Recep Yusuf Bekci Esaret İnsan özgür doğar. “… özgür yaşar ve özgür ölür.” diye devam etmesi gererken bu cümle böyle devam etmeyebilir. Çünkü insanın önüne iki yol çıkar, ya özgür yaşar ya da esir olur. Esir olmak kimsenin kendi seçimi değildir ve de esaretin çeşitleri vardır. Özgürlükse kimsenin tam olarak açıklayamadığı bir fenomendir. Eski zamanlarda insanlar savaşlarda esir düşerek özgürlüklerini kaybederlermiş. Şehirlerde köle pazarları kurulur, bu insanlar para karşılığında satılırmış. İnsana değer biçilirmiş. Ne kadar absürt bir durum olsa da, bu iş çok normal karşılanıp işler bu yolla yürütülürmüş. Kimilerine göre yaratıcının sanatının en güzel örneklerinden birini gösterdiği, kimilerine göre ise doğanın milyonlarca yıldır, milyonlarca varyasyondan en iyilerini seçerek oluşturduğu insan vücudu, günümüz teknolojisiyle karşılaştırıldığında paha biçilemez bir değere sahiptir. Bütün bu değerin yanında insan bilince de sahiptir. İnsanın duygu ve düşünceleri vardır. Bu şartlara rağmen zamanın güç sahibi bireyleri, güçsüz veya esir düşmüş insanlara rahatça değer biçerek onları satmaktan çekinmemişler, utanmamışlar, sıkılmamışlar. Günümüzde yasaların köleliğe izin vermediğini biliyoruz. Geçtiğimiz yıllarda basında, İngiltere’de bir adamın evinde zorla esir ettiği insanlar haberi yer almıştı. Bu adam, bu insanları köle gibi kullanmış, onlara gün yüzü göstermemiş. Buna benzer olayları hesaba katmazsak görünürde esaret yok diyebiliriz. Ancak bu sadece dar bir bakış açısıyla mümkündür. Çünkü bakış açımızı genişlettiğimizde esaret içinde yaşamayan insan bulmak gittikçe zorlaşacaktır. Söz gelimi işçi veya memur olarak çalışanları ele alalım. Bu insanlar Allah’ın her günü işe gitmek zorundadırlar. Aksi takdirde hayatlarını idame ettirecek parayı bulamazlar, karınlarını doyurmak için ya dilencilik yaparlar ya da açlıktan ölürler. Bunun eski kölelik sisteminin değişik bir versiyonu olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan aklıma ilkokula başladığım zamanlardaki duygu ve düşüncelerim geliyor. İnsanlar doğduktan sonra çocukluklarında bir nebze özgür bir yaşama sahiptirler. Sonra belirli bir yaşa gelince okula gitmek kanunlar çerçevesinde zorunludur. Doğruluğu yanlışlığı tartışılır fakat bu esarettir. Çocuğun gözünden bu, her gün sabah erkenden kalkıp okula gidip devletin uygun gördüğü doğruları öğrenmek olarak görülür. Behçet Necatigil’in Esaret adlı şiirinde ikamet ettiği yerden memnun olmayan bir insanın sesini duyuyoruz. İnsanlar doğdukları yeri, doğdukları anne ve babayı seçemezler. Çoğu insan da doğduğu yeri terk edip başka şehirlerde, mekânlarda yaşama fırsatına sahip olamaz. Bunun esaretten farkı nedir? Çokça dillendirilen bir örnektir, İstanbul’da yaşayıp tarihi yarımadayı, boğazı göremeyen insanlar. Bu insanlar, çoğu Avrupa ülkesinden daha kalabalık bir şehir olan İstanbul’un bir köşesinde, belki her gün saatlerce çalışıp evlerinden işlerine giderken tabii ki İstanbul’un diğer yerlerini görme fırsatını bulamazlar. Bu bir bakıma esaret değil midir? Yine Behçet Necatigil’in Sevgilerde şiirinde yarınlara bırakılan sevgilerin pişmanlığını işitiyoruz. İnsanlar günün telaşında, “şu işi de bitireyim”, “o günü de atlatalım” derken sevgilerini bile yaşamayı unutuyorlar. Fakat o beklenilen zamanlar geçtiğinde yeni hedefler ortaya çıkıyor. Böylece olan sevgiye oluyor. İnsanları bu telaşlara sürükleyen nedenler ise çoğunlukla ekonomik oluyor. Geçim derdinde çalışarak günlerini bitiren insanlar bir yana, aklını kariyerle bozmuş plaza insanları da aynı dertten muzdarip. Bunları görüp köleliğin bittiğini söylemek mümkün mü? Bütün bunların üzerinde değinmek istediğim bir insan çeşidi daha var. Tabii ki milyarlarca insanın her biri farklı çeşitte karakterlere sahip. Fakat konuşabilmek için genellemelere ihtiyacımız var. Değinmek istediğim tipe dönecek olursak, bu insanlar kendilerini özgürlük savaşçısı zannedenlerdir. Bu insanlar toplumun değer yargılarını reddeder ve o yargılara bağlı olmadıklarını kanıtlamak için tam tersi davranmaya çalışırlar. Örneğin, vücudunun sadece ona ait olduğunu kanıtlamak için her yerine dövme yaptırır. Ama bu şekilde davranarak kendilerini kısıtladıklarının farkında bile değillerdir. Esaret altındaki insanların en trajikomiği bunlardır. Bütün bunları dikkate alırsak, gerçek anlamda esaret altında olmayan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. İnsanların özgürlüğünü kısıtlayan etkenler de çoğunlukla ellerinde değildir. Fakat en azından kendi kendimizi kısıtlamaktan vazgeçip zincirlerimizi kırmalıyız.