Burhan 65:Burhan.qxd

advertisement
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
EDİTÖR
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
Yıl 6
Sayı 65
Şubat 2011
Nerelerden nerelere geldik. Bankaların
önünden geçmezken şimdi arabaların modelini
yükseltmek, daha lüks evlerde yaşamak için
kredi kuyruklarına giriyoruz. En dindarlarımızın
cebinde düzinelerce kredi kartları var. Geriye
dönüp baktığımızda tiksindiğimizi söylediğimiz
nice şeyleri şimdi hem yapıyoruz hem de onların sıkı savunuculuğunu yapıyoruz. Bu zamanda kredisiz olur mu, bu zamanda ahlaksız
dizileri seyretmeden olur mu, bu zamanda
kadın sesi neden haram olsun, bu zamanda
çalgı- şarkı dinlemek neden haram olsun, bu
zamanda oyun oynamak neden haram olsun
gibi teranelerle kendimizi, dinimizi zamana uydurmanın garaipliği içerisine giriyoruz.
Farkında mısınız?
Her geçen gün azar azar değişiyoruz. Bir
kardeşim gelip dert yanmıştı. “Eskiden sohbetlerimiz vardı, ideallerim vardı, şöyle şöyle
şunları yapacağım derdim şimdi bakıyorum da
kendimi tanıyamıyorum. Her giden gün adeta
benden bir şeyler götürüyor.” Dedi. Kimden
götürmüyor ki? Dünyayı kazanmak için neleri
kaybediyoruz. Dünyevileşme imtihanı öyle bir
elekten geçiriyor ki bizleri ayakta kalabilene,
elenmeyene ne mutlu.
Farkında mısınız?
Eğer inandığımız şeyleri yaşamazsak
onların yerini başka şeyler alıyor. Bu yüzden
hayatlarımız allak bullak oluyor. İki yakamız
bir araya gelmiyor. Ne gönüllerimizde huzur,
ne evlerimizde huzur, ne de toplumda huzur
kalmıyor. Bütün bu huzursuzlukların temelinde
de dünyayı öne alıp ahireti arkaya atmak geliyor. Ahireti umursamamak, ölümü unutmak,
sünnet bir hayatı yaşamamak bizleri perişan
ediyor.
Farkında mısınız?
“Sen hangi devirde yaşıyorsun, şimdiki gençler böyle, artık alış, bazen göz
yum görmezden gel” diye diye neslimizi
heba ettik. Çocuklarımızın terbiyesini, görgü-
sünü ahlaksız TV kanalizasyonlarının eline bıraktık. Çocuklarımızı tanıyamaz hale geliyoruz.
Kaç ev mescit evdir, kaç evde hadis halkası vardır, kaç evde tefsir halkası vardır, kaç evde anne
baba ve çocuklardan oluşan ilim halkası vardır?
Kaç evi TV esir almamıştır? Bu soruların cevabını kendi vicdanımızda verelim.
Farkında mısınız?
Bizlerin yeniden dirilmesi, tarihin geçmiş
sahifelerinde kalan o şanlı maziyi yeniden yaşamamız, yaşatma zevkiyle yaşamaktan vazgeçen alp erenler olmakla mümkün olacaktır.
Fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlık duyguları ile
gönlü dopdolu olan ferdler ve böyle ferdlerden
müteşekkil bir çoğunluk olmadığımız müddetçe, diriliş beklemek bir ham hayâlden öteye
geçmez. Bakın, Allah Rasûlü (sav) geride bıraktığı ailelerine dünya mal ve mülkü adına ne
bıraktı? Hz. Ebu Bekir'in taksim edilecek mirası
var mıydı? ... Ve Hz. Ömer, hançerlendiği
zaman "Bakın bakalım, malım borcumu ödeyecek mi? Ödemezse Adiyy oğullarından, onlarda da yoksa Kureyş'ten borç alıp ödeyin"
diyordu. Evet, bir milleti ihya, ancak bu duygu
ve düşüncedeki fertlerle olur. Öyleyse şahsımız
ve ailemiz adına yarınları çok düşünmesek de
olur. Dünya bizi boşamadan evvel biz onu
talak-ı selase, yani üç talakla boşayalım.
Abone kampanyası ve Temsilcilik
Dergimizin abone kampanyası devam
ediyor. Lütfen bu konuda duyarlı olalım. “Bir
kişiden ne olur” demeden bir kişide olsa abone
yapmaya çalışalım. Dergimizin daha çok kişiye
ulaşması demek daha çok kişi ile ortak dertlerimizi paylaşmamız demektir.
Bulunduğunuz il veya ilçede dergimizin
temsilcisi olarak hizmet yapabilirsiniz. Bu konuda bizlerle çalışmak isteyenler lütfen dergimizin iletişim bilgilerinden bizlerle irtibata
geçsinler. Daha güzel Burhanlarda buluşmak
dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
içindekiler
Yıl: 6 Sayı: 65
Tevhid Ve İstikamet 4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Şubat 2011
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
İslamı Ne Kadar Yaşıyoruz? 6
Dr. Ramazan ŞAHAN
Yoksa Kıyamet Koptu mu? 12
Nihat MORGÜL
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Hayata Kur'an Penceresinden Bakmak 16
Fuat TÜRKER
Türkiye Müslümanlarının En Büyük Problemi 20
Mehmet TALU
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
Redaksiyon
İman Etmeye Önemli Bir Engel : Körü Körüne Taklid
30
Sünnet'in Otoritesi 32
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Dr. Ebubekir SİFİL
Mürsel LÜLECİ
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Kanuni’lere Sahip Çıkmak 38
Hasan BAŞAR
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın: “Toplumdaki Hızlı
Değişim Kuşak Çatışmasını Artırıyor” 42
Örnek Nesil 44
Röportaj Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Beynimizi Daha İyi Nasıl Kullanırız 50
İsmail ÖZ
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
Türk İslamcılığının Çıkmazı 52
Umut BULUT
Yahyalı'da Bir Alim 54
Aydın BAŞAR
Muhabbet Bahçesi 56
Yusuf ELİBOL
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
Muhabbetin Alametleri 58
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Kime Benziyoruz? 60
Hatice FURAN
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Başörtüsü Yasağı ve Militarist Zihniyet 64
Burhan Çocuk 68
Söz Dinlemeyen Çocuklar 70
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Musa KARACA
M. Emin KARABACAK
4
Tevhid Ve İstikamet
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yoksa Kıyamet Koptu mu? 12
Nihat MORGÜL
20
Türkiye Müslümanlarının En Büyük Problemi
Mehmet TALU
Sünnet'in Otoritesi
32
Dr. Ebubekir SİFİL
54
Yahyalı'da Bir Alim
Aydın BAŞAR
Başyazı
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Tevhid Ve
İstikamet
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
irinci dünya savaşından sonra Haçlılar, Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmışlar, İstanbul’u da
işgal etmişlerdi. Gayeleri, Müslümanları öldürmek ve
İslâm’ı yeryüzünden yok etmekti. Bu zavallılar, İslâm’ın sahibinin Yüce Allah olduğunu ve bu güzel dinin kıyâmete kadar
yaşayacağını bilmiyorlardı. İstanbul’un Haçlılar tarafından
işgal edildiği işte o günlerde Anglikan kilisesinin “İslâmiyet,
fikre ve hayata ne getirmiştir?” sorusuna, o zamanlar
“Dârü’l–hikmeti’l-İslâmiyye” âzâsı olan Bedîüzaman
Saîd Nursî hazretleri, “İslâm, fikre tevhîd; hayata istikâmet getirmiştir.” diye cevap vermiştir. Üstad Bedîüzzaman
Hazretlerinin verdiği bu cevap, çok doğru ve çok güzel bir cevaptır. Bir cümlelik bu cevabı, İslâm tarihinden bir olayla iyice
anlaşılır hale getirelim:
B
“Rabbimiz Allah’tır diyenler, sonra
da dosdoğru yaşayanlara melekler
gelerek: Korkmayın, üzülmeyin,
size vaad edilen cennetle sevinin.
Biz dünya hayatında da âhirette de
canınızın çektiği ve dilediğiniz her
şey sizindir”
Hz. Peygamber efendimizin yaşadığı dönemde Arap
yarımadasının Hicaz bölgesinde üç önemli şehir vardı:
Mekke, Medine ve Tâif. Mekke’de Kureyş kabilesi, Medine’de
Evs ve Hazrec kabileleri, Tâif’te de Sakîf kabilesi otururdu.
Medine’de ayrıca Yahûdî kabileleri de vardı. Medine’ye yapılan Hicretten sonra Evs ve Hazrec kabilesine mensup olanların tamamı İslâm’ı kabul edip Müslüman olmuşlardı.
4
Bunların içinde çok az sayıda münâfık vardı. Mekke’de oturan Kureyş kabilesi de Mekke fethinden sonra Müslüman oldular. Hz. Peygamber, Mekke fethinden sonra Tâif’i kuşatmış
fakat alamamıştı
Bu kuşatmada istediği neticeyi alamayan ve işin gittikçe uzayacağını gören Hz. Peygamber, kuşatmayı kaldırmış
ve Medineye dönmüştü. Kuşatmayı kaldırmadan önce Hz.
Peygamber bir rüya gördü. Süt ile dolu büyük bir bardağı
önüne koymuşlar, Rasûlullah(s.a.v.) henüz içmeden bir horoz,
kanadıyla bardağı devirmiş ve süt dökülmüştü. Hz. Peygamber, bu rüyayı Hz. Ebûbekir’e anlattı. O da, Hz. Peygamber’in rüyasını bu sene Tâif şehrinin fethinin mümkün
olmayacağı şeklinde tabir etti. Hz. Peygamber, “Ben de öyle
tabir ediyorum” diyerek bu kuşatmayı kaldırdı. Ashâb-ı kirâmdan bazıları, Hz. Peygamber’in Tâif’te oturan Sakif’lilere
lanet okumasını istediler. Hz. Peygamber, bunu kabul etmedi;
onların hidâyete ermesi için şu şekilde dua etti: “Allah’ım!
Sakîf kabilesi mensuplarına hidâyet ver, onları hidâyete ermiş olarak bizim huzurumuza getir.” Hz Peygamber’in bu duâsı kabul oldu. Aradan bir yıl geçmeden
Sakîf kabilesine mensup kişiler kendi arzu ve istekleriyle Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’in huzurunda İslâm dinini
kabul ettiklerini beyân etti ve Müslüman oldular. Sakîf kabilesinin temsilcileri ile birlikte Medine’ye gelenlerden birisi de
Süfyân b. Abdullah idi.
Süfyân b. Abdullah, bu görüşme esnasında Hz. Peygamber’den bir istirhamda bulunmuştu: “Ey Allah’ın elçisi, bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha
senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.”
Hz. Peygamber de, Süfyân’ın şahsında bütün ümmete şu
ölmez, pörsümez ve solmaz ölçüyü veriyordu: “Allah’a
inandım de, sonra da istikâmet üzere ol.”
Hz. Peygamber’in bu nefis ve veciz cevabı ile Kur’an-ı
Kerim’deki âyetler arasındaki uyum pek açıktır. Bu âyetleri
bir daha hatırlayalım.
“Rabbimiz Allah’tır diyenler, sonra da dosdoğru yaşayanlara melekler gelerek: Korkmayın,
üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin. Biz
dünya hayatında da âhirette de canınızın çektiği ve
dilediğiniz her şey sizindir” derler. (Fussilet, 41/30-32)
“Rabbimiz Allah’tır diyenler, sonra da dosdoğru olanlar için ne korku vardır ne de hüzün.
Onlar cennetliktirler. İşlediklerinin karşılığı olarak
cennette temelli kalacaklardır.” ( Ahkâf,46/13-14.)
Bir olan Allah’a inanan ve doğruluğu (istikâmeti) hayat
prensibi edinenler için korku ve hüzün söz konusu değildir.
Şubat 2011
Böylesi insanlar cennetliktir. Îmân ve istikâmet, ebedî mutluluk
sebebidir. Buna tevhid ve istikâmet de diyebiliriz. İstikâmet yani
dosdoğru olmak her şeyden önce hâlis bir tevhid inancına dayanmalıdır. Temelinde tevhid bulunmayan istikâmetten söz edilemez. Hayata istikâmet veren Allah’ın birliği inancıdır. Zira,
gerek âyetlerde gerekse hadislerde “rabbim Allah” dedikten
sonra “dosdoğru olmaktan” tan söz edilmektedir. Ancak
hemen ifade edelim ki, “tevhid inancına sahip olan herkes, istikâmet üzere bir hayata sahiptir” de denilemez.
Çünkü istikâmet, tevhidin zarûrî neticesi değil; aksine tevhid, istikâmetin vazgeçilmez ön şartıdır.
Biz bu yazımızda, okuyucularımıza, bu asırdaki Müslümanların hem tevhid inancına sahip olmaları lazım geldiğini
hem de dürüst olmalarını tavsiye ediyoruz. Herkesin ve her
şeyin bize düşman olduğu bu zamanda bir de biz dürüst olmaz
ve dik duruş sahibi olamazsak inancımızın ve davamızın en
büyük düşmanı bizleriz demektir. Lütfen, doğru ve dürüst olalım; İstikâmet sahibi olalım. İnancımız bunu gerektirmektedir.
Yamuk, boş, eğri, kimliksiz ve kişiliksiz insanlardan çok çektik.
Boş çuval gibi ayakta duramayan Müslümanların sürüden ne
farkı var? Biz, sürü istemiyoruz. Kimlikli, kişilikli, şahsiyetli, onurlu
insanların meydana getirdiği cemaat istiyoruz. İslâm ümmeti
dediğimiz zaman akla kalabalık değil, cemaat gelir.
İstikâmet sahibi olan insanın kalbi, kafası, dili ve bütün organları mü’mindir. Böyle olan bir insanın bütün vücudu iman
etmiştir. Kalb, beden ülkesindeki tüm organların reisidir. Tek Allah’a iman edip dürüstlüğü benimseyen bir kalb, diğer organları etkiler. Dil, kalbin tercümanıdır. Onun doğruluğu ve eğriliği
de diğer organların tavırlarına tesir eder. O halde, özümüzle ve
sözümüzle dosdoğru olmamız gerekmektedir.
Bizler, bu hayatı yaşarken, yaşadığımız hayatın ne kadar
İslâmî olduğunu sık sık kontrol etmeliyiz. Aks-i takdirde, hayatın içindeki şeytanlar, farkında olmadan elimizden tutup bizi
başka yollara sürükleyebiliyorlar. Bilmiş olalım ki, bizim en
büyük düşmanımız Şeytandır. Ondan ne kadar uzak olursak
rabbimize o derece yaklaşmış oluruz.
5
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
İslamı
Ne Kadar
Yaşıyoruz?
Dr. Ramazan ŞAHAN
“Sizler insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?
Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, aklınızı kullanmıyor musunuz?”
“Sizler insanlara iyiliği emredip
kendinizi unutuyor musunuz? Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, aklınızı kullanmıyor
musunuz?”
Öncelikle şunu vurgulamak gerek: Müminlerin her zaman nasihate ve uyarıya ihtiyacı vardır
ve uyarı ancak Müslümanlara fayda verir. Allah
(c.c.) bir ayette şöyle buyurmuştur: “Sen öğüt
ver! Zira öğüt müminlere fayda verir.” İnanmayanlardan Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle bahsedilmiştir: “O inkar edenleri uyarsan da uyarmasan
da fark etmez. Onlar iman etmezler.” Bir
başka ayette de şöyle buyrulmuştur: “Onları
doğru yola çağırsanız size uymazlar, çünkü
onları çağırmanız yahut onlar gibi sizin de
susanlar olmanız aynıdır (Onlar inanmazlar).”
Bu mesajları dikkate alan müminler sürekli
kendilerini sorgular, kıstas kabul ettikleri Kur'ân’ın
6
emir ve yasaklarına göre kendilerine çekidüzen verirler. Allah (c.c.) sözün en güzeline/vahye kulak
kesilen bu kullarını şöyle övmüştür:
“Dinleyip de sözün en güzeline uyan
kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola
ilettiği kimseler onlardır. İşte asıl akıl sahipleri de bunlardır.” Diğer yandan hak ve hakikatlere kulaklarını tıkayanları kınamış, müminleri
de “İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi
olmayın.” şeklinde uyarmıştır. Allah (c.c.) müminlerin, Kur'ân karşısında takınmaları gereken
tavrı şöyle beyan etmiştir:
“Kur'an okunduğu zaman onu bütün
dikkatinizle dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” Buna karşılık inanmayanların tavrını da şöyle açıklamıştır:
“İnkâr edenler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin,
okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız, dediler.”
O halde bütün eğer kendimizi ve İslamî yaşantımızı sorgulayacak olursak işe buradan başlamalıyız: Acaba Kur'ân ile bağlantımız ne kadardır?
Onu günde metniyle, mealiyle birlikte ne kadar
okuyoruz? Teknolojinin bütün hızıyla hayatımızı
işgal ettiği bir ortamda teybimizde, videomuzda,
bilgisayar vs. araçlarımızda Kur'ân’ı, Kur’an haki-
katlerini ve İslam'ın güzelliklerini anlatan sesli
programları ne kadar takip edebiliyoruz? Ya da bu
tür araçlarımızda hangi Kur'ân programları mevcuttur? Acaba dinlediklerimizden kaçta kaçını hayatımıza yansıtabiliyoruz?
Allah (c.c.) bir ayette Kur'ân’ın hayatımızdaki
konumu ve önemini şöyle vurgulamıştır:
“Biz ona (peygambere) şiir öğretmedik.
Hem bu ona gerekli de değildir. Onun söyledikleri ancak bir öğüt ve apaçık bir
Kur’an’dır. Dirileri uyarması ve kafirlere cezanın hak olduğunu bildirmesi için (ona gönderilmiştir).”
Ayet ısrarla “Dirileri/hayatta olanları
uyarmak için” diye vurgu yaparken pek çoğumuz
onu sadece ölülere okunan bir kitap haline getirmiş bulunmaktayız. Yine aynı ayette Kur'ân-ı Kerîm’in bir şiir, sadece edebî bir eser olmadığı, tam
aksine bir mesaj/öğüt, her şeyi açıklayan apaçık
bir Kur’an olduğu özellikle vurgulanırken yine bir
çoğumuz sadece onun ahenkli bir şekilde okunuşundan zevk alıp asıl mana ve maksadını göz ardı
etmekteyiz.
Milli şairimiz merhum Mehmet Akif ERSOY, bu
konuyu dile getirmiş; Müslümanların genel durumunu ve bize düşen görevi şu şekilde özetlemiştir:
“İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Ya açar Nazmı Celilin, bakarız yaprağına
Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde?
Ya da üfler geçeriz bir ölünün toprağına
Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kur'ân'ın:
İnmemiştir hele Kur’an şunu hakkıyla bilin
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma'nânın:
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için
Bu havalideki insanlar çok yaya kalmış dince
Öyle Kur’an okuyorlar ki sanırsın Çince!”10
Şubat 2011
7
• Ölüm gelmeden hayatın kıymetini bil.”
SAFAHÂT adlı ünlü eserinin ÂSIM Bölümünde de M. Âkif, şu öz eleştiriyi yapmaktadır:
“Ölüler dini değil diriler dini bu din
Dipdiri kalacak hep, dipdiri durdukça zemin!”
Sadece eleştirmekle kalmayıp yapılması gerekeni de yine şu mısralarla anlatmaktadır:
“Doğrudan doğruya Kuran’dan alarak ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.”
Burada Müslüman olarak dikkat etmemiz gereken bazı önemli hususlar vardır:
Yukarıdaki eleştiri ve tavsiyeleri dikkate aldığımız zaman yapılabilecek pek çok iş ortaya çıkar.
Her şeyden önce boşa harcayacak tek saniye ve
tek kuruşumuzun olmadığını bilmek zorundayız.
Öncelikle nefis muhasebesi dediğimiz öz eleştiriyi
ihmal etmemeliyiz.
Büyük hadis âlimi Ebu Davud şöyle demiştir:
- Topladığım hadislerin içinden şu dört hadis,
hadislerin özüdür. Dinin özünü kavramak ve dinini
yaşamak isteyen kişi için bu dört hadis yeter:
Burada Müslüman olarak dikkat
etmemiz gereken bazı önemli hususlar
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadiste
şöyle buyurmuştur:
vardır:
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin
kıymetini bil:
a. İslâm sadece ihtiyarların dini değildir.
• İhtiyarlık gelmeden gençliğin kıymetini bil.
b. İslâm sadece hastaların dini değildir.
c. İslâm sadece fakirlerin dini değildir.
• Hastalık gelmeden sağlığın kıymetini bil.
d. İslam mevsimlik bir din değildir.
• Fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini bil.
e. İslâm ölülerin dini değildir.Dirilerin
dinidir
• Meşguliyet gelmeden boş vaktin kıymetini
bil.
• Ölüm gelmeden hayatın kıymetini bil.”11
a. İslâm ihtiyarların dini değildir.
b. İslâm hastaların dini değildir.
c.İslâm fakirlerin dini değildir.
d. İslam mevsimlik bir din değildir.
e.İslâm ölülerin dini değildir.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur:
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini
bil:
• İhtiyarlık gelmeden gençliğin kıymetini bil.
• Hastalık gelmeden sağlığın kıymetini bil.
• Fakirlik gelmeden zenginliğin kıymetini bil.
• Meşguliyet gelmeden boş vaktin kıymetini bil.
8
• Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Resülüne ise, onun hicreti Allah ve Resülünedir.
Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya
nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”
Bu hadisin söylenme sebebi, mana ve maksadı hadis kitaplarında genişçe izah edilmiştir.
Ancak biz kısaca şunu vurgulamak isteriz ki, bir
Müslüman yaptığı her işte niyetini ve maksadını
kontrol etmelidir. Müslümanın iyi niyetle yapacağı
her işe sevap vardır. Ancak yapacağı işin de Allah
(c.c.) ve Rasulünün rızasına uygun olması gerekir.
• “Kendisi için istediğini din kardeşi için de
istemeyen kişi olgun mümin olamaz.”
Şubat 2011
Ebû Davûd’un bahsettiği dört hadisten biri
de şudur:
GAZEL
Hây-u huydan fâriğ ol alemde insanlık budur.
Pendini gûş eylegil mûrun Süleymanlık budur.
Her kime kılsan nazar sen anı senden yeğ bilüp
Görme kendü kendüzin zira ki şeytanlık budur.
Her ne kim sana sanursın, san anı kardaşına
Filhakîka sözümü gûş et Müslümanlık budur.
Âkıl isen istedüğin iste âhir sendedür.
Gayri yerden ister isen bil ki nâdanlık budur.
Nefse hazzın ey Muhibbî vermegil hayvan sıfat
Zabt-ı nefs et, ârif ol alemde insanlık budur.
(Vezni: Fâilâtün- Fâilâtün- Fâilâtün-Fâilün.)
Kânûnî Sultan Süleyman (Muhibbî, 1494-1566)
Bu konuda da çok şey söylenebilir ve söylenmiştir.
Çeşitli izahlar yapılmıştır. Ancak cihan padişahı,
Osmanlı Hükümdârı Kânûnî Sultan Süleyman’ın
şu mısralarıyla iktifa etmek isteriz:
“Her ne kim sana sanursın, san anı kardaşına
Filhakîka sözümü gûş et Müslümanlık
budur.”
• “Kişinin mâlâyânî şeyleri (faydasız
boş iş ve sözleri) terk etmesi, onun müslümanlığının güzelliğindendir!”
Burada sadece Müminun suresinin 3. ayetinde vurgulanan “O müminler ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” ayetini
hatırlatmak isteriz. Bu ayet Firdevs Cennetini kazanacak, felaha ermiş müminlerin özelliklerinden
bahsedilirken serdedilmiştir. Lokman suresinin 6.
ayeti ise boş sözleri satın alanların acıklı akıbetini
haber vermektedir.
Şubat 2011
• “Şu bir gerçek ki, haramlar apaçık
bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi
arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli
olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, namusunu da korumuş
olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama
düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa
düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun,
her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Dikkat! Vücutta bir
et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa, vücudun tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, vücudun tamamı bozulur. Dikkat edin,
bu et parçası kalptir.”
Burada da Peygamberimiz (s.a.v.) müslümana çok güzel, ince ve hassas bir ölçüyü hatırlatmaktadır. Beynimizdeki şüpheleri gidermek
yerine 40 kapıdan fetva aramak yerine helal ve
haram olduğu açıkça bildirilen hususlara riayet ettikten sonra şüpheli olanlardan da kaçınmamız
veciz bir benzetmeyle tavsiye edilmektedir. Ayrıca
gönül dünyamızın sağlam bir şekilde Rızâ-i İlahîye
uygun olarak hareket etmesi için de kalp organına
dikkat çekilmiştir.
Bu tür nebevî mesajlardan habersiz ve
Kur'ân-ı Kerîm’i bir kenara bırakıp keyfine göre yaşayan insan zamanla şeytanın yakın bir dostu olur
ve elinde ölçü olmadığı için de yoldan saptığı
halde hala kendini hidayet üzere sanır.
Everekli Aşık Seyrânî şöyle demiştir:
“Allah’ın Emrine mutiim dersen
Rasûlün sözüne itaat eyle.
Helâl haram demez bulduğun yersen,
Müminlik sözünden ferağât eyle.”
9
KÜN İBNE MEN Şİ’TE VE’KTESİB EDEB
KİMİN OĞLU OLURSAN OL, EDEBLİ OL, EDEB KAZAN!
YUĞNÎKE MAHMÛDUHU ANİ’N-NESEB
EDEBİN GÜZEL OLURSA NESEBE İHTİYAÇ DUYMAZSIN.
LEYSE’L-FETÂ MEN YEKÛLU KÂNE EBÎ KEZÂ YİĞİT DEDİĞİN “BENİM ATALARIM ŞÖYLE İDİ” DİYEN DEĞİL;
GERÇEK YİĞİT: “İŞTE BEN BUYUM” DİYEBİLENDİR.
İNNE’L-FETÂ MEN YEKÛLU HÂ ENE ZÂ.
O halde sözü yapılması gereken önemli işler
ve atılması gereken adımlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
musunuz? Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri
bildiğiniz) halde, aklınızı kullanmıyor musunuz?”
• Bol bol düşünmeli, fikir jimnastiği yapmalıyız. Zira tefekkür sadece filozofların ürünü değildir.
• Kur'ân-ı Kerîm’i ve İslam’ın güzelliklerini
başkalarına güzel bir şekilde anlatmalıyız. Anlatırken kükrememeli, heyecanlanmamalıyız. Biz Hz.
Mûsa, karşımızdaki de Firavun değildir.
• Vaktimizi iyi değerlendirip, faydalı eserleri
bolca okumalıyız. İlim sadece ulemanın malı değildir.
• Okuduklarımızı yaşamaya çalışmalıyız, Allah’ı unutmamalıyız. İbadet ve zikir sadece sofilerin değildir.
• Yaşadıklarımızı başkalarına da güzelce anlatmalı, tebliğ etmeliyiz. Din ve cennet sadece bize
ait değildir.
Nitekim Allah (c.c.) bu konuda yanlış yapanları şu şekilde tenkîd etmektedir: “Sizler insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor
10
• Atalarımızla övünmekten vazgeçip yaşantımızı gözden geçirmeli, âdâba önem vermeliyiz.
Kuru dava ile bu din yaşanamaz. Kimin nesi olduğun değil, kim olduğun önemlidir.
Nitekim Erzurumlu Aşık Sümmani de tavsiyelerden oluşan uzunca bir şiirinde şunu söylemiştir:
“Zalimler içinden hicret et durma
Çünkü bu sünnettir kimseye sorma.
Asilzadelikle kendini kurma.
Mezar taşı ile iftihar olmaz.”
“Bunları çok işittik” demekle ve dinlemekle iş bitmez, dinlediklerimize uymak ve onları
Şubat 2011
hayatımıza tatbik etmek gerekir. Kulakların değil,
kalplerin pasını açmak ve silmek gerekir. Hayatta
meydana gelen olaylara duyarsız kalamayız.
“Aman bana ne? Neme lazım” dersen, bunun cevabı şudur:
“Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.”
Nitekim M. Akif ERSOY bu tür vurdumduymazlar için şunları söylemiştir:
“Bugün nasibini bulup da tıkınca kursağına,
Yarını hiç düşünmez döner yatar sağına.
Yıkılsa arş-ı hilafet tıkılsa kabre vatan
Vazifesinde değil, çünkü hepsi Allah’tan(!).
Ne hükmü var ki esasen yalancı dünyanın,
“ŞU
Ölürse yan gelecek cennetinde Mevla’nın.
BİR GERÇEK Kİ, HARAMLAR APAÇIK
Fena kuruntu değil, ben derim, sorulsa bana,
BELLİDİR, HELALLER DE APAÇIK BELLİDİR.
Kabul ederse cehennem ne mutlu amca sana.”
BU İKİSİ ARASINDA (HARAM VEYA HELAL OLDUĞU) ŞÜPHELİ OLANLAR VARDIR.
LARDAN
ÇOĞU
BUNLARI
İNSAN-
BİLMEZ.
BU
DURUMDA, KİM ŞÜPHELİ ŞEYLERDEN KAÇINIRSA, DİNİNİ DE, NAMUSUNU DA KORUMUŞ
OLUR.
KİM
DE ŞÜPHELİ ŞEYLERE DÜŞERSE
HARAMA DÜŞMÜŞ OLUR, TIPKI KORULUĞUN
ETRAFINDA SÜRÜSÜNÜ OTLATAN ÇOBAN GİBİ
İman ettikten sonra dinimizi yaşarken ve başkalarına hak ve hakikati anlatırken elbette bazı sıkıntılarla karşı karşıya gelebiliriz. O zaman
birbirimize mutlaka sabrı, yılmamayı ve dirençli olmayı tavsiye etmeliyiz. Tarih boyunca din uğruna
çile çekenler asla enayi değildir. Yoksa biz hiçbir
zahmet çekmeden cennete gireceğimizi mi sanıyoruz? Allah (c.c.)bu konuda şöyle buyurmuştur:
Kİ, HER AN KORULUĞA DÜŞEBİLECEK DURUMDADIR.
HABERİNİZ OLSUN, HER MELİKİN
BİR KORULUĞU VARDIR,
DA HARAMLARIDIR.
ALLAH'IN KORULUĞU
DİKKAT! VÜCUTTA BİR ET
PARÇASI VAR Kİ, EĞER O SAĞLIKLI OLURSA,
VÜCUDUN TAMAMI SAĞLIKLI OLUR, EĞER O
BOZULURSA, VÜCUDUN TAMAMI BOZULUR.
DİKKAT
EDİN, BU ET PARÇASI KALPTİR.”
“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza
gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar
dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: ‘Allah'ın yardımı ne zaman?’ demeye başladılar.
Bak işte! Gerçekten Allah'ın yardımı yakındır.”
Selam hakka tabi olanların hakkıdır…
DUA
Allahım!
Bizleri, Kur'ân-ı Kerîm’e ve Peygamberimiz’e (s.a.v.) uyan ve onun yolundan giden
kullarından eyle!
Hakkı bize hak olarak göster ve ona uymayı bize nasîb eyle!
Batılı bize batıl olarak göster ve ondan kaçınmayı bize nasîb eyle!
Âmîn!
Şubat 2011
11
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Yoksa
Kıyamet
Koptu mu?
Nihat MORGÜL
[email protected]
elecekle ilgili haberler her zaman cazibelidir.
Geçmişe dair olaylardan ziyade geleceğe dair
bilgilere o bilgiler kesin olmasa da - daha fazla
ilgi duyarız. Geleceği öğrenmek isteriz. Çünkü bilgi
güçtür. Geleceği bilen ona hükmedebilir, onu yönetebilir, onu pazarlayabilir, ondan kazanabilir. İnsanların
kâhinlere, büyücülere, burçlara, cincilere, bilim kurguya bu kadar rağbet etmesinin önemli bir sebebi de
bu olsa gerek.
G
Bir bahçıvan gibi olmalıyız. İman
tohumunu ekmek ve o tohumdan
onlar, yüzler, binler hasad etmek
için uygun bir toprak bakmalı,
uygun bir yürek, uygun bir zihin
kollamalı. Sabırla, karış karış,
gün gün o toprakla yoğrulmalı
zamanı gelince ekmeli, ayrık otları gibi zararlı akımlardan,
inançlardan, fikirlerden, günahlardan onu ayıklamalı.
Gelecekle ilgili olarak insanların en çok merak
ettiği ölümün ne zaman olacağı ve kıyametin ne
zaman kopacağıdır. Bu bilgi insanın normalde bir işine
yaramaz. Kıyametin ne zaman kopacağını bilseniz bu
size ne kazandırır dertten kederden gayri? Ama yukarıda sayılan sebepler dolayısıyla insanoğlu illede geleceği öğrenmek ister.
Nitekim buna dair sorular birçok defa Hz. Peygamberimize de sorulmuştur. Kuranda şöyle buyrulur
(Ey Muhammed): “İnsanlar sana kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah ka-
12
tındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.”1 Bazı hadislerde belirtildiğine göre peygamber efendimiz
kendisine kıyamet’in ne zaman kopacağı ile ilgili sorulara farklı zamanlarda farklı cevaplar vermiştir. Bazen
soran kişiye; - “Kıyamet için ne hazırladın?” Başka birine – “Kişi öldüğünde kıyameti kopmuştur.”diyerek kıyamet’in zamanını öğrenmeye çalışmak yerine ona hazırlık yapmaya çalışmanın önemine dikkat çekmiştir. Öyle ya hiçbir hazırlık yoksa kıyametin zamanını bilmenin ne faydası var? Ne zaman gelirse gelsin bu
kimse için fark etmeyecektir.
Kur'ân-ı Kerîm'e bakıldığında ayetlerde kıyametin mutlaka vuku bulacağına kuvvetli vurgu yapılır. Onun
kopuş zamanı yaklaşmış ve alâmetleri ortaya çıkmıştır. “Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyametin
kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah, her şeye
kadirdir.”2 Yine ayetlerde ortak vurgu kıyametin ansızın gerçekleşecek olmasıdır.
Kıyamet’in vaktinin ısrarlı sorulara rağmen gizlenmesine rağmen onunla ilgili ferdi ve toplumsal bazı işaretler verilmiştir.
İŞTE
KIYAMETİN İŞARETLERİNDEN BAZILARI:
1) İlim ortadan kalkıp cehalet yerleşecek,
2) Sarhoşluk veren içkiler yaygınlaşacak,
3) Zina açıktan işlenir hale gelecek,
4) Kur'an'ın önemi unutulacak,
5) Namaz kılınmayacak,
6) Emanete riayet edilmeyecek,
7) Faiz helâl sayılacak,
8) Seviyesiz ve şahsiyetsiz kişiler yönetici olacak,
9) Adam öldürme olayları ve fitneler fazlalaşacak,
10)Yeryüzünde Allah veya lâ ilahe illallah diyen bir kimse kalmayacak,
11) Ebeveyne isyan edilip beyler hanımların emrine girecek,
12) Toplumlar geçmişlerine lanet okuyacak,
13) Akşam mümin olarak yatan kişi sabah kâfir olarak kalkacak,
14) Yöneticiler insanlara zulmedecek,
15) Şerrinden korkulan kimselere itibar edilecek,
16) Ticareti dürüst olmayan gruplar ele geçire¬cek,
17) Mescitler süslenmekle birlikte ibadete önem verilmeyecek,
18) İnsanlar sosyal konumlarıyla ön plana çıkarılacak,
19) Erkekler kadınlara benzemeye çalışacak,
20) Açıklık yayılacak, hayâsızlık çoğalacak,
21) Cihad ve irşad faaliyetleri terkedilecek,
22) Sadece din dışı ilimler öğrenilecek,
Şubat 2011
13
23) Kader inkâr edilecek ve yıldız falına inanılacak,
24) Çobanlar zenginleşerek bina yapmakta yarışacak,
25) Zekât verilecek kimse bulunamayacak kadar servet çoğalacak,
26) Ani ölümler çoğalacak,
27) Cahil ve sahte zâhidler, sûfîler türeyecek,
28) Akrabalık bağlan kesilecek,
29) Yalancılar tasdik edilip doğru konuşanlara itibar edilmeyecek,
30) Kitapların sayısı artacak fakat ilim azalacak,3
Kıyametin adı; Sosyal bozulma ve ahlaki çöküş
Hadis-i şeriflerde bir çok kıyamet alametinden bahsedilir. Yukarıda verilen hususlar onlardan bir kısmıdır. Buradaki konulara dikkatle baktığımızda hadislerde sosyal bozuluş ve ahlâkî çöküşe vurgu yapıldığı, dinîiçtimaî hadiselere ve bazı tabiat olaylarına ilişkin oldukça ayrıntılı bilgilere yer verildiği görülür. Hz.
Peygamberimiz kıyametinin vaktine dair hiçbir bilgi vermezken nübüvvet dürbünüyle geleceğe bakıyor ve adeta
bir film gibi geleceği seyrederek ferdi ve toplumsal tehlikeler konusunda ümmetin karşılaşacağı manevi uçurumlar hakkında onları uyarıyor.
“Bu alametlerin hepsi zaten günümüzde var. Rüşvet, adam kayırma, cehalet, namazı, cihadı,
Allah için yaşamayı terk etmek, içki, faiz ve zinanın yaygınlaşması ve bu gibi ağır günahların açıktan yapılmaları, ticarette dürüstlüğün ve güvenirliliğin, yöneticilerde adalet ve merhametin kalmaması, hayâsızlığın artması, ani zenginliklerin ve ani ölümlerin çoğalması, sofu gözükenlerin
samimiyetsiz olmaları, doğrulara itibarın kalmaması, kitap, cd, radyo televizyon, internet gibi
bilgi edinme imkânının artmasına rağmen bilginin, alanında uzman bilgili, âlim insanların azalması, hayatın koşuşturması içinde insanların
birbirlerine, sevdiklerine, akrabalarına hatta
kendilerine zaman ayıramamaları, sıla-i rahmin
(akraba ziyaretlerinin, Allah için ziyaretleşmenin) azalması gibi hususlar zaten günümüzde
fazlasıyla gerçekleşmiştir” dediğinizi duyar gibiyim.
İşte tamda bu sebeple şu soruyu soruyorum kendime:
Bizler ileriki bir tarihte kıyametin kopmasını/kopacağını
bekler dururken yoksa kıyamet(imiz)koptu da haberimiz mi yok?
Bütün bu hadislerde / haberlerde kıyametin adı
net olarak ortaya konmuştur: Sosyal bozulma ve ahlaki çöküş. O halde hadisleri şöyle anlamalıyız. Hangi
toplum ve hangi fert, Allah yolundan ayrılır, namazı,
cihadı, Allah için yaşamayı, peygamber yolundan yürümeyi terk eder ve günah çukuruna düşerse o toplumun
ve o kişinin kıyameti kopmuştur.
O toplumda tüm yüce değerler alt üst olmuş, tüm ölçüler kaybolmuş, manevi değerler ölmüş ise kıyamet kopmuş demektir. Zaten kıyamet “dünyanın ölümü” anlamına gelmiyor mu? İnsani ve manevi değerleri
ölmüş bir toplumun yaşadığını söylemek orada insan olarak yaşamak mümkün mü?
14
Şubat 2011
Ne yapalım?
Öncelikle Allah yolundan ayrılmanın ve peygamber yolunu terk etmenin insanı helake götüren
büyük bir kıyamet olduğunun farkına varmalı. Sonra
şu sese kulak verelim Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hutbe verdi mi gözleri kızarır, sesi yükselirdi.
Sanki bir orduya "Düşmanınız akşama veya sabaha size baskın yapacak!'' diye tehlikeyi haber
veren komutan gibi (fevkâlade ciddi bir eda ile):
"Ben size, kıyamet şu iki parmak kadar yakınlaşmış olduğu bir zaman da peygamber gönderildim'' dedi ve şehadet parmağı ile orta parmağını
birbirine yaklaştırarak gösterdi. Sözlerine şöyle devam
etti:
"Bilesiniz, sözlerin en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed'in yoludur.
İşlerin en şerlisi de sonradan ihdâs edilenlerdir. Her bid'at dalâlettir."4
Hz. Peygamberimiz bir taraftan ümmetine tehlikeyi haber verirken diğer taraftan da son derece basit
bir şekilde kurtuluş çaresini göstermektedir: Allah’ın
kitabı olan Kur’anı rehber bilmek, onun hayata tatbiki
olan Hz. Peygamberimizin yolundan bir adım olsun
ayrılmamak, dine sonradan sokulmuş yanlış inanç ve
uygulamalardan (bidatlerden) uzak durmak.
Kıyametin ardından ba’sü ba’del mevt (ölümden sonra yeniden diriliş) gelecektir. O halde bizler Hz.
Peygamberimizin uyarısına kulak verip kendi nefsimiz,
neslimiz ve ait olduğumuz toplumun ba’su ba’del
mevti olacak, onları bu kıyamet ahvalinden kurtaracak işler yapmamız gerekir. Günümüzde cemaat cemaat, dernek dernek, vakıf vakıf, fert fert hepimiz bir
İtfaiye eri gibi çalışmalıyız.
Herkes hatta yanan mekanın sahibi bile-yangından kaçmaya çalışırken itfaiyeciler kendi mülkleri,
yakınları olmamasına rağmen nasılda yangını söndürmek için yangına su taşıyorlar. Alevde yanan bir
can olsa nasılda alevler içine dalıyorlar. Bir bahçıvan
gibi olmalıyız. İman tohumunu ekmek ve o tohumdan
onlar, yüzler, binler hasad etmek için uygun bir toprak bakmalı, uygun bir yürek, uygun bir zihin kollamalı. Sabırla, karış karış, gün gün o toprakla
yoğrulmalı zamanı gelince ekmeli, ayrık otları gibi zararlı akımlardan, inançlardan, fikirlerden, günahlardan onu ayıklamalı. Sonra Allaha tevekkül ederek
neticeyi ondan beklemeli. Ya verir ya vermez. Yangından kurtardığımız başta nefsimiz ve neslimiz olmak
Şubat 2011
üzere her can bizim cennetimiz olacaktır. Bahçemizde
yetiştirdiğimiz her gül cennetimizde de açacaktır.
Değilse oturup kıyamet zamanını beklediğimiz
müddetçe olacak olan Hz. Peygamberimizin haber
verdiği akıbettir:
“Allah’ın salih kulları birbiri ardından ahirete göçer; geride arpa ve hurma döküntüleri
gibi değersiz kimseler kalır. Allah Teala da onlara hiçbir değer vermez.”5
Can derdine düşmeden yangınların üzerine
giden itfaiyecilere, çorak arazileri gül bahçesine çevirmek için sabırla gayret eden bahçıvanlara selam
olsun.
......................................................
1)Ahzab, 63, A'raf-187.
2)Nahl, 77.
3)Diyanet İslam Ans. Kıyamet Alametleri mad.
4)Müslim, Cuma, 43
5)Buhari, Rikak, 9
15
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Hayata Kur'an
Penceresinden
Bakmak
Fuat TÜRKER
[email protected]
ur'an'ın bize bildirdiği din ile bugün toplumda
yaşanan din karşılaştırıldığında aradaki büyük
farkı görmemek imkansızdır. Kur'an'ın tarif ettiği
Allah'ın hak dini, toplumun yaşadığı din ise şeytanî
sistemin kendi ürettiği batıl dindir. Toplumdaki bu sapkın dinin ölçülerini ve bu dini yaşayan insan karakterlerini inceleyelim:
K
İman edenler hayata Kur'anî bakış
açısıyla bakarlar. Samimi Müslüman'ın farklı bir 'hayat felsefesi'
yoktur; şeytanın değil Allah'ın sistemine bağlıdır. Tek doğru yol Allah'ın bizler için seçtiği hak yol
olan İslam'dır
Bu dinin mensuplarının görüşleri ve sözleri tutarsız ve mantık dışıdır. İslam'a uymanın öneminden
söz eder ancak belli hükümlerin uygulanmasını yeterli
görürler. Çünkü bu sığ görüşlü kişilere göre diğer hükümleri uygulamak aşırılıktır. Hatta kendileri 'beğenmedikleri için' Kur'an'ın buyruklarına uymadıkları gibi,
diğer insanların da uygulamaması yönünde tavır alırlar. Söz konusu kişiler "Müslümanım" der ancak İslam'a göre yaşamayı istemezler.
Bu kimseler açıkça dini inkar etmezler. Çıkarlarına uygun olan kısımları kabul ederler ama kendi
düşük akıllarınca dinin bazı hükümlerinin değiştirilmesi gerektiğini düşünürler. Kur'an, Allah'ın son hak
16
kitabıdır; eksiksiz, noksansız ve kusursuzdur. Bu kişilerin Kur'an'a dair söyledikleri bir anlamda inkârdır.
Kur'an bu yapıdaki kişilerden şöyle söz eder:
"... Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp
da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık
sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet
gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
(Bakara Suresi, 85)
Dinden uzak sistemde Allah'ın hayat rehberi olarak indirdiği Kur'an, genellikle cenaze evlerinde okunan bir kitap olarak insan yaşamından uzak tutulur.
Atalardan kalma batıl kurallar ise din olarak benimsenir. Din de, yalnızca miras aldıkları kuralların bir parçası olduğundan, bu sistemin mensupları içlerinde
Allah'a karşı saygı dolu korku taşımazlar. Namaz, oruç
gibi ibadetleri yapar ancak bunları vicdani bir duyarlılıkla yerine getirmezler. Allah'ın gücünü gereği gibi
takdir etmez, ahirete de kesin bilgiyle inanmazlar;
kalpleri bomboştur.
Bu kimselerin duaları da farklıdır. Müminlerin
duaları imanda ve ilimde derinlik, Allah'ın rızasını ve
rahmetini kazanabilmek yönündeyken, onların duaları işlerinin açılması, daha iyi bir araba alabilmek,
sevdikleri kişi ile evlenebilmektir. Yetişkin çocuklara
sahip olan birer anne baba ise çocuklarının bir an
önce evlenmesi ve mürüvvetini görebilmek amacıyla
Allah'a yakarırlar. Oysa içinde rahmani merhamet
duygusu taşıyan anne ya da baba, çocuklarının ahiretini düşünür, dualarında öncelikli olarak onların sonsuz yaşamdaki mutluluklarını ister.
Toplumdaki bir başka sapkın inanca göre Allah
Yaratıcı olarak kabul edilir ancak yarattıkları üzerindeki eşsiz kudreti -haşa- önemsenmez. Birçok insan
doğumu ve ölümü Allah'ın belirlediğine, insanı zorluktan kurtaranın ya da hastalık durumunda şifa verenin Allah olduğuna inanırken, günlük hayatta
yaşananların Allah'tan bağımsız geliştiğini düşünür.
Oysa evrendeki küçük-büyük her detay, insan yaşamındaki her an, her yeni olay Allah'ın dilemesiyle,
O'nun üstün aklıyla ve O'nun belirlediği şekilde meydana gelir.
Bazı kimseler de kendilerince yeni bir Müslüman
kavramı üretir, "fırsatım olduğunda namazımı kılarım, kimse hakkında kötülük düşünmem, hır-
Şubat 2011
sızlık yapmam, iyi bir insanım, neden cehenneme gideyim?" gibi din dışı sözler söylerler. Oysa
Müslümanlık , 'insanlara kötülük yapmamak'tan ibaret
değildir, gerçek Müslümanlık samimiyettir; ihlasla Allah'ın sınırları içinde yaşama çabasıdır.
Kur'an'ın bazı hükümleri konusunda, hayatlarının çok yoğun tempolu olması yüzünden ibadete
vakit bulamadığını söyleyen kesim ise kendilerince teviller ileri sürer. Bu kişiler, gerçek bir ahiret inancına
sahip değildirler. Dinin birçok hükmü gibi, ahirete
iman konusunu da yalnızca dilleriyle kabul eder; kalpten inanmazlar. Bediüzzaman bu yapıdaki kişilerin durumu hakkında, imansız İslâmiyet'in kurtuluş sebebi
olamayacağını söyler.
Toplumdaki bir başka grup da cehennemde günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceklerini düşünür, dünyada harama girmeyi ve günah
işlemeyi kendilerine meşru görür. Oysa durum zannettikleri gibi değildir:
Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini
kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz
kalacaklardır. (Bakara Suresi, 81)
17
Parmağının ucu yandığında bile acı duyarken
insanın, cehennem azabı konusunda bu denli çirkin
cesaret sergilemesinin asıl nedeni ahirete kesin bilgiyle iman etmiyor olmasıdır. Samimi ve kesin bilgiyle inanan insan, ahiret konusunda her an korku
ve ümit içinde olur. Ve şöyle dua eder: "Rabbimiz,
bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi
kaydırma..." (Al-i İmran Suresi, 8)
Dini yaşamayan kişilerden "benim ailem çok
dindardı", " dedem dini konularda çok bilgiliydi" gibi açıklamaları çok sık işitiriz. Ya da birine
yaptıkları bir iyilikten zaman zaman söz eder, haklarında "ne iyi insan" denilsin isterler. Tüm bu davranışlarla karşılarındaki insanlar üzerinde iyi bir
izlenim bırakmaya çalışırlar.
Toplum dini bireylerinden "çalışmak ibadettir" sözünü sık sık duyarız. Kuşkusuz inanan her
insan temiz ve iyi bir ahlak göstererek çalışır. Ancak
çalışarak zaten ibadet edildiğini ve Kur'an'ın hükümlerini yerine getirmeye gerek olmadığını düşünmek yanılgıdır. İbadet, Allah'a kulluktur; işi gereği
18
insanlara yardımcı olmak ise yalnızca Allah'ın hoşnutluğu amacıyla yapılırsa ibadettir. Gerçek anlamda kulluk, Kur'an hükümlerini eksiksiz olarak
yerine getirmek için gayret etmek ve Allah'ın beğendiği ahlakı yaşamaktır.
Dinden uzak yaşayan bazı kişiler de rahat yaşamlarının verdiği güvenle 'Allah'ın sevgili kulu' olduklarını düşünür, "Allah beni sevmeseydi bu
aileyi, evi, malı, mülkü, vermezdi" ya da "Allah
her dileğimi kabul etti" diyerek doğru yolda olduklarını ifade ederler. Oysa bunun bir ölçü olmadığı Kur'an'daki "Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine
verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına
koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 55-56) ayetiyle haber verilir.
Kur'an'da tarif edilen mümin modeli, Allah'ın
hoşnutluğunu ve sevgisini bütün kişisel çıkarların
üzerinde tutan, ahireti için ciddi bir çaba içinde olan
samimi ve dürüst insan karakteridir. Toplum genelinde ise "din belli bir yere kadar yaşanır, aşı-
Şubat 2011
rıya kaçmamak gerekir" gibi din dışı mantık yerleşmiştir. 'Aşırı' olarak görünen ise Allah yolunda
çaba göstermek, inkarcı görüşlere karşı fikir mücadelesi içine girmektir.
Müslüman kimliğiyle bilinen birçok insan,
Rabb’ine olan sorumluluklarını unutarak, dünya hayatının yalnızca dünyevi şeyler üzerine kurulu olduğu yanılgısıyla, din ahlakını tebliğden ve Allah’ın
verdiklerini Allah yolunda kullanmaktan kaçınır.
Bu kimselerin en büyük amaçları para kazanmak, çocuklarına iş kurmak, geleceklerini garantiye
almak, onları evlendirmektir. Namaz kılar, kurban
keser, belirli ibadetleri yapar, vakit buldukça umreye
giderler. Kur’an ahlakının anlatılması ve yaygınlaştırılması amacıyla yapılan her türlü girişimde ise hep
geride kalır, yaşananları uzaktan izlerler. Yaşamlarında ve iman anlayışlarında akılcı ve aktif bir yaklaşımları yoktur.
Oysa Kur’an ahlakını anlatmak, iyiliği emredip
kötülükten menetmek müminlerin en önemli so-
rumluluklarından biridir. Ancak söz konusu kişiler bu
konuda hiçbir çaba içinde olmaz, riske girmezler.
İnsanın islam'ı kabul edip yaşamasının asıl nedeni, Allah'tan başka ilah kabul etmemesi, Allah'a
iman etmesi ve O'na teslim olmasıdır. Mümin,
Kur'an ahlakını yaşamak, yaygınlaştırmak ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla yaşar. Din
başka bir amaçla yaşanıyorsa, bunun adı gerçek
iman değildir. Samimi inanan insan, asla diğer insanlara gösteriş yapmayı, toplumda bir yer edinmeyi
ya da çıkar sağlamayı hedeflemez.
İman edenler hayata Kur'anî bakış açısıyla bakarlar. Samimi Müslüman'ın farklı bir 'hayat felsefesi'
yoktur; şeytanın değil Allah'ın sistemine bağlıdır.
Tek doğru yol Allah'ın bizler için seçtiği hak yol olan
İslam'dır.
"Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki
aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et."
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Türkiye
Müslümanlarının
En Büyük
Problemi
Mehmet TALU
ugün Türkiye Müslümanlarının en büyük problemi: İman meselesidir. Ülkemizde maalesef korkunç bir irtidat yani dinden çıkma cereyanı
vardır. Ne yazık ki, Müslümanlar, buna karşı alınması
gereken tedbirleri almıyorlar.
B
“Gerçekten; inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden, fidye olarak dünya dolusu
altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap
vardır; hiç yardımcıları da yoktur.”
Türkiye'deki iman hizmetleri kesinlikle yeterli değildir. Yapılanlar, yapılması gerekenin binde biri bile değildir.
İmanı olmayan bir insana yapılabilecek en büyük
iyilik: Onun imanlı olmasına vesile olmak, onun iman
etmesi için uygun şekilde çalışmaktır. Çünkü sahih ve
makbul bir iman insana ebedî mutluluk kazandırır.
Bir kimsenin hidayete ermesine yani doğru yolu
bulmasına, iman etmesine vesile olan kimsenin mükafatı hakkında Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Bir kimsenin hidayetine vesile olmak, üzerine güneşin doğduğu ve battığı her şeye sahip
olmaktan daha hayırlıdır."
20
Bu devirde insanlara yapılabilecek en iyi hizmet:
İmanı olmayanların iman etmeleri için yapılan "İman,
İslâm, Kur'ân hizmetidir."
İman etmiş bir kimse için ikinci önemli husus:
İtikadının, inançlarının, sahih, yani ALLAH Teâlâ katında geçerli ve makbul olmasıdır. Her Müslüman,
hem kendi itikadının, inançlarının, hem de din kardeşlerinin itikadının sahih, doğru olması için uygun
şekilde çalışmalıdır.
Din âlimi olmayan kimseler: İman, tashih-i itikad konusunda Kur'an-ı Kerîm'e ve Sünnete uygun
şekilde çalışan ulemaya, fukahaya, meşayihe, kâmil
mürşidlere destek vererek, onların teşkilatları içinde
çalışarak iman konusunda çalışabilirler.
Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük:
Onun imansızlaşmasına vesile olmaktır.
Şu anda dünya üzerinde geçerli, hak, doğru,
sahih bir tek doğru iman vardır. O da İslâm, Kur'an-ı
Kerîm, Sünnet imanıdır.
ALLAH Teâlâ hakkında sahih, doğru bir iman:
ALLAH Teâlâ’nın kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna iman etmek ile olur.
Müslümanların İmam-ı Kebiri: Resûlullah (S.A.V.)
efendimizdir. Ondan sonra Ashab-ı kiram (Radıyallahü anhüm ecmaîn), Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîndir. Bu üç
sınıfa Selef-i Sâlihîn denir. Ehl-i Beyt'i Mustafa da
bizim iman önderlerimiz ve imamlarımızdır... Onlardan sonra Eimme-i müctehidîn yani din imamları
gelir. İtikad konusunda Ehl-i Sünnetin iki imamı vardır: İmam Eş'arî ve İmam Mâturîdi. İmam Ebû Hanife
hem itikad, hem de ameliyat yani fıkıh konusunda
Ehl-i Sünnet'in imamlarındandır.
giderse en büyük zarara uğramış olur. İman yoksa
para, mal, mülk, büyük servet, tantana, şaşaa, debdebe hiçbir şeye yaramaz. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor:
“Gerçekten; inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden, fidye olarak
dünya dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç
yardımcıları da yoktur.”1
İman etmiş olmak, mü'min sıfatına sahip bulunmak bir Müslümanın kurtulmasına, ebedî saadet bulmasına, ömrü ölümüne bu iman ile bitişmek şartıyla
yeterlidir.
Cenâb-ı Hak cümlemizin imanını korusun, imanımızda bid'atler ve zaaflar varsa onları tashih etmemizi bize nasip etsin, bizlere doğrudan doğruya veya
dolaylı olarak ihlâslı iman hizmetleri yapmayı nasib ü
müyesser kılsın. Âmin.
Bir Müslüman iman ettikten sonra, Kur’an-ı Kerim’de, Sünnette, fıkıhta bildirilmiş olan sâlih amelleri
de eda etmesi gerekir.
İman En Büyük Değerdir
Bir Müslümanın en fazla koruması, üzerine titremesi gereken şey: İmanıdır. İman, iki şekilde korunur:
Bir Müslüman için en büyük değer imandır. Gerçekten iman etmiş bir Müslümanın sahip olduğu en
kıymetli şey: İmandır. Ona ebedî mutluluk kapısını,
imanı açar. İmanla yaşar ve ömrü, ölümüne imanla
bitişirse en büyük saadeti kazanmış olur. İmanı elden
Şubat 2011
1- ALLAH Teâlâ'dan, imanını korumasını can u
gönülden dilemek.
2- İmanının korunması için yapılması gereken
şeyleri yapmak, vesile ve sebeplere yapışmak.
21
İman, ALLAH Teâlâ’nın bir kuluna en büyük ihsanıdır. İman, bütün dünya işlerinden önemlidir. İman
hayattan da daha önemlidir. İnsan imanını kurtarmak
için gerektiğinde hayatını feda edebilmelidir.
Bir Müslümanın sekülerleşmesi imanına çok
büyük zarar verir. İmanının kayb edilmesine yol
açabilir ki, bu bir Müslüman için en büyük felaket
ve ziyan olur.
Müslümanın Üç Büyük Bayramı Vardır:
1- Mü'min olarak öldüğünde, buna hüsn-i hâtime denir.
2- Rûz-i Cezada, ALLAH Teâlâ’nın lütfu ve keremi ile Cennete konulduğunda veya Cehenneme konulursa, cezasını çektikten sonra oradan çıkarılıp
cennet'e konulduğunda.
3- Cennet'te Cemalullah ile şereflendiğinde.
İmanın en büyük düşmanı:
1- Kişinin nefs-i emmâresidir.
2- Lânetlenmiş şeytandır.
3- Kâfir münafıklardır.
Sadece "Lâ ilâhe illallah" demek mü'min
olmak için yeterli değildir. İmanın iki ana direği vardır. Birincisi Lâ ilâhe illallah, ikincisi Muhammed Resûlullah. Hz.Muhammed (S.A.V.) efendimizin
tebligatını, dâvetini duyup da bu ikinci kısmı kalp ile
tasdik, lisan ile ikrar eylemeyen kişi mü'min olamaz.
Şu anda dünyada İslam'dan başka hak din asla yoktur. ALLAH Teâlâ katında tek hak ve makbul din İslâm’dır. Bu, Kur’ân-ı Kerim’in kesin ayet-i
kerimeleriyle sabittir. İslam'dan başka hak din vardır,
bu devirde üç İbrahimî din vardır, bunların üçü de
haktır, üç hak din vardır diyen mürted olur, dinden
çıkar. Çünkü böyle bir inanç Kur’an-ı Kerim’e, Sünnete, İslam'a, sahih inanca kesin şekilde aykırıdır. Şu
anda bir tek İbrahimî din vardır. O da, Son Peygamber Hz.Muhammed (S.A.V.) efendimizin tebliğ ettiği
İslâm dinidir. ALLAH Teâlâ buyuruyor ki:
“Hiç şüphe yok ki, ALLAH katında hak,
makbul, geçerli din İslâm’dır.”2
“…Bugün size din olarak İslam’ı verip ondan
razı oldum, hoşnut oldum.3
Dünya ihtirasları, paraya ve mala put gibi tapmak,
zengin olmak için gayr-i meşru yani dinin yasakladığı
yollara sapmak imana zarar verir hem de çok verir.
İman bir bütündür, artmaz, çoğalmaz. Mü'min
olmak için imanın bütün zarurî unsurlarını kabul
etmek gerekir. Fakat imanın parlaklığı, nuru artabilir.
Müslümanların birinci insanî vazifesi: İnsanların iman
etmeleri için gereği gibi, en uygun şekilde, hasbeten
lillah çalışıp çabalamak, cehd ü gayret etmektir.
Faiz almak ve vermek helaldir inancı, yani faize
helal diyen dinden çıkar, imanını kayb eder.
İmanını kayb etmiş bir insanın tekrar imana kavuşması için çalışmak: Ulema, fukaha, gerçek şeyhler,
22
Şubat 2011
kâmil mürşidler, sûlehâ-i ümmet için farz-ı ayındır.
Müslüman avamın da onları desteklemesi gerekir.
İslâm zamana uydurulamaz
Bozukluklar ve sapıklıklar çağında yaşıyoruz.
Öyle ya, âhir zamandayız. Böyle bir devirde, bozuk
ve sapık ideolojiler karşısında İslâm'dan tâviz yani
ödün vermek büyük bir hıyanet olur.
İslâm, ALLAH Teâlâ tarafından Son Peygamber
(S.A.V.) efendimiz vasıtasıyla gönderilmiş hak dindir.
Biz Müslümanlar, kendimizi bu doğru dine uydurmakla yükümlüyüz.
Müslümanların ana vazifelerinden biri, İslâm'ı,
aslına uygun ve bütün olarak korumaktır.
İslâm zamana uydurulamaz. Zaman İslâm'a uydurulmalıdır. Bir kısım zamane Müslümanları İslâm'ı
kendilerine uydurmak istiyor. Bu, çok büyük bir şaşkınlık ve sapıklıktır.
İslâm evrenseldir. Bu Yüce Din'de reform, yenilik değişiklik yapılamaz.
İslâm'ın dışında gerçek mutluluk yoktur. ALLAH
Teâlâ buyuruyor ki:
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bu
ondan asla kabul edilmeyecektir. Ve o kimse,
ahirette de hüsrana, en büyük zarara uğrayanlardan olacaktır.”4
İslâm dışı mutluluklar şeytanî, aldatıcı ve yalancı
mutluluklardır.
Müslümanlara demokrasiyi bir din gibi empoze
etmek yani dayatmak istiyorlar. Demokrasi din değildir, bir yönetim sistemi ve felsefesidir.
Yine Evrensel İnsan Hak ve Hürriyetlerini din
gibi benimsetmek istiyorlar. Bu konuyla ilgili beyannameler, sözleşmeler, metinler yüzde doksan, belki
daha fazla İslâm'a uygundur. Lakin biz bu beyanname
ve sözleşmeleri din gibi benimseyemeyiz. Onlardaki,
dinimize uygun olan maddeleri kabul ederiz, dinimize
uygun olmayanları kabul etmeyiz.
Feminizm İslâm ile uyuşmaz. Feminizm insanlar
tarafından çıkartılmış bir ideolojidir. Dinimizin kadınlarla ilgili kısmını Feminizm ideolojisine uydurmaya
kalkmak hıyanet olur.
Şubat 2011
İslâm'ın faiz yasağı mutlaktır, Kıyamet'e kadar
geçerlidir. Tesettür de böyledir. Beş vakit namaz bu
dünya batıncaya kadar kılınacaktır. Oruç bu dünyanın sonuna kadar tutulacaktır. Zekât yine dünya zamanının bitmesine kadar verilecektir.
İslâm, kul yapısı uyduruk, derme çatma, toplama bir ideoloji, sistem, düzen değildir ki, eskisin, bir
müddet sonra yenilenmeye ve reforma muhtaç olsun.
Evet çeşit çeşit ideolojilerdeki, demokrasideki, insan
hakları beyannamelerindeki İslâm'a zıt, İslâm'la uyuşmayan bütün maddeler yanlıştır.
Bu dünyada şu anda ahlak bakımından İslâm'a
uymayan bir yığın uygulama görülmektedir. Bunların
hepsi yüzde yüz batıldır.
İslâm yalan söylemeyi hırsızlığı, emanetlere hıyanet etmeyi, haksız yere adam öldürmeyi, içkiyi, kumarı, gıybeti yasak ve haram kılmıştır. Bu haramlar
Kıyamet'e kadar hüküm sürecektir.
İslâm lüksü, israfı, aşırı tüketimi yasak kılmıştır.
İslâm harp hileleri ve hud'aları dışında insanları aldatmayı haram kılmıştır. İslâm, cinsel konularda iffetli olmayı emretmiştir. İslâm'ın en temel emirlerinden biri
haram yememektir. Bu emirler ve diğerleri kıyamete
kadar bakîdir.
23
Bazı kimseler "Bozuk düzenlerde haram
yenir, rüşvet alınır, kara servet elde edilir" gibi
yanlış laflar ediyor. Bunlar kişiyi dinden çıkartacak derecede vahim sözlerdir.
İslâm'ın istikamet yani doğruluk dürüstlük emri
bir farz-ı ayındır, hükmü kıyamete kadar bakîdir.
Bizim ebedî saadetimiz, İslâm'ı ALLAH Teâlâ’nın rızasına, Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin
sünnetine göre anlamak, yorumlamak ve uygulamak
ile mümkündür.
Bugünkü medeniyetin, içinde yaşadığımız çağın
İslâm'a uymayan, İslâm'a zıt düşen bütün ilkeleri, hükümleri, öğretileri batıldır.
İslâm'ı bunlara uygun hale getirmeye çalışanlar
şaşırmış ve dalalete düşmüş kişilerdir.
İslâm'ı, Kur’an-ı Kerim’i, Sünneti doğru öğrenmenin, doğru anlamanın, doğru yorumlamanın ve doğru
uygulamanın tek doğru yolu ve metodu vardır: Selef-i
Sâlihînin anladığı ve anlattığı İslâm'a bağlı kalmak.
Bunun için de, dinimizi icazetli ulemanın, icazetli fukahanın, icazetli gerçek şeyhlerin, kamil mürşidlerin anlattığı gibi anlamalıyız.
Bu saydıklarımı bırakıp da azılı Farmason Afganî'nin veya benzerlerinin peşine düşersek sapıtırız.
Evrim teorisi, adı üstünde teori!.. İslâm ile uyuşmayan batıl bir teoridir. İslâm sosyalizmi, İslâm kapitalizmi, İslâm feminizmi, İslâm demokrasisi olmaz.
İslâm Hıristiyanlığı diye bir şey de olamaz.
24
Bütün hükümlerini yerine getiremesek de, dinimizi bozmayalım, tahrife yeltenmeyelim. Helalleri
haram yapmak, haramları helalleştirmek küfre sebep
olan bir sapıklıktır. Eimme-i müctehidîn yani din
imamları, yedi tabaka fukaha, âlimler, mürşid-i kâmiller İslâm'ı bize nasıl anlatmışlarsa doğru olan odur.
Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamak için ehliyetli, icazetli,
liyakatli müfessirlerin tefsirlerini okumalıyız. Kur’an-ı
Kerim ve Sünnet hükümlerinden kıl kadar ayrılmamalıyız. Bugünkü medeniyet bozuktur. İslâm'ı ona uydurmaya kalkmak cinnettir, cinayettir, hıyanettir.
Müslümanlar kötülüklere muhalefet etmelidir
Bugün, sosyal ve kültürel bakımdan nasıl bir ortamda yaşıyoruz? Ne yazıkki çok bozuk, İslam'dan çok
uzaklaşmış, fısk ve fücurun yaygın olduğu, bütün çivilerin yerinden oynamış olduğu, azgınlıkların, fuhşiyatın toplumu çepeçevre sardığı, dinsizlik ve densizlik
kasırgalarının şiddetle estiği bir ortam içindeyiz.
Dinin direği olan beş vakit namaz büyük ölçüde
terk edilmiş, insanlar şehvetlerine uymuş, bina ve zina
artmış; iktisadî, ticarî ve mâlî hayatta faiz çok yaygın
ve yoğun hale girmiş, eğitim kirlenmiş.
İrtidat yangınları cemiyeti kasıp kavuruyor.
Müslümanların başında bir reis, İmam, Emîr
yok. Ümmet paramparça olmuş. Bir sürü cemaat,
fırka, hizip, grup oluşmuş. Bunların arasında bağ yok.
On, yirmi cemaat reisi senede üç kez bir araya gelip de
görüşmüyor.
Ümmet içinde bozuk ve bid'at itikadlar yayılmış.
Bunların bazısı küfre kadar yol açabilecek vehamette.
Milyonlarca Müslüman sekülerleşme zokasını yutmuş.
Şubat 2011
Evet böyle bir ortamda ne yapılır? Mutlaka
bütün kötülüklere muhalif olmak gerekir. Bu muhalefet, yapıcı yani müsbet olacak, uyarıcı olacak, hayırlı
bir muhalefet olacak.
Yapıcı mahiyette olmak şartıyla kötülükleri, haksızlıkları tenkit etmemiz gerekir. Siyasî mahiyette olmamak şartıyla memleketteki içki üretim ve tüketimini,
içkinin teşvik edilmesini tenkit etmeliyiz. Seks azgınlıklarını ve sapıklıklarını, fuhşu, zinayı tenkit etmeliyiz.
Okul çocukları kürtaj yaptırıyormuş... Uyuşturucu ilköğretim okullarına kadar girmiş, on yaşında masumlar
beyaz kullanıyormuş... Bu kötülükleri tenkit etmeliyiz.
İslam'da zaruret yok iken ağaç kesmek, yeşillikleri tahrip etmek yasaktır. Bugün ülkemizde ağaç ve
yeşillik katliamı vardır. Bu katliamı tenkit etmeliyiz.
Zenginler daha zenginleşiyor, fakirler daha fakirleşiyor, sosyal adalet yok. Piyango, lotarya, talih oyunları, kumar çok yaygın hale geldi. Bilet gişelerinin
önünde uzun kuyruklar var. Dinimiz kumarı, piyangoyu yasak ve haram kılmıştır. Bunu Müslümanlar
tenkit etmeyecek de kimler edecek? İçki ve kumar,
bütün kötülüklerin anasıdır. ALLAH Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, tapmak
için dikilen taşlar putlar, fal ve şans okları
ancak şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının, uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”5
Adı ne olursa olsun şans oyunu niteliğinde olan,
emek veya sermaye riski taşımayan, sonunda oynayana kazanç veya zarar getiren zar, oyun kağıtları,
müşterek bahis gibi her türlü şans ve talih oyunları,
büyük olsun küçük olsun hepsi kumar sayılmaktadır.
Şöyle ki :
a- Millî ve millisiz bütün piyango biletleri, eşya
piyango biletleri kumar olup bunları almak, satmak
kesinlikle haramdır. Bunlardan kazanılan para da
gayr-ı meşrudur, haramdır. Faiz, kumar, rüşvet, piyango v.b. haram yolla elde edilen gelirin cami, okul
yapımında kullanılması veya vakıflara bağışlanması
dinimize göre caiz değildir. Haram kazanç ile hayır yapılamaz. Bunların resmî kurumlar tarafından tertip ve
organize edilmesi, himaye görmesi veya bir kuruluşun, herhangi bir kurumun menfatına olması onun
dînen meşrû ve câiz olduğu anlamına asla gelmez.
Çünkü helal ve haram kılıcı sadece ALLAH Teâlâ'dır.
Bu hükmü hiçbir kimse, hiçbir kuruluş ve hiçbir merci
değiştiremez. Bunu inkâr eden kâfir olur. İnkâr etmeden uymayan da günahkâr olur.
Sadece piyango değil bütün şans ve talih oyunları dinimize göre haramdır. Şans ve talih oyunlarından çıkan para helal değildir. Maide Sûresi, 90. ayet-i
kerimesinde geçen: El-meysir ve El-ezlam kelimeleri
bunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Aslında bütün
şans oyunları haksız kazancın, insanların rızasını almadan onların malını zorla almanın, kumarın diğer
bir adıdır. Bu hususta aksi görüş beyan eden kimselere
itibar etmemek gerekir. Bunların akademik unvan taşımaları da kimseyi aldatmamalıdır. Bu sebeble:
Spor Toto, Spor Loto da bir kumardır. At yarışları ve diğer koşular birer sportif oyun oldukları halde,
bunlardan hangilerinin kazanacağına dair girişilen paralı iddialar da yine birer kumardırlar.
Oynanan tombala, fırdöndü ve her türlü kağıt
oyunları ve neyine olursa olsun, hatta ucunda bir lokumuna veya bir çayına bile olsa, kumar kokusu bulunan tüm iskambil, dama, taş ve benzeri bilumum
oyunlar kumardır. Hepsi haramdır. Hatta fukaha: Çocukların aşık, ceviz, badem ve yumurta oynamalarını
bile kumardan saymışlardır.6 Bütün bunları Müslümanlar tenkit etmeyecek de kim edecek?
Şubat 2011
25
Lüks ve israf aldı yürüdü... Haram yemek genel
hale geldi... Daha bin türlü haram ve yasak iş, kötülük
âşikâre, genel ve yoğun şekilde işleniyor... Müslümanların bütün bunları tenkit etmesi gerekir.
Bu tenkit ve muhalefet işini herkes doğrudan
doğruya mı yapacaktır? Hayır...İlmi, iktidarı, imkanı
olanlar doğrudan yapacak, Müslüman halk da onları
destekleyecektir.
Meselâ: Herhangi bir kötülük aleyhinde çok faydalı, çok tesirli, etkili, çok uyarıcı bir broşür hazırlanacak, bir milyon adet basılacak, Müslüman halk bunu
maliyet fiyatına alıp dağıtacaktır. Bir milyon adet de
yetmez. Bir yıl içinde beş milyon dağıtılacaktır. Böyle
birçok risaleler yayınlanacaktır.
Böyle bir hizmeti yapmak için: Partiler, dernekler, cemaatler, tarikatlar üstü bir "İyiliği Emr Etmek,
Kötülüğü Nehy Etmek Derneği" kurulur, bu dernek siyasî faaliyet ve yayın yapmaz. Sadece ahlakî,
kültürel, sosyal hizmet yapar. Yukarıda anlattığım risaleleri de hazırlatıp bastırır.
Milyonlarca Müslümana faizin haramlığı ve bundan mutlaka kaçınmaları gerektiği, kaçınmazlar ve
uzak durmazlarsa dünyada ve ahirette ceza görecekleri anlatılmalıdır.
Genç nesiller, çocuklar çok kötü yetiştiriliyor..
Hepsi için söylemiyorum ama tesettürlü bir
kısım Müslüman kadın ve kızlar çok kötü giyiniyorlar...
Müslümanlar İslam'a, Kur’an-ı Kerim’e, Sünnete, Şeriata uymayan bir hayat tarzı içindeler...
Yüzlerce büyük, binlerce küçük kötülükten birini
bilhassa özel olarak zikr edeyim: Cuma günü Cuma
ezanı okununca Müslümanlar dükkanlarını kapatmıyor, ticarete ara vermiyor.
Sokaklarda, caddelerde, meydanlarda, toplu taşıma vasıtalarında, herkesin arasında birtakım serbest
gençler sarılıp öpüşüyor. Eskiden böyle bir şeyi fahişe
kadınlar bile açıkta yapmazdı...
Uyanık, şuurlu, vicdanlı bir Müslüman iyiliği
destekler, kötülüğü köstekler. Din dilinde buna emr-i
mâruf ve nehy-i münker denir ki, farzdır. Bu işi idareciler fiilen, alimler ve arifler söz ve yazı ile yaparlar.
Halk da iyilikleri isteyerek, kötülüklere buğz ederek
kalben yapar.
Geçenlerde Mavi Marmara gemisi karşılanırken
Müslüman kalabalık içinde biri erkek, ötekisi kız iki
genç laubali ve serbest hareket etmişler, kalabalık erkeği dövmüş. Bence bu dövme işi yanlış olmuştur. Delikanlıya söylenmek, onu azarlamak yeterdi.
Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimiz:
‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’7 buyurmuşlardır. Bütün aşikare işlenen günahlar
ve haramlar, her tür fuhşiyyat, küçük çocukların uyuşturucu kullanması, yüzlerce çeşit azgınlık hep birer
haksızlık ve zulüm değil midir?
Bunları tenkit etmek, bunları yasal sınırlar içinde
önlemeye çalışmak, bu konularda Müslümanları uyarmak, yazımızın başında anlattığımız muhalefet vazifesi
ve hizmetidir.
Ülkemizdeki milyonlarca Müslüman bu konuda
baskı yapmalıdır. İdareciler uyarılmalıdır.
Aksi takdirde, yani bu vazifeyi terk ve ihmal
edersek ALLAH Teâlâ'nın tokadını yemekten korkalım. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, emr-i mâruf ve
nehy-i münker yapmayan bir şehrin üzerine azap indiğini haber veriyor. Hem de, o şehirde on sekiz bin
âbid, Peygamberler gibi ibadet eder olduğu halde...
26
Şubat 2011
Müslümanlar nasıl ve nelerde birleşmelidir?
Türkiye Müslümanları nasıl birlik ve beraberlik
içinde, müttehid, müttefik ve muzaffer olabilir? Bu hayatî ve çok önemli sorunun cevapları aşağıdadır:
1- Başlarına ehil, lâyık, vasıflı, âlim, fazıl, ahlaklı,
faziletli, dirâyetli, firâsetli, mücâhid fi sebilillah, zâhid,
kâmil, bilge bir reis seçerler, ona biat ve itaat ederler,
onun hazırlayacağı programda kendilerine düşen, verilen vazifeleri yerine getirirler.
2- Bütün maddî imkanlarını olgun ve vasıflı medenî, şehirli Müslüman elemanlar yetiştirmek için
uygun ve geçerli bir plan ve program dahilinde harcarlar.
3- Cemaat, hizip, fırka asabiyetini terk edip
Ümmet şuuruna sahip olurlar.
4- Bir tashih-i itikad seferberliği başlatırlar.
5- Beş vakit namazı cemaatle eda ederler.
6- Zekatları Kur’an-ı Kerim’e, Sünnete, icmâ-i
ümmete, fıkha, Şeriata uygun olarak öncelikle fukara
ve mesâkîn-i müslimîne ve diğer hak edenlere verirler.
7- Dinin kesinlikle yasaklamış olduğu lüksü, israfı, sefahati, gıybeti, çekişmeyi bırakırlar.
8- Her türlü fuhşiyyatı, azgınlıkları alenen işlemeyi terk ederler.
9- Dünya işlerini adaletli bir şekilde yürüttükleri
ve dünyayı Şeriata uygun bir şekilde imara devam ettikleri halde âhirete dönük olurlar.
10- Emr-i mâruf ve nehy-i münker yaparlar.
11- İslam ahlakının ilkelerine sımsıkı riayet ederler.
12- Niyetleri, iradeleri, teşebbüsleri, baskıları ile
Türkiye'yi dünyanın en temiz ve şeffaf, en âdil ve güvenli ülkesi haline getirirler.
Kurtuluş İslamî edebiyatla olmaz. Kurtulmak için
doğruları bilmek, onları hayata uygulamak gerekir.
Haram yemenin yaygın, yoğun ve genel olduğu Müslüman bir toplum kurtulmaz, iflah olmaz.
Bilhassa itikad sahasında bid'atlara batmış, namazı terk etmiş, fısk ve fücuru alenen ve âşikâre işleyen, faize gömülmüş olan, zenginleri lüks ve israf
sergileyen, birbirinden kopuk bir sürü hizbe ve cemaate ayrılmış bulunan, din hizmetlerini genellikle
hobi haline getirmiş olan Müslüman bir toplum kurtulmaz.
Türkiye halkı itibariyle bir islam ülkesidir!
Çünkü halkının büyük çoğunluğu Müslümandır.
Günde beş vakit ezan okunmaktadır. Cuma namazı
kılınmaktadır, oruç tutulmaktadır, hacca gitmek serbesttir, Müslüman cenazeleri İslam dininin hükümlerine göre toprağa verilmektedir.
Fakat Türkiye devleti bir İslam devleti değildir.
Laik bir devlet te değildir. Çünkü Din ile devlet barışık değildir. Devlet daha doğrusu rejim dine ve dindar
Şubat 2011
27
halka baskı yapmakta, onların temel hak ve hürriyetlerini kısıtlamaktadır.
Devlet ile rejim yani sistem, düzen aynı şey değildir, özdeşleştirmek doğru olmaz. Çünkü devlet ile
rejim ayrı şeylerdir. Devlet cevherdir, rejim ise araz.
Devlet bizim devletimizdir, sistem,düzen bizim değildir.
Bu sebeple yıkılsın bu devlet demek doğru değildir. İnsan, içinde yolculuk ettiği uçağın düşmesini,
geminin batmasını, otobüsün uçuruma yuvarlanmasını ister mi hiç? Devlet ayakta dursun, kötü düzen
veya sistem gitsin, yerine iyisi, âdili gelsin.
Türkiye Darülharbtir denilerek, İslam'ın yasak ve
haram kıldığı münker şeyler yapılamaz.
Bozuk, fâsık, fâcir, günahkâr, isyankâr Müslümanları, kalplerinde zerre kadar iman varsa asla onları
kardeşlikten atamayız, onlara ihanet edemeyiz.
Müslüman Müslümanı aldatamaz. Çünkü Ebu
Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
Efendimiz:
“Bizi aldatan ve kandıran bizden değil8
dir” buyurmuşlardır.
Kötü Müslümanların ıslahına dua etmeliyiz. Onları akılları ve kültürlerine göre uyarmak ve ıslah
etmek için sabırla propaganda yapmalıyız.
Müslüman olmayanlara karşı vazifelerimiz elbette vardır. Gayr-i Müslimleri İslam'a ve imana davetle mükellefiz. Bu davet en güzel, en uygun şekilde
yapılmalıdır.
Türkiye'de irtidat yani dinden dönüş, dinden
çıkış cereyanı maalesef vardır.
En hayırlı Müslüman: İhlaslı olmak şartıyla en
âlim, en ârif, en ahlaklı, en faziletli, en takvalı, en hayırsever, en zâhid, en mücahid olandır.
...................................................
“Ey iman edenler!
Şarap, kumar, tapmak
için dikilen taşlar putlar, fal ve şans okları
ancak şeytan işi birer
pisliktir. Bunlardan kaçının, uzak durun ki
kurtuluşa eresiniz.”
1)Âl-i İmrân sûresi:91 2)Âl-i İmran Suresi: 19
3)Maide Sûresi: 3 4)Âl-i İmran Suresi: 85
5)Mâide Sûresi: 90-91
6)Âlûsî, Tefsir, Bakara:219; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 2/765
7)Nevevi, el-Ezkar, Hıfzullisan, Sh:479 (888 no lu hadisin açıklamasında)
8)Müslim, İman:164, No:102; Tirmizî, Büyû:74; Ebu Dâvud, Büyû:52; İbn Mâce, Ticarât:36
28
Şubat 2011
BEKLEDİM BAB-I GÜLİSTAN
Bekledim bab-ı gülistan nev-baharım gelmedi
Açmadı goncasını ol taze narım gelmedi
Aşıkam leyl ü nehar her yanı gözler gözlerim
Kalmadı sabra tahammül cümle varım gelmedi
Ben benim benliğimi terk eyledim her ne ki var
Bu cismimde ta’dad ile can bulunsa sad-hezar
Cümlesin kurban edeydim rahında her ne ki var
Hayf ola kim geçti eyyam ol hünkârım gelmedi
Çekemez ins ü melek bu hasreti dağ ile taş
Yedi deryaya mukabil çeşmimden akan bu yaş
Ömrümü eyledim ifna günbegün yavaş yavaş
İhtiyar oldum bu yolda hâlâ yârim gelmedi
Eyle ya Rabbi inayet sen keremler kânısın
Bu dil-i mecruhuma sen dertlerin dermanısın
Zikrî’yi affeyle kim sen cümle şahlar şahısın
Can içinde beyt-i rahmana cânânım gelmedi
Zikrî (1873–1939)
Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Babanın halifelerinden Abdulğani Efendi.
Şubat 2011
29
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
İman Etmeye
Önemli Bir
Engel :
Körü Körüne
Taklid
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE*
nsani, düşünüp tefekkür ederek tahkikî bir iman
elde etmekten alıkoyan sebeplerden birisi de körü
körüne taklittir.
İ
Zamanımızda, inancı zayıf veya inkârcı
bazı insanların düştüğü bir diğer hata
ise, aslında Allah'ın isimlerinin tecelligâhı olan, İslâm dinine asla aykırı
yönü bulunmayan, şeriât-ı fıtriyenin
birer kanunları hükmünde olan müsbet
ilimlerin hızla ilerlediği çağımızda insanın, ölümsüzlüğünün ve dolayısıyla
âhiretin yokluğunun tesbit edileceği
Müşrikler, peygamberlerin davetine karşılık, "biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola tabi oluruz"1 red cevabını vermişlerdir. "Bilâkis onlar öncekilerin dediği gibi dediler. Dediler ki, biz ölüp
toprak ve kemik olduktan sonra mı dirileceğiz?!.."(Mü'minûn, 81) âyeti de, insanların fıtratlarının gereği olarak, tarih boyunca aynı şüphe ve itirazları öne
sürdüklerini ifâde ettiği gibi, sonrakilerin bir delil veya
burhana dayanmaksızın, öncekileri taklid ettiklerini de
ifâde etmektedir.2
şeklindeki bâtıl zandır.
Aslında kâfirlerin çokluğunun ve âhiret gibi, bazı
imân hakikatlarının inkârının şu sebeplerden dolayı
hiç bir önemi yoktur: Bir kere, kıymet kemiyette değildir. Çünkü insan insan olmadığı zaman zararlı bir
hayvana dönüşür. Hayvanların çokluğunun ise, bir
kıymeti yoktur.
30
İkincisi, inkâr nefiydir. Yani bir şeyin yokluğunu
olmadığını iddia etmektir. Binlerce nefyedici ise ispat
edenlerden iki kişiye râcih gelmez. Meselâ İstanbul
ahalisinin hepsi Ramazan hilâlini nefyetseler, görmedik deseler; iki şâhit ise ispat etseler, gördük deseler, ispattaki dayanışma ve destekleme sırrıyla onların
hepsine üstün gelirler. Çünkü, ispatın nazarı nefsu'lemre yani işin hakikatine bakar, nefyin nazarı ise, nefyedenin nefsine bakar ve ona göredir. Meselâ, gök
yüzünü bulut kapatsa, o belde ahâlisinden pek az
kimse güneşi görür. Bu durumda, nefyedenler mütevatir, görenler ise çok azdır, dolayısıyla çoğunluğa
tabi olmak evlâdır diyebilir miyiz?! Hayır! Çünkü
güneşi görmeyen kimse nefsu'l-emirde ve gök
yüzünde güneş yok değil de, bana göre ve kanaatime göre güneş yok der. Böylece yoktur iddiâsının çok sayıda olmasının, nefyedenler
arasındaki bu özellikten dolayı bazısının hükmü
diğer bazısını kuvvetlendirmez. Onların icma'ları,
bir tek kişi kıymetindedir. Bir yerden bir yere atlamak veya dar bir oyuktan geçmek gibidir, çokluğun
faydası olmaz. İspat edenler, vardır diyenler ise, iddiâ
ettikleri şeyin aynı ve kuvvetlerinin birbirine destek
vermesinden dolayı böyle değillerdir. Onların durumu ise, büyük bir kayayı kaldırmak için yardımlaşan kimseler gibidir.3
Üçüncüsü, bir şeyden uzakta olan yakın olan
gibi değildir, Uzakta olan çok zeki ve çok akıllı da olsa,
o şeyi yakındaki kimse gibi bilemez. Eğer muâraza etseler mutlaka ikincisi, yani yakında olan tercîh edilir.
İşte maddiyâta dalmış Avrupa filozofları da, İslâm,
imân ve Kur'ân'dan çok çok uzak mesafelerdedirler.
Onların en büyük filozofları Kur'ân'ın meâlini icmâlen
bilen amî bir mü'mine bile müsâvi değildir. Hem, kim
bir şeyle çok meşgûl olursa, çok defâ başka hususlarda
gabîleşir, aptallaşır. Bu yüzden devamlı maddiyâtla
meşgûl olanlar, manevî sahalarda gabîleşirler. Dolayısıyla şimşek ve buharın özelliklerini keşfeden bir kimse
nasıl olur da hakikâtin sırlarını ve Kur'ân'ın nûrlarını
anlamaz? diye sorulamaz. Evet, anlayamaz çünkü,
onun aklı gözündedir, ancak gördüğüne inanır, göz ise
kalp ve rûhun gördüklerini göremez. Bilhassa çok uzak
olursa, gafleti tabiat haline dönüşmüş ve kalbi ölmüşse
hiç anlayamaz. Böylelerinin sözü manevî meselelerde
hüccet sayılamayacağı gibi, onların sözüne kulak da
verilmez. Tedavi için, tabip yerine mühendisin kapısını çalmak ne derece yanlış bir davranış ise, manevî
konularda onlara müracaat etmek de öyledir.4
Bu prensiplerden haberdar olmayan câhil kimseler, dünya işlerinde çok akıllıdır diye tavsîf ettikleri
Şubat 2011
kimselerin, âhireti inkâr etmelerinden dolayı aldanarak şöyle demişlerdir: «Eğer âhiret gerçek olsaydı, böylesine çok akıllı ve anlayışlı kimseler onu inkâr
etmezlerdi. Böyleleri bilmiyorlar ki, akıl her ne kadar kıymetli bir cevher ise de, ancak nereye yöneltilirse oraya
yönelir ve yöneltildiği şeyleri bilir. Ahiret işlerine yöneltilirse onları, dünya işlerine yöneltilirse onları bilir..."5
Zamanımızda, inancı zayıf veya inkârcı bazı insanların düştüğü bir diğer hata ise, aslında Allah'ın
isimlerinin tecelligâhı olan, İslâm dinine asla aykırı
yönü bulunmayan, şeriât-ı fıtriyenin birer kanunları
hükmünde olan müsbet ilimlerin hızla ilerlediği çağımızda insanın, ölümsüzlüğünün ve dolayısıyla âhiretin
yokluğunun tesbit edileceği şeklindeki bâtıl zandır.
Bu cahillerden birine göre, beşer müstakbelde
her derdin devasını bulacak, ölümü ortadan kaldıracak, ahlakı yükseleceğinden harpler ve haksızlıklar ortadan kalkacak, böylece cennete ve ebedî hayata bu
dünyada kavuşulacak, artık bundan sonra âhiretin
cennetine ihtiyaç duyulmayacaktır (!)6
Bu cahiller bilmiyorlar ki, onların zannının aksine, müsbet ilimler iman hakikatlarının gerçekliğine
dair şahitlerle doludur. Yeter ki bu ilimlere sahtecilik
ve yanlış bilgiler katılmasın.
................................................
* . Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1) Bkz. Bakara, 170; Yûnus, 78; Yusuf, 79; Lokmân, 21; Zuhruf, 22, 23.
2) Merağî, XVIII, 46.
3)Bkz. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 175-176, 273; es-Saykalu'l-İslâmî, s.12-13.
4)Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 411; Asâr-ı Bediiyye, s. 167-168.
5)Rağıb, Tafsîlu'n-Neş'eteyn ve Tahsîlu's-Seâdeteyn, s. 180.
6)Mustafa Sabri, Mevkıfu'l-Akl, Daru İhyai't-Turasi'l-Arabî, Beyrut, 1992, 3.bsk. s. 404
.
31
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Sünnet'in
Otoritesi
Dr.Ebubekir SİFİL
slam'ı ve Müslümanlar'ı tarihsel düşman olarak
bellemiş bulunan Batı'nın, bu düşmanı ortadan
kaldırmak veya en azından etkisiz hale getirmek
için tarih boyunca çeşitli yöntemler kullandığını, bu
durumun günümüzde de aynen devam ettiğini ayrıca belirtmeye gerek yok.
İ
"Ey iman edenler! Allah'a itaat
edin. Peygamber'e itaat edin.
Sizden olan emir sahiplerine de
(itaat edin). Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz,
onun çözümünü Allah'a ve
Resulü'ne havale edin"
Haçlı seferleri, fiilî işgaller, sömürgeleştirme,
misyonerlik faaliyetleri ve nihayet Oryantalistler'in
gayretleri, Batı'nın İslam'ı çökertme emelini gerçekleştirmek üzere uygulamaya koyduğu yöntemlerden belli başlılarıdır.
Bu yazının konusunu, bunlar arasında Oryantalistik yöntemin ilgi alanına giren ve kaynağını
orada bulan bir "problem" oluşturmaktadır: Sünnet'in otoritesi ya da Hz. Peygamber (s.a.v)'in teşri
(hüküm koyma) yetkisi.
Kur'an'ın tefsiri, beyanı, hayata açılımı noktasında tek bağlayıcı merci Sünnet'tir ve bu, bizzat
Kur'an tarafından ortaya konmuş bir realitedir.
32
Efendimiz (s.a.v)'e itaati ve ittibayı emreden, O'na
muhalefetten sakındıran Kur'an ayetleri bu hususu
tartışma götürmez bir kesinlikte ortaya koymaktadır.
Bu noktayı bir-iki örnekle biraz açacak olursak;
Kur'an-Sünnet İlişkisi
Bu ilişkiyi şu şekilde başlıklar altında tasnif
edebiliriz:
1. Sünnet'in Kur'an'ı teyit edici özelliği.
Kur'an bir konuda hüküm getirir, Sünnet de
o hükmü halin icaplarına göre farklı şekillerde ifadeye koyar. Ancak burada Sünnet, Kur'an'ın getirdiği hükmü teyit etmekten başka bir fonksiyon icra
etmez.
Bunun örneği, "Ey iman edenler! Mallarınızı
aranızda haksız sebeplerle yemeyin. (Ancak)
karşılıklı rızaya binaen yapılan ticaret olursa
başka"[1] ayeti ile Efendimiz (s.a.v)'in şu hadisidir:
"Bir müslümanın malı, kendi gönül rızası olmadan (başkasına) helal değildir." Bu hadisin,
mezkûr ayetin getirdiği hükmü farklı bir şekilde
ifade ve bu şekilde teyit ettiği açıktır.
2. Sünnet'in Kur'an'ı beyan edici özelliği.
Kur'an'da açıklanyama ihtiyaç gösteren ayetler bulunduğu açıktır. Bizzeat Kur'an bu noktayı
şöyle ifade etmektedir: "Ey Resulüm! Cebrail
sana vahiy getirdiği zaman) onu hemen ezberleyivermek için dilini kımıldatma. Doğrusu o vahyolunanı sana ezberletmek ve
okutturmak bize aittir. Öyleyse biz onu Cebrail'e okuttuğumuzda sen onun okunuşunu
takip et (dikkatle dinle). Sonra onu beyan
etmek de bize aittir."[2]
Burada Allah Teala, Kur'an ayetleri zımnında
ayrıca beyana ihtiyşaç gösterenler bulunduğunu ve
o beyanın da yine vahiyle Efendimiz (s.a.v)'e gösterileceğini ifade buyurmaktadır.
Kur'an'ın beyan edilmesi gereken ayetler ihtiva ettiği gerçeği bir diğer ayette de şöyle zikredilmektedir: "Sana da Zikr'i indirdik ki,
kendilerine indirileni insanlara açıklayasın;
ta ki düşünüp anlasınlar."[3]
Bir önceki ayette Kur'an ayetlerini beyan
etme işini bizzat Allah Teala tekeffül buyurmuşken,
Şubat 2011
"Sana da Zikr'i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp
anlasınlar.
bu ayette beyan işinin Efendimiz (s.a.v)'e ait bir
görev olduğu belirtilmektedir. Acaba burada bir
tezat yok mudur?
Bu soruya cevabımız "hayır"dır. Zira Efendimiz (s.a.v) aşağıda ayrıntılarıyla zikredeceğimiz gibi
Kur'an'ı beyan ederken –haşa– kendiliğinden bir
şey söylememekte, tam aksine, Kur'an'ı beyan sadedindeki Sünnet, vahiyle Efendimiz'e öğretilmektedir. Ancak bu vahiy kur'an dışı bir vahiydir.
Bunun böyle olduğunu, yukarıda mealini zikrettiğimiz el-Kıyâme ayeti ortaya koymaktadır.
Zira o ayete yakında baktığımızda şunu görüyoruz:
Allah Teala, Kur'an ayetlerinin beyanının kendisine
ait olduğunu ifade buyurmaktadır. Öyleyse
Kur'an'ın beyana ihtiyaç gösteren her ayetinin ya
başka bir ayet veya Kur'an dışı vahiy tarafından ye-
33
rine getirilmiş olması gerekir. Birinci ihtimal tamamiyle geçersizdir. Zira Kur'an'ın beyana muhtaç her
ayetinin yine bizzat Kur'an'ın başka bir ayeti tarafından beyan edildiğini göremiyoruz. Aşağıda zikredeceğimiz örnekler bunu açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.
Öyleyse Kur'an'ın beyanı sadedinde varit
olan sünnetlerin, Efendimiz (s.a.v)'e Kur'an dışı
(gayri metluvv) bir vahiyle iletildiğini söylemek zorundayız. Aşağıda zikredeceğimiz örnekler de zaten
bu noktayı ayan beyan ortaya koymaktadır.
Sünnet'in Kur'an'ı beyan edici özelliği teknik
olarak birkaç şekilde gerçekleşmektedir.
A. Kur'an'ın "mücmel" nasslarını tefsir veya
"müşkil" nasslarını beyan eden sünnet.
Kur'an'da "Namazı kılın, zekâtı verin" buyurulduğu halde namazın nasıl, ne zaman, ne miktarda kılınacağı, zekâtın kim tarafından, hangi
mallardan, ne miktarda ve kimlere verileceği hususları açıklanmamıştır. İşte bütün bu ve benzeri
hususların beyanı Sünnet tarafından yapılmıştır.
"Ey Resulüm! Cebrail sana
vahiy getirdiği zaman) onu
hemen ezberleyivermek için
dilini kımıldatma. Doğrusu o
vahyolunanı sana ezberletmek
ve okutturmak bize aittir. Öyleyse biz onu Cebrail'e okuttuğumuzda sen onun okunuşunu
takip et (dikkatle dinle).
Sonra onu beyan etmek de
bize aittir."
B. Kur'an'ın umum ifade eden ayetlerini tahsis eden sünnet.
4/en-Nisâ; 23-4 ayetlerinde kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar zikredilmiş ve sonunda
da, "Bunların dışındakiler size helal kılındı" buyurulmuştur. Ancak Efendimiz, "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine
nikâhlanamaz"[4] buyurmak suretiyle ayette geçen
"bunlar dışındakiler" ifadesini tahsis etmiştir.
C. Kur'an'ın mutlak ayetlerini takyit eden
sünnet.
Kur'an'da, "Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin"[5] buyurulmuştur. Bu ayet "el
kesme" işini mutlak bırakmış, hangi elin, neresinden kesileceğini veya iki elin mi, yoksa bir elin mi
kesileceğini ayrıca belirtmemiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v)'in uygulaması, sağ elin bilekten kesileceğini
hükme bağlayarak bu ayettekı ıtlakı takyid etmiştir.
3. Kur'an ayetini nesh eden sünnet.
Bu husus ulema arasında ihtilaflıdır. Sünnet'in
Kur'an'ı nesh edici özelliğinin bulunmadığını söyleyenler yanında, özellikle mütevatir sünnetin Kur'an
ayetini nesh edebileceği görüşü Hanefîler tarafından
benimsenmiş ve şöyle örneklendirilmiştir:
34
Şubat 2011
Kur'an'da, "Birinize ölüm geldiği zaman
eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara münasip bir şekilde vasiyette
bulunmak Allah'tan korkanlar üzerine bir
borçtur" [6] buyurulmak suretiyle vasiyetin,
mal bırakacak kimse için bir yükümlülük olduğu belirtilmiştir. Ancak Efendimiz (s.a.v),
"Bilin ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mlirasçı lehine vasiyet yoktur"[7]
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Sünnet'in
Kur'an'da bulunmayan müstakil hükümler getirebileceğini/getirdiğini söyleyenler, bunu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in –haşa– kendi arzusuna göre yaptığını
söylememektedir. Bu türlü sünnetler de tıpkı
Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan sünnetler
maddesinde belirttiğimiz gibi gayri metluvv (Kur'an
dışı) vahiyle sadır olmaktadır. Yani Kur'an ayetiyle
bu türlü sünnetlerin kaynağı birdir.
Keza Kur'an'da, "Ey iman edenler! Namaza
kalktığınız zaman…"[8] buyurularak namaza kalkıldığı zaman abdest alınması emredilmiş ve abdestin nasıl alınacağı ayrıntılı olarak belirtilmiştir.
Bir kısım ulema, bu ayetin zahirinin her namaza
kalkıldığında abdest alınmasını gerektirdiği kanaatindedir. Ancak Sünnetbu hükmü nesh etmiş ve bir
tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği hükme
bağlanmıştır.
Kur'an'da Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'an dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlerin bulunduğu vakıası, bu söylediğimizi ispat eden en önemli
delildir. Ezcümle Kur'an'da geçen "hikmet" kelimesinin Sünnet olduğunu birçok delil ortaya koymaktadır. İkinci olarak 66/et-Tahrim, 3 ayeti Hz.
Peygamber (s.a.v)'in Kur'an dışı vahiy aldığını hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak açıklık ve kesinlikte haber vermektedir:
4. Kur'an'da yer almayan birtakım konularda
hüküm koyan sünnet.
Kur'an-Sünnet ilişkisi bağlamında en fazla tartışılan nokta burasıdır. Bir yaklaşıma göre Sünnet'in
Kur'an'da yer almayan hükümler getirdiğini söylemek, Hz. Peygamber (s.a.v)'i –haşa– Allah Teala'ya
ortak koşmak demektir. Hz. Peygamber (s.a.v)
Allah Teala'nın ortağı değil, elçisidir. Dolayısıyla
Sünnet'e böyle bir yetki tanımak Hz. Peygamber
(s.a.v)'e iftira olduğu gibi, aynı zamanda şirktir.
Bu yaklaşımın ciddiye alınır yanı bulunmadığını birçok yönden ortaya koymak mümkündür.
Şubat 2011
"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir
söz söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına
haber verip, Allah da bunu Peygamber'e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip bir
kısmından da vaz geçmişti. Peygamber bunu
ona haber verince eşi, "Bunu sana kim bildirdi?" dedi. Peygamber, "Alîm ve Habîr olan
Allah haber verdi" dedi."
Burada eşinin, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisine verdiği sırrı başkasına açıkladığı belirtilmekte
ve bunu da Allah Teala'nın Efendimiz (s.a.v)'e bil-
35
dirdiği açıkça belirtilmektedir. Oysa Hz. Peygamber
(s.a.v)'in o eşinin o sırrı başkasına söylediği hiçbir
Kur'an ayetinde yer almamaktadır. Dolayısıyla bu
haber Efendimiz (s.a.v)'e gayri metluvv bir vahiyle
iletilmiştir demekten başka yol yoktur.
Sünnet'in vahiy kaynaklı olduğunu ortaya
koyan bir diğer ayet de 8/el-Enfâl, 7 ayetidir: "Hatırlayın ki Allah size, iki taifeden birinin sizin
olduğunu vahyediyorddu. Siz de kuvvetsiz
olanın sizin olmasını istiyordunuz…"
Burada geçen "iki taife"den biri, Ebû Süfyân
idaresinde Şam'dan gelmekte olan ticaret kervanı,
diğeri ise Ebû Cehil komutasındaki Kureyş ordusudur. Ayetin konumuz açısından önem arz eden
yeri, iki taifeden birinin Mü'minler'e daha önce vaat
buyurulduğunu belirtmesidir. Oysa Kur'an'ın hiçbir
ayetinde böyle bir vaat yer almamaktadır. Dolayısıyla söz konusu vaat, Kur'an dışı bir vahiyle Efendimiz (s.a.v)'e iletilmiş o da ashabına bildirmiştir.
Öte yandan Kur'an'da, "Ey iman edenler!
Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin.
Sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin).
Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun çözümünü Allah'a ve Resulü'ne havale edin"[9] buyurulmuştur.
Burada "itaat edin" emri Allah Teala için
ayrı, Hz. Peygamber (s.a.v) için ayrı zikredilmiş, bir
diğer ifadeyle ikinci husus ile ilk husus atıf harfi ile
birbirinden ayrılmıştır. Lugat kaidesi, atıf harfi ile
birbirinden ayrılan hususların birbirinden farklı olmasını gerektirir. Dolayısıyla Allah'a itaat ile Resul'e
itaat, birbirine karıştırılmaması gereken hususlardır.
Allah Teala'ya itaat Kur'an'a itaat iken, Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat Sünnet'e itaattir.[10]
Netice
Sünnet Kur'an'ın –haşa– rakibi değil, beyan
ve tefsir edicisidir. Özellikle dinin tebliği ve
Kur'an'ın beyan ve tefsiri sadedinde varit olmuş
sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu vakıası göz
önünde bulundurulduğunda bu tür sünnetler ile
Kur'an ayetlerinin kaynağının aynı olduğu sonucu
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan ve
hüküm bildiren sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu
36
Şubat 2011
gerçeği kabul edilmeden sağlıklı bir Kur'an ve Sünnet tasavvuruna sahip olmak mümkün değildir.
Sünnet'i sadece Kur'an'da yer alan hükümlerin tefsiri sahasıyla sınırlandırmak, her şeyden önce
Kur'an'a aykırı bir tutumdur. Zira Sünnet'in fonksiyonunun bu şekilde sınırlandırılabileceğini Kur'an'a
dayanarak isbat etmek mümkün olmadığı gibi,
vakıa da bunun tersini göstermektedir.
Vahiyden aldığı bu yetkiye istinadendir ki
Sünnet, haram-helal konusunda olduğu gibi ibadetler ve muamelat sahasında da hüküm koyma
mevkiindedir. Yukarıda zikrettiğimiz (kadının, halası, teyzesi, erkek ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamayacağını belirten) hadis dışında, mesela
ehlî eşek etlerinin yenmesini yasaklayan hadis de
aynı özelliktedir. Usul kitaplarında daha fazla örnek
görülebilir.
Kur'an'ın hangi hususları yer vermesi gerektiğini ve neleri ihtiva etmemesi icap ettiğini belirlemek bizlerin yetkisinde değildir. Kur'an'da yer alan
nice hükümler vardır ki, Sünnet tarafından ortaya
konanlardan daha az önemli olduğu kesindir.
Mesela yukarıda değindiğimiz abdest ayeti
böyledir. Bu el-Mâide ayetinde abdestin nasıl alınacağı neredeyse bütün detayları zikredilerek belirtilmişken, namazın nasıl kılınacağı konusunda
hiçbir izah yer almamaktadır. Oysa abdest, namaz
için teşri kılınan bir vasıtadır ve kendisi müstakil bir
ibadet değildir. Böyle olduğu halde namaz hakkında Kur'an'da niçin izahat verilmediği sorusunun
cevabı, Sünnet'in vahiy kaynaklı olduğu kabul edilmeden verilemez. Bu tarz pek çok mesele zikredilebilir.
Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: Sünnet'in Kur'an'da yer almayan hükümler getiremeyeceğini söyleyenler, çoğunlukla Kur'an'ın ihtiva
etmediği hükümler ve durumlar hakkında içtihad
yapılmasını hararetle savunanlardır. Hatta bunlar
içinde Kur'an'da yer alan hükümlerin dahi bağlayıcı olmadığını söyleyenler vardır. Bu durumda hayatın idamesi için yeni içtihadlar yapılması zarureti
doğmaktadır.
Ancak bu durum şöyle bir netice doğurmaktadır: Sünnet vahiy kaynaklı olduğu halde
Kur'an'da bulunmayan hükümler getiremez; ama
bizler içtihad ederek Kur'an'da bulunmayan konu-
Şubat 2011
larda (hatta "tarihselcilere göre: Kur'an'ın yer verdiği teşrii hükümler sahasında bile) içtihad ederek
hüküm koyabiliriz, koymalıyız.
Sonuçta Sünnet'ten esirgenen bir teşri yetkisi,
kendisini içtihad aynasında gören herkese tanınmış
olmaktadır. Bu da ayrı bir garabet olarak önümüzde durmaktadır.
...................................................................
[1] 4/en-Nisâ, 29.
[2] 75/Kıyâme, 16-9.
[3] 16/en-Nahl, 46.
[4] el-Buhârî, "Nikâh", 27; Müslim, "Nikâh", 37.
[5] 5/el-Mâide, 38.
[6] 2/el-Bakara, 180.
[7] el-Buhârî, "Vesâyâ", 6; Ebû Dâvud, , "Vesâyâ", 6; İbn Mâce, , "Vesâyâ", 32.
[8] 5/el-Mâide, 6.
[9] 4/en-Nisâ, 59.
[10] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Abdülganî Abdülhâlık, Hücciyyetu'sSünne, 334 vd.; Ebubekir Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, I, 34 vd.
37
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Kanuni’lere
Sahip Çıkmak
Hasan BAŞAR
illi ve manevi değerlerimiz vardır, bizi biz
yapan. Bize kimlik veren, kişilik veren değerlerimiz. Onlar bizim kutsalımızdır. Gözümüz
gibi bakarız. Kalbimizde, ruhumuzda apayrı bir yeri
vardır. Bu değerler dindir, dildir, namustur, memlekettir, gelenektir, görenektir, şahıslardır. Bu değerler
bizim için saftır ve hep öyle kalmasını isteriz. Onlara
yapılan bir saldırı bizi derinden üzer. Milli ve manevi
değerlerimiz son zamanlarda küçük hesaplar, kişisel
çıkarlar için ya da toplumu yozlaştırmak maksadıyla
kasıtlı olarak yok edilmeye çalışılmaktadır.
M
Âlimin zikri neyse fikri de o olurmuş hesabından günümüz insanı dünyayı şehvet
penceresinden seyrettiği için haremi de
böyle bir yer olarak düşünüyor. Düşünüyor diyorum çünkü bu konuda elde kesin
hiçbir delil yok. Çünkü harem adı gibi
dış dünyaya haram. Haremle ilgili olarak
günümüzde anlatılan şeylerin büyük çoğunluğu yalan ve uydurma şeylerdir.
38
Bizler bu duruma mukaddesimizi korumak
adına ister istemez tepki veriyoruz. Bu değerlere önem
vermeyenler bu tepkiyi küçümseyebilirler. Abarttığımızı düşünebilirler. Canım ne olacak sanki diyebilirler. Unutmayalım ki yozlaşmada bu şekilde
başlamaktadır. Onun için milli ve manevi değerlere
bağlı biz muhafazakâr kesim, milli ve manevi değerlerimize karşı yapılan her türlü saldırıya bize yakışan
edep dairesinde karşı koyacağız. Bizler “Muhteşem
Yüzyıl” dizisini milli ve manevi değerlerimize karşı ya-
pılan bir saldırı olarak algılıyoruz. Bu toplumun yüzde
doksanı için önemli bir yere sahip bir şahsiyet Kanuni
Sultan Süleyman ve onun şahsında 600 yıl cihana
adaletle hükmetmiş bir devlet yani Osmanlı küçük hesapların ya da bilinçli bir propagandanın kurbanı edilmeye çalışılmaktadır. İnsanların kafasındaki olumlu
Osmanlı imajı yıkılmaya çalışılıyor. Bunun içinde kullanılan unsur maalesef artık kabak tadı da vermeye
başlayan ve oryantalist algılamalarla bezenmiş, yalan
ve yanlışlarla dolu harem olgusudur.
Belden aşağıya vuruyorlar. Koskoca Osmanlıyı,
başka eleştirecek yön bulamayınca, saçma sapan düşüncelerle ve aslı astarı olmayan yalanlarla hareme
cinsel çağrışımlar yükleyerek vurmaya çalışıyorlar.
Okuyucularımdan özür diliyorum ama demeden geçemeyeceğim. Harem adeta, neyse terbiyem el vermiyor ama siz anlayın işte. Bir de bu konuda ahkâm
kesenler var ya kahrediyorlar beni. Bir konuşmaya
başladıklarında mangalda köz bırakmazlar. Ve bizleri
gericilikle ve ön yargılı olmakla suçlarlar. Ama aynı
şeyleri kendileri için yapmaya başlayın başlarlar kıyameti koparmaya. Yok, efendim insan hakları, özel hayatın gizliliği esasları falan filan başlarlar nutuk
çekmeye. O zaman sizler niye karışıyorsunuz insanların özel hayatlarına. Sizler niye padişahlarımızın özeline giriyorsunuz. Bahsettiğiniz kişiler roman
kahramanı hayali kişiler değil. Bir döneme damgasını
vurmuş benim, her ne kadar beğenmesen de hor karşılasan da senin atan Kanuni Sultan Süleyman ve
onun İslamiyet’e aşkla şevkle hizmet etmiş muhterem
eşi Hürrem Sultan. Bu diziyle öyle bir Hürrem Sultan
imajı çizildi ki zavallının mezarda kemikleri sızlamıştır.
Bir de çıkıp ukala ukala ‘efendim bunlar mantar mı ki,
kendi kendilerine çoğalmadılar ya’, diyerek kendilerini savunmaları yok mu? Ukalalıkta ve pişkinlikte sınır
tanımıyorlar. Bende diyorum ki onlar mantar değildi.
Sende mantar değilsin. O zaman sende çık nasıl çoğaldığını anlat bütün dünyanın önünde. Her insan da
şehvet var. Herkesin kendisine göre bir aile yaşantısı
ve ilişkisi var. O zaman çıksın anlatsın. Ayıptır ya ayıp
ayıp! Kendinize saygınız yok, hiç olmazsa geçmişinize,
atanıza saygınız olsun.
Osmanlı düşmanlığı yetti artık. Osmanlı cehaleti
yeter. Atalarımıza atılan iftira artık kanımıza dokunmaya başladı. Bu ne kin, bu ne öfke? Ne yapmış Osmanlı yüzümüzü kızartacak. Ecdadımı cani, şehvet
düşkünü, cahil bir nesil gibi göstermek sizi yüceltmez.
Osmanlının dünya görüşü, yaşantısı, ahlakı sana uymayabilir. Onu benimsemeyebilirsin. Ama bu sana
hakaret etme, iftira atma hele küçük düşürme hakkını
hiç vermez.
Osmanlı düşmanlığı yetti artık. Osmanlı cehaleti
yeter. Atalarımıza atılan iftira artık kanımıza dokunmaya başladı. Bu ne kin, bu ne öfke? Ne yapmış Osmanlı yüzümüzü kızartacak. Ecdadımızı
cani, şehvet düşkünü, cahil bir nesil gibi göstermek
sizi yüceltmez. Osmanlının dünya görüşü, yaşantısı,
ahlakı sana uymayabilir. Onu benimsemeyebilirsin.
Ama bu sana hakaret etme, iftira atma hele küçük
düşürme hakkını hiç vermez.
Kusura bakma kimse bizden bu konuda anlayış beklemesin. İstiklal ve İslam şairi Mehmet Akif’in dediği
gibi, gelenin keyfi için geçmişimize sövemeyiz ve de
sövdürmeyiz.
Âlimin zikri neyse fikri de o olurmuş hesabından
günümüz insanı dünyayı şehvet penceresinden seyrettiği için haremi de böyle bir yer olarak düşünüyor.
Düşünüyor diyorum çünkü bu konuda elde kesin hiçbir delil yok. Çünkü harem adı gibi dış dünyaya
haram. Haremle ilgili olarak günümüzde anlatılan şeylerin büyük çoğunluğu yalan ve uydurma şeylerdir.
Hiçbir sağlam bilgi ve belgeye dayanmaz. Osmanlı
üzerine araştırıma yapan bu işin üstatlarının birleştikleri temel nokta da budur. Haremle ilgili olarak yapılan cinsellik vurgusu oryantalist çalışmaların ürünüdür
ve tamamıyla uydurma şeylerdir.
Gelelim işin aslına. Harem sözlük anlamı olarak:
“Herkesin giremeyeceği, değerli, saygı duyulan
kutsal yer; Müslüman evlerinde, yabancıların
girmesi yasak olan, kadınlara ayrılmış daire
veya bölme; erkeğin karısı, eş.” (İslami Terimler Sözcüğü)
“Harem lügatte korunan, mukaddes ve
muhterem yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle
karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sür-
40
dürdükleri kısımdır. Osmanlı da ise harem başlı
başına bir kurumdur. Devlet içinde iki temel
fonksiyonu vardır. Birincisi Padişahın özel yaşamını sürdüğü ve eş bulduğu yerdir. Fatih’le
birlikte şehzadeler yabancı hanedanlarla evlenmeyi bıraktıklarından bu çok önemli ve hanedanın
devamı
için
vazgeçilmez
bir
fonksiyondur. İkincisi bir okuldur. Enderun mezunu devşirme gençlerle sarayda eğitim almış
cariyelerin evlendirilmesiyle eğitime dayanan
bir aristokrasi kurulmuştur. Padişaha ve hanedana bağlı bir aristokrasi yaratılmasını sağlamak için cariyelerin eğitilmesini sağlayan
kurumdur.
Osmanlıda harem herkesin giremediği bir
ortamdı. Sözcük olarak ‘dokunulmaz, kutsal’
anlamına gelir. Bilinenin aksine Osmanlı’da
‘Harem-i Hümayun’, devlet adamları yetiştiren
‘Enderun’ mekteplerine paralel bir kurumdu.”
“Osmanlı Kadını” kitabının yazarı Aslı SANCAR, Ha-
Şubat 2011
remle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Her şey
çok disiplinliydi. Çok ciddi bir protokol vardı.
Kızlar saraya getirilir getirilmez İslam’ın temel
ilkelerini ve ibadetlerini öğrenirlerdi; beş vakit
namazlarını kılmaları gerekirdi. Bunun yanında
Kur’an okumayı da öğrenirlerdi.
Saray haremindeki kadınlar ibadetlerini
büyük bir bağlılık ve özen içinde ifa ederlerdi.
Padişaha cariye olabilecek güzelliğe ve cazibeye sahip olanlara okuma ve yazma da öğretilirdi. Musiki yeteneği olanlara belli bir sazı
çalma, şarkı söyleme, raksetme eğitimi verilirdi. Dikiş dikmeyi, dantel ve örgü örmeyi de
öğrenirlerdi. Saray terbiyesini yerli yerinde almaları sağlanırdı. Padişah ya da şehzade eşi olmayan, haremin yönetici kadrosu içinde yer
almak istemeyen cariyeler dokuz yıllık hizmetin ardından özgürlüklerini isteyebilirlerdi. Bunun üzerine kendilerine bir azatlık
belgesi verilir, evlenmeleri için biri bulunur,
çeyizleri ile birlikte ev de verilir, ayrıca
maaşa bağlanırlardı.”
Yine Aslı SANCAR, Haremle ilgili olarak şunu
söylüyor: “Harem bir kadın için çok üstün bir
kariyerdi. Bu yüzden bugün herkesin Harvard’a
gitmek istediği gibi, herkes saraya girmek istiyordu. Saray istikbale açılan bir kapı olarak görülüyordu. Enderun’da erkekler de eğitilir,
yetiştirilir, devlet kademelerinde ya da asker
olarak görev alırlardı. Bu iki grup Osmanlı toplumunun elit tabakasını oluşturuyordu. Topluma
karıştıklarında
saray
kültürünü
yayıyorlardı.”
Yukarıdaki tanımlardan ve açıklamalardan da
anlaşılacağı üzere harem her şeyden önce bir mekteptir. Osmanlı Enderun okullarında devlet için asker
ya da devlet adamı yetiştirmektedir. Devletin önemli
kademelerinde görev yapacak bu kişiler içinde eş olması için haremde kızlar yetiştirilmektedir. Üstelik Fatih
Sultan Mehmet’ten sonra padişah eşleri dahi haremden seçilmektedir. Yani Osmanlı Enderun ve Harem
okullarıyla karı koca tam bir saraylı sınıf yetiştirmektedir. Yani günümüzde bazılarının düşündüğü gibi
harem sadece padişahların 300–400 cariyeyi karşısına
dizip içinden bir ya da birkaçını seçip zevk ü sefa hayatı yaşadığı bir yer değildir. Böyle düşünmek, bunu
ima dahi etmek insafsızlıktır, cahilliktir her şeyden
önce atalarımıza ve onların aziz hatıralarına karşı saygısızlıktır. Sizler onlara saldırdıkça bizler onlara sahip
çıkacağız. Çünkü onlar bu milletin gönlünde apayrı bir
yere sahiptir ve hep öyle de kalacaktır.
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
“Toplumdaki Hızlı
Değişim Kuşak
Çatışmasını
Artırıyor”
Röportaj Aydın BAŞAR
umhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din
Eğitimi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Zeki
Aydın Bey’le yaptığımız röportajın ikinci bölümünü istifadenize sunuyoruz.
C
Sanayileşme ve kentleşmenin getirdiği sosyal ve ekonomik değişmeler, diğer taraftan bilimsel ve
teknolojik yenilikler; değerlerin,
düşüncelerin ve yaşama biçiminin
değişmesine sebebiyet vermiştir.
İletişim araçlarının yaygınlaşması
da bu değişimi hızlandırmıştır.Bu
ortamda kuşaklar arası çatışma
daha da belirgin hâle gelmiştir.
42
Kuşak çatışması ne demektir? Buradan
başlayalım isterseniz.
İki nesil arasındaki çatışmadır. Yetişmekte olan
nesil; yani çocuklar veya gençler ile belli bir anlayışı
temsil eden yetişkin nesil arasındaki anlaşmazlıklardır.
Kuşak çatışmasının sebepleri nelerdir?
Her yaş grubundaki insanlar kendi özelliklerine göre
hayatı ve olayları yorumlarlar. Bireyin yaşına ve o dönemdeki gelişim psikolojisine göre değişen değer yargıları vardır. Kuşaklar arası çatışma bu değer
yargılarının çatışmasından kaynaklanır. Yetişkin insan
ile genç insan olaylara aynı pencereden bakmaz.
Genç insan bir kere hayatın gerçekleri ile yeni yeni tanışmaktadır. Yetişkin insanın ise birçok tecrübeleri vardır. Genç insan dinamiktir, idealisttir, dünyayı
değiştirmeyi bile düşünür. Yetişkin insan ise belki o yaşına kadar yaptığı mücadelelerden yorulmuştur. Bu
ikisi elbette hayata aynı gözle bakamaz. İkisinin de birçok konuda fikirleri birbirine benzemeyecektir. Bu bir
ölçüde normaldir.
Büyüklerden gençliğe yönelik hayıflanmalar duyuyoruz çoğu zaman. Bu durum kuşak çatışmasından mı kaynaklanıyor?
Sadece yetişkinler mi hayıflanıyor? Genel olarak gençler de yetişkinler de birbirlerinin hep olumsuz
niteliklerini ön plana çıkarıyorlar. Mesela yetişkinler
gençlerin; saygısız, tembel, bilgisiz, umursamaz, beceriksiz, sorumsuz, haylaz, asi ve eğlence düşkünü olmalarından yakınıyorlar. Gençler ise yetişkinleri
tutucu, geri kafalı, buyurgan, yasakçı ve zevksiz olarak görüyorlar. Bu durumun sebebi kuşaklar arasındaki farklı düşünce yapısıdır.
lenin ev işlerinde gençten yardım beklentisi de bir çatışma unsuru olabiliyor. Gençlerin sağlığına özen göstermemesi, beslenmesine dikkat etmemesi ve
derslerine çalışmaması da sorun teşkil ediyor. Diğer
taraftan eğlence tarzı, dinî konular ve geleneklere bağlılık konusunda da çatışmalar yaşanabiliyor.
Kuşak çatışmasını azaltmak için neler yapılabilir?
Çatışmayı önlemek için öncelikle iki nesil arasında iyi bir iletişim ortamı oluşturulmalıdır. Karşılıklı
sevgi ve saygının kaybolmamasına dikkat edilmelidir.
Her iki nesil de birbirini kırmadan orta yolu bulmaya
çalışmalıdır. Gençler ve yetişkinler bu konuda Peygamber Efendimiz’in “Küçüklerimize şefkat, bü-
Kuşak çatışması tarihin her döneminde
olmuş mudur?
Evet olmuştur. Yetişmekte olan gençlerle yetişkinler arasındaki kuşak çatışması üç bin yıl önce de
vardı, şimdi de var, gelecekte de olacaktır. Mesela milattan önce yaşamış olan Sokrates şöyle söylüyor:
“Bugünün gençleri lüks ve gösteriş düşkünü,
saygısız, başkaldıran, geveze ve obur yaratıklardır.” Yine milattan önce yaşamış olan Hesiod’un
“Şimdiki gençler ne kural tanıyor, ne beklemesini biliyorlar. Üstelik duygusuz ve düşüncesiz davranıyorlar.” sözünden anlıyoruz ki o
dönemlerde de kuşaklar arası bir çatışma söz konusu
olmuştur.
Çağımızda kuşak çatışmasının daha fazla
olduğunu söyleyebilir miyiz?
Günümüzde toplumdaki çok hızlı değişim kuşak
çatışmasını arttırıyor. Özellikle son yüzyılda toplumda
birçok değer değişmiştir. Sanayileşme ve kentleşmenin getirdiği sosyal ve ekonomik değişmeler, diğer taraftan bilimsel ve teknolojik yenilikler; değerlerin,
düşüncelerin ve yaşama biçiminin değişmesine sebebiyet vermiştir. İletişim araçlarının yaygınlaşması da
bu değişimi hızlandırmıştır. Bu ortamda kuşaklar arası
çatışma daha da belirgin hâle gelmiştir.
Aile içinde kuşak çatışması genellikle
hangi konularda yaşanır?
Gençler, eve giriş çıkış saati, arkadaş seçimi,
giyim kuşam, saç kesimi gibi konularda ailesi ile bir
çatışma yaşıyor. Para harcamayla ilgili sıkıntılar ve ai-
Şubat 2011
yüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.”
sözüyle amel ederlerse çatışma en alt seviyeye inecektir.
Özellikle gençlere önerileriniz olacak mı?
Gençler en başta, kendilerini yetişkinlerin yerine
koyarak empati yapmalıdır. Mesela eve geç gelen bir
genç kendisini anne babasının yerine koyarak onların
haklı endişelerini anlamaya çalışmalıdır. Büyüklerin
evlatlarının kötü olmasını asla istemeyeceğini düşünerek alacakları kararlarda büyüklerine danışmalıdırlar. Sonuçta tecrübe kolay kolay kazanılmıyor. Bu
nedenle büyüklerin tecrübesinden mutlaka yararlanmalıdırlar. Özellikle gençler, büyüklerinin kendilerini
çok sevdiklerini ve söylediği ve yaptıklarını hep iyi niyetle yaptıklarını hesaba katmalıdır.
43
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Örnek
Nesil
Salih AYDIN
Resulallah İsterse
Kaderin bir cilvesidir ki Abdullah bin Ubey nifakın başı olmasına rağmen oğlu Abdullah halis bir müslümandı. Babasının Rasulullah (sav) hakkında kötü
sözler söylediğini duyan Abdullah;
“Allah ve ahiret gününe iman
edenlerin babaları veya oğulları
veya kardeşleri veya soyu sopu olsada yine Allah ve peygamberini
düşman tutanlara dostluk ettiğini
görmezsin”
- Ya Rasulullah babamın hakkınızdaki sözlerini
duydum.Onu öldürmek istiyor musunuz ? eğer onu
öldürmek istiyorsanız bana emir verin başını huzur-u
şerife getireyim. Herkes bilirki babama karşı muhabbetim fazladır. Başkası öldürürse, ihtimalki o adama
karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kâfire karşı bir Mü’mini öldürmüş olurum . diyordu.
Evet hiçbir yakınlık müslümanlığın getirdiği kardeşliğin önüne geçmez. Yine hiçbir yakınlık insanı islamdan ayıramaz her şey bir tarafa Allah ve Resulü
diğer tarafa. Yani hep Allah ‘ı ve Rasülünü isteme.
İşte ufuk insanların ahlakı.
Mute Kartalları
Bizans ‘a yapılacak olan Mute seferinde Resu-
44
lullah Zeyd bin Harise ‘yi komutan tayin ediyor ve
şöyle devam ediyordu ;
- Eğer Zeyd şehit olursa Cafer bin Ebu Talip komutaya geçsin, Cafer şehit olursa Abdurrahman bin
Revaha komutaya geçsin, Abdurrahman’da şehit
olursa Allah kılıçlarından biri komutaya geçsin . Savaş
sırasında Zeyd sonrada sırayla Cafer ve Abdurrahman
şehit oldu. Komutayı Halit bin Velid aldı.
Sahabi , Efendimizin yersiz söz söylemeyeceğini
çok iyi biliyordu. Zira Efendimizin bu ihtarı onların şahadetine işaretti. İşte sahabe şûuru ; O’na en yakın
insan Zeyd , Mekke’nin seçkin sülalesi olan Kurayşten
Cafer bin Ebu Talip ki Mekke’de hatırı sayılı bir zengindi. Ve Abdurrahman Mekke’nin en zenginlerindendir. Ama görüyoruz ki bile bile davaları için
canlarını , mallarını ve ailelerini bir lahzada feda edebiliyorlar.
O Hep Zirvedeydi
İnsanlığın iftahar tablosu Refik-i Ala’ya vuslatın
yaklaştığı O hayatı seniyelerinin sonunda bile Bizans’a
karşı bir ordu hazırlıyor başına da babası Mute’de
şehit olan ve torunu gibi sevdiği Üsame’yi geçiriyor.
Hastalığının ağırlaştığı o son anlarda bayılıyor, ayılıyor ve her ayılışında ordunun gidip gitmediğini soruyor. Ölüm heyecanı içinde olan bir insanın meşkul
olacağı şey midir bu, bir dava adamı için ondan da
ileridir.
Peygamberlerin gönderiliş gayesi tebliğdir. Onlar
hep Allah ‘ın dinini hemde Allah’ın dinine nasıl hizmet edileceğini öğretirler. Evet O (sav) bu kudsi vazifeye omuz vereceklere bırakın rahat yaşamayı ölüm
döşeğinde bile ne ile uğraşmaları gerektiğini fiilen öğretmiştir.
Sevmede Hz. Ömer ölçüsü
Hz. Ömer bir savaştan sonra Hz. Üsame’ye (
bir köle) kendi oğlundan fazla ganimet vermişti. Oğlu
bu durumun nedenini sorduğunda;
- Hz. Peygamber Hz. Üsame ‘yi bir dizine, Hz. Hüseyin’i bir dizine oturturdu ve “ Allah ‘ım ben bunları
sevdim sende sev, derdi” . Ben Hz. Muhammed’in
(sav) senden çok sevdiği Üsame’ye daha çok verdim.
Resulullahı sevmek Allah sevgisi ile doğru orantılıdır. Hz. Ömer ki sahabenin büyüklerindendir. Resulullah sevgisini kendi babalık sevgisinden önde
tutmuştur. Ve durum gayet açıktır ne tür yakınlık
olursa olsun tercih daima Rasulullah olmuştur.
Dünya Malı İstemem
Amr ibn’ül As’a bir savaştan sonra ganimet teklif edilince çok üzülmüş ve “ ben ganimet için müslüman olmadım” demiştir.
Sahabi şuuruna güzel bir misal. Elbet müslüman
ücretini yalnız Allah ‘tan bekler.
Vefa İnsanı
Bedir savaşında Hz. Ebu Bekir müslümanların
safında, oğlu Abdurrahman kâfir safında idi. Abdurrahman müslüman olunca Ebu Bekir’e ;
- “Baba Bedir günü karşıma çıktığında ben
seni öldürmemiş başkasına bırakmıştım” deyince
- Hz. Ebu Bekir “ Vallahi ben seni kimseye bırakmaz öldürürdüm” cevabını vermişti.
Evlatta olsa hak davası için feda edilir. İşte Hz.
Ebu Bekir’in şûuru.
Zor Tercih
Peygamberimiz Tebük seferine çıkarken Abdullah bin Ubey başkanlığındaki münafık topluluğu “Bu sıcakta harbe çıkmayın” dediler.
Onların bu tutumu karşısında - “De ki cehennem ateşi daha sıcak”( Tevbe ) ayeti nazil oldu.
Şubat 2011
45
Evet burada Tebük seferi Allah’ın emirlerine uymadaki çile ve ızdırabı, Abdullah Bin Ubey ‘de nefis
ve islam düşmanlarını temsil etmektedir. Öyle ki Allah
‘ın emirlerini yerine getirme ( başta namaz kılma
olmak üzere Allah yolunda bütün fedakârlıklara katlanma ) ızdıraplıdır, çilelidir, zordur. Ama unutulmamalıdır ki cehennemin azabı çok daha çetin ve çok
daha şiddetlidir. Ya fani dünya da geçici çile ya baki
alemde tükenmez ceza! Tercih insanoğlunun.
Enes Bin Nadr
Bedir ‘ e katılamamıştı. O, cihad aşkıyla yanıyordu ve kader onun bu halis isteğine sarp yokuş
Uhud’da evet diyecekti. Savaşın iyice kızıştığı bir andı;
münafıklar Resulullah’ın öldüğü haberini yayarak
islam saflarında ümitsizlik, geriye çekilme meydana
getirme getirmek istiyorlardı. Bu acı haberi duyan Hz.
Ömer düşman saflarına doğru koşan Enes’e seslenerek;
- Enes , dağa çekilin Rasulullah öldü. Bu haber
karşısında dünyası kararan Enes:
-“Resulullah’ın öldüğü yerde biz yaşamamalıyız“ diyerek düşman saflarına daldı.
Savaş sonrası aziz şehid yediği kılıç darbeleriyle
tanınmaz hale gelmişti. Onu kız kardeşi elindeki yüzükten tanımıştı.
Evet, “Resulullah’ın öldüğü yerde biz yaşamamalıyız” bu söz sahabenin islam davasına sadakatini göstermektedir. Zira Rasulullah’ın cismi Allah
davasını temsil etmektedir. Uğruna baş konulan davada Rasululullah’ın cismini koruma davası değil tem-
46
sil ettiği hakikatlerdir. İşte sahabenin mücadelesi
budur; Allah’ın dininin yer yüzünde hakim olması.
Efendimiz cismen yeryüzünde olmasa da temsil ettiği
yüce mefkure ebetlere kadar devam edecektir. Bize
düşende sahabe şûuru ile bu davaya sahip çıkabilmektir.
İstediğimiz Ahirettir
Hz. Ömer bir gün saadet hanesini ziyarete gitmişti. İçeriye girdiğinde Resul-i Ekrem ‘in mübarek vücuduna yattığı hasırın izi geçmişti. Bu tablo karşısında
Hz. Ömer’in gözleri dolmuş: - Ya Rasulallah (sav) Bizans İmparatoru, Kisra hanedanı saraylarında rahat
döşeklerde yatıyor. Çevrelerinde hizmetçileri onlara
hizmet etmek için sırada bekliyorlar. Halbuki onlar sadece birer devletin sultanı siz ise bütün alemlerin sultanı Kâinatın Efendisisiniz.
Rasulullah Hz. Ömer’in bu sözlerine; -“İstemez
misin ya Ömer dünya onların ahiret bizim
olsun” şeklinde karşılık verir.
Hasır üzerinde yatması onun eşsiz mütevaziliğindendir; yine içerden hasırdan başka bir şey olmaması her zaman sadeliğe önem verdiğinin güzel bir
örneğidir. Zira kibir, şöhret ve gösteriş, ancak insanı
Allah ‘tan uzaklaştırmaya yarar.
Efendimiz dünya malına hiçbir zaman ehemmiyet vermemiştir. Fakat bu bu durum O’nun dünya malına sahip olamayışından kaynaklanmamaktadır. Zira
Hz. Hatice ile evlendiğinde Mekke’nin en zenginlerinden olmuş fakat bu serveti Allah yolunda tüketmiştir.
Yine İslâmiyet yayıldıkça İslam orduları zaferler kazanmış ve bu zaferlerin çoğunu efendimiz kumanda
Şubat 2011
etmiştir. Bir fikir vermesi açısından biz sadece Huneyn savaşı sonrasında elde edilen ganimete bakalım; 6000 esir, 24.000 deve, 40.000 koyun, ve
yaklaşık 4,5 ton altın ve gümüş. (sonsuz 1 nur sayf
211)
Bu ganimet paylaşılmış sadece Ebu Süfyan’a
300 deve ve 130 kilo gümüş düşmüştür.
Efendimiz bu ordunun kumandanıdır ve en
fazla ganimeti onun alması lazımdır. Bırakın koyunu,
deveyi, esirleri sadece altın ve gümüşten kendi payına düşeni alsa bu mal onun hayatı boyunca rahat
yaşamasını sağlamaya yetecektir.
Evet o, elinde olduğu hem de çok fazla olduğu
halde dünya malına tenezzül etmemiş sade bir hayat
yaşayarak bu dünyadan göçmüştür, zaten “ Faniyi
bırakıp bakiye yönelmeyi” tam manasıyla temsil
eden de O (sav) değil mi?
Sana Feda Olsun
Hz. Sümeyra Uhud ‘da Rasulullah ‘ın şehid olduğunu duyunca soluğu Uhud dağının eteklerinde almıştı, orada kendisine ; “baban, kocan, çocukların “
denilip naaşları gösterildiğinde o Rasulullah ‘ı arayarak şöyle mırıldanır; “ Resulullah’a ne oldu “ İşte Resulullah şurada denlince kendini onun önüne atarak;
“sen olduktan sonra bütün musibetler hafif
gelir ya Rasulallah” demiştir. Bir insanın yakının
öldüğü kendisine söylenince neler hissedeceği nasıl
dünyasının kararacağı malumdur. Hele bu bir ana ve
kaybettiği iki genç evladı olursa acının ve ızdırabın şiddetini kelimelerle ifade etmek oldukça zorlaşır. Birde bu
zor anda ince ruhlu anayı teskin edecek kocanın olmayışı, bundan daha acı olarak kocanın da aynı yer ve zamanda vefat etmesi adeta dayanılması imkânsız bir
keyfiyet arz eder. Ama görüyoruz ki mesele Efendimiz
olunca her şey unutuluyor. Çünkü Efendimize olan
bağlılıkları ailevi bağların çok ilerisindedir.
Neye Evet Diyorsunuz
Akabe biatları sırasında biata gelen Medinelilere biat etmeden önce , daha müslüman olmamış
Şubat 2011
Hz. Abbas ; ( Efendimizin amcası daha sonra müslüman oldu)
- Ey Medineliler O ‘na biat etmekle Bizans’ı , Sasaniyi , kabilelerinizi karşınıza aiıyorsunuz, O ‘nu canınız gibi korumaya , mallarınızı O’ nun uğrunda seve
seve vermeye evet diyorsunuz. “Neye evet dediğinizi düşünün öyle kara verin” dedi.
Medineliler Efendimize; - Evet dersek kazancımız ne olur “diye sorduklarında Kâinatın Efendisi; - “
Ahirette kurtulursunuz ben size dünyada bir şey veremem dedi.Orada olan bütün Medineliler Efendimize gönülden “evet” diyerek biat ettiler.
Mesele gayet açıktır. İman etmenin gerektirdiği
yükümlülük ve yine iman etmenin getireceği ebedi
mutluluk. Sahabe islamiyeti bilerek ve isteyerek kabul
etmiş ve sonradan dinlerini uğruna nicelerini canın-
dan ve malından fedakarlık yapmıştır. Fakat tarih şahiddir ki hiçbir sahabe yaptığı fedakarlık kaybettiği
evlat veya mal yüzünden asla şikayette bulunmamıştır. Zira onlar bu yola bilerek ve isteyerek girdiler.
Ruhun Zaferi
Hayatında hiç yenilgi tatmamış orduları zaferden zafere götüren Halid bin Velid’in ölürken miras
bırakabildiği sadece kılıcı vardı. Hz. Abbas ondan geride kalanları söylerken böyle der. Buna düşmana
karşı zaferden zafere koşan Halid’in nefsine karşı kazandığı zafer diyebiliriz.
İmanın Gücü
Hz. Musa’ya iman eden sihirbazlar. ( yaptıkları
yılanların Hz. Musa’nın asasının değişip büyük yılan
haline gelmesi ve onların bütününü yutmasının bir
sihir değil olsa olsa mucize olduğunu anlayarak onun
peygamber olduğuna iman etmişlerdir. )
Firavunun ölüm tehdidine aldırmamış ve
ona: -“ Bizi öldür fani ömrümüz biter ama
daha güzel, daha rahat baki ömrümüz başlar” demişlerdi.
47
Hakiki iman ve bu imandan kaynaklanan teslimiyet. Evet hakiki iman karşı konulması imkansız bir
güç kaynağıdır. Bediüzzamn’ın ifadesiyle:
“İman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki
imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.”
“ Her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi
manbaı imandır.”
Tercih O (Sav) Olunca
Cesur sahabe Ebu Ubeyde bin Cerrah Bedir savaşında müminlerin safında babası Abdullah ‘ta müşriklerin arasında idi. Savaş sırasında babası ile karşı
karşıya geldi. Ebu Ubeyde babasının müşrik kanını
dökmemek için değişik yerlere geçiyordu. Fakat babası on öldürmek istiyor bir türlü peşini bırakmıyordu.
Nihayet Ebu Ubeyde babasını dinine feda etti. Bu
olay üzerine;
“Allah ve ahiret gününe iman edenlerin
babaları veya oğulları veya kardeşleri veya soyu
sopu olsada yine Allah ve peygamberini düş-
man tutanlara dostluk ettiğini görmezsin” ayeti
nazil oldu. ( mücadele suresi;22)
İnancımdan Taviz Verme
Sa’d bin Ebu Vakkas müslüman olunca, müşrik
annesi en zayıf yerinden yakaladı. Ve “ Anneye, babaya itaati söyleyen sen değilmisin” dedi. “evet”
cevabını alınca kadın;
“Sen Muhammed’in dininden dönmedikçe
vallahi yemek yemeyeceğim” dedi. Sa ‘d;
- Vallahi anne yüz tane canın olsa birer birer çıksa
ben yine dinimden dönmem. Artık sen bilirsin ister ye
ister yeme ,” dedi. Kadın çaresiz bundan vazgeçti.
Anne- baba insanın en başta hürmet edeceği
kutsi iki varlıktır.
Ancak mesele imandan taviz olunca can verilir
fakat imandan, islamdan asla taviz verilmez.
Mus’ab Bin Umeyr
Mus’ab Mekkenin en zengin ailelerinden birinin
oğluydu. Peygamberimize (sav) iman ettikten sonra
ailesi ve Mekkeliler onu kınadı, kötü davrandı. Peygamberimiz bir gün ashabıyla sohbet ederken Mus’ab
gelip selam verdi. Peygamberimiz bu selamı aldıktan
sonra; dünyayı bütün ahalisiyle birlikte değiştirebilen
ALLA ‘a hamd olsun. Şu genç adamı görüyor musunuz. Önceden anne babasının en sevgili varlığı idi.
Allah ve Rasülünün sevgisi anne- babasının sevgisine
galebe çaldı. O da Allah ve Rasülünü tercih etti.
Birinci akabe biatından sonra Es’ad ibni Zürare
‘nin evinde Medine halkına İslamiyeti anlattı. Böylece
ilk muallim olma şerefini kazandı.
Bilahare Mus’ab Medinedeki inkişafı anlatmak
için Mekkeye gelip Rasulullah’ı ziyaret etti. Bu ziyaretten haberi olan Mus’ab’ın annesi ; -“ Hayırsız
evlat Mekke’ye gelipte benden önce bir başkasını nasıl ziyaret ediyorsun” deyince Mus’abın cevabı; - “Ben Rasulullah’tan önce kimseyi ziyaret
edemem” idi.
Mekkede bulunduğu bu esnada bir gün Hz. Muhammed ( sav) O’nun bir kemik parçasnı sıyırdığını
gördü ve yanındaki sahabelere; -“Bu zatı görüyor
musunuz anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdiği halde onları bırakıp bizimle beraber
açlığa tahammül ediyor” demişti.
48
Şubat 2011
Uhud harbinde sancaktarlık yapan Mus’ab ‘ın
harp sırasında vefat ettiğinde üzerine kefen olarak koyulabilecek bir bez parçası dahi yoktu. Başı örtüldüğünde ayakları ,ayakları örtüldüğünde başı açık
kalıyordu.
Hz. Ebu bekir
Hz. Ebu Bekir ticaretle uğraşan zengin itibarlı
çok gezdiği için kültürlü ve zayıflara yardım eden birisiydi. Efendimize Peygamberlik vazifesi geldiğinde O
ticaret maksadıyla gittiği Yemen ‘de bulunuyordu.
Döndüğünde Ebu Cehil ve Utbe bin Muayt gibi Kueryş ‘in ileri gelenleri hemen etrafını sardılar. Çünkü
Hz. Muhammed ‘in (sav) en yakın arkadaşının O olduğunu biliyorlardı.
Ebubekir -- “ hayrola” dedi. “Mekke de yeni
bir haber mi var”
Müşrikler -- “ Muhammed ( Ebu Talip’in yetimi)
peygamberlik iddasına kalkıştı.
Ebubekir –“ Bunu bizzat kendisimi söyedi.”
Evet cevabını alınca; “Kendisi söylüyorsa doğrudur” dedi ve hemen onun O’nun yanına koştu.
Sonra Efendimizi buldu söylenenlerin doğru olduğunu öğrenince vakit geçirmeden şehadet getirdi.
Müslümanlar 38 kişi olunca Hz. Ebu Bekir ve diğer
müslümanlar Kâbeye giderek insanları, bir olan Allah
‘a davette bulundular. Müşrikler O ‘nu bayılıncaya
kadar dövdü: Eve getirilip baygınlığı geçince ilk sorusu;“ Resulullah’a ne oldu.” İdi. Yemek ye, su iç diye
ısrar ettiyselerde “Onu görmeden hiçbir şey yapmam”
dedi ve yakınlarının kollarına girerek o hayliyle Rasullah’ı görmeye gitti.
Ebu Akîl Destanı
Abdullah bin Ömer anlatıyor; Yemame savaşında Ebu Akil kolu kesilmiş ve tüm vücudu kanlar
içinde çadırda yatıyordu. Tam bu sırada müslüman
saflarında çatlamalar meydana gelmişti. Huneyn savaşında da aynı tablo oluşmuş müslümanlar son bir
gayretle düşmana galebe gelmişlerdi. Maan ibni Adiy
bu olayı hatırlatarak;
-“Ya Ensar Huneyn de olduğu gibi sizden
bir gayret bekleniyor” diye haykırdı.
Bu ses çadırın içinde bütün azametiyle duyuldu, bu sesten sonra ölmek üzere olan bu insan
hortlamış gibi yerinden kalktı ve savaş alanına daldı.
Bir ara kılıç kullanmasına engel olan kolunu ayağı ile
basıp kopardı.
Savaş bittiğinde O’nu bulduğumda her yerinden yara almış şekilde yatıyordu. Konuşmaya bile takatı kalmamış son anlarını yaşayan bu insan bana; “Kim mağlup, kim galip” diye sordu.
- “ Müslümanlar galip” deyince ellerini dua
eder gibi yukarıya kaldırdı ve vefat etti.
Müminler içinde Allah ‘a verdikleri sözde duran
nice erler var işte onlardan kimileri o yolda canını
vermişlerdir, Kimide ( şehitliği) beklemektedir. Onlar
hiçbir şekilde sözlerini değiştirmemişlerdir.( Ahzap; 23)
Sa’d Abdurrahman ‘a -Kardeşim ben Medine’nin en zenginiyim. İşte malımın yarısı, ik tane hanımım var hangisi hoşuna gidiyorsa boşanayım evlen.
Abdurrahman’ın cevabı ise
Abdullah İbnü Huzafetüs Sehmi
Çok cesur sahabe idi, Bizans’a esir düşmüştü.
Bizans komutanı onun cesaretini duymuştu. Bu cesur
insanı kemdi tarafına çekmek isteyen Bizans komutanı Hıristiyan olması koşulu ile onu iktidarına ortak
yapma teklifinde bulundu. Aldığı cevap “hayır”dı.
İşkencenin akla hayale gelmeyenini tatbik etmişler
dininden dönmeyince de idamına karar vermişlerdi.
Bu karar üzerine Abdullah ağlamaya başladı. Bizanslılar şaşkındı zira kafasını defalarca kaynar suya sokmuşlar, atların arkasına bağlayıp sürüklemişler bütün
bunlara katlanan birinin ağlamasına anlam verememişlerdi. O’na korkuyor musun? diye sorduklarında;
- Kardeşim Allah sana malını ve hanımını mübarek etsin, sen bana bir ip ver ve pazarın yolunu göster
diyordu. Mekke de rahat hayat yaşayan bu sahabe
Medine ‘de geçimini pazarda sırtında yük taşıyarak
temin ediyordu.
-Böyle bir tek canla gideceğim diye üzülüyorum. Arzu ederdim ki başımda ki saçlarım adedince
başım olsun onları sevdiğim Allah ve Rasulüne feda
edeyim. Ama şu anda buna sahip değilim ve sadece
bir can feda edebiliyorum.
Abdurrahman Bin Avf
Mekke’nin hatırı sayılır zenginlerinden Abdurrahman Medineye hicret ettiğinde Efendimiz onu Sa’d
bin Rebi ile kardeş yaptı.
Şubat 2011
49
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Beynimizi
Daha İyi
Nasıl
Kullanırız
İsmail ÖZ
nsanoğlunun zihin dünyasına dair sırlar hala belirli oranda varlığını korumaya devam etsede, günümüzde artık birçok noktası aydınlanmış ve
nasıl çalıştığına dair ciddi bulgular ortaya konulmuştur. Nöropsikiyatristler yaptıkları çalışmalarla
beyni nasıl daha iyi kullanacağımıza dair önemli
ipuçları sunmuşlardır. Gelinen noktada, eğitim ve
öğrenim hayatının daha başarılı olabilmesinin yolunu açan bilgilere sahibiz. Bir anlamda daha güçlü,
ömrü daha uzun bir beyni de mevcut verilerle sağlamak elbette mümkündür. İnsanlara, “bütüncül
öğrenme” metotlarından bahsederken çıkış noktalarımızın temelini zihinsel süreçlerin organik anlamdaki çalışma biçimleri ve nelere ihtiyaç duyduğu
oluşturur. Şimdi daha kolay anlaşılabilmek bakımından gerekenleri, maddeler halinde açıklamaya
çalışayım.
İ
Yapılan son araştırmalarla,
kayıt kapasitesi yaklaşık 300
yıl olduğu ifade edilen beynimiz, yeterli oranda korunduğunda dünyanın en büyük güç
merkezidir.
Düzenli Uyku
Uzmanlar, bilgilerin iletilmesini sağlayan kimyasalların “nörotransmitter” lerin yoğun bir
günün ardından ancak 7 saatlik bir uykudan sonra
50
yine eski iletim gücüne sahip olduğunu ifade ediyorlar. Aşırı uykunun da az uymak gibi zararlı olduğunu belirtmemiz gerekir.
Oksijen
Vücuda yeterli oranda oksijen alınamadığında, beyindeki hücreler daha fazla ölürler. Ayrıca
bir önceki madde de bahsettiğim kimyasallar azalır
ve bilgi iletimi zayıflar.
Sigara, Alkol, Uyuşturucu Madde
Bahsedilen alışkanlıklar da yine hücreleri öldürdüğü için beynin zayıflamasına sebep olan kötü
unsurlardır.
Yetersiz ve Dengesiz Beslenme
Yeterli ve dengeli miktarda alınamayan gıdalar, kandaki enzimlerin değerlerini olumsuz etkileyecektir. Bu etkilenme ise yine öğrenme üzerinde
olumsuz bir tesire sahiptir.
Saydıklarımıza ilaveten belirtmemiz gereken
diğer faktörler ise elbette fiziksel ve sosyal çevreden
gelen uyarıların niteliğidir. Dağınık, gürültülü, aşırı
soğuk ya da sıcak bir ortamın da öğrenme üzerinde
ciddi olarak olumsuz tesirleri vardır.
Yapılan son araştırmalarla, kayıt kapasitesi
yaklaşık 300 yıl olduğu ifade edilen beynimiz, yeterli oranda korunduğunda dünyanın en büyük güç
merkezidir.
Stres
Öğrenmeyi yavaşlatan sebeplerin içerisinde
stresi saymamızın nedeni ise kan şekerini hızlı düşürmesidir. Beynin kullandığı tek şeyin de bu olduğu düşünüldüğünde, daha çabuk yorulmayı ve
algı da güçlük yaşamayı beraberinde getirmektedir.
Şubat 2011
Beyin hücrelerinin barındırdığı kodların, daha
çok küçük bir kısmının çözüldüğünü biliyoruz; A.
EINSTEIN’da buna dâhildir. O halde daha zorlanması gereken ciddi bir kapasite olduğu sonucu da
bir gerçekken, sızlanmadan ve kendimizi hakir görmeden sırlarımızın kâşifi olalım…
51
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Türk
İslamcılığının
Çıkmazı
Umut BULUT
ürkiye'de İslamcılık, mücadelesi verilmiş, bedeli ödenmiş bir şey değil... Türk İslamcıları
fikrî anlamda varlık sahnesine çıktıkları
andan beri hazır bir kitlenin sırtına binmek gibi bir
şark kurnazlığının ötesinde bir varlık gösteremediler. Entelektüel anlamda bir değer üretebilmiş az
sayıda İslamcı aydının da batının kavram ve metodolojisinin dışında ortaya bir şey koyduğunu
söyleyebilmek neredeyse imkansızdır. Türkiye'de
adına İslamcı denilen çevreler hazır bir pastayı
paylaşmaktan öte bir şey yapabilmiş ya da başarabilmiş değil...
T
Türkiye'de İslamcılık adına temsil makamını işgal edenler, tatlısu İslamcılığının
ötesine geçemedi bu güne kadar. Sloganların sırtına binen, kolaycı hazıra
konan bir mirasyedi gibi bir fotoğraf
karşımızdaki...
52
Türk İslamcılarının en büyük yanılgısı batının
metodolojisi ve terminolojisiyle İslami bir metin
üretebileceklerini zannetmeleridir. Biraz daha açacak olursak medresenin usulüne sırtını dönen Türk
İslamcıları, kendi usüllerini de üretemediler. Ortak
bir dil kuramayan, usül geliştiremeyen, sağlıklı ve
sadre şifa bir düşünce altyapısı kuramayan, ne söylediğinden tam da emin olmayan bir İslamcılık çeşidi Türk İslamcılığı...
Derme çatma ve toplama kafalarla da gidebileceği yer de ancak bu günkü sığ ve derinliksiz metinleri ortaya çıkarabildiler. Yüzünü
batıya dönük gözlerini kapatan, bir gözüyle batıya bakıp, bir gözüyle doğuyu seyretmeye çalışan bir garip İslamcılık bu bahsini ettiğimiz.
Sağa sola her yöne baktığı halde aynaya bakmayı
bir türlü aklına getiremeyen bu ''zavallı'' aydın
tayfası okumaktan üğretmekten kendini ortaya
koyacak medeni cesaretten oldukça uzak bir
yerde duruyor...
Türk İslamcılarını durumunu bu günden kısaca
özetleyecek bir benzetme ihtiyacı hissettiğimde aklıma
ilk olarak, bulduğu herşeyi yakasına yapıştıran mahallenin delisi geliyor. Bu delinin yakasında neler var
diye bir baktığımızda, çember sakallı bir Marks rozeti,
Bir yüzü Ali Şeriati'ye bir yüzü Seyyid Kutup'a benzeyen yarı batılı yarı Arap bir fotoğraf... Yarısı solcu yarısı milliyetçi bir profil bu... Ceketin sağ yüzünde Necip
Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel ve Nuri Pakdil var...
Sol yüzünde Cahit Carifoğlu, Ebu Zer El Gıfari
ve Nurettin Topçu... Hepsinden yarım yarım, hepsinden derme çatma, hepsinden sığ ve derinliksiz birer
parçayı üzerinde taşıyan bir mahhallenin delisi...
Böyle olunca da ciddiye alınmıyor, her rüzgarda savruluyor her denizde batma tehlikesi atlatıyor Türk İslamcıları...
Türk İslamcıları kendi mücadelesini vermeyi öğrenmedikçe bu mahallenin delisi tavrı devam edeceğe
benziyor. Türk İslamcıları her yol ağzında güvenli bir
limana sığınma ihtiyacı hissediyor, kendi başına kendi
kafasıyla bir mücadele verebileceği fikri ona korkutucu
geliyor ki; ya liberalllerin kafasının altına sığınıyor ya
sol İslamcılık gibi bir koltuk deyneğine tutunma ihtiyacı hissediyor. Yanına bir abi almadan kimseyle hesaplaşabileceğini düşünemiyor bile...
Bir mücadele geleneği olmadığı için sivil itaatsizlik denilince aklına sade Gandhi geliyor, sol geleneğin içinden geçtiği dar geçitlerden geçmediği için
veya bedel ödemeyi göze alamadığı için çoğu kez araziye uymak kendine verilen sus payına razı olmakla
yetinmeyi tercih ediyor.
Türkiye'de İslamcılık adına temsil makamını işgal edenler, tatlısu İslamcılığının ötesine
geçemedi bu güne kadar. Sloganların sırtına
binen, kolaycı hazıra konan bir mirasyedi gibi bir
fotoğraf karşımızdaki...
Türkiye’de henüz bir İslamî mücadele verilmediği için Türk İslamcıları hala daha çaldığını satmaya
devam ediyor. Filistin’deki intifada gibi bir mücadele
tecrübesi olmadığı için de Türk İslamcıları hazıra konmuş bir mirasyedi gibi davranmaktan kendini kurtaramıyor. Buna itiraz edecek bir mütefekkir
çıkaramadığı müddetçe de bu durum devam edecek
gibi gözüküyor. Türkiye'de sistem Türk İslamcılarını
hadım edip evlendiriyor. Sarayda bir harem ağası
kontenjanı Türk İslamcıları için yeterli gelmemeli. Bu
saatte sonra da İslamcılık adına muktedir bir iktidar
ortaya çıkarmak istiyorsak, yeni bir mücadele bilinci
geliştirmek için ancak olağanüstü halk hareketlerini tetikleyecek güçlü taşıyıcı beyinlere ihtiyacımız var...
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Yahyalı'da
Bir Alim
Aydın Başar
llah'ın veli kullarını hakkıyla anlatmaya ne
bizim gücümüz ne de kalemimizin mürekkebi
yeter. Ne kadar söylersek söyleyelim bir tarafı
hep eksik kalacaktır. İşte bu zatlardan bir tanesi de asıl
adı Hasan Türkmenoğlu olan Merhum Yahyalılı İpek
Hoca'dır. O tam anlamıyla bir gönüller sultanı, mübarek bir şefkat abidesi, kâmil bir peygamber varisidir.
Maddî imkânlarından tutun vaktine, güç ve kuvvetinden tutun çoluk çocuğuna kadar sahip olduğu hemen
her şeyi Hak yoluna vakfetmiştir.
A
"Gafil ne bilsin
kimde hüner var"
54
Geçimini imamlıkla sağlayan İpek Hoca talebelerini evinde okutmuş onların ihtiyaçlarını da kendisi
üstlenmiştir. Kazancının birçoğunu ilim yolunda harcadığından ihtiyarlık döneminde ancak bir ev sahibi
olabilmiştir. O da zor şartlarda yaptırabildiği küçücük
bir evdir. İpek Hoca Allah yolunda bir insan ne kadar
gayret sarf edebilirse o kadar gayret sarf etmiş, bu
uğurda hiçbir zahmetten kaçınmamış fedakâr bir zattır. Kayseri'nin karlı kış günlerinde köylerde vaaz vermek için binek sırtında zahmetli yolculuklar yapmıştır.
Bulunduğu ilçede kimin ne sıkıntısı varsa ilgilenmiş,
insanların zor günlerinde hep yanlarında olmuştur.
Halkın ona "İpek Hoca" ismini vermesinin nedeni yumuşak huylu ve şefkatli tavırlarıyla insanlara
sevecen yaklaşmasıdır. İpek yumuşaklığındaki ses tonuyla her gördüğü kimseye Allah'ın selamını vermiş,
mahalledeki çocuklara kadar herkesin gönlünü almayı
bilmiştir. Örnek vasıflarından dolayı çevresi tarafından
çok sevilen İpek Hoca adeta bir iletişim uzmanı gibidir. İnsanların gönlünü kazanmak konusunda çok başarılıdır. Onun iletişim tarzını gösteren örneklerden
birisi de; çok iyi bildiği bir konuyu bile bir başkasından
dinlerken sanki hiç duymamış gibi dinlemesi ve muhatabına değer verdiğini hissettirmesidir. Hacı Ali Demirci bir yazısında onun bu yönünü şöyle ifade eder:
"Bir sosyal bilimci olan Dale Carnegie'nin Dost Kazanma Sanatı adlı kitabı, pek çok dile çevrilmiş milyonlarca satmış bir eserdir. Bu eseri de okudum,
Hocamın sohbetlerinde de bulundum. Övgüyle bahsedilen kitaptaki metotlar, İpek Hocam'ın dost kazanmadaki üstün marifetleri yanında çok yüzeysel kalır."
Onun en önemli özelliklerinden birisi de temiz
ve düzgün giysiler giymesi ve güzel kokular sürünmesidir. O bu yönüyle insanlarda çok güzel tesirler bırakmıştır. Gece ibadeti için her gece kalktığında hiç
üşenmeden sanki önemli birisini ziyarete gidiyormuş
gibi en güzel elbiselerini giymiş ve Rabbi'nin huzuruna
öylece çıkmıştır. Bir ara Almanya'da bir ay kadar kalan
İpek Hoca oradayken hep ayakta vaaz verdiği için dizleri ve ayakları şişmiş, hasta düşmüştür. Ev halkının
anlattığına göre bu dönemde bedenî olarak çok ciddi
rahatsızlıklar yaşamasına rağmen gece ibadetini terk
etmemiştir.
Merhum İpek Hoca'nın damadı Nuri Adıgüzel
Bey üniversiteden hocam olması hasebiyle kendisini
bir kere görmek nasip oldu. Sivas'ta Ulu Camii'nin yakınlarındaki bir evde misafir olmuştu. Biz de onu ziyaret etmek için o eve gitmiştik. Odada onu ziyarete
gelen epey misafir vardı. Vefatına yakın olan bu dönemde gözlerinden ameliyat olduğu için bizi karartı
şeklinde gördüğünü söylüyordu. Orada onunla birkaç
cümle olsun sohbet etme şerefine kavuştum. Büyük
zatlarla konuşurken çok fazla konuşmanın edebe mugayir olduğunu düşünerek sorduğu sorulara tek kelimelik cevaplar veriyordum. Zaten kendisi de gayet az
ve öz konuşuyordu. Çok fazla hürmet edilmesinden rahatsız oluyor ve ara sıra "bana hoca diyorsunuz ama
ben hoca falan değilim" cümlesini tekrar ediyordu.
Orada İpek Hoca'yı ilk gördüğüm an çok değişik duygular hissetmiştim. O an kuşatıcı bir hava sanki
beni içine doğru çekiyordu. İç dünyasında sanki devamlı bir yerlere seyahat ediyor gibiydi. Derken bir
ara, hüzünlenir gibi oldu sonra yüzü kızardı ve etrafa
manevi bir elektrik yayıldı. Belki o haliyle sevgilisine
kavuşmayı bekliyordu. Gel gör ki arada yırtılası zaman
Şubat 2011
perdesi vardı. Zaman belki de onun için bir sürgünden ibaretti. Sanki onun bu hali Üstat Sezai Karakoç'un Sevgili, En Sevgili, Ey Sevgili, Uzatma dünya
sürgünümü benim" dizelerinin bir tefsiriydi.
Bu görüşmeden önce İpek Hoca hakkında muhterem bir Hacaefendi olmasının ötesinde bir şey bilmiyordum. Onu gördüğümde ise "tasavvufta
bahsedilen kırklardan birisi olabilir mi acaba"
diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Kaderin tecellisine bakın ki vefatından bir zaman sonra "üçler,
yediler ve kırklar"la ilgili yazdığı "Gayp Erenleri"
adlı kitabının imla ve dip notlarını düzenlemek bana
nasip oldu. Bu kitap Mavi yayıncılıktan yayınladı.
2002 yılında vefat eden merhum İpek Hoca tasavvufa intisabı olmakla birlikte bir tarikat şeyhi de değildir. Fakat onun çok garip hallerinin olduğu anlatılır.
Nitekim kendisinin kırklardan bir zat olduğunu onu tanıyan birçok kimseden duymuştum. Bulunduğu ilçede
onu tanıyanlar hakkında birçok garip olaylar anlatıyorlar fakat bunları idrak edebilmek bizim gibiler için
gayet zor. Rahmetli İpek Hoca sağlığındayken bu yönünü gizlemek için en azami gayreti sarf etmiş olsa da
yine bilenler onu bilmektedir. Vefatından kısa bir
zaman önce onu evlerinde misafir eden damadı Nuri
Adıgüzel Bey utana sıkıla şöyle bir olayı anlatır: "Bizde
kaldığı süre içerisinde, evimizin alışverişlerini yapmak
için, bizim evin karşısındaki markete gidiyordu. Bir
gün, karşımızdaki market görevlisi bana: 'sizin misafiriniz olan o ihtiyar kimdi?' diye sorduktan sonra
şunları anlattı: 'O amcaya sırtımda senelerdir bir ağrı
var, bir türlü geçmiyor, demiştim. Bir gün sonra, sabah
namazı vaktinde, bir rüya gördüm. Rüyamda, o amca
geldi, sırtımı eliyle ovaladı ve uyandım. Uykudan kalktığımda, sabah ezanı okunuyordu. O günden sonra
sırtım hiç ağrımadı.' Bunu anlatan adam bizim karşıdaki markette çalışan bir adam ve kayın pederimin,
bulunduğu ilçede tanınmış bir hoca olduğunu filan bilmiyor. Kayınpederi tanıyan birisi olsa diyeceğiz ki; 'bu
adam kayınpederin hoca olduğuna inandı, bu
şartlanma sonucu rüyasında onu gördü.' Ama
öyle diyemiyoruz. Demek ki Yüce Allah bazı kişiler vasıtasıyla şifa dağıtıyor."
Yazımızın başında söylediğimiz gibi bizim İpek
Hoca'yı anlatabilmemiz haddimiz değildir. Yazımız
bitmiştir ama çok şeyler de eksik kalmıştır. Çok güvenilir kişilerin onun hakkında anlattığı birçok garip
olaylara da bazı nedenlerden dolayı hiç giremedik.
Cenab-ı Allah cümlemize dünyanın her tarafında sevenleri bulunan İpek Hoca gibi mübarek zatları daha
iyi tanımayı nasip etsin. Bizleri Yunus Emre'nin
"Gafil ne bilsin kimde hüner var" diyerek anlattığı gafillerden etmesin. Amin.
55
Yusuf ELİBOL
Muhabbet Bahçesi
H.Z . HARUN
(A.S.)
Hz. Harûn (a.s), israiloğulları peygamberlerinden, Hz. Musa (a.s)’in kardeşi. Hz. Yusuf’un vefatından
sonra Mısır’da yaşayan israiloğulları ve diğer insanlar, bir müddet onun gösterdiği yoldan yürüdüler; ancak
daha sonra hakikati unuttular. Bu arada Mısır’ın idaresi Kıbtilerin eline geçti. Kıbtîler ise yıldızlara ve putlara
tapıyorlardı.
Kıbtîler, israiloğullarını hor görmeye başladılar. Onları ağır, zor işlerde kullandılar
İsrailoğulları çok kalabalık bir topluluk olup Hz. Yakub’un oğullarına nisbetle on iki kola ayrılıyordu. Onlar
Kıbtîlerin zulmünden kurtulmak istiyorlardı. Dedelerinin ülkesi olan Kenân bölgesine gitmek için izin istemelerine
rağmen onlara izin verilmemekteydi.
Her dönemde olduğu gibi, o dönemin Firavunu da zulmü temsil ediyor ve insanları eziyet altında
inletiyordu. İsrailoğullarının çoğalması Kıbtîler ve onların hükümdarı Firavun’u endişelendiriyordu. Onlar,
israiloğullarının isyan ederek kendilerine zarar vermesinden korkuyorlardı. Firavun, bir gün kâhinlerini yanına
topladı. Gelecekle ilgili onlardan bilgi istedi. Kâhinlerden birisi Firavun’a israiloğullarından bir çocuğun
doğacağını ve saltanatına zarar vereceğini bildirdi. Firavun, bunu duyar duymaz korktu ve tedbirler almaya
başladı. Bunun için de israiloğullarının doğacak erkek çocuklarının tamamının öldürülmesini emretti.
Hz. Musa, bu dönemde doğdu ve öldürülmesin diye bir sandığın içine bırakılarak nehre atıldı. Firavun’un
sarayında büyüdü. Allah diledi ve Musa’yı Firavun’un kucağında büyüttü.
Harun Peygamber, Hz. Musa’nın büyüğüdür. İsrailoğullarının erkek çocuklarının öldürülmeye başlanıldığı
dönemden önce dünyaya gelmiştir.
Hz. Hârun (a.s.); Musa (a.s.)’dan daha uzun boylu, daha etli, daha beyaz tenli, daha geniş sırtlı olup açık
ve düzgün dilli, yumuşak huylu idi. Alnında da bir ben vardı (Hâkim, el-Müstedrek, II, 577).
Harun peygamberle ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de pek fazla bilgi yoktur. Bir âyette Hz. Musa ile birlikte
zikredilmektedir.
Medyen’den dönerken Hz. Musa’ya Peygamberlik verildi. Peygamberlikle şereflendi.
Yüce Allah Hz. Musa’ya emretti: "Firavun’a git, çünkü o azdı" (Tâhâ, 20/24).
Musa Peygamber "Rabbim, beni yalanlamalarından korkuyorum" (es-suarâ, 26/ 12), "Kalbim
sıkılır, dilim açılmaz olur. Onun için Harun’a da Peygamberlik ver" (es-şuarâ, 26/l3),
"Bir de onların aleyhimde de bir kısas davaları var, bu sebeple beni öldürmelerinden
korkarım" (es-şuarâ, 26/14), "Bana ailemden bir vezir ver. Biraderim Harun’u. Onunla arkamı kuvvetlendir.
Onu işimde ortak kıl. Ta ki seni çok çok tesbih edelim ve seni çok çok zikredelim. şüphesiz sen
bizi hakkıyla görensin" (Tâhâ, 20/29-35) dedi.
Cenâb-ı Allah, Musa’nın bu duasını kabul etti. "Ey Musa! istediğin sana verildi" (Tâhâ, 20/36) buyuruldu.
Böylece Harun’a da peygamberlik verildi. "Firavun’a gidin, biz âlemlerin Rabbinin Peygamberleriyiz,
bizimle beraber israiloğullarını gönder" deyin " (es-şuarâ, 26/16-17) buyuruldu.
Hz. Mûsa ve Hârun (a.s.) "Ey Rabbim! Doğrusu biz Firavun’un, bize karşı aşırı gitmesinden,
yahud taşkınlığını artırmasından endişe ediyoruz" diye Allahu Teâla’ya dua ettiler. Yüce Allah:
"Korkmayınız! Çünkü ben sizinle beraberim. Ben (her şeyi) işitirim, görürüm! Hemen gidiniz
ve ona söyle deyiniz. "Biz Rabbinin iki elçisiyiz, artık israiloğullarını bizimle gönder. Onlara
işkence etme! Biz sana Rabbinden, hakiki bir âyet getirdik selam (ve selamet) doğruya tâbi
olanlaradır. Bize,şu hakikat vahy olundu ki: hiç şüphesiz azap yalanlayanların ve yüz
çevirenlerin üzerinedir" (Tâhâ, 20/45, 48) buyurdu.
Bunun üzerine, Hz. Musa ve Hârun geceleyin Firavun’un yanına gittiler. Kapıyı çaldılar. Firavun
kapının açılmasından dehşete düştü. Hz. Musa ve Hârun, Firavun’a kendilerinin Rabbûlâlemin olan Allah’ın
elçileri olduklarını, kendisini dine davet etmek için geldiklerini söylediler. Firavun "Ben sizin en yüce
Rabbinizim " (en-Nâziât, 79/24) diyerek onları reddetti.
Hz. Musa’ya vahyedildi. "Kullarımla geceleyin yola çık. Onlara denizde kuru bir yol aç. Size
yetişmelerinden korkma" (Tâhâ, 20/77) buyuruldu.
Bu iki peygamber israiloğullarını geceleyin yola çıkardılar. Bu durumdan haberdar olan Firavun ve
askerleri onları izledi. Hz. Musa, Hârun ve israiloğulları, denizi geçerek kurtuldular. Firavun ve askerleri de
denizde boğuldular. İsrailoğulları Tih sahrasına geldiler. Rızık olarak kendilerine kudret helvası, bıldırcın
kuşu verildi (el-Bakara, 2/57); onlar itirazlarını sürdürdüler. "Biz bir çeşit yemeğe dayanamayız. Bizim için
Rabbına dua et de bize toprağın bitirdiği sebzeden, acurdan, sarımsaktan, mercimekten ve
soğandan çıkarsın" (el-Bakara 2/61) dediler.
Musa peygamber, onlara öğütler de bulundu. Tûr dağına çağırıldığında ağabeyi Harun’u kendi yerine
vekil bıraktı.
İsrailoğulları Mısır’dan çıkarken altınlarını, gümüşlerini de yanlarına almışlardı. Hz. Musa (a.s)’in Tur’a
gitmesiyle israiloğullarının münafıklarından Şâmiri bu altınları topladı ve bir kapta eriterek bir buzağı yaptı.
Gönüllerinde yatan putçuluğu bir türlü tepeleyemeyen bu kavim buzağıya tapmaya başladı.
Hz. Hârun, onlara öğütlerde bulundu. "Ey kavmim! Bununla imtihan edildiniz. Sizin gerçek
Rabbiniz Rahman olan Allah’tır. Gelin bana uyun ve emrime itaat edin" (Tâhâ, 20/90) buyurdu.
İsrailoğulları, Hz. Hârun’u dinlemediler. "Musa, bize dönüp gelinceye kadar, biz o buzağıya tapmaya
devam edeceğiz" (Tâhâ, 20/91) dediler.
Hz. Musa (a.s), Tûr Dağı’ndan döndüğünde kavminin buzağıya tapmakta olduğunu gördü. Buna çok
üzüldü. Ağabeyine kızdı. "Ey Hârun! Onların saptıklarını gördüğün zaman bana uymaktan seni
alıkoyan nedir? Emrime isyan mi ettin?" (Tâhâ, 20/92-93) dedi. Hârun Peygamberin yakasına yapıştı.
Hârun Peygamber; Hz. Musa’ya israiloğullarının kendisini dinlemediğini anlattı. Musa peygamber
öfkelendi ve Şamiri’yi kovdu. Allahu Teâla, Musa (a.s)’ya Hârun (a.s)’u vefat ettireceğini, onu dağa
getirmesini bildirdi. Musa (a.s), Hârun (a.s)’un elinden tutarak dağa çıktılar. Hârun (a.s)’un sibr ve sibbîr
adındaki oğulları da yanlarındaydılar. Dağın üzerinde görülmemiş güzellikte bir ağaç, yapılmış bir ev, evin
içinde bir sedir, ve sedirin üstündeki yataktan misk gibi bir koku geliyordu. Hz. Musa ile birlikte Hârun
yatağın üstüne yattılar. Allahu Teâla Hârun (a.s)’un ruhunu bu halde iken aldı, sonra ağaç kayboldu, ev ve
sedir semâya yükseldi. Hz. Musa, Hârun (a.s)’un cenaze namazını orada kılarak onu dağa defnetti.
Yahudiler bu dağa Tûr-u Hârun adını vermişlerdir (Taberî, Tarih, I, 223).
Hârun (a.s)’un Tih çölündeki bu dağda vefat ettiğinde yüz on yedi, yüz yirmi veya yediyüzyirmiüç
yaşında olduğu söylenir (Yâkubî, Tarih, I, 41).
Hârun Peygamber uzun müddet yaşadı. Musa Peygamberle birlikte kavmine öğütlerde bulundu,
kavminin nankörlüklerine göğüs gerdi. Zaman geldi; Rabbine kavuştu, o da ölümü tattı...
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Muhabbetin
Alametleri
ALLAH’IM! Gönlüm sana âyân.ben Sana hasretim.Sen
ise,cûd sahibi olmakla bilinir ve kerem sahibi olarak vasıflanırsın!
Allah’ım! Sevdiklerinden Sana çok yakın olanların (tek)
dostu, Sen’sin! Saf ve temiz kullarından korkanların sığınağı,
Sen’sin! Velîlerinden Sen’i özleyenlerin can yoldaşı, Sen’sin!
Allah’ım! Âriflerin kalplerine koyduğun marifetin, ne de tatlı!
Seni zikredenlerin damağında kalan zikrinin tadı, ne de hoş! Âşıklarının gönüllerinde saklı sevgin, ne de güzel!
Allah’ım Sen, ümit edenlerin ümidini suya düşürmeyesin!
Hak yolunun yolcularının hâlleri, Sana gizli kalmaz. Sana yönelenlerin ricası, geri çevrilmez!
Allah’ım! Sen’den yine Sana nazar ettiğim vakit, Sen benim
sevincim olursun! Sen’de (yine) Sen’inle yetindiğim vakit, bana
yeten Sen olursun! Sen’den (yine) Sana misafir olduğum vakit,
Sen benim can yoldaşım olursun
Allah’ım! Merhamet et, beni kendinden ayırma ve Sen’siz
bırakma! Benim yalnızlığım, Sen’sizliktir! Ey en hayırlı dost ve can
yoldaşı! Ey en hayırlı arkadaş ve yoldaş! Beni, Sen’den (yine)
Sana götür
Allah’ım! Kalbime lütufta bulunacaksan bu lütufların en kıymetlisi olan Sen’den hayâ etmek olsun! Dilimdeki en tatlı söz Seni
övmek olsun! Bana en güzel gelen an, Seninle kavuşma ânı olsun!
Allah’ım!İçinde Senin zikrin bulunmayan kalp, ne kadar yalnızdır!İçinde Senin korkun bulunmayan kalp, ne kadar haraptır!
İçinde Senin sevgin bulunmayan kalp, ne kadar mutsuzdur!
58
Şubat 2011
Allah’ım! Sen’in ülkende, Sana olan gurbetimi
ve kullarının arasındaki yalnızlığımı yine Sana şikâyet ediyorum!
Allah’ım! Hizmet elbiseleri altında Sen’le olmanın sevinci böyleyse, nimet elbiseleri altında
Sen’le olmanın sevinci kim bilir nasıldır!
Allah’ım! Sen’den gayrı bir muradımız, amacımızı ve ihtiyacımız yok!
Allah’ım! Muhabbetin bu kadar tatlı ise, Sen’i
olmanın sevinci kim bilir nasıldır!
Allah’ım! Sana yalvarmak bu kadar tatlı ise,
kim bilir Sana kavuşmak ne kadar tadıdır!
Allah’ım! Dostluğun bu kadar tatlı ise2 Sana
misafir olmanın tadı acaba nasıldır!
Allah’ım! Bu, benim şükrüm, hatta şükrümüz
şükrüdür.
Allah’ım! Sen’inle mutlu olamayan kimse, ne
ile mutlu olabilir!
Allah’ım! Bu, benim sevincim, hatta sevindiğime sevinmemedir.
Allah’ım! Bu benim sevgim, hatta sevgimden
taşan sevgimdir
Allah’ım! Sana olan yakınlığımla, beni mahlûkatından uzaklaştır. Senin hakkında sahip olduğum marifetle, beni Sen’den başkasına
yalvarmaktan koru!
Allah’ım! Sen’den başkasının zikrini, nasıl dilime dolarım? Sen’den gayrisinin sûretiyle, nasıl
gözümü boyarım! Sen’den başkasının sevgisiyle,
nasıl kalbimi oyalarım! Ben, artık Sen’den başkasını tanımam.
Allah’ım! Sen benim dostum iken, ben kimi
öveyim? Sen benim arzum iken, ben kimi isteyeyim?
Ey herkesçe tanınanların ve anılarının en hayırlısı!
Sen’i tanımanın verdiği dostlukla beni şereflendir. Ey
Efendim, Sen’i tanıdıktan sonra başkasının dostluğuyla beni zelil etme.
Allah’ım! Sen tanıyan kişinin, sen’den gayriye
nasıl tenezzül ettiğine şaşarım!
Allah’ım! Sana dost olan kişinin, Sen’den gayriden nasıl kaçmadığına şaşarım!
Allah’ım! Seni isteyen kişinin, Sen’den gayriden
nasıl istediğime şaşarım!
Allah’ım! Şu fena diyârında Sen’le olmanın sevinci böyleyse, bekâ diyârında Sen’le olmanın sevinci
kim bilir nasıldır!
Şubat 2011
Allah’ım! Beni, muhabbet kadehinden sarhoş
oluncaya kadar içirdin. Şevkin beni yakıp kül etti,
muhabbettin ise beni öldürdü.
Allah’ım! Bana muhabbetini tattırdın, vuslatını da tattır!
Allah’ım! Senin, beni umutları yıkılmış bir
halde reddetmeyeceğin hususunda çokça hüsn-i
zannım var. Sana olan bu zannımı boşa çıkarma,
ey ma’ruf olmakla bilinen!
Allah’ım! Sana karşı sabrım kalmadı. Sana
hile yapılmaz. Sen’den kaçılmaz. Senden uzak
olunmaz
Allah’ım! Visalini bana gösterdin, ayrılığını
bana gösterme!
Allah’ım! İsteğimizi bize bahşetmediğinde,
Sen’in istediğine sabretme, gücünü bize ver!
Allah’ım! Kalbimi’ azametinin zikriyle boşalt.
Dilimi, ihsanlarının vasf ederek bağlarından kurtar,
nimetine şükrederek kuvvetlendir!
Allah’ım! Ben âcizim, darlık anında bana merhamet et. Ben sebepleri bilmem, ne isteyeceğimi şaşarım, bana merhamet et!
Allah’ım! Sen’den talep edilerek lutfedeceğin
bir şeyin sebebini halk eden, Sen’sin. Dostlarını bir
araya getirenve onların kalplerini birbirlerine ısındıran sebebi halk eden, Sen’sin!
59
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Kime
Benziyoruz?
Hatice FURAN
stetik operosyanlara tonla para harcanıyor.Bie
ünlüye benzemek uğruna bıçak altına yatılıyor.
E
"Kim bir kavmin(topluluğun) karartısını(sayısını)çoğaltırsa o da onlardandır. Ve kim bir kavmin
amelinden razı olursa onların amellerinde ortaktır."
Bir manken sadece bir defile de beş dakika görünecek diye,kendini eski kadın başbakanımıza benzetmek
için defalarca estetik ameliyat
geçiriyor.Yüzünü,bir daha asla eski haline gelemeyeceğini bile bile değiştiriyor.Ve bunu iş aşkı diye tanımlıyor.
Bir genç yıldız olmaya karar veriyor.Dünyaca
ünlü bir star olacaksan bu yüzle olamazsın denince,19
yaşında 19 operasyon geçirip kendini yabancı bir ünlüye benzetiyor.
Bir çocuk doğuyor,ilk gördüğümüz de illa birİne
benzetme hastalığımız var.Eğer çocuğu görmediysek
soruyoruz.Kime benziyor?
Meşhur birine benzetilmek övünülecek bir şey
olarak algılanıyor.Yeter ki meşhur olsun.Ahlaki durumu,yaptıkları hiç önemli değil.Benzemek ve benzetilmek bu kadar önemli ise soralım kendimize;
Peki Ya Biz Kime Benziyoruz?
60
Suretleri yaratan rabbimizdir. Ki suretlerimizi yaradan rabbimiz,yapılan bu tür değişikliklerden razı
değil.Ancak siret olarak değişmek olgunlaşmak Rabbimizin emridir. Şeklen kime benzediğimize verdiğimiz önem kadar,en az o kadar, ,siret yani ahlak olarak
kime benzediğimize önem vermeliyiz.
Peki Ya Biz Kime Benzemeliyiz?Kimi örnek almalıyız.Kendimizi kime benzetmeye çalışmalıyız?
Benzemek yani TEŞEBBÜH dinimiz de oldukça
önemli bir konudur.Zira Rasulullah s.a.v. buyurur
ki:Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o ondandır.
Yahya Bin Muaz hz. Şöyle buyurur:?
"EVLERİNİZ, Rum Kayserinin evlerine;
LÜKSE HAYRANLIĞINIZ, Kisra'nın tutumuna;
SERVET PEŞİNDE KOŞMANIZ, Karun'un anlayışına;
SALTANATINIZ, Firavun'un saltanatına;
NEFİSLERİNİZ, Ebû Cehil'in nefsine;
G URURUNUZ, Ebrehe'nin gururuna;
YAŞAYIŞINIZ, sefihlerin yaşayışına benziyor.
ALLAH İÇİN SÖYLEYİN!
MUHAMMEDÎ OLANLAR NEREDE?"
Evet Allah c.c. için söyleyelim bizim giyim kuşamımız,yaşantımız,konuşmalarımız,evlerimiz kime benziyor?
Bir gün, bir münasebetle Efendimiz (sav), buyururlar ki:
"- Gün gelecek, siz, sizden evvelkilerin yoluna girecek de karış karış, adım adım onları
takip edeceksiniz. Hatta onlar kelerin deliğine
girse (en kötü yerlere girse ve en pis işleri yapsalar bile) siz de onların peşinden gideceksiniz." Yani, siz onların nereye gittiklerine, ne iş
yaptıklarına, iyi mi, kötü mü yaptıklarına bakmayacak, onları taklit edeceksiniz. Erkekleri kulaklarını deldirseler, siz de deldirecek, saç uzatsalar siz de
uzatacaksınız. Soyunsalar soyunacak, giyinseler giyineceksiniz. Nasıl yaşarlarsa siz de öyle yaşayacak,
nasıl yiyip içerlerse siz de öyle yiyip içecek, neye taraftar olurlarsa siz de ona taraftar olacak, neye karşı çıkarlarsa siz de ona karşı çıkacaksınız. Ne şekilde idare
edilirlerse siz de öyle idare edileceksiniz de kendi inanç
ve adetlerinizi, kendi örf ve kültürünüzü unutacak onlara tabi olacaksınız. Ashabı Kiram;
"- Bunlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar mı ya
Rasülallah?" dediler. Efendimiz (sav) de:
"- Başka kim olacaktı ya...?" diye, onları
teyit etti.
Şubat 2011
Bu benzeme konusu öyle hassas bir konu ki
Efendimiz ibadette dahi onlara benzemeyi hoş görmemiş ve aşure günü tutulan orucun Yahudiler tarafından bir gün tutulduğunu öğrenince;
-Biz bu orucu tutmaya onlardan daha
layığız.Ancak onlara muhalefet etmek için üç gün tutunuz.Diye buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz’in (asm) başka kavimlere
benzemeyi yasakladığı hadislerinden bir kaçı şöyledir:
* Abdullah bin Amr bin As (ra) der ki: “Resulullah
(asm) benim üzerimde usfur bitkisi ile sarıya boyanmış
iki elbîse gördü ve: ‘Bu küffâr elbîselerindendir. Bunu
giyme’ buyurdu.
*Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Müşriklere (her hal ve hareketinizle) muhalefet ediniz ve
benzemeyiniz. Sakallarınızı bırakınız ve bıyıklarınızı kısaltınız* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Yahudî ve Hıristiyanlar saç ve sakallarını boyamazlar. Siz
onlara muhalefet ediniz. (Kına ile boyayınız
61
dinini ve hem de İslam Dinini tasdik edip hem İslam'ın
ve hem de kâfirlerin hükümlerini beraberce yapmak
isteyen kimse müşriktir. Çünkü küfürden beri olmak
İslam'ın şartındandır. Tevhit ise ancak şirk şaibelerinden sakınmakla gerçekleşmektedir.
Bu Hadis işeriflerden ve İmma Rabbani hz. nin
bu sözlerin den anlıyoruz ki:
Hayatmızda ki gerek ibadet,gerek günlük yaşam
olsun herhangi bir konu da başkalarına benzemek asla
caiz değildir.
Şimdi asıl önemli olan soruyu soralım.
Peki Biz Kime Benzemeliyiz?
Bu soruya kayıtsız şartsız verilecek cevap elbette
ki şu olmalıdır;Biz Allah ın Rasulü ne
benzemeliyiz.Benzemekte ancak örnek almakla mümkün olur.Bu konu ile alakalı Kitabımız da buyrulur ki,
Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır"
(Ahzâb Sûresi, 21)
Abdullah ibni Mes'ud(ra) ....dedi ki:Muhakkak
ki ben Rasulullah (sav) şöyle derken işittim:
"Kim
bir
kavmin(topluluğun)
karartısını(sayısını)çoğaltırsa o da onlardandır.
Ve kim bir kavmin amelinden razı olursa onların amellerinde ortaktır."(İbni kesir Cami’u-Mesanid ve's-Sünen
(27/308) hadis no: 589)
Özellikle bu hadis-i şerif ler çok önemli psikososyal gerçeklere işaret eder. Şekli benzeşmenin sonuçta itikadı benzeşmeye götüreceğini anlatır
Bu konuya şöyle bir örnek verelim.Bu örnek yılbaşın da birçok kardeşimizin telefonu na mesaj olarak
ta gelmiştir mutlaka.
Düşününki gayrimüslim bir komşunuz var.Kurban bayramına sayılı günler kalmış,herkeste bir telaş
bir koşuşturmaca.Ve siz bu komşunuzu görüyorsunuz.Bir koçun boynuzundan asılmış,çeke çeke evine
götürüyor.Ne düşünürdünüz?Herhalde bu adam müslüman oldu derdiniz.Peki ya bir hıristiyan sizi yılbaşı
için sevinçli ve mutlu bir şekilde birbirinizi tebrik ederken,yılbaşını kutlarken görünce ne düşünüyordur?
İmam Rabbani hz. de kafirlerin özel günlerini
kutlamak ve onlara benzemekle alakalı şu önemli
açıklamayı yapar MEKTUBAT adlı eserin de: Müşriklerin bayramlarını ve resmi günlerini taz'zim etmede
şirke kuvvetli bir ayak basma vardır. Hem müşriklerin
62
Benzemek ancak örnek almakla mümkün olur
ise biz de benzememiz gereken kişinin hayatını iyice
bilmek zorundayız.Zira bilmediğimiz bir şeyi yaşayamaz,tanımadığımız bir kişiyi örnekte alamayız.
Rasulullah s.a.v. nasıl yerdi,nasıl içerdi,nasıl
uyurdu,ev hayatı nasıldı,devlet başkanlığı nasıldı
gibi,tabandan tavana her konuda Efendimizin s.a.v.
hayatını öğrenip,kendi hayatımızı da bunun üzerine
inşa etmeliyiz.
Mevlana Celalaeddini Rumi hz. nin bir kıssası
vardır,bu konu da bize ışık tutacak. Mevlana hz. Oruçludur.Eve gelip hanımına;
-iftar edecek bir şey var mı?diye sorar.
Hanımın dan Hayır hiçbirşey yok.Cevabını
alınca der ki;
Elhamdulillah Evimiz Bugün Rasulullahın Evine
Benzedi
Şifa Tefsiri isimli eserin yazarı Mahmur Toptaş
Hocaefendi Nisa suresi:136. Ayeti kerime nin tefsirin
de şöyle bir olayı anlatır:
- Yakın dostlarımızdan bir tanesi Eski İslam Enstitüsünü ve de Ankara Siyasalı bitirdikten sonra, İngiltereye doktora yapmak için gitmişti. Doktorayı yaptı
ve geldi. O anlattı bana.
Londra'da camide oturuyoruz diyor. Caminin
imamı var, onunla beraber. Derken bir İngiliz girdi içe-
Şubat 2011
riye. İmama dedi ki; "Ben müslüman olmak istiyorum." İmam onu misafir etti. Ona izzet-ikram etti.
Çay yaptı. Orada hazır olanlardan ne varsa onlardan
da ikram etti. Dinimizin güzelliklerini ona bir daha arzetti. Yani Kelime-i şehadetle neyi söylediğini, neyi
kabul ettiğini biraz açıklayarak anlattı. Adam Kelimei şehadeti getirdi, ayrılacak.
Ayağa kalktı ve hocaya dedi ki; "Bu kapıdan
kâfir olarak girdim. Müslüman olarak çıkıyorum. Müslümanlar bir kapıdan çıkarken nasıl davranırlar? diye
imama sordu. (Yani öyle yapacak o da.) İmam zekii
tabi diyor. Derhal hatırına geldi, demiş ki; camidesin,
camiden çıkarken sol ayak atılarak çıkılır. Sol ayağını
at ve şu kelimeyi de söyle. Onu ezberle-tiverdi diyor.
(Bismillahirrahmanirrahim) diyerek çık demiş.
Şimdi o camiden sol ayağını atarak ve besmele
ile bize de gülümseyerek çıktı. Sonra imamla bir daha
görüştüm ben. İmam demiş ki; Yahu ne güzel bir
adama çattık böyle. O akşam telefon etti bana "Ben
yatıyorum müslümanlar nasıl yatar?" demiş. O da
demiş ki; Müslümanlar sağ tarafı üzerine yatarlar, sırtüstü de yatarlar, sol tarafı üzerine de yatarlar ama; yüz
üstü yatmayı pek tercih etmezler.
Bunun birkaç duası da var ama sen yine (Bismillahirrahmanirrahim) de. İlerde göstereceğim ama
bu gece (besmele) ile yat. İster sağ tarafına, ister sol tarafına, ister sırtüstü yat, demiş.
Hoca demiş ki; "Gel Ali. (Arkadaşın adı Ali)
ikimizde birden bir şehadet getirelim, yeniden
bir müslüman olalım" demiş. Biz tuttuk, o imamla
yeniden bir şehadet getirdik, ve müslüman olduk yeniden. Yani bundan sonra yapacağımız her işin; sünnette ve Kur'an da acaba nasıl yapılmış, araştırarak
yapalım diye karar verdik, diyor.
Yarım günlük bir müslümanın derdi,Rasulullah a
s.a.v benzemek.Yani hakiki anlamda bir Müslüman
olmak.
Ya doğduğu günden beri Müslüman olan bizlerin derdi ne?
Şimdi dönüp kendimize bakalım.Evlerimiz kılık
kyafetimiz,yaşantımız kime bezenziyor?
Bir Allah dostu şöyle buyurur:Dış benzemeden
iç benzemez.
Hz.Ömer r.a. da şöyle burmuştur.
-İnandığı Gibi Yaşamayan,Yaşadığı Gibi İnanır.
Biz Rabbimize inanıyoruz ELHAMDÜLİLLAH.O zaman emirlerine titizlikle riayet etmeliyiz.Zira
iman davası kuru gürültüden ibaret değildir.
Biz Hz. Muhammed a.s. efendimizize iman ediyoruz.Öyleyse O nun hayatını kendimize örnek almak
zorundayız.Zira iman ve sevgi itaati gerektirir.
Biz Kuran-ı Kerim e iman ediyoruz.Öyleyse Kitabımızda tarif edilen Müslüman modeline benzemek
için gayret etmeliyiz.
Günde 40 kere Fatiha okuyoruz.Bu konunun
önemine binaen Rabbimiz namaz kılan kullarından şu
duayı günde 40 defa yapmasını istiyor.Ve Fatihasız tek
rekat kılsak namazımızı kabul etmiyor.
Ve biz günde kırk defa diyoruz ki:
-Yarabbi!Bizi doğru yola ilet.(Ama biz doğrunun
ne olduğunu bilemeyiz).Sen bizi kendisine nimet verdiklerinin yoluna yani peygamber ve velilerin yoluna
ilet.(Bizi onlara benzet).Ya Rabbi!Bizi sapıtan ve gazaba uğrayanların yoluna iletme.(Bizi Yahudi ve hristiyanlar gibi olmaktan,onlara benzemekten muhafaza
et.) AMİN
Şubat 2011
63
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Başörtüsü Yasağı ve
Militarist Zihniyet
Başörtüsü yıllardan beri Türkiye’nin kanayan yarası olmaya devam ediyor. Geçmiş hükümetlerin konuyu etraflıca ele almamaları, suni gündemlerle konuyu geçiştirmeleri yada siyasilerin başörtü sorununu siyasi rant gereği
seçim vaatlerine koydukları halde seçimden sonra bunu kendileri vaat etmemiş gibi bukalemun misali kılıktan kılığa
girmeleri maalesef sorunu çözümsüzlüğe iten nedenlerdir. Kendilerini rejimin koruyucusu gibi algılayan Atatürk milliyetçisi olarak lanse eden faşizan kemalist aydın, sanatçı, hukukçu ve yazar takımının cumhuriyet mitingleriyle kaos ortamı çıkarmaları, Türk Silahlı Kuvvetleri(TSK) içerisinde bazı subayların askeri muhtıra yada ıslak imza belgeleriyle siyasi
kriz çıkartarak bunu desteklemeleri ve yargının ideolojik sayılan kararları başörtüsü ve benzeri ülke sorunlarının çözüme kavuşmaması için yapılan kirli tezgahlardır. Atatürkçü Düşünce Dernekleri(ADD) ve Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneklerinin(ÇYDD) provakatörlüğünde düzenlenen cumhuriyet mitinglerine bazı CHP’liler, emekli askerler ve birçok aydın ve yazar destek verdi. Bu mitinglerde değişim ve statüko kıskacına takılan AK Parti laik cumhuriyet düşmanı
olarak lanse edilip sık sık ordu hayranlığı ve darbe taraftarlığı yapılarak bir rejim krizi varmış gibi adeta bir askeri darbeye davetiye çıkarılmak istendi. Daha sonra umduklarını bulamayan azgın azınlığa destek gecikmeden Yargıtay’dan
geldi. Yargıtay başkanı laiklik karşıtı ve irtica eylemlerinin kaynağı olarak gösterdiği AK Partiye kapatma davası açmaya
çalıştı. Neyse ki, insan hakları ve özgürlükleri konusunda sınıfta kalan Türkiye’nin kabarık suç listesine parti kapatma
ihlali girmemiş oldu. Aslında parti kapatma siyaset etiğiyle uyuşmayan katılımcı demokrasiyi hiçe sayan bir tür militan demokrasi arayışıdır. Seçilmişler yerine atanmışların oluşturduğu zihinleri yasaklarla örülü bu örümcek kafalılar,
halkın çoğunluğunu despotik tezgahlarla gütmeye çalışıyor. Militarist-darbeci zihniyet kurduğu oligarşik yapılanmayla
kişilerin sorgulama ve ifade özgürlüğünü yasaklamaktadır. Bu yasakçı zihniyete sahip zümre ülkeyi karanlık bir sona
sürüklüyorlar.
Nasıl olurda benim ülkemde çoğunluğu müslüman olan bir ülkede Başbakan’nın eşi başörtü taktığı için Gülhane Askeri Tıp Akademisi(GATA)’ne alınmayacak. Hem vergini verecek hem çocuğunu askere göndereceksin hem
de kıyafetinden dolayı ordu kapısından içeri alınmayacaksın. Yine üniversitelerde sırf inancından dolayı başını örten
bacılarımız kız evlatlarımız kampüsten içeri alınmıyor. Aynı şekilde kamu memuru olarak çalışanlar kamusal alan rezaletine dayanarak başlarını açmak zorunda bırakılıyorlar. Yeri geldiğinde bunların yandaşı olan bazı medya kuruluşları ve bazı dernekler "Haydi Kızlar Okula" projesiyle eğitim kampanyalarına sözde destek verirken öbür taraftan
inançlarından asla taviz vermeyen, ilkeli duruş sergileyen başörtülü üniversite gençlerinin kampüse alınmamaları yönünde karalama kampanyaları başlatıyorlar. Şimdi soruyorum onlara: "Haydi Ordan Kaz Kafalılarlar!" Kızlarımızı gönderelim de üniversite önlerinde gözyaşı döksünler, hakları elinden alınsın öyle mi? Aklı başında vicdan sahibi herkes
bu zulme karşı çıkmalı, sessiz kalarak bu suça ortak olmamalıdır.
Gelin görün ki, ülke düşmanların elinden kurtulduğu halde bir avuç despot, baskıcı ve dayatmacı zihniyete
sahip zevatın elinde oyuncak haline geldi. Ülke menfaatlerini keyiflerine kurban eden bu kişilerin, mahsun ve mazlum başörtülü gençlerin umudunu söndürmeye hakları yok. Ne yazık ki, yurdumun kanadı kırık, gönlü yaralı evlatları Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya şiirinin mısralarında: "Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya, Öz
yurdunda garipsin öz vatanında parya! " şeklinde dile getirdiği gibi öz yurdunda yabancı muamelesi görüyor bir
avuç soysuz yüzünden. Öz evlatlarımız öz vatanında üvey evlat muamelesi görüyorlar. Onlar, psikolojik işkenceden
geçtiler, okuma hakları ellerinden alındı. Gasp edilmiş haklarının iade edilmesi lazım. İnancımıza, örtümüze, İslami kim-
64
Şubat 2011
liğimize ve kızlarımıza sahip çıkalım. Biz evlatlarımıza sahip çıkmazsak, yarın mahşer gününde nasıl Allah’a hesap vereceğiz sorusunu hiç düşündük mü? Unutmayalım başörtüsü davası bir sevdadır, fedakarlık yapmaktır, sorumluluğun
bilincinde olmaktır, mazlum gönülleri teselli etmektir, kanadı kırıklara kol kanat germektir. Daha da önemlisi, bu dava,
bizlere uzun soluklu yürüyüş döneminde derin muhasebe yapma fırsatı verirken sonrakilerin omuzlarına da bir kutlu
mücadele yükü bırakıyor. "Sahtelikler üzerine kurulu bir dünyada üstümüze bulaştırmamalıyız sahteliği.
Seveceksek her yanıyla sevmeli, nefret edeceksek dört köşeli nefret etmeliyiz. Ölçüleri unutmadan
ama, ölçüleri yitirmeden. Ki budur adımızı kuşanmamız. Budur sabahlara umutla bakmamız. Budur varımız, yoğumuz, soyluluğumuz. Ne kaldı zaten bunlar olmasa sahi ne kaldı elde, avuçta? Ne kaldı yürekte hakkını verilmeyi bekleyen sevdadan başka. " 1
Aslında türban yada başörtüsü üzerinden nemalananlar yada bunların kullanımıyla ilgili kavram kargaşası çıkarmak isteyenler, ortamı bulandırmaya çalışıyorlar. Mesela kendini bilmez dine dogmatik diyen, laik-sekülarist kafa
yapısına sahip birileri çıkıp türbanın siyasi simge olduğunu söylüyor. İslami terminolojide türban yerine başörtüsü kullanılır. Çünkü türban; eğitimden yoksun bırakılmış, yaşı ilerlemiş köylü kadınlar için kullanılırken başörtüsü; daha çok
eğitimli, genç şehirli kadınlar için kullanılıyor. Türban örf, adet, gelenek yerini bulsun diye takılırken başörtüsü dinin
emri olduğu için takılır. Başörtüsü asla siyasi simge değildir, aksine dini semboldür. Örtünme, farziyeti kesin olarak Kuran’da geçen Allah’ın bir emridir. Allah, Kuran-ı Kerim’in Nur Suresi 31.ayetinde şöyle buyurmaktadır : "Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Zinetlerini, kendiliğinden görünen
kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. " Örtünün bağlanma şekli hakkında bir sürü
polemik yaşandı. Dini alanda uzman olmayan siyasetçi ve aydınlar, atıp tutarken; ilahiyat çevrelerinin özellikle diyanet işlerinin bu konuda suspus kalması yada oturaklı bir açıklama yapamama acziyeti göstermesi, bir kere daha devletin resmi din ideolojisi güttüğünü gözler önüne serdi. Diyanet, bu hükmü halka alenen açıklaması gerektiği halde garip
bir şekilde gizliyor. Kuran ve sünnette sabit olan bir hükmü gizlemenin haram olduğunu, lanete müstahak olduğunu
şu ayetten öğreniyoruz. Bakara Suresi’nin 159. ayetinde şöyle buyurulmaktadır:"Hakikat indirdiğimiz o açık açık
ayetlerimizi ve doğruyu biz kitapta insanlara pek aşikar bir surette bildirdikten sonra gizleyenler yok
mu? İşte onlara hem Allah lanet eder ve hem lanet etmek şanından olanlar lanet eder." Peygamberimiz
Sallallahu Aleyhi Vesselam de buyuruyorlar ki: "Kim ilmini gizlerse, kıyamet gününde Allah onun ağzına ateşten gemler vurur." (İbni Hibban sahihinde Hakim ve Zehebi'de eserlerinde bu hadisi sahih olarak kaydetmişlerdir.) Yoksa diyanet işleri biliyor da, işine mi gelmiyor dersiniz? Doğrusunu söylemek gerekirse, 'diyanetin kuruluş amacı tamamıyla
devletin hizmetinde olan bir kurum olmasıdır. Devlet kendi içerisinde kendi aleyhine oluşacak bir güç olgusuna şiddetle karşı olduğundan din ile devletin birbirinden tamamen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Aynı zamanda dine
ve vicdana saygılı olduklarını söylemeyi de ihmal etmediler. Halkın tepkisini çekmemek için dinsiz olmadıklarını söylediler. Bunun için dini kontrol altına alan bir teşkilat kurulmalıydı. ' 2 İşte diyanet kurumunun dindar, mütedeyyin insanlara yapılan işkence ve hakaretlere sessiz kalması, dini hassasiyetlere karşı sorumsuz davranması ve de resmi
ideolojinin gölgesine sığınması ancak bu kurumun kuruluş felsefesiyle açıklanabilir. Zaten başka türlü de açıklanması
mümkün değil.
Birey hak ve özgürlüklerinin genişletileceği, kişilerin düşünce ve inancından dolayı yargılanamayacağı, eşitlik ve
adaletin hakim olacağı bir Türkiye düşlüyorum. İşte benim istediğim ülke! Yaşayamadığım, ama hep hayalini kurduğum ülkemin her yerinde başörtüsünün serbest olmasını, her türden farklı inançlara saygılı olunmasını ve farklı düşüncelere özgürlüğün olmasını istiyorum.
Bu yazıyı internetten aldığım bir alıntıyla bitirmek istiyorum. 'Ey Sütçü imam… İki bacımızın yaşmağını aldılar
diye maraşı kana buladın. Heyhat..! Gel gör ki, şimdi senin şuuruna ne kadar da muhtacız. Hakkını helal et! Senin
emanetine sahip çıkamadık. Senin huzurunda duracak yüzümüz yok. Bacılarımızın, kızlarımızın derdine derman olamadık. Onlar okumak istiyorlar. Ama gel gör ki senin torunlarını başörtülü diye sokmuyorlar okullarına. O gün fransız, İngiliz ve yunan dölleri; Bayrağa, başörtüsüne, namusa el uzatıyordu. Bugün adı müslüman olan, Mehmetler,
Ayşeler maalesef birer başörtüsü celladı kesilmişler. Başörtüsünü düşman bellemişler. "BACIMIN İFFETİ BATMAKTA
REZİLİN GÖZÜNE. ACIRIM TÜKRÜĞE BİLLAHİ! TÜKÜRSEM YÜZÜNE" diyor merhum Mehmet Akif Ersoy. Reziller görevlerini yapıyorlar. Peki ya bizler? Adı Müslüman olan bizler... Lafı gelince mangalda kül bırakmayan bizler,
üzerimize sanki ölü toprağı serpilmiş... Evlerimizdeki rahat koltuklarımızdan onların gözyaşlarını izliyoruz utanmadan…'3
KAYNAKLAR
1)KÖLELİK BİR YAZGI DEĞİLSE EĞER/Bülent Sönmez/Birleşik yayıncılık 2)İSLAMIN ANLAŞILMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER/Abdurrahman Çobanoğlu/İhtar Yayıncılık
3)İnternetten alıntıdır. Kesinlikle bana ait değildir.
Şubat 2011
65
ÂLİMİN ÖLÜMÜ ALEMİN ÖLÜMÜ GİBİDİR.
ERZURUM
ULEMASINDAN
MUHAMMED HALİS EMEK,
VEFAT ETTİ...
Erzurum Alimlerinden Muhammed Halis Emek Hocaefendi, 93 yaşında hayatını kaybetti.
Emek Hocaefendi 20.01.2011 günü rahatsızlığı sonucu evinde hayata gözlerini kapadı. 93 yaşında
hayatını kaybeden Emek Hocaefendi, Erzurum’un ulemaları arasında yer alıyordu.
ÖZ GEÇMİŞİ
Erzurum’un Tortum ilçesinin Aşağı Katıklı Köyü´nden Arif Ağagil soyundan Hoca Ali Efendi’nin oğlu
Yusuf Saim’in İmam-Hatiplik görevi nedeniyle, Çat’ın Çögender Köyü’nde 1918 yılında dünyaya geldi. Annesi
Çat’ın Çögender köyünden Murteza Ağanın kızı Muteber Hanımdır. Sekiz yaşında hafızlığa başlayıp dokuz
ayda tamamladı.
Aynı köyde üç yıl ilkokula giderek oradan mezun oldu. Akabinde babasından, aklam-ı sittenin dört
çeşidinde yazı öğrendi ve o günün meşhur kitaplarından, Muhammediye, Ahmediye, Babadaği, Mevkûfât vb.
kitapları okudu. On altı yaşında Çögender Köyüne İmam-Hatip oldu, iki yıl bu görevi sürdürdükten sonra
akabinde görevden ayrılıp, Sefkarlı müderris Abdurrahman Efendiden, sarf ilminin sıra kitaplarını ve nahiv
ilminin de Molla Cami’ye kadar olan sıra kitaplarını okudu.
Daha sonra Molla Cami isimli kitabı, dönemin meşhur müderrisi Babadereli Ahmet Has Efendi’den
okumaya başladı. Kısa sürede bu eseri tamamladı. Bu esnada zaman zaman ziyaretine gittiği dönemin
Nakşibendî tarikatının büyüklerinden olan Muhammed Lütfi Efendi´nin meclisinde bir ara bulunurken, ikram
edilen şerbetin yarısının kendisine verilmesi halinde intisap edeceğine karar verir. Muhammed Lütfi Efendi
şerbeti biraz içince dönüp "bak bakayım yarı oldu mu?" der ve şerbeti kendisine uzatır. Ardından Hocamız
intisap eder.
Sonra Gaziantep ve Urfa’da üç buçuk yıl süreyle askerlik yaptı ve 1945 yılında terhis oldu. Tekrar
Babadereli Ahmet Efendi’nin medresesine döndü ve orada klasik medrese usulündeki tahsilini üç yıl gibi kısa
bir sürede tamamlayarak icazet aldı. Bu esnada Farsçayı da kendi gayretiyle öğrendi. O dönemde aşırı halsiz
bırakan bir hastalığa yakalandı. Yattığı yerden ayağa kalkacak hali yoktu. Bir gün ders arkadaşları yanında
iken odasından içeriye hocasının babası Molla Resul Efendi girer, Halis hocamız aşırı rahatsızlığından ve
halsizliğinden dolayı ayağa kalkamayınca: Resul Efendi “Allahın “Vedud” isminde şifa vardır. Onu zikret”
der ve dışarı çıkar. Birkaç defa tekrar edince üzerinden âdeta bir rüzgârın geçtiğini hisseder ve ayağa kalkar.
Yanındaki arkadaşları da olan duruma hayret ederler. Hocamız İcazeti müteakip iki yıl Çat’ın Kızılhasan
Köyü’nde, dört yıl Yavi Köyü’nde ve altı yıl da Çögender Köyü’nde İmam-Hatiplik yaptı. Bu esnada eski
medrese usulünde olmak üzere, yılda 20–30 civarında talebe okuttu. Akabinde 1957 yılında açılan müftülük
sınavına, Erzurum’da dönemin il müftüsü Muhammed Sadık Solakzade Efendi’nin huzurunda girdi. Yazılı,
sözlü ve mülakatta üstün başarı göstererek Çat ilçesine müftü olarak atandı. Sonra feraiz imtihanı için Ankara’ya
çağrıldı ve dönemin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu ve Feraiz ilminde mahir olan Başkan
Yardımcısının huzurunda üstün başarı gösterdiğinden kendisine il müftülüğü görevi teklif edildi. Ancak anne ve
babasının hizmete muhtaç olmaları nedeniyle bu teklifi kabul etmeyerek, Çat’ta ikamet eden ailesinin yanına
dönmek için Çat müftülüğü görevini sürdürmeyi tercih etti. Bu görevinde dört yıl kaldı. Bu esnada talebe
okutmaya devam etti. 27 Mayıs 1960 ihtilalinde, sekiz ay hapis yattı. Beraat edip çıktıktan sonra Erzurum
Merkez Güzelova Köyü’nde beş yıl İmam-Hatiplik yaptı. Diyanet İşleri Başkanlığının ikinci bir emriyle Erzurum
Merkez vaizliğinde istihdam edilmek üzere görevlendirildi.
Bu esnada 1967-68 yıllarında dönemin müftüsü Osman Bektaş tarafından görevlendirilerek Trabzon’un
Of ilçesinin Uğurlu Köyü’nde Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hoca’dan aşere okuyarak icazet aldı. Erzurum’a
döndükten sonra aşere ilminde üç grup talebe okuttu. Vaizlik görevine on sekiz yıl devam ederek, ardından 1982
yılında emekli oldu. Emekli olduktan sonra da Muratpaşa Camii´nde, bitişiğindeki Ahmediye Medresesinde,
Yukarı Mumcu Camii’nde, kısa bir süre Rize’nin Kendirli Köyü Merkez Cami’nde ve kendi evinde aralıksız
olarak talebe okutmaya devam etti. Ayrıca Dadaşkent’te Yukarı Vehbi Efendi namına mâil-i inhidam olan
küçük bir cami yerine büyük bir cami yaptırdı.
Halis Efendi Hocamız çok sayıda hac görevini ifa etmiştir. Ayrıca, Üç dönem uzun süreli Mekke’de
bulunduğu esnada Suudlu ve Suriyeli talebelere Muhtasaru’l-Meânî ve Beydâvî Tefsiri’nden dersler verdi.
Bunun yanında Fethu´l-Kadîr gibi eserlerden de fıkıh dersleri mütalaa ettirdi. Bu sürede Vehhâbilikle ilgili
görüşlerini kaleme aldı. Ancak bu notları daha sonra derlemedi.
Hocamız ders okumaya başladığı andan itibaren klasik medrese sistemindeki Arapça, Mantık, Belağat,
İlm-i Arûz, Fıkıh, Fıkıh Usulü, Kelam, Tefsir, Hadis, Feraiz vb. derslerin yanında Marifetname gibi bazı eserleri
de okutmaya da başladı. Tedris faaliyetine vefatından bir hafta önceye kadar devam etti. Bu sürede yüzlerce
talebe yetiştirdi. Bu talebelerinden bir kısmı halen İlahiyat Fakültelerinde ve diğer fakültelerde öğretim üyeliği
yaparken, kırkın üzerinde talebesi de Diyanet İşleri Başkanlığının il veya ilçe müftülüğü başta olmak üzere çeşitli
üst kademelerinde görev yapmaktı. Şehrin çeşitli camilerinde vaaz etmesinin yanında, Peygamberimize (SAV)
yazdığı Na’t ve Hz. Ebubekr’in (r.a.) “Cud bi Lütfik” kasidesini Arapça olarak tahmis etmiştir. Ayrıca kendisine
mahsus birkaç şiiri de bulunmaktadır. Dokuz erkek ve bir de kız çocuğu bulunmakta.
Merhum Hocaefendi’ye Allah (c.c)’tan rahmet, Yakınlarına ve ümmeti Muhammed’e başsağlığı dileriz.
Musa KARACA
[email protected]
Zenginliğinizi Nerede Harcıyorsunuz?
Arkadaşlar, sermayenizi nasıl harcıyorsunuz? Şaşırdınız mı yoksa? Benim ne zenginliğim var mı,
diyorsunuz. Aman bir zengin olalım o zaman düşünürüz mü diyorsunuz? Bence hepimiz çok zenginiz;
fakat farkında değiliz. Çok mu merak ettiniz? Aman hocam farkında olmadığımız şu zenginliğin yerini
söyle hemen kullanmaya başlayalım mı diyorsunuz, peki fazla merak ettirmeyelim anlatalım.
Günde yirmi dört altın geliriniz olsa zengin olmaz mısınız? Tabiî ki zengin olabilmeniz, bu altınlarla
iyi bir yatırım yapmanıza bağlı. Eğer iyi bir yatırım yaparsanız zengin olursunuz, altınların kıymetini
bilmeyip har vurup harman savurursanız o zaman bırakın zenginliği iflas edersiniz.
Peki, nedir günde bize verilen yirmi dört altın. Arkadaşlar Allah’u Teala bize altın değerinde yirmi dört
saat vermiş. Kullanma yetkisini de bize vermiş. İsteyen geleceğe yatırım için kullanır, isteyen bu zamanı
kendisine hiçbir faydası olmayacak şekilde israf eder. Tercih sizin.
Hadis-i şerifte peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdular ki: “ Kıyamette herkes, şu dört şeyden
soruluncaya kadar yerinden ayrılamaz: 1- Ömrünü nerede tükettin? 2- Gençliğini nerede geçirdin?
3- Malını nerede kazandın, nereye harcadın? 4- İlmin ile ne amel ettin? Günümüz bittiğinde Hz.
Ömer gibi kendimize “ Bugün Allah (c.c) için ne yaptım?”, yirmi dört saatim nasıl geçti diye
sorduğumuzda: “Namazlarımı kıldım, zikir üzere geçti. Televizyon ve bilgisayar karşısında
faydasız zaman geçirmedim.” diyorsanız işte kârlı bir gün geçirmiş olursunuz.
Aksi halde, “ Ömrünü nerede harcadın?” sorusuna “ Yasaklanan ortamlarda ve istenmeyen
davranışları yaparak geçirdim.” dersek işte iflas edenlerden oluruz. O zaman pişmanlığımız da fayda
vermez. Öyleyse iyi düşünelim zaman zenginliğimizi nasıl harcıyoruz. Zamanının kıymetini bilerek
değerlendirmek temennisiyle Allah’a emanet olun.
ÇEKİNCE UZAR HOCAM
Öğretmen Ali'ye:
- Uzun bir kelime söyle demiş.
- Lastik öğretmenim!
Öğretmen: - Lastik uzun kelime değildir ondan daha uzunları da var deyince:
Ali: Çekince uzar hocam..
68
Şubat 2011
CÂMİ ÂDÂBI
1- Câmiye, sağ ayakla girilip, sol ayakla çıkılmalı.
2- Soğan-sarımsak yiyerek câmiye gitmemeli.
3- Câmiye kirli elbise ve kokulu çorapla gidilmemeli.
4- Ön safta namaz kılmalı.
5- Saflarda omuzlar birbirine iyice değmelidir.
6- Câmide yüksek sesle konuşmamalı.
7- Cemaate yetişebilmek için koşmamalı.
8- Camiye girildiğinde namazı bekleyenlere selâm vermeli.
9- Namaz kılanların önünden geçilmemelidir.
BULMACA
1Peygamberimiz gelen ayetleri yazdırdığı kişilere
verilen ad.
2-
Kur'an-ı ilk defa Mushaf haline getiren halife.
3gelir.
Kur’an-ı Kerim’in ilk sûresi, “başlangıç” anlamına
4-
Tevhit inancının tam olarak anlatıldığı sure.
5Kuran'ın ilk ayetlerini içeren ve oku emrinin
bulunduğu sure.
6Peygamber efendimizin (s.a.v) Kur 'an 'in kalbi
dediği sure.
7Yatsı namazından sonra okunan aşırın
bulunduğu ve kur’anın ikinsi suresi.
8Misvağın yapıldığı ağaç.
9- Karşılaştığımız da esenlik anlamında söylenen söz.
10- Her işe onunla başlanır.
Bulmacanın cevabı: 1- vahiy kâtibi 2- Hz. Ebubekir 3- Fatiha 4- İhlas 5- Alak 6- Yasin 7- Bakara 8- Erak 9- selam 10- Besmele
Şubat 2011
69
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Söz
Dinlemeyen
Çocuklar
M. Emin KARABACAK
umurtadan başka hiçbir şey yemeyen bir çocuğu, anne bası zamanın âlimine götürürler.
Hocaya çocuğun anne babası; çocuklarını
bütün uyarı ve nasihatlerine rağmen yumurtadan
başka bir şey yemediğini, bu gidişle de çocuklarının
gıdasız kalmasından korktuklarını söylerler.
Y
“Çocuklarınızı gerçekten dinlediğinizde, ona zaman ayırdığınızda, konuşurken onu
yüreklendirdiğinizde, onunla ilgilendiğinizde, ona fırsat verdiğinizde ve en önemlisi onu
koşulsuz kabul edip takdir ediğinizde çocuklarınızla iletişim
problemi yaşamayacaksınızdır.”
Durumu dinleyen hoca efendi de şimdi gitmelerini ve kırk gün sonra gelmelerini söyler. Kırk gün
sonra anne babasıyla gelen çocuğu kucağına oturtup
saçlarını okşayan hoca efendi çocuğa:
“Yavrum bundan sonra çok fazla yumurta
yeme, diğer yiyeceklerden de ye” diye nasihat
eder.”
Aradan bir iki gün geçtikten sonra gerçekten çocuklarının yumurtayı fazla yemediğini gören aile, soluğu doğruca hocanın yanında alırlar. Hoca efendiye
çocuğun anne babası; “hocam madem bir çift
sözle çocuğa bu davranışı bıraktıracaktınız da
neden bizi kırk gün beklettiniz” diye sorarlar.
70
Hoca efendide: “Siz bana çocukla geldiğiniz zaman
bende yumurtayı çok sever ve çok yerdim. Çocuğa
yumurtayı az yiyebilmesini söyleyebilmem bende kırk
gün kendi nefsimde bunu denedim ki çocuğa söylediklerim etkili olabilsin. Yoksa yumurtayı fazla yememesi konusunda şimdiye kadar onlarca kişi söyledi;
fakat çocuk kimseyi dinlemedi. Yani anlayacağınız
kalpten çıkan söz kalbe tesir ederken ağızdan çıkan
söz ise bir kulaktan girip öbür kulaktan çıkacaktır” demiştir.
Çocuklarla konuşurken ağzımızdan hiç düşürmediğiz: “Ben senin yaşındayken, benim zamanımda, ben senin yerinde olsaydım…” gibi
cümleler çocuğumuzla iletişimi koparmamıza ve bizi dinlememesine neden olmaktadır.
pacağını bilmeyen, iş beğenmeyen ve söz dinlemeyen
insanlar olacaklardır.
Anne babalar olarak çocukları; “Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil, onların yaşa(Hz.Ali r.a.)
yacakları çağa göre yetiştirmek”
gerekiyor.
Çocukla iletişim kurarken çocuğu suçlamak yerine; “şu şekilde davranman hoşuma gidiyor,
ödevlerini zamanında yapmadığın için üzülüyorum, böyle söylemen beni üzüyor…” ile başlayan
ben dili cümlelerle duygu ve hissettiklerimizi ifade etmemiz iletişimin devamını sağlayacaktır.
Çocuklar anne babalarının sözlerini
dinlememesinin bir sebebi de çocukların
daha küçük yaştan itibaren zihinsel gelişimlerini engellemekten kaynaklanmaktadır.
Anne babalar çocuklarının kendi işlerini kendisi yapan, söz dinleyen, ders
çalış demeden ders çalışan ve okulun
gözde öğrencilerinden olmalarını isterler.
Çocukların söz dinlememelerini Prof. Dr.
Üstün DÖKMEN şöyle açıklamaktadır:
“Anne babanın elinde upuzun
bir “ellenmemesi gerekli şeyler” listesi
vardır. Çocukların her şeyi el uzatmaları
yaramazlık değil zihinsel gelişimlerinin özelliğidir.
Aman bunu elleme, buna dokunma....”(İletişim Çatışmaları ve
Empati. Sistem yayıncılık)
Üstün Dökmen hocamızın da söylediği gibi çocukların yeni yürümeye başladıkları zaman zihinsel gelişimlerinin bir özelliği olan her şeyle oynamak isteyişi
anne-baba tarafından ona dokunma, bunu elleme,
oraya gitme, yapma ve etme gibi emirler çocukların
hem zihinsel gelişmeleri engellenmekte hem de anne
babasıyla iletişim engellerini öğrenmektedirler.
Bu çocuklar ileri yaşlarda iletişim problemi yaşayan, kendi başına buyruk, ders çalışmayan, araştırma yapmayan çevreyi incelemeyen, kitapları
karıştırmayan çocuklar, büyüdükleri zaman sadece etrafı gözlemleyen; fakat araştırma şevki kırılmış, ne ya-
Şubat 2011
“Eve geç gelmenden ve böyle davranmandan hoşlanmıyorum” demeniz çocukta hoşlanılmayan kendisinin değil, davranışlarının olduğunun
farkına varmasını sağlayacaktır.
Bunun yanında çocuklara hayır deneceği
zaman; “seni seviyorum; ama isteğine hayır” demeniz, çocuğunuz için daha olumlu olacaktır.
Çocuklar sıkıntılı ve üzgün oldukları zaman konuşmak istemezler. Bu durumda çocuğu konuşması
için çocuğun üstüne gitmek yerine; “canın herhalde
konuşmak istemiyor, ama konuşmak istersen
ben seni her zaman dinlemeye hazırım...” mesajı, çocuğun sıkıntılarını sizinle paylaşmasına olanak
sağlayacaktır.
71
Çocukların Söz Dinlemeleri için Neler
Yapmalı?
Çocukların okulda ve ileriki yaşantılarında iletişim problemi yaşamayan başarılı kimseler olmaları
için; anne babaların çocukların adına, onların işlerini
yapmaktan, onların işlerini düşünmekten vazgeçmelidir.
Çocuklarla iletişim problemi yaşamamak için:
• Ben senin yerinde olsaydım, benin zamanında
diye başlayan cümlelerden kaçınılmalı.
• Çocukları başkaları ile kıyaslamamalı.
• Çocukların olumsuz davranışları yerine
olumlu davranışlar görülerek benlik saygısı yükseltilmeli.
• Çocukların kurallara uymaları ve söz dinlemeleri için kuralların nedenlerini ve amaçlarını çocuğa
açıkça anlatmalı.
• Çocuklarla iletişim kurarken onları yargılamamalı.
• Çocukları eleştirmeden ve suçlamadan konuşulmalı.
• Çocukları etkin bir şekilde dinlenilmeli.
• Çocuklara uzun uzun nasihat ve nutuk çekmekten kaçınmalı.
• Çocuklarla konuşurken sen dili yerine ben dili
kullanarak konuşulmalı.
• Çocukla konuşurken emir vermekten, tehdit
etmekten, ahlak dersi vermekten, yargılamaktan kaçınılmalı.
• Çocuklarla iletişimin devamı için ondan beklentiler onunla birlikte bir kağıda yazıp imzalanarak
evin uygun bir yerine asılmalı.
• Çocuklarla, iletişim kurarken anne baba olarak kararlı ve tutarlı davranılmalı. Kuralları uygulamada kararlı ve tutarlı olunmalı.
• Anne babanın çocuk gözünde saygınlığının
azalmaması ve çocukla iletişim problemi yaşamaması
için kurallara herkes uymalı.
• Annenin koyduğu kuralı baba, babanın koyduğu kuralı annenin kaldırmamalı.
• Çocukların yaşlarına uygun görev ve sorumluluklar verilerek cesaretlendirilmeli.
• Çocuğun çabası ve yaptıkları takdir edilerek
bazen ödüllendirilmeli.
Sonuç olarak; çocuklarınızı gerçekten dinlediğinizde, ona zaman ayırdığınızda, konuşurken onu yüreklendirdiğinizde, onunla ilgilendiğinizde, ona fırsat
verdiğinizde ve en önemlisi onu koşulsuz kabul edip
takdir ediğinizde çocuklarınızla iletişim problemi yaşamayacaksınızdır.
72
Şubat 2011
Download