belirleyici etken olmasındaki temel neden, HDP içindeki “en etkili bileşen” olan Kürt hareketinin ideolojik formasyonun bu söylemler etrafında şekilenmesinden dolayıdır. 18 HDP Parti Programı için, bkz. http://www.hdp.org.tr/parti/parti-programi/8 17 Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1231 HDP sistem içinde yer alan meşru politik bir parti olarak, Hardt ve Negri‟nin sosyal medyayı etkin kullanan, belirgin bir ideolojik motivasyonla şekillenmeyen, postmodern sosyal hareketler (occupy movement vb.) için öngördüğü sistemi redde, ya da sistemden toplu çıkış/göç‟e yönelmez. Buna karşın, HDP‟nin stratejisinin daha yakın durduğu Mouffe, günlük hayatın akışı içinde bir alternatif sunarak, havada kalan kritik söylemlerin ötesine geçen, yüzleşme/katılım eksenli bir reel politik tutum önererek sistemin ve neoliberal demokratik kurumların Gramsci (2003)‟nin “mevzi/pozisyon savaşı” stratejisi ile radikal olarak dönüştürülmesinden bahseder. Başka bir deyişle, sistemin kendi demokratik kurumları temelinde değişimi talep edilmekte, klasik bir direk devrim söyleminden ziyade pasif bir devrim stratejisi güdülmektedir. Nitekim, HDP ve HDP çizgisine yakın olanlar parlamento sistemi içinde yer almayı tercih etmek, ayrıca ciddi sayıda belediye ile yerel yönetimler üzerinden deneyim sağlanmakta, anayasa değişikliği isteyerek devlet kurumlarının radikal restorasyonundan bahsederler. Öte yandan, çalışmamız Gençoğlu-Onbaşı (2016)‟nın çalışmasındaki “radikal sosyal demokrasi” konseptine tamamıyla karşı bir tutum sergilemektedir.19 Mouffe aslında liberal hegemonyanın oluşmasında önemli sorumluluk yüklendiği ve bu duruma kitlelerin rıza göstermesini sağladığı için sosyal demokrasiyi suçlar. Sosyal demokrasi bir alternatif üretemediğinden radikal demokrasi projesini önerir. GençoğluOnbaşı, parti manifestosunda radikal demokrasiden tek bahseden parti olmasına rağmen HDP‟den hiç bahsetmeyerek ve CHP üzerinden teoriyi tamamıyla özünün dışında yorumlayarak radikal demokrasi kuramının ana farklı bir yöne ve eksene doğru kaydırmaktadır. Bu durum Mouffe‟un amaçladığı hedeflerin çok dışındadır. Söylem sadece dil, konuşma ya da yazılı metin üzerinden değil, aynı zamanda politik davranış, ilişkiler, kimlik oluşturma, mücadele yöntemi ve buna benzer bir sistematik kurulum ve düzenlemeler olarak düşünüldüğünde, bu söylem sistematiği ve radikal demokrasi projesi Rojava‟da ki Kürt siyasal hareketi PYD tarafından (HDP‟nin algılamasından farklı olarak) “kanton rejimi” ile hayata geçirmişlerdir. Buradaki uygulama Öcalan‟ın Amerikalı anarşist, liberter Murray Bookchin‟in felsefesinden etkilenerek oluşturduğu radikal demokrasi uygulamasıdır (bkz. Biehl, 2012). Suriye merkezli sivil savaş ortamında Rojava bölgesindeki radikal demokrasi deneyimi yeniden yaratma üzerine konumlandırılırken, yani klasik bir devrim konseptine yakın bir politik proje olarak gereçekleşirken, Türkiye‟de parlementer sistem içinde yer alan HDP‟nin radikal demokrasisi daha çok agonistik bakış açısıyla varolan liberal 19 Mouffe ile olan kısa bir mülakat için bkz. http://en.theeuropean.eu/chantal-mouffe-3/7859-fighting-right-wing-populism-in-europe (09.03.2016). 1232 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) demokratik sistemin radikal bir şekilde dönüştürülmesine rehberlik eden bir siyasal projedir. Yani siyasal bir pasif (d)evrim sürecidir. Burada bahsettiğimiz pasif devrim Tuğal (2009)‟ın incelediği İslami hareketlerin başvurduğu pasif devrimden ayrılmaktadır. Kemalist sisteme karşı örgütlenen siyasal İslam, daha çok “Milli Görüş” geleneğinden gelen Anadolu kökenli küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteğiyle, neoliberal ekonomiyi taktiksel olarak kullanarak siyasal partiler (Refah, Fazilet, -etkili uygulayacısı- AK Parti) üzerinden iktidarı ele geçirmeyi hedeflemiştir. Öte yandan Gülen hareketi gibi daha seçkinci gruplar devlet aygıtlarına yerleşerek kontrolü ele geçirip (bürokrasi, yargı, polis, askeri vb.) iktidara ulaşmayı hedeflemiştir ve toplumu da bu yönde, özcü ve tekçi bir kimlik bağlamında İslami, muhafazakâr (ya da liberal), Türkçü ve kapitalist değerlerle dönüştürmeye başlamışlardır. Buna karşın, HDP‟nin pasif devrimi daha çok radikal demokrasiye (yeni hayat) ulaşmak için kullandığı bir stratejidir. Amaç neoliberal ekonomiyi ve liberal demokrasiyi radikal bir şekilde dönüştürmektir. Bunu yaparken önce kollektif bir siyasal kimlik (Bizler) oluşturmak, bunun içinde toplumun siyasal tutkularını harekete geçirmek, yeni bir hegemonik kültürü, radikal çoğulcu toplum, sosyalist ekonomi, agonistik bir demokratik ortamında herkese eşitlik ve özgürlük demokratik prensipleri doğrultusunda oluşturmaktır. Bu da doğal olarak neoliberal siyasete ve kapitalist ekonomiye karşı-hegemonik bir duruşdur. Bu süreçte sol-eksenli bir popülizm ile iktidar elde edilip, bu kurumların bu söylem içerisinde restore edilmesi hedeflenir. Çünkü var olan siyasal kriz, yani post-siyaset ya da post-demokrasi durumu (siyasi farklılıkların azlığı, homojenleşen sağ ve sol partilerin merkezileşmesi ve farklı kimliklere kamusal alanda fırsat alanı yaratmadaki acizlikleri gibi) Türkiye‟nin genelinde etkilidir. Bu anlamda sol eksenli demokratik popülist siyaset, ülke geneline taşınmak istenmiştir. HDP ülke siyasetinde daha etkili olunabilmesi, daha çok kitleye, kesime ve farklı kimliklere ulaşılabilmesi, mevcut sistemin dönüşümün sağlanabilmesi için, “devletin partisi değil, halkın partisi” popüler sloganı kullanılmaya başlamıştır. Bu yeniden yapılandırılmış demokratik siyasetin uluslararası boyutuna da değinmek gerekir. Bir yandan Avrupa‟da Syriza ve Podemos ile olan yakın ilişkiler, öte yandan Ortadoğu‟da Rojava-Suriye, BaşurIrak ve Rojhelat-İran gibi ülkelerdeki Kürt örgütlenmeleri ve diğer demokratik muhalif güçlerle ortak hareket çabaları bu amaç doğrultusundadır ve aynı zamanda bu radikal siyaset eğilimin ürünüdür. Örneğin, HDP eş genel baskanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ (30 Haziran 2015) ortak açıklamalarında “adalet, eşitlik ve demokrasi adına kemer sıkmaya karşı verdikleri mücadelede Yunanistan halkı ve hükümetiyle birlikteyiz. Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1233 Mücadeleleri bize başka bir Avrupa‟nın mümkün olduğunu gösteriyor”20 diyerek alternatif başka bir Türkiye söylemlerinin aslında Avrupa ve Ortadoğu için de arzuladıklarını da göstermişlerdir. Bu argümana paralel olarak, Mouffe (2008, 2015) neoliberal küresel dünyanın yaratığı ileri endüstiriyel toplum ve bireysel tüketici/müşteri kültürü içinde oluşan siyasetsizliğin aynı zamanda “erdemlilik” sözcüğü ile meşrulaştırılıp sağlamalaştırılmaya çalışıldığını belirtir. Siyasetin ideolojik (sağ/sol ayrımı gibi) bir ayrımdan ziyade ahlaki temelde, yani iyi ve doğru temelinde şekillenmesinden şikâyet eder. Bu da tabiatiyla beraberinde demokratik siyasal kamusal alanda herhangi bir agonistik müzakerenin olmayışını getirir ve insanları alternatif üretmemeye yönlendirir, hatta böyle bir ihtimalin olduğunu düşünmekten uzaklaştıran bir kaos ortamına sokar. Meşhur, Britanya‟nın (İngiltere) neo-liberal başbakanı Margaret Thatcher bu durumu “başka bir alternatif yok” diyerek ifade etmiştir. Türkiye‟de kendine özgü bir şekilde bu küresel ekonomik ve siyasi krizlerden nasibini almıştır. Neoliberal ahlaki bakış açısı aynı zamandan toplumdaki antagonistik ilişkileri de yok saymıştır ama düşmanlık/muhalefet toplumların varlığındadır ve çok değişik şekillerde sosyal ilişkiler içinde görünür. Bütün bunlar gerçekleşirken tabii ki etik ile siyasal arasında yeniden bir bağ kurulmalı ve demokratik eşitlik ve özgürlük ilkelerine de sadık kalınmalıdır. Fakat bu ilkelerin çeşitli biçimlerde ve çatışmalı olarak yorumlanmaları mümkündür. Bu bağlamda, HDP‟nin yeni söylemler, semboller ve kavramlar üzerinden kolektif siyasal tutkuyu harekete geçirme hedefinde olduğu söylenebilir. Örneğin, Demirtaş 18 Mart 2015‟te Hakkari‟deki Newroz kutlamalarında Kürt geleneksel kıyafeti giyinmiş ve boynuna Rize yöresine ait bir keşan atkısı takmıştır. Aynı gün iki eş genel başkan Demirtaş ve Yüksekdağ, Çanakkale Savaşı yıldönümü dolayısıyla ortak bir basın açıklaması yapmış ve bu konuda resmi tarih söyleminden uzak radikal bir çoğulcu söylem ile popülist mobilizasyonun uygulama pratiğini göstermişlerdir. Bu bağlamda HDP‟de değişik aktörler, gruplar ve siyasal partiler, yani sayısız bileşenler bir ara gelmiştir. HDP bu grupların demokratik tutkularını (Cemevi, ana dilde eğitim, eşitlik, özgürlük, güvenlik vb.) mobilizasyonun etmeye başlamış, ortak bir demokratik dil oluştrulmaya yönelmişler ve geniş bir sosyal, kültürel, sinifsal, dinsel, cinsiyet ve ideolojik ayrım üzerine kurulu bir kimlik kolasiyonuna dayanan, yani Laclau‟nun deyimi ile bir eşdeğerlilik silsilesi kurmuştur. Mesala, partinin bazi billeşenlerini sıralarsak, tarif ettiğimiz resim daha çok 20 “Yunanistan Halkı ve Hükümetine Olan Desteğimizi Yineliyoruz”, bkz. HDP web sitesi: https://www.hdp.org.tr/basin/basin-aciklamalari/yunanistan-halki-vehukumetine-olan-destegimizi-yineliyoruz/6211 1234 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) netleşecektir. LGBT dernekleri, (Örn. KAOS-GL), feminist gruplar (Örn. İzmir feminist kadınlar), çevreci kurumlar, hemşeri dernekleri, meslek örgütleri ve sendikalar, İslami Kürdi kuruluşlar (Azadi gibi), Alevi oluşumlar, diaspora gruplar (Avrupa Ezidi Fedarasyonu gibi). Öte yandan sosyalsit partiler, örneğin EMEK partisi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi gibi. Bununla beraber, direk HDP ile birleşmeyen ama HDP‟nin hegomonik mücadelesine eklemlenen, Birleşik Haziran Hareketi (BHH) gibi aktörler var. BHH yürütme kurulu uyesi Can Atalay21 (9 Mart 2015), HDP ile oluşacak ittifak, dayanışma (iltihak değil) üzerine konuşurken agonistik demokrasinin temel elementlerinden eşitlik ve özgürlük üzerine olan duruşlarını şöyle dile getirmiştir: “Eşitlik ve özgürlük mücadelesini toplumsal mücadelelerin arındırıcı ırmağı içinde yeniden ve yeniden kuracak bir özgüvenle hareket edilecek gündür. Bu solun yeniden yapılanmasının da kapısını aralayacak yegâne umuttur.”22 Paralel olarak, Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy da (11 Mart 2015) “HDP‟nin, demokrasi, barış, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin önemli bir dinamiği olması”23 nedeniyle destek çağrısında bulunmuştur. Öte yandan İslami cephede, İslami Kürt kimlikli Azadi gurubu, medrese kökenliler, aşiretler de HDP ile seçim ittifakını deklare etmiştir ve buna anti-kapitalist Müslümanların da HDP yanında yer alacaklarını deklare etmeleri de eklenmelidir. Toplumsal kimlikler temelinde yükselen bu geniş ittifak dışında, HDP‟nin siyasal tabanını Azadi hareketin önde gelen üyelerinden Yavuz Delal (11 Mart 2015) şu şekilde ifade etmektedir: “Benim anladığım kadarıyla HDP‟nin iki ayağı var: Birisi Türkiye‟deki sol ve sosyalist partilerle sürdürdüğü ittifak görüşmeleri, diğeri de Kürdistan seçim ittifakı bileşenleri ve hassaten Kürdistan‟da İslami camiayı temsil eden Azadi ile yapmış olduğu veya yapacağı ittifaktır.”24 HDP, popülizmi yani popülist kimlik kurgusunu, genelde Türkiye‟nin Bati yakasında modern, demokratik, laik ve sol bir söylem içinde yürütürken, Kürt bölgesinde ise Kürt ittifakına yönelik olarak ortak kimlik, aşiret, gelenek, tarihsel birliktelik, dil, coğrafya ve İslami bağlar üzerinden yürütmektedir. Azadi hareketinin yanında HDP‟nin DBP, DTK, DDKD ve Birleşik Haziran Hareketi (BHH) Yürütme Kurulu Üyesi, Sosyal Haklar Derneği Genel Başkanı ve Mimarlar Odası avukatı. 22 Bkz. http://www.demokrathaber.net/siyaset/bhh-den-can-atalay-hdp-yle-dayanismaicerisinde-olmak-gorevimiz-h45971.html 23 Bkz. http://www.demokrathaber.net/siyaset/halkevleri-halki-hdp-ye-oy-vermeyecagirdi-h46044.html 24 Bkz. http://www.demokrathaber.net/siyaset/hdp-ile-ittifak-yapan-azadi-hareketin den-secim-ittifaki-programi-h46061.html 21 Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1235 ÖSP‟nin de aralarında bulunduğu bölgedeki aktörlerle yaptığı görüşmeler de olumlu sonuçlanmıştır. “Kürt Seçim İttifakı” kurulurken, blok Kürt halkının ortak talepleri konusunda da uzlaşmıştır.25 Bu “çift hereket” modelinde farklı kutupları biribirine bağlayan sosyo-politik tutkal ise etik-siyaset prensipler yani (herkese eşitlik, özgürlük) herkesi (daha çok karşı-hegemonya aktörlerini) ortak zeminde (agonistik demokratik kamusal alanda) buluşturma siyasetidir. Böylece araştırmanın teorik referansları açısından bakıldığında HDP‟nin savunduğu radikal demokratik vatandaşlık liberal demokrasideki algılamanın tersine (ve PKK ya da PYD‟nin önermesinden de farklı olarak), agonistik demokrasi çerçevesinde, siyasette rasyonel antagonistik biz ve onlar ayrımını siyasal olan üzerinden yeniden yaparak, yok edilecek düşman yaratılmadan, kimseyi ötekileştirmeden ve “eritici uzlaşma”ya gidilmeden, ihtilaflı alanlarda “çatışmalı konsensüs”sa gidilerek biz ve onlar ayrımını evcilleştirip agonizm içinde hasım yaratmaktadır, yani demokratik platformda demokratik talepler dile getirilmektedir (Tekdemir, 2015b). HDP bu durumu radikal demokratik politik bir proje olarak sunmaktadır. Bunun kavramlaştırılması ise Türkiyelileşme, yeni hayat, büyük insanlık ve biz’ler gibi önermeler üzerinden tasarlamakatadır. Bu mantık silsilesine göre “Kürt sorunu” diye adlandırılan anlaşmazlık ve 7 Haziran öncesi gündemde olan çatışma çözümü ve barış sürecine baktığımızda, aslında çözüm “çatışmalı uzlaşma” gibi sembolik demokratik çoğulcu bir zeminde gerçekleşebilir. Antagonist düşman yerine agonistik bir hasım politikası oluşturularak çatışmanın tarafları arasında agonistik çoğulculuğun önerdiği gibi demokratik kurumlar yani hasımlar arasında sembolik bir zemin yaratılarak rasyonel ve ahlaki yapıdan ziyade politik olana dayanan bir çözüm sürecinden bahsetmek mümkündür. “Akil İnsanlar” sivil insiyatifinin pratiği üzerinden bu kurgulanma gözlemlenebilir. Ortada liberalmuhafazakâr, neo-liberal, sosyal demokrat ya da radikal demokrat gibi farklı ideolojik tanımların arasında hala devam eden hegemonik bir mücadele söz konusu olmasına rağmen, bu heyet insanların güvenini sağlayacak, geçmiş acılarını saklayacak, ortak bir kamusal zemin oluşturup antagonistik müzakere yolları açmayı denemiştir. Burada esas mesele ortada farklı fikirler ve mücadeleler olsa bile biribirine karşı agonistik bir saygı çerçevesinde diyalog kurma gerekliliğidir. Ne yazık ki 1 Kasım erken seçim öncesi ve sonrası hala devam eden çatışmalı ortam bu kanalların açılmasına izin vermemektedir. Bu ortamda aslında, Spinoza‟nın altını çizdiği siyaseti yönlendiren, halkın tutkularını belirleyen ve hegemonik güce imkân ya da meydan okutan iki 25 Ortak talepleri görmek için bkz. http://ozgurgundem.com/?haberID=128269& haberBaslik=KÜRDİSTAN%20İTTİFAKI&action=haber_detay&module=nuce 1236 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) önemli beklenti, “umut” ve “korku” tetikleyici rol oynamaktadır. Bunun altında da “müşterek istekler” yani demokratik talepler yatar, bu da HDP‟nin toplumda yaratmaya çalıştığı sinerjinin sebebidir. HDP‟nin 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde %13‟lük bir sonuç ile 80 milletvekili çıkararak tarihi bir başarı sağlaması bu duruma örnek gösterilebilir. AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan‟nın toplumun bazı kesimlerinde yaratığı korku duygusu; mesala rejimin varlığı, demokrasinin ve laikliğin geleceği, Kürt sorunun çözüm(süzlüğü) sürecinin daha fazla toplumsal ayrışmaya yol açması gibi korkular, beraberinde bunu dengeleyebilecek umut vaddeden alternatif bir siyaset ve aktör olarak HDP‟nin yükselmesini sağlamıştır. Ancak yeniden başlayan silahlı mücadele ve şiddet ile yerini tekrar korku üzerine kurulu ulusal güvenlik politikalarına bırakmıştır, umudun oluşması için yeniden barış dilinin kurulması elzemdir. Bu doğrultuda HDP ve beraberindeki barış yanlısı sivil toplum örgütlerinin kullandıkları söylem bu dinamiği çalıştırma siyaseti gütme çabası içindedir. Sonuç Yerine Agonistik teori şablonundan baktığımızda, Kürt sorununun tamamıyla rasyonel konsensüs üzerine kurulacak bir çözümünden söz etmek mümkün olmayacaktır. Özellikle model olarak günümüze kadar ülkeye sunulan AB menşeli neoliberal demokrasinin dışladığı kimliklerin yaratığı organik krizden dolayı, bu soruna çare olmayacağı araştırmanın yaratığı agonistik tartışma zemininde gözlemlenebilir. Bunun ötesinde ortada “üç boyutlu” bir Türkiye‟den, yani üçlü bir siyasal yörüngeden bahsetmek mümkündür. Bu yapı “eski Türkiye” (Kemalist modern ve laik bakış açısı), “yeni-Türkiye” (AK Parti ile neoliberal ve siyasal İslam geleneği) ve “başka Türkiye” (HDP-radikal demokratlık önermesi, yani yeni yaşam) kurucu dışsal ekseninde oluşan polarize olmuş, çatışmalı bir sosyal ve siyasal yapıdır. Mouffe bu açıdan Batı demokrasilerinin olduğu gibi Batılı olmayan ülkelere uygulanmasını yanlış bulur. Ülkelerin dinamikleri aslında kendi bulundukları sosyal, politik ve ekonomik ve hatta çatışma koşulları içinde kendi demokratik zeminini oluşturabileceğini vurgular. Araştırma örneğimizde de görüldüğü gibi HDP radikal demokrasi normatif kuramını ülkenin gerçeklerine uygun düşecek bir politik proje olarak uygulamaya çalışmıştır. Bu mantık silsilesi ile sürdürülmekte olan çatışma çözümü ve barış süreci oksimoron bir tabirle “çatışmalı mutabakat” ya da “çatışma ortamında barış” (HDP programında ise “mücadele içinde müzakere” olarak ifade edilmiştir) içinde sonuç alabilir ve bu durum demokratikleşme sürecinin doğası gereğidir. Burada asıl mesele, çatışmanın radikal çoğulcu demokrasiye uyumlu biçimde, düşman olanın daha yumuşak ve demokratik olan hasıma nasıl Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1237 dönüştürebileceğidir. Yani ortak, benzerleştirilmiş, homojen kimlikten ziyade (ki bu aynı anda farklı kimliklerin „eşdeğer‟ adı altında silikleştirilememesidir), bir arada yaşanabilecek ortak bir zemin yani agonistik demokratik kamusal alandan oluşturulabilir. Özellikle Türkiye gibi derinlemisine polarize edilmiş bir toplum düşünüldüğünde bütüncül bir anlaşma zorunluluğu beklenmemeli, ki olması da zor bir durumdur. Zira demokratik siyaset bu çatışmalar içinde varlığını sürdürebilir ve düşmanlık yerine, ırk, din, ahlak gibi değerlerden uzak, siyasal hasımlık yani meşrulaştırılmış bir rekabet kurulabilir. Laclau ve Mouffe (2001)‟un dediği gibi esasında tam bir çözüm ya da bütünsel bir uzlaşma hiç bir siyasi konuda mümkün değildir, çatışma ve antagonizm insanın doğasında vardır ve politize edilir. HDP hegemonik gücü elde edebilmek için pasif devrim ile sistemin radikal değişimini hedeflemektedir. Gramscici bağlamda mevzi savaşı stratejisi uygulanmakta ve kültürel bir dönüşüm sağlamaya çalışılmaktadır. Mouffecu siyasal tutkular bu anlamda harekete geçirilerek kolektif bir kimlik inşa edilmek istenmektedir. Bu anlayışa göre, radikal demokrasinin oluşması için yeni bir hegemonyanın kurulması gerekir ve yeni hegemonyanın da inşasında “kolektif bir irade” gerekmektedir. Bu açıdan, HDP‟nin biz‟ler önermesi ile demokratik mücadele yürüten farklı gruplar arasında bir eşdeğerlilik zinciri yaratılma amacı güdülür. Bu yapılırken yeni bir siyasal olan biz ve onlar ayrımı yeni politik sınırlar çerçevesinde -eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, adil ve bunun karşıtı tekçi, otoriter, baskıcı arasında ki ayrım gibi- tanımlanmakta ve bu şekilde toplum ve siyasal egemenler arasındaki karşıtlık üzerinden bir kolektif özdeşlik yaratılmaktadır. Böylece, HDP‟nin yeni siyasal olan kurgulamasıyla hasımlık kavramı demokratik politikanın önemli aktörü olarak yerini alır. Bu anlamda eski rejimin klasik biz/onlar dikotomisine göre ötekileştirilen, özcü kimliklerle homojenleştiren ve yok edilmesi gereken düşman olgusu yerini meşru düşmana ve hasım politikasına bırakmış olacaktır. Ama agonistik çoğulculuk oluşturma başarısı için herhangi bir garanti yoktur ve politik teorik ve analitik olarak bu agonistik demokratik kavramı, farklı bir popülizm ile de bitebilir. 7 Haziran sonrasındaki koalisyon görüşmelerinde belirginleşen karşılıklı suçlamalar, “güven(sizlik)” ve yeniden şiddetin siyasete hükmetmesi sorunu bu durumun başka bir pratik örneğidir. Yani çatışma hala merkezde yer almaktadır. 1238 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Kaynakça Akkaya, Ahmet Hamdi ve Joost Jongerden (2012), “Reassembling the Political: The PKK and the project of Radical Democracy”, European Journal of Turkish Studies, (14). Barkey, Henry J. ve Graham E. Fuller (1997), “Turkey‟s Kurdish Question: Critical Turning Points and Missed Opportunities”, The Middle East Journal, 51 (1): 59-79. Bar-On, Tamir (2015), “From Marxism and Nationalism to Radical Democracy: Abdullah Öcalan‟s Synthesis for the 21st Century”, Challenging Capitalist Modernity II Conference, Hamburg Germany, https://kurdishissue.wordpress.com/2015/04/25/1-140/ (02.03.2016). Belge, Murat (Şubat 2015), “Siyasette Popülizm”, Taraf Gazatesi, http://www.taraf.com.tr/yazarlar/ siyasette-populizm/# (13 Mart 2015). Biehl, Janet (2012), “Bookchin, Öcalan and the Dialectics of Democracy”, New Compass, http://new-compass.net/articles/bookchin-öcalan-and-dialectics-democracy (10.03.2016). Errejon, Inigo ve Chantal Moufffe (2016), Podemos: In the Name of the People (London: Lawrance and Wishart). Gencoglu-Onbasi, Funda (2016), “„Radical Social Democracy‟: A Concept that has much to say to Social Democrats in Turkey”, Contemporary Politics, 22 (1): 95-113. Grigoriadis, Ioannis N. (2016), “The Peoples‟ Democratic Party (HDP) and the 2015 Elections” Turkish Studies, 17 (1): 39-46. Gramsci, Antonio (2003), Selection from the Prison Notebooks (London: Lawrence and Wishart). Hardt, Michael ve Antonio Negri (2000), Empire (Cambridge, Massachusetts: Harvard University). Howarth, David (Ed.) (2015), Ernasto Lacalu: Post-Marxism, Populism and Critique (London, New York: Routledge). Jongerden, Joost (2015), “Demokrasiyi Radikalleştirmek: Güç, Politika, İnsanlar ve PKK”, Türkiye Politika ve Araştırma Merkezi, 4 (3): 61-77. Jongerden, Joost ve Ahmet H. Akkaya (2013), “Democratic Confederalism as a Kurdish Spring: the PKK and the quest for radical democracy,” Ahmet, Mohammed ve Michael Gunter (Ed.), The Kurdish Spring: Geopolitical Changes and the Kurds (Costa Mesa: Mazda Publishers). Küpeli, Çağdaş (Haziran 2014), “Radikal Demokrat Bir Hareket Olarak HDP”, Birikim Dergisi, http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/1022/radikal-demokrat-bir-hareket-olarakhdp#.VuAigqNFDcs (04.10.2015). Lacalu, Ernasto (2005), On Populist Reason (London: Verso). Lacalu, Ernasto ve Chantal Mouffe (2001), Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics (London, New York: Verso). Laciner, Ömer (Nisan 2015), “Bir Imkan Olarak HDP”, Birikim Dergisi, 312, http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/7153/bir-imkan-olarak-hdp#.VuAcDaNFDcs (09.03.2016). McDowall, David (2003), A Modern History of the Kurds (London: I.B.Tauris). Martin, James (Ed.) (2013), Chantal Mouffe: Hegemony, Radical Democracy and the Political (London, New York: Routledge). Mouffe, Chantal (2008), Siyasetin Dönüşü (İstanbul: Epos) (Çev. Fahri Bakırcı ve Ali Çolak). Mouffe, Chantal (2009), Demokratik Paradoks (Ankara: Epos) (Çev. A. Cevdet Aşkın). Ömer Tekdemir Radikal Plüralist Demokratik Parti Olarak HDP’nin “Başka Türkiye” Önerisi 1239 Mouffe, Chantal (2013), Siyasal Üzerine (İstanbul: İletişim) (Çev. Mehmet Ratip). Mouffe, Chantal (2015), Dünyayı Politik Düşünmek: Agonistik Siyaset (İstanbul: İletişim) (Çev. Murat Bozluolcay). Öcalan, Abdullah (2015), Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşamı İnşa: İmralı Notları (Neuss: Waşanen Mezopotamya). Öcalan, Abdullah (2009), Demokratik Toplum Manifestosu: Özgürlük Sosyolojisi (Üçüncü Kitap) (Neuss: Mezpotamya Yayınları). Öcalan, Abdullah (2004), Bir Halkı Savunmak, Waşanen Serxwebun, (136). Öcalan, Abdullah (2003), Özgür İnsan Savunması, Waşanen Serxwebun, (128). Panizza, Francisco (Ed.) (2005), Populism and the Mirror of Democracy (London: Verso). Polanyi, Karl (1957), The Great Transformation; The Political and Economic Origins of Our Time (Boston: Bacon Press). Schmitt, Carl (1932/2007), The Concept of the Political, Expanded Edition (Chicago: The Chicago University Press). Somer, Murat (2004), “Turkey‟s Kurdish Conflict: Changing Context and Domestic and Regional Implications”, The Middle East Journal, 58 (2): 235-253. Stavrakakis, Yannis (2005). “Religion and Populism in Contemporary Greece”. (in) Francisco Panizza (ed.). Populism and the Mirror of Democracy. London: Verso. Stavrakakis, Yannis ve Giorgos Katsambekis (2014), “Left-wing Populism in the Europen Periphery: The Case of Syriza” Journal of Political Idologies, 19 (2): 119-142. Şimşek, Bahar ve Joost Jongerden (Mayıs 2015), “Demokrasi İradesinin Beyanı ya da Yaratıcı Hareketler Çokluğu: Biz‟ler HDP”, Birikim Dergisi, (313). Şur, Tuncay (Ekim 2014), “Kürt Siyasetinden HDP‟ye Radikal Demokrasinin İzlerini Sürmek”, Birikim Dergisi, http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/562/kurt-siyasetinden-hdpye-radikal- demokrasinin-izlerini-surmek#.VuAfs6NFDcs (20.06.2015). Taggart, Paul (2000), Populism (Buckingham, Philadelphia: Open University Press). Tekdemir, Ömer (2015a), “HDP‟nin Büyük İnsanlığı, Biz‟ler ve Radikal Demokratik Alan”, Birikim Dergisi, http://www.birikimdergisi.com/guncel/hdpnin-buyuk-insanligi-bizler-ve-radikaldemokratik-kamusal-alan (10.06.2015). Tekdemir, Omer (2015b), “New Politcs of the New Middle East: Turkey‟s Radical Democrat Party”, yourmiddleeast.com, http://www.yourmiddleeast.com/culture/new-politics-of-the-newmiddle-east-turkeys-radical-democratic-party_32555 (11.06.2015). Tekdemir, Omer (2015c), “Is a Socilaist EU Possible via Left-wing Populist Parties, such as Syriza, Podemos and the HDP?”, Open Democracy, https://www.opendemocracy.net/caneurope-make-it/omer-tekdemir/is-socialist-eu-possible-via-leftwing-populist-parties-suchas-syri (03.06.2015). Tekdemir, Ömer (2014), “Kürt Siyasal Üstyapısının AB ve Barış Süreci ile Yeniden Kavramsallaştırılması: „Kavgacı Demokrasi‟, Çifte Moment ve Karşı-Hegemonya”, Aktaş, Murat (Der.), Çatışma Çözümleri ve Barış (İstanbul: İletişim Yayınları): 29-53. Tuğal, Cihan (2009), Passive Revolution: Absorbing the Islamic Challenge to Capitalism. Stanford and California: Stanford University Press. Watts, Nicole F. (1999), “Allies and Enemies: Pro-Kurdish Parties in Turkish Politics, 1990-94”, International Journal of Middle Eastern Studies, 31 (4): 631-656. 1240 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) White, Paul (2015), The PKK: Coming Down from the Mountains (London: Zed Books). Wittgenstein, Ludwig Publishing). (2009), Philosophical Investigation (West Sussex: Wiley-Blackwell Yegen, Mesut (1996), “The Turkish State Discourse and the Exclusion of Kurdish Identity”, Middle Eastern Studies, 32 (2): 216-229. Zeydanlıoğlu, Welat (2013), “Diyarbakır Askeri Cezaevinde İşkence ve Türkleştirme”, Toplum ve Kuram, 8: 183-200. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1241 - 1266 LEON WALRAS’TA İKTİSAT VE MEKANİK İLİŞKİSİ* Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öziş Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ●●● Öz Onyedinci yüzyıl Bilim Devrimi‟nin başarıları doğa bilimlerinin dışındaki bilim dallarının da ilgisini çekmiştir. Klasik fizikte sağlanan başarının benzer metodolojik yaklaşımlar ile tekrar edilebileceği düşüncesi, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren iktisat biliminde epeyce taraftar bulmaya başlamış ve 1870‟lerde “marjinalist devrim” ile bir anlamda zirvesine ulaşmıştır. Walras klasik fiziğin metodolojik kabullerinin en kararlı kullanıcılarından biridir. İktisat biliminin klasik fiziğe benzer biçimde kesin bilim olacağını, olması gerektiğini düşünmektedir. Bu doğrultuda iktisadi değişkenleri, niteliksel özelliklerinden soyutlayıp, klasik fizikte olduğu gibi sadece nicel değerler olarak ifade etmek istemektedir. Çalışmada, Walras‟ın söz konusu dönüşümü gerçekleştirme yöntemi sergilenecektir ve iktisadi gerçekliğin yapısal farklılıklarını ortadan kaldıran bu dönüşümün yarattığı sorunlar tartışılacaktır. Ayrıca Walras‟ın metodolojik olarak klasik fiziğe öykünürken, epistemolojik açıdan geometriye öykünmesinden çeşitli sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunlardan biri, iktisadi gerçeklik ile Walras‟ın saf iktisat teorisinin Platoncu genel felsefesi arasındaki ilişkidir. Bu ilişki ve doğurduğu sonuçlar çalışmada ele alınmaktadır. Anahtar Sözcükler: Nitelik, Nicelik, Mekanik, İktisat, Denge The Relationship between Economics and Mechanics in Leon Walras Abstract The achievements of the Scientific Revolution of the seventeenth century has caught the attention of many sciences other than the natural sciences. The idea that the success of classical physics can be recurred by applying the same methodological approaches was supported by many specialists in economics especially after the second half of the nineteenth century and “the marginal revolution” ensured important contribution to this idea. Leon Walras is one of the most determined economists who believes that the methodology of classical physics can ensure economics to be an exact science. To get the aim, he thinks that the variables of economics should be abstracted from their qualitative contents and be stated in terms of quantity. This study tries to explore the transformation process in which variables are converted from qualitative to quantitative. The process has some risks such as elimination of the structural and unique differences; thus, the problems brought about due to the application the same methodology in economics will be discussed. In addition, Walras imitates the methodology from mechanics so as to be able to reach the exact science but at the same time he also imitates epistemology from geometry for the same reasons. They are different sciences so, naturally, there are some differences in falsification and verification issues. One of them is the relationship between the economic realities and the general philosophy of his pure theory of economics which will finally be examined as well. Keywords: Quality, Quantity, Mechanics, Economics, Equilibrium * Makale geliş tarihi: 31.10.2016 Makale kabul tarihi: 16.12.2016 1242 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi Giriş Bilim Devrimi‟nin en önemli başarılarından biri, inceleme konusu olan nesnelerinin gelecekte alacakları konuma ilişkin mükemmel denilebilecek biçimde öngörü yapmaya olanak sağlaması olmuştur. Karmaşık görünen gerçekliğin aslında bir düzeni olduğunu ortaya çıkarması ile kazanılan bu olanak sayesinde, evrenin bir bölümünün işleyişindeki düzenin gözler önüne serilmesi mümkün olmuştur. Bu başarıların sağlanabilmesinin en önemli nedenlerinden biri, Aristo kozmolojisinin ereksel ve niteliksel açıklamalarının terk edilmesidir. Bunların yerine Galileo Galilei‟nin ölçülebilenleri ölçmek, ölçülemeyenleri ise ölçülebilir hale getirmek biçiminde özetlenebilecek ilkesi koyularak, evrenin inceleme alanına alınan nesneleri nicelik olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bilim Devrimi’nin en önemli başarılarından biri olan karmaşık görünen gerçekliğin aslında belirli bir düzene sahip olduğunun ortaya çıkarılmasına “sosyal bilimler” de uzak kalamamıştır. Karmaşık görünen gerçekliğin aslından kendiliğinden bir düzene sahip olduğu fikri, Smith ile iktisadi düşünceler tarihinde yerini alırken, bu aynı zamanda klasik ekonomipolitikten, neoklasik iktisada devredilen bir fikir olarak iktisadi düşüncede korunmuştur. Ancak neoklasik okul bununla yetinmemiştir. Klasik ekonomipolitik düşüncesinde çok belirgin hale dönüşmemiş olan karmaşık gerçekliğin niceliksel analizini öncekine göre çok daha güçlü bir biçimde araştırma gündeminin konusu haline getirmiştir. Bu anlamda Galilei‟nin fiziksel evreni niceliksel olarak ifade etme çabasının bir benzerini Walras‟ın sosyal evren iktisadi bölümü için geliştirmek istediği öne sürülebilir. Galileo ile birlikte belirgin biçimde gündeme oturan fiziksel evrenin ölçülmesi ve sadece ölçülebilen şeylerin bilimsel bilgi konusu olabileceği düşüncesi, “[d]oğanın matematikselleştirilişi (geometrikleştirilişi), dolayısıyla bilimin matematikleştirilişi (geometrikleştirilişi)” (Koyre, 1989: 111-112) yönünde zorunlu bir yönelimin olması gerektiği biçiminde yorumlanmıştır. Bu yorumu Walras da kesin bilime ulaşmanın bir koşulu olarak kabul etmiştir. Klasik fiziği (çalışma boyunca aynı zamanda mekanik-mechanics) takip ederek iktisadi önermeleri matematiksel önermeler halinde ifade etmeyi iktisadın bilimselliğinin ön koşulu olarak kabul eden marjinalist/Walras iktisatçılar için (Mirowski, 1990: 192) ölçmek, bu bağlamda inceleme nesnelerini nicelik olarak ifade edebilmek bir zorunluluk olarak değerlendirilmiştir. Tartışma üç bloğa ayrılarak yürütülecektir. İlk olarak, Walras‟ın fizikteki kütle kavramı ile ilişkilendirdiği rareté kavramına odaklanarak geliştirdiği nicelikselleştirme yöntemi tartışılacaktır. Doğrudan mekanik denge kavramına atıf yaparak Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1243 türettiği bu yöntem sergilendikten sonra, ulaştığı sonuçları geometri ile ilişkilendirmesi ve bu nedenle düştüğü epistemolojik çelişki ikinci alt bölümde tartışılacaktır. Walras’ın gerek mekanik gerekse geometri ile kurduğu analojik göndermeler iktisadı kesin (exact) bilim olarak değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Kesin bilimin “saf” teorisinin bu ikisi referans alınarak inşa edilebileceğine yönelik inancı, bir başka kavramı gündemine almasına neden olmuştur. Bu, denge kavramıdır. Walras’tan bu yana önemini kaybetmeyen bu kavramın analizindeki yeri son alt bölümün konusunu oluşturmaktadır. Çalışma sonuç bölümü ile tamamlanmaktadır. 1. Niceliksel Bir Bilim Olarak İktisat Teorisi Her ne kadar Walras “Saf İktisadın Öğeleri”ni (Elements of Pure Economics, 1874) marjinalist okulun diğer iki kurucusu sayılan Stanley Jevons‟un “Politik İktisat Teorisi” (The Theory of Political Economy, 1871) ve Carl Menger “İktisadın İlkeleri”ni (Principles of Economics, 1871) yayımlamalarından daha sonra yayımlasa da, genel olarak neoklasik iktisat teorisi, özel olarak da bu teorinin matematikselleştirilmesi üzerindeki etkisinin derinliği ve yaygınlığı bu ikisinden çok daha güçlü olmuştur. Öyle ki, bu etki nedeniyle Schumpeter, onu “saf iktisat teorisi söz konusu olduğunda… bütün iktisatçıların en büyüğü” (Schumpeter, 1954: 827) olarak nitelerken1, söz konusu neoklasik okulun yaygınlaşmasında başrollerden birini oynamış olan Samuelson ise, Newton ile eş düzeyde görmektedir (Ingrao ve Israel, 1990: iv). Bu iki yazarın Walras hakkındaki övücü sözler sarf etmeleri sadece onunla aynı bilimsel ve düşünsel kökenleri paylaşmalarından kaynaklanmaz. Neoklasik iktisat söz konusu olduğunda farklı bilimsel ve düşünsel geleneklere sahip yazarlar da Walras‟ın ayrıcalıklı yerini teslim eder. Neoklasik iktisadın yakın dönemde en önemli eleştiricileri arasında yer alan Joan Robinson da Walras‟a neoklasik iktisada olan etkisi bakımından diğerlerinden daha fazla bir önem atfeder (Robinson, 1971: xv). Bu nedenle Walras, neoklasik okul için sembol bir isim olarak da değerlendirilebilir. 1 Schumpeter, iktisadi analizi Walras öncesi ve sonrası olarak ayırır ve ona kesin iktisat biliminin Magna Charta‟sının yazarı payesini vermiştir. “Walras‟ın çalışmalarından iktisadi evrenin statik teorisi, ekonomik öğeler veya değişkenler arasındaki çok sayıda miktar ilişkileri (eşitlikleri) (tüketim ve üretim malları veya hizmet fiyatları ve miktarları) olarak doğdu. Bu büyük başarı kazanıldıktan hemen sonra- kesin iktisat biliminin Magna Charta‟sı yazıldıktan hemen sonra ki bizler bugün onun detaylarını çalışıyoruz- Walras öncesi bilinmeyen bir araştırma tipi başladı.” (Schumpeter, 1954: 967-8) 1244 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Schumpeter’in belirttiği gibi, “ekonomik değişkenler arasında çok sayıda ilişkinin” çözümlenmesi yani genel denge anlayışını başlatmakla kalmadı, aynı zamanda bu ilişkiler kümesini doğrudan ve o dönemine kadar en güçlü bir biçimde mekanik ile analojik olarak ilişkilendirme pratiğini de başlatmıştır. Bu uğraşın temel amacı iki aşamalı olarak ifade edilebilir. İlk olarak, iktisadi dünyaya ait değişkelerin niceliksel olarak ifade edilmelerinin sağlanması ve ardı sıra elde edilen niceliklerin matematiksel eşitliklere dönüştürülmesidir.2 Bu, Galilei’nin klasik fizik biliminin temellerini atarken uyguladığı metodolojinin analojik karşılığı olarak kurgulanır. Söz konusu benzerliği açıklayabilmek ve Walras’ın amacını açıkça belirleyebilmek için Galilei’nin metodolojisi hakkında kısa bir açıklama faydalı olabilir. Döneminin terimiyle Felsefe -ancak bu doğa felsefesi ya da klasik fizik olarak anlaşılmalıdır- diyor Galilei, “gözlerimizin önünde açık duran o koca kitapta yani evrende yazılıdır; ancak yazılı olduğu dili öğrenip harfleriyle tanışıklık kurmadıkça onu okuyamayız. O matematiksel dille yazılmıştır, harfleri üçgenler, daireler ve öteki geometrik şekillerdir, onlar olmadan tek bir sözcüğü anlamak insan için olanaksızdır” (akt. Collingwood, 1999: 122). Klasik fiziğin gelişimi için bu önemlidir. Matematikselleşmenin gerçekleşebilmesi için de, temel önerme “niteliksel her şeyin atılması ve doğal gerçekliğin bir nicelikler- uzaysal nicelikler ya da zamansal nicelikler, ama nicelikler, yalnızca niceliklerbütününe indirgenmesiydi. Galileo’nun anladığı anlamda bilimin ilkesi ölçülebilir olanın dışında hiçbir şeyin bilimsel olarak bilinebilir olmadığıdır” (Collingwood, 1999: 123). Bu aynı zamanda Aristo kozmolojinin “organizma olarak doğa tasarımının” yerine “makine olarak doğa tasarımı”na (Collingwood, 1999: 114) geçişi de sağlayan bir program sunar.3 Walras bir taraftan klasik fiziği analojik olarak kullanarak diğer 2 3 Matematiğin iktisat teorisindeki yeri tartışmasında Carl Menger‟in diğer iki isimden farklılaştığı belirtilmelidir. Bu konuda (Routh, 1975: 227-230)‟a bakılabilir. Bu geçişi daha iyi anlayabilmek için Aristo kozmolojisine kısaca değinmekte fayda vardır. Değişim ile devinimi birbirini ikame edecek biçimde kullanan Aristo (2001: 93-99, 187) matematiksel ve fiziksel dünyayı devinim bağlamında birbirinden ayırmaktadır. Matematik devinmeyen, fizik ise, devinen şeylerle ilgilidir. Buna göre, üçgen ne zaman ile ilişki içindedir ne de devinir. Gökyüzü cisimleri, tohumun filizlenmesi, okun hareket etmesinin tümü ise devinim örnekleridir. Aristocu anlamıyla yeryüzündeki devinim örnekleri sadece bunlarla sınırlı da değildir. “Aristoteles fiziği duyulur algı üzerine kurulur; bu yüzdendir ki, matematiğe kökünden karşıdır. Deneyin ve ortak duyunun nitelikçe belirlenmiş olgularının yerine geometrik bir soyutlama koymayı reddeder ve a) duyulur deneyin verileri ile matematiksel kavramların farklı türden şeyler oluşuna, b) matematiğin niteliği Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1245 taraftan ise epistemolojik olarak iktisadın saf bilimini geometri ile kıyaslayarak benzer bir dönüşümü iktisat bilimi için gerçekleştirmek ister. Bu doğrultuda, Walras daha önce Jevons tarafından formüle edilen şu temel iddiayı sürdürür. İktisadı acı ve hazzın matematiksel hesabı olarak tanımlayan Jevons (1957: vi) bunun bir sonraki aşaması olarak değerlendirilebilecek, niceliksel olarak ifade edilebilirlik konusunu ise şöyle değerlendirmektedir. “Şu açıktır ki, İktisat, eğer herhangi bir biçimde bilim olacaksa, matematiksel bilim olmalıdır… Bana öyle görünüyor ki, bilimimiz niceliksellerle uğraştığından dolayı matematiksel olmalıdır. Nerede şeyler büyüktür veya küçüktür biçiminde ele alınabiliyorsa, orada yasalar ve eğilimler doğal olarak matematikseldir” (Jevons, 1957: 3).4 Jevons‟un tespitine koşut biçimde, Walras da ölçülebilirlik/nicelikselliğin arttırılması ile iktisat biliminin kesin bilim olma yolunda daha hızlı ilerleyeceğini savunmaktadır. Buna göre, ölçülebilirlik sayesinde, örneğin değişim değeri matematiğin bir alt dalı haline gelebilecektir. Mübadele ilişkilerinin matematiğin alt dalı olarak değerlendirilmesi anlamına gelen önerisine göre, “değişim değeri büyüklük olarak ölçülebilir. Eğer genel olarak söylenecek olunursa matematiğin amacı bu türden büyüklükler ile çalışmak ise, değişim değeri teorisi gerçekten matematiğin bir dalıdır ki bu matematikçiler tarafından ihmal edilmiş ve geliştirilmemiştir” (Walras, 1965: 70). Walras‟ın bu sözleri ile iktisatçılara bir çalışma programı da çıkarmış olmaktadır. Bu programın ilk adımı matematikçilere üzerinde çalışabilecekleri nicelikleri ya da başka bir deyişle verileri, sayısal büyüklükleri sağlamaktır. İktisatçıların niceliksel olarak ifade ettikleri “nesne”ler arasındaki ilişkilerin, matematiğin alt dalı olabilmesi ancak bu adımdan sonra olanaklı hale gelir.5 4 5 açıklayamaz ve devinimi türetemez oluşuna dayanarak, bir matematiksel fiziğin olanaklılığını yadsır. Şekillerin ve sayıların zaman dışı krallığında ne nitelik ne de devinim vardır” (Koyre, 1994: 144). Kısaca ifade edilecek olursa klasik fiziğin zaman ve mekâna bağlı olmayan nesneleri, Aristo kozmolojisi bakımından fiziksel nesneler olarak zaman ve mekân içinde değiştikleri kabul edilir. Örneğin, havaya atılan taş yere düştüğünde, doğal devinimini tamamlar ve bu süreç geçiş durumudur. Taş ancak doğal yerinde gerçek olacağından geçiş durumundaki taş ile yerdeki taşın birbirinden niteliksel olarak farklı olduğunu iddia eder. Klasik fizik ise bu ayrımı ortadan kaldırarak fiziki nesneler için mekanistik bir doğa tasarımını geliştirir. Bu gelişim klasik fizik için pozitif bir ilerlemedir, ancak aynı ilerlemenin sosyal evren için de benzer yöntem ile sağlanabileceği tartışma konusudur. Walras son yazılarından biri olan “İktisat ve Mekanik”e Jevons‟un bu sözlerini tartışarak ve olumlayarak başlar (Walras, 1990: 206-207). İktisadi değişkenlerin nicelik olarak elde edilmesi ile kesin bilim arasında kurulan ilişki, verilerin elde edilmesi ve sayısal ilişkiler olarak formüle edilmesine 1246 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Sorunun ilk aşamasını “nesne”nin niceliksel olarak ifade edilmesi biçiminde tespit ettikten sonra, piyasanın ortaya çıkardığı sonuçları gözlemleyen Walras, mübadele işlemi sonucunda oluşan değişim değerlerine iki nicel büyüklük çerçevesinde anlam yükler: Fiyat ve miktar. Fiyat ve miktar niceliklerini piyasa üretir. Ortaya çıkan sonuçların/sayısal değerlerin elde edilmesine pratik bir sorun yaşaması beklenmez. Veri toplanması ile ilgili bir sorun olma olasılığı vardır ki, bu da, teknik bir sorun olarak ihmal edilebilir. Serbest piyasada oluşan fiyat ve miktar değerlerini ortaya çıkaran arz ve talep mekanizmasıdır. Arz ve talebe ait ölçü birimleri tane, hacim, ağırlık biçiminde ifade edilmesi teknik bir işleme indirgenebilir. Benzer biçimde fiyatlar numeriare bir mal veya para-fiyat olarak ifade edilebilir. Ancak bu teknik işlemlerin ötesinde asıl sorunu oluşturan nokta, arz ve talep mekanizmasını harekete geçiren veya nedenlerin nedeni olarak ifade edilebilecek olan insanın ya da ekonomik bireyin eylemlerinin nicel olarak nasıl ifade edileceğidir. Arz ve talebin nedeni ya da fiyat ve miktar büyüklüklerini ortaya çıkaran nedenlerin nedeni olarak insan etkinliğinin nicelikselleştirilmesi gerekir. Walras bu sorunu rareté kavramı aracılığı ile aşacağını düşünmektedir.6 Şöyle ki, “Rareté ölçülebilir bir büyüklüktür; değişim değeri ile arasında sadece zorunlu bir ilişki yoktur, aynı zamanda ağırlığın kütle ile olan ilişkisi gibi bu değer ile zorunlu olarak orantılıdır. Bu nedenle rareté ile değişim değerinin bir arada vuku bulması ve orantısal olgular olmaları kesin ise, şu da kesindir; rareté değişim değerinin nedenidir. Değişim değeri ağırlık gibi, göreceli olduğu halde, rareté kütle gibi mutlak bir kavramdır” (Walras, 1965: 145). Saf İktisadın İlkeleri‟nin dördüncü edisyonuna yazdığı önsözde matematiksel iktisadın gelişimini tamamlamasıyla birlikte, iktisadın mekanik ve astronomi gibi kesin bir bilim olacağını iddiası dile getiren Walras için (1965: 48) matematikselleştirmeyi olanaklı kıldığını düşündüğü rareté kavramı bu 6 indirgenebilmektedir. Jevons şunu iddia eder: “İktisadın kesin tedrici biçimde kesin bilim olarak inşa edileceğini duraksamadan söyleyebilirim. Ticari istatistikler şimdi olduğundan daha kesin ve daha tama yakın olduklarında, sayısal verilerin yardımıyla, kesin anlamlı formüller üretebilecektir” (1957: 21). Walras kitabının üçüncü dersi olan, “Sosyal Zenginlik, Kıtlığın Üç Sonucu: Değişim Değeri ve İktisadın Saf Teorisin”de kıt (scarce) ve kıtlık (scarcity) kavramlarını sırasıyla rare ve rareté kavramları ile aynı anlamda kullanır. Ancak “Fayda veya İstek Eğrileri. Malların Maksimum fayda Teoremi” adını taşıyan sekizinci derste rareté bugünkü marjinal fayda anlamında kullanılır. Bkz. Rareté, The Cause of Value in Exchange, adını taşıyan 10. Ders, 1965: 143-149 ve 1965: 489 ve 506. Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1247 açıdan önemlidir. Ancak bu, basit bir gözlem ve piyasada ortaya çıkan büyüklüklerin tespiti sorunu değildir. Walras‟ın bu noktadan sonra analizini ilerletebilmesi için bireylerin fayda maksimizasyonunun nasıl sağlandığını matematiksel olarak ortaya koyması gerekir. Tanım gereği fayda maksimizasyonu değişim değeri ve rareté ile ilişkili bir konudur. Dolayısıyla maksimizasyon işlemi bu ikisi kullanılarak yapılacaktır. Ancak değişim değeri ve rareténin maksimizasyon gibi, matematiksel bir işleme tabi tutulması için sadece niceliksel olarak ifade edilebilmeleri yetmez. Maksimizasyona işlemine uygun biçimde niceliksel olarak ifade edilmeleri gerekir. Bunun koşulu mallara ve mallardan elde edilen tatmine yönelik ilave bir kabulün yani malların tam bölünebilir olduğu kabulünün yapılmasıdır. Diferansiyel hesabı gündeme getiren bu koşula geçmeden önce neoklasik okul için önemli olan faydacılık felsefesine kısaca değinmek yerinde olacaktır. İnsan davranışlarını hazza koşma ve acıdan sakınmaya indirgeyen bu felsefenin içinde gizli bir “ekonomizm” vardır. Çoğunlukla Adam Smith‟ten türetildiği iddia edilen bencil birey davranışları ile faydacılığın bütün insan davranışlarını iki güdüye dayandıran önermesi arasındaki mesafe birbirine uzak değildir. Marjinalistlerin burada vurgulanması gereken yeniliği bu “ekonomizm”in matematiksel olarak hesaplanabileceğine yönelik iddialarıdır. Jeremy Bentham‟ın insanı yöneten iki hükümdar olarak nitelediği acı ve hazzın iktisadi analizin temel ön kabulleri olmasını Jevons gerçekleştirir. İktisadı acı ve hazzın hesaplanması olarak tanımlayarak sadece faydacı felsefeyi iktisada taşımakla kalmaz, aynı zamanda söz konusu hesabı yapabilmek için gerekli matematiksel araç olan diferansiyel hesabı da iktisat teorisinin içine yerleştirir.7 Ekonomik birimlerin fayda maksimizasyonu, bölünemeyecek kadar küçük büyüklüklerle çalışılması gereğini ortaya çıkarır. Bu gerekliliğin bilincinde olan Walras, Gossen‟den şu sözleri aktarmaktadır: “Değişim sürecinin tamamlanması için, iki mal, alış-veriş yapan taraflar arasında öyle bölünmeli ki, her malın son atomunun (the last atom of each commodity) değeri her iki taraf için de aynı olsun” (Walras, 1965: 204-205). Acı ve hazzın hesabı ya da başka deyişle fayda maksimizasyonu iktisadı tanımlayan bir konuma yükseltilince, matematiksellik de bir anlamda tercih sorunu olmaktan çıkar. Nicelikselleştirme ve bununla paralel biçimde matematiksel analiz iktisadi analizin gerek 7 Diferansiyel hesap da marjinal devrim gibi eş zamanlı bir keşiftir. Newton ve Leibniz tarafından ayrı ayrı geliştirilmiştir. Newton cisimlerin hızını ve hızdaki değişimi; Leibniz ise, bir eğrinin eğiminin herhangi bir noktadaki değişim oranını hesaplayabilmek için bölünemeyecek kadar küçük büyüklükler ile çalışmışlardır. “Diferansiyel hesabın merkezi kavramı bir eğrinin eğiminin veya hareket halindeki cismin hızının anlık (instantenous) değişim oranıdır” (Routh, 1975: 217). 1248 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) şarrtlarından biri haline getirilir. Saf İktisadın İlkeleri‟nin yine aynı önsözünde şu tespiti yapar: “Sadece matematiğin yardımıyla maksimum fayda koşullarını neler olduğunu anlayabiliriz. Çünkü raretéyi açıklamak için alış-veriş yapanların her birine tüketim malı ve hizmetiyle ilişkilendirilen bir denklem veya eğri atfedilir. Rareté [yani] son birimden elde edilen hazzın şiddeti tüketilen miktarın azalan bir fonksiyonudur. Matematik bize şunu göstermeyi başarır, eğer belirli fiyatlar bağırıldığında karşılıklı olarak talep edilen ve teklif edilen malların miktarları, alış-verişin gerçekleştiği fiyatlar ile bu malların raretéleri birbirleri ile orantılı olmalarını sağlıyorsa, alış-verişteki her taraf mümkün olan en yüksek memnuniyeti elde eder” (Walras, 1965: 43). Atom kavramı malların tam bölünebilirliği anlamına gelirken, rareté bunun diferansiyel hesaba uygun formüle edilerek iktisadi analize sokulmasını amaçlar. Rareté maldan tüketilenmiktar ile faydası arasındaki ilişkiyi açıklayan fonksiyonun birinci türevidir (Ingrao ve Israel, 1990: 92). Dolayısıyla hızın zamana göre türevinin hızın anlık değişimini yani ivmesini vermesine benzer biçimde, rareté de toplam faydanın zamana göre değil, ancak tüketilen miktara göre anlık değişimini/marjinal faydayı verir. İktisadi bir kavram olarak rareténin klasik fiziğin hız kavramı ile analojik olarak ilişkilendirilmesi rastlantısal değildir. “İktisat ve Mekanik” (Economics and Mechanics) adlı makalesinde doğrudan doğruya, adından da anlaşılacağı üzere, iktisadi analiz ile mekaniği analojik olarak ilişkilendirir. Walras tabii ki iktisat ve mekaniğin nesneleri arasındaki farklılığın bilincindedir. Ancak söz konusu farklılığı aşağıda ortaya koyulacak analizi aşmak istemektedir. Ona göre, herkese aynı biçimde görünen, herkes için aynı biçimde işleyen ve doğanın müdahale edilemeyen kısmı olarak adlandırdığı olguları fiziko-matematiksel (physico-mathematical) bilimlerin konusudur. Bu fiziksel (physical) olguların insana dışsal olduğunu belirtir. İkinci kategori, insan tercihlerinin ve özgüllüklerin mevzu bahis olduğu içsel (interior) olgulardır. Kişiselliğe ve subjektiviteye açık bu olguların psişik (psychic) olduğunu belirten Walras, bunları psiko-matematiksel (psychic-mathematical) bilimlerin konusu olduğunu belirtir. Beklenileceği gibi, iktisat bilimi de son kategoriye girmektedir (Walras, 1990: 206-207). İktisat biliminin olguları, her ne kadar, kişisellik ve subjektivite değerlendirmelerine açık olsa da bu onu mekanik ve astronomi ya da başka bir deyişle fiziko-matematiksel bilimler gibi, kesin bir bilim olmasına engel olamayacağı iddiasını ortaya atar. Çünkü psişik olandan fiziksel olana başka bir deyişle kişisellik ve subjektiviteden dışsal bir objektiviteye rareté ile birlikte düşünülen, faydanın ölçülmesi sayesinde geçilebileceğine inanır. Faydanın ölçülebilmesi sorununda fiyatlar ile fayda arasında kurulan ilişki ile aştığını düşünmektedir (Georgescu-Roegen, 1971: 40). Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1249 “İktisat ve Mekanik” makalesi kullanarak bu akıl yürütmeyi sergilemek mümkündür. İki mallı modelinin işleyişinde doğrudan kantarın (roman balance) işleyişini örnek gösterirkengenel dengede ise gökyüzü mekaniğini gösterir. Çalışmasında fayda analizi ile kantar arasında kurduğu analoji şöyledir.8 A ve B piyadaki iki mal olsun; Ua=Φa(qa) Ub=Φb(qb) bunların fayda fonksiyonlarıdır ve tüketilen miktarın artmasına orantılı olarak artmamaktadır. ra=dΦa(qa)/dqa=Φ‟a(qa), ve rb=dΦb(qb)/dqb=Φ‟b(qb) rareté yani marjinal fayda eşitlikleridir ve tüketilen miktar arttıkça azalmaktadır. Buradan Walras fayda maksimizasyonu denklemini şöyle yazar. (dΦa(qa)/dqa) . dqa + (dΦb(qb)/dqb) . dqb = 0 ya da ra . dqa + rb . dqb = 0 (1) (1) numaralı denklemi Walras, saf iktisadın temel diferansiyel eşitliği olarak nitelendirir. A ve B mallarının değerleri ile sırasıyla va ve vb ile orantılı olarak mübadele edildiklerini varsayarak denklemi yeniden yazar va . dqa + vb . dqb = 0 (2) Yukarıdaki eşitlikleri yeniden çözümlemesinin temel sonucuna ulaşır. düzenleyerek marjinal iktisat (rb/ra)=(vb/va) Sonuç olarak maksimum fayda, raretélerin oranının değerlerin oranına eşit olduğunda sağlanır.(Walras, 1990: 210-212). Kantar, Walras için dışsal ve objektif gerçeklik alanıdır; kilogram, gram gibi, herkesin üzerinde anlaştığı ölçü birimleri ile çalışır. Oysa mübadelede ihtiyaçların şiddetini ölçebilecek bu türden bir olanak yoktur. Ancak raretéler ile değerler, içsel olguların (psikomatematiksel) dışsal olgulara (fiziko-matematiksel) dönüşümünü sağlayabileceği kanaatindedir. Böylece içsel olgulara ait, sübjektivite ve özgüllüklerin ortadan kaldırılarak, ölçüm sorunun aşıldığı düşünür. Serbest piyasa ekonomisinin arz ve talep güçleri sürekli olarak rakamlar üretir, bu rakamlar esas itibariyle farklı büyüklükleri kg, metre, metreküp vs. 8 Örnek, “İktisat ve Mekanik” makalesinden doğrudan alıntılanmıştır. 1250 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) cinsinden olsalar da fiyatların bunları her birini diğeri cinsine dönüştürdüğü kabul edilir. Bu niceliksel değerler Walras için, iktisat bilimini subjektiviteden kurtulmasının başlangıç noktasıdır. Terazi ve gökcisimleri objektif görünümler ile ilgilenir. Hâlbuki iktisatta algılanamayan içsel özellikleri ve ortak bir ölçüye tabi tutmak mümkün değildir. Bu içselliğin objektif ölçülebilirliğe dönüşerek, matematiksel karaktere dolayısıyla kendince tarafsız bir bilime dönüşmesinin yöntemini şu sözleri ile özetlenebilir: “Kantarın kollarının uzunluğu oluşturabilmek için metre ve santimetre, bu kollara asılan ağırlık ölçülmesi için gram ve kilogram vardır; yıldızların hareketini belirlemek için aletler vardır. Ticaret yapanların (traders) ihtiyaçlarının yoğunluğunu ölçmek için hiçbir şey yoktur. Fakat bu hiç önemli değildir, çünkü herkes (traders) bilerek ya da bilmeyerek, eğer ihtiyaçlarının son birimi malların değerleri ile orantılıysa kendisi için kararını verir. Ölçme, sayıların ve sayısal ilişkilerin karşılaştırılması, ölçülebilen olgunun fiziksel ya da psişik olmasına bağlı olmaksızın, içsel ya da dışsal niteliklerince (quality) engellenmez. Sonuç olarak, bu bilimin matematiksel karakteri inkâr edilemez” (1990: 212-213). Walras için bu analiz, iki nedenden ötürü özel öneme sahiptir. Birincisi bu aşama sayesinde iktisadın saf teorisi mekanik ve astronomi gibi, kesin bilim olacaktır. Bu meseledeki kararlıdır. Kararlılığı konusunda, iktisadı tanımladığı anlamda matematiksel kabul etmeyen iktisatçılar ile herhangi bir diyalogun sürdürülmesinin gereksiz olduğu yönündeki düşüncesi örnek gösterilebilir. Aynı dili konuşmadıkları için, matematikselliği kabul etmeyen iktisatçıların (non-mathematical economist) ikna etmenin mümkün olamayacağını, asıl ikna etmek istediklerinin ise faydanın ölçülemeyeceğini ileri süren matematikçiler olduğu düşüncesindedir (Walras, 1990: 207). “İktisat ve Mekanik”in ilk taslağını tamamladıktan sonra öğrencisi Albert Aupetit‟e yazdığı mektupta söz konusu çalışmanın içeriğini ve bu içerikle amacının bu düşüncesini yaymak olduğunu belirtir. : “Dün on iki sayfalık notun taslağını bitirdim ki bizim yöntemimizin matematikçiler arasında yayılması bakımından son derece önemlidir; yazıda 1 ile maksimum fayda formülasyonumuzla kantar arasındaki ve 2 ile genel denge denklemleri ile evrensel çekim denklemleri mükemmel benzerliğe işaret ediyorum” (akt. Ingrao, Israel, 1990: 90). Mekanik ile kurulan ilişki sadece kantar ve buna bağlı olarak evrensel çekim kuvveti ile sınırlı değildir. Marjinal faydanın hesap edilebilmesini olanaklı kılan bir diğer unsur da hız ile ivme arasında kurulan ilişkinin faydadaki “an”lık değişime taşınmasıdır. Hız (velocity) ile rareté arasında kurulan dolaysız analojik ilişkinin (Walras, 1965: 65) nedeni şöyle açıklanabilir. Newton‟un hızdaki anlık değişimi hesap etmesini sağlayan diferansiyel hesap, faydadaki “an”lık değişim olarak düşünülmektedir. Basitçe örneklendirmek gerekirse, hareket eden bir cismin ortalama hızı, alınan mesafenin bu mesafeyi almak için geçen süreye bölümü ile hesaplanır. Cismin Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1251 herhangi anındaki hızı konusunda ise, bu işlem (cismin hızı sabit değilse) bir şey söylemez. Bu sorunu Newton uzam ve zamanda bölünemeyecek kadar küçük büyüklükler ile yani diferansiyel hesapla çözerek, herhangi bir andaki hızı hesap edebilmiştir. Tüketilen mal miktarı ile elde edilen fayda arasındaki tanımlanan ilişki de benzer biçimde düşünülür ancak bu kez değişenler hız ve zaman değil, fayda ve tüketim miktarıdır. Rareté kavramını diferansiyel hesaba uygun olarak değerlendirilmesi ve iktisadi sorunu atomistik bireyin fayda maksimizasyonuna indirgenmesi şu temel soruyu kendiliğinden gündeme getirir. Hız, ivme, kütle gibi kavramlar mekanik biliminde başarıyla uygulanmasını sağlayan matematiksel aracın, benzer biçimde iktisatta da uygulanabilmesini sağlayan nedir? İnsan hazzı ve acısını (mekanik ile) aynı düzenlilik, süreklilik ve evrensellikte midir ki mekaniğin kullandığı araçlar ile incelenmeye çalışılıyor? (Routh, 1975: 219). Bu soruya Walras‟ın yanıtı evettir. Temsil niteliğine sahip olduğunu düşündüğü belirli bir birey kabulünden analizine başlıyor ve bunları linear eşitlikler ile topluyor. Toplama işleminin sonunda toplanan büyüklük her ne ise toplam talep ya da söz konusu toplumun o mala talebi bulunmuş oluyor. Bu Guinness‟in belirtiği gibi, moleküler mekanik ve fizik yaklaşımıdır. “Toplam eylem ya da vücut (body), varsayılan temel parçacığın toplamı ya da parçalardan oluşan bütünü olarak anlaşılır” (Guinness, 2008: 30). Walras‟ın iktisadi analize katkısı değerlendirildiğinde, rareté kavramını diferansiyel hesaba uygun olarak değerlendirip, bunu statik denge denklemleri ile ilişkilendirerek iktisadi analizde genel denge kavramına ulaşması olarak özetlenebilir. Marjinalistler ve bilimsel düşünüşte denge kavramını kritik önemde olduğunu değerlendirenler için bu katkı son derece önemlidir. İktisadi analizin evreni belirli kabuller ile sayısal ve matematiksel ilişkilere indirgenerek söz konusu evreni sadece niceliksel olarak ifade edilmesi ise eleştiriye konu olmaktadır. Sadece niceliksel ilişkilere indirgenen analiziniktisadın evrenindeki geçerliliğini güçlü bir biçimde sorgulayanlar, sistemlerin içsel süreçleri tarafından belirlenen, ontolojik olarak birbirlerine indirgenemeyen ve sisteme özsel bir hareketi gerektiren süreçlere dikkat çeker (Caws, 1989: 16). Ancak belirli süreçler sonunda niteliksel değişimleri olanaklı gören bu bakış açısını basitçe örneklendirmek mümkündür. Caws (1989), şöyle bir örnekle konuyu tartışmaya açmaktadır. “On gri fil” tanımlamasında “gri” ve “fil”in kelimeleri ait oldukları şeye ilişkin tanımlamalarla yüklüdür. Oysa “on”a ilişkin bu türden bir aitlik ilişkisi yoktur. “On” olması ile bunlar arasında bir ilişki yoktur, bunlara bağlı değildir. Örneğin diyor Caws (1989: 15), “on gri baykuş” dediğimde, artık „gri‟ başka bir özelliği tanımlamaktadır.” Şu soruyu sorarak devam eder: “İki „gri‟nin aynı olabildiğini iddia edebilir miyiz? Filin grisi ile baykuşun grisi bize farklı anlamları, özgüllükleri ve içsel farklılıkları işaret eder. Ancak „on‟ hala aynı „on‟u ifade eder.” Ve tekrar şu soruyu sorar: 1252 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) “„on gri fil‟in „on‟u „gri‟ ile aynı sıfat içeriğine mi sahiptir?” Sorusunu verdiği yanıt ile sayısal ifadeler ile niteliksel ifadeler arasındaki farklılıklar konusunu açıklamaya başlar. Gri olmazlarsa fil olamazlar ancak fil olmaları için on tane olmalarına gerek yoktur. On tane iken onbir tane olmaları olumsal ve dışsal bir süreçtir ancak griden başka bir renge dönüşmeleri özsel ve içsel hareket olan, on filinde parçası olduğu genel bir başkalaşımı (metamorphosis) gerektirir (Caws, 1989: 16). Walras‟ın analizinde tarif edilmeye çalışılan özsel ve içsel hareketi bulmak mümkün değildir. Örneğin, iktisadi evrende, talep analizi söz konusu olduğunda, talebin kaynağına yönelik niteliksel bir farklılık ortaya çıkmaz. Talep, yukarıda açıklanmaya çalışılan mekanizma vasıtasıyla dengeye doğru hareketini gerçekleştirirken sosyal evrenin niteliksel değişimlerini dikkate almaz. Yukarıdaki örneğin mantığı kullanılarak yüz işçi ile yüz kapitalist arasındaki eğer sayılar dışında bir odağınız yoksa işçi ve kapitalistin özsel farklılıkları ortaya konulamaz. Tarif edildiği biçimiyle, işçi ve kapitalist ontolojik olarak birbirlerine indirgenemediği gibi, varoluşları sistemin özsel ve içsel bir hareketinin ürünüdür. Tarif edilen türde hareketler olmaksızın birbirlerine dönüşemezler ve ontolojik olarak aynı düzeye indirgenemezler. Dolayısıyla birbirleri için sosyal evrende iki farklı “fil” olarak değil, “fil” ve “baykuş” gibidirler. Bunların görünüşte benzer eylemlerini, örneğin talep, söz konusu farklılığı göz ardı ederek linear olarak toplayan bir analizin meşruluğuna yönelik bir tartışma açılabilir.9 Walras, talebin arkasındaki niteliksel değişimlerine karşı ilgisizliğini çarpıcı biçimde örneklendirir. Sosyal refahı maddi olan ve olmayan kıt şeylerin faydaları toplamı olarak tanımlayınca, elde edilen faydaların kaynağı konusunda da herhangi bir sorgulama yapmasına gerek olmadığını düşünür. Kıt olan şeylerin gerekli, gereksiz, yararlı olmasına bakılmaksızın, ilgilenilmesi gereken tek şeyin ne kadar fayda sağladığı olduğunu belirtir. Örneğin, bir materyal doktor tarafından hastasını iyileştirmek için de talep edilebilir, ailesini öldürmek isteyen bir katil tarafında da. Saf iktisat bu ikisi arasında bir ayrım yapmaz. İki durumunda kendi analizi bakımından faydaya sahip olduğunu, hatta ikinci durumda belki de, daha da faydalı olabileceğini düşünür (Walras, 1965: 65-66). Dolayısıyla bu 9 Bir başka örnek ise Heilbroner‟ın analizi kullanarak verilebilir. Niceliklerin kendini doğa olayı gibi ele verdiği değerlendirmesine karşı çıkan Heilbroner, iktisadın temel kavramlarından biri olan gelir kavramına odaklanarak şu tespiti yapar. “Gelir kelimesi mantıksal olarak gelirin elde edildiği başka bir insanı işaret eder” (1990: 155). Teorinizin temel ögesi birey olsa bile, bu durum şunu gösterir, bireyin içinde var olduğu toplumsal yapı bireyden önce gelir. Bilimsel analize doğal olgu gibi, kendini objektif olarak sunduğu varsayılan gelir, sayısal olarak ifade edilse bile, yapı ile ilişkisine ait bilgiyi kendiliğinden ele vermez. Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1253 örnekten yola çıkarak, Walras‟ın piyasada oluşan sayısal değerlere dayanan ve bu değerlerin arkasındaki ilişkileri sorgulamayan analizini, mantıksal sınırlarına kadar götürdüğü söylenebilir. Saf iktisat faydanın ölçülmesi ile ilgilenir, arkasındaki toplumsal ilişkiler, değerler, farklılıklar bu bilimin konusunu oluşturmaz. Kütle, hız fizik için ne ifade ediyorsa, kıtlık da iktisat için onu ifade eder. Nasıl ki, hızın ve kütlenin doğurduğu sonuçlara itiraz edilemez, kıtlık için de aynısı söz konusudur. Bir fizikçi az veya çok hızlı kütleleri analiz ederken arasındaki farktan doğan sonuçlara itiraz etmediği gibi. Kesin bilim arayışının, ölçülebilen nesneleri ile sınırlandırılması yönündeki vurgu ile ölçmenin bilimsel faaliyet için gerekli olabileceği –ama yeterli değil- tespitini birbirinden ayırmak gerekir. Ölçmenin gerekli olduğu durumları düşünerek Hobsbawm, tarihçilik yapanların sayı saymayı bilmeleri gerekir der (1999: 171). Benzer biçimde iktisatçılık yapmak için de sayı saymayı bilmek gerekir. Ancak saymanın gerekliliği, ölçülebilir olanlar dışında hiçbir şeyin bilimsel olarak bilinemeyeceği ilkesine kadar ya da sayısallaştırmanın başlangıç ilkesi olacağına kadar götürülemez (Collingwood, 1999: 123). İktisadi önermeleri matematiksel önermeler haline getirmeyi iktisada bilimsellik kazandırabilmek için yeterli gören bu yaklaşımı sorgulanmalıdır (Mirowski, 1990: 192). Örneğin, serfi işçi, feodal lordu kapitalist yapan sürecin içinde sayısal olarak ifade edilebilecek yönler elbette bulunsa da sürecin tam olarak sayısal büyüklere indirgenebileceği şüphelidir. Bu nedenle, sayısal değerlere anlam kazandıran içinde gerçekleştikleri sistemlerdir ki bu sistemlerin sayısal büyüklüklere dönüştürülmesi ya da var olan etkisi kolayca hesaplanamaz. Sayısal büyüklüklerin ortaya çıkmasında etkilerinin olmadığı da söylenemez. Walras analizini dayandırdığı rareté, değer ilişkilerindeki birey, tıpki fiziğin kütlelerinin olduğu gibi, izole ve diğerleri ile ilişkisizdir. Kişilerin tek tek taleplerinin linear toplamından toplam talep elde edilebilir ancak kişilerin tek tek toplamından bir toplum elde edilemez. Montesquieu‟nun belirttiği gibi, insan toplum içine doğar ve orada kalır. İktisadi analiz için bu durumun öneminin ilk farkına varanlardan biri olan Adam Smith bu konuyu gündeme getirmiştir. Gerek tarafsız gözlemci (impartial spectator) gerekse sempati ve empati ilkeleri ile kişilerin karar alırken tek başına olmadıklarını, toplumsal değerlerin ve diğerlerinin iktisadi kararlar üzerindeki etkisini tartışmıştır. Toplum, kişiler karar alırken istemeseler de az veya çok etkili biçimde yanı başındadır ve talebi etkilediği gibi, elde edilecek fayda konusunda da söz sahibi olabilir. Bir malın talebinden, toplumsal olarak suç kabul edilebilecek tüm davranışlara teşmil edilebilecek bu yalnız olmama durumu, bir toplumsal yapıya işaret eder. Smith‟te var olan sempati ve empati ilkesi ile tarafsız gözlemci kişiyi toplum tarafından suç olarak tanımlanmış hareketleri gerçekleştirmesine engel olabilir. Dolayısıyla farklı toplumsal yapılar aynı maldan elde edilen faydanın üzerinde etkili 1254 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) olabilir. Walras ise tüm uzay-zamanlarda geçerli olabilecek iktisadın saf teorisini inşa etmek istemektedir. Bu amaç doğrultusunda, iktisadi analize, iktisadi gerçekliğin ancak karikatürü olabilecek varsayımlar ile başlar. Uzayzamanı dikkate almayan teori oluşturma gayretinde etkilendiği Platoncu “genel bilim felsefesi” de önemli bir rol oynar. Bu felsefe yardımıyla Walras, gerçek tiplerden ideal tiplere ulaşarak yanlışlanmayacak bir teori oluşturmayı amaçlamaktadır. Takip eden alt bölümde bu amacına ulaşmak için yürüttüğü analiz tartışılacaktır. 2. Tarihsel Boşluktaki (Historical Vacuum) Nicelikler ya da Platoncu Saf İktisat Teorisi10 Walras‟ın zaman ve mekân ayrımı gözetmeyen iktisadi analizi tarihsel boşluktadırlar. Tarihsel olan ve ancak tarihsel bağlamında gerçek anlamına ve değerine vakıf olunabilecek şeyler, “genel bilim felsefesi” gereği, saf iktisat biliminde kendilerine yer bulamazlar. Bu nedenle, aşağıda değinilecek olan bu “felsefe” mekân zaman tanımayan teorisinin en önemli dayanak noktalarından biri olarak ortaya çıkar. Ancak gösterilmeye çalışılacağı gibi, onu epistemik olarak hataya sürükler. “Genel bilim felsefesi” bakımından Walras iktisat bilimini, iktisadın saf teorisi (pure theory of economics), uygulamalı iktisat (applied economics) ve sosyal iktisat (social economics) olarak üçlü bir ayrıma tabi tutar (Walras, 1965: 58-63). İktisadın olgusal malzemesine göre yapılan bu ayrıma göre, mübadele yasaları saf iktisat biliminin konusudur. Sadece açıklama ve gözlem yapmakla meşgul olan saf doğa bilimleri gibi, iktisadın saf teorisinin de, teorinin pratik sonuçlarına karşı kayıtsız kalması gerektiğini düşünür. Walras‟a göre, doğa yasalarının insanın müdahalesine kapalı olmasına benzer biçimde, saf iktisat biliminin yasalarına da müdahale edilemez ve işlemesine engel olunamaz. Bunu takip eden ikinci ayrım, iktisadın, zenginliğin arttırılması, iş bölümü ve organizasyon gibi olgularla ilgili olan kısmıdır. Bunlarla ilgili kısmı uygulamalı iktisat olarak adlandırır. Zenginliğin artışı, iş bölümü ve ticareti kapsayan bu alanın olgusal malzemesi de tarım, endüstri ve ticarettir. Saf iktisat teorisinin pratik sonuçları bu alanda ortaya çıkar. Son ayrım ise, bölüşüm sorunu temel alınarak oluşturulur. Bu konu ise sosyal 10 Blaug (1964), tarihsel boşluk nitelemesini iktisadi düşünceler tarihinin tek başına yeterli olamayacağı durumlar için kullanır. İktisat tarihi bilgisinin iktisadi düşünce tarihini desteklemelidir. Benzer biçimde, niceliksel değerler de tarihsel bağlamlarında değerlendirilmediklerinde taşıdıkları anlamların tamamı anlaşılmayabilir. Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1255 iktisadın veya başka bir ifade ile ahlaki bilimler (moral sciences) veya etiğin (ethics) konusudur (Walras, 1965: 58-63; Roncaglia, 2005: 328). Olgular temelinde yapılan üçlü ayrım, uygulamalı iktisat söz konusu olduğunda insan ve şeyler (person-things), sosyal iktisat söz konusu olduğunda ise, insan-insan arasındaki ilişkiler ile ilgilidir. Bu ikisini saf iktisat biliminin dışında değerlendirmesinin nedeni, Walras‟ın analizinde bunlara değişmeyen bir töz atfedememesidir. Buna karşın, mübadele yasalarının ise, doğa biliminin yasaları gibi, insandan bağımsız ve değiştirilemez bir töze sahip olduğunu iddia eder. Walras (1965: 69)‟a göre, örneğin, tahılın hektolitresinin örneğin 24 frank olması doğal olgu karakterindedir. “Mübadelede herhangi bir değer oluştuğunda bu orijinalinde doğal, görünümünde doğal ve tözünde (essence) doğal olan, doğal olgu karekterindedir” (Walras, 1965: 69). Mübadele yasalarının doğal olgu karakterinde olması veya doğal olandan pay almasının (partake of) arkasındaki “genel bilim felsefesi”ni Platon ile ilişkilendirir. Saf iktisat bilimi ve söz konusu bilim felsefesini Walras‟ın şu sözleri ile tartışmaya açmak mümkündür: “Platoncu filozoflar tarafından çok önceleri kanıtlan bir gerçek, bilimin maddi (corporeal) varlıklarla değil, bu varlıkların tezahürü olduğu evrensellerle uğraştığıdır. Maddi varlıklar gelip geçicidir fakat evrenseller ebediyen kalır. Evrenseller, onların ilişkileri ve yasaları bütün bilimsel çalışmanın amacıdır” (Walras, 1965: 61). Dolayısıyla saf bilimin olgusal alanı, gelip geçici niteliğe sahip olgulardan değil, tözünde doğal olan olgular ve ilişkilerden oluşur. Mübadele alanı bu bilimin “nesne”si olarak tercih edildiğine göre, bu alandan yukarıda elde ettiğini düşündüğü doğallıklar, ebedi olana ulaşmanın ilk adımlarıdır. Bir önceki alt bölümde değerlendirilen rareté kavramı bu amaca hizmet eder. Walras kendi tanımladığı biçimiyle rareténin değişmeyen olgusal gerçeklikler olduğunu düşündüğünden, uygunsuz bir analoji ile bunların aynı zamanda fiziksel dünyanın Newtoncu yorumunda olduğu gibi, kategorik olarak doğal olarak değerlendirir: “Buğday ve gümüş herhangi bir değere sahipse, kıt, faydalı (useful) ve miktarlarının sınırlı olduğundandır –bunların hepsi doğal koşullardır. Buğday ve gümüş birbirlerine karşı belirli bir değere sahipse, her birinin az veya çok kıt, az veya çok yararlı veya az veya çok miktarda olmalarındandır –yine yukarıdaki doğal koşullar anıldı. Yer çekimi doğal bir olgudur ve bu nedenle doğal yasalara tabidir, bu yapabileceğimizin sadece onun işleyişini seyretmek olduğu anlamına gelmez. Onun işleyişine karşı koyabilir veya tamamen işleyişine kendimizi bırakabiliriz fakat onun tözünü ve yasalarını değiştiremeyiz. Doğaya ona uyarak hükmedebileceğimiz söylenir. Bu değer [kavramı] için de geçerlidir. Örneğin, buğday arzının bir kısmını yok ederek fiyatını yükseltebiliriz veya onun yerine pirinç veya patates yiyerek fiyatını düşürebiliriz. Bir fermanla hektolitresini 24 yerine 20 franka sabitleyebiliriz. Birinci durumda, değer olgusunun nedenlerine yönelik eylem yapmaktayız, bir 1256 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) doğal değer yerine bir başka doğal değeri koyarız. İkinci durumda olgunun kendisine yönelik eylem yaparız, doğal değer yerine yapay bir değer belirleriz. En uç durumda mübadeleyi yok ederek, değeri de yok etmek mümkündür. Ancak eğer mübadele gerçekleşirse, doğal olarak belirli mübadele değerlerinin ortaya çıkmasına veya belirli bir mübadele değerine doğru eğilime, veri arz ve talep kısacası kıtlık koşullarında engel olamayız” (Walras, 1965: 69). Görüldüğü gibi, her ikisi de insan eylemi sonucu ortaya çıkan, (i) buğday arzının bir kısmının yok edilmesi, (ii) fiyatların sabitlenmesi farklı sonuçlar doğurmaktadır. Bu sonucun doğmasına sebep olan, Walras‟ın değerin belirlenmesindeki raretéye verdiği mutlak anlamdaki önceliktir. Bir insan eylemi sonucunda yeni bir rareté düzeyi tanımlanmış ve değerin oluşumu serbest piyasaya bırakılmıştır. Dolayısıyla rareténin nasıl belirlendiği önem taşımaz, doğal değeri belirleyen mutlak durumdur. Malların karşılıklı değerini belirlenmesinde, karşılıklı kıtlıklarının ve bununla ilişkili olarak raretélerinin doğal olgular olarak değerlendirilmesinin peşi sıra yapılan bir başka değerlendirme, bu doğallıklarla Newtoncu dünyanın doğal olgularının sahip olduğu özelliklerin aynı olduğudur. Buğday arzının yapay bir biçimde yok edilmesi veri durumdaki değerin belirlenmesi için herhangi bir önem taşımaz. Örneğin, ayın dünyanın uydusu olması doğal bir olgu ve dünya yüzeyinde gelgitler oluşturması doğal bir olaydır. Ne bu olguya ne de bu olaya kategorik olarak doğal olduklarından dolayı müdahale edilemez. Ancak tabi oldukları yasalar keşfedilip, buna uygun hareket edilebilir. Mübadele yasalarının incelendiği saf iktisat bilimi, uygulamalı ve sosyal iktisat karşısında öncelikli bir yere sahiptir. Bu nedenle, ilk olarak yapılması gereken saf iktisat teorisinin tamamlanmasıdır. Walras uygulamalı ve sosyal iktisattan önce, saf iktisat biliminin bilimsel doğrularını ortaya koymayı ve böylece bir rehber görevi vermeyi amaçlamaktadır (Walras, 1965: 71). Ancak bu önceliğin saf iktisat bilimine hiyerarşik bir üstünlük kazandıracağı belirtilmelidir. Aşağıda açıklanacak nedenlerden ötürü rehberlik işlevi tahakküm ilişkisine dönüşme potansiyelini taşır. İktisadın saf teorisinin hükmedici gücünün kaynağı, pratik tarafından yanlışlanmaya kapatmasıdır. Saf teorinin belirli kabullere dayanarak, kendi içinde tutarlı, mantıksal sistem olarak inşa edilmesi onun yanlışlama veya doğrulamaya olan ihtiyacını ortadan kaldırır. Bu nedenle saf bilim bitirildiğinde sadece uygulanır. Walras‟ın bu konudaki iddiaları bugünkü egemen iktisadı da temsil ettiğinden dolayı, konuya tam olarak nüfuz edebilmek için tartışmaya Walras‟tan uzun bir alıntı yaparak devam edilmesi uygundur: “İktisadın saf teorisi (the pure theory of economics) uygulamalı iktisattan (applied economics) önce olmalıdır; iktisadın saf bilimi her yönüyle fiziksel-matematiksel (physico-mathematical) bilimlere benzer... Matematiksel yöntem deneysel bir yöntem değildir; rasyonel bir yöntemdir… Yine de şu kesindir, matematiksel bilimler gibi, fiziksel-matematiksel bilimler Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1257 dar anlamda deneyimden tip kavramlarını (type concepts) elde eder etmez, deneyimin ötesine giderler. Bu bilimler, gerçek-tip kavramlarından ideal-tip kavramlarını çıkarır ve tanımlar, daha sonra bu tanımlara dayanarak, bütün teoremlerinin ve kanıtlarının çerçevesini a priori olarak oluşturur. Bu tamamlandıktan sonra, deneyime ulaşılan sonuçları doğrulamak için değil, uygulamak için giderler. Geometri alanından çalışan herkes şunu gayet iyi bilir ki, sadece soyut durumda, ideal çemberin yarıçapları birbirine eşittir ve sadece soyut durumda, ideal üçgenin açılarının toplamı iki dik açının toplamına eşittir. Gerçeklik bu tanımları ve kanıtları sadece yaklaşık olarak onaylar ve fakat gerçeklik bu önermelerin yararlı uygulamalarını son derece geniş kapsamda kabul eder. Aynı usulü takip ederek, iktisadın saf teorisi deneyimden belirli tip kavramlarını almalıdır. Örneğin, mübadele, arz, talep, piyasa, sermaye, gelir, üretken hizmetler ve ürünler gibi. İktisadın saf teorisi bu gerçek-tip kavramlarından muhakemesini yürüteceği ideal-tip kavramlarını soyutlamalı ve tanımlamalıdır. Gerçekliğe bu bilim [iktisadın saf teorisi] tamamlanmadan dönülmemeli ve tamamlandıktan sonra da sadece pratik uygulamalar için dönülmelidir. Böylece ideal piyasalarda ideal arz ve talebin kesin ilişkisine dayanan ideal fiyatlara sahip oluruz” (Walras, 1965: 71). Döneminin geometri anlayışı, eş kenar üçgenin aynı zamanda eş açılı olduğu tartışmaya yer olmayacak biçimde gösterir. Benzer kesinliğe iktisadın da ulaşması gerektiğini düşünen Walras için, iktisat öncelikle kesin (purely) bilimsel doğrularını ortaya koymalıdır. Ancak saf iktisat ile uygulamalı iktisat arasında ortaya çıkan hiyerarşik duruma paralel olarak, kesin bilimsel doğrular olarak öne sürülenler ile iktisadi gerçeklik tek yönlü bir ilişki içinde kurgulanır. Saf iktisadın sonuçlarının değerlendirilmesi uygulamalı iktisadın konusu değildir (Walras, 1965: 52). Nasıl ki geometrinin güçlü evler inşa etme veya astronominin deniz seferlerinin güvenli biçimde yapılmasını sağlama gibi bir amacı yoksa iktisadın saf teorisinin de uygulamada böyle bir amacı olmamalıdır (Walras, 1965: 53). Walras deneyimden –gerçek tip kavramından–, deneyimin ötesine –ideal tiplere– geçilmesi sürecini detaylı olarak ortaya koymaz. Ancak bu ideal tiplerden oluşturulan sistem, teori “bitirildiğinde” gerçek tiplerin üzerinde dönüştürücü bir işlev kazanabilir. Sorun iki aşamaya ayrılarak tartışmaya açılabilir. Birinci aşama somutun soyutlanmasıdır. Bu aşama Walras‟ta ideal tiplerin ortaya çıkarılmasıdır. İkinci aşama ise, ideal tiplerden oluşturan teorik sistemin somut gerçeklikle ilişkisidir. Analizindeki ilk aşamadaki belirsizlik, ikinci aşamada yoktur. Oluşturulan teorik sistemin, somut gerçeklik tarafından sınanması gereği ortadan kaldırıldığından dolayı, ideal teori ile somut gerçeklik iki ayrı “dünya” olarak değerlendirilebilir. Somut gerçeklik ile teorik sistem arasındaki olası uyumsuzluklar karşısında, teorik sistemin hatalı olması söz konusu olamaz. Kusursuz biçimde içsel tutarlılığa sahip teorik sisteme göre, 1258 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) somut gerçekliğin düzeltilmesi gündeme gelir. Platon‟un ideal tiplerinin bozulmuş halleri olarak değerlendirilen görünen dünya/somut gerçekliğin, idealar üzerinde etkisinin olmamasına benzer biçimde, Walras‟ta da somut gerçekliğin teorik sistem üzerinde bir etkisi yoktur. “Bitirilmiş” saf iktisat teorisi Lawson‟un belirttiği gibi, kendi “gerçekliğini” icat eder (Lawson, 2005). İcat edilen “gerçeklik” a priori kabulleri sayesinde her türlü sorgulamadan kendisini muaf ettiğinden dolayı da evrensel olarak doğru olduğunu iddia eder. Epistemolojik bakımdan iktisadın saf teorisinin geometriye benzetilmek istenmesi, kendi içinde tutarlı bir sistem oluşturma amacı ile uyumludur. Böyle bir sistem a priori ön kabullere uygun bir “gerçeklik” icat ettiğinden dolayı, bu sistemin sorgulaması ancak paradigmanın kendi kabulleri bağlamında yapılabilir. Çünkü oluşturulması sürecinde mantıksal bir hata yapılmadığı sürece, mantıksal önermeler ve onların çıkarımlarından oluşan sistem, kendi “gerçekliği” bakımından her zaman doğrudur. İki teori arasından kurulan ilişkinin doğrudan şöyle bir sonucu olmaktadır: Nasıl ki, düzgün üçgen çizemediğimiz için geometriyi eleştirmemiz mümkün değilse, fiyatların yüksekliğinden ya da düzgün bir gelir dağılımının olmamasından dolayı saf iktisat bilimini eleştirimeyiz. Görünen dünyanın Platon‟un idealar dünyasına bir etkisinin olmaması ve idealar dünyasına inanmanın mantıksal tutarlığa sahip bir sistem oluşturmaya yetmesine benzer biçimde, iktisadın saf teorisi de a priori doğrular aracılığı ile kendine mantıksal tutarlı bir teori inşa eder. Örneğin, Walras‟ın saf iktisat bilimi için öykündüğü diğer bir düşünür olan Euclid, geometrisini beş postülaya dayanarak kurmuştur (Barker, 2003: 35-38). Buna göre, postülalar kesin olarak doğrudur. Deneyimle bu postülalardan şüphe edilemez ve “postulaların mantıksal sonuçları doğru olarak bilinir” (Pokorny, 1978: 401). Benzer biçimde, Walras da saf iktisadını belirli ön kabullerden türetir. Bu ön kabuller üzerine bina edilen rareté ve matematiksel ilişkiler ile saf iktisadın kesin bilimsel olduğunu iddia ettiği doğrulara ulaşır (Walras, 1965: 52-53).11 Geometride olduğu gibi, belirli aksiyomlardan tümdengelim metoduyla yapılan çıkarsamalarla ulaşılan sonuçların doğruluğu, eğer ara aşamalarda mantık hatası yapılmaz ise, zaten kendiliğinden sağlanır.12 Bu bağlamda, sadece mantıksal Bunlara örnek olarak Walras‟tan şu ikisi gösterilebilir: “malların değeri talep edilen miktar arttığında veya arz edilen miktar azaldığında artar ve tersi durumlarda değeri düşer; faiz oranı gelişen ekonomilerde düşer” (Walras, 1965: 52-53). 12 Saf İktisat Teorisinin ilk dersinde bu konuda sarf ettiği sözler hem saf iktisat teorisi‟nin niteliğinin ne olması gerektiği konusuna hem de epistemolojik hatasına ışık tutuyor: “Bilimin ayırıcı özelliği sonuçlarının iyi ya da kötü olmasına karşı tamamıyla kayıtsız olmasıdır, ki bunlar saf hakikatın (pure truth) gerçekleşmesidir. 11 Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1259 önermeler olarak kaldıklarından ötürü, doğrulukları ezeli ve ebedi olmasını bakımından uzay ve zamana bağımlı değildirler. Walras‟ın saf iktisat bilimini bir yandan epistemolojik bağlamda geometri biçiminde kurgulaması, diğer yandan ise, analojik olarak mekanik ve astronomi ile karşılaştırması sorunludur. Walras‟a göre, iktisat mekanik ve astronomi gibi, kesin matematiksel bir bilimdir veya “bitirildiğinde” öyle olacaktır. Oysa bu ikisi epistemolojik açıdan aynı değildir: “Walras şunu anlayamamıştır, iktisadı mekanik ile analojik olarak ifade etmek epistemolojik olarak geometri ile eşit düzeyde olduğu anlamına gelmez… astronomi geometri ile aynı türde bilim değildir. Astronomi ve mekanik matematiği kullanır; geometri ise onun bir parçasıdır. İlkinde teoremler ampirik olarak doğrulanmak ihtiyacındadır veya yanlışlanmasına izin verilir; geometri ise, veri postulalar ile önermeleri mantıksal doğrulukları ile sınanırlar” (Pokorny, 1978: 400, 402). Saf iktisat bilimini epistemolojik olarak geometri ile ilişkilendirmek onu yanlışlanamaz bir konuma değerlendirilmesinin nedenidir. Astronomi ve mekaniğin Walras‟ın anladığı anlamda, kesin bilim olmaları ile yanlışlama veya doğrulamaya açık olmaları farklı şeylerdir. Örneğin, Newton astronomisi kendini hâkim bilim anlayışı olarak kabul ettirmesi çarpıcı biçimde gerçekleşen doğrulamalara dayanır. Newtoncu teorinin başarıları Halley Kuyruklu Yıldızı‟na yönelik hesaplar, kutuplara keşif yolculuğu ve Neptün gezegenin Newtoncu matematiksel hesaplara dayanarak 1846‟daki keşfi bunlara örnektir. Bu anlamda uzun süre buluşsal gücünü korumuş ve ilgili olduğu evrenin açıklanmasında katkı sağlamıştır. Ek olarak ilave edilmesi gereken, yanlışlamaya açıklık bakımından Newtoncu paradigma ile geometrinin aynı epistemik düzeyde değerlendirilemeyeceğidir. Klasik fizik ilke olarak yanlışlamaya ve/veya doğrulamaya açıktır ki klasik fizik ortaya çıktığı andan itibaren bu sorgulamalara tabi olmuştur. Yukarıda bir kısım örnekleri verilen ve dönemi itibari ile göz kamaştırıcı olan başarıları, hâkim paradigma olmasına katkı sağlamıştır. Walras‟ın dönemine gelinceye kadar, egemen bilim paradigması payesini kazanmasının nedeni, söz konusu örneklerde olduğu gibi ilgili olduğu evrenin bilinmesine ve ilişkilerinin açığa çıkmasına yönelik katkılar sağlamış olmasıdır. İktisat teorisi herhangi bir bilime analojik referanslar yaparken, söz konusu bilimin temel kabullerini de ister istemez kendi analiz gündemine aktarmaktadır. Walras‟ın değinilen bilimler ile kurduğu ilişki de bu türdendir. Bu nedenle, geometriciler eşkenar üçgen aynı zamanda eşaçılıdır dediğinde ve astronomlar gezegenler güneşin çevresinde eliptik yörüngede hareket ederler dediğinde kelimenin tam anlamıyla bilimsel açıklamalarda bulunmaktadırlar (1965: 52). 1260 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Laplace‟ın rüyasına benzer bir saf teorinin yaratılması için iktisadi analizinde kendi evrenine yönelik ek kabuller yapması gerekir. Örneğin, (i) marjinal analizi mümkün kılıcak bir iktisadi sistem, serbest piyasa ve bu sistemin zaman mekân olarak sınırsızlığı, (ii) atomistik bireyin var olması ve sosyal dünyada yeni özelliklerin (new emergent properties) ortaya çıkmaması iki sınırlayıcı kabuldür. Buna benzer ön kabuller kullanılarak, iktisadi evren değişmeyen modeller aracılığı ile ifade edilebilir bir biçimde modellenebilir. Bu türden modellemelerde bugünün olduğu gibi, geleceğin ve geçmişinde bilgisine ulaşılacağı iddia edilir. Mirowski‟nin de belirttiği gibi, böyle bir formülün geliştirilebilmesi dünyanın tarihsel zamanın geçişine karşı duyarsız olmasını gerektirir. Böyle bir durum ancak zamanın geçişine karşı fiziksel özelliklerin korunması durumunda mümkün olabilir. Tarihsel anlamda zamansız olacak bu dünya, Mirowski‟nin tabiri ile “Platonik idealin matematiksel ifadesidir” (Mirowski, 1995: 28). Bu alt bölümü bitirmeden önce, olgusal gerçeklik/pratik ile teori arasında Walras‟ın çizdiği hatları son derece belirgin sınıra değinilmesi gerekir. İktisadi düşünceleri iktisadi tarihi de göz önünde bulundurarak değerlendirilmesi gereğine işaret edenler, bunun nedeni olarak iktisadi düşüncelerin tarihsel boşlukta oluşmadıklarını belirtmektedirler. Ancak 19. yy.‟ın son çeyreğinde başta Walras ve diğer marjinal iktisatçılar ile birlikte gözlemlenen ise teori ile pratik arasındaki ilişkinin giderek artan biçimde ortadan kalktığıdır. Şöyle ki, Smith teorisini pratik ile olumlu anlamda ilişkilendirmek istediğinde biracı, kasap, fırıncı gibi küçük ölçekli iktisadi birimleri seçmiştir. Toplumun çatışmadan uzak harmoni içinde yaşayacağına yönelik yargılarını da bu küçük ölçekli iktisadi aktörler üzerine kurmuştur. Smith dönemi için, söz konusu iktisadi aktörlerin iktisadi hayattaki ağırlıkları ve önemleri her ne kadar tartışmaya açık olsa da belirli sınırlar içinde kabul edilebilir. Oysa Smith‟in döneminde dahi ancak belirli sınırlar dâhilinde, gerçekliğin tasviri için kabul edilebilecek benzer durumları 19. yy.‟a taşımanın meşruiyeti tartışmaya açıktır. Çünkü bu yüzyılın özellikle son yarısındaki iktisadi gerçekliğin temel özelliklerinden biri, sermayenin temerküz eğiliminin ivmesini arttırmasıdır. Büyük ölçekli firmaların sayısı giderek artmakta ya da başka bir deyişle belli başlı endüstrilerde giderek yoğunlaşma yaşanmaktadır. Ancak aynı dönemde ortaya çıkan marjinalistler geliştirdikleri iktisat teorisi ise, hızla bu gerçeklikten uzaklaşmayı tercih etmiştir. İktisadi gerçeklik ya da piyasa yukarıda anılan üç isim tarafından Hunt‟ın işaret ettiği gibi, “piyasayı anlamlı bir biçimde etkileyebilecek güçte olmaktan uzak çok sayıda küçük üretici ve tüketici biçiminde resmedilir” (Hunt, 1995: 106). Resmin Hunt‟ın ifade ettiği biçiminde oluşmasının bir nedeni rekabetin esas olarak fiyatlar bakımından yapıldığının varsayılmasıdır. Fiyatlar konusunda hayli rekabetçi olduğu kabul edilen piyasanın, miktar rekabeti konusunda aynı özelliği Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1261 sergilemediği düşünülür. Rekabet sınırlı bir miktar için yapılır ki bu sınır, hiçbir firmanın piyasaya hâkim olamayacak kadar oransal olarak küçüktür. Fiyatlar konusundaki rekabetin miktarlara da taşınması piyasada tekelleşmeye doğru bir yönelime neden olacağından, neoklasikler Kaldor‟un belirttiği şu varsayımlar ile bu yönelişe engel olmak isterler: Tam rekabet, mükemmel bölünebilirlik, lineer homojen ve sürekli türevlenebilen üretim fonksiyonları, kişisel olmayan (kurumlaşmamış) piyasa ilişkileri, fiyatlara malumatın yayılımı konusunda özel bir önem verilmesi, tam bilgi varsayımı ve mükemmel öngörüler bu varsayımlara örnek gösterilebilir (Kaldor, 1972: 1238). Genelde marjinalist okul özelde ise Walras‟a yönelitilen eleştirilerin yoğunlaştığı alanlardan biri, Kaldor‟dan sıralanan varsayımlardır. Bu varsayımlar nedeniyle, marjinalist okulun gerçeklikten uzaklaştığı yönündeki Kaldor‟un tespitleri doğru olmakla birlikte, eleştirinin bu noktada bırakılması eleştirinin eksik yapılması anlamına gelir. Yukarıda değinildiği gibi, iktisadın saf teorisini uygulamalı iktisattan özenle ayırmakla kalmayıp, onu doğrulamaya ve/veya yanlışlamaya kapatan Walras‟ın bu yönteminin önemli bir sonucu belirtilmelidir. Saf iktisadın tamamlanması olarak tasarladığı süreç değişmez hakikatlerin ele geçirilmesini amaçlar. Değişmez olanı elde eden saf iktisat teorisi kendi ile çelişen durumlarda, gerçekliği kendine göre dönüştürmeyi amaçlar. Teori mantıksal argümanlara dayandığı ve sonuçlarını mantıksal çıkarımlar olarak ortaya koyduğu için Wilber‟ın dikkat çektiği gibi, ideolojiye dönüşme riski her zaman mevcuttur. “Ampirik her türlü süreçten kendini koruyan mantıksal sistem, yozlaşarak ideolojiye (veya daha nazik ifadesi ile ideal tiplere) dönüşme eğilimindedir” (Wilber ve Wisman, 1975: 666). Pratikte ile teori arasındaki uyumsuzluğa karşın, marjinalist devrimciler, marjinal fayda, marjinal ikame oranı, farksızlık ve dönüşüm eğrileri, esneklik, gelir ve ikame etkileri, tüketici fazlası gibi analitik araçlar ve yukarıda değinilen varsayımlarla iktisadi evrende (genel) dengenin sağlanabileceğini göstermeyi amaçlamaktadırlar. Ekonomi hangi durumda analiz edilmeye başlanırsa başlansın söz konusu varsayımlar ve analitik araçlar ile dengeye doğru yönelmesi teorik olarak gösterilmeye çalışılır. Denge kavramı olmaksızın, söz konusu bütün kavram ve araçlar bir anlamda amaçsız kalır. Bu nedenle merkezi önemde olan denge kavramı üzerinde durulması gerekmektedir. Bir sonraki alt bölümde denge analizine verilen önem ve nedenine değinilecektir. 3. Bilimsellik Kriteri Olarak Denge Jevons ve Menger‟in kitaplarını yayımladıkları “1871 yılı Modern İktisadın 1. yılı” (Routh, 1975: 199) olarak kabul edilir. Ancak modern iktisat ya da başka bir deyişle bu günkü neoklasik iktisat teorisine etkinin genişliği ve 1262 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) derinliği söz konusu olduğunda Walras bu iki yazarın kronolojik önceliklerini ellerinden alındığına yukarıda değinildi. Walras‟ın diğerlerine göre, öncelik kazanmasının nedenlerinden biri analizini, iktisadi sistemi (genel) denge kavramı etrafında kurmasıdır. Öyle ki, Schumpeter, genel denge analizini doğa bilimlerinin başarıları ile karşılaştırır: “Kesin doğa bilimlerinin (exact natural sciences) kökenine ve çalışmasına hakim olan herkes bilir ki onların yöntemdeki ve özdeki (essence) büyük başarısı Walras‟ın başarısı türündendir. Deneyimimiz nedeniyle karşılıklı bağlantılı olduğunu bildiğimiz olgulara kesin biçimler bulma, bu biçimleri indirgeme ve bunları birbirinden türetme: Walras‟ın yaptığı [klasik] fizikçilerin yaptığının aynıdır” (Schumpeter, 1951: 75) sözleri ile Walras‟ın başarısının altını çizer. Günlük deneyimden birbirine bağlı oldukları sezgi düzeyinde çıkarsanabilen iktisadi olayların, matematiksellik bağı ile birbirine bağlanması, genel denge analizi, Schumpeter için iktisadın kesin bilim olarak ortaya çıkabilmesini sağlamaktadır. Buna göre, faydasını maksimize etmeyi amaçlayan atomistik bireylerden başlayan analizin genel denge ile sonuçlanması iktisadı kesin bilim (exact science) yapmaktadır. Çünkü “Her kesin bilim için „tekil olarak (uniquely) belirlenmiş denge (değerler kümesi)nin‟ varlığı hayati önemdedir” (Schumpeter, 1954: 969). Schumpeter‟in kesin bilimsellik kriteri olarak değerlendirdiği dengenin iktisat teorisindeki teknik anlamını F. H. Hahn‟ın tanımı arz ve talep ilişkisi bağlamına taşımak mümkündür: “Eğer herhangi bir iktisadi aktörde üretim yöntemini değiştirme yönünde bir saik yoksa ve herhangi bir inputta aşırı talep yoksa fiyatlar ve input-output kombinasyonlarının denge fiyatları ve denge input-output kombinasyonları olduğu söylenir” (akt. Robinson, 1979: 49). Marjinalist devrimi gerçekleştirenler de, bu denge anlayışından türetilebilen, denge noktasından harekete geçilmesi için hiçbir eğilimin olmadığı biçimindeki yorumu paylaşır (Naples, 1996: 98). Walras‟ın kantar ile analoji kurarak ulaştığı denge noktası da dışsal bir müdahale olmadan, durağan halini bozacak bir faktörü kendi içinden ve kendiliğinden üretmez. Walras sonrasında iktisatta kullanım sıklığı gittikçe artan denge kavramı klasik fiziğe aittir. Klasik fizikteki anlamı, Walras‟ın kantar analojisi ile maksadının ortaya çıkarılmasına katkı sağlayacaktır. The Oxford English Dictionary‟ye göre, denge (equilibrium) Latince æquus (equal) ve lībra (balance) sözcüklerinin birleşiminden oluşan æquilībrium sözcüğünden gelmektedir. Kelimenin klasik fizikteki anlamını Sözlük şöyle açıklamaktadır: “Fiziki anlamda: Karşıt güçler arasında eşitlenme durumu; maddi sisteme etki eden veya göz önünde bulundurulan güçlerin sonuçta birbirlerini karşılıklı olarak sıfırlamasıdır.” Hahn‟dan aktarılan denge anlayışı ile klasik fiziğe ait denge anlayışı ile arasındaki uyum dikkat çekicidir. Walras‟taki ise bizzat klasik fiziktekini ima etmekte olduğu kantar analojisi bağlamında açıktır. Arz ve talebin eşitlenmeleri sonucunda oluşan denge Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1263 durumunu bu fiziki anlamdan türetmek mümkündür. Arz ve talep güçlerinin eşitlendikleri noktada her iki güç birbirini yok ettiği için sistemi yeniden harekete geçirecek herhangi bir güç kalmaz. Klasik fizik karmaşık görünen gezegenler sistemini basit bir ilke (evrensel çekim ilkesi) ile birbirine bağlayarak, karmaşık görünen gerçekliği düzene sokmuştur. Bir önceki alt bölümde değinildiği gibi, Walras‟ın iktisat için tasarladığı bilimsellik anlayışı dönemin astronomisi için geçerli olan klasik fiziğin sahip olduğu bilimsellik kriterleridir. Louis Poinsot‟un Eléments de statique adlı kitabını henüz 19 yaşında iken okuyan Walras‟ın bu kitabın etkisi ile iki bilimi mukayese etmeye ve iktisadı astronomi gibi güçler bilimi olarak düşünmeye başladığına dair önemli işaretler mevcuttur (Ingrao ve Israel, 1990: 88). En önemli Walras otoritelerinin başında gelen Jaffé de bu konuda Ingrao ve Israel ile aynı fikirdedir. Jaffé‟ye göre, Walras “Louis Poinsot‟un kitabını okumasından itibaren gökyüzü cisimleri mekaniğine karakterini veren, aynı biçimsel özelliklere sahip bir iktisat teorisi yaratmayı amaçlamıştır” (Jaffé, 1977: 28, ayrıca Kolm, 1968: 1333). Astronomiye benzer bir başarıyı hedefleyen Walras‟ın denge analizi ile çözmeyi amaçladığı sorunun en önemli öğesi karmaşık görünen iktisadi gerçekliğin belirli bir düzenliliğe sahip olduğunu matematiksel ilişkiler ile gösterebilmektir. Söz konusu düzenlilik Newtoncu bilim paradigması ile değerlendirildiğinden düzenlilikten anlaşılan Schumpeter‟in belirttiği denge değerleri kümesinin elde edilmesi biçiminde, başka bir deyişle genel dengenin varlığının ispat edilmesi biçiminde olmuştur. Milyonlarca atomistik bireyden genel dengeye ulaşılması karmaşık gerçekliğin düzene sokulması anlamına gelir. Gökyüzünün karmaşıklığı nasıl ki evrensel çekim gibi, “basit” bir güç ile düzene sokulduysa, benzer biçimde Walras da rareté kavramı ile aynı başarıyı elde etmek istemektedir. Jaffé bu amacı şöyle açıklamaktadır. “Walras, Newton‟un gökyüzü cisimleri mekaniğinden etkilenerek, genel denge modelinin oluşturulmasında raretéyi birleştirici genel ilke olarak kullanmaktadır” (Jaffé, 1977: 28). Kitabının dış ticareti incelediği 34. dersinde iktisadi olayların dünya ölçeğindeki karmaşıklığına işaret ettikten sonra, iktisadi gerçekliğe yaklaşımında Jaffé‟nin tespitlerini haklı çıkaracak bir yöntem izler. İkisi arasındaki kurduğu ilişki konusunda şu tespiti yapar: “Bütün gökyüzü cisimlerinin hareketini düzenleyen evrensel çekim kuvveti gibi, [dünya üzerindeki] arz ve talep de bütün malların mübadelesini düzenler. Ekonomik evren kendisini bütün karmaşası ve büyüklüğü ile sunar: bu büyük ve basit sistem astronomik evrene benzer” (Walras, 1965: 374). Her bilimsel faaliyet gibi, iktisat teorisi de kendine ait “nesne”sini belirli bir soyutlamaya tabi tutarak incelemektedir. Denge analizi de belirli bir soyutlama düzeyiyle bunu yapmaktadır. Ekonomideki çok sayıdaki kişi, çok sayıdaki mal ve hizmet üretim ve tüketimi için “özgür irade”leri ile verdikleri 1264 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) kararlar sonucunda kaos üretmediğini aksine belirli bir düzenlikte olduğunu ve nihai olarak bir denge durumuna yöneleceğini iddia eden, denge analizi, böylelikle karmaşık gerçekliğin içindeki düzeni gösterebildiğini varsayar. Dolayısıyla iktisadi gerçekliğin tüm bileşenlerinin birbirileri ile olan ilişkileri ve sonuçlarını ortaya koyabilme anlamında “nesne”nin düzenliliğini gösterir. Genel dengenin var olduğunun gösterilebilmesi söz konusu analizin “nesne”sinin analitik olarak kontrol edilebilir olduğu anlamına gelse de buradaki bilimsellik anlayışı Newtoncu paradigmanın ölçütleri ile yapılan bir değerlendirmenin sonucudur. Doğa bilimleri Newtoncu paradigmayı ve denge kavramı sorgulamaya açmış ve onu Darwinci evrim teorisi, entropi yasaları ile aşmış olmasına rağmen, egemen neoklasik iktisat teorisinde Newtoncu fiziğin denge kavramına başvurmaksızın bir tartışma yürütmek neredeyse olanaksızdır. Kendisi de genel denge analizcisi olan Hahn bu olanaksızlığın nedenini şöyle ifade eder: “Her ne zaman iktisat bilimi kullanılsa veya onun üzerine düşünülse, denge kavramı düşünceleri organize edici merkezi fikirdir” (Hahn‟dan akt. Clark,1987-1988: 271). Denge analizini radikal biçimde eleştiren Kaldor‟a göre, denge analizinde başlangıç varsayımlarından öte başka herhangi bir iktisadi içerik bulunmaz. Çünkü denge iktisadı matematikseldir ve öne sürülen mantıksal önermelerle çelişen ampirik gerçekleri elemine eder. Bu anlamda saf mantık çalışmasına dönüşür (Kaldor, 1972). Bu nedenle, tanımlandığı anlamıyla kesin bilimsellik uğruna ödemeye rıza gösterilen bedellerin, iktisadı saf mantık çalışmasına dönüştüreceği iddiası ortaya atılabilir. Oysaki denge analizi iktisadi analizin “nesne”sini inceleme yöntemlerinde sadece biridir. Bunun biricikliğini savunan bir iddia ancak iktisadi ve toplumsal gerçeklikteki “yapı”sallıkları veya kurumsallıkları görmeyi olanaksız kılan Newtoncu mekanistik ve atomistik metodolojiye dayanarak ortaya atılabilir. İktisadi gerçeklikte dengenin olmaması kaosun olduğu veya söz konusu gerçekliğin analitik olarak betimlenemeyeceği anlamına gelmez. Gerçekliğin belirli bir “yapı”sallığın içerisinde olumsallıkları da gözeten biçimde işleyebileceğinin olanağına dikkat çekmek mümkündür. Aksi durumda, saf iktisat teorisini saf mantık veya matematik haline dönüştürmek onu matematiksel anlamda kesinliğe kavuştursa da içeriği anlamında gerçeklik ile örtüşmeyen, bu anlamda gerçeklik içeriğini boş kümeye dönüştürebilir. Sonuç Walras, iktisadın kesin bilimler arasında yerini alacağına dair umudunu şöyle ifade eder: “Kepler astronomisinin Newton ve Laplace astronomisine; Galileo mekaniğinin d‟Alembert ve Lagrange mekaniğine dönüşmesi yüz, yüzelli veya iki yüzyıl gerektirmiştir. Diğer taraftan Adam Smith‟in Mustafa Öziş Leon Walras’ta İktisat ve Mekanik İlişkisi 1265 çalışmalarıyla, Cournot, Gossen, Jevons ve benimkiler arasında bir yüzyıldan daha az süre geçmiştir” (1965: 47-48). Bir anlamda paradigma ortağı Jevons ise aynı yıllarda David Ricardo için şu tespiti yapmaktaydı: “bu yetenekli fakat inatçı insan, Ricardo, ekonomi biliminin arabasını yanlış istikamete yöneltti” (Jevons, 1957: ii). Walras‟ın umudunu dile getirişinden bir yüzyılı aşkın süre geçtikten sonra, Jevons‟un tespiti bu kez Walras için tekrarlanabilir mi? Gerçekliğin düşünsel olarak inşa edilmesi, her zaman iktisadi açıdan doğru analizlere dayanarak yapıldığı iddia edilemez. Bireyin, vazgeçilmez ve biricik bir analiz birimi olduğu ya da denge noktasında herkesin üretime yaptığı katkı oranında üretimden pay aldığı ileri sürülebilir. Toplumsal içeriği boş ancak tutarlı modeller, egemen paradigma ve tamamlayıcıları vasıtasıyla defalarca “doğrulanabilir”. Bu anlamda, egemen paradigmadan her zaman pozitif olarak buluşsal bir katkı yapması beklenmeyebilir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Walras‟ın -ve marjinalistlerin- iktisat bilimini soktukları yol, iktisadın buluşsal kapasitesine yaptığı “katkı” kadar, gerçekliğin düşünsel inşasına ideolojik olarak yaptığı “katkı” kantarına da vurulmalıdır. Kaynakça Aristo (2001), Fizik (İstanbul: YKY) (Çev. Saffet Babür). Blaug, Mark (1964), “Economic Theory and Economic History in Great Britain, 1650-1776”, Past & Present, 28: 111-116. Barker, Stephen F. (2003), Matematik Felsefesi (Ankara: İmge Kitabevi) (Çev. Yücel Dursun). Caws, Peter (1989), “The Law of Quality and Quantity, What Numbers Can and Can’t Describe”, Glassner, Barry ve Jonathan D. Moreno (Ed.), The Qualitative-Quantitative Distinction in the Social Sciences, Boston Studies in the Philosophy of Sciences Vol. 112 (Boston: Kluwer Acedemic Publishers): 13-28. Collingwood, R. G. (1999), Doğa Tasarımı (Ankara: İmge Kitabevi) (Çev. Kurtuluş Dinçer). Clarks, Charles M. A. (1987-1988), “Equilibrium, Market Process, and Historical Time”, Journal of Post Keynesian Economics, 10 (2): 270-281. Georgescu-Roegen, Nicholas (1971), The Entropy Law and Economic Progress (Cambridge M.A.: Harward University Press). Grattan-Guinness, Ivor (2008), “Equilibrium in Mechanics and then in Economics, 1860-1920: A Good Source for Analogies?”, Mosini, Valeria (Ed.), Equilibrium in Economics: Scope and Limits (London: Routledge): 19-44. Heilbroner, Robert (1990), “Economics as Ideology”, Samuels, Warren J. (Ed.) Economics as Discourse: An Analysis of the Language of Economists (Boston: Kluwer Academic Publishers): 101-116. Hobsbawm, Eric J. (1999), Tarih Üzerine (Ankara: Bilim Sanat) (Çev. Osman Akınhay). 1266 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Hunt, E. K. (1995), Property and Prophets: The Evolution of Economic Institutions and Ideologies, (Newyork: HarperCollins). Ingrao, Bruna ve Giorgio Israel (1990), The Invisible Hand: Economic Equilibrium in the History of Science (Massachusetts: The MIT Press). Jaffé, William (1977) “A Centenarian on a Bicentenarian: Léon Walras’s Eléments on Adam Smith’s Wealth of Nations”, The Canadian Journal of Economics, 10 (1): 19-33. Jevons, William Stanley (1957 [1871]), The Theory of Political Economy (New York: Kelley & Millan, Inc). Kaldor, Nicholas (1972), “The Irrelevance of Equilibrium Economics”, The Economic Journal, 82 (328): 1237-1255. Kolm, Serge-Christophe (1968), “Leon Walras’ Correspondence and Related Papers: The Birth of Mathematical Economics: A Review Article”, The American Economic Review, 58 (5): 1330-1341. Koyre, Alexandre (1994), Yeniçağ Biliminin Doğuşu (Ankara: Gündoğan Yayınları) (Çev. Kurtuluş Dinçer). Lawson, Tony (2005) “Reorienting History (of Economics)”, Journal of Post Keynesian Economics, 27 (3): 455-470. Mirowski, Philip ve Pamela Cook (1990), “Walras’ “Economics and Mechanics”: Translation, Commentary, Context”, Samuels, Warren J. (Ed.), Economics as Discourse: An Analysis of the Language of Economists (Boston: Kluwer Academic Publishers): 189-206. Morgan, Mary S. (2003), “Economics”, Porter, Theodore M. ve Dorothy Ross (Ed.), The Cambridge History of Sciences Vol. 7, The Modern Social Sciences (Cambridge: Cambridge University Press): 275-305. Naples, Michele I. (1996), “Time, Money, Equilibrium: Methodology and the Labour Theory of the Profit Rate”, Freeman, Alan ve Guglielmo Carchedi (Ed.), Marx and Non-Equilibrium Economics (Cheltenham: Edward Elgar): 95-115. Pokorny, Duson (1978), “Smith and Walras: Two Theories of Science”, The Canadian Journal of Economics, 11 (3): 387-403. Robinson, Joan (1971), Economic Heresies: Some Old-Fashioned Questions in Economic Theory (New York: Basic Boks Inc.). Roncaglia, Alessandro (2005), The Wealth of Ideas: A History of Economic Thought (Cambridge: Cambridge University Press). Routh, Guy (1975), The Origins of Economic Ideas (London: The Macmillan Press). Schumpeter, Joseph A. (1951), Ten Great Economists: From Marx to Keynes (New York: Oxford University Press). Schumpeter, Joseph A. (1954), History of Economic Analysis (New York: Oxford University Press). Walras, Leon (1965 [1874]), Elements of Pure Economics or The Theory of Social Wealth, (London: Geprge Allen and Unwin Ltd.) (Çev. William Jaffé). Walras, Leon (1990 [1909]), “Economics and Mechanics”, Samuels, Warren J. (Ed.), Economics as Discourse (Boston: Kluwer Acedemic Publishers): 206-215. Wilber, Charles K. ve Jon D. Wisman (1975), “The Chicago School: Positivism or Ideal Type”, Journal Economic Issues, 9 (4): 665-679. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 71, No. 4, 2016, s. 1267 - 1289 ĠġLETMELERĠN MÜġTERĠ ODAKLILIK VE MÜġTERĠ TATMĠNĠ DÜZEYLERĠNĠN GÜVEN OLUġUMUNA ETKĠSĠ: MÜġTERĠ BOYUTUNDA BĠR DEĞERLENDĠRME* ArĢ. Gör. Abdullah BaĢ Çankırı Karatekin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ArĢ. Gör. Emine ġenbabaoğlu Çankırı Karatekin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Doç. Dr. Emre ġahin Dölarslan Çankırı Karatekin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ● ● ● Öz Rekabetçi baskıların yoğunlaşması ve sektörel değişim/dönüşümlerin artması nedeniyle, işletmeler rakiplerin eylemlerine hızlıca tepki vererek hem mevcut müşterilerini koruma hem de yeni müşteriler kazanmayı amaçlamaktadır. Özellikle son yıllarda sürdürülebilir rekabetçi üstünlük kazanmaya ve işletme başarısını değerlendirmeye yönelik güven, müşteri odaklılık ve müşteri tatmini gibi stratejik avantaj göstergeleri ön plana çıkmaktadır. Çalışmada, öncelikle işletmeye olan güvenin oluşumunda müşteri odaklılık ve müşteri tatmininin etkisi teorik açıdan değerlendirilmiştir. Çalışmada ayrıca, bir araştırma modeli oluşturulmuş ve test edilmiştir. Araştırmaya konu olan veriler 311 üniversite öğrencisinden elde edilmiştir. Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre, müşteri odaklılık güveni direkt etkilemektedir ve müşteri odaklılık müşteri tatmini aracılığıyla da dolaylı olarak güveni etkilemektedir. Anahtar Sözcükler: Müşteri Odaklılık, Güven, Müşteri Tatmini, GSM Sektörü, Yapısal Eşitlik Modellemesi The Effect of Levels of Customer Orientation and Customer Satisfaction of Firms on Trust Formation: An Evaluation from Customer Perspective Abstract Because of intensification of competitive pressure and increase of industrial change/transformation, firms aim both protecting the existing customers and gaining new ones through responding quickly to the actions of competitors. Strategic advantage indicators as trust, customer orientation and customer satisfaction plays a major role in gaining sustainable competitive advantage and evaluating the business success especially in the recent years. In this study, firstly, the effect of costumer orientation and customer satisfaction on trust to the firm is theoretically evaluated. Next, a research model was developed and tested. The data of this paper were gathered from 311 university students. The empirical findings of this study show that customer orientation directly influences the trust and customer orientation indirectly affects trust through customer satisfaction. Keywords: Customer Orientation, Trust, Customer Satisfaction, GSM Sector, Structural Equations Modeling * Makale geliş tarihi: 26.08.2015 Makale kabul tarihi: 24.08.2016 1268 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi: Müşteri Boyutunda Bir Değerlendirme1 Giriş Rekabetçi üstünlüğün elde edilmesi ve sürdürülmesi açısından stratejik bir eksende yer alan güven kavramı, rekabet şiddetinin yüksek (D’Aveni, 1995) ve müşteri seçeneklerinin fazla olduğu bir ortamda işletmeler adına rekabetçi avantaj sağlamaktadır (Luo vd., 2008). Literatürde, güven konusunda yapılan çalışmalar, güvenin oluşumunda müşteri tatmininin belirleyici etkisini ortaya koymaktadır (Lau ve Lee, 1999; Garbarino ve Johnson, 1999; Trif, 2013). Bu nedenle işletme ile müşteri arasındaki güvenin oluşumunda stratejik etkileyicilerden birisinin müşteri tatmini olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle hizmet ağırlıklı üretim süreçlerinde, müşteriler tarafından işletmeye ve ürünlerine karşı olan güven düzeyi kritik önem kazanmaktadır. Dolayısıyla işletmelerin sunduğu hizmetlerin homojen ve görünür olmaması tüketicilerde belirsizlik yaratan bir durum olmasına rağmen, işletmeye duyulan güven bu durumu aşmada ve işletmelerin tercih edilmesinde stratejik bir role sahiptir (Garbarino ve Johnson, 1999). Örneğin, müşterilerin satın alma karar sürecindeki bilgi edinme ve buna bağlı olarak alınan kararın riskini azaltma çabası düşünüldüğünde (Roselius, 1971), güven duygusunun karar alma öncesindeki beklenti düzeyinin ve karar sonrası yaşanan tatmin derecesinin oluşumunda belirleyici etkisi bulunduğu görülmektedir (Yi ve La, 2003). Benzer şekilde, Kim, Donald ve Raghav (2003)’ne göre işletmeye olan güvenin tesis edilmesi, sadece tüketicilerin ani satın alma kararlarını değil, aynı zamanda müşteri ile uzun dönemli ilişki kurulmasını sağlayan stratejik bir yönelim sağlamaktadır. İşletmelere müşteri ilişkileri açısından rekabet avantajı sağlayan ve güven oluşumuna etki eden diğer bir yaklaşım ise müşteri odaklılıktır. Pazar odaklılığın temel unsurlarından biri olan müşteri odaklılık (Kohli ve Jaworski, 1990), tüm işletme birimlerinin müşteri değeri yaratılması ve bunun devam ettirilmesi açısından sorumluluk sahibi olması gereğini vurgular (Narver ve Slater, 1990). İşletmelerin müşteri odaklı bir anlayış sergilemelerinin temel nedeni, mevcut müşterilerin elde tutulması ve daha sonraki aşamada ise yeni 1 Bu makale, 23. Ulusal Yönetim ve Organizasyon Kongresi Bildiri Kitabında basılmış olan çalışmanın geliştirilmiş şeklidir. Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1269 müşterilerin kazanılmasına yöneliktir. Bu kapsamda özellikle son yıllarda işletmelerin stratejik açıdan değerlendirilmesinde müşteri odaklılık unsurunun uygulamalı ve kavramsal düzeyde birçok çalışmaya konu edildiği görülmektedir (Örn. Brasch vd., 2015; Dean, 2007; Bagozzi, 2011; Blocker, 2011; Homburg, 2011; Kennedy, 2003). Literatürde, müşteri odaklı organizasyonların stratejik etkisine dikkat çekmek amacıyla söz konusu kavramın, yönetici/çalışan perspektifinden ve dolayısıyla daha çok işletme açısından değerlendirildiği görülmektedir (Örn. Kohli ve Jaworski, 1990; Narver ve Slater, 1990). Buna karşın, müşteri odaklılığın temel unsuru olan müşteriler üzerinde yapılan çalışmaların (Örn. Webb vd., 2000; Brady ve Cronin, 2001; Dean, 2007; Brasch vd., 2015) sınırlı sayıda kaldığını söylemek mümkündür. Bu kapsamda literatürde müşteri odaklılık kavramının test edilmesinde getirilen yaklaşımın çoğunlukla tek taraflı olması sebebiyle çeşitli eleştirilere maruz kaldığını görmek mümkündür. Örneğin, Webb vd. (2000), işletmelerin müşteri odaklı olup olmadıklarının sadece çalışanlar üzerinden ölçümünün tek yönlü olması sebebiyle miyopluğa neden olduğunu ve buna ek olarak müşteri değerini tanımlamada müşterilerin görmezden gelindiğini vurgulamaktadır. Benzer şekilde Dean (2007)’e göre tüketici perspektifinden müşteri odaklılığın kesin etkisini açıklamaya yönelik sınırlı sayıda çalışma bulunduğu belirtilmektedir. Brady ve Cronin (2001) ise müşteri odaklı işletmelerin müşterilerin ihtiyaçlarını karşılama ve ürün geliştirme açısından rakiplerini geride bıraktığına dikkat çekmiş ve çalışmalarında, müşteri odaklı olmanın müşteri davranışları üzerine olan belirleyici etkisini ortaya koymuştur. Ayrıca güven oluşumuna etki eden müşteri tatmin düzeyinin belirleyicilerinden birisi olan müşteri odaklı yaklaşım, müşteri değeri yaratma ve sürdürmeye yönelik çaba ve çalışmalar neticesinde müşteri tatminini artırıcı etkiler ortaya çıkarmaktadır (Slater ve Narver, 1995; Oliver, 1980; Parasurman vd., 1994). Örneğin, bir işletmeyi müşteri odaklılık düzeyi yüksek biçimde algılayan müşterilerin daha çok tatmin olduğu ifade edilmektedir (Webb vd., 2000). Tüm bunlar kapsamında, müşteri odaklı bakış açısının ve buna bağlı uygulamaların işletmeye olan güven oluşumuna etkisinin, müşterilerin tatmin düzeyi dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Ancak, literatür değerlendirilebildiği kadarıyla, işletmeye duyulan güven oluşumunun değerlendirilmesinde müşteri odaklılık ve müşteri tatmini unsurları spesifik olarak ele alındığı çalışmalar bulunmasına rağmen, söz konusu yapının bütünsel olarak ele alındığı bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu doğrultuda çalışmanın amacı, işletmeye duyulan güvenin oluşumunda, tüketici tarafından algılanan müşteri odaklılık düzeyinin, müşteri tatmini kapsamında değerlendirilmesidir. Dolayısıyla, çalışmanın müşteri odaklılık, güven ve müşteri tatmini arasındaki ilişkiyi incelemek açısından literatüre olduğu kadar işletmecilik uygulamalarına katkı sağlayacağı düşünülmektedir. 1270 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Çalışma kapsamında sırasıyla, güven kavramının değerlendirilmesinin ardından güvenin oluşumunda stratejik etkiye sahip olduğu düşünülen müşteri odaklılık ve müşteri tatmini kavramları incelenmektedir. Araştırma modelinin oluşturulmasında teorik altyapı bu ilişkilendirmeye yön göstermektedir. Verilerin analizinde iki aşamalı Yapısal Eşitlik Modellemesi (YEM) kullanılmıştır. Çalışmanın sonuçlarına, kısıtlarına ve ileride yapılacak çalışmalar için sunulan önerilere ise tartışma ve sonuç bölümünde yer verilmektedir. 1. Literatür Araştırması Hizmetler dokunulmazlık, türdeş olmama, eş zamanlı üretim ve tüketim, dayanıksızlık ve sahiplik özellikleri bakımından fiziksel mallardan ayrılmaktadır. Amerikan Pazarlama Birliği hizmetleri “satışa sunulan ya da malların satışıyla birlikte sağlanan eylemler, yararlar ya da doygunluklar” olarak tanımlamaktadır (Öztürk, 2008). Türkiye’de hizmet sektörü içerisinde GSM sektörü rekabetin yoğun yaşandığı sektörlerin başında gelmektedir. 2015 yılı Mart ayı sonu itibarı ile Türkiye’de yaklaşık %92,7 penetrasyon oranına karşılık gelen toplam 72.040.764 mobil abone bulunmaktadır (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu, 2015). Bu doğrultuda rekabetin yoğun ve firmaların rakiplere cevap verebilme süresinin kısa olduğu GSM sektöründe işletmeler müşteri odaklı bakış açısıyla işletmeye olan güvenin oluşumunu stratejik avantaja çevirecek şekilde müşterilerin tatmin düzeyini artırıcı çalışmalara yönelmesi avantaj yaratabilecektir. 1.1. Güven İşletmelerin rekabetçi üstünlük elde edebilmesi varlıklarına ve yeteneklerine bağlı olduğu gibi, ayrıca söz konusu yeteneklerin iç veya dış kaynaklı olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu kapsamda Day (1994)’e göre, rekabetçi üstünlük yaratan işletme dışsal yeteneklerinden birisi müşteri ilişkilerinin tesis edilmesinde temelinde yer alan güven kavramıdır. Güven kavramı, partner işletmeye duyulan güven, işletmeye olan müşteri güveni, hizmet sağlayıcı veya markaya duyulan güven ve bir işletme ya da ilişkili partnere yönelik algılanan güvenilirlik olarak geniş bir yelpazede değerlendirilmektedir (La ve Choi, 2012). Genel anlamda güven, birbirleriyle ticari ilişkide bulunan tarafların birbirlerine karşılıklı itimatları olarak da açıklanmaktadır (Moorman vd., 1992). Morgan ve Hunt’a göre (1994) güven, alıcı ve satıcı arasındaki ticari bir ilişkide, bir tarafın diğerinin güvenilirliğine ve doğruluğuna inanmasıdır. Anderson ve Narus (1990) ise tarafların kendilerine pozitif çıktılarla sonuçlanacak faaliyetlerin olacağına karşılıklı Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1271 olarak inanması güven oluşumu için önemli olduğunu belirtmektedir. Üstelik güven, ilişkilerin planlı ve işbirliği içerisinde yürümesini sağlayan stratejik bir unsurdur (Dwyer vd., 1987). İşletme-müşteri ilişkilerinin başarılı bir şekilde kurulması ve devam ettirilmesi açısından güven, rekabetin yoğun olduğu sektörlerde stratejik bir unsur olarak görülmektedir (Morgan ve Hunt, 1994; Garbarino ve Johnson, 1999; Lau ve Lee, 1999). Doney ve Cannon (1997) işletmeler açısından tedarikçiler, aracılar ve satıcılar arasındaki ilişkide önemli bir unsur olan güvenin, işletme ile müşterisi arasındaki etkileşimin sürekliliği ve niteliği açısından stratejik önemine dikkat çekmektedir (Dölarslan ve Özer, 2014). Tüketicinin beklentileri ile ilişkili olması ve işletmenin vaatlerini yerine getirebilmesiyle doğru orantılı olması, güvenin stratejik önemini vurgulamaktadır (Sirdeshmukh vd., 2002). Rekabetin yoğun olduğu sektörlerde uzun dönemli sürdürülebilir ticari başarı iyi ürün, fiyat veya hizmetten fazlasını gerektirmektedir. Bu doğrultuda işletmeler, dıştan içe doğru müşteri etkileşimine önem vermektedir ve her etkileşimi güvenilir müşteri ilişkileri oluşturmak ve geliştirmek açısından şans olarak görmektedirler (Driggs ve Stier, 2014). Dahası, işletmeler güven oluşturabilmek adına ürün ve hizmet sunmanın ötesine geçebilmeye yönelik çaba ve çalışmalara odaklanmaktadır. Naumann (1992)’a göre, müşterilerin işletmelere karşı güven oluşumu, işletmelerin kaliteli ürün üretimi, işletme imajı, satış sonrası müşteri hizmetleri, müşteriden geri dönüş sağlamaları, yapılan hataları açıklamaları ve ürünleri doğru sloganlarla sunmalarına bağlıdır. Benzer şekilde San Martin ve Camarero (2005)’ya göre işletme yetenekleri, çalışanların deneyimi, hizmetlerin kalitesi ve kişiselleştirilmiş öneriler güven oluşumunda etkili unsurlar arasındadır. Böylece, müşteriler fiyata daha az duyarlı olmaya, mal/hizmet geliştirmede istekli olmaya ve işletmeye olan güvenlerini diğer kişilerle paylaşmaya yönelmektedir (Driggs ve Stier, 2014). Bu kapsamda işletme ile müşteri arasındaki güven oluşumunun sonuçlarının müşterilerin olumlu davranışsal niyet oluşumunu (Cronin vd., 2000) desteklemesinin yanı sıra, ilişkisel pazarlama kapsamında işletme/ürün değeri oluşumuna yönelik önemli etkisinin bulunduğunu söylemek mümkündür. Müşteri güveni kazanmak adına başarılı işletmeler farklılık yaratıcı bir yetenek olan güveni güçlü biçimde inşa etme, değer verme, koruma ve geliştirmeye önem verir. Bir diğer ifadeyle, başarılı işletmeler kötü dönemlerde olduğu kadar iyi dönemlerinde güvenin katkı sağladığını bilir ve müşterilerinin güvenini kaybederlerse başarılarının sürmeyeceğinin farkındadır. Bu bakış açısından işletme başarılı olduğunda güven kaldıraç etkisi yaratıcı bir özelliğe sahip olarak değerlendirilir (Curral ve Epstein, 2003). Bu durum sonuçları açısından değerlendirildiğinde, güven oluşturma/ sürdürme temelinde müşteri odaklılık ve müşteri tatmin düzeyinin elde edilmesinin, aynı zamanda işletmeye 1272 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) olan güveni destekleyici bir rol üstlenmesi, işletmelere rakipleri tarafından taklit edilmesi zor bir rekabetçi üstünlük kazandırmaktadır. 1.2. Müşteri Odaklılık Rekabetin şiddetinin artması, müşteri ve pazara daha yakın olma çabaları, kriz ortamında ortaya çıkan durgunluk, talepteki daralma ve müşteri seçeneklerinin çeşitlendiği bir ortamda işletmelerin müşteri odaklılığa önem vermeleri rekabetçi üstünlük yaratabilmektedir (Özer, 2006). Müşteriler için değer yaratmayı sürekli kılmayı ifade eden müşteri odaklılık, işletmelere stratejik açıdan üstünlük sağlayan pazar odaklılığın temel bileşenlerinden birisidir. Bu yönüyle müşteri odaklılık müşterilerin ihtiyaç/öncelikleri hakkında bilgi almayı içermesine rağmen, müşteri araştırmalarının ötesinde anlam kazanmaktadır (Kohli ve Jaworski, 1990). Narver ve Slater (1990)’a göre müşteri odaklılık, müşteriler için değer yaratmayı sürekli kılmanın yanı sıra, genişletilmiş ürün sunulmasını ifade etmektedir. Desphande, Farley ve Webster (1993) müşteri odaklılığı, işletmelerin sahipleri, yöneticileri ve çalışanlarını dışlamadan uzun vadeli karlı girişimler elde etmek için müşteriyi ön plana çıkaran inançlar seti olarak organizasyonel kapsamda tanımlamaktadır. Hem tüketici hem de yönetici/çalışan perspektifinden değerlendirilebilen müşteri odaklılık, iş birimlerinin/departmanların karları üzerinde, başarılı ürün sunumunda, müşteri sadakati üzerinde olumlu bir etkiye neden olan değerin yaratılmasında ve bu değer oluşumunun tüm organizasyon tarafından benimsenmesinde başat rol oynamaktadır (Desphande vd., 1993; Narver ve Slater, 1990; Slater ve Narver, 1998; Slater ve Narver, 1995). Literatür değerlendirildiğinde, müşteri odaklılığın işletmelere sağladığı stratejik üstünlük konusunda görüş birliği bulunmasına rağmen, söz konusu yönetim anlayışının farklı boyutlarda ele alınmasının gereği de vurgulanmaktadır.2 Örneğin, Slater ve Narver (1998), müşteri odaklılığın ifade edilen ihtiyaçları tatmin etmeye ve pazara tepkisel cevap vermeye yönelik “müşteri tarafından yönlendirilen anlayış” ve ifade edilmeyen ihtiyaçları tatmin etme eksenli ve proaktif davranışı içeren “pazar odaklı anlayış” olmak üzere iki farklı biçimi bulunduğunu belirtmektedir. Slater ve Narver (1998) farklı bir bakış açısı ile müşteri tarafından yönlendirilen işletmeler ve pazar odaklı 2 Çalışmalarda müşteri odaklılığın “müşteri tarafından yönlendirilen anlayış, reaktif odaklı işletmeler, yıkıcı odaklılık, müşteri tarafından yönlendirilen işletmeler, pazar odaklı işletmeler, rakip odaklılık” gibi çeşitli yaklaşımlardan farklı olduğunu göstermek amaçlanmıştır. Diğer yandan bazı çalışmalarda da “müşteri odaklılık” ve “pazar odaklılık” kavramı benzer kullanılmıştır (Örn. Desphande vd., 1993; Slater ve Narver, 1999). Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1273 anlayışı benimseyen işletmelerin başarılarının, çevre koşullarına bağlı olduğuna dikkat çekmektedir. Müşteri tarafından yönlendirilen işletmeler müşteri isteklerine hızlı cevap verme ve müşteri tatminine odaklanmayla rekabetçi üstünlük elde ederler. Karmaşık çevrede rekabetçi üstünlüğü elde etmenin yolu ise müşteri ihtiyaçlarının evrimini anlamak ve bilgi temelli değer önerileri yaratmak olması nedeniyle pazar odaklı işletmeler yeni ürünler üreterek eski ürünlerini pazarda yok etmeye isteklidir (Slater ve Narver, 1998).3 Connor (1999) çalışmasında, Slater ve Narver (1998)’ın bakış açısını farklı bir şekilde ele alarak, müşteri tarafından yönlendirilen işletmelerden ziyade pazar odaklı anlayışı benimseyen işletmelerin stratejik başarıyı elde ettiği düşüncesini eleştirmektedir. Yazar, söz konusu yaklaşımda, kaynak dağıtımı ve işletme büyüklüğünün dikkate alınmadığını ve küçük işletmeler için başarının müşteriye yakın olmakla doğrudan ilişkili olduğunu ifade etmektedir. Söz konusu düşünce çerçevesinde, işletmelerin bugünkü ihtiyaçları tatmin etmek ya da gelecek için yeni ürün geliştirmek arasında bir tercihe yöneltilmeye çalışıldığına dikkat çekmektedir. İşletme ölçeği bağlamında müşteri odaklılık değerlendirildiğinde ise küçük işletmeler, müşterileri tatminle başarılı olurken; büyük işletmeler ise yeni ürün/pazar yaratmayla başarılı olmaktadır. Connor (2007)’a göre, çevresel koşullar nedeniyle işletmeler, müşteri tarafından yönlendirilen anlayış ve pazar odaklı anlayış arasında seçim yapmaya yönelmektedir. Bu iki kavramsal sınırlama arasında stratejistler kolayca karar veremediğinden, kavramlar arasında tercih yapmak yerine bugünün yatırımları ve geleceğin ürün/pazarlarına yatırımı arasında denge kurmaya çalışmalıdır. Ketchen, Hult ve Slater (2007), Connor (2007)’un çalışmasındaki eleştirilerine yönelik olarak, çalışmalarında bugünkü ve gelecekteki müşteri ihtiyaçlarına odaklanmalarını temel alarak işletmeleri, müşteri tarafından yönlendirilen, reaktif odaklı, yıkıcı odaklı ve pazar odaklı olmak üzere dörtlü bir matris çerçevesinde değerlendirmiştir. Bu görüş kapsamında yöneticilerin işletmelerini pazar odaklı hale getirmeleri gerektiği ifade edilmektedir. Diğer yandan Kotler ve Armstrong (2012)’a göre, işletmelerin stratejilerini yeniden gözden geçirme/oluşturma esnasında zaman ve enerjilerini rakiplerine ayırdıklarında, müşteri odaklı olma çabalarının başarısızlığa uğrayabileceği belirtilmektedir. Rakip odaklılık olarak adlandırılan bu anlayış, 3 Diğer yandan, pazar odaklılığın boyutu olan müşteri odaklı anlayış kavramının pazarlama odaklılık ile karıştırılmaması da gerekmektedir. Pazar odaklılık anlayışı, bütün işletme çalışanlarının değerleri benimsemesi ve tüm işletme süreçlerinin öncelikli olarak müşteri değeri yaratmaya yönelmesi nedeniyle pazarlama kavramının ötesinde stratejik bir başarı yaratan işletme felsefesidir (Slater ve Narver, 1998) 1274 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) işletmelerin zamanlarını rakiplerinin hareketlerine, pazar paylarına ve onlara karşı stratejik hamleler yapmaya harcaması olarak tanımlanmaktadır (Narver ve Slater, 1990). Rakip odaklı işletmelerin, genellikle müşteriler için değer yaratmada inovatif bir yaklaşım sergilemek yerine, rakiplere cevap vermeye yönelik taklitçi bir tarzla hareket ettiğini söylenebilir (Lieberman ve Asaba, 2006). Bu kapsamda müşteri odaklı işletmeler, rakip odaklı işletmelere oranla yeni fırsatları belirleyerek daha uzun vadeli stratejiler oluşturabilir. Bu nedenle işletmelerin stratejilerini yeniden gözden geçirme ve oluşturma sürecinde, salt olarak rakiplerine odaklanmak yerine, müşteri odaklılığı ön planda tutması gerekmektedir. Benzer şekilde Slater ve Narver (1999), çalışmalarında pazar odaklılığın müşteri değeri yaratmak için tüm birimleri koordine etmeyi içerdiği gerekçesinden yola çıkarak, Connor (1999)’un eleştirilerine cevap vermektedir. Jaworski ve Kohli (1996)’ye göre, müşteriler tarafından ifade edilen ihtiyaçlara cevap vermek, rekabetçi üstünlüğün sağlanması açısından yetersizdir. Bu yönüyle müşteri güdümünde olmaksızın hareket eden pazar odaklı işletmelerin, mevcut müşterilerini ve ifade edilen ihtiyaçlarını görmezden gelmediği belirtilmektedir. İşletmelerin rekabet üstünlüğü elde etmesi ve bunu sürdürmesi açısından tüm yönleri ile önem taşıyan müşteri odaklılığın temelinde, müşteri algısı bulunmaktadır. Webb vd. (2000), işletme başarısını değerlendirmede müşteri algısının öneminin vurgulanmasına rağmen; önceki çalışmalarda, müşteri odaklılığın müşteri perspektifinden değerlendirilmesinin yapılmadığını vurgulamakta ve bu manada yönetici/çalışan bakış açısından yapılan değerlendirmenin yeterli olmadığını ifade etmektedir. Benzer şekilde Brady ve Cronin (2001), müşteri odaklılık ve performans arasındaki ilişkiyi ölçümleyen çalışmalar olmasına rağmen, söz konusu yaklaşımın müşteri bakış açısından algılanan performansa etkisinin nasıl olduğuna ilişkin çalışmaların sınırlı kaldığını belirtmekte ve bu sebeple müşteri odaklı işletmelerin, müşterilerden doğrudan ya da dolaylı yoldan nasıl faydalanabileceğinin bilinemediğine dikkat çekmektedir4. 4 Literatürde söz konusu eleştiriler dışında kalan az sayıda çalışma bulunduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, Dean (2007) tarafından yapılan çalışmada, algılanan müşteri odaklılık düzeyinin ölçümü, müşteri temelinde yapılmıştır. Çalışma sonucunda algılanan müşteri odaklılık düzeyi ile algılanan hizmet kalitesi ve sadakat düzeyi arasındaki ilişki desteklenmiştir. Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1275 1.3. Müşteri Tatmini Genel anlamda, değişen müşteri istekleri ve buna bağlı olarak farklılaşan tercihleri karşılamak konusunda işletmeler tarafından gösterilen çabaların sonucu, başarı ve başarısızlık ayrımında temel kriterlerden biri olmaktadır. Söz konusu performansın işletmeler açısından en temel göstergesi ise müşterilerin tatmin düzeyidir. Diğer yandan, başka ürünlere yönelim nedeniyle, müşterilerin tatmin süresi yeni tercihler yaratıldıkça işletme aleyhine değişkenlik gösterebilecektir. Bunu önlemenin yolu ise işletmenin müşteri tercihlerini takip etmekten çok keşfetmesine bağlıdır. Dolayısıyla müşterilere yeni tercihleri yaratan işletmeler, müşteri tatmininin ötesine geçerek gelecek başarılarını kazanacaktır (Baş, 2013: 48). Rekabetçi baskıların arttığı günümüzde, işletmelerin hayatta kalabilmeleri ve başarılı olabilmeleri için müşteri tatmini önemli bir rol oynamaktadır (Udo vd., 2010; Athanassopoulos, Spiros ve Vlassis, 2001). Genel anlamda müşteri tatmini düzeyi, müşterinin satın alma işlevi öncesindeki ürün veya hizmet performansına ilişkin beklentileri ile satın alma sonrası gerçekleşen ürün veya hizmet performansı arasında oluşan farklılıkların değerlendirilmesine yönelik müşterilerin tepki süreci olarak ele alınmaktadır (Tse ve Wilton, 1988; Woodruf vd., 1983). Bu bağlamda müşteri tatmin süreci müşterilerin satın alma öncesi beklentileri ile satın aldıktan sonra oluşan fikirlerinin karşılaştırmasından oluşmaktadır (Oliver, 1980; La Tour ve Peat, 1980). Westbrook (1987) tarafından yapılan benzer bir tanımlamada ise müşteri tatmini, tüketim öncesinde beklenen duygular ile tüketim esnasında oluşan duyguların karşılaştırılıp değerlendirilmesi ile oluşmaktadır. Müşteri tatmin düzeyi, tüketicilerin beklentilerini karşılayıp karşılayamama durumuna bağlıdır (Swan ve Trawick, 1981) ve müşteri beklentilerinin karşılanamaması ise tatmin düzeyini olumsuz yönde etkilemektedir (Churcill ve Surprenat, 1982; Oliver, 1980; Swan ve Travick, 1981). Deng vd. (2010), ürün ya da hizmetin kullanılmasının ardından iyi bir tecrübeye sahip olan müşterilerin, birikerek artan bir tatmin düzeyi elde ettiğini ifade etmektedir. Bu yönüyle müşteri tatmini, pazara dönük beklenti ve deneyimler ile pozitif yönlü etkileşimdedir (Fornell, 1992). Ürün ya da hizmetin tüketim sonrası değerlendirmesi olarak ifade edilen müşteri tatmini (Chang, 2006), ayrıca yönetimsel açından, müşteri beklentilerini karşılayan bir organizasyonun hizmet performansını sağlama yeteneği olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle müşteri tatmin düzeyi, gerek müşterilerin davranışlarının ölçümü ve gerekse de işletme performansı için önemli bir göstergedir (Cheng vd., 2011; Anderson vd., 1994) . Bu kapsamda, müşteri tatmini oluşumu ve tatmin düzeyinin davranış üzerindeki etkileri, birçok çalışmanın konusu olmuştur. Müşteri tatminin 1276 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) oluşumu açısından yapılan değerlendirmelerde, özellikle algılanan kalite düzeyi ile ilişkilendirilen müşteri tatmini (Cronin vd., 2000; Brady vd., 2005), gerek güven (Johnson ve Grayson, 2005; Dölarslan ve Özer, 2014) gerekse de davranışsal niyet oluşumu (Garbarino ve Johnson, 1999; Dölarslan, 2013) açısından belirleyici etkiye sahiptir. 2. Hipotezler ve Araştırma Modelinin Oluşturulması Gerek müşteriler tarafından yönlendirilen gerekse de işletmenin doğasından kaynaklanan müşteri odaklı faaliyetler ve uygulamaların temel amaçlarından biri müşteri güvenin tesis edilmesidir. İşletmeye duyulan güven ve müşteri odaklılık arasındaki etkileşimin en önemli çıktılarından biri ise müşteriler ile karlı ve uzun dönemli ilişkilerin kurulmasıdır (Morgan ve Hunt, 1994). İlişkisel pazarlamanın temelini oluşturan bu bakış açısı dahilinde (Grönroos, 1994), işletmelerin stratejik rekabetçi üstünlüğünün temelinde müşteriler ile olduğu kadar diğer tedarikçi ve aracı işletmelerle kurulan ve güven temeline dayanan birliktelikler söz konusudur (Eser vd., 2011). Bu kapsamda, pazar odaklılığın temel unsuru olan müşteri odaklılığın, güven temelinde işletmeye sağladığı üstünlükleri değerlendiren çalışmalara literatürde rastlamak mümkündür. Örneğin, Swan ve Johannah (1985), Farrelly ve Quester (2003), Saparito vd. (2004), Williams (1998), Bateman ve Valentine (2015) ve Frasquet vd. (2008) müşterilerin müşteri odaklı anlayışı algıladıklarında işletmeye olan güvenlerinin arttığını belirtmektedir. Benzer şekilde Swan, Michael ve Lynne (1999), müşteri odaklılığın müşteride güven duygusu yarattığını ifade etmektedir. Schwepker Jr. (2003) ise müşteri odaklılık ile güven arasında ilişkinin işletme ile müşteri arasında uzun vadeli ilişkiler oluşturmak açısından gerekli olduğunu belirtmektedir. Bu çalışmalar dikkate alındığında aşağıdaki hipotez oluşturulmuştur. H1: İşletmelerin algılanan müşteri odaklılık düzeyi (MOD), işletmeye olan güveni (GÜV) etkiler. Tüketicilerin algıladığı müşteri odaklılık düzeyi arttıkça işletmeye duyulan güven artmakta ve müşteri tatmini sağlanarak rekabetçi üstünlüğün sürekliliği sağlanabilmektedir. Müşteri odaklı kültür, müşteri odaklılığın tüm organizasyon tarafından benimsenmesi, müşteri değerinin yaratılması ve sürdürülmesiyle müşteri tatminini artırmaktadır (Slater ve Narver, 1995; Oliver, 1980; Parasurman vd., 1994). Örneğin, Brady ve Cronin (2001), müşteri odaklı işletmelerin müşterilerin ihtiyaçlarını karşılama ve ürün geliştirme ile rakiplerini geride bıraktığını, dahası, müşterinin tatmin düzeyini artırdığını vurgulamaktadır. Benzer şekilde Ha ve Park (2012) ve Jyoti ve Sharma (2012) Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1277 müşteri odaklılık düzeyi yüksek işletmelerin müşteri bağlılığını sürdürmede müşteri tatmininin pozitif etkisini kullandığını ifade etmektedir. Webb vd. (2000) bir işletmeyi yüksek düzeyde müşteri odaklı olarak algılayan müşterilerin daha fazla tatmin olduklarını belirtmektedir. Bu kapsamda müşteri odaklılık ve müşteri tatmini ilişkisini ele alan çalışmalar değerlendirilerek aşağıdaki hipotezi oluşturmak olanaklı hale gelmektedir. H2: İşletmelerin algılanan müşteri odaklılık düzeyi (MOD), müşteri tatmin düzeyini (TAT) etkiler. Oliver (1999)’a göre müşteri tatmini, müşteri bağlılığının sağlanmasında temel faktördür ve genellikle, müşteri tatmini ürün seçiminden veya ürün kullanım tecrübesinden sonraki tutum olarak tanımlanmaktadır (Giese ve Cote, 2000). Örneğin, Lau ve Lee (1999) tarafından yapılan çalışmanın sonuçları müşteri tatmini ile işletmeye olan güven arasında anlamlı bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Benzer şekilde Garbarino ve Johnson (1999), Trif (2013), Singh ve Sirdeshmukh (2000), Pavlou (2003) ve Suki (2011) tarafından yapılan çalışmalarda müşteri tatmininin işletmeye olan güveni olumlu yönde desteklediği gözlenmektedir. Müşteri tatmininin güven üzerindeki etkisini değerlendiren tüm bu çalışmalar dikkate alındığında, aşağıdaki hipotez oluşturulmuştur. H3: Müşterilerin tatmin düzeyi (TAT), işletmeye olan güveni (GÜV) etkiler. Literatür çerçevesinde oluşturulan teorik yapı kapsamında ortaya konulan araştırma modelinin gösterimi aşağıda sunulmaktadır (Şekil 1). Şekil 1. Araştırma Modeli TAT H3 H2 GÜV MOD H1 1278 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) 3. Uygulama: Araştırma Modelinin Test Edilmesi 3.1. Örneklem Seçimi ve Verilerin Analiz Yöntemi Araştırmanın örnekleminin üniversite öğrencilerinden seçildiği bu araştırma, GSM operatörlerinin müşteri tarafından algısını ölçümlemek üzerine tasarlanmıştır. Araştırmada tüketici tarafından algılanan müşteri odaklılık düzeyi, müşteri tatmini ve güven kavramlarının değerlendirilmesinde, söz konusu hizmet türüne yönelik olarak seçilen örneklemin uygun olduğu düşünülmüştür. Yanıtlayıcıların belirlenmesinde kolayda örneklem yöntemi tercih edilmiştir. Veri toplama sürecinde toplam 320 anket yanıtlayıcılara sunulmuş, ileri analizlerde kullanılmak üzere 311 anket değerlendirmeye alınmıştır. Araştırma modeli, Yapısal Eşitlik Modellemesi (YEM) ile test edilmiştir. YEM analizlerinde örneklem büyüklüğü ile ilgili olarak, normal dağılmış bir veri seti için genel olarak 100 sayısının asgari, 200 sayısının da kabul edilebilir sınırlar içinde olduğu belirtilmekte; verilerin normal dağıldığı ve değişkenler arasındaki ilişkilerin göreceli olarak yüksek olduğu modellerde, gözlenen değişken sayısının on katı civarında bir örneklem sayısı yeterli olarak kabul edilmektedir (Şimşek, 2007: 55). Bu kapsamda, uygulamaya konu olan 311 kişilik örneklem sayısının yeterli olduğu söylenebilir. Araştırma sürecinde verilerin analizi, iki aşamalı yaklaşım benimsenerek gerçekleştirilmiştir. Bu kapsamda öncelikle, araştırma modelini oluşturan değişkenlerin beraberce ele alındığı ölçme modelini test etmek amacıyla doğrulayıcı faktör analizi (DFA) uygulanmıştır. Daha sonra DFA ile test edilen ölçme modelinin güvenilirlik ve geçerlilikleri testleri yapılarak, yapısal eşitlik modellemesi ile model kapsamında sunulan doğrudan ve düzenleyici etkiler test edilmiştir. Çalışma kapsamında oluşturulan araştırma modelinin test edilmesinde, analizlerde LISREL 8.51 ve IBM SPSS 21 istatistik paket programları kullanılmıştır. 3.2. Ölçekler ve Anket Formunun Oluşturulması Anket formunun ilk bölümünde çalışmanın ana kütlesini öğrenciler oluşturduğu için gelir düzeyi gibi diğer sosyo-ekonomik durumlara ilişkin sorular yöneltilmesine gerek duyulmamış, yalnızca yanıtlayıcılara cinsiyetlerine ilişkin soru yöneltilmiştir. Uygulama kapsamında test edilen değişkenlerin yer aldığı diğer bölümde ise tüketici tarafından algılanan müşteri odaklılık düzeyi, müşteri tatmini ve güven değişkenlerini ölçmeye yönelik yargılara yer verilmiştir. Çalışmanın konusu olan değişkenleri test amacıyla kullanılan ölçeklerin tamamı, daha önce yapılan çalışmalarda geçerliliği ve güvenilirliği test edilmiş ölçekler kapsamında oluşturularak ankete dâhil edilmiştir. Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1279 Tüketici tarafından algılanan müşteri odaklılık düzeyini (MOD) ölçmek amacıyla kullanılan “Operatörüm müşteri olarak benim bağlılığımı yüksek düzeyde sürdürür, Operatörüm benim için sürekli değer yaratır, Operatörüm benim ihtiyaçlarımı anlar, Operatörümün temel amacı beni tatmin etmeyi sürdürmektir” yargılarından oluşan ölçek Dean (2007) tarafından yapılan çalışmadan alınmıştır. Müşteri tatmininin “Operatörümün hizmet kalitesine olan hislerim en iyi olarak şu şekilde tanımlanabilir” tek yargılık ölçeği de Cronin ve Taylor (1992)’dan elde edilmiştir. Güveni ölçmek için ise Zhang ve Bloomer (2009)’in “Bu operatöre güvenebileceğimi düşünüyorum, Bu operatörün verdiği sözlerde gerçekten samimi olduğunu düşünüyorum, Bu operatörün bana karşı dürüst ve doğru olduğunu düşünüyorum, Bu operatörün bana adil ve doğru şekilde davrandığını düşünüyorum, Onların yardımına ihtiyacım olduğunda bu operatörün bana yardım edebileceğini hissediyorum” ifadelerini içeren 5 yargılık ölçeği kullanılmıştır. Müşteri odaklılık ve güven yargılık beşli Likert ölçeği(1 = Kesinlikle katılmıyorum, 5 = Tamamen katılıyorum) kapsamında yanıtlayıcılara sunulurken, müşteri tatmini yargısı kaynak çalışmadaki haliyle beş noktalı semantik farklılık ölçeği ile ankette yer almaktadır. 3.3. Analiz ve Bulgular 3.3.1. Örneklem ve Değişken Özellikleri Öğrenciler çerçevesinde yapılan bu uygulamada, ankete katılan yanıtlayıcıların cinsiyet açısından neredeyse eşit dağılım sergiledikleri görülmüştür [Kadın: 175 (%56,5); Erkek: 135 (%43,5)]. Bununla beraber araştırma modelinin test edilmesinde YEM tercih edilmesi ve tahmin yöntemi olarak Maksimum Olasılık Tahmin Yöntemi (Maximum Likelihood Estimation) kullanılması sebebiyle örtük değişkenleri oluşturan gözlenen değişkenlerde normallik özelliğinin sağlanması açısından, modele dâhil olan değişkenlerin çarpıklık ve basıklık değerleri kontrol edilmiştir. Bu kapsamda, değişkenlerin çarpıklık değerinin 2’den, basıklık değerinin de 7’den düşük olması önerilmektedir (Hong vd., 2003; West vd., 1995). Bu çalışmada test edilen modellerin gözlenen değişkenlerinin çarpıklık ve basıklık değerlerinin önerilen sınır değerler arasında olmasının görülmesi nedeniyle çok değişkenli normallik özelliğinin sağlanmış olduğu söylenebilir. 3.3.2. Ölçüm Modelinin Testi: Doğrulayıcı Faktör Analizi DFA kapsamında ise tüm ölçüm modelini oluşturan değişkenler analize alınmıştır. Model kapsamındaki 3 örtük değişken ile ilişkili 10 gözlenen değişken ile yapılan analizde, düşük standardize edilmiş parametre değerleri 1280 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) gösteren ve yüksek düzeyde hata değerleri veren üç gözlenen değişken (MOD4, GÜV4 ve GÜV5) elenmiştir (Hau ve Thuy, 2011). Bunun sonucunda, 7 gözlenen değişkene ait DFA sonuçları Tablo 1’de sunulmaktadır. Tablo 1. DFA Sonuçları Örtük Değişkenler (Yapılar) Gözlenen Değişkenler Standardize Edilmiş Parametre Değeri (β) t- değeri Standart Hata Değeri MOD1 0.77 14.80 0.41 MOD2 0.89 17.90 0.21 MOD3 0.67 12.45 0.55 MOD4** - - - GÜV1 0.83 17.01 0.32 GÜV2 0.84 17.46 0.29 GÜV3 0.84 17.43 0.29 GÜV4** - - - GÜV5** - - - 1.00 - 0.00 MOD GÜV TAT Cronbach’s Alpha (α) 0.873 TAT1*** 2 0.817 2 *Uyum iyiliği değerleri: p < 0.05, x =33.58, Serbestlik Derecesi (sd)= 12, x /sd=2.79, RMSEA=0.076, NFI= 0.97, NNFI= 0.96, CFI= 0.98, IFI= 0.98, GFI= 0.97, AGFI= 0.93, SRMR= 0.048. **DFA kapsamında elenen değişken *** Tatmin örtük değişkeni tek bir gözlenen değişken ile tanımlanmıştır. DFA sonuçları, gerek uyum iyiliği değerleri (Schermelleh-Engel vd., 2003) gerekse de ölçüm modelinin gözlenen değişkenler ile örtük değişkenler (yapılar) arasındaki standardize edilmiş parametre değerleri incelendiğinde, modeldeki değerlerin 0.01 düzeyinde anlamlı sonuçlar verdiği görülmektedir (t > 2.576). Ayrıca, yapı güvenilirliğinin sağlanması açısından ölçüm modeli sonuçları değerlendirildiğinde ise yapıları betimleyen ilişkilerin 0.59’dan yüksek ve 0.01 düzeyinde anlamlı olması (Hair vd., 1998) yanında yapı güvenilirliği değerlerinin Fornell ve Larcker (1981) tarafından önerilen 0.50 sınır değerinden yüksek olduğu Tablo 2’de görülmektedir. Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1281 Tablo 2. Yapı Güvenilirliği, Ayrım Geçerliliği ve Birleşme Geçerliliği* Yapı Güvenilirliği (CR) MOD GUV TAT MOD 0.889 0.610 GUV 0.918 0.34 (0.592) 0.700 0.30 (0.552) TAT - 0.18 (0.432) - - * Diyagonal sütunda yer alan değerler yapıların Ortalama Açıklanan Varyans (AVE) değerleridir. Diğer değerler ise değişkenler arasındaki korelasyonların karesinin hesaplanması ile elde edilen paylaşılan varyans değerlerini göstermektedir. Araştırma modelini oluşturan değişkenler yakınsama ve ayrım geçerliliğinin sağlanması açısından değerlendirildiğinde ise her bir yapıyı oluşturan gözlenen değişkenlerin ortalama açıklanan varyans değerlerinin (AVE) önerilen sınır değer olan 0.50’den yüksek olması (Bagozzi ve Yi, 1988) ve örtük değişkenler arasındaki korelasyonların karelerinin (paylaşılan varyans değerlerinin), her bir yapı için AVE değerinden düşük olması (Fornell ve Larcker, 1981) yakınsama ve ayrım geçerliliğinin sağlandığı konusunda önemli göstergeler olarak değerlendirilmiştir (Tablo 2). 3.3.3. Yapısal Modelin Test Edilmesi: Doğrudan, Dolaylı ve Toplam Etkiler (H1, H2 ve H3) Araştırma modeli kapsamında önerilen hipotezler, doğrudan etkileri betimlemektedir. Bu kapsamda yapısal modelin test edilmesi sonucunda ulaşılan değerler Tablo 3’te sunulmaktadır. Analiz sonucunda, model kapsamındaki tüm ilişkilerin en az 0.05 düzeyinde anlamlı ve model uyum iyiliği değerlerinin kabul edilebilir sınırlar içerisinde olduğu tespit edilmiştir (Schermelleh-Engel vd., 2003). Bu nedenle, model kapsamında sunulan doğrudan etkileri içeren tüm hipotezlerin (H1-H3) desteklendiği söylenebilir. Tablo 3. Yapısal Modelin Hipotez Testi Sonuçları Hipotez Testi Sonuçlarıa,b Sonuçlar H1:MOD → GÜV 0.43 (6.89) Desteklendi H2: MOD → TAT 0.43 (7.37) Desteklendi H3: TAT → GÜV a 0.36 (6.44) Desteklendi Açıklanma Değerleri (R2) R2GÜV 2 R TAT = 0.45 = 0.18 Parantez içindeki değerler t değerini göstermektedir ve tüm ilişkiler p < 0.001 düzeyinde anlamlıdır (t > 2.576) b Uyum iyiliği değerleri: p < 0.05, x2=33.58, Serbestlik Derecesi (sd)= 12, x2/sd=2.79, RMSEA=0.076, NFI= 0.97, NNFI= 0.96, CFI= 0.98, IFI= 0.98, GFI= 0.97, AGFI= 0.93, SRMR= 0.048. 1282 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Araştırma modeli kapsamında yapılar (örtük değişkenler) arasındaki doğrudan ilişkilerin desteklenmesinin yanı sıra, model kapsamında sunulan dolaylı ve toplam etkilerin değerlendirilmesi, güvenin etkileyicilerini daha kapsamlı değerlendirebilmek açısından önem taşımaktadır (Tablo 4). Tablo 4. Yapılar Arasındaki İlişkilerin Toplam ve Dolaylı Etkileria Dolaylı Etkiler Toplam Etkiler MOD TAT GÜV MOD TAT GÜV MOD -- -- -- -- -- -- TAT 0.43 (7.37) -- -- -- -- -- GÜV 0.59 (9.19) -- -- 0.16(5.05) -- -- a Parantez içindeki değerler t değerini göstermektedir ve tüm ilişkiler p < 0.001 düzeyinde anlamlıdır (t > 2.576). Doğrudan, dolaylı ve toplam etkileri gösteren tablolar beraber incelendiğinde, müşteri odaklılık değişkeninin, güven üzerindeki doğrudan etkisinin (β: 0.43; t: 6.89) yanı sıra, tatmin değişkeni üzerinden dolaylı etkisinin (β: 0.16; t: 5.05) bulunduğu görülmektedir. Bununla beraber müşteri odaklılık değişkeninin model dâhilinde güven değişkeni üzerindeki toplam etkisinin 0.59 (9.19) çıktığı tespit edilmiştir. Tüm bu etkiler 0.01 düzeyinde anlamlıdır (Tablo 4). Tartışma ve Sonuç Güven, müşteri odaklılık ve müşteri tatmini değişkenleri arasındaki etkileşime odaklanan bu çalışma, mevcut teorik yapı çerçevesinde, müşteri odaklılığın doğrudan ve müşteri tatmini üzerinden güven oluşumu üzerindeki dolaylı etkisini ortaya koyacak şekilde tasarlanmıştır. Böylece güvenin, müşteri odaklılık ve tatmin kapsamında, müşteri tercihleri arasında yer alma ve artan rekabetçi yarışta kalabilmek ekseninde stratejik etkisi ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Çalışma sonuçları, müşteri odaklılığın güven üzerine olan doğrudan etkisinin yanı sıra, güven oluşumunda müşteri tatmini üzerinden dolaylı etkisi olduğunu göstermektedir. Araştırma modeline konu olan değişkenler arasındaki etkileşim daha önce bütünsel anlamda hiçbir araştırmada konu edilmemiştir. Bununla birlikte çalışma kapsamında elde edilen sonuçlar, müşteri tercihi arasında yer almayı sürdürme ve beraberinde işletme başarısını sürdürmek adına güven oluşumunda sağlamak adına müşteri odaklı yönetim anlayışının hem doğrudan hem de Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1283 müşteri tatmini üzerinden dolaylı etkisini olduğunu ortaya müşteri bakış açısıyla destekleyerek koymaktadır. Rekabetçi üstünlüğü elde etme ve sürdürmede, güven kavramının stratejik bir eksende yer alması sebebiyle, artan rekabetçi baskıların üstesinden gelebilmenin kolaylaştırıcı unsurlarından biri olduğunu söylemek mümkündür. İşletmelerin gelecekteki başarılarına yön gösteren ve müşterileri açısından farklılık yaratan güven kavramının, bu çalışmada olduğu gibi müşteri odaklılık ve tatmin kavramlarıyla bağlantılı olarak değerlendirilmesinin gereği önceki çalışmalar çerçevesinde belirtilmiştir. Örneğin, Schwepker Jr. (2003) kavramsal düzeyde değerlendirmede bulunduğu çalışmasında, müşteri odaklılık ile güven arasında pozitif ilişki bulunduğunu ve güven temelinde uzun vadeli ilişkiler kurmanın önemine vurgu yapmaktadır. Bu çalışmanın sonuçları değerlendirildiğinde müşteri odaklılığın güven üzerinde olumlu bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Bu nedenle işletmelerin şiddetli rekabet ortamında başarılı olabilmek için güven temelinde müşteri odaklı çaba ve çalışmalarda bulunması önemli görülmektedir. Müşterinin satın alma işlevi öncesindeki ürün veya hizmet performansına ilişkin beklentileri ile satın alma sonrası gerçekleşen ürün veya hizmet performansı arasında oluşan farklılıkların değerlendirilmesi ise tatmin oluşumunun temel göstergesidir. Bu bağlamda işletmeler müşteri odaklı çaba ve çalışmalarında doğal olarak tatmin unsuruna önem gösterir. Örneğin, Brady ve Cronin (2001)’e göre müşteri odaklı işletmeler müşterilerin ihtiyaçlarını karşılama ve ürün/hizmet geliştirmeyle rakiplerini geride bırakmakta, dahası müşterinin tatmin düzeyini artırmaktadır. Bu çalışma kapsamında elde edilen sonuçlarda, müşteri odaklılık ve tatmin arasında olumlu bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Yi ve La (2003)’ya göre karar alma öncesindeki beklenti düzeyinin ve karar sonrası yaşanan tatmin derecesinin oluşumunda güven duygusu belirleyicidir. Trif (2013) tarafından yapılan çalışmada müşteri tatmininin işletmeye olan güveni olumlu yönde desteklediği vurgulanmakta, bu çalışma kapsamında elde edilen değerler bu görüşle paralel bir şekilde müşteri tatmini ile güven arasında güçlü bir ilişki bulunduğunu göstermektedir. Bu açıdan işletmelerin müşteri tatmini ve güven arasındaki etkileşimin güven oluşumunda önemli olduğu söylenebilir. Çalışmanın sonuçları etkileşim ve ilişki açısından topluca değerlendirildiğinde, araştırma modeli kapsamında kurulan doğrudan ve dolaylı etkiler, güvenin ortaya çıkmasında, müşteri odaklılık ve müşteri tatmininin etkilerini özgün bir şekilde ortaya koymaktadır. Araştırma modeli, müşteri odaklılığın güveni hem doğrudan hem de tatmin üzerinden dolaylı bir şekilde etkilediğini göstermektedir. Müşteri odaklı anlayışı benimseyen işletmeler 1284 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) tarafından sürdürülen faaliyetler, işletmeye duyulan güven oluşumunda doğrudan belirleyici bir unsur olmakla beraber, söz konusu faaliyetler kapsamında elde edilen müşteri tatmini aracılığı ile güvenin belirleyicisi olmaktadır. Bu kapsamda müşteri odaklı anlayışa sahip işletmeler tarafından yapılan uygulamalar, müşteri memnuniyeti sağlayarak, işletmeye duyulan güvenin oluşumunu da desteklemektedir. Her ne kadar, önceki çalışmalarda (Örn. Schwepker Jr. 2003; Brady ve Cronin, 2001; Trif, 2013) model kapsamında sunulan ilişkiler spesifik olarak desteklense de, müşteri odaklılık, müşteri tatmini ve güven arasındaki etkileşimin beraberce ele alınmasının hem literatüre hem de uygulamaya katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Çalışmanın sonuçları ilgili sektör bağlamında değerlendirildiğinde ise müşteri odaklı olma gayretinin organizasyonlara/işletmelere sağladığı rekabet üstünlüğünün açık bir şekilde ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle, müşteri odaklılık faaliyetlerine dayalı uygulamaların sonuçlarının müşteriler açısından değerlendirildiği bu çalışma, müşteri odaklılığın müşteri tatmini ve güven yaratma açısından stratejik bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kapsamda GSM sektörü kapsamında yapılan bu uygulamada, sektör yöneticilerinin müşteri tatmini için hizmet sunma öncesi ve sonrasındaki çaba ve çalışmaların ötesinde, hizmet sunulduktan sonra müşterilerden geri bildirim almak gibi müşteri odaklı faaliyetlerde bulunmalarının, güven yaratma açısından stratejik bir öneme sahip olduğu söylenebilir. Bu kapsamda, işletmenin temel faaliyeti dışında kalan müşteri odaklı hizmetler, müşterilerin tatmin düzeyini artırmanın yanı sıra işletmeye duyulan güvenin arttırılması konusunda stratejik öneme sahiptir. Bu çalışma, literatüre ve uygulamaya yönelik katkılar içermesine rağmen, belirli kısıtlara da sahiptir. İlk olarak çalışma üniversite öğrencileri örnekleminde yapılmıştır. İkincisi, çalışma sadece GSM sektörü kapsamında gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla çalışma sonuçlarının farklı bir sektörde ve örneklemde değerlendirilmesi gereği de unutulmamalıdır. Bu nedenle, farklı sektörlerde ve örneklemlerde yapılan çalışmaların değişik sonuçlar vermesi mümkündür. Bu kapsamda, farklı sektörler çerçevesinde yapılacak olan çalışmaların, literatüre olduğu kadar uygulama açısından önemli katkılar sunacağı düşünülmektedir. Çalışmanın temel katkısının farklılaştırılması adına, farklı anlayıştaki müşteri odaklı organizasyonlar kapsamında yapılmasının özellikle literatüre değerli katkılar yapabileceği düşünülmektedir. Özellikle, müşteri tarafından yönlendirilen ve pazar odaklı anlayışa sahip olan işletmelerin, müşteri güveni oluşumundaki üstünlük ve zayıflıklarını konu alan ve karşılaştıran çalışmaların yapılması, konuya ilişkin literatürün derinleşmesi açısından önerilmektedir. Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1285 Kaynakça Anderson, Eugene W., Claes Fornell ve Donald R. Lehmann (1994), “Customer Satisfaction, Market Share, and Profitability: Findings from Sweden”, Journal of Marketing, 58 (3): 5366. Anderson, James C. ve James A. Narus (1990), “A Model of Distributor Firm and Manufacture Firm Working Partnerships”, Journal of Marketing, 54 (1): 42-58. Athanassopoulos, Antreas, Spiros Gounaris ve Vlassis Stathakopoulos (2001), “Behavioural Responses to Customer Satisfaction: An Empirical Study”, European Journal of Marketing, 35 (5/6): 687-707. Bagozzi, Richard P. vd. (2012), “Genetic and Neurological Foundations of Customer Orientation: Field and Experimental Evidence”, Journal of the Academy of Marketing Science, 40 (5): 639-658. Bagozzi, Richard P. ve Youjae Yi (1988), “On the Evaluation of Structural Equation Models”, Journal of The Academy of Marketing Science, 16 (1): 74-94. Barney, Jay B. ve Mark H. Hansen (1994), “Trustworthiness as a Source of Competitive Advantage”, Strategic Management Journal, 15 (1): 175-190. Baş, Abdullah (2013), İşletmeleri Dönüştürme Aracı Olarak Pazarlama Miyopisinin Stratejik Değerlendirilmesi: Türkiye Tekstil İşletmelerinde Araştırma, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü). Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (2015), http://www.btk.gov.tr (10.03.2016). Blocker, Christopher P., Daniel J. Flint, Matthew B. Myers ve Stanley F. Slater (2011), “Proactive Customer Orientation and its Role for Creating Customer Value in Global Markets”, Journal of the Academy of Marketing Science, 39 (2): 216-233. Brach, Simon, Gianfranco Walsh, Thorsten Hennig‐Thurau ve Markus Groth (2015), “A Dyadic Model of Customer Orientation: Mediation and Moderation Effects”, British Journal of Management, 26 (2): 292-309. Brady, Michael K., Gary A. Knight, J. Joseph Cronin, G. Tomas M. Hult ve Bruce D. Keillor (2005), “Removing the Contextual Lens: A Multinational, Multi-Setting Comparison of Service Evaluation Models”, Journal of Retailing, 81 (3): 215-230. Brady, Michael K. ve J. Joseph Cronin (2001), “Customer Orientation Effects on Customer Service Perceptions and Outcome Behaviors”, Journal of Service Research, 3 (3): 241-251. Chang, Jui C. (2006), “Customer Satisfaction with Tour Leaders’ Performance: A Study of Taiwan’s Package Tours”, Asia Pacific Journal of Tourism Research, 11 (1): 97-116. Cheng, Ching C., Shao-l Chiu, Hsiu-Yuan Hu ve Ya-Yuan Chang (2011), “A Study on Exploring the Relationship Between Customer Satisfaction and Loyalty in the Fast Food Industry: With Relationship Inertia as a Mediator”, African Journal of Business Management, 5 (13): 5118-5126. Churchill Jr, Gilbert A. ve Carol Surprenant (1982), “An Investigation into the Determinants of Customer Satisfaction”, Journal of Marketing Research, 19: 491-504. Connie, Bateman ve Sean Valentine (2015), “The Impact of Salesperson Customer Orientation on The Evaluation of a Salesperson’s Ethical Treatment, Trust in the Salesperson, and Intentions to Purchase”, Journal of Personal Selling & Sales Management, 35 (2): 125142. Connor, Tom (1999), “Research Notes and Communications: Customer-Led and Market-Oriented: A Matter of Balance”, Strategic Management Journal, 20 (12), 1157-1163. 1286 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Connor, Tom (2007), “Market Orientation and Performance”, Strategic Management Journal, 28 (9), 957-959. Cronin Jr, J. Joseph ve Steven A. Taylor (1992), “Measuring Service Quality: A Reexamination and Extension”, Journal of Marketing, 56 (3): 55-68. Cronin, J. Joseph, Michael K. Brady ve G. Tomas M. Hult (2000), “Assessing The Effects of Quality, Value and Customer Satisfaction on Consumer Behavioral Intentions in Service Environments”, Journal of Retailing, 76 (2): 193-218. Currall, Steven C. ve Marc J. Epstein (2003), “The Fragility of Organizational Trust: Lessons from the Rise and Fall of Enron”, Organizational Dynamics, 32 (2): 193-206. D’Aveni, Richard A., Jonathan M. Canger ve Joseph J. Doyle (1995), “Coping with Hypercompetition: Utilizing the New 7S’s Framework”, The Academy of Management Executive, 9 (3): 45-57. Day, George S. (1994), “The Capabilities of Market-Driven Organizations”, Journal of Marketing, 58 (4): 37-52. Dean, Alison M. (2007), “The Impact of the Customer Orientation of Call Center Employees on Customers’ Affective Commitment and Loyalty”, Journal of Service Research, 10 (2): 161-173. Deng, Zhaohua, Yaobin Lu, Kwok Kee Wei ve Jinlong Zhang (2010), “Understanding Customer Satisfaction and Loyalty: An Empirical Study of Mobile Instant Messages in China”, International Journal of Information Management, 30 (4): 289-300. Deshpandé, Rohit, John U. Farley ve Frederick E. Webster Jr. (1993), “Corporate Culture, Customer Orientation and Innovativeness in Japanese Firms: A Quadrad Analysis”, Journal of Marketing, 57 (1): 23-37. D larslan, Emre ah n ve Alper Özer (2014), “H zmet Kal tes , Tatm n ve Güven n Daha Fazla Ödeme E l m Üzer ndek Etk ler ”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 14 (1): 31-58. Doney, Patricia M. ve Joseph P. Cannon (1997), “An Examination of The Nature of Trust in BuyerSeller Relationships”, Journal of Marketing, 61 (2): 35-51. D larslan, Emre ahin (2013), “Kalite, De er ve Tatminin Davranışsal Niyet Üzerine Etkileri: Perakendecilik Sekt ründe Alternatif Modellerin De erlendirilmesi”, Hacettepe Üniversitesi İİBF Dergisi, 31 (2): 15-52. Driggs, Woody ve Jeffrey Stier (2014), “How to Growth Customer Trust”, Customer Relationship Management, October, 10. Driggs, Woody ve Jeffrey Stier (2014), “The (Priceless) Value of Trust”, Customer Relationship Management, April. Dwyer, F. Robert, Paul H. Schurr ve Sejo Oh (1987), “Developing Buyer-Seller Relationships”, Journal of Marketing, 51 (2): 11-27. Eser, Zeliha, Sezer Korkmaz ve Sevgi A. Öztürk (2011), Pazarlama (Ankara: Siyasal Kitabevi). Fornell, Claes (1992), “A National Customer Satisfaction Barometer: The Swedish Experience”, Journal of Marketing, 56 (1): 6-21. Fornell, Claes ve David F. Larcker (1981), “Evaluating Structural Equation Models with Unobservable Variables and Measurement Error”, Journal of Marketing Research, 18 (1): 39-50. Francis, Farrelly ve Quester Pascale (2003), “The Effects of Market Orientation on Trust and Commitment”, European Journal of Marketing, 37 (3/4): 530-553. Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1287 Garbarino, Ellen ve Mark S. Johnson (1999), “The Different Roles of Satisfaction, Trust, and Commitment in Customer Relationships”, Journal of Marketing, 63 (2): 70-87. Giese, Joan L. ve Joseph A. Cote (2002), “Defining Consumer Satisfaction”, Academy of Marketing Science Review, 2000 (1): 1-24. Gr nroos, Christian (1994), “From Marketing Mix to Relationship Marketing: Towards A Paradigm Shift in Marketing”, Management Decision, 32 (2): 4-20. Ha, Hong-Youl ve Kang-Hee Park (2012), “Effects of Perceived Quality and Satisfaction on Brand Loyalty in China: The Moderating Effect of Customer Orientation”, African Journal of Business Management, 6 (22): 6745-6753. Hair, Joseph F., William C. Black, Barry J. Babin ve Rolph E. Anderson (1998), Multivariate Data Analysis (New Jersey, USA: Prentice-Hall). Hau, Le Nguyen ve Pham Ngoc Thuy (2012), “Impact of Service Personal Values on Service Value and Customer Loyalty: A Cross-Service Industry Study”, Service Business, 6 (2): 137155. Homburg, Christian, Michael Müller ve Martin Klarmann (2011), “When Does Sales People’s Customer Orientation Lead to Customer Loyalty? The Differential Effects of Relational and Functional Customer Orientation”, Journal of the Academy of Marketing Science, 39 (6): 795-812. Hong, Sehee, Mary L. Malik ve Min-Kyu Lee (2003), “Testing Configural, Metric, Scalar, and Latent Mean Invariance Across Genders in Sociotropy and Autonomy Using a Non-Western Sample”, Educational and Psychological Measurement, 63 (4): 636-654. Jaworski, Bernard J. ve Ajay K. Kohli (1996), “Market Orientation: Review, Refinement, and Roadmap”, Journal of Market-Focused Management, 1 (2): 119-135. Johnson, Devon ve Grayson Kent (2005), “Cognitive and Affective Trust in Service Relationships” Journal of Business Research, 58 (4): 500-507. Jyoti, Jeevan ve Sharma Jyoti (2012), “Impact of Market Orientation on Business Performance: Role of Employee Satisfaction and Customer Satisfaction”, Vision: The Journal of Business Perspective, 16 (4): 297-313. Kennedy, Karen Norman, Jerry R. Goolsby ve Eric J. Arnould (2003), “Implementing a Customer Orientation: Extension of Theory and Application”, Journal of Marketing, 67 (4): 67-81. Ketchen, David J., G. Tomas M. Hult ve Stanley F. Slater (2007), “Toward Greater Understanding of Market Orientation and the Resource‐Based View”, Strategic Management Journal, 28 (9): 961-964. Kim, Dan J., Donald L. Ferrin ve H. Raghav Rao (2003), “Trust and Satisfaction, Two Stepping Stones for Successful E-commerce Relationships: A Longitudinal Exploration”, Information Systems Research, 20 (2): 237-257. Kohli, Ajay K. ve Bernard J. Jaworski (1990), “Market Orientation: The Construct, Research Propositions and Managerial Implications”, Journal of Marketing, 54: 1-18. Kotler, Philip ve Gary Armstrong (2012), Principles of Marketing (USA: Prentice Hall). La, Suna ve Beomjoon Choi (2012), “The Role of Customer Affection and Trust in Loyalty Rebuilding After Service Failure and Recovery”, The Service Industries Journal, 32 (1): 105-125. Lau, Geok Theng ve Sook Han Lee (1999), “Consumer’s Trust in a Brand and Link to Brand Loyalty”, Journal of Market Focused Management, 4 (4): 341- 370. 1288 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Lieberman, Marvin B. ve Shigeru Asaba (2006), “Why do Firms Imitate Each Other?”, Academy of Management Review, 31 (2): 366-385. Luo, Xueming, Maxwell K. Hsu ve Sandra S. Liu (2008), “The Moderating Role of Institutional Networking in the Customer Orientation-Trust/Commitment-Performance Causal Chain in China”, Journal of the Academy of Marketing Science, 36 (2): 202-214. Marta Frasquet, Amparo Cervera ve Irene Gil (2008), “The Impact of IT and Customer Orientation on Building Trust and Commitment in the Supply Chain”, The International Review of Retail, Distribution and Consumer Research, 18 (3): 343-359. Moorman, Christine, Gerald Zaltman ve Rohit Deshpande (1992), “Relationships Between Providers and Users of Market Research: The Dynamics of Trust Within and Between Organizations”, Journal of Marketing Research, 29 (3): 314-328. Morgan, Robert M. ve Shelby D. Hunt (1994), “The Commitment-Trust Theory of Relationship Marketing”, Journal of Marketing, 58: 20-38. Narver, John C. ve Stanley F. Slater (1990), “The Effect of A Market Orientation on Business Profitability”, Journal of Marketing, 58 (3): 20-38. Naumann, Earl (1992), “Ten Easy Ways to Lose Your Customer’s Trust”, Business Horizons, September-October, 30-34. Oliver, Richard L. (1980), “A Cognitive Model of the Antecedents and Consequences of Satisfaction Decisions”, Journal of Marketing Research, 17 (4): 460-469. Oliver, Richard L. (1999), “Whence Consumer Loyalty?”, Journal of Marketing, 63: 33-44. Özer, Alper (2006), “Küçük İşletmelerde Ortaklaşa Rekabet”, Pazarlama ve İletişim Kültürü Dergisi, 5 (15): 32-44. Patrick A. Saparito, Chao C. Chen ve Harry J. Sapienza (2004), “The Role of Relational Trust in Bank-Small Firm Relationships”, The Academy of Management Journal, 47 (3): 400-410. Pavlou, Paul A. (2003), “Consumer Acceptance of Electronic Commerce: Integrating Trust and Risk with the Technology Acceptance Model”, International Journal of Electronic Commerce, 7 (3): 101-134. Roselius, Ted (1971), “Consumer Rankings of Risk Reduction Methods”, Journal of Marketing, 35 (1): 56-61. San Martín, Sonia ve Carmen Camarero (2005), “Consumer Reactions to Firm Signals in Asymmetric Relationships”, Journal of Service Research, 8 (1): 79-97. Schermelleh-Engel, Karin, Helfried Moosbrugger ve Hans Müller (2003), “Evaluating the Fit of Structural Equation Models: Tests of Significance and Descriptive Goodness-of-Fit Measures”, Methods of Psychological Research Online, 8 (2): 23-74. Schwepker Jr, Charles H. (2003), “Customer-Oriented Selling: A Review, Extension, and Directions for Future Research”, Journal of Personal Selling & Sales Management, 23 (2): 151-171. Singh, Jagdip ve Deepak Sirdeshmukh (2000), “Agency and Trust Mechanisms in Consumer Satisfaction and Loyalty Judgments”, Journal of the Academy of Marketing Science, 28 (1): 150-167. Slater, Stanley F. ve John C. Narver (1995), “Market Orientation and the Learning Organization”, Journal of Marketing, 59 (3): 63-74. Slater, Stanley F. ve John C. Narver (1998), “Market-Oriented is More Than Being Customer-Led”, Strategic Management Journal, 20, 1165-1168. Abdullah Baş - Emine Şenbabaoğlu - Emre Şahin Dölarslan İşletmelerin Müşteri Odaklılık ve Müşteri Tatmini Düzeylerinin Güven Oluşumuna Etkisi 1289 Slater, Stanley F. ve John C. Narver (1998), “Research Notes and Communications Customer-Led and Market-Oriented: Let’s Not Confuse the Two”, Strategic Management Journal, 19 (10): 1001-1006. Suki, Norazah Mohd (2011), “A Structural Model of Customer Satisfaction and Trust in Vendors Involved in Mobile Commerce”, International Journal of Business Science and Applied Management, 6 (2): 17-30. Swan, John E. ve Johannah Jones Nolan (1985), “Gaining Customer Trust: A Conceptual Guide for the Salesperson”, Journal of Personal Selling and Sales Management, 5 (2): 39-48. Swan, John E., I. Fredrick Trawick ve Maxwell G. Carroll (1981), “Effect of Participation in Marketing Research on Consumer Attitudes Toward Research and Satisfaction with a Service”, Journal of Marketing Research, 18 (3): 356-363. Swan, John E., Michael R. Bowers ve Lynne D., Richardson (1999), “Customer Trust in the Sales Person: An Integrative Review and Meta-Analysis of the Empirical Literature”, Journal of Business Research, 44 (2): 93-107. imşek, Ömer Faruk (2007), Yapısal Eşitlik Modellemesine Giriş (Ankara: Ekinoks Yay). Trif, Simona-Mihaela (2013), “The Influence Of Overall Satısfactıon and Trust on Customer Loyalty”, Management & Marketing, 8 (1): 109-128. Tse, David K. ve Peter C. Wilton (1988), “Models of Consumer Satisfaction Formation: An Extension”, Journal of Marketing Research, 25 (2): 204-212. Udo, Godwin J., Kallol K. Bagchi ve Peeter J. Kirs (2010), “An Assessment of Customers’ E-Service Quality Perception, Satisfaction and Intention”, International Journal of Information Management , 30 (6): 481-492. Webb, Dave, Cynthia Webster ve Areti Krepapa (2000), “An Exploration of the Meaning and Outcomes of A Customer-Defined Market Orientation”, Journal of Business Research, 48 (2): 101-112. West, Stephen G., John F. Finch ve Patrick J. Curran. (1995), “Structural Equation Models with Nonnormal Variables: Problems and Remedies”, Hoyle, Rick H. (Ed.), Structural Equation Modelling: Concepts, Issues and Applications (Newbury Park, CA: Sage): 56-75. Westbrook, Robert A. (1987), “Product/Consumption-Based Affective Responses Postpurchase Processes”, Journal of Marketing Research, 24 (3): 258-270. and Williams, Michael R. (1998), “The Influence of Salespersons’ Customer Orientation on Buyer-Seller Relationship Development”, Journal of Business & Industrial Marketing, 13 (3): 271-287. Woodruff, Robert B., Ernest R. Cadotte ve Roger L. Jenkins (1983), “Modeling Consumer Satisfaction Processes Using Experience-Based Norms”, Journal of Marketing Research, 20 (3): 296-304. Yi, Youjae ve Suna La (2003), “The Moderating Role of Confidence in Expectations and the Asymmetric Influence of Disconfirmation on Customer Satisfaction”, The Service Industries Journal, 23 (5): 20-47. Zhang, Jing ve Josée M. M. Bloemer (2009), “The Impact of Value Congruence on ConsumerService Brand Relationships”, Journal of Service Research, 11 (2): 161-178. TÜRKİYE’DE ANAYASALAR: TARİH, İDEOLOJİ, REJİM 1921-2016 Taha Parla (2016), Metis Yayınları, 212 sayfa, ISBN: 978-605-316-048-9 Derleyen: İbrahim Ö. Kaboğlu (2016), İletişim Yayınları, 296 sayfa, ISBN: 978-975-05-1985-7 Türkiye‟de siyasal kurumların gelişimini, Batı ile “karşılaştırmalı” bir biçimde, “yoklar tarihi” olarak okuyan ana-akım sosyolog ve siyaset bilimciler, Osmanlı İmparatorluğu‟ndan miras alınan devlet geleneğinin ve bunun “çevresi”ndeki ilişkilerin ülkedeki siyasal yaşamı günümüze değin biçimlendirdiğini ileri sürmektedir.1 Halbuki Türkiye‟de devletin; mutlak, donuk, maddi tarihsel gelişmelerden ve sınıflar arasındaki-içindeki mücadelelerden bağımsız bir kendiliğindelik (entity) olmadığının en somut göstergelerinden birisi, Batı‟daki gibi var olan Anayasalcılık hareketi ve onun ürünü/sonuç metinleri olan anayasalardır. En basit tanımıyla, modern devletin yapısını ve toplumla olan ilişkilerini ödev-görev/haklar-yasaklar bağlamında çerçevelendiren siyasi-hukuki metinler olan anayasalar, Osmanlı‟dan günümüze nicel (1876-1921-1924-1961-1982)2 ve nitel özellikleriyle (katı/yumuşak-âdem-i merkeziyetçi/merkeziyetçi-özgürlükçü/güvenlikçi) “toplumsal ilişkilerin bir biçimi olan devlet”in de değiştiğini belgelemektedir. Türkiye‟de yeni anayasa tartışmalarının yoğun bir şekilde yapıldığı bu günlerde çıkan iki kitap, ilgili tartışmalara ışık tutacak niteliktedir: Taha Parla‟nın ilk basımı 1991 yılında yapılan “Türkiye‟de Anayasalar” kitabı, 2010 Referandum‟u ve Başkanlık Sistemi‟ne ilişkin iki yeni yazı ile güncellenerek 1 2 Söz konusu yaklaşımı sorgulayan bir çalışma için bkz. Demet Dinler (2009), “Türkiye‟de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi”, Praksis Sosyal Bilimler Dergisi, (9): 17-54. Sadece yeniden yapılan/yazılanlar değil, anayasa değişiklikleri de hesaba katıldığında, Türkiye‟nin anayasa geçmişi için “değişmeyen tek şeyin değişim olduğu” görülecektir. 1292 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) yeniden basılırken; İbrahim Ö. Kaboğlu‟nun derlediği ve katkıda bulunduğu “Türkiye‟nin Anayasa Gündemi” adındaki yeni kitap, anayasa, rejim ve hükümet modeli etrafında dönen soru(n)lara ilgili alanda çalışmaları bulunan akademisyenlerin verdiği yanıtlardan oluşmaktadır. Bununla birlikte; adı geçen iki yazarı ve eserlerini belirleyen en önemli ortak nokta; Türkiye‟deki anayasa incelemelerinde toplumsal mücadeleler/ideolojiler/siyasal partilerle birlikte uluslararası konjonktürü de göz önünde bulunduran ve dinamik bir analiz imkânı sağlayan “Siyaset Bilimi Yaklaşımı”nın3 temsilcileri olmasıdır.4 Yukarıda değinilen devlet geleneğini tartışmasını, iktisadi/sosyal/kültürel kimi sürekliliklerin tabiatıyla olduğunu fakat Cumhuriyet döneminde devlet yapısı ile siyasal kuram ve kurumların kökten değiştiğini söyleyerek geride bırakan Taha Parla, kitabına 1921 Anayasası ve 1923 Değişikliği ile başlamaktadır. Yazara göre; 1921 Anayasası, Türkiye‟de “parlamenter meşruiyeti” ya da diğer ismiyle “yasama üstünlüğünü” meclis hükümeti sistemi aracılığıyla kurmuştur. Dahası „21 Anayasası, Cumhuriyeti, iktidarın kaynağını kayıtsız şartsız halk ve onun temsilcilerinden aldığını teslim etmekle de facto kurmuş; 29 Ekim 1923‟te yapılan değişiklik, mevcut durumu de jure açıklığa kavuşturmuştur. Parla, bu tarihten sonra yapılan anayasalarla birlikte, yasamanın üstünlüğünü yürütmeye bırakmaya başladığının altını çizmektedir. Bir önceki metne göre yürütmenin “görünür” hale geldiği ve yerel yönetimlere tanınan hakların sonrasında „61 ve „82 Anayasalarınca da benimsenen “yetki genişliği” kavramı ile ortadan kaldırıldığı 1924 Anayasası, yargı organına ilişkin düzenlemeler ve kimi temel hak ve özgürlükleri içerse de, yazara göre, 3 4 Türkiye‟de anayasalcılık ve anayasa araştırmalarında hâkim olan üç metodolojik yaklaşım bulunmaktadır. Kısaca özetlenirse: Birincisi, “Hukuk bilimini yürürlükteki hukuka, yürürlükteki hukuku da hukuk bilimine hapseden” ve bunun sonucunda anayasayı (politik toplumun önemli bir bileşenini/parçasını) ve sivil toplumu birbirlerine dışsallaştıran “Pozitivist Yaklaşım”dır. İkincisi, yine pozitivist araştırma yaklaşımının ilkelerini takip eden fakat tarihe olan vurgusuyla ondan ayrılan “Anayasal Düzen Yaklaşımı”dır. Üçüncü ve sonuncusu da, devleti ve toplumu organik bir bütünlük içerisinde kavrayan, araştırma nesnesi ve konusuna ilişkin parçaların birbiriyle ve bütünle olan ilişkilerini hem parçada hem de bütünde gören, bu özelliğiyle pozitivist yaklaşımın dar kalıplarını kıran, diyalektiğiyle de düzen yaklaşımın tarihselliğinin hakkını veren “Siyaset Bilimi Yaklaşımı”dır. Türkiye‟deki anayasa incelemelerine yöntem perspektifinden bakan kapsamlı bir makale için bkz. Gökhan Atılgan (2015), “Diyalektik Bir Anayasa İncelemesi İçin Çerçeve Girişimi”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 70 (1): 65-110. Elbette ki Kaboğlu‟nun derlediği çalışmada, farklı yaklaşımları benimseyen akademisyenler bulunmaktadır. Yine de bir bütün olarak değerlendirildiğinde; kitap, siyaset bilimi yaklaşımının sorgulayıcı/eleştirel özelliğiyle öne çıkmaktadır. Kitap İncelemesi – İsmail Cem Karadut 1293 1927‟den 1950 yılına değin hüküm ifade etmemiş; Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile devlet özdeşleştiğinden, partinin tüzük ve programı ülke siyaseti ve devletin işleyişinde temel prensipler olarak kullanılmıştır. Zira 1927 tarihi CHP‟nin mecliste tam kontrolünü sağladığı III. TBMM Dönemi‟ni işaret etmekle birlikte, partinin ideolojisini temsil eden Altı Ok‟un 1937‟de anayasa dâhil edilmesi parti-devlet özdeşliğinin somut göstergelerinden birisidir.5 Söz konusu bu siyaseti ve siyasal yapılanmayı, Kemalist ilkelerin (özellikle halkçılık) hâkim olduğu “Solidarist Korporatizm” olarak tanımlayan Parla; ne liberal atomistik bireyin ne de Marksist çatışmacı sınıfın olduğu fakat meslek gruplarının birbirlerinin tamamlayıcısı görüldüğü ve toplumun Durkheim‟cı bir şekilde organik bir bütün addedildiği bir düzene işaret etmektedir. Türkiye‟deki anayasaları ve ilgili siyasal süreçleri bu çerçeveden inceleyen yazar, korporatizmin solidaristik (dayanışmacı) ve faşist/faşizan iki türü olduğunu belirtmekte ve 1961 Anayasası‟nı “Ilımlı Dayanışmacı Korporatizm”in, 1982 Anayasası‟nı da “Faşizan Korporatizm”in karakterize ettiğini söylemektedir. Şöyle ki; „61‟de kişi ve grupların ödevleri topluma karşı sayılmışken, „82‟de söz konusu ödevlerin muhatabı, metnin değişmemiş ilk halindeki ismiyle “kutsal devlet”tir. Yine bu çerçeveden anlamlandırılabilecek ve ithal ikamecilikten dışa dönük ihracat stratejisine geçişi ve neoliberal zihniyeti yansıtan önemli bir değişiklik, sosyal haklarda görülmektedir: „61 metni söz konusu haklar bakımından ilklere sahip olması ve bu hakları görece geniş tutmasıyla öne çıkmaktadır ve devletin bu konudaki ödevine sınır olarak “iktisadi gelişme ve mali yeterliliği” göstermektedir. „82 metni ise, “istikrarın korunmasını gözetmeyi” de ekleyerek sınır çizgisini kalınlaştırmakla kalmayıp yaklaşımı da değiştirmekte, “devletin verebileceği” sınırı, “vatandaşın isteyebileceği” sınıra çekmektedir. 1961 Anayasası‟nın, biçimi ve içeriğiyle „82‟ye kıyasla daha demokratik olduğu aşikâr olmakla birlikte, Parla, bu gerçeğin „61 fetişizmi‟ne dönüşmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Nihayetinde „61; yasama üstünlüğünden yürütme üstünlüğüne geçişin belli başlı adımlarından birisidir ve askerin devlet yönetimine müdahale etmeye başladığı önemli bir özgül uğrağı temsil etmektedir. Parla, söz konusu bu durumu şu çarpıcı tespitle anlatmaktadır: Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık/Bakanlar Kurulu‟nun yanında, askeriye “Yürütmenin Üçüncü Başı” konumundadır. Zira siyaset kurumuna de facto etkisinin yanında anayasada idare kısmının altında 5 Parla, ayrıca 1935 tarihli CHP Tüzüğü‟nün 95. maddesini alıntılamaktadır: “Parti, kendi bağrından doğan hükümet örgütü ile kendi örgütünü tamlayan bir birlik tanır.” 1294 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) düzenlenmesi gereken askeri bürokrasi kendisine idareden ayrı ve üstün bir yer bulmuştur ki anayasal bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu (md. 118) ve yargıdaki “anlamsız” bir bölünmeyi işaret eden Askeri Yargıtay (md. 156) ile Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (md. 157) bunun en somut göstergelerindendir. Bununla birlikte; Parla‟nın karşılaştırmalı bir şekilde dikkat çektiği konu, „82‟in, „61‟in görece demokratikliğine sınır koyan 71-73 askeri muhtıra değişikliklerinin de ötesine gittiği, yürütmeyi görev olmanın yanında ilk kez bir yetki olarak da tanımlayıp Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu‟na yasama aleyhine önemli bir politik güç aktardığıdır. Haklar ve özgürlüklerin kısıtlanması konusunda “eline su dökülemeyecek” olan „82 Anayasası‟nın neredeyse yarısı “onarımdan” (amendment) geçtiği halde, Parla, kitabının anayasa değişikliklerine ayırdığı bölümünde, ağırlıklı olarak hükümetlerin popüler rıza üretmek için kullandığı ve eşanlı olarak AB‟ye tam üyelik için yapılan bu değişikliklerin devletin yapısına dokunmadığını ve anayasanın “tadile değil tebdile muhtaç” olduğunu vurgulamaktadır. 2010 Referandum ile birlikte yapılan yargıya ilişkin değişiklikleri eleştiren Parla, söz konusu değişikliklerin formel mantıki uzantısının başkanlık sistemi olduğunu referandumdan önce söyleyerek, bugünkü tartışmalar bağlamında, öngörüsünde de haklı çıkmaktadır. Başkanlık sistemi tartışmasına ayrılan kitabın son bölümündeyse, Parla, konuyla ilgili Türkçe yazında pek görülmeyen sert ve temel bir eleştiri yapmaktadır:6 “Liberal kapitalist devletin tipik temsili demokrasi organizasyonu olan parlamenter sistemden aşırı/uç sapma faşizmler ise, ara sapmanın da (..) prototip ABD başkanlık sistemi olduğunu söyleyeceğim.”, diyen yazar, ABD‟deki örnekten esinle kurulan diğer başkanlık sistemlerini “başkanlıkçı ve başkancı rejimler” olarak adlandırmakta ve bunları “kişisel diktatörlük ve despotluktan bir önceki istasyon” olarak tanımlamaktadır. Başkanlık sisteminin neredeyse “ideal tip”i olarak gösterilen ABD‟deki uygulamayı da yine ABD‟li siyasetçilere ve siyaset bilimcilere göndermelerle eleştirmektedir. Örneğin yazar; ABD Dışişleri eski bakanlarından William Seward‟ın, “Dört yıl için bir kral seçeriz ve ona belirli sınırlar içinde mutlak güç veririz; o da bunları kendine göre yorumlar.” sözünü alıntılamakta ve 6 Konuya sadece hukuki perspektiften bakanlar (pozitivist yaklaşım) güçler ayrılığına dayanan denge ve fren mekanizmasındaki aksaklıklara ve bunun sonuçlarına ilişkin bir eleştiri getirirken, geçmişe ve siyasal kültüre odaklananlar (anayasal düzen yaklaşımı) ABD tarihinin ve toplumunun özgüllüğüne atıfta bulunarak diğer başkanlık rejimlerinin bunlara sahip olmadığından (“yoklar tarihi”) bahisle bir eleştiri ortaya atmakta ve sosyal bilimlerin doğasına aykırı bir biçimde “teknedencilik” yapmaktadır. Kitap İncelemesi – İsmail Cem Karadut 1295 özellikle savaş durumlarında ve dış ilişkilerde başkanın politik gücünün çok arttığını, dengelenmesi ve frenlenmesinin de zorlaştığını belirtmektedir. Dahası ayrı ve bağımsız yargı erkini temsil eden Anayasa Mahkemesi de, yönetime ilişkin pek çok konuya siyasi bir mesele olduğundan bahisle kayıtsız kalmaktadır. Zaten biçimsel bir anayasal kurgu olan güçler ayrılığı da, dengefren sistemi ile olan çelişkili ilişkisinden ötürü herhangi bir işlevselliğe sahip değildir. Kısacası, Parla, yasamanın üstünlüğünü demokrasi ile eşdeğer tutmakta ve yürütmenin üstünlüğüne meyleden hiçbir hükümet modelini demokratik yönetim ile bağdaştırmamaktadır. Böylelikle başkanlık sistemini geniş bir kuramsal perspektiften, çoklu gerekçelere dayandırarak eleştirmektedir. Türkiye‟deki anayasa tartışmalarına ilişkin farkındalık ve bilinç yaratmak için amacıyla Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği‟nin inisiyatifiyle Kaboğlu tarafından derlenen “Türkiye‟nin Anayasa Gündemi” adlı kitap, 66 soru üzerinden ilgili akademisyenlerin yazdığı yanıtlardan oluşmaktadır.7 Fiili başkanlık sistemine geçme iddiasının araştırıldığı soruda Levent Köker, Anayasa‟nın 6. maddesini (Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.) hatırlatarak, Cumhurbaşkanının kendisini cumhurbaşkanı yapan anayasadan kaynaklanmayan yetkilerle donatamayacağının altını çizmekte ve bunun çelişkili olduğu gibi hukuk-dışı olduğunu da vurgulamaktadır. Söz konusu iddia ancak siyasi, konjonktürel bir söylem olarak değerlendirilebilir. Siyaseten daha istikrarlı ve ekonomik kalkınmaya daha açık olduğu iddia edilen başkanlık sisteminin performansının değerlendirildiği soruda Şule Özsoy Boyunsuz, en kötü parlamenter sistemin başkanlık sisteminden daha iyi olduğunu ortaya koymaktadır. Şöyle ki; 1946-1999 yılları arasında yapılan bir araştırmaya göre, her 23 başkanlık sisteminden 1 tanesi diktatörlüğe dönmüşken, bu oran parlamenter sistemler için 1/58‟dir. Dahası ekonomik kriz dönemlerinde parlamenter sistemlerin demokraside kalma oranı, ekonomik büyüme dönemlerinde başkanlık sistemlerinin demokrasiyi sürdürme oranıyla aynıdır. Diğer bir deyişle, krizde dahi olsa bir parlamenter rejim başkanlık sistemi ile aynı demokratik performansı sergilemektedir. Öyleyse sorun, Türkiye‟de sistem değişikliğinden çok, parlamenter yapının nasıl iyileştirileceğine ilişkindir. Bu soru hakkında yazan Kaboğlu, üç temel başlıkta parlamenter sistemin nasıl etkili kılınacağını anlatmaktadır: Birincisi, 7 Bir önceki kitaba ilişkin yazılanlar dolayısıyla tekrara sebebiyet vereceği ve inceleme yazısının kapsamını da aşacağından, burada kitaptan kimi sorular seçilerek değerlendirilmiştir. 1296 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) parlamentonun görev ve yetkilerini özerk bir biçimde kullanabileceği bir yapılanma gerekmektedir. Buna yönelik olarak, yasama faaliyetinde bakanlar kurulundan gelen tasarılar yerine meclisten kaynaklanan yasa tekliflerinin öne geçmesi, bakanlar kurulu üyelerinin yasama faaliyetinden çekilmesi ve meclisin hükümeti denetleme yollarının güçlendirilmesi yapılması gerekenlerden bazılarıdır. İkincisi, meclise giden yolların ilgili hak/özgürlükler, seçimler ve siyasal partiler bağlamında da demokratikleştirilmesi lazımdır. Üçüncüsü, yasamanın da yasama-dışı/ötesi denetimi geliştirilmeli, Anayasa Mahkemesi, Sayıştay gibi kurumlarla birlikte uzman kuruluşların ve üniversitelerin söz konusu denetimde oynadığı rol geliştirilmelidir. Kitapta dikkati çeken diğer bir soru, muhalefetin haklarının da anayasada sayılması gerektiğine ilişkindir. Bundan önce incelenen kitapta Parla‟nın da vurguladığı gibi, Türkiye‟de niceliksel/sayısal çoğunluk niteliksel bir çoğunlukçuluğa dönüşmektedir. Herkesi temsil ettiği varsayılan “milli irade” ile çoğunluğun iradesinin özdeşleştirilmesin yanlış olduğunu belirten, Didem Yılmaz, kimi devletlerin “muhalefet-in haklarını” anayasada düzenlendiğini ve 1958 Fransa Anayasası, 1978 Portekiz Anayasası, 2011 Fas ve 2014 Tunus Anayasaları gibi örneklerin bulunduğunu söylemektedir. Muhalefet haklarının anayasa düzleminde sayılmasının, çoğulculuğa da anayasal güvence getireceğine işaret eden yazar, muhalefet hakları konusunda şu noktaların altını çizmektedir: Yasama organındaki konuşma sürelerinden, yine yasama komisyonlarına başkanlık etmeye ve muhalefetin verdiği önergelerinin görüşme usullerine değin bu haklar, içtüzükte değil, anayasada düzenlenmelidir. Bununla birlikte; muhalefetin, medyayı etkin kullanmasının imkân ve yollarıyla birlikte yargı organlarına üye seçiminde etkili olması ve devlet yardımlarından faydalanmasının da anayasal güvenceye kavuşturulması gerekmektedir. Kitabın sonundaysa, anayasaların “toplumların özgeçmişi” olduklarını söyleyen Kaboğlu, anayasa yapımında üç temel izlekten bahsetmektedir: Zaman, mekân ve içerik. Zaman bağlamında; yeni bir anayasa 1921‟den „82‟ye eski anayasaların tarihsel birikimini yansıtmalı fakat onlar gibi olmamalı, çağdaş hukuksal gelişmeleri de içermelidir. Mekân bağlamında; ülke/çevre-insan-devlet ilişkileri içerisinde, Türkiye‟nin kimlik, laiklik ve yönetime ilişkin tartışmalarına evrensel anayasal yanıtlar getirilmelidir. İçeriği ise, iktidarın hukukla sınırlandırılmasına yönelik emredici kuralların, ilgili kurumların ve denge mekanizmalarının oluşturması gereklidir ki “Türkiye toplumunun özgeçmişine çağdaş bir sayfa eklenebilsin.” Sonuç olarak, N. Bobbio‟nun “Demokrasi ve Diktatörlük” kitabında söylediği gibi “Siyasal düşüncenin bütün tarihi, en iyi yönetim biçiminin ne olduğa ilişkin tartışmalarla bilmecelenmiştir ve bu tartışma bağlamında sürekli yenilenen tema, demokrasi karşıtlığı ya da taraftarlığı argümanıdır.” Kitap İncelemesi – İsmail Cem Karadut 1297 Demokrasi tarihini karakterize eden en önemli gelişme de, yasamanın yürütme, diğer bir deyişle parlamentonun hükümdar ve diğer yöneticiler karşısında güçlenmesi; yasama faaliyetiyle oluşturulan ve yargı erki tarafından uygulanan ve geliştirilen hukukun da yönetimin aracı olmaktan çıkıp yönetimin çerçevesi haline gelmesidir. Türkiye‟de yeni anayasa düzleminde yapılan yönetim/hükümet sistemi tartışmalarında turnusol kâğıdı işlevi görecek bu tarihsel gerçek göz önünde bulundurulduğunda, politik gücün ve yetkilerin yasamadan yürütmeye aktarımı çabası iyi yönetim anlamında doğru bir tercih olmadığı gibi, demokrasi adına da gerekçelendirilemeyecek bir girişimdir. Dr. İsmail Cem Karadut Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ÇALIŞMA DÜŞÜNCESİ John W. Budd (2016), Ayrıntı Yayınları, Çev. Fuat Man 384 sayfa, ISBN: 9786053141198 Çalışma, geçmişten bugüne bireysel ve toplumsal yaşam içinde merkezi bir konuma sahip olmuştur. Başlangıçta -ve uzun süre- doğadaki diğer canlıların hayatta kalmak için sürdürdüğü eylemlerden farksız olan toplayıcılık ve avcılık gibi insan eylemleri bir süre sonra farklılaşmış, doğa ile kurduğu ilişki değişmiş ve çalışma tarihimiz bambaşka bir yöne evrilmiştir. Neden çalışırız? Yaşamlarımızda çalışma gerçekten merkezi bir konumda mıdır? İnsan eylemleri içinde neleri çalışma olarak değerlendiririz? Pek çok çalışma sıralıyorsak neyi değerli neyi değersiz olarak niteleriz? Çalışmaya ilişkin burada sıralanan ve daha da arttırılabilecek soruları nasıl yanıtlayabiliriz? Bu soruları yanıtlamak için çalışmaya dair bir düşünme biçiminin geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Özgün adıyla The Thought of Work, çalışmaya dair bütünlüklü bir bakış sunma amacıyla John W. Budd tarafından kaleme alınmıştır. Minnesota Üniversitesi İnsan Kaynakları ve Emek Çalışmaları Merkezi öğretim üyesi olan yazar, kitabın önsözünde kamusal alanda çalışmaya gereken önemin verilmemesinden ve akademide disiplinlerin kendi bakış açılarının ötesini görmezden gelen tutumlarından duyduğu hayal kırıklıkları ile bu araştırmaya başladığından söz etmektedir. Gündelik hayat içinde derinlemesine düşünmeye gerek duyulmaksızın doğal kabul edilen çalışmanın, gelir getirici bir işe sahip olma bağlamında dar anlamı içinde değerlendirildiğinde, geçmişten günümüze içeriği itibarıyla sahip olduğu anlam zenginliğinin gözden kaçırılma ihtimali söz konusudur. Kitapta çalışma toplumun tarihinden, kültüründen, üretim ve yönetim biçiminden bağımsız değil, onlarla birlikte değerlendirilmiş ve farklı disiplinlerin perspektifleri, onlara getirilen eleştirilerle bir düşünme biçimi oluşturulmaya çalışılmıştır. Budd, basite indirgenemeyecek kadar önemli bir insan eylemi olduğunu vurguladığı çalışmanın zengin içeriğini ortaya koyarak çalışmayı yeniden düşünmek gerektiğini ifade etmektedir. Çalışmayı düşünmek için yazar, farklı disiplinlerin bakış açılarını bir araya getirmek ve çalışmayı nasıl kavramlaştırdıklarını sınıflandırmak suretiyle çok disiplinli geniş bir perspektiften konuyu tartışmaya açmaktadır. Bu amaçla kitabı oluşturan on 1300 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) bölümde iktisat, davranış bilimleri, hukuk, ekonomi politik, insan kaynakları, tarih, antropoloji, sosyoloji alanından akademik çalışmalar ile edebi, felsefi ve dini metinleri içeren yaklaşık sekiz yüz farklı kaynaktan yararlanılmıştır. Kullanılan kaynakların çeşitliliği çalışmanın ne olduğuna dair sorunun ne denli çok yanıtının olduğunu da okuyucuya işaret etmektedir. Günümüz endüstri toplumlarında aşina olunan ücretli istihdam anlamındaki dar tanım ile tüm insan eylemlerini içeren geniş tanım arasında çalışma, yazarca “ekonomik ve sembolik değeri olan ve sadece zevk için üstlenilmeyen fiziksel ve zihinsel çaba içeren amaçlı insan aktivitesi olarak tanımlanmıştır” (Budd, 2016: 15-16). Yazar açısından çalışmanın ne olduğunu tanımlama çabası, çalışmanın sınırlarını çizmekten ziyade, önemini düşünmeye teşvik etmek açısından gerekli görünmektedir. Bu bağlamda yazar neyin çalışma olduğuna ilişkin tartışmalarda sınırların net olarak çizilemediğini belirterek, muğlaklığı kabul etmekte ancak yine de bir çerçeve içinde kalmaya çalışmaktadır. Çerçevenin içindeki on kavramlaştırmanın ilki, birinci bölümü de oluşturan, bir lanet olarak çalışmadır. Temelini Yunan ve Roma uygarlıklarından, Hıristiyanlıktan alan bu görüşe göre çalışma, insanların yeryüzünde yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli zahmeti, yükü ifade eder. Yazar bu bölümde Sisifos’a verilen kayayı dik tepeye çıkarma cezasından başlayarak bir ceza uygulaması olarak zorunlu çalışmanın günümüze gelene kadar farklı toplumlardan örneklerini aktarıyor.1 Başkalarının ihtiyaçları için çalışanların, özgür insan olamayacaklarına dair Antik Yunan’a ait yargı, çalışmayı esaretle de özdeşleştiren bir kavrayışı sunmaktadır. Devam eden bölüm özgürlük bağlamında tartışmayı başka bir boyuta taşıyacaktır ancak burada günümüz Batı düşüncesinin temellerini de yansıtan biçimiyle, çalışma daha çok teolojik göndermelerle, tanrısal yönüyle işlenmiştir. “Özgürlük Olarak Çalışma” başlıklı ikinci bölümde yazar çalışmayı doğadan özgürleşmek ve diğer insanların baskısından özgürleşmek bağlamında açıklamaktadır. Doğa koşullarına karşı ürettikleri ile doğanın zorluklarından kurtulabilen insan için çalışma, doğadan özgürleşmeyi, yaratıcılığı ifade etmektedir. Bu perspektif insanın doğa ile kurduğu sömürücü ilişki açısından 1 Tanrısal bir lanet, ceza anlamıyla uzun bir geçmişe sahip çalışma, özellikle Protestan ahlakında kendini gösteren “Tanrıya hizmet olarak çalışma” biçiminde ikinci bir anlama daha sahiptir. Kitabın onuncu bölümünde hizmet olarak çalışma ayrıntılı biçimde tartışılmaktadır ancak özellikle birinci bölümde yazar, bu ikinci anlama rağmen ilk anlamın daha güçlü olduğunu vurgulamaktadır. Kitap İncelemesi – Elif Tuğba Doğan 1301 çevreci ve feminist yaklaşımca eleştirilmektedir.2 Öte yandan ikinci özgürleşme alanı insanlar arasındadır: John Locke’a atıfla, mülkiyetin kaynağı olarak emek/çalışma, insanı toplumsal yaşamda diğerlerine bağımlılıktan kurtaran, özgürleştiren bir eylemdir. Bölüm, liberal doktrinin çalışmayı piyasada eşit taraflar arasındaki sözleşmeyle gerçekleşen özgür bir eylem olarak değerlendirmesine, taraflar arasındaki güç eşitsizliği ve işi yürütenlerce işin denetiminin yitirilmesi açısından getirilen itirazlarla devam etmekte ve özgürlük olarak çalışmaya eleştirel bir perspektif sunmaktadır.3 Marx’ın işçinin hayatta kalmak için kapitaliste sattığı meta olarak emek gücünü tanımlaması ile başlayan üçüncü bölüm, Marksist perspektifin klasik öğretinin çalışmayı/emeği meta olarak gören bakış açısına yönelik eleştirileri üzerinden oluşturulmuştur. Geçmişi dört bin yıllık antik uygarlıklara dayanan ücretli istihdamın ilk kez kapitalizm ile başat ekonomik eylem biçimine dönüştüğünü belirten yazar, metalaşmış emeği düşünmenin iki farklı biçimini Richard Biernacki’nin araştırmasındaki Britanya ve Almanya örnekleri üzerinden sunmaktadır. Buna göre, 19. yüzyılda Almanya’da çalışma emeğin çabası olarak, İngiltere’de ise cisimleştirilmiş emek olarak değerlendirilmekteydi. Dokumacılık sektöründe Almanya’da parça başına ücret, işçinin bir hareketi kaç kez tekrarlandığına göre hesaplanırken, İngiltere’de üretilen kumaşın uzunluğu hesaplamada temel alınıyordu (Budd, 2016: 108-109). Bu örnekten de görüleceği üzere, çalışma bir meta olarak değerlendirildiğinde de tek bir kavrayış söz konusu değildir. Bir meta olarak görülmeyen çalışma ise hane içinde çoğunlukla kadınlarca yürütülen çalışmadır ve klasik iktisada feminist perspektiften hane içi emeğin değersizleştirilmesi sebebiyle eleştiri gelmektedir. Dördüncü bölüm, bireyin metalaşmış emeği olarak çalışmaya karşı, çalışmayı bireylerin bir toplumun üyesi olmakla edindiği haklar çerçevesinde değerlendirmektedir. Mesleki vatandaşlık olarak çalışma, insan hakları çerçevesinde çalışmanın standartlarının yükseltilmesi, iyileştirilmesi 2 Çalışmanın ne olduğuna ilişkin tüm tartışmalar içinde feminist yaklaşım, çalışmanın cinsiyetsiz değil, kadın ve erkek için farklı biçimlerde kavramlaştırıldığını iddia etmektedir. Özellikle insanın doğa ile kurduğu ilişkide ataerkinin doğayı, kadını, yerli halkları sömürmesinde kendine meşru zeminler bulma çabası üzerine tartışmalar dikkat çekicidir. 3 Bağımsızlık, Çalışma ve Vatantaşlık başlıklı alt bölümde, ABDli işverenlerce işçinin özgürlüğünü sınırlandırmak, siyasi davranışlarını denetlemek maksadıyla bir ceza olarak işten çıkarmaya değinilmektedir (Budd, 2016: 86-91). Çalışma bireysel ve toplumsal yaşamda öyle merkezi bir konuma sahiptir ki, zorla çalıştırma gibi günümüzde çalıştırmama da bir denetleme, cezalandırma aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. 1302 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) bağlamında bir anlam taşımaktadır ve bu kavramlaştırmanın temelinde işçiyi piyasada bir üretim aracı, çalışmayı bir meta olarak görmeye karşı çıkış yer alır. ILO’nun kuruluş sürecinde de çalışmaya dair benzer bir kavrayıştan söz edilebilir. Yazar bu bölümde endüstri devrimi ardından vahşi çalışma koşullarına 19. yüzyıldan itibaren verilen tepkileri, meta olarak çalışmayı kapitalizm içinden eleştiren görüşleri ve sorunun çözümü açısından endüstriyel demokrasi, çalışan katılımı gibi kavramlarla endüstri ilişkileri disiplinini merkeze alarak kavramlaştırmayı sürdürmüştür. Çalışma bir ıstırap olarak görülüyorsa, neden bu sancılı eyleme devam ediliyor? Beşinci bölüm, anaakım iktisadın bakış açısıyla hayatın idame ettirilebilmesi için katlanılması gereken bir faaliyet olarak çalışmayı ele alıyor. Anaakım iktisadın emek arzını, fayda maksimizasyonu çerçevesinde değerlendirmesi ile başlayan tartışma, ıstırap olarak çalışmanın temellerinde yine lanetli çalışmanın (Bölüm 1) varlığını işaret ederek sürdürülüyor yazarca.4 Bölümde ayrıca Marsksist, feminist, davranışçı ve kurumsal iktisat, sosyoloji, psikoloji, endüstri ilişkileri gibi perspektiflerin farklı veçheleri ile anaakım iktisadın çalışmayı analiz etme biçimine getirdiği eleştirilere yer verilmiştir. Takip eden bölümde yazar çalışmanın kişisel tatmin boyutunun önemini analiz ederken psikoloji ve insan kaynakları yönetimi disiplini literatüründen yararlanarak tartışmayı açmaktadır. Kişisel tatmin olarak çalışmanın analizi için bölümde örgüt içinde çalışanların motivasyonu, teşvik sistemleri, işveren ile işçinin çıkarlarının birleştirilmesi gibi konular alanın temel kuramları ve yine farklı görüşlerin eleştirileri metin içinde yer bulmuştur. Yedinci bölümde sosyal bir ilişki olarak çalışma kavramlaştırılmış, bir önceki bölümde vurgulanan kişisel boyutun yerini sosyal boyut almıştır. Aylaklığa ya da tembelliğe değil de çalışmaya övgü yapılan günümüz toplumlarında insanlar işe yaramaz görünmemek için kendilerini çalışmak zorunda hissedebilmektedirler. Bu da çalışmanın sosyal yapıca şekillenen boyutunu sergilemektedir. Kitabın sekizinci kavramlaştırması olan başkalarına bakım olarak çalışma daha çok kadınlarca yürütülen ve değeri hak ettiği ölçüde verilmeyen faaliyetlere odaklanmaktadır. Budd, bundan önceki bölümlerde sıralanan çalışmaya dair kavramların ataerkil düşünce ile temellenmiş olabileceklerini de hatırlatarak, çoğunlukla kadın işi olarak nitelenen bakım işlerine verilen ve/veya verilmeyen değeri incelemektedir. Toplumsal cinsiyet bağlamında çalışmanın değerinin değişmesi, işgücü piyasasında ayrımcılığı işaret etmektedir. Yazar, ırk ve etnisite temelli ayrımcılığı da dahil ederek işgücü 4 İngilizcesi “Work as Disutility” olan bölümde disutility sözcüğünün hem faydasız hem de ıstırap anlamı birlikte yer almıştır. Kitap İncelemesi – Elif Tuğba Doğan 1303 piyasasında çalışmanın karşılığında verilen ücretin kadın, Çinli ya da Afrika kökenli olmakla değişmesini biyolojik değil yedinci bölümde de tartışılan sosyal normların sonuçları biçiminde değerlendirmektedir. Dokuzuncu kavramlaştırma, kimlik olarak çalışma, çalışmanın toplum içinde bireyleri konumlandıran niteliğine ilişkindir. Ağırlıklı olarak psikoloji ve sosyoloji literatüründen yararlanılan ilk alt bölümlerde, kültürden kültüre farklı derecelerde gözlense de endüstri toplumları için evrensel bir nitelik taşıyan iş odaklı sosyal yaşamda, çalışma-kimlik ilişkisi analiz edilmektedir. Ardından kimlik tartışmalarına Marx ve Weber’in sınıf analizleri, Hegel’in çalışmayı insan olma durumu üzerinden değerlendirmesi, postmodern düşünce içinde çalışma ile bunun Foucaultcu yorumları ve daha fazlası dahil edilerek devam edilmektedir. Budd, hizmet olarak çalışmanın kavramlaştırılmasında pek çok çeşitten söz etmektedir: vatana hizmet, dünya refahına hizmet, insanlığa hizmet, tanrıya hizmet, topluma hizmet, aileye hizmet... Gönüllülük ya da zorunluluk esasıyla yürütülebilen hizmet olarak çalışma, Batı bireyciliğinin yükselişi öncesi daha yaygınken günümüzde birey merkezli çalışma anlayışının sorgulanmasına zemin sunmaktadır. Bu son bölümle birlikte on farklı kavramlaştırmanın çalışmanın ne anlama geldiğinin cevabını vermek yerine tarihsel ve disiplinler arası farklılıkları içeren pek çok anlama gelebildiğini okuyucuya gösteriyor yazar. Akademide çalışma ile ilgili araştırmaların azalmaması, çalışmanın görünmez olmaması gerektiğini belirterek sonuç bölümünde Thomas Carlyle’dan alıntı ile “emek, hayattır” diyor Budd (2016: 356). Çalışmayı düşünmeye, önemini vurgulamaya yönelik bir çabanın sonucunda ortaya çıkan kitap, yalnızca araştırmalarının merkezinde çalışma olan akademisyenlere değil konuya ilgi duyan, merak eden yeni okuyucuya – çalışmaya dair yanıtları arayacağı yerleri işaret etmesi bakımından- hitap edebilecek niteliktedir. Konuya ilişkin kavramlaştırmaların sınıflandırılma biçimi ve metinde yer alan referanslar düşünüldüğünde çalışmanın hangi boyutuna, hangi tartışmalar ve perspektiflerden bakılabileceğine ilişkin de kitap okuyucuya rehberlik edecektir. Yrd. Doç. Dr. Elif Tuğba Doğan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi KAPİTALİZM SONRASI Geleceğimiz İçin Bir Klavuz Paul Mason (2015), Yordam Kitap, Çev. Şükrü Alpagut 415 sayfa, Türkçe baskı 2016, ISBN: 9786051721507 Eğilimleri açıklayan büyük kuramların takipçileri için ampirik olguların cazibesi bir süre sonra kaybolabilir; somut durum, açıklanan soyut eğilim içindeki olası salınımlardan biri gibi görülebilir sadece. Yüksek bir soyutlama olan Marksist iktisat için de aynı tehlikenin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Oysa tek bir şablonun tüm somutluk düzeylerinde ve tüm tarihsel konjonktürlerde geçerli olmasını beklemek Marksist düşüncenin ve sosyal bilimin mantığına aykırıdır. Somutluğa yaklaşmak farklı sorunsal düzeylerinde kuramın tekrar tekrar sınanmasını ve kurulmasını/inşa edilmesini gerektirir ki Marksizm içinde bu inşayı gerçekleştiren değerli örnekler de mevcuttur. Bertell Ollman‟ın Marksist kuramın türlü inceleme alanlarında somut ile soyut arasındaki diyalektik ilişkiyi kuramsallaştıran çalışmaları; Cem Eroğul‟un Marksist bir araştırma yönteminin pratikte nasıl inşa edildiğini ortaya koyan Birey Nedir? eseri; iktisat alanında çokça çalışma üretmiş olan David Harvey‟in çalışmaları Marksist kuramı somuta doğru yaklaştıran önemli ve yakın tarihli örnekler olarak sıralanabilir. Bu tanıtım yazısında ele alacağımız Paul Mason‟un Kapitalizm Sonrası isimli eseri de iktisat alanında bu listeye eklenebilir. P. Mason, 2001‟de BBC 2 Gece Haberlerinde ekonomi editörü, ardından BBC 4 Haber programında Dijital ve Kültür editörü, 2014‟ten itibaren de aynı programda yine ekonomi editörü olarak görev almış; Şubat 2016‟da ise bu pozisyondan ayrılıp serbest çalışmaya başlamış. Tıpkı Harvey gibi Mason da iktisat kökenli değil (bilindiği üzere Harvey coğrafya kökenli). Mason üniversite eğitiminde müzik ve politika derecesi alıyor; ardından eğitim bilimleri fakültesinde müzik öğretmenliği eğitimini tamamlıyor; lisans sonrası araştırma konusu ise İkinci Viyana Okulunun müziği üzerine.1 İyi ya da kötü fark etmez ama Marksist iktisat yapmaya kalkışabilmek için, lisansta anaakım 1 https://en.wikipedia.org/wiki/Paul_Mason_(journalist) 1306 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) iktisadın zulmüne uğramamış olmanın avantajlı olduğu sonucunu çıkarabiliriz belki. Paul Mason yaptığı haberlerle, aldığı ödüllerle, popüler bir editör. Kendi ifadesiyle 2008 krizinden hemen önce, “büyük bir bankanın batmak üzere olduğuna ilişkin kaygıları, olay gerçekleşmeden altı hafta önce” haber yapan birisi (s. 32). Güncel ekonominin olay akışını iyi takip etmesi gereken birinin, sezgilerinin gelişkin olmasını şaşırtıcı değil. İlginç olan, ana-akım medya içerisinde yer alan bir iktisatçının Geleceğimiz için Bir Klavuz oluştururken Marksist emek değer kuramına temel teorik referans olarak başvurması. Yine kendisinden aktaracak olursak: “2008‟de Karl Marx‟a acayip bir şeyler oldu: „O, Geri Döndü!‟ diye haykırıyordu London Times‟ın manşeti. Marx‟ın Kapital‟inin Almanca yayıncısının bildirdiğine göre, hükümetten bir bakan, onun fikirlerinin „o kadar da kötü‟ olmadığını açıkladıktan sonra, satışlarda %300 artış oldu. Bu arada Japonya‟da Kapital‟in manga (çizgi) versiyonu çığ gibi yayıldı. Fransa‟da Nicolas Sarkozy, Marx‟ın başyapıtının Fransızca basımının sayfaları arasında gezinirken fotoğraflandı” (s. 89). Bu listeye, her ne kadar kendisi ve eseri Marksist olmasa bile Thomas Piketty‟nin 2013 yılında yayınladığı ve en çok satanlar listesine giren kitabına 21’inci Yüzyıl için Kapital başlığını koyması da, Marx‟ın Kapital‟ine bir öykünme olması itibariyle, eklenebilir. Mason‟un kitabı, Marx‟a olan bu popüler ilgi ve iltifatın çok ötesinde bir çalışma. Marksist iktisadı işlevselleştirme ve bu kurama katkı yapma amacı ile kaleme alındığı açıkça hissedilen bir kitap. Zaten kendisi de çalışmasını, Marksizm kuramının “bütününü özgül bir soruna uygulama girişimi” (s. 220) olarak tanımlıyor. Kapitalizmin gelişiminin sonuna gelindiğini ve bunu en iyi açıklayan kuramın Marksist iktisat olduğunu; kapitalizmin yıkıntılarından yeni bir sosyoekonomik sistemin doğacağını; bunun uzun bir süreç olduğunu ve sonucun neye benzeyeceğini de yine Marksist iktisadın açıklayabildiğini söylemesi ana-akım medyada görev almış bir editör için epey radikal olsa gerek. Mason, bugün yaşamakta olduğumuz gerçekliği, geleceği şimdiden şekillendiren eğilimler olarak okuyor ve kapitalizm sonrasını görebilmek için de bugünün somut çözümlemesine odaklanıyor. Mason‟un kendi ifadesiyle, “(f)iilen meydana gelmekte olan yapısal mutasyonu görmezden gelerek genel anlamda krizlerin izini soyut bir neden buluncaya kadar sürme kararlılığı, Marksist kuramdaki karışıklığın özgün nedeni olmuştur. Bu kez bundan kaçınmalıyız. Anlatı somut olmalıdır: Kapitalizmin gerçek yapılarını – devletleri, büyük şirketleri, refah sistemlerini, finans piyasalarını– kapsamalıdır” (s. 117). Kitap İncelemesi – Yiğit Karahanoğulları 1307 Kitabın tarzı ve yazım dili, zaman zaman bir belgesel metnini andırıyor. Şükrü Alpagut‟un çevirisi metnin akıcılığını arttırmış. Ardı ardına hızla sıralanan tezlerin örneklerle ve kavramlarla beslenerek ikna edici kılınmaya çalışılması, güçlü betimlemelere ve geniş bir genel kültür havuzunu kullanabildiğini gösteren referanslara başvurulması kitabın temel karakteri. Pek çoğu kısa değinilerden ibaret olsa da, dizin bir hayli kapsamlı. Kitapta başvurulan kavram/olgu/kuram spektrumu G. Akerlof ve C. Darwin‟den Para Okulu‟na, Hegel ve Gramsci‟den Bavyera Sovyet Cumhuriyeti‟ne, Galler Madenciler Sendikası‟na, Holokost‟tan Fransa‟da aşırı sağın iktidara gelme olasılığına, Karbon İzleme İnisiyatifi‟nden, Beyonce‟nin albümüne ve Nike spor ayakkabılarına kadar... yayılıyor. Başlangıç Fikri Kitap, “kapitalizmin kendisini geride bırakmak” (s. 13), neoliberalizmi “başımızdan defetmek”, “neoliberalizmi alaşağı etmek” (s. 16) gibi fikirler ile açılıyor: “%1‟lik kesim içinde bir dinin gücüne sahip” olan bu sistemi alaşağı etmek için “onun kadar güçlü ve etkili bir şeye ihtiyacımız var; sadece dünyanın nasıl işleyebileceğine ilişkin parlak bir fikir değil, kendi kendisini yürütebilen ve elle tutulur şekilde daha iyi bir sonuç üretebilen yeni, bütüncül bir model olmalı. Buyruklar ya da politikalar üzerine değil, mikro mekanizmalar üzerine kurulmalı; kendiliğinden çalışmalı. Bu kitapta açık seçik bir alternatifin olduğunu, bunun küresel olabileceğini, yirmi birinci yüzyıl ortasına gelindiğinde kapitalizmin sunacağından çok daha iyi bir gelecek sunabileceğini savunuyorum” (s. 15-16). Bu muhtemel yeni dönemi kapitalizm-sonrası (post-kapitalizm) olarak adlandırıyor Mason ve böylece, kapitalizmin doğal ve sonsuz bir düzen olmadığını hatırlatarak işe başlıyor. Buraya kadar Mason‟un tespitleri, kitabın devrimci bir müdahalenin ve dönüşümün gerekliğine dair bir çağrı yapacağı izlenimini doğuruyor okuyucuda. İlerleyen paragraflarda ortaya çıkacağı üzere Mason böyle bir devrimci müdahaleyi benimsemiyor. Biraz önceki alıntıda geçen “mikro mekanizma” ifadesi önemli; zira içsel bir süreç ve reformlarla gelecek bir dönüşümün anahtarı yazara göre burada yatıyor. Mikro mekanizma ile kast edilen, bilgi teknolojilerindeki muazzam ilerlemedir; üretimin artık bilgi yoğun olarak yapılıyor hale gelmesidir. Mason‟un tezine göre, bu teknolojik ilerleme ile kapitalist piyasaların çelişiyor olması, devrimci bir reform sürecini başlatmaktadır. Bu analize biz, mikro-iktisat analizi ya da basitçe iktisat diyebiliriz. Kitap sadece bu mikro boyutta ilerlemiyor, makro müdahaleleri de içeriyor. Dönüşüm sürecini mümkün kılmak üzere şu somut önerileri ortaya koyuyor: “büyük finansı baskılamak, kemer sıkmayı tersine çevirmek, yeşil enerjiye 1308 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) yatırım yapmak ve yüksek ücretli çalışmayı desteklemek” (s. 13). Kitabın sonunda biraz daha çeşitlenecek olan bu radikal müdahale önerilerine de politik analiz diyebiliriz. Marksist incelemede iktisadi olan ile politik olanın birbirinden ayrışması sadece inceleme sorunsalları ayrıştığında mümkün olabilir. Kapitalizm ve kapitalizm sonrası üretim biçimleri ve sistemik dönüşüm sorunu gibi bütünlüklü sorunsallar ele alınırken ise iktisadi ve politik olanın birbirinden ayrışması teorik olarak mümkün değildir. Bu imkansızlığın yaratacağı çelişkilerin Mason‟un bu çalışması için de geçerli olduğu, bu tanıtım yazısının sonunda ortaya koymaya çalışılacak. Fakat bundan önce, Mason‟un tezlerini biraz daha yakından ele alalım. Mikro İktisadi Eksen: Bilgi Teknolojisi Mason, kapitalizmde ana üretici gücün artık bilgi haline geldiğini; makinelerin ana rolünün üretmek, insanların ana rolünün denetlemek olduğu bir gelişmişlik evresine ulaşıldığını düşünmekte -ki bu, kendisinin ısrarla öngörüsüne ve önemine işaret ettiği Marx‟ın Grundrisse‟deki tespiti. Mason, Marx‟ın bu tespitinin ancak ve asıl şimdi; yani içinde bulduğumuz olgunluk evresinde geçerlilik kazandığını vurguluyor. Biraz daha ileri giderek, Marx‟ın kuramını inşa ettiği dönemde, yani kısıtlı kaynakların olduğu bir dönemde Marksist iktisatın kendi ifademizle söyleyecek olursak fazla soyut kaldığını vurguluyor. Grundrisse‟deki bu tespitlerin Kapital yazılırken kaybolup gitmesi ve Kapital‟de yer bulamamasının yanıtını o dönemde kapitalizmin maddi koşullarının henüz gelişmemiş olmasına bağlıyor. “Toplumsal bilginin piyasa mekanizmasını çözdüğü bu model niçin Kapital yazılırken kaybolup gider? Bunun –tüm metinsel irdelemelerden öte– apaçık yanıtı kapitalizmin o zaman bu önermeyi doğrulamamış olmasıdır. 1858‟deki panik geçince, istikrar geri geldi. Telgrafın ve buharlı lokomotifin özünde yatan bilginin toplumsallaşması, kapitalizmin temelini havaya uçurmak için yetersizdi” (s. 196). Bilgi, herhangi bir meta, herhangi bir sermaye ya da herhangi bir teknoloji değildir kuşkusuz ki. Bilgi sıfır marjinal maliyete sahiptir; örneğin kullanıcı sayısı ne kadar artarsa artsın internete yüklenen herhangi bir eğitim malzemesinin maliyeti artmaz. Bilginin bir kere ortaya çıkarıldıktan sonra sınırsız kullanımı mümkündür. Çünkü rekabetsizdir (s. 171-172) ve bütün bunlar, “normal fiyat mekanizmasını yerle bir” eder (s. 173). Bilişim, “gelecekteki tüm yeniliklere –biyoteknoloji ve hayal bile edemeyeceğiniz şeylere– sıfır fiyat dinamiğini yükler” (s. 241). Kitap İncelemesi – Yiğit Karahanoğulları 1309 Böylece sistemi dönüştürecek olan çelişki, yani teknoloji ile piyasa mekanizması arasındaki çelişki ortaya çıkmış olur. Ancak Mason bu tespiti iktisadi ve teknik analiz ekseninde tutmaktadır. Örneğin bilginin, dışlama özelliğine referans vermekle birlikte (s. 172) ki bu bilginin hala bir meta olarak alınıp satılmasını mümkün kılan özelliktir; bunun sınıf iktidarı ile ilgili ve dolayısıyla politik boyutu olduğunu açıkça göz ardı eder. Bir süre sonra dışlama özelliğinin kendiliğinden ya da teknik olarak ortadan kalkacağını varsayar. Mason, bilginin dönüştürücü gücüne dair bu tespitlerin kendisinden önce yapıldığına, örneğin, Negri‟nin Marx Ötesi Marx eserinde Grundrisse‟nin önemini keşfettiğine işaret ediyor; Negri‟nin bilişsel kapitalizm, maddi olmayan emek/sermaye, fabrikanın toplumun bütünü haline gelmesi gibi tespitlerini önemsiyor (s. 198-199). Ama önemli bir eleştiri de getiriyor: “„Toplumun bütünü bir fabrika haline gelmiştir‟ demek doğru olmakla birlikte, sömürü mekanizmaları hala öncelikle ücretler, sonra borçlanma ve ancak son olarak, marka değerinin yaratılmasına” bağlı durumdadır (s. 203); oysa bilişsel kapitalizmin kilit savunucuları halihazırda tam olarak işleyen bir sistem kurulduğunu varsaymakta, BRİC ülkelerinde yükselen eski tarz endüstriyel üretimi küçümsemektedirler (s. 200-201). Mason bunu, yeni bir kategori icat etmek ve onu her şeye uygulamak, diğer bir deyişle var olan her şeyi yeni fikrin alt kategorileri olarak yeniden sınıflandırmak ve böylece karmaşık ve çelişkili gerçekleri analiz etme derdinden kurtulmak olarak görüp eleştirir (s. 201). Asıl önemli eleştirisi ise, bilgi mallarıyla birlikte emek değer kuramının öldüğünü iddia eden Negri-Hardt‟a karşı, tam da böyle bir evrede emek değer kuramının çalıştığını savunmasıdır. Varsayılanın aksine emek kuramı bu çağda “çökmeyen tek açıklamadır” (s. 208). Emek kuramı, “makinelerin bedava üretilebildiği ve sonsuza kadar dayanabildiği bir ekonomide değeri nasıl ölçeceğimizi bize anlatır” (s. 209). Yani “bilgi”, emek değer kuramını değil, piyasa mekanizmasını kemirmektedir (s. 206). Makro-Politik Eksen Bilginin yarattığı dönüşümün mikro ölçekte ve teknik diyebileceğimiz bu incelemesine ek olarak, girişte belirttiğimiz üzere, kitabın politik hattını oluşturan bir diğer ekseni daha var. Bu ekseni de iki grupta toplulaştırmak mümkün: İlki, kitabın hemen birinci kısmında ele alınan uzun dalgalar hipotezi ve bunun politik bir bağlamda tekrar yorumlanması; ikincisi ise kitabın sonlarına doğru kapitalizmin halihazırda iyice derinleşen üç sistemik krizi. Şimdi sırasıyla bunları inceleyebiliriz. 1310 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Kitabın birinci kısım-ikinci bölümünün tamamı, Kondratyev‟in uzun devreler teorisinin ayrıntılı bir anlatımına ayrılmış durumda. Devreler teorisinin ele alınmasının bir nedeni kapitalizmin adaptasyon/mutasyon yeteneğini ortaya koymak. Mason bu teknik analize bir miktar da sınıf çelişkisi ekleyerek, politik bir analiz düzeyine taşıyor ki ona göre bu, devreler teorisine “kritik önem taşıyan bir katkı” (s. 121) niteliğinde ve en temelde işçi sınıfı direnişinin şekillendirici etkisine dikkati çekme anlamını taşıyor: “Her bir uzun devrede, aşağı yönlü gidişin başlangıcında ücretlere ve çalışma koşullarına karşı girişilen saldırı, örüntünün en açık seçik özelliklerinden biridir. 1830‟lardaki sınıf savaşını, 1880‟lerdeki ve 90‟lardaki sendikalaşma çabalarını, 1920‟lerdeki toplumsal sürtüşmeyi ateşleyen budur. Sonuç, kritiktir: Eğer işçi sınıfı saldırıya direnirse, sistem daha esaslı bir mutasyona zorlanır, bu da yeni bir paradigmanın belirmesine olanak sağlar. Ama dördüncü dalgada, eğer işçiler başarıyla direnmezlerse nelerin olduğunu anlamış bulunuyoruz” (s. 121). Mason, neoliberalizmde işçi direnişinin çöktüğünü, örgütlü emeğin yenilgisini şu sözlerle tespit ediyor: “1980‟ler, uzun dalgaların tarihinde işçi direnişinin çöktüğü birinci „uyum evresi‟ne tanıklık et(miştir)” (s. 143) ve “örgütlü emeğin yenilgisi, dördüncü uzun dalganın uzatılmasını olanaklı kıl(mıştır)” (s. 144). Politik boyutuyla yeniden şekillendirilen bu uzun devreler incelemesi, kapitalizm sonrasına geçişin nasıl mümkün olacağının ipuçlarını da sunuyor. Mason‟un kapitalizm sonrasına ulaşmanın kurucu dinamiklerinden biri olarak öne süreceği politika önerisi “yüksek ücretli çalışmayı desteklemek”. Ancak işçi direnişinin çöktüğü bir evrede yüksek ücret politikasının nasıl hayata geçeceği sorusu yanıtsız kalıyor. Daha doğrusu, Mason devreler teorisine kattığı sınıfsal bakış açısını bu noktada terk edip yeniden teknik boyuttan ilerliyor: “Ücretler acımasızca aşağıya çekilemez olunca, teknik yenilenmede bir atılım meydana gelecektir, bunun sonucu olarak da toplum genelinde gerek duyulan çalışma saatlerinde azalma olacaktır” (s. 377). Yüksek ücretli çalışma önerisi gibi radikal bir makro politika müdahalesi gerektiren diğer başlıklar “üç sistemik kriz eğilimi” şeklinde sunuluyor. İklimsel, demografik ve finansal kriz eğilimleridir bunlar ve ne yazık ki konunun ağırlığına rağmen kısa bir bölümde (9. Bölüm) ele alınıyor. Burada özetlemek yerine, her bir kriz eğiliminin makro politik müdahaleleri gerektirdiğini vurgulamakla ve yine bu müdahalelerin öznelerinin kimler olduğu sorusunun yanıtsız bırakıldığını belirtmekle yetinelim. Radikal Bir Geleceğe Doğru Mason, inşa etmeye çalıştığımız şeyin kapitalizmden “daha karmaşık, daha özerk ve daha istikrarsız” olması gerektiğini söyler. Bu radikal geleceğe doğru geçiş için bazı alıntılar aktarmak yerinde olacaktır: Kitap İncelemesi – Yiğit Karahanoğulları 1311 “Eğer post-kapitalizm tezi doğruysa, yaşayacağımız geçiş süreci, Sovyet planlamacıların tasavvur ettikleri geçişe değil, daha çok, feodalizmden kapitalizme geçişe benzeyecektir. Uzun olacaktır; karışıklık olacaktır; süreç içinde, bir „iktisadi sistem‟ kavramının kendisini de yeniden tanımlamak gerekecektir” (s. 315). “Olabilirlik anında bulunuyoruz: Serbest piyasanın ötesine, karbonun ötesine, zorunlu çalışmanın ötesine kontrollü bir geçişin olabilirliği...” (s. 385). “Şeylerin İnterneti bir kez devreye girince, bilgi ekonomisinin gerçek kalkış noktasına gelmiş oluruz. O andan başlayarak kilit ilke, toplanan bilgiler üzerinde demokratik toplumsal denetim kurmak ve bu bilgilerin devletlerce veya şirketlerce tekelleştirilmesini ya da istismar edilmesini önlemektir” (s. 357). Tüm bunların kapitalist mülkiyet ilişkisine politik/devrimci bir müdahaleyi gerektirdiğini düşünebiliriz. Ne var ki Mason, burada titiz bir şekilde reformcudur; ihtiyacımız olan şeyin “devrimci reformculuk” olduğunu belirtir (s. 350). Mason‟un bu pozisyonu ile ne ana-akıma, ne de Marksist iktisada yaranamaması çok muhtemeldir. Yine aynı bölümde kendisi de bunu kabul eder ama devrimci reformculuğu, “takım elbiseli sosyal demokratı da Occupy kampındaki eylemciyi de ürkütecek bir slogan” olarak biraz gururla değerlendirir (s. 350). Bugünü ve geleceği dönüştürmek üzerine kurulu bir tezin, radikal bir toplumsal hareketlilikten ürkerek savunulması ve sadece teknik gereklilikler düzeyinde şekillendirilmesi şaşırtıcıdır. Bu ürkekliğin, reformcu İngiliz geleneğinin mi, yoksa ana-akım BBC kültürünün bir sonucu mu olduğunu bilemiyoruz. Ama açık ki, iktisadi olanın içindeki politik boyuttan kaçınması Mason‟un kendi tezi için çelişkili sonuçlar doğuracaktır. Kitabın son bölümlerinde berraklaşacak olan bu çelişkilere gelmeden yukarıda aktarılan tarihsel okumalardan birine ilişkin şu eleştiriyi hemen ortaya koyabiliriz: Feodalizmden kapitalizme geçiş yıllara yayılan bir süreçtir fakat sadece reformcu bir süreç olduğu söylenemez. İngiltere‟de kralın idamı ile sonuçlanan devrim, Fransız Devrimi, ABD bağımsızlık ve iç savaşı, batının küresel emperyalist yayılmacılığı ve piyasa ilişkilerini tesis etmek için girdiği savaşlar, yani kapitalizmin kuruluşu, basitçe „uzun bir karışıklık‟ olarak anlamlandırılabilir mi? Mason‟un uzun geçiş sürecini fazlasıyla reformcu gördüğünü söylemek mümkün. Kapitalizm sonrası aşama günümüzde teknik olarak mümkün hale gelmiş olsa bile, sermaye sınıfına ihtiyaç duymayan bir evreye hayat verebilmek için, sermayenin sınıf egemenliğinin nasıl sonlandırılacağı önemli ve politik bir sorudur: Geçiş evresinde özne ve sınıf çatışmasının formu ne olacaktır? Bu sorunsal, kapitalist sınıf egemenliğinin politik/kültürel/hukuki boyutlarını, mülkiyet ilişkilerinin ve devletin anlamını sınıf ilişkileri/çatışmaları bağlamında çözümlemeyi gerektirir. 1312 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) Özne Sorunu Mason, kapitalizmin sınıfları nasıl ki feodal sınıflardan farklı ve yeni sınıflarsa, kapitalizm sonrasının sınıflarının da kapitalizminkinden farklı olacağını vurgular. Değişimin yeni öznesi “herkes”tir. “Kapitalizm sonrasına giden yol farklıdır ve artık yeryüzündeki herkes potansiyel değişim etkeni haline gelmiştir” (s. 246). Çoklu benliğe sahip yeni tür bir kişi meydana gelmiştir; “Artık ortaya çıkması mümkün olan post-kapitalist toplumun taşıyıcısı, işte bu yeni tür kişidir”(s. 204). Sublasyon (yadsıyarak aşma), yani bir şeyin “aynı anda hem yıkılmasını hem de başka bir şey olarak ayakta kalmasını” anlatan kavrama, kapitalizm sonrasına geçişteki işçi sınıfını nitelemek için başvurulur: “İşçi sınıfı, ölmüş olmamakla birlikte, bir sublasyon anından geçmektedir. Öyle farklı bir biçimde ayakta kalacaktır ki, muhtemelen başka bir şeymiş gibi hissedecektir. Tarihsel bir özne olarak işçi sınıfının yerini, toplumun tüm yönlerini savaş alanı olarak kullanan ve yaşam tarzında dayanışmanın değil, geçiciliğin öne çıktığı türlü çeşitli, küresel bir nüfus almaktadır” (s. 248). Acaba Mason‟un sublasyon kavramını kullanmasında, bu yeni sınıfın ortaya çıkarken kendisini devrimle ispat etmesinin gerekmeyeceği düşüncesi de rol oynuyor denebilir mi? Gerçekten de, Mason tarihsel devrim anlarını da küçümsercesine geçiştirmekte, işçi sınıfının devrimciliğinin başarısını tarihsel olarak sorgulamaktadır. İşçiler, “(i)ktidarı ele geçirdikleri nadir durumlarda, yanlış bayrak altında faaliyet gösteren seçkinlerin iktidarı gasp etmesine engel olamamışlardır. 1871‟de Paris Komünü, 1937‟de Varcelona, Rus, Çin ve Küba devrimleri, hepsi, bunu ortaya koyuyor. Sol literatür, bu 200 yıllık hezimet öyküsünün mazeretleriyle doludur: Devlet aşırı güçlüydü, liderlik aşırı zayıftı, „işçi aristokrasisi‟ aşırı nüfuzluydu, Stalinizm devrimcileri katletti ve gerçeği engelledi. Sonuçta bu mazeretler sadece iki başlıkta toplanır: kötü koşullar ya da kötü liderler” (s. 249). Hatta devrim teorilerine ilişkin eleştirel pozisyonunu daha da ileri taşıyarak Marksizmin, işçi sınıfını “yanlış değerlendirdiğini” de iddia etmektedir (s. 249). “Proletarya, insan toplumunun şimdiye kadar üretmiş olduğu aydınlanmış, ortaklaşa bir tarihsel özneye en çok yaklaşan şeydir. Ama 200 yıllık deneyim gösteriyor ki, proletaryanın öncelikli uğraşısı, „kapitalizme rağmen yaşamak‟ olmuştur, kapitalizmi devirmek değil” (s. 249). Bu tespitlerin fazlasıyla soyut olduğunu söyleyebiliriz. Sanki Mason, tarihte karşı-devrimlerin yıkıcılığına işaret etmek ile devrimleri hepten reddetmek ayrımını yapamamaktadır. Öte yandan Mason, soyutladığı yeni özneden fazlasıyla umutludur: “İnsan soyunun tarihindeki en yüksek eğitimli ve en iyi bağlantılı kuşak, eşitsizliğin fazla ve büyümenin durağan olduğu bir geleceği kabul Kitap İncelemesi – Yiğit Karahanoğulları 1313 etmeyecektir” (s. 64). Oysa yaşamakta olduğumuz neoliberal çağdaki bu kuşağın, Piketty‟nin tablolarına bakarsak, ekonomik olarak yüz yıl önceki gelir ve servet dağılımı eşitsizliğine mahkum biçimde yaşayan ve bunu değiştirmeyi henüz başaramamış bir kuşak olduğunu söylemek de mümkündür. Büyük Vermek Çelişkilere Ufacık Değişiklerle Yanıt Mason‟un tespitine göre “bilgi teknolojisiyle birlikte, ütopyacı sosyalist projenin büyük kısımları olabilirlik kazanmıştır” (s. 26). Sorun şu ki, ekonomik ve politik olanı bütünleyemediği için bir süre sonra kitabın kendisi ütopik bir hal almaktadır. Çelişkileri yok sayan, politik yapının dinamiğini göremeyen ama ufacık değişikliklerle büyük umutlar vaat eden bu coşkulu pasajları buraya aktarmak açıklayıcı olacaktır (vurgular bana ait): “Eğer devlet, yeni bir iktisadi sisteme geçişin sağlanmasına yardımcı olacaksa, en yakıcı sorun borçtur” (s. 366) (Niye devlet buna yardımcı olsun? Devlet kim ve kimin?) “Borçlar tek taraflı olarak silinebilir...” (s. 366) (Bunu mümkün kılacak gücün kaynağı nedir; niye tek taraflı olarak silinsin?) “Eğer vergi sistemini, kârsız ve iş birliğine dayalı üretim yapılmasını ödüllendirmek üzere yeniden şekillendirirsek ve düşük ücretli işletmeler kurulmasını zorlaştırmak ama insanca geçim ücreti verenlerin kurulmasını çok kolaylaştırmak üzere şirket mevzuatını yeniden düzenlersek, küçük bir harcama ile büyük bir değişiklik yapabiliriz” (s. 368)? (bunu yapabilmemizi sağlayan politik güç nerden gelecek?) “... ABD‟de her 8 kişiden 1‟i McDonald‟s için çalışmıştır. Hayal etsenize, MCDonald‟s yeni bir elemanın işe başladığı gün sendikacılık konusunda bir saatlik kurs vermek zorunda olsaydı” (s. 369). (Evet; bunu ancak hayal edebiliriz). Aslında bir süre sonra Mason‟un kendisi de bu ifadelerin ütopik olduğundan kuşkulanıyor olsa gerek, aynı soruları sormakta: “Şirketleri bunların herhangi birini yapmaya ne yöneltebilir? Cevap: Yasa ve mevzuat” (s. 369). Bu yasa ve mevzuatın yapılmasını kimin sağlayacağı sorusu yine sorulmamakta, yanıtsız bırakılmaktadır. Örnekleri çoğaltabiliriz: “1990‟lardan beri semirmiş olan düşük ücretli, düşük vasıflı ve düşük kaliteli şirketlerin var olmalarının tek nedeni, devletin acımasızca onlara bu alanı açmış olmasıdır” (s. 369). Mason bu noktada neden ile nasıl sorularını birbirine karıştırıyor olabilir. Belki de kapitalizmin en yüksek emek sömürüsünün yaşandığı neo-liberal dönemin emek sömürüsünün tek nedeni devlet olmasa gerektir. 1314 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) “Yapmamız gereken tek şey, bu süreci geri vitese takmaktır. Belirli iş modellerini yasaklamak radikal bir önlem gibi gelebilir, ama kölelik ve çocuk emeği konusunda yapılmış olan budur... bu kısıtlamalar, aslında kapitalizme çekidüzen vermiş ve hamle yapmaya zorlamıştır (…) Böylece ufacık değişikliklerden, yeni sistemler doğup gelişebilir” (s. 369). “Firmaların fiyatları tekelci bir tarzda belirlemeleri yasaklanınca ve genel bir taban gelir olanağı sağlanınca” (s. 371). “Finansal Sistemi Toplumsallaştırın” başlıklı bölümde temel önlemler listesi oluşturulmakta ve şöyle denmekte: “... önlemler eğer küresel ölçekte uygulanırsa daha etkili olacaktır” (s. 374). “Devletlerin ya da para bloklarının oluşturduğu küresel bir ekonomide, bu, tepki çekecektir ama en sonunda, Bretton Woods‟la ilgili yaşandığı gibi, sisteme dahil bir ekonomi bunu yaparsa, diğer ülkeler de onu izlemek zorunda kalacaklardır” (s. 374). Özetleyecek olursak, tüm kitaba yayılan sorun, büyük bir dönüşümün reformist şekilde formüle edilebilmesi için sadece teknik boyutu ile ele alınmasında yatmaktadır. Kendi ifadesi açıklayıcıdır: “Temel çelişkinin teknoloji ile piyasa mekanizması arasında olduğu kapitalizmden bilgiye dayalı bir çıkış yolu” formüle edilmektedir (s. 196). Politik düzeyin eksikliğinin yarattığı boşluğu şu alıntıda açıkça görebilmekteyiz: “Devlete ne olur? Muhtemelen zamanla gücünü gitgide yitirir; en sonunda da onun işlevlerini toplum üstlenir. Bu projeyi, hem devleti yararlı sayan insanlarca hem de yararlı saymayanlarca kullanılabilir bir proje yapmaya çalıştım; bunun anarşist bir sürümünü ve devletçi bir sürümünü modelleyip deneyebilirsiniz” (s. 385). Teknolojinin İçerilmesi Kitabın ana tezi olan kapitalizm-sonrasına dönüşü/geçişi mümkün kılacak dinamiğin teknik iktisadi dinamik olduğu tezine karşı, artık teorik değil ama pratik düzeyde de bir eleştiri formüle edebiliriz: Kapitalizmin, şimdiye kadar yaptığı gibi, teknolojik ilerlemeyi metalaştırarak içermesi de kuvvetli bir olasılıktır. Kuşkusuz ki, bilgi ağırlıklı metalar sıfır fiyata yaklaşarak piyasa dışı alana kayabilir ama kapitalizm yeni teknolojiyi içerme işini, piyasada daha önce var olmayan yeni metalar ve bu metalara ihtiyaçlar yaratarak yapmaktadır. Esasında Mason‟un kendisi de bunu, aşırı üretim krizlerinin karşı dengeleyici faktörleri sıralarken dolayı olarak anlatmaktadır “...ya daha yüksek değerli fiziki metalar biçiminde ya da hizmet sektörleri yaratma yoluyla, daha yüksek değerde girdiler gerektiren yeni sektörler yaratarak yapar bunu” (s. 223). Kitap İncelemesi – Yiğit Karahanoğulları 1315 Hayal bile edemeyeceğimiz şeylerin gerektireceği emek zamanı, şimdiden hayal bile edemeyebiliriz. Kapitalist sistem içinde yeni fantastik metalara doğru yaratılacak tutkular; örneğin uzayı fethetme tutkusu, bizi fabrikalarda köleler gibi çalışmaya mahkum edebilir. Aşırı üretim krizini dengeleyici karşı eğilimlerdir bunlar. Yine De İktisadi olan ile politik olanı bütünleştirememesi olarak adlandırdığım temel sorununu bir kenara bırakacak olursak bu kitap, Marksist emek değer kuramını oldukça güzel özetlemesi, örnek ve güncel çözümlemelerinin zenginliği; neoklasik iktisat geleneğine yerinde bir eleştiri getirmesi nedeniyle okunmayı ve değer verilmeyi hak ediyor. Doç. Dr. Yiğit Karahanoğulları Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi KRONİK ABD Başkanlık Seçimleri Dr. Ersin Embel, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Tüm dünyada büyük olasılıkla sonucu en çok merak edilen seçimler olan ABD başkanlık seçimleri tamamlandı. Hayli karmaşık bir prosedüre dayanan ve görece uzun bir sürece yayılarak yapılan seçimlerde bu kez Cumhuriyetçi Parti’nin adayı, emlak zengini işadamı Donald Trump ipi göğüsleyerek ABD’nin 45. başkanı oldu. 2015 ilkbaharında başlayan seçim sürecinde öncelikle, partilerin başkan aday adayları arasına girebilme mücadelesi verildi. Çok sayıda taliplinin ortaya çıktığı (Örn. Cumhuriyetçi Parti’de, içlerinde eski başkan Bush’un diğer oğlu olan Jeb Bush’un da yer aldığı 17 aday adayı ile rekor kırıldı) bu sürecin sonunda özellikle öne çıkan isimler Demokrat Parti’de Hillary Clinton ile Bernie Sanders; Cumhuriyetçi Parti’de ise Ted Cruz, John Kasich, Marco Rubio ve Donald Trump oldu. Bu isimlerden Sanders ve Trump, farklı kulvarlarda olmak üzere, ABD anaakım siyaseti bakımından sıra dışı denebilecek tutum ve vaatleri nedeniyle dikkat çekerken, Clinton’ın ise gerek parti içindeki gerek Trump karşısındaki zorlu ve skandallarla sarsılan kampanyası sonucunda Demokratların yönetimini sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusu oldu. Seçim Kampanyası Sürecinde Öne Çıkanlar Demokrat Parti içindeki adaylık yarışının kesinlikle en ayrıksı ve dikkat çekici ismi, Bernie Sanders idi. 74 yaşındaki Vermont Senatörü Sanders, kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlıyordu ve ABD’de birçok kişiye itici gelen bu sıfatını, kampanyası sırasında yaptığı konuşmalar ve vadettikleriyle de pekiştirdi. Sanders, Hillary Clinton’ın tersine, Obama yönetimini eleştirmekten geri durmadı, sermaye çevreleriyle içli dışlı da değildi. Wall Street’in daha sıkı denetlenmesi, büyük şirketlerden daha fazla vergi alınması ve devletin sadece milyarderlerin temsilcisi gibi davranmaması gerektiği şeklinde çıkışlar yaptı. ABD’nin siyasi bir devrime ihtiyacı olduğunu 1318 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71(4) söyleyen Sanders, genel sağlık sigortası, parasız yükseköğretim, yüksek asgari ücret gibi önemli konuları, İskandinav ülkelerindeki demokrasi ve sosyal devlet uygulamalarına referansla dile getirdi. Ekonomi konusundaki eşitlikçi vaatlerinin yanı sıra LGBTİ bireyler, kadınlar, göçmenler gibi kesimler için eşit yurttaşlık söylemi; iklim değişikliğini kendisine mesele etmesi, nükleer silahlara mesafeli tutumu, diplomasi ve barışa vurgu yapması da Sanders’ı bu süreçte diğer adaylardan farklı kıldı. Bu söylemiyle Sanders, yaşı ve ülkenin anaakım siyasetine göre radikal bulunan tavrı nedeniyle iddialı bir aday olamayacağı yönündeki tahminleri kısa zamanda boşa çıkararak Demokrat Parti içinde Clinton’ın en önemli rakibi oldu. Occupy Wall Street hareketinin “We are 99 %” temasını güçlü bir şekilde dile getirerek özellikle gençlerin, görece daha yüksek eğitimlilerin ve Demokrat Parti’nin sol eğilimli kesimlerinin büyük desteğini alan Sanders, seçim çalışmalarının finansmanı için de son derece şeffaf bir bağış kampanyası yürüttü. İki yüz milyon doları aşan miktardaki bağışı, az sayıdaki zengin yerine çok sayıda insanın sınırlı katkılarıyla toplamayı başardı. Sanders’ın bu profili ve parti içi yarışta son ana kadar kalabilmesi, İngiltere’de Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi başkanı seçilmesinden sonra sol siyaset adına yeni bir umut doğurdu. Obama’nın ilk dönemdeki dışişleri bakanı olarak görev yapan Hillary Clinton ise Demokrat Parti’nin ilk günden itibaren favori görülen adayıydı. Eski başkanın eşi, 2008’de Obama karşısında Demokrat Parti’den başkan aday adayı ve sonrasında Obama’nın dışişleri bakanı olarak gerek Parti gerek ABD içinde iyi tanınan Hillary Clinton, Sanders’ın aksine, yerleşik siyasi dengeleri gözeten, genel olarak Obama yönetiminin takipçisi, iş dünyasıyla iyi ilişkilere sahip bir aday profiline sahipti. Clinton’ın destekçileri daha çok hispanik kökenliler ve Afro-Amerikalılar oldu. Kampanyası sırasında daha çok dış politika meselelerindeki vaatleri ve değerlendirmeleriyle gündeme geldi. Clinton, dış politikada, özellikle Orta Doğu’da şahin ve müdahaleci denebilecek bir çizgi izleyeceğinin mesajını verdi. Ekonomi konusunda Sanders’ın söylemi Clinton bakımından zorlayıcı oldu. Sanders’ın bu konudaki ataklarını karşılamak zorunda kalan Clinton, kampanyasının daha ileriki aşamalarında asgari ücret zammı ve vergi gibi konularda Sanders’ınkine yaklaşan bir söylemi benimsedi. Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Libya’daki ABD büyükelçisinin öldürülmesi olayına ilişkin olarak yapılan eleştiriler Clinton’ı halihazırda bir hayli zorlarken, henüz kampanya döneminin başlarında patlak veren e-posta skandalı da adaylık sürecini biraz daha güçleştirdi. Bakanlık yaptığı dönemde Clinton’ın, “gov” uzantılı resmi hesap yerine, kişisel hesabı olan “[email protected]” adresini kullandığı ve bunları da evindeki özel sunucusu (server) üzerinden gönderdiği anlaşıldı. Böylece gerek resmi bilgilerin bakanlık kayıtlarına ne ölçüde geçirilmiş olduğu gerekse bunların gizliliğinin ne kadar korunabildiği sorularına dayanarak Clinton’ın sorumluluğu 1319 gündeme getirildi. Konuyu inceleyen FBI, Temmuz 2015’te, Clinton’ın aşırı derecede dikkatsiz davrandığını kabul etmekle birlikte adli soruşturmaya gerek olmadığı sonucuna vardı. Clinton bu durumun yol açtığı güven bunalımını gidermeye çalışırken kendisiyle ilgisiz gibi görünen bir başka soruşturma çerçevesinde, danışmanının eski eşinin bilgisayarında yapılan incelemelerde ele geçen e-postalar nedeniyle FBI seçimlere birkaç hafta kala yeniden soruşturma açtı. Clinton’ın imajını zedeleyerek seçim sonuçlarını etkileyecek bu gelişme yetmezmiş gibi, aynı sıralarda, Clinton’un seçim kampanyasının başındaki isim olan John Podesta’nın kişisel e-postaları bir siber saldırı sonucu Wikileaks’e düştü. Bu gelişme, Clinton’ı Trump karşısında daha da zor durumda bıraktı, Clinton ve ekibinin etik temelli itirazları pek etkili olmadı. Öyle ki, belki de ilk kez Rusya’nın ABD başkanlık seçimlerinin sonucuna -siber saldırı aracılığıylamüdahale ettiği iddiası bile dile getirilmesine karşın Clinton’ın seçmenler gözündeki itibarı ve güvenilirliği istenen seviyeye çıkarılamadı. Cumhuriyetçi Parti’nin çok sayıdaki aday adayı arasından sıyrılarak Parti adayı olmayı başaran isim Donald Trump oldu. Daha önce sivil ya da askeri bürokraside hiç görev almamış, siyasette de deneyimi bulunmayan Trump, fırsatçı bir müteahhit olarak aile şirketini büyüttü ve Forbes Dergisi’nin en zenginler listesine girdi. Biyografisini kaleme alan gazeteciye, kitapta kendisini yeterince zengin göstermediği iddiasıyla beş milyar dolarlık tazminat davası açacak kadar servetini ve kendisini göstermeyi seven Trump, düzenlediği güzellik yarışmaları organizasyonlarının yanı sıra The Apprentice (Çırak) adlı televizyon programındaki performansıyla da 2000’lerin popüler figürlerinden biri haline geldi. Donald Trump, “Make America Great Again” (Reagan’ın 1980 seçimlerinde kullandığı slogan) sloganıyla Haziran 2015’te Cumhuriyetçi Parti’den adaylık yarışına katıldı. Trump’ın siyasetteki deneyimsizliği kendisi için bir dezavantaja dönüşmedi; çünkü Cumhuriyetçi Parti seçmeninin yarıya yakın kesimi, adaylık için siyasette deneyim gerekmediğini düşünüyordu. Yerleşik siyasi elitlere yönelik tepkinin bir sonucu olan bu bakış Trump’ın işine çok yaradı ve Ağustos 2015’ten itibaren Parti içindeki yarışta öne geçti ve bu pozisyonunu korudu. Seçim kampanyasını kendisinin finanse ettiğini, böylece lobicilere borçlu olmayacağını söylemesi de seçmen nezdinde puan toplamasını sağladı. Rakipleri Cruz ve Kasich’in güç birliği yapmayı denemeleri de Trump’ın önünü kesemedi. Seçim kampanyası boyunca gerek üslubu gerekse vaatleri nedeniyle kimilerini kızdıran, kimilerini coşturan, Mussolini’yi andıran mimikleriyle Trump sürekli gündemde kalmayı başardı. Siyasal doğruculuk için zamanı olmadığını söyleyerek bir kısmı kendi partisinin diğer aday adaylarıyla olmak üzere son derece seviyesiz polemikler yürüttü. Kadınlar, Müslümanlar, Meksikalılar gibi çeşitli grupları aşağılayan ya da kriminalize eden sözleri 1320 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71(4) yankı uyandırdı. Trump, ülke sorunlarını sıradan vatandaşın anlayabileceği şekilde basitleştirip bu sorunlara yine aynı netlikte ve basitlikte sansasyonel yanıtlar getirdi. Kampanya konuşmaları sırasında en çok alkış alan vaadi, Meksika sınırına koca bir duvar inşa ederek buradan gelecek yasa dışı göçmenleri önlemekti. Çünkü, Trump’a göre ABD’ye, Meksikalıların “iyileri” yerine tecavüzcüler, uyuşturucu kaçakçıları vb. suçlular geliyordu. Bu konuda daha da ileri giderek ülkedeki 11 milyon kayıtsız göçmenin sınır dışı edilmesi gerektiğini belirten Trump, Müslümanlar hakkında da ırkçı içerikli mesajlar verdi. 11 Eylül’ün ülkedeki Müslümanlarca kutlandığını, camilerin mutlaka takip altında tutulması ve başta Suriyeliler olmak üzere Müslümanların ülkeye girişinin yasaklanması gerektiğini iddia etti. Göçmen karşıtlığı hem korkuyu artırırken hem de işsizlik başta olmak üzere alt sınıfların ekonomik sorunlarının da başlıca kaynağı olarak göçmenleri hedefe koyuyordu. Trump, “Make America Great Again” sloganı çerçevesinde ekonomi alanında ilginç öneriler dile getirdi. Eski bir konuşmasında asgari ücretin yüksek olduğunu söylemişken, kampanyanın ilerleyen günlerinde mevcut asgari ücretle nasıl yaşanabileceğini anlamadığını söyleyip asgari ücretin 10 dolar olması gerektiğini belirtti. Açıklanan resmi işsizlik istatistikinin (%5) gerçeği yansıtmadığını, gerçek oranın en az %20 olduğunu iddia eden Trump, uyumlu bir dış ticaret ve dış politika sayesinde ülkedeki işsizliği hızla azaltacağını ve ABD’de birçok yeni iş yaratılacağını vadetti. Bu kapsamda, serbest ticaret sisteminden kaynaklanan zararları giderecek yeni düzenlemelere gidilmesi gerektiğini, seçildiği takdirde Çin’e bu konuda baskı yapacağını, vergileri ve finansal regülasyonu en aza indirgeyerek ekonomiyi canlandıracağını belirtti. Dış politika konusunda ise yine ilginç ve Cumhuriyetçi Parti’nin geleneksel politikalarıyla pek bağdaşmayan bir pozisyon aldı. Putin’le iyi anlaşabileceğini, Rusya’yla iyi ilişkiler kuracağını söylemesi kadar, Saddam ve Kaddafi’nin teröristleri öldürdükleri için aslında iyi işler yaptıklarını, Irak’a girerek hata yapıldığını söylemesi de çarpıcıydı. 8 Kasım’daki Seçimler Hararetli tartışmaların yaşandığı, zaman zaman seviyenin bir hayli düştüğü, sinema ve müzik dünyasından birçok ismin Clinton’a açıktan destek verdiği kampanya dönemi sonunda, ABD Anayasası gereği, Kasım ayının ilk Pazartesi gününü izleyen Salı günü her eyalette ikinci seçmen durumundaki delegeleri belirlemek üzere seçimler yapıldı. En çok oyu alan adayın o eyaletteki delegelerin tümünü kazandığı seçimlerde toplam 538 delegeden 306’sını Trump kazandı. Bununla birlikte, son 20 yılın en düşük katılımlı seçiminde (yaklaşık olarak %55) Trump, rakibi Clinton’dan yaklaşık 3 milyon daha az oy almasına karşın başkan seçilmesine yetecek kadar delege kazandı. 1321 Seçimden bir gün önce Clinton’ı Trump’ın yaklaşık 4 puan önünde gösteren kamuoyu şirketleri, İngiltere ve Türkiye’deki seçimlerde olduğu gibi sonucu öngöremediler. Sürpriz olarak değerlendirilen seçimlere katılan seçmen profiline bakıldığında Trump ve Clinton’ın belirli özelliklere sahip grupların oylarını aldıkları görüldü. Buna göre, Trump’ın seçmeninin genel özelliklerini erkek, beyaz, 40 yaşının üzerinde ve eğitim düzeyi düşük olmak şeklinde özetlemek mümkün. İşin ilginci, Trump, kampanyası sırasında çeşitli defalar aşağıladığı ya da hakaret ettiği Hispanikler ve Asyalılar gibi gruplardan 2012 seçimlerine göre daha çok oy aldı. Aşağıladığı bir diğer grup olan kadın seçmenlerdeki düşüş ise yaklaşık %2 gibi sınırlı bir düzeyde kaldı. Bir diğer önemli parametre olan gelir durumu çerçevesinde bakıldığında da Trump’ın önemli bir başarı gösterdiği görülüyor. Zira yıllık geliri 30 bin dolardan az olan seçmenler bakımından Demokratların oy oranı 2012 seçimleri ile kıyaslandığında %10 düşerken, Cumhuriyetçilere oy verme oranı %6 düzeyinde artmış. Seçimlerin Ardından Seçim sonuçlarının alınmasıyla birlikte galibiyetini ilan eden Trump, zafer konuşmasında “tüm Amerika’nın başkanı olacağım” diyerek birlik ve beraberlik çağrısı yaptı. Bununla birlikte ülke çapında Trump karşıtı gösteriler yapılmaya başladı. Trump’ın demokrasi konusunda hiç de güven vermeyen tavrı ve vaatlerinin yanı sıra Clinton’dan daha az oy almasına karşın başkan seçilmiş olması, Amerikan sistemine ilişkin hoşnutsuzluğu ve endişeleri yeniden artırdı. Trump’ın başkanlığa seçilmesi sonrasında medyaya yansıyan belki de en ilginç gelişmelerden birisi, ABD’de Google üzerinden Kanada’ya göçmenlik araması yapılmasında adeta patlama yaşanması, hatta Kanada’nın ilgili resmi web sitesinin bir süre kullanılamaz hale gelmesiydi. Trump’ın zaferi dünyada da geniş yankı uyandırdı. Alınan bu sonuç, özellikle Brexit sonrası gündeme daha da yerleşen, sağ-popülist siyasetin giderek güç kazanması ve seçmenin yerleşik siyasi elitlere tepkilerini bu şekilde dile getirmelerinin yeni ve çarpıcı bir örneği sayıldı. Avrupa sağından ise tebrikler arka arkaya geldi. Fransa’dan Marine Le Pen, Hollanda’dan Wilders, İngiltere’den Farage, Trump’ın galibiyetini, yeni bir dünyanın müjdecisi olarak yorumladılar. Bu desteğin en önemli nedeninin, Trump’ın kampanya boyunca sergilediği göçmen karşıtı tutum olduğu söylenebilir. Anayasadaki seçim prosedürü uyarınca Kasım ayında yapılan seçimlerde belirlenen delegeler, Seçiciler Kurulu adıyla Aralık ayının ikinci Çarşambasını izleyen ilk Pazartesi günü toplanarak başkanı seçmekteler. Trump seçildikten sonra yükselen protestoların son ayağında, Seçiciler Kurulu’ndaki Cumhuriyetçi üyelere Trump’a oy vermeme çağrısı yapıldı. Literatürde 1322 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71(4) “sadakatsiz delege” olarak adlandırılan ve bir delegenin başta deklare ettiği adaya oy vermekten cayması olarak tanımlanan uygulama, önünde kural olarak bir engel bulunmamakla birlikte, şimdiye dek nadiren gerçekleşmişti. Nitekim bu yöndeki beklentiler sonuç vermedi ve 19 Aralık’ta yapılan Seçiciler Kurulu toplantısında Trump, 8 Kasım’da elde ettiği 306 delegeden 304’ünün oyunu korumayı başararak ABD başkanlığını resmen kazandı. Trump, seçimlerin ardından çalışacağı ekibi kurmaya başladı. Bu ekibin belki de en dikkat çekici özelliği birkaç dolar milyarderi ve multi milyonerinden oluşması. Trump’ınki de dâhil edildiğinde, ülke tarihinin bu en zengin kabinesinin toplam servetinin 20 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Ekipteki en dikkat çekici isimlerden birisi, enerji devi ExonMobil’in CEO’su Rex Tillerson. Dışişleri bakanı olacak görev yapacak olan Tillerson’un Putin’le çok yakın ilişkileri olduğu biliniyor. Bu ilişkinin ABD-Rusya ilişkilerini nasıl yönlendireceği önümüzdeki süreçte görülecektir. Donald Trump, 20 Ocak’ta Kongre’de gerçekleştirilecek yemin töreninin ardından görevine resmen başlayacak. Senato ve Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçi çoğunluk (süper çoğunluk) düşünüldüğünde Trump’ın görece rahat bir çalışma dönemi geçireceği tahmin edilebilir. Kampanya dönemindeki sert söylemini de yavaş yavaş yumuşatacağının sinyallerini vermeye başladı. Bu tavrını sürdürür mü bilinmez fakat kimilerine göre yeni bir Soğuk Savaş’ın, kimilerine göre ise 1930’ların yeniden yaşanmaya başladığı günümüzde Trump yönetiminin atacağı ya da atmayacağı adımların başta Orta Doğu olmak üzere tüm dünyada önemli sonuçlar doğuracağı aşikar. Kaynakça http://ayrintidergi.com.tr/amerikada-secimler-bernie-sanders-ve-donald-trump-ruzgari/ http://tr.euronews.com/2016/11/09/trump-in-secilmesi-avrupali-asiri-sagcilari-memnun-etti http://tr.euronews.com/2016/10/31/abd-clinton-in-basini-agritan-e-postalar https://tr.sputniknews.com/abd/201603021021232365-abd-super-sali-clinton-trump/ http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160210_donald_trump_10_gch http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160202_bernie_sanders http://www.bbc.com/news/election-us-2016-37918303 http://www.bbc.com/news/election-us-2016-37922959 http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-37917540 http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-37835308 1323 http://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/politics/2016/10/abd-baskanlik-secimlericlinton-email.html http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-36842460 http://aa.com.tr/tr/abd-baskanini-seciyor/clinton-ve-trumpin-karsilastirmali-ekonomi-politikalari/628710 http://www.dw.com/tr/iki-aday-trumpa-kar%C5%9F%C4%B1-harekete-ge%C3%A7ti/a-19212318 http://observer.com/2016/07/wikileaks-proves-primary-was-rigged-dnc-undermined-democracy/ http://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2016/11/09/trumpa-kimler-ne-kadar-oy-verdi/ http://aa.com.tr/tr/dunya/abdde-secici-kurul-secilmis-baskan-trump-icin-sandik-basinda/709242 YAZARLAR İÇİN BİLGİ NOTU I. Genel Kurallar 1. 1943’ten bu yana düzenli olarak çıkan Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 1999 yılından itibaren “Hakemli Dergi” statüsünde ve yılda dört sayı (Mart, Haziran, Eylül, Aralık) olarak yayımlanmaktadır. 2. Dergiye gönderilen yazılar başka bir yerde yayımlanmamış ya da yayımlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır. Yazıların uzunluğu dergi formatında 25 sayfayı (ya da 10.000 sözcüğü) geçmemelidir. Yazılar yayımlanmak üzere kabul edildiğinde Ankara Üniversitesi SBF Dergisi bütün yayın haklarına sahip olacaktır. 3. Yazarlar unvanlarını, görev yaptıkları kurumları, haberleşme adresleri ile telefon numaralarını ve e-posta adreslerini bildirmelidir. 4. Dergiye verilecek yazılar Yayın Kurulu’nca ilk değerlendirilme yapıldıktan sonra iki hakeme gönderilecek, hakemlerden gelecek rapor doğrultusunda yazının basılmasına, rapor çerçevesinde düzeltilmesine, yazının geri çevrilmesine ya da üçüncü bir hakeme gönderilmesine karar verilecek ve durum yazara en kısa sürede bildirilecektir. Yayımlanmayan yazılar yazara geri gönderilmeyecektir. 5. Yazardan düzeltme istenmesi durumunda, düzeltmenin en geç 2 ay içerisinde yapılarak Yayın Kurulu’na ulaştırılması gerekmektedir. 6. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi’nin yazı dili Türkçe olmakla birlikte, çıktığı günden bu yana başta İngilizce, Almanca ve Fransızca olmak üzere diğer dillerde yazılar da yayımlanmaktadır. Yazı bu dillerden hangisinde yazılmış olursa olsun en az 150, en çok 200 sözcükten oluşan Türkçe ve İngilizce özetler de yazının sonuna eklenerek gönderilmelidir. Aynı şekilde, hangi dilde yazılmış olursa olsun yazının başlığının Türkçe ve İngilizce olarak yazıya eklenmesi, ayrıca yine Türkçe ve İngilizce olarak 5 anahtar sözcüğün belirtilmesi gerekmektedir. 7. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi’nde “kitap incelemeleri”ne ve “kronik” adı altında güncel olayları inceleyen notlara da yer verilebilecektir. 8. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi’ne gönderilen yazıların yazım bakımından son denetimlerinin yapılmış olduğu, yazarın CD biçimiyle yazı için “basıla” verdiği kabul edilecektir. Yazı teslim edildikten sonra baskı düzeltmeleri için ayrıca yazara gönderilmeyecektir. Bu nedenle yazım yanlışlarının olağanın üzerinde olması yazının geri çevrilmesi için yeterli görülecektir. 9. Yazarlara telif ücreti ödenmemektedir. 1326 ● Ankara Üniversitesi SBF Dergisi ● 71 (4) 10. Yazılar .doc ve .pdf formatında iki dosya halinde [email protected] adresine gönderilmelidir. 11. Bir adet dergi yazara ücretsiz olarak gönderilecektir. 12. Dergiye gönderilen yazıların hakemlikle ilgili idari harcamalarının karşılanabilmesi için yazarların, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi Yayın Komisyonu’nun aşağıdaki hesabına 50 TL yatırmaları ve dekontu yazı ile birlikte göndermeleri gerekmektedir. Vakıfbank, Cebeci Şubesi Hesap No : 00158007293795844 IBAN : TR96 0001 5001 5800 7293 7958 44 II. Yazım Kuralları 1. Yazı, word formatında, 1,5 satır aralığında, ana bölümlerinde 12 punto; dipnot, özet, kaynakça, tablo gibi bölümlerinde ise 10 punto harf büyüklüğünde ve Times New Roman karakterinde yazılmalıdır. 2. Yazının giriş ve sonuç bölümlerine numara verilmemelidir. İzleyen bölümler yalnızca ilk harfleri büyük olacak şekilde numaralandırılmalıdır. III. Yollamalar, Dipnot ve Kaynakça Metin içinde yapılacak yollamalar ayraç içinde gösterilecektir. Kaynakça da bu yollama sistemine uygun olarak hazırlanacaktır. Aşağıda farklı nitelikteki kaynakların metin içindeki yollamalarda ve kaynakçadaki yazılış biçimleri örneklerle gösterilmiştir: a) Tek yazarlı kitaplar ve makaleler: Metin içindeki yollamada (kitap): (Said, 2002: 35). Aynı yazarın, aynı yıl birden fazla eserine yollama yapılması durumunda: (Said, 2002a: 35); (Said, 2002b: 40). Kaynakçada: Said, Edward W. (2002), Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu (İstanbul: Aram Yayıncılık) (Çev. Ahmet Cüneyt, Ali Kerem ve Nuri Ersoy). Metin içindeki yollamada (makale): (Waterbury, 1991: 15). Kaynakçada: Waterbury, John (1991), “Twilight of State Bourgeoisie”, International Journal of Middle Eastern Studies, 23 (1): 1-17. Yazarlar İçin Bilgi Notu ● 1327 b) İki yazarlı kitaplar ve makaleler: Metin içindeki yollamada (kitap): (Balibar ve Wallerstein, 2000: 67). Kaynakçada: Balibar, Etienne ve Immanuel Wallerstein (2000), Irk Ulus Sınıf (İstanbul: Metis Yayınları) (Çev. Nazlı Ökten). Metin içindeki yollamada (makale): (Sına ve Soyer, 1998: 108). Kaynakçada: Sına, Zeynep ve Serap Soyer (1998), “Sosyolojik Açıdan Kooperatifçilik Teorisinin Niteliğine İlişkin Düşünceler”, Amme İdaresi Dergisi, 31 (3): 103-117. c) İkiden çok yazarlı kitaplar ve makaleler: Metin içindeki yollamada (kitap): (Gönlübol vd., 1996: 45). Kaynakçada: Gönlübol, Mehmet, Haluk Ülman, Ahmet Şükrü Esmer, Cem Sar, Duygu Sezer, Oral Sander ve Ömer Kürkçüoğlu (1996), Olaylarla Türk Dış Politikası, 1919-1995 (Ankara: Siyasal Kitabevi). İkiden çok yazarlı makaleler de yukarıdaki örneğe göre kaynakçada yer alacak ve yollamalar da bu örneğe göre yapılacaktır. d) Derleme yayınlar içinde yer alan makaleler: Metin içindeki yollamada: (Riddell, 1994: 53). Kaynakçada: Riddell, Peter (1994), “Major and Parliament”, Kavanagh, Dennis ve Anthony Seldon (eds.), The Major Effect (London: Macmillan): 46-63. Metin içindeki yollamada: (Geray, 1992: 236). Kaynakçada: Geray, Cevat (1992), “Çevre İçin Eğitim”, Keleş, Ruşen (Der.), İnsan Çevre Toplum, (Ankara: İmge): 223-240. e) Kurum yayınları: Metin içindeki yollamada: (DPT, 1989: 145). 1328 ● Ankara Üniversitesi SBF Dergisi ● 71 (4) Kaynakçada: DPT (1989), Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı, 1990-1994 (Ankara). f) İnternet kaynakları: Metin içindeki yollamada: (Çubukçu, 2009). Kaynakçada: Çubukçu, Mete (2009), “Bu Kimin Zaferi?”, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/473346.asp (15.06.2010). Metin içindeki yollamada: (Dışişleri Bakanlığı, 2010). Kaynakçada: Dışişleri Bakanlığı (2010), http://www.mfa.gov.tr/default.tr.mfa (16.06.2010). g) Bunların dışında adı uzun çeşitli resmi yayınlara ya da mevzuata metin içinde yapılacak yollamalarda kısaltmalar kullanılmalıdır. Örneğin Devlet Memurları Kanunu için DMK, Ateşli Silahlar ve Bıçaklar Hakkında Kanun için ASBHK gibi. h) Yollamalar dışındaki açıklamalar için dipnot kullanılmalıdır. IV. İletişim Bilgileri Adres: Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Yayın Kurulu 06590, Cebeci, Ankara, Türkiye Tel : Fax : E-mail : Web sitesi : (+90 312) 595 12 92- 595 13 92 (+90 312) 319 77 36 [email protected] www.politics.ankara.edu.tr NOTES FOR CONTRIBUTORS I. General Rules 1. The Journal of the Faculty of Political Science, which has been published regularly since 1943 and has been a refereed journal since 1999, is published quarterly (in March, June, September, December). 2. Manuscripts submitted to the Journal of the Faculty of Political Science should not have been previously published or submitted for publication elsewhere. The total length of any manuscript submitted should not exceed 25 pages in terms of the journal’s publication format (or 10,000 words). After manuscripts are accepted for publication, all copyright belongs to the Journal of the Faculty of Political Science. 3. Authors must provide their affiliation, mailing address, phone number and e-mail address. 4. The manuscripts should be prepared according to the general rules of the journal in order to be sent to the referees. Otherwise the manuscript could be rejected. After the initial review of the editorial board, all manuscripts submitted to the journal are sent to two referees. According to the reviews sent by the referees, manuscripts may be accepted for publication, corrections may be requested, manuscripts may be rejected, or may be sent to third referee. 5. If corrections are requested, after having been corrected, the corrected manuscripts must be returned to the editorial board within two months at the latest. 6. Although the written language of the journal is Turkish, since the journal was first published, articles written in other languages such as English, German and French have also been issued. Regardless of the language of the manuscripts, manuscripts should contain both Turkish and English abstracts that should be between 150 and 200 words in length at the end of manuscripts. Similarly, regardless of the language of the manuscripts, the title of manuscript and also 5 keywords in Turkish and in English should be added to the manuscript. 7. The journal may also give place to “book reviews” and notes under the name of “Chronicle” which examine contemporary events (facts). 8. It is assumed that a final spelling check of manuscripts submitted to the journal has been made and that the manuscript submitted on CD is in a state ready to be published. After manuscripts have been submitted, they will not be sent back to the author for editorial corrections. Hence, a greater than usual number of spelling mistakes may lead to the manuscript’s being rejected. 9. The authors are not paid royalties. 1330 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) 10. Manuscripts should be sent as .doc and .pdf files to “[email protected]”. 11. One copy of the issue in which the accepted manuscript appears will be sent free to the author(s). 12. For processing submitted manuscripts, authors are required to pay a nonrefundable handling fee of 50 TL to the bank account of the Editorial Board of the Journal of the Faculty of Political Science (see details given below) and attach the receipt to the manuscript: Vakıfbank, Cebeci Branch Account No : 00158007293795844 IBAN : TR96 0001 5001 5800 7293 7958 44 II. Writing Format 1. Manuscripts should be submitted as a Word file. Line spacing should be set to 1.5 spacing and the font size should be 12 in the body text and 10 in footnotes, abstract, references and tables. All text should be in Times New Roman font only. 2. The introduction and the conclusion sections should not be numbered. For the titles of following sections, only the initial letters should be capitalised. III. Citations, Footnotes, and References Citations within the text should be written in parentheses and References should also be arranged by using this citation system. Examples below are given to show how different sources should be written: a) Books and articles with a single author Citation in the text (book): (Said, 2002: 35). If there is more than one publication of an author in the same year: (Said, 2002a:35); (Said, 2002b:40). Citation in the references: Said, Edward W. (1978), Orientalism (London: Pantheon Books). Citation in the text (article): (Waterbury, 1991: 15). Citation in the references: Waterbury, John (1991), “Twilight of State Bourgeoisie”, International Journal of Middle Eastern Studies, 23 (1): 1-17. Notes for Contributors 1331 b) Books and articles with two authors Citation in the text (book): (Balibar and Wallerstein, 2000: 67). Citation in the references: Balibar, Etienne and Immanuel Wallerstein (1991), Race, Nation, Class, (London: Verso). Citation in the text (article): (Buğra and Keyder, 2006: 219). Citation in the references: Buğra, Ayşe and Çağlar Keyder (2006), “The Turkish Welfare Regime in Transformation”, Journal of European Social Policy, 16 (3): 211-228. c) Books and Articles with more than two authors: Citation in the text (book): (Atkinson, et.al., 1996: 45). Citation in the references: Atkinson, Anthony, Joseph Stiglitz and Alan Auerbach (1996), Handbook of Public Economics (London: Cambridge University Press). Citation in the text (article): (Davies, et.al., 1996: 45). Citation in the references: Davies, James, France St-Hilaire and John Whalley (1984), “Some Calculations of Lifetime Tax Incidence”, The American Economic Review, 74 (4): 103-117. d) Articles in edited publications: Citation in the text: (Riddell, 1994: 53). Citation in the references: Riddell, Peter (1994), “Major and Parliament”, Kavanagh, Dennis and Anthony Seldon (eds.), The Major Effect (London: Macmillan): 46-63. e) Institutional publications or publications without an author: Citation in the text: (OECD, 2010: 145). Citation in the references: OECD (2010), World Development Report, 2009 (Paris). 1332 Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 71 (4) f) Internet Sources: Citation in the text: (Fisk, 2010). Citation in the references: Fisk, Robert (2010), “An Apology Fatally Devalued by the Passage of 65 Years”, http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/ (15.06.2010). Citation in the text: (Ministry of Foreign Affairs, 2010). Citation in the references: Ministry of Foreign Affairs (2010), http://www.mfa.gov.tr/default.tr.mfa (16.06.2010). g) Furthermore abbreviations may be used in the citations to various official publications or legislation with long names within the text: for example, European Convention of Human Rights (ECHR). h) Footnotes should be used for explanations not for citations. IV. Contact Details Mailing Address: Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Yayın Kurulu 06590, Cebeci, Ankara, Turkey Tel : Fax : E-mail : Website : (+90 312) 595 12 92- 595 13 92 (+90 312) 319 77 36 [email protected] www.politics.ankara.edu.tr