parasız, eşit, özgür, demokratik bir üniversite için ÖĞRENCİ FAAUYETİ Sayı:0 Yıl:2017 [ M V Âi [ d W i l \ t Mk W [ f il JI I l M i K F il İÇİNDEKİLER; Biz Kimiz... 3 Öğrenci Hareketinde DEV-GENÇ Kırılmasına Giderken... Faşizmin Dünü Bugünü 1 1 AKP-SARAY ile Onurlu bir Barış Mümkün mü? Öğrenci Faaliyeti Deklarasyonu 1 8 “Türk" Tipi Başkanlığa Hayır! 2 2 Ataerkiye karşı Kadınlar Direnişte Mücadele, Dayanışma, Devrim “Barış için Akademisyenler" Mücadelesi www.facebook.com/ ogrencifaaliyeti @ogrncifaaliyeti 2 5 sonunda halkın yükselen m u h ale­ fetini ezip kapitalizm in yeni serm aye birikim m odeli olan n eo-liberalizm in ülkem izdeki saç ayaklarının rah at rah at kurulabilm esi için yapılan darbenin m uhattaplarıyız. Tutuklanan, işkence gören, infaz edilenler de biziz, düştüğü yerden kalkıp gelen “dipten dalga” da biziz. Erkek şiddetine karşı "k ad ın lar vard ır’’ diye YÇEsiteier bizim dir!” ' d d j k f c S ö y i d ğ m i z Sözün arkasında duran , durm aya devam edenlerde­ niz. *** “KAMPÜSE MAYA ÇALDIK, YA TUTARSA?” H er şeyin m etalaştığı bir dünyada kolektif bir em eğin inşa ettiği, p ara ilişkisinin olm adığı, haykıran kadınlarız; elim izden alınm aya çalışı­ tartışm aya ve paylaşm aya davet eden bir alan lan toplum sal hayatın ta m ortasın d a, sokaklar­ ihtim alini düşleyerek “kam püse m aya çaldık!”. da, m eydanlarda, tü m iktidarlara inat. Çaldığım ız m ayaya da Ç ayhane ism ini verdik. D evletin resm i aracı beyaz toroslarla gözü İstanbul Üniversitesi’nin kam uya açık bir çok korkutulm aya çalışılan bir halkın direnci, p o ­ alanında yanım ızda getirdiğim iz tabureler, çay lisin basına “ibreti alem olsun” diye sergilediği kazanı, pankartlar, elektrik kabloları ve m a sa ­ devrim cilerden Rem zi Basalak’ın öldürüleceği­ larla kurduğum uz; h er öğrencinin istediği gibi ni bile bile k am eralar önünde m asaya indirdiği çayını alıp sohbetim ize katılabileceği kapısız bir tekm eyiz. m ekan inşa ettik. H er türlü kadın düşm anlığı, Ege Üniversitesi’nde polisler tarafın d an ajan­ hom ofobi, milliyetçilik, p ara ilişkileri ve reka- lık teklifini kabul etm ediği için asılan Ali Ser- betçilikten uzak; ve bunlarla m ücadele eden, kan, Taksim de arkadaşları ile yü rü rk en “derin keram etin çayda olm ayıp yan yana olm akta ol­ f devletin” sıktığı tek kurşunla katledilen İstanbul duğunu gösteren bir yaşam alanını, okul yön e­ Üniversitesi öğrencisi Ö n d er Babat, M im ar tim in in baskısına karşı bizimle direnen, benim Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde polis­ de katkım olsun diyerek bir kutu çay ya da ler tarafın d an 3. kattan atılıp öldürülen Seher şeker getiren, çay kazanını taşım am ıza yardım Şahin, sivil polislerin yakın m esafeden h ed ef eden tü m dostlarla birlikte oluşturduk. Tutan gözeterek vurduğu Şerzan Kurt ve bir ölüp bin dayanışm anın m ayasıdır; sözden daha fazlası, dirilen Beyazıt M eydanı’ndaki binler biziz! Üniversiteyi p ara b asacak bir ticareth an e gibi insanların hayatına değen somut bir pratiktir. Ve bu pratik bizim için insanların hayatına değdiği ve gören anlayışa cevabı, T B M M ’de sarkıtılan değiştirdiği ölçüde m ücadele birikim ine ekleye­ “h arçlara hayır” p an k artı ile verdik. ceğim iz m ütevazi bir dam ladır. _ Büyük konuştuk. “Ferm an devletinse, üni3 “TOHUM ALTTA N EFES N EFESE, KULAĞI GÖK GÜRÜLTÜSÜNDE” Kampüsün içinde yaşadığımız sosyal hayatın yetersiz ve verimsiz oluşu, derslerde karşımıza çıkan cinsiyetçi söylemler, sorgulamanın, düşünmenin önünü açmaktan uzak ezberci eğitim sistemi bizim üniversiteye dair tahayyüllerimizden oldukça fark­ lıydı. Kantinde, ders aralarında, bahçede ve İstan­ bul Üniversitesinin meşhur Hergele Meydanında açtığımız Çayhanede yan yana geldiğimiz arkadaş­ larımızla yürüttüğümüz tartışmalar kurguladığımız üniversiteye dair bir alan açma gerekliliğini hissetti­ riyordu bizlere. Bu fikir çerçevesinde, alanın öznesi olan üniversite öğrencileri olarak gerek güncel siyasete dair tartışmaların yer aldığı gerekse öykü, şiir, film tanıtımı gibi edebi ve sanatsal yazıların içinde olduğu bir fanzin olan Günebakan’ı 2010 yılından itibaren çıkartmaya başladık. Yayınlandığı günden itibaren bencil, yalıtılmış, steril bir yaşamın dayatıldığı bir dünyada, hala üretmek ve paylaşmak gibi bir derdi olanların kanalı, sesini yükselttiği bir alan oldu Günebakan. Dayanışmanın gücüne inanarak kulağımızı gök­ yüzüne diktik; "başka bir üniversitenin’’ mümkün olduğuna dair umudu yeşertmek için. “LA LELİ’DEN DÜNYAYA DOĞRU GİDEN B İR TRAMVAYDAYIZ” Üniversite öğrencileri olarak kendi geleceğimiz, yaşam alanımız ve üniversitedeki sorunlarımız dışında başka sorumluluklarımız olduğunun bilincindeydik. Çünkü üniversiteye sıkışıp kalmak sorunlarımıza kalıcı çözüm getirmeyecekti. Ülkede­ ki ve dünyadaki sistem bizim asıl belirleyenimizdi; Kapitalizm, liberalizm, faşizm, em peryalizm ... Ege­ men sistemin kendi fikrini tekrardan üretip aktara­ bileceği, yeri geldiğinde metalaştırıp-piyasalaştırıp etinden ve sütünden faydalanabileceği bir alandı üniversite. Önemli bir çabaydı bizim için içerdeki 4 mücadeleyi dışardakine bağlamak, yeri geldiğinde toplumsal muhalefetin itici-motor gücü olmak. “KAPİTALİZM ÖLDÜRÜR. İŞÇİ ÖLÜMLERİ KADER DEĞİL, ÖRGÜTLÜ BİR CİN A YETTİR!” 2012 yılının Nisan ayına kadar olan kısmında ön­ lenebilir birçok ölümlü iş kazası üst üste gerçekleşti. Zonguldak’ta bir madende patlama, Adanada baraj kapağının patlaması, Erzurum’da bir göl içerisinde bulunan elektrik direğine ulaşmaya çalışan TEDAŞ işçilerinin sandallarının devrilmesi, Tuzla tershanelerindeki büyük kazalar ve bardağı taşıran son damla olan Beylikdüzü’nde bir AVM inşaatında işçilerin kalması için kurulan çadır barakalarda çıkan y a n g ın . Sorumlu ne oradaki işçi, ne de kaderdi! Sorumlu kapitalizm! Sorumlu daha fazla para kazanmak isteyen patronlar ve sistemin devamlılığı esası ile hareket eden devlet organları ve iktidar partileriydi. Önlenebilir olması nedeni ile de buna kaza denmesi kabul edilemez! Bunun adı devlet, iktidar ve pat­ ronlar eli ile göz göre göre işlenen cinayettir! Hem Kürtçe hem Türkçe “Kapitalizm öldürür. İşçi Ölümleri Kader Değil, Örgütlü Bir Cinayettir!” yazılı pankartlarımızı Merkez Kampüs ve Edebiyat Fakültesi’ne astık. Okul yönetimi Kapitalizme söyle­ nen bu sözü kendisine yedirememiş olacak ki 2 gün boyunca sürecek çatışmaları okula polis sokarak başlattı. Pankartımızı çaldılar, polisi öğrencilere saldırtıp ve okulu savaş alanına çevirdiler. Yeniden pankart hazırladık yeniden astık. Üniversite öğren­ cilerinin kararlı duruşu 2.günün sonunda üniver­ site yönetimini pes ettirdi ve polis ve özel güvenlik geldikleri yere geri döndü. Üniversitedeki tüm muhalif kesim pankartı vermemek için canla başla direndi. Omuz omuza verilen direniş meyvesini vermişti. Ya hep beraber ya hiç birimiz dedik ve yan yana gelmekten asla geri durmadık. RE/HAMI. OK^yDANI ANo E V j KAPİTALİZMÖlOflWK jÇİtiSKlESİ KAOER0EĞİL “EM ROBOSKİ Jİ BİR NAKİN!” 3 Mayıs Türkçülük günü nedeni ile Türk Ocakları ÖNjvtRsifSÖSSûyCİLeRİ ve İstanbul Üniversitesi kafa kafaya verip Edebi­ yat Fakültesinde 3 gün boyunca Türkçülük semi­ nerleri düzenleyeceklerdi. | Üniversite öğrencileri olarak “siz Türkçülük propagan­ Konferansın olacağı kata çıkan dası yaparsanız, biz de halkların her ırkçı katılımcı Halkların Kar­ kardeşliği propagandası yaparız” deşliği Şenliği’nin düzenlendiği dedik. Halkların kardeşliğine ina­ ve öğrencilere ait olan bahçeden nan yüzlerce öğrenci okulu afişler ve Hergele Meydanı’ndan geçmek ve pankartlarla donattık. Film zorunda kaldı. gösterimleri, halaylar, müzik din­ KOLAY YUTULAMAYAN letileri... Tüm duvarlarda Halep- TÜM DEM İR LEBLEBİLER E çe, Beyazıt, Gazi, Çorum ve Maraş Üniversite içinde sisteme katliamlarını gösteren afişler. alternatif olarak kurguladığımız ve inşa ettiğimiz alanlarda farklı Ve Roboski’de devlet tarafından dertler üzerinden birçok yan yana katledilen 34 Kürt vatandaş için geliş yaşadık. Bu yan yana gelişle­ Hergele Meydanı’na 34 temsili rimiz alan içinde farklı örgütlen­ karton tabut diktik. me ihtiyaçlarını da beraberinde Biz mücadelemizi üniversi­ getirdi. Her alanda öz gücüne te dışına taşırdıkça, egemenler üniversiteye hapsetmeye çalıştı. O güvenerek hareket eden bizler sistemin en çok dışladığı kim­ tabutlara bile tahammül edeme­ yen okul yönetimi Çevik Kuvveti liklerden olan kadın kimliğimiz okula sokarak tek tek ezdirdi. etrafında bir araya geldik. Öznesi İstediklerini vermedik onlara. olduğumuz kadın mücadelesini 3R6ÖTLÜBİRCİNAYETTİP 5 her alanda var etmek için kolları sıvadık ve M art 2014’te Demir Leblebi adlı fanzinimizi çıkart­ maya başladık. Heteroseksist, doğa düşmanı, ataerkil sisteme karşı söz söyleyen kadınlar olarak yeniden inşa ettiğimiz dünyanın öznesi olarak biz de varız dedik. Hakkımız olan gecelere çıkarken ailelerimize karşı beraber kapıları çarpmak için, aşkta ve daha çok kavgada aynı safı tutmak için, bu düzene, erk’e eklemlenmiş erkeğe, insanı yerinden ve kendinden eden her şeye birlikte öfkelenmek için, birlikte ne kadar çok öfkele­ nirsek başımıza o kadar az şeyin geleceğini bildiğimiz için, bu iki yüzlü ahlak çukurunda hiçbir ka­ dını tek başına bırakmamak için omuz omuza verdik. Bugün AKP-Saray Faşizmi vitesi yükseltmiş, ülkeyi totaliter bir diktatör­ lükle yönet­ meye başla­ mış iken, en temel ihtiyaç­ larımızdan biri de bütün üniversiteleri kasıp kavuran güçlü bir öğrenci hareketidir BOŞLUKLARI ZİHNİMİZ, MÜCADELENİN YENİ BİR KÜRSÜLERİ AKADEMİSYENLER SAYFASI AÇILIRKEN... DOLDURUR Bugün AKP-Saray Faşizmi vitesi Arkam ızda bıraktığımız sene ülke­ yükseltmiş, ülkeyi totaliter bir dik­ de çıkan iç savaşa dair barış çağrı­ sında bulunan “suça ortak olmaya­ cağız” isimli 1128 akademisyenin imzası olan bir bildiri yayınlandı. bütün üniversiteleri kasıp kavuran güçlü bir öğrenci hareketidir. Barış sürecini bitirip savaş konsepti- Bu tespitten hareketle, yukarıda kı­ ne ülkeyi sokan iktidar saldırılarını m eşrulaştırm ak için imzacı akade­ saca bahsettiğimiz kendi deneyimle­ rimizden süzülenleri, coğrafyamızın misyenleri hedef tahtasına oturttu. İm zacı hocalarım ızdan 4 ’ü tutuk­ mücadele hafızasıyla harm anlaya­ rak, yeni bir sayfa açıyoruz. Yolu­ landı. MSGSÜ öğrencileri yapılan muza Öğrenci Faaliyeti’ni kurarak bu huzursuzluğa karşı, M im ar Sinan devam ediyoruz. öğrencilerinin haber portalı Politik Öğrenci Faaliyeti’nin am acı “hem Baykuş’un da çabalarıyla ve İstanbul politik hem maddi anlam da ken­ Üniversitesi öğrencilerinin haber di özgücüne güvenen bir öğrenci portalı Hergele Postası’nın dayanış­ hareketini var ederek, söm ürünün masıyla, akademiyi savunmak ve kürsülerinden koparılmak istenen olmadığı özgür bir ülkeyi yaratm a akademisyenler için okullarında nöbet masaları kurdu. Hocalarım ız mücadelesinde taş üstüne taş koymak”tır. Geçmiş mücadele pratiklerimiz­ özgürlüğüne kavuşup okullarının den damıttıklarımız, yaratıcılığımız kapılarından girene değin süngüyü ve yeni mücadeleleri kurm a irade­ miz bugünün mücadele pratiğini yere düşürmedi. Bir derdimiz vardı: “hocalarım ıza öyle kolay kolay dokunamazsınız”. Bu derdi de yan yana gelişimiz ve sonrasın­ * da kurduğumuz ortak dil ile anlattık. Kazandık... m 6 tatörlükle yönetmeye başlamış iken, en temel ihtiyaçlarımızdan biri de inşa edecek; tarihin, şimdinin ve ge­ leceğin çağrısı Öğrenci Faaliyetinin eylemleriyle yankılanacak... G eliyoruz... En aşağ ıd an vu racağ ız S aray d an inlpvprplc I SOSYALİST H AREKET İV M E KAZANIYOR! 960’iı yıllar birbiriyle ilintili iki gelişme açısından dönüm noktasıydı. Bir yandan Türkiye kapita­ lizmi dünya kapitalizmine eklemlenme yönünde önemli bir atılımın içine giriyor, bir yandan da buna mukabil gelişen işçi sınıfından gücünü alan sosyalist hareket uzun bir aradan sonra 13 Şubat 1961de Türkiye İşçi Partisi (TÎP) ile önemli bir ivme kazanıyordu. Bu ivmenin öncesi de mücadelelerle doluydu el­ bette. Türkiye Komünist Partili (TKP)Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı Kemalistler (İttihatçılar da diyebiliriz) tarafından 28-29 Ocak 1921de katledildi. Komünist­ lerin örgütlenme girişimine vurulan bu ilk darbenin devamı da geldi. Onca yıl süren baskıların ardından gelen 1951 tutuklamaları, TKP’nin 1970’lerin başına kadar ülke içinde örgütlenme çabalarına büyük ket vurdu. Siyasal baskılar toplumsal olanı yok etmeye yetmedi. Özellikle 2.Dünya Savaşı sonrası Türkiye kapitalizminin olağanüstü gelişmesinin yarattığı gelişmeler toplumsal taleplerin yankılanacağı yeni bir mecra arayışının önünü açtı. Bu arayışa cevap veren direngen unsurlar 1961 Anayasasının kısmi avantajlarından da yararlanmıştı. TİP M ECLİSTE TİP ilk kurulduğunda sosyalist bir parti olmaktan uzaktı. Sosyalizm hedefinden ziyade İttihatçı- Îtilafçı denkleminin dışına çıkıp işçilerin taleplerini parlamentoda dillendirmek hedefindeydi ve bir işçi sınıfının var olduğunu er yollardan cevap bulma arayışındaydı. Kurulduktan sonra öngördüğü ilgiyi göremeyen parti yönetimi, ilgiyi aydınların deste­ ğiyle üzerine çekmeyi düşündü ve aydınları partiye davet etti. Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Adnan Cemgil (Sinan Cemgil’in babası), Cemal Hakkı Se­ 1 7 lek, Yunus Koçak, Fethi Naci ve birçok aydın partiye üye oldu. Mehmet Ali Aybar 1962de genel başkan­ lığa seçildi. Mehmet Ali Aybar ile birlikte parti, yeni program ve tüzüğü ile “işçici” bir yapıdan sosyalizmi hedefleyen bir parti hüviyeti kazandı. Kısa zamanda TÎP aydınların ve sosyalistlerin buluştuğu bir m er­ kez haline geldi. TÎP katıldığı 1965 seçimlerinde aldığı 276 bin oyla, Milli Bakiye adı verilen seçim sistemi sayesin­ de mecliste 15 sandalye kazandı. Bu başarının öne­ mi şuydu: Başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen bütün kesimleri temsil etme sorumluluğuna soyunan bir parti halkta kendisine büyük bir karşılık bulmuş, bu kesimlerin talebini parlamentoda temsil etme fırsatı bulmuştu. En azından parlementer düzlemde Îttihatçı-Îtilafçı denklemi bozulmuştu. Bu durum “Türkiyede sosyalizmin nasıl kuru­ lacağı” hakkında, hem gençlik içerisinde hem de aydınlar arasında büyük tartışmalara yol açtı. TÎP’in seçimlerde yakaladığı bu başarı, örgütlenmeye çalışan başkaldıran insanların bir düzeyde TÎP’ le ya da TÎP’in onlarla bağlantı kurmasıyla pekişti. Bu durum dönemin iktidarlarının gözünde TÎP’in bir “tehdit” olarak algılanmasını ve bunun için “çare­ ler” düşünmesini beraberinde getirdi. NATO’nun kuruluşunun 20.yılı dolayısıyla TÎP’in parlamento gücünü de seferber ederek başlattığı ‘Türkiye’nin NATOdan Ayrılması’ kampanyası bütün muhalif kesimlerden destek aldı. Bu anti-emperyalist yöne­ lim ve örgütlemeyi başardığı karşılık ABD destekli Adalet Partisi (AP) hükümetinin “faşist terör kartı”nı devreye sokmasına yol açtı. Devrimcilere karşı baskı yürürlüğüne konulan bu sindirme politikası kısa zamanda direnişin de büyümesine ve nitelik değiştirmesine sebep oldu. Faşist saldırıların hem nitelik hem de nicelik olarak sıçraması, bu saldıralara ce­ vap üretmeye çalışan başta gençlik kesimle­ rinde bir dizi tar­ tışmaya yol açtı. Gençlik kesimle­ rinin “faşist hare­ ketin nasıl durdu­ rulabileceğine dair” tartışma­ ları TİP içerisinde “sosyalizmin yolu ve niteliği”ne yö­ nelik tartışmaları besledi 8 FAŞİST SALDIRILAR DEVREDE! Devlet güdümlü faşist terör bir yandan sosyalist öğrenci ve aydın­ lara yönelirken diğer yandan TÎP’li yöneticilerin, öğrenci liderlerinin, işçi önderlerinin gözaltına alınma­ sına ve tutuklanmasına yol açtı. Yükselen tansiyon Parlemento’ya da sıçradı. 19-20 Şu­ bat 1968de TBMMde Çetin Altan’ın yazıları nedeniyle yargılanmak üzere dokunulmazlığı­ nın kaldırılması tartışıldı. Bu tartışma da AP’li milletvekilleri başta Çetin Altan olmak üzere TÎP’li milletvekilleri­ ni linç edercesine dövdü. Bu olay sosyalistlerin parlamenter araçlarla sosyalizmi gerçekleştiremeyecekleri­ ne doğru evrlen genel kanaati pekiş­ tirdi. Linç olayından hemen sonra FK F’nin 25-26 Şubat’ta Ankara ve İstanbul’da düzenlediği ‘Uyanış Mi­ tingleri’ AP’lilerin saldırısına uğradı ve 3 Mart’ta AP güdümünde olan Milli Türk Talebe Birliği’nin(MTTB) Taksimde düzenlediği ‘Şahlanış Mitingi’ kitlesel bir anti-komünist gösteri halinde ‘Türkiye’yi Vietnam ve Küba yapmak isteyenlere’ karşı cihad ilanına dönüştü. Faşist saldırıların hem nitelik hem de nicelik olarak sıçraması, bu saldıralara cevap üretmeye çalışan başta gençlik kesimlerinde bir dizi tartışmaya yol açtı. Gençlik kesimle­ rinin “faşist hareketin nasıl durdu­ rulabileceğine dair” tartışmaları TÎP içerisinde “sosyalizmin yolu ve niteliği”ne yönelik tartışmaları besledi. TÎP içinde bu minvalde tartışmalar yürütülürken TÎP dışında da parti yönetimine artan düzeyde eleştiriler gelmeye başladı. YÖN dergisinin filizlendirdiği eleştiriler, Mihri Belli ve çevresindekilerin eleştirileriyle aşama kaydetti. TÎP’in solun tek ça­ tısı görüntüsü sarsılıyordu. Yaklaşan Eski Tüfekçi imzasıyla YÖN’ de ka­ leme aldığı bir yazısında Mihri Belli, TÎP yönetiminin parlamenter sis­ temle iktidara geleceğini ve sosyaliz­ mi bu şekilde kuracağını iddia eden çizgisine karşı alternatif bir çizgi öneriyordu. Bu yönelim daha sonra Milli Demokratik Devrim(MDD) ismiyle önemli bir strateji tartışma­ sının yatağına dönüşecekti. Mihri Belli’ ye göre Türkiye’de devrim, ül­ kenin özgül koşullarından kaynaklı olarak iki aşamayla gelecekti. Îlk elden, Kemalist subaylarla kurulan bir ittifak sonucu askeri darbe ya­ pılacak daha sonra şiddete dayan­ mayan bir güzergah takip edilerek işçi sınıfının hakimiyeti kurulacaktı. Bu tartışmalarla beslenen 2. TÎP Kongresi (1966) MDDcilerin büyük kentlerdeki etkinliğinin yaratacağı baskıyı kırmak için, TÎP kurmay­ larının hamlesiyle, Malatya’da toplandı. Kongre, anti-emperyalist ve sosyalist mücadelenin birlikte yürütülmesini karara bağlayarak kapansa da TÎP’in merkezi çizgisini savunanlarla, MDD tezini savunan­ lar üzerinde giderek şiddetlenen bir gerilim dönemi açıldı. FK F DÖNEMİ FKF 12 Kasım 1965 tarihinde An­ kara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fa­ kültesi kantininde, Ankara’daki yük­ seköğrenim kurumlarının öğrenci delegeleri tarafından kurulmuştur. Îlk çıkış noktasında üniversite genç­ liğinin ülkenin gidişatına müdahale etmek için etrafında toplandığı sosyalist bir örgüt olan FKF daha sonraları TÎP ile arasına mesafe koyamamış ve TÎP’in gençlik örgütü pozisyonunu almıştır.Bu pozisyonu 5-6 Ocak 1969 tarihleri arasında 160 delegenin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirilen 3.kurultaya kadar sürmüştür bu kurultaydan sonra ise ‘parlamento dışı’ mücadele yöntemi­ ni benimseyen MDDcilerin kontro­ lüne geçmiştir. ^ Türkiye özelinde gençliğin devrimci dinamiğine önem veren bir çizginin sosyalist harekette gü ç kazanması ile Mayıs 1968'de Fransa'da patlak veren ve Batı Avrupa'yı hızla saran öğrenci hareketinden kıvılcımlanan ayaklan­ ma konjoktürünün kesişmesi, Hazi­ ran 1968'de öğretim yılı bitmek üze­ reyken, herkesi şaşırtan bir atmosfer yarattı Kurulduğu ilk yıllarda üniversite ve ülke siya­ setinin önemli bir öznesi durumunda olan FKF, TÎP gibi parlamento içi mücadele eden bir partiyle yakınlaştıktan sonra gençlik nezdinde giderek ‘pasifist' örgüt durumuna düşmüş, gençliğin mücadele yöntemine göre ‘yumuşak' kalan politik hamleler önermiştir ki Vedat Demircioğlu'nun katledilme­ sinden sonra TÎP çizgisinde bir politika belirlemiş, katledilen bir devrimcinin cenazesini ‘provokasyon' olacağını ileri sürerek Vedat Demircioğlu'nu sahiplenememiştir. Buradan da çok net anlayabiliriz ki gençlik örgütü herhangi bir parti ile yakın ilişkiler kurduğunda gençlik hareketinde çok önemli olan gençliğin kendi öz gücünü kaybetmekte ve özgün politik hatlar oluşturamamaktadır. Bu nedenle genç­ lik olabildiğince kendi özgücüyle ilişkiler geliştirme­ li ve bu doğrultuda hamleler yapmalıdır. Bu yıllar, gençlik mücadelesinin genel sosyalist mücadeleyi strateji tartışmasında etkilediği hatta yer yer belirlediği özgül tarihsel momentlerden biriydi. MDDciler TÎP ve FKF zeminlerinde mücadeleyi büyütmek, mevcut yönetime muhalefet çizgisi ör­ gütleyip, hakimiyet kurma yöntemini izlemeye karar verdiler. Mihri Belli SBFde yaptığı bir konuşmada ‘'Kimin durumu uygunsa TİPe girmeli ve bu örgütü adına layık bir sosyalist örgüt durumuna getirmek için çalışmalıdır'' önerisinde bulunuyordu. MDD' cilerin FKF tabanında yarattıkları etki FKF 2.Kongresi'nin ana tartışmasını oluşturdu. TÎP Genel Başkanı Aybar'ın ve TÎP yönetiminin onayıyla genel başkanlığa Doğu Perinçek getirildi. Fakat Perinçek seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmasında MDD tezine yakın ifadeler kullanınca TÎP yönetiminin he­ sapları boşa çıktı. MDDci muhalefet ülke genelinde yaygın tek sosyalist gençlik örgütünün yönetimini TÎP yönetiminin denetiminden koparmıştı. 1968 RÜZGARI! Türkiye özelinde gençliğin devrimci dinamiği­ ne önem veren bir çizginin sosyalist harekette güç 9 kazanması ile Mayıs 1968de Fransa’da patlak veren ve Batı Avrupa'yı hızla saran öğrenci hareketinden kıvılcımlanan ayaklanma konjoktürünün kesişme­ si, Haziran 1968de öğretim yılı bitmek üzereyken, herkesi şaşırtan bir atmosfer yarattı. 10 Haziranda Ankarada D TCFde başlayan hareketlenme, 12 Haziranda Îstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne sıçradı. Üniversite reformu talebiyle boykot biçimin­ de başlayan hareket Îstanbul Üniversitesi Îşgali'ne dönüştü. FKF bir süre sonra kendi örgütlenmesiyle olaylara dahil olunca işgal yaygınlaştı. Îstanbul'da ‘Sağ Sol Yok Boykot Var' sloganıyla kurulan işgal komitesi sol ve sosyalistlerin birlikte hareket et­ tikleri bir zemine dönüştü. Üç hafta süren işgaller öğrencilerin üniversitenin asli bileşenlerinden biri olarak muhattap alınması ve taleplerin kısmen kabul edilmesi üzerine sona erdi. Fakat artık fitil ateşlenmişti... Öğrenci hareketinin yarattığı dinamizm toplumun diğer kesimlerine de güç verdi. Temmuz ayının ba­ şında Derby Lastik Fabrikası'ndaki grevlerin etkisiz kaldığını düşünen işçiler öğrencilerden destek istedi ve başarılı bir işgal gerçekleşti. Yine Temmuz ayında Amerikan erlerinin denize döküldüğü 6.Filo Eylemi gerçekleşti. 6. Filo eylemleri sırasında polis ÎTÜ yur­ dunu basmış ve Vedat Demircoğlu'nu pencereden atarak katletmişti. Vedat 68 kuşağının düşen ilk ismi olmuştu. Sosyalist gençliğin TÎP'ten büyük ölçüde kopması da bu olaydan sonra gerçekleşti. Katledi­ len Vedat Demircioğlu'na üyesi olduğu TÎP sahip çıkmamış, kendi partisinin üyesi olduğunu dahi söyleyememiştir. Bununla gençlik hızla ‘parlamento dışı' mücadele yöntemini belirleyen MDD çizgisine yakınlaşmıştır. Gençliğin büyük çoğunluğu TÎP'i parlamentarist çizgiyi savunan ‘pasifist' bir parti kabul etmişti. Bu olay gençliğin öz gücünden başka güce dayanmaması gerektiğini de somut olarak gözler önüne sermiştir. 1969 başlarında ise Vietnam Kasabı lakaplı Am e­ rikan Büyükelçisi Commer’in aracı ODTÜ’de ateşe verildi. Bu olay üniversite gençliğinin anti-emperyalist kimliğini en net biçimde ortaya koymuştur. Olaydan üç gün sonra Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’ın da içinde bulunduğu yedi kişi hakkında verilen tutuklama kararı sonrasında, 3.000’den fazla öğrenci bir dilekçeyle kendilerinin de eyleme katıldığını bildirmiştir. Bu olayla birlikte örgütlü olmamın ve bu örgütlülüğün üniversite içerisinde yayılmasının önemini görerek gençliğin üniversi­ tede ki politik eylemlere nasıl kayıtsız kalmadığını görüyoruz. Bugünün koşullarında bu anlamda bir politik duyarlılığı dinamik hale getirmek ve bu duyarlılığı her gün yeniden örgütlemek demokratik üniversite mücadelesinde temel taş olarak karşımız­ da durmaktadır. DEV-GENÇ KIRILMASI 1969 yılı, Türkiye’de öğrenci hareketinin tarihin­ de yaşadığı ilk önemli kırılmaydı. 1969’lu yıllara gelindiğinde üniversite gençliği her ne kadar MDD tezini savunanların yanında yer almış olsa da, Mihri Belli’nin bağımsız bir politik örgüt konusunda ayak direyişi ve özellikle sol cuntacılarla iş birliği çaba­ ları gençliğin önemli bir kesiminin MDD hattının barutunu tükettiğini düşünmesine yol açtı. Ülkü­ cü komandoların saldırıları ve cinayetleri, artan polisiye baskı, tutuklamalar mücadeleyi üniversite dışına taşıma ve buna paralel silahlanma fikrinin güç kazanmasına yol açtı. Bu atmosferde, 9-10 Ekim 1969 tarihinde FKF 4.Kongresi toplandı. Kongre, örgütün adının Dev-Genç olarak bilinecek Türki­ ye Devrimci Gençlik Federasyonu(TDGF) olarak değiştirilmesi ve yeni bir tüzük benimsenmesiyle sonuçlandı.İleride Türkiye devrimci hareketi tarihine damga vuracak olan, 71 Başkaldırısının 3 mevzisi THKO, THKP-C ve TKP-ML’yi DevGenç’in rahle-i tedrisatından geçen kadrolar kurdu. Dev-Genç’in tüzüğünde ‘işçi ve köylü gençlerin örgü­ tü’ vurgusu ile ‘işçi ve köylü gençlerin der­ neklerinin de federas­ yona üye olabileceğinin yazması, mücadelenin yeni seyrinin üniversi­ 10 te sınırlarını aşma perspektifiyle şekilleneceğinin göstergesiydi. İşçi ve köylü eylemlerinin, yürüyüşlerinin orga­ nizasyonuna bizzat katılan Dev-Genç’liler toprak işgali ve miting yapmak isteyen köylü ve işçilerin danıştığı hatta başvurduğu bir örgüt olmuştu. Ve Dev-Genç ilerleyen süreçte ülkenin politik gün­ demine doğrudan müdahale edecek ve artık salt üniversite örgütü olmadığını gösterecekti. SONUÇ YERİN E Öğrenci eylemleri üniversite duvarları içinde kal­ madı ve sokağa taştı. Hükümete, sisteme, Amerikan emperyalizmine karşı bir karakter kazandı. Bu nok­ ta bugün ki gençlik hareketine yönelik tartışmalarda da hayati önem arz etmektedir. Hükümete, sisteme, Amerikan emperyalizmine karşı bir karakter kaza­ nan 68 gençlik hareketinin bu tarihsel kazanımını korumak ve bugün de bunu devam ettirmek gençlik hareketine devrimci bir nitelik kazandıracaktır. Ge­ rek üniversite işgalleri gerekse üniversite dışında ki hareketler gençlik hareketinin öz gücüne dayanan, özgün bir politik hat oluşturma adına bugün sahiplenilmesi ve yolumuzu çizerken gençliğe ışık olması gereken tarihsel bir kazanımdır. Bugün de üniversite gençliği herhangi bir güce dayanmadan kendi öz gücüyle pratikler ortaya koymalı ve öz gücüne daya­ narak bulunduğu alanlarda örgütlenmelidir. Ancak bu şekilde üniversitelerimizi, bulunduğumuz alan­ ları toplumsal muhalefetin odağı haline getirebilir ve öz gücümüzle sistemin bizi içine almaya çalıştığı, ülkenin ve üniversitenin siyasal gündeminde pasifist olmaya ittiği çarkı bu şekilde kırabiliriz. Gençlik bu zorlu, baskı dolu süreçlerden geçerek kendi kabuğunu kırmış ve ülke siyasetinin merke­ zinde vazgeçilmez bir muhalif güç olmayı başarmıştır. F a ş iz m in Dünü Bugünü Tarihsel Faşizm arih, Hegel’in iddia ettiği gibi ‘Aklın Yürüyüşü’ olarak karanlıktan aydınlığa doğru giden bir yol değildir. Eğer öyle olsaydı, 18. ve 19. yydaki bilimsel gelişmeler 20.yyda Nazilerin Yahudiler üzerindeki “tıbbi” deneyleri ya da atom bombası ile sonuçlan­ mazdı. Tarihin seyri, ancak onu yaratan ve değişti­ rebilen tür olarak insanın kollektif müdahalesi ve mücadelesi ile daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir yola evrilebilir. Tarihin akışını kendine bırakmak, onu yaratan insanın iradesini hiçe saymak demektir. 20.yy dünyasını kana bulayan,milyonlarca insanın ölümüne yolaçan ve insanlığa dair güzel şeyleri yok eden faşizm nedir ? Faşizm,kapitalist üretim biçimi­ nin geç ve sorunlu filizlendiği ülkelerde ortaya çıkan bir siyasal örgütlenme biçimidir.îlk olarak İtalya’da ortaya çıkan faşist hareket, yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın birçok ülkesini etkilemiş ve Almanya’da doruğuna ulaşmıştır.îtalya ve Almanya’da l.Dünya Savaşı’nın ardından oluşan ekonomik ve toplumsal tahribata bir alternatif olarak güçlenen faşizm, bir savaş ekonomisi kurarak ekonomiyi canlandır­ mış, bu yolla özellikle işsiz kitleleri tabanı haline getirebilmiştir. İtalya’da Roma împaratorluğu’nu tekrardan diriltmek amacını üstlenen faşist hareket, Almanya’da arı-germen ırkının egemenliğini sağla­ ma iddiasıyla ortaya çıkmıştır. “Tarihsel Faşizm” dediğimiz, 2 Dünya Savaşı arasında ortaya çıkan faşist hareketler, îtalya’da ‘İtalyan Faşizmi’,Almanya’da ‘Nasyonel Sosyalizm’ ve İspanyada ‘Falanjizm’ olarak adlandırılmıştır.Faşist hareketler otoritesi sarsılmaz bir lider kültü etrafın­ da hiyerarşik olarak örgütlenmiştir. Parti sekreterleri ve üyeleri bu hiyerarşinin önemli halkalarını oluş­ tururken, en altta sokağı kontrol eden -ço ğ u zaman paramiliter- güçler vardır. İtalya ve ispanyada daha düşük yoğunluklu olan etnik milliyetçilik Almanya’da en sert haline bürün­ müş ve Alman olmayanlara karşı yok etme hamlele­ rine kadar gitmiştir. T 11 Faşizmi anlamada en önemli hareket nok­ tamız kapitalizmin krizleri olmalıdır. Faşizm kapitalizmin kriz dönemlerinin ço­ cuğudur. Nasıl ki bugün merkez kapitalist ülkelerde göreve gelen (faşizme açık) sağ popülist iktidarları 2008 Krizi bağlamına oturtmadan anla­ yamazsak, tarihsel faşizmi de 1929 Krizi bağlamına oturtmadan anlayamayız. 1929 Krizi’nin emekçile­ rin dünyasında yarattığı tahribat, nasıl olmuştur da, mesela Almanya’da emekçilerin Nazi Hareketi’ne eklemlenmesinin yolunu açmıştır? Bu gibi kritik sorulardan geçerek, faşizmin sınıfsal analizine odaklanmalıyız. Diğer yandan, faşist ideoloji önemli oranda sembolik öğeler barındırır. Belki de bu semboliz­ min doruk noktası “organik toplum tahayyülü”dür. Buna göre toplum, adeta bir beden gibi, çatışmasız, birbiriyle uyumlu ve durağandır. Bu anlayışın bir uzantısı olarak, kapitalizmin temel çelişkisi olan emek-sermaye sorunu da korporatist ekonomik an­ layışla çözülmeye çalışılır. Korporatist anlayışa göre emekçiler de sermaye sahipleri de temsilcisinin dev­ let olduğu bir ve aynı millet için çalışmalıdır. Lider kültü etrafında örgütlenmiş devlet mekanizması her türlü çatışmayı sonlandıracak, işe yaramayan uzuv­ ları gerekirse kesip atacak bir müdahale aracıdır. Milleti birarada tutacak, sürekli yeni düşmanlar üretilmesi, bunlara yönelik savaş ve terör politikaları örgütlenmesi faşist rejimlerin devamlılığı açısından elzemdir. Komünistler, etnik, dini ve cinsel azın­ lıklar ilk hedef tahtasına konulanlardır. Toplum­ sal hayatta baskılamaya çalıştığı sömürü ve ezme ilişkisinin üzerini bu tarz bir savaş hareketliliğiyle örten faşizmin önemli bir boyutunu da emperyalist istilalar oluşturmaktadır. Sömürgecilik” adını verir. Bu emperyalizmin 3. Bunalım Dönemine tekabül eder. Bu dönemde em­ peryalizmle bütünleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazi toprak burjuvazisiyle ittifaka girişerek bir oligarşik dikta oluşturur. Bu oligarşik dikta, “yeni sömür­ ge” ülkelerde, emperyalizmin ajanlığını icra eder, artık söz konusu olan “açık” değil “gizli” işgaldir. Gizli işgalin ihtiyacı olarak devlet aygıtı militarize edilmiştir. Ç ayan ın ken d i sözleriyle özetlersek: “B izim gibi ülkelerdeki oligarşik y ön etim rahatlıkla işçi ve em ekçi kitlelerin dem okratik h a k ve özgürlük­ lerinin olm adığı tam bir dikta y ön tem i ile bir ülkeyi yönetebilm ektedir. B una söm ürge tipi fa şiz m de diye­ biliriz. Bu yönetim , y a klâsik burjuva dem okrasisi ile u zaktan y akın d an ilişkisi olm ayan "temsili d em o k ra ­ Faşizm kendi devamlılığını sağlayacak yeni bir si" ile icra edilir (gizli fa şiz m ) y a d a san dıksal d em o k ­ kültür inşasına girişerek, gençleri yeni führerler rasiye itibar edilm eden açıkça icra edilir. A n cak açık ve duçeler olarak yetiştirmeye, Nietzsche’nin “üst icrası sürekli değildir. Genellikle, ipin ucunu kaçırdığı insan”ını pratikte yaratmaya yönelik bir program zam an başvurduğu bir yöntem dir. "2 uygulamıştır. Bütün kültürel ve sanatsal faaliyetler, *** Buraya kadar genel çerçevesini çizmeye çalıştığı­ anti-entellekrüel bir rotada, devlete tabi kılınmış, mız tarihsel faşizm ve sömürge tipi faşizm kavram­ propagandaya hasredilen bütün kültürel yaşam sa llaşm asın a yaslanarak AKP - faşizm ilişkisine çoraklaşmıştır. dair -kuşkusuz tartışmaya ve geliştirilmeye açıkSömürge Tipi Faşizm bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız: Türkiye Solunda faşizm tartışmaları esas itiba­ 1) AKP iktidarının faşizmle ilişkisini çözümleye­ riyle 1940’larda Türkçü-Turancı akımın gelişmesiyle bilmek için, tarihsel faşizm ile sömürge tipi faşizm başlamıştır. Tarihsel TKP saflarında, 3. Enternasyo­ tahlillerinin bir sentezine ihtiyacımız vardır. Bu nalin sınıfsal karşıtlıklarını aşan “en geniş ansentez hem AKP’nin, onu iktidara taşıyan “pasif ti-emperyalist cephe” anlaşıyına uygun bir tartışma devrim” sürecini tamamladığını düşünmesine m ü­ vardır. Bu tartışmalarda, Tanıl Boranın yerinde teakip bu süreçten elde ettiği mevzilerle nasıl yeni tespitiyle, faşizmin “kökü dışarıda” olmasına vurgu bir devlet mekanizması inşasına giriştiğini, hem de yapılır ve “yerli kitle dinamiği”yle yüzleşilmez. 71 Türkiye’nin küresel emperyalizmdeki pozisyonu­ Başkaldırısına kadar, faşizm 3, Enternasyonalin nu nasıl sınırlarına kadar zorladığını anlamamız tespitleri etrafında tartışılmaya devam eder. Yine açısından elzemdir. Boranın, Behice Boranin “anti-faşizmi anti-kapi2) 15 Temmuz Darbe Girişimi AKP- Erdoğan Türtalizmin bir veçhesi olarak sunması”nı önemli bir kiyesi’nin otoriter tek adam yönetiminden, totaliter katkı olarak niteleyerek 4 0 ’lı yıllardan 71 Başkal­ bir devlet mekanizmasına geçişinin önünü açmış­ dırısına giden süreçte Borani, faşizm tartışmaları tır. Devlet mekanizması içerisinde AKP-Erdoğan açısından, aradaki halka olarak sunması önemli bir karşıtı olan herkes cuntacılarla bir şekilde ilişkitespittir.1 lendirilerek bütün devlet mekanizması yukarıdan Faşizm tartışmalarına “yerli” özgün bir katkı ise 71 aşağıya yeniden şekillendirilmektedir. Böylelikle, Başkaldırısının 3 önderinden biri Mahir Çayandan 2010 Referandumu ile açılan otoriterleşme paran­ gelmiştir. 12 M art Muhtırasını ve ülkücü hareketin tezinin, cunta girişiminin bastırılmasıyla kapandı­ kitleselleşmesini takiben Çayan, Kesintisiz Devrim ğını, 15 Temmuz’da başlayan restorasyon sürecinin 2-3 adlı broşürlerde, “Sömürge Tipi Faşizm” olarak AKP-Erdoğan Diktatörlüğü’nün bütün boyutlarıyla kavramsallaştırdığı bir tahlile girişir. topluma dayatılacağı bir süreç olduğunu söyleme­ Çayan’ın faşizm tahlili, onun emperyalist düzenin liyiz. Bu diktatörlüğün kurumsal mekanizmasının, dönüşümüne dair düşüncesinin bir uzantısıdır. “2. Başkanlık’ta ifadesini bulan parti-devletinin inşası, Yeniden Paylaşım Savaşı” sonrası ABD ‘nin hege­ toplumsal boyutunun ise devlet destekli bir siyasal monyasında şekillenen emperalist düzene “Yeni islamcı mobilizasyon olduğunu vurgulamalıyız. 1 Tanıl Bora, “Türkiye Solunda Faşizme Bakışlar” Modern Türkiye’d e Siyasi Düşünce Cilt 8: Sol, ed. Murat Gültekingil (İletişim, İstanbul, 2008) syf. 847-872. 2 Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II- III. 12 Devlet destekli siyasal İslamcı mobilizasyon tarihsel faşizmden önemli öğeler barındırmakla bir­ likte, bu mobilizasyonun tarihsel faşizmdeki kitle mobilizasyonun önünü açma ihtimali olan yukarı­ dan aşağıya örgütlenen sömürge tipi faşist saldırılarla Kürtlere, Alevilere, Devrimcilere yönelmesi kuvvetle muhtemeldir. Sentez ihti­ yacı buradan doğmaktadır. 3) Dünyanın en büyük emperyal gücünün kumanda koltuğuna, “Mecidiyeköy’e gökdelen diken ırkçı faşist, cinsiyetçi bir müteahhit”in oturması (Trump), Putinizmin Suriye Savaşı’ndan aldığı güçle küresel satranç tahtasında kerteriz noktalarından birine dönüşmesi, İngiltere’nin AB’den çıkma hazır­ lıkları (Brexit) gibi gelişmeler şu tespiti yapmamıza olanak veriyor: Putin ile ilk seslerini duyduğumuz, Trump’la ivme kazanan, muhte­ melen İngiltere’de Boris Johnson, Fransa’da Le Pen ile devam edecek olan küresel faşist bir dalganın kapitalizmin amiral gemisi ülkele­ rinde yaygınlaşıyor. Bu iktidarlar açık faşist iktidarlar olmasa da, bu iktidarların ülkelerini faşizan bir doğrultuya soktuklarını, küre­ sel siyasetin bu aktörlerin elinde Mussolini, Hitler, Franco dönemi benzeri bir açık faşist iktidarlar 13 nin kapısını aralayabileceğini söyle­ yebiliriz. Elbette bu, bir veya birkaç seçim sonucuyla ya da siyasetçilerin diktatörlük hevesleriyle açıklana­ bilecek bir olgu değil, neoliberalizmin kendi sonunu da hazırlayan zaferidir. Neoliberal siyaset örgütlü emeği dağıtır, bütün emek gücünü yeni disiplin mekanizmalarıyla ehlileştirir, kadın hareketinin bütün kazanımlarını tırpanlayan bir biyopolitika uygulamaya koyarken; her türlü isyan dinamiğini postmodern kimlikçi siyasetin sularına hapsetme ( hatta bazen bu kimlikçi siyasete bile tahammül edememe), sosyalist bir alternatifin olmadığı koşullarda ezilen ulus hareketleri­ nin devrimci muhtevasını aşındır­ ma, eşit’özgür ve adaletli bir toplum tahayyülünü dinamitleme gibi başarılar gösterebilmiştir. Neoliberalizmin “kendi suretinde yarattığı dünya” şimdi faşizmin ayak sesle­ riyle yankılanmaktadır. 4) Türkiye’nin bu faşizan dalganın zamanına 14 yıllık AKP iktidarının yüküyle girmesi toplumsal ve siya­ sal muhalefet için önemli imkanlar barındırıyor. Süreç Mustafa Sönmez’in yerinde tespitiyle bir “stres birikimi”ne tekabül etmekte­ dir. (1) “Stres birikimi” derinleşen politik krizin ekonomik krizle birleşerek ağırlaşacağı bir rotaya sürüklenmektedir. Türkiye’de iktidar mekaniz­ ması 2013 Haziran’ından bugüne kadar -15 Temmuzda tavan yapmış- bir politik krizle cebelleşi­ yor. 15 Temmuz gecesi darbecilere yönelik başlattığı savaşın rotasını başta Kürt halkı olmak üzere bütün direnenlere çeviren Erdoğan ikti­ darı bu krizi çıplak güçle çözmeye yönelerek kendi sonunu hazırla­ maktadır. 16 Temmuz sabahından itibaren Saray Faşizmi devrededir, yasal kılıfını OHAL oluşturmak­ tadır. Kayyımlar eliyle Kürdistan yeniden sömürgeleştirilmekte, Su­ riye’de cihatçılarla beraber Kürtlere yönelik savaş sürmektedir. 5)Doların yükselmesiyle ilk işa­ retlerini gördüğümüz, işsizliğin tarihin en yüksek seviyelerine yükselmesi ve net sermaye çıkışları ile katmerlenen bir ekonomik kriz içerisindeyiz. Halihazırda yürüyen politik kriz ekonomik bir krizle derinleşmektedir. Saray Faşizmi’nin “çıplak güçle istediğimi yaparım” rahatlığının ömrü çok uzun değil­ dir. İplerini kendi elinde tutmadığı bir ekonomiyle, içeride herkesi sin­ dirip, dünyaya artistlik yapma fantazisinin reel güç ilişkilerinin soğuk yüzünde paramparça olabileceği bir momentteyiz. Saray Faşizmi en kü­ çük demokratik tepkileri bile “zor” yoluyla baskılayarak, yukarıdan aşağıya kemikleşmiş bir otoriter yapı oluşturmuştur. Saray her yere kendi sözünü kazıma derdindedir. Bu demek oluyor ki, olduğumuz yerden, en aşağıdan vurunca dahi, kemikleşmiş mekanizma sayesinde, eylemimiz Saray’ın duvarlarında inleyecektir. Öyleyse: Ali İsmail’in sözlerini Saray’ın duvarına yaz­ mak andımız olsun: “Korkacaksın, yıkılacaksın, titreyeceksin adi hükümet!” AKP/SARAY İLE ONURLU BİR BARIŞ M Ü M KÜ N M Ü ? ürt Halkının demokratik haklarını kazanmak için yıllardır çeşitli düzlemlerde verdiği m üca­ dele, başlangıcı 2012 yılı kabul edilen Çözüm Süreci ile farklı bir yola girmiştir. Süreç boyunca AKP’nin ikircikli, samimiyetsiz tutu­ muna hepimiz tanık olduk. İlk başta görüşmelerin yapıldığını dahi reddeden AKP, daha sonra Erdo­ ğan’ın ‘Görüşme yapılmışsa da benim haberim yok!’ tavrı ile sürekli “her an cayabileceği bir noktada” tuttuğunun mesajını vermiştir. Esasen AKP’nin bu ikircikli, samimiyetsiz tavrının altında yatan, sürecin muhattabı iki gücün beklenti­ lerinin sürecin en başından farklı olmasaydı. Tek tek bakalım... AKP’nin bu süreci başlatmak istemesi esasen ‘A na­ lar ağlamasın!’ mıydı? Öyle olmadığını düşünüyo­ ruz. İlk akla gelen somut nedenleri şöyle sıralayabi­ liriz: 1) İktidarına karşı en önemli muhalefet dinamikle­ rinden biri olan Kürt Ulusal Demokratik Hareketi’ni sindirmek, ehlileştirmek, hiç olmazsa kontrol altına almaya çalışmak 2) Sermaye’nin küresel ve bölgesel ihtiyaçlarına uygun yeni bir yapılanma programını Kürdistan’a taşımak, bu programa direnecek dinamikleri baskı­ lamak 3) Kürdistandaki seçmen dinamiğini bu yeni yapılanma programı eşliğinde neoliberal-islamcı siyasete entegre etmek Peki Kürt Ulusal Demokratik Hareketi’nin Çözüm Süreci’nden muradı neydi ? İlk elden demokratik­ leşme ile birlikte karşılıklı ateşkesin sağlanması ve devamında eşit vatandaşlık, anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve siyasi tutsakların serbest bırakılması temelinde Kürt Halkının sorun­ larının anayasal boyutta çözülmesiydi. Çözüm Süreci olarak adlandırılan dönem bu farklı yönelimlerin çatışması ve bu çatışmaların kimi zaman silahlı- müzakeresiydi. AKP “ oyalama politikası” ile seçimleri baz alan bir takvim peşinde giderken, Kürt Ulusal Demokratik Hareketi, üzerin­ de anlaşılamasa dahi, müzakere konusu yaptığı baş­ K 14 lıkları resmi siyasetin tanımasını sağlayarak siyaset alanını hiç olmadığı kadar genişletmesini bilmiştir. AKP, -1920’lerden bu yana- Kürt Sorununun salt ekonomik problemlerden kaynaklandığını dile getiren, çözümü ise “güvenlikçi politikalar”da gören anlayışın günümüzdeki bayrağını taşıyor. Bu “ekonomik geri kalmışlık masalı” iki uçlu bir işlev görüyordu: hem TC’nin modernleştirici -siz inkarcı, imhacı, tektipleştirici olarak okuyun! misyonunu vurguluyor hem de varolan direnişleri, ekonomik geri kalmışlık meselesini suistimal eden hainler olarak sunuyordu. Oysa Kürdistan’ın Tür­ kiye kapitalizmi içindeki konumu bir gerikalmışlık değil, o bölgeye Türkiye burjuvazisi tarafından biçilen misyonun sonucudur. Kürdistan’da aile ve aşiret bağlarının emek piyasasının oluşumundaki rolünü de bunun bir uzantısı olarak görmek gerekir. Aynı aileden ya da aşiretten olma sınıf çatışmasını perdeleyecek bir informal ilişki olarak ayakta tutuldu/tutuluyor. Bütün bunlara ek olarak, Kürdistanda 1990’lara kadar kentsel sermayenin nüfuz edemedi­ ği alanlar sermaye açısından yeni kentsel rant alanı oluşturdu/oluşturuyor. Yukarıda bahsettiğimiz böl­ geye yönelik “yeni yapılanma programı”nın önemli bir ayağını bu rantların tahsisi oluşturmaktadır. AKP, 1990’larda radikalleşen Siyasal İslamcı hare­ keti, AB çizgisinde bir neoliberalleşme programına ikna ederek massettme projesiydi. Çözüm Süreci ise benzer bir massettme programının, AKP tarafın­ dan, Kürt Ulusal Demokratik Hareketi’nin tabanı için uygulamaya konmasıdır. * Kürt Ulusal Demokratik Hareketi, -esasında Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren- en temelde Kürt kimliğinin ve kollektif haklarının tanınması, Kürtçe üzerindeki yasakların kalkması ve Kürtçe eğitim hakkının kazanılması perspektifiyle mücadele yü­ rütmüştür. Bu Kürt Halkı’na yönelik asimilasyon/ inkar politikalarına, devletin Türk ve Sünni kimliği­ ne dayalı ‘tek’çi anlayışına son verilmesi programı­ dır. Çözüm süreci de bu programın, günün şartla­ rında uygulamaya konma hamlelerinden biriydi. Anayasanın 66.maddesinde geçen ‘'Türkiye Cumhuriye­ tine vatan­ daşlık bağı bulunan her­ kes Türk'tür'' ifadesi tekçi zihniyeti en açıkça yansıtan maddeydi. Bu madde Kürt Halkı dahil olmak üzere tüm Anadolu halklarının kimliklerinin anayasada redde­ dilmesi anlamına da geliyordu. Farklı etnik kimliklerin oluştur­ duğu Anadolu Halklar'ı arasında ayrımcılık yaratmanın bir devlet politikası olduğunun açık göster­ gesiydi. KUDH'nin talebi, etnik kimliğe bakılmaksızın bir vatan­ daşlık tanımının olması gerekti­ ğiydi. Çözüm Süreci'nde, KUDH'nin en önemli taleplerinden biri de anadilde eğitimdi. Hem anadilde eğitimin hem de Kürtçe üzerin­ deki çeşitli yasaklarla hedefle­ nen kollektif Kürt kimliğini yok etmek, onu folklorik bir öğeye indirgemektir. Dil sorununa ek­ lemlenen bir diğer konu ise il ve ilçelerin eski adlarının kaldırması, Türkçe yeni isimler konulmasıdır. Köylerin Kürtçe isimlerinin geri verilmesi de Kürt Hareketi'nin talepleri arasındaydı. Çünkü siyasi mücadele aynı zamanda tarihsel hafıza üzerinde yürüyen bir mücadeledir. Çözüm Süreci yeni anayasa ile beraber bir bütün olarak Türkiye'nin demokratikleşme­ sini hedefliyordu. 21 M art 2013 Diyarbakır Newroz'unda okunan Abdullah Öcalan'ın mektubu, hem ‘Misaki Milli'yi dillendirerek ortak ülke vurgusu yapıyor hem de demokratikleşme ile beraber, birliğin ve kardeşliğin sağlanması 15 gerektiği­ ni belir­ tiyordu. Kürt Hareketi demokratikleşme adımlarından biri olarak yerel yönetimlerin güçlendirilmesini -yetkilerinin ediyordu. Ancak hükümetten arttırılmasını ve bütçenin yerelde beklenen adımlar gelmeyince, kalmasını- görüyordu. Tek mer­ PKK 9 Eylülde, geri çekilmeyi kezden ilerleyen sistemin halkın durdurduklarını ilan etti. Buna katılımını zorlaştıracağını, yerel karşılık iktidar 30 Eylülde bekle­ yönetimlerin halkın sorunlarının, nen adımın atıldığını söyleyerek ihtiyaçlarının karşılanması duru­ ‘Demokratikleşme Paketi'ni açık­ munda daha etkili olabileceğini ladı. Kürdistandaki bazı köylerin savunuyordu. Bunu sadece Küreski isimlerinin geri verilmesi, distan'a yönelik değil, Türkiye'nin Öğrenci Andı'nın kaldırılması, bütününe yönelik bir politika ‘'x,w,q'' harflerinin kullanımına olarak savunuyordu. izin verilmesi gibi maddeleri içe­ * ren paket, Kürt Halk'ının hiçbir Çözüm Süreci'ndeki önemli aşa­ temel ve anayasal hak talebini malardan biri de Oslo Görüşme­ karşılamıyordu. Dikkat çeken leridir. AKP-Cemaat ittifakının bir madde daha vardı: anadilde çatladığı ilk defa Oslo Görüşmeleeğitim talebinin karşılanması ri'nin sızdırılması meselesiyle gün konusunda ‘özel okullarda' ana­ yüzüne çıkıyordu. AKP, Cem a­ dilde eğitimin izin verilmesinden ate bıraktığı yargı ve emniyeti, söz ediliyordu. Emekçi/yoksul kendi politikalarının karşısında Kürdistan halkının çocuklarının buluyordu. Cemaat'in buradaki anadilde eğitimine izin verilmez­ tavrı, ortağı olan AKP'nin, Kürt Halkı içinde oy desteğini arttıra­ rak, Cemaat'i bütünüyle saf dışı bırakacak politikalar gerçekleştir­ me tehlikesine bir cevaptı. KCK operasyonlarında tutuklanan insanlar da bu çatışmanın ilk kur­ banlarıydı. Barışa gitmesi umulan Çözüm Süreci, AKP-Cemaat kirli ortaklığından payını almıştı. *Bu dönemde PKK silahlı güçle­ rini ülke dışına çekmeye devam ken, sermayeyle ortaklaşan özel okullarda bu hakkın verilmesi AKP'nin neoliberal politikaları­ nın güzel bir özetidir.. * Türkiye’de Süreç böyle devam ederken, Suriye’de savaş derinleşi­ yordu. YPG Rojava’da ilerleyişini sürdürdü ve PYD Ocak 2014'te demokratik özerklik ilan etti Türkiye’deki yandaş medya bu durumdan hiç herkesi sokaklara çağırdı. 6-7-8 Ekim Olayları olarak Türkiye tarihine geçen bu yürüyüşler, hoşnut değildi. Bunu da gizlemiyordu. Ekim 2014’te IŞİD Kobani’yi kuşattı. IŞİD’in KoTürkiye’deki IŞİD işbirlikçilerinin hedefine bani’yi kuşatmasıyla, AKP açıkça Kobani’nin oturduldu. Çıkan çatışmalarda 52 kişi yaşamını düşmesi için gün saydı. IŞİD her geçen gün yitirdi. IŞİD’in ve işbirlikçilerinin bu ülke için Kobani’de kontrolü sağlamaya yaklaşırken, ne demek olduğunu Suruç Katliamı’yla baş­ Türkiye’den Kobani’ye açılması istenen yardım layan süreçte hepimiz gördük. Daha 2014’te, IŞİDe karşı sokaklara dökülen ve canı pahasını koridoru açılmıyordu. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ‘Kobani halkı için sokağa mücadele edenleri bir kez daha saygıyla anıyo­ çıkmaya davet ediyorum!’ diyerek IŞİD zulmü­ ruz. Selam olsun! ne direnen ve direnişe Türkiye’den destek veren Çözüm Süreci’nde yeni adımlar atılması için KUDH, Öcalan’ın hazırladığı 10 maddeyi AKP’nin kabul etmesini ve pratiğe dökmesini şart koşuyordu. Silahların tamamen bırakılması için ön koşul bu 10 madde idi. Daha sonraları “Dolmabahçe Mutabakatı” adı verilecek bu maddeler çerçevesinde, Dolmabahçe Sarayı’nda HDP’li yetkililer ve iktidar bir araya geldi, kameraların önünde karşılıklı sözler verildi. Bütün bunlar olurken, 7 Haziran 2015 seçim­ lerine gidildi. 7 Haziran seçimleri’nde AKP tek " Barış talebiyle dile getirilen çözüm, halkların kendi inisiyatifleriyle en alt katmandan ilmek ilmek kuracakları bir çözüm olacaktır. Ancak böyle bir çözüm yaşanan bunca acıdan sonra halkların bir arada yaşamasına olanak verecektir” 16 başına iktidar olacak oy oranı ve milletvekili sayısına ulaşamadı. HDP’nin “Türkiyelileşme” projesinin başarısı ve bunun sandığa yansıma­ sı AKP’nin yenilgisinin birinci nedeni olarak görüldü. Ancak HDP’nin barajı aşamaması du­ rumunda AKP mutlak iktidarını yeniden sağla­ yabilirdi. Durum böyle olunca AKP’nin HDP’yi ve Kürt Halkı’nı karşısına alması uzun sürmedi. Buna ek olarak, Rojava’ya askeri müdahale söy­ lemleri ve ardından KCK’den gelen karşı yönde açıklamalarla birlikte çatışma döneminin ayak sesleri duyulmaya başladı. Haziran seçimlerinin hemen ardından Tem­ muz 2015’te Suruç’ta IŞİD tarafından yapılan, ancak devletin parmağının ne kadar işin içinde olduğunun hala bilinmediği bir bombalı sal­ dırıda, 34 devrimci genç, IŞİD zulmüne karşı hayatta kalmaya çalışan Kobani halkına destek vermek için Kobanili Kürt çocuklara getirdik­ leri oyuncaklarla birlikte hayatlarını kaybetti­ ler. Çözüm süreci olarak adlandırılan ve Kürt Hareketi’nin legal/parlementer ayağının güçlen­ mesinin son aşaması olan Haziran seçimlerinin getirdiği bahar havasının sona erdiği ve önü­ müzdeki dönemin çok daha kasvetli olacağı bu patlamayla ortaya çıkmıştı. 2015 yazından 2017 Şubatına kadar Türkiye’nin politik at­ mosferi, tüm yaşayan saldırılar, Kürdistanda sivillerin ölümüne yol açan devletin olağanüs­ tü hal “tedbirleri,” Cizre’deki bodrumda katledilen siviller, Türkiye’nin batısında yine sivillerin ölümüne yol açan bombalar, baskılar, gözaltılar, işkenceler, Çözüm Süreci’nin insanın içine oturur bir ben­ zetmeyle buzdolabına kaldırıl­ mış olmasının yansımalarıydı. 2016 yazında meydana gelen darbe girişiminin bastırılması ile iktidar, tüm bu devlet terö­ rünü uygulayabileceği OHAL için kendine bir altyapı da sağlamayı başardı. Kürt Halkı’nın demokratik taleplerinin tartışıldığı bir toplumdan hem Kürdistan’da hem de Türki­ ye’nin batısında hayatta kalma endişesinin hâkim olduğu bir topluma geçiş, iki sene gibi çok kısa bir sürede meydana geldi. Başkanlık referandumu ile daha da otoriterle­ şecek bir yönetimin tartışıldığı bugünler­ de, barış talebi hiç olmadığı kadar acil bir şekilde savunulmalıdır. Bu talep ilk olarak, tüm sivillerin 17 hayati tehlike altında yaşama­ larının önlenmesi için gerek­ lidir. Bunun dışında, siyasetin dilinin demokratik alana çekilmesi için de barış esastır. Siyasetin parlamenter sınırlar içine hapsolması hiçbir dev­ rimci gelenek tarafından be­ nimsenmez. Ancak günümüz Türkiyesi’ndeki şiddet sarmalı devrimci bir şiddet değildir ve Anadolu coğrafyasında yaşayan hiçbir halk için uzun dönemde fayda getirmeyecek­ tir. Savunulan bu barış talebi hiçbir şekilde, var olduğu şekliyle Çözüm Süreci’nin geri dönüşünü bekleme anlamına gelmemektedir. AKP’nin iktidar kaygılarıyla şekillenmiş bir sürecin sonuçsuz kalacağı çok beklenmedik bir son olma­ mıştır. Barış talebiyle dile getirilen çözüm, halkların kendi inisi­ yatifleriyle en alt katmandan ilmek ilmek kuracakları bir çözüm olacaktır. Ancak böyle bir çözüm yaşanan bunca acı­ dan sonra halkların bir arada yaşamasına olanak verecektir. Başkanlık referandumu ile daha da otoriterleşecek bir yönetimin tartışıldığı bugünlerde, barış talebi hiç olmadığı kadar acil bir şekilde savunulmalıdır. ÖĞRENCİ FAALİYETİ DEKLARASYONU Eşit, Özgür, Demokratik, Parasız bir Üni­ versiteyi ellerimizle yaratmak için kendi özgücüne güvenen bir öğrenci hareketini kurmaya, sömürüye, eşitsizliklere, ayrımcılı­ ğa, ırkçılığa karşı bütün öğrenci arkadaşları­ mızı, Öğrenci Faaliyeti örgütlülüğüne, m üca­ deleye davet ediyoruz! I Tarihin zor bir döneminden geçiyoruz. 4 yıl önce Haziran İsyanında sokağa dökülmüş, umudun ışığını kuşanmıştık. Tarihimizden süzülen mücadele geleneğini günün ihtiyaçlarıyla harmanlayarak, AKP’ye karşı memleketi saran halk hareketini örgütle­ mek için; üniversitelerimizi sömürüye, zulme, baskıya karşı bir direniş odağı olarak örme­ ye çalışan mücadele pratiklerimizi, sokakta devlete ve sermayeye kafa tutan isyanımızı besleyen bir nehrin yatağına çevirmek için canla başla çalışmıştık. İsyan geriye çekilir­ ken, isyandan süzülen deneyimimizi cepleri­ mize sakladık. Biliyorduk ki: “bitmedi daha sürüyor o kavga / ve sürecek.. AKP, İsyanımızı bastırdı. Sokağı kuşatan bütün direniş odaklarını güç aygıtlarıyla ezerken, kendisini komutanı Saray olan bir güç aygıtına dönüştürdü. Zerre meşruiyeti kalmadı. Yaslandığı egemen blok, Haziranın da gürültüsüyle çatladı, o günden bugüne dikiş tutmadı. Eski suç ortağı “Cemaat”in baş­ rolü oynadığı 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, kendi darbesini OHAL süreci ve KHK’larla yürürlüğe koydu. Şimdi 2016’nın sonlarında başlayan ekonomik kriz, Haziran İsyanı’ndan beri süren politik krizle birleşerek bir dönemin bitişini işaret eden çanları çalıyor. Gün, cebimize sakladığımız deneyimi kampüse savurma, sırtını öğrencilerin yara­ tıcılığına dayayıp, kentin bütün sokaklarına isyanın adını kazıma günüdür. 3 18 Egemenlere hatırlatma zamanı: diyalek­ tik işliyor! Her saldırı, kendine direnişi örgütler alttan alta. Nasıl ki Haziran İsyanı’nın çığlığı sokaklarda yankılandıysa, yeni kavgamızın depremi de Kaçak Saray’ın du­ varlarını çatlatacaktır. İşte bu umudun sahi­ ciliğine yaslanarak, tarihin tavında dövülmüş devrimci mücadelenin bugünkü taşıyıcıları olarak yeni ateşler yakmak zorundayız: bütün coğrafyamızı kavuracak yeni devrim ateşleri! Şeyh Bedreddin’den Pir Sultan’a, Paramaz’dan Mustafa Suphi’ye Mahir, İbo, Denizden Erdal Erene, Hıdır ile İlyas’tan Suphi Nejat’a, Ber­ kinden Kadere, Arinden Azize bu toprakların mücadelesi bize değerli bir hafıza sunuyor. Bu hafızayı bugünün eşitsizliklerine ve ezilmiş­ liklerine karşı güncelleyerek yeni bir mücade­ le örgütleyeceğiz. 4 19 Yapılacak şey açıktır: örgütlenmek! Faşizmin aldığı mesafe bize gösteriyor ki, yaşamak için örgütlenmek esastır. Örgütlenmek demek, sömürüye, eşitsizliğe ve zulme karşı mücadeleyi bir plan ve prog­ ram dâhilinde yapmaktır. Bu plan ve progra­ mı çıkarmak için bir araya gelmek, bu plan ve program dahilinde sorumluluk almak/ sorumluluk vermektir. Sorumluluğumuz eşitsizliğe maruz kalan, sömürülen, zulme uğrayan her kimse onun yanında yer almak, üniversitesinde, işyerinde, mahallesinde ezilen herkesin mücadele etmesi için çaba göstermektir. Planlanması ve bir program dahilinde yürütülmesi gereken bu çabaların toplamıdır. 6 İçinde yaşadığımız kapitalist toplumun temel çelişkisi emek-sermaye çelişkisidir. Marx’tan beri temel mücadelenin emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan emekçilerle, başkaları­ nın emeğini satın almaktan başka bir şey yapmayan sermaye sahipleri arasında olduğunu biliyoruz. Yalnız bu temel çelişki tek çelişki değildir. Bunun yanında ulusal/etnik (örneğin Türki­ ye’de Kürt olmak),mezhepsel (örneğin Türkiye’de Alevi olmak) ya da toplumsal cinsiyet (örneğin Türkiye’de kadın ya da Ibgti+ olmak) gibi başka tür ezilmişlik biçimleri de mevcuttur. Devrim­ ciler bütün bu ezilmişlik biçimlerine karşı, birini diğerinin önüne ya da arkasına koymadan mücadele verirler. Fakat şu gerçeği unutmazlar: kapitalist toplumun bir bütün olarak ortadan kalkmasını sağlayacak olan örgütlü bir işçi sınıfı hareketidir. Üretimden gelen gücünü kullana­ rak kapitalizmin kendisini yeniden üretiminin önüne geçme yetisine sahip işçi sınıfı kapitalist toplumun temel mekanizmalarını kilitleyecek ve onların yerine başkalarını koyacak stratejik bir güce de sahiptir. Dolayısıyla yapılacak şey açıktır: güçlü bir işçi sınıfı hareketi yaratmayı merkeze koyarak bütün ezilmişlik biçimlerine karşı topyekûn mücadele! Topyekûn mücadelenin kapsadığı önemli ayaklardan biri de, var olan ideolojik potansiyeli ve bu potansiyeli başka alanlara da taşıyacak dinamizmi nedeniyle öğrenci mücadelesidir. Bugün üniversiteleri kasıp kavuran güçlü bir öğrenci hareketine ihtiyaç vardır. Çünkü okul­ larımız bizim sadece günümüzün büyük bir bölümünü geçirdiğimiz mekanlar değil, aynı zaman­ da bizim “yaşam alanımız”dır. Bencil, yalıtılmış, steril bir yaşamı bize dayattıkları bu mekanları, üreterek, paylaşarak, değiştirerek yeni baştan kuracağız. O güzel şarkıda da dediği gibi “Yeni baştan kurulacak bir ülkeyi / Aşkla örmeye benzer devrimci olmak...” Alanımızdaki haksızlık­ lara karşı mücadele etmek ülkemizdeki daha büyük haksızlıklara karşı gelişecek mücadeleleri tamamlayıcı “bir ilk adım”dır. 7 20 Öğrenci hareketinde Dev-Genç kırılmasının yarattığı dinamik üniversitelerden sokağa taşmış, işçi sınıfıyla bir bağ kurmaya başlayan bir irade açığa çıkmıştır. Egemenler “tek bilek” her türlü zoru kullanarak bu iradeyi bastırmıştır. Egemenler 71 İsyanından gerekli dersi çıkarmıştır: üniversiteleri zapt edemeyen iktidarını sağlama alamaz! Bugün de YÖK’üyle, polisiyle, bilimi toplumsal işlevlerinden yalıtıp metalaştırarak, bütün karar alma süreçlerinden özneleri dışlayarak, üniversiteyi güvencesiz bir işyerine dönüştürerek, sadece üniversitelerin bütün bileşenlerine değil bütün topluma saldıran egemenler öğrenci örgütlülüğünü dağıtmayı kendilerine görev bilmişlerdir. Özellikle OHAL ile birlikte bütün muhalif sesler soruşturmalarla uzaklaştırmalarla gözaltılarla susturulmaya çalışılmaktadır. Barışa sahip çıkan bir kamu vicda­ nı yaratmaya çalışan Barış Akademisyenlerine karşı başlayan linç girişimi, yayınlanan KHK’lar ile birlikte bütün muhalifleri meslekten ihraç etmeye kadar gitmiştir. Üniversiteleri yeniden bir direniş odağına çevirmekten başka bu cendereden çıkış yolu yoktur. 8 Öğrenci gençlik “geleceksizlik” ve “kariyerizm” ile terbiye edilmektedir. Kaygılarımız yaratıcılığımızı teslim almıştır. Kendi potansiyellerimizi ve isteklerimizi gelecek kaygısıyla ertelerken “gelecek fikri”nin bize gösterilen bir sopa olarak bugünü değersizleştirip esir al­ dığını görmez olduk. Sorgulamaya, araştırmaya, düşünmeye kendi geleceğimizi kendi ellerimizle kurma fikrinden başlayacağız! Sanatın özgürleştirici zırhını kuşanarak, egemenlerin ahlakının yerine devrimci bir etiği koyarak, tüketilemeyen tek şeyin sömürü düzeni olduğunu vaaz eden bu yaşam tarzıyla hesaplaşacağız! 9 Öğrenci Faaliyeti olarak bütün amacımız; “hem politik hem maddi anlamda kendi öz gücüne güvenen bir öğrenci hareketini var ederek, sömürünün olmadığı özgür, eşit ve adaletli bir ülkeyi yaratma mücadelesinde taş üstüne taş koymak”tır. 21 ‘TÜRK’ TİPİ BAŞKANLIĞA HAYIR! ritik bir viraja girdiğimiz çok açık: AKP’nin ha­ yallerini kurduğu ‘Erdoğan’ tipi ya da ‘Türk’ tipi başkanlık referandumuna gidiyoruz. Başkanlık sistemiyle AKP’ye göre ‘yasama ve yürütme güç­ lenecek, yargı bağımsızlaşacak’; muhalefete göre ise bir ‘tek adam rejimi’ yaratılacak . Her şeyden önce, AKP’nin nasıl bir başkanlık hayali kurduğu­ nu somutlamakta ve bunun Türkiye üzerinde oluşabilecek tesirlerini öngörüp yorumla­ makta fayda var. 12 Eylül 1980 Faşist Darbe­ sinin ürünü olan 1982 Ana­ yasası zamanla önemli tartış­ malar ve değişikliklere konu olmuştur. 1983-89 yıllarında başbakanlık yapan Turgut Özal ilk defa başkanlık lehine bir tartışma açmış ,1994-95 yıllarında ise dönemin Cum­ hurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlık sistemini önererek, bir “rejim değişikliği ihtiayacı”nı vurgulamıştır. 2003 yılının Ocak ayında Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu başkanlık sistemini istediğini beyan ederek konuyu tartışmaya açmıştır. Bu beyan­ dan dört ay sonra da Erdoğan başkanlık sistemini savundu­ ğunu açıklamıştır. Başkanlık tartışmaları açısından 21 Ekim 2007 tarihli değişiklik önemli bir kırılma noktasıdır. Bu ta­ rihte, 1982 Anayasa’nın 101. K 22 ve 102. maddelerinde yapılan değişikliklerle “cumhurbaş­ kanının halkın genel oyu ile seçilmesi, görev süresinin beş yıla indirilmesi ve bir kişinin en fazla iki kez seçilebilmesi” kabul edilmiştir. Ana sebebi ‘Cumhurbaşkanının halk oyu ile seçilmesi’ olan 2007 refe­ randumunun %68 Evet oyu ile kabulü sonucu ‘başkanlık’ tartışmalarını genişledi ve par­ lamenter sistemden başkanlık sistemine geçişin ilk adımları süreç içerisinde atıldı. Ocak ayı içerisinde, AKP’nin hazırladığı 18 madde meclise sunuldu ve maddeler 330’un üzerinde oy alarak, Cumhurbaşkanı’na sunuldu. Cumhur­ başkanı maddeleri onayladı ve 16 Nisanda anayasa değişikliği referandumu yapıla cak. Başkanlık tartışmaları açısından 21 Ekim 2007 tarihli değişiklik önemli bir kırılma noktasıdır. Bu tarihte, 1982 Anayasa’nın 101. ve 102. maddelerinde yapılan değişikliklerle “cumhurbaşkanının halkın genel oyu ile seçilmesi, görev süresinin beş yıla indirilmesi ve bir kişinin en fazla iki kez seçilebilmesi” kabul edilmiştir. “Türk Tipi Başkanlık” sistemi açıkça burjuva de­ mokrasisini bile lüks bulmaktadır. Burjuva demok­ rasisinin en temel prensibi kuvvetler ayrılığı - yani yasama, yürütme ve yargının birbirini denetleme­ si- Akp’nin önerdiği modelde yok edilmektedir. Başkan meclis tarafından seçilmeyip doğrudan halk tarafından seçilmektedir ve aynı zamanda bir siya­ sal partinin başkanı olmaya devam edebilmektedir. Başkanın aynı zamanda Meclis’i feshetme hakkı da bulunmaktadır. Bu öyle trajikomik bir öneridir ki, Başkan seçilen kişi, başkanı olduğu parti Meclis’te çoğunluğu sağlayamazsa Meclis’i feshedebilmektedir. Böylelikle Meclis’in Başkan üzerinde hiçbir hükmü kalmamakta, Başkan olağanüstü yetkilerle donatılmaktadır. Başkanın kimi Bakan olarak ata­ yacağı konusunda hiçbir kısıtlama ve hiçbir m er­ cinin denetimi yoktur. En vahim noktalardan biri de Başkanın Meclis’i yok sayarak, ülkeyi kararna­ melerle yönetebilme yetkisidir. Burası zaten seçim barajıyla kadük kalmış temsili demokrasinin bittiği noktadır. Ayrıca, Başkan istediği zaman OHAL ilan etme ve Milli Güvenlik Politikasını belirleme yetkisine sahiptir. Peki bu politikaları denetleme ve frenleme yetkisi kimde olacak? İstediği zaman feshedebildiği Meclis’te mi? Buna çocukların bile inanmayacağı açık. Yargı mı? Önerilen sistemde, Başkan Anayasa Mahkemesi ve HSYK üyelerinin çoğunluğunu doğrudan atıyor. Bu atamaları denet­ leyecek hiçbir kurum tanımlanmıyor. *** Başkanlık sisteminin mutlaka diktatörlüğe, parlamenter sistemin de mutlaka demokrasiye yol açacağı gibi bir varsayım elbette doğru değil. Rejim ile demokrasi arasında bir ilişki olsa bile, tek etken bu değil. Liberal burjuva demokrasisi, ister başkan­ lık modelinde ister parlementer modelde, temsili demokrasinin kuvvetler ayrılığı ile denetlendiği bir ideale dayanıyor. Bu idealin uygulamadaki sorunla­ rı bir yana, ilk elden şu sorunları sayabiliriz: iletişim ve bilişim olanaklarının gelişme düzeyine rağmen “halk”ın rolünü seçmeyle sınırlaması, denetleme ve katılım mekanizmalarını profesyonel siyasetçilerin tekeline vermesi ve de en önemlisi “herkese oy hak­ kı” aldatmacasıyla ezilen ve sömürülen sınıfların siyasete etki düzeyi hakkında bir illüzyon oluştur­ ması vs. Akp’nin 15 yıldır tek başına iktidar olduğunu dü­ şünürsek “parlamenter sistem siyasi istikrarsızlığa sebep oluyor” gibi komik bir argümanın üzerinde durmaya bile gerek olmadığı anlaşılır. * 23 Türkiye Halkları’nın bir istikrar sorunu ol­ duğu doğru: "eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesinin istikra­ rı." Bu sorunun çözüm aşamalarından biri de elbette ki bütün seçme, seçilme, de­ netim yetkisini ve ka­ tılım hakkını ezilenlerin ve sömürülenlerin hal mücadelesini güç­ lendirecek bir şekilde dizayn etmekten geçecek! Ne Başkanlığı ! Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) hazırladığı “Başkanlık İşçiye Zararlıdır! Başkanlık ve Parlamenter Rejimlerde İşçi Hakları ve İnsani Gelişme Raporu”na da mutlaka değin­ mek gerekiyor. Bu rapordaki bazı verileri şöyle sıralayabiliriz: -Sendikal hakların en ağır biçimde ihlal edildiği ülkelerin yüzde 7 1 ’i başkanlık ve yarı başkanlık rejimine sahip. - Parlamenter rejimlerde ortalam a sendikalaşma oranı yüzde 29 iken, başkanlık rejimlerinde yüzde 12 düzeyinde. - Parlamenter rejimlerde toplu sözleşme kapsamı yüzde 48 iken, başkanlık rejimlerinde yüzde 2 7 ’dir - Başkanlık rejimlerinde ortalam a çalışma süresi 42,5 saat iken, parlamenter rejimlerde 37,6 saattir. -Başkanlık rejimlerinde ölümlü iş kazası oranları parlamenter rejimlerin iki katından fazladır. - Başkanlık rejimlerinde 100 bin işçide ölümlü iş kazası oranı 5,2 iken, parlamentere rejimlerde bu oran 2,4e düşüyor. - Başkanlık rejimlerinde ortalam a öm ür daha kısa. Parlamenter rejimlerde doğuşta ortalam a öm ür beklentisi 76 iken, başkan­ lık rejimlerinde 67d ir -Başkanlık rejimleri gelir dağılımı açısından daha eşitsizdir: Başkanlık rejim­ lerinde en yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasın­ daki fark 10 kat iken, parlamenter rejim­ lerde bu fark 6,7 kata düşüyor. miting, gösteri ve eylemler ancak resmi izinlerle yapılacak. Bu izinlerin hangi tercihi güçlendirece­ ğini söylemeye bile gerek yok. Şimdiden Akp (ve yardakçısı M HP) Hayırcıları gözaltılarla, saldı­ rılarla sindirme politikasına başlamış durumda. Akp, bütün Hayır’cıları bir suç örgütü üyesiymiş gibi gösteriyor. OHAL KHK’ları ihraç edilen solcu kamu emekçileri, basın emekçileri, tutuklanan vekillerle “dikensiz gül bahçesi” yaratmaya çalışan Akp referandum sürecini de bu muhalif ayıklama işleminin bir parçası olarak görüyor. Türkiye Halklarının bir istikrar sorunu olduğu doğru: “eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi­ nin istikrarı.” Bu sorunun çözüm aşamalarından biri de elbette ki bütün seçme, seçilme, denetim yetkisini ve katılım hakkını ezilenlerin ve söm ürü­ lenlerin hal mücadelesini güçlendirecek bir şekilde dizayn etmekten geçecek ! Ne Başkanlığı ! Hayır ! Suruç’un, Ankara’nın, Amed’in, İstanbul’un, Soma’nın, Ermenek’in, Şirvan’ın, Sur’un, Cizre’nin, Silopi’nin, Nusaybin’in hesabını sorm ak için: H a y ır ! HtflRlf HAYIR! *** 16 Nisan Referandumu’nda “Evet Kam ­ panyasını AKP, M HP ile birlikte yürütüyor. CH RH D P ve M HP içindeki muhalif grup ise ‘hayır’ kam ­ panyası yürütüyor. Referandum süreci OHAL ile ç a k ış tı­ rıldı) ğı için toplu 24 ATAERKİYE KARŞI KADINLAR ı DİRENİŞTE f taerkil sistemin hüküm sürdüğü binlerce yıllık insanlık tarihinde kadınlar hep ikinci plana atılmışlardır. Günümüzde de aynı durum ne yazık ki devam etmektedir. Erkek egemen sistemin ortaya koyduğu toplumsal cinsiyet rollerinden kadınlara düşen bir anne ve eş sıfatıyla evin içinde hayatına devam etmektir. Kamusal alandan mümkün oldu­ ğunca uzak tutulmak istenen kadınlar hem ekono­ mik hem de duygusal olarak erkeğe tabi kılınmaya çalışılmaktadır. Kadınlar bu rollerin ağırlığını çekmeye devam ederken bir yandan da sermaye baskısıyla her alanda vasıfsızlaşan iş gücüne da­ hil olma umuduyla işsizler ordusunun bir parçası olmaya itilmektedirler. Bu yazıda, ataerkil sistemin nasıl önce ailede sonra da okulda kurulduğu incele­ necek, kurulan bu sistemin toplumsal hayatın farklı aşamalarında kadınların önüne çıkma biçimleri örneklendirilecektir. İktidarların toplumlar üzerinde kurdukları hegemonya kurumlar tarafından işletilir. Bir ku­ rum olarak aile, özel alanın mahremiyetinin altını çizen erk sayesinde kadın için kölelikle eş anlamlı hale getirilmiştir. Toplumsal cinsiyet rollerinin en görünür olduğu yer olan aile içinde kadının insan­ ca yaşamı, aileye mensup erkek bireyin iradesine teslim edilmiştir. Kadına karşı şiddet için her zaman söylediğimiz gibi, aile içi şiddetin de faili kötü, zalim, ruh hastası erkekler değildir. Fail, ailedeki erktir, erkekliktir. Bu nedenle ne erk sahibi kadınlar bu faillikten azadedir; ne de kötü, zalim, ruh hastası olmayan/ kendini öyle görmeyen erkekler. Mücade­ lemiz aile içi şiddetin olmadığı bir dünya için değil; bu şiddeti üretme potansiyeli her daim var olan ka­ pitalist ataerkil aile kurumunun olmadığı bir dünya içindir. Öyle ki kadın cinayetlerinin büyük bir bölümü ev içinde ya da mekandan bağımsız olarak çekirdek aileye mensup erkek bireyler tarafından işlenmektedir. Şiddet gören kadınların mahremiyet adı altında işkencecisine mahkum edilmesi, tehdit edilen kadınlara sağlanan korumaların zoraki ve A 25 yetersiz oluşu, boşan­ manın hala yuva üzerinden bir yıkım olarak adlandırıl­ ması, taciz ve tecavüzde tahrik unsuru adı altında kadınların bu suçlarda sorumluluklarının olduğu algısı yaratılmaya çalı­ şılması bunun bir devlet politikası olarak karşımıza çıktığını kanıtlamaktadır. Özel olanın politikliğine olan inancımız tüm bu belirtilen durumların bir sonucudur. Devletin hegemonik aygıtlarından bir diğeri ise okuldur. Sistem içinde aileye doğan bireyler okul­ larda eğitilmektedirler. Eğitim sisteminin belirlediği müfredat ataerkinin yarattığı rollere uygun olarak şekillenmekte ve bu müfredat kadının gelecek yaşamını hem aile içinde göreceği baskıya hem de iş hayatındaki çifte sömürüye- işçi ve kadın ola­ rak- razı olmasına dair bir eğitim sunmaktadır. Bu sistem içerisinde dayatılan kuşkusuz cinsiyetçi bir eğitimdir ve bu cinsiyetler arasındaki eşitsizliği pekiştirmektedir. Üniversite içindeki yaşam da bun­ dan bağımsız değildir. Sistemin yarattığı erkeklik kampüslerde de kendini inşa etmeye çalışmaktadır. Üniversite öğrencisi kadın arkadaşlarımız sınıf arkadaşları erkekler tarafından öldürülmekte, erkek akademisyenlerin tacizine uğramakta, yurtlarda gi­ riş çıkış saatleri kısıtlanarak baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır. Derslerde kullanılan cinsiyetçi dil kadınları ikinci plana atmakta ve özgüvenlerini hedef almaktadır. Bu doğrultuda yaşanan psikolo­ jik veya fiziksel erkek şiddetinin meşrulaştırıldığı yerlerden biri olarak üniversiteler biz kadınlar için mücadele alanlarımızın başında gelmektedir. Bu bir sarmal; aileden okula oradan iş hayatına uzanan. Üniversitelerde yetişen bireyler iş hayatın­ da da tüm erkeklikleriyle karşımıza çıkmaktalar. Kapitalist sistemin yarattığı rekabetçi bireylerin ilk hedef aldıkları kitle kadınlar olmaktadır. İş haya­ tından uzaklaştıramadıkları kadınlara mobbing uygulanmakta, psikolojik olarak diğer çalışanlar tarafından aşağılanmakta, cinsel tacize uğramakta­ dırlar. Dayatılan kıyafet zorunluluğu bile kadın ve erkeğin iş hayatındaki eşitsizliğine dair bir örnek oluşturmaktadır. Üniversite yıllarında özellikle part time çalışan kadın arkadaşlarımızın sayısı olduk­ ça fazladır. Hem iş dünyasında hem ailede hem de okulda kadın olmanın mücadeleyle eş anlamlı olduğu yaşadığımız deneyimlerimiz doğrultusunda karşımızda durmaktadır. Tacize, tecavüze veya psikolojik şiddete maruz kalan herhangi bir kadının kendini yalnız hele ki suçlu asla hissetmemesi, kadın mücadelesinin kişi­ lere dair bir sorun değil ataerkil sistemin toplumsal olarak inşa ettiği politik bir sorun olduğunun kabu­ lü olması açısından önemlidir. Herkese ulaşabilme gücü bakımından bu yalnızlık ve suçluluk hissini ortadan kaldıracak bir araç olarak medya işlevsel görünebilir. Fakat görünür olmanın önemi doğru temsil edilebilmekten kaynaklanmaktadır; aksi ata­ erkil kapitalist sistemin cinsiyetçi söylem ve politi­ kalarını meşrulaştırmaktadır.Fiziksel veya psikolo­ jik şiddete uğrayan kadınların basın-yayın organları tarafından temsil edilme biçimlerinde bir edilgenlik ve kadınları pasifize etme durumu karşımıza çık­ maktadır. Bu pasifize ediş ‘’mağdur kadın” sıfatıyla 26 gerçekleştirilmekte; şiddet kişiselleştirilip ‘o kadı­ na’’ özgü kılınmaya çalışıldığı oranda da toplumsal boyutundan uzaklaştırılmaktadır. Şiddeti toplumsal bağlamından kopartıp, kadınların mağdur edebi­ yatının güzide kahramanları olarak yansıtılmasını reddediyoruz. Bu demek değil ki; tacizi, tecavüzü, şiddeti gizleyelim; yokmuş gibi davranalım. Ama şunu da unutmayalım ki; biz bunlara karşı çıkanlar olarak varız, yeni bir düzen kuranlar olarak varız. Mağduru bir kenara koyalım, hatta direnişçiyi bile bir kenara koyalım. Biz kurucuyuz, biz devrimciyiz, ataerkiyi yıkacağız ve yerine sömürü ilişkisinin ol­ madığı bir düzen kuracağız. Bunlar boş laflar değil, kolay işler hiç değil, ama öfkemizi yönlendirirken bunu unutmamalıyız. Biz bu sömürü ilişkisine dire­ nirken mağdurluk üzerinden yapmamalıyız bunu. Çünkü amacımız sömürüye değil dayanışmaya dayalı bir güç sahibi olmak. Kadınlar bulundukları her alana dahildir. Binler­ ce yıllık ataerkil sistemin kadınları kamusal alandan uzaklaştırma çabalarına rağmen direniş her zaman kazandırmıştır. Sözünü söyleyen kadınlar geçmişten günümüze seslerini çoğaltarak ilerlemektedir. Top­ lumun bütün baskıcı unsurlarına karşı direnmek biz kadınlar için yaşamdır. Çünkü biliyoruz ki heteroseksist ataerkil sistem kendi yarattığı toplumsal cinsiyet rollerine uymayan hiçbir bireye nefes alma hakkı tanımamaktadır. Kadın cinayetleri, çocuk ge­ linler, trans cinayetleri, homofobi, bifobi, transfobi erkek egemen sistemin ürettiği politikaların sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşı direnmek ise yaşamın ta kendisidir. MÜCADELE DAYANIŞMA DEVRİM ZAM ANLARIN EN İYİSİ Haziran İsyanı, Anadolu topraklarında - belki de Celali İsyanlarından sonra gelen- en geniş toplum­ sallığa sahip isyandır. Kuşkusuz onun tarihsel yeri önümüzdeki dönemlerde yapılacak çalışmalarla daha da netleşecek. Yine de “onu deneyimleyen bizler için ne ifade etmişti Haziran İsyanı ?” sorusunu cevaplayabiliriz. Dönüp geriye baktığımızda bizim için anlamı “zamanların en kötüsü”den geçerken “zamanların en iyisi” olmasıydı. Haziran İsyanı, A K P'nin vitesi sürekli yükselte­ rek ülkeyi önü alınamaz bir otoriterlikle yönetme ve talan etme girişimine dur diyen bir özsavunma direnişinin doğurduğu kolektif yaşam, dayanışma, özgücümüze dayali pratiklerde bulunma tecrübesiydi. Yeni pratiğin eski tecrübeyle harmanlanması, direniş hafızasina yeni çentiğin atılmasıydı. Binler­ ce insanın yan yana gelince ne kadar yıkıcı-yaratıcı olacağının teoriden çıkıp tecrübe edilmesiydi. İkti­ darların, sadece emperyalist odaklardan, sermaye örgütlerinden, “paralel yapı”lardan değil halktan da korkmaları gerektiğini gümbür gümbür gösterdik. Sahip olduğumuz ya da İsyan süresince sahiplendi­ ğimiz her mekan, her fikir istisnasiz, sistematik ve topyekun neoliberal, milliyetçi, İslamcı saldırılara uğradı. Susmayanlar ve direnenler olarak, egemen­ ler, iktidar partisi ve onun biat ettigi 'tek adam' bloğu ile aramiza çizdiğimiz en kalın 'haysiyet' çizgisi idi Haziran İsyanı. Umut, isyan, dayanışma, barış, kardeşlik, direniş, onur, şeref, emek, cesaret.. .ülkenin tüm sokakla­ rına kimi zaman canımız pahasına taşıdığımız ve egemenlerin siyasetine karşı sunduğumuz değerlerimizdi. ZAM ANLARIN EN KÖTÜSÜ Susmayanların ve direnenlerin mücadelesi iktidar bloğunda derin bir çatlak yarattı. Yıllarca besleyip, büyüttükleri, rantlarını bölüştükleri iktidar ortağı, 27 “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karan­ lık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana...” Charles Dickens - Iki Sehrin Hikayesi 'Tek Adam' ve etrafındaki rant çetesinin sırlarını ortalığa saçtı. Bozulan ortaklığın ardından iktidara göz diken iki İslamcı yapı ülkeyi felakete sürükleye­ cek bir iktidar savaşına giriştiler. Medya, şirketler, devlet kurumları, kolluk kuvvetleri iki 'tek adam 'ın ve çetelerinin birbirine saldırdığı ve misilleme yaptığı alanlar oldu. Savaşın en kanlı günü 15 Temmuz’un ertesinde ise Kaç-Ak Saray'daki zat zaferini ilan etmişti. Bu çatlak, yıllardır süren 'istikrar' yalanına bir son verdi, artık söz konusu olan derinleşen bir ekono­ mik kriz, Haziran İsyanı’ndan beri süren politik kriz ve bunların kesiştiği kavşakta debelenen 'tek adam' ve çetesi. Son halkası Halep'in kaybedil­ mesi olan Ortadoğu politikasındaki çuvallama ile içerdeki ekonomik ve politik krizin birleşmesi 'tek adam' ve çevresindeki rant çetesini siyaseten daya­ naksız bıraktı. 'M ağdur edebiyati', 'Eski Türkiye', 'türbanlı bacılar', 'yeni Osmanlıcılık', 'büyük Türkiye', 'güçlü ekonom i', 'm ega projeler', 'duble y o l l a r '. Elle tutulur, gözle görülür hiç bir dayanak kalmamıştı haramzadelerin iktidarı için. Geriye iktidardan düşmek, halkın cebinden kendi ceplerine bağladıkları rant hortumlarının kesilmesi, yargıla­ nacakları mahkemeler kaldı. Başlarına gelecekleri bildikleri için bir tercih yaptılar: memleketi yakıp yıkma pahasına topal düzenlerini devam ettireceklerdi. Haziran sonrası sürekli toplumu gererek halk arasında yapay bir ötekileştirme mekanizması kurdular. Günümüze kadar getirdikleri sürecin ilk ipuçları buralarda saklıdır. Suruç Katliamı ile AKP-Saray rejiminin kendi çıkarına hizmet ettiği sürece İŞİD gibi cani örgüt­ lerle nasıl ilişkiler geliştirebileceğini görmüş olduk. Suruç Katliamı ve Ankara Gar Katliamı’nın ardın­ dan gelen onlarca patlama İŞİD'in ülke içerisinde, nasıl kullanışlı bir 'terör örgütü' olduğunu, gözler önüne serdi. 7 Haziran seçimleri önemli bir dönüm noktasıdır. Halk kendi elleriyle AKPden tek başına yönetme hakkını çekip almıştır. AKP’nin cevabı, kimin öldürdüğü bile bilinmeyen iki polisin 'hesabını sormak' için tüm eleştiri ve sabotelere rağmen Ç ö­ züm Sürecini ayakta tutmaya çalışan Kandil'i hava bombardımanına tutmak olmuştur. 'Ya kaos ya istikrar' adlı AKP ve Saray'ı kurtarma operasyonun basladigi 8 Haziran 2015’ten bu yana 594 sivil, 550 asker, 311 polis hayatını kaybetti. Uluslararası arenada sürekli yalnızlaştılar; ekono­ mik göstergeler hiç olmadığı kadar dibe vurdu; hayat pahalılığı ile ülkede asgari ücretle geçinen her bireyin yaşamını devam ettirmesi bir mucizeye dönüştü; çıkarılan K H K 'lar ile binlerce insan yargılanmadan/somut bir suçu olduğu ispatlanmadan kamudan ihraç edildi; yeni memur alımlarındaki mülakatlar ile isteyen yandaş istediği yere yerleştiri­ lirken kendilerinden olmayanlar işsizliğe mahkum edildi; binlerce medya kuruluşu ve dernek KHK terörü ile kapatıldı; akademisyenlerin tasfiyesiyle üniversitelerin içi boşaltıldı; Kürt halkının siyasi temsilcilerini hedef alınarak, şehirlerini yıkıp katli­ amlara girişilerek halkarın arasına nefret tohumları ekildi; insanlar inançlari üzerinden sınıflandırıldı, 4 + 4 + 4 ve İmam Hatipleştirme ile eğitimin içini boşaltıldı; ulkede yasayan hiçbir vatandaşın ne can güvenliği ne de huzuru kaldı. Faturayı kendilerine değil halka kestiler, ama o faturayı onlara ödettir­ mek memlekette onuru ile yaşayan her vatandaşın boynunun borcudur! 28 HAYIR SIZLAŞTIRAM ADIKLARINIZDANIZ Ne bir yağmur damlası kadar meşrulukları, ne de bir çocuğu kandırabilecek kadar inandırıcılıkları kaldı. Çizdikleri rotada ilk iktidara geldiklerinde sığındıkları gibi dingin bir liberal burjuva siyaset limanı kalmadı. Elde kalan ne mi? Alabildiğin­ ce fırtına, boğuşulması gereken yüksek dalgalar, dibine çeken derin bir okyanus... Yapacakları hiçbir hamlenin onları kurtaramayacağını kendileri de biliyorlar, sadece günü kurtarabileceklerinin de farkındalar. Başkanlığa sistemine geçiş, bize göre ancak günü kurtarabilecekleri, onlar için ise 2023'ü n kapısını açabilecekleri bir adım. RTE için hesabını ver­ mek istemediği her şeyden kaçabilmenin tek yolu, kimsenin ona hesap soramayacağı bir sistemi inşa etmekten geçiyor. Bu projenin ismi ilk önce 'başkanlik' daha sonra 'cumhurbaşkanlığı sistemi' olarak açıklandı. İsmini istedikleri kadar değiştir­ sinler, bizim gördüğümüz sadece ucube bir 'tek adamlık sistemi'dir. Parlamenter sistemden tek adamlık sistemine geçişte desteği garanti olanlar sa­ dece kendisi, rant çevresi ve rant çevresinde olmak isteyen kitle ve siyasi odaklardır. Sadece inandığı için AKP-Saray rejimine oy veren, iktidar tara­ fından tehlike anında kendilerini kurtaracak canlı kalkanlar ve oy depoları olarak görülen milyonların ise AKP-Saray rejiminin -bu sefer de- arkasından gideceğine dair hiçbir emare yoktur. Bu referan­ dum öncesinde AKP-Saray rejiminin bütün kirli provakasyonlarını devreye sokması için yeterlidir. ’. \ 0 /A jv . ,,{11 ' M m rv S îr f l » y yU* nPPpB/F _~ _ ~~ Vfj Bugün Saray-AKP olarak adlandırdığımız 'tek adam' rejiminin yasal statü kazanması ile yürütme, yargı ve yasama tek bir kişiye bağlanacak. Kimse onu yargılayamayacak, sözünden dışarı çıkamayacak, eleştiremeyecek, denetleyemeyecek! Denklem bu kadar kolay olmayacak elbette. 'Tek adamlığın' yasallaşmış olması meşrulaştığı anlamına gelmeyecek. Ayrıca her m ıerkezileşme kendisi için tehlikeli olan bir yoğunlaşmayı beraberinde getirir. Sistemin bütün kablolarını tek bir boru içinden geçi­ rince, oğlunu El-Bab'ta yitiren bir babanın ilk hamlesinin o boruyu kesmek olmayacağının bir garantisi yoktur. Evet senaryoları üzerinde çok durmamıza gerek de yok aslında çünkü bu ülkenin demokrasiye, eşitliğe ve özgürlüğe inanan milyonlarca vatandaşı sandıkta 'hayır' f-i. Tlı¥ O A. /j a n r r W? Lt*-j + i :/ i ** 1 l i f t i ■/ Sra \% ^ * ^ >'**** * İ siyaseti olduğunu göstermeye çalışıyorlar. “Görünür olan, kabul edilen ve toplumun da ileride kabul edeceği 'evet'tir” diyorlar. Böyle yaparak, 'hayır'ın değirmenine su taşıdıklarının, ‘evet’in, Berkin!in katillerinin, Suruç’tan bugüne bombalarla siyaseti dizayn edenlerin, Sur’u Cizre’yi yıkanlarının sözü olduğunu açık ediyorlar. YARINLAR H AYIR'LI ELLERİMİZDE AKP-Saray rejimini geriletmek ve ülkenin tjyHS İh 'Hayır’lı ellere' düşen yalnızca sandığa gidip oy kullanmak değildir. Hayatın her alanını iktidarı teşhir eden bir mücadele arenasına çevirmektir. Haramzadelerin ve iktidar sevdalılarının düze­ nini teşhir etmek için elimizde tonlarca argü­ man var. AKP-Saray rejiminin ipliğini pazara çıkarmak için bulunmaz bir fırsata dönüştüre­ biliriz bu dönemi. V E ÖĞRENCİ HAREKETİNE DAİR... Çok değil bundan 3 yıl önce, “Devrim Sanki Göz Kırptı”ğında, “Bizim Ağaç Sevgimiz, Astı­ ğınız Üç Fidanımızdan Gelir” demiştik. Hazi­ ran İsyanı, bu dille, kendi aktığı tarihsel yatağı işaret etmiş, bu ülkenin isyan ve direniş tarihi­ ne kendisini teğellemişti. Öğrenci hareketinin o isyan ve direniş tarihinde her zaman önemli bir yeri vardı/varolacak. Saray Faşizmi’ni yıkmak için sokakları fethede­ cek yaratıcılığın harcında öğrenci hareketinin yıkıcılığının izi olacak ! O iz, tarihten öğren­ diği mücadelenin bilgisini, Haziran İsyanı’nda sokakta öğrendiği direnmenin deneyimiyle harmanlayıp, bugüne taşıyacak. 30 Haziran İsyanı’ndan sonra kıstırıldık, kapatıl­ dık, geri çekilmek zorunda kaldık. Şimdi silki­ niyoruz ! Üniversitelerimizi, Saray Faşizmi’ne karşı barikat yapmak, o barikatlarda devrim türküsü söylemek için geliyoruz... Öğrenci Faaliyeti bu türkünün bir nefesi olmak için yola çıkıyor. Kendisi hakkında mütevazi, fikri konusunda iddialı, geleceği konusunda öz­ güvenli, özgücünden başka güvencesi olmayan bir öğrenci hareketini, Saray Faşizmi’ne karşı dövüşün yoğunlaşacağı bir dönemde demir alı­ yor, aklında 3 sözcükle: mücadele, dayanışma, devrim ! Ha bir de şu dizeler: “çünki elbette bir su kendi akacağı toprağın sertliğini bilir ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak artık ırmak mı ne denir işte devrim ona benzer bir akışın hızına denir” (Arkadaş Z. Özger) "BARIŞ İÇİN AKADEMİSYENLER" MÜCADELESİ I Ocak 2016da ilan edilen Barış için Akademisyenler (BAK) Bildirisi, change.orgdaki herhangi bir imza kampanyasından farksız bir şey gibi başlamıştı. Pratik mücadeleye ina­ nan akademisyenlerin bir kısmı bu kampanyaya katılmayı bile anlamlı bulmazken, bir kısım akademisyen ise, son derece sıradan olan bu kampan­ yayı gözden kaçırdığı için imzalama­ mıştı. Bu “önem vermemenin” nedeni, imza kampanyası metninde yazılı olanlardan çok, eylemin biçimiyle ilgi­ liydi. Yoksa metin, eleştirilere açık olsa bile, kötü ya da suya sabuna dokunmaz bir metin olmakla suçlanamayacak kadar siyasi bir metindi. Metinde kısa­ “Barış için Akademis­ yenler” mü­ cadelesi, akademi için müca­ delenin bir parçasıdır. Akademi­ nin atanan ca, barış sürecinin bitirilmesi ile ilgili muhatap olarak devlet alınıyor ve bir rektörler­ an önce yeniden masaya oturularak, den değil barışın sağlanması talep ediliyordu. Buraya kadar her şey normaldi. Ancak onu üniver­ genellikle somut bir karşılığı olama­ yan change.org kampanyalarının ve site yapan bildiri beyanlarının bu seferki karşılığı, devletin başından geldi: Bildirinin unsurlardan yayınlanmasının ertesi günü (12 Ocak meydana 2016) Erdoğan, bildiride imzası olan akademisyenleri “aydın müsveddesi, geldiğini cahil” ve benzeri hakaretlerle eleştirdi. Erdoğan'ın bu tavrı öncelikle bir anlatma­ şaşkınlık yarattı. Neden böylesine sert nın bir yo­ bir eleştirinin geldiği net değildi. Bir bakıma bu iyi bir şeydi: söylenen sö­ ludur bu zün bir yankı yaratması, egemenlerde bir korkuya işaret etmektedir. Ama bu mücadele tepki bir yandan da şüphe oluşturdu. Erdoğan’ın çıkışları genellikle sonra­ sında gelecek fırtınanın habercisidir. 31 Sonrasında ne gelecekti? Sonrasında gelen, hepimizin bildiği gibi bir korkutma, sindirme ve seçerek cezalandırma süreci oldu. Vakıf üni­ versitesinde çalışan akademisyenlerin bir kısmının, güvencesiz çalışmanın armağanı olan süreli sözleşmeleri he­ men iptal edilerek çalıştıkları okullarla ilişikleri kesildi. Diğer vakıf üniversi­ tesi çalışanları ise, sıra ne zaman bize gelecek endişesiyle süreci takip ettiler. Devlet üniversitesi çalışanları, vakıf üniversitesi çalışanlarına göre genelde daha şanslı olmakla birlikte, onlar da bir bir işten uzaklaştırıldılar, çok çeşitli bahanelerle memurluktan atıldılar. Bazı akademisyenler ise, bağlı olduk­ ları okulların ve şehirlerin tehdit edici yapısı sebebiyle, imzalarını geri çekti. Devletin yargı organları ise özenle, 1128 kişiyle başlayıp (20 Ocak 2016 tarihinde) 2212 kişiyle devam eden büyük imzacı kitlesinden, “örgütleyici” kadroyu ayıklamaya çalıştı. Bu amaçla, bildiriyi basın açıklaması şeklinde oku­ yan îstanbuldaki dört akademisyeni gözaltına almak gibi taktikler uyguladı. Bu taktiğin kısmen de olsa başarılı ol­ duğu söylenebilir. Ocak’tan Temmuz’a kadar olan süreçte BAK hareketi, nasıl hareket edilmesi gerektiği, devletin ve yasallığın sınırlarının nereye kadar zorlanması gerektiği konularında anlaşma sağlamakta zor anlar yaşadı, uzun ve yorucu toplantılar yapması ge­ rekti. Atılan akademisyenlerle dayanış­ m a amacıyla maddi kaynak yaratmaya yönelik kampanyalar başlattı, Eğitim-Sen ve başka kurumlarla ortaklaşa bu dayanışmayı büyütmeye çalıştı. i 1 Üniversiteler, YÖK'ün kuruluşundan bu yana özerk olma özelliklerini zaten yitirmiş yarı ba­ ğımlı müesseselerdir. Ancak bu yarı özerklik durumunda bile, akademik bilgi üretiminin ol­ mazsa olmaz bazı sınırları, iktidarca şu ana ka­ dar böylesine alenen ve bu kadar fazla kişiyi hedefleyerek aşılmamıştı. BAK bir yandan süreçten mağdur olan akade­ misyenlere yönelik çalışmalar sürdürürken, diğer yandan da fikri tartışma zeminleri oluşturmaya çalıştı. Bu zeminlerde hem “savunulan barışın nasıl olması gerektiği”, hem de “akademik özgürlüğün ne olması gerektiği”ne dair tartışmalar örgütledi. Süreç­ ler tüm akademiyi kapsamaktan çok uzak olsa, hatta imzacıların bile büyük çoğunluğunu bile bir araya getirmeyi başaramamış olsa da, sürecin takipçisi olan yüzlerce akademisyen, gerek yurtiçinde gerek yurtdışında kurdukları dayanışma ağları ve uzun süreli emekleriyle bu süreci temmuz ayına kadar getirmeyi başardı. Temmuz başında Danıştay 8’inci Dairesi, haklarında disiplin soruştur­ ması açılan akade­ misyenlere ilişkin, YÖK Disiplin Yönetmeliği hü­ kümlerinin uygu­ lanmasını öngören YÖK Genel Kurulu Kararı nın yürüt­ mesini durdurdu. Bu da “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza atan akademisyenler hakkında açılan disiplin soruşturmalarının düştüğü anlamına geliyordu. M üca­ dele olumlu yönde ilerliyor; yargıda olumlu kararlar çıkıyor, tutuklanan hocalar serbest bırakılıyordu. 32 Bu süreçte üniversite öğrencileri de tüm bu olay­ lara sessiz kalmadı. Akademisyenlerin gözaltına alındığı ya da uzaklaştırma aldığı diğer okullarda da öğrenciler, okul içinde çeşitli tepkiler verdiler. Özgürlükçü bir üniversite olmakla tanınan Boğa­ ziçi Üniversitesi, bu tarz tepkilerin yoğun olduğu üniversitelerden biriydi. Mimar Sinan Güzel Sa­ natlar Üniversitesi (MSGSÜ) ise, akademisyenlere karşı başlatılan bu baskılara karşı en çok ses çıkaran yerlerden biri oldu. Süreçte tutuklanan dört akade­ misyenden biri olan Kıvanç Ersoy’un MSGSÜden olması bu sahip çıkmanın temel sebeplerinden biriydi. MSGSÜ öğrencileri, sadece okul içinde değil, gerek tuttukları cezaevi nöbetleriyle, gerek adli­ ye takipleriyle, hocalarını okul dışında da yalnız bırakmadılar. Elbette ki bu eylemlerdeki önemli faktör, hocaya duyulan sevgiden öte, iktidara bu cüretkârlığının karşılıksız kalmayacağını haykır­ maktı. Üniversiteler, YÖK’ün kuruluşundan bu yana özerk olma özelliklerini zaten yitirmiş yarı bağımlı müesseselerdir. Ancak bu yarı özerklik durumunda bile, akademik bilgi üretiminin olmazsa olmaz bazı sınırları, iktidarca şu ana kadar böylesine alenen ve bu kadar fazla kişiyi hedefleyerek aşılmamıştı. Ayrıca hedeflerindeki kitle, pratik siyasetin içinde olmaktan çok, etik değerlerle savaşa karşı çıkan ve/ veya çalışma ilkeleri gereği akademinin özgürlüğüne inanan kişilerden oluşmaktadır. İktidarın bu saldı­ rısının en geniş anlamda demokrasi savunucularını da kapsaması sebebiyle, durum çok daha tehlikeliy­ di. Aslında iktidarın bu pervasızlığı, politik ajanda­ nın bir sonraki dönem neleri getireceğini gösteri­ yordu ama yine de olanlar, tahmin edilebileceklerin ötesinde oldu. 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiyede birçok şey gibi, akademik özgürlük için de bir milat noktası oldu. Darbe girişiminin hemen sonrasında başla­ tılan OHAL, Fethullahçı Terör Örgütüne (FETÖ) 33 bağlı oldukları iddia edilen kişilerin avlanması için gerekli ortamı sağladı. Cemaat’in çok çeşitli toplum kurumlarıyla en ufak bir ilgisi olan herkes devletten uzaklaştırılırken, iktidar bu çok işlevli OHAL’i m u­ halefeti susturmak için de rahatlıkla kullanabileceği­ nin farkındaydı. “FETÖ yetmez, tüm terör örgütle­ riyle savaşıyoruz” şiarıyla bu sefer oklar, sosyalistlere ve Kürt Hareketine döndü. Hedefte en görünür olanlardan biri de Barış İçin Akademisyenlerdi. OHAL’in hukuksuzluk rejiminin nasıl somut­ laşacağının sinyalleri öncesinden verilse de, BAK açısından ilk büyük patlama Kocaeli Üniversitesi’nde meydana geldi. 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen kamu görevlileri arasında onlarca BAK imzacısı da bulunuyordu. Kocaeli Üniversitesi, 19 akademisyeni bu KHK’ya dayanarak üniversiteden uzaklaştırdı. OHAL öncesi dönemde tek tük rastlanan temizlik harekâtı, şimdi tam bir cadı avına dönüşmüştü. Sadece görevden uzaklaştırmalar değil, süresiz gözaltılar, gözaltın­ da fiziksel ve ruhsal işkence, dışarıda olanlardaysa sürekli bir “ne zaman işimi kaybedeceğim, ne zaman alınacağım” korkusu, akademisyenler arasında para­ noyası yüksek bir yaşam döngüsü yarattı. Şubat 2017’de bir gece ansızın yayınlanan son muhalif herkesin başına gelen bir durum olduğu ve KHK’ya kadar içinde farklı oranlarda BAK imza­ akademisyenlerin bu zamana kadar bundan azade yaşamış olmalarının normalin dışında bir durum cısının da bulunduğu birçok muhalif akademisyen olduğu iddia edilebilir. Öte yandan unutulmaması farklı KHK’larla üniversitelerden uzaklaştırıldı. Bu gereken, eğer eleştirel bilgi üretiminin toplum sürecin tepe noktası, 686 sayılı Şubat KHK’sı ile açısından geliştirici bir etmen olduğuna inanıyor­ tasfiye edilen 330 akademisyenden 100’ün üzerin­ sak ve toplumsal bilgi sayesinde, toplumun ezilen, de isim, yine BAK imzacısıydı. Bu KHK ile artık “cemaatçi” ve/veya “pekakalı ” oldukları gerekçesiyle dışlanan, sömürülen kesimlerinin sorunlarının ortaya çıkarılmasının, bu sorunlara dair alternatifler muhalif akademisyenlere uygulanan dolaylı saldırı üretilmesinin mümkün olacağını düşünüyorsak, yerini doğrudan bir saldırıya bıraktı. Artık birçok kurumda olduğu gibi, sözde özerk özde bağımlı üni­ akademisyenlerin derdine ortak olmak zorundayız. Bu dert ortaklığı, akademisyenleri kayırmak için ya versitelerdeki cemaatçi tasfiyesi sona ermiş; solcu, sosyalist ve demokrat muhaliflerin rahat rahat hedef da onların sorunlarını toplumun diğer ezilen kesim­ lerinden üstün gördüğümüz için değil, akademinin alındığı bir dönem eski dönemin yerini almıştır. Geldiğimiz durumda iktidarın mantıksal bir kendi­ eleştirel ve toplumsal bilgi üretim alanı olmasını sağlamak adına yapılmalıdır. Kapitalist sistem ni koruma refleksinden dahi bahsetmek mümkün değildir. “Kısasa kısas” düsturunu andırır bir şekilde sebebiyle zaten üniversitenin nitelikli bilgi üretim alanı olma potansiyeli giderek kırpılmakcezalandırılan akademisyenler bu ceza tadır. Doğa bilimleri alanındaki çalışmalar, landırmaya, bağlı oldukları üni sektördeki güçlü firmaların işine versitelerin rektörleri eliyle Akademinin atanan rektör­ yarayacak AR-GE çalışmaları maruz kalmaktadırlar. Bu ile biçimlendirilirken, sosyal bağlamda onları “atan” lerden değil onu üniversite yapan bilimlerdeki çalışmalar ise, ya kâr aslında üniversitenin unsurlardan meydana geldiğini anlat­ sağlamak açısından işe yaramaz kendisi gibi gösteril­ manın bir yoludur bu mücadele. Üniver­ mekte ve üniversitenin görülmekte, ya da başlangıç siteler, öğrenciler, üniversite çalışanları ve misyonları olan toplumu şekil­ asli unsurları olan akademisyenlerden oluşur. öğrenciler, üniversite lendirmenin tersine çıkıp iktidarı çalışanları ve akademis­ Dolayısıyla, üniversitenin en önemli bile­ f ve sistemi eleştirdikleri noktalar­ yenler yok sayılmakta­ da yasaklanmaktadır. Yeterince şeni olan öğrenciler de bu müca­ dırlar. karanlık olan bu tablo, aleni hak delenin dışında kalamazlar. gaspları ve özgürlük ihlalleri ile Referandum sürecine iyice korkutucu bir hale gelmektedir. böyle bir saldırgan tutumla Akademisyenleri savunmak, zaten ayrıcalıklı bir giren iktidarın bu hamlesi, AKP’nin kesimin haklarını savunmak olarak değil, toplumun genel siyasetinden ayrı düşünülemez. Başkanlık bilgi üretim merkezleri olma yolunda mücadeleye sistemi savunusunda hiçbir somut dayanağı olma­ yan iktidar, kendi meşruiyetini muhalefeti tamamen açık alanlar olan üniversiteleri savunmak olarak görülmelidir. Öğrenci hareketi, işçi hareketi ya da ortadan kaldırarak sağlamaya çalışmaktadır. M u­ kadın hareketinden farklı olarak, içinde bulundu­ halefet odağı olan ya da olma potansiyeli taşıyan ğu sömürü koşulları sebebiyle değil, barındırdığı üniversiteler bunun ayaklarından biridir. Kapitalist nüveler sebebiyle birçok devrimci potansiyeli içinde sistemin dışına çıkmayı hedeflemeyen en liberal ve demokratik karşı duruşların bile AKP’nin tek adam barındırır. Üniversiteler de bu nüvelerin atılacağı hayallerine ağır bir darbe olduğu bu dönemde, dev­ yerlerdir ve tam da bu nedenle, ne sistemin kâr letin imha politikalarına karşı durmak ya da duran­ odaklı anlayışına ne de iktidarın muhalif sesleri susturan baskıcı zihniyetine teslim edilemez. “Barış ları destekleyerek bağımsız üniversiteyi savunmak, için Akademisyenler” mücadelesi, akademi için iktidarın tahammül edemeyeceği bir “ihanettir”. Biz “Tek Adam Rejimi” derken iktidarın “Türk Tipi mücadelenin bir parçasıdır. Akademinin atanan Cumhurbaşkanlığı” diyerek güzellemeye çalıştığı bu rektörlerden değil onu üniversite yapan unsurlar­ sistemde, sadece yürütmenin tekbaşlılığı değil, tüm dan meydana geldiğini anlatmanın bir yoludur siyasi ve toplumsal tüm güç odaklarının tekbaşlılığı bu mücadele. Üniversiteler, öğrenciler, üniversite ça­ lışanları ve akademisyenlerden oluşur. Dolayısıyla, hedeflenmektedir. Akademinin durumu da bunun açık bir yansımasıdır.Acımasız bir eleştiri ile bugün üniversitenin en önemli bileşeni olan öğrenciler de akademisyenlerin başına gelenin aslında Türkiye’de bu mücadelenin dışında kalamazlar. 34 35 BU SUÇA ORTAK OLMAYACAĞIZ! EM E NEBİN HEVPAREN VÎ SÛCÎ! Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız! Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur'da, Sil­ van'da, Nusaybin'de, Cizre'de, Silopi'de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı baş­ ta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir. Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye'nin kendi hu­ kukunun ve Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir. Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uygula­ dığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçme­ sini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, ger­ çekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulan­ dığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemci­ lerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz. Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hüküme­ tin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz. Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın muha­ lefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz. Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akade­ misyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu kat­ liamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz. İmzalarınızı üniversiteniz ve ünvanınız ile birlikte [email protected] adresine yollamanız rica olunur. Wek akademisyen û lekolîneren vî welatî, em e ıebin hevparen vî sûcî! Dewlete Komara Tirkiyeye welatiyen xwe yen Sûre, Farqîne, Nisebîne, Cizîre, Silopiye û gelek cihen din bi hefteyan di bin qedexeya derketina derve de mehkûmî birçîbûn û tîbûne dike, bi çeken giran ku encax di şerekî de ten bikaranîn erîşî waren nîştecihan dike û mafe jiyane, mafe azadiye û ewlehiye, di serî de qedexeya îşkence û zilme û hemû maf û azadiyen ku bi mekazagon û peymanen navneteweyî hatiye parastin binpe dike. Ev qirqirina biqesd û plankirî di radeyeke giran a binpekirina hiqûqa Tirkiyeye bi xwe û peymanen navnetewîyen ku Tirkiye alîgire, hiquqa kevneşopiya navnetewî û qaydeyen ku hiqûqa navnetewî emir dikede ye. Em dixwazin ku Dewleta Tirkiyeye yekser dest ji qetlîama li ser welatiyen kurd û polîtîkayen koçkirina bizanebûn berde, qedexeya derketine derve rake, kesen berpirsyar en ku mafen mirovan bin pe kirine ceza bike, kesen ku li cihen ku qedexeya derketina derve pek hatiye dijîn zerara wan a manewî û madî tazmîn bike, bi van armancan bila destûr bide ku çavderen neteweyî û navneteweyî bikevin cihen hatiye rûxandin, çavderiyan bikin û raporan binivîsinin. Em dixwazin ku amadekirina şert û mercen muzakereye û avakirina reyen çareserîye bo aşîtiyeke mayînde, hukumet nexşereyeke ku daxwazen îradeya sîyaseta Kurd ji bihewîne amadebike. Em dixwazin ku ji gelek beşen civake çavderen serbixwe jî tevlî hevdîtina muzakereye bibin û em jî wek çavderen dilxwaz daxwaza xwe ya tevlîbûna muzakerayan diyar dikin. Dixwazin ku, erka sîyasi dev ji neçira muxelefeten rexnegir berde. Em dixwazin ku dewlet yekser dev ji tundiya ku li dijî welatiyen xwe bi kar tîne berde, wek akademîsyen û lekolîneren vî welatî, em e li hemberî ve qirqirine bedeng nemînin, heta ku ev daxwaza me were cih, em e digel partiyen siyasî, parlemento û raya giştî ya navneteweyî tekîliyen xwe be navber bidomînin. Barış için Akademisyenler Tarih: 11.01.2016 ÖĞRENCİ FAAIİYETİ Irnlmm ■bü kse- DINAg|!|pE||ii YUM|ik ||Ijmİ| W mH1awa|MiueI1n saltanaÎ îNiIyiKsin"