(yakınçağ tarihi) anabilim dalı osmanlı devletinde eğ

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (YAKINÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI
OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME
VE ENCÜMEN-İ DANİŞ
Doktora Tezi
Osman Zahit KÜÇÜKLER
Ankara 2016
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (YAKINÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI
OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME
VE ENCÜMEN-İ DANİŞ
Doktora Tezi
Osman Zahit KÜÇÜKLER
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Hamiyet SEZER FEYZİOĞLU
Ankara 2016
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR ....................................................................................................... VI
KONU VE KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRMESİ .......................................... VIII
GİRİŞ ........................................................................................................................... 1
I. BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME
1.1 Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun ....................................................................... 18
1.2 Mühendishane-i Berrî-i Hümayun ....................................................................... 20
1.3. Mekteb-i Tıbbiye ................................................................................................. 23
1.4- Mekteb-i Harbiye ................................................................................................ 25
1.5. Modern Eğitimin Yaygınlaştırılması Girişimleri ve Rüşdiyelerin Açılması ...... 27
II. BÖLÜM
TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU
2.1- Tanzimat Döneminde Eğitimin Modernleşmesi Yönünde İlk Adımlar.............. 32
2.2. Darülfünun .......................................................................................................... 35
2.3. Encümen-i Daniş’in Kuruluşu............................................................................. 43
2.3.1- Encümen-i Daniş’in Kuruluş Gerekçesi .......................................................... 48
2.3.2- Encümen-i Daniş’in Açılışı ............................................................................. 50
2.4- Encümen-i Daniş’in Nizamnamesi ..................................................................... 55
2.5- Encümen-i Daniş Akademi midir? ..................................................................... 66
III. BÖLÜM
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ
3.1- Dâhili Üyeler....................................................................................................... 73
I
3.2- Harici Üyeler..................................................................................................... 145
3.3- Üyelerin Özellikleri .......................................................................................... 153
VI. BÖLÜM
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI
4.1- Encümen-i Daniş’in Eserleri ve Girişimleri ..................................................... 158
4.1.1. Kavaid-i Osmaniye..................................................................................... 158
4.1.2. Tarih-i Cevdet ............................................................................................ 160
4.1.3. Mukaddime ve İbn-i Haldun Tarihi ........................................................... 166
4.1.4. Tarih-i Kudemâ-yı Yunan ve Makedonya ................................................. 168
4.1.5. Avrupa Tarihi ............................................................................................. 168
4.1.6. Beyânü’l Esfâr ............................................................................................ 169
4.1.7. İlm-i Tedbîr-i Menzil (Ekonomi-Politik) ................................................... 170
4.1.8. Kişver-i Derûn............................................................................................ 173
4.1.9. Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risâle ........... 173
4.1.10. Emr’ül Acib fi Tarih-i Ehl-i Salib (Haçlılar Tarihi)................................. 175
4.1.11- Kıt’a-i Afrika ........................................................................................... 177
4.1.12. İlm-i Tabâkâtü’l Arz (Jeoloji) .................................................................. 178
4.1.13. “Mufassal Tarih-i Umûmî” Yazdırma Teşebbüsü ................................... 180
4.1.13.1. Tarih-i Umûmîden Bir Kısım ............................................................ 183
4.1.13.2. Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye .................................................. 185
4.1.13.3 Osmanlı Tarihi ................................................................................... 191
4.1.14. Sözlük Hazırlama Girişimi ....................................................................... 191
4.1.15. İmlâ Çalışmaları ....................................................................................... 191
4.2- Encümenin Faaliyetlerinin Amacı .................................................................... 193
II
4.3- Encümen-i Daniş’in Eğitiminin Modernleşmesindeki Yeri ............................. 203
4.4- Encümen-i Daniş’in İşlevini Kaybetmesi ......................................................... 205
SONUÇ .................................................................................................................... 211
BİBLİYOGRAFYA ................................................................................................. 214
ÖZET........................................................................................................................ 231
EKLER ..................................................................................................................... 235
III
ÖNSÖZ
Osmanlı
Devleti
XIX.
yüzyılda
hemen
her
alanda
modernleşme
girişimlerinde bulunmuş ve yeni kanunlar yapıp, yeni kurumlar oluşturmuş ve devlet,
o zamana kadar doğrudan ilgilenmediği alanlarda da düzenlemeler yapmaya
başlamıştır. Devletin ihtiyaç duyduğu elemanların yetiştirilmesi, ülkenin ilerlemesi
ve güçlenmesi ve halkın cehaletinin giderilmesi için elbette eğitim ve bilim alanında
da yenilikler yapılmıştır.
Bilim ve teknolojide Avrupa’nın üstünlüğünün kabul edilmesiyle modern
okullar açılmış, Avrupa’dan hocalar getirilip, Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi gibi
uygulamalar yapılmıştır. Ancak bu çabalar, İslam medeniyetiyle Batı medeniyetinin
bilim, kültür ve dünyayı algılama yönlerinden ne kadar farklı olduklarının da ortaya
çıkmasına yol açmış ve pek çok alanda ikilikler ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda
eğitim ve bilim alanında ikiliği giderecek düzenleyici ve geliştirici bir kuruma ihtiyaç
duyulmasıyla Encümen-i Daniş açılmıştır.
Encümen-i Daniş’in kısa ömürlü olması ve ülkenin bilimsel gelişimine fazla
bir katkısının olmaması sebebiyle, bu dönemi inceleyen pek çok araştırmacı
Encümenin üzerinde fazla durmamıştır. Oysa modernleşme sürecinin ortalarında
oluşturulan bu kurum, Tanzimat döneminde yeni bir kurumun nasıl oluşturulduğunu
ve dönemin yöneticilerinin zihniyetleri ile ülkeye bilimsel ve kültürel yönden çizmek
istedikleri yolu göstermesi bakımından önemlidir. Biz de bu çalışmada genel olarak
eğitim alanında yapılan çalışmaları ve detaylı olarak da kendine has özellikler taşıyan
bu kurumu tanıtmayı ve yapılanları değerlendirmeyi amaçladık.
Çalışmalarım sırasındaki desteği ve yol göstericiliği sebebiyle değerli hocam
Prof. Dr. Hamiyet SEZER FEYZİOĞLU’na, ve tez izleme komitesindeki diğer
IV
hocalarıma, sabır ve desteklerinden dolayı sevgili eşime, TODAİE ve Türk Tarih
Kurumu kütüphanelerinin değerli çalışanlarına ve maddi desteği sebebiyle
TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığına teşekkür ediyorum.
V
KISALTMALAR
a.g.e.
: Adı geçen eser
a.g.m.
: Adı geçen makale
BOA
: Başbakanlık Osmanlı Arşivi
HAT
: Hatt-ı Hümayun Tasnifi
A.AMD
: Sadâret Âmedi Kalemi
A.DVN. DVE
: Sadâret Divan (Beylikçi) Kalemi Düvel-i Ecnebiye
A. MKT. MHM
: Sadâret Mektûbî Kalemi Mühime Odası
A. MKT, MVL
: Sadâret Mektûbî Kalemi Meclis-i Vâlâ
A.MKT.NZD
: Sadâret Mektûbî Kalemi Nezâret ve Devâir
HR.MKT
: Hariciye Nezâreti Mektubî Kalemi
İ.DH
: İrâde Dâhiliye
İ.DUİT
: İrade Dosya Usulü
İ.HR
: İrade Hariciye
İ.MVL
: İrade Meclis-i Vala
MF.MKT
: Maârif Nezâreti Mektûbî Kalemi
DH.SAİD
:Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahval Komisyonu Defterleri
ŞD.SAİD
:Şura-yı Devlet Sicill-i Ahval İdaresi
DİA
: Diyanet İslam Ansiklopedisi
S.
: Sayı
s.
: Sayfa
ss.
: Sayfaları Arası
C.
: Cilt
Bkz./bkz.
: Bakınız
VI
Haz.
: Hazırlayan
Çev.
: Çeviren
Der.
: Derleyen
OİMC
: Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetleri
A.Ü.
: Ankara Üniversitsi
İÜ
: İstanbul Üniversitesi
DTCFFAE
: Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Araştırmaları
Enstitüsü
VII
KONU VE KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRMESİ
Bu çalışma, XIX. yüzyılda Osmanlı Devletinde eğitim alanındaki
modernleşme girişimlerini ve bu kapsamda bilim ve eğitimin gelişmesi ve
yaygınlaşması amacıyla kurulan Encümen-i Daniş’i her yönüyle incelemeyi
amaçlamaktadır. Öncelikle devletin ihtiyaç duyduğu alanlarda eleman yetiştirme
çabası olarak başlayan eğitim reformu zamanla daha kapsamlı hale gelmiş ve 1869
Maarif Nizamnamesi ile tam manasıyla modern hale gelmiştir. Ancak bu durum yeni
açılan okullar için böyledir ve medreseler bazı sınırlı girişimler dışında fazla
değişmemiş ve Osmanlı Devletinde iki farklı anlayış birarada bulunmuştur.
Çalışmamızda inceleyeceğimiz Encümen-i Daniş, her ne kadar kısa ömürlü olmuşsa
da, bazı ilkleri içermesi ve hem geleneksel İslami bilgi sisteminin hem de modern
Batı bilgi sisteminin temsilcilerini bünyesinde bulundurması sebebiyle Osmanlı
Devleti’nde eğitimin ve bilimin gelenekselden moderne evrilmesi sürecinde başarı ve
başarısızlıklarıyla önemli bir aşama teşkil etmektedir. Dolayısıyla çalışmamız
Osmanlı modernleşmesinin ülkedeki eğitim ve bilim anlayışı ile bilimsel faaliyetler
üzerindeki etkisini de içermektedir. Bu yönüyle denilebilir ki Osmanlı Devleti’ndeki
modernleşme çalışmaları sadece siyasi tarihin değil düşünce ve bilim tarihinin de ilgi
alanında yer almaktadır.
Bu
maksatla
yaptığımız
çalışmada
kullanılan
kaynakları
kısaca
değerlendirmek istiyoruz. Çalışmada kullandığımız kaynaklar arşiv belgeleri,
Takvim-i Vekayi, dönemin kronikleri ve çeşitli bilimsel çalışmalar ve telif eserlerdir.
Arşiv Belgeleri: Tanzimat dönemi öncesinde açılmaya başlanan modern
askeri okullara ilişkin bazı belgeler ile, M.1845 / H.1261 senesinde Sultan
Abdülmecid’in eğitim konusunda çalışma yapılması hususunda yayınladığı ferman,
VIII
bunun üzerine Meclis-i Vala’nın yaptığı çalışmalar, Meclis-i Muvakkat’ın ve Meclisi Maarif-i Umumiye’nin kurulması ve aldıkları kararlar, Encümen-i Daniş’in kuruluş
süreci, üyelerin nasıl seçileceği, açılış töreni ve üyelere verilen ruuslar vb. konularda
arşiv belgeleri incelenmiştir. Bu belgeler eğitimde modernleşmenin başlaması,
Encümen’le ilgili kronolojinin oluşturulması ve Encümen’in tanımlanmasıyla
kuruluş sürecinin anlatılmasında, bize önemli veriler sunmaktadır.
Takvim-i Vekayi: Yayımlanma amaçlarının başında yenilikler konusunda
halkı bilgilendirmek olan bu gazetede doğal olarak eğitim alanında yapılan yeni
girişimlerden de bahsedilmiştir. Az önce bahsettiğimiz Sultan Abdülmecit’in
Fermanı bu gazete de yayımlandığı gibi, yeni açılan okullar, Meclis-i Muvakkat
Raporu, Encümen’in Nizamnamesi, Cevdet Paşa’nın hazırladığı Beyanname,
Encümen üyelerinin listesi vb. bilgiler buradan alınmıştır. Encümene ilişkin yayınlar
büyük oranda Ahmet Cevdet Paşa’nın kaleminden çıkmıştır. Bu metinleri okuyarak
Encümen-i Daniş’in kuruluşu ve faaliyetleri çok rahat bir şekilde takip
edilebilmektedir. Ayrıca bu metinlerden dönemin yönetici elitinin zihniyetini ve
gerek siyaset gerekse kültür ve bilim alanlarında neleri hedefledikleri anlaşılabilir.
Sonuç olarak bu metinlerde yeni eğitim kurumlarının ve Encümen-i Daniş’in kuruluş
amaçlarının Tanzimat Dönemi idealleri ile önemli oranda uyuştuğu ortaya
çıkmaktadır.
Telif Eserler: Osmanlı devletinin modernleşme çabalarını inceleyen yerli
ve yabancı binlerce bilimsel çalışma mevcuttur ve eğitim – bilim konularından
bahsedenlerin çoğu bir iki cümleyle de olsa Encümen-i Daniş’ten de bahsetmektedir.
Bizim yaralandığımız çalışmalardan öncelikle Kenan Akyüz’ün yapmış olduğu ve
önemli oranda belge nakli içeren çalışmayı zikretmek gerekmektedir. Ayrıca
IX
Mahmud Cevad’ın Maarif tarihimizle ilgili verdiği bilgiler önemlidir. Bunların
dışında; daha geniş kapsamlı çalışmaların parçası olarak Encümen-i Daniş’ten
uzunca bahseden Tacettin Kayaoğlu’nun kitabından ve Ahmet Karaçavuş’un doktora
tezinden de faydalandık. Ayrıca, yaptığı önemli çalışmalarla Türk bilim ve düşünce
tarihini aydınlatmaya çalışan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ismini zikretmekte fayda
vardır. İhsanoğlu, Osmanlı Devleti’ndeki ilmi ve mesleki örgütlenmelere ilk defa
eğilen ve bu konuyu bilim camiasının gündemine taşıyan kimliği ile övgüye layıktır.
X
GİRİŞ
İnsanlık tarihi aynı zamanda insanın bilgi edinme sürecidir denilebilir. Ancak
bu faaliyetin amacı ve yöntemleri zamanla farklılaşmıştır. Ortaçağın sonlarından
itibaren Avrupa’da şekillenen, insanın kendisini ve çevresini tanıma amacıyla, akılcı
yöntemlerle, gözlem ve deneye dayalı olarak doğa ve evrenin araştırılması,
günümüzde geçerli sayılan tek bilimsel yaklaşımdır.
Osmanlı devletinde ise, XIX. yüzyıla kadar, devamı olduğu İslam
medeniyetinin bilgi sisteminin hâkimiyeti vardır. “İslam, kişinin yalnızca ne yapması
ya da ne yapmaması gerektiğiyle ilgilenmekle kalmaz, onun ne bilmesi gerektiği ile
de ilgilenir”1 ve İslam medeniyetinde bilimsel faaliyetin amacı maarifetullaha
(Allah’ın bilgisi) ulaşmaktır, yani Allah’ı bilmektir.2
İslam bilim tarihine bakıldığında, Allah’ın bilgisine ulaşmak için, temel
olarak üç yol kullanıldığını görürüz. Birincisi, Kur’an ayetlerini ve hadisleri kendi
metotları içinde incelemek (tefsir, kelam, fıkıh ve hadis), ikincisi, ibadet ve
tefekkürle nefsi arındırıp ilahi sezgilere açık hale gelerek irfani bilgiye ulaşmak
(tasavvuf), üçüncüsü, insanı ve doğayı, Allah’ın yarattığı ve sıfatlarını tecelli ettirdiği
varlıklar oldukları düşüncesiyle, deney ve gözlemle inceleyerek yaratıcı hakkında
bilgi sahibi olmak.
İslam medeniyetinde bu üç yöntemin bir arada bulunduğu bir zaman dilimi de
mevcuttur. Ancak modern bilime en yakın görünen üçüncü yöntemle yapılan
çalışmalarda, 11. yüzyıldan itibaren siyasi, sosyal ve ekonomik çeşitli sebeplerle bir
O. Bakar; Gelenek ve Bilim, Çev: Ercüment Asil, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2003, s.17
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, mahlûkatı yarattım” mealindeki kudsi hadis, (Aclunî,
Keşfü’l Hafa, II/132)
1
2
1
yavaşlama başlamıştır.3 Ayrıca bu farklı yöntemler arasında sentezler ortaya
çıkmıştır. Sonuçta, özellikle Anadolu’da, tasavvuf yoluyla elde edilen irfani bilgi
teorik hale getirilmiş ve özellikle kelam ilmiyle birleştirilerek diğer dini bilimlerin
içine karışmış ve böylece medreselere aktarılmıştır.4 İslam dünyasında, On üçüncü
yüzyıldan itibaren pozitif bilimlerde Türk-Moğol etkisine atfedilebilecek bir
canlanma söz konusudur.5 Ancak, özellikle astronomi ve matematik alanında
yaşanan bu gelişme, yeni bir başlangıç teşkil etmemiş ve mevcut yapıya eklenerek
bir süre devam etmiştir.
Aşağıdaki satırlar Osmanlı imparatorluğunun kuruluş ve gelişme döneminde
Medreselerdeki düşünsel yapıyı özetlemektedir: “İlk Osmanlı medresesi İznik
Medresesi'nin baş müderrisi Davud Kayserî'nin şahsında cisimleştiği şekilde kelamî
renkli ancak irfanî ağırlıklı bir düşünsel yapı tercih edilmiştir… Osmanlı ilmiye
teşkilatını yeniden örgütleyen Mehmed Fenarî okulu Davud Kayserî'yle başlayan
irfanî çizgiyi sürdürürken Fahreddin Razî'nin temsil ettiği kelamî zihniyetin
vurgusunu artırır; özellikle mantık ile usul eğitimine ağırlık verir… İstanbul'un
fethinden sonra yeniden yapılanan Osmanlı ilim zihniyeti Bursalı Kadı-zade'nin
öğrencisi Ali Kuşçu'nun davet edilmesiyle yeni bir boyut kazanır… Kuşçu ve
öğrencileri Osmanlı ilim zihniyetine Merağa ve Semerkant birikimini işlenmiş bir
biçimde aktararak, riyazî hikmeti mevcut kelamî ve irfanî çizgiye kattılar. Klasik
dönemin bu üçüncü aşaması Mirim Çelebi üzerinden devam eder ve Takiyüddin
Nasr, pozitif bilimlerle ilgili çalışmaların İslam medeniyetinde zaten çok önemli yer tutmadığı
görüşündedir: “…İslam medeniyeti açısından bu tür çalışmalar ve çeşitli makine türleri üzerinde
yapılan araştırmalar, bilginin bütüncül sınıflandırmasında ikinci derecede ve yüzeysel bir rol
oynamıştır.” S.H. Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, (Çev: Nabi Avcı, Kasım Turhan, Ahmet Ünal)
İnsan Yay. İstanbul, 2011, s.126–127
4
İ. Fazlıoğlu, “Selçuklu Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim - Bir Giriş-“, Cogito, İstanbul 2001,
Sayı 29, s.154
5
A. Sayılı, “Ortaçağ İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel
Sebepleri (Avrupa İle Mukayese)”, DTCFFAE Dergisi, C.I, S.1 Ankara, 1963, s.35
3
2
Rasıd'da zirveye ulaşır. Takiyüddin Rasıd'ın ölümünden (1585) klasik dönemin
sonuna kadar Osmanlı ilmî zihniyeti bu süreçte oluşan birikim içerisinde iş görür.”6
Kurumsal olarak bakıldığında ise Osmanlı eğitim sistemi sıbyan mektepleri
ile medreselerden oluşmaktadır. Sıbyan kelime olarak çocuklar, sabiler anlamına
gelmektedir. Bu mekteplerin hocasına muallim, yardımcısına da kalfa veya halife
denilmiştir. Bu okullardaki hedef bir çocuğa okuma yazma öğretmek, İslam dininin
kurallarını ve Kur’ânı ezberletmekti.7
Sıbyan mektepleri genellikle camilerin yanında, külliyelerin içerisinde veya
müstakil yapı olarak kurulmuştur. Bunların maliyet ve mekân açısından çok fazla
külfeti olmadığından hemen hemen her köy, mahalle ve semtte açılmıştır. Genelde
beş yaşına ulaşmış çocuklar “âmin alayı” ve “bed’i besmele” adı verilen bir
merasimle mektebe başlardı. Müslüman olan her aile çocuğunu bu mekteplere
gönderebilirdi. Medrese eğitimi görmüş veya okuma yazma bilen imam, müezzin,
kayyum vb. kişiler bu okullarda öğretmenlik yapardı.8
Fatih Sultan Mehmed, Eyüp ve Ayasofya medreselerinde sıbyan mektebi
muallimi olacak öğrenciler için, genel medrese derslerinden farklı bir program
öngörmüş ve Âdâb-ı Mubahase ve Usûl-i Tedrîs (Tartışma Kuralları ve Öğretim
Yöntemleri) adında bir derse yer vermişti. Bu dersin müfredata konması bulunduğu
çağ ve ileriki zamanlar için çok önemli bir yeniliktir. Fakat daha sonra bu program
İ. Fazlıoğlu, “Osmanlı: Bilim ve Düşünce”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXIII,
İstanbul 2007, s.551
7
B.Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, T.T.K. Yay., Ankara, 1999, s.57
8
Nazım Kuruca,” Osmanlı Devletinin Kuruluşundan Tanzimata Kadar Olan Dönemde Eğitim (12991839)”, Türk Eğitim Tarihi, (Edt: S. Arıbaş, M. Koçer), Lisans Yay, İstanbul 2008, s. 59.
6
3
bırakılmış ve sıbyan muallimleri medreselerde biraz okumuş ya da kendi kendine
okuyup yazma öğrenmiş kişilerden, imamlardan veya müezzinlerden seçilmiştir.9
Sıbyan mektebinden sonra, merakı veya yeteneği olan çocuklar medreseye
giderdi. İlk Osmanlı medresesini, Orhan Gazi 1330 yılında (H. 731) İznik’te
yaptırmış ve ilk müderris olarak Şerefüddin Davud-i Kayseri’yi tayin etmiştir. Fatih
Sultan Mehmed tarafından İstanbul’da Sahn-ı Semân ve Tetimme medreseleri
yapıldıktan sonra Osmanlı sınırları içindeki medreseler yeni bir teşkîlâta
kavuşmuştur.10
Kanûni Sultan Süleyman’ın inşâ ettirdiği Süleymaniye Külliyesi medrese-i
evvel, sânî, sâlis ve râbi’ adlarıyla dört medrese, bir tıp medresesi ve dâr-üş-şifa’ ile
dârül-hadîsten meydana gelmiştir. Böylece Osmanlı medreseleri, biri hukuk, ilahiyat
ve edebiyat öğrenimi yapan Sahn-ı Seman, diğeri fen, tıp ilimlerinin öğretildiği
Süleymaniye olmak üzere iki şubeye ayrılmıştır.11
Ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren eğitim öğretimde hem sistem olarak
hem de içerik olarak duraklama ve gerileme görülmeye başlanmıştır. Bu durum
imparatorluktaki yönetime ve ekonomiye dair sıkıntılarla da bağlantılıdır elbette.
Ekonomik sebeplerle çıkıp yıllarca devam eden ve medreseliler katıldığı için Suhte
İsyanları denilen olaylar Anadolu’da medrese eğitiminin hem ne kadar sıkıntıda
olduğunu göstermektedir hem de daha kötüye gidişe yol açmıştır. İstanbul’da ise
farklı yaklaşımlara sahip ulema grupları ve tarikatlar arasında çekişmeler uzun süre
F. Kaya Doğanay, Tanzimattan Cumhuriyete Rüşdiye Mektepleri, (Yayınlanmamış Doktora
Tezi), Erzurum, 2011, s.6
10
İ.H. Uzunçarşılı; Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K. Yay., Ankara 1988, s. 5
11
H.Ali Koçer; Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,
1970, s.12
9
4
devam etmiş12 ve pek çok şeyi bid’at sayan, felsefe ve pozitif ilimleri kötüleyen dini
akımlar zaman zaman etkili olmuş ve bu durum elbette medreselerdeki eğitimin
içeriğini de etkilemiştir.
İmparatorluğun son dönemlerine gelindiğinde “Şer’i ilimlere başlangıç teşkil
eden Arap dili, Fıkıh, ve Kelam gibi bazı ilimler okutulmakta idi. İslami ilimlerin
ileri gelen bir branşı olan Tefsir ve Hadis bile artık medreselerde ders
programlarına konmadığı gibi, riyaziyat (matematik) ve tabiiyat (tabii ilimler) gibi
ilimlerin adları bile unutulmuştu”.13
Ayrıca
medreselerin
çalışmalarına,
özelliklede
bilgi
üretimlerine
baktığımızda, karşımıza çıkan tablo da hiç de iç açıcı değildir. “Osmanlı ulemâsının
ortaya koyduğu muhtelif eserleri gözden geçirdiğimizde, birbirinin tekrârı niteliğinde
yüzlerce ibare ile karşılaşırız. Dikkatlice bakıldığında, söz konusu ibârelerin koyu
bir gelenekçiliği, nakilciliği ve ulemâ-i kadîm olarak vasıflandırılan geçmiş bir
otoriteye bağlılığı yansıttığı görülür... Bu durum, ulemâ tarafından yapılan ilim
tasniflerinde bile kendisini gösterir: Üzerinde çalışılması, öğrenilmesi ve öğretilmesi
tavsiye olunan ilimlerin ulemâ-i kadîm tarafından yazılan ve kitaplara geçirilen
ilimler olması bu bakımdan ilgi çekicidir. Diğer bir deyişle ilim, bilgi (mâlumat)
edinmekle sınırlı tutulmuş; araştırma ve yeni bilgiler üretme yolu mühim ölçüde
kapatılmıştır denilebilir. Öte yandan, söz konusu ilimlerin kısa bir sürede
uygulanabilme niteliği bulunmasının öngörülmesi, başka bir ifâdeyle, bütün ilmi
cehdin faydaya müstenit hâle getirilmesi ve kendisini ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler)
tâbirinde açığa vurması, ulemânın hayat hikâyelerinin verilişi sırasında kullanılan
ibârelerle de tam bir uyum içindedir…Fâtih medreselerinin kuruluşundan
Kâtip Çelebi; Mizanu’l Hak fi İhtiyaru’l Ehakk, Çev: S.Uludağ, M. Kara, Marifet Yayınları,
İstanbul, 2001 s.139
13
A.g.e., s.13
12
5
(875/1470), XVII. yüzyılın başlarına, yâni Sultan I. Ahmed’in tahta geçliği târihe
(1603) kadar olan süre içerisinde, Sahn’da müderrislik ettikleri tesbit olunan 290
ilim adamının, irili ufaklı 520 eser yazdıkları; bunların 189 (% 36.3)’unun te’lîf ve
geriye kalanların şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkât, tasnîf ve tercüme niteliği taşıyan
eserler oldukları; aynı dönemde zikredilen 290 ulemâ içerisinden ancak 118 (%
40.7)’inin, deyim yerindeyse, kalem kullandığı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, XVII.
yüzyılda Sahn’da müderrislik etmiş olan 648 âlimden sâdece 60 (% 9,3)ı kalem
oynatacak ve irili ufaklı yekûn 118 eser verecektir. Bu miktarın 32 (% 27,1)’si te’lîf,
86 (% 72,9)’sı ise şerh, haşiye, hamiş, ta’lîkât, kelimât, tasnif ve tercüme üründedir.
Kezâ, XVIII. yüzyılda, 30 yıllık bir süre içerisinde ise, 253 Sahn müderrisi arasından
16 (% 6.3)’sının irili ufaklı yekûn 27 eser verdiği görülmektedir. Bunun 11 (%
40,7)’i te’lîf, 16 (% 59,3)’sı ise telif olmayan eserlerden oluşmaktaydı.”14
Medreselerde dini ilimlere ilişkin bilgi üretiminin bile az olması bizce bu
kurumların İslam medeniyetinin şekillenmesinden sonra ortaya çıkmış olmasından
kaynaklanmaktadır. Avrupa’daki üniversiteler rönesanstan önce kurulmuş ve
bilimsel ve kültürel gelişmeyle başından itibaren iç içe olmuşlar, hatta yön
vermişlerdir. Medreseler ise, İslam dünyasında pek çok alanda büyük gelişmeler
yaşandıktan sonra ortaya çıkmış ve bu yüzden mevcut bilgiyi aktarmak görevini
üstlenmişlerdir. Hatta mezhep çekişmeleri ve siyasi sebepler yüzünden bu aktarım
bile sınırlı olmuştur. Ayrıca medreselerin kurulmasındaki bir amaç da devlete
nitelikli eleman yetiştirmektir.
Şüphesiz kendi yetenekleri sayesinde yeni ürünler veren kişiler de yetişmiştir
medreselerden, ancak İslam dünyasındaki bilimsel faaliyetin amacı esas olarak
F. Unan; “Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı Üzerine Bazı Düşünceler”, Türk ve İslâm
Dünyasında Bilim ve Teknoloji Sempozyumu, 3–5 Haziran 1994, Türkiye Günlüğü sayı:30, (EylülEkim 1994) İstanbul, s.54
14
6
maarifetullaha ulaşmak ve ahiret saadetini elde etmek olduğundan önemli bir
farklılık oluşmamıştır.
Osmanlı devletinde bilim ve felsefeye önem verilip verilmediği konusunda
birbirine zıt görüşler ileri sürülmektedir. Altı yüz yıl süren bir dönemde elbette farklı
dönemler ve iniş çıkışlar olmuştur. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u
fethinden sonra medreseler yaptırarak dönemin en ünlü âlimlerini İstanbul’a
toplaması ve “din ve felsefe arasındaki ilişkiyi bilimsel manada analiz etmek ve
problemi çözmek amacıyla Hocazade olarak üne kavuşmuş olan Muslihiddin
Mustafa (ö.1488) ile Alaaddin Tusî (ö.1455)’ye birer eser yazmalarını emrederek
bilimsel tartışmalara zemin hazırlaması”15 felsefe ve bilime hem büyük destek
verildiğini hem de özgürlük sağlandığını göstermektedir.
Bundan yaklaşık iki yüzyıl sonra ise Kâtip Çelebi’nin eğitimde felsefe ve
pozitif bilimlerin dışlandığından şikâyetçi olduğunu görüyoruz. “Felsefe ilimleri
diyerek onları kötüleme illetine müptela olarak yeri göğü bilmez bir cahil iken alim
geçindiler. Yer ve göklerin melekûtuna bakmadılar mı? (Araf Suresi 185) tehdidi
kulaklarına girmeyip, arza ve semalara bakmayı sığır gibi gözle bakmak sandılar….
Sultan Fatih Mehmet Han Medaris-i Semaniyeyi bina edip… Tecrid Haşiyesi ve
Mevakıf Şerhi derslerini tayin etti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diyerek
kaldırdılar… böylece Rum diyarında ilim pazarına kesat girdi… Kürt diyarında
kıyıda köşede yer yer usul ve kanun üzere ders gören talebelerin müptedileri Rum’a
gelerek muazzam bir şekilde tafra satar oldular.”
16
Kâtip Çelebi, bu eserinin
ilerleyen kısımlarında da cebir ve geometri bilmeyen kadıların bazı davalarda yanlış
kararlar verdiğini belirterek bu bilgisizliğin haksızlıklara da yol açabildiğini
Toksöz, Hatice; “Osmanlı’nın Klasik Döneminde Felsefe ve Değeri”, Değerler Eğitimi Dergisi,
C.V, S.13 s.133
16
Kâtip Çelebi, a.g.e. s.42
15
7
vurgulamaya çalışarak, din adına yapılan bazı şeylerin cahilce ve dinen de uygunsuz
olduğunu belirtmektedir.
Kâtip Çelebi’nin şikâyet ettiği bu zihniyeti 18. yüzyıl başında da
görmekteyiz: “Petervaradin’de şehit düşen (1716) Sadrazam Damat Ali Paşa’nın
yalnız katalogu 4 cilt tutan kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine, bunlar
arasında bulunan felsefe, tarih ve astronomi kitaplarının kütüphanelere vakfı caiz
olamayacağına dair şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendi’nin fetva verdiğini
görüyoruz. Bu bize gösteriyor ki felsefe, astronomi hatta tarihe ait eserleri makbul ve
muteber tutmak şöyle dursun, onların genel bir kütüphaneye vakfına bile razı
olmayan bir zihniyet, XVIII. Yüzyıl başında hala yaşıyordu.”17 18. yüzyılın ilk
yarısında yaşanan şu olay da bu dönemde Osmanlı medreselerindeki bilimsel
zihniyeti göstermesi bakımından önemlidir: “Fransa elçisi Marquis de Villeneuve’ün
İstanbul’da bulunduğu sırada (1728-1741), reis’ül-küttab Mustafa Efendiden rica
etmesi üzerine, bu zatın damadının hocası olan biri tarafından Kevaik-i seb’a adıyla,
Fransa elçisine Türkiye’de öğretim usulüne ve okutulan ilimlere dair bilgi vermek
maksadıyla yazılmıştır. Yazar,… İslam’da ilmin kısa bir tarihini yaptıktan sonra,
ilimleri üçe ayırıyor: Faydalı ilimler, ne faydası ne zararı olan ilimler, zararlı
ilimler. Birinci kısımda akait, fıkıh, Arap dil ve edebiyatı, mantık, matematik,
astronomi, anatomi ve tıp; ikinci kısımda şiir ve edebiyat, üçüncü kısımdaysa felsefe,
sihir ve astroloji ilmi vardır.”18
Biz yinede bu alıntılar değerlendirilirken farklı bakış açısına sahip olmamız
gerektiği kanısındayız. Çünkü o dönemin düşünsel yapısı farklı olduğundan yapılan
çalışmalar da farklıdır: “Osmanlı düşünce geleneği içinde felsefe algısını, kelâm ve
17
18
A. A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982, s.159
A.g.e. s.176
8
tasavvufla birlikte değerlendirip, Osmanlı düşünürlerinin felsefeye ait görüşlerini,
felsefî nitelikli eserlerin yanı sıra kelâm ve tasavvuf bilimlerine ait eserlerde aramak
gerekir.”19
Osmanlı bilim ve eğitim tarihine baktığımızda felsefeye olumsuz bir bakış
hâkimmiş gibi görünse de uygulamada bunun tersi durumlar da vardır. Dini ilimlerde
felsefe ve mantık geniş bir şekilde kullanılmıştır. XVI. yüzyılın sonlarında ortaya
çıkan ve XVII. yüzyılda dönem dönem etkili olan selefi akımlar tamamen felsefe ve
pozitif bilimler aleyhine görüşler belirtmişse de kalıcı bir etkileri olmamıştır.
Şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlı yöneticileri ve uleması Avrupa’da
yaşanan gelişmelerden elbette haberdardır. Henüz 14. yüzyılda İbn-i Haldun’un fark
ettiği20 gelişmeyi, Avrupa ile çok çeşitli ilişkileri olan bir devletin fark etmemesi
mümkün değildir. “Avrupa ile ilmî ilişkiler, başta askerî teknoloji, haritacılık,
coğrafya, tıp, astronomi ve matematik gibi ilim dallarında her zaman sürekliliğini
korumuştur.”21
Hatta
Avrupa’dan
gelen
bilgilerin
daha
doğru
olduğu
düşünüldüğünde de komplekse kapılmadan bu bilgi kullanılmıştır. Örneğin;
“…Osmanlı astronomları Avrupalı pek çok astronomun ziçlerini Türkçeye çevirmeye
başladı ve Osmanlı devletinde takvimler artık bu yeni ziçlere göre hazırlandı.”22
Fakat bilim ve bilgi anlayışındaki farklılık sebebiyle Avrupa’da yaşanan
gelişmelere, özellikle de temel bilimler alanlarındaki gelişmelere fazla ilgi
19
,Toksöz, a.g.m. s.129
İbn-i Haldun Mukaddime’sinde, ‘Akli ilimler ve kısımları’ başlıklı bölümde, bu ilimleri saydıktan
ve İslam dünyasında bu ilimlerin durumundan bahsettikten sonra şöyle der: “Bundan başka Roma’da
ve Akdeniz’in kuzey sahillerindeki Frenk yurtlarında bu ilimlerin revaçta, iz ve eserlerinin
yenilenmekte ve bu ilimlerin öğretildiği dershanelerin, bunlara dair yazılan kitapların ve talebe
sayısının çok olduğunu işittim. Oradaki halleri Tanrı bilir.” Mukaddime (Çev: Z.Kadiri UGAN),
MEB Basımevi, İstanbul, 1989,C.II, s.574,
21
İ. Fazlıoğlu, Osmanlı: Bilim ve Düşünce. s.550
22
A.g.m. s.554
20
9
gösterilmemiştir. Bunda elbette Osmanlı devletinin askeri, siyasi ve ekonomik
üstünlüğünün sebep olduğu özgüvenin etkisi de göz ardı edilemez.
Avrupa’nın pek çok konuda üstün olduğunun belirginleştiği 18. yüzyılın
başlarından itibaren ilmi zihniyette de değişimler başlamıştır diyebiliriz. Ancak bu
değişim medrese dışında olmuş ve gelişmiştir. Hatta medreseler eski usullerin ve
zihniyetin korunduğu kurumlar olarak kalmıştır.
Osmanlı devletinde 18. yüzyılda başlayan bilimsel zihniyette değişimin ilk
örnekleri Lale Devri olarak bilinen 1718–1730 yılları arasında, Damat İbrahim
Paşa’nın sadrazam olarak görev yaptığı dönemde, yaşanmıştır. Lale Devri
Osmanlılar için parlak bir devr-i intibah, Avrupa medeniyetinin esaslı bir surette
şarkta intişarı için ilk safhayı teşkil eylemiştir.23 Çünkü Osmanlı yöneticileri ilk kez
bu dönemde Avrupa’da neler olup bittiğini anlamaya çalışmışlardır. Bu dönemde
Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet’e“vesait-i umran ve
maarifine dahi layıkıyle kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanlarının takriri”
emredilmiştir.
24
Ancak bu, yönetici kesimin yaklaşımıdır. İlmiye alanında ise
Avrupa’ya açılma daha sonraki aşamadır.
Lale devrinde bilimsel manada yapılan en önemli girişim şüphesiz tercüme
heyetleri oluşturularak bazı eserlerin tercüme edilmesidir. Bunlardan birincisi;
“Müneccimbaşı Şeyh Ahmed b. Lütfullah el-Mevlevi’nin Sahaif’ül-Ahbar fi
Vekayi’ül Âsâr (Cami’üd-Düvel) adlı Hz. Âdem’den başlayarak1673 yılına kadar
cereyan eden hadiseleri nakleden Arapça eseridir. Bu eseri ünlü şair Nedim 10 yıl
çalışarak tercüme etmiştir.”25 İkinci olarak “Aristoteles’in sekiz bölümlük Phisyca
E.Z. Karal, “Tanzimat’tan Evvel Garplılaşma Hareketleri (1718 – 1839)”, Tanzimat I, Maarif
Matbaası, İstanbul, 1940, s.15
24
A.g.m. s.19
25
T. Kayaoğlu, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Kitabevi yay, İstanbul, 1998, s.31-32
23
10
adlı kitabının ilk üç bölümü şerhi ile birlikte, son beş bölümü ise özet olarak
Grekçeden Arapçaya tercüme edilmiştir. Bu çalışmayı Yanyalı Esad Efendi ve sayısı
tam bilinmeyen bir heyet gerçekleştirmiştir…Bu tercümede İslam dünyasında ilk defa
Albertus Magnus, Scotus Erigena ve St. Thomas Aquinas gibi Aristo müelliflerinden
bahsedilmiştir.”26
Bu dönemde tercümesi yapılan üçüncü eser: “İmam Ayni olarak bilinen ebu
Muhammed Bedreddin Muhammed b. Ahmed b. Musa b. Ahmed el Aynî’nin genel
dünya tarihine dair 24 ciltlik İkd’ül Cuman fi Tarih-i Ehl’üz Zaman adlı eseridir.
İnsanlığın yaratılışından 1446 senesine kadarki olaylardan bahseden bu eserin
tercümesi için 30’dan fazla kişi görevlendirilmiştir.”27
“Aynî tarihinin tercümesinin bitirilmesinin hemen ardından Farsça bilen
şahıslardan bir heyet
oluşturularak Gıyaseddin
Handmir Muhammed bin
Hamidüddin Mirhond’un Habib’üs Siyer fi Ahbar-i Efrad’ül Beşer isimli tarih eseri
de kısa sürede tercüme edilmiştir.”28
“İskender Bey Münşi’nin Farsça Tarih-i âlem-ârâ-yı Abbasi adlı eseri
1729’da İbrahim Paşa’nın emriyle Mehmed Nebih tarafından Tercüme-i Tarih-i
âlem-ârâ-yı Abbasi adıyla Türkçeye kazandırılmıştır.”29
Sadece dört tarih kitabı ile bir fizik kitabı tercüme edilmiş olsa da, geçmişten
farklı olarak bizzat devlet adamlarının isteği ve desteğiyle yapılan bu girişim oldukça
önemlidir. Lale Devri, bir isyanla sona ermesi ve sonrasında bir süre kayda değer bir
yenilik girişiminde bulunulmaması sebebiyle, bir parantez gibi görünse de, bilimsel
zihniyetteki değişim kalıcı olmuştur. 18. yüzyılda Osmanlı ilmiye çevrelerinde
26
A.g.e. s.33-34
A.g.e. s.34-35
28
A.g.e. s.38
29
M. İpşirli, “Lale Devrinde Teşkil Edilen Tercüme Heyetine Dair Bazı Gözlemler”, OİMC-1. Milli
Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987, s.34
27
11
bireysel olarak kelam, felsefe, tıp, fizik, astronomi ve matematik alanlarında da yeni
çalışmalar görülmeye başlamıştır.
İhsan Fazlıoğlu bunalım ve arayış dönemi olarak isimlendirdiği bu dönemin
bilimsel zihniyetini şöyle özetler: “. Bu arayışın en önemli nedeni hiç şüphesiz Batı
Avrupa'dan gelen bilgide nicel artış ve bu artışın yarattığı nitel değişimlerdir.
Arayışa çıkan Osman bilginleri ilk defa sistemli olarak klasik paradigmanın dışına,
İbn Sina ile İbn Heysem ötesine geçerler ve kendi kadim köklerindeki eser ve fikirleri
gündemlerine alırlar. Batı Avrupa kökenli bilgiler dışında, Sokrates öncesi felsefe,
Platon, Aristoteles, Helenistik dönem felsefesi, Farabî, İbn Rüşd gibi filozoflar ile
İskenderiye dönemi riyazî hikmete ilişkin eserler bu dönemin düşünürlerinin üzerinde
en çok durduğu konulardır.”30
Yaşanan bu değişim dönemine ilişkin araştırmacıların eser telifine ilişkin
bulguları da şöyledir:
“Osmanlı ilmî hayatı XVIII. yüzyılda çökmemiş, tersine atılım içerisine
girmiştir: (Matematik: XVI. yüzyılda 81-XVII. yüzyılda 70-XVIII. yüzyılda 121;
Astronomi: XVI. yüzyılda 100, XVII. yüzyılda 82, XVIII. yüzyılda 112; Coğrafya:
XVI. yüzyılda 42-XVII. yüzyılda 24-XVIII. yüzyılda 47; Doğa Felsefesi: XVI. yüzyılda
61-XVII. yüzyılda 108-XVIII. yüzyılda 70 eser kaleme alınmıştır.31
Bu yüzyılda yazılan eserlerin en önemlilerinden biri Erzurumlu İbrahim
Hakkı tarafından kaleme alınan ve Osmanlı döneminde ansiklopedik tarzda yazılmış
son önemli eser kabul edilen ‘Marifetname’dir. Bu eseri bizce önemli kılan iki yönü
vardır. Birincisi; yazarı tasavvuf geleneğinden gelmektedir ve pozitif bilimleri teşvik
ederek batıdan gelen bilgileri kullanmakta sakınca görmemektedir. Hatta buna karşı
İ Fazlıoğlu; a.g.m. s.552
İ. Fazlıoğlu, “Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset”, Panel: 350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip
Çelebi, 17 Kasım 2007 İstanbul
30
31
12
çıkabilecek din adamlarının cahil kişiler olduğunu belirtmektedir. Yazar, bilimsel
keşiflerin dinle çelişmeyeceğine inanmakta, hatta insan ve evren hakkında yeni
şeyler öğrendikçe inancın güçleneceğini savunmaktadır. İslam tarihinin ilk
dönemlerindeki, yaratılmışları inceleyerek Yaratıcıyı tanıma anlayışını diriltmeyi
amaçlamıştır.
Kitabın ikinci önemli yönü ise, Avrupa’dan gelen yeni bilgiler karşısındaki
tavırdır. Kitabın ilk bölümlerinde dünyanın sabit olup, güneşin dünya etrafında
döndüğü şeklindeki eski bilgiler yer alırken, ilerleyen kısımda Avrupa’da yapılan
yeni astronomik keşiflerden bahsedilerek dünyanın güneş etrafında döndüğünün
tespit edildiğini belirten yazar; “O halde dış yüzünün şekli henüz belli olmayan,
büyük ve geniş hacimli Felek-i azamın ve içindeki feleklerin, bunlara göre bir nokta
büyüklükte olan Yer küresinin etrafında dolanmalarından, küre şeklinde olup hareket
etmeğe dönmeğe daha müsait olan küçük hacimli Yer küresinin, büyük hacimli
Güneş etrafında senede bir kere dolanması çok daha kolay ve hakikate daha uygun
gelip akl-ı selime yakın olmaktadır”32 demektedir. Dünyanın sabit olmayıp, güneş
etrafında döndüğünün anlaşılmasının Avrupa’da meydana getirdiği dini ve bilimsel
tartışmaların ne kadar büyük olduğu düşünüldüğünde, yazarıın bu rahat ve hatta
önemsemez tavrı dikkat çekicidir.
Avrupa’daki bazı bilimsel gelişmelerin uzun süre Osmanlı ve İslam
dünyasında fazla ilgi görmemesinin sebebi buradan anlaşılabilir. İster güneş
dünyanın etrafında dönsün, ister dünya güneşin etrafında; her iki durum da bir
Müslüman için bunların Allah tarafından yaratıldığı ve hareket ettirildiği inancını
32
İbrahim Hakkı; Marifetname, Sadeleştiren: Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975 s.222
13
değiştirmeyen arızi bilgilerdir. Dolayısıyla, Avrupa’da ortaya çıkan yeni bilgiler,
ilahi hakikatlere ilişkin olmadığından, İslam dünyasında ilgi görmemiştir.
Sonuçta 18. yüzyılda yaşanan bu arayış yeni bir senteze ulaşamamış, ülkenin
içinde bulunduğu şartlar ve acil ihtiyaçlar sebebiyle Batı üstünlüğünün kabul
edilmesi ve oradan bilgi ve teknoloji alınmaya başlamasıyla sonuçlanmıştır.
Böylece Batı bilim ve teknolojisi askeri ihtiyaçlar sebebiyle Osmanlı ülkesine
resmi kanalla ve hızla akmaya başlamıştır. Kabakçı Mustafa isyanı ve sonrasında
reformlar hız kesmiş gibi görünse de Avrupa bilgisinin ülkeye girişi devam etmiştir.
Bu süreçte, Osmanlı İmparatorluğunda eskiden beri var olan konaklarda özel
eğitim uygulaması içerisinde de Batı bilgisinin ülkeye girdiğini ve bazı önde gelen
kişilerin bu konuda faaliyetlerde bulunduğunu görmekteyiz. Bunlardan en bilineni,
Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi denilen ulema grubunun çalışmalarıdır.
Bilindiği kadarıyla Melekpaşazade Abdülkadir Bey, İsmail Ferruh Efendi,
Şanizade Ataullah Efendi, Kethüdazade Mehmet Arif Efendi ve Süleyman Fehim
Efendi gibi çoğunlukla medrese mezunu olan ancak Avrupa’yı da bilen kişilerden
oluşan bir grup âlim haftada iki gün toplanırlardı.33 “Topluluk üyeleri haftada bir gün
edebi konularda tartışma yapmak üzere toplanırlardı…Haftanın diğer günü de ders
okutmak için ayrılırdı.”34 Bu derslerde modern bilimlerin de öğretilmesi ve bu
konakta ders gören pek çok öğrencinin daha sonra devlet yönetiminde üst düzey
mevkilere yükselmiş olması bu faaliyeti önemli hale getirmektedir.
Cemiyet üyelerinden Kethüdazade Mehmet Arif Efendi hakkında yazılan bir
kitaba bakıldığında, bu şahsın bilim konusunda sentezci yaklaşımın ilk örneklerinden
E. İhsanoğlu, “XIX. Asrın başlarında –Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve Beşiktaş
Cemiyet-i İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubunun Buradaki Yeri”, (Haz.: Ekmeleddin İhsanoğlu),
OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987, s.58-59
34
A. Karaçavuş, Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim Cemiyetleri, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
Ankara, 2006, s.56
33
14
olduğunu söyleyebiliriz. “Bizim muradımız evlad ve ahfadımıza sanâyi kabilinden
olarak elsine-i ecnebiyeyi öğretmektir. Yoksa ayin-i nasraniyeyi öğretmek
değildir…Ne kadar fabrikalar, vapurlar, makine ve çarklar varsa hep bu ilimle(cer-i
eskal-ağırlık bilimi) olur, Frenkler hem ilmini okurlar hem ameliyatını icra ve
tecrübe ederler. Hükümetleri tecrübe sahiplerine yardım ederler; paralarını sefahate
sarf etmezler. Ameliyatı tecrübe-i alat ile olur, alat da para ile olur. Biz de ilim
okunsa da ameliyat kalır, kimse vazife edinmez….. Böyle iyi işleri iptida padişahımız
ele almalı, alt tarafı ona bakar. Frengistan böyle ilerledi…”
35
Bu ifadeleriyle
Kethüdazade, bilim ve bilginin teknolojiye uyarlanması gerektiği konusunda fikirleri
olan ve Sanayi Devrimini doğru analiz eden ilk Osmanlı aydınlarından olduğunu
göstermektedir.
Ancak ülkede eğitimin genel durumu oldukça kötüdür ve hem toplum hem de
yöneticiler eğitime ve bilime yeterince önem vermemektedir. 1824 yılında II.
Mahmut’un yayınladığı ve ilköğretimi zorunlu hale getiren ferman36 eğitim tarihimiz
açısından önemli bir yenilik olarak kabul edilmektedir. M. Cevad, bu fermandan
bahsederken ülkede eğitimin genel durumu hakkında şöyle demektedir; “Görülüyor
ki o zamanlarda ahali çocuklarını mahalle mekteplerine bile göndermeye mütemayil
değilmiş. Mahalle mekteplerinde ise; hoca yahut imam efendi tarafından hece, Kuran
ve yazı karalaması taliminden sonra bazı imam ve müezzin çocukları hıfza çalışmak
gibi ibtidaiyattan başka hiçbir şey öğretilmezdi. Kaleme girecek olanlar oniki-onüç
yaşlarında devama başlar ve birçok zaman çıraklık ederdi.
H. Hatemi, Y.Işıl; Bir Bilim Dili Mücadelesi ve Tanzimat, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989 s..22
Aslında geçmişte de benzer örnekleri olan ve çocuklara dini eğitim verilmesi gerektiği
konusundadır ve esas olarak eski zihniyetin bir örneğidir. Fermanın bir örneği için bk: M.Cevad,
a.g.e. s.1-2
35
36
15
Ashab-ı yesarın evladı hususi muallimlerden ders alır, bu da Arabî, Farsi ve
biraz da şiir ve inşadan öteye gitmezdi. Fevkalade zekâya malik bazı gençlerin
ictihad-ı zatiyeleriyle erbab-ı kemale intisap ve tahsil-i uluma sa’y ve gayret etmeleri
ahval-i istisnaiyeden olup böyle çıraklık ile yetişebilen insanlar meyanında nücum,
hendese, tıp, hat ve musiki gibi ulum ve fünuna müntesip olanlar dahi bulunurdu.
Bir de rical-i devletin menşe-i kadimi olan Enderun-ı Hümayunda ders
okunur ve bazı edeba ve ashab-ı malumat yetiştirilirdi. Bundan fazla tahsil medaris-i
kadimeye münhasır olarak bab-ı meşihatte müteşekkil ders vekâleti tarafından idare
olunurdu. Devlet-i Osmaniye’de kadim maarif nezareti işte bu ders vekâletidir.
Geçen asırdaki maarifsizliğin derecesini anlamak için Tarih-i Lütfî’nin
üçüncü cildinde ve 1245 senesi vekayi meyanında muharrer olup aynen naklolunan
fıkra-yı âtiyeye bakınız: “tefyiz edecek ketebe ulum-ı arabiye ve farsiyeden behredar
olmadıkça tahsil-i fen kitabet edemeyeceği bedihesiyle bundan akdem bab-ı defteri
ketebesine Hoca Pertev Efendi müderris tayin olunduğu misüllü Bab-ı Ali şakirdan-ı
aklamına şair-i meşhur Aynî Efendi hoca nasb olundu.”37
II. Mahmud’un fermanı eğitim tarihimiz açısından önemli sayılsa da, o sırada
Padişah, muhtemelen ulemanın desteğini kazanmak için bu fermanı yayınlamıştır.
Zira gerçek manada eğitim ve bilimde batılılaşma girişimleri ancak Yeniçeri
ocağının kapatılmasından sonra başlayabilmiştir.
Bu değişimle ilgili şunu da belirtmek gerekir; “Osmanlılar ilk elde,
matematik-mekanik-deneysel yeni doğa felsefesinin kendisiyle değil de yarattığı
sanayi devrimi ve sonuçlarıyla muhatap oldular. Grek ve klasik İslam medeniyetinde
kökenlerini bulan ortak zihniyete rağmen, yeni doğa felsefesi ve bilimle merak değil
37
M. Cevad, a.g.e. s.3-4
16
kaygı sâikıyla ve hakikat arayışının değil siyaset'in pragmatik amaçları
doğrultusunda ilişki kurdular.”38 Bu sebeple Osmanlı devleti, Batı’nın teknolojik
düzeyine bir an önce ulaşmak ve ordunun ihtiyacı olan elemanları yetiştirmek için
uygulamalı bilimler eğitimine başlamış, temel bilimler konusunda ise fark büyük
ölçüde devam etmiştir.
38
İ. Fazlıoğlu, Osmanlı: Bilim ve Düşünce, s.555
17
I. BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME
I. BÖLÜM
OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME
Osmanlı tarihinde modernleşme çabaları 18. yüzyılda, askeri alandaki
başarısızlıkların açıkça görülmesiyle başlamıştır. Dolayısıyla da askeri alanda bir
şeyler yapılmaya çalışılmıştır. Yüzyılın ilk yarısındaki sonuçsuz kalan bazı
girişimlerden sonra, 1775 yılında, Mühendishane adıyla teknik eğitim görmüş
subaylar yetiştirmek için yeni bir okul kurulması askerliğin yanı sıra eğitimde de
modernleşmenin ilk adımı kabul edilir.
1.1 Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun
Açılış tarihi H.1187 / M.1773 olarak kabul edilmekle beraber Mühendishanei Bahri-i Hümayun'un açılışı, Fransız arşiv belgelerine göre, 29 Nisan 1775
tarihindedir. Baron de Tott'un imtihandan geçirerek seçtiği ilk öğrenciler genelde
iptidai riyaziye bilgisine sahip eski kaptanlardan, bunların veya yüksek rütbeli bazı
memurların çocuklarından oluşuyordu. Gerekli bazı kitaplar ve aletler Paris'ten
getirtilmişti. İlk aylarında Fransız hocalarından Gilles Jean- Marie Brazzer de
Kermovan tarafından matematik ağırlıklı bir eğitim verilmekte olan okulda kısa bir
zaman sonra devletin eğitilmiş denizcilere olan ihtiyacından dolayı ve Cezayirli Gazi
Hasan Paşa'nın da isteğiyle ders müfredatında deniz mühendisliği, hendese ve
coğrafya bilimlerine ağırlık verilecek şekilde değişiklik yapıldı. 39 H.1190 / M.1776
yılı başlarında okulun nizamnamesi hazırlanarak yürürlüğe konuldu.
Mühendishane-i Bahri-i Hümayun 1781 yılında Mühendishane-i Tersane-i
Amire adıyla anılmaya başlandı ve 1784'te Halil Hamid Paşa'nın sadareti esnasında
yeniden düzenlendi. Bu vesile ile ders programları da yeniden ele alındı, eğitim
Mustafa Kaçar, Osmanlı Devleti'nde Bilim ve Eğitim Anlayışındaki Değişmeler ve
Mühendishanelerin Kuruluşu (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996,
s.97-98
39
18
kadrosu Fransa'dan getirtilen Lafitte- Ciave ve Monnier gibi mühendislerle takviye
edildi. Ancak bunlar arasında tersane ile ilgili olmayan karacı kale mühendisleri de
vardı. Bunlar o dönemde başka modern okul ve öğrenci olmadığından burada
istihdam edilmiştir.40
Avrupa'daki gibi gemi inşa edilerek bir donanma oluşturulmasına öncelik
verilmeye başlanınca, 1793'te, gemi yapımı sahasında hizmet verecek ve usta mimar
mühendisler yetiştirmek üzere başta Jacques Balthasard le Brunn olmak üzere bazı
Fransız mühendisler hizmete alınmıştır. İleride hoca ve gemi yapım mühendisi olarak
hizmet verecek olan Büyük Seyyid Mustafa ve Ahmed Hoca, J. B. le Brunn
tarafından yetiştirilmiş ve yabancı mühendislerin memleketlerine dönmeleri halinde
işlerin yürütülmesi bir dereceye kadar temin edilmiştir.41
1797'de Mühendishane-i Bahri'deki dersler dört ana grup halinde tanzim
edilmiş olarak sürdürülmekteydi: Harita ve coğrafya. seyr-i sefain, gemi inşası,
istihkâm ve kıla' hendesesi. Nihayet 1797'de kalyon inşası ve derya fenleri
Mühendishane-i Bahri'ye, istihkam ve hendese üzere kale inşası ve kara askerliğiyle
ilgili savaş bilimlerinin öğretilmesi Mühendishane-i Berri'ye tahsis edilerek iki
mühendishanenin eğitimi ve hoca kadrosu birbirinden ayrılmıştır42.
Hocalarının maaş durumundaki yetersizlik yüzünden Mühendishane-i
Bahri'deki eğitimin durma noktasına geldiği ve özellikle Nizam-ı Cedid devrinin
sona ermesiyle (1807) başlayan
yeni
dönemde tamamen ihmal
edildiği
görülmektedir.
O.N.Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, C.I-II, Eser Matbaası, İstanbul, 1977, s.317
K. Beydilli, “Mühendishane-i Bahri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.514-516, s.515
42
K. Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane, Mühendishane Matbaası ve
Kütüphanesi, 1776-1826,Eren Yayıncılık, İstanbul, 1995, s.33
40
41
19
Mühendishanede geniş bir düzenlemeye gidilmesi, mevcut hoca ve talebelerin
mali durumunun iyileştirilmesi ve dolayısıyla başka işlerle uğraşmalarının
önlenmesi,
daha
yüksek
maaş
verilen
Mühendishane-i
Berri'ye
geçmeye
çalışmalarına engel olunması için öncelikle maaşlarının yükseltilmesi hususu
gündeme getirilmiştir.
Yeniçeri Ocağı'nın ilgasından sonra askeri kurumlardaki yeniden yapılanma
aşamasında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun 1830'da Heybeliada'ya nakledilmiş,
1838'de Tersane'de Paşa Konağı'nın bulunduğu tepe üzerine inşa edilen bir binaya
taşınmıştır. Bu dönemde de kayıtlı kırk talebesine rağmen bunların ancak yarısının
derslere devam ettiğinden ve hala eğitimin yetersizliğinden şikâyet edilen okul
1846'da kalıcı olarak tekrar Heybeliada'ya taşınmıştır. Mühendishane-i Bahrî
bugünkü Deniz Harp Okulu'nun nüvesini teşkil etmektedir.
1.2 Mühendishane-i Berrî-i Hümayun
III. Selim devrinde yeniden yapılanmanın en önemli kurumlarından biri
olarak H.1210 / M.1795'de Hasköy'de açılmıştır. Kuruluş sebebi Nizam-ı Cedid
ordusunun teşkil edilmesiyle bağlantılıdır. İlk dönemiyle ilgili belgelerde Fünun-i
Harbiyye Talimhanesi, Mekteb-i Fünun-i Harbiyye veya Mühendishane-i Sultani gibi
isimlerle, ardından da Mühendishane-i Berrî(-i Hümayun) olarak anılmıştır.
Mühendishane-i Bahri'de olduğu gibi bu mektepte yabancı hocalar istihdam
edilmemiştir. Ancak kanunnamesine göre hocaların yabancı dil bilmesi ve kitap
yazması zorunludur.43 Riyaziye ve hendese ağırlıklı olarak verilen dersler, okulun
idareciliğini ve baş hocalığını uzun yıllar üstlenen geometri ve cebir hocası
Abdurrahman Efendi başkanlığında Türk hocaları tarafından yürütülmüştür. Öğretim
E. Dölen, “Mühendislik Eğitimi”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim
Yay. C.II, ss.511-516, İstanbul, 1985, s.512
43
20
dört mühendis hoca tarafından sürdürülmüş, 1801'de İngiliz mühtedisi mühendis
Selim'in (Bailey) kadroya alınmasıyla hoca sayısı beşe yükselmiştir. Kanunnamede
hocalara ilişkinen dikkat çekici hususlardan biri de; hocaların ve halifelerin ağır bir
suç işleme, kendi isteğiyle ayrılma veya ölüm dışında hiç bir nedenle görevlerine son
verilmeyeceğidir. III. Selim bu şekilde bu okul hocalarına çok ileri düzeyde bir görev
güvencesi ve bilimsel özerklik sağlamıştır.44
Mektepte kullanılan ders kitaplarının çeşitli çizelgeler ve geometrik şekiller
içermesinden ötürü bunların hatasız çoğaltılması ve derslerle ilgili olarak
hazırlanacak eserlerin de daha ucuz şekilde basılabilmesi için mühendishane
binasının zemin katında bir matbaa açılmıştır. 45
Yanındaki Humbaracı ve Lağımcı ocaklarına bağlı bir kurum olması
düşünüldüğünden Mühendishane-i Berrî'nin başlangıçta müstakil bir kanunnamesi
yoktu ve nizamıyla ilgili düzenlemeler bu ocaklar için hazırlanan kanunnamede yer
almıştı. Buna göre hocalar; humbaracı ve lağımcı neferlerine humbara atmak ve
lağım bağlamak, fenn-i hendese üzere metris kazmak, tabya inşa etmek, ordu
mahallini tespit etmek, lağımcılara hendese dersleri vermek ve bu konularla ilgili
telif
ve
tercüme
risaleler
hazırlamak
gibi
vazifelerle
yükümlüydüler.
Mühendishanede ayrıca bir kütüphane oluşturulmuştur.
1806'da Mühendishane-i Berrî, daha iyi bir işleve kavuşturulmak amacıyla
Humbaracı ve Lağımcı ocakları bünyesinden ayrılarak müstakil bir kurum haline
getirilmek istendi ve bu maksatla Eyüp'te Hançerli Sultan Yalısı'na taşındı. Aynı
tarihte mühendishane için ayrı bir kanunname hazırlandı. Daha uygun bir bina
44
45
A.g.m, s.512
K. Beydilli, “Mühendishane-i Berri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.516-518, s.516
21
yapılması da düşünülmüş olmakla birlikte III. Selim'in tahttan indirilmesi yüzünden
bu gerçekleşmedi.
III. Selim'in tahttan indirilmesi ve Nizam-ı Cedid faaliyetlerine son verilmesi
mühendishaneye ağır bir darbe indirdi. 1808'de IV. Mustafa'nın kısa süren
saltanatında yeni bir kanunname hazırlandı. Ancak dönemin kargaşası içinde
hocaların işlerine son verilmesi, İrad-ı cedid hazinesinden sağlanan maaşların bu
hazinenin ilgasından ötürü ödenememesi gibi gelişmeler oldu ve maaşla ilgili
sıkıntılar uzun yıllar çözülemedi. Mühendishane-i Berrî binası 1809'da elden
geçirilerek tamir edildi. Ancak Yeniçeri Ocağı'nın ilgasına kadar geçen zaman içinde
mühendislik eğitimi ağır bir ihmale uğradı. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasının
ardından çağdaş düzeyde eğitilmek üzere kurulan yeni ordunun ihtiyaçlarını
karşılamak amacıyla mühendislik eğitimi tekrar önem kazandı.
Mühendishanelerin kurulması Avrupa bilgisinin Osmanlı ülkesine devlet
eliyle getirilmesi anlamına gelmesi bakımından önemlidir. Ayrıca yabancı hocalar
getirilmesi de ciddi bir değişimin ifadesidir. Ayrıca hangi aşamada başladığını tam
tespit edemesek de bu kurumlarda öğrencilerin sandalyeye oturması ve kara tahta
üzerinde ders anlatılması gibi şeklen de batı tarzı eğitime geçildiğini biliyoruz.46
Bu okullar, sahip oldukları bu önemli özelliklere karşın beklenen ölçüde etkili
olamamışlar ve siyasi durumdan etkilenmişlerdir. Özellikle 1807’de çıkan Kabakçı
Mustafa isyanı ile III. Selim’in tahttan indirilmesinin ardından Yeniçeri ocağının
kaldırıldığı 1826 yılına kadar ihmal edilmiş ve hem hoca hem de öğrenci sayısı
azalmıştır.
46
Takvim-i Vekayi No:69, 7 Cemaziyelahir:1249
22
1.3. Mekteb-i Tıbbiye
Yeniçeri ocağının lağvedilmesinin ardından başlayan Asakir-i Mansûre-i
Muhammediyye isimli yeni ve modern bir ordu kurma çalışmaları sırasında
Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi'nin, bu orduya hizmet edecek tabip ve cerrahların
yetiştirilmesi amacıyla II. Mahmut nezdinde yaptığı girişimler sonucunda kuruldu.
Belgelerde adı Tıbhane-i Amire, Darüttıbb-ı Amire şeklinde geçer.
Kurulduğu aşamada Tıbbiye’de; birinci sınıfta öğrencilere dil bilgisi ve imla,
tıbbi bitki ve ilaçların, hastalık ve sakatlıkların Türkçe ve Arapça olarak tanımları
öğretilecek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve ilmihal dersleri verilecekti. Muallimlerden biri
Fransızca okutacak ve cerrahi uygulamalar yaptıracak, diğeri ise yabancı dili
ilerletmiş olanlara resimlerle anatomi ve tıp bilimine giriş dersi verecekti. Bir hattat
da güzel yazı yazmayı öğretecekti. İkinci sınıfta tıp bilgileri yanında İtalyanca da
öğretilecek ve bu dilde yazılmış tıbbi eserler Türkçe'ye çevrilecekti. Üçüncü sınıf
1829'da, dördüncü sınıf 1833'te açılabildi. Üçüncü sınıfa fizyoloji ve ilaçların
yararlarıyla ilgili dersler eklendi. Son sınıfta ise fizik, botanik ve fen bilimlerine
ağırlık verildi, ayrıca uygulamalı tıp eğitimi yaptırılmaya başlandı.47
Asakir-i
Mansûre'nin
tüzüğünde
her
bölüğe
bir
cerrah
verilmesi
öngörüldüğünden bu alanda da eleman yetiştirmek amacıyla daha kuruluş yıllarında
ayrı bir cerrah sınıfı açıldı. 1833 yılında Mekteb-i Tıbbiyye'nin ve cerrahhanenin son
sınıf öğrencilerinden imtihanla seçilen altmış üç kişi hastanelerde görevlendirildi.
Hasta muayene ve ilaç yazma belgesi bulunanlar da alay ve tabur hekimlerinin
yanına yardımcı tabip ve cerrah, birkaç yıl stajyerlikten sonra da müstakil hekim ve
cerrah olarak tayin edildi.
47
N. Sarı, “Mekteb-i Tıbbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.29, ss.2-5, s.3, Ankara, 2004
23
1838’de Viyana'dan getirtilen Karl Ambros Bemard okula muallim olarak
tayin edildi.48 II. Mahmud'un 14 Mayıs 1839'da mektebi ziyareti üzerine padişahın
"Adli" mahlasına nisbetle Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Şahane olan okulun adı
diplamalarda "L'Ecole Adliyee Imperiale de Medecine" şeklinde yazılmaya başlandı.
Okulda eğitim dili Fransızca idi.
Hocalar arasında birinci muallim olarak yer alan Bemard ders programını
Viyana'daki Josef Akademisi (Josefinum) tarzında yeniden düzenledi. Hasta başında
klinik eğitime önem verdi ve başarılı ameliyatlar yaptı. Öğrenciler bakalorya ve
doktora tezi imtihanları vermeye mecbur tutuldu.49 Yeni programı takip
edemeyenlerin cerrah ve eczacı yetişmeleri sağlanarak üç yıllık eczacılık mektebinin
temeli atılmış oldu.
1842-1843 öğretim yılında Mekteb-i Tıbbiyye'ye öğrenci hazırlayan üç yıllık
idadilerin ilavesiyle tıp ve cerrahi eğitiminin toplam süresi yedi yıla çıktı. 1845-1846
öğretim yılında ibtidai ve idadi dört, tıp ve cerrahi dönemleri altı yıla çıkarılınca
tahsil süresi on yıl oldu. Sultan Abdülmecid'in isteği üzerine bazı okul mezunları
1847'de Avusturya'ya gönderildi ve buradaki imtihanda gösterdikleri başarı Mekteb-i
Tıbbiyye'deki eğitimin üst seviyede olduğunu kanıtladı. 1847-1848 öğretim yılında
hazırlık süresi dört, tıp ve cerrahi sınıfları altı yıl olarak belirlendi. 50
1853-1856 Kırım savaşında duyulan acil hekim ihtiyacı üzerine eğitim dilinin
Türkçe olması için başlatılan çalışmalar, 1866'da kurulan Cem'iyyet-i Tıbbiyye-i
Osmaniyye'nin gayretleriyle daha da hızlandı. Aynı yıl içinde Mekteb-i Tıbbiyye
bünyesinde Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyye-i Şahane'nin devreye sokulmasıyla
S. Ünver, “Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar”, Tanzimat I, ss.933-966, s.940
Y.Işıl Ülman, “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’de (Galatasaray Tıbbiyesi’nde) Eğitim”, Türk
Tıp Eğitiminin Önemli Adımları, Edt:H.Hatemi, A.Altınbaş, ss.71-76, s.72, İstanbul, 2006
50
A.g.m., s.75
48
49
24
1867'de Türkçe tıp eğitimi kısmen başlatıldı. Bu sivil tıbbiyede özellikle İstanbul
dışında çalışacak belediye hekimlerinin yetiştirilmesi amaçlanmıştı. Türkçe eğitim
başarılı olunca 1870'te Askeri Tıbbiye'de de ilk sınıftan itibaren tedrisatın
Türkçeleştirilmesine başlandı. Eğitimin Türkçe olmasından sonra Türk tıp gazeteleri,
dergiler ve çok sayıda tıp kitabı yayımlandı. Mektepteki Türk ve Müslüman hoca ve
öğrenci sayısı arttı. 51
Tıbbiye, eğitimde modernleşmede mühendishanelere göre çok daha etkili
olmuş ve bu okul mezunları genel olarak Osmanlı modernleşmesinde liderlik
yapmıştır.
1.4- Mekteb-i Harbiye
Harbiye'nin kuruluşu konusunda ilk önemli teşebbüs 1831'de Hassa Ordusu
Müşiri Ahmed Fevzi Paşa’nın Selimiye'deki Mansûre askerleri arasından birkaç yüz
kişiyi seçerek bunları bölükler halinde teşkilatlandırmasıdır. “Sıbyan Bölükleri”
denilen subay adayı bu öğrencilere on ay gibi kısa bir süreiçerisinde okuma, yazma,
hesap, hendese, coğrafya, askerlik yöntem ve ödevleri dersleri okutulmuştur.52
Sıbyan bölükleri kurulurken Avrupa'daki gibi askeri okulların açılması da
düşünülmekteydi ve Hüsrev Paşa’nın, Fransa'daki Ecole Militaire tarzında bir askeri
mektebin açılması teklifini II. Mahmut’un olumlu bulmasıyla, uzun yıllar Avrupa'da
kalmış olan Mehmed Namık Paşa Harbiye Mektebi'ni kurmakla görevlendirildi.
Maçka Kışlası okul haline getirilerek ve Selimiye Kışlasındaki sıbyan bölükleri
buraya nakledilerek Harbiye kuruldu. (1834). Mektep başlangıçta Ekol Militer,
Mekteb-i Ulum-i Harbiyye, Mekteb-i Fünun-ı Harbiyye, Asakir-i Hassa-i Şahane,
51
52
N. Sarı, a.g.m., s.4
N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yayınları, İstanbul, 2006, s.193
25
Mekteb-i Harbiyye-i Mansûre ve Mekteb-i Hassa gibi çeşitli adlarla anıldı.53 Eğitime
başladıktan sekiz ay sonra (5 Rebiyülevvel 1251 / 1 Temmuz 1835) II. Mahmud’un
ziyareti, okulun resmen açılış tarihi olarak kabul edildiği gibi adı da Mekteb-i
Harbiye olarak tescil edildi.
Harbiye'nin ilk nazırı olan Mustafa Mazhar Bey zamanında (1834-1836) okul
modern bir eğitim kurumu özelliklerine sahip değildi. Öğrenciler hiç bir eğitim
almadan geldikleri için Harbiye'de ilk, orta ve lise birinci sınıf seviyesinde eğitim
yapılıyordu. Avrupa'da eğitim görmüş olan Emin Paşa zamanında (1841-1846) daha
ciddi ve modern bir eğitime başlanarak fen ve meslek derslerine ağırlık verildi. Emin
Paşa, kendisi gibi Avrupa'da okumuş kimselerle Mühendishane'de çalışan bazı
hocaları Harbiye'ye alarak eğitim kadrosunu güçlendirdi. Onun gayretleriyle
Harbiye'ye hazırlık olmak üzere orta öğretim seviyesinde eğitim yapan askeri
idadiler açıldı. Harbiye'deki öğrenciler imtihana tabi tutularak en başarılıları Harbiye,
orta derecedekiler idadi ve başarısız olanlar da ihtiyat sınıfı öğrencisi kabul edildi.
Böylece Harbiye, orta eğitim üzerinde eğitim veren müstakil bir kurum haline
geldi.54 1847’den itibaren Prusya ve Fransa’dan hocalar getirildi.
ll. Abdülhamid'in askeri okullar müfettişliğine getirdiği Alman Goltz Paşa,
Harbiye'nin eğitim sistemini değiştirdi ve Fransız etkisindeki Osmanlı askeri eğitim
sistemi Alman etkisine girdi. II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra Harbiye,
Mektebi Terbiye ve Tedrisat-ı Umûmiyye Müfettişliği'ne bağlandı. Vehib Bey'in
kumandanlığı zamanında (1909-1912) mektep çağdaş bir eğitim kurumu hüviyetine
kavuştu.55
G. Eser, “Türkiye’de Modern Bilimlerin Eğitiminde Mektebi Harbiye Örneği”, Osmanlı Bilimi
Araştırmaları C.13, S.2, ss.99-114, İstanbul, 2012, s.105
54
A. Özcan, “Harbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.16, ss.115-119, İstanbul, 1997, s.115
55
A.g.m, s.117
53
26
1.5. Modern Eğitimin Yaygınlaştırılması Girişimleri ve Rüşdiyelerin
Açılması
II. Mahmut’un padişahlığı döneminde, "Türk çocuklarından 150 kişi seçilerek
öğrenim için Avrupa'ya gönderilmesinde fayda mülahaza ettiğini…”56 belirtmesi ve
tahsillerini yurt dışında tamamlayan öğrencilerin pek çoğunun memlekete
döndüklerinde önemli görevlere getirilmesi57, Tıbbiye’nin kurulması ve burada
Avrupa’dan getirilen kitapların okutulması, hatta bu sebeple öğretim dilinin
Fransızca olması, Batıcı zihniyetin güçlendiğini göstermektedir. Gerçi Padişah açılış
konuşmasında öğretim dilinin zamanla Türkçeleşmesi gerektiğini vurgulamayı da
ihmal etmemiştir. Bahsettiğimiz gibi, Tıbbiye’den birkaç yıl sonra da modern bir
Harbiye açılarak yola devam edilmiş ve buraya da yabancı hocalar getirilmiştir.
Ancak, açıkça görüldüğü üzere buraya kadar bahsettiğimiz girişimler
tamamen askerlik üzerinedir. Şüphesiz ki imparatorluk bu dönemde her şeyden önce
yoğun bir panik havasını teneffüs ediyordu ve çarçabuk ordunun yeni bir düzene
sokulması, askeri ıslahat yapılması ve yeni tekniklerle donanmış ordunun Batı
ordusu karşısında yenilgilerini bertaraf etmek için fen tahsili görmüş zabit
yetiştirebilmek üzere daha çok pratik ihtiyaçlara cevap verecek uygulamaları
geliştirilmesi ilk elden amaçlanıyordu. Yani devrin meşhur tabiriyle artık mütefennin
zabit yetiştirmek imparatorluğun en önemli meselesi olmuştu.58
Padişahın bu isteği hoş karşılanmamış, 1827 yılında Avrupa’ya sadece 4 öğrenci gönderilmiştir.
Kapsamlı olarak öğrenci gönderilmesi 1835 yılında başlamıştır. Bkz: C.Bilim, “Osmanlılarda
Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Nisan 1999)
C.I, Sayı I, s.2
57
H. Sezer, “Tanzimat Dönemi’nde Avrupa Şehirlerine Gönderilen Öğrenciler”, (Der.: Hidayet
Yavuz Nuhoğlu), Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim Milletlerarası Kongresi-İstanbul, 12/15
Nisan 1999, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi-IRCICA, İstanbul-2001, ss. 687–711.
58
T. Erdoğdu, “Maarif-i Umumiye Nezareti Teşkilatı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi S.51 Ankara 1996, ss.183-247, s.184
56
27
Oysa karşılaşılan sıkıntılar, sadece askerlik alanında değil, her alanda iyi
yetişmiş elemana ihtiyaç olduğunu, ancak mevcut okullardan istenen özelliklerde
eleman yetişmediğini göstermiştir. Ayrıca Tıbbiye ve Harbiye’ye alınan öğrencilerin
eğitim seviyesinin çok düşük oluşu bu okullardan da istenen verimin alınmasını
zorlaştırmıştır.
Bu durum üzerine II. Mahmut, eğitim konusunda daha kapsamlı bir girişim
başlatmış ve bu konuyla ilgili çalışma yapmak üzere Meclis-i Umur-ı Nafia (Yararlı
İşler Meclisi) adıyla bir meclis oluşturarak ülkede eğitimin durumu ve neler
yapılması gerektiği konusunda rapor istemiştir.
1838 yılında oluşturulan Meclis-i Umur-ı Nafia’nın yazdığı layihada; “Bütün
sanat ve hirfetler ilim ile meydana gelir. Dini bilgiler insanı ahirette kurtuluşa
hazırlayan bilgiler olup, fenler ise insanoğlunun dünyadaki hayatını geliştirmesine
yarar. Örneğin astronomi bilimi denizlerdeki gemilerin seferlerini kolaylaştırır ve
ticareti geliştirmeye yarar. Matematik bilimi savaş işlerinin, askeri idarenin
düzenlenmesini sağlar. Buhar gibi yeni ve faydalı araçların sanat ve hirfetlerin
yapımında meydana getirdiği kolaylıklar hep çağdaş bilimlerin ürünüdür. Yüz kişinin
göreceği işi bir kişiye yaptıran nice araçlar hep bilimler sayesinde meydana
gelmiştir. Halkı cahil olan ülkelerde kazanç ve kar sağlanamaz…”59denilmektedir.
“Tarım, ticaret, endüstri kalkınması işlerini tartışan Yararlı İşler Meclisinin
vardığı bu sonuca göre, bunların hepsinin temelinde ‘bilim’lerin edinilmesi gereği
ortaya çıkıyor.”60
Meclisin layihasından yaptığımız alıntı ve daha sonra inceleyeceğimiz bazı
belgelerdeki benzer ifadeler araştırmacılar tarafından, pozitif bilimlere faydacı bir
Mahmud Cevad, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve. İcraatı, İstanbul, 1338, s.610
60
N. Berkes, a.g.e, s.182
59
28
bakışla yaklaşıldığına delil olarak gösterilmiş ve Osmanlı devletinde bilimsel
zihniyetin henüz gelişmediğinin göstergesi kabul edilmiştir. Elbette devletin içinde
bulunduğu durum göz önüne alındığında, yöneticiler, bilim ve teknolojinin
gelişmesiyle devleti kurtarmayı amaçlamaktadırlar ancak özellikle bu layihada bizce
öncelikli amaç ulemayı yapılacak yenilikler konusunda ikna etmektir.
Nitekim bu layihayı inceleyen Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, özellikle büyük
ilkokullarda Arapça öğretilmesini, Arapçada ilerlendikçe Şahidi, Nuhbe, Birgivi
Risalesi okutulmasını, ardından da İnşa ve Lugat okutulmasını tavsiye etmiştir.
Ayrıca ilköğretim işleri için ulemadan bir zatın maaşlı olarak nazır tayin edilmesi
önerisini de Padişah kabul ederek konuyu Şeyhülislama havale etmiştir. Zira
layihadaki “..bu husus umur-ı diniyeden olmağla..” cümlesinde bahsedilen husus
eğitimdir. Bu da göstermektedir ki 1830’lu yılların bürokratları için ilköğretim
tamamen dini bir meseledir.61
Layihanın içeriğinde eğitimle ilgili teklif edilen düzenlemeler ise; ilkönce
İstanbul’da olmak üzere büyük camilerin yanına yapılmış olan selâtîn-i izâm
mekâtibi de denilen sıbyan mekteplerinin devamı ve ikinci kademesi olarak sınıf-ı
sânî ismiyle yeni mektepler açılacaktır. Lâyihada sıbyan mekteplerine birinci sınıf,
yeni açılacak mekteplere de ikinci sınıf adı verilmiştir. Böylece Osmanlı eğitim
sistemi üç aşamalı hale gelmiştir. Sultan II. Mahmud tarafından yeni mekteplere
ikinci sınıf yerine “mekâtib-i rüşdiye” ismi verilmiştir.62
Bu layiha üzerinde Meclis-i Vala tarafından da çalışmalar yapılmış ve
Padişahın da onayıyla Mekatib-i Rüşdiye Nezareti kurulmuştur. Nazırlığa getirilen
İmamzade Esat Efendi bir nizamname hazırlamış ve bu nizamnameye uygun olarak
S.A. Somel, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908), (Çev: Osman Yener), İletişim
Yay, İstanbul, 2015, s.54.
62
M. Cevad, a.g.e, s.6
61
29
Mekteb-i Maarif-i Adli adıyla ilk rüştiye açılmıştır. Daha sonra bu okulun ikinci
şubesi olarak Mekteb-i Ulum-ı Edebiye-i Adli açılmıştır.
Belirtmeliyiz ki bu okulların açılmasıyla ilgili belge ve kaynaklara
bakıldığında; ordunun ihtiyacı için okullar açılmış olmasına karşın sivil bürokrasi
için henüz böyle bir şey yapılmadığından, dâhiliye ve hariciye kalemlerinde
çalışacak liyakatte memur bulmanın ve yetiştirmenin bir düzene konması
gerektiğinden bahsedilmektedir.63 Yani bu okullar da öncelikle devlete memur
yetiştirmek veya genç memurları eğitk için açılmıştır. Yine de bu modern eğitimin
yaygınlaşmasının aşamalarından biri olarak kabul edilmelidir.
Bu okularda verilen eğitime baktığımızda da; dini içerikli derslerin yanısıra
Farsça, Fransızca, hendese, tarih ve coğrafya eğitimi de planlandığı görülmektedir.
Görüldüğü gibi Tanzimat öncesi dönemde hem eğitim konusunda bazı yenilikçi
adımlar atılmış hem de Avrupa bilgisi Osmanlı ülkesine hızlı bir şekilde girmeye
başlamıştır.
Devletin ilmiye teşkilatı ise bu gelişmeye doğrudan karışmamış ya da
karışamamıştır. Klasik dönemde yani 19. yüzyıl başlarına kadar eğitim işleri için
devlet teşkilatı içinde en yüksek mercii "şeyhülislam ulemanın reisidir" diyen
Fatih'in kanunnamesinin hükmünün delaletiyle, meşihat makamı olarak kabul
ediliyordu.64 1826’da Evkaf-ı Hümayun Nezaretinin kurulmasıyla eğitime ilişkin
vakıflar da devletin kontrolüne alınmıştır. Bu yeni dönemde ise sıbyan mektepleri
ulemanın kontrolünde kalmıştır. Rüştiyeler için ise Evkaf-ı Hümayun Nezareti içinde
Mekatib-i Rüştiye Nezareti adıyla bir yapı oluşturulmuş ve ulemadan İmamzade
63
64
O.N. Ergin, a.g.e, C.I-II, s.396-397
T. Erdoğdu, a.g.m, s.186
30
Esad Efendi Nazır tayin edilmiştir.65 Her ne kadar yeni okullar ilk etapta ulemanın
yönetimine verilmiş gibi görünse de, en azından artık yeni okul açma kararı ulemanın
dışında gerçekleşmeye başlamıştır. İslami birikimin Türkçeye aktarılması bu
dönemde de Tanzimat döneminde de hızla devam etmiştir.66 Dolayısıyla bu süreçte
ve sonrasında ilmi zihniyette başlayan değişim, bir kırılma ya da kopuş şeklinde
olmuş, eğitim ve bilim alanında gelenekçi-modern ayrımı gittikçe artmıştır.
Yeni bir dönemi başlatan Tanzimat Fermanında eğitim konusunda herhangi
bir ifade yer almamaktadır. Fakat fermanın ilanından birkaç yıl sonra devlet yeniden
bu konuya el atacak ve eğitim ve bilim alanındaki değişim daha da hızlanacaktır.
BOA, HAT, 1320 / 51545. Belirtmemiz gerekir ki adı nezaret olmakla beraber bu yapı aslında bir
müdürlük seviyesindedir. Daha sonra Mekatib-i Adliye Nezareti adını almış, 1849 yılında da Mekatibi Umumiye Nezaretiyle birleşmiştir.
66
“Tanzimat, bir bütün olarak, edebiyat ve felsefe sahasında İslami edebiyatın Türkçe’ye
tercümesinin görülmemiş ölçülere ulaştığı bir dönem oldu” Ş. Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin
Doğuşu, (Çev.: Mümtazer Türköne-Fahri Unan-İrfan Erdoğan), İletişim Yayınları, İstanbul-1998.
s.229
65
31
II. BÖLÜM
TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME
VE ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU
II. BÖLÜM
TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU
2.1- Tanzimat Döneminde Eğitimin Modernleşmesi Yönünde İlk Adımlar
Tanzimat Fermanında eğitimle ilgili bir madde bulunmadığından ilk etapta bu
konuda yeni bir faaliyet yoktur. Ancak 6 yıl sonra, 3 Ocak 1845 (4 Muharrem 1261)
günü Sultan Abdülmecit Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’yi ziyareti sırasında
okuttuğu ferman eğitim alanında yeni bir dönemi başlatmıştır. Sultan bu fermanında;
amacının devletin imarı, halkın mutluluğu ve te’yid-i din olduğunu, ancak her
nedense millete faydalı bir hizmet verebilmek için yapılan çalışmaların “semere-yi
hasenesinin” görülmediğini hatırlatarak yapılmasını istediği şeyleri açıklamıştır.
Bunlar özetle; memleketin imarı ve halkın eğitimi için gerekenlerin bir an önce
yapılmasıdır. Yapılacak ıslahat konusunda liyakatli kimselerle vükela toplanarak
müzakere ve mütalaalarda bulunmalıdır. Memleketin münasip yerlerine, halkın
cehaletinin giderilmesi için, ilim ve fenlerin membaı ve sanayinin kaynağı olacak
mektepler icad ve inşa edilmelidir.67
Fermandaki halkın cehaletinin giderilmesi ifadesi, hem kitle eğitimini
amaçlaması hem de II. Mahmut’un 1824’teki fermanından farklı olarak pozitif
bilimleri de kapsaması yönüyle dikkat çekicidir.
Sultan’ın bu ziyaretinin ardından Meclis-i Vâlâ, yaklaşık iki ay süren bir
çalışma sonucunda, imar işleri için Meclis-i İmar, eğitim konusu içinse Meclis-i
Muvakkat adlarında iki meclis oluşturulmasını karalaştırmıştır.68 Meclis-i Muvakkat,
67
68
Fermanın tam metni için bkz: Takvim-i Vekayi No:280, 12 Muharrem 1261
Takvim-i Vekayi No:283, 4 Rebiüleevel 1261,
32
Melek Paşazade Abdülkadir Bey başkanlığında, Dar-ı Şura-yı Askeriye azasından
Arif Beyefendi, Vakanüvis Esat Efendi, Fetva Emini Arif Efendi, Meclis-i Vâlâ
azasından Said Muhib Efendi, Mekteb-i Fünun-ı Harbiye Nazırı Emin Paşa,
Mütercim-i Evvel Fuad Efendi (Sonra Hariciye Nazırı ve Sadrazam) ve kitabet
hizmeti için Amedi Hulefasından Recai Efendi’den oluşmaktaydı. İlmiye, Kalemiye
ve Seyfiye’den üyeler barındıran bu meclis haftada iki gün toplanarak Bâb-ı Âli’de
tahsis edilen yerde çalışacaktı.
İşe ilk olarak mevcut mekteplerin bir dökümünün çıkarılmasıyla başlayan
Meclis-i Muvakkat bir yıllık bir çalışma sonucunda hazırladığı raporunu Meclis-i
Vâlâ’ya sunmuştur. Rapordaki teklifler özetle dört madde halinde sıralanabilir:
1- Çocukların terbiye ve talimi için mevcut sıbyan mekteplerinin
düzeltilmesi,
2- Rüşdiye mekteplerinin düzeninin, halk için bilinmesi zaruri olan din
bilgilerini öğretecek şekilde tertip edilmesi,
3- Osmanlı tebaası olup da, ilim tahsil ederek kendilerini geliştirmek isteyen
veya padişaha memur olmak isteyenler için gece ve gündüz eğitim
verebilecek, ilim tahsil etmek isteyenlerin merkezi olacak ve hiçbir ilim
ve fenden geri kalmayacak bir Dârülfünun inşa edilmesi,
4- Belirtilen maddelerle ilgili detaylı düzenlemeler yapmak ve bunların
hayata geçirilmesini an be an takip edip ortaya çıkabilecek durumları
görüşüp yoluna koymak üzere Meclis-i Maarif-i Umumiye adıyla daimi
bir meclis kurulması ve bir kişinin Maarif-i Umumiye Nazırı olarak
tayini.69
69
Takvim-i Vekayi, No: 303, 27 Receb 1262
33
Meclis-i Muvakkat’ın bütün tekliflerinin uygun bulunmasıyla, Meclis-i Vâlâ
Reisi Sadık Rıfat Paşa ile Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın müşterek nezareti
altında olmak üzere Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. Meclis-i Muvakkat azası da
olan Dar-ı Şura-yı Askeriye Reisi Ferik Emin Paşa, bu yeni meclisin reisi olarak
görevlendirildi. Diğer üyelerden Fuad Efendi, Esat Efendi ve Said Muhib Efendi de
yeni mecliste görevlendirildi. Bunların dışındaki üyeler ise Hariciye Müsteşarı Âlî
Efendi (sonradan Paşa), Dar-ı Şura-yı Askeriye azasından ferik Mehmet Paşa ile
Saray Başhekimi İsmail Paşa’dır.
Meclis-i Muvakkat’ın raporuna göre faaliyetlere böylece başlanmış oldu.
Ancak teklif edilen, Maarif-i Umumiye Nazırlığı görevi Maarif-i Umumiye adıyla
değil Mekatib-i Umumiye adıyla verilmiş ve 1847 yılında ilk Nazır olarak vakanüvis
Esad Efendi, muavin olarak da Kemal Efendi tayin edilmiştir.70 Ancak kısa bir süre
sonra Esad Efendi boşalan Meclis-i Maarif-i Umumiye reisliğine atanmış ve
Mekatib-i Umumiye Nezareti Müdürlüğe dönüştürülerek Kemal Efendi Müdür
olarak görevlendirilmiştir.71
Kemal Efendi’nin müdür olarak yeni rüşdiyeler açması ve öğrencilerin
başarılarını bizzat Padişahın huzurunda göstermesi üzerine, kendisine Nazırlık
verilmesi için 1848’de Mekatib-i Umumiye yeniden Nezarete dönüştürülmüştür.72 II.
Mahmut döneminde kurulmuş olan Mekatib-i Rüşdiye Nezareti de önce Mekatib-i
Adliye Nezareti adını almış, 1849 yılında da sorumlu olduğu okulların Mekatib-i
Umumiye Nezaretine devriyle ortadan kalkmıştır.73
70
M. Cevad, a.g.e, s.34
T. Erdoğdu, a.g.m, s.200
72
M. Cevad, a.g.e, s.38
73
T. Erdoğdu, a.g.m, s.201
71
34
Mekatib-i Umumiye Nezareti her ne kadar hem sıbyan mektepleri hem de
rüşdiyelerden sorumlu olsa da sıbyan mekteplerinin vakıf statüsünde olmaları ve bu
mekteplerin hocalarının direnç göstermeleri sebebiyle bu okullarla ilgili etkin bir
çalışma yapamamıştır. “Tanzimatın ilk yıllarında Mekatib-i Umumiye Nezaretinin
somut olarak yapabildiği tek şey Meclis-i Maarif tarafından saptanan belirli ders
kitaplarının İstanbul, Batı Anadolu ve Balkanlardaki mahalle mekteplerine
dağıtılması oldu (1847-1857)”.74 Bu kitaplara baktığımızda da; Elifba Cüzü, Zübdetü
İlm-i Hal, Tecvid Risalesi, Birgivi Risalesi, Tuhfe-i Vehbi, Gülistan, Talim-i Farsi
gibi Arapça ve Farsça ile dini bilgiler vermeyi amaçlayan kitaplarla Sadık Rıfat
Paşa’nın yazmış olduğu Ahlak Risalesi isimli eseri görmekteyiz.75
Islahat Fermanıyla gayrimüslimlere eğitim alanında verilen haklar ve Meclisi Maarif-i Muhtelit gibi bir yapının oluşturulması, daha geniş bir Maarif teşkilatını
mecburiyet haline getirmiştir. Böylece 1857 yılında Heyet-i Vükela’ya dahil olan bir
Nazırın idaresinde Maarif-i Umumiye Nezareti kurulmuştur. Maarif Nezaretine son
şekli ise 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile verilmiştir.
Meclis-i Muvakkatın raporuna göre başlanılan bir diğer girişim de teklif
edilen Darülfünunun kurulmasıdır. Bu noktada bu yeni müesseseden bahsetmek
istiyoruz.
2.2. Darülfünun
Bu müesseseye "fenler evi" manasına gelen "darü'l -fünûn" adının verilmesi,
o günün şartlarında medreseden ayrı bir kurum olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya
S.A.Somel, Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim Düzeninde Dönüşümler, Tanzimat
Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Edt. H. İnalcık, M. Seyitdanlıoğlu) ss.683-708, s.690,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 2011
75
BOA, İ.MVL 96/2015,96/2036, İ.DH, 143/7390
74
35
koyma düşüncesinden doğmuştur.76 Tanzimat devrinde halkın eğitimi meselesi
içerisinde ele alınıp geliştirilmiş olan darülfünun, "malumat ve hüsn-i ahlakça
mükemmel olmak isteyen ve bütün ilim ve fenleri okumaya hevesli veya devlet
dairelerinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir kurum" olarak
tarif
edilmiştir.
Ayrıca
darülfünun,
bütün
masraflarının
devlet
tarafından
karşılanacağı, talebelerin gece gündüz barınabilecekleri ve çalışacakları bir yer
olarak düşünülmüştür.
Kasım 1846'da, İtalyan asıllı mimar Fossati ile İstanbul' da bir darülfünun
binasının inşası için mukavele yapılmış ve Ayasofya civarında tespit edilen büyük
arsa üzerine üç katlı, 125 odalı, gösterişli, Avrupa üniversitelerine benzer şekilde
büyük bir bina yapılması istenmiştir. Ancak inşasına hemen başlanan bu bina uzun
yıllar tamamlanamamıştır. 77
1863 yılında dönemin sadrazamı Keçecizade Fuad Paşa'nın, darülfünun
binasının tamamlanmasını beklemeden binanın bitmiş olan bazı odalarında halka
açık serbest konferans şeklinde dersler verilmesini uygun görmesiyle ilk darülfünun
tedrisatı başlamış oldu. 13 Ocak 1863'te İbrahim Edhem Paşa'nın nezareti altında
kimyager Derviş Paşa fizik ve kimyaya dair konuşmasıyla ilk dersi verdi. Büyük ilgi
uyandıran bu konferanslar halk ve devlet ileri gelenleri tarafından takip edilmekteydi.
1863 yılı boyunca bu şekilde fizik, kimya, tabii ilimler, tarih ve coğrafya konularında
serbest dersler verilmiştir.
E.İhsanoğlu, “Darülfünun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.8, ss.521-525, s.521, İstanbul, 1993
“Kırım Savaşı sırasında bina yarı inşaat halindeyken askeri hastane olarak kullanılmıştır. Bu durum
binanın bitirilmesini geciktiren etkenlerden birisi olmuştur. İnşaatı tamamlandıktan sonra da 1865
yılında Maliye Nezareti, 1876 ve 1908 yıllarında Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayân’ın çalışmaları
için kullanılmış olan bu bina on sekiz yılda tamamlanabilmiştir. M.S. Yılmaz, “Darülfünun ReformuDarülfünun’dan İstanbul Üniversitesine Geçiş Süreci (1863-1933)”, Kastamonu Eğitim Dergisi,
Cilt:9, No:1, (Mart 2001), s.250”
76
77
36
Darülfünun için yapılması kararlaştırılan yeni bina tamamlanıncaya kadar
serbest derslere geçici olarak Çemberlitaş civarındaki Nuri Paşa Konağı'nda devam
edildi. Ancak 8 Eylül 1865'te çıkan büyük Hoca Paşa yangınında bu konağın da
tamamen yanması darülfünunda derslerin tatil edilmesine yol açmıştır.
1869'da Darülfünunun bugün Basın Müzesi olarak kullanılan yeni binası
tamamlandı. Aynı yıl Maarif Nazırı Saffet Paşa'nın gayretleriyle, Ahmed Kemal
Paşa'nın başkanlığında Sadullah Paşa, Recaizade Ekrem, Ebüzziya Tevfik gibi
tanınmış kişiler tarafından Fransız eğitim sisteminden faydalanılarak hazırlanan
Maarif-i Umümiyye Nizamnamesi78 ile ilk defa Batı sistemine uygun bir eğitim
modeli ortaya konulmaya çalışıldı. 198 maddelik bu nizamnamede elli bir madde ile
en çok darülfünuna yer verilmişti. Buna göre yeni adıyla Darülfünun-ı Osmani üç
ayrı şubeden (fakülte) oluşmaktaydı. Bunlar Hikmet ve Edebiyat, Ulüm-i Tabiiyye
ve Riyaziyyat, Hukuk şubeleriydi. Her şubenin ayrı ayrı detaylı ve kapsamlı ders
programları hazırlanan, mezuniyet tezi, müderrislik tezi gibi araştırmaya dayalı
çalışmalara da yer verilmiş olan darülfünunda müze, kütüphane, laboratuar gibi
birimlerin de açılması öngörülmüştü. Dersler Fransız modeli üzerine kurulmuş
olmasına rağmen Felsefe ve Edebiyat şubesinde Şark dillerinden Arapça, Farsça
yanında Batı dillerinden Fransızca, Yunanca ve Latince dersleri programda yer
almıştı. Hukuk şubesinde de İslam hukuku yanında Fransız medeni kanunu, Roma
hukuku ve milletlerarası hukuk derslerinin bulunması, İslam ve Batı'yı telif etme
gayretlerinin varlığını göstermektedir.79
8 Nisan 1869'da padişahın irade-i seniyyesiyle kuruluşu tasdik edilen
Darülfünun-ı Osmanî'ye Ekim 1869'da talebe kaydına başlandı ve müracaat eden
78
79
Nizamname için bk. Düstur, Birinci tertip, ll, 184-2 19.
E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.522,
37
1000’den fazla kişiden imtihanla 450’den fazla talebe seçildi.80 Kütüphane için
Avrupa'dan kitap ve ilmi dergiler sipariş edildi; ancak araştırma sonuçlarının
yayımlandığı
bu
dergilerin
alımından
vazgeçilerek
sadece
kitap
alımı
gerçekleştirilebildi. Bu arada fizik laboratuarı için çeşitli alet ve edevat sipariş
edilmişti.
Darülfünun-ı Osmanî, 20 Şubat 1870'te ileri gelen devlet adamlarının da hazır
bulunduğu büyük bir merasimle açıldı. Müdürlüğüne de 1857 yılında Paris'teki
Mekteb-i Osmanî’de hocalık yapmış olan Tahsin Efendi (Hoca veya Gavur Tahsin)
getirildi. Ancak nizamnarnede belirtilen esaslara aykırı olarak ders programı o günün
imkanlarına göre yeniden düzenlenip her üç şubenin de aynı programı takip etmesi
yoluna gidildi ve böylece fiilen şubeler kaldırılarak tek tip ders yapıldı.
Birinci ders yılı sonunda talebeler imtihan edilerek başarılı olanlara birer
şehadetname verildi. İkinci ders yılı başlamadan önce, ramazan ayı olması
münasebetiyle ders yapılamadığından, darülfünun müdürü Tahsin Efendi umuma
açık konferanslar (ders-i âm) tertip etti. O tarihte İstanbul'da bulunan ve
darülfünunun açılış merasiminde de bir konuşma yapmış olan Cemaleddin-i Efgani,
sanayi, edebiyat ve teknoloji konularındaki bu konferansların birinde, sanatı tarif
ederken ve kısımlarını sayarken peygamberliği de bir tür sanat olarak zikretmişti. Bu
sözlerin konferansa katılanlar arasında tepkiye yol açması ve çeşitli çevrelerin
şiddetli itirazı sebebiyle konferanslar iptal edildi. Cemaleddin-i Efgani İstanbul'dan
uzakIaştırıldığı gibi Darülfünun-ı Osmani Müdürü Tahsin Efendi azledilerek yerine
geçici olarak Maarif Nezareti muavinlerinden Kazım Efendi getirildi. Türk maarif
tarihiyle ilgili yazılarda genel olarak Darülfünun-ı Osmani'nin bu hadise sonucu
80
M.A. Ayni, Darülfünun Tarihi, Haz. A. Kazancıgil, Kitabevi, İstanbul, 2007, s.20
38
kapatıldığı belirtilmekteyse de darülfünunda dersler 1872-1873 öğretim yılına kadar
kesintisiz devam etmiştir. Bu müesseseden mezun talebe bulunup bulunmadığı veya
Darülfünun-ı Osmaninin niçin ve nasıl kapatıldığı da tam olarak anlaşılamamıştır.81
Ülkenin Batı tarzında bir üniversiteye ihtiyacı bulunduğuna inanan idareciler,
başarısız iki teşebbüsten sonra farklı bir tavırla darülfünun kurma gayretlerini
sürdürdüler. 1873'te dönemin Maarif Nazırı Saffet Paşa, Galatasaray'daki Mekteb-i
Sultani Müdürü Sava Paşa'yı hazineye yük olmamak şartıyla yeni bir darülfünun
kurmakla görevlendirdi.82 Kurulması tasarlanan darülfünun, bu defa 1868'den beri
faaliyette bulunan ve bir orta öğretim kurumu olan Galata Sarayı Mekteb-i Sultanisi
temeli üzerine oturtulmaya çalışıldı. Darülfünun-ı Sultani adıyla anılan bu yeni
kurum Hukuk, Fen ve Edebiyat yüksek mekteplerinden oluşmakta ve resmi
yazışmalarda üçüne birden "mekatib-i aliye" denilmekteydi. 1874-1875 öğretim
yılında öğretime başlayan Darülfünun-ı Sultani. ilk açıldığında Hukuk ve (Fen
Mektebi yerine) Mühendisin-i Mülkiyye mekteplerinden meydana geliyordu.
Mühendisin-i Mülkiyye Mektebi'nin adı birinci öğretim yılı sonunda Turuk u Maabir
Mektebi olarak değiştirildi.
1876 yılında üçüncü öğretim yılının başlarında Hukuk Mektebi, Turuk u
Maabir Mektebi ve Edebiyat Mektebi nizamnameleri Düstur'da yayımlanarak
yürürlüğe girdi.83 Bunların açılışı, önceki darülfünun açılışlarına nazaran daha
temkinli ve gösterişsiz bir şekilde yapılmış, hatta bu okullar 1876 yılına kadar halka
tanıtılmamıştır.
Darülfünun-ı Sultani'de dört yıllık öğretim süresi sonunda bir tez hazırlayıp
başarıyla savunan talebeler "doktor" unvanıyla mezun olacak ve ihtisaslarına göre ya
E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.523.
M. A. Aynî, a.g.e, s.30.
83
Düstur, Birinci Tertip, C.III, s.438-448
81
82
39
Adiiye
Nezareti'nde
veya
Nafia
Nezareti'nde
istihdam
edileceklerdi.
Tez
hazırlayamayanlar ise doktoradan daha kolay bir imtihana tabi tutulacak ve
bunlardan Hukuk Mektebi mezunları dava vekilliği, Turuk u Maabir Mektebi
mezunları
kondüktörlük,
Edebiyat
Mektebi
mezunları
da
öğretmenlik
yapabileceklerdi. Daha önceki darülfünunda herhangi bir ihtisaslaşma ve bunun
sonucunda belirli meslek sahiplerinin yetişmesi ve bunların belli alanlarda istihdam
edilmesi düşünülmemiş olduğu halde Darülfünun-ı Sultani'de devletin o günkü
ihtiyacına göre ihtisaslaşmaya doğru bir yöneliş görülmektedir.84
1877- 1878 yılında öğretime ara verilen ve Ekim 1878'de tekrar eğitime
başlayan Darülfünun-ı Sultani ilk mezunlarını 1879-1880 öğretim yılında verdi. Bu
dönemde Hukuk Mektebi'nden yedi kişi mezun oldu. Turuk u Maabir Mektebi'nden
mezun olanların sayısı bilinmemektedir. 1880 -1881 yılında ikinci mezunlarını veren
Hukuk ve Turuk u Maabir mektepierinin daha sonraki faaliyetleri hakkında bilgi
yoktur.85
İlerleyen yıllarda devlet, tamamen kendi kontrolünde olan ve müslüman
talebeler aleyhindeki eşitsizliği de ortadan kaldırmak üzere birbirinden bağımsız
yüksek mektepler açma yoluna gitmiştir. Böylece Osmanlı hukuk ve mühendislik
öğretimi XX. yüzyılın başına kadar Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-iMülkiyye ile
Mühendis Mektebi'nde müstakil olarak devam etmiştir. Bu döneme kadar bir külliye
içinde birkaç bölümden oluşan darülfünun kurma çalışmaları başarısızlıkla
sonuçlanırken II. Abdülhamid döneminde kuruluşu hızlanan orta ve yüksek öğretim
müesseseleri yaygınlaşmıştır. Darülfünun-ı Sultaninin faaliyetleri sona erdikten
sonra. Osmanlı Devleti'nde 1900 yılına kadar ülkenin ilim ve eğitim kurumlarının
84
85
E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.523
A.g.m, s.523
40
yaygınlaştırılması çalışmaları arasında yeni bir darülfünun kurma teşebbüsüne
rastlanmamıştır. İlk ve orta öğretim kurumları sayıca artmış ve eğitim seviyeleri
yükselmiş; bunun yanında devletin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere mülkiye, tıp,
hukuk, ticaret, sanayi, mühendislik ve mimarlık sahalarında ihtisaslaşmaya yönelik
yüksek öğrenim okulları açılmıştır.
Mesleki eğitim veren bütün bu yüksek okullar dışında özellikle ilim adamı
yetiştirmeye yönelik bir müessese kurulması konusunda Sadrazam Küçük Said Paşa,
2 Şubat 1310 ( 14 Şubat 1895) tarihinde II. Abdülhamid'e sunduğu arizasında,
Amerika ve Avrupa üniversitelerinin fonksiyanlarına sahip ve ilim adamı
yetiştirmeye yönelik beş fakülteden (darülicaze) oluşan bir darülfünun kurulmasının
gerekliliğini arzetmişti.86 1900'de elli beş yıllık tecrübelerin ışığında, artık yerleşmiş
bir hukuk mektebinin de bulunduğu birkaç fakülteden oluşan ve bugünkü Türk
üniversitesinin
temelini
oluşturan
Darülfünun-ı
Şahane'nin
kurulması
kararlaştırılmıştır. Bu müessesenin resmi açılışı, Il. Abdülhamid'in 25. cülüs yıl
dönümüne rastlayan 31 Ağustos 1900 tarihinde yapılmıştır. Darülfünun-ı Şahane
Edebiyat ve Hikmet (Felsefe) şubesi, Ulum-i Riyaziyye ve Tabiiyye (Fünun) şubesi
ve Ulum-i Aliye-i Diniyye (ilahiyat) şubesi adlı üç fakülteli bir üniversite olarak
planlanmış. Hukuk ve Tıbbiye mekteplerinin de resmen bağlanmamakla birlikte
darülfünunun tabii kolları sayılmasıyla beş fakülteli modern Osmanlı üniversitesinin
ilk sağlıklı kuruluşu gerçekleştirilmiştir.87
Darülfünun-ı
Şahane
açıldığı
zaman,
daha
önce
kurulmuş
olan
darülfünunların karşılaştığı ve birçok açıdan onların başarısızlıklarına sebep olan
hoca, yetişmiş talebe ve Türkçe ders kitaplarının yetersizliği gibi olumsuzluklar
Z. Çevik, II. Abdülhamit Dönemi Bir Bürokrat Portresi: Sadrazam (Küçük) Mehmed Said Paşa ve
Reformları, Turkish Studies, Volume 4/8 Fall 2009, ss.838-865, s.858-859
87
M.A. Ayni, a.g.e. s.33
86
41
kısmen ortadan kalkmıştı. Ancak çok sayıda müracaat olmasına rağmen belli sayıda
talebe alınması. sıkı bir idari kontrolün bulunması ve derslerin daha çok teorik
safhada kalması, darülfünunun olumsuz yönleri olarak kabul edilmelidir. II.
Meşrutiyet'in ilanma kadar geçen süre içerisinde birçok mezun veren Darülfünun-ı
Şahane, Meşrutiyet döneminde daha sistemli bir eğitime geçti. Meşrutiyet'in ilanıyla
adı İstanbul Darülfünunu şeklinde değiştirilen Darülfünun-ı Şahane, Tıp ve Hukuk
şubelerini de bünyesine katmak suretiyle resmen beş şubeli olarak yeniden
teşkilatlandırıldı.
1912'de darülfünunda yeni bir ıslahat programı uygulandı. Bu dönemde
Eczacı ve Dişçi mektepleri Tıp Fakültesi'ne bağlanırken88 Şam vilayetindeki Tıbbiye
Mektebi de İstanbul Darülfünunu'na bağlandı, şubeler fakülte adını aldı ve
muallimlere müderris unvanı verildi, talebe ve müderrislerin devam ve disiplin
kaideleri düzene sokuldu. I. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa'dan gelen çok sayıdaki
yabancı öğretim elemanının da çalışmalarıyla darülfünun önemli gelişmeler gösterdi
ve modern bir üniversite fonksiyonu icra etmeye başladı. Darülmesai adıyla çeşitli
alanlarda enstitüler kuruldu, bunlar için kütüphaneler ve laboratuvarlar hazırlandı.
Ayrıca 1914'te hazırlanan Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile İstanbul medreseleri
Darülhilafeti'l-Aiiyye adıyla tek bir medrese haline getirildi ve darülfünun
bünyesindeki Ulüm-i Aliye -i Diniyye şubesi kapatılarak öğrencileri Darülhilafe'nin
Aliye kısmına devredildi.89 12 Eylül 1914'te kız talebeler için Edebiyat, Riyaziyyat
ve Tabfiyyat şubelerinden oluşan inas Darülfünunu kuruldu. 1917'de ilk mezunlarını
veren inas Darülfünunu 1920'de lağvedildi. Bunun üzerine 1921'den itibaren önce
E. Dölen, “II. Meşrutiyet Döneminde Darülfünun”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.10, S.1, ss.146, 2008, s.9
89
E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.524
88
42
Edebiyat ve Fen fakültelerinde, ardından da Hukuk Fakültesi ile Tıp Fakültesi'nde
birer yıl ara ile karma öğretime geçildi.
Milli Mücadele yıllarında (1918- 1923) ülkedeki bütün kurumlar gibi
darülfünun da ciddi sıkıntılar yaşadı. 1918-1919 öğretim yılı başında yabancı hocalar
ülkelerine döndüler. Bütçe tasarrufları sebebiyle fakülteler için kiralanan binaların
hemen hepsi boşaltıldı, savaş sonunda terhis edilen talebelerin de dönmesiyle geniş
ölçüde yer ve hoca sıkıntısı ortaya çıktı. istanbul Darülfünunu 1919'da hazırlanan bir
ıslahat programı ile Osmanlı Darülfünunu adıyla yeniden canlandırılmaya çalışıldı.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar darülfünun bu hüviyetiyle eğitim ve
öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. Lozan Antlaşması'ndan hemen sonra İngilizler'in
boşalttığı Harbiye Nezareti binası (bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası)
darülfünuna tahsis edilerek yer darlığı büyük ölçüde halledilmiştir. 1923’te
Ankara'da toplanan birinci ilmi heyette darülfünun ve yüksek okullar ele alınmıştır.
3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren tevhid-i Tedrisat Kanunu ile lağvedilen
medreselerin yerine yeniden ilahiyat Fakültesi kurulmuş ve 1 Nisan 1924 'te Türkiye
Büyük Millet Meclisi darülfünuna hükmi şahsiyet tanıyarak katma bütçe ile idare
edilmesine karar vermiştir. Böylece darülfünun ilmi. idari ve mali bakımdan muhtar
bir hüviyet kazanmıştır. Bu kanuna dayanarak vekiller heyetinin 21 Nisan 1924
tarihinde kabul
ettiği
şekil
ve esaslar,
darülfünunun
lağvedilip
İstanbul
Üniversitesi'nin kurulduğu 1933 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
2.3. Encümen-i Daniş’in Kuruluşu
Meclis-i
Muvakkat’in
yukarıda
belirttiğimiz
rapordan
başka
henüz
tamamlamadığı bir çalışması daha vardı. O da Darülfünun tamamlanınca, okutulacak
43
derslerin kitaplarını hazırlamak için bir de Encümen-i Daniş kurulmasıydı. Bu konu
hakkında gerekçeli bir mazbata ayrıca yazılmıştı.
Tarihsiz olarak yazılan bu mazbata diğer rapordan sonra yazılmıştır. “Bunun
böyle olduğu, bu mazbatada Meclis-i Maarif-i Umumiye’den sık sık söz
edilmesinden ve Encümen-i Daniş ile ilgili olarak bu meclise birçok yetkiler teklif
olunmasından anlaşılmaktadır.”90
Bu mazbatada Encümen-i Daniş ismi ilk kez zikredilmiş ve kuruluş
gerekçeleri, çalışma usulleri, üyelerinde olması gereken özellikler ve yapması
gereken faaliyetler etraflı bir şekilde anlatılmıştır. Mazbatanın içeriği şu şekilde
özetlenebilir:91
1- Kurulacak olan Darülfünunda okutulmak üzere telif ve tercüme kitaplar
hazırlanması ve bir kütüphane inşa olunarak lüzumlu kitapların
bulundurulması gerekir.
2- İslam âleminde daha önce yazılmış çok kıymetli eserler vardır ancak,
bunlar Arapça ve Farsça dillerindedir. Ayrıca Darülfünunda öğretilecek
bazı ilim ve fenlere ilişkin kitaplar ise ecnebi dillerindedir ki bu
kitaplardan faydalanmak için bütün bu dilleri öğrenmek gerekir ki amaç
bu değildir. Sıradan insanlar da bu sebeple bu kitaplarda bulunan faydalı
bilgilerden mahrum olagelmiştir. Rivayet olunduğuna göre ecnebi
memleketlerde ilmin gelişmesi ve yayılması gerekli kitapların kendi
dillerine tercümesi yoluyla olduğundan, Padişahımızın çok önem verdiği
halkın eğitimi meselesi, gerekli kitapların halkın anlayabileceği üslupta
Türkçeye tercümesi yoluyla gerçekleştirilmelidir.
90
91
K. Akyüz, Encümen-i Daniş, Ankara Ün. Eğt. Fak. Yay., Ankara, 1975, s.11
Mazbata’nın orijinal transkripsiyonu için bkz. A.g.e. s.32-35,
44
3- Bu işi yapmak için Saltanat-ı Seniyyenin teşvikiyle kırk kişi bir ek görev
olarak Encümen-i Daniş üyeliği unvanıyla şereflendirilerek bir cemiyet
oluşturulmalıdır. Bu görev için onlara ayrıca bir ücret ödenmemeli,
yapacakları telif ve tercüme eserlerin değerine ve zorluğuna göre padişah
tarafından ödüllendirilmelidirler.
4- Encümenin kurulması uygun görülürse bahsedilen kırk kişinin yirmisi
dâhili (aslî) yirmisi harici (fahri) üye olarak belirlenmeli ve dâhili üyeler
için Darülfünun binasında bir oda tahsis edilerek burada toplanmalıdır.
Bu ayrımın yapılmasının sebebi; Encümenin oluşturulmasından amaç
kitap telif ve tercümesidir ve bu işi yapabilecek kapasitede olan kişiler
reayadan ve ecnebilerden de olabilir ve bunların harici üye olmasının bir
mahzuru yoktur. Harici üyelerin toplantılara katılması gerekmeyip
haberleşme yoluyla hizmetlerini yerine getirebilirler.
5- Encümen, Meclis-i Maarif-i Umumiye gibi Maarif-i Umumiye Nezareti
altında bulunacaktır ve telif veya tercüme edilmesi gereken kitaba
verilecek ödül miktarı Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından belirlenecek
ve
Maarif
Nezareti
tarafından
onaylandıktan
sonra
Encümene
bildirilecektir. Böylece Encümen veya Meclis-i Maarif bir kitabın
tercümesini gerekli gördüğünde bunu ilan ederek bu işi yapabilecek
kişileri teşvik etmiş olacaktır.
6- Encümen-i Daniş’in bir başkanı olacaktır ve bu başkan her yönüyle diğer
üyelerden üstün ve her yönüyle başkanlığa layık olacaktır. Meclis-i
Maarifin yazılmasını ve tercüme edilmesini istediği bir eseri üyelere
duyurmak ve hangi üyelerin bu işi yapacağına karar vermek başkanın
45
işidir. Bunun dışında yabancı dil bilen ancak Türkçesi zayıf olan hariçten
birinin tercüme edeceği faydalı bir eseri düzeltmek üzere üyelerden
ikisinin musahhih ve bir kişinin kâtip olarak görevlendirilmesi gerekir.
7- Telif ve tercüme çalışmalarının artarak devam etmesi gerekli olduğundan,
Encümen üyelerinden birinin kendi isteğiyle yazdığı veya tercüme ettiği
bir kitap Encümen tarafından faydalı görülürse Meclis-i Maarife
bildirilecek ve orada verilecek ödül belirlenerek kitap takriz ve tahsin
olunacaktır.
8- Encümen üyeleri tarafından telif veya tercüme edilecek kitaplar genel
halkın anlayabileceği şekilde yazılmalı ve başkan da buna dikkat
etmelidir. Yeteneğini göstermek için ağır bir dille kitap yazan olursa
bunlara da teşvik edici muamelede bulunulmalıdır.
9- Encümen üyelikleri için ‘ek listede’92 adı belirtilen kişilerin tayin
edilmesi, bunlar uygun görülmezse içlerinden on tanesinin tayini ve
diğerlerinin de bu on kişi tarafından seçilip Meclis-i Maarif-i Umumiye
tarafından onaylanması arz olunur.
Meclis-i Muvakkatin bu mazbatası Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından
incelenerek genel olarak uygun bulunmuş, sadece birkaç değişiklik içeren yeni bir
layiha ile bu tekliflere uygun bir nizamname taslağı hazırlanarak Padişah’a
sunulmuştur.93
Adı geçen liste bugüne kadar arşivlerde bulunamamıştır. Bu sebeple bu meclisin tavsiye ettiği
isimlerden hangilerinin değiştirildiğini bilmiyoruz.
93
Raporun orijinal transkripsiyonu için bkz. Akyüz, a.g.e, s.44–49, Cevdet Paşa, Tezakir, 40Tetimme, (Haz.: Cavit Baysun), TTK Basımevi, Ankara 1991, s.47-50
92
46
Meclis-i Muvakkatin tekliflerinde, Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin yaptığı
değişiklikleri de şu şekilde sıralayabiliriz:
1-
Encümen-i Daniş’in açılması için Darülfünunun kurulmasını
beklemeye gerek yoktur, bilakis hemen kurulması daha faydalı
olur.
2-
Encümen-i Daniş ilim ve fenne dair geniş bir alanda çalışmalar
yapacağından, dâhili üye sayısı kırk, harici üye sayısı sınırsız
olmalıdır.
3-
Başkanlık için, bütün üyelerden her yönüyle üstün bir kişinin
bulunup bulunamayacağı meçhul olduğundan, bunun yerine
birbirini tamamlayacak özelliklere sahip iki kişinin birinci başkan
ve ikinci başkan olarak görevlendirilmesi daha uygun olacaktır.
Ayrıca iki üyenin sürekli musahhih olarak görevlendirilmesine
gerek yoktur. Gerektiğinde böyle bir görevlendirme yapılabilir.
Başkanların yanında çalışacak devamlı ve maaşlı bir kâtibe de
gerek yoktur, böyle şerefli bir görev için devlet dairelerinden istekli
olacak iki kâtibin tayini yeterli olur.
4-
Encümen için ayrı bir masraf yapmaya gerek yoktur. Telif veya
tercüme bir eser yayınlayanlar, bunları bastırıp gelirini alabilirler.
Ücret talep eden olursa da Maarif-i Umumiye Nezaretine kitap
telifi için ayrılmış olan senelik elli bin kuruşluk bütçeden ödeme
yapılıp eser devletleştirilebilir.
5-
Encümen için Darülfünun içinde bir yer tahsis edilmesi teklif
edilmişse de, Encümen daha önce faaliyete geçerse, Darülfünun
47
binası tamamlanıncaya kadar Darülmaarif’te bir oda tahsis edilmesi
uygun görülmüştür.94
2.3.1- Encümen-i Daniş’in Kuruluş Gerekçesi
Encümen-i Daniş’in kuruluş gerekçesi Meclis-i Maarif-i Umumiyenin
layihasında açıklanmıştır: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”95 mealindeki
ayet ile başlayan layihada, bilgi ve irfanın cehalete kıyas kabul etmez üstünlüğü
bulunduğu ve medeniyetin bilim ve düşüncenin geliştirilip yayılması ile olanaklı
olacağı belirtildikten sonra bunun gerçekleşmesinin de devletin yardım ve desteğine
muhtaç olduğu vurgulanmaktadır.96 Bilgi, beceri ve düşünceye önem veren
devletlerin güçlü, mamur ve müreffeh olmasının doğal olduğu ve Osmanlı devletinin
de geçmişte bilim ve eğitime önem vererek dünya çapında güçlendiği belirtilmiştir.
İmparatorluğun güçlü dönemlerinde pek çok eser verildiği ancak sonradan âlimlerin
eserlerini ya tamamen başka dillerde yazdığı ya da genel olarak Arapça ve Farsça
ifadeler kullanıp bir sayfada ancak bir-iki kelime Türkçe kullanmayı adet edindikleri
belirtilerek, ülkede bilimin geri kalması neredeyse Türkçenin terk edilmesine
bağlanmıştır. Hemen ardından, yeni devrin gerektirdiği bilim ve fenlerin ancak
Arapça ve ecnebi dillerinden tercüme ile elde edilebileceği belirtilmiş ve –kimsenin
buna itiraz etmemesi için olsa gerek- bunun geçmişte İslam dünyasında örnekleri
bulunan bir uygulama olduğu da eklenmiştir.
Bu belgelere göre böyle bir kurumun oluşturulmasının arkasındaki düşünce
üzerinde durmak istiyoruz.
BOA, İ.MVL, 208/6740
Kur’an-ı Kerim, Zümer Suresi, Ayet:9
96
Tanzimat dönemi, devletin klasik dönemde kurumsal olarak ilgilenmediği konulara el atmaya ve
pek çok alanla ilgili yeni kanuni düzenlemeler yapılıp, kurumlar oluşturmaya başladığı bir dönemdir.
Burada da devletten bilimin gelişmesi için destek istenmektedir
94
95
48
Encümenin kurulması düşüncesinin, eğitim işlerini düzenlemek için meclisler
açılmasının ardından, bu meclislerde gündeme geldiğine dair Ahmet Cevdet Paşa’nın
kesin ifadeleri vardır. Paşa, “Ol esnada maarifin intişar ve terakkisine fevkalade
ehemmiyet veriliyordu…Meclis-i umumilerde pek tatlı musahabetler olunarak mühim
işler müzakere olunurdu ve en mühim işlerden biri Paris’in Akademi nâm meclisi
tarzında bir cemiyet-i ilmiye teşkili idi. Buna dair cereyan eden müzakeratın
neticesinde…mukaddema Meclis-i Muvakkatte dahi tasavvur olunduğu gibi
Encümen-i Daniş nâmiyle bir Cemiyet-i İlmiye teşkiline karar verildi.97sözleriyle
karar sürecini açıklamaktadır. Ancak bu fikri ilk kimin ortaya attığı bilinmemektedir.
O dönemde pek çok yeniliğin öncüsü olan ve dört kez Paris elçiliği yapmış
olan Mustafa Reşit Paşa’nın bu konuda da öncü olduğu düşüncesi vardır: “Esasında
Mustafa Reşid Paşa Tanzimatın maarif politikasını daha 1848’de ikinci sadareti
sırasında tespit etmeye çalışmış ve o tarihe kadar II.Mahmud’un maarif sahasında
ortaya koymuş olduğu prensipler dairesinde milli eğitimimiz yürütülmeye
çalışılmıştır. Memlekette irfan hayatı namına girişilen bütün yeniliklerin öncüsü hiç
şüphesiz Koca Reşid Paşa olmuştur. Özellikle ilk Türk İlimler Cemiyetinin yani
Encümen-i Daniş’in teşkilindeki hizmeti unutulamaz.”98 Ekmeleddin İhsanoğlu ise
bu konuda Fransa’da eğitim görmüş olan ve Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin
başkanlığını yapan Mühendis Ferik Emin Mehmed Paşa’nın etkili olduğunu
belirtmektedir.99
Bu fikri ilk ortaya atanın kim olduğunu bilmemekle beraber, bizim
Encümenin şekillenmesinde Avrupa kurumlarının örnek alınması noktasında katkısı
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45-47
A. İ. Gencer, “Encümen-i Daniş ve Mustafa Reşid Paşa”, Seminer: Mustafa Reşid Paşa Dönemi
(Ankara 13-14 Mart 1985) Bildiriler, TTK Basımevi, Ankara, 1994 s.33
99
E, İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1999, C.I, s.345
97
98
49
olduğunu düşündüğümüz kişi, Encümen-i Daniş’in açılışından kısa süre önce
Avrupa’ya gönderilmiş olan, dönemin Mekatib-i Umumiye Nazırı Kemal Efendidir.
“Meclis, ilk ve ortaokullar genel müfettişi ve divan-ı hümayun azası Kemal efendiyi
Fransa, İngiltere ve Almanya’daki yüksek tahsil teşkilatını gidip öğrenmekle
görevlendirdi. Kemal Efendi şu sıralarda Paris’te bulunmaktadır ve hükümet
vazifesini rahat bir şekilde yürütebilmesi, kısa bir zamanda kesin sonuçlar elde
edebilmesi için Kemal Efendiye gerekli olan bütün imkânları sunmuştur.”100
Sonuçta adı geçen meclisler, Avrupa kurumları örnek alınsa da önemli bazı
yönlerden de kendine has özellikleri olan bir kurum oluşturmuşlardır.
2.3.2- Encümen-i Daniş’in Açılışı
Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin layihası ve nizamname taslağı 9 Rebiül-ahir
1267 (11 Şubat 1851) de Sadarete sunulmuştur. Sadaret makamı, bu teklifleri Bâb-ı
Meşihat ve Meclis-i Vâlâ’ya göndererek görüşlerini sormuştur.101 Bâb-ı Meşihat 28
Mart’ta, Meclis-i Vâlâ ise 2 Nisan’da verdikleri cevaplarda teklifleri uygun
bulduklarını bildirmişlerdir. 14 Nisan’da Sadaret bütün evrakı Padişah’ın onayına
göndermiş ve bir gün sonra, 15 Nisan 1851’de Padişah ta gereken onayı vermiştir.
Onayın çıkmasından yaklaşık bir buçuk ay sonra, Encümen-i Daniş’in nizamnamesi,
üye listesi, Meclis-i Maarif-i Umumiye layihasının özeti ve kuruluş gerekçesini
anlatan bir beyanname Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak halka duyurulmuştur.102
Yine aynı gazetede Encümenin 19 Temmuz’da açılmasının kararlaştırıldığı ve
Padişahın da açılışa katılacağı bildirilmiştir.
M. A. Ubicini, Türkiye 1850, Çev: Cemal Karaağaçlı, Tercüman 1001 Temel Eser No:63,
Tarihsiz, s.197
101
Bâb-ı Meşihat’e 5 Mart 1851’de gönderilen yazı mevcuttur ancak, Meclis-i Vâlâ’ya gönderilen
yazı evraklar arasında yoktur. BOA,1267 yılı İrade Defteri, Meclis-i Vâlâ bölümü, No:1740
102
Takvim-i Vekayi, No: 449, 1 Şaban 1267 (1 Haziran 1851)
100
50
“Açılış töreni, Padişah’ın katılımıyla yapıldığından, bir açış konuşması
yapılması uygun bulundu. Encümen üyelerinden isteyenlerin konuşma metni
yazmaları ve bunların içerisinden en fazla beğenilenin okunmasına karar verildi.
Hazırlanan metinler içerisinden, Ahmet Cevdet Paşa’nın yazmış olduğu konuşma en
uygun bulundu. Konuşma, daha yeni temize çekilip hazırlandığı bir sırada, açılışın
Ramazan Ayı’nın on sekizinde yapılacağı haberi geldi. Ancak Ali Paşa, o gün geç bir
saatte Ahmet Cevdet Paşa’yı yanına çağırarak: “Sizin yazmış olduğunuz konuşmanın
yapılmasından önce sadrazam efendimizin uygun bir nutukla başlamaları uygundur.
Bunu kendilerine arz ve ifade ediniz” dedi. Ahmet Cevdet Paşa, Mustafa Reşit
Paşa’nın yalısına geldiğinde gece olmuştu. Ayrıca yalıda oldukça kalabalık bir
misafir topluluğu bulunmaktaydı. Ahmet Cevdet Paşa bu nedenle, konuyu ancak geç
saatlerde Mustafa Reşit Paşa’ya iletebildi. Bu sırada, daha önemli işlerle uğraşan ve
sabahleyin de erkenden Darü’l-Maarif’e giden Mustafa Reşit Paşa, bir konuşma
metni yazmaya fırsat bulamadı.”103
Bundan dolayı Mustafa Reşit Paşa, törende irticalen bir konuşma yaptı. Bu
konuşmanın ardından II. Başkan Hayrullah Efendi, Ahmet Cevdet Efendi tarafından
yazılmış olan nutku okudu. Bu nutukta da bilim ve eğitimin önemine vurgu
yapılmasının yanında dikkat çekici nokta söz ve dilin önemi üzerinde durulmakta ve
yapılacak tercüme faaliyetlerinin sadece bilimin ülkede yaygınlaşmasına değil aynı
zamanda dilin gelişimine de katkı yapacağı vurgulanmaktaydı. 104 Daha sonra üyeler
için hazırlanmış olan ru’uslar105 bizzat Padişah tarafından verilerek Encümen-i
Fatma Aliye, Cevdet Paşa ve Zamanı, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995, s.73
Nutkun orijinal metni: BOA, İ.DUİT-192/54, orijinal metinden transkripsiyonu için bkz: Akyüz,
a.g.e., s. 63-65
105
Encümen-i Daniş Üyelerine verilen ruuslara bir örnek: “Zat-ı şevket-meab-ı cenab-ı mülükanenin
neşr-i maarif emr-i eheminde olan himmet-i ‘aliye-i hazret-i padişahilerinin hüsn-i husuli hıdmetine
me’mur olan Encümen-i Daniş azalığına ferikan-ı kiramdan sa’adetlü Edhem Paşa Hazretleri hilye-i
103
104
51
Daniş’in resmi açılışı yapıldı. Açılış töreninin son bölümünde ise Ahmet Cevdet
Efendi ile Fuad Efendi’nin hazırlamış oldukları Kavaid-i Osmaniye adlı Osmanlıca
gramer kitabının Sultana takdim edildi. Sultan, kitabın basılmasını isteyince de
usulen Encümende incelenerek basılması kararlaştırılmıştır. Böylece Encümenin ilk
toplantısının birinci gündem maddesi Kavaid-i Osmaniye’nin basılmaya layık olup
olmadığı konusu olmuştur.
Açılış töreninde yapılan konuşmaları incelediğimizde ise; Mustafa Reşit Paşa
konuşmasında; insana insanlığını bildirecek olan ve herkesi dünya ve ahirette
kurtuluşa götürecek olan bilimlerin ve eğitimin yaygınlaşması ve gelişmesi için
Padişah’ın gerekli kolaylıkları gösterdiğini belirttikten sonra, bu yapılanların az bir
zaman içinde semeresini gösterdiğini söyleyerek, böylesine hayırlı bir işin yapıldığını
görmekten dolayı çok mutlu olduğunu, kendilerinden sonra geleceklerin çok daha mutlu
ve şanslı olduklarını, çünkü sonraki nesillerin insanın kemale ermesi için lazım olan
eğitim ve bilimin her türlü nimetine erişmelerinin kolaylaşmış olduğunu ifade
etmiştir.106
ma’arif ü kemal ile muttasıf olduğu cihetle layık olduğundan bi’l-intihab şeref-sudur buyurulan emr ü
ferman-ı isabet –beyan-ı hazret-i şehin-şahi iktiza-yı ‘alisi üzre Encümen-i Daniş’in dahili aza-yı
maarif-pirası silkine idhal buyurulduğunu müş’ir işbu ru’us-u humayun isdar olundu.”: BOA, İ.DH
No: 237 / 14310
106
Konuşmanın tam metni şöyledir: “Veli-nimet bi-minnetimiz pedişahımız efendimizin ibtida taht-ı
saltanat-ı seniyyelerine revnak verdikleri yevm-i mes’uddur ki-li’llahi’l-hamd devlet ve mülkde
terakkisi görülmekde olan kuvvet ve ma’muriyyetin ve alemin na’il olduğu saadet ve emniyetin mebdei mübarekidir- işte ol günde padişahımız bab-ı adaleti teyenmünen açmışlar mehamdi-i ahlak-ı
seniyyelerinin burhan-ı bahirini göstermişlerdi. Sonra insana insanlığı bildirecek ve herkesi dünya ve
ahirette saadet ve selamete erdirecek ulum ve ma’arifin intişarına dahi bir tarik-i suhulet açarak
cenab-ı hakka şükürler olsun az vakit içinde semere-yi nafiasını irfan-ı hakiki-yi şahanelerinin delil-i
kavisini gösterdiler. İşte bunun tedabir-i mütemmimesinden olmak üzere Encümen-i Daniş’in teşkilini
dahi murad buyurup valide-yi muhteremelerinin isr-i a’liye iktifaen ihya buyurdukları böyle bir eser-i
celilde bu cem’iyyet-i hayriyenin bed’i teşrif-i şahanelerini dahi dirig buyurmayarak cümle kullarını
ihya buyurdular. Bizler nasıl bahtiyar ademleriz ki böyle hayırlı bir asra yetişerek enva-ı ni’am-ı
suriyye ve ma’neviye mutene’im olmaktayız ve bizim evlatlarımız bizden ziyade bahtiyardır ki her bir
ni’mete bizlerle müşterek olduktan başka kemalat-ı insaniyeye lazım olan ulum ve ma’arifin esbab-ı
suhuletini dahi i’nayet-i veli-ni’metle hazır ve amade bulmaktadırlar. Hak te’ala hazretleri saye-yi
şahaneyi üzerlerimizde da’im buyursun. Amin. Veli-ni’met efendimiz Encümen-i Daniş’in küşadını
emr-i ferman buyurdular.” Takvim-i Vekayi No 453, 7 Şevval 1267 (5 Ağustos 1851), s.2,
Muharrerat-ı Nadire, , s. 106-107; Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s. 56-57.
52
Ahmet Cevdet Paşa tarafından yazılan ve Hayrullah Efendi tarafından okunan
diğer konuşma ise oldukça kapsamlıdır. Başlangıçta, Meclis-i Maarif layihasındaki
fikirler farklı kelimelerle tekrar ifade edilmiş, ardından ise insanın mahiyetinin iki
yönlü olduğu, maddi yönünün ihtiyaçlarının giderilmesi ve medeniyetin zorunlu olan
gerekliliklerinin elde edilebilmesi için doğa bilimlerini (fünun-u tabiiyye) ve
matematiği (riyaziye) öğrenmesi gerektiği belirtilmiştir. Manevi ihtiyaçlarını tatmin
edebilmesi için ise doğal olarak ruhunun haz duyduğu dinsel bilimler ve edebiyat
öğrenilegeldiği ifade edilmiştir. Bu, geçmişin akli ilim – nakli ilim ayrımının bir
başka versiyonudur diyebiliriz elbette. Ancak ‘medeniyetin gerekliliklerinin elde
edilmesi’ şeklindeki ifade geçmişten oldukça farklıdır. Gücünü ve etkisini sürekli
artıran Batı medeniyetinin birtakım ürünlerinin benimsenmesi gerektiği üstü kapalı
olarak ifade edilmektedir.
Bu konuşmanın sonraki bölümü ise sözün ve dilin önemi üzerinde
durmaktadır. Hatta ilk etapta sözün etkisinden ve gücünden genişçe bahsedilmesi
yazıya fazla değer verilmediğini bile düşündürmektedir. Ancak sonrasında bir dilin
gelişmesi ve saygın bir dil haline gelmesi için o dilde bilimsel, felsefi ve edebi
eserler yazılması gerektiğinden bahsedilmektedir. Anladığımız kadarıyla metni
kaleme almış olan Ahmet Cevdet Paşa dilin, hem yazı ve gramer hem de retorik ve
hitabet yönünden, bütün olarak gelişmesinin önemini belirtmek istemiştir.
Bahsettiğimiz layihalar, mazbatalar ve konuşmalar genel olarak bilimin ve
bilginin
öneminden
bahsederek
Encümen-i
Daniş’in
kuruluşunu
gerekçelendirmektedirler. Ancak bizce devletin böyle bir kurum oluşturmasının esas
sebebi biraz farklıdır. Zira bu dönemde modern eğitim kurumları açılmış ve açılmaya
53
da devam edilmektedir, Yani Batı bilgisi Osmanlı ülkesine zaten girmektedir. Bizce
esas mesele bu bilginin geliş şeklindedir.
“Başlangıçta Tıbbiye’de Gülistan gibi eserler okunurken, Fransızca
öğretimden sonra, bunun kafalarda yarattığı değişiklikler hakkında, 1847’de burayı
ziyaret eden MacFarlane’in107 izlenimleri bize bir fikir verebilir…MacFarlane
kitaplığı incelediğini, kitapların çoğunun Fransızca olduğunu söyler; ancak kitaplar
arasında hiç sevmediği Fransız Devrimini hazırlayan ünlü materyalist filozofların
kitaplarının bulunduğunu ve okunduğunu gördüğü zaman büsbütün şaşırmıştı.
‘Çoktan beri bu kadar düpedüz materyalizm kitapları toplayan bir koleksiyon
görmemiştim’ der. ‘Genç bir Türk, oturmuş dinsizliğin el kitabı olan Systeme de la
nature’ü okuyordu, bir başka öğrenci Diderot’nun Jacques le fataliste’inden, Le
compere Mathieu’den parçalar okuyarak marifetini gösteriyordu…’ Üsküdar’daki
askeri hastanede nihayet Türkiye’de kayıtsız şartsız övebileceğim bir müessese
bulmuştum. Bununla beraber, Fransız felsefeciliğinin (materyalizminin) Türkiye’de
nasıl hızla yayılmakta olduğunu bu müessesede de görmeden ayrılmak nasip olmadı.
Doktorlara ve Türk asistanlarına ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona davet
edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron
d’Holbach’ın dinsizlik kitabı olan Systeme de la nature’ün en son Paris baskısı idi.
Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarında birçok parçaların işaretlenmiş
olmasından anladım. Bu parçalar özellikle Tanrı’nın varlığına inanmanın
saçmalığını, ruhun ölmezliği inancının imkânsızlığını matematikte gösteren
parçalardı. Kitabı yerine koyarken Türk doktorlardan biri yanıma geldi. Fransızca
olarak şunları söyledi: C’est un grand ouvrage! C’est un grand philosophe! Il a
Bahsedilen kişi İskoç bir gezgin ve yazar olan Charles MacFarlane’dir. 1827 ve 1847 yıllarında iki
kez ülkemize gelmiştir. Tarih ve gezi kitapları yazmıştır.
107
54
toujours raison! (Bu büyük bir yapıt! Adam büyük feylesof; tüm söylediklerinde
haklı)108
Ülkeyi ziyaret eden bir yabancının rahatlıkla gözlemlediği bu durumu
Osmanlı devlet adamlarının fark etmemiş olması mümkün değildir. İşte Encümen-i
Daniş gibi kurumun açılmasının ve böylece devletin telif ve özellikle de tercüme
edilecek bilimsel kitapların hazırlanması gibi bir görevi üstlenmesinin esas sebebi
bizce budur. Zira “bilimsel bilgi onu üreten kişilerin inanç ve tercihlerinden
soyutlanamaz..”109Dolayısıyla Avrupalı bilim adamlarınca üretilen bilgiler de genel
olarak Avrupa medeniyetinin izlerini taşımakta ve o medeniyetin dünya tasavvuruna
göre yorumlanmaktadır. İslam medeniyetinin bilgi sistemine göre yetişmiş Osmanlı
yöneticilerinin de bu durumdan rahatsız olmaları ve tedbir almak istemeleri de
tabiidir. Bir başka ifadeyle, bizce Encümen-i Daniş’in görevi, Avrupa’nın bilgisini
İslami bilim anlayışına uygun hale getirerek tercüme etmektir.
2.4- Encümen-i Daniş’in Nizamnamesi110
I. Bölüm
- Encümen-i Daniş’in Oluşumu ve Üyelerinin Seçim Şekli –
Birinci Bent
Encümen-i Dâniş’in üyeleri iki kısım olup birisi dâhilî ve diğeri hâricîdir.
Dâhili üyeler kırk kişi olup fazlası olmayacaktır. Harici üye sayısı ise sınırsızdır.
İkinci Bent
Birinci ve ikinci olarak iki başkanı olacak ve dilimize âşinâ olup da Türkçe
yazmaya mahâreti olmayan kişiler bazı kitapları tercüme ettiklerinde ifadelerini
108
N. Berkes, a.g.e, s.232-233
T. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı yayınları, İstanbul, 2008, s.16
110
Nizamnamenin orijinal metni için bkz. Takvim-i Vekayi No:449, 1 Şaban 1267, BOA, İ.MVL,
208/6740
109
55
düzeltmek için üyelerden geçici olarak bir ve yâhut îcâbına göre daha fazla düzeltici
tayînine Encümen-i Dâniş yetkili olabilecektir ve sıradan işler için iki kâtibi
olacaktır.
Üçüncü Bent
Encümen-i Dâniş’in üyeleri ve başkanlarının ilk defa olarak defteri Meclis-i
Maârif-i Umûmiye tarafından tanzim olunmuş ise de sonradan dâhilîsinde bir üyelik
boşaldığında mevcut üyelerden her birisi hârici üyelerden tercih eylediği zâtın ismini
yazdığı pusulayı meclis mührü ile mühürlenmiş olarak özel mahfazaya koyacak ve
seçim günü herkese arz ettiği zâtın liyâkat ve haysiyetini tarîf ederek bu sûrette arz
olunan zâtların hâli encümence mâlûm olduktan sonra kaç kişi ise her birinin ismi
üzerine bilinen usul üzere gizli olarak çoğunluk oyuna mürâcaatla nihâyet kimin
isminde en fazla oy bulunur ise o zât encümen üyeliğine seçilmek üzere başkanların
ve üyelerin mühürleri ile mühürlü bir mazbata yapılarak Meclis-i Maârif-i
Umûmiye’ye gönderilecek ve Padişah’ın irade buyurmasıyla üyeliğe tayîn
olunacaktır.
Dördüncü Bent
Başkanlık görevlerinden biri boşaldığında Meclis-i Maârif-i Umûmiye’de
dâhili üyelerden birisi çoğunluk oyu ile seçilerek Padişaha arz olunacak, Padişahın
onayladığı takdirde gereği yapılacaktır.
Beşinci Bent
Başkanlardan birisinin taşra memuriyetlerinden birine ve yâhut burada
Encümen başkanlığı görevine mâni olacak sûrette bir memûriyete tayîn olması
hâlinde, üyeliği uhdesinde kalmak üzere, önceki bentte beyân olunduğu üzere başka
56
bir üye başkan seçilerek Padişah’ın onayı ile onun yerine tayin olacaktır. Diğer
üyeler dahî herhangi memûriyete atansalar üyeliklerine halel gelmeyecektir.
Altıncı Bent
Harici üyeler, Meclis-i Maârif-i Umûmiye ve yâhut başkanlar tarafından
Encümene arz olunarak ve başka yerlerde yaşadığı için üyeler tarafından tanınmıyor
ise onu teklif eden kişi, eserleri ile üyeliğe layık olduğunu ispat ederek onun için
çoğunluk oyuna mürâcaat edilerek seçildikten sonra yukarıda belirtildiği üzere
padişahın izniyle tayîn olunacaktır.
Yedinci Bent
Yalnızca başkanlık görevleri için birer kıt’a Berât-ı Âlî ihsân buyrulacaktır.
Gerek dâhili üyeler ve gerek hârici üyeler bu suretle seçilip ve tayîn olunduktan
sonra hazırlanmış olan Ruus-ı Hümâyûn’ları ve Meclis-i Maârif-i Umûmiye ve
Encümen-i Dâniş tarafından Şehâdetnâmeleri itâ olunacaktır.
Sekizinci Bent
Encümen-i Dâniş üyeliği bir şeref ve meziyet-i mahsusa olduğundan buna
nâil olanlara ek bir unvan olacaktır.
II. Bölüm
Encümen Üyelerinde Aranan Özellikler
Birinci Bent
Dahili üyeler Encümende bulunarak ve Harici üyeler Encümen ile
haberleşerek bilgi seviyeleri ve yazdıkları eserler ile çok önemli bir iş olan eğitime
hizmet etmeğe muktedir olabilmelidir.
İkinci Bent
57
Dahili üyelerin her birinde birer bilim dalında uzmanlık ve yahut bir dilde
bilgi kifâyet eder ise Türkçeye vâkıf olup, yanî Türkçe bir kitâp telîf etmeğe ve
Arapça ve Farsçadan ve yâhut Diğer dillerden Türkçeye bir kitâp tercüme
edebilmesi, meramını yazılı olarak ifade etmeye muktedir olması elzemdir. Fakat
Türkçe yazmaya yeterli mahâreti olmayan birinin dahî eğer Avrupa dillerinden ve
çeşitli bilim dallarından bilgisi var ise seçilmesi uygundur.
Üçüncü Bent
Harici üyelerin Türkçeye hâkim olmaları şart olmayıp hangi dilde olur ise
olsun Encümene bilgi aktararak genel eğitim için bir şekilde faydalı olabilmeleri
yeterli görülecektir.
Dördüncü Bent
Encümen-i Dâniş bu şekilde her türden bilgi sâhibi kişilerden oluşacağına,
yani hem Arapça ve Farsça bilimlerde hem de Avrupa dillerindeki fenlerde mahâret
sahibi kişiler bulunacağına binâen, dâimâ iki başkanın birisi geleneksel bilimlere ve
diğeri Avrupa dillerindeki fenlere hâkim olması gerekli olduğundan aynı tarzda bilgi
sahibi olan iki kişinin başkan olması uygun olmayacaktır ve başkanların Meclis-i
Maârif-i Umûmiye üyesi olması şart olacaktır.
III. Bölüm
Encümen-i Dâniş’in Hizmeti
Birinci Bent
Encümen-i Dâniş Türkçe dilinde çeşitli bilimlere dâir lâzım gelen kitâpların
çoğalmasına ve Türkçe dilinin ilerlemesine hizmet edeceğinden, öncelikle Meclis-i
Maârif-i Umûmiye tarafından bir kitâbın telîf ve tercümesine lüzum görülüp
Encümene verilmesi durumunda, üyelerden biri çoğunluk oyuyla bu iş için
58
görevlendirilecektir. Encümen-i Daniş kendisi bir kitabın telif ve tercümesine lüzum
görürse, Meclis-i Maârif’ten izin alarak yine üyelerinden birini görevlendirecektir.
Bundan başka üyeler gerek olağan toplantılarda ve gerekse olağanüstü olarak
toplandıklarında
yararlı
ilim
ve
fenlerin
yayılması
ve
öğrenilmesinin
kolaylaştırılması işinde hatırlarına gelen şeyleri ya lâyiha suretiyle yazarak ve yâhut
söyleyerek arz ile onun üzerine müzâkere olunacaktır ve gerçekleşen müzakereler
mazbatâ suretiyle Meclis-i Maârif’e verilecektir.
İkinci Bent
Bir kitabın tercüme ve yâhut telîfine lüzum göründüğü hâlde Encümen
başkanı tarafından evvelâ mevcût olan dâhili üyelerden işi yapmaya muktedir kaç zât
var ise onlara arz ve ilân olunarak numûne olmak üzere her birine birkaç sahife
yazdırılıp numûneler birbiriyle karşılaştırılarak yukarda olduğu gibi çoğunluk oyuyla
birisi tercih edilecek ve söz konusu kitabın tercüme ve telîfi onu yazana havâle
olunacaktır.
Üçüncü Bent
Harici üyeler yalnız yazı yoluyla hizmete memur olup, yani maârife dâir
yapacakları lâyihaları ve yâhut kitapları encümene göndereceklerdir.
Dördüncü Bent
Gerek Meclis-i Maarif-i Umûmiye’nin talebi ve gerek bizzât Encümen-i
Dâniş’in tayîni üzerine telîf ve tercüme olunacak kitaplar ve harici üyelerin
Encümene verip oranın kabul eyleyeceği şeyler, Meclis-i Maârif’in görüşüne
sunulacak, orada gerek içeriği ve gerek ifade tarzı tetkîk olunduktan sonra basılıp
yayınlanmaya lâyık ve mahzursuz görülür ise usulü üzere yapılacak mazbatası
59
Padişah hazretlerine arz ile oradan muvafakat edilmesi halinde Dârü’t-tıbâatü’lâmire’de basılıp yayınlanacaktır.
Beşinci Bent
Encümenin toplanması için İstanbul’da bulunan dâhili üyelerin üçte biri
mevcut olmak lâzımdır. Bu sebeple üyelerin çoğunun belirlenmiş toplantı günlerinde
devamı ve olağanüstü konuların görüşülmesi için başkanlık tarafından davet
edildiklerinde icâbet eylemeleri gereklidir. Herhangi bir özrü bulunan, bunu yazılı
olarak beyan edecek ve bu yazı Encümende herkese okunacaktır ve geçerli mazereti
olmaksızın iki-üç defa gelmeyen olur ise başkan tarafından soruşturulacaktır. Eğer
mazeretsiz olarak bir sene kadar gelmeyen olur ise ru’su alınıp yerine bir başkası
tayîn olunacaktır.
Altıncı Bent
Gerek dâhili üyelerden ve gerek hârici üyelerden uzak yerlerde bulunanlar
bulundukları yerlerin farklı yönlerini ve eğitim ve bilim konularında öğrendikleri
şeyleri yazılı olarak Encümen-i Dâniş’e bildireceklerdir. Bu gelen evrakları dahî
Encümen-i Dâniş Meclis-i Maârif-i Umûmiye’ye gönderecektir.
Yedinci Bent
Encümen-i Dâniş’in dâhili üyeleri belirlenen mahalde her ayın ilk cumartesi
günü, yaz aylarında saat dörtte ve kış aylarında saat altıda bulunacaklardır ve
sonraları işlerin artması durumunda on beş günde bir ve yâhut haftada bir
toplanacaklardır. Olağanüstü bir durum ortaya çıkar da üyelerin toplanması gerekirse
her birisi başkan tarafından tezkireler ile davet olunacaklardır.
Sekizinci Bent
60
Bilim ve sanâyiye dâir yazılacak kitapların herkesin anlayacağı sûrette âdî
Türkçe olmasına dikkat ve ihtimâm olunacağı gibi, menkıbe ve benzeri konularda
ağır bir dille kitâplar yazıldığı hâlde dahî takdir ve tahsin olunacaktır.
IV. Bölüm
Sûret-i Mükâfâtları
Birinci Bent
Eğitim ve bilim adamları hakkında olacak mükâfat eğitim ve bilime ettikleri
hizmete göre olmak lâzım gelip bu cihetle bu kişilerin hizmetleri üç derece kabul
olunmuştur. Şöyle ki: Birisi kendiliğinden olarak bir kitap tercüme veya telif eder ve
bunun gerekliliği sabit olmasa da yararı sâbit olur ise üçüncü derece ve özel birisi,
görevlendirilerek veya kendiliğinden olarak telif ve tercüme edip, o eserin önemli ve
gerekli olduğu anlaşılır ise ikinci mertebe ve olağanüstü telîflerin içinden devlet ve
millete gayet menfaatli bir hizmet meydana getirilir, yanî eğitim işlerine veya bir
bilim dalına dâir yeni bir şey yapılır ise birinci derece kabul olunacaktır.
İkinci Bent
Üçüncü derecede hizmet eden olur ise yazdığı kitabın geliri kendisine âit
olmak imtiyâzı verilecek ve yâhut bu imtiyâz bedelinde kendisine münâsip görülecek
mertebe nakden ödenip o kitaptan elde edilecek gelir Maârif-i Umûmiye Nezareti
bütçesine âit olacaktır.
Üçüncü Bent
İkinci derecede hizmet eden, önceki derecede olan imtiyaza nâil olduktan
sonra, Levha-ı İmtiyâz adı ile Encümen mahalline yapılan kitabeye ismi yazılarak
ismi ölümsüzleştirilecektir.
Dördüncü Bent
61
Birinci derecede hizmet eden kişiye, önceki derecelerde olan imtiyâzlardan
başka bir kıt’a madalya dahî verilecektir.
Beşinci Bent
Belirtilen çeşitli imtiyazlara gerek dahili üyeler ve gerek harici üyeler eşit
şekilde nâil olabileceklerdir.
Altıncı Bent
Anılan derecelerin temyiz ve tayininde Encümence çoğunluk oyuna mürâcaat
olunacak, ardından Meclis-i Maârif’e mazbata ile durum bildirilecek ve oradan da
Padişah hazretlerinin onayı ile gereği yapılacaktır.
Encümen nizamnamesini incelediğimizde dikkatimizi çeken birkaç detaydan
bahsetmek istiyoruz.
Encümenin kuruluşu için yapılan hazırlıkların oldukça titiz bir çalışmanın
ürünü olduğu bellidir. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulduğu, beklenen hizmetler,
üyelerde aranan üstün nitelikler ve yapılan işin karşılığı olarak verilecek şeyler
detaylı bir şekilde düşünülmüştür. Yapılan iş için Şeyhülislam’dan ve Meclis-i
Vâlâ’dan da onay alınarak herkesin bu çalışmayı desteklemesi sağlanmıştır.
Nizamnamenin içeriğine baktığımızda ise öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, her
ne kadar telif ve tercüme kelimeleri bir arada kullanılsa da, Encümenin esas görevi
tercümedir diyebiliriz. Üyelerde aranan dil bilme şartı ve harici üyelerin yabancı da
olabileceğinin belirtilmesi de yine tercüme konusuna büyük önem verildiğini
göstermektedir.
Bizce daha önemli mesele ise dilin geliştirilmesi konusudur. Meclis-i
Muvakkat
raporunda
bu
konu
açıkça
geçmemektedir.
Meclis-i
Maarif-i
62
Umumiye’nin raporunda ise, daha önce de belirttiğimiz üzere, geçmiş asırlarda
yazılan eserlerde Türkçenin terk edilmesinden şikayet edilmektedir. Yine bu meclis
tarafından Takvim-i Vekayi’de yayınlanmak üzere yazılan ve encümenin
nizamnamesiyle beraber yayınlanan layihada ise geçmişten kalmış çok sayıda ve
değerli eserler olduğu ancak bunların halkın anlayamayacağı ölçüde süslü ve ağır
ifadelerle yazıldığı ve çoğunun bilimlerin ancak bir şubesi olan şiir ve inşa ile sınırlı
olduğu belirtilmektedir. Yani bu layihalarda dil konusu esas olarak, Sultan
Abdülmecit’in 1845’teki hatt-ı hümayununda yer alan ‘halkın bilgisizliğinin
giderilmesi’ amacı doğrultusunda dilin sadeleştirilmesi yönüyle ele alınmıştır.
Dolayısıyla nizamnamede Encümenin iki asli görevinden birisi olarak
Türkçenin ilerlemesine hizmet edeceğinin belirtilmesi biraz şaşırtıcıdır. Ayrıca
yukarıda belirttiğimiz üzere, açılışta okunan ve Cevdet Paşa tarafından yazılan
nutukta sözün ve dilin öneminden uzun uzun bahsedilmesi ve tercüme faaliyetlerinin
dilin gelişmesine de katkı sağlayacağının belirtilmesi ile açılışa yakın dönemde
Cevdet Paşa’nın bir gramer kitabı yazması gibi durumlar, Türkçenin geliştirilmesi
yönünde bir düşüncenin bazı meclis üyelerinin aklına layihaların yazılmasından
sonra geldiği izlenimi uyandırmaktadır.
Nizamnameyi inceleyerek Encümen-i Daniş’in yapısı ve bir akademi olarak
değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusunda da görüşlerimizi belirtmek
istiyoruz.
Osmanlı İmparatorluğunun modern anlamda kurumsallaşma ve kanunlaştırma
hareketlerinin görüldüğü bir dönem olan Tanzimat dönemini incelerken, neyin neden
ve nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı fikirler olması, Avrupa ülkelerinin ne
ölçüde örnek alındığı ve kullanılan terimlerle ne kastedildiği gibi konularda
63
araştırmacıların farklı yorumlarda bulunduğu görülmektedir. Bu durum Encümen-i
Daniş ile ilgili yapılmış çalışmalarda da göze çarpmaktadır. Encümen-i Daniş bir
akademi midir? Kuruluşunda Fransız Akademisi mi örnek alınmıştır? gibi sorulara
verilen cevaplar farklı farklıdır.
Örneğin,
önceki
bölümlerde
bahsettiğimiz
meclislerin
raporlarında,
Encümen-i Daniş için ‘cemiyet’ teriminin kullanılması yorum farklılıklarına sebep
olmuştur. Çünkü “Bu kavramın Osmanlı Devleti’nde oldukça geniş bir kullanım
alanı bulunmaktadır. Resmi kurumlara, suç gruplarına, bilimsel ve düşünsel
Topluluklara, şirketlere vb. birçok uygulamaya cemiyet adı verilmektedir. Örneğin
Mecelle Cemiyeti ya da Tercüme Cemiyeti tamamen resmi komisyonlar olmalarına
karşın, cemiyet olarak adlandırılmışlardır. Hilal-i Ahmer Cemiyeti ise yarı resmi
cemiyetlere örnek olarak verilebilir. Kaynaklarda herhangi bir suç grubuna dair
‘fesad cemiyeti’ nitelemesine oldukça sık rastlanır. Örneğin faaliyetlerinden ve
düşüncelerinden hoşlanılmayan komün hareketi sık sık Cemiyet-i Fesadiye olarak
anılmaktadır. Yine bu anlayışın bir ürünü olarak, Beşiktaş Topluluğu’na sonradan
Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi denilmiştir.”111 Bu kadar geniş bir kullanım alanı olan,
buna karşılık hukuki tanımı olmayan bu terimin yorum farklılıklarına sebep olması
gayet doğaldır. Terimin sözlük karşılığı ise Develioğlu tarafından sadece topluluk
şeklinde verilirken, Redhouse birinci anlam olarak topluluk, ikinci anlam olarak ise
İngilizce’de şirket, kurum, birlik gibi anlamalarda kullanılan association karşılığını
kullanır.112 İlhan Ayverdi’nin bu kelime için verdiği yedi karşılıktan biri olan aynı
amaçla bir araya gelen insanların oluşturdukları Topluluk şeklindeki tanım ise geniş
kullanımı açıklamakla beraber bize fazla yardımcı olmamaktadır. Bu sebeple
111
112
Karaçavuş, a.g.e., s.39
J. Redhosuse, İngilizce-Türkçe Sözlük, İstanbul-1998, s. 221
64
Encümen-i Daniş’i tanımlarken, günümüzdeki anlamıyla, kullanılması gereken
kelimenin ne olması gerektiği konusunda iki görüş öne sürülmüştür.
Ekmeleddin İhsanoğlu, “bugünkü anladığımız manada ‘cemiyet’ kelimesi
tesbit edebildiğimiz kadarıyla, ilk olarak, 1845’te kurulmuş olan Meclis-i
Muvakkat’ın hazırlamış olduğu tarihsiz bir raporda görülmüştür. Daha sonra, 11
Şubat 1851 tarihili Meclis-i Maarif-i Umumiye raporunda, Encümen-i Daniş için
kullanılmıştır. Burada Cemiyet tabirinden bir topluluk değil, ancak “… ammeye
ehemm ü elzem olan kitapların bir an akdem vücuda getirilmesi için ashab-ı hüner ve
marifetten mürekkep bir Cemiyetin teşkiline aklen lüzum görülerek” ibaresinde ifade
edilmek istenenin bir tüzel kişilik olduğu anlaşılmaktadır. Böylece Türkiye’de
cemiyet adı ile tanımlanan ilk ilmi kurulun 1851’de teşkil edilen Encümen-i Daniş
olduğu ortaya çıkmaktadır.”113 Demek suretiyle cemiyet kelimesinin tüzel kişilik
sahibi dernek olarak anlaşılabileceğini ifade etmiştir.
Karaçavuş ise “Bu gün anlaşıldığı biçimiyle dernek, bir sivil toplum
örgütüdür ve devlet ile iç içeliğinin olmaması gerekir. Cemiyet sözcüğüne tüzel
kişilik kazandırıldığı takdirde belirli, bir kavramsallaştırma yapılarak derneğe
yaklaştırılmış olur. Ancak Encümen-i Daniş bizzat devlet tarafından ve devletin
içerisinde oluşturulmuş bir kurum olduğu için, cemiyet(dernek) olarak nitelenemez.
Böylece Encümen-i Daniş’in, kavramın tarihsel kullanımı açısından bir cemiyet
olarak nitelenebilse bile, bugünkü anlamda bir dernek olduğunun söylenmesinin zor
olduğu ortaya çıkar. Bizce bazı araştırmacıların Encümen-i Daniş’i cemiyet(dernek)
olarak nitelendirirken düştüğü hata, Encümen’in tüzel kişiliğe sahip olmasını aşırı
önemsemeleridir”114 diyerek İhsanoğlu’nun görüşüne karşı çıkmaktadır.
113
114
E. İhsanoğlu, Cemiyeti İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubu, s.54
A. Karaçavuş, a.g.e., s. 190
65
Bizce de Karaçavuş’un görüşü daha doğrudur. Ne sivil bir yönü ne de
bilimsel ya da idari bir özerkliği olduğu göz önüne alındığında, Encümen-i Daniş’in
günümüz terminolojisiyle bir ‘bilim kurulu’ ya da ‘bilim komisyonu’ gibi bir
ifadeyle isimlendirilmesi daha uygun olur ki sözlük anlamı itibariyle isminin karşılığı
da budur.
2.5- Encümen-i Daniş Akademi midir?
Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle akademinin ne olduğundan kısaca
bahsetmek gerekir. Köken olarak Akademi kelimesi, M.Ö. 4. yüzyılda Platon’un
öğrencilerine ders verdiği Atina yakınlarındaki bir yerin isminden gelmektedir.115
Rönesans döneminde İtalya’da yeniden ortaya çıkmaya başlayan akademi isimli
kurumlar buradan Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmıştır. İtalya’daki ilk akademiler
felsefe ve tarih üzerinedir. Daha sonrakiler ise dil akademileridir ve bir dil
akademisinin 1612’de bir sözlük hazırlamasının ardından başta Fransa olmak üzere
diğer ülkelerde de dil akademileri açılmıştır.116 Sonraki yıllarda, dünyanın pek çok
ülkesinde, bütün bilim dallarını kapsayan tek bir kurum ya da her alan için ayrı
kurumlar şeklinde, bilimsel faaliyetleri yönlendiren ve destekleyen üst kurumlar
olarak akademiler kurulmuştur. “Başka tabirle akademi; ilim adamlarını, ilmin
buluşlarını, ilmin çalışma araçlarını bir araya toplayan, böylece ilme en yüksek ve en
şümullü çalışma imkânları sağlayan yerdir.”117
Encümen-i Daniş’in akademi olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği
sorusuna dönecek olursak, öncelikle bu konudaki farklı yorumlardan bahsetmek
istiyoruz: Tanpınar’a göre Encümen-i Daniş, bizim uluslararası bilim ve düşünce ile
Tekeli ve diğerleri, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınevi, Ankara, 2011, s.51
Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 202
117
H. İnalcık; “Akademi Nedir, Türk Akademisi Nasıl Kurulmalıdır. Bir Örnek: Japon Akademisi”,
Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968,
s.487
115
116
66
temasımızı sağlayacak bir akademidir.118 Ülkütaşır’ın119, Sertoğlu’nun120 ve
Bilim’in121 çalışmalarının isimlerinde Encümenden Akademi diye bahsedilirken,
Aktepe,122 Danişmend,123 Gencer124 ve Şapolyo’nun125 çalışmalarının içinde yine
Encümen-i Daniş’ten Akademi şeklinde bahsedilmektedir. Karal’a126 ve Uçman’a127
göre de Encümen-i Daniş akademidir. Köprülü de “Akademi veya eski tabirle
Encümen-i Daniş”128 Ergin ise eserinde129 birçok yerde akademi tabiri yerine
encümen-i daniş demek suretiyle terim olarak Encümen-i Daniş’in Akademinin
karşılığı olduğunu ifade eder. Timurtaş ”Encümen-i Daniş devam etseydi, çoktan bir
ilimler akademisine sahip olacaktık”
130
şeklinde dolaylı olarak Encümeni akademi
olarak kabul ettiğinin ortaya koyar. Yabancı araştırmacılardan Chambers131 ve
Davison132 da akademi ifadesini kullanır.
A.H. Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 2001, s.144
M.Ş. Ülkütaşır, “Encümen-i Daniş -İlk Türk Akademisi-“, Türk Kültürü Dergisi, C. II, S. 17- 18,
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1964, ss.162 - 166
120
M. Sertoğlu, “Türkiye’de İlk İlimler Akademisi “Encümen-i Daniş” Nasıl Kuruldu, Ne Yaptı ve
Neden Dağıldı?”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.64, İstanbul, 1973, ss.12-15
121
C. Bilim, “İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, C.3, S.2, Ankara, 1985, ss.81 - 104
122
M. Aktepe, “Türkiye’de Akademi Meselesi ve II. Abdülhamid’e Dil Akademisi Hakkında Sunulan
Layiha”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.8, Ankara, 1968, s.24
123
İ.H. Danişmend; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.IV, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1955,
s.140
124
A.İ. Gencer, a.g.m. s.33
125
E.B. Şapolyo, “Encümen-i Daniş’in Tarihçesi”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI, S.67, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.440
126
E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi-Islahat Fermanı Devri(1856-1861), C. VI, Ankara-1988, s. 176-180.
127
A. Uçman, “Encümen-i Daniş”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.11, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul-1995, s. 176
128
M.F. Köprülü; “Akademi Meselesi”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.411
129
O.N. Ergin, a.g.e, C.I-II, s.180, s.276, C.III-IV, s.1347
130
F.K. Timurtaş; “Türk Akademisi Kurulurken”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.453
131
R. Chambers, “The Encümen-i Daniş and Ottoman Modernization”, VIII. Türk Tarih Kongresi
II. Ciltten ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 1981, s.1283
132
R.H. Davison, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856-1876, Çev: Osman Akınhay, Agora
Kitaplığı, İstanbul, 2005, s.188
118
119
67
Koçer, Fransız akademisinden ilham alındığını ifade etse de “ilim topluluğu”
ifadesini kullanarak akademi demekten kaçınır.133 Cemil Meriç ise “…1851’de
Mustafa Reşit Paşa’nın arzusuna uyularak Encümen-i Daniş tesis edildi. Fransız
akademisinin taklidi…”134 diyerek Encümenin taklit olduğunu savunur.
İskit135, Berkes136, Ayni137, Mardin138, Levend139, Lewis140, ve Shaw141 gibi
yerli yabancı bazı araştırmacılar ise bu tartışmaya girmez ve akademi tabirini de
kullanmazlar.
Encümen-i Daniş’in akademi olup olmadığı konusunda tereddüt belirten
araştırmacılar da vardır. Hacıeminoğlu, “o günün ölçülerine göre akademi
sayılabilecek olan Encümen-i Daniş” diyerek Encümenin eksikliklerinin önemini
vurgular. Akyüz de kitabında; “Cevdet Paşa’nın ifadesi değerlendirilecek olursa,
gerçekten de Encümen-i Daniş’in başlıca fonksiyonları arasında Türkçeyi geliştirme
ve ilerletmenin yer alışı, asli üye sayısının 40 olarak tespiti, boşalan üyelikler için
asli üyelerden her birinin aday gösterebilmesi ve üyeliğe kabul edilecek aday
hakkında encümen huzurunda tanıtıcı mahiyette bir konuşma yapması, beğenilen
eserler için mükafat sisteminin kabul edilmesi gibi hususlar, bu kuruluşla Fransız
Akademisi arasında bazı formel ve seremoniel benzerliklerin bulunduğunu hatura
getirmektedir”142 diyerek bu benzerliklerin tamamen biçimsel olduğunu ifade etmiş,
133
H.A. Koçer, a.g.e, s.61
C Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay. İstanbul-1993, s.329
135
S. İskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, MEB Yayınları, Ankara,2000, s.
39-42
136
N. Berkes, a.g.e., s.235
137
M.A. Ayni, Darülfünun Tarihi, Kitabevi, İstanbul, 2007, s.10
138
Ş. Mardin, a.g.e. s.254
139
A.S. Levend, “Türk Kültürünün Gelişmesinde Derneklerin ve Kurumların Rolü”, Türk Dili,
c:XVII, S.198 Ankara, Mart 1968, s.650
140
B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev.: Metin Kıratlı), Ankara-1991, s.432
141
S. J. Shaw-E.K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, (Çev.: Mehmet Harmancı),
C.II, E Yayınları, İstanbul-1994, s.145-146
142
K. Akyüz, a.g.e., s.29-30
134
68
böyle kuruluşlarda olması gereken akademik hürriyetten mahrum oluşunun da ciddi
bir eksiklik olduğunu belirterek akademi tabirini kullanmamıştır.
İhsanoğlu ise 1987 yılına ait bir çalışmasında “Devletin maarifin ıslahını
gerçekleştirmek amacıyla teşkil ettiği kurulların (Meclis-i Vala, Meclis-i Muvakkat,
Encümen-i Daniş) oluşturulmasındaki temel fikrin, Batı örneğindeki “ilimler
akademisi” gibi bir ilim müessesesi kurmak olmadığı görülmektedir…Türkiye’de
ilmî cemiyetlerin Batı’daki ilimler akademisine benzetilmesi Cevdet Paşa ile başlar.
Cevdet Paşa özellikle Encümen-i Daniş’i Fransız Akademisine benzetmektedir.
Cevdet Paşa’yı kaynak olarak kullanan günümüz tarihçileri de aynı görüşü
tekrarlarlar…”143 diyerek Encümenin akademi olarak kabul edilemeyeceğini
belirtmiş, ancak 1999 yılında yayımlanan bir başka çalışmasında ise “Şekil ve
usullerle ilgili bazı benzerliklere ek olarak, hedef ve gayeleri bakımından da 1635’te
Fransa’da kurulan Academie Francaise’e benzeyen Encümen-i Daniş, Osmanlı ilmî
ve mesleki cemiyetlerinin ilk nüvesini oluşturmuştur”144 demek suretiyle bu konudaki
fikrini değiştirdiğini göstermiştir. Tevetoğlu, “”bütün medeni ülkelerde benzerlerine
rastlanan bir ilim akademisi mahiyetinde olmak üzere Encümen-i Daniş’in
kurulması”145diyerek ihtiyatlı bir ifade kullanmıştır. Karamanlıoğlu ise, “akademi
anlamı ile kurulan fakat, maalesef, hem gerçek bir akademi karakterini alamayan,
hem de uzun ömürlü olamayan Encümen-i Daniş”146diyerek Encümeni akademi
olarak görmediğini belirtir. Bağış ise, böylesi kurumların akademik olarak
nitelenebileceğini söylemekle beraber, Osmanlı Devleti’nde III. Selim ile başlayan
E. İhsanoğlu, “Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmî ve Mesleki Cemiyetleşme
Hareketlerine Genel Bir Bakış”, OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987,
İstanbul -1987, s.19
144
E. İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, C.I, s.345
145
F. Tevetoğlu, “Türk Akademisi ve Atatürk”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.415
146
A.F. Karamanlıoğlu, “Akademi Konusunda Kaçan Fırsatlar”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67,
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.449
143
69
meşveret uygulamalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan meclislerle Encümen
arasında bir bağ olduğunu ifade ederek, Encümen-i Daniş’in de Tanzimat
Dönemi’nde oluşturulmuş olan çeşitli meclislerin bir benzeri olduğunu iddia eder.147
Bu arada, Encümen-i Daniş’in kuruluşunda örnek alındığı söylenen
Academie Francaise ile ilgili olarak şu bilgiyi vermemiz gerektiğini düşünüyoruz:
Fransızcanın düzenlenmesi ve geliştirilmesi için 1635 yılında resmen oluşturulan bu
kurum, 1789’daki ihtilalden birkaç yıl sonra, 1793 yılında, diğer kraliyet
kurumlarıyla birlikte kapatılmış, 1796’dan itibaren ise ülkedeki bütün bilim, edebiyat
ve sanat çalışmalarını gözetmek için oluşturulan Fransız Enstitüsü’nün beş alt
biriminden birisi haline getirilmiştir148. Kendi içinde geniş bir özerkliği olsa da artık
ayrı bir yapı olma özelliğini kaybetmiştir. Yani Osmanlı devlet adamlarının XIX.
Yüzyılda gördüğü Fransız Akademisi, Fransız Enstitüsünün dil ve edebiyat
konusunda çalışmalar yapan alt birimidir. Dolayısıyla, kendi ülkelerinde bütün
bilimlerde gelişme sağlamak için bir kurum oluşturmayı düşünen Tanzimatçılar için
Fransız Akademisi, ancak şekil yönünden örnek alınabilecek bir kurum hüviyetinde
görünmektedir.
Encümenin sıkı bir denetim altında çalışması ve bilimsel özerkliğinin
olmayışı ise bir eksikliktir elbette. Ancak o dönemin devlet yapısı ve anlayışı göz
önüne alındığında şaşırtıcı değildir. Her ne kadar Osmanlı modernleşmesinde en çok
Fransa ve İngiltere’den etkilenildiği düşüncesi yaygınsa da, özellikle idari
kurumların oluşturulmasında İngiliz ve Fransız modellerinin fazlasıyla liberal ve
meşruti olduğu ve dolayısıyla Osmanlı yönetim geleneğine uymadığı gerekçesiyle,
daha mutlakıyetçi olan Avusturya ve Prusya modellerinin örnek alındığını
147
148
A.İ. Gencer; a.g.m. s.31,33,37
Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, s. 200,
70
biliyoruz.149 Dolayısıyla Encümen-i Daniş’in kuruluşunda oluşturulan bu sıkı
denetim, herhangi bir kurumda olduğu veya olabileceği gibi yapılmış bir
uygulamadır bizce. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki akademik özgürlük, o dönem
Avrupa’sı için de yeni bir kavramdır. XIX. Yüzyıl başlarında, ilk gerçek modern
üniversite olarak kabul edilen Berlin Üniversitesini kuran Wilhelm von Humboldt’a
göre devletin üniversiteye bağımsızlık garanti etmesi gerekir. 150 Bu dönemde
akademik özgürlük, öğretme özgürlüğü, öğrenme özgürlüğü ve araştırma özgürlüğü
olarak tanımlanmıştır.151 Dolayısıyla henüz Avrupa’da bile yeni yeni tartışılan bir
durumun Osmanlı Devletinde olmayışını doğal karşılamak gerekir. Hatta XX.
Yüzyılda kurulan modern ancak otoriter yönetimlerin olduğu ülkelerde de akademik
özgürlük yoktu.
Bu hususların dışında şunu belirtmemiz gerekir ki; Osmanlı ve İslam
tarihinde örneği bulunmayan Encümenin ismi dahi farklılık arz eder; “Bu kurula, iki
Farsça kelimeden meydana gelen ve bilim kurulu manasına gelen Encümen-i Daniş
adının verilmesinin sebebi ise Osmanlı geleneği içindeki eğitim kurumlarından farklı
olduğunun belirtilmek istenmesindendir.”152 Geçmişten farklı bir bilimsel yapı
oluşturmak ve bütün ülkede bilimin gelişmesi için çalışmak, elbette Avrupa’da
örnekleri görülen türde bir kurumun yapabileceği bir iştir. Bu noktada belirtmeliyiz
ki, bazı Avrupa ülkelerinde bu görevi üstlenen kurumlar için Akademi, bazılarında
ise Enstitü ismi kullanılmaktadır. Dolayısıyla Encümen-i Daniş’in Batı ülkelerindeki
A. Akyıldız; Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, Eren Yayıncılık,
İstanbul, 1993, s.293
150
S. Aydın, “Bilgi Toplumu İdealini Gerçekleştirmede Günümüz Üniversiteleri”, Mantık,
Matematik ve Felsefe 10. Sempozyumu (4 - 7 Eylül 2012 Foça), cms.inonu.edu.tr /panel/
uploads/5/232/bilgi-toplumu-idealini-gerceklestirmede-gunumuz-universiteleri.doc, s.3
151
T. Gediklioğlu, “Yükseköğretimde Akademik Özgürlük”, Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, C.3,
S.3, ss.179-183, s.180
152
İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi., C.I, s.345
149
71
akademi veya enstitülerin görevini yapması amacıyla kurulduğu açıktır. Nitekim
kuruluşundan sonraki döneme ait arşiv belgelerine baktığımızda, “Waşington’da
İsmit Sonyan adlı Encümen-i Daniş’den”153, “Fransız Encümen-i Daniş’i”154,
“Kopenhag Encümen-i Daniş’i”155, “Berlin Encümen-i Daniş’i”156şeklinde ifadeler
olduğunu görüyoruz. Bu belgelerde Encümen-i Daniş ismi, hem enstitü hem de
akademi yerine kullanılmıştır.
Bu noktaya kadar anlattıklarımız göz önüne alındığında, bir takım eksiklikleri
veya farklılıkları olsa da, dilin geliştirilmesi ve genel olarak bilimin desteklenip
yaygınlaştırılması amaçlarıyla kurulmuş bir kurum olduğundan, Encümen-i Daniş,
için akademi denilmesinde bir mahzur olmadığı kanaatindeyiz.
153
BOA, A.AMD, 79 / 12
BOA, MF.MKT., 93 / 145
155
BOA, MF.MKT. 779 / 13
156
BOA, MF.MKT. 131 / 87
154
72
III. BÖLÜM
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ
III. BÖLÜM
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ
Encümen-i Daniş’in bazı üyeleri hakkında bir hayli bilgi mevcutken bazıları
hakkında hemen hemen hiç bilgi yoktur. Bu sebeple biz de bazı üyeler hakkında
geniş bilgi verirken bazıları hakkında kısa bilgiler verebiliyoruz.
3.1- Dâhili Üyeler
1- Mustafa Reşid Paşa: 16 Şevval 1214'te (13 Mart 1800) İstanbul'da
Davutpaşa mahallesinde doğdu. Babası II. Bayezid evkafı ruznamçecisi Mustafa
Efendi'dir. Oğluna okuyup yazmayı o öğretmiştir157. Düzenli bir öğrenim görmedi ve
kendi kendini yetiştirdi. Küçük yaşta babasını kaybedince eniştesi Ispartalı Seyyid
Ali Paşa tarafından himaye edildi ve paşanın kısa süren sadareti sırasında (18201821) mühürdarlık vazifesini üstlenip devlet memuriyetine girdi. Seyyid Ali Paşa'nın
görevden alınmasından sonra Beylikçi Akif Efendi'ye intisap etti ve Babıâli Mektûbi
Kalemi'ne tayin edildi. Onun aracılığıyla 1828–1829 Osmanlı-Rus savaşı esnasında
orduyla hareket eden Sadrazam Sırrı Paşa maiyetine mühürdar olarak verildi.
Ordudan yazdığı tahrirattaki sade anlatımı ve terkip kudreti II. Mahmud'un
dikkatini çekti. 1829 Edirne barış görüşmelerine başkâtip sıfatıyla katıldı. Daha sonra
amedî odasına geçti. Burada, yeteneklerini takdir eden Reisülküttab Pertev
Efendi'nin şahsında kendisine bütün ömrünce bağlı kalacağı önemli bir hami buldu
ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile yapılan görüşmelerde ikinci kâtip olarak onunla
beraber Mısır'a gitti (1830)158
Dönüşünde amedî vekili (1831) ve Haziran 1832'de asaleten amedî oldu.
Mısır kuvvetlerinin Konya'daki galibiyeti üzerine Halil Rifat Paşa maiyetinde tekrar
C. Baysun, “Mustafa Reşit Paşa”, Tanzimat I, ss.723-746, s.723
K. Beydilli, “Mustafa Reşid Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.348-350, İstanbul, 2006,
s.348
157
158
73
Mısır'a gitti. Kütahya'da Kavalalı İbrahim Paşa ile yapılan görüşmelere katıldı (MartMayıs 1833). Adana muhassıllığının İbrahim Paşa'ya bırakılmasının önlenememiş
olması sebebiyle gözden düştü.
Cezayir'in durumunu görüşmek amacıyla amedîlik üzerinde kalmak üzere
Temmuz 1834'te fevkalade orta elçi sıfatıyla Paris'e gönderildi. Mart 1835'te
İstanbul'a döndü ve Temmuz ayında Paris'e daimi elçi olarak tayin edildi. Eylül
1836'da Londra elçiliğine getirildi ve İngiltere'nin yardımının sağlanması için çalıştı.
İngiltere'nin, Mehmed Ali Paşa'nın ihtiraslarına gem vurulması konusunda Osmanlı
Devleti'nin yanında yer almasını sağladı. Paris'te ve Londra'da geçirdiği üç yıl içinde
Avrupa diplomasisini yakından tanıyan, Fransızcasını ilerleten ve önde gelen devlet
adamlarıyla görüşmeler yaparak tecrübe kazanan Mustafa Reşid 1836 sonbaharında
Hariciye Müsteşarı, 13 Haziran 1837’de Hariciye Nazırı oldu. 159
Mehmed Ali Paşa'ya karşı İngiltere’nin desteğinin sağlanması amacıyla bu
ülkeyle Baltalimanı Ticaret Antlaşmasının imzalanmasını sağladı. Ardından bu
devletle bir ittifak oluşturulması göreviyle Londra büyükelçiliğine tayin edildi.160
Abdülmecid'in tahta çıkması üzerine İstanbul'a dönerek huzura kabul edildi (8
Eylül1839). Mısır meselesinin çözümünde etkin bir rol üstlendi ve Tanzimat
Fermanı'nın ilan edilmesini temin etti (3 Kasım 1839). 1841’de dördüncü defa Paris
elçiliğine atandı. 161
1845'te yeniden Hariciye nazırlığına getirildi. Mısır valisinin bağlılığını arz
etmek üzere İstanbul’a gelmesinin bu nazırlığı esnasında gerçekleşmiş olması
kendisine sadaret kapısını açtı.162 Kısa süren bu ilk sadaretinde ıslahat çalışmalarına
159
A.g.e, s.348
R. Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK Basımevi, Ankara, 2010, s.126-130
161
K. Beydilli, Mustafa Reşid Paşa, s.348
162
C. Baysun, Mustafa Reşit Paşa, s.737
160
74
devam etti. Muhaliflerine karşı verdiği mücadele neticesinde 28 Nisan 1848'de
azledildiyse de 12 Ağustos'ta ikinci defa sadarete getirildi. 26 Ocak 1852'de
görevden alındı. 5 Ağustos 1852 tarihine kadar sürmek üzere üçüncü defa sadrazam
oldu (5 Mart 1852). Bu sadaretleri esnasında kurulması düşünülen Encümen-i Daniş'
in açılmasında etkili rol oynadı (Temmuz 1851).
1848 ihtilalleri sebebiyle Osmanlı Devleti'ne iltica eden Macar ve Leh
milliyetçilerinin iade edilmemesiyle Rusya ve Avusturya ile başlayan gerginliğin
Rusya ile Kırım savaşına dönüşmesi üzerine İngiltere ve Fransa'nın desteğini alarak
bu savaşın kazanılmasında önemli rol oynadı.
Süveyş Kanalı projesine karşı çıkması Fransa'nın tepkisine yol açtığından
savaş devam ederken vazifesinden alındı (2 Mayıs 1855). Kırım savaşının devamı,
18 Şubat 1856 tarihli Islahat Fermanı'nın hazırlanışı ve Paris Antlaşması (30 Mart
1856) gibi önemli gelişmeleri dışarıdan takip etmek zorunda kaldı. Mısır'a yaptığı
seyahat dönüşünde beşinci defa sadarete getirildi (1 Kasım 1856). 163
Fransa ile Memleketeyn hakkında yaşanan bir anlaşmazlık sonucunda, yine
siyaseten azli gerekli görüldü (1 Ağustos 1857). Krizin Fransa'nın arzusuna göre
geçiştirilmesinden sonra altıncı defa sadrazam oldu. (22 Ekim 1857) Kısa süren bu
son sadareti, başta yetiştirmeleri olan Mehmed Emin Alı ve Keçecizade Fuad Paşalar
olmak üzere bütün siyasi rakipleriyle barışıklık içinde geçti ve bir kalp krizi
neticesinde 21 Cemaziyülevvel 1274'te (7 Ocak 1858) vefat etti. Türbesi Beyazıt
Camii Külliyesi yanındadır.
Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat döneminin az sayıdaki misyon sahibi devlet
adamlarındandır. Cevdet Paşa'nın deyişiyle "Efkarı neşr-i maarif, ta'mim-i terbiye ile
163
K. Beydilli, Mustafa Reşid Paşa, s.349
75
ve devleti usul-i cedide-i Avrupa'ya tevfikan tanzim etmek" kanaatine sahipti.164
Bunu devletin ayakta kalmasının başlıca şartı olarak görmekteydi.
Reşid Paşa'nın en çok dikkat çeken özelliklerinden biri Tanzimat Fermanı'nın
ilanını sağlamış olmasıdır. Bu işin sorumluluğunu, fermana esas teşkil etmek üzere
kabul edilen metnin altında imzası bulunan otuz sekiz devlet ricaliyle paylaşmış
olmasını165 ve bizzat padişahın onayından geçtiğini de dikkate almak gerekir. Ancak
bu, kendisinin fermanın ilanındaki etkin rolünü ve önemini azaltmaz. Mustafa Reşid
Paşa'nın o sırada sadrazam bulunan Koca Hüsrev Paşa ve çevresindekilerin samimi
olmayan tutumlarına karşı direnmesi fermanın ilanı kadar uygulanmasıyla ilgili
girişimlere damgasını vurmuş kendisini haklı olarak öne çıkarmıştır.
Mustafa Reşid Paşa'nın devletin bekasını büyük devletler arasındaki dengede
görmesi dış siyasetinin ana çizgisini belirler. Diğer devletlere nazaran İngiltere'nin
ekonomik ve askeri üstünlüğüne inanmaktadır ve iktidarda bulunduğu sıralarda
icraatına bu doğrultuda yön vermiştir. Bu anlamda da İngiltere tarafından himaye
edilir 166
Tanzimat'ın ilanı dışında 1848 mülteciler meselesindeki tutumu ve 1853
Kırım savaşında İngiltere ile Fransa'nın müttefik olarak kazanılması önemli
başarılarındandır.
Mustafa Reşid Paşa, resmi yazışmanın sadeleştirilmesinde ve herkesin
anlayacağı şekilde "kaba Türkçe" olarak yazılmasında öncülük etmiştir167.
2- Arif Hikmet Ahmet Efendi: İstanbul'da doğdu. Babası III. Selim devri kazasker
ve nakibüleşraflarından İbrahim İsmet Bey'dir. Arif Hikmet 1796'da müderris payesi
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.23
C. Baysun, Mustafa Reşit Paşa, s.709,
166
K. Beydilli, Mustafa Reşit Paşa, s.350
167
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58
164
165
76
alarak ilmi ve edebi çalışmalara başladı. 1814'te hacca gitti. Daha sonra sırasıyla
Kudüs (1816 ). Mısır (1820) ve Medine (1823) kadılıklarında bulundu. 1829'da nüfus
tahrir işlerine nezaret etmek üzere Rumeli'de görevlendirildi. Seyyid olması
dolayısıyla bir yıl sonra nakibüleşraf, 1833'te Anadolu kazaskeri. 1838’de Rumeli
kazaskeri oldu. Ertesi yıl Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliyye azalığına, hemen
ardından da Rumeli müfettişliğine getirildi ve Meclis-i Maarif-i Muvakkat'a üye
seçildi. Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin vefatı üzerine 11 Aralık 1846'da
şeyhülislam tayin edildi. 168 Bu görevde yedi buçuk yıl kadar kaldı.
Sultan Abdülmecid devrindeki Saftatar Vak'ası' nda müsamahakâr davrandığı
için azledildi (24 Mart 1854). Yerine tayin edilen Mehmed Arif Efendi'nin 1858'de
ölümü üzerine ikinci defa şeyhülislamlığa getirilmesi söz konusu olduysa da
Sadrazam Âlî Paşa ile arasının açık olması dolayısıyla tayini gerçekleşmedi. Arif
Hikmet 22 Mart 1859'da İstanbul'da vefat etti. Üsküdar Nuh Kuyusu'nda Kartalbaba
Tekkesi (bugün Kartalbaba Camii) karşısında bulunan hazireye defnedildi. Son devir
Osmanlı alimleri arasında önemli bir yeri olan Arif Hikmet Bey, nadir eserlerden
meydana gelen 12.000 ciltlik bir kütüphaneye de sahipti. Bunlardan 5000 kadarını
Medine'de Mescid-i Nebevi'nin kıble tarafında inşa ettirdiği (1853- 1855), bugün de
kendi adıyla anılan kütüphaneye vakfetmiştir. 169
Klasik tarzda şiirler ·yazan ve şiirlerinde Nef'i. Nabi ve Nedim'in etkileri
görülen Arif Hikmet Bey, eski şiirin "bakıyyetü's- selef" denilen son temsilcilerinden
biri olarak tanınmaktadır. Üç dilde yazdığı şiirlerini topladığı divanından takdirle
bahseden Cevdet Paşa bilhassa Arapça şiirlerini çok beğenir.
Fatin Davud; Hatimet’ül Eş’ar (Fatin Tezkiresi), Haz: Ömer Çiftçi,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-219117/h/metin.pdf, s.112
169
M.L. Bilge, “Arif Hikmet Bey Şeyhülislam”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.3, ss.365-366, s.365
168
77
Arif Hikmet geniş bilgisi, okumaya ve kitaba düşkünlüğü, nadide kitaplara
sahip kütüphanesi ve cömertliği yanında konağını devrin bilgin, şair ve diğer
sanatçılarının toplandığı bir merkez haline getirmesiyle de tanınmış ve birçok
sanatçı, ilim adamı ve şairle yakın dostluklar kurmuştur. Eserleri: 1. Divan.
Kütüphane kataloglarında "Mecmua-i Eş'ar" ismiyle kayıtlı bulunan Arif Hikmet'in
şiirleri Mehmed Ziver tarafından bir araya getirilerek Divan-ı Arif Hikmet Beyefendi
adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1283). 2. Tezkire-i Şuara. Millet Kütüphanesi'nde Ali
Emiri hattıyla yazılmış bir nüshası bulunan (Ali Emiri, Tarih, nr. 789) bu eser, 1000–
1252 (1592–1837) yılları arasında yaşamış 203 şairin hal tercümesini mahlaslarına
göre sıraya koyarak vermektedir 3. Mecmuatü't- teracim: Alfabetik sıra ile ulema,
tarikat şeyhleri ve şairlerin hayatlarının anlatıldığı biyografik bir eserdir. 4.
HuHisatü'l- makiilat ii mecalisi'l--mükôlemat. İçinde, babası ibrahim İsmet Bey'in
murahhas üye olarak bulunduğu siyasi meclislerde yapılan muahedelerin yer aldığı
eseridir. 5. el-Ahkamü'l-mer'iyye fi'l-arazi'lemiriyye. 1263 ( 1847) tarihli tapu
nizamnamesini de ihtiva eden bu eserin yazma nüshası istanbul Üniversitesi
Kütüphanesi'ndedir (İbnülemin, nr. 2958) Eser ayrıca birkaç defa basılmıştır
(İstanbul 1265, 1267, 1269) Bunlardan başka istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde
İbnülemin yazmaları bölümünde kendi el yazısıyla Rumeli Teftiş Defteri (TY. nr.
2466, 2475) ile Mecmu'a-i Eş'ar (AY, nr. 2489) ve kısa bazı bilgiler ihtiva eden bir
hatıra defteri (TY, nr. 2457, 2751) bulunmaktadır. Ayrıca İbnülemin'in de bahsettiği
(Son Asır Türk Şairleri, s. 642). Keşfü'z-zunun'a hazırladığı bir zeylin eksik bazı
nüshaları istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde kayıtlıdır.170
170
A.g.e, s.366
78
3- Mehmet Rüştü Paşa: Şubat 1811’de Sinop’a bağlı Ayandon kazasında doğdu.
Asıl adı Mehmed Rüşdü olup kayıkçı Hasan Ağa’nın oğludur. Kendisi üç yaşlarında
iken ailesi İstanbul’a gelip yerleşti.171 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından
sonra Tophâne’de açılan Asâkir- i Muntazama Yedinci Tertip Taburu’na girdi. Özel
hocalardan Arapça ve Farsçanın yanı sıra Fransızca öğrendi. Fransızca öğrenmesi
memuriyet kademelerinde hızla yükselmesine zemin hazırladı. Hüsrev Paşa’nın
aracılığı ile bazı askerî nizamnamelerin Türkçeye tercümesi işiyle meşgul olmak
üzere serasker tercümanlığına getirildi. Bundan dolayı “Mütercim” lakabıyla şöhret
buldu. Kolağası rütbesiyle Rumeli, Anadolu ve Suriye’de dokuz yıl hizmet
gördükten sonra 1839’da miralay, 1843’te Rumeli ordusunda mirliva oldu; ardından
Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî’ye üye yapıldı. 1845’te ferik rütbesine terfi ettirildi ve redif
kuvvetlerinin kuruluşuyla görevlendirildi. 1847’de Hassa Ordusu müşirliğine,
ardından Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî reisliğine (Haziran 1848), seraskerliğe (Mayıs 1851)
ve yeniden Hassa Ordusu müşirliğine (23 Mayıs 1853) getirildi. Bu görevinde altı ay
kadar çalıştıktan sonra istifa etti. Meclis-i Tanzîmat üyesi (Ekim 1854) ve arkasından
ikinci defa serasker (Haziran 1855) oldu. Azledildikten sonra (Kasım 1856) kısa
sürelerle yeniden seraskerlik, Tophane müşirliği, Meclis-i Âlî üyeliği ve reisliği
görevlerinde bulundu.172
Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın azliyle 24 Aralık 1859 tarihinde
sadrazamlığa getirildi. Ancak İngiltere Kraliçesi Victoria’nın padişaha yazdığı bir
mektupta Mehmed Emin Paşa’nın azlinden üzüntü duyduğunu belirtmesi ve bu arada
saray erkânının kendisi aleyhinde bulunması yüzünden azledildi (27 Mayıs 1860).
1860 yılı ortalarında Meclis-i Hazâin reisi ve Eylül 1861’de dördüncü defa serasker
171
172
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982, s.101
A. Saydam, “Mütercim Rüşdü Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.32, ss.202-203, s.202
79
tayin edildi. Seraskerlik görevinden ayrılınca bir süre mâzul kalan Rüşdü Paşa
Meclis-i Âlî üyeliğine (Temmuz 1865), ardından Meclis-i Vâlâ reisliğine (30 Nisan
1866) ve kısa bir süre sonra da ikinci defa sadrazamlığa (5 Haziran 1866) getirildi.
Girit isyanının alevlendiği bu sırada bir Yunan savaşının patlak vermesinden ve
Rusya’nın işe karışacağından endişelenen Rüşdü Paşa sadaret görevinden istifa etti
(11 Şubat 1867) ve beşinci defa seraskerliğe getirildi. Bu görevi bir yıl sürdü.
1872’de üçüncü defa getirildiği sadâretten 1873’te istifa etti. 1876’da görevinden
uzaklaştırılan Mahmud Nedim Paşa’nın yerine dördüncü defa sadrazamlığa getirildi.
Onun sadrazamlığı ile birlikte Osmanlı Devleti’nde yeniden İngiltere yanlısı bir
politika hâkim oldu.173
Durumun sakinleşmesiyle padişahın Mahmud Nedim Paşa’yı tekrar sadârete
getirmek istemesi saltanat değişikliğine gidilmesi fikrine kuvvet verdi. Böylece
Mütercim Rüşdü Paşa ile onun sadrazamlığı döneminde önemli makamlara gelen
Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Sultan
Abdülaziz’in hal‘ini gerçekleştirdiler. Bununla beraber konuşmalarında bu olayı
benimsemediğini, hatta padişahı uyarmaya teşebbüs ettiğini, fakat sonuçta
arkadaşlarıyla birlikte hareket etmek mecburiyetinde kaldığını söylemekteydi.
Sultan V. Murad’ın saltanatı süresince onun hastalığı dolayısıyla ülkeyi âdeta
padişahsız idare etti. Cevdet Paşa ile beraber, akıllı bir padişahın olması halinde
Kanûn-ı Esâsî’ye gerek olmadığı, Tanzimat ilkelerinin yeterli sayıldığı görüşünü
savunmaktaydı. Bu sırada yapılan Kânun-ı Esâsî tartışmalarında en sert muhalefeti
gösterdi.
173
A.g.m, s.202
80
II. Abdülhamid’in saltanatının ilk anlarında makamını koruduysa da
padişahın devlet işleriyle yakından ilgilenmesinden rahatsız oldu. Öte yandan
padişah da onu yeterli görmemekte, ayrıca Sultan Abdülaziz’in ölümü dolayısıyla
kendisine güven duymamaktaydı. Mütereddit bir şahsiyete sahip olan Rüşdü Paşa
Rusya ile savaş ortamına girildiği, Kânun-ı Esasî hazırlıkları ve Tersane Konferansı
ile ilgili çalışmaların yoğunlaştığı bir sırada ihtiyarlığını ve rahatsızlığını ileri sürerek
istifa etti (19 Aralık 1876).
Ali Suâvi vak‘ası üzerine azledilen Sâdık Paşa’nın yerine beşinci defa
sadârete getirildi (28 Mayıs 1878) ancak yedi gün sonra azledildi.174 Şubat 1879’da
Manisa’daki çiftliğinde oturmasına izin verildi.. Nisan 1882’de Manisa’da vefat etti
ve Hatuniye Camii bahçesine defnedildi. Son derece dürüst, asla rüşvet kabul
etmeyen, kanunları iyi bilen, zeki, ciddiyetten ayrılmayan ve güzel konuşan bir
devlet adamıydı. Mâzul iken iyi bir tenkitçi olarak sivrilmişse de iktidara geçtiğinde
pek önemli bir icraat gösterememiştir. Saray, ordu ve Bâbıâli arasında denge unsuru
olup ilk başlarda saray-ordu grubunun taraftarı gibi görünmüşse de devlet adamları
arasındaki gruplaşmalarda her tarafla iyi ilişkiler tesis ettiğinden çok defa ön planda
olmuştur. Reformlara taraftar olmakla beraber devletin kurtarılmasına imkân
bulunmadığına ve çöküşün mukadder olduğuna inanırdı
4- Sadık Mehmet Rıfat Paşa: 25 Şaban 1222 (28 Ekim 1807) tarihinde İstanbul'da
doğan Mehmed Sadık Rifat, Masarifat Nazırı Hacı Ali Bey'in oğludur.175
Öğreniminin ardından 1821'de girdiği Enderun'daki Hazine Odası’nda bir yıl görev
yaptıktan sonra Sadaret Mektûbi Kalemi'ne geçti. Çalışkanlığı sayesinde iki yıl
içinde hacegânlık rütbesine yükseltilerek salyane mukataacılığına tayin edildi.
İ.M.K. İnal, a.g.e, s.125
Y. Semiz, “Sadık Rıfat Paşa (1807-1857) Hayatı ve Görüşleri”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, S.1, ss.135-144, Konya,1994, s.135
174
175
81
1828'de önemli bir makam olan Amedi Kalemi halifeliğine getirildi. Yunan sınırının
düzenlenmesi ve Mısır meselesi görüşmelerinde zabıt kâtibi olarak bulundu. 1833
yılında önce Küçük Evkaf muhasebeciliğine ardından amedi vekâletine tayin edildi.
Bu görevi esnasında dönemin önemli şahsiyetlerinden olan Pertev Mehmed Said
Paşa'ya intisap etti ve "mahrem-i esrarı" oldu. 176
23 Kasım 1836'da Mustafa Reşid Bey'in Hariciye müsteşarlığına tayini
üzerine Rifat Bey de amediciliğe getirildi. Hamisi Pertev Paşa'nın gözden düşüp
Edirne'ye sürgün edilmesinden sonra amedicilik görevinden azledildi; ardından orta
elçilik ve bir ay sonra büyükelçilik unvanıyla Viyana sefirliğine gönderilerek
İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Bu görevde iken Avusturya Başvekili Metternich ile iyi
ilişkiler kurdu; ayrıca İstanbul'da sürdürülen reformlar için teorik alt yapıya yönelik
yardımlar sağladı. Sultan Abdülmecid'in tahta geçmesi üzerine Hariciye Nazırı
Mustafa Reşid Paşa'nın telkiniyle Ekim 1839'da Hariciye Nezareti müsteşarlığına
getirildi. 30 Mart 1841 tarihinde paşalık unvanı ile vezaret rütbesi verilerek tayin
edildiği Hariciye Nezareti'nden idaresizliği gerekçe gösterilerek azledildi. (22 Aralık
1841) Sekiz ay devam eden mazuliyetinde sıbyan mektebi talebelerine yönelik olarak
sade bir dille kaleme aldığı Ahlak Risalesi'ni tamamladı. Eylül 1842'de Meclis-i Vâlâ
üyeliğine ve yaklaşık iki ay sonra üyelik üzerinde kalmak kaydıyla ikinci defa
Viyana sefirliğine getirildi. 8 Mayıs 1843'te Sarım Paşa'nın yerine tayin edildiği
Hariciye Nezareti'nden 2 Kasım 1844 tarihinde azledildi. Bir hafta sonra Meclis-i
Vâlâ üyeliğine ve 19 Ağustos 1845'te Meclis başkanlığına getirildi.
Rifat Paşa, iki buçuk yıl kadar başkanlık görevinde kaldıktan sonra Maliye
nazırı oldu. 23 Nisan 1848'de üçüncü defa Hariciye nazırlığına, 14 Ağustos 1848'de
A. Akyıldız, “Sadık Rifat Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.35, ss.400-401,İstanbul, 2008,
s.400
176
82
de tekrar Meclis-i Vâlâ reisliğine getirildi. Bu görevinden 26 Nisan 1849'da azledildi
ve Ocak 1850'de Mecalis-i Âlî’ye tayin edildi. 29 Nisan 1850'de üçüncü defa Meclisi Vâlâ reisliğine getirildiyse de 5 Haziran'da Mustafa Reşid Paşa'nın bu göreve
getirilmesi üzerine vazifesinden ayrılmak zorunda kaldı. 5 Nisan 1853'te Fuad
Paşa'nın istifasıyla boşalan Hariciye Nezareti'ne tayin edildi. 15 Mayıs 1853'te
Mustafa Reşid Paşa'nın bu defa Hariciye Nezareti'ne tayiniyle tekrar görevini
bırakmak zorunda kaldı ve dördüncü defa Meclis-i Vâlâ reisliğine getirildi. 23 Mart
1854'te bu görevinden alındı. 8 Ekim 1854 tarihinde bu sırada yeni kurulmuş olan
Meclis-i Âlî-i Tanzimat üyeliğine getirildi. Rifat Paşa, kalp hastalığına bağlı olarak
ayağında meydana gelen şiddetli ağrılardan kurtulmak amacıyla geçirdiği
ameliyattan dört ay sonra 16 Cemaziyelahir 1273 (12 Şubat 1857) tarihinde vefat etti
ve Eyüp'te Bostan iskelesi'nde Mihrişah Valide Sultan Türbesi haziresindeki
mezarına defnedildi. Edip, zeki, halim selim, kitabette mahir, açık sözlü, yenilikçi,
cömert, nüktedan ve ihtiyatlı bir kişiydi. 177
Metternich'in etkisinde kalmış ıslahatçı bir devlet adamı olan Sadık Rifat
Paşa, bazı yeni kanunların çıkarılması ve kısmi ıslahatla devletin Avrupa devletleri
seviyesine ulaşabileceği kanaatindedir. Ayrıca padişahın ve sarayın giderlerinin belli
bir bütçe dâhilinde hükümetin kontrolünde bulundurulması ve nizamlara aykırı çıkan
padişah iradelerinin uygulanmaması gibi dönemi için hayli radikal olan ilkeleri dile
getirebilmiş bir devlet adamıdır. “Batı uygarlığı, özgürlük, ulus insan hakları gibi
kavramlar, Osmanlı başkentinde ve Osmanlı yönetici tabakasından olanlar arasında
ilk kez Sadık Rıfat Paşa’nın kalemiyle yazılmış ve yorumlanmıştır.”178
177
178
A.g.m, s.401
N. Berkes, a.g.e, s. 202
83
Oğlu Mehmed Rauf Paşa, babasının ölümünden sonra yazılarından yaptığı
seçmeleri Müntehabât-ı Âsâr adı altında toplayıp yayımlamıştır. Risaleler şeklinde
neşredilen bu yazılar Rusya Muharebesi Tarihi, Gülbün-i İnşa, Avrupa Ahvaline Ait
Risale, İtalya Seyahatnamesi, Ma'rüzat, Mustafa Reşid Paşa'ya Yazdığı Mektuplar,
Viyana'dan Babıali'ye Yazdığı Mektuplar, İskenderiye'den Babıali'ye Yazdığı
Mektuplar, gibi başlıklar taşımaktadır
5- Mehmet Emin Âli Paşa: İstanbul'da Mercan'da doğdu. Babası Ali Rıza Efendi,
Mısır Çarşısı aktarlarından olup aynı zamanda çarşının kapıcılığını da yapmaktaydı.
Mahalle mektebindeki ilk tahsilinden sonra Arapça dersleri almaya başladı, ancak
babasının ölümü üzerine tahsilini terk etmek zorunda kaldı. 1830'da bir aile dostunun
aracılığıyla Divan-ı Hümayun Kalemi'ne girdi ve buradaki âdete uygun olarak
kendisine boyunun kısalığından veya güzel tavrı ve kabiliyetinden dolayı “Âlî”
mahlası verildi. Daha sonra bu mahlas ile şöhret buldu. 179
1833'te Tercüme Odası'na girdi. 1835'te Avusturya imparatoru I. Ferdinand'ın
tahta çıkışını tebrik için gönderilen heyette ikinci başkâtip olarak Viyana'ya gitti;
burada kaldığı bir buçuk yıl içinde Fransızcasını ilerlettiği gibi diplomasi mesleğinin
inceliklerini de öğrendi. 1837'de Petersburg'a gönderildi. Dönüşünde Divan-ı
Hümayun tercümanlığına tayin edildi. 1838'de Londra elçisi olan Mustafa Reşid Paşa
ile birlikte elçilik müsteşarı sıfatıyla Londra'ya gitti. Reşid Paşa'nın oradan Paris'e
geçmesi üzerine Divan-ı Hümayun tercümanlığına ilaveten maslahatgüzar oldu.180 II.
Mahmud'un ölümü ve Abdülmecid'in tahta çıkması üzerine Reşid Paşa ile birlikte
İstanbul’a dönerek tekrar Divan -ı Hümayun tercümanlığına başladı.
K. Beydilli, “Âlî Paşa, Mehmed Emin”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.425-426, İstanbul,
1989, s.425
180
İ.M.K. İnal, a.g.e, s.6
179
84
Reşid Paşa'ya intisap etmesi ve onun takdir ve himayesini kazanması, süratle
yükselmesinde en önemli amil oldu. 1840'ta, genç yaşta önce vekâleten getirildiği
Hariciye müsteşarlığına kısa bir süre sonra asaleten tayin edildi. 1841'de Londra
büyükelçiliğine getirildi,181 üç yıl kadar burada kaldı. Geri dönünce Meclis-i Vâlâ
azası oldu. Ardından tekrar Hariciye müsteşarlığına tayin edildi. Reşid Paşa'nın
1846'da sadrazam olması üzerine önce Hariciye Nazırı, bir süre sonra vezaret
rütbesiyle paşa oldu (1848). Reşid Paşa sadaretten azledilince Hariciye Nezareti'nden
alındı ve Ahkâm-ı Adliyye Riyaseti'ne nakledildi. Ancak Reşid Paşa'nın aynı yıl
ikinci defa sadrazamlığa getirilmesi üzerine yeniden Hariciye nazırlığına tayin
edildi.182
Âlî Paşa 1852 yılında, henüz otuz sekiz yaşında iken Reşid Paşa'nın yerine
sadrazam oldu.183 Hariciye Nezareti'ne ise arkadaşı Fuad Efendi'yi tayin ettirerek
yeni bir ekip oluşturması, Reşid Paşa'dan uzaklaşmasının başlangıcını teşkil etti.
Aynı yıl sadrazamlıktan azledilen Âlî Paşa, İzmir, ardından Hüdavendigar valiliğine
tayin edildi (1854). Kısa bir süre sonra da valilik üzerinde kalmak kaydıyla yeni
açılan Meclis-i Âlî-i Tanzimat reisliğine getirildi.184 Kırım Savaşı sırasında üçüncü
defa Hariciye nazırı oldu ve savaşın sonunda yapılacak barışın protokolünü tespit
için Viyana'ya gönderildi. Mayıs 1855'te ikinci defa sadrazamlığa getirildi. Kırım
Savaşı sonunda Paris'te toplanan konferansta Osmanlı Devleti'ni temsil etti ve 30
Mart 1856 tarihli Paris Barış Antlaşması'nı imzaladı. Gerek bu münasebetle ilan
edilen Islahat Fermanı (18 Şubat 1856) sebebiyle, gerekse konferansta devletin
menfaatlerini yeterince müdafaa edemediği ithamlarıyla azledildi {Kasım 1856) ve
A. Akyıldız; Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, s.88
K. Beydilli, Âlî Paşa, Mehmed Emin, s.425
183
A.g.m, s.425
184
İ.M.K. İnal, a.g.e, s.11
181
182
85
yerine Reşid Paşa getirildi. Reşid Paşa'nın ölümü üzerine üçüncü defa sadarete
getirildi (11 Ocak 1858). Bir yıl devam eden bu görevinden sonra Meclis-i Âlî-i
Tanzimat reisliğine getirildi. Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'nın Rumeli'ye
seyahati sırasında sadaret kaymakamlığına, Hariciye Nazırı Fuad Paşa'nın fevkalade
memuriyetle Şam'a gitmesi üzerine önce vekâleten, ardından da altıncı defa asaleten
Hariciye nazırlığına tayin edildi (1861). Abdülaziz'in tahta çıkışından kısa bir süre
sonra dördüncü defa sadrazam oldu (6 Ağustos 1861), fakat çok geçmeden azledildi
(22 Kasım 1861). Yerine tayin edilen Fuad Paşa, sadrazamlığı, Âlî Paşa'nın Hariciye
nazırlığını kabul etmesi şartıyla üstlenmiş olduğundan, yedinci defa Hariciye
nazırlığına getirildi ve altı yıl boyunca bu görevde kaldı. 1867'de, Mütercim Rüşdü
Paşa'nın yerine beşinci defa sadrazamlığa getirildi (11 Şubat 1867) Ancak gerek
Girit'teki gerekse Sırbistan'daki tavizkâr politikası, aleyhinde çok söz söylenmesine
yol açmıştır.185 Hâlbuki Âlî Paşa, özellikle Paris Antlaşması’ndan sonra, Avrupa'nın
siyası bünyesindeki değişiklikleri sezmekte, buna karşılık devletin içinde bulunduğu
zayıflığı ve acizliği de yakından bilmekteydi. Bu sebeple dış politikada uzlaşmacı bir
yol tutulması gerektiğine inanmıştı. İç politikada da Tanzimat ve Islahat düşüncesine
uygun bir politika takip etmek istemiş, ancak böyle bir işi yürütebilecek sağlam bir
kadro kuramamış ve işlerin birkaç kişinin omuzlarına ve nihayet Fuad Paşa'nın
ölümünden sonra kendi üzerine kalması gibi tehlikeli bir durumun ortaya çıkmasına
yol açmıştır. Bununla beraber, Mısır Valisi İsmail Paşa'nın faaliyetlerine karşı kesin
bir tavır alarak Mısır'ın devletten tamamen uzaklaşmasına engel olmuş, Bulgarların
C. Karasu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”, OTAM Dergisi, S.4,
ss.205-222, Ankara, 1993, s.220
185
86
Rum kilisesinden ayrılarak kendilerine mahsus bir patrikhane (eksarhlık) kurmaları
meselesinin devlet çıkarlarına en uygun şekilde halledilmesini sağlamıştır.186
Âlî Paşa, yakın mesai arkadaşı Fuad Paşa'nın ölümü üzerine (1869), Hariciye
nezaretini de üzerine aldı ve bu tarihten itibaren tek söz sahibi olarak devlet idaresini
ölünceye kadar sıkı bir şekilde elinde tuttu. Dış politikada Fransız politikası
taraftarıdır ve bu devletin 1870 Alman savaşıyla ağır bir yenilgiye uğramasının
Avrupa'da hüküm süren kuvvet dengesini bozacağını ve Osmanlı Devleti için de
önemli sonuçlar doğuracağını görmüştür. Nitekim Fransa'nın ağır yenilgisi üzerine
Paris Antlaşması'nın Karadeniz ile ilgili maddelerini yürürlükten kaldıran Rusya'nın
yakın bir gelecekte büyük bir Türk savaşına girişeceğini ve bunun getireceği
tehlikeleri çok önceden sezmiştir.
Âlî Paşa memleket dâhilinde nüfuz sahibi, Abdülaziz üzerinde son derece
tesirli, usul, resmiyet ve teşrifata riayetkâr, Babıâli’nin şeref ve haysiyetinin
korunmasına çok dikkat eden, Avrupa'da da tanınmış bir devlet adamıydı. Devletin
dış siyasette maruz kaldığı vahim gelişmeler, iç meselelerin büyüklüğü ve
karmaşıklığı, mali sıkıntının artması, dış mali ve siyasi kontrolün ağırlığı, siyasi
muhalefetin (Yeni Osmanlılar) bizzat padişahın şahsında da gözlenen tenkit ve
engellemeleri ve nihayet kendisinin tek adam olma arzusu, Âlî Paşa'nın siyasi
hayatının değerlendirilmesini çok tartışmalı bir hale getirmiş, hatta özel hayatının
dedikodu konusu olmasına yol açmıştır. Tezkiyesine derin bir sükut ile karşılık
verilecek kadar sevilmeyen Âlî Paşa, her şeye rağmen değeri öldükten sonra
anlaşılan ve yokluğu hissedilen, engin tecrübesiyle devletin ileride karşılaşacağı
186
K. Beydilli, Âlî Paşa, Mehmed Emin, s.426
87
felaketleri önleyebilecek bir devlet adamı idi. 7 Eylül 1871'de öldü ve Süleymaniye
Camii haziresine defnedildi.187
6- Abdurrahman Sami Paşa: Mora eşrafından, Şeyh Necîb Efendinin oğlu olarak
1792’de Mora’nın Trapoliçe kasabasında doğmuştur. Asıl ismi Abdurrahmân olup,
Sâmi, şiirdeki mahlasıdır ve yine babası tarafından kendisine verilmiştir.188
Babasından ve devrin meşhûr âlimlerinden, husûsî muallimlerden ilim
öğrenmiş ve iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Mora İsyânında babası şehit, kendisi
âilesiyle birlikte esir edildi. 1823’te esirlikten kurtulup 1826’da Mısır’a gitti. Mısır
Vâlisi Mehmed Ali Paşanın takdir ve sevgisini kazandı. Kahire’deki meşhur Bulak
Matbaasına müdür tayin edildi. Daha sonra, Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa
ile Rum Ayaklanmasını bastırmak için kâtip sıfatıyla vazîfeli olarak Mora’ya gitti.
Rumların elinde esir kalan kardeşleri Mahmud ve Hayrullah efendileri kurtarıp,
Mısır’a götürdü. Mısır’a dönüşünde, Mehmed Ali Paşanın Divan Muavinliğine tayin
edildi. 1829’da ise, Mısır Vekâyî Nâzırlığı ve Meclis Âzâlığı yaptı. 1831’de Mısır
kabinesinde Reis-i Vükelâ (Baş Muâvin) oldu ve İstanbul’da Mîrliva (Tümgenerâl)
rütbesi verildi. 1841 ve 1842’de vazîfeli olarak İstanbul’a birkaç defâ gelip gitti.
1843’te Feriklik rütbesine yükseldi.189
Sâmi Paşa, 1849’da İstanbul’a gelip, Bâbıâlî’de vazîfe aldı. Tırhala
mutasarrıflığına tâyin edildi. İki sene sonra da vezirlik verilip, Rumeli Müfettişi oldu.
Önce Bosna ve Trabzon valiliklerinde bulundu, Kırım Savaşı yıllarında ise savaştan
doğrudan etkilenen Vidin’de, savaşın bitmesininden hemen sonra Edirne de Vâlilik
yaptı. 1856’da Maârif Nezâreti kurulunca, ilk nâzır oldu. 1857’de Girit’te isyan
çıkması üzerine, daha önce Mora’da bulunmuş olması sebebiyle, Girit Vâliliğine
187
A.g.m, s.426
İ.M.K, İnal, Son Asır Türk Şairleri, MEB Basımevi, İstanbul, 1970, s.1620
189
A.g.e, s.1621
188
88
tâyin edildi ancak Maarif Nezaretinden de alınmadı. İsyanın bastırılmasından sonra
Nazırlık görevine döndü.190
Sâmi Paşa, 1857’den 1861 senesine kadar dört sene sekiz ay Maârif Nâzırlığı
yaptı. 1862’de oğulları Abdülhalîm ve Hasan beylerle Mısır’a gitti. Sultan
Abdülazîz’in Mısır’ı ziyâretinden sonra Sâmi Paşa, Meclis-i Vâlâ âzâlığına tâyin
edildi. 1868’de Meclis-i Âlîde vazîfelendirildi. Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıktığı
ilk sene açılan Âyân Meclisinde âzâ oldu.
Sâmi Paşa, seksen dokuz yaşına kadar devlete sâdıkâne hizmetler yaptıktan
sonra 1878’de hastalanıp vefât etti. Bütün masraflarını Sultan II. Abdülhamid
karşılayıp, Sultan II. Mahmud Han türbesine defnettirdi. Suphi Paşa, Necip Paşa,
Hasan, Bâki, Halîm ve Sezâî beyler Sâmi Paşanın oğullarındandır.
Abdurrahmân Sâmi Paşa, din ilimlerinde ve edebiyâtta mahâret sâhibi bir
zâttı. Dîvân edebiyâtı geleneğini devâm ettiren şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı, İnşâ-i
Sâmi, Rumuz’ul-Hikem ve Sergüzeşt-i Sâmi adlı eserleri vardır.
7- İsmail Paşa: Sakızlı ya da İzmirli bir ailenin oğludur. Onu cerrah Hacı
büyütmüştür. O da devrindeki birçok cerrah gibi, usta çırak münasebetiyle
yetişmiştir. Daha sonra Hassa ordusunda görev almış ve Yunan ve Rus Harpleri'ne
katılmıştır. Bu sırada meslekî icraatları sırasında kendi eksikliklerini daha iyi fark
eden İsmail Paşa, Cerrahhane’ye girerek ilk mezunlardan olmuştur. Mezun olduktan
sonra, Sultan II. Mahmut döneminde, saraya Cerrahbaşı olarak atanmıştır. 191
İsmail Paşa, daha sonra konusundaki eksikliklerini tamamlamak üzere Paris'e
gitmiş ve orada öğrendiklerini Tıp Akademisine bildirerek bu akademinn ilk Türk
190
A.g.e, s.1625
E. Kahya, “Fransa’da İhtisas Yapmış Türk Hekimlerinden Bazıları”, A.Ü.DTCF Dergisi, C.31,
S.1.2, Ankara, 1987 ss.245-262, s.246
191
89
üyelerinden olmuştur.192 Dönüşünde Cerrahhaneye müdür olarak atanmış, Abdullah
Molla'dan sonra da Tıp Mektebine nazır olmuştur (1845).
Üç yıl devamlı olarak bu görevi sürdüren İsmail Paşa, 1848 yılında Yanya
Valisi olarak atanmıştır. İsmail Paşa, 1851'de ikinci defa, Tıbbiye Mektebi
Nazırlığına getirilmiştir. Daha sonra sırasıyla, Girit ve Selanik valiliklerinde ve
İstanbul Şehreminliliğinde bulunmuştur. 1871yılında vefat etmiştir.193
8- Yusuf Kamil Paşa: Arapkir’de doğdu. Babası Gökbeyi hanedanından İsmail
Beyzade Mehmed Bey'dir. Küçük yaşta babasını kaybedince amcası Gümrükçü
Osman Paşa tarafından büyütüldü. Amcası Kayseri ve Bozok sancakları mutasarrıfı
iken Müderriszade Mehmed Alim Efendi'den özel ders aldı.194 Amcası ile birlikte
İstanbul'a gittikten sonra onun mühürdarlığını yaptı.
Divan-ı Hümayun Kalemi'nde memuriyete başlayan Kamil Bey (1829)
gördüğü bir rüya üzerine Mısır'a gitti (1833). Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa
kendisini Hazine-i Mısır kitabetine tayin etti. Yedi sekiz ay sonra Divan-ı Vilayet
ikinci muavinliğine getirildi. Mehmed Ali Paşa'nın kızı Zeynep Hanım'la
evlendirildi. II. Mahmud'un kızı Adile Sultan'ın evlenme merasimi için valiyi
temsilen İstanbul'a geldi. Sultan Abdülmecid tarafından kabul edilen Kamil Paşa'ya
"mir-i miranlık" unvanı verildi.195
Mehmed Ali Paşa'nın vefatı üzerine Mısır valisi olan Abbas Paşa zamanında
Sudan'da bir göreve tayin edildi. Görevi kabul etmeyince Asvan'a sürgüne
gönderildi. Hapsedilerek Zeynep Hanım'dan boşanmaya ve Mısır'daki mallarından
vazgeçmeye zorlandı. Kamil Paşa, eskiden tanıdığı Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'ya
192
S. Ünver, a.g.e, s.938
M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. I, (Yay. Haz: A. Aktan, A. Yuvalı, M. Keskin), Sebil Yayınevi,
İstanbul, 1995, s.371-372
194
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.196
195
S. Beyoğlu, “Kâmil Paşa, Yusuf”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.24, ss.283-284, s.283
193
90
gizlice bir ariza göndererek kurtarılmasını istedi. Padişahın fermanıyla hapisten
çıkarılan Kamil Paşa İstanbul'a getirildi (1849). Arkasından Zeyneb Hanım da
İstanbul'a gitti.196 Kamil Paşa. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye üye tayin edildi
ve ardından bu görevine ilaveten Meclis-i Maarif-i Umumiye azalığına getirildi. Yeni
kurulan Encümen-i Daniş'e de üye oldu. Kendisine vezaret rütbesi verilerek Ticaret
nazırlığına getirildiyse de kısa süre sonra tekrar Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı Adliye
üyeliğine tayin edildi (26 Şubat 1853). İkinci defa Ticaret nazırlığına ve26 Eylül
18S4'te kurulan Meclis-i Âlî-i Tanzimat başkanlığına getirildi (23 Kasım 1854). Bir
ay sonra da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edildi.197
Mısır Valisi Said Paşa'nın Süveyş Kanalı imtiyazını Fransa'ya vermesini
Mısır'a yabancı müdahalesini arttıracağı gerekçesiyle eleştiren Kamil Paşa'nın,
imtiyazın iptali için kayınbiraderi Said Paşa'ya mektup yazması kararlaştırıldı. Kamil
Paşa'nın yazdığı mektubu ele geçiren Fransız elçisi Benedetti, Babıâli’yi protesto
edince Reşid Paşa sadaretten, Kamil Paşa da Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı Adliye
başkanlığından istifa etmek zorunda kaldı (5 Mayıs 1855). Bir süre açıkta kalan
Kamil Paşa, bilgi ve tecrübesinden faydalanılmak üzere Mecalis-i Âliye'ye memur
edildi (22 Ekim 1855).
Reşid Paşa ile birlikte Mısır'a gittikten sonra Mustafa Reşid Paşa beşinci defa
sadarete. Kamil Paşa da ikinci defa Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına
tayin edildi ( 13 Haziran 1857). Bu görevden ayrılınca (14 Kasım 1859) kısa bir süre
açıkta kaldı. İkinci defa Mecalis-i Âliye'ye memur edilen Kamil Paşa Meclis-i Vâlâyı Ahkâm-ı Adliye ile Meclis-i Ali-i Tanzimat, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye adı altında
birleştirilince önce başkan yardımcılığına daha sonra başkanlığa getirildi (5 Ağustos
196
197
A.g.e, s.283
Fatin, Davud, a.g.e, s.354
91
1861). Lübnan meselesi dolayısıyla Suriye'de bulunan Keçecizade Fuad Paşa
sadrazam olunca sadaret kaymakamlığına Kamil Paşa tayin edildi. Bu sırada altın
para piyasadan çekildiği ve kâğıt paranın değeri düştüğü için ticari hayat zayıfladı.
Kamil Paşa. Borsa Hanını kapatarak kendi hazinesinden bir miktar altını piyasaya
sürdü ve bir taraftan da kâğıt paranın değiştirilmesine başlandı. Ticari hayatı düzene
koyarak Borsa Hanını yeniden açtı ve daha büyük bir mali krizin çıkmasını önledi.198
Padişahın hükümet işlerine müdahalesini ileri sürerek Fuad Paşa sadaretten
istifa edince diğer vekillerle birlikte Kamil Paşa da Meclis-i Ahkâm-ı Adliye
başkanlığından ayrıldı (2 Ocak 1863). Kamil Paşa, Fuad Paşa'nın istifasına sebep
olan olayları padişaha anlatarak önce bunların halledilmesini istedi. Padişahın
hükümet işlerine fazla müdahale etmeme konusunda güvence vermesi üzerine görevi
kabul etti.199
Kamil Paşa'nın önemli icraatlarından biri de padişahın Mısır seyahatine
çıkmasını sağlamasıdır.. Bu seyahat esnasında tekrar padişahın güvenini kazanan
Fuad Paşa ikinci defa sadarete getirilince Kamil Paşa dördüncü defa Meclis-i
Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edildi. Üç yıla yakın bir süre bu görevde
kaldıktan sonra üçüncü defa Mecalis-i Âliye'ye memur edildi (30 Nisan 1866).200
1869’da Şura-yı Devlet başkanlığına getirildi ancak Sadrazam Mahmud
Nedim Paşa ile anlaşmazlık yaşayınca 1871’de istifa etti. Üç ay sonra Divan-ı
Ahkâm-ı Adliye nazırlığına getirilen Kamil Paşa, Midhat Paşa sadarete geldikten
sonra ikinci defa Şura-yı Devlet başkanlığına tayin edildi201 fakat kalbinden rahatsız
olduğu için görev yapamadı ve hastalığı artınca görevinden affedildi (21 Ağustos
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.215
S. Beyoğlu, a.g.m, 283
200
A.g.m, s.284
201
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.222-223
198
199
92
1875) ve yedi ay sonra da beşinci defa Mecalis-i Âliye'ye memur edildi. Üçüncü defa
Şura-yı Devlet başkanlığına getirildi. Hastalığı nüksedince azledilerek altıncı defa
Mecalis-i Âliye 'ye memur edildi. Çok sevdiği Sultan Abdülaziz'in akıbeti yüzünden
hastalığı şiddetlenen Kamil Paşa Bebek'teki yalısında vefat etti (10 Ekim 1876) ve
Üsküdar'da yaptırdığı hastanenin bahçesindeki türbesine defnedildi.
Kamil Paşa kültürlü ve seçkin bir devlet adamı idi. Arapça, Farsça ve
Fransızca biliyordu. François de la Manthe Fenelon'un Les adventures de Telemaque
adlı eserini Türkçeye çevirerek Tercüme-i Telemak adıyla 1862'de yayımlamış, kitap
1863, 1870, 1877 ve 1881'de tekrar basılmıştır. Süslü ve secili ağır diliyle bir inşa
örneği sayılan tercüme muhteva itibariyle siyasetnamelere benzetilir. Kamil Paşa'nın
çeşitli makamlara yazdığı inşa örnekleri İbnülemin Mahmud Kemal tarafından Eser-i
Kamil Paşa adıyla toplanarak yayımlanmıştır (İstanbul 1308). Kamil Paşa ve eşi
Zeynep Hanım, Üsküdar’da Nuhkuyusu semtinde 100 yataklı bir "nisa hastanesi"
inşa ettirip vakfetmişlerdir (1860–1862). Hastane bugün de Zeynep Kamil hastanesi
adıyla hizmet görmektedir. 202
9- Arif Mehmet Efendi (Meşrepzade): Kazasker Meşrepzade Ali Efendinin torunu,
müderris Satırzade Emin Efendi'nin oğludur. 1791’de İstanbul'da doğdu. Devrin
tanınmış âlimlerinden ders okudu. Girdiği müderrislik imtihanında başarı göstererek
Mayıs 1817'de müderris oldu, daha sonra muhallefat kassamlığı, vakıflar müfettişliği
ve Rumeli nüfus tahriri memurluğu görevlerinde bulundu. Uzun süre müderrislik
yaptı ve hamise-i Süleymaniye derecesine kadar yükseldi. Ardından kadılık
mesleğine geçerek Temmuz 1835'te Galata kadılığına tayin edildi.203 Bu sırada
Cami’ul-İcareteyn adlı fıkıh kitabının kaynaklarına inerek ve ilaveler yaparak eseri
202
203
S. Beyoğlu, a.g.m, 284
M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. III, s.275
93
yeniden düzenledi ve II. Mahmud'a takdim etti. Bunun üzerine kendisine Mekke
kadılığı payesi verildi. Kısa bir süre de kassam-ı askeri olarak görev yaptı.
İslam hukukundaki derin bilgisi sebebiyle iki defa fetva emaneti görevine
getirildi; daha sonra İstanbul kadılığı ve Anadolu kazaskerliği payelerine yükseltildi.
Bu arada Kudüs Kamame Mabedi meselesinin halledilmesi ve Anadolu teftişi gibi
geçici görevlerde bulundu. 1846'da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye azalığına
getirildi; bir yıl sonra bu görev de üzerinde kalmak şartıyla bilfiil Anadolu kazaskeri
oldu. 1852'de Rumeli kazaskerliğine tayin edildi. Bu sırada "Emval-i Eytam"
hakkındaki usul ve kaideleri yeniden düzene koydu. 21 Mart 1854'te Arif Hikmet
Beyefendi'den boşalan şeyhülislamlık makamına getirildi. 27 Aralık 1858'de öldü ve
Edirnekapı dışında Mustafa Paşa Dergâhı haziresine defnedildi. Mehmed Arif Efendi
açık fikirli, Tanzimat dönemi yeniliklerini tasvip eden bir şeyhülislamdır.
Şeyhülislamlığı döneminde kadılık ve naiblik mesleğinde bir süreden beri görülen
bozuklukların giderilmesi için yeni düzenlemeler yapmıştır. Bâb-ı fetvada ehil
kimselerden bir meclis kurarak Osmanlı ülkesinde görev yapan kadıları beş sınıfa
ayırmış, kadılık mesleğine intisap edeceklere fıkıh, sakk-ı şer'i ve feraiz ilmini
öğretmek için Süleymaniye Camii yakınında Muallimhane-i Nüvvab adıyla bir
hukuk mektebi açılmasını sağlamıştır. Bazı ilavelerle yeniden düzenlediği Cami’ulİcareteyn den başka Dede Cöngi’nin Siyasetü'ş- şer’iyye adlı Arapça eserini serbest
bir şekilde ve genişleterek Siyasetname adıyla Türkçeye tercüme etmiştir.204
10- Fuad Paşa: Asıl adı Mehmed Fuad olup 5 Safer 1230'da (17 Ocak 1815)
İstanbul’da doğdu. Babası ünlü şair Keçecizade İzzet Molla'dır. Önce ilmiye yolunda
ilerlemek amacıyla Arapça ve Farsça öğrendi. Ancak babasının Sivas'a sürülmesi ve
204
M. İpşirli, “Arif Efendi, Meşrepzade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.3, s.365
94
maddi sıkıntıya düşmesi üzerine genç yaşta Mekteb-i Tıbbiyye·ye girmek zorunda
kaldı; buradaki öğrenimin Fransızca olması sayesinde Fransızcayı da öğrendi.205
Tıbbiyeden doktor yüzbaşı olarak mezuniyetinin ardından Vali Çengeloğlu
Tahir Paşa ile birlikte Trablusgarp'a gitti. Dönüşte Mustafa Reşid Paşa'nın teşvikiyle
meslek değiştirerek Kasım 1837'de Babıâli tercüme kalemine girdi; 1839'da buranın
mütercim-i evvelliğine yükseltildi. Sefaret başkâtibi olarak Londra'ya gitti ve iki yıl
Şekib Efendi'nin, bir yıl kadar da Ali Efendi'nin (Paşa) maiyetinde çalıştı. Londra 'da
bir süre maslahatgüzarlık da yaptı. Bilgisini ve görgüsünü arttırmış olarak yurda
dönen Fuad Efendi, İspanya kraliçesi Elizabeth'e Abdülmecid'in cevabi mektubunu
götürmek için 1844'te Madrid'e gönderildi. Aynı zamanda kendisine Portekiz'e
geçmesi ve genç Portekiz kraliçesine padişahın selamlarını bildirmesi talimatı da
verildi.206 Bir yıldan fazla İspanya ve Portekiz'de kalan Fuad Efendi Temmuz 1845'te
Divan-ı Hümayun tercümanlığına, 18 Şubat 1847'de rütbe-i ûlâ sınıf-ı evveli ile
Divan-ı Hümayun amediciliğine tayin edildi.
1848 isyanları Eflâk’a da sıçrayınca Bükreş'e gönderildi. Bir kısım Macar ve
Leh milliyetçisinin Osmanlı Devleti'ne sığınması üzerine Avusturya ve Rusya
bunların iadesini istedi. Osmanlı hükümeti konuyu barış yoluyla halletmek için.
Bükreş'te bulunan Fuad Efendi'yi fevkalade murahhas büyükelçi sıfatıyla Rus Çarı
nezdine göndermeye karar verdi. Padişahın mektubunu götüren Fuad Efendi, Rus
yetkililerle ve bizzat çarla görüşerek meseleyi barış yoluyla halletti. Bu başarısından
dolayı 29 Kasım 1849'da bala rütbesi verilerek sadaret müsteşarlığına getirildi.207
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.149
E. Atılgan Gümüşsoy, Keçecizade Mehmed Fuad Paşa, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara,
2006, s.13-14
207
O.F. Köprülü, “Fuad Paşa, Keçecizade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, ss.202-205, s.202
205
206
95
Sadrazam Reşid Paşa tarafından hem Tanzimat'ın uygulanması hem de miras
meselesini halletmek üzere 1852'de Mısır'a gönderildi. Mısır'ın 60.000 kese olan
yıllık vergisini Mısır Valisi Abbas Paşa ile anlaşarak 80.000 keseye çıkartmayı
başardı.208 Mısır'dan dönüşünde Âlî Paşa'nın sadarete geçişinden hemen sonra
Hariciye Nazırlığı'na getirildi (9 Ağustos 1852) Ancak bu sırada ortaya çıkan
makamat-ı mübareke meselesinde Fransızlara meyletmesi, Rusya'da Fuad Efendi'ye
karşı büyük bir tepkinin doğmasına sebep oldu. Bunun üzerine Fuad Efendi yedi
aydan fazla süren ilk Hariciye Nazırlığı görevinden istifa etti.
Fuad Efendi, Kırım Harbi sırasında Yunanlılar'ın sınır tecavüzüne kalkışarak
Epir'de Yanya ve Tesalya bölgesinde Tırhala'yı tehdide başlamaları üzerine bu
meselenin halli ile görevlendirildi. 1 Mart 1854'te İstanbul'dan ayrılarak önce
Pita'daki isyan yuvasını temizleyip Yanya'yı kurtardığı gibi sınır boyuna çekilen
asileri de ortadan kaldırarak diplomatlığı kadar iyi bir kumandan olduğunu da ispat
etti.209 Daha harekât sahasında iken yeni kurulan Meclis-i Âlî-i Tanzimat'a üye tayin
edildi. İstanbul'a dönünce bu meclisin başkanı oldu. Hariciye Nazırı Âlî Paşa
sadrazam olunca meclis başkanlığı da uhdesinde kalmak üzere vezaret rütbesiyle 2
Mayıs 1855'te ikinci defa Hariciye nazırlığına getirildi.
Kırım Harbi'ni sona erdiren Paris Antiaşması'nın imzalanmasından sonra
İngiltere’nin baskısıyla Âlî Paşa 1 Kasım 1856'da azledilince Fuad Paşa da istifa etti.
Dokuz gün sonra Meclis-i Âlî'ye memur edilen Fuad Paşa, Ağustos 1857'de ikinci
defa Meclis-i Âlî-i Tanzimat reisliğine getirildi.
208
209
Fatma Aliye, a.g.e. s.77
O.F. Köprülü, a.g.m. s.202
96
Âlî Paşa'nın üçüncü defa sadarete tayini üzerine Fuad Paşa 11 Ocak 1858 'de
tekrar Hariciye nazırı oldu. Bu görevi sırasında Eflak-Boğdan meselesi ile Lübnan
meselesinde Avrupa devletlerinin müdahalelerine karşı mücadele etti.
Fuad Paşa Suriye'de iken Sultan Abdülmecid vefat etmiş, yeni padişah
Abdülaziz, Meclis-i Vâlâ ile Meclis-i Âlî-i Tanzimat'ı birleştirerek reisliğini ona
vermişti (14 Temmuz 1861). Bundan az sonra da onu dördüncü defa Hariciye
nazırlığına tayin etmiş, 22 Kasım'da ise sadrazamlığa getirmişti.210 Bunun üzerine
Suriye'den İstanbul'a gelerek yeni görevine başlayan Fuad Paşa ilk iş olarak, büyük
bir buhran içinde olan maliyenin düzeltilmesi için alınmasını gerekli gördüğü
tedbirleri bir raporla padişaha bildirdi. Hazinenin kontrolünü bizzat üstlenen Fuad
Paşa aldığı tedbirlerle gelirleri kısmen arttırdı. Fakat 1278 (1861–62) senesinde
dengeli bir bütçe kurulamadı. Bütün gayretine rağmen maliyeyi istediği şekilde
düzeltememesi ve Rumeli'de gittikçe yayılan milliyetçi fikirlerin durumu daha da
ağırlaştırması ve Padişahın hükümete fazla müdahale etmesi üzerine Fuad Paşa 2
Ocak 1863 'te sadaretten ayrıldı; Âlî, Yusuf Kamil ve Rüşdü paşalar da onunla
birlikte istifalarını verdiler.211
Fuad Paşa Abdülaziz'in ısrarıyla, istifasından bir hafta sonra Meclis-i Vâlâ-yı
Ahkam-ı Adliye reisliğine getirildi, padişahın Mısır'a yapacağı seyahatte kendisine
refakat etmesi uygun görülünce de seraskerliğe nakledildi. Mısır seyahatinde Fuad
Paşa bir an bile Padişahın yanından ayrılmadı. Dönüşte, İstanbul'da tertip ettirdiği
merasimle de padişahı hayran bırakan Fuad Paşa, 10 Mayıs 1863'te Osmanlı
tarihinde ilk defa olarak "yaver-i ekrem" unvanını aldı. 1 Haziran 1863'te de
seraskerlik uhdesinde kalmak üzere ikinci defa sadrazam oldu. Başarılı geçen ve üç
210
211
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.164-165
A.g.e, s.166-167
97
yıldan fazla süren bu görevden azli, Abdülaziz'in Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın kızıyla
evlenmesine muhalefet etmesinden ileri gelmiştir.212
Âlî Paşa'nın sadarete gelmesi üzerine (Şubat 1867) beşinci defa Hariciye
nazırlığına getirildi ve bu sıfatla Abdülaziz'in Fransa ve İngiltere'ye yaptığı seyahatte
yanında bulundu (2 ıHaziran-7 Ağustos 1867) Bu seyahat esasen kalbinden rahatsız
olan Fuad Paşa'nın hastalığını daha da arttırdı. Memlekete dönüşünde bir süre
Yakacık'ta istirahat etmesi sağlığını biraz düzelttiyse de Âlî Paşa'nın Ekim 1867'de
Girit'e gitmesi üzerine Hariciye nazırlığına ilaveten sadaret kaymakamlığını da
yüklenmesi onu büsbütün yıprattı. Doktorların tavsiyesine uyarak 1868 kışını
geçirmek üzere gittiği Nice şehrinde vefat etti (29 Şevval 1285 / 12 Şubat 1869)
Cenazesi, Fransız hükümetinin tahsis ettiği bir savaş gemisiyle 28 Şubat 1869'da
İstanbul' a getirildi ve Sultanahmet semtinde Peykhane caddesinde yaptırdığı
caminin yanına defnedildi. Kabrinin üstüne daha sonra türbe yapılmıştır. 213
Fuad Paşa Tanzimat devrinin üç önemli şahsiyetinden biridir. Aile yapıları
birbirinden çok farklı olmasına rağmen Âlî Paşa ile Fuad Paşa iyi bir ikili
oluşturmuşlardır. Genellikle Fransız siyasetinin ağır bastığı zamanlarda iktidar
mevkiine gelmişlerse de Fuad Paşa körü körüne Fransız taraftarı bir politika takip
etmemiştir.
Fuad Paşa'nın en çok güvendiği devlet İngiltere idi. Bunu layihalarında açıkça
kaydetmiştir. Bununla birlikte bir tarafa bağlanmadan tamamen devletin çıkarlarını
ön planda tuttuğu da bir gerçektir. Hür fikirli bir insan olmasına rağmen devletin
menfaati açısından milliyet fikirlerinin daima aleyhinde bulunmuştur. Bununla
212
213
O.F. Köprülü, a.g.m. s.203
E. Atılgan Gümüşsoy, a.g.e, s.116-121
98
birlikte gayri müslim tebaaya eşit muamele edildiği takdirde bu fikirlerin
önlenebileceğini savunmuştur.214
Ölümünden az önce Sultan Abdülaziz'e hitaben yazdığı ileri sürülen
vasiyetnamesinde de Avrupa devletlerinin siyasetleri karşısında devletin bekasını
temin için tutulması gereken yolu göstermiştir. Gerçekten Paşaya ait olup olmadığı
tartışmalı olan bu vasiyetname hakkında kesin olarak söylenecek şey, Avrupa
devletlerinin siyasetleri hakkında Osmanlı Devleti'nin nasıl bir yol tutması gerektiği
hususundaki dirayetli tesbittir. 215
11- Ziver Efendi (Paşa): 1793 yılında İstanbul Topkapı’da Merkez Efendi
Dergâhı’nın karşısındaki evde doğdu. Asıl adı Ahmed Sâdık olup Defterhâne kâtibi
Mehmed Sâdık Münif Efendi’nin oğludur. Hayatına dair kaynaklarda yer alan
bilgiler genellikle, Âsâr-ı Zîver Paşa adlı divanının başına oğlu Yûsuf Bahâeddin
Efendi tarafından eklenen tercüme-i hâlinden derlenmiştir. Henüz on yaşında iken
babası ölünce o sırada Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi olan Seyyid Ali Nutkî Dede,
onu mânevî oğulluğa kabul etti. 216
Tahsilinin ardından Darphâne ve Defterhâne kalemlerinde yedi-sekiz yıl
çalıştı. Bu arada Fransızca öğrenmeye gayret etti. Mevlevîliği münasebetiyle Hâlet
Efendi’nin yanında kâtiplik yaptı. Hâlet Efendi’nin sürgün edildiği Konya’ya, onun
idam edilmesi üzerine de Balıkesir’e gönderildi. Daha sonra affedilerek İstanbul’a
döndü.217
İzmir’de yabancı tüccarlara tahsis edilen gümrük nâzırlığına ve ardından
Aydın mütesellimliğine tayin edildi. Daha sonra İstanbul’a gelip Rumeli Seraskeri
214
O.F. Köprülü, a.g.m. s.204
A.g.m, 204-205
216
H. Aksoy, “Ziver Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.44, ss.474-475, s.474
217
İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.IV, s.2042
215
99
Ağa Hüseyin Paşa’nın kâtiplik hizmetine girdi (1825). Bu esnada Şumnu
ordugâhında bulundu; kendisine hâcegânlık rütbesi verildi. Hüseyin Paşa’nın
azledilmesiyle İstanbul’da ipek nâzırı Ömer Lutfi Efendi’nin kâtipliğine getirildi.
Ardından tersane eminliği, evkaf ve darphâne nâzırlığı, Meclis-i Âlî-i Tanzîmat ve
Meclis-i Vâlâ üyeliği, Rumeli defterdarlığı, emlâk-i hümâyun fabrikaları, tersane,
Mekteb-i Tıbbiye nâzırlığı ile diğer bazı memuriyetlerde bulundu.218
Fatma Sultan’ın kethüdâlığını yaptığı sırada Mustafa Şerîfî Paşa’nın vefatı
üzerine, talipler arasında çekilen kurada kazanarak vezâret rütbesiyle çok arzu ettiği
Harem-i şerif meşihatına memur edildi (1861)219. Bir yıl kadar bu görevde kalan
Zîver Paşa 14 Zilhicce 1278’de (12 Haziran 1862) vefat etti ve Cennetü’l-Baki‘de
Hz. Osman’ın kabrinin civarına defnedildi.220 Oğlu Yûsuf Bahâeddin Efendi
babasının mektup ve şiirlerini bir araya getirip yayımlamıştır. Diğer oğlu Selâhaddin
Bey, Âlî Paşa’nın damadı idi.
Zîver Paşa çok merhametli, güler yüzlü ve nüktedan bir zattı. Maddî
imkânları fazla olmamakla birlikte fakirleri ve kimsesizleri korurdu. Zengin
sayılabilecek bir kitaplığı olduğu bilinmektedir. Döneminin başarılı şairlerinden olup
divan şiirinin inceliklerini ve sanat anlayışını şiirlerine aksettirmiştir, bunun yanında
tarih düşürmede de usta idi. II. Mahmud ve Abdülmecid devirlerinde yapılan birçok
binadaki (meselâ Gurebâ Hastahanesi, Galata Mevlevîhânesi, Hırka-i Şerîf Camii,
Merkez Efendi Külliyesi, Yenikapı Mevlevîhânesi) tarih manzumeleri ona aittir. II.
Mahmud’un ve Abdülmecid’in ihsanlarına nâil olmuştur.221
218
H. Aksoy, a.g.m. s.474
İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.IV, s.2043
220
Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, (Haz. İsmail Özen), Meral Yayınevi, C.II 2. Kısım,
s.220, İstanbul, 1975
221
H. Aksoy, a.g.m. s.474
219
100
Eserleri. 1. Âsâr-ı Zîver Paşa: Zîver Paşa’nın divanı olup sonunda “Münşeât”
başlığı altında çeşitli vesilelerle yazdığı mensur tebrik ve mektupları da yer
almaktadır.222 2. Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (İstanbul 1314). 1851 yılından vefatına
kadar yazdığı şiirlerden meydana gelen bu eser de Yûsuf Bahâeddin Efendi
tarafından yayımlanmıştır.223
Zîver Paşa’nın bunların dışında 1860’ta görülen kuyruklu yıldızla ilgili bir
risâlesinin olduğu bildirilmektedir.224
12- Recai Efendi: Mehmet Şakir Recai Efendi 1803 senesinde İstanbulda doğdu.
Maden kalemi baş halifesi Hafız Ahmet Nurettin efendinin oğludur. 1874 senesinde
yine İstanbul’da ölmüştür. Eyüpte gömülüdür.
Zamanın tahsilini gördükten sonra evvelâ babasının dairesine, sonra da
Babıâli kalemlerine devam etmiştir. Serasker Halil Rıfat Paşanın divan kâtipliğini de
yapmış, Amedi hülefalığında ve Amedici vekâletinde bulunmuştur. 1847 senesinde
vakanüvis olmuş, 1848 senesinde ise takvimhane nazırlığına tayin edilmiştir. Bu
vazifede bulunurken faydalı birçok kitapların basılmasına hizmet etmiştir. Meclis-i
Maarif-i Umumiye, Meclis-i Vâlâ ve Encümeni Daniş azalıklarında bulunan Recai
Efendi, Bosna ve İşkodra Kapı kethüdalığm da da vazife ifa etmiştir. Hüsn-i hatt,
kitap tezhibi, ve güzel cildler yapmasının yanı sıra neyzen olan Recai Efendi, yazar
Recaizade Mahmut Ekrem’in babasıdır.225
13- İbrahim Ethem Paşa: Sakız'da doğdu. Rum asıllı olduğu, 1821 Rum
ayaklanmaları sırasında Sakız asilerinin isyanları bastırılırken çok küçük yaşta
İstanbul'a getirildiği ve Kaptan-ı derya Koca Hüsrev Paşa tarafından satın alınıp evlat
222
Zîver Paşa, Âsâr-ı Zîver: Dîvan ve Münşeât (Yay. Yusuf Bahaeddin), Bursa, 1313
Zîver Paşa, Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (Yay. Yusuf Bahaeddin), İstanbul, 1314,
224
İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.VI, s.2044
225
R.H. Gönç, Vuruyor mu Dokunuyor mu? http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/
11498/16365/001510364006.pdf?sequence=1&isAllowed=y
223
101
edinildiği söylenir.226 İlköğrenimini Hüsrev Paşa'nın konağına gelen hocalardan
gördü. Paşanın diğer çocuklan olan Hüseyin, Ahmed ve Abdüllatif ile birlikte
tahsilini tamamlamak üzere 1830'da Paris'e gönderildi.
1835'te Fransızca öğrenmek için Barbet Enstitüsü'nü, 1839'da da Yüksek
Maden Mektebi'ni bitirdi.227 Teknik gözlemlerde bulunmak maksadıyla bir süre
Avrupa'da dolaştıktan sonra İstanbul'a döndü. Miralay rütbesiyle devlet hizmetine
girdi ve Dar-ı Şura yı Askeri'ye memur oldu. Ardından Sarıyer bakır madeni ve
Gümüşhacıköy madeni müdürlüklerinde bulundu. 1845'te Keban ve Ergani
madenleri başmühendisi oldu. Aynı sene, yeni kurulan Erkan-ı Harbiyye Dairesi'ne,
kısa bir müddet sonra da Rikab-ı Hümayun'a memur edildi. 1849'da mirlivalığa,
1851 'de Mabeyn-i Hümayun ferikliğine yükseldi. Sarayda bulunduğu esnada Sultan
Abdülmecid kendisinden Fransızca dersleri aldı. Bu sırada kurulan Encümen-i Daniş
ve Tanzimat Meclisi üyeliklerine getirildi.228
Kırım Harbi esnasında bazı meselelerin halli için Sırbistan’a, ardından
Kırım'a gönderildi. Mustafa Reşid Paşa nın yardımıyla 24 Kasım 1856 tarihinde
vezirlik rütbesi ile Hariciye nazırı oldu. Fakat dış meselelerdeki yetersizliği ve
bilgisizliği sebebiyle 2 Mayıs 1857'de azledildi.229 1858 yılında yine bazı tahkikatta
bulunmak maksadıyla ikinci defa Sırbistan'a gönderildi ve başarılarından dolayı
birinci rütbe Mecidi nişanı ile taltif edildi.
1859 yılında Ticaret nazırı olan Edhem Paşa, meselelere gereği gibi vakıf
olmadığı gerekçesiyle 1861'de azledildi. Bunun ardından Meclis-i Vâlâ azalığına
seçildi. 1863'te Maarif ve Nafia nezaretleri de uhdesinde olmak üzere ikinci defa
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.600
A.g.e, s.603
228
M. Aydın, “Edhem Paşa, İbrahim”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.10, ss.418-420, s.419
229
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.604
226
227
102
Ticaret nazırı olduysa da aynı yıl görevden alındı. Bir süre sonra Ticaret Nezareti
önceden olduğu gibi Nafia Nezareti ile birleştirilerek yine Edhem Paşa'ya verildi,
ancak bu defa uhdesindeki Maarif Nezareti ayrıldı.230
1866'da Ticaret Nezareti'nden de azledilerek Tırhala ve 1867'de Yanya
valiliğine getirildi. 1868 yılında Şura-yı Devlet üyesi olan İbrahim Edhem Paşa, iki
yıl sonra Divan-ı Ahkâm-ı Adliye nazırlığına, 1871'de tekrar Nafıa Nezareti'ne tayin
edildi ve bir müddet sonra Ticaret Nezareti de bu görevlerine eklendi ancak 1872'de
azledildi. Ertesi yıl tekrar Şura-yı Devlet azası ve 1874’te Nafia nazırı oldu, fakat bir
süre sonra görevden alındı. 1876'da Berlin sefirliğiyle Almanya'ya gönderildi.231
23 Aralık 1876'da İstanbul'da toplanan Tersane Konferansı'nda ikinci
murahhas olarak Osmanlı Devleti'ni temsil eden Edhem Paşa, asabi mizacı sebebiyle,
müzakereler sırasında Fransa murahhasının Osmanlı Devleti'ne karşı söylediği
hakaretamiz sözlerine karşılık vermekten çekinmedi. Aynı yıl Şurayı Devlet başkanı
oldu ve Midhat Paşa'nın azli üzerine 5 Şubat 1877'de sadaret makamına getirildi.232
Onun sadareti esnasında cereyan eden en mühim hadise 1877–1878 Osmanlı- Rus
savaşlarıdır. Bu sıkıntılı dönemde karşılaştığı siyasi meselelerin hallinde asabi mizacı
yüzünden yetersiz kaldı ve ağır baskılar sonucu 11 Ocak 1878 tarihinde azledildi. On
dört ay kadar mazul kaldıktan sonra 1879'dan 1883'e kadar Viyana sefiri olarak
görev yaptı. Daha sonra 26 Şubat 1883'te Dâhiliye nazırı tayin edildi. Şarki
Rumeli'nin Bulgaristan tarafından ilhakı ile meydana gelen olaylar sebebiyle Küçük
Said Paşa kabinesinin düşmesi üzerine 24 Eylül 1885 tarihinde bu görevden ayrıldı.
M. Aydın, a.g.e, s.419
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.608-609
232
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.168
230
231
103
Kendisine 3000 kuruşluk mazuliyet maaşı bağlanan Edhem Paşa 20 Mart 1893’te
vefat etti ve Üsküdar'da bulunan Mihrimah Sultan Camii civarına defnedildi.233
İbrahim Edhem Paşa, asabi mizacına ve devlet meselelerindeki yetersizliğine
rağmen namuslu, dürüst, devlete sadık bir kişiydi. Bu sebeple II. Abdülhamid'in
hususi himayesine mazhar olabilmişti. İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı onun sadareti
zamanında açılmıştı.
Maden mühendisliği konusunda olduğu gibi tabii ilimlerde de derin bilgi
sahibiydi. Mecmua-yı Fünun'da tabii ilimlere dair makaleler yazmış, 1869 yılında
ölçüler hakkında bir nizamname neşretmiş, rasathane ve Matbaa-i Amire'nin
ıslahında. Darüşşafaka'nın kurulmasında büyük gayret göstermiştir. Ondalık
sisteminin tanınmasında ön ayak olmuş, yazdığı Yeni Mikyaslara Dair Risale adlı
eseri oğlu İsmail Galib'in adıyla yayımlanmış, "Mesahat, Ekyal ve Evzan-ı A'şariyye
Nizamnamesi"ni hazırlayarak yürürlüğe koymuştur. 1873 Viyana sergisi için Usul-i
Mimari-i Osmanî adıyla üç dilde neşredilen eseri Ahmed Vefik Paşa ile birlikte
hazırlamış, ayrıca Endülüs Tarihi adlı eserin 1. cildini kaleme almış, diğer kısımlarını
ise Ziya Paşa tamamlayarak kendi adına neşretmiştir (I-II. İstanbul 1280). Yazıda
sade ve kısa cümleler kullanmayı tercih eden ve muhalifleri tarafından "Deli Corci"
lakabıyla anılan İbrahim Edhem Paşa dindarlığı ile de tanınmıştır. Çok iyi yetiştirdiği
oğulları Osman Hamdi, Halil Edhem (Eldem) ve İsmail Galib Türk kültür ve sanat
tarihinde önemli yerlere sahip olmuşlardır.234
14- Hayrullah Efendi: 25 Zilhicce 1233'te (26 Ekim 1818) İstanbul'da doğdu.
Babası hekimbaşı ve reisülulema Abdülhak Efendi' dir. "Hekimbaşılar" diye tanınan
köklü bir ulema ailesinden gelir. Ailesi gibi tıbba yönelerek 1839'da babasının
233
234
M. Aydın, a.g.e, s.419
A.g.e, s.419-420
104
hekimbaşı ve nazır sıfatı ile başında bulunduğu Mekteb-i Tıbbiyye'ye girdi. Beşik
uleması olarak müderris payesi alıp tıp tahsilini daha talebeliğinin ilk senesinde
kendisine verilmiş olan ders nazırlığı memuriyetiyle birlikte yürütmüştür.235
Mekteb-i Tıbbiye'ye girişinin ikinci yılında ilmiyeye mahsus rütbe-i salise
nişanı ile taltif edildi. Bunu Muharrem 1258'de (Şubat 1842) İzmir mevleviyeti,
Muharrem 1259'da (Şubat 1843) Mekke-i Mükerreme mevleviyeti payelerinin
verilmesi takip etti.236 Ayrıca bu paye ile ilgili olarak Haremeyn-i Muhteremeyn
rütbesine mahsus nişanla taltif edildi.
Mekteb-i Tıbbiye’nin baş hocası sayılan Dr. Bernard, 1843 ders yılı için
hazırladığı raporunda, Hayrullah Efendi'nin çeşitli idari meşgalelere rağmen tıp
tahsilinde de başarılı olduğunu özellikle kaydetmekte ve bitirme tezi olarak Türkçe
bir eser hazırlamış olduğunu bildirmektedir.237 Bahis konusu eser, Hayrullah
Efendi'nin 1844 yılı başında yayımlanmış olan Makalat-ı Tıbbiye’sidir.
Hayrullah Efendi, mezuniyetinden hemen sonra Dürurü'l-muhat, ardından da
Terbiye ve Tedavi-i Etfal (Sıhhatnüma-yı Etfal) adlı eserini ortaya koymuştur. Aynı
dönemde bir de tıp lugatı hazırlamaktadır.
1845'te rütbe-i sani ve bunun nişanı ile taltif edilmiştir ancak, Mekteb-i
Tıbbiye nazırlığından azledilen babası’nın yerine gelen Cerrah Sakızlı İsmail
Efendi'nin nazırlığı sırasında ders nazırlığına son verilip bu memuriyete mahsus
rütbe-i saniye nişanı da geri alınmıştır.
Ö. F. Akün, “Hayrullah Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 17, ss.68-75, İstanbul, 1988, s.68
M. Süreyya, a.g.e, s.349
237
Fatin, Davud, a.g.e, s.128-129
235
236
105
1847 yılında Meclis-i Ziraat üyeliğine tayin edildi. Bu vazifeye gelişinden
sonra ziraatla ilgili olarak içinde tıbbi bahislerin de önemli bir yer tuttuğu, iki ciltlik
Beyt-i Dihkani adlı tercümeyi meydana getirdi. 238
Abdülhak Efendi'nin yeniden Mekteb-i Tıbbiye nazırlığına dönüşünün hemen
ardından Mekteb-i Tıbbiye’deki eski vazifesine döndü. Meclis-i Maarif-i
Umumiye'ye de üye tayin edilen Hayrullah Efendi (Aralık 1848), orta öğretimde
okutulmak üzere müspet ilimler sahasında Mesail-i Hikmet adlı bir eser ortaya koyar.
Yeni vazifesi dolayısıyla memleketin maarif meseleleriyle daha da yakından meşgul
olma fırsatını bulan Hayrullah Efendi, bir müddet sonra ilmiyeden ayrılıp mülkiye
sınıfına geçmek için teşebbüste bulundu. Sultan Abdülmecid'in iradesiyle kendisini
rical sınıfına geçiren rütbe-i ûla sınıf-ı evvel payesi verildi.239
1849 yılı Temmuzunda babasının Mekteb-i Tıbbiye nazırlığını bırakması
üzerine Hayrullah Efendi de ders nazırlığından ayrıldı. 1850 yılında Meclis-i
Maarifteki vazifesini muhafaza etmek şartıyla Meclis-i Nafia üyeliği de verildi.
Hayrullah Efendi, Meclis-i Maarif-i Umumiyye'deki çalışmalarını sürdürürken, 1851
'de, Encümen-i Daniş'in ikinci başkanı oldu. Düzenlenen açılış merasiminde, Meclisi Maarif namına Cevdet Paşa'nın kaleme aldığı hitabeyi Sultan Abdülmecid ve devlet
erkânının huzurunda okuma vazifesi kendisine verildi. Sonraki günlerde başlayan
aylık toplantı ve müzakerelerin çoğunun onun başkanlığı altında yapıldığı
görülmektedir.240
Hayrullah Efendi, bu yıllardan itibaren memleketin genel kültür ihtiyaçlarına
cevap verecek eserler hazırlamaya yöneldi. 1852 Şubatında Konrad Malte-Brun'ün
Z. Özaydın, Tanzimat Devri Hekimi Hayrullah Efendi’nin Hayatı ve Eserleri,
(Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1990, s.31
239
BOA, İ.DH. 10912
240
Ö.F. Akün, a.g.m, s.68
238
106
Geographie universelle'inden bir kısmını Kıt'a-i Afrika adıyla kısaltarak tercüme etti
ve yayımladı. Sonraları kendi adıyla anılacak olan Osmanlı tarihini yazmaya ve 1853
yılından itibaren cilt cilt yayımlamaya başladı. Devlet hizmetinde yıldızı gittikçe
yükselen Hayrullah Efendi Meclis-i Maarif-i Umümiyye, Meclis-i Nafia ve
Encümen-i Daniş'teki vazifelerine ilaveten 1268'de (1852) Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı
Adliye’ye de üye seçildi 241
Hayrullah Efendi, 1854’te Mekatib-i Umümiyye nazırlığına getirildi.242
1857’de Maarif-i Umümiyye Nezareti kurulurken Mekatib-i Umümiyye Nezareti
Maarif-i Umümiyye müsteşarlığına çevrildi ve Hayrullah Efendi’ye müsteşarlık
unvanı verildi243. Biryıl sonra, vekâleten Maarif-i Umümiyye Nazırı oldu.
1859'da Mekteb-i Tıbbiyye'ye nazır oldu. Hayrullah Efendi'nin Meclis-i
Maarif-i Umumiyye üyeliği Mekteb-i Tıbbiye nazırlığı süresince devam etti. Ayrıca
Meclis-i Tıbbiye’nin başkanlığı da üzerinde bulunuyordu
Mekteb-i Tıbbiyye nazırlığı iki yıl üç ay kadar devam eden Hayrullah Efendi
belli olmayan bir sebeple 19 Ağustos 1861'de azledildi ve tedavi görme gerekçesiyle
bir Avrupa seyahatine çıktı. Hayrullah Efendi Köstence üzerinden Tuna yolu ile
Viyana'ya, orada kısa bir müddet kaldıktan sonra Almanya ve Belçika'dan geçerek
Paris'e vardı. Çeşitli ilim müesseselerine ve akademilerine ziyaretlerde bulundu. Üç
ayı aşkın bir süre kaldığı ve hayran olduğu Paris'ten oğlu Abdülhak Hamid ile
dönerken yine kısa bir müddet Viyana'da kaldı.244
Bir yıl kadar açıkta bekledikten sonra 1864 yılı Temmuzunda Meclis-i Vâlâyı Ahkâm-ı Adliye’ye ikinci defa üye tayin edildi (Tasvir-i Efkar, sy. 213, 14 Safer
BOA, İ.DH. 15961
M. Cevad, a.g.e, s.60
243
A. Lûtfi, Vak’a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, C.IX, Yay: Münir Aktepe, İstanbul
Üniversitesi edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1984, s.135
244
Ö.F. Akün, a.g.m, s.69
241
242
107
1280). İstanbul'a döndükten sonra Osmanlı tarihine dair eserinin XV. cildini
hazırlamakta iken bir yandan daha önce Viyana'ya yaptığı seyahatlerle bu defaki
Fransa seyahatini anlatan Yolculuk Kitabı adlı eserini tamamladı. 1864 yılı sonbaharı
başında Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nin merkezinde Osmanlı tarihi üzerinde bir
dizi konferans vermeye başladı.
Hayrullah Efendi, çok geçmeden diplomatik kariyerde Tahran elçiliği gibi
nazik ve önemli sayılan bir mevkiye getirildi. Trabzon üzerinden Tahran'a gitmek
için İstanbul'dan hareket eden Hayrullah Efendi'ye İran sınırına girişinden itibaren
karşılama merasimleri yapıldı. Şahın huzuruna kabul edilerek büyük iltifatlar
gördü.245 Hayrullah Efendi bu vazifeyi sürdürürken 17 Şaban 1283'te (25 Aralık
1866) aniden vefat etti. Nasırüddin Şah ın iradesiyle kendisine büyük bir cenaze
merasimi tertiplendi ve Tahran'a 15 km. mesafede Rey şehrinde Şah Abdülazim
Türbesi yanında toprağa verildi.246
Eserleri:247 Resmi hizmet ve vazife hayatının değişik ve çok yönlü oluşu gibi
Hayrullah Efendi'nin fikir ve yazı faaliyeti de birbirinden farklı sahalarda kendini
göstermiştir. Çeşitli alanlarda tercümeden telife, tıptan ziraat ve fiziğe, bahçecilikten
coğrafyaya, oradan tarih ve seyahatnameye kadar genişleyen bir daire içinde eserler
meydana getirmekle ilim ve fikir tarihinde kendine bir yer açmıştır.
1. Mualecata Dair El Mecmuası: On sekiz sayfası yazılı bir reçete defteridir.
2. Müfredat-ı Tıbbiye fi beyani evzani'l-edviyye: Hayrullah Efendi'nin bir başka
reçete defteridir. İlaçların hastalıklara göre tasnif edildiği defterde Latince olarak
yazılmış reçeteler de görülmektedir. 3. Terbiye ve Tedavi-i Etfal (Sıhhatnüma-yı
245
Z. Özaydın, a.g.e, s.44-45
Ö.F. Akün, a.g.m, s.70
247
Hayrullah Efendi’nin eserlerinden Kıt’a-i Afrika ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniye hakkında
çalışmamızın IV. Bölümünde geniş bilgi verilmiştir. Diğer eserleri hakkında geniş bilgi için bkz: Z.
Özaydın, a.g.e, ss.55-120
246
108
Etfal): Elli yedi sayfalık kitap doğumdan başlayarak çocuk hastalıkları, bebeklerin
bakımı ve çocuk terbiyesi konusunda, memleketimizde kendisine kadar yazılmış pek
az şey bulunan bir sahadaki boşluğa cevap veren eseridir. 4. Ordu Hıfzıssıhhası:
Osmanlı ordusunun sağlık hizmetleri için bu eseri Fransızcadan tercüme yolu ile
meydana getirmiştir. 5. Makalat-ı Tıbbiye: Hayrullah Efendi'nin, Mekteb-i
Tıbbiye’den yetişecek olan hekimlere kılavuz olmak üzere yazdığı deontoloji
ağırlıklı eseridir. 6. Dürurü'l-muhat: Zührevi hastalıklar üzerine, özellikle bel
soğukluğu hakkında umumi bilgiler vermek gayesiyle teşhis, tedavi ve korunma
konusunu sistematik şekilde işlediği risalesidir. 7. Lugat-ı Tıbbiye. Hayrullah
Efendi'nin bu sahada büyük bir ihtiyaca cevap vermek üzere hazırladığı bu eser
memleketimizde ortaya konulmuş etraflı ilk tıp lügatidir. Başına koyduğu
açıklamadan öğrenildiğine göre eseri, 1839–1851 yılları arasında yazmıştır. Hemen
hepsi Arapça asıllı olan terimlerin Türkçe karşılık ve açıklamaları, her birinin
sonunda da Fransızcaları telaffuzlu olarak eski harflerle gösterilmiştir; bazen Latince
karşılıkların da verildiği görülmektedir. 8. Beyt-i Dihkâni: Meclis-i Ziraat azalığı
sırasında yaptığı Maison Rustique adlı eserin kısaltılmış bir tercümesidir. 9. Bağçe-i
İntizam: Mekteb-i Tıbbiye’deki tahsili sırasında iyi bir botanik kültürü alan
Hayrullah Efendi'nin bahçe tanzimi ve çiçek yetiştirme konusunda kaleme aldığı bir
eserdir. 10. Mesâil-i Hikmet (İstanbul 1265). Hayrullah Efendi'nin 1265 Rebiülevvel
başlarında (1849 Ocağı sonları) yayın sahasına koyduğu bu küçük eser, rüşdiyelere
yeni konulan fizik müfredatını karşılamak için kaleme alınmış bir ders kitabıdır. 11.
Kıt'a-i Afrika (İstanbul 1268): Konrad Malte-Brun'ün Geographie Universelle 'inden
kısaltarak yaptığı ve derkenarlarla açıklayıcı ilaveler kattığı bir tercümedir. 12. Hezar
Esrar (İstanbul 1279, 1285). Dedesinin yazmaya başladığı, babasının da devam
109
ettirdiği bu eseri Hayrullah Efendi yaptığı ilavelerle tamamlamış, 1279'da da
yayımlamıştır. 13. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye: Tarihi (Hayrullah Efendi Tarihi). En
fazla emek verdiği, en tanınmış ve en kalıcı eseridir.Çalışmamızın ileri bölümlerinde
geniş olarak bahsedilmiştir. 14. Yolculuk Kitabı: Hayrullah Efendi'nin en orjinal
eseridir. Ülkemizde bir Türk müellifi tarafından Avrupa hakkında yazılmış ilk
seyahat kılavuzudur. Hayrullah Efendi'nin Avrupa'da yaptığı yolculukları anlatan
etraflı bir seyahatnamedir.
Hayrullah Efendi’nin bunların dışında biri tercüme iki tiyatro oyunu
mevcuttur.
Modernleşme döneminin fazla tanınmamış şahıslarından olan Hayrullah
Efendi için Tanpınar derki: "Tarihinde ciltten cilde değişen ve inkişaf eden
görüşlerden sarfınazar seyahatnamesinde yeni bir neslin adamı olduğunu gösterir. Bu
hekimliği sevmeyen tıbbiye mezununun devrinin ne kadar ilerisinde olduğunu
anlamak için seyahatnamesinde öğretim ve sistemleri, mektep kitapları üzerinde
yazdıklarını okumak kafidir."248
15- Ahmet Cevdet Efendi (Paşa): Kendi ifadesine göre hicri 1238 yılı
hıdrellezinden kırk gün önce Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğdu.249 Asıl adı
Ahmed olup Cevdet mahlasını İstanbul'da öğrenim gördüğü sırada şair Süleyman
Fehim Efendi'den almıştır. Babası Lofça ileri gelenlerinden ve meclis azasından Hacı
İsmail Ağa’dır. Küçük yaşta Lofça müftüsü Hafız Ömer Efendi'den Arapça okuyarak
öğrenim hayatına başlayan Ahmed, kısa zamanda İslami ilimlerle ilgili kitapları
248
249
A.H. Tanpınar, a.g.e, s.508
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.3
110
okuyacak derecede ilerleme gösterdi. Ardından kadı naibi Hacı Eşref Efendi ve
müftü Hafız Mehmed Efendi'den çeşitli dersler aldı. 250
Öğrenimini daha da ileri seviyeye götürmek için 1255 (1839) yılı başlarında
İstanbul'a gönderildi. Burada kısa sürede ilmi muhitlerde kendini gösterdi; devrin
meşhur âlimlerinin derslerine devam etti. Ayrıca Miralay Nuri Bey ve Müneccimbaşı
Osman Sabit Efendi'den hesap, cebir, hendese gibi dersler gördü.251 Bir yandan
tahsilini ilerletirken öte yandan ders vermek üzere bazı hocalardan icazet aldı. Bu
arada ilmi ve edebi cemiyetlere de girdi; devam ettiği İstanbul Çarşamba'daki Murad
Molla Tekkesi'nin şeyhi Mehmed Murad Efendi'den Mesnevi okuyarak Farsça
bilgisini derinleştirdi ve kendisine mesnevihanlık icazeti verildi. Ayrıca Süleyman
Fehim Efendi'nin Karagümrük'teki konağına devam edip ondan Şevket ve Örfi
divanlarını okudu; bir yandan da devrin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı
İbrahim Efendi'nin sohbetlerine katıldı.252
Bu muhitlerde tasavvuf ve edebiyatın belli başlı eserlerini okuyarak bilgisini
ve kültürünü ilerlettiği gibi şiir ve edebiyat alanındaki eksikliklerini tamamlayıp
edebi zevkini geliştirme imkânını buldu. Kendi ifadesine göre okuyup yazabilecek
seviyede Arapça ve Farsça, anlayabilecek ölçüde Fransızca ve Bulgarca biliyordu.253
Öğrenim hayatından sonra devlet hizmetine, H.1260 / M.1844'te Rumeli
kazaskerliğine bağlı Premedi kazası kadılığı ile başladı. Maamafih bu, o zamanki
usule göre, bir rütbe olup, bilfiil kâdılık değildi ve Ahmed Cevdet Efendi
İstanbul’dan ayrılmamıştı.
254
29 Haziran 1845 tarihinde İstanbul müderrisliği
ruusunu aldı. 10 Nisan 1849'da "hareket-i hariç'' rütbesini aldı. 14 Ağustos 1850
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, “Cevdet Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.7, ss.443-450, s.443
Fatma Aliye, a.g.e, s.25-26
252
A.g.e, s.35-36
253
İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.I, s.238
254
A. Şimşirgil, E.B. Ekinci, Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle, KTB Yayınları, İstanbul, 2008, s.18
250
251
111
tarihinde Meclis-i Maarif-i Umumiye azalığı ve darülmuallimin müdürlüğüne tayin
edildi. Bu arada İstanbul’a dönen Fuad Efendi ile birlikte Bursa'ya gitti ve orada
kaldığı kısa süre içinde onunla birlikte Kavaid-i Osmaniye adlı kitabı ve Şirket-i
Hayriyye'nin kuruluş nizamnamesini hazırladı. İstanbul'a döndükten sonra 1851 'de
Encümen-i Daniş üyeliğine seçildi. Eksiklerini tamamladığı Kavaid-i Osmaniye’yi
Encümenin ilk eseri olarak Abdülmecid’e sundu. Bunun üzerine derecesi "hareket-i
altmışlı"ya yükseltildi. 255
Encümen-i Daniş tarafından 1774–1826 devresi Osmanlı tarihini yazmakla
görevlendirildi.256 1854'te yazmaya başladığı tarihinin ilk üç cildini tamamladı ve
padişaha takdim etti. Bunun üzerine kendisine "müsıle-i Süleymaniyye" derecesi
verildi. 1855'te tayin edildiği vakanüvislik görevini 1865 yılına kadar yürüttü.257
Devlet kademelerindeki bu yükselmenin yanı sıra ilmiye mesleğinde de
ilerleyerek 9 Ocak 1856'da mevleviyet derecesindeki Galata kadılığına getirildi; aynı
yılın 9 Aralığında Mekke-i Mükerreme kadılığı, 21 Ocak 1861'de de İstanbul kadılığı
payelerini aldı.
18 Mayıs 1861 tarihinde Rumeli teftişine çıkan Sadrazam Kıbrıslı Mehmed
Paşa'ya refakat ettikten kısa bir süre sonra İşkodra'da meydana gelen·isyanı
bastırmak üzere "memuriyet-i fevkalade" ile görevlendirildi. İki ayda bu vazifesini
başarıyla tamamladı. 1863'te Bosna eyaletini teftiş göreviyle ilgili hazırlıklarını
yaparken 24 Haziran 1863 tarihinde Anadolu kazaskerliği payesine ulaştı.258 Bu
başarıları dolayısıyla o zamana kadar hiçbir ilmiye mensubuna verilmemiş olan
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58
257
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444
258
A. Şimşirgil, E.B. Ekinci, a.g.e, s.20
255
256
112
ikinci rütbeden "nişan-ı Osmanî" ile mükâfatlandırıldı.259 Haziran 1864'te Kozan
tarafına gönderildi. Derviş Paşa ile birlikte Fırka-i lslahiyye'yi oluşturup altı ay
içinde gerekli ıslahatı yaptı. Ancak bu başarıları kendisini çekemeyenlerin harekete
geçmesine yol açtı ve ilmiye sınıfından mülkiyeye nakline karar çıkarılarak 13 Ocak
1866’da kazaskerlik payesi vezarete çevrildi. 260
Ahmed Cevdet Paşa bundan sonra yeni oluşturulan Halep valiliğine tayin
edildi; iki yıl süren bu görevi sırasında yeni valiliğin teşkilatlanmasını gerçekleştirdi.
1868'de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına getirildi.261 Divanın nezarete
çevrilmesi üzerine Adliye nazırı oldu ve bu dönemde nizami mahkemeler teşkilatını
kurarak bununla ilgili kanun ve nizamnameleri hazırladı.
Cevdet Paşa'ya şöhret kazandıran gelişmelerden biri de Hanefi fıkhına dayalı
bir kanun kitabının hazırlanması gerektiği düşüncesidir. Nitekim bu düşüncesi kabul
edilerek Babıâli' de teşkil edilen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Cemiyeti'nin reisliğine
getirildi. Devrin önde gelen fıkıh âlimlerinin de yer aldığı bu cemiyet Mecelle'nin ilk
dört kitabını yayımlamaya muvaffak oldu. Beşinci kitabın hazırlığı biterken Cevdet
Paşa reislikten azledilerek Bursa valiliğine tayin edildiyse de birkaç gün sonra bu
görevinden de alındı. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye Cemiyeti Bab-ı Meşihat'a
nakledildi. Ancak çıkarılan altıncı kitabın büyük tenkitlere uğraması üzerine,
1871’de, Cevdet Paşa 'ya yeniden Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye Cemiyeti ile Şüra-yı
Devlet Tanzimat Dairesi başkanlıkları verildi. 1873’te Şüra-yı Devlet üyesi, ardından
da Evkaf nazırı oldu.262
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444
A.g.m, s.444
261
Fatma Aliye, a.g.e, s.8
262
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444
259
260
113
Aynı yılın ortalarına doğru Maarif nazırlığına getirildi.263 Nazırlığı
zamanında; bir komisyon oluşturarak ilkokullardan yüksek okullara kadar her
seviyede okul için ders cetvelleri yaptırdı, yeni bir elifba cüzü hazırlanarak bastırıldı.
Nuruosmaniye Camii avlusunda modern usullere göre "ibtidaiyye" adıyla bir ilkokul
açıldı. Kendisi de Kavâid-i Türkiyye, Mi'yar-ı Sedad ve Adab-ı Sedad adını taşıyan
üç okul kitabı yazdı.264 Darülmuallimin teşkilatı sıbyan, rüşdiye ve idadi olmak üzere
üç dereceye ayrılarak yeniden düzenlendi.265 Kısas-ı Enbiya adlı eserinin üç cüzünü
de bu arada tamamlayarak bastırdı.
1874'te Şüra-yı Devlet başkan vekilliğine getirilen Cevdet Paşa, Mecelle'nin
on ikinci kitabını da hazırlatmıştı. 2 Kasım 1874 tarihinde Yanya valiliğine, 1875'te
de önce Maarif nazırlığı ve kısa bir süre sonra da Adliye nazırlığına getirildi. Aynı
yıl içinde on altıncı cilt yazılarak Mecelle tamamlandı.266
1877 yılında önce Dâhiliye nazırlığına getirildi, ardından Evkaf nazırlığına
naklen tayin edildi. 1878'de Suriye valisi olarak Şam'a gitti. Bu arada Kozan'da çıkan
isyanı bastırmakla görevlendirildi. Ancak isyanın bastırılması sırasında Şam
valiliğine Midhat Paşa'nın tayin edilmesi üzerine açıkta kaldı ve görevini
tamamladıktan sonra İstanbul'a döndü. Yolda Ticaret nazırlığına tayin edildiği
haberini aldı.267 Haziran 1879'da Tunuslu Hayreddin Paşa'nın sadaretten istifası
üzerine on gün müddetle sadrazamlığı vekâleten yürüttü. Said Paşa başvekil olunca
tekrar Adliye nazırlığına getirildi.268
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s123
A.g.e, s.126
265
M. Cevad, a.g.e, s.136
266
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444-445
267
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s173-175
268
A.g.e, s.194
263
264
114
Ahmed Vefik Paşa'nın başvekil olması üzerine 30 Kasım 1882'de Adliye
nazırlığından ayrıldı ve üç buçuk yıl resmi görevlerden uzak kaldı. Bu sırada tarihini
tamamladı, Kavaid-i Osmaniyye'nin eksiklerini ikmal etti. Cevdet Paşa son olarak 11
Haziran 1886 tarihinde beşinci defa Adliye nazırlığına getirildi. Ancak Sadrazam
Mehmed Kamil Paşa ile aralarında çıkan anlaşmazlık sebebiyle bir süre sonra
ayrılmak zorunda kaldı. 10 Mayıs 1890'da II. Abdülhamid onu Meclis-i Âlî'ye tayin
etti. Cevdet Paşa bundan sonraki hayatını ilmi çalışmalarına ve çocuklarına ayırdı.
Kısa bir hastalıktan sonra 26 Mayıs 1895'te Bebek'teki yalısında vefat etti ve Fatih
Sultan Mehmed Türbesi haziresine defnedildi.269
Tanzimat devrinin önde gelen şahsiyetlerinden olan Cevdet Paşa, son asır
Türk- İslam ilim âleminin mümtaz simalarından biridir. Ahmed Cevdet büyük bir
devlet adamı olduğu kadar aynı zamanda tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci
ve sosyologdur. Genç yaşta İslami ilimlerle birlikte Arapça ve Farsça'yı çok iyi bir
şekilde öğrenirken Emin Efendi adlı bir kişiden Fransızca dersleri de aldı. Bu ona
kısmen Batı tarih kitaplarını ve kanunlarını okuma ve anlama imkânını vermiştir.
Cevdet Paşa’ya göre insan doğuştan medeniyete yatkındır. İnsanoğlunun
medeni hayata geçiş sürecinde toplumlar arasında bazı basamak farkları doğmuştur.
Böylece medeniyet, toplumların göçebelik ve yerleşik durumundan sonra üçüncü ve
son merhalesini oluşturur. Bu merhaleye ulaşmanın temel şartı insanların kemale
erdirilmesidir ki bu da ancak eğitim ve öğretimle mümkündür. Cevdet Paşa bu
husustaki çalışmalarını başlıca üç noktada yoğunlaştırmıştır. a) Yeni eğitim ve kültür
kurumlarının açılması. b) Her derecedeki okullar için yeni ders kitaplarının
hazırlanması ve yayın faaliyetlerinin arttırılması. c) Türkçenin bilim dili haline
269
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.445
115
getirilmesi. Nitekim Encümen-i Daniş'in teşkilinde büyük katkılarda bulunmuş,
darülmuallimin yönetmeliği onun müdürlüğü zamanında düzenlenmiş ve 1872'de
İstanbul'da ilk idadi de onun Maarif nazırlığı sırasında açılmıştır. Ayrıca okullarda
okutulmak üzere modern metotlara göre Türkçe ders kitapları hazırlamıştır. Öte
yandan Türkçenin ilim dili olamayacağını iddia edenlere bir cevap olmak üzere
Takvimü 'l- edvar adını verdiği risalesini bastırarak herkese Türk diliyle de güzel
eserler yazılabileceğini göstermiştir.270
Cevdet Paşa, Osmanlı kurum ve kuruluşlarına yeniden şekil verilmesi
konusundaki farklı fikirlerin hız kazandığı bir dönemde, gelenekçi Türk- İslam Doğu
kültürü ile yenilikçi Batı arasında senteze varmaya çalışmış bir şahsiyettir. Osmanlı
müesseselerinin İslami esaslara dayandığını dikkate alarak Batı devletleriyle Osmanlı
Devleti'nin farklı din ve medeniyetlerden doğduğunu bu sebeple de her yönden
Batılılaşmanın hem yanlış hem de imkânsız olduğunu düşünmüş, sonuç olarak Batı
taklitçiliğine ve maddeci felsefeye şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak bütün icraatında
Osmanlıcı-İslamcılığı sürdürmekle birlikte metotta yenilikçiliği benimsemiş, Batı'nın
pozitif bilimler, teknik ve yönetim alanlarındaki üstünlüğünü kabul ederek bu
alanlarla ilgili Osmanlı müesseselerinin Batı tarzında ıslahını savunmuştur. Avrupa
kanunlarının ve kurumlarının olduğu gibi alınmasına karşı çıkan Cevdet Paşa, İslami
geleneklerin korunması gerektiğini söylemiş ve bir kısım devlet ileri gelenlerinin
Fransız kanunlarının tercüme edilip alınması yönündeki görüşlerine karşı çıkarak
Mecelle'nin hazırlanmasında en önemli rolü oynamıştır.271
Cevdet Paşa'nın millet anlayışı ise İslam geleneğine uygun olarak Müslüman
milletlerin siyasi birlik ve bütünlüğünü temsil eden Osmanlılık temeline
270
271
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s110
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.445
116
dayanmaktadır. Milliyet karşılığı olarak "kavmiyet"i kullanır ve bunun Fransız
ihtilali'nden sonra bulaşıcı bir hastalık gibi Avrupa'da yayıldığını söyler (Tarih, 1.
169).
Vatan fikri konusunda da muhafazakârdır. Vatan mefhumunun Müslüman
halk arasında Avrupa'da olduğu gibi rağbet bulamayacağını, bunun yerine dinin daha
tesirli olacağını savunur. Ona göre Osmanlı'nın asıl büyüklüğü hilafet ve saltanatın
birleştirilmesinden doğmuştur. Devleti devlet yapan esas unsur İslamiyet'tir.
Tarihçiliği: Cevdet Paşa, pek çok vasfı yanında özellikle tarihe dair
eserleriyle klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiş; tarihçilik, tarih
felsefesi ve metodolojisi bakımından da geniş ölçüde, bir kısmının tercümesini
yaptığı İbn Haldün'un Mukaddime'sinin tesirinde kalmıştır. Bundan dolayı A. Harndi
Tanpınar onu "İbn Haldün'un son şakirdi" sayar.272
Cevdet
Paşa'nın
öncü
rollerinden
birini
de
Avrupa
tarihine
ait
değerlendirmeler teşkil eder. Osmanlı tarihi çerçevesinde Avrupa'nın iyi tanınması ve
hadiseler üzerinde Batı'daki gelişmelerin etkileri onun için önem kazanır. Fransız
ihtilali'ni tahlil eden ve sonuçları üzerinde duran Cevdet Paşa, anayasasız ve ihtilalsiz
gelişen İngiltere parlamentosu ve rejimi taraftarıdır. Osmanlı Devleti'nin başlıca
hasmı durumundaki Rusya'yı çok iyi tanıdığı ve bu konuya özel bir ilgi duyduğu,
Viyana sefiri Sadullah Paşa'ya yazdığı mektubundan anlaşılmaktadır. Burada I. Petro
ile Il. Mahmud'un reformları arasında yaptığı mukayese, onun tahlil gücü hakkında
fikir verebilecek değere sahiptir. İngiltere'de inkılabın asil sınıfın zorlaması ve halkı
yanına alması ile, Fransa'da halkın ayaklanması ile gerçekleşirken Rusya'da ve
272
A.H. Tanpınar, a.g.e, s.163
117
Osmanlılarda tepeden geldiğini belirtir. Bütün bunlar onun tarihi bir bütünlük
içerisinde ele aldığını gösterir.273
Hukukçuluğu: Cevdet Paşa, devlet adamlığı ve tarihçiliğinin yanı sıra aynı
zamanda Tanzimat döneminin önemli hukuki düzenlemelerini yapan bir hukuk
adamıdır. Bu dönemde hazırlanan kanunların ve kurulan müesseselerin önemli bir
kısmı onun imzasını taşımaktadır. Bu sebeple Bemard Lewis'in onun hakkında
kullandığı "dahi hukuk adamı" ifadesi274 mübalağalı sayılmaz.
Lofça'da iken Halebî ve Mültekâ gibi Osmanlılar'ca büyük önem atfedilen
fıkıh kitaplarını okumuştur. Tanzimat'ın ilan edildiği yıl İstanbul’a gelerek medrese
öğrenimine burada devam ederken gerek zekâsının parlaklığı gerekse çalışkanlığı
sayesinde ilim muhitlerinde kısa sürede tanınmıştır. Nitekim Sadrazam Mustafa
Reşid Paşa meşihattan, yapacağı düzenlemelerin şer'i yönünü aydınlatmak üzere bir
ilim adamı istediğinde, "arzuya muvafık meşihattan gönderilen zat" denilerek
kendisine Cevdet Efendi takdim edilmiştir.275 Yirmi dört yaşında Mustafa Reşid
Paşa'nın yakın çevresine dâhil olması ve bu çevrede Batılılaşma yanlılarının
fikirlerinden istifade etmesi, İslam-Osmanlı ve Batı kültürlerinin faydalı bir sentezini
yapabilmesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Şekilde kısmen Batılı, fakat özde
daima İslam'a bağlı kalarak hukuk sahasında daha sonra ortaya koyduğu çalışmalar
onun gerçekten "arzuya muvafık zat" olduğunun delilidir.276
Cevdet Paşa'nın Tanzimat döneminde hukukla ilgili en önemli eserleri,
hazırlamış olduğu kanun ve nizamnamelerle tesis ettiği hukuk kurumlarıdır. Bu
alandaki ilk hizmetleri, 1850'de darülmuallimin müdürü ve Meclis-i Maarif azası
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.446
B. Lewis, a.g.e, s.122
275
Fatma Aliye, a.g.e, s.40
276
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.446
273
274
118
olmasıyla başlar. Bu görevlere geldikten sonra hem darülmuallimin nizamnamesini
hem de bu dönemde Meclis-i Maarif'çe hazırlanan bütün nizamnameleri bizzat o
kaleme almıştır. Bu hizmetlerinde göz doldurması, kanun ve nizamname kaleme
almada belirli bir tecrübe ve meleke kazanması sebebiyle, 1855'te Osmanlı medeni
kanununu hazırlaması düşüncesiyle kurulan Metn-i Metin Komisyonu'na üye
seçilmiştir. Bu dönemde gerek adı geçen komisyondaki görevinin icabı, gerekse bu
sırada tayin edildiği Galata kadılığı dolayısıyla fıkıhla daha yakından ilgilenmeye
başlamıştır. Ancak Metn-i Metin teşebbüsü başarıya ulaşmamıştır. Buna rağmen
Cevdet Paşa'nın bu çalışmadan daha sonra hazırlayacağı Mecelle için tecrübe
kazanmış olduğu söylenebilir.
Cevdet Paşa, kısa süre sonra Tanzimat devrinde hazırlanması düşünülen
kanun ve nizamnameleri kaleme almakla görevli Meclis-i Tanzimat'a üye olmuştur.
Bu mecliste önce Ceza Kanunnamesinin kaleme alınmasında emeği geçmiş ardından
Arazi Kanunnamesi için kurulan komisyona başkan olmuştur.277 1274 (1858) tarihli
Arazi Kanunnamesi, Tanzimat döneminin iki orijinal kanunundan biridir ve gerek
dilinin sadeliği gerekse kanun tekniği bakımından devrinde hazırlanmış kanunların
en başarılı örneklerindendir.
Daha sonra Meclis-i Tanzimat'ça yine o dönemde düzenlenen çok sayıda
kanun ve nizamname de meclis adına Cevdet Paşa tarafından kaleme alınmıştır.
Ardından bütün bu kanun ve nizamnameleri Düstur adı altında bir kitapta toplayan
Cevdet Paşa, böylece bugün beşinci tertibi yayımlanmakta olan ve hukuk mevzuatını
bir araya toplayan bu eserin ortaya çıkmasında en önemli rolü oynamıştır.
277
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s73
119
Cevdet Paşa'nın Meclis-i Tanzimat'taki çalışmalarından sonra hukuk alanında
en önemli hizmeti Divan-ı Ahkam-ı Adliyye'nin kurulmasında görülür. 1868 yılında
Meclis-iVala-yı Ahkâm-ı Adliyye’nin Şüra-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye
olarak ikiye ayrılmasından sonra, bugünkü Yargıtay'ın ilk şekli olan Divan-ı Ahkâmı Adliyye'nin başkanlığına da Cevdet Paşa getirildi.278
Bugünkü hukuk fakültelerinin nüvesi sayılabilecek Mekteb-i Hukuk 1880'de
onun Adliye nazırlığı döneminde açılmıştır. Hazırlıkları daha önce başlayan bu
okulda ilk dersi, hem Adliye nazırı hem de mektebin hocalarından biri olması
sıfatıyla Cevdet Paşa vermiştir. Mekteb-i Hukuk II. Meşrutiyet' in ilanından sonra
darülfünunun bir fakültesi olarak öğretim faaliyetini sürdürmüştür.
Cevdet Paşa'nın İslam ve Osmanlı hukukuna kazandırdığı en önemli eser
şüphesiz Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'dir. Metn-i Metin teşebbüsünden on üç yıl
sonra ortaya çıkan eser, bütün İslam devletlerinde İslam hukuku alanında hazırlanan
ilk kanun olma özelliğine sahiptir. Cevdet Paşa'nın bu kanunun ortaya çıkmasındaki
rolü,
Mecelle'yi
hazırlayan
heyetin
başkanı
sıfatıyla
sadece
kanunun
hazırlanmasından ibaret değildir. Bu noktaya gelmeden önce Fransız medeni
kanununun alınmasını isteyenlere ve bu arada en başta Sadrazam Ali Paşa ile Fransız
büyükelçisi De Bouree'ye karşı vermiş olduğu mücadele sonunda Code Civile'in
iktibası yerine milli bir kanunun hazırlanması fikrini kabul ettirmesi ve bu fikre
sonuna kadar sahip çıkarak Mecelle'nin tamamlanmasını sağlaması en az telifindeki
emeği kadar önemlidir. Mustafa Reşid Paşa'nın etkisiyle elden geldiğince sade bir dil
kullanmayı tercih eden Cevdet Paşa, gerek Arazi Kanunnamesi ve Mecelle, gerekse
278
A.g.e, s.84
120
kaleme almış olduğu diğer kanun ve nizamnamelerle Türk hukuk dilinin oluşmasında
önemli bir role sahiptir.279
Eserleri:280 1. Tarih-i Cevdet. Osmanlı tarihinin 1774 Küçük Kaynarca
Antiaşması'ndan 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasına kadar olan dönemini
ihtiva etmektedir. 2. Tezakir. Cevdet Paşa'nın vak'anüvisliği zamanında (1855–1865)
bizzat kendisinin de içinde bulunduğu olaylara dair tuttuğu notlardan teşekkül eden
bir hatırat niteliği taşımaktadır. Cevdet Paşa bu notları kendisinden sonra vak'anüvis
olan Ahmed Lutfi Efendi'ye tezkireler halinde yollamıştır. Bu sebepten dolayı da
esere Tezakir-i Cevdet adını vermiştir. 3. Ma'rûzat. 1255–1293 (1839–1876) yılları
arasındaki tarihi ve siyasi olayların özet halinde yazılmasını şifahi olarak isteyen
Sultan ll. Abdülhamid'in emriyle kaleme alınmıştır. Padişaha sunulması dolayısıyla
müellifin "Ma'rûzat" adını verdiği bu eser "cüzdan" denilen kısımlara ayrılmıştır.. 4.
Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa. Hayatının son yıllarına doğru yazdığı bir eserdir.
Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar gelip geçen peygamberlerin kıssalarından.
İslam dininin ortaya çıkışı, Hz. Peygamber'in hayatı ve Hulefa-yi Raşidin ile Emevi,
Abbasi halifelerinden, diğer Türk-İslam devletlerinden ve Osmanlı tarihinin 1439
yılına kadar olan ilk devirlerinden bahseder. 5. Kırım ve Kafkas Tarihçesi (İstanbul
1307) Halim Giray'ın Gülbün-i Hanan'ından istifade ederek kaleme aldığı küçük bir
eserdir. Kırım savaşının ardından Paris Konferansı’nın toplanmasından önce yazılıp
Mustafa Reşid Paşa 'ya sunulmuştur. 6. Mukaddime-i İbn Haldun. İbn Haldün'un elİber adlı Arapça genel tarihinin girişi olan 1. cildin altıncı faslının tercümesidir. 7.
Belâgât-ı Osmaniyye (İstanbul 1298). Cevdet Paşa'nın Mekteb-i Hukuk'ta okuttuğu
Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.448
Cevdet Paşa’nın eserlerinden Tarih-i Cevdet, Kavaid-i Osmaniye ve Mukaddime-i İbn-i Haldun
hakkında çalışmamızın dördüncü bölümünde geniş bilgi verdik. Diğer eserlerinin bazıları Türkçe
olarak da yayımlanmış ve çeşitli çalışmalara konu olmuştur.
279
280
121
edebiyat dersi notlarından meydana gelmiştir. Klasik İslam belagat anlayışına göre
düzenlenmiş edebiyat kurallarını ve bunlara uygulanan Türkçe misalleri ihtiva eder.
8. Kavaid-i Osmaniyye. Eser, Türkçe'de yayımlanan ilk gramer kitabı olarak önem
taşıdığı gibi Cevdet Paşa'nın hayatının sonuna kadar ilgileneceği dil konusundaki
çalışmalarının da ilk adımını teşkil eder. 9. Divan-ı Saib Şerhi'nin Tetimmesi. İranlı
şair Saib-i Tebrizi'nin divanı Süleyman Fehim Efendi tarafından şerh edilmekte iken
onun 1845'te ölümü üzerine eksik kalan kısım Cevdet Paşa tarafından
tamamlanmıştır.
10. Mi'yar-ı Sedad Oğlu Ali Sedad için yazdığı mantığa dair bir eser olup
zamanına göre sade bir dille yazılmış ilk Türkçe mantık kitabıdır. 11. Adab-ı Sedad fi
ilmi'l adab: (İstanbul 1294) Tartışma usul ve kurallarını ihtiva eden eser Mi'yar-ı
Sedad'ın bir eki mahiyetindedir. 12. Beyanü'l-unvan (İstanbul 1273, 1289, 1299).
Henüz öğrenci iken Türkçe olarak yazdığı bu eser İslam ilimleri metodolojisine
dairdir. 13. Takvimü'l-edvar (İstanbul 1287, 1300). Şemsi - hicri tarih esaslarını
anlatan bir eserdir. 16. Mecmua-i Ahmed Cevdet. Dini meselelerle ilgili bazı
meselelerin soru-cevap şeklinde açıklandığı bir eserdir. 17. Hulâsatü'l-beyan fi
te'lifi'l- Kur'an (İstanbul 1303) Kur'an'ın cem'ini anlatan Arapça bir eserdir. 18.
Mecmua-i Aliye. Kızı Fatma Aliye Hanım'a okuttuğu hikmet, felsefe, ilm-i ruh,
matematik, geometri, astronomi ve çeşitli İslami ilimlere dair dersleri bu eserde
toplanmıştır. 19. Ma'lumat-ı Nafia (İstanbul 1279). Rüşdiye mekteplerinde
okutulmak üzere yazdığı bir eseridir. 20. Hilye-i Saadet (İstanbul 1304, 1305) 21.
Eser-i Ahd-i Hamidi (İstanbul 1309) İbtidaiye mektepleri için kaleme aldığı bir
ilmihal kitabıdır.
122
Cevdet Paşa'nın bazı eserlere yazdığı ta'likatları da vardır. Ayrıca şiirlerini
Sultan Abdülhamid'in isteği üzerine hayatının sonlarına doğru bir divanda
toplamıştır. Müellif hattıyla yazılmış nüshaları İstanbul Belediyesi Atatürk
Kitaplığı'nda bulunan (Cevdet Paşa Evrakı, nr.37) divandaki şiirlerin çoğu kaside ve
gazel tarzında olup içlerinde şarkı, rubai, tarih ve müfredler de bulunmaktadır.
16- Mehmet Emin Derviş Paşa: 1817 yılında, Eyüplü bir imamın oğlu olarak
İstanbul’da dünyaya gelen Mehmed Emin Derviş Paşa, çocukluk yıllarından itibaren
zekâsı ve çalışkanlığıyla tüm hocalarının dikkatini çekmiştir. Derviş Paşa, 1829
yılında on iki yaşındayken, Mühendishane-i Berr-i Hümayun’a öğrenci olarak girmiş
ve dönemin ünlü hocası İshak Efendi tarafından yetiştirilmiştir.281
Derviş Paşa, Mühendishane-i Berr-i Hümayun’dan iyi bir dereceyle mezun
olduktan sonra, 1834–1835 yıllarında Tophane-i Amire ile buraya bağlı baruthane,
fişekhane ve dökümhane gibi kuruluşlarda teknik eleman olarak çalışmıştır. 1835’te
Mekteb-i Harbiyye-i Şahane’ye öğretmen yetiştirmek amacıyla Avrupa’ya
gönderilen öğrenciler arasında yer almış ve eğitimini tamamlamak amacıyla bir kaç
yıl Londra’da kaldıktan sonra, üç yıl da Paris’te kalmıştır. Yurda döndükten sonra
öncelikle, Keban ve Ergani Madenlerinde başmühendis olarak göreve başlamış, daha
sonra ise, Mekteb-i Harbiyye-i Şahane’de fizik ve kimya hocalığı ve Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane’de ise geometri, fizik, kimya hocalığı gibi görevlere atanmıştır.282
Mehmed Emin Derviş Paşa döneminin bilgili ve yenilikçi bir hocası
olmasının yanı sıra aynı zamanda derslerinde deneylere yer veren, hatta bu deneyleri
resmi törenlerde tekrarlamaktan da çekinmeyecek kadar cesur bir bilim insanıdır.
S.Y. Akagündüz, “Osmanlı Devleti’nde Okutulan İlk Fizik Ders Kitabı: Usûl-ı Hikmet-i Tabiiye
(Doğa Felsefesine Giriş)”, Turkish History Education Journal, C.2, S.2, Fall 2013, ss.58-77, s.5960
282
A.g.e, s.60
281
123
Nitekim Mirliva rütbesini, 1846 yılında resmi bir tören sırasında padişahın
huzurunda hidrojenle dolu bir balonu uçurtmasına borçludur.283 Ayrıca Osmanlı’da
çağdaş kimya derslerini başlatmış olan Derviş Paşa, Usul-i Kimya adıyla Osmanlı’da
ilk ders kitabını da yazmasından sonra Müşirliğe terfi ederek Osmanlı Devleti’ni
temsil etmek üzere yurt dışına gönderilmiştir: Önce Osmanlı-İran sınırı, sonra
Valakya, ardından Paris ve Londra’da görevlerde bulunmuştur. Hatta Paris’te III.
Napolyan’a takdim edilmiş, Londra’da da Osmanlı ordusuna büyük ilgi duyan
Kraliçe Viktorya ile Prens Albert’in sofrasına konuk olmuştur. 1861 yılında ise,
Petersburg Elçiliği’ne tayin edildiğinde, Çar Aleksander tarafından kabul edilmiş ve
ona padişahın yolladığı armağan ve madalyaları sunmuştur. Rusya’ya görevinin
başına gitmeden önce Viyana’da bir hafta geçirmiş ve orada, bir davet sırasında
İmparator Franz Jozef’e takdim edilmiştir. 284
Derviş Paşa, bunların dışında; Encümen-i Daniş üyeliği, Meclis-i Maarif
Reisliği, 1861 yılında Maarif Müsteşarlığı, Umum Mekatib-i Askerriye Nâzırlığı,
Maarif Nazırlığı gibi görevlerde bulunmuş ve 1863 yılında halka açık dersler
şeklinde açılan Darülfünun’da, fizik ve kimya dersleri vermiştir.285 1848 yılında
yayımladığı Usul-i Kimya adlı kitabı 20 yıl ders kitabı olarak kullanılmıştır. 1865’te
ise Usûl-i Hikmet-i Tabiiye isimli fizik kitabı yayımlanmıştır. 1878’de vefat etmiştir.
17- İbrahim Paşa: Ferik rütbesinde ve Dar-ı Şura-yı askeri üyesidir. (Hakkında bilgi
bulunamadı)
18- Atıf-zade Hüsameddin Ömer Efendi: Son devir Osmanlı âlimlerinden,
yüzsekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Ömer Hüsâmeddîn’dir. Üçüncü Selim
C.Bilim, Osmanlılarda Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi, s.22
S. Yinilmez, Osmanlıların Modernleşme Sürecinde “Yeni Bilim Anlayışının” Etkisi: Doğa
Felsefesi mi? Fizik mi? Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, A.Ü. Sos.Bil.Ens, Ankara, 2009, s.114
285
A.g.e, s.116
283
284
124
zamanı ulemâsından Cemâl Efendi’nin oğludur. Atıf-zade diye bilinir. 1214 (m.
1799) senesinde İstanbul’da doğdu. Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline yönelip,
zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. H. 1229 / M. 1814 senesinde
onbeş yaşında iken müderrislik ruûsunu (diplomasını) aldı. Birçok medreselerde ders
okutup talebe yetiştirdi. Bu ara iki defa İzmit kadılığı yaptı. H. 1264 / M. 1847
senesinde Selanik kadılığına tayin edildi. Aynı sene içinde Mekke-i mükerreme
payesini aldı. Bir müddet Evkaf-ı hümayun müfettiş vekilliği yaptı. 1265 (m. 1848)
senesinde Edirne’de kurulan, “Meclis-i Kebîr-i Eyâlet” üyeliğinde vazîfelendirildi.
1266 (m. 1849) senesinde İstanbul payesiyle taltif edildi. Daha sonra Bursa “Meclis-i
Kebîr” üyeliğine nakledildi. İstanbul’a dönüşünde, “Encümen-i Dâniş” ve bir müddet
sonra “Meclis-i Maarif üyeliğine getirildi. 1272 (m. 1855) senesinde Meclis-i Maarif
başkanlığına tayin edildi. Bir müddet sonra da şeyhülislâm vekillerini seçme meclisi
başkanı, 1276 (m. 1859) senesinde Anadolu kazaskeri oldu.
1278 (m. 1861) senesinde Rumeli kazaskerliğine yükseltildi. 1280 (m. 1863)
senesinde Şeyhülislâm Mehmed Sa’deddîn Efendi’nin ayrılmasıyla boşalan
şeyhülislâmlık makamına getirildi. İki sene 9 ay 10 gün müddetle, bu vazifeyi
yürüttükten sonra, 1282 (m. 1865) senesinde vazifeden alındı. Son yıllarını evinde
ilim ve ibadetle geçirdikten sonra, 1288 (m. 1871) senesinde vefât etti. Üsküdar’da
dedelerinin kabrinin bulunduğu yere defnedildi.286
19- Subhi (Abdüllatif) Beyefendi 12 Muharrem 1234'te(11 Kasım 1818) Mora'nın
merkezi olan Trapoliçe kasabasında doğdu. İlk Maarif nazırı olan Abdurrahman
Sami Paşa'nın oğludur. Özel hocalardan ders aldı. Mora İsyanı esnasında 1821'de
ailesiyle birlikte esir edildiyse de 1823'te Mısır'a gitmelerine izin verildi. Abdüllatif
286
http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri-Ansiklopedisi/Detay/ATIF-ZADE-OMERHUSAMEDDIN-EFENDI/3879
125
Subhi, henüz on üç yaşındayken Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa' nın hususi
kitabetine memur olarak girdi. Daha sonra sırasıyla Mısır Mülkiye Kalemi reisliğine,
Muhasebat-ı Mısriyye İdaresi Kalemi birinci başkanlığına ve Mehmed Ali Paşa'nın
müsteşarlığına tayin edildi; ardından mirlivalık rütbesine yükseldi. Mehmed Ali
Paşa'nın vefatı üzerine 1849 yılında babasıyla birlikte İstanbul'a göç etti. 19 Mayıs
1850'de Meclis-i Maarif-i Umumiye fahri üyeliği ve 1851'de Encümen-i Daniş
üyeliğine atandı.287
28 Ağustos 1854 tarihinde rütbesi birinci rütbenin birinci sınıfına
yükseltilerek Meclis-i Vâlâ üyeliğine tayin edildi. Temmuz 1857'de kendisine bala
rütbesi verildi ve aynı yıl içerisinde Meclis-i Vâlâ üyeliği üzerinde olduğu halde
İstanbul Tahrir-i Emlak Komisyonu başkanlığına getirildi.288 1857'de Sadrazam
Mustafa Reşid Paşa'nın emriyle Meclis-i Vâlâ 'nın iç nizamnamesinin yazılması
işiyle görevlendirildi ve meclisin düzenlenmesinde önemli roller üstlendi. 1860 yılı
ortalarında tahrir-i emlak memuriyeti yanında Defter-i Hakani Emaneti'ne getirildi.
Bu görevi sırasında İstanbul'da yaşayan nüfus ve evler sayıldı; ayrıca 1.400.000 tapu
kaydedildikten sonra hak sahiplerine dağıtıldı.289
Subhi Bey, Sultan Abdülaziz'in tahta geçmesinin hemen ardından Evkaf-ı
Hümayun nazırlığına getirildi. Burada öncelikle yazı ve hesap işlerini düzenledi ve
vakıf kütüphanelerdeki eserlerin envanterinin yapılması için özel memurlar
görevlendirdi. Yine vakıf işleri ve padişah vakıflarıyla ilgili bazı düzenlemeler yaptı.
Ancak, bir cuma selamlığı esnasında sadrazama haber vermeden nezaret bünyesinde
çalışan iki kişinin görevden uzaklaştırılması için önce padişahın iradesini alması ve
A. Akyıldız, “Subhi Paşa Abdüllatif”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.37, ss.450-452, s.450
İMK İnal, H. Hüsametdin,” Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Kuruluş Tarihi ve Nazırların Hal
Tercümeleri III”, (Yay.Hz: Nazif Öztürk), Vakıflar Dergisi, S.17, ss.61-78, Ankara, 1983, s.70
289
A. Akyıldız, a.g.e, s.450
287
288
126
daha sonra durumu Babıâli’ye bildirmesi Sadrazam Âlî Paşa tarafından hoş
karşılanmadı ve onun nezaretten azline yolaçtı.290 18 Ekim 1861'de ikinci defa olmak
üzere Meclis-i Vâlâ üyeliğine tayin edildi.
1863'te bazı Rumeli vilayetlerini teftişle görevlendirildi. Kavala'dan başlayıp
Selanik ve Yanya vilayetlerini teftiş etti. 24 Ağustos 1867'de Maarif nazırlığına
getirildi. Sıbyan Mekteplerinin Islahatına Dair bir Nizamname Layihası291 yazmışsa
da sonuç alamadan Mart 1868'de Maarif Nezareti'nden ayrılarak o sırada yeni
kurulan Şura-yı Devlet üyeliğine, ardından Adliye Dairesi reisliğine getirildi. Bir ara
bu görevden istifa edip birkaç ay konağında ikamet ettiyse de 12 Ağustos 1870'te
tekrar Şura-yı Devlet üyeliğine döndü. 28 Eylül 1871 'de vezaret rütbesi verilerek
Suriye valiliğine tayin edildi. Bu görevi sırasında İngiliz taraftarı mahalli şeyhlerden
biriyle olan anlaşmazlığı ve İngiliz Konsolosu J. G. Eldridge'in şikâyetleri yüzünden
Sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa tarafından görevden alındı. 18 Ocak 1873 tarihinde
üçüncü Şura-yı Devlet üyeliğine tayin ediidiyse de iki ay sonra azledildi.292
Sekiz ay kadar bu şekilde boşta kaldıktan sonra 28 Kasım 1873'te tekrar Şurayı Devlet üyeliğine tayin edildi 12 Aralık 1875'te istinaf Mahkemesi birinci
başkanlığına getirildi Ahmed Vefik Paşa'nın başvekilliği esnasında Maarif
Nezareti'yle birlikte Evkaf-ı Hümayun Nezareti'ne tayin edildi (4 Şubat 1878); ancak
18 Nisan 1878'de bu görevden alındı.293 Bir buçuk yıl maaşsız olarak açıkta bekledi.
O dönemdeki hükümet istikrarsızlıkları Subhi Paşa'nın görevleri üzerinden takip
edilebilmektedir. Nitekim 19 Ekim 1879'da üçüncü defa Evkaf-ı Hümayun, 16 Mayıs
290
A.g.e, s.450
S.A.Somel, “Tanzimat Döneminde Eğitim Reformunun Dönüm Noktası: 1869 Tarihli Maarif-i
Umumiye Nizamnamesi, Esbab-ı Mucibe Layihası ve İdeolojik Temelleri”, Sultan Abdülmecid ve
Dönemi (1823-1861), Kahraman, Kemal and Baytar, İlona (eds.), İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2015, 136-167
292
A. Akyıldız, a.g.e, s.451
293
İMK İnal, H. Hüsametdin, a.g.e, s.71
291
127
1880'de Maliye ve 26 Aralık 1880'de dördüncü defa Evkaf-ı Hümayun nazırı oldu.
Ardından ikinci defa Maliye ve 9 Mayıs 1882 tarihinde Ticaret ve Ziraat nazırlığına
getirildi. Bu görevdeyken Müze-i Hümayun'un orta kısmının temellerini attı; 1883'te
Hamidiye Ticaret Mekteb-i Âlîsi'ni kurdu ve programını hazırladı. Ancak Doğu
Rumeli sorunundan dolayı Said Paşa hükümetinin düşmesiyle birlikte 23 Eylül
1885'te bu görevinden ayrılmak zorunda kaldı. İki gün sonra beşinci defa Evkaf-ı
Hümayun Nezareti'ne tayin edildi.294
Evkaf nazırlığını sürdürürken rahatsızIandı ve uzun süre görevine gidemedi.
17 Ocak 1886'da Horhor civarındaki konağında vefat etti ve II. Mahmud Türbesi
haziresine defnedildi. Arapça, Farsça, Fransızca ve Yunanca bilen Subhi Paşa'nın
sağlam ve güzel bir üslubu vardı. Osmanlı Devleti'nde meskûkat ilmiyle bilimsel
usullere göre ilk meşgul olan kişi Abdüllatif Subhi Paşa'dır. Osmanlı Devleti'nde 8
Nisan 1874 tarihinde ilkAsar-ı Atika Nizamnamesi'nin çıkarılması ve Sanayi-i Nefise
Mektebi ile İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin (Müze-i Hümayun) kurulması hep onun
çabalarının sonucudur. Doğu edebiyatma ve Batı bilimine vakıf, faziletli, aynı
zamanda şair olan Subhi Paşa Peşte, Bavyera ve Saksonya Bilimler akademileriyle
Amerikan Maarif-i Şarkıyye Encümeni'nin ve Alman Doğu Derneği'nin üyesiydi.
Zengin ve kıymetli bir kütüphanesi vardı. Ayrıca senelerin mahsulü olan eski sikke
koleksiyonu gayet önemli ve meşhurdu.
Eserleri:295 1. Miftahu'l-İber: Subhi Paşa, Mısır'dayken Mehmed Ali Paşa'nın
teşvikiyle İbn Haldun'un tarihinin ikinci ve üçüncü kitabını Türkçe'ye çevirmeye baş
lamış, daha sonra bu çeviriyi tamamlayarak istanbul'da bastırmıştır (1276 ).2.
Tekmiletü'l-İber: İstanbul'da taş basması olarak basılan ve iki kısım olan eser İbn
A. Akyıldız, a.g.e, s.451
Subhi Paşa’nın eserlerinden Miftahu’l İber ve Tekmiletü’l İber hakkında çalışmamızın IV.
Bölümünde daha geniş bilgi mevcuttur.
294
295
128
Haldun'un el- 'İber'ine zeyil olarak yazılmıştır. Eserde Suriye'de Selefki ve İran'da
Eşkaniyan devletleri tarihi ve sikkeleri incelenmektedir. 3. Uyunü'l-ahbâr fi'nnukûd
ve'l-âsâr: Yine iki bölüm olan ve İstanbul'da yayımlanan eser (1279), Yunan ve
Roma sikkeleriyle İslam meskukatı tarihinin ilk dönemlerini ele alır. 4. Hakaiku'lkelam fi tarihi'l-İslam: Maarif nazırlığı esnasında yazdığı bu eser, İslamiyet'in ortaya
çıkışından Hz. Ali'ye kadar olan ilk dönemlerini konu edinen bir tarih kitabı olup 1.
cildi İstanbul'da neşredilmiş, 701 (1302) tarihine kadar gelen ll. cilt ise basılmamıştır.
5. Risale-i Subhiyye: Zilkade 1281 (Nisan 1865) tarihinde Osmanlı maliyesi ve ıslahı
hakkında Sultan Abdülaziz'e sunmuş olduğu bir risale olup aynı tarihte İstanbul'da
bastırılmıştır.
20- Ahmet Vefik Efendi (Paşa): Büyük babası ve babası tarafı ile devlete
tercümanlar vermiş münevver bir aileden gelen Ahmed Vefik, II. Mahmud devrinde
İstanbul'da doğdu. Doğum yılı için 1813'ten (1228) başlayıp 1823'e (1238) kadar
çıkan farklı tarihler verilmektedir. Babası, Hariciye Nezareti Tercüme Odası, Bab-ı
Seraskeri Tercüme Odası müdürlüğü gibi memuriyetlerde bulunan Rühuddin
Mehmed Efendi'dir.296
Ahmed Vefik ilk tahsilden sonra 1831'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a
girdi, fakat ikinci sınıfını okumuş iken 1834 Temmuzunda Paris'e elçilik
tercümanlığına tayin edilen babası ile birlikte Paris'e gitti. Tahsiline Saint-Louis
Lisesi'nde devam etti. Fransızcasını bu mektepte mükemmel hale getirdiği gibi,
Latince ve Grekçe de öğrendi ve Mustafa Reşid Paşa'ya meziyet ve kabiliyetlerini
tanıtma fırsatını buldu. Reşid Paşa'nın ayrılışından sonra da maslahatgüzar babası ile
bir müddet daha Paris'te kalan Ahmed Vefik 1837'de İstanbul'a döndüğünde,
296
Ö.F. Akün, “Ahmed Vefik Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.143-157, s.143
129
Tercüme Odası'na memur olarak tayin edildi ve burası kendisi için daha sonra
yükseleceği makamların kapısı oldu.297
Tanzimat'tan sonra devletin Avrupa'da temsili için yeni düzenlemeler
yapılırken 21 Şubat 1840'ta sefaret kâtipliğiyle, rütbesi de "rabia"ya yükseltilerek,
Londra'ya gönderildi. Bu yeni vazife, kültürüne başka bir kapı açan İngilizce'yi
kazandırdı.
İki sene sonra, Sırbistan'a gönderilişinden başlayarak, rütbe ve kademe
ilerlemeleri hep Tercüme Odası kadrosunda olmak üzere, Hariciye Nezareti'nde
birinci sınıf hulefalığı, pasaport muayene dairesi başkanlığı, İzmir'de tabiiyet
meselelerinin halli gibi görevler aldıktan sonra, İstanbul'a dönüşünde terfi ettirilerek
Tercüme Odası mümeyyizliği verildi. 1847'de devletin lk resmi salnamesinin
hazırlanması ve neşri işi kendisine verildi.298
Bundan sonra birbiri ardınca üst dereceden memuriyetlere getirilen Ahmed
Vefik, kendisine çetin siyasi meselelerde önemli vazifeler emanet edilen gözde bir
sima oldu. Rusya ve Avusturya'nın baskıları dolayısıyla devletin başına ciddi bir
gaile olan Macaristan ihtilali mültecileri konusunda, alınan kararları yerinde yürütme
işinin yanı sıra, Fuad Paşa'nın yerini alacak en uygun kimse olarak 1849 Aralığında
Memleketeyn komiserliğiyle vazifelendirildi. Romanya prensliklerinde Rus nüfuzu
günden güne artarken A. Vefik Rus entrikalarına set çekerek Rumen halkının
gönlünü kazanmasını ve buradaki Türk menfaatlerini korumasını bilen bir idare tarzı
ortaya koydu.299
H. Vural, T.Böler, “Ahmet Vefik Paşa ve Türk Diline Katkıları”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstirüsü Dergisi, S.46, ss.1-24, Erzurum, 2011, s.2
298
A.g.e, s.3
299
Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.144
297
130
Dönüşünde, Encümen-i Daniş'e asıl üye seçildi ancak birkaç gün sonra,
Tahran büyükelçiliğine tayin edilerek rütbesi ûla sınıf-ı sanisine yükseltildi.300 İki ay
sonra da pek az kimseye layık görülen iftihar nişanı verildi. Tahran'a bir senelik
gecikme
ile
hareket
edebildi.
Böylece
Encümen-i
Daniş'in
başlangıçtaki
toplantılarına katılma fırsatını elde etti.
Ahmed Vefik, Tahran elçiliğinde meziyetleriyle kendini bir kere daha
ispatladı. 1854 ilkbaharındaki bir mektubunda, "İran bizim için tamamen kazanılmış
bir savaş meydanıdır" demesi gösterdiği diplomatik başarının ifadesidir.301 1854
Eylülünde vazifesinden izinli olarak ayrılırken Bağdat mıntıkasını ve doğu sınır
bölgesini teftişe de memur edilmişti.
Bağdat'tan İstanbul'a dönüşünden az sonra, hizmetlerine mükâfat olarak
rütbesinin ûla evveline yükseltilmesinden başka, kendisine yeni ihdas edilen Mecidi
nişanının ikinci rütbesi verildi ve Tahran sefirliği sıfatı uhdesinde kalmak üzere,
Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye azalığına getirildi. Birkaç gün sonra da meclisin
Muhakemat Dairesi başkanlığına tayin edildi. Ardından da bâlâ rütbesiyle birlikte 14
Mart 1857'de Deavi nazırlığına yükseltildi.
İş sahiplerine karşı tutumunun sertliği ve usulsüz muamelelerde bulunduğu
yolundaki şikâyetler yüzünden, 1858’de bu vazifeden alınarak Meclis-i Vâlâ
azalığına döndü 1860’da ise Paris büyükelçiliğine tayin edildi.302
Elçiliği sırasında, Müslümanlarla yerli Hıristiyanlar arasında Lübnan'da
başlayıp Suriye'ye sıçrayan ve Avrupa'da büyük heyecan ve tepki doğuran olaylar
esnasında, Fransız ihtiraslarının gemlenmesinde mühim bir rol oynadı. Emellerini
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.651
Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.144
302
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.654
300
301
131
köstekleyen ve şiddetli çıkışlarından sıkılan III. Napoleon onun geri alınmasını istedi
ve 20 Ocak 1861'de Ahmed Vefik'in Paris elçiliği sona erdi.303
Meclis-i Vâlâ azası olarak 14 Nisan 1861 'de İstanbul'a dönen Ahmed Vefik,
23 Kasım 1861'de kurulan Fuad Paşa kabinesinde Evkaf-ı Hümayun nazırı oldu.
Evkaf Nezareti'nde altı ay kaldıktan sonra Divan-ı Ali-i Muhasebat başkanlığına
bakan statüsü ile getirildi. Ancak üç hafta sonra Belgrad’da çıkan hadiseleri yerinde
incelemek vazifesiyle Sırbistan'a gönderildi. Belgrad'da iki ay kalan Ahmed Vefik
gerekeni kendinden beklenen şekilde başarıyla yerine getirdi ve İstanbul'a döndü.
Gelişinde altı ay kadar daha sürdürdüğü Divan-ı Muhasebat başkanlığı vazifesinden
1863 Şubat sonlarında ayrılarak yine Meclis-i Vâlâ Kavanin Dairesi azalığına geçti.
Bu yılın kışında Darülfünun'da, kendi arzusuyla üzerine aldığı Hikmet-i Tarih adı
altındaki derslerine 17 Şubat 1863'ten itibaren başlamışsa da bu dersler sadece bir
buçuk ay kadar sürmüştür.304
Yusuf Kamil Paşa’nın sadareti sırasında, Anadolu ve Rumeli'de geniş çapta
bir idari teftiş hareketine teşebbüs edildiğinde, Anadolu sağ kol müfettişliğine tayin
edildi. İhmal ve büyük zelzele dolayısıyla baştanbaşa harap vaziyette gördüğü
Hüdavendigar (Bursa) vilayetinin imarı işi, A. Vefik'i teftiş sahasının ileriki
duraklarına gitmekten alıkoydu.
Bursa’da geniş çaplı imar faaliyeti yanında idari bozukluklara ve çeşitli
yolsuzluklara da el koyan A. Vefik hakkında, tahkikat açılmıştı. Bu arada 2 Ekim
1864'te bütün müfettişlikler lağvedildi ve kendisine yeni bir vazife verilmedi ve
tahkikat sonucunda, 11 Mart 1865'te emeklilik adı altında azli ilan edildi.305
303
A.g.e, s.658
Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.146
305
A.g.m, s.146
304
132
Rumelihisarı'ndaki köşküne çekilen Ahmed Vefik, azlini gerçekleştiren Fuad
Paşa kabinesini takip eden yedi sene boyunca vazifeden uzak kaldı. A. Vefik'in bu
kadar uzun süre mazul tutulmasında siyasi bir rakip gibi görülmesinin de mühim bir
tesiri olduğu iddia edilmektedir.
Mazuliyet yıllarında kendini, adını edebiyat ve fikir hayatımızda bir şöhret
yapacak çalışmalara verdi. İlk Moliere tercümeleriyle mektepler için kaleme aldığı
Fezleke-i Tarih-i Osmanî, mühim bir folklor ve dil derlemesi olan Atalar Sözü (Türkî
Durüb-i Emsal) ve Micromegas tercümesini bu yıllarda ortaya koydu. Telemaque ve
Gil Blas’ın tercümesine başladı. Ayrıca öğrenciler için yer adlarını Türkçe
okunuşlarına göre tertiplediği dünya küresi ile çeşitli haritalar da bastırdı.
Mahmud Nedim Paşa sadrazam olur olmaz kendisine tekrar mühim
makamların yolu açıldı. İlkin Rüsumat emini tayin edilip hemen ardından birinci
rütbeden Mecidi nişanı ile taltif edildi. Rüsumat eminliğinden dört ay sonra vazifesi
Sadaret müsteşarlığına, buradan da yine bir dört ay kadar sonra Maarif nazırlığına,
altı buçuk ay kadar bir zamanı takiben de Şura-yı Devlet azalığına çevrildi. Bu son
memuriyetinde henüz dokuz ayı doldurmamışken yine vazifesinden alındı.306
Şura-yı Devlet azalığına son verilmesiyle hayatı bu defa üç buçuk seneye
yaklaşan yeni bir mazuliyet devresine girdi. Ancak yazı ve neşir faaliyeti için
yeniden fırsat bularak iki ciltlik Lehce-i Osmanî adlı çalışmasını ortaya koydu.
Padişah Abdülaziz'in ölümünden (4 Haziran 1876) sonra vazifeye getirilmek
için yeniden hatırlanan Ahmed Vefik, I. Meşrutiyet'in ilanınından sonra İstanbul'dan
mebus seçildi ve kendisine siyasi kanaatleri bakımından güven duyan II. Abdülhamid
306
H. Vural, T.Böler, a.g.m, s.5-6
133
tarafından, Meclis-i Meb'üsan reisliği emanet edildi. Az bir zaman sonra da meclisin
açılışı ile kendisine paşa unvanını kazandıran vezirlik rütbesi verildi.
Geçici başkanlığı sırasında mecliste çok otoriter bir davranış ortaya koyan
Ahmed Vefık’in, mebuslara karşı sert tutumu bir tenkit konusu olmuş ve II.
Abdülhamid'in emelleri dairesinde hareket etmekle suçlanmıştır. Ancak bu sayede,
on dört farklı dile sahip on ayrı milliyete mensup karışık ve seviyece çok değişik
unsurlardan teşekkül eden, usul ve nizam bakımından henüz bir geleneği
bulunmayan mecliste, disiplini ve verimli bir müzakere zeminini kurmaya muvaffak
olmuştur.307
Meclis-i Mebusan'ın birinci çalışma devresi sona erdiğinde Edirne valiliğine
tayin edildi. Ancak üç ay kadar sonra bu vazifeden alınıp Avam Meclisi'ne aza
yapıldı (27 Aralık 1877). İki hafta sonra da kendisine ikinci defa olarak Maarif
nazırlığı verildi. Yirmi dört gün sonra ise, Dâhiliye nazırlığı da kendi üstünde olmak
üzere, başvekil unvanı ile Hamdi Paşa'nın yerine hükümet başkanlığına getirildi.308
Ahmed Vefik Paşa, Rus harbinin ağır yenilgisiyle ülkenin bitkin bir vaziyete
düştüğü bir zamanda kendisine verilen kabine reisliğini, icraatında bir ölçüde hareket
serbestliği verecek şartlar ileri sürerek kabul etmişti. Ancak, milletçe bir ölüm-kalım
hali yaşanmakta iken, daha ilk gününden itibaren, sadaret unvanının başvekilliğe
çevrilmesini kabul etmeyen Meclis-i Mebusan'ın şiddetli muhalefetiyle karşılaştı.
Ahmed Vefık Paşa kabinesi kuruluşunun dokuzuncu günü, çeşitli formaliteler
etrafında
307
308
dizginlenemeyen
bir
muhalefete
sürüklenen
Mebusan
Meclisi'ni,
Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.147
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.669-670
134
hükümdarın da arzusuna uyarak, faaliyetinin geçici olarak tatil edildiği kaydı ile
kapatmak kararını almak zorunda kaldı (13 Şubat 1878).309
Rus ordusunun İstanbul kapılarına dayandığı, yüz binlerce muhacirin kışın en
dehşetli günlerinde yollara düşüp payitahtın kar ve buz içindeki sokaklarına aç ve
çıplak döküldüğü, devlet hazinesinin tükenme noktasına vardığı, Ruslar'la çok çetin
şartlar altında sulh müzakerelerinin yürütülmeye çalışıldığı bir zamanda omuzlarına
büyük bir mesuliyet yüklenen Ahmed Vefik, aldığı enerjik tedbirlerle duruma hâkim
olmak ve içinde bulunulan sıkıntıları hafifletici çareler bulmak dirayetini gösterdi.
İcraatı halkın gönlüne biraz su serpen Ahmed Vefik, diğer vekillerle birlikte veliaht
Reşad Efendi'yi tahta çıkarma tertibi peşinde olduğunu haber veren asılsız bir jurnal
üzerine, Ayastefanos Antlaşması’nı da içine alan iki ay dokuz günlük çok yorucu bir
hizmetten sonra 18 Nisan 1878'de azledildi.310
On ay kadar mazul kaldıktan sonra 4 Şubat 1879'da Bursa'ya vali tayin edildi.
Bursa'nın imar ve tanzimi için daha önce müfettişliği sırasında başlamış olduğu
faaliyetlere daha geniş imkânlarla devam etti. Buradaki üstün hizmetlerine mükâfat
olarak kendisine devletin en büyük nişanı olan birinci rütbeden murassa' nişan-ı
Osmanî verildi (12 Ocak 1882). Ancak bu vazifeden de hakkındaki çeşitli şikâyetler
dolayısıyla 16 Ekim 1882'de azledildi.311
Cezaya çarptırılmasının beklendiği bir sırada, hakkında açılmış olan idari
tahkikat bir netice vermeyerek 30 Kasım 1882 Cuma günü Said Paşa yerine ikinci
defa başvekilliğe getirildi. Ancak kırk sekiz saat sonra azledilerek sadaret yine Said
Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.148
A.g.m, s.148
311
A.g.m, s.149. İbnülemin bu dönemi anlatırken hakkındaki şikayetleri ön plana çıkarır ve Paşa’yı
kötü bir vali olarak gösterir. İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.686-691
309
310
135
Paşa'ya verildi.312 Belirtildiğine göre sürpriz yaratan bir süratle azline, bu vazifeyi
kabullenmek için ileri sürdüğü şartların bir beyanname ile tespiti ve kabine
arkadaşlarını seçme yetkisinin kendisine verilmesi gibi isteklerde bulunması sebep
olmuştur. Bu onun kırk altı yılı içine alan devlet hizmetinde son vazifesi olmuştu.
Ahmed Vefik, hayatının bu defaki dokuz sene dört ay süren son ve en uzun
azil devresinde Rumelihisarı'ndaki harap köşküne çekilerek kitapları arasında
münzevi bir yaşayış içine gömüldü. Ömrünün bu çileli devresi 1891 yılının 1 Nisan
günü (21 Şaban 1308) Rumelihisarı'nda son buldu. Paşanın devlet ricalinden birçok
kimsenin katıldığı cenazesine II. Abdülhamid saraydan bazı şahsiyetlerle birlikte
yaverini göndermişti. Batı ilim ve siyaset çevrelerinde teessür uyandıran ölüm
haberinin duyulması ile ailesine Avrupa'dan günlerce taziyet telgrafları gelmişti.313
Dilini sakınmaz, devlet işlerinde müsamaha tanımaz, çabuk parlar, başına buyrukluk
ve keyfiliklerden hoşlanır mizacı kendisine pek çok düşman kazandırmış, devlete ve
memlekete yaptığı hizmetler ve gerçek şahsiyeti, düşmanlarının suçlamaları ve
aleyhindeki sözleriyle bir ölçüde gölgelenip zamanla bilinmez olmuştur.314
Ahmed Vefik Paşa'nın devlet adamlığı yanında kültür ve edebiyat
hayatımızda, kendisini bir öncü durumuna getiren, değişik kollarda mühim faaliyet
ve çalışmaları vardır. Milli varlığı Arapça-Farsça lügatlerin hâkimiyeti altında
hissedilmez olmuş yazı dilini sadeleştirip Türkçeleştirmek ve Osmanlı tarihi ile
sınırlı tarih anlayışına Orta Asya Türklüğünü de eklemek, Ahmed Vefik Paşa'nın
çalışmalarının hareket noktası olmuştur. Ahmed Vefik Osmanlılığın, daha eski bir
maziye ve daha geniş bir coğrafyaya sahip olan Türklüğün bir şube ve devamından
başka bir şey olmadığını ilk gösterenlerdendir.
İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.695
Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.149
314
A.g.m, s.150
312
313
136
Halk ağzından çeşitli hikmet ve deyimleri derleyen Atalar Sözü kitabının yanı
sıra, değer verilmemiş kelimelerini toplayıp Türkçenin zenginlik ve ifade kabiliyetini
göstermek istediği lügati ile temellendirmeye ve onları Moliere'den Telemaque'a
kadar edebi tercümelerinde canlandırmaya çalışması, onu dilde sadeleşme ve
Türkleşme hareketinin öncüsü yapar. Dil ve tarih sahasındaki çalışmaları Ahmed
Vefik Paşa'ya memleketimizin ilk türkoloğu olmak sıfatını kazandırmıştır.
Ahmed Vefik'in ülkede anlaşılmak istenmeyen değerini, devrinde yabancılar
en iyi şekilde takdir etmişlerdir. Arapça, Farsça ve Çağatayca yanında, Fransız,
İngiliz, Rus, Alman, İtalyan dilleriyle Latince, Grekçe, hatta İbraniceye kadar
uzanan, Batı ve Doğu kültürlerini birlikte içine alan engin bilgisiyle Ahmed Vefik
Paşa, bu meziyetlerini yakından tanıyan yabancılarca Doğu'nun en âlim şarkiyatçısı,
Türkiye'nin en seçkin ve ilmi en yüksek bir insanı sayılmıştır. On altı dil bildiği
rivayet edilen Ahmed Vefik Paşa, yaşadığı devrin Türkiye'si ile ilgili birçok Batı
eserlerinde kendisine sık sık yer verilen, ayrıca henüz hayatta iken girdiği Grande
Encyclopedie'den başlayarak Encyclopaedia Britannica, Grosse Brockhaus, Larousse
Illustree, Enciclopedia Italiana gibi muteber Avrupa ansiklopedilerine de
geçmiştir.315
Eserleri: 1. Salname: Osmanlı Devleti'nin mülkiye, askeriye ve ilmiye sınıflarına
göre idari teşkilatının geniş bir tablosunu veren 1263 ( 1847) yılına ait bu ilk resmi
salname, Batılı müelliflerce Ahmed Vefik'in en mühim eserlerinden biri olarak
değerlendirilmiş, uyandırdığı alaka dolayısıyla hemen Fransızca'ya da tercüme
edilmiştir. 2- Hikmet-i Tarih: Darülfünun'da kısa bir süre verebildiği derslerinin bir
kısmı küçük bir cilt halinde yayımlanmıştır. Taşıdığı modern tarih anlayışı ile devri
315
A.g.m, s.150-151
137
için yeni bilgiler ve görüşler getirir. 3. Şecere-i Türkî: Çağının kaynaklarının
elverdiği nisbette Orta Asya tarihini anlatan bu eseri, Çağatay lehçesinden Türkiye
Türkçesi'ne aktararak milli tarihimizin Osmanlı Türklüğü'nün bilgisine uzak kalmış
bir sahasını tanıtmak istemiştir. 4. Fezleke-i Tarih-i Osmanî: 1869'dan (1286) önceki
ilk iki baskısında adı Tann-i Osmani olan bu eser rüşdiyelerde Osmanlı tarihinin
okutulması için sahasında hazırlanmış ilk ders kitabıdır. 5. Atalar Sözü- Türkî Durubi Emsâl: Milli kültüre ve halkın diline duyduğu büyük ilgi A. Vefik'i Türk
atasözlerini toplamaya sevketmiştir. 1871'de basılmıştır. 6. Lehce-i Osmanî:
Çalışmaları içinde en mühimi olmaktan başka, Türkçe'den Türkçe'ye ilk milli lugat
olmak gibi bir değer taşımaktadır.
Tercümeler: Ahmed Vefik, Türkçe'de Moliere'in külliyatını kurmuş ve on altı
eserden üçü nesir olmak üzere dokuzunu tercüme etmiş, yedisinin de adaptasyonunu
yapmıştır. Ayrıca, öncekinden daha sade bir dille Telemaque’ı çevirmiştir.
Voltaire'in Micromegas’ını Hikâye-i Hikemiyye-i Mikromega adıyla, Lesage'ın
Histoire de Gil Blas de·Santillane adlı romanını da Gil Blas Santillani'nin Sergüzeşti
adıyla Türkçe'ye çevirdi.
Osmanlı Devleti'nin Tanzimat'tan sonraki kanun ve nizamnamelerini bir araya
getiren Düstur'un bir baskısı da ona havale edilmiş olduğu gibi, Halim Giray'ın
Gülbün-i Hânân'ı da 1870'te onun eliyle neşir sahasına çıkar. A. Vefik, aynı yıl
ondan az önce Şeyh Sa'di’nin Gülistân'ının güvenilir eski nüshalarla karşılaştırılıp
tashih edilmiş ve manzum parçaları Yesarizade'nin ta'lik hattına çekilmiş çok itinalı
bir baskısını da ge rçekleştirdi.
Bunlardan başka A. Vefik, daha önce de işaret edildiği gibi yer küresiyle beş
kıtanın Avrupa'da basılmış haritalarının, Türkçeleştirdiği yer isimlerini kolayca
138
görünecek şekilde ve ehemmiyetlerine göre hattatlara yazdırdığı değişik büyüklük ve
çeşitte yazılarla taşbaskılarını da yaptırmıştır.
21- Ali Fethi Efendi: Ali Fethi Efendi 1219’da (1804) Rusçuk’ta doğdu.
Ailesi hakkında geniş bir bilgi bulunmamaktadır. Fatin Tezkiresinde belirtildiğine
göre Memleketinde Osmanbeyzâde diye anılmaktaydı.316 İlköğrenimiyle ilgili
herhangi bir bilgiye ulaşılamayan Ali Fethi Efendi genç yaşta memleketinden
Edirne’ye ilim tahsili için gelmiştir. Buradaki tahsilinden sonra 1239 (1824)’da 20
yaşlarındayken İstanbul’a gelmiş, burada 6 yıl kadar ilim tahsil ettikten sonra
Rusçuk’a dönmüştür.317 Bu süre içerisinde Ali Fethi Efendi’nin mektep hocalığı
yaptığı,
Şeyhi
Kuşadalı
İbrahim
Efendi’yle
yaptıkları
mektuplaşmalardan
anlaşılmaktadır. 1251 (1836) senesinde tekrar İstanbul’a gelen Ali Fethi Efendi
müderris olmuş ve dört sene ders okutmuştur.318
Sultan Abdülmecid’in 28 Zilhicce 1255 (3 Mart 1840) tarihli iradesine göre
bin yüz kuruş maaşla Mekteb-i Maarif-i Adliye muallimliğine tâyin olunan Ali Fethi
Efendi 1263 (1848) senesine kadar bu vazîfesini sürdürmüştür. Bu görevden istifa
edip Fatih Camii’nde tefsir dersleri okutmaya başlamıştır. 1266 (1851) senesinde
Meclis-i Maarif’e, bir sene sonra da Encümen-i Dâniş’e âzâ olmuştur.319
Bu iki önemli görevin yüklemiş olduğu mesûliyetle hareket eden Rusçuklu
jeoloji ve kütüphanecilik sahalarındaki ilkleri gerçekleştirmiştir. İlk olarak uzun
soluklu bir iş olan Maârif Nezâreti’ne bağlı bulunan vakıf kütüphanelerindeki
kitapların incelenmesi, isimlerinin ve hangi bilim dallarına âit olduklarının tespit
edilmesine yönelik bir çalışmanın yapılması görevini tek başına üstlenmiştir.
316
Fatin Davud; a.g.e, s.332
İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.I, s.416
318
H. Şıra, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Yayımlanmamış Yükseklisans
Tezi, Marmara Ü. S.B.E, İstanbul, 2008, s.12
319
A.g.e, s.13
317
139
Fihristin ilk cildini 1271 senesinin Muharrem ayında tamamlamış ve devrin
padişahına takdim etmiştir. Bu çalışmanın karşılığında padişah tarafından terfî
ettirilip atiyye-i seniyyeye nâil olan320 Ali Fethi Efendi kısa bir süre sonra Halep
mollalığına atanmıştır. Encümen-i Dâniş âzâlığına seçilmesine bir şükran ifadesi
olarak tercüme ettiği İlm-i Tabakâtü’l-Arz isimli eser dolayısıyla 01 zilkade 1268 (17
ağustos 1852)’de padişahtan taltif görmüş ve terfî ettirilmiştir. 321
1274 senesinin Rebîü’l-evvel ayının 22’sinde (10 Kasım 1857) pazar günü
İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Eyüp’te Mihrişah Vâlide Sultan Türbesi hazîresinde,
arka bahçeye giden yolun hemen yanındadır.
Bahsettiklerimizin dışında; “Tercüme-i Kelam-ı Erbain-i Hazret-i Ali el
Murtazavî”, “Hilye-i Sultanî”, “Risale-i Sermaye-i Necat li Kesb-i Merâbihü'dderecât” “Hayrü'l-Hasen fî Şerhi'l Müsteşâri'l-Mü’temen”, “Terceme-i Nesâyih-i
Eflâtun-ı İlâhî” ve “Risâle-i Feyz-i Fezâil ve Nûr-ı Nevâfil” adlı eserleri vardır.322
22- Hoca Şaki Efendi (…-1863) Müderristir; Darü’l Maarif ve Enderun-u
Hümayun’da hocalık yapmıştır.
23- Ahmet Hilmi Efendi: Mekteb-i Umumi muavini. (Hakkında bilgi bulunamadı)
24- Tevfik Efendi: Darü’l-muallimin Farsça hocası. (Hakkında bilgi bulunamadı)
25- Mühendis Emin Mehmet Paşa: Tophane’de yetişmiş bir askerdir. Tahsiilinden
sonra Avrupa’ya gönderilmiş, dönüşünde H.1255’te Miralay, ardından Ferik olmuş
H.1261’de Dar-ı Şura-yı Askeri üyeliği ve Harbiye nazırlığı yapmıştır. Meclis-i
Muvakkat üyeliği ve Meclis-i Maarif-i Umumiye reisliği yapan Emin Paşa, daha
sonra vezirliğe yükselerek Rumeli Müşirliği, Arabistan Ordusu Müşirliği gibi
320
BOA, A.AMD, 60/53
BOA, İ.DH, 256/15807
322
M.C. Şengör, “Osmanlı’nın İlk Jeoloji Kitabı ve Osmanlı’da Jeolojinin Durumu Hakkında
Öğrettikleri”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.119-158, İstanbul, 2010, s.131, H. Şıra,
a.g.e, s.29-36
321
140
görevlerde bulunmuştur. Encümen-i Daniş’in açılmasından birkaç ay sonra vefat
etmiştir.323En
önemli
faaliyetleri
Harbiye
Nazırlığı
sırasında
okulun
modernleştirilmesini ve Askeri İdadilerin açılmasını sağlamak olmuştur.324
26- Mehmet Şerif Efendi: Ataullahzade veya Ebu İshakzade lakaplarıyla anılır.
İzmir ve Bursa mollalığı yapmış, ardından Mekke, İstanbul, Anadolu ve Rumeli
payelerini almıştır. Encümen-i Daniş’in I. Başkanlığı görevini yürütmüştür. H.
1276/M. 1859’da vefat etmiştir.325
27- Tahsin Beyefendi: Kıbrıs muhassılı Mehmed Ağa’nın oğludur. Müderrislik ve
kadılık yapmış ve H.1263’te Rumeli payesini almıştır. H.1264’te nakıbüleşraf,
1265’te ilaveten Meclis-i Vâlâ üyesi olmuştur. 1270 ve 75’te iki kez Rumeli
Kazaskerliği yaptıktan sonra Reis’ül Ulema olarak 1278’de vefat etmiştir.326
Medrese kökenli olmakla beraber kimya ilmine meraklı olduğu bilinmektedir.327
28- Rüşdi Molla (Salihzade Rüşdi Mehmed Efendi): Eski şeyhülislam Esad
Efendi’nin oğludur. Müderrislik, fetva eminliği, çeşitli vilayetlerde mollalık, evkaf
müfettişliği, Dar-ı Şura-yı askeri üyeliği, Meclis-i Vâlâ ve Meclis-i Tanzimat
müftülüğü gibi görevlerde bulunmuştur. 1859’da vefat etmiştir.328
29- Lebib Efendi (1789-1857): Tophane Ruznamecisi Mustafa Efendi’nin oğludur.
Çeşitli memurluklarda bulunduktan sonra Tersane Müdürlüğü, Şura-yı Bab-ı Ali
üyeliği, Halep ve Rumeli defterdarlıkları, Meclis-i Muhasebe reisliği, Meclis-i Vâlâ
üyeliği ve Takvim Nazırlığı görevlerinde bulunmuştur.329
323
M. Cevad, a.g.e, s.29
C. Bilim, Osmanlılarda Avrupaya Öğrenci Gönderilmesi, s.20-21
325
M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. III, s.163
326
M. Cevad, a.g.e, s.47
327
M. Süreyya, a.g.e, C.II, s.55
328
A.g.e, C.II, s.424
329
A.g.e, C.IV/I, s.105
324
141
30- Emin Efendi (Emin Muhlis Paşa, …-1874): Ulemadan Bayındırlızade Mustafa
Hasib Efendi’nin oğludur. Fransızca eğitimi görmesi sebebiyle tercüme odasına
girmiş, sonrasında elçilik katipliği, mütercim-i evvellik, Divan-ı Hümayun
tercümanlığı, Meclis-i Vâlâ üyeliği, Şam ve Trabzon valilikleri ve Şura-yı Devlet
üyeliği görevlerinde bulunmuştur.330
31- Kemal Efendi (Ahmet Kemal Paşa): H.1223 / M.1808 yılında İstanbul’da
doğdu. 1825’te Defterdar Mektubi Kaleminde memuriyete başladı. Başkatip ve
baştercüman olarak gittiği İran’a daha sonra elçi olarak gönderildi. 1840’ta Sadaret
Mektubi Kalemi mümeyyizi oldu.331 1843’te Bedirhan Bey’e emir ve tenbihleri
iletmek üzere Cizre’ye giderek oradaki sorunları halletmiştir.332 1846’da yeni
kurulan Mekatib-i Umumiye Nezaretine önce Nazır Muavini sonra Nazır olarak tayin
edildi. 1850’de Avrupa ülkelerinin eğitim sistemlerini incelemek üzere Avrupa’ya
gitti.
Berlin elçiliği, Karadağ Komiserliği gibi görevlerden sonra çeşitli tarihlerde 6
kez Maarif ve 2 kez Evkaf Nazırlığı yapmış, 2 kez Meclis-i Vâlâ, 3 kez Şura-yı
Devlet üyeliğine getirilmiştir. 1878’de de Âyan Meclisine seçilen Kemal Paşa
1886’da vefat etmiştir.333
32- Ahmed Celal Bey (1830-1886): Mustafa Reşit Paşa’nın oğludur. Amedi Divan-ı
Hümayun halifeliği yapmış, Meclis-i Vâla ve H.1273’te vezaretle Meclis-i Tanzimat
üyeliği görevlerinden sonra, 1294’te Meclis-i Ayan azası olmuştur.334
33- Ali Galip Bey (1829-1858) Mustafa Reşit Paşa’nın oğludur. 1267’de vezaretle
Meclis-i Ali ve Meclis-i Vala üyelikleri yapmış, Fatma Sultan ile evlenerek saraya
330
A.g.e, C.I, s.421-422
İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.II, s.819-820
332
A. Lûtfi, a.g.e, C.8, s143
333
İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.II, s.823
334
M. Cevad, a.g.e, s.50
331
142
damat olmuştur. 1273’te Hariciye ve Evkaf Nazırlığı 74’te Ticaret Nazırlığı
görevlerinde bulunmuştur.335
34- Salih (Mehmed) Efendi (1817-1895): Tıbbiye mezunudur. Tabiplik ve
muallimlik
yapmıştır.
Saray
Başhekimliği336,
Maarif
müsteşarlığı,
Ticaret
muavinliği, Tıbbiye nazırlığı, Divan-ı Zabtiye reisliği ve Meclis-i Maarif reisliği
yapmıştır. Ölümüne kadar Dar’ü-l Muallimin ve Mülkiye’de botanik dersleri
vermiştir.337
35- İlyas Efendi: (1801-1864): Hekimbaşı Behçet Efendi’nin kardeşidir. Enderun’da
yetişmiş, sonradan müderrisliğe geçerek ilmiye sınıfına dahil olmuştur. Sofya
mollalığı ve Hassa Ordusu müftülüğü yapmış, Mekke ve İstanbul payesi almıştır.338
Enderun’da geçirdiği dönemi anlatan ve Enderun hakkında bilgi veren “Vekayi-i
Letaif-i Enderun” adlı bir eseri vardır. 339
36- Tahir (Mehmed) Beyefendi (…-1871): Mektubi Sadaret ve Amedi kalemlerinde
memur olarak çalışmış, sonraki dönemde Meclis-i Vâla ve Meclis-i Muhasebe,
tahsilat komisyonu üyelikleri, zaptiye mektupçuluğu ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü
görevlerinde bulunmuştur.340
37- Nurettin (Mustafa) Bey (...-1858): Mısırlı Osman Paşa’nın kardeşidir.
İstanbul’a geldiğinde dil bilmesi sayesinde tercüme odasında çalışmış, mütercim-i
evvel ve divan-ı hümayun tercümanlığı, Hariciye müsteşarlığı görevlerinde
335
A.g.e, s.50
A. Terzi, “Osmanlı Saray Eczanesinin Teşkilat ve İdaresi (XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında)”,
Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.49-64, İstanbul, 2010, s.52
337
M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.247
338
A.g.e, C.I, s385
339
M. Cevad, a.g.e, s.51
340
M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.282-283
336
143
bulunmuştur. 1857’de Meclis-i Vâlâ üyeliğine getirildikten kısa süre sonra vefat
etmiştir.341
38- Nurettin (Mehmed Emin) Bey (…-1866): Kuruluşunda Tercüme Odası’nın
başına getirilmiş olan Yahya Naci Bey’in oğludur. Askeri eğitim almış ve Mirliva
rütbesine yükselmiş ve Dar-ı Şura-yı Askeri üyeliği yapmıştır.342
39- (Mektubizade) Abdülaziz Efendi Müderrislerden ve Şeyhü'l-İslâmlık
memurlarından tarih bilir bir zat olup İstanbul'ludur. 1279 (1863) tarihinde irtihâl
ederek müntesibi bulunduğu Celvetîye tarîkatı âsitânesi (merkezi) olan Hazret-i
Hüdâî dergâhı avlusunda defnedildi. Yıldırım Bâyezid Han'a kadar Osmanlı Tarihi
ile zeyilleri ile beraber (Şakayık-ı Nûmâniye) telhisini beyan eden tabakat
tercümelerinin kendi el yazısı ile yazılı bulunan nüshaları Halis Efendi
Kütüphanesindedir. Şeyhü'l-İslâmların hal tercümelerine dair olup MüstakîmZâde'nin eserleri cümlesinden olan Devhatü'l-Meşayih'e de zeyli vardır. Vefatı
yılında Evkaf-ı Hümâyûn müfettişi olmuştu. Şiir yazmağa kabiliyeti vardır.343
40- Osman (Sahib) Efendi Hoca Abdürrahim Efendi'nin oğludur. Tahsilini
ikmalden sonra ilmiye mesleğinde yükselerek İstanbul payesine ve müneccimbaşılık
me'murluğuna nail olmuştur. 1280 (1863) tarihinde İstanbulda irtihal etmiştir.
Babasının yanına defnedilmiştir. Âlim bir zat olup on fasıl, bir hatime üzerine tertib
edilmiş, Türkçe (Ta'lîmü'l-Kûrre) risalesi ile tıb'dan (Ahkâmü'l-Emrâz) ve (Kolera)
isimlerinde basılmış eserleri vardır. Dârü'l-Muallimîn'de riyazî ilimler muallimi idi.
Coğrafya'dan Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını içine alan matbu' risaleleri ve Paris
341
A.g.e, C.IV/II, s178
A.g.e, C.IV/II, s179
343
Bursalı Mehmet Tahir, a.g.e, C.III, s.27,
342
144
meridyenine göre muhtelif beldelerin (boylam ve enlemlerini) tül ve arzlarını beyan
edici tarifatlı matbu' (Esâmi-i Buldan) isminde yazma bir eseri vardır.344
3.2- Harici Üyeler
1- Davud Paşa (...-1851): Bağdat, Basra, Ankara ve Bosna vilayetlerinde
valilik, Şura-yı Bâb-ı Âlî reisliği ve Şeyhülharemlik görevlerinde
bulunmuştur. Dini ilimlerde öğrenci yetiştirmiştir.345
2- Veli Paşa (…-1891) Kaymakamlık; BüyükelçilikValilik ve Meclis-i
Tanzimat üyeliği yaptı. Yabancı dil bilirdi.
3- Şakir Efendi: Mevalidendir, Meclis-i Nafia müftülüğü yapmıştır.
4- Nazif (Ahmed) Molla (...-1858): Müderrislik ve mollalık yapmış, Mekke,
İstanbul ve Anadolu payelerini almıştır. Alim ve şairdir. “Sefinet’ül
Vüzera”, “Nisab’ül İhtisab”, “Nuhbet’ül Fikr”, “Telhis’ül Meani”, “Risale-i
Kevakibi”, “Talim’ül Müteallim”, “Tabakat-ı Şerbubi Tercümeleri”,
“Kaside-i serağaz-ı Hicaz ve “Sûrname” isimli eserleri vardır.346
5- Emin Rıfkı Efendi (…-1860): Müderristir, şiirle ilgilenmiştir.
6- (Dağıstanlı) Hüseyin Nazım Efendi: Mühendishane-i Berr-i Hümayun’da
Arapça hocalığı yapmıştır. Sonradan dahili üye olmuştur.
7- Ethem Paşa: Mısır Beylerindendir, Mutasarrıflık görevleri yapmıştır
8- Kani Paşa (…-1885) Dil bilmesi sebebiyle Tercüme Odası’na alınmış, bir
süre Mısır’da yaşamıştır. İstanbul’a döndükten sonra mutasarrıflık, Meclis-i
Muhasebe reisliği, Bosna, Selanik, Üsküp valilikleri, Gümrük ve Rüsumat
344
A.g.e. C.IV/II, s158,
M. Cevad, a.g.e, s.53
346
M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.282
345
145
eminliği, Maliye nazırlığı ve Şura-yı devlet üyeliği görevlerinde
bulunmuştur 347
9- Abdullah Paşa (…-1855) Sayda valiliği yapmıştır
10- Arif (Mehmed) Bey (…-1854) Mısır’da mirliva olmuş ve Dâr- Şura-yı
Mısriyye üyeliği yapmıştır. Şiirle ilgilenmiştir.
11- Rufai Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı)
12- Ahmet Reşit Efendi (1813-1863): Akşehir’den İstanbul’a gelip medrese
bitirdikten sonra müderrislik, Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Beyazıt
Rüştiyesinde hocalık yapmıştır. Şairdir.348
13- (Muradi-zade) Ebussuud Efendi: Şam ulemasındandır, İzmir payesi
almıştır.
14- Ahmet Efendi: Mütercimdir. (Hakkında bilgi bulunamadı)
15- Antakyavi Ömer Efendi: (Hakkında bilgi bulunamadı)
16- Mazhar Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı)
17- Behçet Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı)
18- İsmet Efendi. Uzun süre Mısır’da bulunduktan sonra Anadolu’nun çeşitli
vilayetlerinde memur ve katip olarak görev yapmıştır.
19- İstefenaki Bey Kerame: (Hakkında bilgi bulunamadı)
20- Venisan Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı)
21- Hoca Agop: Ermeni Lagoftu Patrikhane kapı kethüdasıdır. (Hakkında bilgi
bulunamadı)
22- Yostenik Aleko: Tercüme Odası mümeyyizlerindendir (Hakkında bilgi
bulunamadı)
347
348
A.g.e. C.IV/I, s87-88
Fatin Davud; a.g.e, s.178
146
23- Vasilaki Efendi: Rum Patrikhanesi Sekreteri (Hakkında bilgi bulunamadı)
Hoca Sahak: 1825 yılında İzmir’de doğmuştur. Babasının adı
24-
Cevahircioğlu Hacı Ohannes’tir. İzmir’de Fransızların Propaganda ve Ermenilerin
Mesrobyan okullarında yabancı dil ve edebiyat öğrenimi almıştır. Türkçe, Fransızca,
İngilizce, İtalyanca, Ermenice ve Rumca bilmektedir. 1849’da ilk başta mülâzemetle
yani maaşsız olarak Babıâli Tercüme Odası’na girmiş, sonradan maaşlı olarak devam
etmiştir.
349
Tercüme Odası’nda çalıştığı süre içinde Hariciye Nezareti’ne gelen
evrakı tercüme işiyle meşgul olduğu gibi Nisan 1851’den itibaren Takvim-i
Vekâyi’nin Fransızcaya çevrilmesi işini de üzerine almıştır.350 Takvim-i Vekayii’nin
Fransızca’ya çevrilmesini 1856’ya kadar devam ettirmiştir.351
7 Eylül 1855’te “mesâlih-i nazikede istihdam olunduğu” gerekçesiyle rütbesi
saliseden saniye sınıf-ı sânîsine yükseltilerek Babıali Tercüme Odası Mütercim-i
Evvelliği’ni vekâleten idare etti. Daha sonra Divân-ı Hümâyûn Mütercim-i
Sânîliğine getirilen Abro, 1857’de de Hariciye Nezareti Tahrirat-ı Ecnebiye Odası
Müdürlüğüne atanmıştır.352
1860’ta, Lübnan ve Suriye’de Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çıkan
olayların tahkiki için buraya gönderilen Fuat Paşa’nın maiyetinde bulunanlardan biri
de Sahak Abro Efendi’dir.353 Fuat Paşa’nın başkanlığında toplanmış olan Avrupa
Komisyonu’nda Sahak Abro, Osmanlı Devleti’ni komisyon azası olarak temsil etmiş,
daha sonra da aynı komisyonun başkanı olmuştur.354 Komisyonun vazifesi isyancı
S. Balcı, “Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900)”, Osmanlı Siyasal
ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet Karaçavuş, ss.105-139, İstanbul,
2009, s.105
350
BOA, İ.MVL 207/6647
351
BOA, A.AMD, 80/62
352
S. Balcı, a.g.m, s.113
353
BOA, DH.SAİD, 4/178
354
E.Z.Karal, a.g.e, CVI, s.33-42
349
147
Dürzilerin cezalandırılması, Marunilere verilecek tazminat meselesi ve Lübnan’a
verilecek yeni idari nizamın tespit edilmesinden oluşmaktaydı.
Ekim 1860’ta Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya temsilcilerinin
katılımıyla başlayan müzakereler aylarca sürmüştür. Abro’nun bu komisyondaki
görevi yerine Hariciye Müsteşarı Kabulî Efendi’nin atanmasıyla 5 Şubat 1862’de son
bulmuştur. Lübnan’daki çalışmaları neticesinde Abro’ya bir kıt’a nişan verilerek
rütbesi ûlâ sınıf-ı sânîsine çıkarılarak terfi’ ettirilmiştir.355 İstanbul’a dönüşünden bir
müddet sonra Hariciye Nezareti Tahrirat-ı Hariciye Kitabeti’ne atanmıştır.
1862’de yaşanan mali bunalımın sonrasında Osmanlı Hükümeti, Esham-ı
Umumiye adı verilen istikraz görüşmeleri için hem yabancı dil hem de ekonomipolitik bilen Sahak Abro’yu, Mart 1864’te Paris ve Londra’ya Esham-ı Umumiye
Komiseri olarak görevlendirmiştir. Abro, Paris ve Londra’da yaptığı görüşmeler
sonucunda 1863 borçlanmasına ait bir taksit ödemesini 16 Mayıs 1865’te yapmaya
muvaffak olmuştur. Ayrıca, 40 milyon Osmanlı altını istikrazına imza atmıştır.356
Ancak Sahak Abro’nun Londra’da istikraz meselesi ile ilgili hesaplarda
Maliye nezaretince yapılan incelemelerde açığının çıkması soruşturma geçirmesine
sebep olmuştur. Bir tahkikat komisyonu kurulmuş ve komisyonunun çalışmaları
sonucunda 98.384 Osmanlı lirası zimmeti çıktığı anlaşılmıştır. 18 Subat 1882 tarihli
bir belgede Sahak Abro’nun Paris ve Londra’da yaptığı istikrazla ilgili Hazine’ye
olan borcunun tamamının ödenerek hesabının kapatıldığı bildirilmektedir.357
Sahak Abro muhtemelen bu soruşturmanın etkisiyle 26 Mart 1867’de
Tahrirât-ı Hariciye Kitabeti’nden azledilmiştir. Azlinden dokuz buçuk sene sonra
BOA, İ. DH., 467/31208
S. Balcı, a.g.m, s.122
357
BOA, ŞD. SAİD, No: 30/7,
355
356
148
Eylül 1875’te fahri olarak Kürtlerin iskân ve tavattunuyla ilgili Babıâli’de teşkil
olunan komisyonun azalığına atanmıştır.358
Nisan
1876’da
başlayan
Bulgar
isyanının
bastırılmasından
sonra
Bulgaristan’ın idari durumunu müzakere etmek amacıyla oluşturulan Filibe
Fevkalâde Komisyonu’na Osmanlı devleti adına Sahak Abro atanmıştır.359 Aralık
1877’de Komisyonun feshedilmesiyle İstanbul’a dönmüş ve 12. Belediye Dairesi
Başkanlığına fahri olarak atanmıştır. 9 Haziran 1878’de De’âvi-i Hariciye
Kitabeti’ne atanmıştır. Bu memuriyetine devam ederken 28 Eylül 1878’den itibaren
Doğu Rumeli Avrupa Komisyonu’na Osmanlı yönetimi adına ikinci komiser olarak
tekrar Filibe’ye yollanmıştır. Filibe’de bulunduğu sırada ölümüne kadar devam eden
Şura-yı Devlet azalığına atanan Sahak Abro, 6 Eylül 1879’da Doğu Rumeli Avrupa
Komisyonu’nun çalışmalarını durdurması üzerine İstanbul’a gelmiştir.82 Bu sırada
Babıâli Tercüme Odası’nın tercüme işlerine yetişememesi yüzünden Başvekâlete
gelen evrakın tercümesi için Tahrirât-ı Ecnebiye Müdürlüğü kurularak Sahak
Abro’nun idaresine verilmiştir.360
Sahak Abro, Şubat 1880’den Mart 1880 tarihine kadar, 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı sırasında işgale uğrayan Edirne’den göç eden halkın birbirlerine
bıraktıkları hayvan ve eşyaların tekrar kendilerine iadesi hakkında kurulan
komisyonda da görevlendirilmiştir. Edirne’den dönüşünde Berlin Antlaşmasının 23.
maddesi gereğince Doğu Rumeli nizâmını mütalaa edecek olan muhtelit komisyonda
görevlendirilmiştir.361
358
BOA, DH. SAİD, 4/178
BOA, DH. SAİD,No: 4/178
360
S. Balcı, a.g.m, s.127
361
BOA, ŞD. SAİD, No: 30/7
359
149
Devlet görevlerinin dışında Ermeni cemaati içinde de Patrikhane Genel
Meclisi üyeliği, Ermeni Cemaati Genel Meclisi Baskanlığı gibi görevler üstlenen
Sahak Abro 8 Ağustos 1900’de ölmüştür. 362
1850’lerin başından itibaren kitap çevirileri de yapmaya başlayan Abro’nun
tespit edebildiğimiz kadarıyla tercümesini yaptığı eserlerden dördü basılmıştır.
Bunların ilki, Jean Baptiste Say’ın Catechisme d’Economie Politique adlı eserinin
İlm-i Tedbir-i Menzil adıyla yaptığı çevirisidir. İkincisi, Fransız yazar Louis-Philippe
Comte de Segur’un Pensées Politiques adlı eserinin Kisver-i Derûn adıyla
yayımlanan tercümesidir. Üçüncüsü Kavaid-i Osmaniye’yi 1852’de Fransızca’ya
tercüme ederek bastırmış ve kitabın telif hakkını on sene müddetle elinde
bulundurmustur.23 Sahak Abro’nun basılan diğer tercüme çalışması ise “Avrupa’da
Meshûr Ministroların Tercüme-i Hâllerine Dair Risâle ” isimli kitabıdır.363
Basılı eserlerinin dışında Sahak Abro’nun tercüme ettiği ve basılmayan
çevirileri de vardır. Bu eserler içinde tespit edebildiklerimiz şunlardır: Voltaire’den
On İkinci Şarl Tarihi,27 Büyük Petro Tarihi,28 Machiavelli’den Prens (Rifat Pasa ile
birlikte);29 Bufel (?) adlı bir İngiliz yazardan Tarih-i Medeniyet, Amerikalı
Rereper’den (?) Avrupa’nın Tedkikat-ı Maneviyesi.30 Sahak Abro bunların dışında
bir süre Noyyan Ağavni (Nuh’un Güvercini) adıyla haftalık Ermenice bir gazete
çıkarmıştır.364
25- Tiryaki Bagos: Tersane tercümanı (Hakkında bilgi bulunamadı)
26- İstefanaki Bey: (…-1867) Mekteb-i tıbbiye’nin ilk hocalarındandır.
Arapça, Farsça ve Avrupa dillerinden bazılarını bilen bir doktordur.
27- David: Hakkında bilgi bulunamadı
S. Balcı, a.g.m, s.130
Bu eserler hakkında geniş bilgi çalışmamızın dördünü bölümünde mevcuttur.
364
S. Balcı, a.g.m, s.113
362
363
150
28- Beşiktaşlıoğlu Aleksander: (Hakkında bilgi bulunamadı)
29- Thomas Xavier de Bianchi (1783-1864): Fransız Doğu bilimci. İstanbul
ve Cezayir’de kraliyet tercümanı olarak görev yapmıştır. Fransızca-Türkçe
ve Türkçe-Fransızca sözlükler yazmıştır.
30- Joseph von Hammer-Purgstall: (1774-1856) Avusturyalıdır. Doğu dilleri
eğitimi görmüş ve Arapça, Farsça ve Türkçe öğrenmiştir. İstanbul ve
Mısır’da görev yapmıştır. “Geschichte des Osmanischen Reiches-Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi” adlı 10 ciltlik eseriyle ünlüdür. Ayrıca şirazi, bak,
fuzuli gibi şairlerden bahseden eserleri ve Evliya Çelebi Seyahatnamesi
tercümesi vardır.
31- James William Redhose: (1811-1892) İngiliz asıllıdır.15 yaşında
İstanbul’a gelmiş Mühendishane-i Bahr-i hümayun’da teknik ressam ve
İngilizce
hocası
olarak
çalışmış,
ardından
Sadaret
ve
Hariciye
tercümanlıkları yapmıştır. Yaklaşık 27 yıl Osmanlı devletine hizmet
ettikten sonra İngiltereye dönmüş ve Dışişleri Bakanlığında çalışmış ve
Royal Asiatic Society üyesi olmuştur. Osmanlıca-İngilizce sözlük,
Osmanlıca konuşma dili cep kılavuzu, Mesnevi tercümesi, Türkçedeki
Arapça ve Farsça kelimeler sözlüğü gibi çalışmaları vardır.
Bu listeler Encümenin açıldığı tarihteki üye listeleridir. Dâhili üye listesinde
6. sırada bahsettiğimiz Emin Mehmet Paşa açılıştan birkaç ay sonra vefat etmiş,
yerine Harici üye listesinde 6. sırada yer verdiğimiz Hüseyin Nazım Efendi,
nizamnamede belirtilen usulle, Dâhili üye olarak tayin edilmiştir.365 Salnamelerden
takip ettiğimiz kadarıyla, sonraki yıllarda da Encümen üyelerinden hayatını
365
BOA, İ.DH, 259/16023
151
kaybeden dâhili üyeler olmuş ancak, onların yerine yeni üye seçilmemiş ve
encümenin dâhili üye sayısı gittikçe azalmıştır.366
Encümenin harici üyelerinin yıllara göre sayılarını ve isimlerini gösteren bir
kayıt bulamadık. Ancak Encümenin faal olduğu dönemde yeni harici üyelikler
verildiğine dair bir takım belgeler vardır. 1268 yılında vefat eden Daver Paşa’nın
yerine Kastamonu Naibi Ziver Bey üyeliğe alınmıştır.367 Aynı belgeye göre Fransız
bilim adamı Mösyö Kazmirski ile Fransa elçiliği baş tercümanı Mösyö Şafer de
harici üyeliğe kabul edilmiştir. 1269 yılında, Encümen’in faaliyetleri kısmında
detaylı olarak bahsedeceğimiz, mufassal bir tarih-i umumi yazdırma girişiminde
Encümen dışından görevlendirilen Enis Efendi ile Takvimhanede görevli Aleko
isimli kişiler de bu kapsamda Encümen-i Daniş’e harici üye olarak atanmışlardır.368
1270 yılına ait bir belgede ise, üye olarak tayinine dair bir belge görmediğimiz Osab
Vartan isimli Bahriye Tercümanından ‘Encümen-i Daniş aza-yı hariciyesinden’
şeklinde bahsedilmektedir.369 1271 yılına ait bir belgede ise İsmitsonyan
Darülfünununun hocası ve kâtibi olan Mösyö Hanri ile Amerika’da elsine-i şarkîye
aşina olanların oluşturduğu bir meclisin kâtibi olan Edward Salzbury’nin Encümen-i
Daniş’e harici üye olarak kabul edildiklerini görmekteyiz.370
Bu tarihten sonra ise dâhili veya harici üye olarak yeni birinin tayin
edildiğine dair bir kayda rastlanmamaktadır.
Encümen-i Daniş, 1268–1279 (1852–1863) yıllarına ait salnamelerde görülmektedir ve bunlarda
dâhili üyelerin listesi yer almaktadır. İlk üç yıl bu listelerde, vefat eden Emin Paşa’nın da, onun yerine
atanan Hüseyin Nazım Efendi’nin de adları yazılmamış, bu yüzden Encümenin üyesi olarak 39 isim
yer almıştır. 1271 yılı salnamesinde bu hata düzeltilmiş ve Encümen üyesi olarak 40 kişinin ismi
yazılmıştır. Ancak bahsettiğimiz gibi sonraki yıllarda dâhili üye sayısı gittikçe azalmıştır: 1273’te 39
üye, 1275’te 34 üye, 1276’da 30 üye, 1277’de 29 üye, 1279’da 27 üye.
367
BOA, İ.DH, 243 / 14804
368
BOA, İ. DH., 264 / 16459
369
BOA, A.MKT.NZD., 106 / 83
370
BOA, İ.HR, 118 / 5800, A.DVN. DVE, 21 / 28,
366
152
3.3- Üyelerin Özellikleri
Encümene dâhili üye olarak seçilen üyelere baktığımız zaman bunların
yarıdan çoğunun bürokrat oldukları görülmektedir. Aralarında Tıbbiye mezunları
olsa da bürokratik görevleri olan kişilerdir. Hatta bu durumun, Encümen-i Daniş’in
başarısız bir girişim olmasının esas sebebi olduğu düşüncesi, olayların içinde olan
Cevdet Paşa tarafından şöyle ifade edilmektedir: “Bunların içinde ashab-ı fazl u
maarifden haylice zatlar var idi. Lakin ekserisinin meşagili umur-ı maarif ile iştigale
mani idi. Bu cihetle fiilen Encümen’e hizmet edecek zâtlar pek az idi. Aza-yı
dahiliyenin şerait-i intihabiyyesinde beyne’l vükela ihtilaf vuku bulmuş idi. Şöyle ki
ekserinin reyine göre, vükeladan bazı zevatın aza-yı dahiliye idadına idhaliyle
Encümen’e şeref verilmek üzere tercüme ve telife iktidarı kafi olmaktır ve bazılarının
reyine göre aza-yı dahiliyenin fiilen tercüme ve telif ile meşgul olacak zevattan
intihab olunması suretidir ki Âlî Paşa bu reyde idi. Hatta ‘Biz bu işin içine
girmeyelim. Ahengi bozarız’ dedi ise de ekseriyet-i ârâ ile fiiliyata nazar olunmayıp
iktidar-ı zati ile iktifa olundu. Hâlbuki emr-i intihaba zatiyyat karıştırıldı. Asla
ehliyeti olmayanlar dahi kırklara karıştı. Encümenin binası bir sağlam esas üzerine
kurulamadı. Âlî Paşa’nın dediği doğru çıktı.”371
Encümen-i Daniş’in kendisinden beklenen faaliyetleri yapamamasında;
üyelerinin çoğunun bürokrat olmasının ve devlet işleriyle uğraşmaktan Encümen’e
zaman ayıramamalarının, başlıca sebep olduğu konusunda pek çok araştırmacı
hemfikirdir.372 Bu durumun Encümen’in çalışmalarını etkilediği muhakkaktır. Hatta
açılıştan birkaç ay sonra bu duruma delil olarak gösterilebilecek bir gazete haberi de
mevcuttur: “Encümen-i Daniş bu cumartesi günü akd olunacak iken hasbe’l maslaha
371
372
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.52-53
Bkz: M.Ş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 165. Ayrıca R. Chambers, a.g.m, s.1287, K.Akyüz, a.g.e. s.29,
153
gelecek cumartesiye bırakılmıştır.”373 Ancak yukarıdaki alıntıda Cevdet Paşa bu
konunun tartışıldığını belirtmektedir ki, nizamnamenin üçüncü bölümünün beşinci
bendinde, toplantı yeter sayısının üye sayısının üçte biri olarak belirlenmesi de
bürokrat
üyelerin
devamsızlık
yapma
ihtimalinin
göz
önüne
alındığını
göstermektedir. Hatta nizamnamenin aynı bendinde bir yıl kadar mazeretsiz
toplantılara katılmayanların ru’uslarının ellerinden alınarak yerlerine yeni üye
seçileceği de belirtilmiştir.
Bu durumda akıllara ‘neden bilerek böyle bir tercih yapılmış ve en başından
Encümen’in verimli çalışması riske atılmıştır?’ sorusu gelebilir. Bu konuda
Karaçavuş’un şu açıklaması bizce yapılabilecek iki açıklamadan biridir: “…eğer
Kalemiye kökenli üst düzey bürokrasi Encümen’e girmeseydi, burası İlmiye’nin
elinde klasik ilim geleneğini devam ettiren bir kurum halini alacaktı ve bu nedenle
Encümen’in fünûn ile ilgili amaçları gerçekleşemeyecekti. Zira İlmiye kökenli
bürokrasi Osmanlı-İslâm bilgi geleneği (ulûm) bakımından belirli bir donanıma
sahipti ve elsine-i selâsede de vukufiyeti bulunmaktaydı. Ancak durumun elsine-i
ecânib-i sa’ire ve fünûn için böyle olmadığı açıktı. Bu nedenle modern bilgi ve
düşünceyi tercüme edecek durumda bulunmuyordu. Bu sebepledir ki Avrupa dillerini
bilen Kalemiye kökenli bürokrasinin burada yer alması zorunluydu.”374 Evet,
mademki Encümen-i Daniş modern fen bilimleri ile de ilgili çalışma yapacaktı, hatta
Darülfünunda okutulacak kitapları hazırlayacaktı, o halde Batı dillerini bilen ve fen
bilimleri ile teknolojik gelişmeleri önemseyen üyeleri de çok sayıda olmalıydı. O
Ceride-i Havadis, Sayı:557, 11 Safer 1268 (6 Aralık 1851)
A. Karaçavuş, “Richard L. Chambers’ın “The Encümen-i Daniş And Ottoman Modernızatıon”
Adlı Makalesinin Değerlendirme Ve Çevirisi”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, C.IX, Sayı:2,
İzmir, 2009, s.138
373
374
154
devirde bu özelliklere sahip kişiler de genellikle devlette üst düzey bürokrat olarak
çalışmaktaydı. Bu sebeple böyle bir uygulama yapılmıştır.
Bu durumun bizce ikinci muhtemel sebebi ise, Encümen üzerinde devletin
tam denetiminin olmasının istenmesidir. Akademik özgürlük gibi bir kavramın doğal
olarak bilinmediği bu dönemde “Encümen’e şeref verilmek üzere” denilerek üst
düzey devlet adamlarının üye yapılması, bu kurumun istenen yönde çalıştırılması
amacını da taşıyor olabilir bizce. Her ne kadar Encümen’in kararlarının
uygulanabilmesi için hem Meclis-i Maarif hem de Padişah tarafından onaylanması
gerekiyorsa da, üyeleri ömür boyu atanan ve mazeretsiz bir yıl devamsızlık dışında
üyelikten çıkarılamayan bir kurumun içyapısına da hâkim olmak gerektiği
düşünülmüş olabilir.
Bununla beraber, Encümen’in bürokrat üyelerinin sebep olduğu sorun bu
kadarla sınırlı kalmadı. Pek hesaba katılmadığı anlaşılan bir başka soruna daha sebep
olmuştur üyelerin çoğunun bürokrat olması. Cevdet Paşa bu durumu kısaca şöyle
özetlemektedir: “…Encümen’in küşadı günü vükela ve memurîn iki sınıfa taksim
olunup biri sanki eshab-ı Daniş ki Reşid Paşa takımı idi. Diğer kısmı bunların
haricinde kalmakla dil-gîr olmuşlar idi ki Fethi Paşa dahî hariçte bırakılanlardan biri
idi. Halbuki Fethi Paşa mukaddemleri Reşid Paşa ile hem-efkâr iken muahharen
araları şeker-âb oldu. Diyebilirim ki aralarındaki bürudet Encümen’in yevm-i
küşadında kesb-i şiddet eylemiştir ki sonraları Meclis-i Maarifin işlerini tervicde
ekseriya taraf-ı hilafda bulunmuştur.”375
Bu sözlere göre, Encümen-i Daniş’in bürokrat üyeleri belirlenirken, açıldığı
sıralarda bürokrasi içindeki gruplaşma etkisini göstermiş ve dönemin Sadrazamı
375
A. Cevdet, Tezakir, 1-12, s.13
155
Mustafa Reşit Paşa’ya yakın olanlar üye yapılmıştır. Dolayısıyla üyelik vasıflarını
taşımalarına rağmen dışarıda bırakılan bazı devlet adamları bu duruma kırılmışlar ve
sonraki dönemlerde ellerine fırsat geçtiğinde Meclis-i Maarifte yapılan işlere sekte
vurmuşlardır.
156
IV. BÖLÜM
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI
VI. BÖLÜM
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI
Osmanlı İmparatorluğunda, bilim ve fenlerin gelişmesini ve yayılmasını
sağlamak, Türkçeyi geliştirmek ve Avrupa’daki örnekleri gibi milletlerarası bilim ve
düşünce hayatıyla bağlantı kurarak, bilim ve teknolojideki geriliği ortadan kaldırması
ve halkı aydınlatması beklentisiyle kurulmuş olan Encümen-i Daniş’in yayınlamış
olduğu eserlerin tam bir listesi elimizde yoktur.
Encümen-i Daniş hakkında yapılan araştırmalarda, Encümenin faaliyetlerine
ilişkin Cevdet Paşa’nın “bil-fiil işe yarayacak azaya tevzi olunan telifat içinde hisse-i
fakire isabet eden Tarih-i Cevdet’ten başka bir eser görülmedi”376 ifadesi genel
kabul görmüştür. Bununla beraber A. Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi adlı eserinde; “İstanbul Üniversitesi kütüphanesine Yıldız’dan devredilmiş
yazmalar içinde doğrudan doğruya Encümen azası tarafından veya Encümen namına
yapılmış bazı tercümelere tesadüf edildiği gibi, 1271 tarihlerine doğru basılmış olan
bazı eserlerin de bu Encümen’le alakası görülmektedir. Tarih, coğrafya, riyaziye
iktisat, tabiat ilimleri gibi muhtelif bilgi şubelerine ait olan bu eserlerin arasında
yeniçağlar tarihine dair olanlar ön safta gelirler”377 şeklindeki ifadesi de dikkatleri
çekmiştir.
Biz de bu kapsamda İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesinde
araştırma yaparak, bazı kaynaklarda hiç bahsedilmeyen bazılarında ise az bir bilgi
verilen bir takım eserleri inceledik. Tanpınar’ın bahsettiği gibi özellikle tarih
alanında yazılmış veya tercüme edilmiş bazı kitaplara ulaştık.
376
377
A. Cevdet, Tezakir, Tezkire 6, s.13
A.H. Tanpınar, a.g.e., s.144
157
4.1- Encümen-i Daniş’in Eserleri ve Girişimleri
Bu bölümde Encümen-i Daniş’in eserlerinden ve girişimlerinden bahsederek
bunları anlamlandırmaya çalışacağız.
4.1.1. Kavaid-i Osmaniye
Bu eser, Encümen-i Dâniş açılmadan önce Fuad Efendi (Paşa) ile Cevdet
Efendi (Paşa)’nin Bursa’da bulundukları sırada, kaleme aldıkları bir eserdir. Cevdet
Paşa, bu eserin neden ve nasıl yazıldığını şöyle ifade eder: “…lisanımızın aslı Türkçe
olduğu halde Arabi ve Farsi ile mahlut olduğundan doğruca okuyup yazabilmek için
Arabi ve Farsiden bazı kavaidi öğrenmek umur-ı zaruriyyedendir. Halbuki
lisanımızın sarf u nahvini cami bir kitab henüz yazılmamış olduğu cihetle kendi
lisansımız için lazım olan kavaid-i mahsusayı öğrenmek üzere bütün sarf u nahv-i
Arabi ve kavaid-i Farsiyyeyi okumağa mecbur olduğumuza mebni kavaid-i lisan-ı
Osmaniyi cami bir kitab yapılmanın lüzumu nezd-i udebada müsellemattan olmağla
buna dahi Bursa’da iken sarf-ı mesai ettik… Fakat Bursa’da yaptığım kitab kaba
taslak bir şey olmağla güzelce perdaht olunmağa muhtac idi. Nevakısını İstanbul’da
itmam ile Kavaid-i Osmaniye tesmiye eyledim.”378.
Kavaid-i Osmaniye, Encümen’in açıldığı gün Padişah’a takdim edilerek
iltifata mazhar olmuş ve Cevdet Efendi bu çalışmasından ötürü “Altmışlı” rütbesine
terfi olunmuştur. Ayrıca bu çalışma Encümen’in ilk eseri olarak kabul edilmiştir. İlk
müzakere bunun üzerine yapılarak faydalı bir eser olduğu görülmüş ve basılmasına
karar verilmiştir. Daha sonra da Ceride-i Havadis matbaasında basılıp satışa
çıkarılmıştır.
378
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45
158
“Encümen-i Dâniş'e sunulan Kavâ'id-i Osmâniyye nüshası üzerinde; ‘Neşr-i
ma'arif emr-i ehemmine haddimizce hizmet etmek niyyetiyle âcizâne ve nâçizâne te'lif
etmiş olduğumuz Kavâ'id-i Osmâaniyye'nin işbu nüshâ-i asliyyesini Encümen-i
Dâniş'e ihdâ (hediye) eyledik.
Gurre-i Muharrem 1268 (Eylül 1851)
Encümen-i Dâniş ve Meclis-i Ma'arif Âzâsından Müsteşar-ı Sadr-ı Âlî
Mehmed Fuad ve Ahmed Cevdet’ yazılıdır.”379
Cevdet
Paşa,
Türkçe
dil
bilgisi
kitaplarının
ilki
olan
“Kavâ'id-i
Osmâniyye'de; ele aldığı dilin üç ayrı dilin birleşmesinden meydana geldiğini
düşündüğünden her bölümü Türkî, Arabî ve Fârisî olmak üzere üç alt bölüme
ayırarak işlemiş, böylece ayrı ayrı üç dilin kurallarını vermeye çalışmıştır. Ancak
kelime yapımı ve çekiminde Arap gramer anlayışından çok batı gramer anlayışına
yakındır. Kelime türlerinin işlenişine isimden başlanmış, Türkçe kelimeler Arap
dilinde olduğu gibi üçlü, dörtlü kökler hâlinde gruplandırılmamış, kelime çekiminde
birinci teklik şahıstan başlanmıştır.”380
Bu eserin ilkokul çocukları için ağır olduğunun görülmesi üzerine Cevdet
Paşa, 1852 yılında onun basitleştirilmiş bir versiyonu olan medhal-i kavaid isimli
kitabı kaleme almıştır ki bu kitap da bir yıl sonra rüşdiyelerde okutulmaya
başlanmıştır.381 Paşa, ilkokul çocukları için ise 1871 yılında Kavaid-i Türkiyye isimli
gramer kitabını yazacaktır.
Bernard Lewis, Kavâ'id-i Osmâniyye'nin, 1832'de Arthur Lumley Davids
tarafından yazılan ve 1836'da Fransızca'ya da çevrilen Grammar of the Turkish
N. Özkan, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Türk Dili Hakkındaki Görüşleri ve Eserleri”, Erciyes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.20, Yıl:2006/1, s.221
380
A.g.m, s.225
381
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45
379
159
Language (Türk Dili Grameri) adlı kitaba dayanılarak yazıldığını iddia eder.382
Ancak ne Ahmet Cevdet Paşa'nın ne de Fuat Paşa'nın böyle bir eseri gördüğüne veya
varlığından haberdar olduğuna dair bir bilgimiz yoktur.
Kavaid-i Osmaniyye, okullarda 50 yıl kadar ders kitabı olarak okutulmuş,
1851'deki taş basmadan sonra 1900 yılına kadar on defa daha basılmış, Almanca'ya,
Arapça'ya, Bulgarca'ya ve Hırvatça'ya tercüme edilmiş ve Ahmet Cevdet Paşa'nın
öteki dil bilgisi kitaplarına ve aynı dönemlerde yazılmış diğer yazarların dil bilgisi
kitaplarına örnek teşkil etmiştir.383
4.1.2. Tarih-i Cevdet
Encümen-i Dâniş çalışmalarına başladıktan bir süre sonra “bir sözlük ve bir
de Osmanlı Tarihi yazılmasını kararlaştıran Encümen, bu tarih yazımı için bazı
şahısları görevlendirerek yazılacak kısımları belirlemişti. Cevdet Paşaya da –
Hammer’i tamamlayacak şekilde – 1188/1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan
1241/1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar olan kısım isabet etmişti.
Yazılacak olan bu eserin elfâz-ı garibe isti’mâlinden ve tekellüfât-ı münşiyâneden
sarf-ı nazarla herkesin anlayabileceği ta’birat ile yazılması” tenbih olunmuştu.”384
İlk yıllarda yoğun bir çalışma içine giren Cevdet Paşa, eserinin ilk beş cildini
yaklaşık on yılda tamamlamıştır. Bu ciltler büyük beğeni ve övgülerle karşılanmış ve
her biri takdimlerinin ardından basılmıştır.385. Paşa’nın, idari görevleri sebebiyle
İstanbul’dan uzak yerlere (Bosna, Kozan, Halep) gönderilmesi sebebiyle uzun bir
382
B. Lewis, a.g.e., s.344
N. Özkan, a.g.m., s.225
384
T. Kayaoğlu, a.g.e., s.79
385
Birinci cildin basımına dair; BOA, A. AMD, 56 / 76, 1271, İkinci cildin basımına dair; A. AMD,
64 / 14, 1271, Üçüncü cildin basılması; BOA, A.MKT. NZD, 189 / 58, 1272, Dördüncü cildin
basılması; BOA, A. MKT. MHM, 124 / 95, 1274, Beşinci cildin basılması; BOA, A. MKT.
NZD.,339 / 77, 1277. Esere o dönemde yapılan övgülerden birisi ünlü tarihçi Hammer’dendir. Cevdet
Paşa bunu oldukça önemsemiş olsa gerek ki Tezakir’de Hammer’in ilgili yazısının bir tercümesine yer
vermiştir. Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.74
383
160
süre eseriyle ilgilenemediği anlaşılmaktadır. İstanbul’a dönüşünden kısa süre sonra,
1286’da, tarihin altıncı cildi, 1288 yılı içerisinde de yedinci ve sekizinci ciltleri
tamamlanıştır. Yine uzun bir süre bu eseriyle ilgilenemeyen Cevdet Paşa, dokuzuncu
cildi 1299 yılında, onuncu cildi 1300 yılında, onbirinci ve onikinci ciltleri 1301
yılında tamamlamıştır. Böylece Tarih-i Cevdet’in tamamlanması otuz yıl gibi uzun
bir sürede gerçekleşebilmiştir. Son üç cildin basımını üzerine alan Serkurena Osman
Bey, müellifin verdiği son şekle göre eseri iki defa daha neşretmiştir (I-VIII, 1302-3;
I-XII, 1309).
Eserin 1309’da (1891) yeni düzenlemelerle yapılan üçüncü baskısı büyük
yenilikler içermektedir. Bu basımın I. cildinde seksen beş sayfaya sığdırılan
mukaddime yeni bilgiler eklenerek oldukça genişletildi ve ilk cilt başlı başına bir
giriş haline geldi. Önceki ciltlerde dağınık biçimde verilen kaynaklar da bu cildin
başına alındı (I, 4–13). Eserde olaylar sebep ve etkileriyle açıklanır ve bunlardan ders
çıkarmaya yönelik bir üslûpla verilir. Hadiselerin oluşumu ve etkileri gerçeğe uygun
biçimde ele alınmıştır.
Anlatımda pragmatik bir tarih yazımı görüşünün temsil edildiğini söylemek
mümkündür. Bununla beraber olayların kesintisiz anlatımı muhtemelen yazım
tekniği açısından birtakım sıkıntılara yol açmıştır. Zira daha sonraları vak‘anüvislerin
kronolojik tasnif tarzı benimsenmiş, böylece hicrî senelere bölünmüş bir anlatım
şekline geçilmiştir. Bu özelliği bakımından eser önceki vak‘anüvis tarihlerinden pek
ayrılmaz. Ancak eleştirel bakış ve olayların ele alınan zaman dilimleri içinde bir
bütün halinde işlenmesiyle onlardan ayrılır. Eserde kurumların çöküş sebepleri
derinlemesine irdelenir. Bundan ötürü imparatorluğun tarihi neredeyse müesseseler
tarihi bağlamında ele alınır ve toplumu Batılılaşmaya götüren gelişmeler üzerinde
161
durulur. Pek çok kavram, deyim ve konu bağımsız olarak işlenmiştir. Bunlar birer
çerçeve yazı niteliğini ve monografi özelliğini taşır. İstitrat şeklinde bütün ciltlere
serpiştirilen bu ayrıntılar gerçek bir araştırma ürünüdür.
Târîh-i Cevdet çok geniş bir kaynak taramasına dayanır. Ana kaynaklarının
başında yazarın ağır biçimde eleştirdiği vak‘anüvis tarihleri gelir (I, 4-5). Cevdet
Paşa, vak‘anüvislerin çoğunun tarihin konusunu değiştirerek sayfalarını şiirlerle,
hayallerle süslediğini yazar. Aynı zamanda seleflerini cüz’î ve küllî her şeyi
eserlerine almakla suçlar. Bununla birlikte kendisi de eski alışkanlıklardan kolayca
sıyrılamaz; sayfalarına şiir parçaları serpiştirmekten, yangın, deprem, mevlid ve kılıç
alayları, ricâlin özgeçmişi, çeşitli hikâyeler gibi cüz’iyata yer ayırmaktan kendini
alamaz. Eserin diğer kaynakları arasında özel tarihler, mecmua, lâyiha, terâcim-i
ahvâl kitapları, seyahatnâmeler, sefâretnâmeler önemli yer tutar. Muahede metinleri,
telhisler, arşiv belgeleri, hatt-ı hümâyunlar da ilk elden kaynaklar arasındadır. Pek
çok belge ilgili ciltlerin sonuna eklenmiştir. Öte yandan Cevdet Paşa mezar taşları,
vakfiye, sikke vb. malzemenin tarihin açıklanmasında ne kadar önemli olduğunu
kavrayan Osmanlı tarihçilerinin başında gelmektedir. Musul yakınlarında yapılan
arkeolojik kazılardan söz etmesi dikkati çekmektedir. Bir “fenn-i mahsûs” diye
nitelendirdiği sikkelerin birçok önemli sorunların çözümüne katkıda bulunduğunu
vurgulamaktadır (I, 247); hatta bütün Osmanlı paralarını gördüğünü söyler (I,
255).386
Kullandığı eserler, büyük ölçüde Veliyyüddin Efendi Kütüphanesi’ne katılan
Cevdet Paşa kitapları koleksiyonu içinde yer almaktadır. Cevdet Paşa, sözlü
kaynakları da ihmal etmez. Zamanında yaşayan ya da olayların akışında etkili
386
Z. Arıkan, “Tarih-i Cevdet”, TDV İslam Ansiklopedisi C.40, ss.75-77, İstanbul, 2011, s.76
162
olanlardan yetişebildiği kimselerin tanıklığına başvurur. Cevdet Paşa, Batı
kaynaklarını da kullanmıştır. Onun tarih ve hukuka ait Fransızca eserleri
anlayabilecek durumda olduğu açıktır. Geniş yer verdiği Avrupa tarihini yazarken
Batı kaynaklarına başvurma gereğini duymuş ve sık sık bunlara atıfta bulunmuştur.
Terekesinde Avrupa tarihiyle ilgili çeviri eserlerin bulunduğu görülmektedir.
Bununla birlikte Cevdet Paşa’nın yararlandığı Batı kaynaklarının tam bir listesini
vermeye imkân yoktur.
Vak‘anüvis tarihlerinde Avrupa tarihine pek az yer ayrılmıştır. Şânîzâde
Mehmed Atâullah Efendi bu sınırı biraz aşmış, Batı’daki demokratik gelişmeler
üzerinde durarak parlamenter düzenin yerleşmesinden söz etmiştir. Ahmed Cevdet
Paşa ise Avrupa ve bir ölçüde dünya tarihine geniş yer vermiş, özellikle Fransız
İhtilâli ile büyük bir değişim içine giren Avrupa’nın aldığı yeni durumun Osmanlı
Devleti’ne de büyük etkisi olduğu yargısından hareketle (I, 163) olayların bir bütün
halinde işlenmesini zorunlu görmüştür. Bu anlamda VI. ciltle birlikte Osmanlı
tarihini dünya tarihinin bir parçası olarak ele almaya başlar.
Yeni tertipte önemsiz de olsa bazı metinler çıkarılmıştır. Bunlar arasında ilk
beş cildin sonundaki teşekkür ve ithaflarla düşürülen tarihler de vardır. İlk iki basım
arasındaki metin farklılıkları etraflı incelemeye konu olmuştur Bundan anlaşıldığına
göre metin dışı bırakılanlar önemsiz ayrıntılardır. Dolayısıyla dönemin genel
havasından hareketle bu kesintilerin II. Abdülhamid devrinin sansürünün bir sonucu
olduğuna dair yerleşmiş kanaatin mesnedi bulunmadığı açıktır.387
Ahmed Cevdet Paşa’nın tarihçiliğe en büyük katkılarından biri de çağdaş
kavramlara geniş yer vermesidir. Bunların başında efkârıumumiye (opinion
387
A.g.m, s.77
163
publique) gelmektedir.388 Öncelikle Fransız İhtilâli’nde efkârıumumiyenin belirleyici
etkisi
üzerinde
durur
(VI,
166).
Yeniçeriliğin
kolaylıkla
kaldırılmasını
efkârıumumiyenin bir zaferi gibi gösterir (XII, 164). Yine bu bağlamda Cevdet Paşa
hükümetlerin düşürülmesinde efkârıumumiyenin ağır bastığına dikkat çeker, artık
zamanın değiştiğini ve halkın gözünün açıldığına işaret eder.389 Diplomasi ve politika
kelimeleri daha önce Türkçe’ye girmişti. Fakat bunları biçimlendiren ve yerli yerine
oturtan yine Cevdet Paşa olmuştur. Tarihinde XVI. yüzyılda Avrupa’da kurulan ve
halen geçerli olan bir “muvâzene-i politika”dan söz eder (I, 218). Osmanlı
Devleti’nin coğrafî, stratejik ve ekonomik konumunu göz önünde bulunduran Cevdet
Paşa, yabancı devletlerin çıkarlarının yanında politikalarının da gereği gibi
bilinmesini savunur (II, 290). Devletler arası ittifaklar her zaman ortak çıkarlar
üzerine kurulur; bu da kendine özgü bir dili olan diplomasiye dayanır (IV, 173, 211).
Eskiden Avrupa ahvaline vâkıf olmayan diplomatlarımızın aldana aldana aldatmayı
öğrendiklerini, böylece siyasî ahlâkın da değiştiğini söyler (IX, 269).
Cevdet Paşa eserinin yerli ve yabancı kaynaklarını eleştirel bir bakışla
değerlendirir. Olayların derinliğine inip onlardan ibret almayı amaçlar. Anlattığı
olayların sebeplerini gelişmelerde arayarak bunların doğurduğu sonuçları ortaya
koymaya çalışır. Bu bakımdan kendinden önceki Osmanlı tarihçilerinden büyük
ölçüde ayrılır. Tarihçinin son derece tarafsız olması ve doğruyu söylemesi gerektiği
görüşündedir. Tarihte ortaya çıkan büyük devrimlerin ve ilerlemelerin özünü
yakalamayı tarihin bir görevi kabul eder.
“Cevdet Paşa, tarihinde kendisinin de mimarlarından biri olduğu Tanzimat’ın
savunucusu kimliğini taşır, genelde o devrin bakış açısıyla yazar, tarihten verdiği
388
389
Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s.172
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.28, 148
164
örneklemelere onu savunmak için başvurur; dolayısıyla kendi döneminin reform
siyaseti âdeta tarihinde anlattığı olayların uzantısı veya sonucu gibidir. Cevdet Paşa
bu durumu yer yer açıkça ifade eder. Böylece Tanzimat’a tarihî bir tutarlılık
kazandırır ve onun Osmanlı geleneğinin bir parçası haline gelmesine yardımcı olur.
Reformların yabancılığını giderir ve gelişmenin doğallığına vurgu yapar. Doğru
önlemlerin alınması halinde en olumsuz şartlar dâhilinde bile devletin kurtuluşu için
bir çıkış yolu bulunacağı mesajını verir. Bu şekilde İbn Haldûn’daki kaçınılmaz son
ve felâket karamsarlığını çürütmeye yönelmiş olarak tarihî bir vazife ifa eder.”390
Eserin tamamlanmasının ardından Cevdet Paşa’ya gönderilen tebrik
mektuplarında, hem Sadullah Paşa hem de Namık Kemal eserin Yeniçeri Ocağının
kapatılmasıyla son bulmasından üzüntü duyduklarını bildirmişlerdir. Hatta Namık
Kemal hiç olmazsa Mısır meselesinin sonuna kadar olan olayları da kapsaması
gerektiğini belirtmiştir. Cevdet Paşa ise cevaplarında, kendisine verilen görevin bu
kadar olduğunu, sonrasının vakanüvisin görevi olduğuna dair Encümende karar
alındığını ve irade-i seniyyenin de bu yönde olduğunu söylemiştir.391
“Cevdet Tarihi, Osmanlı tarihçiliğinin en büyük başarılarından biridir.
Ahmed Cevdet Paşa, bu büyük eserini ortaya koymak için geniş bir kaynak
taramasına girişmiş, vakanüvis tarihleri, mecmua, layiha, sefaretname ve arşiv
belgelerini dikkatle incelemiş, olaylara tanık olanların görüşlerine başvurmuş ve
bütün bunları sağlam bir eleştiri süzgecinden geçirdikten sonra kullanmıştır. Resmi
belgeler, fermanlar, antlaşma metinleri, sözün kısası konuyla ilişkin belgeleri her
390
391
Arıkan, a.g.m. s,77
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, ss.217-223
165
cildin sonuna eklemiştir.”392 Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik dönem
olarak adlandırılan dönemden modernleşme dönemine geçişini anlatan değerli bir
eser ortaya çıkmıştır. Uluslar arası alanda da en ünlü Osmanlı Tarihlerinden biridir.
4.1.3. Mukaddime ve İbn-i Haldun Tarihi
Abdurrahman Ebu Zeyd İbn Haldun (1332-1406)’un ünlü bir eseri ve Arapça
olarak yazdığı 7 ciltlik tarih (el-iber adıyla anılır. Tam adı: Kitabu’l İber ve divanu’l
mübtedi ve’l ekber’dir) kitabıdır. Bu eserin mukaddimesi, kendisinden daha ünlüdür.
Daha önceki Osmanlı tarihçileri – Kâtib Çelebi, Müneccimbaşı, Naimâ v.s.- gibi,
Cevdet Paşa da İbn Haldun’dan ziyadesiyle etkilenmiştir. XVIII. asır ulemasından
olup aynı zamanda İbn Haldun’un görüşlerinden etkilenmiş olan Pîrîzâde Sâhib
Molla (Ö. 1748) Mukaddime’nin beş faslını (eserin 2/3’ünü) Türkçe’ye tercüme
etmiş, sadece “ulûm u fünûna” dair olan fasıl (6.fasıl) kalmıştı393. Encümen-i
Daniş’te hem mukaddimenin kalan kısmını hem de İbn-i Haldun tarihinin tamamının
tercüme edilmesinin kararlaştırıldığını tahmin ediyoruz. Çünkü Suphi Paşa İbn-i
Haldun Tarihini, Cevdet Paşa da mukaddimenin kalan kısmını tercüme etmiştir. 1275
yılında Cevdet Paşa tercümesini tamamlamıştır. 394
1274 yılında Kahirede, Mukaddimenin, Sahib Molla’nın tercüme ettiği
kısımları basılmıştır. 1275’te de İstanbul’da basılmaya başlanan mukaddime,
1277’de üçüncü cildinin de basılmasıyla tamamlanmıştır.
Suphi Paşa ise Mısır’dayken, Pirizade’nin Mukaddimeyi büyük ölçüde
tercüme etmiş olması sebebiyle kendisinin de tarihi tercüme etmeye niyetlendiğini,
392
E. Uzundal, “Review of German Historian Christoph K. Neumann's "History is means Tanzimat is
Goal Political Meaning of Tarih-i Cevdet", History Studies: İnternational Journal of History,
Vol:4, Issue:2, July 2012, s.444
393
T.Kayaoğlu, a.g.e., s.80
394
Mukaddime tercümesinin tamamlandığına dair; BOA, İ. DH, 435 / 28751, İbn-i Haldun Tarihinin
tercümesinin tamamlandığına dair; BOA, A. MKT. MHM., 168 / 5
166
hatta Mehmet Ali Paşa’nın da bunu teşvik ettiğini fakat, önce Mehmet Ali Paşa’nın,
kısa süre sonra da oğlu İbrahim Paşa’nın vefat etmesi sebebiyle bu işi yapamadığını,
ancak İstanbul’a gelişinden sonra Padişahın ilmin yayılmasını teşvik etmesi
sayesinde tercümeye tekrar başlayarak bu işi yaptığını ifade eder.
Eserin içeriğine baktığımızda ise; yaratılıştan çeşitli kabilelerin oluşumuna
kadarki zamana dair genel bir anlatımdan sonra birkaç bölüm boyunca, ilk
dönemlerinden itibaren Arap kabileleri ve yaşadıkları yerler ve kurdukları devletler
hakkında bilgi verilmektedir. Daha sonra Süryanilerin, İsrail oğullarının ve Farsların
geçmişleri hakkında bilgiler içeren bölümler vardır.
Önsözde bunlara ilaveten Yunan, Rum, Endülüs, üçüncü aşama Arap tarihleri
ile Peygamberimizin hayatı ve dört halife dönemlerini de tercüme etmek gerektiğini,
ancak adı geçen milletler hakkında yeterince bilgi olduğunu, Peygamberin hayatı ve
halifeler dönemi tarihinin ise kayıp olduğunu, o güne kadar incelediği beş-altı farklı
İbn-i Haldun Tarihinde bu bölümlere rastlayamadığını belirterek bunları ayrıca
yazmaya niyetli olduğunu söylemektedir.
Bunların dışında, bu çalışmasında Arapça olmayan şahıs ve yer isimlerinin
Arap alfabesindeki harf farklılıkları sebebiyle yanlış telaffuz edildiğini kendisinin
bunları düzeltmek için ve bazı olayları yorumlamak için bu milletlerle ilgili
kaynakları gözden geçirdiğini de belirtmiştir..395
Suphi Paşa, yaklaşık bir yıl sonra, bu çalışmanın bir devamı ve açıklaması
niteliğinde olan Tekmilet’ül-İber396 adlı bir eser daha yazmıştır ancak bu eser
İbn-i Haldun, Miftah’ül İber, Çev. A.Subhi Paşa, İstanbul, Takvimhane-i Amire, 1276, İ.Ü. Nadir
Eserler Kütüphanesi, No: NEK74143, İbn-i Haldun Tarihinin tercümesinin tamamlandığına dair;
BOA, A. MKT. MHM., 168 / 5
396
A.Subhi Paşa, Tekmilet’ül-İber, Yazma, 1277, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No:
NEKTY09301
395
167
basılmamıştır. Ayrıca yine Suphi Paşa tarafından yazılmış 189 sayfalık bir
Mukaddime tercümesine de rastladık ancak üzerinde tarihini tespit edemedik.397
4.1.4. Tarih-i Kudemâ-yı Yunan ve Makedonya398
Mora’lı olan ve Rumca ve Fransızca bilen Melek Ahmet Eğribozî’ye ati bir
eserdir. Mukaddime kısmında Abdülmecid zamanında tercüme edildiği kaydedilen
eserde Encümenin isminden bahsedilmemektedir. Ancak o dönemde Encümen
tarafından Avrupa tarihine ilişkin yaptırılan bir tercüme olduğu düşünülmektedir.
İçeriğinde antik Yunan tarihi ve tarihî coğrafyasının yanı sıra Sokrates ve
Eflatun gibi önemli Yunan filozoflarından da bahsedilmektedir. Eser yazma olup 126
sayfadan ibarettir.
4.1.5. Avrupa Tarihi399
Louis-Philippe Comte de Segur’a ait olan bu eseri, Fransızca’dan tercüme
eden, Encümenin harici üyelerinden Todoraki Efendi (Paşa)dir. Orijinal eserin tam
adı “Prusya Kralı II. Frederic William Zamanının Önemli Olayları ve Brabant,
Hollanda, Polonya ve Fransa’daki Devrimlerin Bir Özetini İçeren 1786–1796 Yılları
Arasında Avrupa’nın Politik Durumu”dur. Üç ciltlik eserin birinci cildinin tercümesi
olup Molla İsmail Buharî tarafından tebyiz edilmiştir. Eserin tercümesi ise 1268
Zilkaâde (Ağustos-Eylül 1852)sinde bitmiştir.
180 sayfalık eser, giriş mahiyetinde, önceki kral Büyük Frederic hakkında
bilgiyle başlamaktadır. 1. bölümde II. Frederic’in tahta çıktığı dönemde Avrupa’nın
genel durumu hakkında bilgi verilmektedir. 2. bölümde yeni kralın eğitimi, kişiliği,
İbn-i Haldun, Tercüme-i Mukaddime-i İbn-i Haldun, Çev: A. Subhi Paşa Yazma, İ.Ü. Nadir
Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY05965. Bu eserin takdimi ve Paşanın bu sebeple ödüllendirilmesine
ilişkin bkz: BOA, İ.DH, 452 / 29946 ve BOA, A.MKT.MHM, 168 / 5
398
M.Ahmet Eğribozi, Tarih-i Kudema-yı Yunan ve Makedonya, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler
Kütüphanesi, No: NEKTY02454
399
Todoraki Efendi, Avrupa Tarihi Tercümesi, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No:
NEKTY02365
397
168
askeri yönü, yöneticiliği, çevresi ve bakanları hakkında bilgiler, ilk uygulamaları,
Prusya’nın yönetiminde yaptığı büyük değişimler ve Alman devletlerinin birlik
olmaya başlaması anlatılmaktadır.
3. bölümde Avrupa’daki önemli siyasi gelişmeler; 1787’de seksen bin
Avusturyalının Bohemya’da toplanması, Çariçe Katerina’nın Courland ve Danzig
politikası, Fransa ve Rusya arasındaki ticaret antlaşması, Katerina’nın Kırım ziyareti
ve Polonya Kralıyla görüşmesi, bu ziyaretin Avrupa’da yol açtığı huzursuzluk,
Osmanlı Devletinin ve Rusya’nın askeri hazırlıklara başlaması, İngiltere ve
Prusya’nın Osmanlı Devletini savaşa teşvik etmesi, Fransa’nın barış çabası, Osmnalı
Devleti’nin savaş ilan etmesi, Brabant’ta ortaya çıkan sıkıntılar, Fransa’da
Notablelerin (asiller ve diğer ileri gelenler) toplanması, Polonya’da karışıklık,
Hollanda’daki meseleler ve devrim anlatılmaktadır.
4.1.6. Beyânü’l Esfâr400
Encümen’in harici üyelerinden ve Tercüme Odası mümeyyizlerinden Aleko
tarafından tercüme edilen eser, Napolyon’un son muharebelerine dair bilgileri
içirmektedir. Yazma olarak iki nüshasını tespit ettiğimiz eserin her iki nüshası da 3.
cilde aittir.
Napolyon savaşları hakkındaki bu kitabın ilk iki cildine ulaşamadığımızdan,
kimin hangi eserinin tercümesi olduğunu bilemiyoruz. Ancak, tercüman eserin
girişinde “Prusya devletinin ve müttefiklerinin askeri ile Fransa askeri arasında
yaşanan savaşlar” şeklinde bir ifade kullanmıştır ki bu durum olayları Prusyalıların
gözünden anlatımı izlenimi vermektedir.
400
Y. Aleko, Beyanül Esfar, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02365
169
104 sayfa olan eserin içeriğine baktığımızda; Rusya seferindeki yenilgisinden
sonra kendisine karşı oluşturulan ittifaka karşı Napolyon’un genel olarak bugünkü
Almanya
topraklarındaki
yönetiminden
kurtularak
savaşları
Krallığın
anlatılmaktadır.
yeniden
Prusya’nın
kurulmasıyla
Napolyon
sonuçlandığı
için
Prusyalılar bu muharebelere Özgürlük Savaşı adını vermiştir. Lutzen Savaşı, Bautzen
ve Haynau Savaşları, Dresden Savaşı, Kulm, Grossbeeren ve Katzbach Savaşları
Leipzig Savaşı, Hanau Savaşı ve Fransızların geri çekilmesi ve müttefiklerin
Fransa’yı işgali anlatılmaktadır..
4.1.7. İlm-i Tedbîr-i Menzil (Ekonomi-Politik)401
Encümen-i Daniş’in harici üyelerinden Sahak Abro tarafından tercüme edilen
bu eser, Fransız ekonomist ve yazar Jean Baptiste Say’ın Catechisme d’Economie
Politique adlı ekonomi-politik kitabıdır. Eserin, Meclis-i Ma’arif402 ve Meclis-i Vâlâ
kararlarıyla403 “…bilhassa erbâb-ı dâniş ve istidâdda ilim ve icmâli husûlüne ve
umum nâsa faideli olacağı…” gerekçesiyle, masrafı ve geliri Sahak Abro’ya ait
olmak üzere basılmasına karar verilmiş ve bu çeviriden dolayı Sahak Abro beş bin
kuruşla ödüllendirilmiştir.404 Eser, H.1268 / M.1852’de Mühendisoğlu Ohannes
Matba’asında bastırılmıştır.405
Kitabın önsözünde Abro; “Ekonomi politik dedikleri hikmet-i ameliyenin
rükn-ü rekini olan ilm-i tedbir- menzil kaffe-i milel ve akvamın medar-ı teşebbüsleri
olan esbab-ı külliyenin beyanında olup, mal ve menal ve servet ve yesar ve herkese
muta’în-i itibar olan eşyanın ne vechile husule geldiğini beynennas ne suretle taksim
J.B. Say, İlm-i Tedbir-i Menzil, (Çev: Sahak Abro), Mühendisoğlu Tabhanesi, İstanbul, 1268
BOA, A.AMD., 29 / 5
403
BOA, İ.MVL., 198 / 6166
404
BOA, A.MKT. NZD., 27 / 2
405
Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni, ve Yunan Alfabeleriyle)
(1584-1986), Ankara 2001.
401
402
170
olunduğu ve nihayet ne tarikle harc u sarf ve telef kılındığı hususlarını tasrih ile bu
mal deyu itibar olunan şeyin cem’i zamanda ehad ve efradın husule getirdiği
eşyadan olub andan tertib eden menafi-i umumiyeyi herkes bil-vasıta yahud bila
vasıta tahsil edegeldiklerinden salifüz-zikr ilm-i tedbir- menzil yalnız vükela ve
evliya-yı umurun malumu olan ulum-ı mahsusadan olmayıb mücerred amme-i nassın
beher gün işleyüb bildikleri bir ilm ise de ancak herkesin hemen her şeyi hakkıyla
bilmesi yine de kolay olmadığından bu ilm-i tedbir-i menzil umumen herkesin
malumu olamayıp bu sebepten beynennas hezeyan kabilinden bir takım efkâr-ı batıla
ve akval-i kazibe revac ve itibar bularak şu tahsil ve istihlak-ı emval kaziyelerinin
keyfiyet-i hakikiyesini bilmeyenlerin öğrenmeleri çün ala vechül icmal beyan ve ilan
eylemek iyice faide-yi müstelzem olacağından işbu kitabı telife mübaşeret ettim.”
diyerek hem ekonomi politiğin açıklamasını yapmış hem eseri neden tercüme ettiğini
açıklamıştır.
Kısa kısa 30 bölümden oluşan eserin bölüm başlıkları şöyledir:
1- Umumen servet ve gına ve kıymet ve baha-yı eşya keyfiyeti beyanındadır.
2- Faide ve menfaat maddesinin ve tahsil-i emval kaziyesinin keyfiyeti
beyanındadır.
3- Malın husule gelmek için muhtaç olduğu esbab-ı selase beyanındadır.
4- Umumen ehl-i hüner ve marifete mahsusu olan kâr u amel beyanındadır.
5- Sermayenin keyfiyeti ve suret-i yetl ve istimali beyanındadır.
6- Ehl-i hüner marifetin istimal ettiği âlât-ı tabiiyesi beyanındadır.
7- Tahsil-i mal kaziyesinde icrası icab eden hıdemat beyanındadır.
8- Tahsil- sermaye beyanındadır.
9- Fevaid-i me’nube beyanındadır.
171
10- Bir mülkde emr-i ticaret ve ziraat ve sanatın ilerlediği hususunun alâim ve
emaret-i müselleme ve all u esbab-ı esasiye-i müstakilesi beyanındadır.
11- Umumen mal ve menalin tarik-i sarf u tervic ve mübadele-i emval
kaziyesinin menafi-i beyanındadır.
12- Umumen meskûkât beyanındadır.
13- Evrak-ı dinariye beyanındadır.
14- İthalat ve ihracat-ı emval beyanındadır.
15- Umumen memnuat beyanındadır.
16- Sanat ve ticaret ve ziraata dair olan bazı nizamat beyanındadır.
17- Hukuk-ı tasrif-i mülk ve mülkiyenin keyfiyeti beyanındadır.
18- Îradın menşei ve menbaı beyanındadır.
19- Îradın emr-i inkısamı beyanındadır.
20- Îradın emr-i teksir veyahut tezyilini mucib olan esbab-ı metnua beyanındadır.
21- Sınıf-ı hüner mündeatın iradı beyanındadır.
22- Erbab-ı sermaye ve ashab-ı ahlakınebradı beyanındadır.
23- Mikdar-ı nüfus ve ahalinin alet-teksir ve esbab-ı tenzili beyanındadır.
24- İstihlak-ı emval kaziyesinin şiiridir.
25- İstihlak-ı emval kaziyesinin netayic-i müstelzimesi hakkındadır.
26- Müstelhikat-ı maliye-i hususiye beyanındadır.
27- Müstelhikat-ı maliye-i umumiye beyanındadır.
28- Emlaâk-ı miriye ve tekalif ve rüsumat-ı adide beyanındadır.
29- Alel-umum verginin netayic-i müstelzimesine mebnidir.
30- Bir devletin umur-ı maliyesinin medar-ı idaresi olan istikraz maddesi
beyanındadır
172
1277 / 1860’ yılına ait bir belgede, Maliye Nezareti’ne yazılan bir yazıda, bu
kitaptan 50 tanesinin satın alınarak Maarif-i Umumiye Nezareti’ne yollanmasının
istenmesi bize, kitabın Osmanlı maarif çevrelerinde oldukça itibar gördüğü
izlenimini vermektedir.406 Eser, Osmanlı Devleti’ne modern ekonomi teorilerini
tanıtan ilk kitap olma özelliğini taşımaktadır. 145 sayfadır.
4.1.8. Kişver-i Derûn
Fransız yazar Louis-Philippe Comte de Segur’un Pensées Politiques adlı
eseri, yine Sahak Abro tarafından Kişver-i Derûn adıyla tercüme edilmiştir. İnsan
vücudunun gelişimini devlete benzeterek, güzel ahlâk (ahlâk-ı memdûha) ile insana
zarar veren kötülüklerin (agraz-ı muzırra-i insaniye) insanoğluna verdiği fayda ve
zararlarını inceleyerek, bu durumu devletin oluşum ve gelişimine uyarlayan bu ilginç
kitap, tercüme edildiğinde Meclis-i Vâlâ tarafından da incelenmiş ve basım ve
yayımında herhangi bir mahzurun bulunmadığı belirtilmiştir.407 Her ne kadar 1851
yılında tercümesi yapılmışsa da, basılması 1871’de gerçekleşmiştir.408
4.1.9. Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair
Risâle409
Bir tür derleme olan bu eseri de yine Tercüme Odası memurlarından ve
Encümen-i Dâniş’in harici üyelerinden Sahak Abro hazırlamıştır. Kitabın önsözünde;
“bu misüllü faide-yi müstelzem olan şeylerin lisan-ı şirin zeban-ı Türkîye nakil ve
tercümesine dahi taraf eşref-i hazret-i padişahîden ez her cihet teşvikat ve terğibat-ı
406
S. Balcı, Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900), Osmanlı Siyasal
ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet Karaçavuş, İstanbul 2009, s. 107,
Bkz: BOA, A. MKT, MVL, No:196 / 41
407
BOA, İ.MVL., 210 / 6806
408
S. Balcı, a.g.m, s.108
409
S. Abro, Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risâle, Takvimhane-i
Amire, İstanbul, 1271 (1855), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEK2049
173
kamile ibraz ve irae buyurulmakta olduğuna mebni… devletlû fehametlû Reşid Paşa
hazretlerinin bu makule keyfiyatın husulü hakkında zuhura gelen mesai-i cemile ve
ikdamat-ı mütevaliyeleri bu çakerleri Sahak bî-istihkak gibi aceze-i tebaadan bir
hakiri…” denilerek hem devletin ve padişahın genel olarak bu tür çalışmaları teşvik
ettiğini hem de özellikle Mustafa Reşid Paşa’nın bu çalışmaları istediği ifade
edilmiştir.
Kitapta 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’daki karmaşa döneminde etkili
olmuş beş devlet adamı hakkında bilgi vardır. Bunlar; Napolyon zamanında
yükselen, daha sonra üç krallar devrinde önemli meselelerde hizmetinden
yararlanılan Mösyö Talleyrand (Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord), İngiltere
dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı yapmış olan Lord Palmerston (Henry John
Temple, 3rd Viscount Palmerston), Avusturya dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı
görevlerinde bulunmuş olan Prens Metternich (Klemens Wenzel von Metternich),
Waterloo savaşında Napolyon’a karşı savaşan ittifak ordusunun komutanı Lord
Wellington (Arthur Wellesley, 1st Duke of Wellington) ve Alman- Baltık asıllı olup
Rusya dışişleri bakanlığı yapan Kont Nesselrod (Karl Robert Nesselrode)dur.
Önsözde ayrıca dönemin İngiltere başbakanı Lord John Russel, Napolyon’un
generallerinden iken İsveç devletine kral olan Mösyö Jean-Baptiste Bernadotte,
Fransa başbakanlarından Mösyö François Guizot, İngiltere eski başbakanlarından Sir
Robert Peel, Cezayir’de Fransızlara karşı mukavemet eden Abdülkadir, eski ünlü
Fransız bakanlardan Mösyö Casimir Perier ve Louis-Mathieu Molé, Yunan hükümet
üyelerinin en dirayetlisi Mösyö Koletti, eski Fransız sefirlerinden Mösyö Sebastian,
Fransanın ünlü şair ve devlet adamlarından De La Martin, Napolyon mareşallerinden
olup sonraki dönemde de başbakanlık yapan Jean-de-Dieu Soult, Polonya asıllı olup
174
Rusya’da dış işleri bakanlığı yapan sonraki dönemde Fransa’ya iltica eden Adam
Jerzy Czartoryski, Fransa başbakanlarından Camille Hyacinthe Odilon Barrot,
Mösyö Thiers ve Avusturya hanedanından Prens Şarl hakkında da bilgi verileceği
belirtilmiştir. Ancak diğer ciltler yazılmadığından bu şahıslar hakkında bilgi
verilememiştir.
Kitabı yazarken yararlandığı kaynakların yazarları da Mösyö Bastid, Mösyö
Thiers, Mösyö Amede, Mösyö Gustav ve Mösyö Dupre, Mösyö Kapfik, şeklinde
sıralamıştır.
Önsözün sonunda da, şahıslar hakkında yazılan bu eserin bazı kişiler
tarafından yararsız zan edildiğini, ancak bu şahısların yaptıkları işler ve büyük
devletlerin politikaları üzerindeki belirleyicilikleri göz önüne alındığında, yararının
açıkça görüleceğini belirtmiştir. Sahak Abro kitapla ilgili Meclis-i Maarif-i
Umûmiye’ye vermiş olduğu dilekçesinde; kitap basıldığında gelirinin Takvimhâne-i
Âmire’ye kalmasını, buna karşılık yapmış olduğu bu hizmetine mukabil rütbesinin
üçüncü dereceye çıkarılmasını ve “mücelled akçesi” olarak da biraz maaş verilmesini
talep etmiştir. Yapmış olduğu bu hizmetten dolayı istekleri kabul edilen Sahak’ın
derecesi “rütbe-i sâlise”ye terfi ettirilmiştir.410
4.1.10. Emr’ül Acib fi Tarih-i Ehl-i Salib (Haçlılar Tarihi)411
Joseph Francois Michaud’un Hıstoıre des Croısades (Haçlı Seferleri Tarihi)
adlı eserinin Âli Paşazade Ali Fuad Bey, Edhem Pertev (Paşa) ve Ahmed Arifi (Paşa)
tarafından yapılan kısmi tercümesidir.
Sekiz bölümden oluşan ve ilk üç haçlı seferini anlatan orijinal kitabın ilk üç
bölümünün tercümesidir. 1. bölüm; M.S. 300 – 1095 yılları arasından bahsetmekte,
BOA, İ.MVL., 298 / 12139
J.F.Michaud, Emr’ül Acib Fi Tarih-i Ehl-i Salib, (Çev: Ali Fuad, Edhem Pertev, Ahmed Arifi),
İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: EFKND1966
410
411
175
yani haçlı seferlerinin öncesini anlatmaktadır. Bu yıllarda Avrupa’nın Kudüs’le
ilişkileri ve ilk hac ziyaretleri, İslamiyet’in doğuşu ve yayılışı, İran’ın parçalanışı,
Paganlığın Müslümanlarca ortadan kaldırılması, Avrupa’daki bazı monarşi
değişimleri, Halife Ömer’in Kudüs’ü alması, Piyer L’ermit’in hac seyahati,
Fatımilerin Kudüs’ü alması, Türkler, Tuğrul Bey, Melik Şah, Selçuk boyları, Roma,
Papa VII. Gregory, Papa III. Victor, Piyer L’ermit’in Papa 2. Urban ile görüşmesi,
toplanan konsül ve haçlıların kışkırtılması gibi konulardan bahsedilmektedir.
2. bölüm 1096–1097 yıllarındaki ilk seferden ve yaşanan muharebelerden
bahsetmektedir. İlk haçlı birliklerinin toplanması, İstanbul’a gelişleri ve İznik’i
kuşatmaları ve yenilgileri… Yeni ve daha seçkin komutanlara sahip haçlı
birliklerinin gelmesi ve Selçukluların İznik’i kaybetmesi, haçlıların güney
Anadolu’ya ardından da Mezopotamya’ya ulaşması, bu bölümün konularıdır.
3. bölüm 1097–1099 yıllarında yaşananları anlatmaktadır; haçlıların Toros
dağlarını aşıp Suriye’ye girmesi, Antakya’nın ele geçirilmesi, Piza ve Cenovalıların
deniz desteğiyle haçlıların rahatlaması, Atabey Kürboğa ile mücadele, kutsal mızrak,
Müslümanların yenilgisi, Antakya’da salgın hastalık, Halep sultanının yenilgisi,
haçlıların Suriye’deki ilerlemeleri konularından bahsetmektedir. 4. bölüm sadece iki
sayfadır ve haçlıların Kudüs’e ilerlemeye başladığından bahsetmektedir.
Eserin basım yeri ve tarihi bilinmemektedir. Ancak önsözünde “Cevdet Paşa
mufassal bir Osmanlı Tarihi yazdığı için biz de bu kitabı tercüme ettik” şeklinde bir
ifade mevcuttur.
176
4.1.11- Kıt’a-i Afrika412
Danimarka asıllı Fransız coğrafya âlimi Conrad Malte-Brun’un Geographie
Universelle adlı eserinin Afrika kıtasıyla ilgili kısmının, Encümen-i Daniş ikinci
başkanı olan Hayrullah Efendi tarafından tercümesidir. Hayrullah Efendi tercümeye
açıklayıcı bazı derkenarlar ilave etmiştir.
Mütercim, eserin önsözünde Müneccim-i sani Osman Efendi’nin Asya ve
Avrupa kıtalarına dair tercüme (ne yazık ki böyle bir çalışmaya rastlayamadık)
yapmış olması sebebiyle kendisinin Afrika kıtası tercümesi yaptığını ifade eder.
Eserin içeriğine baktığımızda, önce genel bilgiler başlığı altında Afrika
kıtasının konumundan ve boyutlarından bahsedilmektedir. Ardından kısa kısa
bölümler şeklinde Afrika’nın dağları, Afrika’nın nehirleri, Afrika’nın gölleri,
Afrika’nın adaları gibi şeylerden bahsedilmektedir. Daha sonra Afrika’daki bölgeler
ve ülkelerden bahseden bölümler mevcuttur. Burada Müslüman kuzey Afrika
ülkelerinden daha geniş bahsedilmektedir. Bu ülkelerle ilgili sadece fiziki coğrafya
değil beşeri coğrafya bilgileri de mevcuttur. Hatta bu ülkelerin ekonomik durumu,
hayvan sayısı, asker sayısı gibi bilgilerden bahsedilmektedir ki bunların kaynak
kitaptan mı alındığı yoksa güncel bilgilerin mi kullanıldığına dair bir açıklama
yoktur. Kitabın sonunda bu eserin bir nüshasını Mustafa Reşid Paşa’ya sunduğunu
belirtmektedir.
1268 (1852) yılı Rebi’ülahirinde İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye matbaasında
basılmış olan eserin yazma nüshası da mevcuttur.
C. Malte-Brun; Afrika Coğrafyası,( Çev: Hayrullah Efendi), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No:
NEKTY04232
412
177
4.1.12. İlm-i Tabâkâtü’l Arz (Jeoloji)413
Encümen-i Dâniş’in dahilî üyelerinden Mehmed Ali Fethi (ibn Osman bin
Ahmed bin Muslihiddinil-maruf bur Rusçûkî) Efendi’nin tercüme etmiş olduğu bir
jeoloji kitabıdır. Türkiye’de basılmış ilk jeoloji kitabı olma özelliğini taşıyan bu
eserin tam ismi ‘Küre-i Arzın Evvel ve Ahirinden ve bi’l-cümle Mevâdd-ı Dâhiliye
ve Hâriciyyesinden Bahs ü Beyan Eden İlm-i Tabakâtü’l-Arz’dır
Fransız yer yerbilimcilerinden Elie De Beaumont (1798-1874) tarafından
yazılmış olan bu kitap önce Arapçaya çevrilmiş daha sonra Ali Fethi Efendi
tarafından Türkçeye kazandırılmıştır. Ali Fethi Efendi kitabı niçin tercüme ettiğini
kitabın mukaddime kısmında şu satırlarla izah etmektedir: “Sâye-i maârifvâye-i
hazret-i hüsrevânede Meclis-i Maarif ve Encümen-i Dâniş azalığıyla taltif ve takdir
buyrulduğum eltâf ve iltifâta kemâl-i sürûr ve teşekkürümü isbat ve teşhir eder bir
eser-i menâfi şemîr izhâr ve ibrâz eylemek zamir-i âbıdânemde câygîr olmasıyla
eazzü ahibbâmızdan birisi ilm-i tabakat-ı arza dair Fransa lisanından Arabî’ye
tercüme olunmuş bir kitabın Türkî’ye tercümesine tergîb ve teşvik etmekle…, işbu
dâî-i Devlet-i Aliyye tevfîkât-ı celîle-i hazret-i sâmedânîye ile mazhar olduğum
hidemât-ı aliyye-i ilmiyenin teşekküriyesi olmak ve eyyâm-ı saltanât-ı seniyyes-i
hazret-i tâcidârînin evvel-i âsâr-ı ilmiyyesi bulunmak… Bu def’a dahî Encümen-i
Dâniş’in belki Meclis-i Maarif-i Umûmiye’nin fenn-i maarifçe akdem-i âsâr-ı nâfiâsı
olmak ve fazl-ı ilahî ile müşerref olduğum me’mûriyyet-i âbidânemin fârizâ-ı ilahî
ile müşerref halimce edâ kılınmak emniyye-i hayriyyesiyle işbu kitâb-ı hikmet
E.D. Beaumont, İlm-i Tabakat’ül Arz, (Çev: Mehmet Ali Fethi) Darüt-Tıbaatt’ül Amire, İstanbul,
1269
413
178
meymûn dahî huzur-ı menşeüs-sürûr-ı hazret-i şehriyâriye arz ve irâe buyrulması
akdem-i âmâl-i muhlisânem bulunmuştur.”414
Mütercimin mukaddime kısmında da belirttiği gibi, İlm-i Tabâkât-ı Arz kitabı
Encümen-i Dâniş’in, belki de Meclis-i Maarif-i Umûmiyenin fen bilimlerine ait ilk
kitabıdır. Ders kitabı olarak hazırlanmamakla beraber, Türkçe başka bir jeoloji kitabı
olmadığından 25 yıl süreyle bu eser okutulmuştur.415 Jeoloji teriminin ilk kez
kullanıldığı bu esere ilişkin dikkat çeken bir nokta da Türkçeye tercümesi ve tab’
ettirilmesinin devlet ricali arasında fevkalâde bir rağbete mazhar olması ve kitabın
baş tarafına 9 kişi tarafından Arapça, Farsça ve Türkçe takriz yazılmasıdır. Kitaba şu
şahıslar takriz yazmışlardır.
Sadr-ı sâbık devletlû, übbehetlû Âli Paşa Hazretleri,
Devletlû, utûfetlu Ser’asker Mehmed Paşa Hazretleri,
Hâlâ Vidin Valisi devletlû Abdurrahman Sami (ibnü’ş şeyh-i Ahmedî) Paşa
Hazretleri,
Meclis-i Vâlâ A’zasından devletlû Yusuf Kâmil Paşa Hazretleri,
Sudûr-ı izamdan ve Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî ve Meclis-i Maarif Azasından
semâhetlû Mehmed Rüşdi Efendi Hazretleri,
Hariciye Nazırı atûfetlü Keçecizâde Kemal Efendi Hazretleri,
Mekâtib-i Umûmiye Nazırı saâdetlû Kemal Efendi Hazretleri,
Meclis-i Maarif A’zasından saâdetlû Subhî Beyefendi Hazretleri,
Mütehayyizân-ı Müderrisîn-i kirâm ve Meclis-i Maarif ve Encümen-i Dâniş
A’zasından mekremetlû Ahmed Cevdet Efendi.
414
A.g.e., s.7
H. Şıra, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Yayınlanmamış Y.Lisans Tezi,
İstanbul, 2008 s.30
415
179
4.1.13. “Mufassal Tarih-i Umûmî” Yazdırma Teşebbüsü
Encümen’in elimizde belgesi bulunan bir çalışması da; Mufassal bir Tarih-i
Umumi yazdırılmak istenmesi ve bunun için de Encümen-i Dâniş’ten ve hariçten
bazı kimselerin tayin edilmesi hususudur. Şöyle ki: Encümen-i Dâniş, mufassal bir
tarih-i umûmî yazdırmak istemiş ve unun için de bir rapor kaleme alarak durumu
Meclis-i Maarif-i Umûmiye’ye iletmişti. Meclis-i Maarif-i Umûmiye de, planlanan
bu Tarih-i Umûmi’nin lüzumunu kabul ederek padişaha arz etmiş ve daha sonra
padişahın da kabul etmesiyle faaliyetlerin başlaması hususunda irade-i seniyye sadır
olmuştu416. Bu umumî tarihin yazılması konusunda Encümen’in Meclis-i Maarif-i
Umûmiye’ye göndermiş olduğu raporda özetle şu hususlar üzerinde durulmaktadır;
1- Tarih ilmi, devlet ve millet hayatında çok önemli bir mevkie sahiptir. Fakat
buna hakkıyla vakıf olabilmek için pek çok kitabını mütalaa etmek gerekir. Bunun
için de ömürler yetmez.
Eğer ki, mazideki devlet ve milletlerin genel durumlarını, birbirleriyle olan
cüz’î ve küllî münasebetlerini, ne suretle kudret ve kuvvet kazandıklarını ve sonra
hangi sebeplerden dolayı harabiyete yüz tuttuklarını özet mahiyetinde bildirmek için
telif olunmuş olan umumî tarih kitaplarından birisini “ashâb-ı basiret”ten bir şahıs
mütalaa etse, bu onun için kâfidir. Zaten bizdeki umumi tarih kitapları Arapçadır.
Arap müellifleri bu mevzuya önem vererek, geçmiş ümmetlerin ve devletlerin
ahvalini ve meydana gelen olayların hakikî sebeplerini layık-ı veçhile tahkik ve
tetkik ederek tarih ilminde ilerlemişler ve belki de bu sebebe binaen bütün milletlere
galebe etmişlerdir. Daha sonra Araplardan bu ilimle uğraşanlar azalınca son çağın
tarihi olayları yazılamamış ve bu konu da meçhul kalmıştır. Yazılmış olan kitaplar
416
BOA, İ. DH., 264 / 16459
180
Türkçeye tercüme edilmeyince de halkımız bu ilimden gerektiği şekilde istifade
edememiştir.
2- Eğer ki Batı dillerinden birinden bir umûmî tarih tercüme edilse kifâyet
eder gibi zannolunsa da, onlarda da Asya ve Afrika’nın eski durumlarına ait bilgiler
noksandır. Zaten aranılan malumatın ekserisi Avrupa’ya münteşir olan fünûn ve
maarifin asıl ve esası ve bizim de hem dilimizin hem de dinimizin kaynağı olan
Arapçada mevcuttur. Batılı dillerde yazılmış olan eserlere ihtiyacımız; sadece son
çağ (kurûn-ı âhire)ın tarihi olaylarını tashih etmek içindir. Bunun için de bütünüyle
Batılı eserlere müracaat etmek uygun olmayacağından iki tarafın malumatı
birleştirilerek sonradan gelecek nesillere değerli bir hediye olmak üzere “Türkçe bir
Tarih-i Umûmî” tertip ve telif olunması münasip görülmüştür.
3- Yazılacak eser hakkında ayrıca şu hususlar ifade edilmiştir: Arap ve Batı
dillerinde yazılan tarih kitapları bir araya getirilecek ve her millet ve devletin her
devreye ait ibretli durumlarını, vak’aların sebepleri ve vesilelerini şamil bir umûmî
tarih yazılacaktır. Hazırlanacak olan bu çalışma, padişahın yapmış olduğu hayırlı
eserlere güzel bir ilave olacaktır.
Yazılacak bu eser şimdiye kadar yalızmış bütün tarih kitaplarından üstün ve
“bergüzîde-i tesanif âsâr” denmeye layık bir güzel eser olacaktır. Bu büyük işin
altından tek kişinin kalkmasına imkan olmadığından, cereyan eden müzakerelerin
neticesi olmak üzere azadan bir kısmının buna namzed ve tayin kılınması
kararlaştırılıştır. Fakat ekteki listede gösterilen Enis Efendi ve Aleko Encümen-i
Dâniş azalarından olmamakla beraber kendilerinin bu işte fazlasıyla yardımları
olacağından Encümen’in haricî azalıklarına tayinleri uygun görülmüştür.
181
Yazılacak tarih üç kısma ayrılacak ve bunun için de –ekte sunulan
isimlerden– her bir kısım için azadan ayrı ayrı şahıslar tayin olunacaktır.
Heyette bulunan şahıslar bu büyük eseri vücuda getirinceye kadar elbette pek
çok kitaba ihtiyaç duyacaklardır. Onun için her birinin bütün tarih kitaplarını
edinmesi ve çoğu da memur sınıfından olduklarından kütüphane kütüphane dolaşarak
icap eden kitaplara müracaat etmeleri zor olacaktır. Bu sebeple herbir üyenin icab
ettikçe müracaat edebilmesi için her çeşit tarih kitabının birer nüshası
kütüphanelerden alınarak muvakkaten Darü’l-Maarife konulması uygun görülmüştür.
Heyette Bulunan Şahıslar ve Yazacakları Kısımlar
I. Kısım: İlk Çağlardan Hz. Musa (a.s.)’ya Kadar:
1. Semâhetlû Rüşdi Molla Efendi Hazretleri (Bu zatın başkanlığı altında
komisyon çalışacaktır).
2. Ferik Saâdetlû İbrahim Paşa Hazretleri.
3. İstanbul Pâyelûlerinden Fazîletlû Hüsam Efendi.
4. Mevâlîden İlyas Efendi.
5. Müderrisînden Ahmed Cevdet Efendi.
6. Tercüme Odası Memurlarından Mösyö Sahak.
7. Encümen-i Dâniş haricî azalığına tayin edilen Enis Efendi.
II. Kısım: Hz. Musa (a.s.)’dan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)
zamanına kadar:
1. Saadetlû Recaî Efendi.
2. Kemal Efendi.
3. Subhî Beyefendi.
182
4. Müneccimbaşı Osman Efendi.
5. Ali Fethi Efendi.
6. Redhouse.
7. İstefenaki.
8. Enücümen-i Dâniş haricî azalığına tayin edilen Takvimhane’de görevli
Aleko.
III. Kısım: Üçüncü kısım iki bölüme ayrılmıştır:
Birinci Bölüm: Peygamberimiz (s.a.v.)’in hicretlerinden Osmanlı’nın
zuhuruna kadar:
1. Ferik Saâdetlû Derviş Paşa Hazretleri.
2. Saâdetlû Ahmed Vefik Efendi.
3. Miralay Nureddin Bey.
4. Müderrisînden Ahmed Hilmi Efendi.
5. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne Hocalarından Bogos.
İkinci Bölüm: Osmanlı’nın zuhurunun günümüze kadar:
1. Saâdetlû Hayrullah Efendi Hazretleri.
2. Şam Mollası Aziz Efendi.
4.1.13.1. Tarih-i Umûmîden Bir Kısım417
Önsözde Encümenin genel bir tarih yazdırma kararının gerekçesinde
belirtildiği gibi, tarihin öneminden bahsedildikten sonra tarihten yararlanmak için
bütün tarih kitaplarını okumak gerekebileceği ancak bir genel tarih yazılırsa buna
gerek kalmayacağı ifade etmektedir. Ardından Paris üniversitesinin eski hocalarından
Sahak Abro, Tarih-i Umumiden Bir Kısım, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No:
NEKTY01432
417
183
Mösyö Souvenn’in genel tarih eserini tercüme etmeye başladığını söyler. Bu
çalışmayı orijinal eserdeki taksime uygun olarak birinci bölümünün Hz. Âdem’den
Roma devletinin kuruluşuna kadar, ikinci bölümünün Roma ‘nın kuruluşundan Batı
Roma’nın yıkılışına kadar, üçüncü bölümünün bu tarihten İstanbul’un fethine kadar,
dördüncü bölümünün ise fetihten o güne yani 1851’e kadarki olayları kapsayacak ve
her bir bölümü beş cilt olacak şekilde planladığını ve Padişah’ın uygun görmesi
halinde ayda bir cilt tercüme edip takdim edeceğini belirttikten sonra, birinci cildi bu
amaçla Encümen-i Daniş’e sunduğunu söylemektedir.
Elimizdeki kitap, mütercimin yaptığı plana göre, birinci bölümdür ve başlığı;
“Dünyanın yaratılışından Truva şehrinin ünlü kuşatmasına kadar olan olaylar”dır. Bu
bölüm on altı bent şeklinde yazılmıştır. Birinci bent: Dünyanın yaşı beyanındadır.
İkinci bent: Âdemoğlu’nun asıl vatanı beyanındadır. Üçüncü bent: Âdemoğlu’nun
eski çağlardaki durumuna ilişkin bazı fikirler beyanındadır. Dördüncü bent: Truva
şehrinin ünlü kuşatmasına kadar meydana gelen eski kutsal olaylar beyanındadır.
Beşinci bent: Pers devletinin ortaya çıkışı beyanındadır. Altıncı bent: Asurlu’nun
geçmişteki durumu hakkındadır. Yedinci bent: M.Ö. 1270 yılında Babil ve Ninova
şehirlerinin durumu beyanındadır. Sekizinci bent: Eski devirde Fenike denilen
Beyrut civarındaki sahil bölgesinin geçmişi beyanındadır. Dokuzuncu bent:
Çerkezlerin yaşadığı yerler, Rusya ve Tataristan bölgelerinin geçmişi hakkındadır.
Onuncu Bent: Beyrut-Şam sahillerinin ve Arapların bazı durumları beyanındadır. On
birinci Bent: Mısır’ın geçmişi hakkındadır. On ikinci bent: Anadolu’nun geçmişi
hakkındadır. On üçüncü bent: Yunanistan’ın geçmişine dairdir. On dördüncü bent:
Girit adasının geçmişine dairdir. On beşinci bent: Truva şehrinin ünlü savaşına
dairdir. On altıncı bent: İtalya’nın geçmişine dairdir.
184
Kitabın devamı mahiyetinde başka bir esere rastlayamadığımız ve buna dair
bir arşiv belgesi de bulamadığımız için mütercimin beklediği ilgiyi görmediği
anlaşılmaktadır.
4.1.13.2. Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye418
Encümen-i Dâniş’in ikinci başkanı Hayrullah Efendi tarafından yerli ve
yabancı kaynaklardan yararlanılarak kaleme alınan bu eser 18 ciltten oluşmaktadır.
Asıl adı Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi olup literatüre Hayrullah Efendi Tarihi
adıyla geçmiştir. Encümen-i Daniş'in kurulduğu (1851) sıralarda yazımına
başlanarak 1853-1865 yılları arasındaki zaman içinde muhtelif aralıklarla on beş cilt
halinde ortaya çıkan eser, müellifin ölümüyle yarım kalmış olmakla beraber Osmanlı
tarih yazıcılığında alışılmışın dışındaki farklı zihniyet ve tutumdan dolayı özel bir
yere sahip olmuş ve bir kaynak değerini kazanmıştır.
Hayrullah Efendi'nin, kendi devrinin hükümdarı Sultan Abdülmecid zamanını
da (1839–1861) içine alacak şekilde, otuz iki Osmanlı padişahından her birinin
saltanat devresine ayrı bir cilt tahsis etmek üzere planladığı eser, Osmanlı tarihinin
Ertuğrul Gazi çağından başlayarak Sultan I. Ahmed'in ( 1603–1617) saltanatı sonuna
kadar ancak on dört padişahın yer aldığı bir kesimini kapsamaktadır. Eser, 1872–
1875 yılları arasında Divan-ı Ahkam-ı Adliyye müfettişi Ali Şevki Efendi tarafından
Zeyl-i Tarih-i Hayrullah Efendi adı altında tamamlanmak istenmişse de I. Mustafa,
II. Osman, IV. Murad ve Sultan İbrahim’in saltanatlarının ele alınıp 1648'e kadar
zeyl edildiği üç ciltten sonra bu teşebbüsün de sonu gelmemiştir. Hayrullah Efendi
Tarihi, Ali Şevki Efendi'nin zeyilleriyle beraber 1853–1875 yılları arasında bazıları
418
Hayrullah Efendi, Ali Şevki, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi, 18 Cilt, İstanbul, 1269-1291
185
iki defa olmak üzere her biri 69 ile 237 sayfa arasında değişen, toplam 2054 sayfa
hacminde on sekiz cüz halinde yayımlanmıştır.
Hayrullah Efendi bu eserini "usul-i cedid üzre" dediği bir metot takip etmek
suretiyle meydana getirdiğini sık sık belirtmektedir. Bütün ciltlerinde uyguladığı bir
plan gereğince her bir padişahın saltanat devresine rastlayan tarihi hadiseler üçlü bir
çerçeve içinde ele alınmaktadır. Bahis konusu edilecek devreye giriş olmak üzere her
defasında önce doğuda ve batıdaki devletlerin siyasi. askeri ve içtimai durumlarına
göz atılarak dünyanın o çağda ne halde bulunduğunu gösteren umumi bir tablo
çizilir. Ardından kitabın ağırlık merkezini kuran her ikinci fasılda, cildin kendisine
tahsis edildiği padişahın saltanat süresinde Osmanlı Devleti'nin askeri, siyasi ve
içtimai hadiseleri üzerinde durulur; bunu da buraya kadar bahis konusu edilmiş
hadiseler üzerinde tahliller yürütülüp aralarında münasebetler kurulan "muhakeme
faslı", bazen de "fezleke" dediği bir üçüncü fasıl takip eder. Eserinin terkibi bir
mahiyet taşıyan muhakeme fasıllarında Hayrullah Efendi Osmanlı tarihini ele aldığı
devrin umumi tablosu içine yerleştirmeyi, o çağın hadiseleriyle olan bağlantılarını
göstermeyi hedeflemiştir.419
Hayrullah Efendi, vak'aları seçici ve eleyici bir zihniyetle "vekayi-i cesime"
ve "vekayi-i âdiye" olarak iki ayrı sınıfta değerlendirir. Vekayi-i cesimeden
saydıkları, devlet ve milletin belirli bir zaman dilimindeki hayatına yahut geleceğine
tesir edecek çapta kuvvetli ve sarsıcı akisler meydana getiren, çok defa sosyal
bünyeye, içinde bulunulan devlete veya bir siyasi hâkimiyete yön verecek güçte olan
hadiselerdir. Vekayi-i adiyye ise toplum hayatında her zaman olagelen hadiseler,
tesir ve şümulleri kendi dairelerinden dışarı taşmayan fiillerdir. Hükümdarın ava
Ö.F. Akün, “Hayrullah Efendi Tarihi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.17, ss.76-79, İstanbul, 1998,
s.76
419
186
gitmesi, huzurunda cereyan eden bir bayram merasimi veya bir elçi kabulü, saray
düğünleri, donanmalar ve şenlikler, sürre alayı uğurlamaları, tevcihat, tayinler vb. bu
ayırımda vekayi-i .adiyye sınıfı içinde yer alır.
Hayrullah Efendi, tarihten asıl beklenen şeyin geçmişin olayları arasında
bağlantılar kurarak bunların sebep ve neticelerini araştırıp ortaya koymak, özellikle
de hal ve gelecek için mesajlar verip uyarılarda bulunmak olduğunu söyler ve
Osmanlı tarihçilerini bu vazifeyi yerine getirmediklerinden dolayı kusurlu bulur.
Batılı tarihçilerin İslam ve Osmanlı tarihine dair eserlerinde dini ve kavmi taassupla
hareket ederek düşmanca görüş ve beyanlarla gerçekleri çarpıtmakta oluşları kadar
doğulu tarihçilerin de çoğunlukla mezhep taassubu, hanedan tutma, siyasi otoriteye
veya hâkim zihniyete yaranma, kavmiyet duygusu gütme gibi davranışları ile
gerçekten uzaklaşmış bulunmalarını çekinmeden yerer.420
Tarafsızlık ve tahlili görüşle tarihin verdiği mesajlara ulaşmak Hayrullah
Efendi'nin tarih anlayışının iki temel prensibidir. Eserinde sık sık bu noktanın üzerine
gelen Hayrullah Efendi, eski tarihlerimizin bu bakımdan zaaflarla dolu olduğuna
örnekler vermek suretiyle tekrar tekrar işaret eder. Mesela Fatih Sultan Mehmed'in
1456 yılındaki Sırbistan seferinde düşman önünde uğradığı başarısızlık (C.VIII;
ss.96–97), İspanya Müslümanlarının Hıristiyan zulmü altında yaşamakta olduğu
felakete Osmanlı Devleti'nin önceleri ilgisiz kalışı (C.IX; s.48) gibi hadiselerin
Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde yer almaması veya basit birkaç çizgiyle
geçiştirilmiş olması vakıasına önemle dikkat çekerek bu davranışın tarihten beklenen
vazifeyi nasıl yok ettiği, onun ibret verici rolü bakımından elde edilecek istifadenin
ne derece kaybolduğu meselesini işler.
420
A.g.m, s.77
187
Hayrullah Efendi, eserinde teklif mahiyetinde bazı yeni görüşler ve birtakım
orijinal dikkatler de getirmektedir. Bunların en kapsamlısı, Batı'nın kendine göre
koyduğu tarihin yaygın ve klasikleşmiş devre taksimine karşı İslam ve Osmanlı tarihi
bakımından yaptığı yeni bir devrelere ayırma teklifidir. Avrupalıların insanlık
tarihini, zaman içinde geçirilmiş büyük değişme ve farklılaşmaları dikkate alarak ilk
çağ (kurun-ı ûla), orta çağ (kurun-ı vusta) ve son çağ (kurun-ı ahire) olmak üzere üç
devreye, bunları da kendi içlerinde bazı kısımlara ayırmaları yerinde olmakla
beraber, İslamiyet'in doğuşu ve Osmanlı Devleti'nin dünya sahnesine çıkışı gibi
tarihin gidişine yön verecek çapta ve çağ yaratıcı birer başlangıç noktası getiren iki
büyük hadise olmak itibariyle, artık tarih kitapları "usul-i cedid üzre" hazırlanırken
bu iki mühim vakıayı göz önünde bulunduracak yeni bir devre taksiminin
yapılmasına gerek bulunduğunu söyler ve bu yolda yaptığı bir devrelendirişi
Encümen-i Daniş ' in kabulüne havale eder. Buna göre Ortaçağ'ın sonu Hz.
Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretiyle kapanmakta. Yeniçağ'ın başlangıcını
da Asr-ı saadet teşkil etmektedir. Altı asır boyunca dünya siyasetini meşgul etmiş
olan Osmanlı Devleti'nin ortaya çıkışı ve teşekkülü de Yakınçağ'ın başlangıcı için bir
hareket noktası olarak kabul edilmelidir. 421
Hayrullah Efendi Osmanlı tarihinde biri yükseliş, diğeri düşüş olmak üzere
iki esas devre görmektedir. Jeopolitik yönden önemli olan yerleri bir bir hudutları
içine alırken idari teşkilatının da gittikçe yerine oturduğunu belirttiği Osmanlı
Devleti'nin, uğranılan Timur yenilgisi üzerine dağılma tehlikesiyle yüz yüze gelip
Çelebi Sultan Mehmed'in derleyici rolü ardından gelen, dört padişahın saltanatları
boyunca devamlı yükselişe geçtiğini ve "müceddid-i sani" diye vasıflandırdığ ı Fatih
421
A.g.m, s.78
188
Sultan Mehmed'in zamanında imparatorluk mertebesine yükseldiğini, I. Selim'in
gayretleri ve Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük başarı ve zaferleriyle de bu
yükselişin zirveye vardığını, eserinin ilk on bir cildinde çeşitli yönleriyle açıklayarak
sonraki ciltlerde gerileyiş sürecini ele alır.
Eserinin XII. cildinden itibaren çöküş devresini takip ederek geldiği 1.
Ahmed devrini içine alan ve yazabildiği sonuncu cildin fezlekesi olan fasıl (XV, 7583),
sadece
bu
hükümdar
zamanının
muhakemesi
halinde
kalmayarak
imparatorluğun bütün çöküş şart ve sebeplerinin geniş bir perspektiften muhasebe ve
izahını verir.
Hayrullah Efendi eserin XIV. cildinde, “İtiraf-ı Kusur-ı Müverrih” başlığıyla
Osmanlı tarihine ilaveten, bahsettiği dönemdeki diğer İslam devletleri ile Hıristiyan
devletleri ve bunların politikaları hakkında bilgi vermesinin bazı kişilerin itirazlarına
sebep olduğunu belirtmiş, ancak kendisinin yeni bir şey yapmaya çalıştığını
belirterek bunları dikkate almayacağını, eserini aynı şekilde yazmaya devam
edeceğini ifade etmiştir.422
Hayrullah Efendi Târihi'nin diğer bir önemli yönü de kullanılan kaynakların
zenginliğiyle kendinden önceki Osmanlı tarihçilerinden çok ileride oluşudur.
Eserinde Şükrullah 'ın Behçetü't-tevârih'inden başlayıp Bihişti Ahmed Sinan Çelebi,
Enverî, Neşrî, Edirneli Ruhi, İdris-i Bitlisî, İbn-i Kemal, Celalzade Mustafa, Feridun
Bey, Hoca Sadeddin, Seyyid Lokman, Kâtip Çelebi, Solakzade Mehmed Hemdemi,
Kara Çelebizade Abdülaziz, Hezarfen Hüseyin, Murtazazade Nazmi'yi içine alarak
Naima'ya kadar uzanan silsilede Osmanlı tarihinin önde gelen kaynaklarının çoğu yer
almıştır. Eserinin umumi tarihe yönelik kısımları için de Reşidüddin'in Câmi'u 't-
422
Hayrullah Efendi, a.g.e, C.14, s.2-4
189
tevârih'i,
İbn
Haldun'un
el-İber
ve
Mııkaddime'si,
Bedreddin
el-Aynî'nin
'İkdü'lcümân'ı, Şerefeddin Ali Yezdi'nin Zafernâme'si, Mirhand'ın Ravzatü'ş-şafâ'sı,
Handmir'in Habibü's-siyer'i, İskender Bey Münşî'nin Târih-i 'Alem'Ârâ-yı Abbâsi’si,
Babürlü Hükümdan Cihangir'in Tüzük-i Cihângiri'si (Tezkire-i Cihangir), Ahd-i
Hümayun Müneccimbaşı'nın Sahaifü'l- ahbâr'ı (Cami'u'd-düvel) gibi eserlerden
faydalanmıştır. Hayrullah Efendi Târihi'nin kaynakları bakımından bir başka değeri,
İbn Kemal'in Tevarih-i Al-i Osmân'ı, Feridun Bey'in Münşeâtü's-selatin'i, hekim
ömer Şifai'nin Târih-i Şifâ adlı eseri, Edirneli Ağazade Örfi Mahmud Ağa'nın
Mefhumü't-tevârih'i, Çeşmizade Mustafa Reşid'in Tilrih'i, Sa'di-i Cem'in Vâkıât-ı
Sultan Cem'i, Feridun Ahmed Bey'in Nüzhetü '1-ahbâr'ı, gibi eski müelliflerce pek az
faydalanılmış
hatta başkalarınca hiç görülmemiş
eserlerin de
kullanılmış
olmasıdır.423
Hayrullah Efendi'nin eseri sonraki tarih çalışmalarına değişik ölçüde
kaynaklık yapmış ve tesirini sürdürmüştür. Mustafa Nuri Paşa' nın Netâyic’ül
Vukuat'ına öncülük ettiği gibi Namık Kemal'in Osmanlı Tarihi'nin de başlıca
kaynaklarından biri olmuştur. Telif edilişi üzerinden geçen uzun zaman içinde ortaya
çıkan birçok yeni kaynağa ve Osmanlı tarihi hakkında büyük çaplı kitaplara ve etraflı
incelemelere rağmen derli toplu hali, kuvvetli tesbitleri, günümüzde kendilerine
erişmek imkanı kalmamış eski kaynaklardan gelen bilgi mevcudu ile Hayrullah
Efendi'nin kitabı en yeni çalışmaların referans ve bibliyografyalarında dahi yer
almaktadır.
Avrupa şarkiyat âlemi ilk ciltlerinin çıkışından itibaren Hayrullah Efendi
Tarihi'ne yakın ilgi göstermiş, öbür ciltlerinin her biri çıktıkça bunları da ilmi
423
Ö.F. Akün, Hayrullah Efendi Tarihi, s.78
190
mecmualarda tanıtmakla kalmayıp yapılan yeni baskılarını bile haber vermiş,
gerektikçe yeni ciltlerden bazılarını ayrıca değerlendirmiştir. İlk üç cildi
yayımladığında Hammer, içinde kendi eseri hakkında tenkidi ifadeler bulunmasına
rağmen, kitabı "pek dikkate değer bir eser" diye takdirle karşılamış, onun ölümünden
sonra da eserle ilgili tanıtıcı haberler devam etmiştir.
4.1.13.3 Osmanlı Tarihi
Encümenin dâhili üyelerinden Mektubizade Abdülaziz Efendi tarafından
yazılmıştır. Mufassal bir Tarih-i Umumi yazdırma girişiminde, Hayrullah Efendi ile
birlikte Osmanlı Devletinin tarihini yazmakla görevlendirilmiş olan Abdülaziz
Efendi, Bursalı Mehmed Tahir’in belirttiğine göre424, Yıldırım Bayezid dönemine
kadar olan bu tarihi yazmıştır.425
4.1.14. Sözlük Hazırlama Girişimi
Encümenin faaliyetleri çerçevesinde bir de sözlük yazılması kararı alınmıştır.
Bu sözlükle, köken olarak Arapça, Farsça ve diğer ecnebi dillerinden olup da
dilimize girmiş bulunan kelimelerin belirlenerek, yaygın kullanılanların kendi
dilimizden addedilmesi, bunların dışında kalanların ise dışarıda bırakılması
kararlaştırılmış ve bunun için de bir komisyon kurulmuştu.426 Fakat şu ana kadar bu
komisyonun üyeleri ve böyle bir eserin yazılıp yazılmadığı tespit edilememiştir.
4.1.15. İmlâ Çalışmaları
Encümen-i Dâniş’in, almış olduğu kararlardan birisini de, 1271 (1854) tarihli
devlet Salnamesi’nden öğreniyoruz. “Faide” başlığı altında duyurulan bu habere
göre, (elif) harfinin üzerine konulan med (—) işaretiyle (A) ve üstün ( ' ) ile (E)
Bursalı Mehmed Tahir, a.g.e. C.III, s.27
F. Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev: Coşkun ÜÇOK, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay.,Ankara, 1982,. s.389
426
Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58
424
425
191
Harflerinin, (vav) harfinin üstüne ve altına konulan Arapça 7 (٧) ve 8 (٨)
rakamlarıyla da (o,ö,u,ü) harflerinin yanlışsız olarak okunması hedeflenmiştir.
Ayrıca bu yılki (1271) Devlet Salnamesi’nde yabancı isimler yukarıdaki alınan
kararlara göre yazılarak, uygulaması da bi’l-fiil yapılmıştır. Encümen’in almış
olduğu bu kararı önemine binaen aynen aşağıya alıyoruz
“Lisân-ı Türkîde sekiz nev’i hareke olduğu halde, alâmâtı üçe münhasır
olduğundan pek çok kelimâtın ve hususiyle esâmî-i ecnebiyyenin okunmasından
zahmet çekildiğine mebni Encümen-i Dâniş kararı üzere bir takım işârât ile harekât-ı
mezkûre yek diğerinden temyiz olunup, tafsilatı Medhal-i Kavaid nam risalede
muharrer ise de, bu senenin salnamesinde ecnebi isimleri ol işârât-ı mahsûsâ ile tahrîr
olunduğundan burada dahî bir ifâde-i icmâliyeye ibtidâr olunur. Şöyle ki: Ağır fetha
üzerine med işareti vaz’ olunarak fethâ-ı hafifeden temyiz olunur.
gibi.
Zamme’nin dört kısmı dahî yedi ve sekiz rakamlarıyla fark olunur. İntikam manasına
-------- -aded manasına
Bu
çalışmalardan
gibi.”
başka,
Encümen-i
Daniş
ile
Amerika
Birleşik
Devletlerindeki bazı üniversite ve enstitüler arasında birkaç yazışma ve kitap
alışverişi olduğunu biliyoruz. Örneğin, Washington’daki Simithsonian Enstitüsünden
esas olarak enstitüyü tanıtan ve çalışmalarını anlatan bazı eserlerin gönderildiğini
biliyoruz.427 Oradan gelen şeylere dair bir belgeye rastlamamakla beraber, Boston
şehrindeki Harvard Üniversitesi’ne de bazı kitaplar gönderildiğine dair bir belge
mevcuttur.428
427
428
BOA, A.AMD, 31/4
BOA, HR.MKT, 45/88
192
4.2- Encümenin Faaliyetlerinin Amacı
Encümen-i Daniş’in tespit edebildiğimiz bu eserlerine ve girişimlerine
baktığımızda; birinin jeoloji, birinin ekonomi-politik, birinin coğrafya, birinin
politika ve ahlak, üçünün dil ve sekizinin tarih ile ilgili olduğunu görmekteyiz. Kesin
olarak Encümenin karar aldığını bildiğimiz çalışmalar ise sadece dil üzerine olanlar
ile tarih üzerine olan çalışmaların bazılarıdır. Ancak nizamnamede, kendiliğinden bir
eser yazan veya tercüme edenlerin de teşvik edileceği ve eser beğenilirse
ödüllendirileceği belirtildiğinden, bu dönemde Encümen üyeleri tarafından yazılan
bazı eserleri de Encümen-i Daniş’in faaliyetleri arasında zikrettik. Bu noktada bizim
dikkatimizi çeken husus, çalışmaların tarih ve dil üzerine yoğunlaşmış olmasıdır.
Bunun neden böyle olduğu hususunda Karaçavuş; “Encümen üyeleri arasında,
özellikle pozitif bilimler alanında faaliyet gösterebilecek üyelerin çok az olduğu, bu
nedenle çalışmaların tarih, edebiyat, dil gibi kültür alanlarına kaydığı biçiminde
düşünceler bulunduğunu da aklımızda tutmamız gerekmektedir”429 demektedir. Ancak
meselenin bu kadar basit olmadığı görüşündeyiz.
Öncelikle neden tarih üzerinde yoğunlaşıldığını anlamaya çalışacağız. Bu
dönemde Avrupa’da da tarihe fazalsıyla önem verilmektedir, hatta “bazı fesefe
tarihçilerinin 19. yüzyıla tarih yüzyılı adını verdiklerini görüyoruz…. Avrupa,
Devrim'in yol açtığı sarsıntılarla çalkalanmaktadır ve bunun tarihsel ve siyasal
sebeplerini
araştırmak,
irdelemek
ve
yol
açtığı
olumsuzlukları
gidermek
istemektedir.”430 Osmanlı aydınlarının Avrupa’daki bu durumu ne ölçüde takip
ettiklerini bilmiyoruz ancak Osmanlı Devleti, kendisi de sıkıntılı bir dönem
yaşamakta, hatta beka endişesi taşımaktadır. Avrupa’da tarihe ilginin yoğunlaştığını
Karaçavuş; Tanzimat Dönemi Bilim Cemiyetleri, s.175
D. Özlem; “Felsefi Hermeneutiğe Geçiş Yolu Olarak Tarihselcilik”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi, C.40, s.1, Ankara, 1999, s.131
429
430
193
farketmemiş olsalar dahi devlet adamları kendi problemleri sebebiyle tarihe daha
fazla önem vermiştir diyebiliriz. Hatta yine sıkıntılı bir dönemin ardından gelen Lale
Devrinde de, kurulan tercüme heyetlerinin çalışmalarının çoğunun tarih üzerine
olduğu düşünüldüğünde bu yaklaşım daha da belirginleşir. Nitekim Tanpınar;
“Tanzimat devrinde yenilik hareketinin başında bulunanların memleketi siyasi
terbiyesini sağlamak ve ona bir ufuk açmak için bu tarih disiplinini lüzumlu
gördükleri anlaşılıyor”431 şeklinde bu durumu ifade etmiştir. Zira “İnsanlığın var oluş
ve yaşam süreci göz önüne alındığında, bugünkü ulaşılan gelişme düzeyinin, tecrübî
bir birikim ürünü olduğu ortadadır. İnsanlar karşılaştıkları her bir soruna, yeni baştan
çözüm aramaya kalkışsalardı, dünyamızdaki zihinsel ve teknolojik gelişmenin hangi
düzeyde olabileceğini tasavvur dahi etmek güçtür. Bu nedenle, geçmiştekilerin
tecrübeleri, sürekli daha sonrakilere bir alt yapı oluşturmakta, adeta merdivenin
basamaklarını teşkil etmektedir. İşte tarih bu noktada devreye girmekte ve tecrübî
birikimin daha sonrakilere aktarımına katkıda bulunmaktadır. Tarihsel doküman,
tekâmül merdiveninin harcını oluşturmakta, tarihçi ise ustalığını yapmaktadır.”432
“Tarih kavramının ikinci anlamına göre, kültürü meydana getiren unsurlar,
tarihin inceleme ve araştırma kapsamına girmektedir. Bütün kültür unsurlarının
zaman içindeki durumlarının ve gelişmelerinin incelenmesi sonucu ortaya çıkan
bileşke tarihi meydana getirmektedir. Tarih, geçmişin ortak kültür mirasını bugüne
aktarmakta,
bununla
birlikte
insanı
geçmişin
yükünden
ve
ağırlığından
kurtarmaktadır. Bu miras, kişi veya topluma ne olduğunu, niçin ve nasıl böyle
olduğunu açıklar. İnsan, ortak kültür mirasının şuuruna eriştiği andan itibaren,
kendini o miras karşısında hür hissedebilmektedir. Bu durumda insan, onu kabul ve
A.H. Tanpınar, a.g.e. s.145
H. Uzun, “Tarih Bilimi ve Tarihte Nedensellik”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi
Dergisi C.7 S.1, ss.1-13, Kırşehir, 2006, s.3
431
432
194
reddedebilir. Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek, sağlam ve doğru bir
tarih şuuru ile mümkündür.”433 “Tarih, geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılması ile
başlar; gelenek ise geçmişin alışkanlık ve derslerinin geleceğe taşınmasıdır.
Geçmişte olup bitenler, gelecek kuşakların yararlanması için kaydedilmeye başlanır.
Hollandalı tarihçi Huizinga, tarihi düşünüş her zaman bir amaca hizmet eder
(teleolojiktir) demiştir.”434
Tarihin genel özellikleri ve etkileriyle ilgili olarak bunları ifade ettikten sonra,
bir değişim döneminde tarihe neden önem veya öncelik verildiğini ortaya koymak
için şu alıntıyı yapmak istiyoruz: “Bir yerlerden gelmiş olduğumuz inancı, bir yerlere
gitmekte olduğumuz inancıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Gelecekte gelişme yeteneğine
inancını kaybeden bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabucak
vazgeçer.”435
Dil konusuna önem verilmesi ise daha önceden başlamıştır diyebiliriz. Giriş
bölümümüzde Beşiktaşlı ulema grubundan Kethüdazade Arif Efendi’nin bu
konudaki sözlerinden bahsetmiştik. Sultan II. Mahmud’un da eğitim dilinin Fransızca
olması kararlaştırılan Tıbbiyenin açılış konuşmasında “sizlere Fransızca okutmaktan
muradım Fransız lisanı tahsil ettirmek değildir. Ancak fenn-i tıbbı öğretip refte refte
kendi lisanımıza almaktır”436 şeklindeki sözleri, XIX. Yüzyılın başlarından itibaren
Türkçe konusunda bir hassasiyetin var olduğunu bize göstermektedir.
K. Koçak,; “1983 Ortaöğretim Kurumları Tarih Programının Değerlendirilmesi (Alan AraştırmasıAnkara Örneği)”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:8, No: 1, s.147
434
E.H. Carr, Tarih Nedir?, (Çev: Misket Gizem Gürtürk), İletişim yay. İstanbul, 2011, s.168
435
A.g.e., s.195
436
. Bu nutuk tıbbiyenin açılışından (1242) 50 yıldan fazla zaman geçtikten sonra (1299 yılında)
Ceride-i Havadis gazetesinde yayınlanmıştır. Bu yüzden II. Mahmud’un gerçekten bu sözleri söyleyip
söylemediği konusunda biraz şüphe vardır. Ancak Besim Ömer Paşa’nın Nevsal-i Afiyet isimli
eserinde bir fermandan bahsedilmekte ve bu fermanda da Padişahın; “Gerek asakir-i şahanemiz ve
gerek memalik-i mahrusamız içün etıbba-yı hazıka yetiştirmeğe acilen ihtiyacımız olduğundan, şimdi
433
195
Türkçenin geliştirilmesi Encümen-i Daniş’le resmi bir hedef halini almış,
Encümenin işlevini yitirmesinden sonra da bu amaç doğrultusunda bir takım
girişimler devam etmiştir. İlk ayan meclisi üyelerinden Ahmet Rıza Bey, 1893
yılında Sultan II. Abdülhamit’e yazdığı bir layihada uzun uzun Türkçenin kötü
durumundan bahsedip, İstanbul’da bir Akademi tesisi ile lisanımızın ıslahına
edilecek hizmet yalnız hüsn-i niyet-i şahanenize havale edilmiş bir şeref ve
muvaffakiyettir diyerek bir dil akademisi kurulmasını teklif etmiştir.437 İhsanoğlu bu
konuda “Ahmed Rıza Bey’in Akademi teklifinin dil ile ilgili bulunması ve
1850’lerden beri devam ede gelen değişik resmi ve gayri-resmi kuruluşların baş
hedefinin dil probleminin halli olması, dil meselesinin Osmanlı münevverinin, en
başta gelen sıkıntısı olduğunun bir işareti sayılabilir”438demektedir. XIX. Yüzyılın
ikinci yarısında olması bir ölçüde normal olsa da, henüz Türk milliyetçiliği gibi bir
düşüncenin olmadığı dönemlerde dahi bazı üst düzey kişilerin dil hassasiyeti
göstermesi gerçekten de dikkat çekici bir durumdur.
Bahsettiğimiz bu Türkçe hassasiyetinin sebepleri konusunda da çeşitli
görüşler ileri sürülmektedir. Örneğin Karaçavuş, “Doğrudan ve dolaylı amaç olarak
dilin geliştirilmek istenmesi ve bu amaçla, sonucu getirilmese de bir takım
girişimlerde bulunulması, nizamnameye “…fünun ve sanayi’e dair yazılacak
kitapların amme-i nasın anlayacağı surette adi Türkçe olmasına dikkat ve ihtimam
olunacağına” dair bir takım ibarelerin konulması ve Ahmet Cevdet Paşa’ya yazmayı
üstlendiği tarihi, herkesin anlayacağı bir dilde yazmasının öğütlenmesi, halkın
bir tarafdan muhtac olduğumuz etıbbayı yetiştirip hidemat-ı lazimede istihdam ve diğer tarafdan dahi,
fenn-i tıbbı kamilen lisanımıza alıp, kütüb-i Türkçe tedvine say ü ikdam etmeliyiz.” Dediği ifade
edilmektedir. H. Hatemi, Y. Işıl, a.g.e. s.19-20
437
M. Aktepe; a.g.e., s. 26-27.
438
E. İhsanoğlu, Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı devletinde İlmi ve Mesleki Cemiyetleşme
Hareketlerine Genel Bir Bakış, s.20
196
anlayacağı bir dilin ortaya çıkması için çabaların başladığını göstermektedir. Böylece
geleneksel olarak ıslahatlarla, yeniliklerle ve modernleşme ile halkın ilişiğini
kurmayan devletçi anlayış, yavaş yavaş halka doğru yönelme hareketini
hızlandırmak istemektedir…Osmanlı yönetici aydınları, XVII. Yüzyıl düzenlemelerinin
aksine gelişim ve değişim halkla ilişkisini artık kesinlikle kurmuş bulunuyorlardı.”439
Demek suretiyle genelde reformların, özelde de bilimsel çalışmaların halka
benimsetilmesi için dil üzerinde durulduğunu ifade eder ki; Sultan Abdülmecid’in 1845
yılındaki fermanındaki halkın cehaletinin giderilmesi için çalışılması yönündeki emrinin
bir gereği olarak düşünülebilir.
Akyüz ise bu konuda “Takvim-i Vekayi’nin ilk sayısına ait provaları gören II.
Mahmut’un,
halkın
bu
dili
anlamayacağı
gerekçesiyle,
yazıların
halkın
anlayabileceği bir dille yazılmasını istemesinden tam yirmi yıl sonra bu önemli konu,
resmi bir ilmi kuruluşun görevleri arasında da yer almak bakımından, ayrı bir değer
taşıyor.”440 diyerek yine benzer bir yaklaşım sergilemiştir. Ülkütaşır ise Türkçenin
geliştirilmesini ve yazılacak eserlerin halkın anlayacağı şekilde olmasını aynı
yaklaşımla, fakat daha idealistçe “Encümenin bu davranışı aynı zamanda halka doğru
ülküsünün Türkiye maarifinde inkişafına da bir başlangıç oluyordu” şeklinde
açıklamaktadır. Bu yaklaşım büyük ölçüde doğru olmakla birlikte bizce eksiktir.
Encümenin kurulmasına dair belgelere bakıldığında, önce Darülfünun’da okutulacak
kitapların hazırlanması, sonra bütün bilim dallarında telif veya tercüme Türkçe
bilimsel eserler yazılması, daha sonra da Türkçenin geliştirilmesi görev olarak
belirlenmiştir. Çünkü birini yapabilmek için önce diğerini yapmak gerektiği
anlaşılmıştır.
439
440
Karaçavuş, Tanzimat Dönemi Bilim Cemiyetleri, s.173
K. Akyüz, a.g.e. s.25
197
Bizce meselenin bundan daha önemli tarafı ise dilin genel manada insan ve
toplum için önemidir. Çünkü dil bir iletişim aracı olmaktan önce düşünme aracıdır ve
düşünce üzerinde fazlasıyla belirleyicidir. “Hangisi olursa olsun dil, insanın evrene
bakışını, onu bütün veya parçalar olarak algılama biçimini belirlemekte, en azından
bunun için önemli katkıda bulunmaktadır. Herder’e göre her millet düşündüğü gibi
konuşur, konuştuğu gibi düşünür. Dahası her millet kendi dilinde, doğrularıyla
yanlışlarıyla, yaşadıkları tecrübeleri depolar ve bunları sonraki kuşaklara dil
vasıtasıyla aktarır. Böylece geçmişte yaşanan hatalar, en azından bunların belli bir
bölümü
yeni
kuşakların
evrene,
doğruya,
iyiye
ve
güzele
bakışlarının
belirlenmesinde katkıda bulunur. İnsanoğlunun genelde soyut ideal değerler olarak
gördüğü ve zaman ve mekân kayıtlarına bağlı olmadıklarına inandığı değerler dahi
Herder’e göre dil vasıtasıyla milli bir karakteristiğe bürünmektedirler. Bizim, gerçeği
kavrayışımız, estetiği hissedişimiz ve fazilete sarılışımız ancak kendi dilimizin bize
gösterdiği anlayış, hissediş ve sarılma şekli ve içeriğiyle gerçekleşebilir. Şu halde dil,
ne sırf bir araç ne de sırf bir içeriktir. Aksine o bir anlamda, bilginin ona göre
şekillendiği bir kalıptır. Öyleyse dil: Her türlü insani bilginin sınırlarını çizen ve
kapsamını belirleyen bir olgudur.”441
Dilin doğrudan kültürle ilişkisi konusunda da şu sözler yeterince
açıklayıcıdır:
“dil
insanların
hayat
karşısındaki
davranış
tarzına
göre
biçimlendiğinden, doğrudan doğruya kültürün ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza
çıkıyor. Bu gerçeği göz önünde bulunduran dil bilimcilere göre, dilinde üstünlüğe
erişmemiş bir millet, kültür bakımından da gerçek bir üstünlüğe erişemez.”442
M.A. Cabiri; Arap-İslam Aklının Oluşumu, (Çev: İbrahim Akbaba), Kitabevi Yay., İstanbul,
2001, s.86-87
442
A. Göçer, “Dil – Kültür İlişkisi”, Erciyes Dergisi S.287, Kayseri, 2001, s.3
441
198
Bu açıklamalarla söylemek istediğimiz şudur: Encümen-i Daniş’in öncelikle
dil ve tarih üzerinde durması bizce ne üyelerinin çoğunun fen bilimlerini
bilmemesinden kaynaklanır, ne de sadece bilgiyi halka yayma misyonuyla ilgilidir.
Bilginin halka yayılması amaçlardan biridir elbette ama bu çalışmaların onu da
kapsayan daha öte bir amacı vardır.
Encümen-i Daniş’in amacı genel olarak batı – doğu sentezi şeklinde özetlenir.
Örneğin Berkes; “Tanzimat döneminde yerleşen ikiliğe karşı bütün maarif ya da irfan
alanını bütünleştirecek bir kuruma duyulan ihtiyaç karşısında 1851’de Encümen-i
Daniş adı altında bir kurum kurulmuştu.”443 diyerek bu sentez düşüncesini ifade eder.
Karaçavuş ise “geleneksel evren algısından Encümen-i Daniş’in kuruluşunda da pek
şüphe edilmediği ortaya çıkmaktadır. Yani Osmanlı aydınları, XIX. Yüzyılın tam
ortasına gelindiğinde dünya algılarından şüphe duymamaktadırlar. Daha da önemlisi,
Avrupa bilim ve düşüncesini, bu geleneksel algılayış biçimlerinin içerisinde
kullanmayı düşünmektedirler. Yani yeniyi eskiye eklemleyerek yola devam etmek
istemektedirler.”444 diyerek batı bilgisinin, geleneksel bilgi sistemi içinde mevcut
bilgiye eklenmesinin amaçlandığını ifade eder. Ancak bunun böyle basitçe mümkün
olamayacağını da belirterek girişimin başarısızlığını da bir ölçüde buna bağlar.
Encümenin, batı karşısında her yönüyle ciddi bir krize giren İslam medeniyeti
içinde, batının bazı konulardaki üstünlüğünü kabul ederek bir tür sentez oluşturma
çabasında olduğu ortadadır. Ancak bizce Encümenin yapmaya çalıştığı şey basitçe
bir yeniyi eskiye ekleme çabası değildir. Kuruluşunu sağlayan bazı üst düzey
bürokratlar arasında böyle bir beklenti içinde olanlar olabilir ancak faaliyetlerinin
443
444
N. Berkes, a.g.e. s.235
Karaçavuş, a.g.e., s.117
199
tarih ve dil üzerine yoğunlaşmasına baktığımızda, entelektüel birikime sahip kişilerin
etkisiyle böyle bir yönelim olduğu düşüncesindeyiz.
Encümenin kuruluş gerekçesinden bahsederken, amacının, batıdan gelen
bilgiyi İslamileştirmek olduğunu ifade etmiştik. Bunun gerçekleşebilmesi içinse
başka bir medeniyetin üretimi olan bilgiyi eleştirel biçimde inceleyip, tabiri caizse,
süzgeçten geçirmek gerekir. Bu da ancak sağlam bir bilimsel ve kültürel altyapı ile
mümkündür. Oysa İslam medeniyeti, hem yeni bilgi üretme yeteneğini hem de başka
bir medeniyetin ürettiği bilgiyi kendine uydurarak alma yeteneğini kaybetmiş
durumdadır. Giriş kısmında bahsettiğimiz 18. yüzyıldaki arayış da sonuçsuz kalmış
ve Osmanlı eğitim ve bilim çevresinde batının üstünlüğünü kabul edenler ve batıya
sırtını dönüp içine kapananlar şeklinde bir bölünme yaşanmıştır.
İşte Encümen-i Daniş bu duruma yeni bir çözüm bulma girişimidir ve
öncekilerden farkı şudur: Mevcut durumda Osmanlı-İslam ilim dünyasının batıya
rakip olmasının da, oradaki bilim anlayışını mevcut yapıya eklemesinin de mümkün
olmadığını fark ederek, dil ve tarih çalışmalarıyla, yeni bir bilimsel ve kültürel
altyapı oluşturmaya çalışmıştır. 445
Dilin ve tarihin toplumlar için ne ifade ettiğinden az önce bahsetmiştik. Bilim
ve medeniyet tarihine baktığımızda da durumun bu iddiamızı destekler mahiyette
olduğunu görüyoruz. Avrupa’da Rönesans döneminde ilk açılan akademilerin
felsefe, tarih ve dil üzerine olduğunu belirtmiştik. İslam medeniyetine baktığımızda
da durumun benzer olduğunu görüyoruz; Kur’an’ın doğru okunması ve anlaşılması
için başlayan dil çalışmaları ile Peygamberin hayatını ve sözlerini doğru aktarmak
Bu noktada şunu belirtmek isteriz. Yeni bir bilimsel ve kültürel altyapı için gereken bir başka unsur
da bireylerin ve toplumun dünya algısını şekillendirecek bir inanç veya felsefedir. Ancak dönemin
Osmanlı toplumunda veya Encümen üyeleri arasında İslam dininin sunduğu dünya algısı konusunda
bir şüphe yoktur. Dolayısıyla Encümen dinle ilgili bir çalışma yapmamıştır ve biz de bu sebeple
bundan bvahsetmedik.
445
200
için başlayan tarih çalışmaları, zamanla bağımsız hale gelmiş ve İslam medeniyetinin
rönesansı olarak adlandırılan tedvin asrında (Hicri 2. yüzyılın ortalarından 3. yüzyılın
ortalarına kadar olan dönem) zirveye ulaşmıştır446. Yunan filozoflarından tercümeler
yapılıp incelenmesi ve İslam medeniyetinin felsefe ve pozitif bilimlerde kendi
orijinal ürünlerini vermeye başlaması da bu dönemden sonra olabilmiştir. Dolayısıyla
Bir toplumun bilgi üretebilmesi için kuralları belirlenmiş, zengin kelime hazinesine
sahip, işlenmiş bir dile ve sağlam bir tarih şuuruna ihtiyacı vardır. Encümen-i
Daniş’in de, en azından bazı üyelerinin, bu durumun az veya çok farkında olduklarını
düşünüyoruz. Rönesans döneminde Avrupa’daki dil ve tarih çalışmalarından
haberdar olma ihtimalleri düşükse de, ilmiye kökenli üyelerin İslam medeniyetinin
bahsettiğimiz dönemindeki çalışmalarını bildikleri kanaatindeyiz.
Ayrıca yüzyılın başlarından itibaren Türkçe konusunda bazı üst düzey
kişilerin titiz davrandığını belirtmiştik. Encümenin bazı üyelerinin de henüz
Encümen kurulmadan önceki çalışmalarında Türkçeye önem verdiğini görüyoruz:
Örneğin Kimyager Derviş Paşa, Usul-ı Kimya adlı eserinin 1848 yılında basılan
birinci cildinin önsözünde “ol fenn-i muteberin yalnız kendine mahsus olan
ıstılahatından sarf-ı nazar ile sair kâffe-i kavaid ve mesailinin zeban-ı letafet unvanı
Türkîde pür zuib-ü ziver olarak cem ve telifini bittasvib…”447 diyerek kitabın Türkçe
olmasına özen gösterdiğini belirtir. Encümenin ikinci başkanlığını yapan Hayrullah
Efendi de, eğitim dili Fransızca olan Tıbbiyede okurken ve çalışırken Tıbba dair
yazdığı Terbiye ve Tedavi-i Etfal ve Makalat-ı Tıbbiye adlı eserlerini özellikle
Türkçe kaleme almış ve ardından da Lügat-ı Tıbbiye adıyla büyük bir Tıp sözlüğü
446
447
Cabiri, a.g.e. s.71
H. Hatemi, Y. Işıl, a.g.e. s.53
201
hazırlayarak tıp dilinin Türkçeleşmesine katkıda bulunmuştur..448 Cevdet Paşa’da,
mazbatalarda ve açılış konuşmasında bahsettiğimiz üzere, dil konusuna fazlasıyla
önem vermektedir. Ahmet Vefik Paşa’nın da sonraki yıllarda Türkçe üzerine pek çok
eser verdiğini göz önüne aldığımızda Encümen üyeleri arasında Türkçe hassasiyeti
olanların mevcut olduğu görülmektedir.
Bürokrat üyelerinse siyasi düşünceyle bu çalışmaları bir süre desteklemiş
olmaları büyük bir ihtimaldir. Tanzimat döneminde ülkenin birliğini korumak için
ittihad-ı anasır veya Osmanlıcılık olarak isimlendirilen bir politika uygulanmaktaydı.
Bu politikanın amacı da hangi etnik kökenden olursa olsun vatandaşların Osmanlılık
bilincine sahip olmasıydı; yani bir Osmanlı Milleti inşa edilmesi hedeflenmekteydi.
Bunun için de gerekli olan şey elbette ortak bir kültürdü, yani ortak dil - ortak tarihti.
Bu amaçlarla Encümen-i Daniş bu çalışmaları ve girişimleriyle hedeflenen
doğu – batı sentezi ve siyasi ve kültürel birlik için gerekli zemini oluşturmaya
çalışmıştır.
Bu noktada dil ve tarihin bu etkisi ile ilgili iddiamızı desteklemek için sonraki
bir dönemden, Cumhuriyet döneminden de, örnek vermek istiyoruz. Cumhuriyet
döneminde de bilimsel ve kültürel faaliyetlerin dil ve tarih alanlarına yoğunlaşması
dikkat çekicidir. Genel olarak bunun siyasi amaçlı olduğu, imparatorluktan ulus
devlete geçişte halka milli bilinç kazandırmak için yapıldığı kanaati yaygındır. Bu
kanaat yanlış olmamakla birlikte eksiktir. Zira Atatürk1 Kasım 1936’da, TBMM 5.
dönem üçüncü yıl açılış konuşmasında Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumundan
bahsederken; “Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde
unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddolunamaz ilmi
448
Ö. F. Akün, Hayrullah Efendi, s. 68-75
202
belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat bütün ilim âlemi
için, dikkat ve intibahı çeken, kutsal bir vazife yapmakta olduklarını emniyetle
söyleyebilirim… Bu ulusal kurumların az zaman içinde ‘ulusal akademiler halini
almasını temenni ederim’. Bunun için çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin dünya ilim
âlemince tanınacak orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmanızı dilerim.”449
demiştir. Afet İnan da, “Atatürk, Türk Tarih ve Dil Kurumlarının istikbalini Akademi
olmakta görüyordu”450demektedir.
Görüldüğü üzere bilim alanında da yeni bir başlangıç yapılmak istendiğinde
dil ve tarih çalışmalarıyla işe başlanmaktadır ve Encümen-i Daniş de bunu yapmaya
çalışmıştır.
4.3- Encümen-i Daniş’in Eğitiminin Modernleşmesindeki Yeri
Osmanlı Devletinin eğitimdeki modernleşme girişimleri, tamamen batılı ve
laik bir eğitim sistemi kurma amaçlı değildir. İlk mühendishanenin kurulmasından
itibaren amaç ihtiyaç duyulan bilgiyi alarak ihtiyaç duyulan elemanları yetiştirmektir.
Yani batıda üretilen yeni bilgiyi alıp sahip olunan eski bilgiye eklemektir. Ancak,
eğitim alanında yenilikler yapıldıkça bu işin bu kadar kolay olmayacağı anlaşılmış ve
yeni sentez arayışları başlamıştır.
Üyelerinin bir kısmının geleneksel eğitim görmüş kişilerden, diğer kısmının
modern eğitim görmüş kişilerden seçilmiş olması ve hem doğu hem de batı
dillerinden eserler tercüme edileceğinin belirtilmesiyle, Encümen-i Daniş, bu sentez
arayışının en açık örneğidir.
449
450
TBMM Zabıt Ceridesi, Cild:13, s.5
A. İnan; Atatürk’ten Hatıralar, TTK Basımevi, Ankara, 1950, s.182
203
Buna karşın bilim ve yükseköğrenim amaçlı kurulmuş olması, umulan ölçüde
çalışma yapamaması ve kısa ömürlü olması sebepleriyle, Encümen’in eğitimin
modernleşmesine katkısı sınırlı olmuştur.
Encümenin
eğitimin
modernleşmesine
doğrudan
katkısı
olarak
söyleyebileceğimiz şey sadece “İlm-i Tabakat’ül Arz” ile “Kavaid-i Osmaniye”
isimli eserlerin ve ikincisinin basitleştirilmiş versiyonlarının okullarda kitap olarak
okutulmasıdır. Mevcut belgeler ışığında bundan bşka doğrudan bir etkiden
bahsedemiyoruz. Ancak Encümen-i Danişin eğitim ve kültür alanında dolaylı bazı
etkileri olduğu da inkâr edilemez.
Öncelikle nizamnamesinde görevlerinden birinin “Türkçe’nin ilerletilmesi”
olduğunun belirtilmesi, bu hususun devlet politikası haline gelmesi anlamını
taşımaktadır. Bilimsel çalışmaların halkın anlayabileceği şekilde sade bir dille
yazılacağının belirtilmesi de önemlidir. Nitekim Encümen ortadan kalktıktan sonra
da bu anlayış değişmemiş, dilin gelişmesi ve bilimsel eserlerin söz sanatlarından
arındırılarak daha kolay anlaşılır hale gelmesi çabaları artarak devam etmiştir. Edebi
eserler de dahi özellikle Arapça ve Farsça kullanımı azalmış Türkçe artmıştır. Ayrıca
Encümen’in uygulanmamış olan imla çalışması ve yarım kalan sözlük hazırlama
girişimi de sonraki dönemde farklı şekillerde de olsa ortaya çıkmıştır.
Encümen-i Daniş’in ortadan kalkması, onun hizmetlerine duyulan ihtiyaçların
da ortadan kalktığı anlamına gelmediğinden, batı bilgisini halka aktarmak için
“Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniyye” isminde daha sivil görünümlü bir cemiyet
kurulmuştur. Kitap çevirisi için ise Maarif Nezareti bünyesinde “Tercüme Cemiyeti”
adlı bir birim oluşturulmuştur.
204
Encümen-i
Daniş’in
söyleyebileceğimiz
şey
eğitim
şudur:
sistemine
Maarif-i
etkisine
Umumiye
ilşkin
son
Nezaretinin
olarak
1857’deki
kuruluşundan sonraki 20 yıllık süreçte Encümenin yedi üyesi 451 (bazıları bir defadan
fazla) Maarif Nazırlığı görevini üstlenmiştir. Tam olarak nasıl ve ne derece olduğunu
belirtmek mümkün olmasa da, bu üyelerin nazırlık görevleri esnasında politika
belirlerken veya karar alırken Encümen-i Daniş’in çalışmalarından, amaçlarından,
öyle bir kurumun kurulmasını sağlayan zihniyetten etkilenmediklerini elbette
düşünemeyiz. Dolaysıyla Encümen-i Daniş uzun süre yaşatılamamış olsa da etkileri
devam etmiştir.
4.4- Encümen-i Daniş’in İşlevini Kaybetmesi
Nizamnamesiyle, Padişahın katıldığı açılış töreniyle, devlet salnamelerinde
yer almasıyla bir devlet kurumu olan Encümen-i Daniş’in sessizce ortadan
kaybolması gerçekten ilgi çekici bir durumdur. Ancak Tanzimat döneminde
Muhassıl meclislerinin kurulup, kısa sürede kapatılması veya Meclis-i Vâlâ-yı
Ahkâm-ı
Adliyenin
yapısının
birkaç
kez
değiştirilmesi
gibi
durumlar
düşünüldüğünde çok da şaşırtıcı değildir. Bahsettiğimiz diğer kurumlar gibi,
Encümen-i Daniş’in de kendisinden beklenen hizmeti kısa sürede yapamaması
sebebiyle işlevsizleştirildiği söylenebilir. Encümenin başarısız olmasının ise
birbiriyle bağlantılı birkaç sebebi vardır.
Bunların temelinde de üyelerin önemli bir kısmının bürokrat olması gelir ki
bundan Encümen-i Daniş’in üyeleri bölümünde genişçe bahsetmiştik. Kısaca
özetleyecek olursak bu durum öncelikle bürokrat üyelerin toplantılara işlerinin
yoğunluğu sebebiyle katılamamaları yüzünden Encümen toplantılarının eksik
Maarif Nazırlığı yapan Encümen-i Daniş Üyeleri: Abdurrahman Sami Paşa, Ahmed Kemal Paşa,
İbrahim Edhem Paşa, Abdüllatif Subhi Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Ahmed Cevdet Paşa ve Mehmed
Emin Derviş Paşa’dır.
451
205
yapılmasına sebep olmuştur. Toplantıların genellikle ikinci başkan Hayrullah
Efendi’nin başkanlığında yapılması da452 bizce bu sebepledir. Bu durum ayrıca hem
ehil olmayan kişilerin üye yapılmasına yol açmış, hem de bürokratik çekişmelerin
Encümene ve onun doğrudan bağlı olduğu Meclis-i Maarif-i Umumiye’ye
yansımasına sebep olmuştur. Elbette bu da bilim ve maarife hizmet düşüncesine
zarar vermiştir.
İkinci önemli sebep ise 1854 yılında Kırım savaşının çıkmasıdır. Bu savaş
bürokrat üyelerin tüm zamanını aldığı gibi, genel olarak da öncelikli konu haline
gelmiştir. Bu savaşın ülkedeki bilim ve maarife doğrudan etkisi ise Darülfünun
binasının inşaatını ve Darülfünunun açılmasını geciktirmesidir. “Kırım Savaşı
sırasında bina yarı inşaat halindeyken askeri hastane olarak kullanılmıştır. Bu durum
binanın bitirilmesini geciktiren etkenlerden birisi olmuştur.”453
Encümen-i Daniş’in esas kuruluş sebebi olan Darülfünunun açılamaması ve
savaş sonrasında da yeniden gündeme gelmesinin uzun zaman alması, Encümenin
başarısızlık sebeplerinden biridir. Çünkü, açılacak olan Darülfünunda okutulacak
kitapları hazırlamak bir Encümen-i Daniş kurulmasının temel sebebiydi. Diyebiliriz
ki Darülfünunun açılamaması Encümenin somut varlık sebebini ortadan kaldırmıştır.
Ayrıca bazı araştırmacılar başarısızlığın en önemli sebebi olarak ülkede gerekli
bilimsel ortamın veya anlayışının olmayışını öne sürmektedirler.
454
Bizce de bu
yorum yanlış değildir ve Darülfünun, Encümen faalken açılabilseydi, ülkede akademi
452
Akün, a.g.m. s.68
İnşaatı tamamlandıktan sonra da 1864 yılında Maliye Nezareti, 1876 ve 1908 yıllarında Meclis-i
Mebusan ve Meclis-i Ayân’ın çalışmaları için kullanılmış olan bu bina on sekiz yılda
tamamlanabilmiştir .M.S. Yılmaz, “Darülfünun Reformu- Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine
Geçiş Süreci (1863-1933)” Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:9, No:1, (Mart 2001), s.250
454
Bkz: Sertoğlu, a.g.m. s.15, Ülkütaşır, a.g.m. s.165
453
206
tarzı bir kuruluşun yaşayabilmesi için gereken bilimsel ortamın oluşumuna katkı
sağlayabilirdi.
Ergin, Maarif Tarihi eserinde bu görüşümüzü Ziya Gökalp’ten yaptığı şu
alıntıyla ifade eder: “Nazara alınacak diğer bir cihet de milli marifetler ve milli hars
teşşekkül etmeden, müsbet ilimlerin hakiki âlimleri yetişmeden Encumen-i Danişin
teşkil olunmamasıdır. Darülfünun Milli Maarifi tesise calışan bir fabrika
mahiyetindedir. Encumen-i Daniş ise milli harsi muhafazaya hadim bir muze
hükmündedir. Her memlekette Darülfünun inkılapcı ve ibda’cı, Encumen-i Daniş
muhafazakârdır. Darülfünun Milli Maarifi tesis, Sultanilerle İptidailere tamim;
Encumeni Daniş ise muhafaza eder.”455
Üçüncü önemli sebep ise, Mustafa Reşit Paşa’nın durumuyla ilgilidir.
Encümene sahip çıktığı ve önem verdiği bilinen Mustafa Reşit Paşa’nın 1852’de
sadrazamlık görevinden alınmasında sonrası için Chambers, “Encümen-i Daniş O’na
karşı bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Encümenin toplantıları düzensizleşti ve
yapılması tasarlanan projeler önemsizleşti”456 demektedir. O’na karşı kullanıldı
ifadesi, Mustafa Reşit Paşa’nın görevden alınmasından iki yıl sonrasından ölümüne
kadar üç defa daha sadrazam olduğu düşünüldüğünde, ne kadar doğrudur
bilemiyoruz ancak Cevdet Paşa’nın da “Reşid Paşa Encümen-i Daniş’e çok
ehemmiyet veriyordu. Onun sadaretten 1852’de ayrılışından sonra Encümen
rağbetini kaybetmiştir.”457 demesi iddianın diğer kısmını doğrulamaktadır. Fatma
Aliye Hanım da O’nun hakkında “bu gayretli adam iki de bir görevinden
alındığından başladığı işi ancak yeniden göreve geldiğinde tamamlayabiliyordu”458
455
O.N, Ergin, a.g.e, C.III-IV, s.1357-1358
Chambers, a.g.m., s.1288
457
T. Kayaoğlu, a.g.e. s.102
458
Fatma Aliye, a.g.e. s.76
456
207
demektedir. Salnameler takip edildiğinde, Encümen üye sayısının 1273 yılında 39’a
düştüğünden ve son olarak 1279 yılında 27 üyenin görüldüğünden bahsetmiştik. Bu
sebeple 1852’de başlayıp başlamadığından emin olmasak da, 6. yılından itibaren
Encümenin boşalan üyeliklerinin doldurulmadığı ve Encümene artık fazla önem
verilmediği görülmektedir.
Ayrıca Cevdet Paşa; Encümen-i Daniş’in üyeleri seçilirken, Mustafa Reşid
Paşa’nın kendisine yakın olanları tercih ederek, sevmediği bazı üst düzey
bürokratları -üyelik şartlarını taşımalarına rağmen- Encümen’e aldırmamasının
kırgınlıklara ve düşmanlıklara sebep olduğunu ifade etmektedir. Hatta bunlardan
Fethi Paşa’nın sonraki yıllarda Meclis-i Maarif’in işlerinde muhalif bir tavır
takındığını da söylemektedir.459 Dolayısıyla Mustafa Reşid Paşa’nın etkili olmadığı
dönemlerde bürokrasinin diğer grubu Encümen-i Daniş’i kasıtlı olarak desteksiz
bırakıp engellemiş olabilir. Zira nizamnameye göre üyeler hayat boyu seçiliyordu ve
bir yıl mazeretsiz devamsızlık dışında bir sebeple üyelikten çıkarılamazdı.
Dolayısıyla
Reşid
Paşa
muhalifleri
Encümene
doğrudan
bir
müdahalede
bulunamıyor, üyelerini değiştiremiyordu. Encümeni ortadan kaldırmaya çalışsalar,
hem Padişah izin vermez hem de maarif düşmanı olarak damgalanırlardı. Bu sebeple
onu bir kenara iterek ve etkisizleştirerek fiilen ortadan kaldırılması yolunu seçmiş
olabileceklerini düşünüyoruz.
Bunların dışında, akademik özgürlüğünün olmaması, masraftan kaçınmak
gerekçesiyle sekreter atanmaması ve yazılacak eserlere ödül verilmesi gibi
desteklerin dahi verilmemesi gibi bazı eksikliklerin de Encümenin başarısızlığında
rol oynadığı söylenebilir.
459
A. Cevdet, Tezakir, 1-12, s.13
208
Bunlara ilaveten şunu söylememiz gerekir; Encümen-i Daniş’in yeni bir
bilimsel ve kültürel altyapı oluşturmaya çalıştığını ifade etmiştik. Elbette bu da kısa
sürede yapılabilecek bir şey değildir. Hatta böyle bir girişimin gerçek manada bir
sonuç vermesi belki de bir asır sürecektir. Dolayısıyla kısa sürede Avrupa
devletleriyle aradaki farkı kapatmayı hedefleyen Osmanlı yöneticileri, Encümenin
bahsettiğimiz düşüncesini benimsemiş olsalar bile, işe bu kadar temelden başlayan ve
umulduğu ölçüde faaliyet gösteremeyen Encümen-i Daniş’ten umutlarını keserek
başka arayışlara girmişlerdir. Bu arayış da batı bilgisini doğrudan ve halkın
anlayabileceği
şekilde
basitleştirerek
yaymaya
çalışan
Cemiyet-i
İlmiye-i
Osmaniye’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
Bu kapsamda Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin kuruluş yılının 1861, bu
cemiyete bir yer tahsis edilip de Mecmua-i Fünun isimli dergisinin yayıma başlama
yılının 1862 olmasıyla; Encümen-i Daniş’e salnamelerde yer verildiği son yılın 1862
olması elbette tesadüf değildir. Nitekim Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’nin
Encümen-i Daniş’in yerine kurulduğu düşüncesi yaygındır.460 Modern bilimsel
bilgiyi halka yaymak için bu cemiyetin kurulmasından birkaç yıl sonra, 1865 yılında
da, Maarif-i Umumiye Nezaretine bağlı bir Tercüme Cemiyeti kurularak Encümen-i
Danişin bir diğer görevi olan tercüme konusuna çözüm bulunmaya çalışılmıştır.
Böylece Encümen-i Daniş bir kanunla veya fermanla, hukuki olarak,
kapatılmamışsa da, fiilen ortadan kaldırılmıştır. Encümen-i Daniş’i dönemin
Sadrazamı Ali Paşa’nın tasarruf gerekçesiyle lağvettiği bazı kaynaklarda Cevdet
Berkes, a.g.e.s.232, N.S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yayınları, Ankara 1994
C.II, s.815. Karaçavuş’ da “Encümen-i Daniş’in gelenekçi yönü dışlanmış bir devamı niteliğinde
olduğunu düşündüğümüz Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye…” ifadesini kullanır. Karaçavuş, a.g.e. s.195
460
209
Paşa’ya dayandırılarak yer almaktadır.461 Ayrıca siyasi olarak Ali Paşa’ya muhalif
olan Ali Suavi de “Biz de de bir vakit Encümen-i Daniş teşkil olunmuş idi. Fakat ‘Elmer’u aduvvun lima cehilehu (kişi bilmediğine düşmandır)’ fehvasınca düşmen-i
maarif olan Ali Paşa onda azadan olduğu için ne faide görüldü?” 462 diyerek
Encümenin kapanmasından O’nu sorumlu tutmaktadır.
Bizce bu yaklaşım sağlıklı değildir. Encümen-i Daniş’in kuruluşunun birkaç
yıl sonrasından itibaren kayda değer bir faaliyette bulunamadığı aşikârdır. Ölen
üyelerinin yerine yenilerinin atanması dahi yapılmamıştır. Bu sebeple durumdan
sadece Ali Paşa’yı sorumlu tutmayı doğru bulmuyoruz.
Nihai tahlilde yukarıda belirttiğimiz sebeplerle Encümen-i Daniş iş yapamaz
hale gelmiş ve yöneticiler konuyla ilgili başka çareler düşünmüşlerdir.
Encümen-i Daniş’in ortadan kalkmasıyla bilim ve kültürde doğu – batı
sentezi arayışının büyük ölçüde sona erdiği ve Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’nin
kurulmasıyla tamamen batılılaşmanın öne çıktığı düşünülebilir. Ancak bu tam olarak
doğru değildir. “Filhakika 1839 – 1877 seneleri arasında Bacon, Rabelais, Descartes,
Rousseau, Newton, Diderot, Voltaire… gibi zihinlerde derin değişiklikler yapmış,
içtimai inkılaplar üzerinde müessir olmuş mütefekkirlerin eserlerinden hemen hiçbiri
tercüme edilmemiştir.”463 Dolayısıyla yaşanan değişim devlet yöneticilerinin faydacı
yaklaşımlarının bir sonucudur. Bilgiye ve tekniğe ihtiyaç duyulduğundan bunu en
hızlı şekilde ithal etmeye çalışmışlardır ancak zihniyet değişimi henüz tam
gerçekleşmemiştir. Sentez fikrinden vazgeçilerek tamamen batılılaşma yönelimi
Cumhuriyet döneminde başlamıştır diyebiliriz.
Ülkütaşır, a.g.m. s.164, Shaw, a.g.e., C. II, s. 146.; A.H. Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay.
İstanbul, 2000, s.29
462
Ali Suavi, Encümen-i Daniş-i Şarki, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (Haz: Mehmet Kaplan, İnci
Enginün, Birol Emil), C. II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul- 1978, s. 540
463
S.C. Antel, Tanzimat Maarifi, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s.460
461
210
SONUÇ
SONUÇ
Osmanlı modernleşmesinde eğitim ve bilim alanında yapılan çalışmalar
şüphesiz en önemli olanlardır. Çünkü eğitim alanındaki girişimler sadece yeni
okullar açılıp yeni bilgilerin getirilmesinden ibaret değildir. Bu yeni eğitim ile
modernleşme
düşüncesi
yaygınlaşmış
ve
modern
eğitim
gören
nesiller
modernleşmeyi şekillendirmiş ve daha ileriye taşımışlardır. Eğitim alanında yapılan
ilk girişimlerin sonuçları, sonraki değişimlerin sebepleri olmuştur. Dolayısıyla, bu
süreç boyunca zihniyet ve amaçlardaki değişimi takip etmek önemlidir.
XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, bilim ve eğitim alanında karşılaşılan
problemleri çözmek üzere oluşturulan kurumlardan biri olan Encümen-i Daniş, kısa
ömürlü olsa da oldukça ilgi çekmiştir.
Avrupa’nın üstünlüğünü hissettirdiği XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı ilim
çevrelerinin girdiği arayışların sonuç vermemesi üzerine yeni okullar açılarak
özellikle ordunun ihtiyacını karşılamak üzere eleman yetiştirilmeye çalışılmıştır.
XIX. yüzyılda ise eğitimin ve bilimin her alanda gerekliliği fark edilerek modern
eğitim yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.
Ancak Avrupa’nın bilgisiyle beraber Avrupalı filozofların yorumlarının da
modern okullar aracılığıyla gittikçe yaygınlaşması üzerine, bu durumdan rahatsız
olan yöneticilerin durumu kontrol altına almak istemeleri sonucunda, İslam
medeniyetinde benzeri olmayan, bu kurum açılmıştır. Yani Encümen-i Daniş eğitim
reformunun bir sonucu olmakla beraber bu dönemde açılan diğer eğitim
kurumlarından farklıdır.
Encümen-i Daniş’in şekil yönünden Fransız Akademisine benzediği ve
Avrupa ülkelerindeki akademi veya enstitülerinkine benzer faaliyet göstermesinin
211
amaçlandığı konusunda kuşku yoktur. Ancak Osmanlı Devletinin bilimsel durumu
sebebiyle tam olarak böyle bir hüviyete sahip olamamıştır. Bu sebeple Encümen-i
Daniş’in akademi olarak kabul edilip edilemeyeceği konusunda farklı fikirler ileri
sürülmüştür.
Üyelerinin bir kısmının ulemadan, bir kısmının modern eğitim görmüş
kişilerden seçilmiş olması ve belgelerde hem doğu hem de batı dillerinden ulum ve
fünuna ait eserlerin tercüme edileceğinin ifade edilmesi sebebiyle Encümen-i
Daniş’in bir tür doğu – batı sentezi yapmayı amaçladığı konusunda da şüphe yoktur.
Ancak
kuruluş
nizamnamesinde
Türkçenin
geliştirilmesinin
görev
olarak
belirtilmesine ve Encümenin gerçekleştirdiği faaliyetlere baktığımız zaman bu
sentezin kolayca ve hızla yapılabilecek bir iş olmadığı düşüncesinin olduğu ortaya
çıkmaktadır. Encümen üyelerinin en azından bazıları, modern batı medeniyetinin
ürünlerinden faydalanabilmek ve kendi medeniyetimizin de bu doğrultuda ürün
verebilmesini sağlamak için Türkçenin ıslah edilmesini ve geçmişin kapsamlı bir
şekilde yeniden incelenmesini gerekli görmüştür. Böyle bir çalışmanın dolaylı olarak
kültürel ve siyasi sonuçları da olacaktır.
Ancak bu düşüncenin dönemin yöneticileri tarafından ne derece kabul
gördüğünü tam olarak bilemiyoruz. Kabul görmüş olsa bile devletin beka sorunu
yaşadığı bir dönemde böylesine uzun vadeli bir çalışmaya yeterince sabır
gösterilememiş de olabilir. Ayrıca dönemin bürokratları arasındaki fikir ve menfaat
çatışmalarının da Encümenin çalışmalarını etkilediğini biliyoruz. Bu sebeplerle
Encümen-i Daniş, ne kurucularının ne de üyelerinin hedeflerini gerçekleştiremeden
ortadan kalkmıştır.
212
Encümenin ortadan kalkmasından sonra bilim ve eğitim alanlarındaki
girişimlere baktığımız zaman Osmanlı devlet yöneticilerinin doğu – batı sentezinden
büyük ölçüde vazgeçtiklerini ve batı bilgisini hızla ülkeye aktarmaya çalıştıklarını
görüyoruz. Sentez fikri bazı kişi ve grupların her zaman gündemlerinde olmuşsa da,
bunu gerçekleştirmek adına kayda değer bir girişimde bulunulmamıştır ve modern
batı bilgisi ve bilim anlayışı gittikçe üstün hale gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de
tek bilim anlayışı haline gelmiştir.
Encümenin ortadan kalkmasının önemsediğimiz bir başka boyutu da şudur:
Eğitim ve bilim kurumlarının köklü ve oturmuş geleneklere sahip olmasının çok
önemli olduğunu, dolayısıyla Encümen-i Daniş’in yaşatılamamış olmasının büyük
bir kayıp olduğunu düşünüyoruz. Zira Encümen-i Daniş varlığını sürdürebilseydi
zaman içinde eksikleri giderilebilir ve ülkemiz 160 yıllık geçmişi ve birikimi olan bir
akademiye sahip olabilirdi. Türkiye Bilimler Akademisinin ancak 1983 yılında
kurulabilmiş olduğunu ve ülkemizden çok daha küçük bazı ülkelerin asırlık
akademileri olduğunu düşündüğümüzde akademisiz geçen 120 yılın önemli bir
eksiklik olduğu kanaatindeyiz.
213
BİBLİYOGRAFYA
BİBLİYOGRAFYA
ARŞİV BELGELERİ
1267 yılı İrade Defteri Meclis-i Vâlâ bölümü, No:1740
A.AMD, 79 / 12, 56 / 76, 64 / 14, 29 / 5, 31/4
A.DVN. DVE, 21 / 28,
A. MKT. MHM, 124 / 95, 168 / 5, 298 / 12139
A. MKT, MVL, No:196 / 41,
A.MKT.NZD., 106 / 83, 189 / 58, 339 / 77, 27 / 2
HAT, 1320 / 51545
HR.MKT, 45/88,
İ.DUİT-192/54,
İ.DH, 237 / 14310, 259/16023, 243 / 14804, 264 / 16459, 452 / 29946, 264 / 16459,
143 / 7390
İ.HR, 118 / 5800,
İ.MVL., 198 / 6166, 210 / 6806, 208 / 6740, 96 / 2015, 96 / 2036
MF.MKT, 93 / 145, 779 / 13, 131 / 87
TBMM Zabıt Ceridesi, Cild:13
SÜRELİ YAYINLAR
Takvim-i Vekayi No:69, 7 Cemaziyelahir:1249
Takvim-i Vekayi No:280, 12 Muharrem 1261
Takvim-i Vekayi No:283, 4 Rebiüleevel 1261
Takvim-i Vekayi, No: 303, 27 Receb 1262
214
Takvim-i Vekayi, No: 449, 1 Şaban 1267 (1 Haziran 1851)
Takvim-i Vekayi No 453, 7 Şevval 1267 (5 Ağustos 1851)
Ceride-i Havadis, Sayı:557, 11 Safer 1268 (6 Aralık 1851)
KİTAP VE MAKALELER
ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982
Ahmet Cevdet Paşa, Tezakir, (Haz.: Cavit Baysun), TTK Basımevi, Ankara 1991
Ahmed Lütfi, Vak’a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, C.IX, Yay: Münir Aktepe,
İstanbul Üniversitesi edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1984
Ali Suavi, Encümen-i Daniş-i Şarki, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (Haz: Mehmet
Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil), C. II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul- 1978, ss. 539–542
AKAGÜNDÜZ, Seval Yinilmez, “Osmanlı Devleti’nde Okutulan İlk Fizik Ders
Kitabı:Usûl-ı Hikmet-i Tabiiyye (Doğa Felsefesine Giriş)”, Turkish History
Education Journal, C.2, S.2, Fall 2013, ss.58-77
AKSOY, Hasan, “Ziver Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.44, ss.474-475
AKTEPE, Münir, Türkiye’de Akademi Meselesi ve II. Abdülhamid’e Dil
Akademisi Hakkında Sunulan Layiha, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.8,
Ankara, 1968
AKÜN, Ömer Faruk, Hayrullah Efendi, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul–1988, C. 17
________________, “Hayrullah Efendi Tarihi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.17,
ss.76-79, İstanbul, 1998
215
________________, “Ahmed Vefik Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.143157
AKYILDIZ, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, Eren
Yayıncılık, İstanbul, 1993
________________, “Sadık Rifat Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.35, ss.400401,
________________, “Subhi Paşa Abdüllatif”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.37,
ss.450-452
AKYÜZ, Kenan Encümen-i Daniş, Ankara Ün. Eğt. Fak. Yay., Ankara, 1975
AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay. Ankara, 2015
ALKAN, Mehmet Ö., Osmanlı’da Cemiyetler Çağı, Tarih ve Toplum-Osmanlı’da
Cemiyetler-I, C. 40, S. 238, İletişim Yayınları, İstanbul-2003, ss. 4-12.
ANDIÇ, Fuat - ANDIÇ, Süphan, Sadrazam Ali Paşa-Hayatı, Zamanı ve Siayasi
Vasiyetnamesi, Eren Yayıncılık, İstanbul-2000
ANTEL, S. Celal, Tanzimat Maarifi, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940,
ss.441–462
ARIKAN, Zeki, “Tarih-i Cevdet”, TDV İslam Ansiklopedisi C.40, ss.75-77,
İstanbul, 2011
ARSLAN, Fatih, Encümen-i Daniş ve Osmanlı Aydınlanması, Mustafa Kemal
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.6, S.11, ss.422–441, Hatay, 2009
ATILGAN, Emine, Tanzimattan Sonra Kurulan İlmi Cemiyetler, Sakarya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya–
1999
216
ATILGAN
GÜMÜŞSOY,
Emine,
Keçecizade
Mehmed
Fuad
Paşa,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006
AYDIN, Mahir, “Edhem Paşa, İbrahim”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.10, ss.418420
AYDIN,
Süleyman,
“Bilgi
Toplumu
İdealini
Gerçekleştirmede
Günümüz
Üniversiteleri”, Mantık, Matematik ve Felsefe 10. Sempozyumu (4 – 7 Eylül 2012
Foça), cms.inonu.edu.tr /panel/ uploads/5/232/bilgi-toplumu-idealiniAYNİ, Mehmet Ali, Darülfünun Tarihi, Kitabevi, İstanbul, 2007
BABİNGER, Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev: Coşkun ÜÇOK,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,Ankara, 1982
BAKAR, Osman; Gelenek ve Bilim, Çev: Ercüment Asil, Gelenek Yayıncılık,
İstanbul, 2003,
BALCI, Sezai, Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900),
Osmanlı Siyasal ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet
Karaçavuş, İstanbul 2009
BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yayınları, Ankara
1994
BAYSUN Cavit, “Mustafa Reşit Paşa”, Tanzimat I, ss.723-746
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yayınları, İstanbul, 2006
BEYDİLLİ, Kemal, “Mühendishane-i Bahri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi,
c.31, ss.514-516, İstanbul, 2006
________________, “Mühendishane-i Berri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi,
c.31, ss.516-518, İstanbul, 2006
217
________________, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane,
Mühendishane Matbaası ve Kütüphanesi, 1776-1826,Eren Yayıncılık, İstanbul,
1995
________________, Mustafa Reşid Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.348350, İstanbul, 2006
________________, “Âlî Paşa, Mehmed Emin”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2,
ss.425-426, İstanbul, 1989
BEYOĞLU, Süleyman, “Kâmil Paşa, Yusuf”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.24,
ss.283-284
BİLGE, Mustafa L, “Arif Hikmet Bey Şeyhülislam”, TDV İslam Ansiklopedisi,
C.3, ss.365-366
BİLİM, Cahit, İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş, Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.3, S.2, Ankara, 1985
________________, Osmanlılarda Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi, Anadolu
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Nisan 1999) C.I, Sayı I,
CABİRİ, Muhammed Abid, Arap-İslam Aklının Oluşumu, Çev: İbrahim Akbaba,
Kitabevi Yay., İstanbul, 2001
CARR, E. Hallet, Tarih Nedir?, (Çev: Misket Gizem Gürtürk), İletişim yay.
İstanbul, 2011
CHAMBERS, Richard L., The Encümen-i Daniş and Ottoman Modernization,
VIII. Türk Tarih Kongresi II. Ciltten ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 1981
CİHAN, Ahmet, Reform Çağında Osmanlı İlmiye Sınıfı, Birey Yayıncılık,
İstanbul–2004
218
________________, “Osmanlı’da Modernleşme ve İlmiye Zümresi”, Yeni TürkiyeOsmanlı Özel Sayısı-III(Düşünce ve Bilim), S.33, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara–2000, ss. 168-179
ÇADIRCI, Musa, “Tanzimat’ın Uygulanması ve Karşılaşılan Güçlükler (1840–
1856)”, Mustafa Reşit Paşa ve Dönemi Semineri Bildiriler (Ankara 13-14 Mart
1985), TTK Basımevi, Ankara-1994, s. 97-104
ÇEVİK, Zeki, “II. Abdülhamit Dönemi Bir Bürokrat Portresi: Sadrazam (Küçük)
Mehmed Said Paşa ve Reformları”, Turkish Studies, Volume 4/8 Fall 2009, ss.838865
DANİŞMEND, İsmail Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.IV, Türkiye
Yayınevi, İstanbul, 1955
DAVİSON, Roderic H., Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856-1876, Çev:
Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005
DEVELİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, (Haz.: Aydın Sami
Güneyçal), Aydın Kitabevi, Ankara-1995
DOĞAN, İsmail, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, SosyoPedagojik Bir Karşılaştırma, İz Yayıncılık, İstanbul–1991
DÖLEN, Emre, “Mühendislik Eğitimi”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye
Ansiklopedisi, İletişim Yay. C.II, ss.511-516, İstanbul, 1985
________________, “II. Meşrutiyet Döneminde Darülfünun”, Osmanlı Bilimi
Araştırmaları, C.10, S.1, ss.1-46, 2008
ERDOĞDU, Teyfur, “Maarif-i Umumiye Nezareti Teşkilatı”, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi S.51 Ankara 1996, ss.183-247
219
ERGİN, Hayri, 18. Yüzyıl Fetvalarına Göre Osmanlıda Günlük Hayat (Behcet’ül
Fetava) Örneği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006
ERGİN, Osman Nuri, Türkiye Maarif Tarihi, C.I-V, Eser Matbaası, İstanbul, 1977
ESER, Gülşah, “Türkiye’de Modern Bilimlerin Eğitiminde Mektebi Harbiye
Örneği”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları C.13, S.2, ss.99-114, İstanbul, 2012
Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni, ve Yunan
Alfabeleriyle) (1584-1986), Ankara 2001
Fatma Aliye, Cevdet Paşa ve Zamanı, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995
Fatin
Davud;
Hatimet’ül
Eş’ar
(Fatin
Tezkiresi),
Haz:
Ömer
Çiftçi,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-219117/h/metin.pdf
FAZLIOĞLU, İhsan Selçuklu Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim- Bir
Giriş-, Cogito, İstanbul 2001, Sayı 29
________________, Osmanlı: Bilim ve Düşünce, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, c. XXIII, İstanbul 2007
________________, Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset, Panel: 350. Ölüm
Yıldönümünde Kâtip Çelebi, 17 Kasım 2007 İstanbul
GEDİKLİOĞLU, Tokay,. Yükseköğretimde Akademik Özgürlük, Yükseköğretim
ve Bilim Dergisi, C.3, S.3, ss.179-183
GENCER, A. İhsan Encümen-i Daniş ve Mustafa Reşid Paşa, Seminer: Mustafa
Reşid Paşa Dönemi (Ankara 13-14 Mart 1985) Bildiriler, TTK Basımevi, Ankara,
1994
GÖÇER, Ali, Dil – Kültür İlişkisi, Erciyes Dergisi S.287, Kayseri, 2001
220
GÖNÇ, Reşid H, Vuruyor mu Dokunuyor mu? http://earsiv.sehir.edu.tr:
8080/xmlui/bitstream/handle/11498/16365/001510364006.pdf?sequence=1&isAllow
ed=y
GÜRAY, Sevim, Ahmet Vefik Paşa, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara–1991
GÜVEN, İsmail, Osmanlı Eğitiminin Batılılaşma Evreleri, Naturel Yayın,
Ankara–2003.
HATEMİ, H. Hüsrev - IŞIL, Yeşim, Bir Bilim Dili Mücadelesi ve Tanzimat, İşaret
Yayınları, İstanbul–1989
HALAÇOĞLU, Y. AYDIN, M.A, “Cevdet Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.7,
ss.443-450
IŞIL ÜLMAN, Yeşim, “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’de (Galatasaray
Tıbbiyesi’nde) Eğitim”, Türk Tıp Eğitiminin Önemli Adımları, Edt:H.Hatemi,
A.Altınbaş, ss.71-76, İstanbul, 2006
İbn-i Haldun, Mukaddime (Çev: Z.Kadiri UGAN), MEB Basımevi, İstanbul,
1989,C.II
İbn-i Haldun, Miftah’ül İber, Çev. A.Subhi, İstanbul, Takvimhane-i Amire, 1276,
İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEK74143
İbrahim Hakkı; Marifetname, Sadeleştiren: Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul,
1975
İHSANOĞLU, Ekmeleddin, XIX. Asrın başlarında –Tanzimat Öncesi- Kültür ve
Eğitim Hayatı ve Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubunun
Buradaki Yeri, (Haz.: Ekmeleddin İhsanoğlu), OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi
Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987
221
________________, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, C.I, Feza Gazetecilik, İstanbul
1999,
________________, Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmî ve
Mesleki Cemiyetleşme Hareketlerine Genel Bir Bakış, OİMC-1. Milli Türk Bilim
Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987
________________, “Darülfünun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.8, ss.521-525,
İstanbul, 1993
İNAL, İbnülemin M.K, Son Sadrazamlar, C.I-IV, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982
________________, Son Asır Türk Şairleri, C.I-IV, MEB Basımevi, İstanbul, 1970
İNAL, İbnülemin M.K, HÜSAMETDİN, Hüsyin, ” Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin
Kuruluş Tarihi ve Nazırların Hal Tercümeleri III”, (Yay.Hz: Nazif Öztürk), Vakıflar
Dergisi, S.17, ss.61-78, Ankara, 1983
İNALCIK, Halil, Akademi Nedir, Türk Akademisi Nasıl Kurulmalıdır. Bir
Örnek: Japon Akademisi, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968
İNAN, Afet, Atatürk’ten Hatıralar, TTK Basımevi, Ankara, 1950
İPŞİRLİ, Mehmet, Lale Devrinde Teşkil Edilen Tercüme Heyetine Dair Bazı
Gözlemler, OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987,
İstanbul, 1987
İSKİT, Server, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, MEB
Yayınları, Ankara,2000
KAÇAR, Mustafa, Osmanlı Devleti'nde Bilim ve Eğitim Anlayışındaki
Değişmeler ve Mühendishanelerin Kuruluşu (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İÜ
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996
222
KAHYA, Esin, “Fransa’da İhtisas Yapmış Türk Hekimlerinden Bazıları”,
A.Ü.DTCF Dergisi, C.31, S.1.2, ss.245-262, Ankara, 1987
KARA, İsmail, Din ile Modernleşme Arasında-Çağdaş Türk Düşüncesinin
Meseleleri, Dergah Yayınları, İstanbul–2003
KARAÇAVUŞ,
Ahmet,
Tanzimat
Dönemi
Osmanlı
Bilim
Cemiyetleri,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006
________________, Richard L. Chambers’ın “The Encümen-i Daniş And
Ottoman Modernızatıon” Adlı Makalesinin Değerlendirme Ve Çevirisi, Türk
Dünyası İncelemeleri Dergisi, C.IX, Sayı:2, İzmir, 2009
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi-Islahat Fermanı Devri(1856-1861), C. VI,
Ankara-1988
________________, Tanzimat’tan Evvel Garplılaşma Hareketleri (1718 – 1839),
Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, ss.13–30
KARAMANLIOĞLU, Ali .F. Akademi Konusunda Kaçan Fırsatlar, Türk Kültürü
Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968
Kâtip Çelebi; Mizanu’l Hak fi İhtiyaru’l Ehakk, Çev: S.Uludağ, M. Kara, Marifet
Yayınları, İstanbul, 2001
KARASU, Cemi, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”,
OTAM Dergisi, S.4, ss.205-222, Ankara, 1993
KAYA DOĞANAY, Fatma, Tanzimattan Cumhuriyete Rüşdiye Mektepleri,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2011
KAYAOĞLU, Taceddin, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Kitabevi yay,
İstanbul, 1998
KAYNAR Reşat, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK Basımevi, Ankara, 2010
223
KOÇAK,
Kemal;
1983
Ortaöğretim
Kurumları
Tarih
Programının
Değerlendirilmesi (Alan Araştırması-Ankara Örneği), Kastamonu Eğitim
Dergisi, Cilt:8, No: 1
KOÇER, Hasan Ali, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (1773–
1923), MEB Basımevi, İstanbul, 1970
KÖPRÜLÜ, M. Fuat, Akademi Meselesi, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, ss.411–13
KÖPRÜLÜ, Orhan Fuat, Fransız Akademileri”, Türk Kültürü Dergisi, C. VI, S. 67,
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara–1968, ss.468–470
________________, “Fuad Paşa, Keçecizade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13,
ss.202-205
KUHN, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı
yayınları, İstanbul, 2008
KURAN, Ercüment, Avrupa’da Osmanlı İkamet Ekçiliklerinin Kuruluşu ve İlk
Elçilerin Siyasi Faaliyetleri(1793–1831), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları, Ankara-1968
LEVEND, Agah Sırrı, Türk Kültürünün Gelişmesinde Derneklerin ve
Kurumların Rolü, Türk Dili, c:XVII, S.198 Ankara, Mart 1968, s.650
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev.: Metin Kıratlı), Ankara-1991
________________, Müslümanların Avrupa’yı Keşfi, (Çev.: İhsan Durdu), Ayışığı
Kitapları, İstanbul-2000.
M.Ahmet Eğribozi, Tarih-i Kudema-yı Yunan ve Makedonya, Yazma, İ.Ü. Nadir
Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02454
224
Mahmud Cevad, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve. İcraatı,
İstanbul, 1338
MALTE-BRUN, Conrad, Afrika Coğrafyası, Çev: Hayrullah Efendi, İ.Ü. Nadir
Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY04232
MARDİN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, (Çev.: Mümtazer TürköneFahri Unan-İrfan Erdoğan), İletişim Yayınları, İstanbul-1998
Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. I – IV, (Yay. Haz: Ali Aktan, Abdülkadir
Yuvalı, Mustafa Keskin), Sebil Yayınevi, İstanbul, 1995.
Mehmet Ali Fethi, İlm-i Tabakat’ül Arz, Darüt-Tıbaatt’ül Amire, İstanbul, 1269
MERİÇ Cemil, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay. İstanbul–1993,
s.329
Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, Meydan Yayınevi, İstanbul,
1969
Muharrerat-ı Nadire, C. III, İzzet Efendi’nin Matbaasında Basılmıştır, İstanbul1289
NASR, s. Hüseyin, İslam’da Bilim ve Medeniyet, (Çev: Nabi Avcı, Kasım Turhan,
Ahmet Ünal) İnsan Yay. İstanbul, 2011,
ÖZAYDIN, Zuhal, Tanzimat Devri Hekimi Hayrullah Efendi’nin Hayatı ve
Eserleri, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1990
ÖZCAN, Abdülkadir, “Harbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.16, ss.115-119,
İstanbul, 1997
ÖZKAN, Nevzat, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Türk Dili Hakkındaki Görüşleri ve
Eserleri”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.20, Yıl:2006/1
225
ÖZLEM, Doğan, Felsefi Hermeneutiğe Geçiş Yolu Olarak Tarihselcilik, A.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.40, s.1, ss.127–145, Ankara, 1999
REDHOUSE, James, İngilizce-Türkçe Sözlük, İstanbul–1998
Sahak Abro, Tarih-i Umumiden Bir Kısım, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler
Kütüphanesi, No: NEKTY01432
________________, Avrupa’da
Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair
Risâle, Takvimhane-i Amire, İstanbul, 1271 (1855), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi,
No: NEK2049
SARI, Nil, “Mekteb-i Tıbbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.29, ss.2-5, Ankara,
2004
SAYDAM, Abdullah, “Mütercim Rüşdü Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.32,
ss.202-203
SAYILI, Aydın, Ortaçağ İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki
Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri (Avrupa İle Mukayese), DTCFFAE Dergisi,
C.I, S.1 Ankara, 1963, ss:5–69
SEMİZ, Yaşar, “Sadık Rıfat Paşa (1807-1857) Hayatı ve Görüşleri”, Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.1, ss.135-144, Konya,1994
SERTOĞLU, Mithat, Türkiye’de İlk İlimler Akademisi “Encümen-i Daniş” Nasıl
Kuruldu, Ne Yaptı ve Neden Dağıldı?, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S:64,
İstanbul, 1973
SEZER,
Hamiyet,
“Tanzimat
Dönemi’nde
Avrupa
Şehirlerine
Gönderilen
Öğrenciler”, (Der.: Hidayet Yavuz Nuhoğlu), Osmanlı Dünyasında Bilim ve
Eğitim Milletlerarası Kongresi-İstanbul, 12/15 Nisan 1999, İslam Tarih, Sanat ve
Kültür Araştırma Merkezi-IRCICA, İstanbul-2001, ss. 687-711.
226
SHAW, Stanford J - SHAW,Ezel.Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern
Türkiye, (Çev.: Mehmet Harmancı), C.II, E Yayınları, İstanbul-1994
SOMEL, Selçuk Akşin, “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim
Düzeninde Dönüşümler”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu,
(Edt. H. İnalcık, M. Seyitdanlıoğlu) ss.683-708, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Ankara, 2011
________________, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908), (Çev:
Osman Yener), İletişim Yay, İstanbul, 2015
________________, “Tanzimat Döneminde Eğitim Reformunun Dönüm Noktası:
1869 Tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, Esbab-ı Mucibe Layihası ve İdeolojik
Temelleri”, Sultan Abdülmecid ve Dönemi (1823-1861), Kahraman, Kemal and
Baytar, İlona (eds.), İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul,
2015
Subhi Paşa, Tekmilet’ül-İber, Yazma, 1277, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No:
NEKTY09301
ŞAPOLYO, Enver Behnan Encümen-i Daniş’in Tarihçesi, Türk Kültürü Dergisi,
C.VI, S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968
ŞENGÖR, M. Celal, “Osmanlı’nın İlk Jeoloji Kitabı ve Osmanlı’da Jeolojinin
Durumu Hakkında Öğrettikleri”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2,
ss.119-158, İstanbul, 2010
ŞIRA, Hüseyin, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi,
Yayınlanmamış Y.Lisans Tezi, İstanbul, 2008
ŞİMŞİRLİ, A., EKİNCİ, E.B. Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle, KTB Yayınları,
İstanbul, 2008
227
TANPINAR, A. Hamdi XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi,
İstanbul, 2001
________________,Yaşadığım Gibi, Dergah Yay. İstanbul, 2000
TERZİ, Arzu, “Osmanlı Saray Eczanesinin Teşkilat ve İdaresi (XIX. Yüzyılın İkinci
Yarısında)”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.49-64, İstanbul, 2010
TEKELİ Ve Diğerleri, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınevi, Ankara, 2011
TEVETOĞLU, Fethi, Türk Akademisi ve Atatürk, , Türk Kültürü Dergisi, C.VI
S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968
TİMURTAŞ, Faruk.K, Türk Akademisi Kurulurken, Türk Kültürü Dergisi, C.VI
S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968
Todoraki
Efendi,
Avrupa
Tarihi
Tercümesi,
Yazma,
İ.Ü.Nadir
Eserler
Kütüphanesi, No: NEKTY02365
TOKSÖZ, Hatice; Osmanlı’nın Klasik Döneminde Felsefe ve Değeri, Değerler
Eğitimi Dergisi, C.V, sayı 13
UBİCİNİ, J.H. Abdolonyme, Türkiye 1850, Çev: Cemal Karaağaçlı, Tercüman 1001
Temel Eser No:63, Tarihsiz
UÇMAN, Abdullah, “Encümen-i Daniş”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 11, İstanbul,
1995
UNAN, Fahri, “Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı Üzerine Bazı Düşünceler”,
Türk ve İslâm Dünyasında Bilim ve Teknoloji Sempozyumu, 3-5 Haziran 1994,
Türkiye Günlüğü sayı:30, ss. 49 – 57, (Eylül-Ekim 1994) İstanbul
UZUN, Hakan, Tarih Bilimi ve Tarihte Nedensellik, Gazi Üniversitesi Kırşehir
Eğitim Fakültesi Dergisi C.7 S.1, ss.1-13, Kırşehir, 2006
228
UZUNDAL, Edip, “Christoph K. Neumann, Araç Tarih Amaç Tanzimat Tarih-i
Cevdet’in Siyasi Anlamı”, (çev: Meltem Arun), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
1999, History Studies: İnternational Journal of History, Vol:4, Issue:2, July 2012
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K.
Yay., Ankara 1988
ÜLKEN, H. Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul1999.
________________, Uyanış Devirlerinde Tercüme’nin Rolü, Ülken
Yayınları,İstanbul-1997.
ÜLKÜTAŞIR, M. Şakir, Encümen-i Daniş -İlk Türk Akademisi-, Türk Kültürü
Dergisi, C. II, S. 17- 18, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,
1964
ÜNVER, Süheyl, “Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar”, Tanzimat
I, ss.933-966
VURAL, Hanifi, BÖLER, Tuncay, “Ahmet Vefik Paşa ve Türk Diline Katkıları”,
Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstirüsü Dergisi, S.46, ss.1-24,
Erzurum, 2011
YILMAZ, Mehmet Serhat, Darülfünun Reformu- Darülfünun’dan İstanbul
Üniversitesine Geçiş Süreci (1863-1933) Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:9, No:1
YİNİLMEZ,
Seval,
Osmanlıların
Modernleşme
Sürecinde
“Yeni
Bilim
Anlayışının” Etkisi: Doğa Felsefesi mi? Fizik mi? Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, A.Ü. Sos.Bil.Ens, Ankara, 2009
Yostinik Aleko, Beyanül Esfar, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No:
NEKTY02365
229
Zîver Paşa, Âsâr-ı Zîver: Dîvan ve Münşeât (Yay. Yusuf Bahaeddin), Bursa, 1313
Zîver Paşa, Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (Yay. Yusuf Bahaeddin), İstanbul, 1314
230
Küçükler, Osman Zahit, Osmanlı Devletinde Eğitimde Modernleşme ve
Encümen-i Daniş, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu,
243s.+X
ÖZET
İslam medeniyetinde pozitif bilimlerde ilerlemenin yavaşladığı bir dönemde
kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu, eğitim ve bilim alanında büyük oranda
geçmişin mirasını devam ettirmiştir. 18. yüzyılın sonlarına kadar eğitimde esas
olarak dini bilimler ve pratik faydaları olan tıp, astronomi ve matematik eğitimleri
verilmiş ancak bu alanlarda da kayda değer bir ilerleme sağlanmamıştır. Bu
yüzyıldan itibaren Avrupa’daki gelişmelerin askeri, siyasi ve ekonomik sonuçlarıyla
karşılaşıldığında ilk kez sorgulama başlamıştır. İlk etapta İslami geçmiş yeniden
incelenmiş ve yeni yorumlar yapılmaya çalışılmış ancak istenen sonuç elde
edilemeden, devletin içinde bulunduğu zorluklar sebebiyle, modern yüksek okullar
açılmış, Avrupa’dan eğitimciler getirilmiş, Avrupa’ya öğrenci gönderilmiş ve
böylece batı bilgisi ülkeye hızla alınmaya başlamıştır.
Ancak bu süreç birbirinden tamamen farklı iki medeniyetin bilgi sistemlerinin
çatışmasına da yol açmış ve hem bu sebeple hem de başka sebeplerle Osmanlı
yöneticileri yapılanları yeterli görmeyerek eğitim ve bilim konusunu yeniden ele
almaya karar vermişlerdir. Tanzimat fermanının ilanından birkaç yıl sonra, 1845
yılında, Padişah’ın bir fermanıyla başlayan bu süreçte bir eğitim meclis oluşturulmuş
ve bu meclisin raporlarına göre girişimler başlamıştır. Bu raporlardan birinde de
ülkede eğitimin gelişmesi, bilimin yaygınlaşması, halkın cehaletinin giderilmesi ve
kurulmasına karar verilen darülfünunda okutulacak kitapları hazırlaması amacıyla
231
çalışmalar yapmak üzere bir Encümen-i Daniş kurulması tavsiye edilmiştir. Kelime
anlamı itibarıyla bilim komisyonu anlamına gelen bu kurumun, Avrupa ülkelerindeki
gibi bilimsel çalışmaları yönlendiren ve destekleyen Akademi veya Enstitü tarzı bir
kurum olarak faaliyet göstermesi amaçlanmıştır.
Bu rapor doğrultusunda 1851 yılında bir nizamname hazırlanarak Encümen-i
Daniş açılmıştır. Nizamnamede Encümenin görevlerinin telif ve tercüme eserler
hazırlayarak ülkede bilimin ilerlemesini ve Türkçenin gelişmesini sağlamak olduğu
belirtilmiştir. Ancak belirtilmelidir ki bu kurum batı bilgisini olduğu gibi aktarmak
için değil, onu İslami anlayışa uygun hale getirerek almak ve sonrasında da mümkün
olursa üstüne yeni bilgiler eklenmesini sağlamak için kurulmuştur.
Encümenin az sayıdaki çalışmalarına baktığımızda dil ve tarih çalışmalarının
ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Bunun sebebi de Encümen-i Daniş’in yeni bir bilimsel
ve kültürel altyapı oluşturmak istemesidir diye düşünüyoruz. Zira İslam dünyası o
dönemde artık hem bilgi üretemez hale gelmiştir hem de başka medeniyetlerin
bilgisini alıp onu İslamileştirme yeteneğini kaybetmiştir.
Ne yazık ki üyelerinin önemli bir kısmının bürokrat oluşu ve bunların devlet
işleri yüzünden Encümenin faaliyetlerine yeterli zaman ayıramamaları, bazılarının
bilimsel faaliyet yapabilecek kapasitede olmayışı, bürokratik çekişmelerin Encümene
yansıması, ülkenin ihtiyaçlarının aciliyetine karşın yapılan işin azlığı ve hemen
yararını gösteremeyecek olması gibi sebeplerle Encümen-i Daniş kısa zamanda iş
yapamaz hale gelmiştir. Kapanışına dair bir belge olmamakla beraber, 1862 yılından
sonra Devlet yıllıklarında adı geçmemektedir.
Encümen-i Daniş, İslam medeniyetinden kopmadan batı bilgisinden
yararlanmaya çalışması, Türkçenin geliştirilmesini resmi bir amaç haline getirmesi,
232
tarihimizdeki ilk akademi sayılabilecek olması ve Tanzimat dönemi aydın ve
bürokratının bu konulara yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir.
233
Küçükler, Osman Zahit, Educational Modernization in Ottoman Empire and
Encümen-i Daniş, Phd Thesis, Advisor: Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu,
243s.+X
SUMMARY
Otoman Empire, which has been founded during an era that scientific
advance in İslamic world has already slowed, mostly sustained the linear inheritance
about science an education. Until the end of the 18. century, mainly there was
education of teology, and because of their benefits medicine, astonomy and
mathematics, however there wasn’t any significant advance in these fields. In this
century, by facing the political, military and economic results of the Europe’s
progress, first questioning started. At first the İslamic inheritance has reexamined and
reinterpreted, but without getting any proper result, because of the hardships that
state is in, modern colleges started to open, teachers transferred from Europe and
students sent to Europe and therefore western information started to course in to the
country.
But this process caused a conflict between the information systems of two
different civilisations. And because of that and other reasons, Otoman governers
thougt the things that has been done is insufficient, they decided the refer the
education and science again. A few years after the imperial edict of Tanzimat, in
1845, with a new edict of the Sultan, an assembly of education has been formed and
new attempts started according the reports of this assembly. And in one of theese
reports, it has been adviced to form an Encümen-i Daniş (Counsil of Science) in
order to improve the education, advance the science, remove the public ignorance,
prepare the books that’s going to be use in the University. That council is meant to
234
guide and support scientific activities correspondingly Academies or Institutes in
European countries.
According to this report, a regulation has prepared and Enümen-i Daniş
founded in 1851. ın the regulation it has been stated that Encümens duty is improve
the Turkish language and help to advance the science by preparing books. We have
to state that this institution didn’t founded in order to transfer western information as
iti is but to align it with İslamic information system and if possible making additions
to it.
When we look at the works of Encümen-i Daniş, we realize they are mainly
about language and history. We believe it’s because Encümen-i Daniş wanted to built
a new scientific and cultural base. Because at that time the İslam civilisation became
unable to produce information and lost its ability to take informaton from other
civilisations and align with it.
Unfortunately, Encümen-i Daniş became disable to do it’s job because; many
members were bureaucrats and they couldn’t spare enough time to Encümen, some
members were not qualified enough to make scientific activities, reflections of
bureaucratic quarrels and in spite of urgent needs of country Encumen’s work was
not much and needed time to benefit. Even though there is no document for its
closing, after the year 1862, Encümen-i Daniş doesn’t exist at the State annuals.
Encümen-i Daniş is important because; tried to utilize western information
without breaking with İslamic civilisation, made improvement of Turkish an official
goal, can be consider as the first academy of our history and shows us the approach
of the bureaucrats and intellectuals of the period to theese matters.
235
EKLER
EKLER
EK 1
ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN BAZI ÜYELERİ
Mustafa Reşit Paşa (1800-1858)
Sadık Rıfat Paşa (1807-1857)
235
Mehmet Emin Âlî Paşa (1815-1871)
Fuat Paşa (1814-1868)
236
Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895)
Hayrullah Efendi (1818-1866)
237
Ahmet Vefik Paşa (?-1891)
Mütercim Rüştü Paşa (1811-1882)
238
EK 2
Encümen Üyelerine Verilen Ruus Sureti (BOA, İ.DH No: 237 / 14310)
239
Encümenin Kuruluşuna Dair Meclis-i Vala Onayı
240
EK 3
ENCÜMEN’İN ÇALIŞMALARINDAN
Hayrullah Efendi’nin yazdığı tarihin ondördüncü cildinin ilk sayfası
241
Cevdet Tarihinin Dokuzuncu Cildinin İlk Sayfası
242
Kavaid-i Osmaniye’nin İlk Sayfası
243
Download