modern türkiye`nin - Atılım Üniversitesi

advertisement
MODERN TÜRKİYE’NİN
ÖNCÜ KADIN SANATÇILARI
05.03.2012 tarihinde gerçekleştirilen “Modern Türkiye’nin Öncü Kadın Sanatçıları” konulu konferans
metnidir.
Konuşmacılar:
Doç. Dr. Azade Lerzan Gültekin (Atılım Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı
Bölümü)
Prof. Dr. Yüksel Bingöl (Atılım Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Öğretim
Üyesi)
Doç. Dr. Azade Lerzan Gültekin: Adında anlaşılabileceği gibi bugünkü etkinliğimizin
konusu kısaca söylersek “Sanat ve Kadın”. Sanat nedir diye bir soru soracak olursak,
sanırım en kısa ve en öz tanımı “İnsan yaratıcılığının ya da hayal gücünün ifade
edilmesidir” demek olacaktır. Bunun temelinde ise insan doğasının iki önemli özelliği
yatmaktadır. Birincisi ünlü düşünür Aristo’nun belirttiği gibi insanın gördüğü şeyleri
taklit etme arzusu ve yeteneği, ikincisi de güzele ve güzellik duygusuna olan
düşkünlüğüdür.
Söz gelimi bu nedenle hepimiz düzgün ve uyumlu giyinmeye özen gösteririz ya da
güzel bir resim bizi mutlu eder, hatta düşündürebilir. Güzel görünümler sergilemek,
kulağa hoş gelen sesler duymak ya da düşündürmek insan ruhunu heyecanlandırır
ve güzel sanatların da amacı budur. Sanatçı ise bu heyecanı duyan ve yaptıklarıyla
bu heyecanı bize de aktarma yeteneğine sahip olan insandır.
Sunucu (Nazlı Nazende Karamanoğlu- Atılım Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım
ve Mimarlık Fakültesi Araştırma Görevlisi): “Modern Türkiye’nin Öncü Kadın
Sanatçıları” başlıklı konuşmalarını yapmak üzere Sayın Prof. Dr. Yüksel Bingöl’ü
sahneye davet etmek istiyorum. Ancak öncesinde hem Sayın Yüksek Bingöl’ü hem
de etkinliğimize Pusulasız Yolculuklar, Geçmişten Günümüze Anadolu ve Kadın
konulu resim sergisiyle katılan Sayın Öğretim Görevlisi Pınar Bingöl’ün biyografilerini
sizlerle paylaşmak istiyorum.
Prof. Dr. Yüksel Bingöl 1944 yılında Ordu’da doğdu. 1966-1969 yılları arasında Gazi
Eğitim Enstitüsü Resim İş Eğitimi Bölümünde Grafik Tasarım Eğitimi öğrenimi gördü.
1972 yılında Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi Çevre Tasarımı Bölümünde ve Berlin
Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümünde Lisans ve Yüksek Lisans öğrenimi gördü.
1984’te Türkiye’ye dönen Prof. Dr. Bingöl Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesinin kuruluşunda görev aldı. Türkiye’de ilk defa Hacettepe Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümünü kurdu ve 1984-1988
yılları arasında bölümün başkanlığını yaptı. 1991’de Gazi Eğitim, Gazi Eğitim
Fakültesi Resim İş Eğitim Bölümü Başkanlığı görevine atandı. 1993 yılında
profesörlüğe yükseltildi. 1998 yılında Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesini
kurdu. 2001 yılında ise Akdeniz Üniversitesi Serik Meslek Yüksek Okulunu kurdu.
2007 yılında ise Atılım Üniversitesi Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesini
kurdu.
Sayın Öğretim Görevlisi Pınar Bingöl Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim
İş Eğitimini bitirdikten sonra Almanya’da Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi Görsel
1
İletişim Tasarım Bölümünde Görsel İletişim Temel Tasarım eğitimi aldı. Daha sonra
Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Program Geliştirme Bölümü Güzel Sanatlar
Eğitimi Program Geliştirme ana bilim dalından mezun oldu. Hacette Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Uygulamalı Sanatlar Grafik Tasarım Programında yüksek
lisans eğitimini tamamladı. Halen Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsünde bir
süre ara verdiği doktora eğitimini “Yüksek Öğrenimde Temel Tasarım Eğitimde Multi
Disiplinler Program Geliştirme” konulu teziyle sürdürmektedir. Sırasıyla Hacette
Üniversitesi, Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarımı ve
Sinema-TV bölümlerinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Sanatsal çalışmalarını dijital
ve yağlı boya resim sanatı alanında sürdürmekte. Ulusal ve Uluslar arası
değerlendirme kurullarında yer almakta.
Ulusal ve Uluslar arası sergilere
katılmaktadır. Mesleki çalışmalarını ise halen çalışmakta olduğu üniversitemiz Güzel
Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Grafik Tasarım Bölümde devam eden Pınar
Bingöl’ün çok sayıda sanatsal, kültürel deneme ve makalesi, çeşitli ulusal dergi ve
gazetelerde yayımlanmıştır.
Şimdi konuşmaları için Sayın Prof. Dr. Yüksel Bingöl’ü davet ediyorum.
Prof. Dr. Yüksel Bingöl: Bugün sizlere biraz Batı tarzı resim ülkemize nasıl geldi,
kısaca onlara değinip, bu konuda emek vermiş öncü kadın sanatçılarımızı ve onların
kısa hayat hikâyelerini anlatacağım. Kur-an’da resim yapmayı yasaklayan kesin bir
ayet yok; fakat daha sonradan Hz. Muhammed’in Mekke’de putları kırması nedeniyle
bazı hadislerde örneğin Buhari’de Kur-an dilinde yaratma “bara’a” ve biçim verme
“savara” aynı anlama geldiği için “Yaratılan varlıkların benzerlerini tasvir etmek,
Allah’ı taklit sayılır” diye yorumlamıştır ve bu nedenle bu tür yanlış yorumlamalar
nedeniyle İslâm ülkelerinde insanı merkez alan, yani bugünkü anlamdaki modern
resim maalesef gelişmemiştir.
Osmanlı 1683’e kadar zaferler kazandı ama 1683 yılında Osmanlı İmparatorluğu
Viyana’da istediği zaferi elde edemedi ve yenildi. O tarihten itibaren Batı’nın Avrupa
ülkelerinin gelişmekte olduğunu ve Osmanlı’nın geriye kalmış olduğunu anladı ve
yavaş yavaş Batı’ya bir ilgi arttı. Böylece 1718-1730’lara geldiğinde Lâle Devri’nde
Batı’daki birtakım gelişmeler, ilerlemeler örnek alınmak için Fransa’ya büyükelçilik
açıldı. İlk defa bu dönemde 28. Çelebi Mehmet Efendi Fransa’ya büyükelçi olarak
gönderildi ve oradaki yenilikleri Osmanlı İmparatorluğu’na taşıması isteniyordu. Bu
nedenle 28. Çelebi Mehmet Efendi’nin yaptığı en büyük şeylerden birisi İbrahim
Müteferrika’yla iş birliği yaparak matbaayı Osmanlı’lara getirmesidir. Bu tabii çok
önemli bir adım, 300 yıl geri kalmış bir teknolojiydi. Böylece hızlı bir şekilde bilgi
paylaşılmaya ve çoğalmaya başladı.
Lâle Devri’nden sonra Osmanlı toplumunun düşünsel ve kültürel yapısı hızla
değişmeye başladı. III. Selim ve II. Mahmut zamanında bu yenileşme hareketleri
daha da hız kazandı. Ordunun yenileşmesi için 1773 yılında Mühendishane-i Bahri
Hümayun, 1795 yılında Mühendishane-i Berri-i Hümayun kurulmuştur. Bu okullarda
ilk kez askerî gereksinmeler için desen ve perspektif dersleri verilmiştir. Bu okullarda
okuyan bazı yetenekli öğretmenler 1829’dan itibaren yurt dışına, Paris’e gönderilmiş
ve burada resim eğitimi aldıktan sonra Osmanlı’ya geri gelmiş ve okullarda hocalık
yapmışlardır.
“1853’ten itibaren ilkokullarda resim dersleri verilmeye başlamıştır”
2
1853’ten itibaren ilkokullarda resim dersleri verilmeye başlamıştır. Hatta II. Mahmut
bu tarihlerden itibaren kendi portresini devlet dairelerine astırmıştır. Bunlar tabii o
dönemin için çok önemli gelişmelerdir. 19. yüzyılda hem Batılılar, Avrupalılar
Osmanlıları tanımak istiyorlar hem de Osmanlılar Batı’daki gelişmeleri takip edip
yenileşmek istiyorlardı. 19. yüzyılda Beyoğlu âdeta Paris’in bir uzantısı gibi olmuştur;
oteller, balolar, kahveler, operalar… Batı tarzı bir yaşam hüküm sürmeye başlamıştır.
Batı’yla başlayan bu karşılıklı ilişkiler, Batı kültürünün İstanbul’da ilgi görmesine
neden oldu. Varlıklı aileler çocuklarını Batı kültüründe yetiştirmek için yabancı
hocalardan müzik, resim ve yabancı dil dersleri aldırmış. Kızlarını öğrenim için
Avrupa’ya göndermiştir. Uzun yıllar uğraşıdan sonra nihayet 1883’te ilk defa Sanayi-i
Nefise Mektebi eğitim öğretime açıldı. Sanayi-i Nefise Mektebi bugünkü Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesidir. İlk kuruluşu 1883’tür, ama o tarihlerde bu okulda
sadece erkekler okuyabiliyordu. 1914’de yine Sanayi-i Nefise Mektebi açıldı, yani
kızlar için de bir güzel sanatlar, yüksekokul açılmış oldu.
1925 yılında İnas Sanayi-i Nefise Mektebi, Sanayi-i Nefise Mektebi’yle birleştirildi ve
1928’de de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. Şimdi de Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi adını almıştır. 1932’den itibaren eğitim fakülteleri bünyelerinde
resim iş eğitim bölümleri açıldı. 1956’da Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu
açıldı, şimdiki Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi. 1982 yılından itibaren
de üniversite reform yapıldı ve güzel sanatlar fakültelerinin sayısı bugün 70’e çıktı.
Böylece yetenekli kadınlarımızın artık yurt dışına gitmesine gerek kalmadan
Türkiye’deki gerek güzel sanatlar fakültelerinde gerekse resim iş eğitim bölümlerinde,
müzik bölümlerinde eğitim öğretim alma imkânları vardı ve her alanda kadınlarımız
kendilerini kanıtlamaya başlamıştır. Tabii ki biz bunu her şeyden önce Atatürk’e, onun
ileri görüşlülüğüne borçluyuz. Atatürk’ün bu konuda ne kadar duyarlı ve ileri görüşlü
olduğunu sizlere arz etmek için onun günlüğünden bir satır okumak istiyorum. Atatürk
1916 yılında Bitlis’e gitmişti. 1877–1878 yıllarında Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal
etmişlerdi. 1914 yılında kısmen çekildiler. Ama tekrar Doğu Anadolu’ya işgal ettiler.
Bunun üzerine Atatürk de bunu araştırmak üzere Bitlis’e müfettiş olarak gidiyor ve
Bitlis’te kalıyor. Tabii ki o dönemki sefaleti, yolda aç, ölmüş ve çaresiz insanları
görüyor. Bitlis’te o zaman otel herhangi bir şey yok, bir çadırda kalıyor ve o çadırda o
dönemki genelkurmay başkanıyla sohbet ediyor. Sohbetten sonra defterine 1916
yılında şunları yazıyor. Şimdi bu neden önemli? Türkiye daha Kurtuluş Savaşı’nı
yapmamış. Henüz açlık, sefalet kol geziyor. Düşünün bugünlerde bile yani Bitlis’te
hayat durdu, o günkü şartları düşünün. Atatürk şunları düşünüyor ve defterine
yazıyor:
“Dün akşam saat 21:00’i geçene kadar genelkurmay başkanı ile
tesettürün kaldırılması ve toplumsal hayatımızın reformu
konusunda sohbet ettik. Hayatın zorluklarına göğüs gerebilen
güçlü Türk anaları yetiştirmek, kadınlara her alanda özgürlük
kazandırmak. Kadınlarda doğuştan var olan, sevgi ve hoşgörü
yeteneklerinin erkekler üzerinde eğitici rol oynaması için, her
alanda kadınların, erkeklerle aynı ortamı paylaşmasını sağlamak”
diye yazıyor.
Bu beni çok etkiledi; çünkü o dönemde o şartlarda böyle bir şeyi yazması gerçekten
Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü olduğunu bize gösteriyor. Atatürk Türk kadınlarının
iktisadi ve siyasal yaşamını katılımını sağlamak için, kadınlara 1934’de anayasada
3
yapılan değişiklikle Milletvekili Seçilme ve Seçme Hakkını vermiş ve Türk Kadını
bugün layık olduğu imkânlara kavuşmuştur. Bugün kendini her alanda ifade etme
imkânına sahip olan Türk Kadını bunu Atatürk’e ve onun reformlarını hayata geçiren
isimsiz kahramanlara ve şehitlere borçludur. Bu isimsiz kahramanlara ve şehitlere
huzurlarınızda minnetle anıyorum.
Burada ufak bir anımı size arz etmek istiyorum. Ben daha önce Doğu Anadolu’nun
bazı bölgelerinde köy öğretmenliği yapmıştım. Doğu Anadolu’da hala da bazı illerde
var ama maalesef eskiden kız çocuklarını okula göndermiyorlardı. Doğu Anadolu’nun
bazı yerlerinde hiç göndermiyorlar, hatta kız çocuklarını 12–13 yaşında bir nevi eşya
gibi kendileri istemeden, görücü usulüyle evlendiriyorlar, yani bir mal gibi
satabiliyorlardı. O nedenle bizler, bu Cumhuriyet ateşiyle yetişen genç öğretmenler
öncelikle kızların okula gelmesi, eğitilmesi için 1960’lı yıllarda çok çaba harcıyorduk.
Tabii orada Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da insanlar kızların okula gitmesini
istemiyor. İşte öğretmen arkadaşlarımızdan birisi büyük bir mücadele verdi ve Doğu
Anadolu’da kızların okula devamını sağladı. Fakat köylülerle ters düştü ve sonunda
kızları okula getirdiği için arkadaşımız şehit edildi. Yani orada köyde kim vurduya gitti
ve kızları uyandırıyor, kızları okula getiriyor diye. Ama bizim hedefimiz kızların
okumasında, Türk anasının Atatürk’ün de işaret ettiği gibi Türk toplumunun
kalkınması için önce tabii ki bu kızların ileride ana olacak kimselerin eğitilmesi
gerekiyordu. Bu nedenle de böyle çok şehit olan arkadaşlarımız oldu, onları da
huzurlarınızda minnetle anıyorum.
“Hem kadın olmak hem sanatçı olmak çok zordu”
Yine o dönemde hem kadın olmak hem sanatçı olmak çok zordu. Daha Osmanlı’da
üniversiteler bile açılmamıştı. Bazı kadınlarımız kendi imkânlarıyla İstanbul’daki
ortamdan yararlanarak özel dersler ve yurt dışında eğitim alarak çok başarılı sanat
yaptılar. Burada bu öncü sanatçıların hepsini tabii size tek tek tanıtmak istemiyorum;
çünkü bu kadar zamanımız yok. Ama bunların içinde çok değerli sanatçılar var,
bunların hayat tarzları, yaşam tarzları, sanatları hepimizin bugünkü yaşamımıza
Türkiye’nin bugünkü konumuna büyük katkısı olmuştur. Edebiyata, kültüre katkı
sağlamıştır. Onlardan bir kaçını sizlerle tanıtacağım.
Batı anlayışında resim yapan ilk kadın sanatçılar Mihri Müşfik ve Nuriye Hanım
Paris’te öğrenim gördü. Bunları Celile Uğuraldım, Vildan Gizer, Emine Fuat Tugay,
Naciye Tevfik Biren, Meliha Zafer Yenerden, Müzdan Arel, Belkıs Mustafa, Müfide
Kadri, Nazire Osman, Fatma Nazlı Ecevit, Melahat Savut, Güzin Duran, Melek Celal
Sofu, Fahr el Nissa Zeid, Zehra Müfit, Handan Rüştü, Hasibe Hanım, Harika Lifij
Sirel, Sabiha Bozcalı, Hale Asaf izledi. Şimdi bu sanatçıların hepsi 19. yüzyıldan 20.
yüzyıla geçerken eğitim almış ve daha henüz akademi kurulmamışken 20. yüzyılda
etkin olan sanatçılar, ama bugün tabii ki Cumhuriyet Döneminde isim yapmış ve
kendini kanıtlamış çok daha fazla sanatçılarımız var. Bizim burada üzerinde
duracağımız daha çok bu ilk öncü kadın sanatçılardır.
4
Mihri Rasim Müşfik
Mihri Hanım 1886 yılında İstanbul’da doğdu. Tıbbiye
Reisi Dr. Rasim Paşa’nın kızıdır. Annesi ise Kafkasya
göçmeni bir aileden gelmektedir. Batı kültürünü
evlerine gelen özel öğretmenlerden, ilk resim derslerini
de Saray Ressamı Zonaro’dan aldı. Henüz 17
yaşındayken Fransa’da yaşayan eşinden aldığı sahte
bir pasaportla Roma’ya kaçtı. Bir süre Roma’da resim
çalıştıktan sonra, Paris’e geçti ve resim çalışmalarına
burada devam etti. Montparnassa’da kiraladığı evi,
atölye olarak da kullandı. Kiracısı, Selami Bey’le
evlendi ve kısa süre sonra ayrıldı. Bu evlilikten
“Müşfik” soyadını aldı. Sanat dünyasında “Mihri
Müşfik” olarak tanınmaya başladı. Selami Bey de o
Mihri Rasim Müşfik
dönemde Sorbonne’da okuyor. Mihri Hanım, Paris’te
(1886-1954)
borç almaya gelen o zamanki Maliye Nazırı Cavit
Bey’le bir kokteylde tanıştı. Cavit Bey, Maarif Nazırı’na bir telgraf göndererek, İnas
Sanayi-i Mektebi’nin kuruluşunda Mihri Hanım’a görev verilmesini rica etti. 1913
yılında Mihri Hanım İstanbul’da Darülmuallimat, yani Kız Öğretmen Okulu resim
öğretmeni olarak atandı.
1914’de İnas Sanayi-i Nefise
Mektebi
kurulunca,
bu
okulda resim öğretmeni oldu.
Daha sonra ilk Müdür Salih
Bey’di.
İnas
Sanayi-i
Mektebi’nde ondan sonraki
ilk kadın müdür de Mihri
Hanım oldu. Mihri Hanım ilk
defa kızlara açık havada
resim yaptırdı ve modelden
“Nü”
resimleri
çalıştırdı.
Kadın sanatçılarla ilk karma
sergiyi açtı. Pek çok kadın
ressamın
yetişmesinde
katkısı
oldu.
Bunlar
arasında; Nazlı Ecevit, Aliye
Berger, Fahr el Nissa Zeid’dir. Mihri Müşfik, Atatürk’ün portresini yapan ilk kadın
ressam hem de ilk Türk ressamdır. Mihri Hanım daha sonra 1922’de, ikinci kez
Roma’ya gittiğinde Papa XV. Benedict’in portresini yaptı. Portre Vatikan tarafından
çok beğenildiği için müzeye satın alındı. Mihri Hanım 1938’de tekrar yurt dışına gitti.
Önce Paris’te bir süre kaldı. 1938 New York’ta özel dersler vererek hayatını
sürdürmeye çalıştı. Hayatının son yılları maalesef yoksulluk ve sıkıntı içinde
geçmiştir. 1954 yılında New York’ta öldü ve kimsesizler mezarlığına gömüldü.
Ömer Adil Kız Atölyesi
“Bir Türk ressamı tarafından yapılan ilk Atatürk portresidir”
5
Mihri Hanım 1922 yılında yaptığı bu tabloyu
Çankaya Köşkü’ne götürerek Atatürk’e bizzat
kendisi takdim etmiştir. Mustafa Kemal’i
mareşal üniformasıyla ayakta tasvir eden bu
tablo, yaklaşık 3 metre yüksekliğindedir. Bir
Türk ressamı tarafından yapılan ilk Atatürk
portresidir. Tablo Yugoslav Kral Alexander’ın
hatırasına Yugoslavya’ya hediye edilmiş. II.
Dünya Savaşı sırasında Belgrad Sarayı’nın
tahrip olması sonucu kaybolmuş ve 1990’da
tekrar bu tablo bulunmuştur.
Mihri Müşfik, resimlerinde kadınları konu
edindi. Çoğu zaman da kendi yakın
çevresindekilerin portresini dışavurumcu,
ekspresyonist
bir
anlayışla
yaptı.
Resimlerinde
sağlam
anatomik
bir
kompozisyon kuruluşu vardır. Gerçekten çok
güçlü bir anatomik bilgisi var. Bunu biraz da
babasına borçlu. Babası tıbbiyede anatomi
hocası olduğu için biraz da babasından
etkilenmiş
diye
düşünüyorum.
Kadın
portrelerine bakıldığında, hepsinin eğitimli, zengin, güçlü ve Batı’lı modern kadın
tipleri olduğu görülmektedir. Portrelerindeki güçlü sosyal-psikolojik ifadeler, kadınların
iç dünyalarını yansıttığı kadar, içinde yaşadıkları toplumun ve zamanında birer
belgeselidir. Türkiye’de 32, İtalya’da 36, Fransa’da 23 ve Amerika’da 60’ı aşan, 150
adet tablosu özel ve resmi koleksiyonlarda yerini bulmuştur.
Siyahlı Kadın
“Siyahlı Kadın” konulu bir tablosu. Yine yakın çevresinden bir resim. Resme
baktığınızda o dönemde işte yeni yeni modernleşmeye başlayan İstanbul
çevrelerinde Batı’yla Doğu arasındaki kadınların sosyal ve ruhsal halini yansıtan bir
resimdir.
6
Hale Asaf
Bir genç kız resmi
Bu yeğeni Hale Asaf’ın bir portresi, o da
bir sanatçı.
Hale Asaf
7
Mihri Müşfik’in o dönemde kendi yakın
çevresindeki bir oda içinde orta yaşlı bir
bayan, burada eşyalar arasında kendini
yalnız hisseden ve sanatçı bir eşya gibi
olduğunu bize hissettiriyor.
Burada da yine o dönemki
Osmanlı kültürünü yansıtıyor.
Naile Hanım adlı tablosu onun
en önemli eserlerindendir, o da
müzede yer alıyor.
Naile Hanım
Müfide Kadri
Müfide Hanım, 1890 yılında İstanbul’da doğdu. Küçük
yaşta annesini babasını kaybetti. Kadri Bey diye mali
durumu iyi olan üst düzey Osmanlı paşalarından birisi
Müfide Hanım’ı evlatlık edindi. Yeteneği Osman Hamdi
Bey tarafından keşfedildi. Osman Hamdi Bey bugünkü
Güzel Sanatlar Üniversitesi’ni kuran hocadır. Müfide
Hanım, 10 yaşından itibaren resme başladı. Osman
Hamdi Bey ve Valeri’den özel dersler aldı. Valeri de o
tarihlerde Güzel Sanatlar Akademisi’nde hocadır.
Müfide Hanım, Münih’te karma sergiye bir resim
gönderiyor ve orada bir altın madalya kazanıyor. Bu
ödül onun resim yapması için daha da motive ediyor.
Müzikle de uğraşıyor, beste yapıyor. Derin edebi
Müfide Kadri
(1890-1912)
8
kültürü, resim ve müzik yeteneği, çalışkanlığı onu bu mesleğin ilk kadın öğretmeni
yapıyor. Önce Numune Mektebi’nde daha sonra İnas Rüştiyesi’nde ve İnas
İdadisi’nde resim, nakış ve musiki öğretmenliği yapıyor.
“Resimlerinde, portre, peyzaj ve natürmort konularını işledi”
Resimlerinde, portre, peyzaj ve natürmort konularını işledi. “Kitap Okuyan Kız” ve
diğer kadın portrelerinde sağlam anatomik bir des en anlayışı vardır. Resimlerinde
akademik bir üslup görülüyorsa da 19. yüzyıl Fransız Barbizon Okulu ve Corot’tan
esintiler görülmektedir. Maalesef çok genç yaşta, 22 yaşında öldüğü için çok az
sayıda eser bırakmıştır. İzmir Resim ve Heykel Müzesi’nde natürmort konulu bir eseri
bulunmaktadır. Ölümünden sonra 1912’de babası tarafından 40 kadar eseri
sergilenip satılmak üzere Osmanlı Cemiyeti’ne verildi ve sergilenen eserlerinden elde
edilen gelir de cemiyete bağışlandı.
Kitap Okuyan Kız
Mesirede Ud Çalan Kadınlar
Sahilde Gezinti
Tabii Müfide Hanımın natürmort çalışmaları, Kitap Okuyan Kız, Mesirede Ud Çalan
Kadınlar o dönemde Barbizon Okulu’nda açık havada Fransız sanatçılar peyzaj
çalışmakta ve son olarak Sahilde Gezinti tablosu.
9
Nazlı Ecevit
Nazlı Ecevit, 1900 yılında İstanbul’da doğdu. Bülent
Ecevit’in annesi Milletvekili Dr. Fahri Ecevit’in eşidir.
Babası Albay Emin Bey, büyükbabası Ferik Salih Paşa,
anneannesinin babası ise padişah yaverlerinden Kırat
Paşa’dır. İnas Rüştiyesi ve Darülmuallimat’tan mezun
olduktan sonra, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk
öğrencilerinden oldu. Mihri Müşfik’le Ömer Adil Bey’in
atölyelerinde resim çalıştı. İbrahim Çallı ve Feyhaman
Duran’dan da dersler aldı. İstanbul, Kastamonu, Bolu,
İzmit ilçelerinde öğretmenlik yaptı. Görevi süresince
Anadolu’yu ve Anadolu insanını yakından tanıma fırsatını
buldu. Nazlı Ecevit, resimlerinde Anadolu insanını ve köy
yaşantısını işledi. Güzel Sanatlar Birliği’ne üye oldu ve
Nazlı Ecevit
yönetiminde görev aldı. Sanatsal etkinliklerine katıldı. İlk
(1900-1985)
kişisel sergisini Ankara Amerikan Kültür Merkezi’nde açtı
ve çok sayıda karma sergiye katıldı. Manzara resimlerinde mevsim değişikliklerine
bağlı görüntüleri izlenimci bir anlayışa kompoze etti. Anadolu insanını konu alan
portrelerinde kendini özgü bir tür oluşturmayı başarmıştır.
Nazlı Ecevit’in natürmort resmileri:
10
Haliç'te Süleymaniye'nin görünüşü
Bir yakının portresi
Anadolu’da yufka açan kadınlar
11
Fahr El Nissa Zeid
Fahr El Nissa Zeid, modern Türk resminin
öncülerinden biridir. 1901 yılında İstanbul’da
Büyükada’da Şakirpaşa Konağı’nda doğdu.
Sanata düşkün Şakir Paşa ailesinin bir üyesi,
Diplomat, Hattat ve Tarihçi Şakir Paşa’nın kızı,
Sadrazam Cevat Paşa’nın yeğeni, yazar
Halikarnas Balıkçısı olarak bildiğimiz Cevat
Şakir Kabaağaçlı’nın ve ressam Aliye Berger’in
kardeşi, seramik sanatçısı Füreyya Koral’ın ve
ressam Can Kabaağaçlı’nın teyzesidir. Yani
hepsi sanatçı bir aile. 13 yaşında resim
yapmaya başladı. 1854’de Notre Dame de Sion
Fransız Lisesi’nden mezun olduktan sonra, İnas
Sanayi-i
Nefise
Mektebi’nin
ilk
kız
öğrencilerinden oldu.
Bir süre, Paris’te Ranson Akademisi’nde resim
atölyesine devam etti. Tekrar İstanbul’a döndü.
Namık İsmail ile çalıştı ve D Grubuna üye oldu.
İlk evliliğini tanınmış yazar Edip İzzet ile yaptı.
Fahr El Nissa Zeid
Bu evlilikten, ressam Nejat Devrim ve Tiyatro
(1901-1991)
Sanatçısı Şirin Devrim dünyaya geldi. İkinci
evliliğini, 1954 yılında Ürdün’lü Emirlerden Zeid’le yaptı ve Londra’ya yerleşti.
Eşinin görevi nedeniyle Avrupa’nın bütün sanat
merkezlerini tanıma ve oralarda çalışma fırsatı buldu.
Eşinin ölümünden sonra, 1946-1948 yılları arasında
Paris’e yerleşti, natürmort, portre ve soyut geometrik
resimler yaptı.
Fahr el Nissa Zeid, bu dönem resimlerinde heyecan
ve coşkunun hissedildiği serbest fırça darbeleriyle lirik
geometrik tarzında soyut üslup geliştirdi. Başta Paris
olmak üzere, Londra, New York, Zürich, Brüksel,
Dublin, Bristol gibi Avrupa şehirlerinde sergiler açtı.
Eserleri
dünyanın
birçok
müze
ve
özel
koleksiyonlarına kabul edildi. Arkasında çok sayıda
eser bırakarak, 1991 yılında Ürdün-Amman’da vefat
etti.
12
Onun
eşinden
dolayı
çevresindeki Güney Doğu
ve Ürdün’deki insanların
portresi.
Ürdün Kralı Vekili Hassan’ın portesi, soyut bir resim.
13
Füreya Koral
Türkiye’nin tanınmış ve öncü seramik
sanatçılarından biridir. 1910 yılında
İstanbul’da doğdu. O da, sanata
düşkün Şakir Paşa ailesinin yakın bir
üyesidir. İstanbul Notre Dame de Sion
Kız Lisesinde ve İstanbul Üniversitesi
Edebiyat
Fakültesinde
Felsefe
Bölümünde okudu. Carl Berger’den
keman dersleri aldı. 1940-1944 yılları
arasında müzik eleştirileri yazdı, çeşitli
dillerden çeviriler yaptı. 1947’de
Lozan’a gitti ve seramik çalışmaya
başladı. Fransız Seramikçi Serre’nin
desteği ile Paris’e geçti ve seramik
çalışmalarını Paris’te sürdürdü.
Füreya Koral
(1910-1997)
14
1951’de ilk seramik ve taş baskı
sergisini açtı. Seramik panolar, üç
boyutlu sanatsal objeler, vazo, tabak
gibi günlük yaşamda kullanılacak
ürünler
tasarladı.
Seramiklerinde,
soyuttan gerçek üstüne uzanan ve
yerelliğe önem veren bir anlam
çeşitliliği
vardır.
Özellikle
çini
eserlerinde, Doğu-Batı sentezini büyük
bir ustalıkla vurgulamıştır. Yurt içinde
ve yurt dışında 32 sergi açtı. Eserleri
Paris-Salon d’Octobre’de, Mexico’da
Modern Sanat Müzesi’nde, Prag Sanat
Müzesi’nde, Washington’da, Smitshonian İnstitute’de ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde
müze ve sanat galerilerinde sergilendi. Bu da Füreya Koral’ın seramik
çalışmalarından örnekler:
15
Füreya Hanım kendisini şöyle tanıtıyor: “Ne keyif verdiyse yaptım hepsini de.
Sigarayı eksik ciğerime rağmen düşürmedim dudaklarımdan. Hediye vermeyi çok
sevdim, param olduğu sürece pahalı armağanlar verdim eşime, dostuma… Erkekler
konusunda istediğimi yapmadım desem yalan olur. Kimini sevdim, kimini şan olsun
diye…” kendi hayatını tanımlamaktadır.
Aliye Berger
1903’de İstanbul’da doğdu. Oda, Şakir Paşa Ailesi’nin bir
üyesidir. Halikarnas Balıkçısı ile Fahr el Nissa Zeid’in
kardeşi Füreya Koral ile Nejat Devrim’in teyzesidir.
İstanbul’da Notre Dame de Sion Lisesi’nden mezun
olduktan sonra özel hocalardan resim ve piyano dersleri
aldı. 1935’ten 1939’a kadar Berlin ve Paris’te kardeşi Fahr
el Nissa Zeid’in yanında sanat çalışmalarına katıldı.
Aliye Berger
(1903-1974)
Carl Berger’le büyük bir aşk yaşadı ve 1947’de evlendi.
Carl Berger bir Macar virtüözü. Almanlar Macaristan’ı
işgal ettiğinde 1848’de Türkiye İstanbul’a kaçıyor ve orada
müzik dersleri vererek hayatını sürdürüyor ve o çevredeki
insanlara da İstanbul’da tabii Batı kültürüne yoğun bir ilgi
olduğu için Şakir Paşa’nın çevresindeki bütün gençlerde
Carl Berger’den ders alıyor. Çok sevdiği Carl Berger’le
Carl Berger
evleniyor ve altı ay sonra maalesef Carl Berger vefat
ediyor. Aliye Berger büyük bir üzüntü ve keder içine düşüyor ve bu üzüntüden
kurtulması için ablası Fahr el Nissa Hanım onu sanata yönlendiriyor ve oradan
Londra’ya gidiyor. John Buckland Wright’ın atölyesinde heykel ve gravür çalışmaya
16
başlıyor. 1951’de Türkiye’ye dönüyor ve ilk kişisel sergisini açıyor. Aliye Berger
desen ve yağlı boya resimler yaptıysa da, çeşitli malzemeler kullanarak, gravür
tekniğinde, siyah, beyaz ve gri tonlarda eserler üretmiştir. Eserlerinde İstanbul’un
çeşitli köşelerini bazen gerçekçi, bazen fantastik ve kendine özgü resmederek dışa
vurumcu lirik bir üslup oluşturduğu gözlenmektedir. Uluslararası Sanat Eleştirmenleri
Derneğinin 1954’de İstanbul’da toplanan kongresi nedeniyle Yapı Kredi Bankasının
düzenlediği yarışmada “Güneş” adlı ilk yağlı boya çalışmasıyla birincilik ödülünü 1 yıl
sonra da Tahran Bienali’nde ikincilik ödülünü alıyor. Arkasında çok değerli eserler
bırakarak, 9 Ağustos 1974’de İstanbul Büyükada’da vefat ediyor.
Aliye Berger’in resimleri bu, Carl Berger’in
resmi, burada dinamik ve güçlü bir şekilde
keman çalan bir figür görüyoruz. Bu portre
Aliye Berger’in; fakat Fahr el Nissa Zeid
kardeşi yapıyor. Bir mask gibi yani soğu
ve siyah renkler kullanılmış. Aliye
Berger’in içine düştüğü dramı bu portreyi
en güzel şekilde Fahr el Nissa Zeid
anlatmaktadır.
Carl Berger (Kağıt üzerine yağlı boya- özel
koleksiyon, 30x27 cm)
Fahr el Nissa Zeid
Aliye Berger’in portresi
Aliye Berger’in
otoportresi
Piyona Dersi, gravür baskı, 17x14 cm
Halikarnas Balıkçısı, gravür
baskı resim
17
Berger’in manzara resimleri:
. Hale (Salih) Asaf
Hale(Salih) Asaf
(1905-1938)
Hale Hanım 1905 yılında İstanbul’da doğdu. Babası II.
Abdülhamit döneminin Temyiz Reisi Salih Bey’di.
Büyükbabası da Sultan Abdülhamit’in yaverlerinden Asaf
Paşa’dır. Hale Hanım’da Notre Dame de Sion Fransız
Lisesi’nden mezun oluyor ve ilk resim derslerini teyzesi
Mihri Müşfik Hanım’dan alıyor. 1920 yılında Roma’ya
teyzesi olan Mihri Müşfik Hanım’ın yanına gitti ve resim
çalışmaya başladı. Daha sonra Paris’e Mortparnasse gitti
ve resim çalıştı. Mortparnasse o dönemde sanatçıların
yoğun olarak çalıştığı bir semt, Paris Kalesi. 1921 yılında
Berlin’e gitti. Güzel Sanatlar Akademisinde Prof. Von
Arthur Kampf’ın atölyesinde resim çalışmaya başladı. Mali
sıkıntılar nedeniyle 1924’de yurda dönmek zorunda kaldı.
Yurda döndüğünde İnas Sanayi-i Nefise Mektebinde Ömer
Adil Bey ve Feyhaman Duran’ın atölyesinde resim çalıştı.
18
1926’da Maarif Vekâleti bursuyla tekrar Almanya’ya gitti. Münih’te Lovis Corinth’in
atölyesinde resim çalıştı. Ertesi yıl burslu olarak tekrar Paris’e gitti, bu sefer de Andre
Lhote’un atölyesinde çalıştı.
1928’de yurda döndü ve Bursa’da resim
öğretmenliği yaptı. 1929 yılında kurulan Müstakil
Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliğinin üyesi oldu.
Karma sergilerine katıldı. 1931 yılında tekrar
Paris’e gitti. İtalyan edebiyatçı Antonio Aniante’yla
tanıştı ve birlikte yaşamaya başladılar. Birlikte
Galerie Jeuna Europe’yi yönettiler. Antonio’yu
Atatürk hakkında kitap yazmaya teşvik etti ve
Antonio kitabı Hale Asaf’a ithaf etti.
Kuvvetli akademik bir desene sahip olan sanatçı
resimlerinde peyzaj, portre ve figür konularını
işlemiştir. Konu, onun resimlerinde duyarlı görsel
anlatım unsurlarını kompoze etmek için bir araçtır.
Resimlerinde kübik bir üslup izlenimi görülse de
Hale Hanım kendine özgü bir anlatım dili
oluşturmuştur. Çok erken bir yaşta, 33 yaşında
hayata veda eden Hale Hanım’ın pek çok eseri Fransa’da kalmıştır.
19
Celile Hikmet
(İstanbul, 1883-1956, Ankara)
Celile Hikmet
(1883-1956)
1883 yılı İstanbul’da doğdu. Nazım Hikmet’in annesi
Sultan II. Abdülhamit’in yaverlerinden Enver Paşa’nın
kızıdır. Celile Hanım’ın kökleri Polonya ve Almanya’ya
dayanır. Dedesi Mahmut Celalettin Paşa (Borcenski)
Türk tebaasına geçmiş bir Polonyalıdır. Almanlar yine
1848’de Polonya’yı işgal ettiği zaman Borcenski
Osmanlı’ya sığınmıştır. Bir gemiyle kaçmış sonra
Boğazdan Karadeniz’e atlamış oradan da yine Osmanlı
paşalarının birine evlatlık girmiş ve kısa sürede askerî
okulda okuyarak paşalığa kadar yükselmiştir. Celile
Hanım’ın anne tarafı da Alman kökenlidir. Annesi Leyla
Hanım Alman kökenli Mehmet Ali Paşa’nın (Karl
Detroit) kızıdır. Karl Detroit 1827 yılında Hamburg
Limanı’nda gemide çalışırken 13-14 yaşlarında bir
gemiyle İstanbul’a geliyor. O da geri dönmüyor ve
İstanbul’da bir Osmanlı’ya sığınıyor ve bir Osmanlı
paşasının yanında okula gidiyor ve paşalığa kadar
yükseliyor.
Celile Hanım’ın ailesinin saraya yakınlığı sayesinde ilk resim derslerini saray
Ressamı Fausto Zonaro’dan aldı. Daha sonra Roma ve Paris’te resim öğrenimi
gördü. II. Dünya Savaşı sonunda Berlin’de resim çalışmaya gitti ve görme yeteneğini
kaybederek yurda geri döndü. Celile Hanım’ın resimleri oğlu Nazım Hikmet’in. Yine
Semih Rıfat Bey’in bir kurşun kalem çalışması. (Solda)
20
Şimdi bugünün anısına biraz da bütün
hayatımızı etkileyen, önemli olduğunu
düşündüğüm Celile Hanım’ın özel
hayatından
bahsetmek
istiyorum.
Celile Hanım Fransızcayı ana dili gibi
konuşan, piyano çalan, kültürlü güzel
bir kadındı. O yıllarda resimleriyle
olduğu kadar güzelliğiyle de İstanbul
sosyetesinin en çok konuştuğu
kadındı.
Osmanlı
Valisi
Nazım
Paşa’nın oğlu Hikmet Bey’le 1900
yılında
evlendi.
Bu
evlilikten
Türkiye’nin önemli isimlerinden Nazım
Hikmet dünyaya geldi. 1916 yılında
Hikmet Bey ve Celile Hanım arasında
şiddetli geçimsizlik başladı. Tam o
günlerde Celile Hanım ünlü şair Yahya
Kemal
Beyatlı’yla
karşılaşır
ve
aralarında duygusal bir yakınlaşma
başladı. Yahya Kemal Bahriye’de okuyan genç Nazım Hikmet’e şiir defteri vermek
için Celile Hanım’ın evine gelip gitmeye başlar. Bir süre sonra Celile Hanım eşinden
boşanır. Yahya Kemal Celile Hanım’ı evine oğlu Nazım Hikmet’in hocası olarak
rahatça girip çıkmaktadır. Henüz 16 yaşında olan Nazım annesiyle Yahya Kemal’in
arasındaki ilişkiyi fark eder ve bundan rahatsızlık duyar. Her gelişinde olduğu gibi ana
oğul Yahya Kemal’i bahçe kapısında karşılar. Yahya Kemal zemin kattaki büyük
odada Nazım Hikmet’e ders verir. Ders bitince de Nazım’a hava alması için bahçeye
çıkması söylenir. O sırada Celile Hanım’la Yahya Kemal sanat ve edebiyat üzerine
sohbet ederek baş başa kristal fincanlardan çaylarını içmektedirler. Çaydan sonra
Yahya Kemal bir ayrılışında Celile Hanım’a veda ederken onu öper. Nazım Hikmet
onları yan pencereden görmüştür. Yaralanmış bir kuşa döner, annesine bir şey
söylemez. Ama bir bahane ile akşam sofrasına oturmaz, sabah da okuluna erken
21
döner. Asıl olay Yahya Kemal’in bir hafta sonra ders için eve gelişinde patlak verir. O
gün Nazım Hikmet hocası Yahya Kemal’i isteksiz bir şekilde karşılar. Hareketlerinde
bir gerginlik vardır. Dersin bitmesini bitiminde bahçeye çıkıp gezmesi söylenir ve bu
sırada annesi ve Yahya Kemal salonda çay içerler. Nazım Hikmet Yahya Kemal’in
pardösüsünün cebine küçük bir kâğıt yazıp bırakır. Yahya Kemal’in pardösüsünü
giyip köşkten ayrılırken elini cebine sokunca küçük kâğıdı bulur. Bu Nazım’ın el
yazısıdır: “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz.”
Ben burada kısa bir yorum yapmak istiyorum. Aslında yani 16 yaşındaki babası dâhil
her şeyi annesi olan bir gencin ne kadar ölçülü ne kadar derin ve etkileyici bir söz
yazmış. Ben şahsen çok etkilendim. Çünkü o yaşta daha fevri belki daha böyle ileriye
giden sözler sarf edebilen bir genç ama Nazım Hikmet’in işte aldığı terbiye onun
kişiliği onun ileri de ne olacağını şu söz gösteriyor, yani “Hocam olarak girdiğiniz bu
eve babam olarak giremezsiniz” diye küçük bir not yazıyor. Bu not üzerine ünlü şair
Yahya Kemal tedirgin olur. Genç Nazım’la karşılaşmaktan çekindiği için bir süre
Celile Hanımın evine gelmez. Ne var ki Celile Hanım Yahya Kemal’i sevmektedir ve
onunla evlenmek ister. Ona göre oğlunun yaptığı bir çocukluktur. Durumu annesi
Leyla Hanım’a açar. Leyla Hanım da her anne gibi güzel kızının genç yaşta dul
olmasını istemez. Konuyu Yahya Kemal’le bir görüşecektir ve onun kızıyla evlenmesi
işini sağlama bağlamak ister. Yahya Kemal ise deli gibi âşıktır ama evlenmekten
hayatı boyunca korkmuştur. Zaten hiç evi olmadı. Yahya Kemal hep otel odalarında
yaşadı. Bu nedenle hiçbir zaman bu evlilik olmadı. Yahya Kemal hep kaçtı o evlilikten
ve beraberlikten. Aradan yıllar geçti Nazım Hikmet sosyalistti ve büyük bir şair
olmuştu. Dönemin iktidarı tarafından hapse atılmıştı. Görmeyen gözleriyle Celile
Hanım oğlunun hapisten kurtulması için Galata Köprüsü’nde açlık grevine
başlamıştır. Celile açlık grevi yaparken Yahya Kemal de Galata Köprüsü’nden
geçiyor. Yahya Kemal büyük aşkını Celile Hanım’ı gördü ama yanına gitmedi,
gidemedi. Yahya Kemal Nazım Hikmet’in kurtulması için açlık grevi yapan Celile
destek imzası da vermedi, oradan hızla uzaklaştı. Yahya Kemal öldüğünde
evraklarının arasında içinde kurumuş iki yaprak bulunan bir zarf çıktı. Şöyle
yazıyordu: “Bu zarfın içindeki hatıra 19 Ağustos 1930’da Sirkeci Garı’nda gece saat
22:00’de veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçeklerdir. Koparıp verdiği bu iki
yaprağı daima muhafaza edeceğim.” Celile Hanım bu aşkının devam etmeyeceğini
anladığı gece göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği Paris’e giderken Yahya Kemal’e
Sirkeci Garı’nda vermişti.
Celile Hanım yazları adaya gelir sonbaharda İstanbul’a döner. Yahya Kemal’in
hayatındaki en büyük aşkı olan Celile Hanım adadan ayrılırken her zaman Yahya
Kemal üzülür ve her şey anlamını kaybeder ve hüzünlenir. Yine bir gün Celile Hanım
adanın limanından kalkan gemiye biniyor ve oradan uzaklaşırken Yahya Kemal
çaresiz arkasından bakıyor ve ağzından şu mısralar düşüyor:
SESSİZ GEMİ
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
22
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden
Yahya Kemal’in bu şiirini biz hep ölüm için yazdığını düşünüyorduk. Oysaki Yahya
Kemal bu Celile Hanım adadan ayrılırken hiçbir zaman bir araya gelmedikleri için
içinde ölen aşkı bu şekilde dile getirmiş. Ölümdür elbette Sessiz Gemi’nin konusu
ama aşkta aranan ölümdür. Büyük bir aşkın hüsranla biten hikâyesidir.
Not: Atılım Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı -Kurumsal
Arşiv- tarafından “Modern Türkiye’nin Öncü Kadın Sanatçıları” konulu yukarıdaki
konferansın metin haline dönüştürülmesi sırasında metnin bütünlüğü için tanıtılan
sanatçıların resim ve eserleri internet ortamından temin edilmiştir.
23
Download