wallersteın`ın makaleleri için tıklayın

advertisement
DÜBAM Immanuel Wallerstein Makaleler Seçkisi (2009-2010) Çeviren: Ertuğrul Aydın DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI ‐ DÜBAM DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Immanuel Wallerstein’dan Makaleler Seçkisi (2009­2010 arası) Eylül 2010
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
2
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
İçindekiler Yine İran: Herkes blöf mü yapıyor?........................................................................................... 4 Olimpiyatlar ve Jeopolitik.......................................................................................................... 6 Afganistan: Yazı da gelse kaybettik, tura da gelse kaybettik ..................................................... 8 Obama, Bush ve Latin Amerika Darbeleri ............................................................................... 10 Batı Avrupa ve Rusya biraraya geliyor..................................................................................... 12 Çin hakkında nasıl düşünmeli? ................................................................................................ 14 Amerika Brezilya'nın dünya politikasını yanlış okuyor........................................................... 16 Günlük şeylerden biri olarak kaos............................................................................................ 18 İsrail-Filistin açmazında kazananlar ve kaybedenler ............................................................... 20 Amerikan kaygıları: Önce Almanya şimdi de Japonya............................................................ 22 Korkunun anatomisi ................................................................................................................. 24 McChrystal bunu niçin yaptı? .................................................................................................. 26 Ponzi Solitaire .......................................................................................................................... 29 3
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
ve Çin'i ikna etmeye yeterli gelmesi
ümidini taşıyor.
Yine İran: Herkes blöf mü
yapıyor?
Amerikan sağı ve İsrailliler “size
söylemiştik”
havasındalar.
Onların
görüşüne göre İran her zaman yalan
söylüyordu, şimdi de yalan söylüyor ve bu
yüzden ciddi şekilde cezalandırılmalı.
Sadece müeyyideleri değil tesisin (ve
şüphe yok ki bilinen diğer tesisin de)
bombalanmasını açık açık düşünüyorlar.
İran yine kamu diplomasisinin en ön
saflarında. Başkan Obama, İngiltere
Başbakanı Gordon Brown ve Fransa
Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ortaklaşa
düzenledikleri bir basın toplantısında İran'a
bir ültimatom daha verdiler: Ya onların,
“uluslararası câmianın”, taleplerine bu
yılın Aralık ayına kadar ayak uydur yahut
yeni müeyyidelerle yüz yüze kal. Obama
“İran, tüm ulusların riayet etmesi gereken
kuralları çiğnedi” dedi.
Şimdi yeni müeyyidelerin eşiğinde miyiz?
Yahut ABD veya ABD'nin zımnî rızasıyla
İsrail tarafından İran'ın bombalanmasının
eşiğinde miyiz? İhtimaldir, ama gerçekten
öyle olacağını sanmıyorum. Olan bitenin
cümbür cemaat yapılan büyük bir blöf
olduğunu düşünüyorum.
İran'ın, Kum şehri yakınlarında 3000
santrifüjlük uranyum zenginleştirme tesisi
inşa ettiğini duyurması - yahut batılı
liderlere göre İran'ın bunu kabul etmiş
olması – vesilesiyle oldu bu. Obama'ya
göre zahiri amaç için – elektrik üretimi için
- çok düşük bir sayı bu fakat söz konusu
olan nükleer başlık üretmek olduğunda
doğru sayıdır. Velhâsıl İran, niyetleri
hakkında yalan söylüyor.
İran'la başlayalım. İran'ın, nükleer güç
konumunu elde etmek istediği hususunda
ABD sağı ve İsraillilerle aynı fikirdeyim.
Onlardan ayrıldığım nokta sadece bunun
bana normal gelmesi, kaçınılmaz durması
ve hiçbir şekilde jeopolitik bir felâket
görünmemesidir.
Görünene bakılırsa, batılı istihbarat
kaynakları tesis inşa edildiğini bir süre
önce keşfetmişler ama şimdi ikna edici
şekilde doğrulanmış oldu. Batı görüşüne
göre İran, tesis inşa edildiğini ilan etti
çünkü batı istihbaratları zaten ortaya
çıkarmışlardı ve bu gerçeği dünyaya ilan
etmek
üzereydiler.
Cumhurbaşkanı
Ahmedinejad,
Nükleer
Silahların
Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasına göre
böyle bir tesisin faaliyete geçmesinden altı
ay evvel varlığının duyurulması gerektiğini
ve şu an ilan etmelerinin sebebinin de
zaten bu olduğunu söylüyor.
İran nokta-i nazarından, Nükleer Silahların
Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasını
(NPT) imzalamamakla kalmayıp nükleer
silahlara sahip olan üç nükleer güç –
Hindistan, Pakistan ve İsrail – ve diğerleri
var. “Uluslararası câmianın” kurallarını
çiğneme suçlamasıyla da karşılaşmış
değiller. Bu yüzden İranlılar soruyorlar:
İran'a sataşmanın âlemi nedir? İran,
civarındaki bu üç nükleer gücün aksine,
NPT imzacısı ve şimdiye değin anlaşmanın
muayyen hükümlerini çiğnemiş değil. Ama
gene de diğer üç ülkeye nazaran çok daha
küçük uluslararası kural ihlallerinden
dolayı alenen kınanıyor. Brezilya Devlet
Başkanı Lula, Brezilya'nın da uranyum
zenginleştirdiğini ve İran'ın uranyum
zenginleştirmesinde bir sorun görmediğini
söyledi.
Obama bunu her hâlükarda büyütüyor ve
üzerinde mutabık olunan gerçeği (tesisin
inşasını) BM'in İran'a daha ağır
müeyyideler uygulaması için kullanıyor.
Açıkça görülüyor ki Obama bu yeni
gerçeğin BM Güvenlik Konseyi'nin yeni
bir müeyyide kararını desteklemesi yahut
hiç değilse karşı çıkmamaları için Rusya
Obama madem ki İran'ın bu tesisi inşa
ettiğini biliyordu da niçin şimdi ilan
4
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
ediyor?
Önce
bir
istihbaratın
sağlamlığından emin olmak istediğini iddia
ediyor. Ne ki iç politika için çok yararlı bir
vakit bu. Obama, sağlık sistemi reformu
teklifi ve Afganistan'a daha fazla asker
göndermede sergilediği tereddüt yüzünden
Amerikan sağının hücûmuna uğruyor.
İran'a sert tarzda konuşması, sağ cenâhını
biraz korumasını sağlıyor ve diğer
meselelerde
elini
siyaseten
güçlendirebilecektir.
vâdeli strateji üzerinde düşünüp taşınıyor.
Sanıyorum ki Obama hiç değilse kısmen
razı olacak ve daha fazla asker
gönderilmesine izin verecek. Benzer
şekilde diğer NATO ülkelerinin de asker
sayısını artırmaları son derece düşük bir
ihtimaldir. Aslında onların askerlerini
çekmeleri daha yüksek bir ihtimal olarak
görünüyor.
Afganistan'daki
duruma
bakınca, İran'a karşı bir askeri harekâtı
destekleyecek olanlar da kimlerdir? Obama
mı? Genelkurmay Başkanı mı? Amerikan
kamuoyu mu? Böylesi bir askeri harekâtın
hayli düşük bir ihtimal dâhilinde olduğunu
söyleyeceğim. Ve kaygıları, arzuları her ne
olursa olsun, İsraillilere, gerekli sınır ötesi
uçuş hakkı verilmeyecektir.
Aynı şey İran için de söylenebilir. Obama
gibi Ahmedinejad da bazı iç siyasi
zorluklarla karşı karşıya. Batı'ya karşı sert
tarzda konuşmak açıktır ki rejimine karşı
İran'daki ulusçu hisleri pekiştirmesine
imkan vermektedir bilhassa da onu böyle
konuşmaya iten Batı olduğunda.
Bu bizi nereye götürür? Dünyayı açmazda
bırakıyor. Bir sürü laf ve çok az eylem.
Ahmedinejad'ın istediği de bu mu? Belki
de. Amerikan sağı ve İsrailliler bu durumu
kınayacak mı? Muhtelemen. Obama
durumu değiştirmek için bir şeyler
yapabilir mi? Yapabileceği bir şey
göremiyorum.
Gelecekteki
tarihçiler,
ABD'nin jeopolitik güç kaybının bir delili
daha diyerek kaydedileceklerdir bunu.
Gelecekteki tarihçiler, BM Güvenlik
Konseyi kararlarına karşı koymada İran'ın
tıpkı son elli yılda benzer şekilde hareket
eden ülkeler gibi davrandığını da
söyleyebileceklerdir. Ne azı ne de çoğu.
Rusya ve Çin daha sert müeyyidelerin
amaca ters sonuçlar üreteceğini her daim
savundular.
İran'la
mâkul
ilişkiler
sürdürmede her ikisinin de ekonomik ve
jeopolitik çıkarları var. Elbette Amerika'yı
karşılarına almada çok fazla ileri gitmek de
istemiyorlar. Bu yüzden muhtemelen
yavaşça, dikkatlice ve müphemiyet çizerek
ilerleyeceklerdir. Rusya Devlet Başkanı
Medvedev, Eylül ayında İran'ı eleştiren,
Obama'nın yüzünü gülümseten bir İran
beyânatı vermiş olabilir. Ancak bu
Rusya'nın Aralık ayında hakikaten ciddi
müeyyide kararı lehine oy atacağı
anlamına gelmeyecektir. Evvela, Ruslar
(ve Çinliler) daha sert müeyyidelerin
İran'ın duruşunu değiştirmede etkili
olacağına gerçekten inanmıyorlar ve Batı
dünyasındaki çok sayıda ciddi analist de
inanmıyor.
Yutturmaca,
çıkmaz.
Askeri harekâta gelince, şunu bir düşünün:
Obama, General Stanley McChrystal'in
Afganistan'da Amerikan askeri kararlılığını
artırma talebiyle yüz yüze. Savunma
Bakanı Robert Gates'in bu talebi nereye
kadar onaylayacağı belli değil. Demokrat
politikacılar arasında zaten ciddi bir
muhalefet var. Ve Amerikan kamuoyu aşırı
derecede şüpheli görünüyor. Obama uzun
5
gerçeklikle
aynı
kapıya
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
verdiği bu karara gittikçe daha fazla ilgi ve
dikkat gösteriyor zira Olimpiyat yerinin
seçimi hususunda hükümet başkanları
kendi adayları için doğrudan lobicilik
yapıyor. Bundan dolayı, Brezilya, İspanya
ve Japonya liderlerinin Kopenhag'daki
toplantıya katılmalarınca bakınca, Barack
Obama'nın da Şikago adına boy göstermesi
gerektiği açıktır.
Olimpiyatlar ve Jeopolitik
Modern olimpiyatların iki şey hakkında
olduğu farzedilir: Politikanın üstünde olan
şiddet dışı rekabet yoluyla dünyada barışı
teşvik ve atletik başarının yüceltilmesi.
Olimpiyatlara
katılan
çoğu
atletin
kafasında bu ikincisinin olduğuna şüphe
yok. Ancak barışın teşvik edilmesi, ulusal
spor alt/yapılarına verdiği desteğin, ulusal
katılımcıların başarısı için her daim önemli
olduğu hükümetlerin kafasındaki son
şeymiş gibi görünüyor.
Böylesi yarışların sonuçlarıyla ilgili olarak
bahis düzenleyenler, Şikago'nun üzerine
bahse tutuştular ve öncelikle Obama'nın
şahsen katılacağını duyurmasına dayanarak
yaptılar bunu. Gizli oylamanın ilk turunda,
sonuçlar dört aday arasında dörde bölündü.
Şikago, Amerikan basınını, atletleri,
liderleri ve politikacıları sarsacak şekilde
birinci değil de dördüncü oldu ve ilk turda
elendi.
En baştan beri böyleydi bu. Modern
olimpiyatların meşhur fikir babası Baron
de Coubertin 1863 yılında doğdu. 1871'de
Almanlar karşısında yaşanan hezimetin
sonucunda çoğu Fransız’ın yaşadığı ulusal
travma üzerinde kafa yormaya başladığı
söylenir. Mağlubiyetin, Büyük Britanya ve
Almanya'nın aksine Fransız eğitiminde
atletik yeteneklere yer verilmemesi
sonucunda yaşandığı hükmüne varmış ve
bunu düzeltmeye koyulmuş görünüyor.
Üçüncü turda oyların üçte ikisini alan Rio
muzaffer olarak çıktı ki olağandışı
denilecek büyüklükte bir orandır. Niçin
böyle olduğunu anlamak güç değil. Rio
şüphesiz ki bizâtihi çekici bir mahal olsa
da UOK üyeleri oylarını Rio'dan ziyâde
Brezilya'ya verdiler. Diğer üç adayın hepsi
de Kuzey'dendi – ABD, İspanya ve
Japonya. Brezilya Güneyi temsil etti.
Yıllar geçtikçe olimpiyat hazırlıkları için
yapılan ulusal harcamalar gitgide arttı.
Olimpiyat oyunlarının yapılacağı yerin
seçimi
ve
oyunların
kazanılması
hükümetler için çok daha önemli hale
geldi. Jeopolitik, olimpiyat oyunlarının
hiçbir zaman uzağında olmadı. Soğuk
Savaş boyunca bloklar arasındaki rekabete
kazanılan altın madalyalar da dâhil edildi.
ABD ve Batılı uluslarının 1980 Moskova
Olimpiyatlarını
boykot
etmelerinin
ardından
1984
Los
Angeles
Olimpiyatlarına Sovyet boykotu geldi.
Yarışacak ülkelerin listesi, devletlerin ve
hudutlarının meşruiyeti hakkındaki Soğuk
Savaş argümanlarına göre belirleniyordu.
Brezilya Devlet Başkanı Lula'nın konuyla
ilgili başlıca savı, Güney Amerika'nın Kış
Olimpiyatları Oyunlarına hiçbir zaman ev
sahipliği yapmamış tek kıta olmasıydı. Bu
gerçek fakat oylama sonucunu sevinçli bir
şekilde “Üçüncü Dünya'nın zaferi” olarak
tanımlayan Fidel Castro sanırım daha
isâbetliydi.
Oylamada kazanan Üçüncü Dünya'nın
herhangi bir ülkesi de değildir. Güneyin
yükselen devlerinden biri olan Brezilya
kazandı. Lula oylamadan sonra yaptığı
açıklamada şöyle dedi: “(Brezilya) ikinci
sınıf bir ülke olmaktan çıkıp birinci sınıf
bir ülke oldu ve bugün, hak ettiğimiz
saygıyı görmeye başladık.”
Dolayısıyla 2016 oyunlarının yapılacağı
ülkenin
belirlendiği
Kopenhag'daki
Uluslararası Olimpiyat Komitesi (UOK)
oylamasına dünya basını tarafından
jeopolitik lens üzerinden bakıldı. Hakikat,
dünya basını UOK'nin dört yılda bir
Geçmişte gösterilmeyen “hak ettiğimiz
6
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
saygı”, Brezilya'nın iftiharıydı ve Üçüncü
Dünya'nın geri kalanı tarafından da
paylaşıldı.
Obama terslenmiş mi oldu? - şahsen o
değil, Birleşik Devletler. Bununla birlikte
popüler Obama tüm dünyada ve popüler,
ABD başkanı olarak yerinde. Oylama
sonucu jeopolitik mânâda apaçık bir
yerilmedir. Obama daha iyisini yapabilirdi
de denemez. Ve hiç gitmeseydi, Amerikan
kamuoyu
bu
kaybı
onun
orada
bulunmayışına bağlayacaktı.
Olimpiyatın yeriyle ilgili bir seçimde
kaybetmek, Taliban'ın istila ettiği bir
Afganistan'da
Amerikan
üsleri
bulunmasından daha kötü değildir. Ne ki
aynı resmin bir parçasıdır.
Madem ki Obama Nobel Barış Ödülünü
aldı, o halde bu durum Amerikan
diplomasisini değiştirecek mi? Anlık
olarak, belki. Ancak altta yatan durum
değişmeden kalıyor. Esasen Obama'nın
konumunu bazı bakımlardan daha bir
güçleştirecektir zira artık daha yüksek
standartlarla değerlendirilecek.
7
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
ihtiyaç duyduğunda, aksi takdirde,
Afganistan'daki savaşı kazanmak için çok
geç olacağında ısrar ediyor. İstediği
sayıdaki askeri alması yahut zımnen ifade
ettiği mühlet içerisinde yeterince hızlı bir
şekilde
alması
ihtimal
dâhilinde
görünmüyor. McChrystal’in 40.000 ilave
askerin – Afganistan'a hemen varsalar bile
- fark yaratacağını savunurken haklı
olduğundan şüphe eden pek çok askeri
şahsiyet var.
Afganistan: Yazı da gelse
kaybettik, tura da gelse kaybettik
Afganistan'daki savaş, ABD yahut Başkan
Obama şu an her ne yaparsa yapsın, hem
ABD'nin hem de Obama'nın kaybedeceği
bir savaştır. Ülke ve başkanı kazıklı
hummaya tutuldu.
Vaziyete bir bakın. Kabil'deki Afgan
hükümetinin Afgan halkının çoğunluğu
nezdinde hiçbir meşruiyeti yok. Anmaya
değer bir ordusu yok. Mâli temeli de yok.
Askeri yahut şahsi güvenlik diye bir şey
neredeyse hiç yok. Ülkenin yarısını
denetim altında tutan ve 2002 yılında
Taliban'ın yabancı işgaliyle (büyük ölçüde
Amerikan İşgaliyle) devrilmesinden bu
yana gitgide güçlenen gerilla yani Taliban
muhalefetiyle yüz yüze. New York Times
gazetesi Taliban'ın, “isyancı operasyonların
masrafını karşılamak üzere” Amerikan
yetkililerinin yok etmek için başarısız bir
şekilde mücadele ettiği “hayli gelişmiş bir
mâli şebekeyi yönettiğini” kaydediyor.
Birleşik
Devletlerin
bir
noktada
Afganistan'dan
çekilmek
zorunda
kalacağını ortaya atmak cüretkârlık
sayılmaz. Bu noktada Afganistan'da
gerçekte kimin iktidara geleceği ucu açık
bir sorudur. Uzun süre devam edecek bir
sivil savaş pekala başlayabilir.
“Kaybedilmiş” savaş hakkındaki kanaat,
Amerika içerisinde, aşırı derecede farklı
olacaktır. Cumhuriyetçi Parti genelde
Demokratların özelde Obama'nın kalleşçe
satışa getirdiği suçlamasını yapmaya
hazırlanıyor. General McChrystal 2012'de
değilse de 2016'da Cumhuriyetçi Parti
başkan adayı olabilir belki de.
C. Başkanı Hamid Karzai apaçık hileli bir
seçimle yeniden kazandı. ABD hükümeti
bunu sineye çekmeye hazır çünkü Karzai,
Taliban'ın destek tabanı da olan etnik
Peştunlara mensup önde gelen tek
politikacı. Dolayısıyla da Taliban'ın bir
kısmıyla yahut hepsiyle birlikte siyasi bir
düzenlemeye gitmeyi ümit dâhi edebilecek
tek kişi yine o. Amerika, şaibeli seçimleri
tanıdığından dolayı herkesin gözü önünde
mahcup duruma düştü ve ikinci tur bir
seçimi kabul etmesi için Karzai üzerinde
baskı kurmak üzere sıkıştırıldı. Karzai
ikinci tur seçimleri şüphesiz kazanacak.
Siyasi konumu, seçim sonrasında, çok
zayıf olacak.
Obama, yaptığı hiçbir şeyin karşılığını
almayacak. McChrystal'in isteklerine tam
destek verse, Cumhuriyetçiler tarafından
çok geç davranmakla suçlanacak. Aynı
zamanda, 2008'de onun için oy atanların
hepsini değilse de yarısını fena halde
darıltacak.
Afganistan'daki savaş Obama'nın savaşı
oldu. ABD bu savaşı “kaybederken”,
“kaybetmekle” suçlanacak kişi Obama
olacak. Bir sağlık sistemi yasa tasarısını
kanunlaştırsa bile (mümkündür), Amerika
ve dünya ekonomisinin durumu gelecek
birkaç yıl içerisinde iyileşse bile (şüpheli)
Afganistan'daki savaş, onun başkanlığı
hakkında hüküm verirken en önemli tek
unsur olarak görülmeye devam edecektir.
Amerika'nın bölgedeki başlıca siyasi
müttefiki Pakistan belli ki Talibanla
danışıklı dövüşüyor – büyük ölçüde kendi
bekasını güvenceye almak için. Amerikan
ordusu
komutanı
General
Stanley
McChrystal bir an önce 40.000 askere
Obama, çarpıcı bir şekilde başka bir
istikamete – Talibanla hızlı bir siyasi
8
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
anlaşmaya ve tam askeri çekilmeye yönelerek bu durumu tersine çevirebilir
mi? Bunu yapmayı tasarladığına dair ciddi
bir resmi delil olmadığı gerçeği bir kenara,
bunu Obama için mâkul bir siyasi seçenek
kılacak derecede halk desteği yok
Amerika'da. Böylesi dramatik bir değişim
için gereken desteğe kendi yönetiminde
bile sahip değil.
Dolayısıyla, genel askeri ve siyasi durum
kötüleşirken, Birleşik Devletler ve Obama
bir ya da iki yıl tökezleyecektir. Birleşik
Devletler ve Obama yazı da gelse
kaybedecek tura da gelse kaybedecek.
9
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
uzak olmayan bir geçmişte başlıca iki parti
sosyal kuvvetlerin çakışan koalisyonlarını
temsil edermiş ki her birinin iç dengesi
Cumhuriyetçi Parti'de bir parça merkez
sağda, Demokrat Parti'de bir parça merkez
soldaymış.
Obama, Bush ve Latin Amerika
Darbeleri
Latin Amerika'da tuhaf bir şeyler oluyor.
Latin Amerika'nın sağcı güçleri, George
W.Bush'un
sekiz
yıllık
başkanlık
döneminden ziyâde Barack Obama'nın
başkanlık döneminde icraata daha bir
hazırlar. Bush, Latin Amerika'daki popüler
kuvvetlerin asla sempati beslemediği aşırı
sağ bir rejime liderlik etti. Öte yandan,
Obama ise Franklin Roosevelt'in ABD'nin
Latin Amerika'da doğrudan Amerikan
müdahalesinin sonuna işaret etmenin bir
yolu olarak beyan ettiği “iyi komşuluk
ilişkilerini” tekrarlamaya çalışan merkezci
bir rejime liderlik ediyor.
İki parti çakışır hale geldiği için seçimler
her iki partinin başkan adaylarını, nispeten
küçük
sayılacak
ve
merkezde
“bağımsızlar” sıfatıyla bulunan bir seçmen
yüzdesini kazanmak adına üç aşağı beş
yukarı merkeze doğru itmişti.
Artık durum bu değil. Demokrat Parti o her
zamanki aynı geniş koalisyon fakat
Cumhuriyetçi Parti sağın sağına kaydı.
Cumhuriyetçilerin daha küçük tabanı var
demektir bu. Mantıken seçimlerde pek çok
meşakkatle
karşılaşmalılar.
Fakat
gördüğümüz üzere iş hiç de öyle değil.
Bush'un başkanlığı boyunca Amerika'nın
desteklediği ciddi tek darbe teşebbüsü
2002 yılında Hugo Chavez'e karşı
Venezüella'da yaşandı ve de başarısız oldu.
Bunun ardından Latin Amerika ve
Karayipler'de bir dizi seçim yapıldı ve
neredeyse her birinde merkez sol adaylar
kazandı. Bu süreç, Brezilya'da 2008'de
düzenlenen ve ABD'nin davet edilmediği,
Castro'nun ise fiili kahraman muamelesi
gördüğü bir toplantıda doruğuna ulaştı.
Cumhuriyetçi Parti'ye hâkim aşırı sağ
güçlerin yüksek motivasyonları var ve
hayli saldırganlar. Fazla “ılımlı” buldukları
her Cumhuriyetçi politikacıyı tasfiye
etmeye
bakıyor
ve
Kongre'deki
Cumhuriyetçileri, Demokrat Parti'nin ve
bilhassa da Başkan Obama'nın teklif
edebileceği herşeye karşı aynı tarzda
olumsuz bir tutum sergilemeye zorluyorlar.
Siyasi uzlaşmalar siyaseten arzulanır
görünmüyor
artık.
Tam
aksi.
Cumhuriyetçiler tek bir trampetçinin
arkasından yürümeleri için sıkıştırılıyor.
Obama'nın başkan olmasından bu yana,
Honduras'ta başarılı bir darbe girişimi
yaşandı. Obama'nın darbeyi kınamış
olmasına rağmen Amerikan politikası
müphemdi ve darbe liderleri, yeni başkan
için seçimin yapılacağı tarihe kadar
iktidarda kalma iddialarını kazanıyorlar.
Paraguay'da ise solcu Katolik başkan
Fernando Lugo bir darbenin önüne geçti.
Fakat onun sağcı başkan yardımcısı
Federico Franco, Lugo'ya hasım bir
meclisten tahkikat sûretinde bir darbe
çıkarmak için manevra yapıyor. Ve bir dizi
ülkede askeri diş bileniyor
Bu arada, Demokrat Parti her zamanki gibi
işliyor. Geniş koalisyonu soldan bir parça
merkez sağa kadar yayılıyor. Kongre'deki
Demokratlar siyasi enerjilerinin büyük bir
kısmını birbirleriyle müzakere ederek
geçiriyorlar. Birleşik Devletlerin sağlık
hizmetleri sistemini reformdan geçirme
teşebbüsünde şu an gördüğümüz gibi bahse
değer yasal düzenlemeler geçirmenin çok
zor olduğu anlamına gelir bu.
Bu âşikar gayri tabiîliği anlamak için
ABD'nin iç politikasına ve iç politikanın
ABD dış politikasını nasıl etkilediğine
bakmalıyız. Bir varmış bir yokmuş, çok da
Bunun Latin Amerika (ve aslında dünyanın
diğer kesimleri) için anlamı nedir peki?
Bush, rejiminin ilk altı yılında apaçık bir
10
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
kazandırma eğilimindedir. Ve bugün Latin
Amerika'daki câri rejimler merkezin
solundaki partilerdir.
çoğunluğa sahip olduğu Kongre'deki
Cumhuriyetçilerden neredeyse istediği
herşeyi alabilmişti. Gerçek tartışmalar ilk
altı yıl boyunca Başkan Yardımcısı Dick
Cheney'in hâkim olduğu Bush'un beyin
takımı tarafından yapılıyordu. Bush 2006
Kongre
seçimlerinde
kaybettiğinde
Cheney'in nüfuzu azaldı ve politika bir
miktar değişti.
Şayet Obama gelecek iki yıl içerisinde
önemli siyasi başarılara imza atacaksa
(doğru düzgün bir sağlık yasası, Irak'tan
gerçek bir çekiliş, azalan işsizlik) bu, Latin
Amerika sağının dönüşünü engelleyecektir.
İyi de böyle başarıların altına imza atacak
mı?
Irak takıntısı ve bir yere kadar da
Ortadoğu'nun geri kalanı, Bush dönemine
damgasını vurdu. Çin ve Batı Avrupa ile
ilgilenmek için bir miktar enerji kalmıştı.
Latin Amerika, Bush rejiminin bakış
açısında arka zemine doğru kaydı. Latin
Amerika sağı, onları düş kırıklığına
uğratacak şekilde, Amerikan yönetiminden
kendi lehlerine bekledikleri ve istedikleri
olağan yakınlaşmayı bulamadılar.
Obama bütünüyle farklı bir durumla yüz
yüze geldi. Apayrı bir tabanı ve tutkulu bir
gündemi var. Kamusal duruşu metin bir
merkezci konum ve ılımlı merkez sol jesti
arasında bocalıyor. Bu onun politik
konumunu zayıflatıyor. Seçim sırasında
uyandırdığı, pek çok davada siyasi geri
çekilme halindeki sol seçmenleri hayal
kırıklığına uğratıyor. Dünya ekonomi
buhranı gerçeği merkezci bağımsız
seçmenlerin bir kısmını büyüyen ulusal
borç korkusuyla ondan uzaklaştırıyor.
Latin Amerika, Bush için olduğu gibi
Obama için de önceliklerin başında değil.
Bununla birlikte (Bush'un aksine) Obama
başını siyasi suyun üstünde tutmak için
çırpınıyor. 2010 ve 2012'de yapılacak
seçimler için kaygılanıyor. Ve bu hiç de
anlamsız değil. Dış politikası, bu seçimler
üzerindeki potansiyel etkisinden kayda
değer ölçüde etkileniyor.
Latin Amerika sağının yaptığı, elini ileri
sürmede Obama'nın karşılaştığı iç siyasi
zorluklardan istifade etmek olmuştur.
Onları önleyecek siyasi enerjisinin mevcut
olmadığını düşünüyorlar. İlave olarak,
dünyanın iktisâdi durumu, câri rejimlere
11
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
yakın ilişkiler kurmaya verdi. Orta ve
Doğu Avrupa'daki komünizm sonrası
rejimler, Batı Avrupa ve Rusya arasında
yakın ilişkilerin olduğunu gösteren
işaretlerin azalması sayesinde ferahladılar.
Batı Avrupa ve Rusya bir araya
geliyor
Batı Avrupa ve Rusya'nın yavaş ilerleyen
kalıcı bir jeopolitik ittifak oluşturma
sürecinin uzun bir tarihi geçmişi var ki
yavaşça
olgunlaşıyor.
Fransa
Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle'ün 1944
yılında Franko-Sovyet İttifak ve Karşılıklı
Yardım Anlaşmasını imzaladığı Sovyetler
Birliği ziyaretine kadar bunun izi
sürülebilir.
Fransa'nın
Avrupa
politikasındaki merkeziliğini yeniden ileri
sürmenin ve bir şekilde gönülsüzlük
sergileyen müttefiklerle yani ABD ve
İngiltere ile arasına mesafe koymanın bir
yoluydu. De Gaulle nezdinde jeopolitik
çıkarlar ideolojik farklılıklara galip gelirdi.
Ama ne ki Yeltsin'in ardından Vladimir
Putin geldiğinde Rus politikası genelde
Batı Avrupa ile özel de ise Fransa ve
Almanya ile yakın ilişkiler arayışına tekrar
yöneldi. 2003 Şubat'ında meyvelerini
vermiş gibi duruyor: ABD ve İngiltere BM
Güvenlik Konseyi'nden Irak işgaline onay
almaya çalıştığında üç ülke bu teşebbüsü
hezimete uğratmak için el birliği ettiler.
Ancak bu kez Amerika, bu işbirliğini,
hemen hemen apaçık şekilde, Amerika'nın
küresel çıkarlarına hasım olarak tanımladı.
Amerika husûmet beslemeyi sürdürmesine
ve doğu-orta Avrupa'daki bir zamanların
uydu devletlerinde genel bir korku ve
muhalefet olmasına rağmen, bu ilişkiler, o
zamandan beri ve dünyanın radarı altında,
ilerlemeye devam etti.
Çok önemli bir diğer an, Batı Almanya'nın
Sosyal Demokrat Şansölyesi Willy
Brandt'ın 1969'da iktidara gelmesiyle
birlikte Ostpolitik'in (Doğu Politikası)
peşinden gitmesiydi. Sovyetler Birliği ile
yeni bir diplomatik yumuşamayı (ve Doğu
Almanya ile iletişimin açılmasını) ihtiva
ediyordu.
Putin en büyük kozlarından birini,
Rusya'nın doğalgaz ihracını, bu bağları
pekiştirme
tarzı
olarak
oynamayı
sürdürüyor. 1990'lardan beri devam eden
tartışma, Rusya ve Orta Asya'dan Batı
Avrupa'ya uzanacak devasa boru hatlarının
güzergâhı üzerinde yürümektedir.
Çok önemli üçüncü an, 1970'lerin
sonlarında ve 1980'lerin başlarında
Sovyetler Birliği'nden Batı Avrupa'ya
doğru uzanacak, Almanya, Fransa ve hatta
Thatcher'ın
Büyük
Britanyası
bile
desteklediği bir doğalgaz boru hattının
inşası hakkında yapılan büyük tartışmaydı.
Kuzey ve Güney Akımları Rusların
gözdesi. Kuzey Akım boru hattı Ukrayna,
Belarus, Polonya ve Baltık Devletlerine
uğramadan Rusya'dan Baltık Denizine ve
oradan da Almanya'ya uzanıyor.
Dördüncü önemli an ise Sovyet Başbakanı
Mikail Gorbaçov'un 1987'de “ortak bir
Avrupa evinin” inşa edilmesine ihtiyaç
duyulduğunu ilan etmesiydi.
Güney Akım ise Rusya'dan başlayarak
Karadeniz üzerinde Bulgaristan'a uzanıyor
ve sonra ikiye ayrılıyor; biri kuzeybatıdan
giderek Sırbistan, Macaristan ve Solovenya
üzerinden
Avusturya’ya
diğeri
ise
güneybatıdan, Yunanistan ve Adriyatik
denizinden İtalya'ya varıyor.
Bu dört ânın müşterek yanı, ABD'nin
bunları en iyi halde şüpheli teklifler en
kötü halde ise ABD'nin küresel çıkarlarını
baltalayan inisiyatifler olarak görmesiydi.
Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra
Boris Yeltsin yönetimindeki Rusya, tüm bu
fikirleri rafa kaldırdı ve önceliği ABD ile
ABD, doğalgazı Türkmenistan'dan alarak
Rusya'yı atlayan ve çevresinden dolanan
12
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Nabuko adındaki üçüncü bir boru hattı
güzergâhı
için
bastırıyor.
Hazar
Denizi'nden Azerbaycan'a ve sonra
Gürcistan, Türkiye, Bulgaristan, Romanya,
Macaristan ve Avusturya'ya uğruyor ve
buradan
da
Almanya
ve
Çek
Cumhuriyeti'ne
uzanıyor.
Ancak
Türkmenistan'ın
doğalgazı
sınırlı
olduğundan dolayı doğalgaz nihayetinde
Rusya'dan gelmeli ki bu durum
Nabuko'nun
jeopolitik
faydasını
azaltmaktadır.
Her hâlükarda Putin birlikte çalışarak
Kuzey Akım ve Güney Akım boru hatlarını
hayata geçirmek için Fransızlarla anlaşma
imzalamak üzere Kasım ayı sonlarında
Paris'e geldi; Le Monde “usta işi bir
çözüm” olarak andı. Kilit bir Fransız
şahsiyet, GDF Suez CEO'su Gérard
Mestrallet, “Rusya, gelecek için ve Avrupa
için vazgeçilmez bir ortaktır” dedi. Fransa
Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy, Avrupa
ve Rusya arasında “ortak güvenlik alanı”
çağrısı yaptı. Washington'ın 1945'ten beri
en Amerikan yanlısı Fransız olarak
selamladığı o aynı Sarkozy bu. Jeopolitik
çıkarlar ideolojik çıkarlara bir kez daha
galip geldi.
Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri mutsuz ve
korku dolu bir halde galiba rıza
gösterecekler. Fakat jeopolitik gerçeklik şu
ki Amerika, yaklaşan büyük ittifakı
yavaşlatmak adına şu an çok az şey
yapabilir.
13
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Çin hakkında nasıl düşünmeli?
olarak görenlerin sayısı az değil; yanıltıcı
dış görünüşün pazar işlemleri değil de
ideoloji olduğunu düşünüyorlar.
Şayet dünyada herhangi bir kişiye, bir ülke
ve bir dünya gücü olarak Amerika
hakkında ne düşündüğü sorulsa, çok açık
cevaplar alınacaktır. Kuzeyli-Güneyli,
zengin-fakir, erkek-kadın, solcu-sağcı,
genç-yaşlı herkesin bu konuda bir kanaati
var. Fikirler aşırı lehte olandan aşırı hasım
olana kadar muazzam denecek şekilde
farklılık ve çeşitlilik arz eder. Fakat
insanlar
Amerika
hakkında
nasıl
düşünmeleri
gerektiğini
bilmekte
olduklarını hissetmektedirler.
Aynısı sol için de doğru. Çin'in o aynı
sosyalist
gâyeler
minvalinde
idâre
edildiğini, “pazar” işlemlerinin ya taktik
yahut kılıf olduğunu düşünüyorlar. Fakat
Çin'in câri politikaları hakkında kuşkulu
yahut açıkça hayal kırıklığına uğramış
kişiler de var solda.
Kanaatin bölündüğü bir diğer mesele şu:
Çin halen Güney'in bir parçası olmayı
sürdürüyor mu yoksa artık Kuzey'in bir
parçası mı oldu? Otuz yıl önce şüpheye
mahal yoktu. Çin 1955'te Bandung'da
düzenlenen
Afro-Asya
konferasına
katılmıştı. Çin kendisini her yerde
Güney'in jeopolitik görüşlerinin ve
çıkarlarının militan destekçisi olarak
takdim ederdi. Fakat bugün Çin,
“yükselen” ulusların en güçlüsü ve
dünyadaki ikinci büyük ekonomi olarak
sınıflandırılıyor. Dünya basını gerçekte
dünya gücünü paylaşan G-2'den (ABD ve
Çin) bahsediyor. Çin'in, “iki süpergüç”
olarak ABD ve Sovyetler Birliğine karşı
herkesin birleşmesi gerektiğini söylediği
1960'lardan ne de farklı.
Aynı şey otuz yıl evvel muhtemelen Çin
için de aynıydı. Fakat bu artık doğru değil.
Dünyadaki birçok insan hatta pek çokları,
bir ülke veya bir dünya gücü olarak Çin
hakkında nasıl düşünmeleri gerektiğinden
emin değiller. Esasen, yalnızca bir
belirsizlik konusu değil aynı zamanda sert
bir tartışma konusudur bu. Çin dışındaki
insanların Çin hakkında hangi meseleleri
tartışmaya eğilimli oldukları üzerinde
düşünmek galiba faydalıdır. Aslen üç
mesele mevcut.
Birincisi ve galiba en bilinen tartışma,
Çin'in esasen sosyalist bir ülke olarak mı
yoksa kapitalist bir ülke olarak mı
düşünülmesi gerektiği üzerindedir. Çin
kendisini elbette ki sosyalist olarak takdim
ediyor. Komünist Parti eliyle yönetilmeyi
sürdürüyor. Öte yandan, yurtiçi iktisâdi
işleyişinin fiili işlemlerini ve şüphesiz
dünya ticaretini, pazar/piyasa ilkelerine
dayandırıyor gibidir.
Dolayısıyla bugün hem Kuzey'de hem de
Güney'de, Çin'e aslında Kuzey'in bir
parçası nazarıyla bakan pek çok kimse var.
Fakat yine hem Kuzey'de hem de
Güney'de, Çin'i Güney'in başlıca sesi
olarak görmeyi sürdürenler de var. En
nihayet Çin nüfusunun büyük bir kesiminin
halen hayli düşük bir ekonomik seviyede
yaşadığını söylüyorlar.
Dünya siyasi soluna ve siyasi sağına ait
görüşler, bu mesele üzerinde ittifak etmiş
değil. Sağ kanatta yer alanlar arasında,
geleneksel Marksist-Leninist Mao Zedong
ideolojisinin tarihi gâyelerini izlemenin bir
hükümet niyeti olduğu yerde pazar
işlemlerinin yanıltıcı bir dış görünüş
olduğunda ısrar edenler var. Fakat siyasi
sağda, Çin'i dört dörtlük pazar temelli bir
ekonomiye “geçiş” sürecindeki bir ülke
Son olarak, belki de en tartışmalı soru
şudur: Çin'i önde gelen emperyalist karşıtı
güç olarak düşünmeye devam mı etmeli
yoksa bizzat Çin'i bir emperyalist güç
olarak mı düşünmeli? Bu, Kuzey'den daha
ziyâde Güney'de tartışılmaktadır. Çin'in
dünyada başlıca emperyalist kuvvet olmayı
sürdüren Amerikan emperyalizminin attığı
14
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
düğümleri çözmede hayati rol oynadığında
ısrar eden çok kişi var.
Bundan başka, Çin'in normalde ABD ve
Avrupa yardımlarına eşlik eden şartlar
olmaksızın Asya'daki, Afrika ve Latin
Amerika'daki ülkelere ekonomik yardım
ulaştırma yöntemlerine işaret ediyorlar.
Çinlilerin Güney'deki ülkelere en çok
ihtiyaç duyulan ekonomik kaldıracı
sunduğunu söylüyorlar – yani sosyalist
işbirliğinin en iyi örneğidir.
Fakat bir de Çin yardımını, yardımı alan
ülkelerin optimal ihtiyaçlarını ille de
gidermek durumunda olmayan yollarla
kilit hammaddelere erişimi teminat altına
almanın tarzı olarak görenler var Güney'de.
Ve küçük Çinli tâcirlerin bu ülkelere
akınından
rahatsız
olanlar,
ticari
faaliyetlerinin küçük yerli tâcirlerin altını
oyduğunu ve yerleşimci kolonizasyonu'nun
bir türünü teşkil ettiğini ileri sürenler var.
Bu tartışma bugün için bulanık ve ayrım
hatları belirgin değil. Uzun süre daha böyle
sürüp gitmesi muhtemel değil. Bugün
itibariyle belki on yıl, bilemediniz yirmi yıl
zarfında, herkes Çin hakkında nasıl
düşünmesi gerektiğini bir kez daha biliyor
olacak. Olumlu ve olumsuz kanaatler yine
bir kez daha muhkem olacak.
15
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
sahip
olmadığı
edilmektedir.
Amerika Brezilya'nın dünya
politikasını yanlış okuyor
herkesçe
kabul
ABD'nin Bush rejiminin yaptığı hatalardan
ders çıkarmış olabileceği akla gelebilir.
Fakat görünene bakılırsa aynı senaryoyu
bugün de Brezilya'da tekrarlamaya
çalışıyor. Bu teşebbüsün çözülmesi yirmi
yıl sürmeyecektir.
Birleşik Devletler, Batı Avrupa ve
Japonya'nın artan ekonomik (dolayısıyla da
jeopolitik)
gücünün
hegemonik
hâkimiyetini tehdit ettiğini aşağı yukarı
1970'lerde fark etmiş, Batı Avrupa ve
Japonya'nın dünya meselelerinde fazlaca
serbest hareket etmesinin önünü almak
için duruşunu değiştirmişti.
Obama yönetiminin yaptığı başlıca
jeopolitik
hamle,
G-8'i
G-20'ye
dönüştürmek oldu. Toplantıya alınan en
önemli grup, “yükselen” ülkeler de denilen
BRIC ülkeleri. BRIC, Brezilya, Rusya
(hâlihazırda G-8 üyesidir), Hindistan ve
Çin'den oluşuyor.
ABD sözle değil ama fiilayatla şöyle demiş
oldu: Size şimdiye değin uydu muamelesi
yapıyorduk, dünya sahnesinde sorgusuz
sualsiz
liderliğimizi
takip
etmek
zorundaydınız.
Fakat
artık
daha
güçlüsünüz. Bu yüzden sizi başıboş çok
uzaklara gitmemeniz şartıyla kollektif
karar alma süreçlerinde hissesi olacak
ortaklar, küçük hissedarlar olarak davet
ediyoruz. Bu yeni siyaset çeşitli şekillerde
kurumsallaştırıldı: G-7'nin oluşturulması,
Üçlü Komisyon'un kurulması ve “dostane”
dünya seçkinlerinin toplanma yeri olarak
Davos Dünya Ekonomi Forumu'nun icâdı.
Amerika'nın Brezilya'ya sunduğu şey
“ortaklık.”
Amerikan
Dış
İlişkiler
Konseyi'nin
yayınladığı
U.S.-Latin
America Relations: A New Direction for a
New Reality başlıklı bir Görev Gücü ( Task
Force) raporunda çok açık bu. Amerikan
Dış İlişkiler Konseyi, merkezci seçkinlerin
sesidir ve bu rapor galiba Beyaz Saray'ın
düşüncelerini yansıtmaktadır.
Raporda Brezilya ile ilgili iki can alıcı
cümle var. İlki şu: “Görev Gücü, Brezilya
ve Meksika stratejik ilişkilerine derinlik
kazandırılmasının ve Venezüella ve
Küba'yla diplomatik çabaların yeniden
formüle edilmesinin bu ülkelerle daha
verimli etkileşim kurulmasını sağlamakla
kalmayıp ABD-Latin Amerika ilişkilerini
olumlu
yönde
dönüştüreceğini
de
inanmaktadır.”
Amerika'nın ana gâyesi, kendi jeopolitik
çöküşünü yavaşlatmaktı. Yeni siyaset
yaklaşık yirmi yıl boyunca iş gördü. Ancak
ardarda yaşanan iki olayla akâmete uğradı.
Birincisi,
1989-1991'de
Sovyetler
Birliği'nin dağılmasıdır. Böylece ABD'nin
“ortaklarına” söylediği dünya sahnesinde
fazla serbest olmamaları gerektiği savı
ortadan kalktı. İkincisi ise Bush rejiminin
kendi kendini baltalayıcı tek taraflı maço
militarizmidir. Amerikan hegemonyasını
onarmak yerine ABD'nin 2003'te Irak'ı
işgal için BM Güvenlik Konseyi onayını
alamaması gibi sarsıcı bir başarısızlıkla
sonuçlandı. Bush'un neocon politikaları
bütünüyle geri tepti, Amerika'nın ağır
ilerleyen jeopolitik güç kaybı, hızla
ilerleyen bir jeopolitik güç kaybına
dönüştü. Amerika'nın artık eski gücüne
Hassaten Brezilya ile ilgili olan ikinci
cümle de şu: “Görev Gücü, geniş bir
yelpazeye yayılan ikili, bölgesel ve küresel
meseleleri de bünyesinde barındıracak
daha tutarlı, eşgüdümlü ve daha geniş bir
ortaklık geliştirmek için ABD'nin Brezilya
ile mevcut etanol işbirliğini temel almasını
tavsiye etmektedir.”
Rapor 2009 yılında yayınlandı. Amerikan
Dış İlişkiler Konseyi ile Fundação Getulio
16
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Vargas (FGV) Aralık ayında “yükselen
Brezilya” konulu bir seminer düzenlediler.
Seminer tarihi, Honduras'taki siyasi krize
ve İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın
Brezilya'yı ziyaretine denk geldi. Seminere
katılan
Amerikalı
katılımcılar
Brezilyalılarla aynı dili konuşmadılar.
çıkarlarını” desteklemek arasında kalan
Brezilya'nın tercihini ikincisinden yana
yapacağında ısrar etti.
ABD, Batı Avrupa ve Japonya'nın
1970'lerde artan gücü karşısında onlara
terfi olarak küçük hissedar mevkiini sundu.
2003 yılında Fransa ve Almanya bağımsız
bir dünya rolünde daha fazla ilerleme
kararı verdi. 2009 genel seçimlerinde ve
Okinawa'daki belediye seçimlerinde aynı
şeye Japonya da karar vermiş görünüyor.
Artan gücü karşısında Brezilya'ya küçük
hissedarlık yalnızca 2009'da sunuldu.
Brezilya, neredeyse hemen ve derhal
bağımsız bir dünya rolünde ısrarcı
görünüyor.
Amerikalılar Brezilya'nın bölgesel güç
olarak yani imparatorluğa tâbi bir güç
olarak
hareket
etmesi
gerektiğine
inanmaktaydılar. Amerikalı katılımcılar
Kolombiya'nın Amerika'yla olan askeri ve
iktisâdi bağlarını Brezilya'nın tasdik
etmemesini anlayamadılar. Brezilya'nın
“dünya
düzenini”
korumada
bazı
sorumluluklar üstlenmesi gerektiğini de
düşündüler, ki Brezilyalılar İran konusunda
Amerika'nın ikiyüzlülük yaptığını hisseder
dururken İran nükleer siyaseti üzerindeki
Amerikan baskısına katılmaları demekti.
Amerikalı
katılımcılar
Chavez
Venezüella'sını “demokrasiden uzak”
bulurken, Brezilyalılar Venezüella'nın
“aşırı
demokrasiden”
çektiği
nitelendirmesini yapan başkan Lula'nın
görüşünü aksettirdiler.
Muhafazakâr Amerikalı bir analist, Susan
Percell, Ocak 2010'da Miami Herald'da
yayınlanan eleştiri yazısında Amerika'nın
Brezilya politikasını “hüsn-ü kuruntu” diye
adlandırdı. Haklı olabilir. Onun görüşüne
göre “Washington, Latin Amerika'daki
siyasi
sorunların
ve
güvenlik
problemlerinin Amerikan çıkarlarıyla da
münasip bir şekilde üstesinden gelmek için
Brezilya'ya
nereye
kadar
bel
bağlanabileceği hakkındaki varsayımlarını
yeniden düşünmelidir.”
Yine Ocak ayında Lula'nın partisi PT'nin
Uluslararası İlişkiler Sekreteri Valter
Pomar, Amerika'nın G-20'yi oluşturma
niyetinin “çokkutupluluğu zapt-u rapt
altında tutmak için alternatif güç
kutuplarını yutmak ve kontrol etmek”
olduğunu söyledi. Emperyal güce tâbi bir
devlet olarak dünya kapitalist çıkarlarını
desteklemek
ile
“demokratik-halk
17
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
susamışlığı besleyen, kızgın, yaralı
seçmen.” Obama’yı önce seçtiler sonra da
onu
reddediyorlar.
Niçin?
“Avam
vefasızdır.”
Günlük şeylerden biri olarak kaos
California’da,
Yunanistan’da,
dünya
yönetimlerinin
birçoğunda
görmekte
olduğumuz şey nedir? Devlet gelirleri
azalıyor, en çok da vergi gelirleri
azaldığından dolayı ki buna yol açan da
insanların
paralarının
tükenmesinden
korkarak daha az tüketmesi. Aynı
zamanda, dünyadaki işsizlik oranının hayli
büyük olmasından dolayı devletlerden
harcama talepleri arttı.
Olmakta olan, yaygın medyaya sürekli
olarak
sürprizler
yapıyorsa,
çeşitli
uzmanların kısa vadeli tahminleri çok
farklı yönlere gidiyor ve pek çok
çekincelerle birlikte ifade ediliyorsa,
müesses nizâm daha önce tabu olan şeyler
veya sözler söylüyorsa, sıradan insanlar
korku ve kaygı içinde ama ne
yapacağından emin değilseler bilirsiniz ki
kaos içerisinde yaşıyorsunuzdur. İşte bu,
dünyanın yahut hiç değilse dünyanın
büyük bir kesiminin son iki yılını gayet iyi
bir şekilde tanımlamaktadır.
Dolayısıyla da devletlerin daha büyük
talepleri karşılayacakları daha az paraları
var. O halde ne yapabilirler? Vergi
artırımına
gidebilirler.
Ama
vergi
mükellefleri
ödeyecekleri
verginin
yükseltilmesinden yana değil. Devletler
şirketlerin kaçmasından da korkuyor.
Pekâlâ, – şimdiki harcamaları veya
emeklilik gibi gelecekteki harcamalarda kesintiye gidebilirler. Ama bu kez de
ayaklanma
değilse
de
halk
huzursuzluğuyla yüz yüze gelirler.
Son büyük “sürprizleri”– Massachusetts’da
Cumhuriyetçi bir senatörün seçilmesini,
Dubai’deki mâli çöküşü, çeşitli Amerikan
eyâletlerinin ve AB üyesi dört ya da beş
ülkenin iflasın eşiğinde oluşunu, dünyadaki
döviz dalgalanmalarını - bir düşünün.
Bu sürprizler dünya basınında önde gelen
siyasetçiler
tarafından
her
gün
yorumlanıyor. Olmakta olan ve hatta
durumu iyileştirmek için ne yapılması
gerektiği hakkında bile mutabık değiller.
Örneğin ABD’deki seçim sonuçlarıyla
ilgili olarak zekice yapılmış sadece iki
beyânat gördüm.
Bu arada, “pazar” tepki veriyor. Peki, –
döviz tercihlerini değiştirerek - tepki veren
pazar da hangisidir? Dünya finans sistemi
için çok kısa bir süre çalışan fakat büyük
kazançlar elde eden Hedge fonları gibi çok
büyük kurumlar ve mâli yapılar.
Sonuç itibariyle yönetimler imkânsız
seçeneklerle karşı karşıya; bireyler ise daha
bir
imkânsız
seçeneklerle.
Olması
muhtemel olanı tahmin edemezler. Gitgide
zıvanadan çıkıyorlar. Korumacılık, yabancı
düşmanlığı veya lafebeliği (demagoji)
arasında sert iniş çıkışlar yaşıyorlar.
Elbette ki çok az işe yarıyor bu.
Bir tanesini bizzat Barack Obama yaptı:
“(Cumhuriyetçi)
Scott
Brown’ın
(Massachusetts’da) rakiplerini geçmesini
sağlayan o aynı şey benim de rakiplerimi
geçmemi sağlamıştı. İnsanlar kızgın,
hüsrana uğradılar.”
İkincisini ise New York Times’ın AfroAmerikalı op-ed yazarı Charles M.
Blow’dan geldi. Yazısının başlığı “Avam
hâkimiyeti” (Mobs rule). Şöyle kaydetmiş:
“Avam’a hoş geldiniz:
Ekonomik
gerilemenin kızdırdığı, siyasi tayf boyunca
yan yatmış, halen değişime hasret, kana
Bu noktada dünya bilginlerinin en büyüğü,
Thomas I. Friedman “daha önce hiç
duymadım” (Never heard that before)
başlıklı makalesiyle çıkageliyor. Daha
önce
neyi
duymamış?
Amerikalı
18
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
olmayanların Davos’ta ABD’deki “siyasi
istikrarsızlıktan” bahsettiklerini duymuş.
Geçmişteki tecrübelerine göre bu nevi
ifadeler yalnızca Rusya, İran veya
Honduras
gibi
ülkeler
hakkında
kullanılmıştır diyor. İnsanların ABD’nin
tahmin edilemez olduğunu gerçekten
düşündüğünü hayal etsenize! Thomas
Friedman bunu daha önce hiç duymamış.
En az kırk yıldır bunu yazan, bunu
açıklayan birileri var ama Thomas
Friedman daha önce hiç duymamış.
Duymaz çünkü ABD siyasi seçkinlerinin
ve başka yerlerdeki yardımcılarının mamul
kozasında yaşıyor. Bu temel gerçekliği
kabul etmeleri onlar için çok kötü olsa
gerek. ABD siyaseten istikrarsız ve
istikrarsızlığın gelecek on yıl içerisinde
azalması değil artması daha bir muhtemel.
Avrupa daha mı istikrarlı? Sadece bir
dereceye kadar. Latin Amerika daha
istikrarlı mı? Sadece bir dereceye kadar.
Çin daha mı istikrarlı? Galiba bir dereceye
kadar ama garantisi de yok. Dev
sendelediğinde onunla birlikte pek çok şey
devrilebilir.
Her günkü kaosun benzediği şey budur –
kısa vadede tahmin edilebilir bir durum
değildir hatta orta vadede bile. Dolayısıyla
da
iktisâdi,
siyasi
ve
kültürel
dalgalanmaların büyük ve hızlı olduğu bir
dönemdir. Çoğu kişi için korkutucudur bu.
19
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
aldı ve ortalığı karıştırdı. Kudüs'te içkili
araba kullanmak” başlıklı yazısında
İsrail'e
vardığında
Doğu
Kudüs'te
Yahudiler için iskan planı ilanıyla
selamlandığında orayı derhal terk etmediği
için ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ı
azarladı. Friedman, Biden'ın İsrailli
dostlarına “dostlar, dostun içkili araba
kullanmasına izin vermez. Şu an içkili
araba kullanıyorsun” demiş olması
gerekirdi dedi.
İsrail-Filistin açmazında
kazananlar ve kaybedenler
İsrail/Filistin'de statüko'nun bahse değer
şekilde değişeceğini düşünenler birçok
yanılsamadan muzdarip. İsrail hükümeti,
Filistin devleti kurulmasına karşı çıkıyor
hatta ki zayıf bir Filistin devletine bile ve
İsrail'deki
Yahudilerin
çoğunluğunun
desteklediği bir görüş bu. Filistin liderleri
ise daha bir bölünmüş haldeler. Fakat en
uzlaşmacı olanları bile başkenti Doğu
Kudüs olacak, 1967 sınırlarına dayalı bir
devletten daha azına istekli değil.
Dünyanın geri kalanı ise her iki tarafı da
yerinden oynatamıyor ki buna açmaz
deniliyor.
İsrail'in kıdemli destekçilerinden Leslie H.
Gelb “İsrail ateşle oynuyor” (Israel Plays
with Fire) başlıklı bir makale kaleme aldı.
Yazısında
“İsrailli
liderler,
Biden'i
şamarlamanın
bitiş
şeklinden
hoşlanmayacaklar” tahminini yaptı.
O halde Biden, Friedman'ın öğüdünü niçin
tutmadı? İki tür cevap var. Biri Uri
Avnery'den. Uri Avnery, bu meselelerde
hükümetini istikrarlı bir şekilde eleştiren
birkaç İsrailliden biri. İsrail hükümetinin
bir
kez
daha
ABD'nin
suratına
tükürdüğünü kaydetti. Makalesini eski bir
deyişle sona erdirdi: “Arsızın suratına
tükürdüğünde yağmur yağıyormuş gibi
yapar. Dünyanın en güçlü ülkesinin
başkanı için de geçerli mi bu?”
Soru şu: Açmazdan kazançlı çıkan ve
kaybeden kim? İsrail siyasi seçkinleri,
kazançlı çıkacaklarına ikna olmuş gibi
duruyorlar. Tereddütsüzce irredantist geniş
bir grup var ki bir barış anlaşmasını gerçek
bir felâket olarak görüyorlar. İsrailliler
ayak sürüdükleri takdirde dünyanın geri
kalanının da (hatta Arap Filistinliler dâhil)
er ya da geç “fiili duruma” boyun
bükeceğini düşünüyorlar.
Bu politika uzun zaman işe yaradı. O halde
niçin değiştirmeli ki? Ama dostâne
destekçiler, dünya
siyasi
ikliminin
değişmekte olduğuna ve bunun hiç de
İsrail lehine olmadığına dair koro halinde
uyarıda bulunuyorlar. İki devletli çözümün
alternatifinin tek devletli çözüm olduğuna,
tek devlette Yahudilerin kısa sürede
azınlığa dönüşeceğine işaret ediyorlar. Bu
durumda, eğer evrensel oy hakkı olacaksa,
o devlet artık bir “Yahudi devleti”
olmayacak. Şayet Yahudi olmayanların
evrensel oy hakkı inkâr edilirse, bu
devletin demokrasiyle uzaktan yakında
alâkası olmadığı düşünülecek.
İkincisi ise ABD politikasının gerçekleri
hakkında. Obama, kendinden önceki diğer
ABD başkanları gibi İsrail'e sınırsız
desteği defalarca yinelemesi bir yana, ciddi
hiçbir şey yapmış değil meğerki
İsraillilerin pek çoğu, Obama'nın Araplara
(Kahire'de yaptığı konuşma gibi) öneride
bulunmasını fazla buluyor olsun. İsrail
başbakanı'nın kayınbiraderi geçenlerde
İsrail ordu radyosunda, Obama'yı o
konuşmadan dolayı anti-semit olmakla
suçlamıştı.
Amerikan yönetimi pek bir şey yapmıyor,
ki hiç yapmamıştı zira ABD'de İsrail'e
yaygın bir destek var. Bu, önemli ve
saldırgan bir İsrail yanlısı lobinin,
AIPAC'ın
gücünden
kaynaklanmıyor
sadece. Sadece Hıristiyan sağın müthiş bir
İsrail'in mâlum dostâne destekçilerinden
Thomas L. Friedman geçen ay The New
York Times'da bir (op-ed) makale kaleme
20
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
İsrail
yanlısı
duruşu
benimsemiş
olmasından dolayı da değil. Belli başlı
Demokrat liderlerin İsrail'e destek vermeye
derin bir bağlılık duymalarından ötürü ve
Obama'nın
Demokrat
politikacılarla
yeterince problemi var ve onlarla bir başka
cephede daha mücadele etmenin kaygısını
gütmüyor.
ve Petraeus Amerikan sağı tarafından,
Amerika'nın Ortadoğu'daki askeri rolü
hakkında dişli bir sertlik yanlısı olarak
görüldüğünden dolayı satılmış diyerek onu
itham etmeleri pek güç.
İsrail uzlaşmazlığı kısa vadede kârlı. Fakat
Friedman ve Gelb'in işaret ettiği ve
Petraeus'un altını çizdiği üzere orta vadede
intiharla eşanlamlı. Sertlik yanlısı İsrailliler
kendilerini % 101 desteklemeyen herkesi
kınamaya hazır. Friedman ve Gelb'e
“kendinden nefret eden Yahudiler”,
Petraeus'a ise bir “anti-semit” diyerek
kazanabileceklerini
sanıyorlar.
Gelb
yazısını şöyle noktalamıştı: “İsrailli
liderlerin, Amerika'nın ülkelerine verdiği
desteğin derinlik ve istikrarını test
etmelerinin vakti değildir.”
ABD bu politikayı sürdürecek mi? İsrail'e
verilen destek, İsrail'in Filistinli Araplara
karşı – bilhassa Gazze'de ama onunla da
sınırlı değil - inatçılığı, katı yürekliliği ve
zalimliği yüzünden son on yılda Batı
Avrupa'da ciddi şekilde azaldı. İsrail'in
sertlik yanlısı tutumuna verilen destek,
ABD'deki Yahudi nüfusunun kayda değer
bir kesimi arasında da zayıfladı. Fakat
şimdi yeni bir eleştiri kaynağı olabilirmiş
gibi duruyor.
Netanyahu, kızgın Başkan Obama'yı
yatıştırıp yatıştıramayacağını görmek için
Washington'a gitti. Başarmışa benzemiyor.
Marc
Perry'nin
Foreign
Policy'de
yayınlanan bir makalesinde ifşa ettiğine
göre (Ortadoğu'dan sorumlu) CENTCOM'a
bağlı üst düzey yetkililerden oluşan bir
ekip 16 Ocak'ta ABD Genelkurmay
Başkanı Amiral
Michael
Mullen'e
CENTCOM'un başındaki General David
Petraeus'un İsrail-Filistin açmazı hakkında
duyduğu endişeyi anlattılar. Petraeus ve
subayları,
görüştükleri
tüm
Arap
liderlerden sürekli olarak eleştiri alıyorlar
galiba. Petraeus şu sonuca varmış
görünüyor: “Amerika zayıf görünmekle
kalmayıp
bölgedeki
askeri
duruşu
sarsılıyor.” Kısacası, bu açmaz, Amerikan
ordusunun Irak ve Afganistan'daki
çabalarına zarar veriyor.
ABD yönetimi İsraillilere karşı bihakkın
zorlu bir tavır sergilemeye ister hazır olsun
isterse olmasın, İsrail liderliği zerre kadar
kabul edilemez bulsun bulmasın, dünya
tıpkı güney Afrika'da olduğu gibi amansız
bir şekilde tek devlet çözümüne doğru yol
alıyor.
Perry'nın vardığı sonuç şu: Washington'da
çeşitli güçlü lobiler var ( the National Rifle
Association, the American Medical
Association, the Lawyer ve elbette
AIPAC). “Fakat hiçbir lobi Amerikan
ordusu kadar önemli ve güçlü değil.” Bu
yüzden de Petraues, Mullen'i uyardı:
“Amerika'nın İsraille ilişkisi önemli ama
Amerikan askerlerinin hayatları kadar
önemli değil.” Petraeus'u o mevkiye
getiren kişi George W. Bush olduğundan
21
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
varlığı ve üslerin yönetimi. ABD,
ahenksizliği azaltmak adına LDP ile
oturarak Okinawa adasındaki askerlerden
bir kısmını Guam'a nakledecek ve mevcut
askeri üssü Okinawa'nın uzak bir köşesine
taşıyacak yeni bir düzenleme üzerinde
müzakere yürütüyordu. Ama ne ki
Hatoyama, Amerikan askerlerinin adayı
bütünüyle
terk
etmesini
istiyor
görünmekteydi.
JDP'nn
koalisyon
ortaklarından Sosyal Demokrat Parti'nin
güçlü bir sesle ifade ettiği görüş buydu.
Amerikan kaygıları: Önce
Almanya şimdi de Japonya
1945'ten sonra Amerika'nın jeopolitik
stratejisi, sağlam kaya gibi görünen şey
üzerine kuruluydu: II. Dünya Savaş'ında
mağlub edilmiş iki düşman üzerinde
denetim kurmak. Her iki ülke de uzun bir
süre tek bir muhafazakâr parti tarafından
yönetildi:
Almanya'da
Hıristiyan
Demokratlar Birliği (CDU), Japonya'da ise
Liberal Demokratik Parti. Bu iki parti,
Amerika ile yakın ittifak politikası izlediler
ve Amerika'nın jeopolitik duruşlarına
inançla destek verdiler.
Başka bir pürüz daha var. ABD ve Japonya
arasında yapılan gizli bir anlaşma gün
yüzüne çıktı. Okinawa 1945'ten beri ABD
işgali ve tam bir ABD denetimi altındaydı.
ABD 1972'de adayı Japonya'ya "iade"
etmeye rıza gösterdi ve üssü elinde tutmayı
sürdürdü. Ancak bir problem vardı.
ABD'nin Okinawa adasında nükleer
silahları mevcuttu. Japonya'nın ise nükleer
silahlara sahip olmamak, nükleer silah
üretmemek ve Japonya'ya nükleer silah
girişine izin vermemek gibi üç ilkeden
oluşan bir politikası vardı. Bu ilkeler galiba
Amerikan üssüne de tatbik edilecekti ama
Başkan Nixon ve Japonya Başbakanı
Eisaku
Sato
1969'ta
Amerika'nın
"olağanüstü" durumda Okinawa'ya nükleer
silah sokmasına izin veren bir anlaşma
imzalamışlar demek ki. Bu, Japonya'nın
resmi politikasının doğrudan ihlali
olduğundan dolayı gizli tutuldu ve bu
durumdan, Japonya'da ancak çok az sayıda
kişinin haberi oldu.
Sarsılmaz destek, evvela Almanya'da
sarsılmaya başladı. Hıristiyan Demokratlar
Birliği, iktidarı Sosyal Demokrat Parti ile
nöbetleşe devralmaya başladı; Sosyal
Demokrat Parti'nin Şansölyesi Willy
Brandt 1969'da Sovyetler Birliğiyle bir tür
yumuşama
arayışındaki
Ostpolitik'i
başlattı. Almanya'nın ABD ile bağlarındaki
zayıflama ağır ağır ilerledi ta ki
Almanya'nın ABD'nin Irak işgalini
onaylama niteliğindeki ABD destekli BM
Güvenlik Konseyi Kararını bozguna
uğratmak için Fransa ve Rusya ile ittifaka
girdiği 2003 yılında kırılana dek.
Japonya'da benzer bir gelişme söz konusu
olmadı ta ki Yukio Hatoyama liderliğinde
Japonya Demokrat Partisi'nin (JDP)
Japonya'nın ABD ile "uşakvâri" ilişkileri
üzerinde yeniden düşünen bir platformda
Liberal Demokrat Parti'yi (LDP) iktidardan
süpürdüğü 31 Ağustos 2009 tarihine kadar.
Hatoyama,
ABD-Japonya
Güvenlik
Anlaşmasını "Soğuk Savaş kalıntısı"
olarak tanımladığı ve Japonya'nın ABD'ye
aşırı bağımlılığı artık terk etmesi çağrısını
yaptığı bir makaleyi 1996 yılında
yayınlamıştı.
İlave olarak, Hatoyama göreve başladıktan
sonra Çin, Güney Kore ve Japonya'yı
anarak fakat ABD'yi dışarıda tutarak Doğu
Asya Birliği çağrısında bulunmakla
yangına benzin döktü.
Tüm bu olaylara karşı Amerika'nın tepkisi
duruşunu
başlangıçta
Hatoyama'nın
"tecrübesiz ve popülist" bir hükümet
söylemi olarak görmek oldu, yani çok da
ciddiye alınmamıştı. Fakat Hatoyama teklif
edilen yeni Okinawa anlaşması üzerinde
lafı eveleyip geveledi ve ABD yönetimi
ABD-Japonya
ilişkilerinde
çoktandır
çekişmeli bir mesele vardı: Okinawa
adasındaki Amerikan askeri üslerinin
22
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
ona karşı daha bir güvensizlik beslemeye
ve Japonların jeopolitik stratejisinde yeni
bir dönemeç olarak görülen şeyin uzun
vadeli çıkarımları hakkında üzüntü
duymaya başladı. ABD Dışişleri Bakanı
Hillary Clinton, ABD'nin askeri üsle ilgili
olarak teklif edilen yeni düzenlemenin
şartlarıyla
oynamayacağını
lafını
esirgemeden söylemek için Aralık ayı
sonunda Japonya Büyükelçisiyle bir araya
geldi. Fakat şimdi Washington Post,
ABD'nin Hatoyama'ya "kırgın" olduğunu
ve Japonya'nın duruşunun, daha önce
düşündüklerinden çok daha "sorunlu"
olmasının tamamen mümkün olduğunu
dikkate aldıklarını bildiriyor.
Amerika'ya bağımlılıktan kaynaklanan
özerklik derecesini ifşa etmektedir.
Japonya ve Güney Kore'de olup bitenler
Çin'in
jeopolitik
iddialılığıyla
bağlandığında, bir sonraki on yıl,
Hatoyama'nın Doğu Asya Birliği'nin
kurulmasına giden kayda değer bir
harekete muhtemelen şahit olacak gibi
görünüyor.
Almanya (ve Fransa) Rusya'ya doğru
yaklaşırken, Japonya (ve Güney Kore)
Çin'e yaklaşırken, Amerika Birleşik
Devletleri, (bir
zamanların)
dünya
sisteminin hegemonik gücü olarak,
üzerinde jeopolitik stratejisini inşa ettiği bu
iki sağlam kayayı hesaba dâhil edemez.
Japonya'nın iki önemli gazetesinin, Asahi
Shimbun ve Yomiuri Shimbun'un, geçen
ay
op-ed
makaleler
yayınlayarak,
başyazılar kaleme alarak ABD'yle bu
kopuşa karşı ihtarda bulundukları doğru.
Fakat Almanya ABD'yle bulunduğu aynı
saftan
ayrılırken
Almanya'daki
muhafazakâr gazeteler de öyle yapmıştı.
Hatoyama, ABD'yle arasında mesafe
koymayı yavaşlatması için halen bir miktar
iç baskı altında ve bu yüzden de lafı
ağzında geveliyor. Fakat lafı gevelemek,
daha önceleri "sağlam kayaların" sadâkati
hakkında üzüntü duymaya ihtiyacı
olmayan bir müttefik ile yakın bağları
onarmayla aynı şey değildir.
Güney Kore'deki mevcut muhafazakâr
iktidarın Japonya hakkında ABD'yle aynı
görüşü paylaştığı düşünülüyor şu an.
Ancak Güney Kore, ABD ile arasına
mesafe koymaya başlayalı çok oldu ve
tekrar iktidara gelen bu aynı muhafazakâr
partinin liderliğinde başladı. Güney Kore
hükümeti 2003 yılında yirmi yıldır gizli
olarak
uranyum
ve
plütonyum
zenginleştirdiğini kabul etmişti. Bu süreç,
Güvenlik Tedbirleri Anlaşması hilafına
nükleer silah üretme yönünde çok daha
ileri bir seviyeye vardı ki İran'ın yapmakla
suçlandığı şeyden başkası değildir bu.
Fakat UAEK tarafından BM Güvenlik
Konseyi'ne asla havale edilmedi ki
23
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Sonra bir başka açıklama dolaşıma girdi.
New York Borsası, işlemler çok fazla
hızlandığında yavaşlatan bir mekanizmaya
sahip. Ancak diğer borsalarda benzer bir
mekanizma yok. Dolayısıyla da New York
borsasında yavaşlatmayla karşı karşıya
gelen temsilciler, alım-satımı diğer
borsalarda yapmaya karar verdiler. Bazı
kişiler, bu izahtan kalkarak yeni izahlar
yapıyorlar: Hata, bu tür değişimleri
yapmak üzere önceden programlanmış
otomatik alım-satım mekanizmalarının
olduğu
algoritmik
alım-satım
stratejilerindeydi. Çeşitli borsalar arasında
eşgüdüm olmayışı, düzenleme hatasıdır
deniliyor ve kimileri, tüm borsalarda
müşterek bir yavaşlatma mekanizması
olmalıdır diye savunuluyor. Bazılarına
göre de çöküşün sorumlusu otomatik
mekanizma olabilir; dolayısıyla da
şahısları değil makineleri suçlamalıdır.
Korkunun anatomisi
Dünya’nın büyük bir kesiminde en yaygın
duygu, korku. Bu korku, irrasyonel değil
ama varsayılan tehlikelerin ille de aklı
başında bir yaklaşımla ele alınmasını
sağlayacak diye bir şey yok. Korku
duygusu, yakın geçmişte yaşanan kayda
değer iki olayda rahatlıkla algılanabilir.
İlki, New York Borsası’nda işlem gören
hisse senetlerinin 6 Mayıs’ta uğradığı
çarpıcı değer kaybı. Herkesi hayrete
düşüren ve birkaç dakika içinde sona eren
bir düşüştü. İkincisi ise Atinalıların
ayaklanmasıydı. Daha şimdiden üç kişinin
hayatını kaybettiği ayaklanma devam
ediyor.
Hisse senetlerinin başına gelen neydi? O
sabah Dow Jones sanayi endeksi 300 puan
kaybetti. Hatırı sayılır bir düşüştü (yüzde
3) ama ABD’de çeşitli cihetlerden gelen
kötü haberler bileşkesine ilave olarak bir
de Yunanistan’ın iflastan kurtulup
kurtulmayacağıyla ilgili artan belirsizlik
karşısında müstesna bir tepki olduğu da
söylenemez.
Tüm bu açıklamalar geçerli de olabilir
geçersiz de fakat hepsi de insani kararların
çeşitli noktalardaki dahlini dışarıda
bırakıyorlar:
Çöküşün
başlamasına
gösterilen tepki, alım-satımı yavaşlatma,
tekrar satın alma ve Dow Jones’un
yükselişe geçmesine izin verme. Korku
faktörü işte burada devreye giriyor.
Fakat Dow Jones öğleden sonra inanılmaz
bir hızla 700 puan daha kaybetti. Bir gün
içerisinde yaşanan en büyük düşüştü.
Kesinlikle öngörülmeyen bir düşüştü ve
görünene bakılırsa borsacılar donup
kaldılar. Önemli bazı hisse senetleri yüzde
90 değer kaybederek bir peniye düştü;
Dow Jones, borsacılar ağzı açık izlerken,
düştüğü kadar hızlı bir şekilde yükseldi ve
günü “sadece” 371.80 puanlık kayıpla
kapadı. Borsacılar rahatlar gibi oldular.
Bir menkul kıymetler borsası, tanım
gereği, risk ve belirsizlik içerir. Ama ne ki
traderlar, dalgalanmaların nispeten küçük
olacağı,
beklenen
bir
aralıkta
gerçekleşeceği
hissine
bağımlıdırlar.
Dalgalanmanın
şiddeti
artmaya
başladığında yani büyük ve ani olduğunda,
traderler
paniğe
kapılır.
Paniğe
kapıldıklarında
kaçınılmaz
olarak
dalgalanmayı şiddetlendirirler. Bir fasit
dairedir bu.
Elbette ki herkes bir açıklama arayışına
girdi. İlk açıklamaya göre “şişman
parmaklı” bir borsa temsilcisi, milyon
yerine milyar yazmış olabilir. Ancak
problemli bir açıklama bu. Şöyle ki, bu
kişinin yerini veya böyle bir kişinin var
olduğunu yahut da –böyle bir kişi varsa“şişman parmağı” olduğunu hiç kimse
ispatlamış değil.
New
York’taki
traderlar
paniğe
kapıldıkları anda, karşılarındaki ekranda
Atina’da
yaşanan
ayaklanmaları
görebiliyorlardı. Bu ise iki sebepten dolayı
onları daha bir altüst etti. Avrupa Birliği
ülkelerinin
Yunanistan’a
yardım
konusunda nasıl bir karar alacağı (hatta
24
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
yardım
edip
etmeyecekleri
bile)
belirsizliğini
koruyordu.
Yunanistan
problemiyle ilgili olarak Avrupa’nın
hareketinin (veya hareketsizliğinin) ABD,
Batı Avrupa ve Japonya bankaları için
sonuçlarının neler olacağı hakkında derin
bir tereddüt içindeydiler. Yunanistan’ın
potansiyel iflasının dünya piyasalarında
küresel bir çözülmeye yol açıp açmayacağı
konusunda da derin bir kuşku içindeydiler.
erdirecek.
Politikacılar,
büyüme
doğrultusundaki her küçük işareti sıkıca
kavrıyor ve gereğinden fazla anlam
yüklüyorlar. ABD’de şu son istihdam
artışının alkışlanması bunun iyi bir
örneğidir. İstihdam oranı, aynı dönem
içerisindeki nüfus artışından daha düşüktü
hâlbuki.
Bu korku, irrasyonel değil. Dünya
sisteminin yapısal krizinin sonucudur.
Bugün karşı karşıya olduğumuz illetleri
tedavi etmek için hükümetlerin kullandığı
yara bantlarıyla çözüme kavuşturulamaz.
Dalgalanmalar büyük ve hızlı olduğunda
hiç kimse rasyonel plan yapamaz. Bu
yüzden de insanlar, nispeten normal bir
dünya ekonomisindeki oldukça rasyonel
aktörler olarak hareket edemezler artık. Şu
anki dönemin esaslı gerçeği, korkunun bu
derecesidir.
Fakat bilhassa da ayaklanmalardan korku
duymakta haklıydılar. Ayaklanmalar,
Yunan korkusunun sonucuydu. Yunanlıları
en çok endişelendiren şey, gerçek
gelirlerinin gelecek yıllarda esaslı bir düşüş
yaşaması ihtimaliydi. Buna kızıyor,
bundan çok korkuyorlardı. Bunun bir
şekilde kendi hataları olduğuna, bedelini
ödemek durumunda oldukları bir hataları
olduğuna tam ikna olmamışlardı.
Yunan vatandaşların korkuları, devlet
yetkililerinin ve menkul kıymetler
piyasasındaki traderların da çok iyi
farkında oldukları üzere, buzdağının
sadece görünen kısmıdır. Yunanistan
hükümetinin problemi gâyet basittir. Vergi
gelirleri çok düşük, şu anki ve gelecekteki
muhtemel gelirlerine nispetle harcamaları
çok büyük dolayısıyla da ya vergileri
artıracak (o da şayet toplayabilecekse)
veya harcamaları büyük oranda azaltacak –
yahut da her ikisinin birden uygulayacak.
Ancak bu, Almanya’nın, Fransa’nın,
İngiltere’nin, ABD’nin de (liste devam
eder gider) problemidir. Şu an başını suyun
üstünde tutabilen (Brezilya ve Çin gibi)
birkaç
ülke,
sorunun
kendilerine
bulaşmasından muaf değiller. Yunanlılar,
protesto
için
caddelere
akıyorlar.
Protestolar daha da yayılacak. Yayıldıkça,
dünya
piyasaları
çok
daha
istikrarsızlaşacak ve korku yaygınlaşacak.
Dünyadaki genel tepki, borç alınmış veya
basılmış kağıt parayla zaman kazanmak.
Ümit o ki ödünç alınan zaman, tekrar
başlayan ekonomik büyüme, güven tesis
edecek, gerçek veya gizil paniği sona
25
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
Irak’taki savaşı kaybetmek üzere olduğunu
söylemeye başlamışlardı. Direniş çok
güçlü görünüyordu ve ABD kayıpları her
ay giderek artıyordu. Cumhuriyetçiler 2006
seçimlerinde kötü iş çıkarmışlardı. Bir
şeyler yapmalıydı.
McChrystal bunu niçin yaptı?
Afganistan’daki Amerikan kuvvetlerinin
komutanı General Stanley McChrystal,
Rolling Stone dergisine bir röportaj
vererek, hem kendisi hem de kurmayları,
ülkelerinin sivil liderlerini aşağıladılar.
Başkan Obama’ya itaatsizlik ettiğinden
dolayı
kovuldu.
Savunucuları
bile
McChrystal’in sözlerini münasebetsiz ve
yanlış buldular. McChrystal’in fevkalâde
zeki ve çok hırslı bir kişi olduğu dikkate
alınarak sorulabilir: Bunu niçin yaptı?
Bir şeyler yapıldı. Başkan Bush,
Rumsfeld’i kovdu. Başkan Yardımcısı
Cheney, Rumsfeld’in güçlü savunucusu,
nüfuzunu Dışişleri Bakanı Condoleezza
Rice ve Rumsfeld’in diplomasiye vurgu
yapan, daha “ılımlı” görüşler savunan
halefi Robert Gates lehine kaybetti.
Birdenbire yeni bir askeri strateji yani
isyan
bastırma
stratejisi
(counterinsurgency/kısaltması
COIN)
zemin
kazandı. Bu strateji, daha önce pek az
tanınan bir subay - David Petraeus tarafından geliştirilmişti.
McChrystal, röportajı kovulmak için verdi.
Peki o zaman niçin kovulmak istedi?
Kovulmak istedi çünkü Afganistan
savaşında
izlediği
ve
savunduğu
politikaların
işe
yaramadığını,
yaramayacağını biliyordu. Kamu nezdinde
sorumlu tutulan ve lekelenen o kişi kendisi
olmak istemedi.
Petraeus, McChrsystal kadar muhteris ve
insiyaklı ama bütünüyle farklı bir
şahsiyetti. Askeri entelektüel denilebilecek
bir kişiydi. 1983 yılında ABD Kara
Kuvvetleri Komuta ve Kurmay Kolejini
dereceyle bitirenler arasındaydı. 1989’da
Princeton Üniversitesi’nde Uluslararası
İlişkiler doktorasını aldı. West Point’te
Uluslararası İlişkiler dersi verdi. Aynı
zaman zarfında, pişmiş bir muharebe
subayı olarak çok işler çıkarmıştı.
Washington’daki
politikacıların
teveccühünü de kazanmıştı.
Bu röportaja giden uzun tarihi düşünün.
ABD’nin Irak ve Afganistan’da uyguladığı
askeri strateji aslen ABD Savunma Bakanı
Donald Rumsfeld tarafından vaazedilmişti.
Baştan ayağı maço bir politikaydı.
Yukarıdan bombala ve kimin öldüğünü
dert edinme. Yakaladığın kişiye işkence
yap. Hiç kimseyle istişare etme, onlar
müttefik olsalar bile. Ülkeyi süresiz olarak
işgal et.
1980’lerden beri yayınladığı makale ve
raporlar, isyan bastırmayı bir doktrin
olarak savunuyordu. İsyan bastırma
stratejisini
Cezayir’de
kullanan
Fransızların ve Vietnam’da kullanan
ABD’nin tecrübelerinden yararlanmıştı.
Petraeus’un sağcı eleştirmenlerinin de
kaydettiği üzere, dikkate şâyan başarılar
değillerdi
bunlar.
İsyan
bastırma,
diplomatik ve politik mülâhazaları ille de
askeri taktiklere katıştıran “kafaları ve
gönülleri” fethetme lüzumuna vurgu yapar.
Rolling Stone adına röportajı yapan
Michael Hastings, isyan bastırmayı şu
Bu savaşlar başlarken Stanley McChrsytal,
Rumsfeld’in “altın çocuklarından” biri
olarak Washington’da çalışan tek yıldızlı
bir generaldi. West Point günlerinden beri
ne zaman duracağını bilen gözüpek bir
asiydi -, saygı duymadığı üstlerini küçük
görür ve her daim kendisini ileri sürerdi.
Rumsfeld, ordunun “özel operasyonlar”
yürüten ve “ölüm makinesi” olarak bilinen
en gizli seçkin birliklerinin başına onu
atadı. McChrsytal, her zaman olduğu gibi
işini parlak bir şekilde icra etti.
Hatırlayacak olursanız, 2006 yılında ordu,
politikacılar ve basın hepsi de ABD’nin
26
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
şekilde tanımlamış: “Yeşil berelileri elleri
silahlı barış gönüllüleri gibi düşünün.”
orduların komutanı olarak McChrystal’i
atadı. McChrystal, asi tarzına sâdık
kalarak, Obama’dan 40.000 asker talep etti
– Obama, aylar süren bir mütaaladan sonra
30.000 asker verdi ve bir çekilme takvimi
talep etti.
Başkan Bush 2006 yılında Petraeus’a
döndü ve Irak’ta isyan bastırma stratejisini
uygulaması için izin verdi. Hani Irak’ta şu
meşhur “askeri güç takviyesi” (surge) ve
stratejinin değiştirilmesi hâdisesi. Petraeus,
Amerikan askerlerine karşı şiddeti
gerçekten de azaltan iki temel iş yaptı.
Birincisi, Irak’a dışarıdan gelen el Kaide
birimlerine verdikleri örtük desteğe bir son
vermeleri için Irak’ın orta ve batı
kesimlerindeki Sünni aşiret reislerine
rüşvet vermekti. Sünni Şeyhler, el Kaide
birimlerinden
hiçbir
zaman
hazzetmedikleri için bir bedel karşılığında
Amerikalılara
karşı
besledikleri
hoşnutsuzluğu unutmaya istekliydiler.
Ancak McChrystal işin bu noktasında
maço tarzından sakındı ve Afganistan’da
isyan bastırma stratejisinin hevesli belki de
hayli hevesli bir icracısı oldu. Sivil
kayıplardan sakınmak için süper-katı
tâlimatlar
yayınladı,
ki
Amerikan
piyâdelerinin pek de onaylamadığı bir
politikaydı. Diğer ABD liderlerinin araya
mesafe koyduğu Cumhurbaşkanı Hamid
Karzai ile sıcak ilişkiler geliştirdi.
Marja’da hızlı bir zafer kazanıp bölgeyi
Afgan kuvvetlerine teslim edebileceğini
düşündü. Aslında tam bir başarısızlıktı.
Taliban kuvvetlerinin kalbi sayılan
Kandahar’daki kilit harekâtın Eylül ayına
kadar ertelenmesi gerektiğini söyledi son
olarak da.
Petraeus’un yaptığı ikinci şey, Bağdat’ta
etnik temizliğe müsaade etmek, çok etnikli
şehri birbirinden ayrılmış – daha büyük bir
Şii alan ve kuşatılmış, daha küçük bir
Sünni alan şeklinde - iki alana bölmekti.
Irak içi şiddeti azdırma pahasına ABD
askerlerine karşı şiddeti azaltmıştı bu.
Irak’ta ABD çıkarlarının en ısrarcı ve en
etkili muhalifi, yeni seçilen Irak
Meclisi’nde kilit oyuncu olarak yükselen
Muktada el Sadr’ın siyasi çıkarlarına da
hizmet etti bu.
McChrystal’in
Harekât
Komutanı
Tümgeneral
Bill
Mayville
bile
Afganistan’ın Vietnam gibi olacağını
söylüyor: “Bir gâlibiyete benzemeyecek,
gâlibiyet kokusu olmayacak hatta gâlibiyet
tadı
olmayacak…
münakaşayla
neticelenecek.” Hastings, makalesini şu
şekilde noktalıyor: “Gâlibiyet, görünene
bakılırsa, gerçekten mümkün değil. İşin
başındaki kişi Stanley McChrsytal olsa
bile.
Hastings’in, makalesi hakkında Huffington
Post’un kendisiyle yaptığı söyleşide
kaydettiği gibi “Petraeus bir tür dâhi.
Irak’ta yıkıcı bir mağlubiyete dönebilecek
olan durumu, itibarı kurtaran bir askeri
çekilmeye tahvil etti.” Fakat elbette itibarı
kurtaran askeri çekilme, bir zafer değildir
her ne kadar Senatör McCain, (başarısız
olduğu)
2008
seçimlerinde
böyle
olduğunda ısrar etmişse de.
O halde McChrystal’in yerinde olsanız ne
yapardınız? Uçakta size eşlik edip içki
ziyafetine katılması için Solcu bilinen bir
Rock and Roll dergisi çağırır, yönetimle
alay edip küçümsersiniz. Kovulmanız
kesindir.
Ve
gelecekte
yapılacak
“münakaşanın”
size
bulaşmayacağı
anlamına gelir bu.
Barack Obama, Başkanlık seçimlerine
katıldığında, Irak’taki savaşın aleyhinde,
Afganistan’daki savaşın lehinde olduğunu
açıkça söylemişti. Dediğini yapmalıydı.
Petraeus’u terfi ettirdi, isyan bastırma
stratejisini benimsedi ve Afganistan’daki
Obama ne yapabilirdi ki? McChrisytal’i
kovmak zorundaydı. Ondan sonra da sıcak
patatesi onu reddedemeyecek olan
Petraeus’a attı. Gelecek yıl ya da ondan
27
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
sonraki yıl, Obama ve Petraeus’un
mağlubiyet
suçlamalarını
başkasının
üzerine yıkmaya çalışacakları sürükleyici
bir oyun olacak.
Aşırı sağ, Dick Cheney ve Rumsfeld’in
ahbapları öyle kanmaz ama. Onların
üstatlarından biri olan Diana West “isyan
bastırma kâbusu sürüyor” diyor. Ona göre
isyan bastırma askerlerin, “bir bilgisayar
odasında solcular nezdinde anlamı olan
ama cephede dehşete düşürmekten başka
bir şeye yaramayan kültürel izâfiyet
fantezilerini uygulama” anlamına gelir.
Daha az iğneleyici bir görüş ise emekli
albay
Douglas
Macgregor’a
ait:
“Trilyonlarca dolar harcayarak İslam
dünyasının
kültürünü
yeniden
şekillendireceğimiz
fikri
büsbütün
anlamsızdır. “
Macgregor haklı elbet. Politika seçenekleri
neler? Aşırı sağ sonsuz savaş istiyor.
Bunun tek alternatifi, erkenden tam
çekilmedir. Obama, birinci seçeneği
istemiyor ve ikincisini benimsemekten de
siyaseten korkuyor. Bu yüzden de CIA
başkanı Leon Panetta’yı söyleşi için ABC
Bews’e gönderiyor ve Afganistan’da
ilerleme kaydetmenin daha zor olduğunu,
ilerlemenin beklenenden daha yavaş
gerçekleşeceğini söyletiyor. Gerçekten de
öyle.
28
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM
daha fazla çalışan istihdam etmeyi
planlamıyorlar. Bilakis büyük bir firmanın
CEO’su şöyle diyor: “Daha fazla
kapasiteyi ne zaman ilave edeceğimiz, dert
ettiğimiz son şeydir. Bundan ziyâde, daha
fazla esneklik kazanmak için tüm
operasyonel
sistemimizi
yeniden
şekillendiriyoruz.”
Ponzi Solitaire
Gazete okumak, irkiltici bir tecrübe
olabilir. Amerikan gazeteleri bu yıl 26
Temmuz’da birbiriyle çelişen iki haber
yayınladılar. USA Today’in ilk haber
makalesinde, üç ayda bir yayınladığı
ekonomist tahminleri vardı ve manşet
şöyleydi:
Ekonomistlerin
iyimserliği
azalıyor.”
“Avrupa’daki
karışıklık,
istihdamdaki yavan artış, zayıf konut
piyasası ve fabrika çıktılarında azalma”,
ABD’nin 8.5 milyon istihdam kaybını ufak
ufak telafi etmesini imkansızlaştıracak gibi
görünüyor.
Ayrıca,
“küresel
mâli
istikrarsızlıktan” da korku duyuyorlar.
Amerikan sanayisi (ve dünyadaki diğer
sanayiler) geleceğe doğru kârını artırmanın
sihirli formülünü mü bulmuş oluyor şimdi?
Dalga geçiyor olmalısınız. Henry Ford
1920’lerde çalışanlarına kural olandan
daha yüksek maaş veriyordu çünkü,
dediğine
göre,
çalışanlarının
onun
müşterisi olmalarını istiyordu. Onun
halefleri bugün Kuzey Amerika’daki
işgücünü son beş yıl içerisinde yüzde 50
oranında azalttılar. Daha fazla kâr ama
daha az müşteri. Keynes ve Kalecki’nin
değindikleri etkin talep hakkında pek bir
problem yok. Orta vadeli hesaplara göre,
yeterli müşteri olmazsa, yeterli satış
olmayacak ve çok geçmeden kâr kuruyup
gidecektir. İşçi sayısını azaltarak ve kalan
işçileri de çok çalışmaya zorlayarak kârını
artıran sanayi çok kısa vadede kârını
katlayacaktır ta ki deflasyon duvarıyla
karşılaşana dek. O vakit toslayacaktır.
Ekonomistler
iyimser
değiller,
ki
mâkuldur. Ekonomistlerin dünya pazarları
hakkında hilkatten gelen iyimserlikleri
nihayet gerçekliğin duvarına çarptı.
İçimizden bazıları bu sonuca çok daha
önceleri varmıştı. O halde aynı gün, New
York Times’ın Amerikan sanayisinde
“kârların katlandığı” haberini birinci
sayfadan vermesi nasıl olur da mümkün
olur?
Cevap yine manşette: “Sanayi, kârını
kesinti artışıyla katlıyor.” Sanayinin daha
fazla mamül satmasından ileri gelmiyor.
Aslında daha az mamül satıyor. Fakat
mâliyetleri azaltıyor yani işçi çıkarıyor.
Bunu göremiyorlar mı? Elbette ki bazıları
görüyor ama zevkçi “ye, iç ve neşeli ol zira
yarın ölebiliriz” ilkesine göre iş yapıyorlar.
Buna Ponzi solitaire diyebiliriz. Şu bildik
saadet zincirlerinde (Ponzi dalaverelerinde)
operatör, iskambil kule çökene dek diğer
insanları tufaya getirir tıpkı Bernie Madoff
vakasında olduğu gibi. Ponzi solitaire’de
ise kaza olana dek kendini tufaya getirirsin.
Ve tıpkı sıradan saadet zinciri yatırımcıları
(potansiyel kurbanlardır) kazânın ancak
kendi kazançlarını almalarından sonra
olmasını ümit etmeleri gibi Ponzi solitaire
oyuncuları da (sanayideki yöneticiler) tüm
sanayi
çökmezden
evvel
şahsi
kazançlarıyla birlikte kaçacaklarını ümit
ediyorlar. İyi şanslar!
Yeterince işçi çıkarır ve kalan işçilerin
daha çok çalışmasını sağlarlarsa, daha az
satış yapsalar da daha fazla kâr
yapacaklarını keşfetmişler. Verimliliğin
zaferi olarak adlandırılıyor bu. Bank of
America Merrill Lynch başekonomisti
Ethan Harris bu konuda çok dürüst:
“Şirketler kâr yapabilmek için işçilik
mâliyetlerinden kısıyorlar.”
Ancak New York Times’ın da kaydettiği
üzere “kazancın büyük bir kısmı genel
ekonomiye değil de hissedarlara gidiyor.”
Ve Sanayi, bunun geçici bir çözüm olarak
kalmasını istemiyor. Satışlar iyileşse bile
29
Download