T.C. GAZĐ ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ ĐKTĐSAT ANABĐLĐM DALI MERKANTĐLĐZM, FARKLI MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE UYGULAMALARI ETKĐLEYEN UNSURLARIN ÜLKELER BAZINDA ANALĐZĐ (Fransa: Jean Baptiste Colbert Ve Đngiltere: Sir Josiah Child’ın Görüşleri Temelinde Bir Karşılaştırma) DOKTORA TEZĐ HAZIRLAYAN Erdem DOĞRUER TEZ DANIŞMANI Doç. Dr. Ufuk SERDAROĞLU Ankara 2009 ONAY Erdem DOĞRUER tarafından hazırlanan “Merkantilizm, Farklı Merkantilist Anlayış Ve Uygulamaları Etkileyen Unsurların Ülkeler Bazında Analizi (Fransa: Jean Baptiste Colbert Ve Đngiltere: Sir Josiah Child’ın Görüşleri Temelinde Bir Karşılaştırma)” başlıklı bu çalışma, 21/01/2009 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği ile başarılı bulunarak jürimiz tarafından Đktisat Anabilim dalında doktora tezi olarak kabul edilmiştir. Prof Dr. Şiir YILMAZ (Başkan) Prof. Dr. Tuba M. ONGUN Prof. Dr. Muzaffer SARIMEŞELĐ Prof. Dr. Arslan SONAT Doç. Dr. Ufuk SERDAROĞLU ÖNSÖZ Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüşleri ve o dönem Fransa ve Đngiltere’deki uygulamalardan hareket edilerek, merkantilist anlayış ve uygulamaları belirleyen ve farklılaştıran unsurların, söz konusu iki ülke örneği temelinde, ortaya çıkarılmaya çalışıldığı bu çalışmanın hazırlanmasında, burada isimlerine tek tek yer vermemin mümkün olamayacağını düşündüğüm pek çok kişi ve kurumun desteğini aldığımı belirtmeliyim. Bununla beraber hepsine teşekkürlerimi sunmam gerektiğini biliyorum ve sunuyorum. Öte yandan, çalışmayı beraber yürüttüğümüz, desteğini bir an olsun azaltmadan, içten ilgisini de hep hissettirerek fikir veren ve yol gösteren saygıdeğer hocam Doç. Dr. Ufuk SERDAROĞLU, aynı şekilde tez izleme komitesinde yer alan; Prof. Dr. Şiir YILMAZ ve Prof. Dr. Muzaffer SARIMEŞELĐ hocalarıma da, yetmeyeceğini bilmeme rağmen, en içten teşekkürlerimi iletiyorum. Nihayet bu süreci büyük fedakârlık ve özveride bulunarak benimle beraber bizzat yaşamış olan, dolayısıyla çalışmanın ortaya çıkmasında yadsınamaz payları bulunan değerli eşim Aysel DOĞRUER ve biricik kızımız Arzum DOĞRUER ile, her ne kadar dolaylı payı ancak sürecin sonlarına doğru gerçekleşmiş olsa da, dünyaya henüz gözlerini açma yolunda olan oğlumuz Arda DOĞRUER’e de, ayrıca teşekkür ediyorum. Erdem DOĞRUER Ankara, Ocak 2009 ii ĐÇĐNDEKĐLER ÖNSÖZ…………………………………………………………………………........i ĐÇĐNDEKĐLER……………………………………………………………………….ii TABLOLAR VE ŞEKĐLLER………………………………………………………..vi GĐRĐŞ………………………………………………………………………………...1 BĐRĐNCĐ BÖLÜM MERKANTĐLĐZMĐN TARĐHĐ 1. MERKANTĐLĐZMĐN ORTAYA ÇIKIŞI………………………….………………3 2. MERKANTĐLĐST DÜŞÜNCENĐN TEMEL ÖZELLĐKLERĐ……………………8 ĐKĐNCĐ BÖLÜM MERKANTĐLĐSTLERĐN TEMEL POLĐTĐKA ÖNERĐLERĐ 1. NÜFUS, ĐSTĐHDAM VE ÜCRET POLĐTĐKASI………………………………15 1.1. Nüfus Politikası…………………………………………………………..15 1.2. Đstihdam ve Ücret Politikası…………………………………………….16 2. EĞĐTĐM POLĐTĐKASI…………………………………………………………..20 3. ÜRETĐM VE VERGĐ POLĐTĐKASI…………………………………………….20 3.1. Üretim Politikası………………………………………………………….21 3.2. Vergi Politikası……………………………………………………………22 4. ENFLASYON, PARA VE FĐYAT POLĐTĐKASI………………………………22 5. FAĐZ POLĐTĐKASI………………………………………………………………24 6. DIŞ TĐCARET POLĐTĐKASI……………………………………………………25 iii ÜÇÜNCÜ BÖLÜM FARKLI ÜLKELERDEKĐ MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE GÖRÜŞLERĐN TEMEL UNSURLARI 1. ĐSPANYOL MERKANTĐLĐZMĐ…………………………………………………28 2. PORTEKĐZ MERKANTĐLĐZMĐ…………………………………………………31 3. ĐTALYAN MERKANTĐLĐZMĐ…………………………………………………...34 4. ALMAN MERKANTĐLĐZMĐ (KAMERALĐZM)…………………………………35 5. HOLLANDA MERKANTĐLĐZMĐ………………………………………………..37 6. FRANSIZ MERKANTĐLĐZMĐ (COLBERTĐZM) VE ÖNDE GELEN TEMSĐLCĐLERĐ…………………………………………………………………39 6.1. Jean Bodin………………………………………………………………..39 6.2. Antoine de Montchrétien………………………………………………...40 6.3. John Law………………………………………………………………….41 6.4. Richard Cantillon…………………………………………………………42 7. ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐ VE ÖNDE GELEN TEMSĐLCĐLERĐ…………...43 7.1. John Hales………………………………………………………………..43 7.2. Gerard de Malynes……………………………………………………….44 7.3. Edward Misselden………………………………………………………..45 7.4. Thomas Mun……………………………………………………………...47 7.5. Sir William Petty………………………………………………………….47 7.6. Charles Davenant………………………………………………………..49 7.7. Nicholas Barbon………………………………………………………….50 7.8. John Locke………………………………………………………………..51 7.9. Sir Dudley North………………………………………………………….52 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 17. YÜZYIL AVRUPASI’NDA FRANSIZ VE ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐNĐN, JEAN BAPTISTE COLBERT VE SIR JOSIAH CHILD’IN GÖRÜŞLERĐ VE POLĐTĐKA ÖNERMELERĐ BAZINDA ANALĐZĐ 1. 17. YÜZYIL AVRUPA’SI VE EKONOMĐSĐ......………………………….54 iv 1.1. Coğrafi, Demografik ve Sosyal Durum………………..........………….55 1.2. Bilim ve Sanat Dünyası……………………...........……………………..67 1.3. Dini Yapı ve Đhtilâflar……………………….……….............…………...68 1.3.1. Otuz Yıl Savaşları…………………….……………….............….70 1.4. 17. Yüzyıl Avrupa Ekonomisi…………….………............................73 1.4.1. Şirketler ve Şirketlerin Yapısı……………………...……………..81 2. 17. YÜZYIL FRANSA’SI VE EKONOMĐSĐ........................…………….84 2.1. Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı………………..........………………87 2.2. Demografik ve Sosyal Durum………..........…………………………….92 2.3. Bilim ve Sanat Dünyası……..........……………………………………...93 2.4. Dini Yapı ve Đhtilâflar…………….............……………………………….95 2.5. 17. Yüzyılda Fransa Ekonomisi………………………………………98 2.5.1. Vergi Sistemi……………………………………………………...101 2.5.2. 17. Yüzyılda Fransa’nın Sömürgeci Yayılması……………108 2.6. Jean Baptiste Colbert…………………………………………………...111 2.6.1.Jean Baptiste Colbert’in Görüşleri ve Uygulamaları Temelinde Fransa’daki Sanayileşme ve Ticaret Politikaları….113 3. 17. YÜZYIL ĐNGĐLTERE’SĐ VE EKONOMĐSĐ.....................................126 3.1. Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı……...……….......………………..130 3.2. Demografik ve Sosyal Durum…………..........………………………..137 3.3. Bilim Dünyası ve Teknik Yenilikler……..........………………………..141 3.4. Dini Yapı ve Đhtilâflar….....................................................................141 3.5. 17. Yüzyılda Đngiltere Ekonomisi………...…………………………142 3.5.1. Şirketler ve Şirketlerin Yapısı…………………………………...146 3.5.2. Tarım, Hayvancılık ve Ticaret Temelinde Sanayileşme Politikası…………………………………………………………..148 3.5.3. 17. Yüzyılda Đngiltere’nin Sömürgeci Yayılması…………...151 3.5.4. Doğu Hindistan Şirketi…………………………………………...158 3.6. Sir Josiah Child…………………………………………………………..165 3.6.1. Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev………………………………...171 3.6.2. Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler……………..180 v 4. 17 NCĐ YÜZYIL FRANSIZ VE ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐNĐN KARŞILAŞTIRILMASI……………………………………………………….192 BEŞĐNCĐ BÖLÜM JEAN BAPTISE COLBERT ĐLE SIR JOSIAH CHILD’IN GÖRÜŞLERĐ TEMELĐNDE, 17. YÜZYILDA FRANSA VE ĐNGĐLTERE’DEKĐ MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE UYGULAMALARI ETKĐLEYEN UNSURLAR 1. SĐYASET VE YÖNETĐM ANLAYIŞI…….………………………..……...201 2. TĐCARET VE EKONOMĐ…………………………………..……………...203 3. ŞĐRKETLEŞME VE SÖMÜRGECĐ YAYILMA FAALĐYETĐ……..……...208 4. DEMOGRAFĐK VE SOSYAL DURUM…………………………………..211 5. DĐNĐ, SĐYASĐ VE EKONOMĐK MÜCADELELER……………………….213 SONUÇ…………………………………………………………………………...216 KAYNAKÇA………………………………………………………………………222 ÖZET……………………………………………………………………………...229 ABSTRACT………………………………………………………………………230 vi TABLOLAR VE ŞEKĐLLER TABLOLAR Tablo 1. Avrupa, Fransa ve Đngiltere’de Nüfusu 10.000’den Fazla Olan Şehir Sayısı (1600, 1650 ve 1700 Yılları)……………………...59 Tablo 2. Avrupa, Fransa ve Đngiltere’de Nüfusu 10.000’den Fazla Olan Şehirlerin Toplam Nüfusu (1600, 1650 ve 1700 Yılları)……..60 Tablo 3. Avrupa, Fransa ve Đngiltere’nin Toplam Nüfusu (1600, 1650 ve 1700 Yılları)………………………………………………………….61 Tablo 4. 17. Yüzyılda Londra Nüfusu, Doğum ve Ölüm Oranları.…..…..…...61 Tablo 5. Fransa’da 17. Yüzyılda Tarımsal Alandan Toplanan Vergi Miktarı…………………………………………………………………..103 Tablo 6. Fransa’nın Bazı Yabancı Mallara Uyguladığı Gümrük Resmindeki Artışlar……………………………………………………107 Tablo 7. 17. Yüzyılda Đngiltere’de Sosyal Sınıflar ve Gelirleri…….………...139 ŞEKĐLLER Şekil 1. Merkantilist Düşüncede Đşgücü Arz Eğrisi…………………………….19 GĐRĐŞ Çeşitli olay ve olgular arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurmak mümkündür. Tarihi süreç içinde de, özellikle tarihin yönünün değiştiği şeklinde genel kabul gören durumlarda bu ilişki çok daha belirgin olmakla beraber, yine tarihsel süreç içinde yaşanan ve halen yaşanmakta olan dönemlerin, hem tüm nedenlerini hem de başlangıç ve bitiş noktalarını diğer bir söylemle çerçevesini net bir biçimde tayin etmek çoğu zaman mümkün olmayabilir. Bu bağlamda 16. ve 18. yüzyıllar arasında yaklaşık üç yüz yıllık bir zamana yayıldığını ifade edebileceğimiz merkantilist dönem de birden bire ortaya çıkmamıştır. Nitekim bu dönemin yaşanmasında pek çok unsur etkili olmuştur. Dönemin başlangıcı için belirtilen bu hususlar, kuşkusuz söz konusu dönemden geçmiş olan ülkelerdeki merkantilist görüş ve uygulamalar için de geçerli olmuştur. Dolayısıyla bu dönem ülkelerinde merkantilizm ve merkantilist uygulamalara yön vermiş olan pek çok devlet adamı ve düşünür tarih içinde yerlerini almışlardır. Bu bağlamda merkantilist anlayış temelde aynı veya benzer görünse de, söz konusu dönem ülkelerindeki, ekonomi, ticaret ve özellikle dış ticaret, şirket kurma çabaları, siyasi durum ve yönetim anlayışı, demografik ve sosyal durum, bilim ve teknik yenilikler, dini yapı, siyasi, ekonomik ve din temelli mücadeleler gibi unsurlar, merkantilist anlayış ve uygulamaları belirlemiş ve farklılaştırmıştır. Bunu ortaya koyabilmek için bu çalışmada; söz konusu durum iki ülke örneğinden hareket edilerek, yani Fransa ve Đngiltere'deki belirtilen unsurlarca şekillenen ve farklılaşan 17. yüzyıl merkantilist anlayış ve uygulamaları, karşılaştırmalı bir biçimde tespit edilecektir. Bu yapılırken, 1619-1683 yılları arasında yaşamış olan Jean Baptiste Colbert’in dönemin Fransız devlet yönetiminde yer almış olması, dolayısıyla politika belirleme ve uygulamada etkin konumda bulunması, 1630-1699 yılları 2 arasında yaşamış olan Sir Josiah Child’ın ise, yine döneminin eser ortaya koyan önde gelen düşünürlerinden biri olması ve Đngiliz tarihinde çok önemli bir yeri olan ve o dönemde devlet yönetimi üzerinde büyük etkisi bulunan Doğu Hindistan Şirketi'nin yönetim kademesinde ve değişik dönemlerde parlamentoda üye olarak bulunmuş olmasından, yani hem aynı dönemde yaşamış olmalarından hem de ülkelerindeki merkantilist anlayış ve uygulamalarda belirleyici rol oynamalarından hareketle söz konusu karşılaştırma, Colbert'in görüş ve uygulamaları ile Child'ın görüşleri ve dönem Đngiltere’sindeki uygulamalar temelinde yapılacaktır. Ancak bu karşılaştırmadan evvel, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için genel anlamda bir çerçeve oluşturmanın yararlı olacağı düşüncesiyle, kısaca merkantilizmin tarihi ve merkantilistlerin temel politika önerileri üzerinde durulacak, yani merkantilizmin genel anlamda tanıtımı yapılacaktır. Ardından yine söz konusu karşılaştırmaya zemin oluşturması bakımından, farklı ülkelerdeki merkantilist anlayış ve görüşler üzerinde durulacak izleyen bölümde ise 17. yüzyıl Avrupa'sı ve ekonomisi ile aynı dönem Fransa'sı, Đngiltere'si ve bu ülkelerin ekonomileri ele alınacaktır. Böylelikle oluşturulan bu zemin doğrultusunda Colbert’in görüş ve uygulamaları ile Child’ın; “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev-A New Discourse of Trade” ile “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler-Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money” adlı eserlerinde ileri sürdüğü görüşleri ve dönem Đngiltere’sindeki uygulamalar esas alınarak, iki ülkedeki merkantilist anlayış ve uygulamalar karşılaştırılacak, bu karşılaştırma sonucunda ulaşılan farklılıklar belirtilecek ve söz konusu farklılıklarda etken olan unsurlar ortaya çıkarılacaktır. 3 BĐRĐNCĐ BÖLÜM MERKANTĐLĐZMĐN TARĐHĐ Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüşleri temel alınarak, Fransa ve Đngiltere örneğinden hareketle farklı merkantilist anlayış ve uygulamaları etkileyen unsurların ortaya konulması amaçlanan bu çalışmada, hem bir çerçeve oluşturmak ve hem de çalışmanın amacı bakımından zemin oluşturmak anlamında, merkantilizmi tanıtmak gereği ortadadır. Dolayısıyla bu bölümde merkantilizmin, temel politika önerileri de ele alınarak, tarihsel anlamda tanıtımı yapılacaktır. 1. MERKANTĐLĐZMĐN ORTAYA ÇIKIŞI Rönesans ve Reform hareketleri, Avrupa’da temel ekonomik değişmelere yol açmıştır. 15. yüzyılda ve izleyen çağlarda görülen kapitalist rejim “Ticari Devrim” olarak adlandırılır. Yaklaşık 1400’lü yıllarda başlayan ticari devrimin nedenleri çok açık değildir. Gerçekten de bu hareketi doğuran nedenler zannedilenin aksine kademeli olarak ortaya çıkmıştır. Söz konusu nedenler şu şekilde sıralanabilir : 1) Akdeniz ticaretinin Đtalyan şehirlerinin monopolüne girmesi; 2) Đtalyan şehirleri ile Kuzey Avrupa arasındaki kârlı ticaretin gelişmesi; 3) Duka altını ve Florin gibi madeni paraların tedavüle girmesi; 4)Madencilik, gemicilik ve ticarette sermaye birikiminin gerçekleştirilmesi; 5)Savaş araç gereci talebi ve yeni kralların ticareti geliştirmek için daha fazla vergiye tabi zenginliği teşvik etmesi; 6)Uzak doğu mallarına yönelik arzunun seyyahların bu yöndeki raporlarıyla teşvik edilmesi, özellikle Marco Polo tarafından 13. yüzyılın 4 sonlarına doğru Çin’e yapılan seyahat sonucunda, bu ülkenin zenginliğine ilişkin raporların yayımlanması. Tüm bu faktörler Rönesans’ın şartlarını hazırlamış, güç ve zenginliğe ilişkin yeni bakış açıları getirmiş ve ticaretin genişlemesi için gerekli araç gereci sağlamıştır (Burns ve Ralph, 1964: 608-609). Birbirini doğuran bu faktörler haliyle birbirleri ile bağlantılı olup, zaman içinde kademeli ve karşılıklı etkileşimle ortaya çıkmış olan faktörlerdir. Örneğin; Avrupa’nın güneyi ile kuzeyi arasında ticaret hacminin artmaya başlaması, Đtalya’nın Akdeniz ticaretinde, başta Venedik şehri aracılığıyla, hakim duruma gelmiş olmasından kaynaklanmıştır. Diğer yandan 15. yüzyılın sonlarına doğru denizcilik bilgisinin gelişmesi, pusulanın bulunması ve yeni haritaların düzenlenmesi, ticaret yoluyla zenginleşme isteğinden hareketle Avrupa’da beraberinde yeni yerlere sahip olma ve koloni kurma çabalarını da ortaya çıkarmıştır. Söz konusu yüzyılda yaşanan yeni yerlere sahip olma ve koloni kurma çabalarında, Đngiltere ve Fransa, Đspanya’yı izlemekteydi. John Cabot ve oğlu tarafından 1497-1498 yıllarında gerçekleştirilen seyahat, Đngiltere’nin Kuzey Amerika’ya yerleşme isteğinin temelini oluşturmuştur. 16. yüzyılın başlarında, Fransız kâşif Cartier, St. Lawrence’a deniz yoluyla ulaştı. Bu suretle Kanada’nın doğusuna yerleşimi sağladı. Yüz yıldan fazla bir süre sonra; Joliet, La Salle ve Father Marguette’nin keşifleri, Fransa’ya Missisipi Vadisi’nde ve Büyük Göl bölgesinde ayak basacak yer sağladı. Diğer yandan Hollanda’nın Malaca, Spice Islands, Hindistan Limanı ve Afrika gibi en değerli sömürgeleri, 17. yüzyılın başlarında Portekiz’den alınmıştır. Ancak kâşif Henry Hudson tarafından 1623 yılında ulaşılan Amerika Kıtasındaki New Netherlands ise daha sonra Đngilizlere bırakılmıştır. Dolayısıyla bu keşif gezilerinin sonuçları ve kurulan sömürge imparatorlukları çok değişkendi. Başlangıçta Akdeniz ile sınırlı olan ticaret dünya ölçeğine çekilmiş, yedi denize yayılmış oldu1 (Burns ve Ralph, 1964: 611). 1 Söz konusu dönemde Avrupa’da yoğun bir sömürge elde etme mücadelesi başlamış ve bu durum izleyen yüzyıllarda da sürmüştür. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde, Fransa ve Đngiltere’nin sömürgeci yayılmaları özelinde, konu üzerinde detaylı bir biçimde durulacaktır, s.108-111; 151-157. 5 Belirtildiği üzere doğuya özgü azda olsa monopol özellik taşıyan ticaret, “Genova, Pisa, Venice” gibi Đtalyan şehirlerine kaymıştı. “Lisbon, Bordeaux, Liverpool, Bristol ve Amsterdam” limanları gemilerle dolup taşmıştı. Diğer yandan ticaret hacminde ve tüketim maddelerinin çeşitliliğinde muazzam derecede bir artış yaşanmıştı. Doğudan getirilen baharat ve tekstil ürünlerine, Kuzey Amerika’dan getirilen mısır, tütün ve patates ilave olunmuştu. Rom Karayip Adaları’ndan, kakao, çikolata ve boya Güney Amerika’dan, fildişi, köle ve devekuşu tüyü ise Afrika’dan sağlanıyordu. Bu malların dışında, özellikle batı yarımküreden getirilen; şeker, kahve, pirinç ve pamuk gibi malları da belirtmek gerekir (Burns ve Ralph, 1964: 611). Bu noktada yeni icat ve keşiflerin ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinde durmak yaralı olacaktır. Belirtilen bağlamda belki de buluş ve denizaşırı keşiflerin en önemli sonucu; değerli maden arzının artması olmuştur. Nitekim Burns ve Ralph’e göre; “Christoph Colomb Amerika’yı keşfettiğinde, tahminlere göre Avrupa’da tedavülde olan altın ve gümüş tutarı 400.000.000 Doların üzerinde değildi. 1600 yılında Avrupa’daki değerli maden hacmi, belirtilen tutarın yaklaşık 5 katına ulaşmıştır. Bunların bazıları Đspanyollar tarafından Đnka ve Aztek’lerden yağmalanmıştır. Ancak büyük bir çoğunluğu Meksika, Bolivya ve Peru madenlerinden getirilmiştir. Altın ve gümüş miktarındaki bu artış çok yüksek düzeydeydi. Kapitalist ekonominin büyümesinde bu durumdan daha fazla etken olan başka bir unsur olmamıştır” (Burns ve Ralph, 1964: 611). Avrupa’da yaşanan bu değişimin keşifler bağlamında ortaya çıkardığı sonuçları daha belirgin bir biçimde ele alacak olursak; Yılmaz bu durumu şöyle ifade etmektedir; “Büyük coğrafi keşifler, denizaşırı ülkelerden gelen ganimetler, feodal Avrupa’nın ticaret yoluyla zenginleşmesine yol açmıştır. Bu zenginlik bir yandan kurulu düzenin temellerini sarsarken, kendine özgü yeni bir düzenin kuruluşunu da hazırlamıştır. Değerli maden akımıyla başlayan pahalılık köylüleri yoksullaştırırken, zenginliğini kurulu toprak düzeninden alan feodallerin durumu güçleşmekteydi. Daha fazla vergi peşinde koşan feodallere karşı köylü ayaklanmaları başlamıştı. Feodal otorite için çıkış yolu ticaretten gelen servete el koymak ve dış ticaret yoluyla sürekli 6 daha çok servet edinmekti. Ama nasıl? Đlk akla gelen ülkeden değerli maden çıkışına yasaklar getirmekti, Đspanya, Portekiz, hatta bir süre için Đngiltere ve Fransa bu yolu denediler ama bu yeterli değildi. Ticaret yoluyla altın kazancını sürdürmek gerekiyordu. Bu da fazla veren bir dış ticaret bilançosuyla, pahalıya satıp ucuza satın almakla mümkün görünüyordu. Ne var ki bir ülkenin sürekli çok ve pahalıya mal satıp, az ve ucuz mal alması nasıl gerçekleşebilecekti? Bu amaca yönelik en uygun yol tekelleşmekten geçiyordu. Geniş ayrıcalıklarla donatılmış ticari kumpanyalar denizaşırı ticareti monopol altına aldılar. Siyasal erk deniz gücüyle bu kumpanyaların yanında yer aldı. Gümrükler, yasaklarla engellenmeye çalışılan uluslararası rekabet, gerektiğinde savaşa başvurularak önlendi. Yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik bu dönemin en belirgin özelliği oldu. Genellikle ikili anlaşmalar çerçevesinde yürütülen ticaret, önceden belirlenmiş ticaret yolları kullanılarak yapılır, yalnız ülkeye giriş çıkışlarında değil, ticaret yolu üzerinde kurulan ileri karakollarda bile döviz kontrolü yapılırdı. Ticaretteki bu tekelleşme, dünyanın savaş yoluyla paylaşılmasına ve Pazar-ülkelerde koloni düzeninin kurulmasına varan gelişmeleri başlatmıştır” (Yılmaz, 1992:5). Dolayısıyla Avrupa’daki belirtilen değişim süreci, birbirini etkileyen zincirleme olgu ve olaylar çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Nitekim coğrafi keşifler vurgulanan ülkeler başta olmak üzere, Kıta Avrupa’sı dışından sağlanan özellikle değerli maden akımı sayesinde Avrupa’nın zenginleşmesine olanak sağlamakla beraber, genelde ticaretin ve özelde dış ticaretin himayeci ve monopol güç oluşturma ekseninde yeniden düzenlenmesi gerçeğini ve bu yönde uygulamaları beraberinde getirmiştir. Öte yandan ticari hayatta yaşanan bu belirgin değişim sürecine nazaran daha uzun bir zaman aralığını kapsıyor olsa da, feodal düzenin temellerinin sarsılmaya başlaması ülkelerin yönetim biçimlerinin sorgulanmaya başlanmasını ve daha da önemlisi değiştirilmesi yönünde özellikle köylü isyanlarıyla belirginleşen mücadeleyi beraberinde getirmiştir. Tüm bu teknik alanda yaşanan yenilikler, başta pusula olmak üzere yapılan yeni icatlar, coğrafi keşifler, ulaşılan zenginlikler gibi birbirine bağlı, yani aralarında neden-sonuç bağlantısı bulunan gelişmeler, Avrupa’da ticareti 7 ve özellikle denizaşırı ticareti en önemli gaye haline getirmiştir. Tüm bu gelişmeleri ise Yılmaz şöyle ortaya koymaktadır; “1500’lerin Avrupa’sı en fazla kazanç getiren alan olan ticaret hayatının, özellikle de deniz aşırı ticaretin gereklerine uygun olarak örgütlenmeye zorlandı. Gelişmeye ayak uyduramayan feodal beyler tasfiye oldu. Tek ve güçlü bir kral ticaretin gereksindiği ordu ve donanmayı kurmayı, savaşmayı üstlendi. Tarım ve zanaatle uğraşanlar üretimlerini arttırmak için gerekeni yapmaya başladılar. Tarımda toprağa bağımlılık, lonca düzeninde ustaya sadakat ortadan kalktı. Ticaret devrimi diye de adlandırılan bu dönem, kapitalist düzenin ilk temel taşlarını attı. Đktisatçılar arasında iktisadi düşünceyi bu dönem düşünürlerinin görüşleriyle başlatmak gelenek halini almıştır. Bunda pek de haksız sayılmazlar, bugün geçerliliğini koruyan pek çok iktisadi soruna ilk yaklaşım ve ilk çözüm önerileri o devir düşünürlerinden gelmiştir. 1500-1750 yıllarını kapsayan bu döneme Merkantilist Dönem, o dönemin iktisadi düşünce adamlarına da Merkantilistler adı verilir” (Yılmaz, 1992:5-6). Nitekim söz konusu dönemde, özellikle broşür şeklinde çalışmalar ortaya koyan 16., 17. ve 18. yüzyılda yaşamış olan düşünürlerin eserleri, ilerleyen dönemlerde iktisatçılar tarafından inceleme ve değerlendirmeye tabî tutulmuştur. Bu bağlamda Spigel’e göre; “17. yüzyıl ve 18. yüzyılın ilk yarısındaki yazarların düşünceleri ilk defa Adam Smith tarafından “Milletlerin Zenginliği”nin IV. kitabında ele alınıp, sistematize edilmeye çalışılmıştır. Kitabın 200 sayfadan fazla kısmı Smith tarafından merkantilist sistemin inceleme ve eleştirisine ayrılmıştır. Smith merkantilist sistemin zayıflıkları üzerinde durarak kendi düşüncelerini güçlendirmiştir. Sistemin bilinen ismi olan “Merkantilizm” de Smith tarafından verilmiştir (Spiegel, 1971:98). Üç asır gibi uzun bir zamana yayıldığı ifade edilen merkantilist döneme geçiş sürecinde hâkim olan temel olgu, anlayış ve düşünceler ile bunlarda yaşanan değişimlerin ortaya konulması, söz konusu dönemin daha iyi anlaşılmasına olanak sağlayacaktır. Bunlar üzerinde, merkantilist düşüncenin temel özellikleri başlığı altında, izleyen bölümde durulacaktır. 8 2. MERKANTĐLĐST DÜŞÜNCENĐN TEMEL ÖZELLĐKLERĐ Merkantilizm öncesi ortaçağ anlayışında lüks harcamalar toplum için tehlikeli görülüyordu. Hırslı, açgözlü ve gösterişli tüketim sadece çok kötü ve hatta günah değil, aynı zamanda toplum tarafından da istenmiyordu. Çünkü bu durum sınıf ilişkilerini rahatsız eder düşüncesi hakimdi. Bu etik kınama merkantilist literatürün ilk zamanlarında da devam etmiş ancak zamanla değişime uğramıştır. Nitekim başlangıçtaki bu düşünce daha sonra, savurgan harcama sadece yabancı mallar açısından yasaklanmalıdır, haline gelmiştir. Bireysel ve ulusal bazda tutumluluk sürmekle beraber, yavaş yavaş artan tüketimin ulusal gücün göstergesi olduğu yönünde inanç ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu görüş sahiplerine Barbon, Coke, North ve Petty örnek verilebilir. Özgürce harcamak, yoksullara iş sağlamak için ahlâki bir görevdir. Sonraki dönemde, bu yöndeki görüşleri William Temple, Postlethwayt, Hume ve Steuart da savunmuşlardır. Hatta bu konuda tutucu olan Thomas Manley bile içkiye, fahişeliğe ve savurgan yaşama karşı çıkmamıştır (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:84-85). Tüm bu değişimin ilişkilendirilebileceği anahtar kavramın, ticaret olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim belirtilen görüşe yönelik destek, zaman içinde giderek artmıştır. Çünkü canlılık paranın dolaşımını sağlayacak ve ticaret daha çok artacaktır. Rahip-iktisatçı Josiah Tucker bile harcama ilkesini ahlâki bir görev olarak göstermiştir. Bir kişi, ilk olarak çocuklarını eğitmeli ve onların toplumda bir yer edinmelerini sağlamak amacıyla miras bırakmalıdır. Ardından toplum kazancı için tüketim yapmalı, gelirini harcamalıdır. Petty’de görkemli eğlencelere karşı çıkmamıştır. Çünkü bu giderler biracıların, fırıncıların, terzilerin, ayakkabıcıların ve diğerlerinin ceplerine geri dönecektir (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:87). Bu açıklamaların ışığında merkantilizmin, ticari kazanç üzerine kurulmuş olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Merkantilist dönemin ilk yazarları, bir ülkenin daha çok ihracat yapıp daha az ithalâtta bulunması durumunda, yerli işgücüne istihdam yaratılacağı üzerinde durmuşlar ve bu görüş tüm 17. ve 18. yüzyıllarda kesintisiz devam etmiştir (Schmitt’den aktaran Blaug, 1991a:194). Dolayısıyla bu tespit de, merkantilist dönem denilince, genelde 9 ticaret, özelde ise dış ticaretin ne denli önemli kavram olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Merkantilist düşüncedeki tam istihdam anlayışına gelince; bu düşünceye göre ekonomi normal şartlar altında kendiliğinden tam istihdama ulaşacaktır. Bu yolda bireylerin çıkarı ve sosyal amacı düşünülmemelidir. Bu düşünceye göre parasal fonların bireyde toplanması mallar için yeterli talep olmamasına yol açacaktır. Zenginler gelirlerini mecburiyet durumunda serbestçe harcamalıdır. Buna ilaveten harcamanın sadece yerli mallara yönelik olması da ahlâki zorunluluktur. Bu düşünce merkantilist doktrinde hakim olan para arzusundan vazgeçilmesi gerektiğine inanan dinsel inançlarına sadık teorisyenler tarafından ortaya atılsa da, pek çok yazar tarafından artan ihraç malları ve yurtiçi tüketimin işsizlik yükünü azaltacağı inancıyla büyük çapta desteklenmiştir (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:87). Bu da merkantilist sistemde, birey ile devlet arasındaki tercihte ön plana kuşkusuz devletin çıkarıldığını ortaya koymaktadır. Merkantilist dönemin ortalarına, yani 17. yüzyıla gelindiğinde ise; şirketler eskisine nazaran yeni örgütlenme biçimine sahip oldular. Faaliyet alanları da yine eskiye nazaran oldukça genişlemişti. Çok sayıdaki yatırımcının payı bulunan sermaye şirketleri söz konusu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu şirketlerin pek çok avantajı olduğu gibi, aynı şekilde ortaklarına da birçok avantaj sunmaktaydı. Đlk olarak bu tür şirketler sürekliliği olan birliklerdi. Yani ortaklardan birinin çekilmesi veya ölümü halinde dağılmıyordu. Đkincisi sorumluluk sınırlıydı. Dolayısıyla ortaklar olası zarar karşısında sadece şirket yatırımının kendi payına düşen kısmı kadar sorumluydular. Üçüncüsü ise sermayenin daha fazla arttırılması durumunda, ortaklara dağıtılan pay da artıyordu. Kısaca modern anonim ortaklıkların sahip bulunduğu, bir kişinin sahip olduğu bireysel ayrıcalık garantisi dışında, her avantaja sahiptiler (Burns ve Ralph, 1964:616). Şirketlerin yapısında meydana gelen bu değişim hem şirketlerin mali bünyesi ve sermaye hacmini hem de devamlılığını, yani daha uzun süre faaliyette bulunmalarını beraberinde getirmiştir. 10 Anonim ortaklık şeklinde oluşturulan bu şirketlerin diğer bir özelliği ise, ticari risklere karşı kurulmuş olmalarıdır. Bunlardan bir kısmı ayrıcalıklı şirketlerdi. Bunun anlamı, belli yörelerde devlet garantisiyle monopol durumda olmaları ve faaliyette bulundukları yerlerde geniş yetkiye sahip olmalarıdır. Bunlardan biri olan ve 1600 yılında kurulan Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi2, Hindistan’da özel bir devletmiş gibi hüküm sürmüştür. Diğer meşhur ayrıcalıklı şirketler ise, Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi, Hudson’s Bay Company, Plymouth Company ve London Company idi. Bunlardan sonuncusu Đngiliz sömürgelerinden olan Virginia’da kurulmuştu (Burns ve Ralph, 1964:617). Bu durum dönemin koloni elde etme yarışında önde gelen ülkelerinden, özellikle Đngiltere ve Hollanda’nın bu rekabetlerinde anılan ayrıcalıklı şirketlerin ne denli önemli rol oynadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Tüm bu anlatılanlardan hareketle, devlet idaresine yönelik düşünceler sistemi olarak adlandırabileceğimiz merkantilist düşüncenin gelişiminin ardında Avrupa ülkeleri arasında yaşanan savaş ve rekabet vardır. Nitekim 1600-1667 yılları arasında barış ortamının olduğu tek bir yıl vardır. Bu durum bir önceki yüzyılda da pek farklı değildi. 17. yüzyılın güçlü ülkesi Đngiltere 1558 yılında Đspanyol donanmasına meydan okumakla giriştiği rekabette üstünlük elde etme mücadelesinde başarılı olmuştur. Nitekim izleyen yüzyılda Hollanda’yı da yanına alan Đngiltere Avrupa’nın ticarette en güçlü ülkesi olur ve 18. yüzyılın başlarında genişlemesini Fransa’nın kuzeyindeki adalara kadar sürdürür. Böylece Avrupa’da askeri açıdan da en güçlü ülke konumuna ulaşır. Dolayısıyla merkantilist düşüncenin yükselişiyle Đngiltere ve dünya gücü Britanya Đmparatorluğu’nun yükselişi arasında paralellik vardır (Spiegel, 1971:98). Merkantilist dönemde Avrupa’da yaşanan bu durum, Portekiz ve Đspanya’nın 15. yüzyılın önde gelen ülkesi olma konumlarını Hollanda’ya, Hollanda’nın ise Đngiltere’ye kaptırmış olduğunu ortaya koymaktadır3. 2 Đngiltere tarihinde çok önemli bir yeri olan ve iki asrı aşan bir süre varlığını sürdüren bu şirket, izleyen bölümlerde ayrı bir başlık altında ele alınacaktır, s. 158-164. 3 Bu sürecin işleyişi, “Farklı Ülkelerdeki Merkantilist Anlayış ve Görüşlerin Temel Unsurları” başlıklı üçüncü bölümde, dönemin belirtilen önde gelen ülkeleri tek tek ele alınarak ortaya konulacaktır, s. 28-53. 11 Nitekim Lowry’e göre; “Đngiliz ve Fransız merkantilistler ekonomik analizlerinde Hollanda’nın ekonomik başarısını ele almışlar ve analizlerini buna göre şekillendirmişlerdir” (Lowry, 1987:154). Bu da kuşkusuz belirtilen güç dengelerinin ülkelerarası el değişimini destekleyen bir durumdur. Tüm bunlardan hareketle söz konusu dönemi Yılmaz, genel hatlarıyla şu şekilde özetlemektedir: “Merkantilist Dönem, epey uzun bir zaman aralığını, üstelik tarihin en çalkantılı yüzyıllarını kapsar. Buna bağlı olarak, Merkantilistlerce dile getirilen ekonomik sorunlar da dönem başı ile sonu itibariyle önemli değişiklikler gösterir. Kaldı ki Merkantilistler bir Okul etrafında birleşmiş kişiler olmadıkları gibi, akademisyen de değillerdir. Devlet adamları, şirket temsilcileri, devlette veya belli bir şirkette önemli bir mevkiye geçmek için göze girmeye çalışan tüccarlar Merkantilistler dediğimiz grubu oluşturur. Bu kişilerin çoğu birbirleriyle bir fikir alışverişi içinde değillerdir. Kendilerinden öncekilerin söylediklerine katkı yapmak gibi bir niyetleri de yoktur. E.A. Johnson’ın dediği gibi kendi okullarının iktisatçısıdırlar. Ne var ki o dönemin kendine özgü koşulları bu kişileri, birbirlerinden bağımsız olarak, aynı konular etrafında düşünmeye ve benzer sorunlara yönelik açıklamalar, çözümler aramaya itmiştir. Aralarındaki tek ortak nokta budur” (Yılmaz, 1992:6). Screpanti ve Zamagni’ye göre ise; “Bir okul etrafında toplanmamış olan ve dolayısıyla her biri kendi okullarının düşünürleri olan merkantilistlerin düşüncelerinin özünde, borçlanmaya müsaade etmemek vardır. Diğer yandan kendine özgü ulusal ekonomi politikaları söz konusudur. Tüm bu düşünceleri bir sistem şeklinde tanımlamak güçtür. Ancak en azından tarihsel bir evrim olarak kabul etmek gerekir” (Screpanti ve Zamagni, 1993:23). Merkantilist dönem, vurgulandığı üzere çok çalkantılı bir dönemdir. Bundan hem ülke içi hem de ülkelerarası coğrafi, siyasi, dini ve ekonomik temelli mücadeleler-savaşlar anlaşılmalıdır. Nitekim yoksulluğun neden olduğu ve özellikle Fransa’da birbiri ardına yaşanan köylü ayaklanmaları ile temelinde din ve mezhep olgusunun yattığı Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) ve yine özellikle Fransa, Đngiltere, Đspanya, Portekiz ve Hollanda arasında ucuz hammadde, işgücü ve pazar sağlama, yani sömürge elde etme mücadelesi ağırlıklı olarak bu dönemde cereyan etmiştir. Dönemin 12 düşünürlerini, gerçekten de toplumun çok farklı katmanlarında yer alan insanlar oluşturmaktaydı. Örneğin işadamı Nicholas Barbon, filozof John Locke, önce tüccar olarak iş yaşamında, ardından çeşitli devlet görevlerinde bulunan Sir Dudley North, banker Richard Cantillon, maliyeci John Law ile doktor, cerrah, matematikçi, mühendis, parlamento üyesi ve işadamı gibi pek çok kimliğe sahip olan Sir William Petty bu dönemin düşünürleridir (Viner’den aktaran Blaug, 1991b:83). Bu noktadan hareketle, her ne kadar merkantilist düşünürlerin ekonomik, iç ve dış siyasi görüşleri sistemli araştırmaya dayanmasa da, bunlar tarafından gündeme getirilen sorun ve basmakalıp çözüm önerileri çok etkili ve yaygındı. Çözüm olarak ileri sürülen görüşlerinin temelini ise güce dayalı düzen, dış politikaya yönelik güç söylemleri oluşturuyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda “güç” kavramı sadece saldırmak, fethetmek, sömürgelerde prestij sağlamak ile ilişkilendirilmiyordu. Bunların yanında belirtilen kavram, ulusal güvenliği dıştan gelecek saldırılara karşı devam ettirmeyi de içeriyordu. Bu noktada da ticaret önem kazanmaktadır. Nitekim Jean Baptiste Colbert bir mektubunda; “Ticaret finansal gücün kaynağıdır. Bu da savaş için önemlidir.” demektedir (Viner’den aktaran Blaug, 1991b:83). Yani devleti güçlü kılacak olan, sürekli ve sağlam bir gelir elde etme mekanizmasının kurulması ve işletilmesidir. Ülke bazında ileri sürülen bu mekanizma, aynı zamanda güç kavramını, zenginlik kavramı ile ilişkilendirmektedir. Bu mekanizmanın temeline ise kuşkusuz ticaret oturtulmaktadır. Bu açıklamalar ışığında, hemen hemen tüm merkantilistlerin ileri sürdükleri zenginlik ve güç kavramlarına ilişkin görüşleri ise şu şekilde toparlayabiliriz : 1)Zenginlik güç demektir ve bu da güvenlik veya saldırı için zorunludur. 2)Güç aynı zamanda zenginliğin devamını sağlar. 3)Güç ve zenginlik birbirini tamamlar ve ulusal politikanın nihai amaçlarıdır. 4)Bu iki kavram arasında, bazı durumlarda örneğin askeri güvenlik için ekonomik fedakârlıkta bulunulsa da, uzun dönemde başarı açısından uyum bulunmaktadır. 13 Yani zenginlik ve güç birbirini doğuran kavramlardır. Nitekim Hobbes, “Zenginlik güç, güç zenginlik” demiştir. Bu söylem, merkantilist dönemde hakim olan; “Dış ticaret zenginlik yaratır, zenginlik güç demektir, güç ise dini ve ticareti korur.” şeklindeki düşüncenin özünü ortaya koyan bir söylemdir. (Viner’den aktaran Blaug, 1991b:91). Merkantilist döneme, düşünürler bazında yaklaşımı toparlayacak olursak; Kapp’a göre; “Merkantilist düşünürler, ulusların zenginliği ile politik ekonomi arasındaki ilişkinin farkına varmışlardı. Nitekim onlara göre ulusal devletlerin ve hükümetlerin görevi; ulusal endüstriyi ve üretimi destekleyip, yerel bazdaki gümrük engellerini, giriş ücretleri gibi kısıtlamaları kaldırmak olmalıydı” (Kapp, 1956:33). Ancak görüldüğü gibi bu liberal yaklaşım, ülke içi ticarete ilişkin bir yaklaşımdır. Dolayısıyla dış ticaretin ithalat boyutu söz konusu olduğunda aynı liberal görüşlerden bahsetmek olanaklı değildir. Sonuç olarak, örneğin merkantilizmin son dönemlerinde Child, Davenant ve North gibi dış ticarette müdahaleciliğin karşısında yer alan ve liberal olarak adlandırılabilecek düşüncelere sahip düşünürler olsa da, dolayısıyla her ne kadar belirtilecek temel savunular tüm dönemi kapsamasa da, dönemin geneli bakımından merkantilist düşünceye egemen olan temel savunular şu şekilde ifade edilebilir : 1) Moneter bir savunu söz konusudur : Bütün ekonomik faaliyet altın ve gümüşün elde edilmesine yönelmelidir. Amaç para miktarını arttırmaktır. 2) Milliyetçi (milli) ya da devletçi bir savunu söz konusudur : Bireyin değil devletin çıkarı ön plandadır ve bütün ülkenin zenginleşmesi istenir. Đktisadi yapının ve faaliyetlerin genişlemesi için devletin mutlaka güçlü olması gerekliliği ısrarla vurgulanır. Ancak ilke olarak özel girişimciliğe karşı çıkılmamıştır. 3) Müdahaleci bir savunu söz konusudur : Devletin öne çıkarılması, onun yapacağı müdahalelere meşru zemin oluşturur. Devlet ithalâtı kısmakta, sanayiî tarıma tercih etmekte ve ekonomik hayata karışmaktadır. Ancak burada önemli olan nokta, söz konusu müdahalelerin ekonomide koordinasyon amacı taşıyor olmasıdır. 14 Müdahaleler özellikle parasal politikalarda, altın girişini çoğaltmak ve korumak amacıyla, yaygınlaşmaktadır (Özgüven, 1984:42). Görülüyor ki merkantilist düşüncenin ekonomik anlamda temel amacı; ülkeye değerli maden olarak adlandırılan altın ve gümüşün olabildiğince akışını sağlamaktır. Bu da kuşkusuz o ülkenin ekonomik ve dolayısıyla askeri gücü ile doğrudan bağlantılıdır. Bu bağlamda da, her ne kadar özel girişim yadsınmamış olsa da, devlet ön plandadır. Devletin ön planda olması kuşkusuz özellikle ekonomiye devlet müdahalesini beraberinde getirmektedir. Zaten bir yandan ihracatın olabildiğince arttırılması ve aksine ithalâtın ise olabildiğince, başta gümrük vergileri olmak üzere bir takım kısıtlayıcı uygulamalarla, engellenmesi diğer yandan sürekli bir biçimde pahalıya satıp ucuza alma anlayışı, söz konusu müdahaleyi doğal olarak ortaya çıkarmaktadır. Öte yandan feodalizmin tasfiye sürecine girmiş olması, güçlü bir ordu ve ortaya çıkan; yeni sömürge, ucuz işgücü ve hammadde elde etme mücadelesi, güçlü bir kral ve dolayısıyla devletin, bu tablodaki ağırlıklı yerini tayin eden diğer gerekçelerdir. Nitekim deniz aşırı ticaretle birebir ilişkili olan tüm bu unsurların gerçekleştirilmesi, büyük deniz filosu, güçlü bir donanma ve dolayısıyla askeri güç ile mümkündür. Bu da kuşkusuz akla ilk olarak devlet olgusunu getirmektedir. Merkantilizmin ortaya çıkışı ve merkantilist düşüncenin temel özelliklerinden hareketle buraya kadar yapılan, merkantilizmin kısaca arka planının ifade edilmesinin ardından, izleyen bölümde merkantilistlerin temel politika önerileri üzerinde durulacaktır. 15 ĐKĐNCĐ BÖLÜM MERKANTĐLSTLERĐN TEMEL POLĐTĐKA ÖNERĐLERĐ Merkantilist düşünürler,Yılmaz’a göre; ”kendilerinden önce ileri sürülen görüşlere katkıda bulunmak gibi bir niyetleri olmayan düşünürler olup, bu bağlamda birbirleriyle bir fikir alışverişi içinde değildirler. Düşüncelerini birbirlerinden bağımsız bir biçimde ortaya koysalar da, o dönemin kendine özgü koşulları bu düşünürleri ortak konular ve sorunlar üzerinde düşünmeye ve çözümler üretmeye yöneltmiştir” (Yılmaz 1992:6). Dolayısıyla bu durum, söz konusu sorunlara ilişkin politika önerilerinin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. Fransa ve Đngiltere örneğine geçmeden evvel, merkantilistlerce önerilen politikaların genel anlamda belirtilmesi yine çalışmanın amacına zemin teşkil edecektir. Bu bağlamda öncelikle, konuları itibariyle tasnif edilerek, merkantilistlerin temel politika önerileri üzerinde durulacaktır. 1. NÜFUS, ĐSTĐHDAM VE ÜCRET POLĐTĐKASI Nüfus, istihdam ve ücret kavramları birbirleri ile ilişkili kavramlardır. Bu bakımdan, bunlara ilişkin merkantilist düşüncede öne çıkarılan politika önerileri aynı bölüm altında, alt başlıklar halinde değerlendirilmiştir. 1.1. Nüfus Politikası Nüfus ve nüfus bilimine (demografi) yönelik merkantilist yaklaşımdan söz etmek mümkündür. Çünkü teşviklerle gelişen sanayiye gerekli işgücünü sağlamak gibi bir problem söz konusuydu. Bu bakımdan nüfusu arttırıcı düzenlemeler yapılmalıydı. Örneğin Almanya’da evliliklere ilişkin ortaçağda uygulanan bazı yasaklar kaldırılıp, geniş aileler ikramiye ve benzeri yöntemlerle ödüllendirilmiştir. Gerçekte nüfusu hiçte az olmayan Đtalya gibi ülkelerde bile nüfusun arttırılması amaçlı politika uygulanmıştır. Meselâ 16 Giovanni Botero (1543-1617), 1588 yılında yayımlanan, “Şehirlerin Saadet ve Đhtişamının Sebepleri” adlı çalışmasında; insanlığın üretken gücünü ele almış ve bunu üretimi arttıran en önemli unsur olarak görmüştür. Nitekim Botero’ya göre göç; üretken güçten sızıntı anlamındadır. Bu düşüncenin gereği olan önlemlerden biri Jean Baptiste Colbert zamanında Fransa’da uygulanmış, yurtdışından getirilen yabancı işçilerin tekrar ülkelerine dönmeleri yasaklanmış ve çalışma hayatı sıkı bir tarzda kayıtlanmıştır. Diğer yandan nüfusun artması gerektiği yönündeki bu sabit düşünce, merkantilist dönemin sürekli savaş ortamının gerektirdiği asker ihtiyacıyla da ilişkilendirilmiştir (Screpanti ve Zamagni, 1993:27). O halde merkantilist düşünceye göre, nüfus hem ülkenin üretim gücü hem de askeri gücü ile ilişkilendirilerek; nüfusun artmasına yönelik; teşvik, göçün yasaklanması gibi yöntemlere başvurulmalıdır. Kaldı ki nüfusun artması işgücü arzını yükseltip, üretim maliyetinde önemli bir unsur olan ücretlerin de düşük seviyede oluşmasını sağlayacak ve insanları çalışmak zorunda bırakacaktır. 1.2. Đstihdam ve Ücret Politikası Merkantilistlerin ücrete ilişkin yaklaşımları da kendine özgüdür. Bu yaklaşıma göre maksimum işgücü arzı asgari geçimi sağlayacak ücret seviyesinde oluşur. Yüksek ücret durumunda ahlâki açıdan şu sonuçlar ortaya çıkacaktır: Đşçilerin ahlâkı bozulacak, yiyecek ve içecek tüketiminde aşırılık ortaya çıkacaktır. Bu da beraberinde aylaklık ve tembelliği getirecek, böylelikle işgücü arzı azalacak, bu azalış ise ücretlerdeki artıştan daha fazla olacaktır (Screpanti ve Zamagni, 1993:27). Diğer yandan merkantilist dönemde emek arzının ücret esnekliğinin negatif olduğu anlayışı ile, ücretlerin yükselmesinin emek arzını daraltacağı, düşük ücretlerin ise halkı çalışmak zorunda bırakacağı düşünülmüştür. Bu nedenle ücretlerin yükselmemesi için Child ve Mandeville tarafından bir yandan nüfusun fazla olması istenirken, diğer yandan Petty tarafından erzak fiyatlarının bolluk yıllarında bile yüksek olması istenmiştir. Esas olarak merkantilist düşük ücret politikası ahlâk anlayışından bağımsız temellere ya da Edgar Furniss’in yoksulluğun yararı diye adlandırdığı olguya dayanır. Bu 17 düşünceye göre ızdırap çekmek tedavi edicidir. Fırsat verildiğinde emekçi tembel olur. Genel olarak aşağı sınıfların ahlâki durumu düşük olduğu için, yüksek ücretler ayyaş, tensel zevklere düşkünlük gibi çeşitli aşırılıklara yol açar. Başka bir anlatımla, eğer ücretler asgari geçim düzeyinin üzerine çıkacak olursa fiziki zevk arayışı kötülüklere ve ahlâki bozulmalara yol açacaktır. Yoksulluk (yüksek erzak fiyatı ve/veya düşük ücretler) ise emekçiyi çalışkan kılar ve daha iyi yaşamasına yol açar. Arthur Young, “Aptallar dışında herkes bilir ki aşağı sınıflar yoksul bırakılmalıdır, aksi takdirde çalışkan olmazlar” der. Dolayısıyla merkantilist görüşe göre işsizlik tembelliğin sonucu idi. Mandeville yoksul çocukların ve yetimlerin, maliyetine kamunun katlandığı okullara gönderilmemelerini, erken yaşta işe konmalarını öneriyordu. Buna ilaveten John Law ve David Hume da; “Optimal düzeyde hayal kırıklığı” yaratacak bir reel ücret amaçlar görünüyorlardı. Yani; lüks malları elde etmeyi umabilecek kadar yüksek, fakat onları elde edemeyecek kadar düşük bir reel ücret. Thomas Mun ise; iç üretimin arttırılarak işçi sınıfının istihdamının sürekli olarak yükseltilmesine önem veriyordu (Ekelund ve Hebert’den aktaran Çaklı, 1998:9). Tüm bu düşünceler, merkantilistlerin işgücü piyasasına ne denli katı bir yaklaşım tarzı sergilediklerini ortaya koymaktadır. Bunun temelinde ise özü itibariyle yüksek ücretin insanı çalışmaktan alıkoyacağı, diğer bir ifadeyle düşük ücretin insanları çalışmaya sevk edeceği düşüncesi yatmaktadır. Öte yandan bu yaklaşımda sınıf ayrılığı da ön plana çıkarılmakta ve düşük ücret uygulamasının işaret edildiği yoksul sınıfın sürekli bir biçimde işgücü piyasasında tutulmalarının, bu uygulamayla sağlanabileceği belirtilmektedir. Bunun yanında önerilen erzak fiyatlarının yüksek tutulması da işgücünün yoksul bırakılmasının, düşük ücret uygulaması dışında gerçekleştirilebileceği diğer bir yöntemdir. Kuşkusuz amaçlanan ücret seviyesine göre her iki yönteme birden de başvurulabilir. Coleman’a göre; “Merkantilist işgücü piyasasındaki arz fazlalığı ve dolayısıyla ücretlerin düşük olması durumu geçmişten miras alınmıştır” (Coleman’dan aktaran Blaug, 1991b:178). Bu durum Pauling tarafından şöyle ifade edilmektedir: 18 “Merkantilist dönemde de devam eden, işçilere yönelik düşük ücret inancı ortaçağ düşünce mirasıdır. Çünkü işçiler çalışmaya isteksizdir. Onları açlıkla çalışmaya mecbur etmek gereklidir. Thomas Mun, Joshua Gee, William Temple, Thomas Manley, John Houghton, Jacob Vanderlint ve Sir Walter Haris, tembel işçiler için açlığın çok önemli bir dürtü olduğunu vurgulamışlardır. Mandeville de bu durumu destekleyerek, hoşa gitmeyen çalışmanın zorlanmadıkça gerçekleştirilemeyeceğini belirtmiştir. Nitekim düşük ücret uygulaması, imalâtçıların ürettikleri mallarını piyasada daha düşük fiyattan satmalarını, böylelikle de ticareti ele geçirme ihtimalini yükseltecektir. Yani ya içerde maaş artışı, ya da yurtdışına daha fazla mal satışı tercih edilecektir. Đkinci ihtimal uluslararası güç bakımından da çok önemlidir” (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:87). Nitekim aynı gerekçe Gregory tarafından; “Dönemin Avrupa’sında ucuz işgücü uluslararası rekabette üstünlük sağlama amacıyla önemseniyordu” (Gregory’den aktaran Blaug, 1991c:48), şeklinde de ortaya konulmaktadır. Bu görüşler ise, yine işçilerin yoksul bırakılarak çalışmaya mecbur bırakılmaları gereğinden hareketle, düşük ücret uygulamasının rekabet eksenli gerekçesine de vurgu yapmaktadır. Thomas Mun ve Edward Misselden gibi düşünürler, Gerard de Malynes’in aksine bunu benimsemektedirler4. Ücret konusunda özellikle kasaba ve kırsal alanlardaki yaşam koşullarından hareket eden başka bir yaklaşım da vardır: Bu yaklaşımın argümanları ise şu şekilde ifade edilebilir; ilk olarak işçilerin günde 13-14 saat çalışmaları gerçeğinden hareketle, günlük ücretlerdeki artış, boş zaman ve belki de alkol talebini yükseltecektir. Đkinci olarak, kırsal alandan şehre göç, tersi durumdan çok daha düşük düzeyde gerçekleşmektedir. Çünkü yaşam şartları şehirde, kırsal alana nazaran çok daha zordu. Bu yüzden sanayi sektöründe çalışanların ücretlerindeki önemsiz artış, bu alana yönelik işgücü arzı artışına yol açmamaktaydı. Söz konusu bu faktör, düşük işgücü arz esnekliğini açıklamaktadır. Hatta işgücü arz eğrisi, belirtilen nedenden dolayı 4 Söz konusu düşünürlerin bu konudaki görüşleri izleyen bölümde kapsamlı bir şekilde açıklanacaktır, s. 44-47. 19 negatif eğimli bile olabilecektir. Bu durumun açıklaması, Şekil 1 üzerinde gösterilmiştir. Şekil 1. Đşgücü Arz Eğrisi Kaynak: SCREPANTI Ernesto, ZAMAGNI Stefano; An Outline of The History of Economic Thought, Translated by David FĐELD, Oxford, Clarendon Press, 1993, s.28. Şekilde wr ; reel ücreti, S; işgücü arz eğrisini, D; işgücü talep eğrisini, __ wr geçimlik ücreti, N; işçi sayısını ve N tam istihdam düzeyini göstermektedir. Đşgücü arz eğrisi, asgari geçim düzeyinde sonsuz esnektir. Bu düzeyde tüm işgücü hayatını sürdürebilecek, daha düşük bir ücret düzeyinde ise bu mümkün olmayacaktır. Tam istihdam düzeyinde ücretlerdeki her bir artış işçileri çalışmamaya sevk edecek ve arz eğrisi negatif eğimli olacaktır. SD ve DD eğrilerinin kesiştiği P noktası, wr geçimlik ücret düzeyinde tam istihdam durumunu göstermektedir. Đşgücü arzındaki bir artış, talep eğrisini D΄D΄ düzeyine kaydıracak, ücretler w΄r seviyesine çıkacak ve işgücü arzı N΄ noktasına gerileyecektir (Screpanti ve Zamagni, 1993:28). 20 Sonuç olarak, işçilerin ahlâk bozukluğundan dolayı ulusal zenginliğin azalmaması için, nüfusun en azından sermaye stokundaki artış kadar __ artması gereklidir. Eğer arz eğrisi SS΄ düzeyine kayarsa, Đstihdam N ΄ noktasına ulaşır ve ücretler tekrar wr düzeyine iner, dolayısıyla yeni denge Q noktasında oluşur (Screpanti ve Zamagni, 1993:29). Dolayısıyla nüfus politikasında ortaya konulan, nüfusun arttırılması gerekliliği yönündeki temel düşünce, bu açıklamalar temelinde istihdam ve ücret politikasında da karşımıza çıkmaktadır. 2. EĞĐTĐM POLĐTĐKASI Merkantilist düşünce sisteminde eğitim konusuna yaklaşım da, yine kendine özgüdür. “Merkantilistlere göre, eğitim değerli yoksulu bozar. Dolayısıyla “Okuma Yazma ve Aritmetik” gibi dersler ancak böyle nitelikleri, işleri gereği kazanmaları gerekenler için zorunludur. Fakat halkın geçimi bu konulara dayanmadığı için zararlıdır. Đşe gitme yerine, okula gitme tembellik demektir. Erkek çocukların bu tür kolay geçen hayatları ne kadar uzun süreli olursa kendilerini çalışmaya intibak ettirmeleri (hem kuvvet hem de eğilim açısından) o kadar zor olur. Bu bakımdan bir an evvel çalışma hayatına atılmalıdırlar” (Ekelund ve Hebert’den aktaran Çaklı, 1998:9). Görüldüğü gibi eğitim politikası da asıl olarak, yoksul halka bu konuda ne tür uygulamalar yapılması gerektiği üzerine kurulmuştur. Daha da önemlisi bu politika, işgücü piyasası ve dolayısıyla istihdam koşulları esas alınarak oluşturulmaktadır. Nitekim yüksek ücretin tembellik yaratacağı düşüncesi, eğitim konusunda da okula gitmenin tembelliğe neden olacağı şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla merkantilistler açısından her iki duruma da aynı amaç gözetilerek yaklaşılmaktadır. 3. ÜRETĐM VE VERGĐ POLĐTĐKASI Merkantilist düşünürlerin ileri sürdükleri üretim ve vergilemeye ilişkin politika önerileri de özü itibariyle ulusal üretimin arttırılmasını hedef almaktadır. Bu hedef üretim boyutunda temel olarak teşvik ve koruma ile 21 vergi alanında ise yine işgücünün çalışmasını esas kılmak anlayışı üzerine temellendirilmiştir. Merkantilist dönemde bu iki alana ilişkin politika önerileri aşağıda ayrı başlıklar altında değerlendirilecektir. 3.1. Üretim Politikası Merkantilist dönem boyunca tüm düşünürler, ulusal yarar için nüfusun zorlu bir çalışma temposuna sahip olması gerektiği konusunda hemfikirdiler. Bu düşünürlere göre toplam üretimin arttırılması iki yöntemle sağlanmalıydı. Bunlardan ilki; üretimde yerli kaynaklar kullanılması, ikincisi ise; ithal edilen malların yurtiçinde üretilmesidir. Diğer yandan yurtdışından, bazılarına göre her sektör için, bazılarına göre ise bazı sektörler için işçi getirilmelidir. (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:83). Yani merkantilist düşünce sisteminde üretim iki temel olgu üzerine inşa edilmiştir. Üretimin yerel girdilerle yapılması ve yine üretimin ithal ikameci anlayışla gerçekleştirilmesi.Bu durum, örneğin dönemin Fransa’sında üretimin ne şekilde gerçekleştirildiği ortaya konularak daha iyi anlaşılabilir. Bu bağlamda merkantilist dönemde Fransa’da; “Krala ait imalathaneler, ayrıcalıklı teşebbüsler, izne bağlı özel teşebbüsler ve bunların dışında kalan nitelikteki teşebbüsler bulunmaktaydı. Krala ait imalathaneler kapsamında tamamen devlet teşebbüsleri yer almaktaydı ve bunların üretiminin tümünü belli bir fiyat üzerinden devlet satın almaktaydı. Ayrıcalıklı teşebbüsler, özel teşebbüslerden oluşup, bunlar isminden de anlaşılacağı üzere; devletin her türlü yardımından, teşvikinden yararlanan, kralın verdiği ayrıcalıkları olan teşebbüslerdi. Bu teşebbüslerin ürettikleri malların dışarıdan ithali yasaktı. Daha sonraki yüzyıllarda modern endüstriyi işte bu teşebbüsler yaratacaklardır. Bu teşebbüslerden bir kısmı krallığa ait olmakla beraber bir kısmı tamamen özel kişilerin elindeydi. Đzne bağlı özel teşebbüsler; sadece maden, basım ve yayımcılık gibi belirli alanlarda faaliyette bulunabilen teşebbüslerdi. Tüm bu sayılan teşebbüslerin dışında kalan teşebbüsler ise diğer teşebbüsler şeklinde nitelendirilmekteydi” (Imbert’den aktaran Hamitoğulları, 1986:69). Dolayısıyla Fransa’da merkantilist döneme ilişkin üretim sektöründe, girişimin faaliyet konusu, statüsü, ürünün ne şekilde değerlendirileceği ve 22 girdi temininden hareketle bir tasnife gidildiği ve devletin koruma ve teşvik rolü üstlendiği görülmektedir. 3.2. Vergi Politikası Merkantilist düşünürlerce ten zevklerine, yani zevk ve sefaya düşkünlüğü önleyen ve yoksulu çalışkan kılmaya yönelik değişik önerilerde bulunulmuştur. Örneğin, John Law zenginlerin yapacağı tasarrufu ve yoksulların çalışkan olmalarını teşvik için, tüketim üzerine vergi konulmasını önermiştir. Diğer yandan çalışkanlığı teşvik etmek için ılımlı vergiler dönem içinde destek görmüştür. Üretimin vergilendirilmesi noktasında ise; bu alana yönelik aşırı vergilerin teşvikleri yok edeceği ve umutsuzluk yaratacağı düşünülmüştür. Bu düşünceden hareketle imalathaneler vergiden muaf tutulmuştur. Diğer taraftan üretimi başlatabilmek ve hızlandırabilmek amacıyla ulusal ve bölgesel düzeyde tekeller oluşturulmuştur. Bu bağlamda, David Hume da çalışkanlığı teşvik etmek için ılımlı vergileri desteklemiş, aşırı vergilemenin teşvikleri yok edeceğini ve umutsuzluk yaratacağını düşünmüştür (Ekelund ve Hebert’den aktaran Çaklı, 1998:10). Tüm bu önlem ve uygulamalar kuşkusuz üretimin nasıl daha fazla arttırılabileceği arayışının bir sonucudur. 4. ENFLASYON, PARA VE FĐYAT POLĐTĐKASI Amerika’dan getirilen bol miktardaki altın ve gümüş; Avrupa tarihinde görülmemiş ölçüde hızlı ve uzun süreli enflasyona yol açtı. Gözlenen bu olgu Bodin’i miktar teorisinin ilk formülasyonuna sürükledi. Bodin, fiyatların yükselişini Avrupa’ya getirilen değerli madenlere bağladı. Bu tez, diğer pek çok merkantilist tarafından paylaşıldı. Enflasyonla para miktarı arasındaki ilişkinin kurulmasına rağmen, bir ulusun zenginliğinin dolaşımdaki para bolluğuna bağlı olduğu yolundaki temel düşünceden vazgeçilmemiş olması, ancak fiyat yükselişinin tüccar kazançlarını arttırmasıyla açıklanabilir. Örneğin Malynes bu son durumu fark etmişti. Ayrıca, o dönemde Child’a göre, erzak pahalıysa insanlar zengin, erzak ucuzsa insanlar yoksul demekti. Çünkü yüksek fiyatlar emekçilerin hayat düzeyini düşürerek onları daha 23 çalışkan kılardı. Diğer yandan merkantilistlere göre para bolluğu, ticari işlerin finansmanını da kolaylaştırmaktadı (Screpanti ve Zamagni, 1993:29). Dolayısıyla merkantilistlerin, bu düşüncelerle bir kez daha ortaya konulduğu üzere, aşırı para isteğine dayalı temel yaklaşımları, beraberinde enflasyon olgusunun da gündeme gelmesine rağmen kabul görmektedir. Çünkü para bolluğu en başta zenginliğin bir alâmetidir. Öte yandan ticaret daha kârlı hale gelecek ve yine işgücü piyasası da bu durumdan etkilenerek, işçilerin daha fazla çalışmaları sağlanacaktır. Dolaşımdaki paranın bol olması gerektiği şeklindeki isteğe yönelik düşünce bazında verilen uğraş, paranın miktar teorisini ilk olarak merkantilistlerin formüle etmesini beraberinde getirmiştir. Nitekim fiyatlardaki artış ile dolaşımda bulunan altın miktarındaki artış arasındaki ilişki, evvela ilk dönem Đspanyol Merkantilistlerince ele alınmıştır. Bu ilişki ilk kez Martin de Azpilcueta Navarro (? -1586) tarafından ortaya konulmuştur. Luis de Molina (1530-1600) bu konuda 1597 tarihli, “Adalet ve Kanun“ adlı eserinde daha detaylı inceleme yapmıştır. Miktar teorisinin ilk formülasyonlarından biri, Jean Bodin (1530-96) tarafından 1568 tarihli, “Malestroict’in Paradokslarına Cevap” adlı çalışmada gerçekleştirilmiştir. Malestroict’e göre fiyatlar, paranın değerinde yapılan düşüşler sonucunda yükselmektedir. Bodin ise bu görüşe karşı çıkarak, fiyatların yükselmesini tedavüldeki altın miktarının artmasına bağlamıştır. Bodin’den sonra miktar teorisi diğer pek çok merkantilist tarafından kabul görmüştür. Diğer taraftan John Hales de 1549 yılında yazılan ve 1581 yılında yayımlanan, “Đngiltere Krallığının Zenginliği Üzerine Bir Araştırma” isimli çalışmasında Malestroict ile aynı düşünceyi paylaşmıştır (Screpanti ve Zamagni, 1993:29). Dolaşımda çok miktarda para olması gerektiği yönündeki merkantilist temel düşünce ve bu yöndeki uygulamaların ortaya çıkardığı enflasyon olgusu, bu sefer merkantilistleri bu konuda çalışmaya yöneltmiştir. Enflasyonun kaynağına ilişkin yaklaşımların temelini oluşturan, dolaşımdaki para miktarı ya da paranın değer düşüklüğünü esas alan belirtilen yaklaşımlar, bu konuda merkantilistlerin fikir birliği içinde olmadıklarını göstermektedir. 24 Para arzındaki artışın, ekonomik faaliyet üzerine etkisine gelince, bu durum iki mekanizma ile açıklanabilir. Bunlardan ilki doğrudan gerçekleşen mekanizmadır. Yani gelirde ve tüketimde meydana gelen artış, para arzındaki artıştan kaynaklanır. Diğer mekanizma ise dolaylı olarak gerçekleşen, yani para miktarındaki artışın, faiz oranında düşüşe yol açtığı mekanizmadır. Bazı merkantilistlere göre para, üretim ve ticareti harekete geçirir. Bu süreçte, faiz de bir tür fiyattır ve paranın arz ve talebine göre belirlenir. Bu düşüncedeki merkantilistlere örnek olarak ise, John Locke gösterilebilir (Screpanti ve Zamagni, 1993:30-31). 5. FAĐZ POLĐTĐKASI “Para bolluğunun ticari işlerin finansmanını kolaylaştırdığını da görmüştü merkantilistler. Para miktarındaki artış, para bulmayı kolaylaştırmanın yanında kredi için ödenecek faiz oranını da düşürecekti. Faiz oranının yüksekliği nedeniyle Alman rakipleriyle rekabette Đngiliz tacirlerinin zorlandığını ileri süren Thomas Culpepper; …devletin yasayla bir maksimum faiz oranı belirlemesini istemiştir. …eğer bir ülkenin zenginleşme yolu ticaretse ve faiz oranını düşürmek ticareti teşvik ediyorsa, düşük bir faiz oranının zenginliğin güçlü bir nedeni olduğu inkar edilebilir mi? Düşük bir faiz oranı tarafından ortaya çıkarılan zenginlik artışı da faiz oranının daha da düşmesine neden olabilir” (Roll’den aktaran Çaklı, 1998:11). “Sir William Petty Political Arithmetick’de faiz oranının düşmesini yalnızca para miktarının artışına bağlayarak daha da ileri gitmekte, insan yasalarının doğa yasaları karşısında hiçbir ağırlığı olmayacağını ifade etmektedir” (Denis’den aktaran Çaklı, 1998:11). O halde faiz politikası en başta dış ticarette rekabet üstünlüğü elde edebilmek için önemlidir. Düşük faiz uluslararası rekabeti ülkenin lehine çevirecektir. Sir Josiah Child, izleyen bölümlerde detaylı bir şekilde üzerinde durulacağı üzere, Đngiltere ve Hollanda’yı kıyaslayarak bu durumu ele almıştır. Merkantilist dönemde ele alınan konularda ileri sürülen bazı görüş ve öneriler, bu dönem sonrasında da destek bulabilmiştir. Bu bağlamda, “Merkantilizmin tüm savunuları arasında belki en önemlisi J.M. Keynes’e 25 aittir. Keynes’in merkantilizme yönelik övgüsü para arzı, faiz oranı, yatırım miktarı arasındaki ilişkiler üzerinedir. Keynes’e göre; yetkili organların iç faiz oranı ve iç yatırımı teşvik eden diğer teşvikler üzerinde denetiminin bulunmadığı bir zamanda, ticaret bilançosu fazlalığını arttırmaya yönelik tedbirler, yabancı yatırımı arttırmak için ellerindeki yegâne doğrudan araç idi ve aynı zamanda, ticaret bilançosu fazlalığının değerli maden girişi üzerindeki etkisi, iç faiz oranını düşürme ve dolayısıyla iç yatırım teşvikini arttırmada onların yegâne dolaylı aracı idi” (Keynes’den aktaran Çaklı, 1998:11). Dolayısıyla merkantilistlere, Keynes düşük faiz dönemin oranı özelliklerinden sayesinde yatırım hareketle düzeyinin yükseltilebilmesinin, ancak dış ticaret eksenli bu nedensellik ilişkisiyle sağlanabileceği noktasında destek vermektedir. Bununla birlikte yatırımın arttırılması ülke içi bazı önlemlerle de mümkün kılınabilir. Nitekim Jean Baptiste Colbert döneminde Fransa’da, başlangıçta imalat sanayine faizsiz kredi, para veya bina, atölye, makine gibi malzeme tarzında tahsisler yapılarak yatırım teşvik edilmeye çalışılmıştır. 6. DIŞ TĐCARET POLĐTĐKASI Hales; ihracatı arttıran, ithalâtı kısan dış ticaret politikalarının emek istihdamını olumlu etkileyeceğini belirtir. Ona göre nüfusun iş sahibi olması, toplumsal barışın korunabilmesi için zorunluydu. Ülke ihracatının gelişmesi için gerekli olan pazarlar sömürge fethini, koloniyalizmi gerekli kılıyordu. Child; “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev-A new Discourse of Trade” adlı çalışmasında bir koloniyal ekonomi teorisi geliştirmişti. Montchrétien ise; sömürge elde etmekle hem dini, hem iktisadi amaçlara birlikte ulaşılacağını ifade ediyordu. Ona göre sömürgeleştirmenin amacı; “Yüksek ahlâklılık dersleri ve yüce örneklerle kendilerini kurtuluş yoluna koymamız için bizim egemenliğimiz altına girmeye hazır bekleyen, bize kollarını uzatarak yalvaran, bizi çağıran, uygarlık yoksunu bunca barbar halka yaratıcımız tanrının adını tanıtmak” idi. Bu ayrıca devletin ve yurttaşların zenginleşmesine de neden olacaktı (Roll’den aktaran Çaklı, 1998:12). Temel düşüncesi ithalâtı hor gören, ihracatı teşvik eden ve dolayısıyla avantajlı bir 26 dış politikaya sahip olabilme isteğinin hakim olduğu bu sistem, “Bullionizm” olarak adlandırılır ve belirtildiği üzere merkantilist dönemde genel olarak ulusların değerli maden elde etmeleri temel amaç olmuştur. Merkantilist düşüncede zenginliğin bu biçimde tanımlanması önemli yanlışlıklar doğurmuştur. Yani merkantilist kabûlde bir ulusun zenginliğinin arttırılması, sadece diğer bir ulusun harcamalarına bağlı kılınmıştır (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:80). Görülüyor ki merkantilistlerin gözünde dış ticaret çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü dış ticarette sağlanacak başarı zenginliğin temelini teşkil edecektir. Durum böyle olunca, bu başarı uğruna yapılacak her şey kabul edilebilir bir hâl almaktadır. Bu uğurda sömürge elde etme faaliyetinde bile bulunulabilir. Daha da ötesi, Montchrétien’in yukarıda yer verilen söylemiyle de ortaya çıktığı üzere, sömürgeciliğin iktisadi gerekçeleri bir yana, dini temelde de girişilmesi gereken bir faaliyet olduğu ortaya konmaktadır. Ayrıca; ithalât mümkün olduğunca hammaddelerle sınırlı tutulmalı; içeride üretimi yapılan hiçbir malın ithaline izin verilmemelidir. Bazı malların ithalâtının zorunlu olması halinde, bunların ilk elden alınması ve bedeli, ancak altın ve gümüş vererek değil, yerli mal satarak karşılanmalıdır. Öte yandan nüfus artışı özendiriliyor, ithalâttan çok yüksek vergiler alınırken, ihracat teşvik ediliyordu. Yani kapitalist bir devletçi yapı hakimdi. Merkantilizmin esası devlet idaresine dayanmaktaydı ve ekonomi politikası hem ekonominin ve hem de devletin birlikte büyümesini sağlayacak temel bir araç olarak görülmekteydi. Dolayısıyla bu düşünce sisteminde hazine güçlü olmalı, cari işlemler bilançosu (+) bakiye vermelidir (Çaklı, 1998:13). Bu da kuşkusuz kısıtlayıcı ve teşvik edici birbirine zıt iki politikanın uygulanması ile mümkün olacaktır ki merkantilistler de zaten bunu önermektedirler. Merkantilist döneme ilişkin dış ticaret temelinde devlet müdahalesinden söz edilen bu noktada, 17 yüzyıla ilişkin karakteristik uygulamalardan hareketle Đngiltere ve Fransa’ya baktığımızda; 17. yüzyılda ticari açıdan yerli sanayi kurma düşüncesi ön plandaydı. Đhracat resmi kaldırılırken, ithalât resmi yükseltilmişti. Böylece ihracat teşvik edilmiş, ithalât engellenmiş, hatta yasaklanmıştır. Bu prensipler özellikle 27 Colbert tarafından 1660’lı yıllarda Fransa’nın dış ticaret politikasında uygulanmıştır. Đngiltere’de ise özellikle 17. yüzyılın sonlarına doğru ulusal sanayide kullanılan ithal malzemeler dışında aynı önlemlere başvurulmuş, bazı maddelerin ise, örneğin yün gibi, ihracı yasaklanmıştır. Diğer yandan “Gemicilik Yasası” sömürgeleştirme politikasına katkı sağlamış, kolonilerden düşük maliyetli ürünler Đngiltere’ye taşınmış ve sonuçta 1600 yılında kurulan Doğu Hindistan Şirketi gibi büyük ulusal ticari şirketler ortaya çıkmıştır. Dış ticarette amaçlanan başarının yurtiçi alt yapısına gelince, ülke içindeki üretken faaliyetler; imtiyazlar, devlet yardımları, vergi muafiyeti gibi yöntemlerle teşvik edilmiş ve dışarıdaki kalifiye elemanların ülkeye çekilmesi amaçlanmıştır (Screpanti ve Zamagni, 1993:26-27). Merkantilizmin tarihi ve merkantilistlerin temel politika önerileri, yani merkantilizme ilişkin genel ve tanıtıcı mahiyetteki bu bilgilerin ardından, izleyen bölümde yine çalışmanın konusuna zemin oluşturmaya devam edilerek, farklı ülkelerdeki merkantilist anlayış ve görüşlerin temel unsurları üzerinde durulacaktır. 28 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM FARKLI ÜLKELERDEKĐ MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE GÖRÜŞLERĐN TEMEL UNSURLARI Bu bölümde Merkantilist dönem Avrupa’sında çeşitli ülkeler ele alınıp, bu ülkelerdeki merkantilist anlayış ve görüşlerin temel unsurları ortaya konulacaktır. Bu bağlamda sırasıyla Đspanya, Portekiz, Đtalya, Almanya ve Hollanda’daki merkantilist anlayış ve görüşler genel olarak aktarılacak ve nihayet çalışmanın konusunu teşkil eden Fransa ve Đngiltere üzerinde ise, bu ülkelerin önde gelen düşünürleri ve bunların düşünceleri temelinde durulacaktır. Bu da kuşkusuz izleyen bölümlerde detaylı bir biçimde ele alınacak olan 17. yüzyıl Avrupa, Fransa ve Đngiltere’sini ve yine bunların ekonomilerini daha iyi anlamaya dayanak teşkil edecektir. Diğer yandan 17. Yüzyıl Fransız ve Đngiliz merkantilizminin karşılaştırmalı analizini sağlayacak olan unsurlara esas teşkil eden, belirtilen dönem Fransa’sı ve Fransız ekonomisi ile Jean Baptiste Colbert’in uygulamaları ve yine bu dönem Đngitere’si ve Đngiliz ekonomisi ile Sir Josiah Child’ın, eserleri temelinde görüş ve önerileri üzerinde izleyen bölümlerde durulacağından, bu bölümde Cobert’in görüş ve uygulamaları ile Child’ın görüş ve önerileri de, konu ve bölüm bütünlüğünü sağlamak bakımından ele alınmayacaktır. 1. ĐSPANYOL MERKANTĐLĐZMĐ Merkantilist dönemin başlangıcında, yapılan coğrafi keşifler sayesinde Portekiz ile beraber ön planda yerini alan Đspanya, ülkeye yönelik değerli maden akımıyla zenginliğe ulaşmış olsa da, bu kuşkusuz arızi bir durumdu. Nitekim Doğu Hindistan yolunda Portekizlilere yetişemeyen Đspanyollar, bu yolun batı kapısını keşfetmeyi tasarladılar. Christoph 29 Colomb’un 1492 yılında bu amaçla yaptığı ilk yolculuk sonunda Hispaniola’ya (Haiti) yerleşilmesiyle başlatılan sömürge imparatorluğunda merkantilist bir politika uygulandı. Đmparatorlukta, sadece metropol tarafından ve yalnızca onun yararına sömürü düzeni yürütülmeliydi. Böylece kısa zamanda tek taraflı ticaret ve işletme tekeli politikaları ağır bastı. Yine imparatorluk, metropolden gereksindiği imal edilmiş malları satın almalıydı. Bir dizi yasaklama imparatorlukta doğmakta olan sanayileri felce uğrattı. Meksika yakınlarında ipekçilik, dut ağacı yetiştiriciliği, bağcılık ve zeytincilik bu duruma örnek gösterilebilir (Williams, 1970:91). Dolayısıyla yanlış olduğu ifade edilebilecek bu politikalarla, dönemin Đspanya’sında yeni yeni endüstrilerin ortaya çıkması baştan engellenmiş, bu da ekonomik döngünün üretim aşamasının olumsuz yönde etkilenmesine yol açmıştır. Öte yandan Đspanyol sömürgelerinde 1600 yılından başlayarak oldukça genelleştirilen mülksüzleştirme olgusu, resmi otoritenin toplumsal yaşam üstünde daha şiddetli egemenlik kurması şeklinde ortaya çıktı. Geçen yüzyılın hızlı işgal sürecinden sonra bu dönem Amerika’da istikrar dönemiydi. Avrupa’yla ilişkiler hâlâ önemliydi ve gümüş çoğu kez resmi kanallar dışında bu kıtaya gönderilmeye devam ediliyordu. 17. yüzyılın ilk yarısında metropolün otoritesinin kendi sömürgelerinde tartışıldığı, buralarda başlangıçta biçimlendirilmek istenenden farklı yeni bir toplumun uç verdiği bir sırada, Đspanyolların tekelci ve tek yanlı uygulaması baltalandı. Đspanyol Amerika’sında kaçakçılık, Hollanda’nın Batı Hindistan Şirketi’nin başlıca faaliyetlerinden biri oldu. Ayrıca Đspanya, Gine’den yapılan zenci köle ticareti gibi çok önemli bir ticaret unsurunu da elinden kaçırdı. Köle ticareti tekeli sırasıyla 1640’a kadar Portekizli, 1663 yılında Cenovalı, 1640-1695 yılları arasında Hollandalı, 1696-1701 yılları arasında Portekizli, 1701-1712 yılları arasında Fransız ve 1713 yılında da Đngiliz tüccarlara bırakıldı (Williams, 1970:91). 16. yüzyıldaki Đspanya’nın sömürgelerine ilişkin söz konusu yanlış politikaları, izleyen yüzyılda hem sağlıklı işleyen üretim sürecinin sağlanamamış olmasının devamı ve hem de merkeze yönelik değerli maden akımının görece azalması nedeniyle, Đspanya’nın sıkıntılı bir döneme girmesini kaçınılmaz bir şekilde beraberinde getirmiştir. 30 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Đspanya tamamen çöküş dönemine girmişti. Rakipleri; Hollanda, Đngiltere ve Fransa’ya gelince, bu ülkelerde tersi durum söz konusuydu. Nitekim söz konusu ülkeler, işadamları sayesinde dünyada yeni bir imaja sahip olmuşlardı. Bunda Đspanya’nın çöküşü de etkili olmuştur. Đspanya’nın yaşadığı durumu etkileyen unsurlardan en önemlisi kuşkusuz nüfusundaki azalmadır. Nitekim tüm Avrupa’da nüfus artarken, Đngiltere ve Đskoçya’da muhtemelen nüfus ikiye katlanırken Đspanya’da ise nüfus 1600 yılında yaklaşık 8.485.000’den, 1700 yılında yaklaşık 7.000.000’a gerilemiştir. Habsburg Hanedanı’nın hırsı yüzünden Đspanya çok sıkıntı çekmiştir. Özellikle 1635-1668 yılları arasında Đspanya; Fransa, Hollanda ve Portekiz ile savaşmak zorunda kalmıştır (Williams, 1970:91). Dolayısıyla 1500’lü yıllarda sömürge elde etme yarışında Portekiz ile önde giden Đspanya için ilerleyen dönemlerde bu durum farklı bir boyut kazanmıştır. Nitekim artık sahneye başta Hollanda, Đngiltere ve Fransa olmak üzere yeni ülkeler de çıkmış ve değerli maden ile sömürge elde etme yarışında yoğun bir mücadele başlamıştır. Bu da akla ilk olarak kuşkusuz savaşları getirmektedir. 17. yüzyılın ilk yarısında başlayan savaşlar, Đspanya için neredeyse yüzyılın sonuna dek sürmüştür. Kaldı ki söz konusu savaş ortamı Đspanya için bir önceki yüzyıl için de geçerliydi. 16. yüzyıl sona erdiğinde Đspanya Krallığı yetmiş yıldan fazla süren savaşlar nedeniyle korkunç bir darboğaz içine girmişti (Motomura, 1994:112). Ortaya çıkan nüfustaki azalmanın nedenlerinden birini de bu durum oluşturmuştur. Đspanya’nın, başlangıçta sağladığı değerli maden bolluğundan ve böylelikle zenginliğin sağlandığı düşüncesinden hareketle, sanayileşme olgusunu bir yana bırakmış olması, ithalâtı körükleyip mevcut endüstrileri de olumsuz etkilerken, tarım sektörünün ihmali de ortaya çıkan kötü tabloya katkı sağlamıştır. Williams bu durumu şöyle ifade etmektedir; “Tarım sektöründeki düşük hasat ülkenin iç kesimlerinde açlığı doğurmuş, güçlü sahil bölgelerini ise hububat ithaline yöneltmiştir. Bu da kronikleşen ödemeler bilançosu açığını daha da arttırmıştır. Daha da ötesi köylüler satın alma güçleri olmadığından açlıktan ölmüş, böylece endüstri ve ticaret için pazar oluşmamıştır” (Williams, 1970:91). 31 Merkantilist dönem Đspanya’sı ve Đspanya ekonomisine ilişkin süreci Hamitoğulları ise şu şekilde tasvir etmektedir: “Merkantilist dönemde, Đspanya’da düşünür ve devlet adamlarını uğraştıran ana düşünce; Yeni Dünya’dan kalyonların taşıdıkları altının büyük bir kısmını ülke içinde tutabilmekti. Bu politika ile, Đspanya’yı zenginleştirmeyi ve bugün ne kadar paradoksal görünürse görünsün, fiyatları düşürmeyi amaçlıyorlardı. Bu politika için de devlet, ülkeye altın girişini çoğaltacak ve çıkışını engelleyecek tedbirler almaya yönelecektir. Fakat açıktır ki, diğer ekonomik faaliyetleri savsaklayan ve sadece değerli madene dayalı olan bu politika, ülkeden altın çıkışına engel olamayacak, fiyatlar yükselecektir. 1600-1620 yılları arasında altın bakımından yeryüzünün en zengin ülkesi olan Đspanya, bu kaynağını diğer ekonomik faaliyetlerini geliştirme yolunda kullanacağına, kendini yeteri ölçüde zengin sanıp, ne tarımı ne de endüstriyi geliştirmeye yönelmedi. “Rezerv” olarak korunan bu altın stoklarının baskısı altında, ihtiyaçlar gelişir fakat ülke içinde bunları karşılayacak mallar üretilmez. Burada enflasyon oluşur. Fiyatlar yükselir. Đspanyollar kendilerinde bulunmayanı yabancı ülkelerden satın almaya yönelir. Mevcut endüstri de yıkılır. Sert tedbirlere rağmen altın Đspanya’yı terk eder. Ülke yoksullaşmaya başlar. Bu tarihte Đspanyolların yarısı üretken değildir. % 20’si devletten maaşını alır, % 30’u ya ruhban sınıfındadır ya da kilise kaynaklarından yaşantısını sürdürür. Sadece devlet müdahalesi ve altın biriktirmeye dayanan, Đspanyol Devlet Merkantilizmi iflas eder. Böylece 16. yüzyıl Đspanyasını “Altın Efsanesi” yok eder” (Imbert’den aktaran Hamitoğulları, 1986:56-57). Dolayısıyla merkantilist dönem Đspanya’sında reel ekonominin ihmal edilmesi durumu, zincirleme etkilerini gecikmeden ortaya çıkarmıştır. Bu durumun yol açtığı ithalât baskısı nihai olarak dış ticaretin ve dolayısıyla cari işlemler bilançosunun ülke aleyhine dönmesine yol açmış, bu da kaçınılmaz bir biçimde ülkeden değerli maden çıkışını beraberinde getirmiştir. 2. PORTEKĐZ MERKANTĐLĐZMĐ 15. yüzyıldan başlayarak Portekiz, hırslı bir genişleme politikası benimsemiştir. Soylulara, yeni toprakların fethi, burjuva sınıfına da kârlı 32 ticaret yapma ümidi çekici geldi. 16. yüzyılın ortalarında, Fas’ta bazı toprakların terk edilmesine rağmen Portekiz Sömürge Đmparatorluğu en parlak dönemini yaşadı. Bu imparatorluk; Brezilya’dan başka Hindistan’a giden doğu yolu boyunca dizilen sömürgeleri kapsıyordu. Ancak bu büyük imparatorluğu yönetmek için toplu hiçbir politika uygulanmadı. Bununla birlikte Portekiz komşusu Đspanya’ya göre daha ihtiyatlı bir yol izlemiştir. 16. yüzyılda Đspanya gibi Portekiz’in de ne tarımı, ne sanayîi ne de ticareti henüz gelişmişti. Ülke oldukça ilkel bir halde bulunduğundan, değerli madenleri kendi yapısı içinde işletecek alanlar bulamıyordu. Bu bakımdan Portekiz, Đspanyol merkantilizmine zıt bir yol izlemiştir. Geniş ölçüde deniz ticaretiyle ilgilenmeyi kendi yararına uygun bularak kendi sömürgelerinde çıkarılan değerli madenlerin, başka ülkelere gitmesine göz yummuştur. Bu yönde hareket ederek de Đspanya’nın içine düştüğü zor durumla karşılaşmamıştır (Turanlı, 2000:32). Dolayısıyla Portekiz, tarım ve sanayi sektörlerine ilişkin tıpkı Đspanya’da olan olumsuz durumu, bu şekilde bertaraf etmeye çalışmıştır. Böylelikle Portekiz, merkantilist dönemin hemen başlarından itibaren denizciliğe vermiş olduğu önemin getirilerini toplamaya başlayan bir ülke olmakla beraber, bu tablonun uzun sürmediğini Hamitoğulları şöyle ifade etmektedir; “Portekiz, Atlantik ülkeleri içinde kendini büyük deniz ticaretine veren ilk ulustur. Büyük denizciler ve askeri komutanlar yetiştirdiği fakat merkantilist doktrin alanında ne doktrinci, ne de düşünür yetiştiremediğinden önce gönencini, sonra da bağımsızlığını kısım kısım kaybetmiş oldu” (Hamitoğulları, 1986:56). Bu süreç Portekiz'in de o dönemde bir sömürge imparatorluğu kurmasını ve ülkeye değerli maden akımını sağlamakla beraber, düşünür yetiştirmeye yönelik belirtilen olumsuzluk, politika üretilememesi sonucunu doğurmuştur. Bunun sonucunda 16. yüzyılın ikinci yarısında, o güne kadar Müslümanlara karşı koymayı başaran Portekizliler, Hindistan ve Afrika’da savunma durumuna girdiler ve Mozambik’e geri çekildiler. Fakat her şeye rağmen en tehlikeli rakipler Hollandalılar ve Đngilizler’di. Hollandalılar 1605 yılında Ambon, 1641 yılında Malakka, Colomba ve Koçin’i, Đngilizler ise 1622 33 yılında Hürmüz’ü ve Maskat’ı ele geçirdiler. Böylece Portekiz Asya’daki sömürgelerini kaybetmeye başladı. Portekiz sömürgeciliğe başladığı ilk yılların dışında, işletme tekellerini elinde tutmayı ve Güneydoğu Asya denizlerine diğer Avrupa donanmalarının girişini engellemeyi başaramadı. Ancak 17. yüzyılın ortalarında bile önemli bir sömürge devleti olmasını, göçmen yerleştirdiği sömürgelerinde salmayı başardığı derin köklere borçluydu. Dolayısıyla Portekiz 17. yüzyılda sömürgeleşme alanında iyice keskinleşen mücadeleden, özellikle Hollanda ve Đngiltere’nin göreli üstünlükleri sonucunda, gerileyen taraf durumuna düşmüştür. Nitekim 16. yüzyılın sonlarında Đngiltere Asya ticaretine yöneldi. Bunu diplomatik bağımsızlığı bulunan, yarı özel konumdaki şirketleri vasıtasıyla gerçekleştirdi. Benzer biçimde Hollanda da Asya ticaretinde aynı yöntemi izledi. Bunların tersine Portekizlilerin başlangıçtaki Asya seyahatlerinde, her ne kadar 16. yüzyıl sona ererken devlet geri planda kalsa da bu durum 1620’lerin sonunda tekrar eski haline dönmüştür, devletin büyük yeri ve önemi olmuştur. Bu durum Portekiz’in sömürge elde etme yarışında, Hollanda ve Đngiltere’ye nazaran farklı bir yol izlediğini ortaya koymaktadır (Birmingham, 1993:53). Portekiz’in 17. yüzyıldaki ekonomik yapısını ise Birmingham şöyle belirtmektedir; “17. yüzyılda Portekiz’in uluslararası öneme sahip endüstrisi; tuz endüstrisi idi. Đkinci büyük endüstrisi ise; bankacılık idi. Tuz diğer ülke piyasalarında, özellikle Hollanda piyasasında ekonomik değeri yüksek olan hayati bir maldı. Nitekim 1660’lı yıllarda Amsterdam’da tuz fiyatları yüksekti, diğer yandan bu durum Portekiz’in nihai olarak bağımsızlık başarısına da katkı sağlamıştır. Portekizli tacirlerin gerçekleştirdiği tuz ticareti dönem itibariyle 80.000 tona ulaşmıştı. Bu ticaret, tuzu büyük filolarla müşterilere taşımaktan ziyade, Portekiz sahillerine gelen yüzlerce küçük gemilerle yapılıyordu. Elde edilen kazançla da ithalât yapma imkânı doğuyordu. Ancak bu durum küçük el sanatları sektörünün gelişmesi önünde engel teşkil etmiştir. Nitekim Lizbon halkı metal eşya, porselen eşya, süs eşyası, küçük alet ve giyecek gibi eşyaları tuz ticaretinden sağladıkları gelirlerle ülke dışından temin etmekteydiler. Bu şekildeki işlenmemiş madde satıp, işlenmiş madde alma süreci, sonuç itibariyle Portekiz’in ekonomik restorasyonunu 34 olumsuz yönde etkilemiştir” (Birmingham, 1993:53). Sonuç olarak Portekiz her ne kadar Đspanya’nın yanlışına düşmeyerek ticareti ön plana çıkarmış olsa da, bu sefer ihracatını hammadde üzerine kurması ve dolayısıyla ithalâtını işlenmiş maddelerin oluşturması, sanayileşmede başarı sağlayamamasına yol açmıştır. 3. ĐTALYAN MERKANTĐLĐZMĐ Đtalyan ekonomisi merkantilist dönem Đspanya ve Portekiz ekonomilerinden farklılık gösterir. En başta, genel anlamda sömürgeci yayılmada bu iki ülkeye nazaran Đtalya’nın varlığından söz etmek mümkün değildir. Buna rağmen tarım ve endüstri sektörlerinde ise durum bu sefer Đtalya’nın lehinedir. Nitekim Sella’ya göre; “Đtalya’da 1590’larda en büyük sektör olan tarım sektöründe koşullar kötü olmakla beraber, izleyen yüzyılın ikinci yarısında özellikle Kuzey Đtalya’da durum tersine dönmüştür. Yine 17. yüzyılın başlarında hem genel, hem de şehir nüfusunun düzenli bir biçimde artışı, beraberinde düzenli bir ekonomik gelişmeyi de getirmiştir” (Sella, 1997:24). Bu durum da endüstriye pazar sağlama bakımından Đtalya’da, Đspanya’dakinin tersine bir durum yaşandığını göstermektedir. Aynı yüzyıl Đtalya’nın ihracat yapısına gelince; her ne kadar Đtalya’nın kuzey ve güney bölgelerinde, güney bölgesinin aleyhine bir gelişmişlik farkı oluşsa da, genel anlamda ipekçilik ve ipek endüstrisinin başı çekmesiyle ihracat sektörü canlılığını korumuştur. Bu durumu ise Sella şöyle ifade etmektedir; “1660-1680 yılları arasında Fransa’ya yönelik ipek ihracatı dokuz misli artmıştır. Aynı ürünün Đngiltere’ye yönelik ihracı ise, 1680-1720 yılları arasında yıllık 10 tondan 21 tona ulaşmıştır. Güney Đtalya ise, ekonomik bakımdan ülkenin kuzeyinden geri durumdaydı. Bu durum 18. yüzyılın başına kadar devam etmiştir. Endüstriye gelince; ağırlıklı olarak kalitenin ön plana çıktığı güzel sanatlara ait zanaat ürünlerine dayanmaktaydı. Keman bu ürünlere örnek olarak verilebilir. Nitekim Đtalya’da yapılan kemanlar tüm Avrupa’da eşsiz bir yer edinmiştir. Diğer bir örnek ise, biraz pahalı olmasına karşın, ipek endüstrisidir. Bu sektörde de özellikle Milan’lı ipek üreticileri üne kavuşmuştu. Öte yandan cam endüstrisi, Đngiltere ve Fransa’nın himayeci 35 politikaları karşısında Avrupa’nın merkezine ve Afrika’ya yönelerek; kadeh, boncuk, renkli bardak gibi ürünleri buralara ihraç etmişlerdir” (Sella, 1997:4142). Đtalya böylelikle ihraç ürünlerine pazar bulma arayışında, hem Kıta Avrupa’sının içlerine hem de Afrika Kıtası’na yönelerek esnek bir yol izlemiştir. Đtalya’nın merkantilist dönem ve sonraki durumunu Hamitoğulları ise şu şekilde tasvir etmektedir; “Đtalya 1830 yılından başlayarak Hristiyanlaştırma hareketine, 1857 yılından başlayarak da Afrika’ya el atmaya girişti. Fransız sömürgeciliğinin yayılmasına koşut olarak Đtalya’da, özellikle 1876 yılında iktidarın bir bölümünün sömürgecilikten yana tavır almasıyla birlikte, sömürgeci yayılımcılık lehine bir düşünce kendini gösterdi. Öte yandan Đtalya merkantilist dönemde, Đspanyol Monarşisinin çok geniş olan egemenlik çemberi içinde bulunmaktaydı. Đspanya’nın merkantilist tutumuna, Đspanyol Cezvit’i Mariana, daha 1609 yılından itibaren çok sert eleştiriler yöneltmektedir. Hemen hemen aynı dönemde Đtalyan Giovanni Botero ile A. Serra, en iyi ekonomik politikanın; tarım ve özellikle endüstriyi geliştirmek olduğunu savunmaktadırlar. Bu görüşlere göre, tarımsal ve endüstriyel bakımdan gelişmiş bulunan bir ülke oldukça kolay altın ve gümüş sağlayabilir. Bu düşünürlerle merkantilist doktrin, metalist anlayış ve aşamadan endüstriyel aşamaya geçmektedir (Marchal’dan aktaran Hamitoğulları, 1986:57-58). Yani, Đtalya’nın sömürge sahibi olma yarışında göreli geri kalma durumu söz konusudur. Bu durum özellikle Đtalya’daki; merkantilist doktrine katkı sağlayacak şekilde, altın ve gümüşe ulaşma yolunun endüstrileşmekten geçeceği düşüncesinden kaynaklanmıştır. Bu da Đtalya’nın, değerli maden elde etme amacına farklı yönden yaklaştığını ortaya koymaktadır. 4. ALMAN MERKANTĐLĐZMĐ (KAMERALĐZM) Merkantilist dönemde Alman merkantilistlerinin aksine, örneğin Đngiltere’de Doğu Hindistan Şirketi yöneticilerinden Thomas Mun, Sir Josiah Child gibi yöneticiler özellikle ticaret bilançosu konusunda Đngiliz merkantilist teoriye katkıda bulunmuşlardır. Almanya’da ise merkantilistler dikkatlerini iç 36 piyasaya yönelttiklerinden, bu alana katkıları çok az olmuştur. Alman merkantilistleri de tıpkı çağdaşları gibi refah üzerinde durarak, güç için zenginlik, zenginlik için de gücün gerekli olduğunu belirtmişlerdir. Đmalat yöntemlerinin geliştirilmesi gerekliliğinin, bunun için de daha fazla sermaye ve deneyime ihtiyaç olduğunun altını çizmişlerdir. Ancak bu noktada bireysel çıkarlar ile devletin çıkarları arasında uyum olmadığından, ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için devlet ön plana çıkarılmıştır. Dönemin Almanya’sındaki kapalı ekonomiye yönelik söz konusu politik ekonomi doktrini, kameralizm olarak adlandırılır (Coleman, 1969:168,171). Kameralist anlayış, özü itibariyle devlet eliyle ve kapalı ekonomi koşullarında kalkınmayı öngörmektedir. Bu noktada Alman merkantilistlerin dış ticaret üzerine fikir üretme kaygısını taşımamış olmaları anlam kazanmaktadır. Alman merkantilistlerine göre güç ve devlet itibarının temeli, insan ve paranın bolluğuna dayanır. Dolayısıyla ulusal ekonomiye ağırlık verilmelidir. Ancak Otuz Yıl Savaşları ve veba, Alman Prensliklerinde çok sayıda insanın ölümüne yol açmıştır. Buna o dönemde düşük doğum oranları da eklenince işgücünde aşırı düzeyde azalma ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla işgücü miktarı özel önem kazanmış, bu da şartlara uygun bir nüfus politikasını zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda kamu kaynaklarının büyük bir bölümü kırsal alana yönlendirilmiştir. Söz konusu kaynakların bir kısmı nakit paradan, bir kısmı da sermaye mallarından oluşmaktaydı. Sonuç olarak hububat üretiminde belli bir artış sağlanabilmiştir. Böylelikle Alman merkantilizminde; Devlet Gücü = Ekonomik Güç anlayışı egemen olmuştur (Coleman, 1969:175). Devletin ve özellikle yurtiçi ekonominin tamamen ön plana çıkarılmış olması, Almanya ve Đtalya’nın öncelikler bakımından benzer özellikler taşıdığını gözler önüne sermektedir. Ancak bunun için gerekli olan işgücüne gelince, Đtalya’da işgücünde yaşanan artış Almanya’da görülmediği gibi, aksine nüfusta ve dolayısıyla işgücünde büyük oranda kayıp yaşanmıştır. Bu durum, Otuz Yıl Savaşlarının kaybedilmesi ve kapalı ekonomi anlayışının etkisiyle, Almanya’nın ekonomik gelişme bakımından rakiplerinin arkasında kalmasına neden olmuştur. 37 5. HOLLANDA MERKANTĐLĐZMĐ Merkantilist dönemde Hollanda, özellikle 17. yüzyılda büyük bir atılım gerçekleştiren bir diğer ülke Đngiltere’nin örnek aldığı ülkeydi. Williams bu durumun altını şu şekilde çizmektedir; “17. yüzyılda altın çağını yaşayan Hollanda, bugünkü söylemiyle ekonomik mucize gerçekleştirmiştir. Hollanda ekonomik anlamda hükmetmeyi denizler sayesinde gerçekleştirmiştir. Nitekim Hollanda’nın o dönemdeki iç ve dış ticareti şaşılacak düzeyde artmıştır. Kuşkusuz bunu çok sayıdaki gemileri sayesinde gerçekleştirmiştir. Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi 1602 yılında, Batı Hindistan Şirketi ise 1621 yılında kurulmuştur. 17. yüzyıl boyunca Hollanda gemileri Kuzey Kutbunda bulunan Arktik bölgesinden Rusya’ya, Akdeniz üzerinden de Ortadoğu’ya düzenli seferler yapmışlardır” (Williams, 1970:24-25). Hollanda’nın söz konusu yüzyıldaki parlak durumu, özel girişimciliğin önünün açılması sayesinde gerçekleşmiştir. Bu da yeni yeni şirketlerin kurulmasını ve deniz aşırı ticareti olanaklı kılmıştır. Nitekim 17. yüzyılın ilk yarısında Doğu Hindistan Şirketi, Molük takımadalarından Ambon’a 1605 yılında, Bandalar’a ise 1609 yılında yerleşmeye başladı. 1660 yılına doğru Ternate, Tidore, Batcan deniz prensliklerine baş eğdirerek üstünlüğünü kesinleştirdi. Fransızların ve Đngilizler’in uzaklaştırılması, Cava denizine yerleşmelerini, Banten’in işgalini ve Batavia’nın 1619 yılında kurulmasını sağladı. Daha batıda, Johor ve Malakka’nın Hint Okyanusu kıyılarında, 1663 yılında Koçin ve Kaliküt karakollarının kurulması, Portekizlilerin 1658 yılında Seylan’dan atılması ve 1665 yılına doğru Borneo’nun kuzeyine tüccarlar ve Formoza’ya misyonerler gönderilmesiyle Malezyalılar, Hintliler ve Çinliler etki altına alındı. 1667 tarihli Breda barışıyla, Bender Abbas Fars iskelesi de içinde olmak üzere, Cape, Timor gibi bir dizi tahkim edilmiş ticaret sömürgesinden oluşan Doğu Hollanda Sömürge Đmparatorluğu’nun varlığı, Banda’nın son Đngiliz adalarının da Hollanda’ya bırakılmasıyla, resmen kabul edildi (Williams, 1970:26). Tüm bunlar, Hollanda’da yüzyılın ilk çeyreğinde dış ticarette iki önemli şirket olan, Doğu Hindistan Şirketi ve Batı Hindistan Şirketinin faaliyetlerine başlamış 38 olmaları, dolayısıyla daha yüzyılın hemen başında şirketleşmenin gerçekleştirilmiş olması sayesinde başarılmıştır. Hollanda’nın, batıya nazaran ağırlık verdiği doğu sömürgelerinin yönetimini ve finans merkezi olması durumunu ise Williams şöyle tasvir etmektedir; “Doğu Hint Adaları’nın yönetimi; ticari kaygıyı, Avrupalı nüfusun artması ya da adanın değerlendirilmesi gibi her türlü düşüncenin üstünde tutan şirketin ticari örgütlenmesine dayandırılıyordu. Nitekim şirket, geleneksel yapılar üstüne kendi adamlarını yerleştirdi. Genel valiler, hint adaları danışmanları, şefler ve tüccarlar; siyasal yönetimden, büyük yönetim hizmetlerinden, aynı zamanda da, örneğin Ambon gibi önemli bir bölgenin genel yönetiminden, bir karakoldan, bir kaleden, bir acenteden sorumluydular. Vali ya da danışmanlar yerel prenslerle mal teslimi koşullarını görüşürken, yürütme görevlileri yerli halka konulan vergileri mal olarak alıyor ve düzeni gerektiğinde, 1621 yılında Bandalar kıyımında olduğu gibi, koruyorlardı. Güneydoğu Asya takımadalarındaki farklı kültürel toplulukların ilişkileri sıkı sıkıya işlevseldi, birbirlerine karışması söz konusu değildi, her biri kendi geleneklerini koruyordu. Ancak Hollanda’nın batıya doğru yayılması bu kadar başarılı olmamıştır. Diğer yandan her ne kadar Hollanda 17. yüzyılda antrepo ve gemicilik merkezi olarak bilinse de, aynı zamanda dünyanın finansal merkezi konumundaydı. Amsterdam borsası ve bankalarıyla merkez konumdaydı. Fakat pek çok alandaki bu faaliyetler 17. yüzyıl sona ermeden önce azalmaya başlamıştır. Đzleyen yüzyılda ise söz konusu durgunluk ve gerileme iyice belirginleşmiştir” (Williams, 1970:26). Hollanda’nın doğudaki bu başarısı, esnek yönetim anlayışı ve bu yöndeki uygulamalardan kaynaklanmıştır. Zaruri durum dışında zora başvurulmamış olması da bunu doğrulamaktadır. Söz konusu yüzyıldaki finans alanındaki durum da, özellikle dış ticarette sağlanan başarının arka planını oluşturmaktadır. Yani ticaretin ihtiyaç duyduğu mali kaynağı sağlama noktasında da bir sıkıntı bulunmamaktaydı. Sonuç olarak, örneğin uygulamalar bakımından zıtlıkların mevcut olduğu dönemin Đspanya’sı ile Hollanda kıyaslanacak olursa; “Đspanya’nın tersine Hollanda, devlet güdümlülüğüne başvurmamıştır. Bireyci girişimcilik 39 burada büyük şirketlerin oluşmasını hazırlayan sağlam bir temel hazırlayacaktır. Kişinin özel faaliyetini frenleyen hiçbir devlet engeli söz konusu değildir. Sadece para değil, altın külçe ihracı bile serbesttir. Kredi vermek izni vardır. Devlet müdahalesi, şirketlere ve kişilere yardım etmek ve ticareti geliştirmek ile sınırlanmaktadır. Amsterdam Bankasının 1609 yılında kurulması böylesi bir amacın sonucudur. Bu banka gerçek bir ayrıcalık ve tekel olma durumundan yararlandığı için, Avrupa’nın en büyük piyasası ve değerli maden pazarı olmaktadır” (Imbert’den aktaran Hamitoğulları, 1986:58). Dolayısıyla 17. yüzyılda Hollanda’nın sağladığı başarı, bireysel girişimciliğin desteklenerek önünün açılması ve ticaretin liberal anlayış zeminine oturtulması sayesinde sağlanmıştır. 6. FRANSIZ MERKANTĐLĐZMĐ (COLBERTĐZM) VE ÖNDE GELEN TEMSĐLCĐLERĐ Çalışmanın konusunu; merkantilizmin tanıtımından hareketle, farklı merkantilist anlayış ve uygulamaları etkileyen unsurların Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüşleri temelinde Fransa ve Đngiltere açısından karşılaştırmalı analizi teşkil etmektedir. Colbert ve Child’ın 17. yüzyılda yaşamış olmaları, söz konusunu karşılaştırmanın bu yüzyıl bakımından yapılması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bununla beraber, izleyen bölümde ele alınacağı üzere bu iki ülkenin 16. ve 18. yüzyıldaki özellikle ekonomik durumlarına da değinilmiştir. Bu her iki ülkenin merkantilist dönem bakımından genel tablolarını ve seyirlerini anlamayı olanaklı kılacağı gibi, 17. yüzyıl baz alınarak yapılacak karşılaştırmaya da katkı sağlayacaktır. Tüm bu ifade edilenler, kuşkusuz iki ülkenin aynı dönem düşünürleri bakımından da geçerlidir. Dolayısıyla belirtilen gerekçeden hareketle Fransa ve Đngiltere’nin merkantilist döneme damgasını vurmuş önde gelen düşünürleri, iki ülke bazında sırasıyla ele alınacaktır. 6.1. Jean Bodin (1530-1596) Merkantilist dönemde Avrupa’ya yönelik değerli maden akımı beraberinde mal fiyatlarının artışı sürecini de getirmiştir. Bu konuya eğilen 40 düşünürlerden biri de Jean Bodin’dir. O’na göre fiyatların yükselmesine yol açan nedenlerin başında altın ve gümüşün bolluğu gelir, yalnızca dış ticaret bilançosu fazlası değil, Fransa’da kâr oranlarının yüksek oluşu da altın girişine yol açmış ve fiyatların yükselmesine neden olmuştur. Nitekim Bodin bu nedensellik ilişkisini, “Ticaret → değerli maden girişi → iç fiyatlar” şeklinde ortaya koyar (Wu’dan aktaran Yılmaz, 1992:7). J. Bodin’in fiyatların artması ile ülkeye giren değerli madenler arasındaki ilişkiye yönelik analizi, temel ekonomik problemlerin anlaşılmasına katkı sağlamıştır. Hemen hemen 16. yüzyılın ortalarında, sert mücadelelerin ardından Fransa’da devlet otoritesi sağlanmıştır. IV. Henry (1553-1610) tüm ülke bazında gelişmeyi esas alan ekonomi politikası uygulamayı planlayarak, imalat ve ticareti geliştirmek için çabaladı. Đtalya’dan ithal edilen değişik endüstri ürünleri Fransa’da üretilmeye başlandı. Đspanya’ya satılan tarım ürünlerinden çok miktarda değerli maden elde edildi. Ancak bu periyot boyunca ekonomik problemler karşısında Fransız yazarların çok önemli katkıları olmadı. En önemlilerinden biri IV. Henry’nin ekonomi danışmanı Barthelemy de Laffemas’dı. O da temel olarak endüstri, ticaret ve endüstriyel üretimin geliştirilmesi yönünde alınabilecek idari önlemler üzerinde durdu. Diğer yandan ülke refahı için değerli madenlere sahip olmanın önemini ve gümüş-altın ihracının serbest olması gerektiğini belirtti (Pribram, 1986:50). 6.2. Antoine de Montchrétien (1576-1621) J. Bodin’in düşünceleri ile benzer fakat daha detaylı sistematik düşüncelere, Antoine de Montchrétien’in; “Traicté de I’oeconomie politique” adlı 1615 tarihli çalışmasında rastlanır. Đlk kitabında politik ekonomi konusu ele alınmaktadır. Ülkede üretilen önemli endüstriyel mallar üzerinde durmuştur. Ulusal refahın artışını ucuz fiyatlı malların bolluğu ile işbölümünü ve malların değişimini bireysel isteklerle ilişkilendirmiştir. Bununla beraber malların aşırı bolluğunu tehlikeli bir durum olarak görmüştür. Đmalat ürünlerinin ithaline, altın-gümüşün ihracına karşı gelmiş ve ürün ihracının, karşı ülkelerin değerli maden arzını azaltacağından dolayı, arttırılmasını savunmuştur (Pribram, 1986:50-51). Montchrétien’in ileri sürdüğü görüşler, 41 merkantilist döneme özgü dış ticarete yaklaşımın tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Đmalat endüstrisine yaklaşımında, bu sektöre özgü ithalâtın yasaklanması gerekliliği ortaya konmakta, ihracat boyutu ise, işin özü değişmeyecek şekilde, Montchrétien tarafından tersten ele alınmaktadır. Dolayısıyla ne pahasına olursa olsun ülkenin değerli maden elde etmesi gerekliliği, ihracatın arttırılmasının, karşı ülkenin elindeki mevcut değerli madeni azaltacağı gerçeğinden hareket edilerek ortaya konulmaktadır. 6.3. John Law (1671-1729) John Law Đskoçya’lı olup, döneminin meşhur maliyecilerindendir. XIV. Louis’in 1715 yılında ölmesinin ardından, Fransız ekonomisini düzeltmesi için bu ülkeye davet edilmiştir. Katolikliği kabul etmesiyle Maliye Bakanlığı’na atanmıştır. Fransa’nın sömürgelerinden olan Louisiana’nın kalkınmasını gerçekleştirmek amacıyla ilk olarak “Missisipi Şirketi” ve kâğıt para basma yetkisine sahip bir banka kurmuştur. Fakat bankanın çıkardığı paralar kısa zamanda büyük miktarda artarak Missisipi Şirketi’nin hisse senetlerine yönelmiş ve senet fiyatlarını hızla arttırmıştır. Talebin azalmasıyla meydana gelen fiyat düşüşünde ise pek çok kişi parasını yitirmiştir. Bu felaket sonucunda Law, itibarını kaybederek Fransa’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Law, 1705 tarihli “Ulusa Para Arzetme Đle Đlgili Bir Teklifle Birlikte Para ve Ticaret Üzerine Düşünceler-Money and Trade Considered, with a Proposal for Supplying the Nation With Money” adlı çalışmasıyla kâğıt para ve krediye büyük önem vermiş ve diğer merkantilistlerden ayrılmıştır. Ekonomik gelişmeyi sağlamak için madeni para yerine bu iki araca yönelmenin gerekliliğini vurgulamıştır. Bankaların yaptıkları işlemlerle para da yaratacaklarını belirten ilk iktisatçı Law’dır (Spiegel, 1971:175). Böylelikle Law “Banka Parası” kavramının temellerini oluşturmuştur. Öte yandan Law, kurmuş olduğu şirket kaynaklı ortaya çıkan finansal kriz nedeniyle güven kaybına uğramış olsa da, genel merkantilist düşüncedeki, değerli maden elde etmeye yönelik tek gayeden, kâğıt parayı ön plana çıkararak uzaklaşmış bir kişidir. 42 Law bununla kalmamış, iktisat terminolojisine “dolaşım” kavramını da kazandırmıştır. O’nun; “Madeni paraların değeri, içerdiği madenin fiyatında meydana gelen değişikliğe bağlı olarak değişir. Değerli madenler diğer yandan sanayi için de talep edilir. Dolayısıyla belirtilen ilişki mutlaka yaşanacaktır. Bu nedenle ticaretin ihtiyacına göre ayarlanabilen kâğıt para tercih edilmelidir” şeklindeki görüşleri Smith tarafından, “mükemmel ancak hayali” olarak değerlendirilmiştir (Spiegel, 171:176). Diğer yandan Law’a göre ticaret parayla olur. Daha çok para daha çok insana iş yaratmak demektir. Para arzındaki bir artış, para talebini de arttıracağından dış ticaret fazlasının enflasyonist etkisi ortadan kalkar (Yılmaz, 1992:10). Yani Law, ekonomide madeni para yerine kâğıt para kullanımı gerekliliğinin altını çizmekle kalmamış, dolaşımdaki para miktarı ile istihdam arasında da ilişki kurarak, para arzının artmasının istihdamı olumlu etkileyeceğini belirtmiştir. 6.4. Richard Cantillon (1680-1734) Đrlanda’lı olup, Fransa’da bankerlik yapan Richard Cantillon‘un, 17301734 yılları arasında yazmış olduğu “Ticaretin mahiyeti üzerine genel bir deneme - Essai sur la nature du commerce en general” adlı eseri 1755 yılında yayımlanmıştır. Pribram’a göre; “O dönemde diğer yazarlar eserin önemli bölümlerinden kaynak belirtmeksizin yararlanmışlardır. Eserin yayımlanmasıyla Cantillon’un düşünceleri pek çok Fransız ekonomist tarafından benimsenmiş, Adam Smith tarafından da zaman zaman başvurulan bir kaynak olmuştur. Fakat eser 1881 yılında, iktisadi düşüncenin gelişimi sürecinde Cantillon’un katkısını vurgulayan William Stanley Jevons tarafından yeniden keşfedilene dek unutulmuştur. Gerçekten de Cantillon çağdaşı olan diğer merkantilistlerden farklı ekonomik analiz yöntemleri kullanmıştır. Tezlerinde öne sürdüğü varsayımların iç tutarlılıklarını test ederek ortaya koymuş, tümden gelim yöntemini kullanmıştır. Sık sık çeşitli ülkelerin ekonomik ve mali geçmişine ilişkin verilerden hareket ederek sonuçları doğrulamaya uğraşmıştır. Temel ekonomik kavramların analizinde öncelikle William Petty’nin düşüncelerinden faydalanmıştır. Malların 43 üretiminde kullanılan toprak ve emek miktarından, toprağın verimliliği ve emeğin niteliğinden hareketle malların gerçek değerini belirlemede Petty’i izlemiştir” (Pribram, 1986: 79). Petty’nin düşüncelerinden etkilenen ve analizlerinde dedüktif yöntemi kullanan Cantillon, iktisadi düşünce tarihinde hakettiği yerini, ortaya koyduğu eserin Jevons tarafından tekrar gündeme getirilmesiyle almıştır. Bu şekilde genel hatlarıyla ele alınan, önde gelen Fransız merkantilistleri ve düşüncelerinin ardından, izleyen bölümde yine genel anlamda önde gelen Đngiliz merkantilistleri ve görüşleri üzerinde durulacaktır. 7. ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐ VE ÖNDE GELEN TEMSĐLCĐLERĐ Merkantilist dönem Đngiltere’sinde, aynı dönem Fransa’sına nazaran daha çok sayıda düşünür karşımıza çıkmaktadır. Bunların eserlerinde ortaya koydukları görüşler, zaman içinde daha liberal söylemler içerecek şekilde bir değişim geçirmiştir. Söz konusu değişim sürecini temsil eden ilk akla gelen düşünürlerden; Charles Davenant, Sir Dudley North ve Sir Josiah Child’dır. Ancak merkantilist düşüncenin son dönemlerinde karşımıza çıkan bu düşünürlere gelene kadarki süreçte ön plana çıkan diğer düşünürleri de ele almak, söz konusu süreci ve belirtilen değişimi anlama olanağı verecektir. 7.1. John Hales (d. 1571) Đngiliz merkantilizminin önde gelen düşünürlerinden biri olan John Hales ve yaşadığı dönemi Spiegel şöyle yorumlamaktadır; “John Hales döneminde aşırı faiz ve tefecilik, tartışmaların gündemini oluşturmaktaydı. Bu dönemde Hales Parlamento üyesiydi. Kraliçe I. Marry ve I. Elizabeth’in başta olduğu zamanlarda Đngiltere’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Hales ekonomik düşünceyi ahlâk felsefesinin bir dalı şeklinde ele almış ve Đngiliz düşünce tarihinde böyle bir gelenek oluşturmuştur. Öğretilerinde ilk sırayı bireysel bazda dürüstlük almıştır. Ardından bunun aile, şehir ve giderek krallık ölçeğine çekilmesi gerektiğini vurgulamıştır” (Spiegel, 1971:83-84). Söz konusu önermesinden hareketle Hales’in, tümevarımcı yaklaşımı benimsediği anlaşılmaktadır. 44 Yine Spiegel’e göre; “Öte yandan Hales, ekonomik kaynakların daha kârlı iş alanlarında kullanılması gerektiğini belirtmiştir. Böylelikle eskisine nazaran üretim miktarı artacaktır. Dış ticarete karşı olmayan Hales, gereksiz malların ithal edilmesine karşı çıkmıştır. Diğer yandan fiyatlar genel düzeyinde meydana gelen artış sorunu üzerinde önemle durmuştur. Bu durum arzdaki eksikliğin sonucu olarak ortaya çıkmamaktadır. Asıl neden paranın değerinde yapılan düşüştür. Böylelikle malların reel değerleri değişmezken, nominal fiyatlar yükselmektedir” (Spiegel, 171:85-86). Dolayısıyla Hales, enflasyonun nedeni olarak paranın değerindeki düşüşü, yani tağşişi işaret etmektedir. Genel anlamda merkantilist dönemde hakim olan ithalâta karşı tutuma ilişkin olarak ise Hales’in; sadece gereksiz malların ithaline karşı çıkarak bu tutumu biraz yumuşatmış olduğu görülmektedir. 7.2. Gerard de Malynes (1586-1641) Merkantilist dönemde 17. yüzyıla gelindiğinde piyasa yapılarının değişmeye başlaması ve ticaret hacminin artması, spekülasyon imkânlarını azaltmıştı. Diğer yandan pek çok tüccar fiyat dalgalanmalarını arz ve talep güçlerine bağlıyorlardı. Gerard de Malynes’in döneminde Đngiltere’de tekstil endüstrisi, sermayenin dolaşımından ve kredi şartlarından büyük ölçüde etkilenmekteydi. Malynes bu noktadan hareketle büyümenin desteklenmesi için para arzının arttırılması gerekliliğini vurguluyordu (Muchmore’dan aktaran Blaug, 1991a:174). Dolayısıyla Malynes de, tıpkı Law gibi para arzı ile ekonomik büyüme arasında doğru yönlü bir ilişkinin olduğunu ortaya koymaktadır. Gerard de Malynes’in, dış ticaret konusundaki görüşlerine gelince; “Malynes pahalı satmanın dış ticaret dengesini ülke aleyhine çevirmeyeceğini savunur. Malynes’in şemasındaki neden-sonuç ilişkisi şöyledir: Para değerindeki düşüş → Altın çıkışı → Đçte para arzının daralması → Fiyatlarda düşme → Ucuz mal satıp pahalı mal alma → Dış ticaret dengesinin ülke aleyhine bozulması → Altın çıkışı. Malynes’e göre, ihraç mallarının pahalı olması, pahalı satıp ucuz mal almak ticaretin ülke lehine olması anlamına gelmektedir. Tersine fiyatlarda bir 45 düşme, ucuz satıp pahalıya satın alma anlamına geleceğinden dış ticaret dengesinin bozulmasına yol açmaktadır” (Wu’dan aktaran Yılmaz, 1992:7). Malynes’in dış ticarete ilişkin ortaya koyduğu bu nedensellik zinciri, dış ticaretin ülke lehine olabilmesi için pahalı satıp ucuza almak gerektiği yönündeki hâkim merkantilist görüşe tamamen uymaktadır ve bu görüşün alt yapısını ortaya koymaktadır. Öte yandan konu değerli madenler olunca, bu madenlerin tüm uluslararası hareketinin sıkı denetimini savunan yazarlardan biri de Gerard de Malynes’dir. “Malynes, 1600 yılında Kraliçe I. Elizabeth tarafından paranın değerindeki düşüşün nedenlerini araştırmak üzere görevlendirilir. O’na göre döviz kurundaki dalgalanmanın nedeni spekülatif amaçlı manipülasyon değil, paraya yönelik uluslararası talep farklılıklarıdır. Diğer yandan Malynes, paranın nominal değerindeki düşme ile dış fiyatlardaki artışın tersine, iç fiyatlardaki azalış arasındaki ilişkinin de farkındaydı. O’nun temel görüşlerinden biri paranın da bir çeşit mal olduğu ve değerindeki değişmenin, para miktarındaki artış ve azalıştan kaynaklandığı şeklindedir. Önemle vurguladığı diğer bir husus ise, döviz kontrolünün yapılmasıydı. Malynes’in görüşleri liberal tarihçiler tarafından genellikle bu noktada eleştirilmektedir. Oysa Malynes’in bu görüşü Joseph Alois Schumpeter ve John Maynard Keynes tarafından övgüyle karşılanmıştır” (Pribram, 1986: 47). Bunun yanında Malynes’in, değerli madenlerin uluslararası ticaretine ilişkin görüşleri, Edward Miselden, Thomas Mun gibi diğer bazı merkantilist düşünürlerin eleştirel görüşleri ile karşılık bulmuştur. 7.3. Edward Misselden (1608-1654) Edward Misselden gibi belli başlı merkantilistler Malynes’in görüşlerine karşı çıkmıştır. Sloganları ise altın ve gümüş ticaretinin serbest olması yönünde idi. Miselden’e göre döviz kuru paranın iç değeri tarafından belirlenir. Döviz fiyatlarındaki dalgalanma ideal fiyat etrafında olacaktır. Đdeal fiyat ise, metal paranın saflık derecesine göre oluşacaktır (Pribram, 1986: 47). Misselden’in bu yaklaşımı, Malynes’in ileri sürdüğü; döviz kurundaki 46 dalgalanmanın nedeninin, paraya yönelik uluslararası talep farklılıkları olduğu şeklindeki görüşüne katılmayan bir yaklaşımdır. Yılmaz bu durumu şöyle ifade etmektedir; “Edward Misselden ile Thomas Mun, Malynes’in genel kabul görmüş görüşlerini de temelinden sarstılar. Gerçekte bu iki yazar da altının önemini yadsımıyorlardı, dış ticaret bilançosunun fazla vermesinden de yanaydılar ancak Malynes’in şemasındaki neden-sonuç ilişkilerini önemli boyutlarda değiştirmişlerdi. Bir ülkenin ihraç mallarını pahalı veya ucuz yapan döviz kurları değil, söz konusu malların kıtlığı veya bolluğudur, diyorlardı. Dövizin değerini belirleyen ise dış ticaret bakiyesi idi. Dış ticaret dengesi → arz ve talep edilen kâğıt paralar → döviz kurları sıralamasında görüldüğü gibi bir neden-sonuç ilişkisinden söz ediyorlardı. Buna göre Malynes’in dediği gibi pahalı satmak değil, tam tersine ucuz satmak ülkeye altın girmesine yol açabilecekti” (Yılmaz, 1992:9). Misselden ve Mun’un bu görüşleri, Malynes’in kurduğu belirtilen nedensellik zincirini değiştirmekle kalmamış, döviz kurunu ise doğrudan dış ticaret bakiyesi ile ilişkilendirmişlerdir. Dolayısıyla Malynes’in nedensellik zincirinin tersine döndürüldüğü Misselden’in nedensellik zinciri, Yılmaz’a göre şu şekilde işlemektedir: “Fazla veren bir dış ticaret bilançosu → Ülke parasının değerlenmesi → Ülkeye altın girmeye başlaması → Para arzının artması → Đçte fiyatlar genel düzeyinin yükselmesi → Pahalıya mal satıp ucuza mal alma → Dış ticaretin aleyhe dönmesi. Misselden ile Mun’da neden sonuç ilişkisi böylesine tersine dönmüştü. Ülkeye altın girişi pahalılığa yol açıyor, bu pahalılık ihraç mallarına yansıdığında dış ticaret fazla vermek şöyle dursun, aleyhe dönüyordu. Bu koşullar altında dış ticaretin fazla vermesi fikri hala savunulabilecek miydi? Öte yandan altın bir değer saklama aracı olarak hâlâ önemini korumaktaydı, dış ticaret fazlası da altına sahip olmanın en etkin yoluydu. Bu çelişki Edward Misselden’i enflasyonun avukatlığını yapmaya götürmüştür: Ülkedeki enflasyon aynı zamanda yeni iş alanları açarak işsizlerin istihdamını sağlayıcı bir etki yaratır” (Yılmaz, 1992:9). Misselden’de ifadesini bulan bu yaklaşım da merkantilist düşünceye hâkim olan, ülkenin sahip olduğu alın ve gümüş 47 miktarının ne pahasına olursa olsun arttırılması gerektiğini destekleyen bir başka durumdur. 7.4. Thomas Mun (1571-1641) Öne çıkan Đngiliz merkantilistlerinden biri de Thomas Mun’dur. Pribram’a göre; “Doğu Hindistan Şirketinin yöneticilerinden biri olan Thomas Mun zamanında ticaret bilançosu kavramı, yeniden önemli bir tartışma konusu oldu. Mun 17. ve 18. yüzyıl Đngiliz merkantilistlerince çok takdir edilen bir kişiydi. Ticaret politikasına ilişkin politika belirlemede, ihracatı ve dolayısıyla ulusal zenginliği arttırmaya yönelik tavsiye niteliğinde katkısı oldu. Mun, paranın değerindeki artış ile fiyat hareketleri arasında tıpkı Misselden gibi bir ilişki kurdu. Malynes’den farklı olarak aşırı yükselen fiyatları da hesaba kattı. Đhracat fazlasının, iç piyasadaki fiyatları yükseltmesini önlemek için, fazlalığın tarım ve balıkçılık sektörlerine ya da imalat sektörüne yatırılmasını önerdi. Đşgücü arzının arttırılmasını, düşük ücretleri ve lüks malların ithalâtının yapılmamasını savundu. Diğer yandan Mun, altın ve gümüş ihracına izin verilecekse, ithalâtın ihracattan fazla olmasını önerdi. Dış ticaretin gelişimi ve değerli madenler arasında sıkı bir nedensellik ilişkisi kurdu. Ülkelerin dünyadaki değerli maden stokundan alacakları payın ise, ticaret bilançoları tarafından belirleneceğini ileri sürdü” (Pribram, 1986:48). Mun’un kurmuş olduğu bu ilişki ilk kez 1620’lerde ortaya atılmış ve yaygınlaşmıştır (Muchmore’dan aktaran Blaug, 1991a:188). O’nun görüşlerinde de, merkantilist istihdam ve ücret politikaları ile lüks malların ithali ile ilgili dış ticaret politikasının tam olarak yansıması görülmekle beraber, değerli madenlerin ihracı söz konusu olduğunda; değerli maden ihracını, ithalinden az olması koşulu ile kabul etmektedir. Mun bu koşulu ileri sürse de, merkantilist düşüncenin bu konudaki katı, yani yasaklayıcı yaklaşımını bir bakıma yumuşatmış olmaktadır. 7.5. Sir William Petty (1623-1687) Hull, merkantilist dönemin öne çıkan Đngiliz düşünürlerinden Sir William Petty’i şöyle resmetmektedir; “Petty 26 Mayıs 1623 yılında 48 Romsey/Hampshire’de doğdu. Babası yoksul bir kumaşçıydı. Sivil savaş döneminde pek çok Đngiliz gibi mülteci oldu, Utrech ve Leyden’de bulundu. Petty çok renkli bir yazardı ve özellikle istatistik temelli çalışmalarında bolca yoruma yer verirdi. Başlangıçta ticarete değil, vergilendirme konusuna ilgi duymuştur. O’na bir tür Đngiliz “Kameralist” denilebilir” (Hull’dan aktaran Blaug, 1991c:2,33). Petty, Schumpeter’in ifadesiyle; “Doktor, cerrah, matematikçi, mühendis, parlamento üyesi ve işadamı kimliklerine sahip çok yönlü bir kişiydi. Tüm bu kimlikleri yanında Đktisat alanında da çok önemli bir isimdir. Ancak üne ulaşması ölümünden sonra gerçekleşmiştir. 1662 tarihli “Bağışlar ve Vergiler Üzerine Bir Đnceleme”, 1672 tarihli “Đrlanda’nın Siyasi Anatomisi”, 1676 yılında yazılan ve 1690 yılında yayımlanan; “Politik Aritmetik” ve 167187 yılları arasında yazılan “Politik Aritmetik Üzerine Denemeler” gibi belli başlı eserleri, C. H. Hull tarafından 1899 yılında “Sir William Petty’nin Đktisadi Yazıları” adlı kitapta toplanmıştır. Petty, Politik Aritmetik söylemini ilk kullanan ve bu alandaki yöntem ve kuralları belirleyen kişidir. Ardından Charles Davenant da bu alanda çalışmalar yaparak Petty’nin takipçisi olmuştur. Petty diğer teorisyenlerden farklı olarak genelleştirmelerden kaçınarak, analitik yöntemleri kullanmış, bilimlerinden Newton’un faydalanmıştır. Petty’nin prensiplerinden pek çok hareketle çalışması doğa döneminin vergilendirme, para, uluslararası ticaret politikası gibi konularında çözümler getirmiş, özellikle döneminin ulusal gelir gibi güncel konuları üzerinde yoğunlaşmıştır. Modern gelir analizlerinin Petty’nin çalışmalarından hareketle başladığı söylenebilir. Nitekim Dr. Francois Quesnay’ın bu konudaki çalışmalarında Petty’den izler görülmektedir” (Schumpeter, 1954:210-213). Böylelikle Petty, vergilendirme konusunda vermiş olduğu eserin ardından, ticaret konusuna da yönelmiş, uluslararası ticaret politikası yanında, para ve ulusal gelir gibi merkantilist düşünürlerin yoğun yönelimlerinin olduğu konular üzerinde de durarak, iktisadi düşünce tarihi içinde önemli bir düşünür olarak yerini almıştır. 49 7.6. Charles Davenant (1656-1714) Charles Davenant meşhur bir şair ve oyun yazarının oğlu idi. Davenant gençlik yıllarında bu alanlara ilgi duymuştur. Yasalar üzerine çalışmaya başlamasıyla siyaset ve devlet yönetiminde dikkate değer bir kariyer elde etmiştir. Bazen tıpkı bir parlamento üyesiymiş gibi hizmet vermekteydi (Spiegel, 1971:137). Bunu yaparken bir yandan da, özellikle ticarete ilişkin nasıl bir politika izlenmesi gerektiğini yazılarıyla ortaya koymuştur. Davenant bütün yazılarında, merkantilist ticari politikanın siyasi gücün kaynağı olduğunu vurgulamıştır.1695 yılında yayımlanan,“Savaşı Sürdürecek Yollar ve Araçlar Hakkında Bir Deneme - An Essay on Ways and Means of Suppliying the War” adlı çalışmasında Đngiltere’nin deniz gücünün finansmanı ile ihracat ve taşımacılık arasında ilişki kurmuştur. Aynı çalışmasında nüfus sorununa da değinerek yeni görüşler ileri sürmüştür. Nüfus artışının; endüstri, tutumluluk ve icatlar konusunda güdüleyici etkisinin olduğu görüşünden hareketle, yararlı olduğunu savunmuştur. Yine Davenant’a göre, nüfus artışı toprağın değerini ve rantların yükselmesini de sağlayacaktır (Spiegel, 1971:138). Böylelikle Davenant nüfus artışını destekleme yanında, merkantilist düşüncedeki “Güçlü Devlet” olma şeklinde ifade edilebilecek amaca ulaşmanın yollarını da ortaya koymaktadır. Bu da kuşkusuz ticaret yoluyla sağlanabilecektir. O halde öncelikle mali anlamda güçlü olmak gerekir. Bu doğrultuda oluşturulacak ticari politika, beraberinde siyasi gücü de getirecektir. Diğer yandan Davenant, 1696 yılında yayımladığı, “Doğu Hindistan Ticareti Üzerine Deneme - Essay on the East-India Trade” adlı çalışmasında Hindistan tekstil ürünlerine ambargo konulmasına karşı çıkmıştır. Kaldı ki Đngiltere’nin yaptığı ithalâtın çok büyük bir kısmı yeniden ihraç edilmektedir. Davenant’a göre ticaret doğası gereği özgürdür, kendi yolunu kendi bulur ve doğru yolu seçer. Ticarete kurallar ve emirler getiren, onu kısıtlayan tüm yasalar belirli kişilerin özel çıkarları için faydalı olabilir, ancak topluma nadiren faydalı olur. Đki yıl sonra 1698 yılında iki ciltlik, “Kamusal Gelir ve Đngiltere’nin 50 Ticareti Üzerine Đnceleme - Discourses on the Public Revenue and on the Trade of England” adlı çalışması yayımlanmıştır. Bu çalışmasında Davenant döneminin pek çok yazarı gibi vergi yükünün toprağa, yani ranta yansıyacağını belirtmiştir (Spiegel, 1971:139). Davenant’ın, ticaretin doğası gereği özgür olduğu, ticaretin kısıtlanmasının çoğunlukla toplum zararına sonuçlar doğurduğu şeklinde özetlenebilecek görüşleri, O’nu merkantilist dönemin sonlarına doğru oluşan liberal görüşün temsilcilerinden biri kılmıştır. 7.7. Nicholas Barbon (1640-1698) Nicholas Barbon, işadamı kimliğiyle ticarete ilişkin ortaya koyduğu eseri ile merkantilist düşünce akımı içinde yer almış bir düşünürdür. Savaş’a göre; “Barbon, 1661 yılında Utrecht Üniversitesi’nden master derecesi almış bir işadamıydı. Kendisinin ilk işi inşaatçılık idi ve Londra şehrini yakıp kül eden “Büyük Yangın” sonrası çok zengin olmuştu. Büyük yangın, Barbon’a sadece servet değil, bazı yeni fikirler de getirmişti. Bunların başında yangın sigortası ve ipotek bankacılığı ile ilgili projeleri gelir. Barbon bu konular üzerinde çeşitli eserler yayınlamışsa da en ünlüsü “Ticaret Üzerine Tez” adlı 1690 yılında yayınladığı eseridir” (Savaş, 2000:186). Dolayısıyla Londra yangını, Barbon’un sigortacılık ve bankacılık alanlarında başlayan fikir ve proje üretme sürecinin, ticarete ilişkin ortaya koyduğu en ünlü eserine kadar uzanmasına vesile olmuştur. Nicholas Barbon, altın ve gümüşe herhangi bir maldan farklı bir gözle bakmayarak ve devletçe faiz oranlarına müdahale edilmemesi gerektiği görüşünden hareketle, faiz ve rant arasındaki ilişkiyi kendine özgü farklı bir yaklaşımla ortaya koymuştur: “Barbon, altın ve gümüşün para olarak kullanılmasını, bu madenlerin bazı özellikleri sayesinde olduğunu kabul etmekte ancak bu iki madeni biriktirmekle bir başka malı biriktirme arasında herhangi önemli bir fark olmayacağını öne sürmektedir. Barbon da faiz oranlarının yasa ile belirlenmesine karşı çıkmıştı. Barbon ayrıca faiz ile rant arsındaki ilişkiyi daha da derinliğine açıklamayı başarmıştır. Barbon’a göre toprak “doğal stok”tur ve rant elde eder. Kapital de “işlenmiş stok”tur ve bu 51 nedenle geliri toprağın gelirine benzer. Faiz genellikle para için hesaplanır. Çünkü faizle ödünç alınan para, yine para olarak ödenecektir. Fakat bu düşünce yanlıştır, çünkü faiz stok için ödenir; ödünç alınan para ya malları satın almak için veya önceden satın alınan malların parasını ödemek için harcanır. Hiç kimse elinde tutmak için faizle para almaz ve bu parayla elde edilmesi mümkün faizden almak istemez” (Savaş, 2000:187). Görüldüğü gibi Barbon faiz-rant ilişkisini, yine kendine özgü “işlenmiş stok” ve “işlenmemiş stok” kavramlarından hareketle ortaya koymaktadır. “Đşlenmiş stok” Barbon’a göre, tüccarların sattığı işlenmiş ürünler olup, çiftçilerin doğadan elde ettikleri haliyle satışa sundukları işlenmemiş ürünlerden farklıdır. Çiftçiler toprağı kiralar ve bu “doğal stok”u elde etmek için kira (rant) öderler, tüccarlar ise işlenmiş malları, yani “işlenmiş stok”u tüketicilere satmak için talep ederler” (Savaş, 2000:187). Yani Barbon, “işlenmiş stok” kavramını, kapsamına sadece işlenmiş ürünleri alarak daralmakta ve faizi bu stoka yönelik ödeme olarak tanımlamaktadır. 7.8. John Locke (1632-1704) John Locke iktisadi düşüncelerinden ziyade özgürlükler üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen bir filozoftur. Child’ın “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler-Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money” adlı çalışmasıyla önem kazanan faizlerin düşürülmesi konusunu, arkadaşı Anthony Ashley Cooper’ın isteği üzerine 1668 yılında hazırlanan, 1692 yılında genişletilerek “Faizin Düşürülmesinin ve Paranın Değerinin Yükseltilmesinin Sonuçları Hakkında Bazı Düşünceler-Some Considerations of the Consequences of the Lowering of Interest and Raising the Value of Money” adı ile yayımlanan çalışmasında ele almıştır (Spiegel, 171:155). Locke, faiz ve paranın değerine yönelik çalışmasının yanı sıra malın fiyatını ve talebini belirlemede etkili olsan unsurlar üzerinde de durmuş bir filozoftur. “Locke’a göre değer ve fiyat teorisi, bir arz-talep teorisidir. Herhangi bir malın fiyatı alıcı ve satıcıların sayısına göre yükselir ya da düşer. Bir malın talebine kıyasla mevcut miktarı, o malın fiyatını belirler. Diğer yandan talebi belirlemede sübjektif unsurların da etkili olduğunu belirtmiştir. Bir malın talebi 52 ona duyulan ihtiyaca ve faydasına bağlıdır. Malın fiyatının olması için sadece faydalı olması yetmez, bunun yanında kıt olması da gerekir. Petty ve daha sonraki yıllarda Locke, paranın değerinin nasıl belirlendiği sorusuna yanıt geliştirirken, klasik miktar kuramını da büyük ölçüde biçimlendirmiştir. Locke’a göre paranın değeri para arz ve talebi ile belirlenir. Para talebi ani değişiklikler göstermez, bu nedenle paranın değerini belirleyen daha çok para arzındaki değişmelerdir. O’na göre para arzı ile ticaret hacmi arasında uygun bir orantının olması gerekir. Aksi halde para arzında bir azalma ticaretin duraksamasına neden olur” (Yılmaz, 1992:10). Böylelikle Locke, bir malın fiyatını belirleyen unsurları; malın miktarı, alıcı ve satıcı sayısı ile “ihtiyaç” ve “fayda” gibi sübjektif kavramlarla ilişkilendirmiştir. Öte yandan paranın değerini belirlemede, para arzındaki değişmelerin asıl belirleyici unsur olduğu görüşüyle, klasik miktar kuramına giden sürece önemli bir katkı sağlamıştır. Bunun yanında Locke’un, üretim miktarındaki artışa koşut dolaşımdaki para miktarının arttırılmaması neticesinde ortaya çıkabilecek resesyon durumunu, ticaret hacmi ve para arzı bağlamında ele aldığı da görülmektedir. 7.9. Sir Dudley North (1641-1691) Kral III. George’un Başbakanlığını yapmış Lord North’un beş kardeşinden en tanınanı Sir Dudley North’dur. 12 yaşında okul yaşamında başarısız olmuş, ardından tüccar olup ailesi tarafından 19 yaşında bu günkü Türkiye’ye gönderilmiştir. 20 yıl sonra zengin biri olarak Đngiltere’ye dönmüş, iş yaşamını bırakarak çeşitli devlet görevlerinde bulunmuştur. Ölümünün hemen ardından 1692 yılında yayımlanan “Ticaret Üzerine Söylev-Discourse upon Trade” adlı kısa broşürü, o dönemde bir etki yapmasa da 1818 yılında James Stuart Mill tarafından keşfedilmiş ve önem kazanarak 1822 yılında tekrar yayımlanmıştır (Spiegel, 171:167). North da tıpkı çağdaşı Petty’nin ölümünün ardından, Hull tarafından eserlerinin bir kitapta toplanması sürecinde olduğu gibi, yaşadığı dönemde yayımladığı ancak dikkat çekmeyen “Ticaret Üzerine Söylev-Discourse upon Trade” adlı broşürünün, yayımından yüz otuz yıl gibi uzun bir sürenin 53 ardından Mill tarafından tekrar yayımlanmasıyla dikkatleri çekmiş bir düşünürdür. Adından da anlaşılacağı üzere North bu broşüründe iç ticaret ve dış ticaretin nasıl işlemesi gerektiği üzerinde durmuştur. O’na göre yurtiçi ticaret ile uluslararası ticaret arasında bir fark yoktur. Her ikisi de engellenmez ise düzenli bir şekilde yürüyecektir. Her ticaret toplumun yararınadır. Dünya ticaretinin toplam hacmi, bir ülke kazancı diğerinin mutlak kaybına yol açacak biçimde sabit değildir (Spiegel, 171:168). North’un hem ulusal hem de uluslararası ticarete ilişkin görüşlerini, liberal anlayış üzerine temellendirdiği görülmektedir. Bu durum Yılmaz tarafından da şöyle ifade edilmektedir; “North’a göre ticaret gönüllü işlemlere dayandığı ve yürütüldüğü ölçüde bundan zarar değil, yarar sağlanabilir. North’a göre dünya tek bir ulustur, bu ulusun bireyleri ülkelerdir, ülkeler serbest bir ticaret ortamında kendileri için en kârlı alanları bulup orada üretimi gerçekleştireceklerdir” (Yılmaz, 1992:12). Bu da North’un iç ve dış ticareti bir arada değerlendirdiği ve her ikisinin de engellenmemesi gerektiğini ortaya koyan bir başka yaklaşımıdır. 54 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 17. YÜZYIL AVRUPASI’NDA FRANSIZ VE ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐNĐN, JEAN BAPTISTE COLBERT VE SIR JOSIAH CHILD’IN GÖRÜŞLERĐ VE POLĐTĐKA ÖNERMELERĐ BAZINDA ANALĐZĐ Bu bölümde, 17. yüzyıl Avrupa’sı; coğrafi, demografik ve sosyal durum, bilim ve sanat dünyası, dini yapı ve ihtilâflar, siyasi durum ve yönetim anlayışı ile ekonomi başlığı altında genel hatlarıyla resmedilecektir. Çalışmanın konusunu teşkil eden Đngiltere ve Fransa dışında, merkantilist dönem Avrupa’sında akla ilk olarak, 17. yüzyılda Đngiltere’nin ticari anlamda en önemli rakibi konumunda olan, Hollanda gelmektedir. Öte yandan 15. yüzyılda karşımıza çıkan, Amerika Kıtasından Avrupa’ya yönelik değerli maden akımının öncüsü konumunda olan Đspanya ve Portekiz ile süreç içinde ticari limanlarının önemini Avrupa’nın kuzeyine kaptıran Đtalya ve Otuz Yıl Savaşlarından olumsuz anlamda en fazla etkilenen dönem Almanya’sının önemi de yadsınamaz. Bu bağlamda çalışmanın konusunu teşkil eden; Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüşleri ve politika önermeleri bazında 17. yüzyıl Fransız ve Đngiliz merkantilizmi ele alınmadan önce resmin bütününe, yani aynı yüzyıl Avrupa’sına bakmak yararlı olacaktır. Böylelikle bir yandan belirtilen dönem Fransız ve Đngiliz merkantilizminin ortaklık ve farklılıkları bir bütün içinde değerlendirilmiş olacak, diğer yandan genelden özele doğru gidilmiş olmakla, iki ülke arasında daha sağlıklı bir kıyaslama yapma imkânı ortaya çıkacaktır. 1. 17. YÜZYIL AVRUPA’SI VE EKONOMĐSĐ 17. yüzyıl Avrupa’sına genel olarak bakıldığında; belli başlı altı çizilmesi gerekli hususlar şu şekilde ifade edilebilir: 1600-1750 yılları 55 arasında mimarlıkta Barok eserler, sanat ve edebiyatta ise eski Roma ve Yunan eserleri söz sahibiydi. 1648 yılı, modern devlet sisteminin başlangıcı oldu. Batı Avrupa’da ise Fransa’ya Colbert (1619-1683) damgasını vururken, Đngiltere’de 1640-1649 yıllarını kapsayan Protestan Devrim yaşandı. 1637 yılından itibaren Felsefede rasyonalizm hakim oldu. Đngiltere’de 1649-1659 yıllarını kapsayan Oliver Cromwell’in, Cumhuriyet’in izlerini taşıyan yönetiminin ardından 1660-1688 döneminde Stuart Hanedanlığı restorasyona tabi tutularak 1688-1689 yıllarında devrim yaşandı (Burns, 1963: 481). Belirtilen 1648 yılı, çalışmanın izleyen bölümlerinde ele alınacağı üzere, Avrupa’da mezhepler arası anlaşmazlık kaynaklı Otuz Yıl Savaşları neticesinde imzalanan anlaşmalardan biri olan, Westfalya Antlaşmasının tarihi olup, bu anlaşmayla ülkelerarası ilişkilerde din kavramı önceliğini yitirip yerini ulusal çıkarlar almıştır. Modern devlet sistemi vurgusu da kuşkusuz bu durumdan kaynaklanmaktadır. 1.1. Coğrafi, Demografik ve Sosyal Durum Avrupa’da, 16. yüzyılın ortalarından itibaren iklim koşulları değişmeye, hava gitgide soğumaya başlamıştı. “Küçük buz devri“ de denilen bu süreç 18. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu durum Alplerin buzullarından kaynaklanmıştı. Hızlı akan nehirler sık sık bütün kış boyunca donmaktaydı. Özellikle 1709 yılında Fransa ve Batı Avrupa’da kış çok şiddetli geçmişti. Sonuçta Avrupa’da tam anlamıyla kıtlık yaşanmıştı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi 1709-1713 yıllarında Batı Asya’dan Avrupa’ya veba yayılmıştı. Kötü hasat mevsimleri ve yüksek fiyatlar sınaî mallara yönelik talebi büyük oranda düşürmüştü. Çünkü pek çok insan paralarını yiyecek maddelerine harcamaya başlamıştı. Sadece çok pahalı lüks mallar, çok zengin olan insanların taleplerinden dolayı, bu tür olumsuzluktan etkilenmemişti. Hasat mevsiminin iyi olduğu dönemlerde, fiyatlar sıradan insanların yiyecek maddesi ve hatta gelirlerinden kalan kısımla diğer malları da almalarına olanak sağlamasına karşın, fiyatların çok düşük olması, özellikle piyasa için üretim yapan çiftçilerin iflas etmelerine yol açmaktaydı (Koenigsberger, 1987:161). 56 Avrupa’nın iklim koşullarına ilişkin bu durum, Pennington tarafından da ortaya konmaktadır. Nitekim Pennington’a göre; “17. yüzyıl, Avrupa’nın büyük bir bölümünde kargaşalıkların yaşandığı yılları kapsayan bir yüzyıldır. Nitekim bu yüzyılda Avrupa’da pek çok insan yiyecek temini bakımından bir sonraki yıldan emin değildi. Bu durum büyük oranda hava şartlarına bağlıydı ve gittikçe söz konusu şartlar kötüleşmekteydi. 15. ve 16. yüzyılın başlarında Avrupa Kıtası ve Atlantik Okyanusu’nda hava şartları önceki dönemlere nazaran daha olumsuzdu. Ortalama sıcaklıklar düşmüş; kışlar daha soğuk, yazlar daha yağmurluydu ve daha sık görülen fırtınalar her yeri harap ediyordu. Hava şartlarının tarım sektörü üzerindeki etkisine gelince; hububatın hasat dönemi, yağmur ve güneşin doğru zamanlarına diğer şartlardan daha fazla duyarlıdır. Dolayısıyla bahsedilen hava şartlarından ötürü Avrupa Kıtasının geniş bir bölümünde rekolte düzeyleri birbirine benzemekteydi. Nitekim dönemin Avrupa’sında 1649, 1660, 1661 ve 1690’lı yıllar, rekolte düzeyi bakımından en kötü yıllardır. Bu tarihler içinde de, 1690’lı yıllar belirtilen olumsuz tablo bakımından en başta gelen dönemdi. Ayrıca yerel bazda ise, Fransa’da 1629-30 ve Đspanya’da 1677 yıllarında aynı durum yaşandı. Pek çok yerde birbirini izleyen iki dönemde son derece kötü hava koşulları ile yüz yüze kalınmış, bunun sonucunda yokluk ve pahalılık tehlikesi ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla tüm bu unsurlar dönemin Avrupa’sındaki insan yaşamını çok olumsuz bir biçimde etkilemiştir” (Pennington, 1989:55). Yani dönemin Avrupa’sında, salgın hastalıklar, dini ve siyasi kargaşalıklar ve mücadeleler bir yana, Avrupa coğrafyasında yaşanan ve hava koşullarını doğrudan etkileyen söz konusu iklim değişiklikleri, dönemin hakim sektörü tarımı ve dolayısıyla insanlar ile tüm ekonomiyi derinden etkilemiştir. Bu noktadan hareketle üzerinde durulan dönem Avrupa’sındaki demografik ve sosyal duruma gelince; Avrupa’da 14. yüzyılda yaşanan nüfustaki düşüşten sonra izleyen yüzyılın ortalarından itibaren nüfus tekrar artmaya başlamış ancak bu durum Avrupa’nın geneli bakımından düzenli bir biçimde gerçekleşmemiş, bölgeden bölgeye farklılıklar yaşanmıştır. 16. yüzyıla gelindiğinde nüfus artışı Avrupa’nın geneli için geçerli olmuş ve tüm yüzyıl boyunca sürmüştür. 17. yüzyılın başlarından itibaren ise söz konusu 57 durum değişmeye başlamış, bunda da belirtilen iklim koşulları, kıtlık, veba ve savaşlar, özelikle Otuz Yıl Savaşları, etkili olmuştur. Nitekim bunların sonucunda Avrupa’nın merkezindeki nüfus 1/10 oranında azalmıştır. 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, özellikle Hollanda gibi birkaç istisna dışında nüfus artışı durmuş ve hatta bazı bölgelerde nüfus azalmıştır. 15. yüzyılın ortalarında 45-50 milyon olan Avrupa nüfusu, 17. yüzyılın ortalarında ise 100 milyon civarına ulaşmıştır (Cameron, 1989:93). 17. yüzyıla ilişkin nüfus yapısı, belli başlı ülkeler açısından ise şu şekildeydi; Fransa yüzyılın başında en az 16.000.000., yüzyılın sonunda da en az 19.000.000.-20.000.000.’luk nüfusuyla en kalabalık ülkeydi. 1540’lı yıllarda 3.000.000. nüfusa sahip Đngiltere’de ise, düzenli bir artışla nüfus; 1650’li yıllarda 5.500.000. düzeyine ulaşmıştır. Hastalık ve savaşların etkisiyle belirtilen dönemlerde Đspanya ve Almanya’da ise nüfusta azalma yaşanmıştır. Örneğin 1630 ve 1640’lı yıllar boyunca Augsburg şehri nüfusunun yarısını kaybetmiştir. Aynı dönem tüm Batı Avrupa’nın toplam nüfusu 70.000.000-80.000.000, dünya nüfusu ise 200.000.000. düzeyindeydi (Houston, 1999:139). Dolayısıyla aynı dönemde Fransa ve Đngiltere arasında, toplam nüfus bakımından Fransa lehine yaklaşık dört kata varan bir fark olduğu görülmektedir5. Ancak bu aşamada, üzerinde durulan yüzyılda Avrupa’nın geneli bakımından nüfusa ilişkin verilerin çok sağlıklı olmadığını da belirtmek gerekir. Nitekim Avrupa’da, 17. yüzyıl boyunca tüm ülkelerde nüfusa ilişkin bilgiler toparlanmaya başlanmakla beraber, bu yöndeki çalışmalar pek çok küçük Đtalyan şehirlerinde 16. yüzyıldan itibaren yapılmakta iken, Rusya’da ancak 1678 yılında yapılmıştı. Çok daha ayrıntılı kayıtlar ise ancak 1718 yılında oluşturuldu. Aynı zamanda Đspanya ve Đsveç’te de ilk nüfus sayımı yapıldı. Đngiltere ve Fransa’da ise nüfus sayımı belirtilen ülkelerden daha geç gerçekleştirildi. Tüm bu süreçte yapılan nüfus sayımlarında, sadece askeri ve vergi kayıtlarından yararlanıldı. Bu durum nüfus istatistikleri tarihinde büyük başarı olarak görülse de, sonuçlar kaçınılmaz olarak hatalıydı. Vurgulandığı 5 Bu durumun, ekonominin geneli bakımından, tek başına bir anlam ifade edip etmediği Fransa ve Đngiltere arasında yapılan kıyaslama aşamasında değerlendirilecektir, s.192-199. 58 üzere, Fransa nüfus bakımından dönemin en kalabalık ülkesiydi. Fransa’nın pek çok bölgesinde mil kare başına 100 insan düşmekteydi. Aynı derecede yoğunluğa; Đngiltere’nin doğusunda, Đrlanda’da, geniş Ren Vadisinde; Hollanda’da, Güney Almanya’da, Avusturya’da, Kuzey Đtalya’da ve Sicilya’da rastlanmaktaydı. 17. yüzyılın sonunda Fransa’nın nüfusu farklı tahminlere göre 19 milyon düzeyindeydi. Đngiltere 5-6 milyon ve Đspanya 6-8 milyon nüfusa sahipti. 18. yüzyılın ortalarına doğru Avrupa’da tekrar hızlı bir nüfus artışı başlamıştır. Diğer yandan 17. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da son büyük veba salgını yaşandı. 1665 yılında Londra, 1690’lı yıllar ile, 1708-1713 yılları arasında da Fransa ve Đspanya bu salgından çok büyük zarar gördü. Diğer zarar gören ülkeler; Polonya’nın büyük bir bölümü, Đskandinavya ve Almanya idi. Bu denli büyük veba salgını son kez yaşanmıştı (Koenigsberger, 1987:162). Dolayısıyla Avrupa’da, kitlesel ölümlere yol açarak nüfus artışı üzerinde olumsuz etkide bulunan son büyük salgın, söz konusu dönemde gerçekleşmiştir. Öte yandan her ne kadar nüfusun sayısal bilgisine yönelik ortaya konan bu rakamların, belirtilen nedenlerden dolayı çok sağlıklı olmadığı, yani ülkeler bazında birebir net rakamları ifade etmediği vurgulansa da, Houston ve Koenigsberger’in ortaya koyduğu ve birbiriyle uyumlu olan yaklaşık rakamlar kuşkusuz bu konuda fikir vermektedir. Diğer yandan, aynı anlamda demografik yapıya ilişkin bilgiler Avrupa’nın geneli ile çalışmanın konusu Fransa ve Đngiltere açısından ele alındığında; Avrupa, Fransa ve Đngiltere’nin (Galler bölgesi, Wales dahil) 1600, 1650 ve 1700 yıllarındaki nüfusu 10.000’den fazla olan şehir sayılarının gösterildiği Tablo 1'den de görüleceği üzere; 17. yüzyılın ilk yarısında Fransa ve Đngiltere’de, nüfusu 10.000’den fazla olan şehir sayısı, söz konusu yüzyılın ikinci yarısına göre daha az da olsa, artış gösterirken, durum Avrupa geneli bakımından tersine işlemiştir. Nitekim Avrupa genelinde söz konusu şehir sayısı yüzyılın başında 220 adet iken, yüzyılın ortasına gelindiğinde bu sayı 197’ye gerilemiştir. Aynı yüzyılın ikinci yarısında ise, nüfusu 10.000’den fazla olan şehir sayısı Fransa’da, Đngiltere’ye nazaran daha fazla artmıştır. Artış sırasıyla 11 ve 3 adet olarak gerçekleşmiştir. 59 Tablo 1 : Avrupa, Fransa ve Đngiltere’de Nüfusu 10.000’den Fazla Olan Şehir Sayısı (1600, 1650 ve 1700 Yılları) Yıl Nüfusu 10.000’den Fazla Olan Şehir Sayısı Avrupa 1600 1650 1700 220 197 224 Fransa 1600 1650 1700 43 44 55 Đngiltere 1600 1650 1700 6 8 11 Kaynak : Vries, Jan. European Urbanization 1500-1800, 1984, s.29. Avrupa genelinde, üzerinde durulan yüzyılın ilk yarısında belirtilen şehir sayısındaki azalma, 17. yüzyılın ilk yarısının, ikinci yarısına nazaran daha çalkantılı, savaş ve krizlerle dolu olmasıyla açıklanabilir. Bu noktada kuşkusuz akla ilk olarak 1618-1648 yıllarını kapsayan ve üzerinde durulacak olan Otuz Yıl Savaşları gelmektedir. Fransa, Đngiltere ve Avrupa’daki, Tablo 1’de sayıları verilen söz konusu tüm şehirlerin; yine 1600, 1650 ve 1700 yılları itibariyle toplam nüfuslarına ise Tablo 2’de yer verilmiştir. Buradaki verilere göre, 1600 yılında Avrupa’da, nüfusu 10.000’den fazla olan şehirlerin toplam nüfusu 5.933.000 iken, izleyen yüzyılda bu rakamda artış yaşanmış ve 7.465.000’e ulaşmıştır. Nüfus artışı hem Fransa hem Đngiltere ve hem de Avrupa genelinde, 17. yüzyılın ikinci yarısında, ilk yarısına nazaran daha çok olmuştur. Fransa’da nüfusu 10.000’den fazla olan şehir sayısındaki Đngiltere’ye göre fazlalık, bu şehirlerin toplam nüfusları dikkate alındığında aynı oranda değil, daha düşük seviyededir. Bu durum ise Đngiltere’deki belirtilen şehirlerin nüfus olarak Fransa’ya nazaran daha kalabalık olduğunu göstermektedir. 60 Tablo 2: Avrupa, Fransa ve Đngiltere’de Nüfusu 10.000’den Fazla Olan Şehirlerin Toplam Nüfusu (1600, 1650 ve 1700 Yılları) Yıl Nüfusu 10.000’den Fazla Olan Şehirlerin Toplam Nüfusu Avrupa 1600 1650 1700 5.933.000. 6.184.000. 7.465.000. Fransa 1600 1650 1700 1.114.000. 1.438.000. 1.747.000. 1600 255.000. 1650 495.000. 1700 718.000. Đngiltere Kaynak : Vries, Jan. European Urbanization 1500-1800, 1984, s.30. Fransa, Đngiltere ve tüm Avrupa’nın aynı dönemlerdeki toplam nüfuslarına gelince; bu büyüklüklere ilişkin verilerin yer aldığı Tablo 3'den görüldüğü üzere, 1650 yılında Fransa’nın toplam nüfusu 20.000.000, Đngiltere’nin toplam nüfusu 5.600.000 iken, 1700 yılına gelindiğinde bu rakamlar sırasıyla 19.000.000 ve 5.400.000’e gerilemiştir. Fransa ve Đngiltere’nin, 17. yüzyılda hem nüfusu 10.000’den fazla olan şehirlerinin sayısı, hem de bu şehirlerin nüfusu artarken, yüzyılın ikinci yarısında toplam nüfuslarının azalması, bu iki ülkede nüfusu 10.000’den daha az olan şehirlerde yaşayan insan sayısının azaldığını ve azalışın belirtilen artıştan daha fazla gerçekleştiğini göstermektedir. Bu durum ise akla iki olguyu getirmektedir. Bunlardan ilki ölüm, ikincisi ise nüfusu az yoğun yerlerden, çok yoğun yerlere olduğu anlaşılan göç olgusudur. Nitekim 1600-1650 yılları arasında toplam Kuzey Avrupa Nüfusu 55.400.000 iken, bu nüfusun 50.400.000’i kırsal alanda yaşamaktaydı. 16501700 döneminde bu rakamlar sırasıyla 50.400.000 ve 51.000.000 düzeyindeydi. Aynı dönemde 42.000 kişi kentlere göçmüş, toplam kent 61 nüfusu 834.000 kişi artmıştır. 1650-1700 döneminde ise bu rakamlar sırasıyla 196.000 ve 1.066.000 olarak gerçekleşmiştir (Vries, 1984:203). Tablo 3 : Avrupa, Fransa ve Đngiltere’nin Toplam Nüfusu (1600, 1650 ve 1700 Yılları) Yıl Toplam Nüfus Avrupa 1600 1650 1700 78.000.000. 74.600.000. 81.400.000. Fransa 1600 1650 1700 19.000.000. 20.000.000. 19.000.000. 1600 4.400.000. 1650 5.600.000. 1700 5.400.000. Đngiltere Kaynak : Vries, Jan. European Urbanization 1500–1800, 1984, s.37. Bu durumda 17. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa genelinde yaşanan nüfus artışının, Avrupa’nın kuzeyi dışındaki bölge ülkelerindeki nüfus artışlarıyla gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır. Kuzey Avrupa’da yaşanan belirtilen nüfus azalışından, Londra etkilenmemiş, aksine yüzyılın son çeyreğinde nüfusta artış yaşanmıştır. Tablo 4 : 17. yüzyılda Londra Nüfusu, Doğum ve Ölüm Oranları. Nüfus Nüfus Doğum Oranı (% Đngiltere) (% Đngiltere) Ölüm Oranı Period Đngiltere Londra (% Đngiltere) 1600-24 4.110.000 200.000 4.9 6.3 8.7 1625-49 5.228.000 400.000 7.7 7.7 11.5 1650-74 5.228.000 400.000 7.7 8.5 14.6 1675-99 5.058.000 575.000 11.4 10.3 15.0 Kaynak : Vries, Jan. European Urbanization 1500–1800, 1984, s.195. 62 Londra’nın 17. yüzyıldaki nüfusunun, Đngiltere nüfusu içindeki payı ile aynı yüzyıldaki doğum ve ölüm oranları Tablo 4’de yer almaktadır. Tablo 4'den izleneceği üzere; hem Đngiltere’nin hem de Londra’nın nüfusundaki artış, yüzyılın ikinci çeyreğinde durağan hale gelmiştir. Bunda söz konusu yüzyılda Avrupa’da yaşanan dini savaşların belirtilen dönemde yoğunluk kazanması etken olmuş olabilir. Halkın yaşantısına gelince; sıradan insanlar için günümüz modern dünyasındaki yaşam biçimi bunlara kapalı olduğu için yine detaylı bilgi bulunmamakla beraber, Avrupa halkı dul olma durumu dışında aileler halinde yaşamaktaydı. Aile, biyolojik ve sosyal çoğalma ve temel tüketim birimiydi. Kuzeybatı Avrupa’da, anne, baba ve çocuklardan oluşan aileler, Avrupa’nın diğer yerlerine nazaran küçük hacimliydi (Houston, 1999:139). Dolayısıyla Kuzeybatı Avrupa’da, bir nevi günümüz çekirdek aile tipi aileler söz konusuydu denebilir. Evlilikler açısından ise Avrupa’nın bazı bölgelerinde farklılıklar mevcuttu. Örneğin Kuzeybatı Avrupa’da kadınlar açısından ortalama 25’i bulan evlilik yaşı, Doğu ve Güney Avrupa’da 20’ye inmekteydi. Ekonomik anlamda eşitsizlik tüm Avrupa’da görülmekteydi. Köylüler arasında zenginlik farklılıkları olduğu gibi, kölelik düzeni de bölgeden bölgeye değişmekteydi. Örneğin Elbe Irmağı’nın doğusunda köylülerin bir çiftlikten diğerine yer değiştirmesi Lord’un iznine bağlıydı. Ancak kölelik sisteminde kişisel özgürlüklerin sınırlanması ve köylülerin istismarı bağlamında ortak bir uygulama vardı (Houston, 1999:140). Bu durum söz konusu dönemde, Avrupa genelinde gelir dağılımında hem sosyal tabakalar arası hem de aynı sosyal tabaka içinde farklılıklar olduğunu göstermektedir. Çiftçilere gelince, bunların çoğu kiracı durumdaydı. Hayat standartları, toprağın büyüklüğü, rant ve vergilere bağlıydı. Fransa’nın kuzeydoğusunda araziler, bir aileye yetecek büyüklükte olmasına rağmen, sadece Đngiltere, Đskandinavya ve güney Fransa’nın bir bölümünde köylülerin birçoğu mülk sahibiydiler (Houston, 1999:141). Yani, Đngiltere’ye nazaran, Fransa’nın genelinde köylülerin mülkiyet sahipliğinin söz konusu olmaması, bu konuda Đngiltere’nin önde yer aldığını işaret etmektedir. 63 Öte yandan 17. yüzyıl zengin olmak için heyecan verici bir dönemdi. Çünkü çay, kahve, şeker ve tütün gibi pek çok pahalı mal Avrupa’ya yeni girmeye başlamıştı. Fakat diğer yandan pek çok insan için yiyecek ve temiz su yaşam için en önemli gereksinimlerdi. Ancak birkaç Avrupa şehrinde insanların su talebi karşılanabiliyordu. Örneğin Paris’te 18. yüzyılın ortalarında 65 tane kamu çeşmesi bulunuyordu. Bunlardan her biri 10.000 kişinin talebini karşılıyordu. Edinburgh’da ise yüzyılın sonlarında sadece 30.000 insanın ihtiyacını karşılayabilen 8 tane kamu çeşmesi bulunuyordu. Dolayısıyla insanlar çok sağlıksız koşullarda yaşıyorlardı. Bu bağlamda 18. yüzyılda Berlin’in on kilometre uzağına kokuların yayılmış olması şaşırtıcı değildir. 17. yüzyılda Londra’da doğan çocukların 1/3’ü, kırsal alanda ise 1/7’si bir yaşından önce ölmekteydi. Bu durumda sadece yüksek doğurganlık, çok sayıdaki bebek ve çocuk ölümlerini telafi edebilmekteydi. Dolayısıyla nüfusun 1/3’ünü 15 yaş ve altı insanlar oluşturmaktaydı. Nispeten çok az insan 60 ve üzeri yaşlardaydı. Ortalama yaşam süresi Fransa’da 30 yıl iken, Đngiltere’de ise 35 yıl idi (Houston, 1999:143). Dolayısıyla Avrupa’da pazarı oluşmaya başlayan belirtilen pek çok ürün, ticari anlamda 17. yüzyılı fırsatlar yüzyılı yapsa da, olumsuz sağlık koşulları nedeniyle ortalama insan ömrünün, günümüz rakamlarının yaklaşık yarısı düzeyinde olduğu görülmektedir. Gayrisafi milli hasılanın yapısına gelince; 17. yüzyılın sonlarına doğru Đngiltere’de gayri safi milli hasılanın % 40’ını tarım, % 20’sini mal ve hizmetlerin yurtiçi ticareti, % 10’unu ihracat, % 30’unu ise denizaşırı ithalât ve yeniden ihracat oluşturmaktaydı. Belki de Hollanda hariç diğer tüm Avrupa ülkelerinde milli gelir yüksek oranda tarım sektöründen elde edilmekteydi. Dolayısıyla insanların pek çoğu geçimini topraktan sağlamaktaydı. Arazi sahipliği sosyal bir statü olmanın ötesinde siyasi güç için bir temel oluşturmaktaydı. Nitekim Đngiltere gibi bazı ülkelerde mülk sahibi olmak oy hakkını da beraberinde getiriyordu. Diğer yandan dönemin geleneksel ekonomilerinde, tarımsal çıktıdaki düzenli gelişme ekonominin büyümesinin de temelini oluşturmaktaydı. Keten, yün, deri ve odun gibi pek çok endüstriyel hammadde de bu sektörden gelmekteydi. Ancak Đngiltere ve Kuzey Đtalya dışında, Avrupa’da çiftçilik 17. yüzyılda, sonraki yüzyıllara nazaran kötü bir 64 süreç izlemiştir. Tarımsal çıktı düşük düzeylerde kalmıştır. Güney ve Doğu Avrupa’nın büyük bölümünde Đngiliz dönümü (0,404 hektar) başına ürün ve kişi başına üretim durağan bir seyir izlemiştir. Avrupa kıtasının büyük bir bölümünde ekilen tohumdan bire üç veya dört oranında hasat sağlanabilmekteydi. Đşin içine rantlar ve vergiler de girdiğinde, bir sonraki mevsim hayvan yemi ve tohum açısından tehlikeye girmekteydi. Başta mısır olmak üzere pek çok üründeki yetersizlik Amerika ve Asya’dan karşılanmaya çalışılıyordu. Mısır ve pirinçte geniş ekim alanlarına, Kuzey Đtalya, Güneybatı Fransa ve Đspanya’da ancak yüzyılın sonlarında ulaşılabilmişti. Đzleyen yüzyılda da patates için benzer durum yaşanmıştır. Đngiltere’de ise arazilerin birleştirilmesi ve çitleme gibi yöntemlerle, ülkenin bir yanından diğer yanına hububat fiyatlarında bir denge sağlanmıştır. Mahsul artışı ve yaratılan ulusal piyasa beraberinde fiyatlarda düşmeyi getirmiştir. Đngiltere ve Hollanda’da yüzyılın hemen başında bir köylü, kendi ailesinin yiyecek ihtiyacının yarısını karşılar durumdayken, yüzyılın sonunda kendi ailesi dışında bir diğer ailenin yiyecek ihtiyacının tamamını da karşılar duruma gelmiştir. Đngiliz tarımı 17. yüzyıl boyunca büyük gelişme göstermiş, hububatta net ihracatçı konumuna gelmiştir. Tarımsal gelişme pek çok insanın beslenmesini, daha da önemlisi hayat standardının yükselmesini sağlar. Böylece insanlar besin maddesi dışında bir diğer temel gereksinimleri olan giyinme ihtiyaçlarını karşıladıkları gibi, çeşitli ticari ve endüstriyel malları alabilme imkânına da kavuşurlar. Nitekim 17. yüzyıl Đngiltere’sinde bu durum yaşanmıştır. 1650 yılından sonra nüfus baskısı, kişi başına tarımsal üretimi ve reel ücretleri arttırmıştır. Ancak kuşkusuz bu ekonomik değişmenin tek nedeni değildi. Diğer yandan ticarette de çok önemli başarı sağlanmıştı. Yani ekonomideki fırsat çeşitliliği beraberinde başarıyı getirmişti (Houston, 1999:145). Dönemin Avrupa’sında gayrisafi milli hasılayı oluşturan unsurlar bakımından akla kuşkusuz ilk olarak tarım sektörü gelmektedir. Dış ticaret ve sömürgeleşme konularında yüzyılın önde gelen iki ülkesi Đngiltere ve Hollanda’nın, tarım sektörüne ilişkin yüzyılın başı ile sonu itibariyle ulaştıkları belirtilen konumları, bu sektörde de başarı sağlamış olduklarını göstermektedir. Söz konusu dönem Đngiltere’si için vurgulanan, pek çok köylünün yiyecek ihtiyaçlarını kendilerinin 65 karşılayabiliyor olmaları ve daha fazlasını da üretebiliyor olmaları, bu kesimin diğer sektörlere yönelik talepleri açısından da önem ifade etmektedir. Çünkü bu durumda olan köylüler, diğer sektör ürünleri için de harcamada bulunulabileceklerdir. Bir diğer önemli konu da enerji kaynağıydı. 17. yüzyılda Akdeniz’de ve Avrupa’nın merkezinde odun ya da mangal kömürü temel yakıt kaynağıydı. Ancak Hollanda’da hanehalkı ve endüstri için turba* başlıca enerji kaynağıydı. Đngiltere’de ise kömür artan bir şekilde kullanılıyordu. Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: Kullanılan yakıt türü ekonomik gelişmenin doğal sınırını anlamamıza olanak sağlar. Enerji kaynağı olarak odunun kullanılması durumunda, enerji yenilenebilir, ancak süreç yavaş işler. 1650’li yıllarda Đngiliz demir ve cam endüstrisi, uzun süre mangal kömürü elde etmek için gerekli odunun olmamasından dolayı gözden kaybolmuştur. Çünkü verimliliğin sınırı yenilenebilir enerjiye bağlıdır. Dönemin Avrupa’sında önemli teknolojilerin yokluğu, ekonomiyi toprağın verimliliğine bağımlı kılmıştır. Demir, çanak-çömlek ve cam yapımında, demir cevheri, balçık ve kum kullanılır. Bu şekilde madene dayalı endüstriler, dönemin Avrupa ekonomisinin çok küçük bir bölümüyle sınırlıydı. Örneğin Đsveç’te yüzyıl boyunca çubuk demir ihracatı yıllık yaklaşık 30.000 ton iken, Đngiltere’de ise yıllık yaklaşık 3.000.000 ton kömür üretilmekteydi. Sonuç olarak; Avrupa ekonomisinin ve özellikle Đngiliz ekonomisinin 17. yüzyıl boyunca büyümesi ve imalât endüstrisindeki gelişmeler, izleyen yüzyıldaki endüstri devriminin koşullarını hazırlamıştır (Houston, 1999:147). Diğer yandan 17. yüzyıl Avrupa’sında gerek yiyecek maddeleri bakımından, gerekse imalât sektörü için gerekli hammadde bakımından, şehirlerin tamamıyla kırsal alana bağımlılığı söz konusuydu. Kırsal alanda yaşayanların ise, endüstriyel ürün, hizmet veya ticari mallar açısından şehre bağımlılıkları vardı. Sattıkları yiyecek maddeleri onlara şehirlerden mal ve hizmet alabilmelerini sağlıyordu. Avrupa’nın pek çok ülkesinde şehirleşme düşük düzeydeydi. Yüzyılın sonunda bile ancak birkaç şehrin nüfusu 10.000’in üzerindeydi. Bu şehirlere * Çürümüş bitki köklerinden elde edilen bir tür yakacak maddesi. 66 Amsterdam, Lizbon, Londra, Madrid, Milano, Palermo, Paris, Roma ve Venedik örnek olarak verilebilir. Almanya’da ise çok sayıda şehir bulunmakla beraber, bunların pek çoğunun nüfusu 2000 ila 5000 kişi arasındaydı. Dolayısıyla nüfusu 10.000’in üzerinde olan şehirler büyük sayılıyordu. Yüzyılın hemen başında Kuzeybatı Avrupa nüfusunun yaklaşık % 8’i şehirlerde yaşarken, yüzyılın sonunda bu oran % 13 olmuştur. Đngiltere’de şehirleşme yüzyıl boyunca artmıştır. Nitekim bu yüzyılda Londra’nın nüfusu 200.000’den 600.000’e çıkmıştır. Yani dönem başında Londra nüfusu, toplam nüfusun % 5’inden az iken, dönem sonunda % 10’undan fazla bir sayıya ulaşmıştır. Toplam nüfus içindeki küçük paylarına rağmen, şehirler ekonomik değişmenin motoru olmuşlardır. Ancak Kıta Avrupa’sında şehirleşmedeki artış 1700’lere doğru mümkün olabilmiştir. Işık çağı olarak da adlandırılan bu dönemde küçük sokaklar bile aydınlatılmıştı. Şehirler, oluşan tarımsal ürün piyasası ve ticaret yoluyla zenginleşmeye başlamıştı. Venedik, Londra ve Hamburg gibi şehirler ticarette ön plana çıkmışlardı. Gıda ve giyim endüstrileri en önemli endüstrilerdi. Đspanya’nın Cordoba, Đngiltere’nin Northampton gibi şehirlerinde yetişkin erkeklerin yarısı deri giysi yapımında çalışıyorlardı. Yerel tüketim açısından bira da önemli bir yere sahipti (Houston, 1999:153). Nitekim bira tüketimi kişi başına günlük 1,7 litre düzeyindeydi.1660’lı yıllarda tüm bira üretiminin 1/3’ü, Hollanda’nın Amsterdam ve Haarlem şehirlerinde gerçekleştiriliyordu. 1648 yılında Haarlem’de yılda 67 milyon litre bira üretimi yapılıyordu. Bu durum zenginlik yarattığı gibi, zenginlik de siyasi güç doğuruyordu. Benzer durum Newcastle’da kömür, Bordeaux’da ise şarap tüccarları açısından geçerliydi. Ticari hayatın küçük bir bölümünde esnaf birlikleri bulunmaktaydı. Đdari ve mali amaçları olan bu önemli birlikler yarı kamusal kuruluş niteliğindeydi. XIV. Louis döneminde Paris’teki limonata satıcılarının dahi birlikleri mevcuttu. Zengin insanların ortaya çıkması ve tıbbi hizmetler gibi alanlara yönelmeleri, bu alanlarda uzman kişilere yönelik talep yarattı. Kasabalarda okullar açıldı. Bunun sonucunda genel okuma-yazma oranı yükseldi. Özellikle şehirlerde düşünceler değişmeye ve sosyal yaşam gelişmeye başladı. Söz konusu gelişme Avrupa’nın batısında, doğusuna 67 nazaran daha belirgin olmuştur. Bunda kuşkusuz askeri ve idari gücün artarak, Lord’ların ekonomik hakimiyetlerinin kırılması etkili olmuştur (Houston, 1999:154). Yani ortaçağın belirgin özelliği feodal yapının dönüşüme uğraması, kuşkusuz beraberinde halkın belirtilen demografik ve sosyal yapısını da değişime uğratmıştır. 1.2. Bilim ve Sanat Dünyası 17. yüzyılın sonlarında dahi bilgi akışı ciddi haberleşme ve ulaşım güçlüklerinden dolayı çok yavaştı. Nitekim ulaşım Dublin’den, Venedik’e beş haftada, Đstanbul’dan ise yaklaşık altı haftada gerçekleşiyordu. Bunda kuşkusuz ülkelerarası gerginliklerin de etkisi oluyordu. Ortak problem ulaşımın sadece at sırtında veya gemilerle sağlanmasıydı. Yollar ıssız ve tehlikeliydi. Nitekim bu yollarda sık sık haydut saldırıları yaşanmaktaydı. Özellikle ticari bilgi akışında gazeteler önemli rol oynuyordu. Ancak bir toplantıdan çıkan bilgiye ulaşmanın en hızlı yolu, o toplantıda bulunan birine ulaşmaktı. Böylece insanlar bilgilerin aktarıldığı yerlere yöneldiler. Bu durum Londra’da mal piyasası ve sigorta endüstrisinin temellerinin, kahvehanelerde atılmış olmasının rastlantı sonucu olmadığını ortaya koymaktadır. Bu yüzyılda Amsterdam kambiyo merkezi haline gelmişken, Venedik ve Londra diğer önemli merkezlerdi. Artan zenginlik ve değişen öncelikler kentlerde daha fazla gelişmeyi teşvik etti. Paris 1667 yılında yerel vergiler yoluyla ilk fener düzenine kavuştu. Amsterdam’da belirtilen yılda bazı evlerin kapıları petrol lambalarıyla aydınlatılmıştı. 1679 yılında 133 adet bu tür lamba vardı. 1689 yılında ise bu rakam hızla artarak 2400’e ulaşmıştı (Houston, 1999:152). Nitekim bu çağa ilişkin, ışık çağı nitelemesi de bu durumdan kaynaklanmaktadır. Sanat dünyasına gelince, 17. yüzyılın başından, izleyen yüzyılın ortalarına dek mimarlıkta Barok eserler, sanat ve edebiyatta ise eski Roma ve Yunan eserleri söz sahibiydi. Öte yandan 16. ve 17. yüzyılın ortalarına dek Avrupa’da tıp bilimi çok yavaş gelişmiştir. Ancak bu durum 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmiş, çok daha fazla doktor yetişmiş ve pek çok hastahane kurulmuştur. Ancak nüfusun giderek artmasında bu gelişme dışında, beslenme 68 koşullarının gitgide iyileşmesi de etkili olmuştur. Nitekim Đngiltere, Fransa, Almanya ve Đsviçre’nin şehir merkezlerinde bu yüzyılda ölüm oranları eskisine nazaran giderek azalmakla beraber, oran özellikle bebek ve çocuk ölümlerinde halen yüksekti ve her ülke dönemsel kıtlıklarla ve şiddetli salgınlarla yüz yüze kalıyordu. Yüzyılın ilk yarısında sömürgeler kurmak, işgücü piyasalarına yönelik nüfus fazlasının emilmesine ve dolayısıyla işsizliğe çare oluyordu. Ancak yüzyılın ikinci yarısında durum değişti ve Avrupa’da tüm belirtilen gelişmeler ve Amerika’ya olan göçün çok artması nedeniyle insan ihtiyacı ortaya çıktı. Halbuki nüfus aynı zamanda askeri gücün de temelini teşkil ediyordu (Clark, 1960:192). Sonuç olarak, 17. yüzyılda sadece Đngiliz Devrimi yaşanmamıştır. Bu yüzyıl entelektüel ve bilimsel devrimin de gerçekleştiği bir yüzyıl olmuştur. Nitekim 20. yüzyıl başları büyük Đngiliz matematikçi Alfred North Whitehead 17. yüzyılı “Dahiler Yüzyılı” olarak tanımlamaktadır. Gerçekten de bu yüzyıl; Galileo, Bacon, Descartes, Pascal, Newton, Locke ve modern bilimin inşasına katkı sağlayan pek çok diğer bilim insanlarının yüzyılı olmuştur. Akılcılık, ampirik ve tümevarım yöntemleri de bu yüzyılda gündeme gelmiştir. Tüm bunların sonucu olarak üretim tekniklerinde de köklü değişimler yaşanmıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:535). Bu durum, bilim dünyasının ve özellikle üretim sürecine ilişkin bilimsel yeniliklerin, ekonomiden insan yaşamına dek tüm alanları etkilediğini ortaya koymaktadır. 1.3. Dini Yapı ve Đhtilâflar Avrupa’da 17. yüzyıldan öncesine dayanan mücadeleler, bu yüzyılda da devam etmekle beraber, söz konusu yüzyılda şekil değiştirmiştir. Yani mücadelelerde, uluslararası güç elde etme yolunda dünyevi unsurlar ön plana çıkmıştır. Ancak bu durum belirtilen yıldan sonra Avrupa’nın Hristiyan ülkelerinde yüzyılın yarısı boyunca dini çarpışmaların bittiği anlamına gelmez. Fakat etkisi giderek azalmıştır. Nitekim Otuz Yıl Savaşlarında, başlangıçta temel sorun “din” iken, üç yıl sonra pek çok Alman eyaletinde dini partiler durumla meşgul olmamaya başladılar. Savaş boyunca dini unsur belirginliğini yitirse de anlaşma sırf politik nedenlerden dolayı geciktirilmiştir (Hexter, Pipes 69 ve Molho, 1971:245). Uluslararası güç elde etmede dünyevi unsurların eskisine nazaran ön plana çıkması, vurgulandığı üzere, asıl olarak 1648 yılında, yani bu tarihli Westfalya Antlaşması’yla belirgin hale gelmiştir. Bu noktadan hareketle, öncelikle 17. yüzyıldaki mücadelelere ilişkin seyrin genel hatlarını çizip, ardından aynı yüzyılda ekonomik, dini, demografik gibi unsurlar açısından ortaya çıkardığı önemli sonuçları nedeniyle Otuz Yıl Savaşları üzerinde, yine genel hatlarıyla da olsa durmak yararlı olacaktır. 17. yüzyılda Avrupa kıtasında, zenginlik ve Amerika’ya olan göçe rağmen nüfus artışı beraberinde savaşların ölçeğinin artmasını da getirmiştir. Ordular gitgide daha çok askerden oluşmaya başlamış, bunun sonucunda büyük savaşlar esnasında orduların asker sayıları yüz binlerle ifade edilebilecek düzeye ulaşmıştır. Ancak orduların tamamı ulusal ordu değildi. Nitekim orduların içinde her ülkeden paralı askerler de bulunuyordu. Orduların büyüme süreci donanmanın gücünü, yani filodaki gemi sayılarının artışını da gerektirdi. Ancak savaş filoları hâlâ basit gemilerden ve kürekli kadırgalardan oluşuyordu ve bu gemilerde nispeten basit ekipman kullanılıyordu. Yüzyılın ortalarında Đngiltere ve Hollanda büyük donanma gücüne sahip olan ülkelerdi. Nitekim bu iki ülke arasındaki savaş ve mücadeleler 18. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürmüştür. Söz konusu mücadeleden Đngiltere galip çıkmış, 17. yüzyılda geçerli olan Hollanda üstünlüğünü sona erdirerek öne çıkmıştır. Fransa ise belirtilen dönemde bu iki ülkeyi örnek alma gayreti içinde bulunmuştur (Clark, 1960:193-194). Dolayısıyla özelde dış ticaret ve genelde ekonomik mücadele söz konusu olduğunda 17. yüzyıla Đngiltere ve Hollanda’nın damgasını vurduğunu belirtmek yanlış olmaz. Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’nın ardından imzalanan 1648 tarihli Westfalya Antlaşmasından sonra ise, Đngiltere’de ve Fransa’da dini alandaki sürtüşmeler devam etmekle beraber, uluslararası ihtilâflar eskiye nazaran önemli ölçüde azalmıştır. Ancak, Brinton, Christopher ve Wolff'a göre; “Fransa’da 1643–1715 yıllarını kapsayan dünyevi ihtirasa sahip XIV. Louis dönemi bu durumu tehdit etmekteydi. Nitekim Louis “Mutlak Monarşi”yi 70 sağlayan çok kibirli biriydi. Öte yandan zarafete ve lükse düşkündü. Halk arasında da hızla sosyal tabakalaşma oluşuyordu. Louis en büyük rakip olarak Đngiltere’yi görüyordu. Đngiltere ise o dönemde tarihinin en büyük ve sancılı siyasi ayaklanmasını yaşıyordu. Söz konusu süreç Stuart Monarşisi ile Anglikanlar, diğer bir ifadeyle Parlamento ve Monarşi arasında yaşanıyordu. Bu mücadeleden Parlamento kazançlı çıktı. Böylelikle Đngiltere’de yavaş ve düzenli bir değişim yaşanmaya başladı. Bu durum kuşkusuz 17. yüzyılın tamamı açısından geçerli değildir. Nitekim bu yüzyılda devrim yaşayan Đngilizler, Krallarının birini idama, bir diğerini ise sürgüne göndermişlerdir” (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:532-534). Bu durum dönemin Đngiltere’sinde, Fransa’nın aksine parlamentonun daha etkin hale gelmesinin sancısız gerçekleşmediğini göstermektedir6. 17. yüzyılda belirtilegelen nedenlerden dolayı önemli bir yeri olan Otuz Yıl Savaşları üzerinde ayrı bir başlık altında durmak, dönemin tümünü daha iyi anlamaya katkı sağlayacaktır. 1.3.1. Otuz Yıl Savaşları Tuna boyu ülkelerinde özellikle Bohemya’da başlayan Otuz Yıl Savaşları (1618–1648) önce Almanya’ya, ardından da tüm Avrupa’ya yayılarak sosyal ve politik dengeleri değiştirmiştir. Özellikle 19. yüzyıl Fransız Tarihçileri, Westfalya Antlaşmasını büyük bir başarı olarak kabul etmektedirler.Antlaşmanın Roma-Germen Đmparatorluğu’nun parçalanmasına sebep olduğunu, Prensliklerin bağımsızlığını sağladığını ve Avrupa’da imparatorların gerçek güçlerini uzun bir süre yıktığını ileri sürmektedirler (Tapié, 1972:84,108). Bu genel girişin ardından, dini kaynaklı ve uzun soluklu bu mücadelenin, nedenleri, seyri ve sonuçlarına gelince; Tanilli söz konusu süreci şu şekilde ifade etmektedir: “Keskin bir rekabet, Fransa'yı Almanya'nın karşısına çıkarıyordu. Fransa, pek güçlü mutlak bir monarşi haline gelmişti ve çevresindeki devletlere hegemonyasını dayatma eğilimindeydi. Habsburg 6 Bu konu üzerinde, dönemin Fransa'sı ve Đngiltere'sindeki siyasi durum ve yönetim anlayışı başlıkları altında ayrıntılı olarak durulacaktır, s. 87-92, 130-137. 71 monarşisi ise, Fransa'nın bu tutkularına bir engeldi….Đsveç ve Danimarka Krallıkları da, Almanya'da mayalanan uyuşmazlıktan yararlanmaya hazırlanıyorlardı….Kuzey Avrupa'da korkunç bir askerî-güç haline gelmiş olan Đsveç, Baltık denizini bir "Đsveç gölü" yapmak istiyordu….Polonya ise, Habsburg ve Avrupa'daki öteki aşırı Katolik güçlerle bağlaşıktı. Habsburg'lara karşı olan cephe, Hollanda ile Đngiltere'yi de alıyordu içine….Hollanda'nın amacı, Đspanya ile Avusturya'yı zayıflatmak ve ticaret donanmasının eski Hansa ticaret yolları üzerinde üstünlüğünü sağlamaktı. Đngiltere de, Habsburg'ların, Almanya'nın Kuzey Denizine yakın topraklarında durumlarını güçlendirme girişimlerine karşı çıkıyordu. Đngiltere'nin Protestan prenslere destek olmasında, hanedan yakınlıkları da rol oynuyordu.” (Tanilli, 2004:254255). Dolayısıyla söz konusu ülkeler, 17. yüzyılın ilk çeyreğinde belirtilen nedenlerden ötürü saflarını tutmuş ve adım adım çok kanlı geçecek savaşa doğru gidiyorlardı. Bu sürece tekrar dönecek olursak; “Bohemya, 1526'da, Habsburg monarşisine katılmıştı….II. Rodolphe döneminde, Katolik gericilik baskın çıktığında, Çek Protestanlarının haklarına saldırı başladı.Kentlilerle bağlaşıklık içindeki Bohemya soyluları, sert eylemlere giriştiler. Çek soyluları, eli kulağında gördükleri bir mücadeleye hazırlanıyorlardı. Karışıklıklar başladı. Silahlı halk, kral sarayının salonuna girdi ve Đmparatorluk görevlileriyle Çek halkına ihanet edenlerin cezalandırılmasını istedi; yöneticilerden ikisi, şatonun pencerelerinden aşağıya atıldı. Avusturya ile bağların kopması demekti bu. Prag'da, bu pencereden adam atma olayı, Otuz Yıl Savaşları'nın bir işareti oldu. Bunlar olurken, Bohemya'da ve Avusturya'da köylülerin kitle eylemleri de başladı.” (Tanilli, 2004:256-258). Böylelikle söz konusu olaylar zinciri, zaman içinde sürece dahil olan ülke bakımından çapı gitgide genişleyen savaşlara yol açmıştır. Bu savaşlar, katılımcı ülkelerarası imzalanan bir dizi antlaşmalarla sonuçlanmış olup, bunlardan en önemlisi 1648 tarihli Westfalya Anlaşması’dır. “Osnabrück ile Münster'de imzalanan Westfalya Antlaşması. Almanya'nın siyasal ve dinsel örgütlenişini düzenliyor ve Đsveç'le Fransa'ya, imparatorluk topraklarından kimi yerleri dağıtıyordu….Başta, Katolik, 72 Luther'ci, Calvin'ci, üç mezhebin üçü de tanınmış oldu. Đkinci olarak, Habsburg'ların umut ettiklerinin tersine, imparatorun seçimle belirlenmesi ilkesi olduğu gibi kaldı. Đmparatorun ise, kendi toprakları dışında hiçbir gerçek iktidarı yoktu….Böylece, dinsel alanda olduğu gibi, siyasal alanda da, Habsburg'Iarın birlik umutları kesinlikle yok edilmişti. Almanya, 350 devletten oluşan bir Konfederasyon olarak kalıyordu…Üçüncü olarak, Fransa ile Đsveç, yeni topraklar kazanıyorlardı: Fransa 1552'den beri işgal ettiği üç piskoposluğu kesinlikle ele geçirmiş oluyordu; ayrıca, -Strasbourg dışındaAlsace'ı, daha doğrusu Habsburg hanedanının bu bölgedeki hak ve mülklerini de alıyordu. Đsveç ise, Almanya'dan Pomeranya'yı, Breme ve Werden'i elde ediyordu…Otuz Yıl Savaşları, Almanya'ya sayılamayacak kadar çok acılara ve felaketlere mal olmuştu. Kuzeydoğu ile güneybatıdaki çoğu bölgelerde, nüfus yarıya inmişti hemen hemen; en korkuncu da, Bohemya'nın başına gelendi: 2,5 milyon insandan kala kala 700.000 insan kalmıştı geriye. Askerî harekâtın yapıldığı bölgelerde, 18.310 köy ve 1.629 kent yıkılmıştı. Almanya'nın üretici güçleri, hemen hemen yok edilmişti.” (Tanilli, 2004:261). Dolayısıyla Otuz Yıl savaşlarından en büyük zararı Almanya görmüş, savaşlarda kaybedilen vurgulanan insan sayısının çokluğu, aynı zamanda işgücü kaybı olarak dönemin Alman ekonomisini olumsuz yönde etkilemiştir. Otuz Yıl Savaşlarının ortaya çıkardığı diğer önemli sonuçlara gelince; öncelikle bu tamamlanmıştır. savaşlarla Otuz yıllık Batı Hristiyan bu mücadele toplumlarının Avrupa dönüşümü ülkelerinin şeklini oluşturmuş ve iki yüz yıl sürecek olan uluslararası güç mücadelelerine hazırlamıştır (Hexter, Pipes ve Molho, 1971:267). Nihayet söz konusu savaşların çok güçlü ekonomik etkileri de olmuştur. Vurgulandığı üzere sosyal bakımdan olduğu gibi, ekonomik bakımdan da Almanya en çok etkilenen ülke olmuştur. Savaş sayesinde Avrupa’daki fiyatların genel trendi ile Almanya’daki trend arasındaki ilişki ciddi biçimde olumsuz yönde etkilenmiştir. Almanya’da para, 17. yüzyılın ilk ve ikinci yarıları kıyaslandığında, % 40 dolaylarında değer kaybına uğramıştır. Diğer yandan Avrupa’nın genelinde de tarımsal alanda depresyon 73 ortaya çıkmıştır. Đngiltere ve Hollanda’da hububat fiyatlarında küçük çapta artış olmasına karşın, Fransa’da, Almanya’daki kadar olmasa da para değer kaybına uğramış ve buğday fiyatı nominal olarak yaklaşık % 30 oranında yükselmiştir. Đtalya’da ise Almanya’dakine benzer durum yaşanmış, Almanya ve Kuzey Đtalya’da 1620–1640 yılları arasında tüm diğer bölgelerden daha fazla nüfus kaybı yaşanmıştır (Cooper, 1971:62). Dolayısıyla Fransa her ne kadar bu sürecin sonunda toprak kazanımı elde etmiş olsa da, savaşların ekonomi üzerinde yarattığı belirtilen olumsuzluklarına, yine belirtilen diğer Avrupa ülkeleri ile beraber katlanmak durumunda kalmıştır. Yukarıda genel anlamda 17. yüzyıl Avrupa’sı, coğrafi, demografik ve sosyal durum, bilim ve sanat dünyası, dini durum ve ihtilâflar ile bu başlık altında otuz yıl savaşları bağlamında ele alınmış olup, izleyen bölümde aynı dönem Avrupa ekonomisi üzerinde durulacak ve ardından yine aynı dönem Đngiltere ile Fransa’sına bu genel çerçeve dışında, daha detaylı bir biçimde sırasıyla yer verilecektir. 1.4. 17. Yüzyıl Avrupa Ekonomisi Avrupa’da, 15. ve 18. yüzyıllar arasında tüm büyük çaplı ticarete girişen ülkeler, bunu sömürgeci politikalarla gerçekleştirmişlerdir7. Sömürgelerden ana ülke, en başta ucuz kaynak temin etmiştir. Aynı zamanda sömürgeler ana ülkede üretilen mal ve hizmetler için yeni pazar anlamına da geliyordu (Ekelund ve Tollison, 1991:87). Bir diğer önemli nokta da; değinilen dönem Avrupa’sında fiyatlar genel seviyesinin artış eğiliminde olmasıdır. Nitekim bu durum 17. yüzyıla gelindiğinde de sürmüş, dolayısıyla Đngiltere ve Kıta Avrupa’sında fiyatlar genel seviyesi yükselmeye devam etmiştir (Gould’dan aktaran Blaug, 1991a:107). Bu da halkın, kıtlık ve salgın hastalık dışında pahalılıkla da yüz yüze kaldığı sonucunu doğurmaktadır. 7 Bu husus, birinci bölümde de vurgulandığı üzere, özellikle Fransa ve Đngiltere’nin sömürgeci yayılmaları bağlamında ilerleyen bölümlerde ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır, s.108111, 151-157. 74 Dönem ülkelerinin merkantilist uygulamalarına gelince; 16. ve 17. yüzyıllarda Batı Avrupa ülkelerinin pek çoğunda bu uygulamalar görülmektedir. Özellikle ilk başlarda Đspanya, Amerika’dan ülkeye akan altın külçeleri sayesinde avantajlı konumdaydı. Đspanyol hükümetinin endüstri ve ticaret üzerinde çok sıkı kontrolü bulunmaktaydı. Diğer pek çok ülkenin politikası da kolonileşme yoluyla ticaretten büyük pay alabilme yönündeydi. Bu da doğal olarak imalât ve gemiciliğe yönelik kapsamlı düzenlemeleri, pirim ve tarife uygulamalarını gerektirmiştir (Burns, 1963: 496). Dolayısıyla 1500’lü yıllarda Đspanya, diğer Avrupa ülkelerinin örnek aldığı ülke konumundaydı. 17. yüzyıl öncesi Đspanya’nın bu durumu Portekiz açısından da geçerliydi. Diğer yandan söz konusu uygulamalar, başlangıçta öne çıkarılan merkantilizmin karakteristik özelliklerine uygun düşen uygulamalardır. Dönemin öne çıkan ürünleri içinde ise, “baharat” kavramı çerçevesinde ifade edilen ürünler önemli bir yere sahiptir. Nitekim Avrupa’nın yaptığı ithalâtta, baharat temel ürün konumundaydı. Vurgulanması gereken bir diğer nokta, baharat ticaretinin dar kapsamlı ele alınmaması gerekliliğidir. Çünkü bu kavram sadece biber, tarçın, karanfil, sarımsak gibi ürünleri içermeyip, çay, kahve, tedavi edici şeyler ve hatta ipek ve pamuk bezini de kapsamaktaydı. Blitz’e göre; “Bu maddeler ders kitaplarında, fiyat esnekliği çok düşük mallar olarak örneklendirilir. Bu tür mallar gerçekten de zorunlu mallar olarak ele alınır. Diğer yandan kahve ve ipek gibi mallar daha evvelki zamanlarda lüks mallar olarak düşünülmüştür” (Blitz’den aktaran Blaug, 1991a:152). Bu durum, cari işlemler bilançosunu oluşturan kalemlerden ithalât kapsamında, dönem Avrupa'sı bakımından söz konusu ürünlerin önemini açıklamaktadır. Bu noktadan devam edecek olursak; başlangıçta ticaret devrimiyle tüm Avrupa ülkeleri, Đspanya’dan yapılan baharat ithalini geliştirmeye çalışmışlardır. Böylece tüm Avrupa ülkelerinin ulusal parası, Đspanya’nın ulusal parası karşısında değer yitirecek, ancak zamanla yeni döviz kurlarında istikrar sağlanacaktı. Bu basitleştirici argümandan hareketle Đspanya’nın ulusal parasına olan talebin her ülkede yükseleceği ileri sürülebilir (Dales’den aktaran Blaug, 1991a:90). Dolayısıyla Đspanya’nın 1500’lü yıllardaki bu 75 konumu ülke bazında, günümüz dünyasının Amerika Birleşik Devletleri’ne benzetilebilir. Bununla beraber izleyen dönemde ise, tıpkı Amerika Kıtası’ndan Đspanya’ya yönelik değerli maden akımında olduğu gibi, Đspanya’nın baharat ticaretindeki bu konumu da değişmiştir. Örneğin Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi baharat ve kahve üretiminin kontrolünü sağlama yolunda çok büyük gayret göstermiştir. Sert üretim kontrolleri ve hatta ara sıra başvurdukları karanfil ve kahve ağaçları gibi arz kaynaklarının yok edilmesi, bu duruma iyi bir delil teşkil eder. Bu sınırlayıcı uygulamalar, pek çok baharatın talebinin esnek olmadığını desteklemektedir. Kontroller yerli halk tarafından benimsenmediği gibi, uygulanmaları da zordu (Blitz’den aktaran Blaug, 1991a:153). Sonuç olarak Đspanya baharat ticareti konusunda, tıpkı değerli madenler konusunda olduğu gibi, önde gelen ülke konumunu zaman içinde yitirmiş, bununla da kalmayarak politik ve askeri bakımlardan da geri planda kalmıştır. Đspanya’nın yaşamış olduğu bu süreçten hareketle altı çizilmesi gereken bir başka husus ta şudur: Đspanya’nın politik ve askeri bakımlardan çökmeye başlaması ve değişen koşullar, Avrupa’da finansal kuruluşların da değişimine yol açtı. Devletler, dışarıdan öncesine nazaran daha ağır koşullarda borç bulabiliyorlardı. Özel finans kuruluşları ile devlet arasında bağ vardı. Đş dünyasında pek çok alanda öncü rolü oynayan Hollanda aynı zamanda sağlam bir bankacılık sistemi de kurmuştu. Nitekim 17. yüzyılda Amsterdam vurgulandığı üzere en büyük para piyasası haline gelmeye başlamıştı. Yüzyılın sonuna doğru Londra, finans sektöründe de atak yaparak, kendi özel şartlarına uygun yöntemler yaratmaya başladı. Her ne kadar Amsterdam 18. yüzyılda da finans merkezi olma özelliğini korumuş olsa da, Londra aynı alanda epey ilerleme kaydetmişti (Clark, 1960:200). Bu konunun, aynı dönem Avrupa’sında para kullanımı da irdelenerek, biraz daha açılmasında, Hollanda ve Đngiltere’nin 17. yüzyıl içinde, bu alanda da ne tür aşamalardan geçtiğinin daha iyi anlaşılmasına olanak tanıyacaktır. Dönem Avrupa’sında bazen takasa başvurulsa da, alış verişlerde para kullanımı çok yaygındı. Üstelik tek değer biriminden de söz etmek 76 mümkündü. Çünkü herhangi bir madeni para, değerli madenden oluşmaktaydı. Dolayısıyla örneğin Đskoçya’da; Đsveç, Hollanda, Fransa ve Đngiltere’nin madeni paraları yaygın bir biçimde kullanılmaktaydı. Ancak paranın tümü madeni para değildi. Bu bağlamda 17. yüzyıl, modern banknotların da kökenini oluşturur. Esasen kambiyo senedi, poliçe veya tahvil olarak adlandırılabilecek banknotlar bir kimseden diğerine mal, hak veya yetki devrini taahhüt etmekteydi. Yani borç ve güven ağını birleştirmekteydi. Dolayısıyla endüstri, tarım ve ticaret çarklarının dönmesini sağlamaktaydı. Yani malların değişimi ekonomik büyüme için önemli olmakla beraber, parayı işletme yeteneği zenginlik yaratmada temel öneme sahipti. 16. yüzyıl boyunca faiz oranları yıllık % 10 gibi yüksek oranlardaydı. 17. yüzyıla gelindiğinde, faiz oranları Hollanda’da % 3-4, Đngiltere’de ise % 5-6 düzeyinde seyretmişti. Modern bankacılığın başlangıcı da bu yüzyıla uzanmaktadır. 1609 yılında kurulan ve çok etkili olan Amsterdam Bankası tacirlere kredi sağlamaktaydı. 1694 yılında ise Đngiltere Bankası; Fransa’ya karşı yapılan savaşın finansmanı ve kamu borçlarını düzene koymak için kurulmuştu. Buna rağmen özel sektöre büyük ölçüde finansal katkıda bulunmuştur. Ardından 1695 yılında da Đskoçya Bankası kurulmuştur (Houston, 1999:150). Dolayısıyla Đspanya’nın söz konusu alanlarda yarattığı boşluk, Hollanda ve Đngiltere tarafından doldurulmuştur şeklindeki niteleme yanlış olmayacaktır. Öte yandan 17. yüzyıl ticari krizlerin sıkça yaşandığı bir dönemdir. Bu durum izleyen yüzyıla da sarkmış ve özellikle 1619–1723 yıllarında ticari krizler söz konusu olmuştur. Bu da kuşkusuz parasal krizi beraberinde getirip, endüstriyi de olumsuz yönde etkilemiştir. Ortaçağdan bu döneme kadarki olan bu süreç, feodalizmden kapitalizme geçişin yaşandığı süreçtir. Bu bağlamda Đtalya ve Đspanya’nın elinde olan politik ve ekonomik üstünlük izleyen süreçte güneyden kuzeye, Đngiltere ve Hollanda’nın eline geçmiştir. Đngiltere’nin bu süreci yaşamasında kuşkusuz, Hollanda da olduğu gibi, dış ticarette kaydedilen ilerleme önemli rol oynamıştır. Bu noktada akla ilk olarak Doğu Hindistan Şirketi gelmektedir (Kindleberger, 1991:149). 77 Söz konusu krizler ve yine merkantilizmdeki, zenginlik güç demektir ve bu da güvenlik veya saldırı için zorunludur, şeklindeki temel anlayış beraberinde korumacılığı da getirmiştir. Kaldı ki 17. yüzyılın ikinci yarısında yeni pazarlar bulmak daha da zorlaşmış, rekabet çok daha şiddetli hale gelmişti. Dolayısıyla üretimde makineleşmeye gitmenin ya da bunun dışındaki yöntemlerle maliyetleri düşürmenin önemi artmıştı. Diğer yandan artan rekabet korumacılığın önemini daha da yükseltmişti. Başvurulan tek yöntem, her ne kadar ilerleyen yüzyıllardaki kadar etkin kullanılmasa da, gümrük tarifeleriydi. Bu yüzden her ülke gümrük tarifelerini yükseltiyordu. Bunun dışında, taşımacılıkta olduğu gibi, çıkarılan yasalar da ticareti korumaya ilişkin baş vurulan bir diğer yöntemdi (Clark, 1960:195-196). 17. yüzyıl Avrupa ekonomisine bütün olarak bakmaya devam ettiğimizde, üretim sürecini anlama bakımından, bu süreçte bir başka önemli unsur olan enerjiden de bahsetmek gerekli olmaktadır. Önceki bölümde vurgulandığı gibi; üretim sürecinde enerji kaynağının çok önemli bir rolü vardır. Bazı büyük endüstri dallarında su ve oduna, dolayısıyla bu kaynaklara yakın olmaya ihtiyaç duyulur. Bu bakımdan Avrupa’nın pek çok bölgesinde endüstriyel alanlar şehir merkezlerinden ziyade kırsal alana doğru dağılım göstermekteydi. Örneğin tekstil sektöründe çırpma ve diğer bazı işlemler için, su değirmenlerine gereksinim vardı. Metal endüstrisinde ise yakıt kaynağı olarak çok miktarda oduna ihtiyaç vardı. Bu da endüstride üretim için ormana yakınlılığı zorunlu kılıyordu. O dönem Avrupa’nın çok az bölgesinde, özellikle Đngiltere’de odun yerine kömür kullanılıyordu (Clark, 1960:191). Bu durum kuşkusuz Đngiltere’nin bir sonraki yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı endüstri devriminde önemli bir kilometre taşı olmuştur. Söz konusu dönem Avrupa ekonomisinde, ticari hayata gelince; Kuzeybatı Avrupa’da yaşayanların büyük bir çoğunluğu tarım ya da tarıma bağımlı olmayan ticaretle uğraşıyordu. Tarım teknik ve metotlarının pek çoğu ortaçağa nazaran küçük çaplı değişikliğe uğramıştı. Ancak Đngiltere, Hollanda, Belçika ve Almanya’nın çok büyük bir bölgesinde yavaş yavaş yeni toprağı işleme metotları ortaya çıkmıştı. Bu da topraktan farklı mahsul alma imkanı sağladı. Tahıldan sağlanan yüksek getiriler, endüstrinin de 78 gelişmesine neden oldu. Ayrıca bu durum kış boyunca çok daha fazla hayvanın beslenmesine ve belli bir sığır, koyun ve at cinsi yetiştirilmesine yol açtı. Toprak sahipleri gönüllü bir biçimde sıkıntıya katlanarak kazançlarını yine kendi topraklarına yatırdı. Çiftçilik çok kârlı bir uğraş alanı haline geldi. Toprak sahipleri, çiftliklerini tek başlarına idare edemedikleri zamanlarda çiftçiler birliğinin yardımına başvuruyordu. Daha da ötesi Đngiltere’de; toprağını büyük toprak sahiplerine kiralayan ve rant geliri elde eden sınıf oluştu. Sonuçta Đngiltere yiyecek maddesinde net ihracatçı durumuna geldi. 17. yüzyılın sonları ve 18. yüzyılda Đngiliz siyasetinde etkin olan büyük aristokrat ailelerin siyasi güçlerinin temeline gelince; bunlar birbirleriyle müttefik halindeydiler. Londra, Bristol gibi şehirlerin büyük banker ve tacirleri olup, işleri ve aileleri arasında bağ vardı. Çoğunun başarısı tarımsal mallara ilişkin deniz taşımacılığından gelmekteydi. Đngiltere’de 17. yüzyıl öncesinden beri sermaye ve yatırım geleneği hareketli olsa da, belirtilen yüzyılda bu durum çok daha hareketli hale gelmiştir (Koenigsberger, 1987:163-164). Tüm bunlar dönem Avrupa’sının genelinde ekonomik büyümenin tarım kaynaklı olduğunu, yani bu sektörün diğer sektörleri harekete geçirici etkide bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Bir diğer önemli nokta ise, söz konusu sektöre yönelik üzerinde durulan yüzyıl boyunca gelişme kaydeden ülkelerin arasında Đngiltere’nin de bulunduğudur. Diğer taraftan Đspanya ve Đtalya’nın pek çok bölgesinde de, küçük çaplı da olsa, benzer gelişmeler olmuştu. Bunlar içinde en önemlileri, iklimin elverişli olduğu bölgelerde görülen, bağcılık, zeytincilik, dutçuluk, büyük şehirlere yakın yerlerde bahçıvanlık ve turunçgillere ilişkin yaşanan gelişmeydi. Fakat pek çok bölgede tahıl üretimi hâlâ hakim durumdaydı ve bu alandaki gelişme çok küçük çaptaydı. Dolayısıyla köylülerin yaşam standartlarında da önemli bir gelişme olmuyordu. Elbe nehrinin doğusunda ise durum daha farklıydı. Toprak sahipleri Batı ve Güney Avrupa’ya hububat ihraç etmek için köleleri kullanarak geniş araziler üzerinde çiftçilik yapıyorlardı. Söz konusu durum Đngiliz ve Hollandalı toprak sahipleri için de geçerliydi (Koenigsberger, 1987:164,166). Bu da Đngiltere’nin, Fransa’nın 79 aksine, bu sektörde öne çıkan ülkeler arasında yer aldığını gösteren bir başka durumdur. Endüstriyel alanda kullanılan tekniklere gelince; bu alanda 17. yüzyıl boyunca nispeten ufak yenilikler yaşanmıştır. 18. yüzyılın başlarında, pek çok başarısız denemeden sonra ulaşılan en önemli başarı; Đngiltere’de demirin kömürle eritilmesi olmuştur. Buhar gücü ile çalışan motorun icadı ise Fransa ve Đngiltere’de gerçekleştirilmiştir. Đngiliz motorları, başta Đngiltere ve Belçika olmak üzere, madenlerden su pompalamak için kullanılıyordu. Diğer yandan buhar gücünden parklardaki fıskiyeleri çalıştırmada yararlanılıyordu. Dolayısıyla buhar gücünün ekonomik etkisi önemsenecek düzeyde değildi. Nitekim Avrupa endüstrisi hâlâ rüzgâr, su ve hepsinden önemlisi hayvan ve insan gücüne bağımlıydı. Öte yandan mükemmel olarak nitelendirilebilecek el sanatlarının yayılması çok önemli değişikliklere yol açtı. Bu alanda ön plana ipek imalâtı, heykelcilik, camcılık ve mobilyacılık çıktı. Üst düzey kesim bu alanda üretilen ürünlere yoğun talepte bulundu. Đzleyen yüzyılda da özellikle Londra, Sevr ve Paris yakınlarında porselen heykelciliği dikkatleri çekti (Koenigsberger, 1987:167). Belirtilen el sanatları endüstrisi, üretim sürecinin tamamı bakımından kapitalist bir temele dayalı olarak düzenlendi. Bu düzenleme, hammadde kaynaklarının tedarikini ve üretilen malların piyasasını da kapsamaktaydı. Bu öylesine bir sistemdi ki, girişimcileri çok kârlı kılıyordu. Risk işçilerle paylaşılıyordu. Nitekim başarısızlık onların işine maloluyordu. Çalışma hayatında ciddi bir rekabet vardı. Çünkü nüfus artmaya başlamıştı. Đnsanlar iş bulabilmek için yaya olarak uzun mesafeler katediyorlardı. Đrlandalı’lar Londra’ya gelmeye başlamışlardı. Belçika’lı köylüler Amsterdam’a veya Macaristan’a yürüyorlardı. Hemen hemen her yerde insanlar, en azından yılın belli bir bölümünde dağlardan, ovalara, düzlüklere taşınıyorlardı. Ücretler nadiren iyi olmaktaydı. Bir çalışanın ücreti, özellikle bir ya da ikiden fazla çocuğu olan aileler için yeterli olmuyordu. Bu yüzden çocuklar erken yaşlarda; pamuğun çırpılması, yünün taranması, çiftliklerde hayvan bakıcılığı gibi işlerde çalışmak zorunda kalıyorlardı. Yine erkek çocukları zenginlerin bacalarını temizlerken, kız çocukları ise dantel yapımında çalışıyorlardı. Yani 80 çocuk işçiler fabrika sisteminin bir ürünü değildi. 17. yüzyılda yoksulluk hüküm sürüyor ve bu durum mevcut şartların kaçınılmaz sonucu olarak kabul ediliyordu. Daha da ötesi ekonomistler ve ahlâkçılar bu durumu onaylarken, hükümetler de aynı durumdan hoşnuttu. Çocukların belirtilen süreçten geçirilmelerinin onları disipline edeceği, aylaklıktan alıkoyacağı görüşü hakimdi. Bu görüşe göre aynı zamanda işgücü maliyeti düşecek, böylelikle malların uluslararası rekabet imkânı doğacaktı (Koenigsberger, 1987:162). Nitekim merkantilist dönem Avrupa’sında, nüfus, istihdam ve ücret politikasının detaylı bir biçimde ele alındığı bölümde de altı çizildiği üzere, işgücüne ve ücretlere ilişkin söz konusu anlayış geçerliydi. Diğer yandan Habsburg Hanedanlığında; 1598 yılında II. Philip’in ölümüyle başlayan gerileme 17. yüzyılda da devam etmiş, Hanedanlık ticari alanda güç kaybetmeye başlamıştır. Bunun üzerine ticari filonun arttırılmasında Hollanda ve Đngiltere ön plana çıkmıştır. Bu alandaki çekişmede, her iki ülkenin korsan gemileri de aktif rol oynamışlardır. Bu süreçte Đngiliz kumaş ihracatı artmaya başlamış, ekonomik güç dengeleri dramatik bir biçimde değişmeye başlamıştır (Houston, 1999:138). Bu da kuşkusuz söz konusu dönemde Đngiltere ve Hollanda arasında cereyan eden ve özellikle ticari alanda üstünlük elde etmeye yönelik rekabetin bir başka boyutudur. Hollanda ile ilgili belirtilmesi gereken bir başka önemli husus, bu ülkenin 1650’li yıllarda finans, ticaret ve imalât endüstrisi alanlarında Avrupa’nın en önde gelen ülkesi olmasıdır. Nitekim Hollanda’nın hem Doğu Hindistan hem de Batı Hindistan Şirketleri çok başarılıydılar. Diğer yandan Hollanda, rakiplerine nazaran gemi imalâtında ve işletmeciliğinde de çok etkiliydi. Taşımacılık ise, düşük vergi oranlarıyla destekleniyordu. Yine, elmas işlemeciliği, mercek, objektif imalâtı ve cilalı çanak çömlek yapımı da gelişmişti (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:377). Söz konusu dönem Hollanda’nın nüfusundaki değişmeler göz önünde bulundurulduğunda, nüfus artış hızı durma noktasına gelmeyen ve dolayısıyla işgücü piyasası olumsuz yönde etkilenmeyen Hollanda’nın başarısında, kuşkusuz bu durumun da etkisi olmuştur. 81 Bununla birlikte Hollanda da tıpkı Portekiz gibi nispeten küçüktü ve daha büyük komşuları gelişmişlik bakımından hemen arkasında yer alıyorlardı. Nitekim Đngiltere ile rekabet 17. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan üç savaşla sonuçlandı. Buna rağmen Hollanda Doğu Hindistan’da varlığını sürdürdü. Bu da dönemin dünya ticaretinde belirgin bir yeri olmasında önemli bir yer oynadı (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:377). Bu noktadan hareketle merkantilist dönem Avrupa’sındaki şirketler ve bunların oluşum biçimlerini ve yapılarını ortaya koymak, özellikle Hollanda’nın Doğu ve Batı Hindistan Şirketleri ile Đngiltere’nin yine Doğu Hindistan Şirketi’nin neden büyük ticari başarılar elde ettiklerinin daha iyi anlaşılmasına olanak sağlayacaktır. 1.4.1. Şirketler ve Şirketlerin Yapısı Merkantilist dönem Avrupa’sında, Hollanda’daki şirketler çok verimli ve etkindiler. Đspanya ve Portekiz şirketleri için bunun tam tersi bir durum geçerliydi. Bu ülkelerdeki şirketler ya kamu şirketi, ya da tek başına kral veya kraliçeye ait şirketlerdi. Dolayısıyla şirketler tamamen krallık tarafından finanse ediliyorlardı. Fransa’daki şirketler ise tamamen siyasi amaçlarla kuruluyorlardı. Đngiltere’ye gelince; Đngiliz şirketleri de tıpkı Hollanda da olduğu gibi çok verimli çalışıyorlardı ve faaliyet alanlarında çok etkindiler. Krallık ticarette monopolleşme yönünde özel birtakım ayrıcalıklar da tanıyordu (Ekelund ve Tollison, 1991:119, 165). Tekrar Hollanda’ya dönecek olursak; Hollanda’daki şirketlerin etkili ve verimli çalışmalarında, aralarında yaşadıkları yoğun rekabet önemli rol oynamıştır. Düşmanlığa varan bu rekabet ortamı şirket birleşmelerini olumsuz yönde etkilemiş, bunun sonucunda diğer ülkelere nazaran Hollanda’da ticari alanda daha basit organizasyonlar söz konusu olmuştur. Diğer yandan Hollanda’nın ticari alandaki başarısının bir başka nedeni de, bu alanda sağladığı teknik ilerlemedir. Nitekim bulunan yeni tekniklerle diğer ülkelere nazaran daha düşük maliyetle gemi üretimi gerçekleştirilebiliyordu. Bu da rekabette kuşkusuz çok önemli bir avantaj sağlıyordu. Nitekim Doğu Hindistan Şirketi de bu avantajdan yararlanıyordu (Ekelund ve Tollison, 82 1991:165). Tüm bunlar ticari alanda Đngiltere ve Hollanda’nın ön plana çıkmış olmalarının tesadüfî bir durum olmadığını göstermektedir. Bu iki ülkenin vurgulanan şirketlerinin ticari başarılarında, yine her iki ülkenin de ticarette monopol konuma ulaşabilmek adına ayrıcalık tanımayı politika haline getirmiş olmaları da önemli rol oynamıştır. Fransızlar ise uluslararası ticarette Đngiliz ve Hollandalıların gerisinde kalmıştır. 17. yüzyılın ilk üççeyreğinde Hollanda taşımacılıkta da kuşkusuz en başta gelen ülkeydi. Hollanda’nın taşımacılıktaki hegemonyası Baltık Devletleri ile Đspanya ve Portekiz arasındaki bölgeyi, yani Rusya ve Avrupa’yı kapsıyordu. Diğer yandan Hollanda, en azından belli bir süre, Batı Hindistan ticaretinde de en önde gelmekteydi ve Amsterdam, Avrupa’nın kredi ve para piyasası merkezi haline gelmişti. Hem Fransa hem Đngiltere, Hollanda’nın bu başarısını örnek almaya çalışıyorlardı. Ancak uluslararası ticaret çok maliyetli bir işti. Nitekim Fransa’nın uluslararası çapta ticarette bulunacak şirket oluşturma çabaları çoğunlukla sonuçsuz kaldı. Bu duruma Batı Hindistan Şirketi ve Kuzey Şirketi örnek gösterilebilir. Bunda, Fransız ekonomisinin 17. yüzyıl içinde uzun dönemli durgunluklar yaşaması etkili olmuştur. Batı Hindistan Şirketinin kurulmasıyla buradaki sömürge adaları ile yapılan ticarette bu şirket Hollandalı şirketlerin yerini aldı. Colbert yeni dünya ile ticarette monopolleşmenin önemine inanıyordu. Bu bağlamda Batı Hindistan, Güney Amerika, Kanada ve Batı Afrika ile ticarette monopolleşebilme yönünde büyük çaba harcadı. Örneğin 1665 yılından önce bu alanda çeşitli ayrıcalıklar tanıdı. Ancak Fransa’daki şirketlerin yapısı, büyük oranda Đspanya ve Portekiz şirketlerine benziyordu (Ekelund ve Tollison, 1991:168). Buna rağmen Jean Baptiste Colbert, bu alandaki Đngiltere ve Hollanda örneğinden hareketle kolonileşme ve bu kolonilerle ticaretin ayrıcalıklı şirketler eliyle yürütülmesinin önemini kavrayarak, Fransız Batı Hindistan Şirketi örneğinde olduğu gibi, büyük bir gayret göstermiştir. Ancak Batı Hindistan Şirketi faaliyetine sancılı başladı. Çünkü Fransız kolonileri ile yürütülen ticarette Hollanda’nın yerini Krallık emri ile bu şirket alınca koloniler bu durumu, düzensizlikten kaynaklı yüksek fiyatlar nedeniyle kabullenmediler ve eski düzene dönmeyi istediler. Diğer yandan kısa bir süre 83 sonra şirketin finansmanında da sıkıntılar başladı. Đngiltere ile 1666 yılında adalar üzerine girişilen savaşta Fransa’nın pek çok gemisini kaybetmesi de bu olumsuzluklara eklenince Colbert, şirketin faaliyetine tedrici olarak son verdi (Ekelund ve Tollison, 1991:169). Bu durum, başta söz konusu şirketin örneğin Đngiltere’deki uygulamanın aksine, yeterince finanse edilmemesi ve Batı Hindistan yerleşkelerindeki insanların, şirketin faaliyetleri konusundaki memnuniyetsizlikleri beraberinde göreli başarısızlığı getirmiştir. Dönemin, tıpkı Hollanda gibi dış ticarette çok etkin olan bir başka ve bu anlamda önemli ülkesi Đngiltere’deki şirketlerin yapısını daha detaylı belirtmek gerekirse; uluslararası ticaret yapan Đngiliz şirketleri imtiyazlı şirketlerdi. Bu şirketler monopol güçleri karşılığında devlete borç ta veriyorlardı. Bu süreç, yani monopol yetkinin satın alımı rekabete dayalıydı. Bu da beraberinde hile ve entrikaları da getiriyordu. Ancak bu tür şirketlere yönelik olarak, Portekiz, Đspanya ve Fransa’da olduğu gibi doğrudan devlet müdahalesi olmuyordu. Đngiltere’de tacirler bir araya gelerek açık arttırma sonucunda monopol imtiyazına sahip olabiliyorlardı. Böylelikle rekabet devletin bu alandan sağladığı kazancı maksimize ediyordu. Bu uluslararası ticari şirket alanının bir yönüdür. Diğer yanda ise Đngiliz şirketleri bu alanda genellikle birleşerek faaliyette bulunmuşlardır. Ancak esas belirtilmesi gereken bu şirketlerin bireysel girişimler sonucu oluşturulan şirketler olduğudur (Ekelund ve Tollison, 1991:172). Dolayısıyla toparlamak gerekirse; 17. yüzyılın başlamasıyla ilk büyük tüccarlar ve ticari şirketler ortaya çıkmaya başlamıştır. Söz konusu şirketlere en güzel örnek, Đngiltere ve Hollanda’nın “Doğu Hindistan Şirketleri”dir. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, Avrupa tarihinde bu tür şirketler eliyle yürütülen koloniyel ticaret savaşından Đngiltere galip çıkmıştır (Vaggi ve Groenewegen, 2003:15). Buradan hareketle, Đngiliz hazinesinin büyük oranda dış ticaretten sağlanan gelirlerden oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Böylelikle 17. yüzyıl Avrupa’sı ve ekonomisi genel olarak ortaya konmuş olup, izleyen bölümlerde sırasıyla çalışmanın konusunu teşkil eden Fransa ve Đngiltere üzerinde durulacak, yani genelden özele doğru gidilerek, 84 Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child’ın görüş ve önerileri de ele alınarak bu temelde iki ülkenin kıyaslanmasına zemin hazırlanmaya çalışılacaktır. 2.17. YÜZYIL FRANSA’SI VE EKONOMĐSĐ 17. yüzyılda Fransa’nın karşısında iki önemli rakip vardı, Đngiltere ve Hollanda. Nitekim Fransa nihai olarak Kuzey Amerika’da, Hindistan’da, Hollanda’da ve onlarca diğer yerlerde başarısız olmuştur. Çünkü dönemin Avrupa ülkelerinin pek çoğu Fransa’yı saldırgan ve yayılmacı olarak görüyor ve karşısında yer alıyorlardı. Kaldı ki XIV. Louis’in dış politikası da saldırgan temelliydi. 1661 yılında Fransa’nın Dışişleri Bakanlığı’nın tüm işlerini yarım düzine kişi yürütmekteydi. Diğer yandan Fransa’nın ordusu hâlâ etkileyiciydi. Barış zamanında 20.000 kişiden oluşan ordu, savaş zamanlarında bu rakamın yaklaşık 20 katına ulaşıyordu. XIV. Louis, ordunun modernizasyonuna da önem veriyordu. Buna rağmen Fransız ordusu rakiplerine nazaran daha az moderndi ve gerekli zamanlarda ihtiyaç vatandaşlardan ziyade paralı askerlerle gideriliyordu. Bu askerlerin başındakiler de yarı profesyonel kişilerdi. Bunlar da kuşkusuz Fransız ordusu için olumsuz durumlardı (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:546). Öte yandan dönemin bu iki önemli rakibi karşısında, merkantilist düşünceye uygun olarak, ekonomik üstünlüğün sağlanması gerekliliği hakim düşünceydi. Nitekim bu yönde bir politika dünya hazinesinin en büyük payını Fransız sahillerine çekecekti. Bu da krallığın, yeryüzünün en güçlü devletine dönüşmesini sağlayacaktı. Yani Fransa’nın her yana ürün ihracatı, diğer ülke hazinelerinin Fransa’ya yönelmesini sağlayacak ve Fransa’nın her yerine para akacaktı. Kısacası Fransa’nın ekonomik avantajlarının tam olarak kullanılması, yaygın sıkıntı doğuracak politikadan uzak durulması, kaçınılmaz olarak Fransa’yı dünya siyasetinin egemeni kılacaktı (Rothkrug, 1965:98). Bu genel niyetin ortaya konmasının ardından, 17. yüzyıl Fransa’sında bu amaca ilişkin sürecin nasıl işlediğini ele alabiliriz. Fransa’da, IV. Henry’nin ölümünü izleyen yarım yüzyılda (1610-1660) XIII. ve XIV. Louis’in egemenlikleri döneminde (1661-1715) büyük başbakanlar göze çarpar. Her ikisi de kardinal olan Richélieu ve Mazarin. 85 Richélieu bu konuma 1624 yılında ulaşmış, ölümünün ardından 1642 yılında yerini Mazarin almıştır. Mazarin Đtalyandı ve hiçbir zaman iyi bir aksanla Fransızca konuşmayı öğrenememiştir. 1661 yılında ölene dek görevini sürdürmüştür. Her ikisinin elinde Fransız Krallığı otuz yedi yıl boyunca (1624–1661), Avrupa’da hem savaş hem de diplomaside başarılı olmuş, bu hizmetleri de onlara şöhret kazandırmıştır. Yine her ikisinin iç politika uygulamaları da Avrupa’da Fransa’nın gücünü olumsuz etkileyecek iç kargaşaların bir düzene girmesini sağlamıştır. Politikaları 1715 yılına kadar Fransız hükümetine yol göstermiş, hatta bunlardan bazıları 1789 yılına kadar ve sonrasında da dikkate alınmıştır. XIII. Louis’in dokuz yaşında tahta çıktığı 1610 yılından, Richélieu göreve başladığı 1624 yılına kadar Fransa, Avusturya ve Đspanyol Habsburg Hanedanlıklarının Fransa’yı bozguna uğratması karşısında etkisiz kalmıştır. Richélieu durumu tümüyle tersine çevirerek Fransa’nın gücünü Hollanda, Đtalya ve hatta Đspanya’nın içine kadar yaymıştır. Mazarin döneminde de Otuz Yıl Savaşları sonrasında, 1648 yılında Fransa için çok olumlu Westfalya Antlaşması yapılmıştır. Böylelikle bir zamanların çok güçlü ülkesi Đspanya bu konumunu yitirmiştir (Hexter, Pipes ve Molho, 1971:269-271). Richélieu ve Mazarin’in ardından Fransız tarihinde sahneye çıkan (1663–1683) Colbert de göz önüne alındığında, 17. yüzyıl Fransa’sına, bürokrat anlamında, bu üç ismin damgasını vurduğu belirtilebilir. Söz konusu süreçte monarşik yönetim anlayışının en üst düzeyde uygulanması gayreti, hep en ön planda yer almıştır. Nitekim bu durumu Beaud şöyle ifade etmektedir; “Merkantilizm-mutlakıyetçilik ikilisi, açık bir biçimde, asıl Fransa’da ortaya çıkmıştı. Bu, henüz zayıf bir burjuvaziyle mutlakıyetçi gelişimini XIV. Louis’in kişiliğinde tamamlamış bir hükümdar arasındaki ittifaktı. Gerektiğinde hâlâ güçlü soylu sınıfına karşı, sefaletten ayaklanan halka karşı bir ittifak. Soylu sınıfın başkaldırısı (1648–1653), genç XIV. Louis’yi derin bir biçimde sarsacaktı, köylü savaşları (özellikle 1636 ve 1639) ve kent isyanları (1623 ve 1652 arasında sıkça patlak veren), krallığın mali durumunu açık bir biçimde tehlikeye atıyordu. Vergi memurları ve yardımcıları sık sık öldürülüyor, parçalanıyor, çivileniyordu.” (Beaud, 2003:42). 86 Yine yönetim anlayışıyla ilgili olarak Fransız tarihinde üç adet kararnamenin çok önemli yeri vardır. Bunlar; III. Henry’nin 1581 tarihli, IV. Henry’nin 1597 tarihli ve XIV. Louis’in (Colbert dönemi) 1673 tarihli kararnameleridir. Bunlardan ilki sonraki zamanlarda başvurulacak ticareti düzenleyici önlemlerin önünü açmıştır. 1597 tarihli kararname de öncelerinin benzeri olsa da, el sanatlarına ilişkin düzenlemeleri başlatmıştır. 1673 tarihli kararname ise, kâğıt üzerinde yeni düzenlemeler içermese de, bir dizi emirlerle yeni bir düzen getirmiştir. Kısaca program ticaretin yapısına ilişkin, sadece kasaba merkezlerinde değil, şehirlerde ve hatta tüm ülke bazında genel bir model öngörmekteydi (Heckscher, 1931:145). Bu kararnameler de kuşkusuz mutlak monarşinin uygulanmasına hizmet eden kararnameler olup bu konu siyasi durum ve yönetim başlığı altında değerlendirilecektir. Öte yandan merkantilist dönemde deniz gücü; ihtişama, büyüklüğe ve zenginliğe ulaşmanın yoluydu. Bu anlamda Cole'e göre; “Đspanya ve Portekiz deniz hakimiyetini kurduğunda Fransa iç karışıklıklarla uğraşmaktaydı. Nitekim Montchrétien Fransa’nın bitişiğindeki iki denizden ve inşa edilecek limanlardan hareketle, Fransa’nın okyanus gücünü arttırabileceğini vurgulamış, bu doğrultuda kralı etkilemeye uğraşmıştır. O’na göre karadan fetih ve zafer kazanmak, denize nazaran hem daha zor hem de daha pahalıdır. Fransa belirtilen durumdayken, Đspanya ve Portekiz gibi Hollanda da deniz gücünde büyük ilerleme kaydetmişti. Deniz taşımacılığı üzerinde sağladığı kontrolle kolayca güç ve zenginlik elde etmişti. Oysa Fransa deniz gücünü ihmal etmekteydi. Aksi yapılmış olsaydı, belirtilen kazanımlar dışında çok sayıda işsize iş imkânı da sağlanmış olunacaktı. Öte yandan Fransa’nın sadece ticari gemilere değil, savaş gemilerine de ihtiyacı vardı. Nitekim merkantilist dönemde kolonileşme de, ürünlerin satılması ve hammadde sağlanması açısından çok önemliydi. Montchrétien de, Fransa’nın Amerika ve Afrika’nın zenginliklerini ele geçirmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bunun için de kuşkusuz öncelikle askeri güç gerekliydi.” (Cole, 1969:151-154). Bu yorum dönemin Fransa’sının, ayrıntılı ele alınacağı üzere, sömürge elde etme yarışında özellikle dönemin Đngiltere’sinin arkasında kalmış olması bağlamında anlamlıdır. Gerçekten de dönemin koşulları düşünüldüğünde söz 87 konusu alanda sadece ticari gemiler değil, dış ticarete ilişkin deniz aşırı taşımacılığa koruma sağlamak için ülkelerin sahip oldukları donanma güçleri de büyük önem arzediyordu. Söz konusu dönemdeki Fransa’nın genel durumunu toparlayacak olursak; çalışmanın ilk bölümünde de ortaya konduğu üzere, merkantilistlere göre ekonominin merkezinde özel girişimcilerden ziyade devlet olmalıdır. Bilimsel ve teknolojik araştırmalar devletçe desteklenmeli, devlet doğrudan üretim süreci içinde yer almalı ve tabi ki dış ticarette tarifelerle koruyucu rol üstlenmelidir. Öte yandan merkantilistler kolonileşmeye ve dolayısıyla sömürge ticaretine de büyük önem vermişlerdir. Nitekim tüm 17. yüzyıl boyunca Avrupa Devletleri pek çok yiyecek maddesi ve hammaddeyi, çoğunlukla Avrupa’nın diğer devletlerinden ziyade denizaşırı sömürgelerden sağlamışlardır. Daha da ötesi sömürge sahibi Avrupa Devletleri, endüstriyel malların kolonilere ihracında monopol konuma gelmişlerdir. Bu durumdan Fransa da faydalanmak istemiş, ancak sömürgeleşme faaliyetinde Hollanda ve özellikle Đngiltere kadar başarılı olamamıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:545). Bu genel çerçevenin ardından, dönem Fransa’sının, bu bölümün başında belirtilen başlıklar dahilinde ele alınmasına geçebiliriz. 2.1. Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı Fransız Parlamentolarının tarihi ortaçağlara kadar uzanmaktadır. Nitekim Paris Parlamentosu 1302 yılında kurulmuştur. Diğer pek çoğu ise 16. yüzyılın ortalarında şekillenmiştir. Bunların tamamı kralın mutlak hakimiyeti altındaydı. Yetkileri ve rolleri, kralın mutlak hakimiyetinin yerel düzeyde uygulanmasına aracılık etmekti. Yerel bazda kralın onay verdiği vergileri toplama yetkileri ise 1401 yılından sonra gündeme gelmiştir. XIV. Louis ve Colbert döneminde ise yönetim ve yetki konusu, uygulanan mutlak monarşi ile düzenli ve sistematik bir hale getirilmiştir (Ekelund ve Tollison, 1991:119). Bu döneme gelmeden önceki duruma kısaca bakmak gerekirse; Beaud söz konusu dönemi şu şekilde ifade etmektedir: “IV. Henry’nin katledilip Marie de Médicis’in kral naipliğine getirilmesiyle Krallık iktidarı bir zaafiyet dönemi yaşadı. 1624’te Kardinal Richeliéu göreve çağrıldı, 1642’ye 88 kadar Konsey’in şefi olarak kaldı. Parlamentoyla anlaşarak büyüklerin kibrini kırıp komplolarını boşa çıkardı. Protestanları acımasızca dize getirdi (Rochelle’den aktaran Beaud, 2003:44). Devleti düzene soktu, mutlakıyeti tam anlamıyla ihya etti. Bunlara koşut olarak, Habsburgları zayıflatacak çatışmaları körükledi, gerektiğinde Fransa’yı da işin içine soktu. Ülkenin bayındırlığı için olanakları arttırdı. Bu amaçla yollar, kanallar, köprüler ve limanlar inşa ettirdi, özellikle yapımevleri ve ticari şirketlerin kurulmasını sağladı.” (Beaud, 2003:44). Ardından aynı göreve getirilen Jules Mazarin ise görevini, öldüğü tarih olan 08 Mart 1661 tarihine kadar sürdürmüştür. Jules Mazarin’in ölümünden sonra XIV. Louis, artık sadece hüküm süren kral konumundan çıkıp, çeşitli kurallar koyan yani yöneten bir kral konumuna bürünecek ve bu süreç mutlak monarşi doğuracaktır. Bu bağlamda, Louis’nin “devlet benim” söylemi de krallığına çok uygun düşmektedir. Amacı, Fransa’yı Avrupa’nın en önemli ve güçlü ülkesi haline getirmekti (Davidson, 1971:85). Bu arada XIV. Louis döneminin ayrıntısına girmeden evvel, Fransa’nın genel yönetim yapısını belirmek yararlı olacaktır. Söz konusu dönemde Fransa henüz ulus devlet değildi. Artois Flanders, Burgundy ve Languedoc gibi eyaletler kazanç ve harcamalarını kendi yönetimleri altında gerçekleştirmekteydiler. Yani ülkenin bazı bölümlerinde bağımsız Dükalıklar söz konusuydu. Krallık için vergiler çok önemli olmakla beraber, eyaletler bakımından bu konuda bir birlik söz konusu değildi. Örneğin Brittany, Artois ve Franche-Comté gibi eyaletlerde tuz vergisi (gabelle) ödenmemekte iken, bazılarında az, bazılarında ise çok miktarda ödenmekteydi. (Williams, 1970:140). Dolayısıyla XIV. Louis, monarşinin mutlak biçimde uygulanmasını sağlamak amacında olduğundan, doğal olarak bu tabloyu değiştirmeyi de amaçlamıştır. Nitekim bu durumu Williams şöyle yorumlamaktadır: “Ortaçağda Lordların yönetimi altında ayrılmışlığın çok daha belirgin olduğu Fransa’da; XIV. Louis yerel güçlerin hükümdarlık gücünü benimsemelerini sağlamak bakımından Fransız siyasi tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Yani Louis bu bağlamda ulus devletin hazırlayıcısı olmuştur. (Williams, 89 1970:142). Kaldı ki, aksi söz konusu olsaydı, XIV. Louis’in yönetimde mutlak monarşi uyguladığı gerçeğinden bahsetmek mümkün olmazdı. Bu kısa girişin ardından, çalışmanın konusu Jean Baptiste Colbert dönemi, dolayısıyla XIV. Louis dönemini, üzerinde durulan konu bağlamında daha da açmak gerekliliği ortadadır. XIV. Louis henüz 5 yaşındayken 1643 yılında tahta oturdu. O dönemde Đtalya’da Sicilya’lı fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Jules Mazarin, eğitimini tamamladıktan sonra diplomatik alanda Papalığın hizmetine girmişti. 1630 yılında Mantuan Savaşının sona ermesiyle Fransa’ya gönderildi. Sadakatinden ötürü Kardinallikle ödüllendirilen üstün yetenekli Richélieu ile beraber çalıştı. Richélieu 1643 yılında ölmeden evvel Mazarin’i övücü sözlerde bulundu, nitekim XIII. Louis, Richélieu’nun bu tavsiyelerinden yararlanmıştı. Diğer yandan 17. yüzyılın ortalarında Đngiliz Parlamentosunun kral üzerindeki hakimiyeti arttırılırken, aynı zamanlarda Paris Parlamentosu, kralın hakimiyeti altındaydı. Nitekim 1648 yılının başlarına dek üyeler halk adına konuşmadığından, parlamento dolaylı ve geçici temsil görünümündeydi. Öte yandan Fransa’da toplam 12 adet parlamento vardı. Parlamento üyeleri hukuki veya idari niteliği bulunan insanlardan oluşmaktaydı. Parlamento üyelikleri ya miras yoluyla, ya da kral tarafından belirlenmekteydi. Eyalet yönetimi ise; soylu, rahip ve bu sınıflar dışında kalan halktan bir kişi olmak üzere gönderilen üçer kişilik delegelerden oluşmaktaydı. Eyalet yönetimlerinin parlamentodan farkı; delegeleri sadece kral tarafından çağırtılırdı (Durant, 1963:4-5). Parlamentoların yapısı ve eyalet yönetiminin işleyişi belirtildikten sonra tekrar XIV. Louis dönemiyle devam edebiliriz. 1648 yılına gelindiğinde, 12 Temmuzda toplanan parlamento; kral ve annesine karşı devrim niteliğinde, tüm kişisel vergilerin ¼ oranında düşürülmesi, parlamentoda özgürce oylama yapılmaksızın yeni vergi konulmaması, taşrada yerel yönetimler üzerinde kraliyete ait yetkisi bulunan memurların görevlerine son verilmesi ve hiç kimsenin layıkıyla yargılanmadan 24 saatten fazla hapis edilmemesi gibi taleplerde bulunmuştu. Ancak bunların hiçbiri kral tarafından hayata geçirilmedi. Eğer bu talepler karşılanmış olsaydı; Fransa, Đngiltere’deki siyasi alanda yaşanan 90 gelişmelerden geri kalmayacak ve Anayasal Monarşi kurulabilecekti. Oysa Fransa’da Krallık mutlak monarşi dışında hiçbir seçeneğe izin vermeyerek geçmişe nazaran daha da güçlenmişti. Đngiltere’den farklı olarak yaşanan bu süreç kraliçenin etkisiyle gerçekleşmişti. Diğer yandan Mazarin de kraliçe ile aynı görüşlere sahipti ve 26 Ağustosta 1648 tarihinde Pierre Broussel ve parlamentonun diğer önde gelenlerini tutuklattırdı. Fakat Broussel, “vergilere hayır” sloganıyla popülerleşerek halk tarafından sevilmişti. Nitekim kendisi 27 Ağustos 1648’de, 160 parlamento üyesinin önderliğindeki, “Mazarin’e ölüm yaşasın krallık” şeklinde slogan atan bir halk hareketiyle kurtarılmıştı. Parlamentonun talepleri kabul edilse de, uygulamaya geçirilememişti. 08 Ocak 1649’da parlamento üyeleri isyan ederek, Mazarin’i ülke dışına çıkarma yönünde bir kararname yayımladı. Diğer bir emirle de ortak savunmada kullanılmak üzere krallığın tüm kaynaklarına el konulması kararlaştırıldı. Pek çok soylu da parlamentonun feodal ayrıcalıkları düzeltme ihtimaline karşı riskli de olsa askerleriyle ve mali güçleriyle birlikte isyana katıldı. Bunlar arasında Ducs de Lonqueville de Beaufort ve de Boillan gibi büyük Lordlar vardı. Fakat isyan hareketi başarısızlıkla sonuçlandı. Parlamento kademeli olarak dağıtıldı, halk krala itaat etti, genel af çıkarıldı, Mazarin krallığa ait koltuğuna 28 Ağustos 1649 yılında tekrar oturdu (Durant, 1963:6-8). Bu durum Fransa’da, çağdaşı Đngiltere’nin aksine, parlamentonun yetkilerini, kralın yetkileri aleyhine genişletme uğruna verilen mücadelede başarısız olduğunu ortaya koymaktadır. 08 Ekim 1651 yılına gelindiğinde ise, XIV. Louis 13 yaşındaydı. Louis bu tarihte annesinin saltanatının sona erdiğini ilan etti ve hükümeti kendisi oluşturdu. Parlamentoyu yatıştırmak için Mazarin’in sürgün edilmesini onayladı. Fakat bir ay sonra Mazarin’i tekrar ordu ile ilgili bakanlığa çağırdı. Şubat 1653 yılında ise Mazarin’e eskiden sahip olduğu tüm yetkileri geri verdi. Mazarin 09 Mart 1661 yılında öldüğünde temel konulardaki görüşlerini hiç terk etmemiştir. O’nun çalışmaları, izleyen dönemde Colbert tarafından açığa çıkarılmıştır (Durant, 1963:9-11). Nihayet tüm bu süreçte XIV. Louis yöneten bir kral konumuna geldiğinde, 22 yaşındaydı. Tahtta kaldığı sürece çok başarılı bir şekilde 91 mutlak monarşiyi hakim kılmıştır. Kendisi Mazarin’den, sanat ve bilimden ziyade diplomasi ve askeri konularda pek çok şey almış, mutlak monarşiden asla taviz vermemiştir. Louis, zamanının büyük bir kısmını konsey toplantılarına, törenlere ve davetlere ayırmaktaydı. Sık sık gerçekleştirilen tören ve davetler, soylu sınıfı politikadan uzak tutabilmek amacıyla yapılıyordu. Böylelikle soylular siyasi hayattan izole ediliyorlardı. Louis gençliğinde, Fronde isyanı zamanında Paris’ten 10 mil uzaklıktaki Versay Sarayı’na taşınmıştı. Bir milin üçte birinden daha fazla uzunluğa sahip Versay’ın çok büyük bir bahçesi ve bu bahçede 1400 tane çeşmesi bulunmaktaydı. Çeşmelere Seine Irmağı’ndan büyük masraflarla su pompalanıyordu. XIV. Louis, zamanının büyük bir bölümünü bu sarayda gerçekleştirilen toplantılara ayırıyordu. Bakanlarıyla haftada üç kez toplanırdı ve bu toplantılar çok uzun sürerdi. Genellikle de dört bakanıyla toplanırdı. Bunlar günümüz pek çok modern devletinde de olan; Savaş, Maliye, Dışişleri ve Đçişleri Bakanlarıydı. Louis özellikle söz konusu bakanlarını ve kritik görevlerde bulunanları uzun süre değiştirmezdi. Nitekim Colbert on sekiz yıl boyunca Maliye Bakanı, Le Tellier ise otuz dört yıl boyunca ordu sekreteri olarak görev yapmıştır. Dahası XIV. Louis, 54 yıllık dönemde sadece 16 Bakanla hükümranlığını sürdürmüştür. Bakanlar doğrudan XIV. Louis’e karşı sorumluydular ve kanun yapma yetkileri yoktu (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:540, 543). Sonuç olarak; XIV. Louis döneminde Monarşi, Colbert ve takipçileri sayesinde ilerleme kaydetmiştir. Đlk olarak, endüstriye yönelik pek çok önlem almış ve bunları tek elden yönetmiştir. Diğer yandan yerleşik güvenlik önlemleri değiştirilmiştir. Bu sayede yargılama ve endüstriye ilişkin düzenlemelerin yönetimi devlet denetimi altına alınmıştır. Lokal bazda ayrıcalıklar da aynı zamanda gündeme gelmiştir. Böylece tüm temel alanlarda biçimsel olarak birleştirme işlemi tamamlanmıştır. 17. yüzyılın sonlarına doğru, hatta çoğunlukla 18. yüzyılda Versay her türlü faaliyete yol gösterici durumdaydı. Fransa Kralı ülkesinde, en azından XIV. Louis döneminde, tartışılmaz konumdaydı. Başkaldırıya kimse cesaret edemiyordu. (Heckscher, 1931:137, 139-140). Dolayısıyla XIV. Louis’nin değinilen “devlet 92 benim” söylemi ve yönetimin vurgulanan işleyişi, o dönem Fransız yönetiminin mutlak monarşiye dayandığını açıkça ortaya koymaktadır. 2.2. Demografik ve Sosyal Durum 17. yüzyılın hemen başlarında Fransa nüfusu itibariyle, Avrupa’nın en büyük ülkesiydi. Ancak Brinton, Christopher ve Wolff'e göre; “Ülkede Normanlar, Flemenkler, Bretonlar, Alsatianlar, Coaskonlar gibi pek çok farklı etnik grup bulunmaktaydı. Diğer yandan ortaçağa ait kurum ve zihniyetler de devam etmekteydi. Monarşi yönetiminin başındakiler ise ortak dilin önemini kavrayamamışlardı. Çok küçük bir azınlık Fransızca konuşmaktaydı. Milyonlar ya farklı dilde ya da onlarca farklı lehçeyle konuşmaktaydılar. Tüm bunların sonucu olarak dönemin Fransa’sında genel bir eğitim sistemi, genel bir basın ve siyasal düzen oluşturulamamıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:540). XIV. Louis dönemine gelindiğinde, 1660 yılında yaklaşık olarak; Hollanda’nın 2.000.000, Đtalya’nın 6.000.000, Đngiltere ve Đspanya’nın 5.000.000. nüfusu var iken, Fransa’nın nüfusu 20.000.000. idi. Kutsal Roma Đmparatorluğu;Almanya, Avusturya, Bohemya ve Macaristan’ı kapsamaktaydı ve toplam nüfusu 21.000.000. düzeyindeydi. Ancak imparatorluğun sadece ismi vardı ve Otuz Yıl Savaşları gücünü oldukça azaltmıştı. Kendi kuralları, ordusu ve parası olan hemen hemen hepsi küçük ve zayıf 400’den fazla eyalete bölünmüştü. Bu eyaletlerin hiçbirinin nüfusu 200.000.’den fazla değildi (Durant, 1963:3). Avrupa’nın genel olarak ele alındığı önceki bölümde değinildiği gibi, Fransa döneminin en fazla nüfusa sahip olan ülkesiydi. Bu durumun, Weir’in ortaya koyduğu; “Fransa’da yapılan evlilikler, Đngiltere’ye nazaran ekonomik krizler karşısında daha az duyarlıydı. Ölüm oranları açısından ise tam tersi bir durum söz konusuydu. Đki ülke arasındaki bu farkın oluşmasında, ölümü önleyici çalışmalara Đngiltere’de daha fazla önem verilmesi neden olmuştur” (Weir, 1984:43), şeklindeki tespite rağmen gerçekleşmiş olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan 1660 yılı ardından çok daha belirginleştiği vurgulanan güçlü merkezi yönetim, XIV. Louis’in hükümranlığı dönemine rast 93 gelmektedir. Aslında ifade edilen “güçlü bir merkezi yönetim” söyleminden asıl anlaşılması gereken, uygulanan yönetim şekillerinden, monarşinin ne denli sert yöntemlere başvurularak yani tavizsiz bir biçimde uygulandığıdır. O dönemdeki halkın genel yaşantısı ve durumuna gelince; kasaba ve şehirlerde çok sayıda işçi, hizmetli ve zanaatkâr yaşamakta iken, kırsal alanda ise köylüler hayatlarını sürdürmekteydi. Lyons, Rouen, Abbeville ve Lille gibi şehirlerde imalâtçılar küçük çiftliklerde yarı endüstriyel biçimde üretimde bulunmaktaydı. 17. yüzyılın sonlarında genel anlamda iş şartları durgunluk ve gerileme arasında sürekli dalgalanmaktaydı. Bu da sık sık belirtilen kesimlerin askeri müdahale gerektiren isyanlarına yol açıyordu (Williams, 1970:146). Dolayısıyla çok çalkantılı bir yüzyıl olduğu vurgulanan 17. yüzyılda, Fransa için de bu durum geçerli olmuştur. 2.3. Bilim ve Sanat Dünyası 17. yüzyıl Avrupa’sında kültürel anlamda Fransa altın çağını yaşamıştır. XIV. Louis döneminde Avrupa’da, sanatın hemen hemen her dalında Fransa başı çekiyordu. Oyun yazarları; Corneille, Racine ve Moliére, yazarlar; Boileau, Bossuet, Roehefoucauld ve La Fontaine, felsefecibilimadamları; Pascal ve Descartes, müzisyen; Couperin ve Lully, XIII. ve XIV. Louis’nin büyük bakanları Richélieu ve Mazarin çok etkileyici ürünler ortaya koymuşlardır. XIV. Louis dönemindeki yönetim şekli olan “Mutlak Monarşi”, batı dünyasında pek çok Krallık için model olmuştu (Hexter, Pipes ve Molho, 1971:269). Ancak izleyen bölümlerde ayrıntılarıyla ortaya konulacak olmakla beraber, burada şunu belirtmekte yarar vardır; söz konusu yönetim anlayışı, uygulama biçimi bakımından, Fransa’nın çağdaşı Đngiltere’nin yönetim anlayışı ile kral ve parlamentonun yetkileri bağlamında, uyuşmuyordu. Yine aynı konuya dönecek olursak; Fransa o dönemde yaklaşık 50 yıl boyunca bilime büyük önem ve destek verdi. Olağanüstü büyük sarayvari binalar yapıldı, ordu teçhizatla donatılıp dünyanın yarısına korku saldı. Resim sanatında eşi görülmemiş eserler ortaya kondu (Durant, 1963:3). Dolayısıyla 94 bilim ve özellikle güzel sanatlarda Fransa’nın, çağdaşları içinde önde gelen ülkelerden biri olduğu belirtilebilir. Nitekim Colbert’in sert ve sıkı otoritesi sanat, edebiyat ve bilim alanlarına da uzandı. 1666 yılında Bilim Akademisini, 1671 yılında da Mimarlık Akademisini kurdu. Richeliéu’nun kurduğu Fransız Akademisi ile yine Richeliéu’nun 1648 yılında kurduğu Ressamlık ve Heykeltıraşlık Akademisini yeniden düzenledi. Diğer yandan Roma’da da bir akademi kurdu. Burada sanat alanında eğitim almış Fransız öğrenciler tamamlayıcı eğitim alabiliyorlardı. Tüm bunların sonucunda sanat alanında ulusal bir endüstri oluşturuldu. Söz konusu endüstri, Louis rejiminin propaganda aracı olarak kullanıldı (Davidson, 1971:91). Yani bir nevi mutlak monarşinin benimsetilmesi ve dolayısıyla uygulanması hususunda, güç ve ihtişam göstergesi olarak bu alanlardan faydalanılmıştır. Bu durumu Davidson şu şekilde ortaya koymaktadır: “Dahi ressam Charles Le Brun, en gösterişli mobilyalarla donatılmış sarayların duvarlarını resimleriyle süsledi. Versay’ın tavanlarına da hepsi kendine ait olan otuz resim yaptı. Böylelikle Le Brun sanat tarihinde bir nevi ihtişamlı bir XIV. Louis tarzı yaratmış oldu. Bu dönem boyunca Fransa, Avrupa’da tüm sanat dallarında başı çekti. Bu bağlamda oyun yazarlarından; Moliére, Racine ve Corneille, yazarlardan; La Rochefoucauld, Bossuet, Boileau ve La Fontaine, müzik alanında; Cully, Couperin ve Charpentier, filozof ve bilimadamları; Descartes ve Pascal örnek olarak verilebilir” (Davidson, 1971:92). Dolayısıyla Colbert 1663 yılından, öldüğü 1683 yılına kadar yirmi yıl boyunca mutlak monarşi uğruna bilim ve sanat dünyasında da büyük çaba harcamıştır. Colbert’in bu uğraşını, Williams ise şöyle ifade etmektedir: “Colbert, XIV. Louis’in merakı ve ilgi alanı olan Krallığa ait Versay gibi sarayların inşası ile de bizzat ilgilendi. Bu inşaatlarda çok sayıda mimar, heykeltıraş, ressam ve dekorasyon işçisi görevlendirdi. 1663 yılında ressam ve heykeltıraş yetiştiren akademiyi millileştirdi. Fransız sanatçılar burada kralın ilk ressamı olan Brun’un idaresi altında eğitildi. 1668 yılında bir düzine Fransız ressamın çalıştığı Roma Akademisi kuruldu. 1671 yılında ise Mimarlık Akademisi kuruldu. 1672 yılında Müzik Akademisindeki çalışmalar Fransız operasının 95 doğmasına yardımcı oldu. Diğer yandan 1635 yılında Richeliéu zamanında devletin himayesi altında özel kurum olarak oluşturulan ve ilk akademi olan Fransız Akademisi, 1671 yılında kamulaştırıldı. Böylelikle yükselen mutlak monarşi Fransızların hayatını en çok sanat alanında olumlu yönde etkiledi. Öte yandan Versay Avrupa’nın en görkemli sarayı haline geldi. Tüm bunların sonucunda, sanatın tüm dalları ve el sanatlarında Paris, Roma’nın yerini alarak Avrupa’nın merkezi haline geldi” (Williams, 1970:156-157). Buna karşın konunun diğer boyutunu da vurgulamak gerekir. Colbert’in çabalarıyla kurulan bilim akademilerine rağmen, bilim alanında tablonun bu denli olumlu olduğunu belirtmek doğru olmaz. Nitekim yine Williams’a göre; “…Ancak tüm bunlar yaşanırken, Paris Üniversitesi’nde Descartes’in yeni felsefe öğretisi 1671 yılında yasaklandı. 1675 yılında ise Descartes üzerine okutulan dersler kaldırıldı. Bunun yerine yeni deneysel bilime ilişkin yaratıcılıkları bulunmayan; Aristotle, St. Thomas Aquinas ve Ptolemy’nin öğretileri okutulmaya başlandı. Öte yandan yayınlar da disipline edildi. Nitekim sansüre uğramamış yayın bulmak mümkün değildi” (Williams, 1970:158). Bu da Colbert’in, aynı dönem Fransız ekonomisi bölümünde inceleneceği üzere, mutlak monarşinin uygulanması uğruna ekonomi üzerine yönelttiği sert ve tavizsiz önlemleri, bu alana da taşıdığını göstermektedir. 2.4. Dini Yapı ve Đhtilâflar 1598 yılında Fransa hükümdarı IV. Henry (1589–1610) tüm askeri kaynakları Britanya’yı fethetmeye adamıştı. O dönem dini tutkuların çok şiddetli olduğu bir dönemdi ve Fransızların onda biri Protestandı. Bunlar çoğunlukla ülkenin güneyinde ve batısında yaşamaktaydı. IV. Henry Katolikliği kabul ederek Fransa’ya dini barış getirmiş, 1610 yılına gelindiğinde ise Francois Ravaillac adlı bir Katolik fanatik tarafından öldürülmüştür. (Pennington, 1989:47). Dolayısıyla Fransa hristiyanlık dinindeki katolik mezhebi benimsemiş bir ülkeydi. IV. Henry’nin ölümünün ardından Fransa’nın başına dokuz yaşında XIII. Louis geçmiştir. Fransa’nın, mezhep bağlamındaki IV. Henry’nin belirtilen başarısına rağmen 1648–1653 yılları arasında, Fransız tarihinde 96 “Fronde” olarak adlandırılan iç kargaşa yaşanmıştır. Bu durum Fransa’nın enerjisini boşa harcamasına yol açmıştır (Hexter, Pipes ve Molho, 1971:273). Bu arada Fronde isyanına kadar olan süreçteki Otuz Yıl Savaşlarını da tekrar anımsamakta yarar vardır. Çünkü savaş ve savaşın finansmanı, genel anlamda krallıkların boyundurukları altında yaşayanlara adalet sağlamalarını ve onları korumalarını çok güçleştirmişti. Bu bakımdan en kötü durumda olan kuşkusuz Almanya idi. Bu durumun ülke ekonomileri nezdinde yansımaları ise kaçınılmazdı. Bu bağlamda Fransa’da, özellikle köylülerin mücadeleye girmelerinin temelini vergilerin yüksekliği oluşturmaktaydı. Yani direniş genellikle mali boyutluydu. Diğer yandan yoksul köylüler yeni vergiler, soylular ve yeni türetilen krallık memurluklarına karşı da isyan içindeydiler. Nitekim 1647 yılında gerçekleştirilen köylü ayaklanması soylulara yönelik bir ayaklanmaydı. Oysa Otuz Yıl Savaşları başlamadan önce, örneğin 1614 yılında köylüler bağlamında çok daha fazla barış ve huzur ortamı mevcuttu. Yüzyılın ortalarına doğru değişen bu durum savaşın finansmanı baskısından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla köylüler ayaklanmanın bastırılması esnasında, kurban verme başta olmak üzere pek çok riski göze alarak ayaklanmışlardır (Cooper, 1971:56). Bu da başta savaş ve savaşın finansmanı nedeniyle bozulan ülke içi ekonomik dengelerin, kargaşa ve isyanlara yol açtığını göstermektedir. Bunun yanında söz konusu kargaşanın bir başka kaynağını, her ne kadar IV. Henry döneminde mezhep bağlamında belirtilen durum gerçekleşmiş olsa da, yine ülke içi mezhep mücadelelerinin oluşturduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim Avrupa’da Papa, 17. yüzyılda da savaş ve diplomasi alanlarında önemli bir faktördü ve Fransız Kilisesi Papa’ya bağlıydı. Büyük halk kitlelerini dolayısıyla sosyal ve ekonomik hayatı etkilemekte ve kontrol etmekteydi. Fransa’da, XIV. Louis dönemine gelindiğinde de, Protestan ve Katolik mezhepleri arasında acımasız ve sert bir biçimde gerçekleşen çetin mücadeleler yaşanmış, Louis bu kargaşalığa kesin çözüm bulma konusunda başarı sağlayamamıştır. Dolayısıyla din temelli bu mücadelelerde birbirine rakip dini gruplar sürekli çatışma halinde olmuştur (Williams, 1970:147). Bu 97 durum, mezhep anlaşmazlıklarının ülkelerarası olduğu kadar, ülke içinde de mücadelelere yol açtığını işaret temektedir. Ülke içi ekonomik dengelerin bozulması ve dolayısıyla kargaşa ve isyanlara yol açan savaş ve savaşın finansmanı konusunu, XIV. Louis’in yapmış olduğu savaşlar bazında biraz daha açabiliriz. Louis’in giriştiği savaşlar Fransa için çok masraflı olmuş, bu da borçların aşırı biçimde artmasına ve ekonomik depresyona yol açmıştır. 17. yüzyılda yaşanan bu durum izleyen yüzyıla da sarkmıştır. Nitekim Louis dünyanın her yerinde Fransa’yı egemen kılmak istiyordu. Bu bağlamda Fransız kültürü, sanatı ve Fransızların hayat tarzı tüm Avrupa’yı etkilemeliydi. Ancak Louis’in bu hayalleri, özellikle giriştiği savaşlar yüzünden gerçekleşmemiştir. Bu bağlamda girişilen ilk savaş şu nedenlerle ortaya çıkmıştı: Louis, Đspanya Kralı IV. Philip’in kızı ile evlenmiş, karısı Đspanya’daki miras hakkından vazgeçmişti. Çeyize ilişkin vaadlerin de yerine getirilmemesi üzerine Louis, karısının miras hakkından vazgeçmesini geçersiz ilan etti. IV. Philip’in 1665 yılında ölmesinin ardından Fransız Kraliçesi de, Louis’in yanında yer alıp hakkı olan bölgeyi (Flamanlar Bölgesi) isteyince Belçika, Đsveç ve Đngiltere Fransa’ya karşı ittifak içine girdiler. Ve sonuçta 1668 yılında varılan anlaşmaya kadar bu mücadele devam etti (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:335). Ardından Louis, Hollanda ile 1672–1678 yıllarını kapsayan bir savaşa girişti ve hızla Hollanda’nın güneyindeki geniş bir bölgeyi işgal etti. Bunun üzerine dönemin Hollanda Kralı William, Avusturya Habsburgları ve Đspanyollarla ittifak içine girerek, Fransa’nın mutlak zaferini önledi. Savaş sonunda imzalanan Nimwegen Anlaşmasıyla (1678–1679) Hollanda toprak kaybına uğramamış ancak geleceğe ilişkin tarafsızlık vaadinde bulunmuştur. Đspanya ise “Franche Comte”yi ve bazı kasabaları Fransa’ya vermiştir. Đzleyen yıllarda Hollanda Kralı William, II. James’in ardından Đngiltere Kralı olacaktır. Đsveç, Avusturya ve Đspanya Habsburglarıyla yeniden ittifak kurunca XIV. Louis bu sefer, 1688–1697 yıllarını kapsayan üçüncü savaşına girmiştir. Fransa Palatinate’yi işgal etmiş Hollanda ve Đrlanda’nın pek çok bölgesine harekât düzenlemiştir. Ancak Đngiltere ve Hollanda birlikte 98 mücadele ederek, Fransa karşısında zafere ulaşmışlardır. Ardından 1697 yılında “Ryswick Anlaşması” yapılmıştır. Bu anlaşmaya göre Fransa, “Nimwegen Anlaşması”yla yeniden birleştirdiği Lorraine dahil, pek çok toprağı kaybetmiştir. Ancak Louis dört yıl içinde Đspanya ile sonuncu ve en maceracı savaşına girişti. Bu savaş ise 1701 yılında başlayıp 1713 yılında “Utrecht Anlaşması”yla sona erdi. Bu anlaşmayla V. Philip’in Đspanya Krallığı kabul edildi. Diğer yandan XIV. Louis Đspanya ve Fransa Krallıklarını birleştirme gayreti içinde olmayacağı sözünü verdi. Đngiltere’ye Acadia’yı, Newfoundland ve Hudson’s Bay bölgesini verdi, ancak Quebec ve Louisiana elinde kaldı. Đspanya’dan ise Gibra adasını aldı. Utrecht Anlaşması görüldüğü gibi orta yolu bulan ılımlı bir anlaşmaydı. Buna rağmen Fransa ve Đngiltere arasında var olan denizaşırı mücadeleyi sona erdirememiştir. Ancak Fransa’nın saldırganlığı, geçici de olsa, durdurulmuştur (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:337). Fransa’nın, üzerinde durulan dönemdeki siyasi durumu ve yönetim anlayışı, demografik ve sosyal durumu, bilim ve sanat dünyası, dini durumu ve yaşanan ihtilâflar bu şekilde ortaya konulduktan sonra, yine aynı dönem ve özellikle monarşinin çok katı bir biçimde uygulandığı XIV. Louis dönemindeki Fransız ekonomisini ele alabiliriz. 2.5. 17. Yüzyılda Fransa Ekonomisi Fransa 16. yüzyılda endüstri alanında, gelişmekte olan tarım sektörüne nazaran geri durumdaydı. Lorraine, Alsace, Artois, Flanders ve Paris bölgesi dışında, hemen hemen her yerde köylü sınıfı yaşamaktaydı. Altın veya gümüş madeni para, alışılmış ihtiyaçları karşılamaya yeterli değildi. Birkaç zorunlu ihtiyaç dışında para kullanımından kaçınılıyordu. Dolayısıyla bazı hizmet alım ve perakende alış veriş dışında kredili alış veriş geçerliydi. Çoğunlukla gümüş para kullanılıyordu. Diğer yandan kullanılan bakır paranın oranı da artmaktaydı. Çünkü 16. yüzyılda başlayan Avrupa’ya değerli maden akımında, Fransa’ya çok az altın girmişti (Zeller’dan aktaran Cameron, 1970:144). Söz konusu para piyasası ile ilişkili olarak, özel sektörde ödünç veren ayrıcalıklı kurumlar bulunmaktaydı. Bu kurumlar birbirinden farklı, sayıları 99 değişken ve belli bir bölgeye, cemaate, yöresel idareye veya tüm vilayete ait olabilmekteydi. Bunlar sürekli bir biçimde finansal hizmet sunmuşlardır (Potter, 2000:1). Dolayısıyla söz konusu kurumlar, Fransa’nın değerli maden akımından aldığı payla ilişkili olarak, duyulan finansman ihtiyacının ortaya çıkardığı kurumlardır. Fransa’nın 17. yüzyıldaki ekonomisine ilişkin sıkıntılı durum bundan ibaret değildi. Nitekim sık sık yaşanan deflasyon da, Fransız ekonomisini olumsuz yönde etkiledi. Fransız ihraç ürünlerinden çokça kazanç sağlanamadı. Ülkeye giren değerli maden miktarı da azaldı. Genel olarak Avrupa’da görülen deflasyonist durum, Hollanda ve Đngiltere’de kapitalist üretimle aşılmaya çalışıldı. Kapitalist üretim; para birikiminden piyasada maksimum kazanç sağlamaya gayret etme anlamındadır. Bu karşılaştırma Fransa’da, IV. Henry’den XIV. Louis’e kadar olan dönemde niçin sanayileşme gayretinin başarılı olamadığını ortaya koymaktadır (Zeller’dan aktaran Cameron, 1970:148). Dolayısıyla söz konusu yüzyılda Fransız ekonomisinin, Hollanda ve çalışmanın konusu Đngiltere’nin gerisinde kalmış olmasında, Avrupa’ya yönelik değerli maden akımından Fransa’nın göreli olarak yeterince faydalanamamış olması en başta gelen neden olup, diğer nedenler üzerinde Fransa ve Đngiltere’nin bu anlamda kıyaslandığı ilerleyen bölümlerde durulacaktır. Belirtilen yüzyıllarda, Avrupa’da ve Fransa’da söz konusu genel tablo geçerli olmakla beraber, kuşkusuz ekonomik gelişme de sağlanmıştır. Ancak dönem Fransa’sında ekonomik gelişmenin getirdiği düzenli büyüme bazı bölgelerde görülürken, diğer bölgelerde durgunluk hatta depresyon hakimdi. Dolayısıyla güç ve zenginlik çok küçük bir azınlığın elindeydi. Belli bölgelerin büyük Lord’ları idari işlere daha az önem vermekteydiler. Otoriteleri büyük olsa da hükümdarın karşısında değillerdi. Özel orduları büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Pek çok vergi muafiyetini de kaybetmişlerdi. Büyük eyaletlerin hemen hepsi hâlâ kırsal alanda bulunmaktaydı. Zenginlik için gerekli kaynak temini açısından şartlar daha olumsuzdu. Ancak bazı şehirler eskisine nazaran zenginleşmişti. Başarılı insanlar sosyal üstünlüğün alameti olan toprak elde etmeye yönelmişlerdi. Diğer bir gayret ise, merkezi veya yerel 100 hükümette yer alabilmekti (Pennington, 1989:3). Bu da XIV. Louis döneminde çok daha belirginleşen mutlak monarşi uygulamasını ortaya koyan bir başka durumdur. Yine Fransa’nın bu durumuyla ilişkili olarak, ekonomik gelişmede endüstriye ilişkin şekillendirilen idari mekanizma temel etken olmuştur. XIV. Louis döneminde olduğu gibi, zaman zaman monarşi tek başına öne çıkmıştır. Yerel hükümet Devlet kontrolü altında örgütlenmiştir. Bu belki de Fransız Monarşisinin en büyük idari başarısıdır. Bu durum XIV. Louis döneminde tamamen gelişmiş ve tüm krallığa yayılmıştır. Fransız hükümeti, görevi sadece endüstri düzenini kontrol etmek olan özel görevliler de oluşturmuştur. 16. yüzyılın ikinci yarısındaki bazı başarısız teşebbüslerden sonra, bu sektörün kontrolü 1669 yılında “Büyük Colbert Planı”na dahil edilmiş ve söz konusu görevliler Sanayi Müfettişi adını almışlardır. Bu müfettişlerin pek çok yetkisi olsa da özel sektöre zorla kabul ettirme yetkileri yoktu. 1691 yılında ise, imalâtla ilişkili tüm alanlarda yetkileri arttırılmıştır. Bunlar arasında adli güç olma bile bulunmaktadır. Dolayısıyla Sanayi Müfettişlerinin görevleri esas itibariyle her kasabadaki her şeyi kontrol etmek ve gözetmekti (Heckscher, 1931:153). Tüm bu durumların yaşandığı dönemin Fransa’sında, işgücü mobilitesi ise 16. yüzyılın sonlarından itibaren artmaya başlamıştır. Bunda güçlü anonim ortaklıkların etkisi olmuştur. Bu süreç 17. yüzyılın sonuna dek devam etmiştir. Özellikle ipek endüstrisiyle meşhur ve seyyah ile ustaların ilk kez ortaya çıktığı Lyon’da, güçlü Devlet nüfuzu altında bu durum yoğun bir biçimde yaşanmıştır. Lyon’da çıraklık teşkilatı yasaklanmıştı. Bu yüzden çıraklık kasaba dışında, varoşlarda ortaya çıkmıştır. Dışarıdan getirilen yabancılar zorla herhangi bir yerde çalıştırılmışlardır (Heckscher, 1931:149). Daha da ötesi bunların ülke dışına çıkışları, yani ülkeyi terketmeleri de yasaklanmıştır. Ülke içinde bunlar yaşanırken, merkantilizm denince ilk akla gelen unsurlardan biri olan değerli madenlere sahip olma durumu, Fransa açısından Đngiltere’de olduğu gibi gerçekleşmemiştir. Buraya kadar kısaca değinilmiş olan bu bilgiyi, Glassman ve Redish’e göre rakamsal bazda ifade 101 etmek gerekirse; “Đspanya ve Portekiz öncülüğünde Amerika’dan Avrupa’ya olan değerli maden akımından Fransa yeterince faydalanamamıştır. 16. yüzyılın başından, 17. yüzyılın ortalarına dek Fransa’da tedavülde ağırlıklı olarak altın ve gümüş para bulunmaktaydı. Yine 16. yüzyılın başından, 17. yüzyılın sonuna kadar olan dönemde sadece 1640’lı ve 1670’li yıllarda Fransız ekonomisinde altın para miktarının göreli fazlalığı söz konusudur. Nitekim belirtilen ilk dönemde tedavüldeki altın para miktarı yaklaşık 270.000.000 Livre tutarında iken, ikinci dönemde bu tutar yaklaşık 160.000.000 Livreye gerilemiş, gümüş para tutarı da yine sırasıyla yaklaşık 140.000.000 Livre ve 40.000.000 Livre düzeyinde olmuştur (Glassman ve Redish, 1985:33). Bu da, tedavüldeki altın ve gümüş paranın göreli miktarlarından ziyade, 17. yüzyılın ikinci yarısında tedavülde bulunan toplam altın ve gümüş para miktarının, yaklaşık yarı yarıya azaldığını göstermektedir. Bunun yanında, Fransa’da buğday başta olmak üzere tarım ürünleri ve dolayısıyla gelirde de 1660’lı ve 1690’lı yıllar arasında düşüş olmuştur (Spengler’den aktaran Blaug, 1991ç:91). Hâlbuki 17. yüzyılın ikinci yarısı, ardarda çıkarılan “Gemicilik Yasaları”yla, Đngiltere’nin özellikle dış ticaret alanında atağa kalktığı bir dönem olmuştur. 17. yüzyıl Fransa ekonomisi genel hatlarıyla bu şekilde ortaya konduktan sonra, merkantilist anlayışa uygun olarak dış ticarete ilişkin korumacı anlayış ve daha da önemlisi, halkın yaşantısını doğrudan etkileyerek isyanlara zemin oluşturan vergiler, aşağıda ayrı başlık altında değerlendirilmiştir. 2.5.1. Vergi Sistemi Dönemin Fransa’sında gelir dağılımı ve ekonomik büyüme bakımından iki vergi çok önemli rol oynamaktaydı, gabelle ve taille. Gelir açısından tuz üzerinden alınan gabelle çok daha önemliydi. Nitekim 1523–1641 yılları arasında bu vergi 8-10 kez arttırılmıştır. Taille ise köylülerin, esnafın ve zanaatkârların malları ve gelirleri üzerinden alınmaktaydı. Bu vergiler sermaye birikimi önünde büyük engel oluşturuyorlardı. Sermaye oluşumuna 102 ve yatırımlara ilişkin ortaya çıkan bu olumsuz durum Fransa’nın reel üretimde, tüm 17. yüzyıl boyunca Đngiltere’nin arkasında kalmasına yol açmıştır (Ekelund ve Tollison, 1991:98). Dolayısıyla iki ülkenin kıyaslanmasında, yine ele alınacağı üzere, vergi sistemi bir başka önemli zemini oluşturmaktadır. Konuya tekrar dönecek olursak; Fransa’da vergiler 16. yüzyılın ortalarından itibaren oldukça yükselmişti. Bu durum 18. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Daha da ötesi özellikle Otuz Yıl Savaşları döneminde köylülerin toprakları devralınmış ve vergiler belirtilen dönemde en yüksek düzeye ulaşmıştır. Öncelikle Lyon ve Paris civarındaki toprakların devri gerçekleştirilmiştir. Vergileri yükselten diğer faktörler arasında kırsal alandaki nüfus artışı ve tarımsal alanda yaşanan kriz de gösterilebilir. Diğer yandan vergilerin ödenebilmesi için uygun kredi kaynağının olmayışı, köylüleri topraklarını satmak mecburiyetinde bırakmıştır (Hoffman, 1986:49). Bu noktada özellikle Colbert’in reform çabalarına rağmen bazı ayrıcalıklı kimseler ve soyluların vergi muafiyetine sahip olduklarını da belirtmek gerekir. Çünkü bu durum vergi yükünün artışını ve mükelleflerin, dolayısıyla köylülerin belirtilen durumda olmalarına yol açan bir diğer unsurdur. Tüm bunların sonucunda toprak sahibi köylüler, topraklarını satmak zorunda kalmışlardır. Söz konusu köylülerin topraklarını satmasıyla vergi tabanının olumsuz yönde etkilenmesi hükümeti önlem almaya itmiş ve 17. yüzyılda vergi muafiyetine sınırlama getirme çabası başlamıştır. Kral da sıkça vergi reformunun köylüyü koruma amaçlı olduğunu dile getirmiştir. Hükümdarlık vergi muafiyetinin sınırlanması çabası yanında, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşamakla beraber seçkin olanlara yönelik uygulanan düşük vergi tahakkuklarının düzeltilmesi yönünde de çaba göstermiştir. Böylelikle XIV. Louis döneminde köylülerin topraklarını satmaları durumu tersine çevrilmeye çalışılmış, ancak tam bir başarı elde edilememiştir. Bu da tarımsal kalkınmanın sağlanamaması sonucunu doğurmuştur (Hoffman, 1986:53). Fransa ve Đngiltere’den öte, dönemin Avrupa ekonomisinde tarım sektörünün hakim sektör konumunda olduğu ve dolayısıyla belirtilenler de dikkate alındığında; bu tablo Fransa’nın, aynı dönem Đngiltere’sindeki 103 durumun tersine, söz konusu sektör kaynaklı sanayileşmesini olumsuz yönde etkilemesi kaçınılmaz olmuştur. Anlatılanları rakamsal olarak ifade etmek gerekirse; Fransa’da 17. yüzyılda tarımsal alanda toplanan ortalama vergi miktarı, on yıllık dönemler itibariyle aşağıda Tablo 5’de gösterilmiştir. Tablo 5: Fransa’da 17. Yüzyılda Tarımsal Alandan Toplanan Vergi Miktarı Dönem 1600/09 1610/19 1620/29 1630/39 1640/49 1650/59 1660/69 1670/79 1680/89 1690/99 Ortalama Yıllık Nominal Vergi Miktarı (Milyon Livre) 24.90 30.37 43.47 92.16 114.64 126.79 91.72 108.95 119.28 145.83 Ortalama Kişibaşına Nominal Vergi Miktarı (Livre) 1.44 1.71 2.39 4.91 5.95 6.42 4.49 5.20 5.59 6.78 Kaynak: Hoffman, Philip T. “Taxes and Agrarian Life in Early Modern France: Land Sales, 1550-1730”, Journal of Economic History, Vol. XLVI, N. 1, March 1986, s. 46. Tablonun yorumundan önce, Hoffman’ın bu konudaki görüşüne yer vermek anlamlı olacaktır. O’na göre, “Fransa’daki vergiler yatırımı önleyici nitelikteydi. Özellikle muafiyetten yoksun olan köylüleri cezalandırıcı nitelikteydi. Dolayısıyla Fransa’da tarım sektörü vergi uygulaması karşısında çok olumsuz yönde etkilenmiştir. Tüm bu durum vergiden kaçınma hile ve rüşveti beraberinde getirmiş, sonuçta ulusal zenginliği arttırma yönünde kaynakların yeniden dağılımını amaçlayan vergi sistemini amacından saptırmıştır. Halbuki Đngiltere’de aynı sektörde tam tersi durum yaşanmış, 104 sağlanan birlik ve dayanışma verimliliği de beraberinde getirmiştir” (Hoffman, 1986:54). Aynı konuyu Durant ise şöyle değerlendirmektedir: “Colbert, tüm eski miadı dolan vergileri kaldırmak konusunda Kral’ı ikna etti. 1661 yılında vergi oranlarını düşürdü. Ancak 1667 yılında savaşın mirası finansman ihtiyacı ve Versay’ın aşırı harcamaları yüzünden, istemese de vergi oranlarını yeniden yükseltmek zorunda kaldı. En büyük başarısızlığı ise eski vergilendirme sistemini kullanmasıydı. Belki de basit bir yeniden düzenleme, gelir akımının tehlikeye düşmesine neden olacaktı ve bundan dolayı Colbert eski sistemi aynen uygulamıştı. Finansman kaynağı olarak başlıca 2 tür vergi vardı. Biri taille diğeri ise, gabelle. Bazı eyaletlerde taille mal/mülkiyet üzerinden alınırken, diğer bazılarında ise gelir esas alınmaktaydı. Soylular ve rahipler bu vergiden muaf tutulmuşlardı. Gabelle ise, tuz üzerine konulmuş bir vergi idi. Tuzun satışı konusunda hükümet monopol konumundaydı ve belli zamanlarda fiyatı ve miktarı hükümet tarafından belirlenen tuzun alımı zorlanmaktaydı. Bu temel vergilere, çeşitli gümrük resimleri ile köylülerin üretiminin 1/10’u tutarında kilise tarafından alınan vergi ilave edilebilir. Ancak oran genellikle 1/10’un altında uygulanmaktaydı. Yani merhamet ölçüsüne göre alınmaktaydı” (Durant, 1963:21). Dolayısıyla bu ifadeler ışığında Tablo 5’den de görüleceği üzere, söz konusu dönemler itibariyle sürekli artış trendinde olan ortalama yıllık nominal vergi miktarı ve dolayısıyla ortalama kişi başına nominal vergi miktarı, 1660’lı yıllarda önceki döneme nazaran azalmıştır. Bu durum söz konusu dönemin, Colbert dönemi ile örtüşmesinden, yani Colbert’in altı çizilen, sanayileşmede önemsediği vergi geçirilmesinden yükünün hafifletilmesi kaynaklanmaktadır. Ancak amacının tablo uygulamaya izlenmeye devam edildiğinde, söz konusu dönem sonrasında eski duruma dönüldüğü, dolayısıyla Colbert’in izleyen süreçte bu amacını gerçekleştiremediği anlaşılmakla beraber, 1660–69 dönemindeki Colbert’in söz konusu girişiminin, en azından bu dönem için sonuç verdiğini belirtmek gerekir. Bu konuda Rothkkrug’un yorumu ise şu şekildedir; “Laffemas’dan, Colbert ve haleflerine kadar zor durumdaki kırsal alanın rahata 105 kavuşturulması yönünde aralıksız verilen mücadele, politik ekonominin belki de en önemli ve en az tartışılan kısmıdır. Fransız endüstrisi, 17. yüzyıl boyunca çok büyük oranda tarıma dayanmaktaydı. Yıl boyunca tüm zamanını tarıma harcayan kırsal kesimdekilere hükümet ihracat için daha çok ürün alabilmek amacıyla işgücü sağlamıştır. Diğer yandan artan ekonomik faaliyet, dolaylı vergiler yoluyla ilave gelir de sağlamıştır. Ancak fakir köylü sınıfı üzerindeki doğrudan vergi yükünün hükümdarca hafifletilmesi bu kısmı bir nebze rahatlatmıştır. Hepsinden önemlisi üzerinde hiç durulmayan uygulanan program, paranın dolaşımını sağlamıştır. Tarımsal endüstri ve yerli ticaret paranın insanlar arasında dolaşımına yol açmış, sıkıntılarının azalmasına ve refahlarının artmasına katkıda bulunmuştur. Colbert politik gücün, dışarıdan sağlanan gelirin Fransa’nın bütününde dolaşımını doğrudan sağlayabileceğini düşünmekteydi. Nitekim Colbert; evrensel kâr arzusunun, paranın hareketini sağlayacağını ve bundan da devlet hazinesinin payını alacağını belirtmiştir. Bakan olarak memurlara sürekli olarak ilk görevlerinin kırsal nüfusun refahının, endüstri, ticaret ve tarımdaki üretim artışıyla yükseltilmesi olduğunu belirtmiştir” (Rothkrug, 1965:87). Colbert’in bu düşüncelerinin gerçekleşmesi, diğer bir ifadeyle uygulanması durumunda oluşacak olumlu tablo bununla da sınırlı kalmayacaktır. Nitekim yine Rothkrug’un yorumuyla; “Böylelikle Fransızların tümünde bol miktarda para olacak, yurtiçi barış sağlanacak ve krallık geliri artacaktır. Diğer yandan halk devletin giderlerini de kolaylıkla karşılayacaktır. Kırsal alanın başarılı kılınması, yerli kaynakla imal edilen mamul tüketimini ve ihracata yönelik endüstriyel ve tarımsal üretimi ortaya çıkaracaktır. Tarifeler ve dolaylı vergiler yoluyla krallık gelir elde edecek ve isyan tehlikesi de olmayacaktır…Richélieu’nun zenginliğin yayılması düşüncesi, yerel ticaret hacminin dolaylı vergilerle düzenlenmesine dayanmaktaydı. Colbert de paranın krallık içinde dolanımı ile krallık geliri arasında ilişki kurarken Richélieu ile tam olarak aynı düşüncedeydi Diğer görüşler daha da ileri giderek değerli madenlerin tüm Fransa‘da serbest dolaşımının gerekliliğini vurgulamıştır. Örneğin 1646 yılında Brittany Valisi Jean Eon; yabancı hazinenin yurtiçinde dolaşımının ulusal birleşmeye katkıda bulunacağını 106 belirtmiştir. O’na göre bu durum toplumun her seviyesinde kader birliği sağlayacak ve karşılıklı bağımlılığı arttıracaktır…Kırsal hayatı destekleyecek dış kaynağın Fransa’ya akışı ise dış ticaretle sağlanacaktır. Dışarıdan para sağlamak kuşkusuz diğer ülkelerin harcamada bulunmasına bağlıdır. Colbert 1615 yılında Montcrétien tarafından; “Bizim kaybımız yabancıların kazancıdır” şeklinde vurgulanan dünyadaki sabit para miktarından en fazla payı alabilmek için gerekli uluslararası mücadeleye daha fazla önem verdi.…” (Rothkrug, 1965:95). Ancak bu anlatılanların, Colbert döneminde 1660–69 tarihleri arasını kapsayan kısa bir zaman için geçerli olduğunu, 1669 tarihinden sonra eski durma dönüldüğünü, Colbert’in söz konusu sektör ve sınıfa ilişkin amaçlarının niyet düzeyinde kaldığını, dolayısıyla tam bir başarı sağlanamadığını, bunda da kuşkusuz XIV. Louis’nin bu konudaki tutumunun temel etken olduğunu yinelemekte yarar var. Son olarak, Colbert’in 1683 yılında ölmesiyle başlayan ve 17. yüzyıl sonuna kadar olan dönem üzerinde duracak olursak; 1689–1697 yılları arasını kapsayan Hollanda ile savaş döneminde, 1689 yılının 01 Ekim–10 Kasım tarihleri arasında Fransa 41 gemisini kaybetmiştir. Fransa’nın kuzeyinin büyük bir bölümü ve kuzeydoğu eyaleti Alsace tahrip olmuştur. Bir diğer eyalet Dieppe yanmış, ticaret kesilmiş, lüks mallar endüstrisi gerilemiş, askerler isyan etmiş, vergiler daha da artmış ve esnaf birlikleri zor durumda kalmıştır. Savaş sonrası dönemde dahi tahribata uğrayan ticaretin bazı dalları çok yavaş bir şekilde eski haline getirilebilmiştir. Bu arada 1685–1700 yılları arasında, üzerlerindeki şiddetli baskı nedeniyle, ülkeden büyük oranda Protestan göçü yaşanmıştır (Cole, 1971:6). Dini mücadele ve savaş yetmezmiş gibi, Fransızlar bu dönemde ekonomik durgunluk ve kıtlığa da katlanmak zorunda da kalmışlardır. Bu bağlamda 1693–1695 dönemi en zor yıllar olmuştur. Nitekim bu yıllarda kıtlık had safhaya çıkmış, iflaslar artmış ve binlerce insan açlıktan ölmüştür. 1695– 1698 yılları arasında bir nebze düzeltilebilen bu durum, 1699–1700 yıllarında tekrar yaşanmıştır (Cole, 1971:6). Dolayısıyla bu anlamdaki zorluklar yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir. 107 Bu zor dönemde tarife duvarları da olağanüstü bir şekilde yükseltilmiştir. Bu duruma Tablo 6’da yer verilmiştir. Tablo 6. Fransa’nın Bazı Yabancı Mallara Uyguladığı Gümrük Resmindeki Artışlar Ürün Adı Birimi 1664 Yılı Oranı* Yeni Oran* Yeni Oran Tarihi Çelik 112 Libre 1,8 6 1687 Tereyağı 112 Libre 0,12 6 1692 20 Arşın 6 24 1687 112 Libre 10 20 1688 4 Levha 2 12 1688 112 Libre 1,10 10 1688 Tuzlanmış Et 112 Libre 2 5 1688 Ağır Cam Şişe 112 Libre 1 10 1688 Adet 3 20 1688 Pound 3 20 1688 112 Libre 20 100 1689 Neceftaşı 112 Libre 25 400 1690 Uskumru 12 Fıçı 12 24 1691 112 Libre 10 20 1691 Fıçı 0,8 1,10 1692 112 Libre 4 20 1692 112 Libre 4 15 1692 Keten Kumaş 112 Libre 8 20 1992 Tavşan Derisi 112 Libre 2 400 1696 Londra veya Londra Tarzı Yünlü Kumaş Balmumu Pencere Camı Đçki Bardağı (Venedik Đçki Bardağı Hariç) Kürk Şapka Kadife Altın ve Gümüş Kaplama Tel Pamuk Đplik Kömür Đğne ve Topluiğne Keten Tomurcuğu, Cam, Metal ve Yün * Livre Kaynak : Charles W. Cole, French Mercantilism 1683-1700, Octagon Books, 1971, s.17 108 Tablodan 6’dan görüleceği üzere, Fransa’da yabancı mallara ilişkin gümrük resimleri 20 Aralık 1687–03 Temmuz 1696 yıllarında olağanüstü oranlarda arttırılarak, şiddetli bir korumacılık uygulanmıştır. Nitekim yeni oranların uygulanma tarihleri tabloda yer alan, pencere camına ilişkin gümrük resmi 2 Livre’den, % 500’lük artışla 12 Livre’ye çıkarılmıştır. Diğer yandan neceftaşında artış oranı % 1500, içki bardağında yaklaşık % 900, kürk şapkada yaklaşık % 566, tavşan derisinde ise % 19.900’lük olağanüstü oranda artış gerçekleştirilmiştir. Diğer ürünlere bakıldığında da 1664 yılı esas alınarak yükseltilen gümrük resimlerinin hiç biri % 100’ün altında olmamıştır. Bu da, vurgulanan korumacı politikanın şiddetini açıkça ortaya koymaktadır. Tüm bu anlatılanları toparlayacak olursak; buraya kadar çizilen tablonun halkın yaşantısı üzerine etkide bulunmaması düşünülemez. Nitekim Beaud söz konusu etkiyi şu şekilde ifade etmektedir: “Kötü hasat veya tarımsal fiyatların düşüşü ve değişik kesintiler-vergiler, kiralar, parasal veya ayni rantlar, ekin vergisi, kilisenin aldığı aşar vergisi-köylüler için birden katlanılmaz hale geliyordu. Kentlerdeyse, serserilerin sefaleti, dilenciler ve işsizler, ücretlilerin hoşnutsuzluğuyla örtüşüyordu. Nitekim loncalar kapanıyor, patronlar günlük çalışma süresini on iki-on altı saate çıkarmaya çalışıyor, dahası tatil günlerinin sayısını azaltmak için baskıyı arttırıyordu. Yoksayılan sendikalar ortaya çıkıyor ve direnme çeşitli biçimler altında örgütleniyordu. Fransız burjuvazisinin krallığa ve soylu sınıfa hayranlığı devam ediyordu. Maliye, adalet ve polis memurlukları en çok rağbet gören mesleklerdi ve kral bunların satışını ve vergilendirilmesini hızlandırmıştı” (Beaud, 2003:42). Nihayet, Fransa açısından özelde dönemin iki önemli rakibi Hollanda ve Đngiltere karşısında üstünlük elde etme ve genelde merkantilist düşüncenin temel amaçlarından zengin, dolayısıyla güçlü bir ülke olmada önemli bir araç olan sömürge elde etme konusuna ise aşağıda yer verilmiştir. 2.5.2. 17. Yüzyılda Fransa’nın Sömürgeci Yayılması Merkantilist dönemde dünyanın dört bir yanında kolonileşmeye gidilmekteydi. Bu bağlamda Colbert, değinildiği üzere, Hollanda ve Đngiltere 109 ile rekabet edebilmek için ticari şirketler kurdu. Ancak bu şirketler uzun ömürlü olmadı. Çünkü Đngiltere ve Hollanda’nın aksine Fransa’da asiller ve orta sınıf paralarını ticaretten ziyade mülk ve memuriyet elde edebilmek için kullanıyorlardı. Bunu yaparken mevcut durumlarını ve güvenirliklerini korumayı amaçlıyorlardı ve bu durumu kâr elde etmeye yeğliyorlardı. Diğer yandan konjonktür dönemlerinde tasarruflarına yönelik riskleri de bertaraf etmiş oluyorlardı. Söz konusu zihniyet ve uygulamalar babadan oğula geçerek devam ediyordu. Ticarete yönelen halkın büyük bir çoğunluğu ise şirketleşmeden ziyade bireysel ticareti tercih ediyordu. Dolayısıyla Đngiltere ve Hollanda’nın aksine; 17. yüzyıl Fransa’sında ticaret yoluyla zenginliğe ulaşanların sayısı, kıyaslanamayacak düzeyde, çok azdı (Williams, 1970:154). Söz konusu dönemde ülkelerin dış ticaret politikaları, bu alanda faaliyet gösteren şirketleri ile sömürge elde etme dolayısıyla sömürge düzeni kurma gayretleri birbirleriyle ilişkilidir. Nitekim bu iki olgu birbirini besleyen olgulardır. Bu anlamda dönemin Fransa’sını Beaud, özetle şöyle ortaya koymaktadır: “Kimi girişimler başarısız olsa da -1625’te kurulan Morbihan Şirketi ile 1627’de kurulan ve dünya ölçeğinde bir tekel durumunda olan Nacelle Saint-Pierre- diğerleri başarılı oldu. Cent Associés Şirketi faaliyetlerini Kanada’da, Senegal Cabo Verde’de, Amerikan Adaları’nda (1635), Antiller’de, Doğu Hindistan Madagaskar’da geliştirmişti. 1628’de Cezayir’de bir Fransız ticari acentesi faaliyete geçti ve 1631’de ilk Fransız konsolosu Fas’a yerleşti” (Beaud, 2003:44–45). Ancak 17. yüzyılda Fransa’nın dış ticaret ve dış ticarete ilişkin şirketleşmedeki durumu, örneğin XIV. Louis dönemindeki Doğu Hindistan ve Doğu Şirketlerine ilişkin yaşanan başarısızlıklar göz önüne alındığında, göreli geri kalmışlığı ifade eden bir durumdur. Dolayısıyla bu durum, sömürge elde etme mücadelesinde de Fransa için benzer sonuca yol açmıştır. Buradan hareketle Fransa’nın sömürgeci yayılmasına yönelik olarak, öncelikle Amerika Kıtası bağlamında konuyu değerlendirecek olursak; Fransa, Amerika Kıtası’nda, kıtanın sadece kuzeyine ve buranın da iç kesimlerine yönelmişti. Bu alandaki Fransız kâşif, misyoner ve tüccarlarına 110 Marquette, Joliet, La Salle, Frontenac, Cadillac ve Iberville örnek olarak verilebilir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:341). Fransa’nın Kuzey Amerika dışında sömürge elde etme hedefleri arasında Hindistan da bulunmaktaydı. Hindistan esas olarak tütün, tropikal meyveler, kahve ve hepsinden öte şeker kamışıyla ünlüydü. Portekiz’in Hindistan’daki hakimiyetini yitirmesiyle 17. yüzyılda Đngiltere ve Fransa buraya da yöneldiler. Đngiltere 1612 yılında Portekiz donanmasını Hindistan’da mağlup ettikten hemen sonra batı sahillerine yerleşti. 1690 yılına gelindiğinde ise Đngilizler Doğu Hindistan’da Bengal’de meşhur Calcutta şehrini kurdular. Fransa ise bu bölgede, Madras’a yakın güney sahillerine, Pandichéry olarak adlandırılan yere yerleştiler. Burada ve güney sahillerinin başka yerlerinde karakollar kurdular. 18. yüzyılın başlarında, tıpkı Kuzey Amerika’da olduğu gibi, burada da Đngiltere ve Fransa arasında denizaşırı imparatorluk kurma mücadelesi yaşanmıştır. Bu mücadele ticari alanda gerçekleşmiş olup her iki ülke de Hindistan’da, yeni Đngiltere ve yeni Fransa kurma çabasına girmemiştir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:341). Hindistan’a yönelik olarak Colbert’in şirketleşme çabalarına gelince; Colbert, 1664 yılında Fransız Batı Hindistan Şirketi kurmayı tasarlamıştı. Bu şirketin aynı yıl kurulan Doğu Hindistan Şirketi ile amacı farklıydı. 1663 yılında Fransa’nın Batı Hindistan’da 14 tane sömürge adası bulunmaktaydı. Bunlardan en önemlileri; “Saint Christopher, Martinique ve Guadeloupe” idi. Bu adalar Richélieu dönemi koloniyel faaliyetlerin mirasıdır. Ancak Fransa bu adalardan beklediği yararı sağlayamamıştır. Çünkü her ne kadar kuramsal olarak adaların sahipliği Fransa Kralında olsa da, buralarda Fransız zenginlerin kuralları geçerliydi. Daha da önemlisi endüstriyel ve ticari faaliyetlerde Hollandalılar söz sahibiydi. Bu sömürgelerin nedeni, Fransa’nın keten imalâtına yeni pazarlar bulma çabasıydı. Hollanda her yıl Batı Hindistan’daki şeker ticaretinden 2.000.000. Livre, pamuk, tütün gibi ürünlerin ticaretinden de 1.000.000. Livre vermeyi taahhüt etmişti. Tüm bu adalara yönelik ticaret yaklaşık 200 gemi ve 6.000 tayfa ile yapılmaktaydı. Colbert’e göre eğer XIV. Louis tarafından bu şirket kurulmuş olsaydı; Fransa limanlarında 200’den fazla gemi olacak, 6.000’den fazla Fransız iş imkânına 111 kavuşacak, Fransız ürünleri yeni pazarlar bulacak, kasasına yılda 3.000.000 Livre girecek ve Fransa Kuzey Avrupa ticaretine hakim olabilecekti. Böylece Kral denizde güçlü ve zengin olabilecekti. Ancak bu durum gerçekleşmedi (Cole, 1964:1). Afrika Kıtası’na gelince; Fransa ilk defa 1626 yılında Afrika’ya yönelmiş ve batı sahilindeki Senegal’e yerleşmiştir. Hint Okyanusu’ndaki geniş adalar topluluğu 1686 yılında XIV. Louis tarafından ilhak edilmiş, 1715 yılında da Hollanda’dan Mauritis adası alınarak adı ”Ile de France” olarak değiştirilmiştir. Đngiltere ise 1662 yılında Batı Afrika’daki Gambia Nehri ağzına yerleşmiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde Afrika sahilleri, Avrupa Devletlerinin kontrol noktalarıyla kuşatılmıştı. Afrika’dan Avrupa’ya köle ve yerli ticareti başlamıştı. Ancak kıtanın iç kısımlarına Avrupa Devletlerinin yönelmesi için 19. yüzyılı beklemek gerekecektir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:342). Jean Baptiste Colbert ve uygulamalarına geçmeden önce, Fransa’nın, Amerika Kıtası’nda ve dünyanın diğer yörelerine ilişkin olarak gerçekleştirdiği belirtilen sömürgeci yayılmasının, Đngiltere’nin gerisinde kaldığını yinelemekte yarar vardır. 2.6. Jean Baptiste Colbert (1619–1683) Merkantilizm ve dolayısıyla merkantilist uygulamalar, dönem Avrupa’sında askeri ve siyasi güç elde etme yolunda önemli rol oynamıştır. Fransa’da ise bu tür uygulamalar, XIV. Louis döneminde çok daha belirgin bir biçimde yaşanmıştır. Bu bağlamda merkantilizm, dolayısıyla merkantilist uygulamaların tipik temsilcisi kuşkusuz Jean Baptiste Colbert’tir. Mazarin’in yanında çırak olarak yetişen Colbert, XIV. Louis’in hükümranlığı döneminde, yönetim kademesinde hızla yükselmiştir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:544). Bu durumu Burns de ifade etmektedir. O’na göre; “Merkantilist doktrinin tam anlamıyla uygulanması, belki de XIV. Louis (1643–1715) dönemi Fransa’sında gerçekleştirilmiştir. Bu durum Fransız eyaletlerinin tamamında mutlakiyetin, 1661–1683 döneminde Maliye Bakanı olan Jean Baptiste Colbert’in politikalarının vücut bulması için gerekliydi. Colbert 112 Merkantilizmi benimsemişti. gücünün zenginliğinin ve Çünkü merkantilist arttırılması için çok uygulamalar, uygundu. devletin Dolayısıyla politikalarının çoğunluğunu merkantilist anlayışa göre oluşturuyordu” (Burns, 1963: 497). Görüldüğü üzere XIV. Louis dönemi ile özdeşleşen Jean Baptiste Colbert, ilgili literatürde farklı yargılarla yer almıştır. Örneğin Cole'e göre; “Colbert, tacir veya işadamlarından oluşan bir soydan gelmektedir. Colbert’in babası Nikolas, muhtemelen Reims’de sürdürdüğü iş hayatında başarısızlığa uğradıktan sonra Paris’e yerleşir ve burada küçük bir büro alır. Colbert’in amcası, Odart Colbert, başarılı bir tüccar-bankerdi. Odart Colbert’in bu alandaki faaliyetleri, Colbert’in Mazarin ile ilişki kurmasına ve O’nun hizmetine girmesine katkı sağlamıştır. Colbert’in Fransız ekonomisinde aktif rol almaya başlamasından önceki yaşamı çok az bilinir. Reims’de 29 Ağustos 1619 yılında doğmuştur. Gençlik yıllarında ailesi tarafından ticareti öğrenmesi için Paris ve Lyon’a gönderilmiştir. Lyon’da bir tacir ile yaşadığı anlaşmazlık sonucunda tekrar Paris’e dönmüş ve Sabatier adlı noterin yanında çalışmaya başlamıştır. Ardından Richélieu’nun ölümünden kısa bir süre sonra, amcası Odart vasıtasıyla, güvenlik sekreteri Michel Le Tellier ile tanışır. Beraber sekiz yıl çalışırlar. Colbert, Le Tellier’in hizmetinde çok başarılı çalışmalarda bulunmuş ve 1649 yılında çalışmalarından dolayı ödüllendirilmiştir. Bundan bir yıl önce, eskiden şarap tüccarı olan devlet maliyesinde görevli zengin birinin kızı olan, Marie Charon ile evlenmişti. Ardından 1651 yılında Mazarin ile çalışmaya başlar. Başlangıçta Mazarin, Colbert’e önemli görevler vermek istemese de, Colbert kardinalin güvenini kazanmıştır. Haziran 1651 yılına gelindiğinde ise Colbert başkentte büyük bir güç elde etmişti” (Cole, 1964:279-280). Williams’a göre; “Colbert çok realist biriydi ve ticari şirketleri krallığın ordusu olarak görmekteydi. Ekonomik büyüme ancak devlet planı dahilinde gerçekleşebilirdi. Yani devlet ön plana çıkarılmalıydı. Halkın refahı ancak üretim yoluyla sağlanabilirdi. Bu temel politika anlayışı IV. Henry’e kadar uzansa da, sadece XIV. Louis zamanında gerçek anlamda uygulanabilmiştir. Hiçbir devletin kendini tek başına güçlü ve bağımsız hissedemediği, her 113 devletin savaş teçhizatı, silah, paralı asker ve savaş gemisi ihtiyacı duyduğu 17. yüzyıl şartlarında, altın ve gümüş sahibi olabilmek çok büyük bir öneme sahipti. Savaş zamanlarında dost kazanmak ve yokluk zamanlarında yiyecek temin etmek için bu gerekliydi. Dolayısıyla daha fazla altın ve gümüş elde etmek, ticaret bilançosunun fazla vermesi bakımından çok önemliydi8. Nitekim Colbert’in politikaları da bunun üzerine kuruluydu. Ticaretin ve ülke içi taşımacılığın geliştirilmesi zorunluydu. Bunun için de nehirler, limanlar, kanallar ve yollar elden geçirilmeliydi” (Williams, 1970:153). Aynı dönemi Brinton, Christopher ve Wolff ise; “XIV. Louis’in merkantilist politikalarının büyük destekçisi Jean Baptiste Colbert ile ilgili belirtilmesi gereken önemli bir husus ta şudur: Colbert, Krallığa yönelik pek çok hizmetinden ziyade merkantilist uygulamalarıyla anılmaktadır. Bu alanda diğer Bakanlarla da, Savaş Bakanı Louvois gibi, yoğun bir mücadele içine girmiştir. Colbert; yenilikleri, teknik eğitimi, gemi yapımında yeni yöntemler kullanılmasını, dışarıdan Fransa’ya kalifiye eleman getirilmesini ve yeni endüstriler kurulmasını destekliyordu” (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:334), şeklinde ifade etmektedirler. Tüm bu anlatılanlar, 17. yüzyıl Fransa’sında, merkantilist anlayış doğrultusunda oluşturulan politika ve uygulamaların iyice belirginleştiği dönem olarak XIV. Louis, dolayısıyla Colbert dönemini karşımıza çıkarmaktadır. Nitekim çalışmanın konusunu da teşkil eden Colbert döneminde Fransa’da görülen söz konusu anlayış ve bu anlayış doğrultusunda gerçekleştirilen uygulamalara, izleyen bölümde yer verilmiştir. 2.6.1. Jean Baptiste Colbert’in Görüşleri ve Uygulamaları Temelinde, Fransa’daki Sanayileşme ve Ticaret Politikaları Jean Baptiste Colbert’in, bir önceki bölümde vurgulanan 1650’li yıllarda elde ettiği güç paralelinde yükselişi devam etmiş, 1663–1683 yılları arasında XIV. Louis’in Maliye Bakanlığını yapmıştır. O’na göre sistemin temelini idari önlemler, yani devlet otoritesi oluşturmaktadır. Đmalât sanayiîn 8 Merkantilist düşüncenin temel özelliklerinden birini teşkil eden bu husus, birinci bölümde detaylı bir şekilde ele alınmıştı, s. 3-14. 114 kontrolü sıkılaştırılmış ve krallığa ait yeni endüstriler oluşturulmuştur. Bunun yanında devlet öncülüğünde ayrıcalıklı şirketler ortaya çıkarılmıştır. Ülkede farklı bölgeler arasında yapılan ticaretin önündeki gümrük engelleri yavaş yavaş kaldırılmıştır. Nüfus politikası ülke amaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmiştir. Dış ticaretin temel amacı değerli maden elde etmektir düşüncesi doğrultusunda, bu alanda çalışan şirketlerin faaliyetleri sıkı bir biçimde kontrole tabi tutulmuştur. Tüm ticari önlemler, ihracatı geliştirmek ve nihai mal ithalini önlemek üzerinedir. Nitekim değerli madenlerin ve makinelerin ihracı da engellenmiştir. Yani belirtilen politik düzenlemeler, tarım dışında kalan hemen hemen tüm alandaki ekonomik faaliyete müdahale niteliğindedir. Colbert tarafından uygulanan tüm bu önlemler, Fransa’nın siyasi gücünü arttırmaya ve ekonomik gelişme sağlamaya katkı sağlamış olsa da, 17. yüzyılın sonlarına doğru eleştiriler ortaya çıkmaya başlamıştır. Đmalât sanayii üzerindeki sıkı düzenlemeler umulan refah düzeyine ulaşmayı sağlayamamıştır. Zulme yaklaşan vergilendirme sistemi köylü nüfusun yoksulluğunu arttırmış ve tarım ürünlerinin azalmasına yol açmıştır. Diğer yandan felsefe alanındaki eşanlı değişmeler Fransız düşünce tarihinde farklı bir görünüşü oluşturmaya başlamıştır. Bununla beraber Fransa’da 17. yüzyılda uygulanan ekonomi politikaları diğer Avrupa ülkelerinden pek çok hayran bulmuştur. Buna kötüleşen Đspanya ekonomisinin yönetiminde görev alanlar örnek olarak gösterilebilir. 17. yüzyılın başında çok kötü durumda olan parasal ve finansal şartların analizi Jesuit Juan de Mariana (1536–1623) tarafından yapılmış, reform önerilerinde bulunulmuştur. Diğer bir örnek ise, söz konusu problemler üzerine ayrıntılı incelemelerde bulunan Geromino Uztariz’dir. Uztariz, Fransa’da başvurulan önlemlerin, Đspanya ekonomi yönetimi tarafından aynen uygulanmasını savunmuştur (Pribram, 1986: 4951). XIV. Louis ve Colbert dönemi Fransa’sında çok daha belirginleşen merkantilizm ve merkantilist uygulamaları, Beaud şu şekilde ortaya koymaktadır: “Bu dönemde mutlakıyetle merkantilizm, burjuvazi ile Güneş Kral arasındaki evlilik tam olarak gerçekleşecekti. Şüphesiz, hükümdarlık sarayı soylularda kalmıştı ama kral; bakanlarını, danışmanlarını, idari 115 memurlarını burjuvaziden seçiyordu. Le Tellier, Colbert, Louvois ve Barbezieux soyluluk unvanıyla taltif edilip saraya alındı. Böylece yeni bir soyluluk türü yaratılmış oldu. Elbette kadim aristokrasi bu durumu onaylamıyordu. Çünkü Colbert döneminde ticaret şirketleri kralın orduları, Fransa’nın imalâthaneleri ise ihtiyat askerleri olarak nitelendiriliyordu. Dolayısıyla merkantilizm en yüksek seviyede uygulama olanağına kavuşmuştu. Zira o dönemde, yalnız para bolluğu bir devleti büyük ve güçlü kılar ve krallıkta parayı çoğaltmanın yolu komşu devletlerden aynı miktarda parayı almaktan geçer şeklindeki anlayış egemendi” (Beaud, 2003:45). Bu anlayışa uygun olarak, yabancı gemilerden nakdi vergi kesintisi, 1664 ve 1667 tarihli gümrük vergileri gibi önce korumacı önlemler alındı. Koruyucu önlemleri üretimi teşvik edecek önlemler izledi ve Colbert 1663’ten başlayarak Fransa’nın kaynak potansiyelini ortaya çıkaracak kapsamlı bir araştırma başlattı. Bu bütünlük içinde dört yüzden fazla imalâthanenin kurulması sağlandı. Bunlar birden çok zanaat merkezini bir araya getiren ve topluca imtiyazlardan yararlanan “kollektif” imalâthanelerdi. Sedan ve Elbeuf çarşafhaneleri, Troyes tuhafiyecileri, Saint-Etienne silah imalâthanelerinin yanı sıra özel imalâthaneler, birçok bölgede şubeleri olan büyük şirketler. Özellikle de madencilik alanındaki; demirhaneler, top, çapa, silah üreten Compagnie Dallier de la Tour gibi büyük demir-çelik imalâthaneleri. Nihayet hükümdara ait Gobelins, Sévres, Aubusson, Saint-Gobain gibi kraliyet imalâthaneleri ve bu arada tersaneler ve top fırınları. Verilen, üretim ve satış tekeli, vergi muafiyeti, finansman kolaylığı gibi imtiyazlar karşılığında, norm, kalite ve miktar üzerinde çok sıkı denetim söz konusuydu. Bu politikalar sonucunda hem lüks malların ve halı, porselen, cam, lüks kumaşlar gibi ihracat mallarının, hem siderürji, kâğıt, silah gibi temel üretim dallarının hem de çarşaf, yün ve keten kumaş gibi gündelik tüketim mallarının geliştirilmesi mümkün oldu (Beaud, 2003:45-46). Yani Colbert endüstriye yönelik olarak öncelikle gümrük tarifeleri aracılığıyla koruma duvarlarını yükselterek işe başlamış ve ardından pek çok endüstri dalını geliştirmede teşvik edici düzenlemelere başvurmuştur. Bununla birlikte birbiri ardına yayımlanan pek 116 çok kararname yoluyla anılan endüstri dallarını ve işgücü piyasasını kontrol altında tutmayı da ihmal etmemiştir. Söz konusu kontrollere ilişkin durumu ise Beaud; “Aynı zamanda hoyratça bir imalât disiplini de yerleşecekti. Hastanelere kapatılmış dilenciler bir meslek öğrenmek zorundaydılar; boşgezerler, bekâr kızlar, manastırların personeli, imalâthanelerde çalışmaya mecbur edilebiliyorlardı; çocuklar çıraklık eğitiminden geçmek zorundaydı. Đşçiler için sabah dua, çalışma süresinde de sessizlik ve ilahi söylemek zorunluydu. Hata yapıldığında kırbaç veya boyunlarına demir halka geçirme cezası veriliyordu. On iki ile on altı saatlik işgünü, düşük ücret, isyan halinde hapis cezası tehdidi söz konusuydu.” (Beaud, 2003:46), şeklinde ifade etmektedir. Yine Colbert, Durant’a göre; “1664 yılında idari binalar ve krallığa ait imalâthaneler yaptırdı, güzel sanatlara ve ticarete önem verdi. XIV. Louis döneminde hiç kimse Colbert gibi çalışkan ve hünerli değildi ve onun gibi yükselmemişti. Ancak bu hızlı yükselişine akrabalarını kayırmasıyla gölge düşürdü. Pek çok akrabasının atamasını gerçekleştirdi ve onları ödüllendirdi. Neslinin Đskoç Krallığından geldiğini ileri sürmekteydi. Rüşvetle yoğun bir biçimde mücadele etti. Fransız ekonomisini dönüştürmede tıpkı Richélieu gibi diktatoral yöntemler kullandı. Vergi toplayan, orduya silah, giyecek ve yiyecek sağlayan, feodal lordlara veya ulusal hazineye borç verenlere yöneldi.” (Durant, 1963:20). Nitekim hazineye borç veren bankerlerden bazıları krallar gibi zengindi. Örneğin Samuel Bernard isimli bankerin 33.000.000 Livresi vardı. Bunlardan bazıları evlenme, unvan kazanma veya satın alma yoluyla Aristokrasi sınıfına dahil oldu. Bankerler borç verdikleri paraya % 18 oranında faiz uygulamaktaydı. Colbert’in isteği üzerine Kral tarafından bu kesimin hesapları, hiç ayrım yapılmaksızın, geriye dönük olarak incelemeye alındı. Tüm mali acentalar, vergi toplayanlar ve rantiyeler kayıtlarını ibraz etmeye ve gelirlerinin yasal kaynağını açıklamaya çağrıldı. Bu çağrıya uyanlar olduğu gibi, kamulaştırmaya veya diğer cezalara katlananlar da oldu. Böylelikle enformel kesimin cesareti kırıldı. Pek çok zengin insan hapsedildi, bazıları gemilerde çalıştırıldı, bazıları ise asıldı (Durant, 1963:21). Burada önemli 117 olan nokta, borçlanmada uygulanan faiz oranının, % 18 gibi göreli olarak çok yüksek bir oran olduğudur. Çünkü aynı dönem Hollanda’sında bu oran % 3-4, Đngiltere’de ise % 6 düzeyindeydi. Colbert hazineyi eski haline getirebilmek ve tasarruf sağlamak için de çeşitli yollara başvurdu. Maliye çalışanlarının yarısını işten çıkardı. Ancak XIV. Louis bu tedbirleri sarayda uygulamadı. Ofislerin tamamında çalışmadan ücret alanlar vardı. Kralın 20 tane sekreteri bulunmaktaydı. Diğer yandan avukatların, mübaşirlerin ve diğer görevlilerin sayısı ciddi bir biçimde azaltıldı. Tüm mali kurumlara hesaplarını anlaşılır, doğru ve tam tutmaları emredildi. Colbert’in reformlarının en az yöneldiği sektör, tarım sektörüydü. Çiftçilikte kullanılan teknik hâlâ çok ilkeldi. Dolayısıyla tarımsal üretim yetersiz kalmaktaydı. Colbert toprağın verimliliğini arttırıcı yolları, erken evlilikler için vergi muafiyeti sağlanmasını ve çok nüfuslu ailelerin ödüllendirilmesine ilişkin 10 çocuklu aileye 1.000 Livre, 20 çocuklu aileye 2.000 Livre verilmesi gibi yöntemleri araştırıyordu. Fransa’nın işgücü tehlikesi karşısında Manastır’la çatışmasına karşın, saltanat devri boyunca savaş ve salgın hastalıklar nedeniyle doğum oranları azaldı, vergiler yükseldi ve yoksulluk derinleşti. Düşük rekolteli hasat mevsimleri, açlık ve kıtlıkla mücadeleyi zorlaştırdı. Ulaşım ağlarının gelişmemiş olması da, bir bölgeden diğerine ürün dağıtımını yetersiz kıldı. Dolayısıyla Fransa’nın bazı bölgelerinde sürekli kıtlık yaşandı. 1648–51, 1660–62, 1693–94 ve 1709–10 yılları arasında açlıktan ölüm vakaları yaşandı. Bazı bölgelerde nüfusun % 30’u öldü. 1662 yılında kral, tahıl ithal ederek ya yoksullara dağıttı, ya da düşük fiyattan sattırdı ve süresi dolan, ödenmesi gereken üç milyon Fransızın vergi borcunu bağışladı (Durant, 1963:22). Diğer yandan tarım sektörüne yönelik bazı kanuni düzenlemeler hafifletildi. Borçlar karşılığında köylülerin hayvanlarına, el arabalarına, aletlerine ve araç-gereçlerine el konulması uygulamasına son verildi. Toprak işleme yöntemleri üzerinde yenileştirme çalışmalarında bulunanlara vergi muafiyeti tanındı. Ancak tüm bu hafifletici önlemler kökten çözüm sağlayamadı. Bunda insan sayısı ile tarımdaki verimsizlik arasındaki 118 dengesizlik ve mekanik alanda buluşların olmayışı etkili oldu (Durant, 1963:22). Tüm bu anlatılanlardan hareketle, Colbert tarımı endüstriye feda etti denilebilir. Nitekim kasabalardaki artan nüfusun beslenme ihtiyacı ve kralın genişleyen ordusu karşısında, hububat fiyatları ile diğer ürünler arasındaki fiyat ilişkisinde, hububat fiyatları aleyhinde yol izledi. Temel düşüncesi; iyi donanımlı, kuvvetli askerlerden oluşan bir ordu ve güçlü olmak için gelirin sürekli artması gerekliliği idi. O’na göre köylü dirençli bir piyade olabilmek için zor şartlara alıştırılmalıydı. Gelişen, büyüyen sanayi ve ticaret zenginlik ve bolluk sağlayacaktı. Hatta öncelik sanayide olmalıydı. Ev içi endüstri ürünleri, tarifelerle dış ticarete karşı korunmalıydı. Colbert, Fransa’nın tüm küçük girişimciliğini, anonim ortaklığın kontrolüne aldı. Sanayi sektöründe yer alanlar, finansörler, ustalar, çıraklar, hükümetle, satış, fiyat ve ücretlerle ilgili düzenlemeler yapabilmek için, dış piyasalarda üstünlük sağlayabilme adına birlikler kurdu. Colbert her bir endüstri için, yüksek standartlar belirledi. XIV. Louis ile beraber zarafeti ve lüks malların ticaretinin gelişmesini destekledi. Bu yüzden kuyumcular, hakkaklar (oymacılar), marangozlar ve duvar kağıdı üzerine çalışanlar şöhrete kavuştu ve kolayca iş buldular (Durant, 1963:2223). Diğer yandan Colbert ilgisini kuşkusuz sadece ülke içiyle sınırlı tutmuyordu. Dış ticaret de Colbert için çok önemliydi. Nitekim sıra dış ticaret politikasına gelmişti. 1664 yılında kurulan Doğu Hindistan Şirketi'ne Hint ve Pasifik okyanuslarında elli yıllık sefer ve ticaret imtiyazı tanındı. Ne ki, vasat bir performans ortaya koyabildi. Ancak, izleyen yüzyılda başarı grafiği yükselecekti. 1670 yılında kurulan Doğu Şirketi, sübvansiyonlardan ve çarşaf ile şeker imalâthaneleriyle yapılan anlaşmalardan yararlanıyordu, kısa bir başarılı dönemin ardından, Marsilyalı ve Hollandalı tüccarların rekabetiyle sarsıldı ve 1680’de faaliyetine son verdi…..Genel ekonomik buhran koşullarında ve güçlü Hollanda ve Đngiliz ticari kapitalizmleri karşısında, Krallık devletinin girişimleri sayesinde, Fransa’da mütevazı ama sağlam bir üretimci ve sömürgeci kapitalizmin temelleri atılabildi. Mutlakıyetçi Krallık imalât sanayiîn gelişmesini ve dış ticareti kapsamlı ve kararlı bir şekilde 119 destekledi. Đşte Fransız burjuvazisi böylesi bir devlet korumasında oluşacak ve onun izini de uzun süre taşıyacaktı” (Beaud, 2003:46-47). Dolayısıyla Colbert, dönemin Đngiltere ve Hollanda’sından esinlenerek dış ticaret alanına verdiği önemi adı geçen iki şirket oluşumuyla ortaya koysa da, bunlardan biri kuruluşundan on yıl gibi çok kısa bir zaman sonra ortadan kalkarken, diğeri ise 17. yüzyıl boyunca pek bir varlık gösterememiştir. Dolayısıyla Colbert’in, önde gelen iki şirketin faaliyet ve performansları göz önüne alındığında, dış ticarette başarılı olma arzusu söz konusu yüzyılda gerçekleşememiştir. Bu bağlamda o dönemde Fransa, Đngiltere’nin yüzyılın hemen başından itibaren katetmeye başladığı yolun henüz başlarındaydı demek yanlış olmaz. Colbert’in düşünce ve uygulamalarını Burns ise şöyle ortaya koymaktadır: “Colbert’e göre Fransa büyük miktarda değerli maden sahibi olmalıydı. Bu doğrultuda ülkeden para çıkışını yasakladı, yabancı imalâtçıları yüksek oranda gümrük vergisine tabi tuttu ve Fransa gemiciliğini teşvik etmek için yüksek pirimler verdi. Colbert amacına ulaşabilmek için tüm bunların yanında sömürgeciliği de teşvik etti. Böylelikle imal edilen mallar sömürgelere satılarak ticaret hacmi arttırılacak ve ticaret bilançosu iyileştirilecekti. Bu amaçla Karayip Denizi’ndeki “Martinique” ve “Guadeloupe” adalarını ele geçirdi. Santa Domingo, Kanada ve Lousiana’ya yerleşimi teşvik etti. Afrika ve Hindistan’da ticari karakollar kurdu. Diğer yandan yeni girişimlere devlet desteği sağladı, devletin sahibi olduğu pek çok endüstri kurdu ve hatta gerçekte ihtiyaç olmasa dahi, sırf bunların kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlamak amacıyla mallarını hükümet olarak satın aldı” (Burns, 1963: 497). Ancak Colbert bir yandan endüstriyi bu şekilde sübvansiyone ederken, diğer yandan kaynak temininden üretim sürecine kadar pek çok kontrol mekanizmasını da hayata geçirdi. Nitekim Burns’e göre Colbert; “….diğer yandan imalât endüstrisini çok sıkı kontrole tabi tuttu. Bunu söz konusu endüstride faaliyet gösteren şirketlerin kullandıkları ham maddeleri sadece Fransa’dan veya kolonilerden temin etmelerini ve ulusal büyüme için gerekli malların üretimini sağlamak için yaptı. Bunun sonucunda endüstri üzerine 120 önlemleri büyük bir özenle oluşturmuş, neredeyse üretim sürecinin tüm aşamasını kontrol altına almıştı. Fransa’ya yaklaşık 300 gemiden oluşan donanma kazandırdı. Gemiciliğin ön planda olduğu vilayetlerdeki vatandaşları askere çağırdı. Bunlar arasında suçlular dahi bulunuyordu. Rahip ve rahibeler tarafından nüfus artışı hususunda olumsuz yönlendirilen genç nüfusu da bu baskıdan kurtararak nüfus artışını hızlandırdı. Bu bağlamda 10 ya da daha fazla çocuğu olan aileleri vergiden muaf tuttu (Burns, 1963: 498). Colbert ve uygulamalarını, literatürdeki diğer bazı görüş ve yorumlardan hareketle belirtmeye devam edecek olursak; Colbert, Fransız ekonomisinin tümü üzerinde nüfuz sahibiydi. Đlgisini en çok dış ticaret ve koloniler çekmekteydi. Bu bakımdan Fransa’nın ticari filo ve donanma sahibi olmasına büyük önem veriyordu. Bu bağlamda gemi yapımını, buluş ve icatları, teknolojik eğitimi ve yabancıların Fransa’da yatırım yapmasını çok önemsiyordu. Endüstri dallarından; kolonilerden sağlanan şeker, çikolata ve tütünü işleyen endüstrilere destek oluyordu. Öte yandan ülke içindeki girişimcileri, ürettikleri mallara krallık olarak temel müşteri olup koruyordu. Bu bağlamda cam-şişe imalâtçıları ve dantel işleyicileri Venedikli rakiplerine nazaran üstün konuma yükselmişlerdir. Colbert aynı zamanda Hollanda ve Đngiltere’nin pek çok ürününe yüksek tarife uygulayarak ülkeye girişini engellemiştir. Baltık, Akdeniz ve koloni ticaretini geliştirmek amacıyla bu alanda faaliyet gösteren şirketlere finansal destek sağlamıştır. Diğer yandan Colbert, ülke içinde büyük bir ağaçlandırma faaliyeti başlatmıştır. Bundaki amacı demir dökümhanelerinde eritme faaliyeti için gerekli olan mangal kömürü elde etmek ve bu arzın devamlılığını sağlamaktı. Yine tekstil çıktısı için hayati öneme sahip ipekböceği için, dut ağacı dikimini özendirdi ve destekledi. Ancak pek çok alanda bu tür uğraşıları sonuçsuz kalmıştır. Örneğin ülke içi ticaretin serbestçe yapılabilmesine yönelik eyaletlerin ve belediyelerin uyguladıkları tarifeleri ortadan kaldıramamıştır. Buğdayın Fransa’nın diğer bölgelerine gönderilmesine ilişkin gemi yüklemeciliğindeki yerel sınırlamaların kaldırılamamış olması da Colbert’in sonuçsuz kalan gayretlerine bir başka örnektir. Bununla birlikte Güney Kanalı gibi önemli 121 kanal ve yolların yapılmasına destek olmuştur. Güney Kanalı sayesinde Atlantik Limanı, Bordo ile Akdeniz Limanı ve Narbon arasındaki taşımacılık yükü hafiflemiştir (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:545). Colbert’in benzer uygulamalarının altını Davidson’da çizmektedir; “XIV. Louis’in Maliye Bakanı olan Jean Baptiste Colbert, belirtilen hedeflere yönelik reform yapmak amacıyla, uyulmadığı takdirde cezaları itibariyle çoğu acımasız ve sert pek çok uygulamayı başlattı. Bazı kamu borçlarını tümüyle reddetti. Bununla birlikte yanlış olduğuna inandığı bazı vergi muafiyetlerine karşı direndi, donanmayı yeniden inşa etti, ticari gemilere ve kolonilere önem verdi. Tüm bunları Fransa’nın ekonomik bakımdan kendi kendine yeten bir ülke haline gelmesi adına önemli görüyordu. Diğer yandan Fransız endüstrisini merkezi kontrollere bağlayarak yeniden düzenledi. Bu bağlamda ürünlere ilişkin devamlılığı olan yüksek standartlar getirdi. Hemen her şeyin kontrolünü, tıpkı endüstri alanında olduğu gibi, merkezileştirdi. Tüm bunları monarşiyi yüceltmek adına gerçekleştirdi” (Davidson, 1971:91). Colbert, yoğun gayreti sonucunda ülke içinde pek çok ekonomik kaynak oluşturdu. Fransız kolonilerini destekleyerek, kolonilerle olan ticareti arttırdı ve imalât endüstrisini teşvik etti. Ancak O’nun çok sert merkantilist politikaları başlangıçta iyi görünse de, zamanla etkileri bakımından ilk baştaki görünümünden farklı sonuçlar ortaya çıkardı. Tekstil, duvar kağıdı ve porselen gibi pek çok endüstri hükümet tarafından sübvansiyone edildi. Fakat bunlar bir çok memur tarafından çok sıkı kontrollere tabi tutuldu. Bunun ekonomik kalkınmadaki olumsuz etkisi, teşvik uygulamalarının faydalarına nazaran daha belirgin oldu. Diğer yandan Versay Sarayındaki aşırı savurganlık, sadece sınırlı sayıdaki üst sınıf için, lüks mallara ilişkin bir pazar yarattı. Bu durum halkın genelinin yaşam şartlarının kötüleşmesi pahasına gerçekleşti (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:377). Colbert’in 1683 yılında ölmesinin ardından, uygulamış olduğu merkantilist politikalar gerginliğe yol açmaya devam etti. Nitekim O’nun takipçileri de bezdirici kuralları, yenilerini de ekleyerek uygulamayı sürdürdüler. Ayrıca bu durum devletin oluşturduğu büyük monopollerin, işadamları için hızla popüler olmaktan çıkmasına da yol açtı. Đşadamları 122 ortaçağdaki uygulamaları andıran bu sert kontrollerin kaldırılmasından yanaydılar. Tüm bunlara ilaveten Fransa sadece 1685 ile 1715 yılları arasındaki savaşlar sayesinde bir milyon insanını ve kolonilerini kaybetti. 17. yüzyıl içinde Đngiltere ile girişilen mücadeleler de, Đngiltere’nin zaferi ve Fransa’nın felaketiyle sonuçlandı. Böylelikle belki de Fransa için geçerli olabilecek ticari üstünlüğe de Đngiltere sahip oldu. (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:377). Colbert’in asıl amaçlarından biri, Fransa’yı kendi kendine yeten bir ekonomik yapıya kavuşturmaktı. Buna istinaden 1664 yılında çok kapsamlı ve detaylı koruyucu önlemlere başvurdu ve bunu kanunlaştırdı. 1667 yılında gümrük tarifelerini yenileyerek, mevcut tarifeleri yükseltti. O dönemde, Fransa’nın ticarette bulunduğu ülkeler arasında Hollanda en başta gelmekteydi. Fransa’nın gümrük tarifelerini yeniden düzenlemesine Hollanda aynı biçimde karşılık verince, ortaya ticari anlamda bir savaş çıkmış odu. Bu ticari savaş, 1672 yılında askeri bir savaşa dönüştü. Fransa bu savaştan bir sonuç alamayınca, 1664 tarihli tarifeleri zorunlu olarak restore etti. Aslında Colbert’in düzenlemeleri ekonomik anlamda kendi kendine yeten ülke amacına uygun düşmekteydi. Örneğin imalât endüstrisindeki yüzlerce malı ilgilendiren her bir üretim sürecine yönelik direktifler oluşturmuş, yani üretim sürecindeki her bir adımı kurallara bağlamıştı. Bu kuralların uygulanmasına yönelik olarak müfettişler ve yargıçlar görevlendirdi. Üretici ve tüketicilerin bir bölümü bu kurallara karşı çıkmaya çalışsalar da, sert önlemler karşısında başarılı olamamışlardır. Kurallar ve sert önlemler teknolojik ilerlemeyi de engellemiştir. Sonuçta Colbert’in belirtilen çoğu çok sert olarak nitelendirilebilecek düzenlemeleri, ekonomiye fayda sağlamaktan uzaktı (Cameron, 1989:150). Colbert’in bir denizaşırı imparatorluk kurma yolundaki çabalarına gelince; Fransızlar Colbert dönemine kadar, 17. yüzyılın ilk yarısında, Kanada ve Hindistan’da ileri karakollar kurmuştu. Colbert buralara yönelik ticari faaliyette bulunacak şirketler kurmak istiyordu. Ancak Hollanda ve Đngiltere’deki hükümetle işbirliği içinde bulunan özel girişim modeli Fransa’da uygulanamamış ve dolayısıyla Colbert’in bu yöndeki girişimleri sonuçsuz 123 kalmıştır. Colbert’in ölümünün ardından ise Fransa ciddi anlamda ekonomik kriz yaşamıştır (Cameron, 1989:150). Nitekim Deyon'a göre; “Daha Colbert’in sağlığında belirtilen uygulamalarının sonucu olarak; çok geçmeden tartışmalar da başladı. Đmalât sanayiînden rahatsız olan imalâtçılar, Nantes, Rouen ve Marsilya’nın büyük ticaret şirketlerinin rekabetinden, Đngiliz ve Hollandalıların misillemesinden gocunan Nantes, Rouen ve Marsilyalı tüccarlar çıkarları zarar gördüğü için bu uygulamalara itiraz ettiler. Bu bağlamda 1668’de, “Tarihe Gerçek Anılar”da şöyle deniyordu: …Bay Colbert, Fransızları bütün öteki halkların önüne geçirmek isterken (Ki başlarında da kendisi vardı) onların da kendi hesaplarına aynı şeyi başka türlü yapmak istedikleri gerçeğini dikkate almıyor. Açıktır ki, bizim ülkemizden sağladıkları şeyleri başka yerlerden elde etmenin yollarını bulacaklardır. Zira, bugün Fransa’daki bunca buğday ve şarap bolluğuna rağmen çektiğimiz para sıkıntısının ve darlığın nedenlerinin başında, Hollandalıların daha önceki gibi ürünlerimize talip olmamaları gelmektedir. Bunun da nedeni bizim ticaret anlayışımızdır, karşılık olarak kendilerinden hiçbir şey almayacağımızı düşünüyorlar.(…) Bir dizi olumsuzluğu bertaraf ettikten sonra eski duruma dönmeliyiz. Nitekim herkesle ilişkiyi keserek varlığımızı sürdürmek imkânsız bir şeydir” (Deyon’dan aktaran Beaud, 2003:47). Söz konusu serzenişlere uygun düşecek şekilde Bousguilbert, yüzyılın sonunda kırsal kesimdeki gelir kaybına ve köylü sefaletine dikkat çektikten sonra “akıl almaz derecede belirsizlik yaratan” vergilere ve Krallığa giriş çıkışlardaki “gümrük ve yardımlara” dikkat çekiyordu (Denis’den aktaran Beaud, 2003:47). Nihayet Williams da bu dönemin söz konusu uygulamalarının bu şekilde gerçekleştiğini desteklemektedir. Nitekim O’na göre; “Colbert, Fransız işçilerin ülke dışına göç etmelerini yasakladığı benzer durumu, yerli ve yabancı girişimcilere yönelik de uygulamaya çalışarak, bu girişimcilerin ülkede kalmalarını, yeni endüstriler oluşturarak ya da eskilerini canlandırarak sağlamaya çalıştı. Tarife duvarlarını yükseltti ve monopol piyasasında olduğu gibi, onlara ayrıcalıklar tanıdı. Hatta “Dalliez de La Tour” gibi bazı firmalara 124 devlet içinde pazar oluşturdu. Nitekim bu şirket uzun yıllar hükümdarlığın top ve çapa ihtiyacını karşıladı. Kral bu tür şirketlere ödünç para, bina, ekipman ya da hammadde yardımında bulundu. Tüm bu uygulamalar Colbert zamanında başladı. Diğer yandan Colbert, endüstriye yönelik çok sert önlemler aldı. Bu alanın düzenlenmesi ve denetlenmesine yönelik Đdare Memurları ve Müfettişler atadı. Malların boy, en, ağırlık ve kalitelerine yönelik standartlara uyulup uyulmadığı bizzat işyerlerine gidilerek denetlendi. Aykırı davrananlar, mallarına el konularak, yakılarak ya da 1670 yılından sonra teşhir edilerek cezalandırıldı. Colbert aynı zamanda el sanatlarına yönelik olarak da düzenleyici çalışmalarda bulundu ve bu alanda faaliyet gösterenlerin sayısını hızla arttırarak başarı sağladı. Örneğin Paris’te 1670’li yıllarda 60 olan zanaatkâr sayısı, yüzyılın sonunda neredeyse ikiye katlanarak 114’e ulaştı. Ancak şehirlerde sağlanan bu başarı kırsal alana yaygınlaştırılamadı. Bu yöndeki denemeleri de, tıpkı 1670 yılında olduğu gibi, sık sık çıkan isyanlar sonucunda başarısızlığa uğradı” (Williams, 1970:155). Colbert’in tüm bu anlatılan düşünceleri, amaçları ve bunlara dayalı uygulamalarından hareketle sonuç olarak, genel anlamda tam bir başarı sağlanamadığını ifade etmek mümkündür. Nitekim Colbert, ekonominin tamamının kontrol altında tutulması gerektiğine inansa da, Đngiltere’nin üretimde makine gücüne dayalı yeni yöntemler kullanması ve büyük ölçekli üretim sonucu göreli olarak düşük fiyatlı mallar üretmesi sonucunda Avrupa’da ekonomi alanında lider olma yarışında Fransa, Đngiltere’nin gerisinde kalmıştır. Bunda Đngiltere’nin sömürge elde etme yarışında da ileri giderek, bu sayede su gücü, demir, kömür gibi kaynakları kolaylıkla elde edebilmiş olmasının da etkisi olmuştur. Böylelikle Đngiltere modern anlamda endüstrileşmenin de öncüsü olmuştur (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:335). Dolayısıyla Fransa; XIV. Louis’in giriştiği çok külfetli savaşlar ve Đngiltere’nin yeni metotlarla makineleşmeye gitmesi, büyük ölçekli üretime yönelmesi ve bu sayede ucuz mal üretmesi neticesinde endüstri ve ticari alanda bu rakibinin gerisinde kalmıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:545). 125 Yani Colbert ekonominin tümü üzerinde, tıpkı seleflerinin uğraştığı gibi, devlet kontrolünü sağlamak yönünde çok çaba harcamış fakat tam anlamıyla başarı sağlayamamıştır. Bunda sarayın çok aşırı savurganlığı da kuşkusuz etkili olmuştur. (Cameron, 1989:146) Diğer yandan başarısızlığa vergileme sisteminin düzensizliği de yol açmıştır. Colbert özellikle iç ticaret önündeki tarife ve diğer engelleri kaldırmayı istemesine karşın, krallığın büyük miktarda gelir ihtiyacından dolayı bunu başaramamış ve dolayısıyla bu alanda da bir reform gerçekleştirememiştir (Cameron, 1989:150). Sonuç olarak; tüm ifade edilenler, Colbert’in Fransa’nın ticari ve politik gücünü arttırmak için, devlet geleneklerine dayalı pek çok girişimde bulunduğunu göstermektedir. Colbert’in ölümünden 17. yüzyılın sonuna kadar Fransız merkantilist politika ve uygulamasında büyük değişiklikler olmamıştır. Yani O’nun prensipleri uygulanmaya devam etmiştir. Çünkü Colbert ismi yüzyılın sonuna dek ağırlığını hissettirmiştir. Ekonomi alanında denetim yapan idare memurluğu, sanayi müfettişliği gibi uygulamalar artarak sürmüştür. Colbert’ten sonra 1689–1697 yılları arasını kapsayan savaş döneminde devlet görevlileri dikkatlerini askeri ve diplomatik konularda toplamışlar ve finansal kaynakları zorlamışlardır. Dolayısıyla bu dönemde de ekonomi alanında başarıya ulaşılamamıştır (Cole, 1971:4). Böylelikle 1663–1683 yılları arasında tüm Fransız ekonomisi üzerinde nüfuz sahibi olan Colbert’in gerek ulusal, gerekse uluslararası ölçekli siyasi ve ekonomik hedeflerinin tam anlamıyla gerçekleşemediği yani, Colbert’in tamamen devlet geleneklerine dayandırılarak uyguladığı merkantilist sistemden tam anlamıyla başarı elde edilemediği ortaya çıkmaktadır. Bunda etkili olan kuşkusuz pek çok etmen vardır. Söz konusu etmenlerden en başta gelen ve en önemlileri, şu ana kadar anlatılageldiği üzere, uygulamadaki başarısızlıklardır. Colbert bu noktada gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı reaksiyonları göz ardı etmişe benzemektedir. Nitekim bu durumu Hollanda ile girişilen ticari savaşa neden olan tarife uygulamaları ve bizzat dönemin Fransız imalâtçılarının söylevleri açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan söz konusu hedeflere varılamamasında; örneğin Đngiltere’nin üretimde makine gücüne dayalı yeni yöntemler kullanması ve büyük ölçekli üretim sonucu 126 göreli olarak düşük fiyatlı mallar üretmesi, Versay Sarayındaki aşırı savurganlık, devletin oluşturduğu büyük monopollerin işadamları için, bezdirici kurallar nedeniyle hızla popüler olmaktan çıkması, vergileme sisteminin düzensizliği, krallığın büyük miktarda finansman ihtiyacından dolayı iç ticaret önündeki tarife ve diğer engellerin kaldırılamaması, kurallar ve sert önlemlerin, arzulanan üretim düzeyi yanında teknolojik ilerlemeyi de engellemesi, sömürge yarışında Đngiltere ve Hollanda’nın gerisinde kalınması, yine Hollanda ve Đngiltere’deki hükümetle işbirliği içinde bulunan özel girişim modelinin, Fransa’da uygulanamamış olmasının etkin olduğu belirtilebilir. Genel hatlarıyla ortaya konulan 17. yüzyıl Fransa’sı ve Fransa ekonomisinin ardından, izleyen bölümde aynı konu bu sefer Đngiltere bağlamında ele alınıp değerlendirilmiştir. 3. 17. YÜZYIL ĐNGĐLTERE’SĐ VE EKONOMĐSĐ Đngiltere tarihinde, Ekelund ve Tollison'a göre; “Tudor ve Stuart Hanedanlıkları döneminde politik ve ekonomik alanlarda çok önemli değişiklikler olmuştur. 17. yüzyılın ilk yarısına kadar olan dönem boyunca ekonomik düzen büyük ölçüde ulusal düzeydeydi. Ancak 1649 yılından sonra söz konusu düzen değişmeye başladı. Sir Edward Coke (1552–1634) gibi düşünürlerin bu yapısal değişikliğe çok önemli katkısı olmuştur. Nitekim Coke; bireysel ve ekonomik serbestliğin büyük savunucularından biriydi. Avukat olan ve uzun yıllar mahkeme başkanlığı yapan Coke, şiddetle serbest ticareti savunuyordu. Nitekim 1624 yılında Parlamento, monopollerin engellenmesi yönünde kanun çıkardı. Ancak Coke, bundan da öte gerçek anlamda bir ekonomik reformdan yanaydı ve bu da yine Parlamento aracılığıyla gerçekleştirilmeliydi” (Ekelund ve Tollison, 1991: 47, 71). Yani 17. yüzyılın ilk yarısında Đngiltere’de, Fransa’nın aksine serbest girişimcilik yönünde yoğun mücadeleler görülmektedir. Nitekim söz konusu dönem boyunca Đngiltere’de, Parlamento ve kralın yetkileri konusunda yoğun bir mücadele süreci yaşanmıştır. 127 Bu bağlamda Aralık 1641 devrimi, Đngiliz devriminin hareket noktasını oluşturmuştur. Londra’nın genişlemesi ve güçlerin birleştirilmesi devrim sonrası dönem için çok önemli olmuştur. Toprağın işlenmesi geliştirilmiş, yiyecek maddeleri için pazar sağlanmıştır. Bu da çiftçilik için sermaye birikimini zorunlu kılmıştır. Böylece pazar yavaş yavaş Londra’nın dışına yayılmıştır. Getirilen kanunlar ve polis gücü, içeride asayişi sağlayarak çeşitli avantajların ortaya çıkmasına yol açmıştır (Hill, 1967:13-14). 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise; 1650–1660 yıllarını kapsayan yapısal devrim ve restorasyon sayesinde, sömürgelere ilişkin politikalarda da, parlamento krala nazaran belirleyici konumda olmuştur. Parlamento sık sık toplantılar yaparak; tacirlerin, ticaretin dolayısıyla ekonominin önünü açan kararlar aldı. Buna 1660, 1663 ve 1673 tarihli gemicilik yasaları örnek olarak verilebilir. Parlamentonun 1678 tarihli kararıyla da, Fransa’nın şarap, sirke, kanyak, keten bezi, kumaş, ipek, tuz, kâğıt ile altın, gümüş, deri veya yün içeren tüm ürünlerine ambargo uygulanmaya başlanmış ve bu uygulama 1786 yılına dek sürmüştür (Kammen, 1970:2,4). Diğer yandan bir sömürgeden ihraç edilecek malları da listeler halinde Đngiliz Parlamentosu belirlemekteydi. Nitekim 1660 tarihinde, aralarında tütün, şeker gibi ürünlerin de bulunduğu böyle bir liste oluşturulmuştur. Yine, herhangi bir Đngiliz sömürgesinden, listede yer verilen bir malın satışının sadece Đngiltere’ye yapılabilmesi, taşımacılıkta Đngiliz ya da Đngiliz yapımı gemilerin kullanılması zorunluluğu, tacirlere çok büyük fayda sağlıyordu (Ekelund ve Tollison, 1991:88). Dolayısıyla parlamento çıkardığı bu yasalarla, ticari hayata ilişkin belirleyici konumda olabilmiştir. Đngiliz merkantilist düşünce sistemini de giriş mahiyetinde kısaca ifade etmek gerekirse; 17. yüzyıl, Đngiltere’nin, özellikle Hollanda ile mücadelesine sahne olduğu ve yüzyıl sonunda üstünlüğü ele geçirdiği bir dönem olmuştur. Söz konusu mücadele düşüncesi, yoğun bir depresyonun yaşandığı ve ekonomik düşünce ile siyasi politikaların örtüştüğü 1620’li yıllara kadar uzanmaktadır. Nitekim o dönemde Thomas Mun ve pek çok düşünür merkantilist politikanın esaslarını ortaya koyarken, ticari mücadelede özellikle 128 Hollanda’yı ön plana çıkarmışlardır. Nitekim Mun’un bu bağlamda oluşturduğu 6 esas içinde; -Başta yün olmak üzere, Đngiliz hammaddeleri ihraç edilmemeli, giyim endüstrisinde kullanılmalı, bu yasaklama da özellikle Hollanda’ya karşı uygulanmalı, -Đngiliz tacirleri Hollandalı tacirlerle rekabete girişmeli, -Balıkçılıkta da Hollandalılarla mücadele edilmeli ve bu sektörde de onlara karşı üstünlük sağlanmalı, şeklinde düşüncelere yer vermiştir (Kammen, 1970:6). Yani Đngiltere tarafından, dönemin önde gelen ülkesi Hollanda daha yüzyılın ilk yarısında mücadeleye girilmesi gerekken başta gelen rakip olarak belirlenmiş durumdaydı. Gerçekten de bu tespit, Sir Josiah Child’ın söylemlerinde çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkacaktır. Bu nokta, Hollanda’nın 17. yüzyıl Avrupa’sındaki önemli yerini ortaya koymaktadır. Bu da doğal olarak Hollanda’yı, Đngiltere’nin hedefi haline getirmiştir. Diğer yandan vurgulamak gerekir ki, Đngiltere’nin 17. yüzyılda ulaştığı ulusal güç ve zenginliği, denizciliğe dayalı ticaretten kaynaklanmıştır. Gemicilikte sağlanan ilerleme sonucu, Đngiltere’nin deniz yoluyla dış ticareti giderek artmıştır. Siyasi otorite de ulusal zenginliğe ticaret yoluyla ulaşılabileceğini öngörmüş ve tacirleri sık sık desteklemiştir. Stuart Hanedanlığı’nın yönetiminde, özellikle 1660 yılından sonra, endüstriyel çıktıya verilen önem çok daha artmıştır. Bu bilincin yükselmesi uluslararası rekabet ve stratejik manevraları da beraberinde getirmiştir. Bu hızlı ve yapısal dönüşümde, Fransa’ya endişeyle bakış, Hollanda’ya yönelik kıskançlık, Đspanya ve Portekiz’i de biran evvel kandırma, ayartma düşüncesi etkili olmuştur. Bunun sonucunda da Đngiliz merkantilist döneminin büyük bir bölümünde, geçmiş dönemlerle kıyaslandığında, olağanüstü hızlı bir ekonomik gelişme ve yayılma yaşanmıştır (Kammen, 1970:7). Yine tekstil sektöründe de Đngiltere muazzam bir gelişme yaşamıştır. Orta çağlarda Đngiltere’nin temel ihraç ürünü işlenmemiş yün iken, 16. yüzyıla gelindiğinde kumaş hakim ihraç ürünü haline geldi. 1660’larda ise yünlü kumaş tüm ihracatın değer olarak 2/3’ünü oluşturuyordu. Endüstriyel 129 yeniliklerle beraber Đngiltere, Avrupa’da en büyük ihracatçı olmaya başlamıştı (Cameron, 1989:114). Bu konuyu tamamlamadan önce, Kıta Avrupası ve Đngiltere’deki, ulusal devlete ilişkin dönemin merkantilist anlayışını özetle ifade etmekte fayda vardır. Ulusal devletin kurulup güçlenmesine önem veren Kıta Avrupası merkantilistlerinin bu konudaki görüşleri, Đngiliz merkantilizmiyle uyuşmamaktadır. Çünkü Đngiltere’de merkantilist yazarlar sahneye çıktığında, ulusal devlet tamamen gelişmişti. Dolayısıyla Đngiliz merkantilistleri bir imparatorluk oluşturmaya yönelmişlerdi. Nitekim, ele alınacağı üzere, Child bu konuya dikkatleri çekmiş, sömürgecilik sistemini ve gemicilik yasasını savunmuştur. Bir imparatorluk kurulması için çalışan Đngiliz merkantilistlerinin; dış ticaret, gemicilik, sömürgecilik ve göçler gibi olaylara bakışı, Kıta Avrupası merkantilistlerinden daha farklıydı. Yani Đngiltere ile sömürgeleri arasındaki ekonomik ilişkiler çok sıkıydı (Spiegel, 1971:150). Nihayet çalışmanın konusu ile ilişkili olarak toparlanacak olursa; Đngiltere’nin 17. yüzyılda uyguladığı merkantilist sistem, Fransa’ya nazaran çok farklı olmuştur. Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: “Merkantilist Sistem” 17. yüzyılda ve hatta 18. yüzyılın büyük bir bölümünde ifade edilen bir kavram değildi. Nitekim bu söylev ilk defa Adam Smith tarafından kullanılmış ve sonrasında da yaygınlaşmıştır. Özellikle 19. yüzyıl entelektüelleri ve politikacılarının söz konusu kavram üzerine yaptıkları yoğun tartışmalar sayesinde popüler bir hal almıştır. Smith merkantilist sistemin şiddetle karşısında yer alıyordu. Nitekim Smith’e göre bu sistem, ticari azınlığın; imalâtın ve ticaretin düzenlenmesiyle ulusal pazarda monopol duruma gelmelerini sağlamaya yönelik bir girişimdi. Bu asıl amaç, sağlam bir ticaret bilançosuna ulaşma gayreti ön plana çıkarılarak gizlenmeye çalışılıyordu (Kammen, 1970:4). Bu tanımın burada verilmesi, Smith’in merkantilist sisteme ilişkin; ticari azınlığın; imalâtın ve ticaretin düzenlenmesiyle ulusal pazarda monopol duruma gelmelerini sağlamaya yönelik bir girişimdi, şeklinde vurgulanan tanımlamasının gereğini hayata geçirme anlamında, 17. yüzyıl Fransa’sından ziyade, aynı dönem Đngiltere’sine çok daha uygun düşmesindendir. Kaldı ki ayrıntılı bir biçimde 130 üzerinde durulacağı gibi, vurgulanan kesimin monopol duruma gelme gayesi ulusal düzeyle sınırlı olmayıp, uluslararası alana da uzanmaktadır. Bir diğer vurgulanması gereken nokta da, yine bu gayenin gerçek ya da tüzel kişilerle sınırlı olmadığı, ülkeler ölçeğine uzandığıdır. 3.1. Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı 17. yüzyıl Đngiltere’sinde hem yöresel, hem de ulusal düzeyde büyüme, gelişme yaşanmıştır. Fransa’da yönetimde kardinal bakanlar ve kral söz sahibiyken, Đngiltere’de ise Fransa’nın aksine, büyük mücadeleler sonucu olsa da, yönetimde parlamento da söz sahibiydi. Nitekim bu bağlamda 1629 yılında Kral I. Charles’e karşı yürütülen büyük mücadele sonucunda parlamento toplanabilmişti. Ancak bu tarihten itibaren on bir yıl gibi uzun bir süre I. Charles parlamentoyu devre dışı bıraksa da, 1640 yılında durum yine tersine dönmüştür. Bu da mutlak monarşiye karşı tam bir tehdit anlamına gelen, devrime uzanan süreci hazırlamıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:552). Söz konusu dönemde yaşanan bu sürecin ortaçağa uzanan iki temel nedeni vardır: Bunlardan ilki; Đngiltere parlamentosunda iki farklı sosyal grup bulunmaktaydı. Şövalyeler ile kasaba ve şehirleri temsil eden milletvekilleri. Bu durum yetenekli faal insanların parlamentoya girmelerine olanak sağladığı gibi bu iki grup, çalışmalarını da uyum içinde yürütüyorlardı. Örneğin bazı ekonomik ve sosyal gerginlikleri önleyici şekilde uluslararası düzeyde evliliklere ilişkin tam bir serbesti sağlanmıştı. Đkinci olarak; yerel yönetimin krala doğrudan bağlı olmaksızın yargı yetkisi de vardı. Fransa ve diğer Kıta Avrupa Ülkeleri’nde yerel yönetimlerin, Đngiltere’nin aksine, ne yargısal ne de finansal alanlarda yetkisi bulunmaktaydı. Đngiltere’de geçmişte olduğu gibi 17. yüzyılda da orta sınıf ve soyluların yerel bazlı çalışmaları devam etmiştir. Kısacası Đngiltere’de sınıflar arası ilişkiler, Fransa’da olduğu gibi işlemiyordu. Nitekim Fransa’da öncelikle sınıflara ilişkin ayrıcalıklar söz konusuydu (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:552). Dolayısıyla Fransa’nın da parlementer tarihi ortaçağa dek uzansa da, sürecin işleyişi yani, 131 parlamentoların yönetimsel etkinliklerinin, Đngiltere’dekinin aksine mutlak monarşi altında zayıf kaldığı görülmektedir. Bu genel girişin ardından, Đngiltere’de 17. yüzyıldaki siyasi süreci ayrıntısıyla ele alacak olursak; yüzyılın hemen başlarında 1603 yılında, Tudor Hanedanlığına mensup I. Elizabeth’in ölümüyle (1558–1603), Marry Stuart’ın oğlu Đskoçya Kralı olan Protestan VI. James Stuart, Đngiltere’de I. James olarak kral oldu (1603–1625). Bu dönemde Đngiltere’de, Đspanya ile girişilen savaş sürüyor olsa da, önceki yüzyıllara nazaran daha az despotizm söz konusuydu. Diğer yandan I. Elizabeth’in akıllı ve tedbirli politikalarıyla oluşturulan dini ve siyasi hayata ilişkin denge de devam ediyordu. Aynı dönemde parlamento da etkin durumdaydı. Bununla beraber Tudor Hanedanlığının hemen her isteği de parlamentoda yasalaşıyordu. I. James döneminde ise kral ile parlamento arasında zıtlaşma söz konusuydu. Bu durum I. James’in Đngiliz geleneklerine karşı çıkmasından, parlamentonun ise söz konusu geleneklerin muhafızlığını yapmasından, yani krala meydan okumasından kaynaklanıyordu. Parlamentoda orta sınıf temsilcileri ve püritanlar çok dinamik güçlerdi. Tudor Hanedanlığı, 16. yüzyıl boyunca orta sınıfı toplumun önemli bir katmanı olarak kabul edip, söz konusu sınıfa bu kabule uygun bir biçimde yaklaşmıştı. Çünkü özellikle kırsal alandaki orta sınıf, dokumacılıkta çok önemli bir role sahipti. Öte yandan püritenler de tıpkı diğer protestanlar gibi geleneklere çok bağlıydılar (King, 1956: 656,658). I. James ve dönemini farklı literatürden hareketle ele almaya devam edecek olursak, Wallbank, Taylor ve Bailkey'e göre; “Elizabeth’in ardından gelen I.James, Đskoçya’nın kralıydı ancak I. Elizabeth kadar popüler biri değildi, mutlak monarşiye inanıyordu ve bunu açıkça ifade ediyordu. Đngiltere ve Đskoçya o dönemde de iki ayrı devletti. Böylelikle I. James iki ülkenin ortak kralı olmuş ve 1603–1625 yılları arasında krallığını sürdürmüştür. Çok bilgili olan I. James, Đncil’in yeni bir Đngilizce çevirisini yapmak üzere bir komisyon oluşturdu ve 1611 yılında yayımlattı. Bu çalışma Đngiliz yazınında bir başyapıttır. Buna rağmen O’nun alimliği ve samimi barış arzusu, her bakımdan uygun niteliklere sahip olduğu anlamına gelmiyordu. Örneğin sağduyu ve nezaketten yoksun biriydi. Diğer yandan yönetim biçimlerinden 132 monarşiye sıkı sıkıya bağlıydı ve mutlak monarşinin gerçekleşmesi için çaba harcıyordu” (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:325). I. James dönemini Pennington ise şu şekilde ifade etmektedir; “17. yüzyıl başlarının en şanslı hükümdarı, Đskoçya’nın başında bulunan VI. James’dir. VI. James 1603 yılında Đngiltere, Galler ve Đrlanda hükümdarı olmuştur. Sağlam ve oturmuş bir hükümet düzenini miras olarak almıştır” (Pennington, 1989:46). Tüm bunlar I. Elizabeth dönemindeki parlamentonun etkin konumunundan, I. James’in hoşnut olmadığını göstermektedir. Bunun temel nedeni de kuşkusuz I.James’in de, tıpkı dönemin Fransa’sında olduğu gibi, mutlak monarşiyi arzulamasıydı. 17. yüzyılın hemen başındaki bu tablo, kaçınılmaz bir şekilde yoğun mücadeleleri doğurmuştur. Söz konusu yoğun mücadeleler başlamadan önce, I. James’in ölümünün ardından halefi olan oğlu I. Charles kral olmuştur (1625–1649). I. Charles da tıpkı babası ve Avrupa’daki çağdaşı diğer krallar gibi, krallık yönetimini güçlendirmek ve onlardaki mutlak monarşiyi Đngiltere’de de gerçekleştirmek istiyordu. Bu istek; Kral’ın, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğu yönündeki düşünceye dayanıyordu. Belirtilen düşünce Roma Đmparatorluğuna dek uzanan bir düşüncedir ve 16. ve 17. yüzyıllarda yeniden canlandırılmıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:316). Mutlak monarşi yanlısı olan ve parlamentonun yetkilerini küçümseyen, dolayısıyla hakimiyetin kayıtsız şartsız krala ait olması gerekliliğine inanan I. Charles’ın bu düşüncesini hayata geçirip geçiremediğine gelince; I. Charles da saltanatına tıpkı babası gibi pek çok sorunlar içinde başladı. Nitekim O’nun dönemi parlamento ile fırtınalı bir tartışma ortamında başladı. Buna rağmen 1628 yılına gelindiğinde, parlamentonun yetkileri bağlamında geri adım attı. Buna, kralın vergi koyma yetkisinin parlamentonun onayına bağlanması ve insanların haklı bir nedene dayanmaksızın hapsedilmemelerinin hüküm altına alınması örnek olarak verilebilir. Ancak bir yıl sonra 1629 yılında Đngiltere’de durum, kendisi tarafından yine eskiye döndürüldü ve 1640 yılına kadar devam etti. Nitekim bu zaman aralığı parlamentosuz bir dönemdir. Bu dönemde püritan esnaf ve tacirlere çok ağır vergi yükü getirilmiştir. Buna ilaveten I. Charles kendisine itaat etmeyenleri 133 de ağır biçimde cezalandırmıştır. Pek çok püritan lider, görüşlerinden dolayı hapsedilmişlerdir. Ancak belirtilen dönem sonunda Đngiltere’de ve Đskoçya’da çıkan isyan, O’nu parlamentoyu yeniden açmaya zorlamıştır. Parlamento da hızla yetkilerini belirleme üzerine çalışmaya koyulmuştur. Bu alanda kral ile parlamento arasındaki gerginlik de artmış, parlamentoda; kral ve parlamento yanlısı iki grup oluşmuştur. Parlamento yanlısı grup içinde büyük oranda orta sınıf ve püritanlar yer almaktaydılar. Bunlar dini alanda Calvinist sistemi benimserlerken, dini ve politik alana ilişkin kralın yetkilerinin de azaltılması taraftarıydılar. Kralcı grup ise “Centilmenler” olarak adlandırılmaktaydı. Bunlar aşırı protestanizme karşıydılar ve büyük çoğunluğu toprak sahibi olan kimselerdi. Bununla beraber bu iki grup kralın despotizmine karşı direnmek gerekliliği hususunda hemfikirlerdi (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:326). Bu durum, dönemin Đngiliz Parlamentosundaki fikir ayrılığının din temelli olduğunu, ancak kralın ve parlamentonun yetkileri gündeme geldiğinde, parlamento içinde uyumun söz konusu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu da kuşkusuz halkın, özellikle ticari alana ilişkin isteklerinin yasal alt yapısının oluşturulmasında önemli rol oynamıştır. Bununla beraber kral ile parlamento arasındaki söz konusu yetki çatışması beraberinde, Oliver Cromwell önderliğinde 1642 yılında krala karşı girişilen mücadeleyi getirmiştir. Böylelikle I. Elizabeth dönemi sonrasında, 17. yüzyılın ilk yarısında belirtilen krallar vasıtasıyla yeniden canlandırılan mutlak monarşinin dini alt yapısı da ortaya konmaktadır. Mutlak monarşi isteğinin söz konusu gerekçesi o dönem Đngiltere’sinden ziyade, Avrupa’da bu yönetim biçimini benimseyen ve uygulayan diğer krallar ve dolayısıyla ülkeler için de geçerliydi. Ancak Đngiltere’de bu isteğin uygulamaya geçirilmesi, 1618 yılına gelindiğinde çok önemli bir zorlukla karşılaştı. Nitekim bu tarihte patlak veren Otuz Yıl Savaşları sırasında I. James döneminde Đngiltere’nin küçük bir bölümünde yerel bazda krizler yaşanmaya başlandı. I. Charles döneminde ise bu krizlerin şiddeti arttı ve bu çalkantılı dönem I. Charles’ın 1649 yılında idam edilmesine kadar sürdü. Ardından 11 yıl boyunca Đngiltere yönetiminde Oliver Cromwell vardı ve bu dönemde bir nevi Cumhuriyet rejimi yaşandı. Bu 134 durum I. Charles’ın oğlu, II. Charles’ın kral olmasına dek sürdü (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:315). Đngiltere tarihinde 1640 yılında I. Charles tarafından parlamentonun yeniden açılmasıyla temelleri atılan ve idam edildiği 1649 yılına dek süren ve değinilen ortamın oluşmasına yol açan sivil savaş dönemi aşağıda ele alınmıştır. Đngiltere’de ilki 1642–1646 yılları arasını kapsayan sivil savaş dönemi, Wallbank, Taylor ve Bailkey'e göre şu şekilde işlemiştir; “Denizlerin kontrolü, daha çok ekonomik kaynak ve önder ülke olabilme adına mutlak monarşi anlayışına karşı gerçekleştirilmişti. Đskoçlarla sağlanan ittifak ve olağanüstü askeri lider vasfına sahip Oliver Cromwell sayesinde bu mücadele sonucunda kralın ordusu karşısında 1646 yılı sonunda zafere ulaşılmıştır. Đzleyen iki yıl boyunca ise Kral I. Charles, çabaları sonucunda Đskoçlarla gizli bir ittifak kurmayı başarmıştı. Akabinde 1648 yılında sivil savaş ikinci kez başladı. Kralın ordularının bir kez daha yenilmesinin ardından I. Charles Ocak 1649 tarihinde idam edildi. Sonuç olarak; söz konusu sivil savaş, politik ve dini temelliydi. Bu bağlamda Avrupa Kıtası’nda verilebilecek en başta gelen örnek Đngiltere’deki bu mücadeledir. Söz konusu sivil savaş, otuz yıl savaşlarıyla kıyaslandığında da farklılık gösterir. Nitekim Đngilizlerin mücadelesi monarşiyi tamamen kaldırmak ve hükümetin daha çok halk yanlısı yönetim gerçekleştirmesini isteyenler ile bu temel görüşün karşısında yer alanların yerel çaplı giriştikleri bir mücadeledir. Bu mücadele Đngiltere tarihinde hükümet yönetiminin yapısallaşması ve demokrasinin gelişmesine çok büyük katkı sağlamıştır. Diğer yandan sivil savaş, Tudor Hanedanlığı döneminden kalma kanunların yeniden ele alınıp düzenlenmesine ve halk ile parlamento arasında işbirliği kurulmasına olanak sağlamıştır. Örneğin vergi konusunda parlamento hızla bağımsız olmaya başlamıştır (Wallbank, Taylor, Bailkey ve 1962:325-326). Belirtilen dönem Cromwell’in 1658 yılında ölümüne kadar devam etmiştir. Bu dönemi de kısaca özetlemekte yarar vardır. Cromwell dönemini Beaud şu şekilde ifade etmektedir: “Ekonomik planda Cromwell de merkantilist bir politika izledi. Ama çok daha saldırgan bir politikaydı bu. Kriz karşısında, 1651’de, ilk deniz ulaşımına ilişkin 135 düzenlemeyi (Gemicilik Yasası) yayınladı. Buna göre, Avrupa malları ancak Đngiliz gemileriyle taşınabilecekti. Afrika, Asya ve Amerika’dan taşınacak mallar da Đngiliz gemileriyle, değilse bile sömürge gemileriyle taşınacaktı. Deniz taşımacılığıyla ilgili ikinci bir düzenleme 1660’ta yayınlandı. Bu düzenlemeye göre, geminin kaptanı ve mürettebatın en az dörtte üçü Đngiliz olacaktı. Yüzyılın ikinci yarısında Hollanda’ya karşı verilen savaş, buhran döneminde iki ulusal kapitalizm arasındaki düşmanlığın ne kadar keskin olduğunu gösteriyordu” (Beaud, 2003:34). Dolayısıyla Đngiltere’nin, ticarete ilişkin yapılan bu düzenlemeleri, bu alandaki en önemli rakibi Hollanda’yı göz önünde tutarak gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Đlki Oliver Cromwell döneminde çıkarılan gemicilik yasalarının etkileri sadece o dönemle kısıtlı değildir. Cromwell’in yönetimde olduğu söz konusu 11 yıllık süreç içinde, 1651 yılında çıkardığı meşhur gemicilik yasası ile Afrika’dan, Amerika’dan ve Asya’dan Đngiltere’ye getirilen tüm mallar, yapımı, sahibi ve tayfaları Đngiliz olan gemilerle taşınacaktı. Đngiltere’den belirtilen yerlere ihraç edilen tüm mallar için de bu kural geçerliydi. Böylelikle bir ada krallığı olan Đngiltere’nin, dünya ticaretinde rakipleri karşısında sürdürülebilir bir egemenlik kazanmasının temelleri, vurgulanan düzenlemeyle atılmış oldu. Yani daha 17. yüzyılın ortasından itibaren Đngiltere bu konuma gelmeye başladı. Diğer yandan Đngiltere’nin belirtilen konuma gelmesinde tekstil sektörünün payı da yadsınamaz. Nitekim Đngiltere’nin yün endüstrisi dünyada rakiplerine nazaran en önde gelmekteydi (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:378). “Diğer yandan Cromwell dönemi Đngiltere’sinde 1653 tarihinde püritan ordusu hâlâ parlamentoya güvenmiyordu. Bunun üzerine yeni bir yönetim oluşturdu. Bu süreçte Cromwell her ne kadar diktatör bir görünüm oluştursa da, ılımlı bir yapısı vardı ve dini alanda hoşgörü olması gerekliliğine ve yasal yönetime inanıyordu. Ancak Cromwell 1658 yılında öldü. Ardından 1660 yılında sürgünde olan I. Charles’in oğlu Charles Stuart Đngiltere’ye döndü ve II. Charles olarak kral oldu” (Wallbank, Taylor, Bailkey ve 1962:327). II. Charles’in krallığı, 08 Mayıs 1660 tarihinde toplanan parlamentonun, kendisini kral ilan etmesiyle başladı. Çok aktif olamayan II. 136 Charles’in 06 Şubat 1685 tarihinde ölmesi üzerine, yerine York Dükü II. James geçti. II. James, izlediği Katolik yanlısı politikalar yüzünden özellikle orta sınıfın nefret ettiği bir kraldı. Küçük fakat güçlü bir Lord’lar grubu Orange Hanedanlığı’na mensup olan William’ı, Đngiltere’yi bu durumdan kurtarmak üzere ülkeye davet ettiler. William bu daveti kabul ederek, 1688 yılında II. James’in Fransa’ya kaçması üzerine, başa geçti ve XIV. Louis de dahil olmak üzere pek çok alanda mücadeleye girişti (Kammen, 1970:1). Dönem Đngiltere’sindeki merkantilist anlayışla uyumlu düzenleme ve uygulamaları da özetlemek gerekirse; Đngiltere’de Kraliçe I. Elizabeth (1558– 1603) döneminde merkantilist politikalar uygulanmış ve sonrasında da Stuart Hanedanlığı ve Oliver Cromwell tarafından devam ettirilmiştir. Dönem hükümdarlarının pek çoğu kolonileşmeye büyük önem vermişler, ticari şirketlere monopol konuma gelme imkanı yaratan ayrıcalıklar sağlamışlardır. Diğer yandan vatandaşların ekonomik faaliyetlerini çok çeşitli yollarla kontrol altına almayı da ihmal etmemişlerdir. Bununla ilgili en ilgi çekici örnek ilk defa Kraliçe I. Elizabeth dönemi Đngiltere’sinde rastlanan aylaklığa karşı ve üretimi teşvik edici düzenlemelerdir. Đkincisi ise, “Gemicilik Yasası”dır. I. Elizabeth döneminde 16. yüzyılın sonlarına doğru yapılan yasal düzenlemeler arasında; fiyatların sabitlenmesi, çalışma saatlerinin düzenlenmesi ve çalışabilecek durumda olan her vatandaşın ticaretin belli alanlarında zorla çalıştırılması gibi düzenlemeler bulunmaktaydı. Gemicilik Yasası’nın ilki Oliver Cromwell zamanında 1651 yılında, Hollanda’nın ticari taşımacılıktaki üstünlüğüne son verebilmek amacıyla çıkarılmıştır. Nitekim yasaya göre, tüm kolonilerden Đngiltere’ye yönelik ihracat, Đngiliz gemileri vasıtasıyla yapılmalıydı. Đkinci Gemicilik Yasası ise, 1660 tarihlidir. Bu yasa ise, belirtilen taşımacılığın sadece Đngiliz gemileriyle yapılabilmesi yanında, kolonilerden bazı ürünlerin doğrudan Kıta Avrupa’sındaki limanlara gönderilmesini de yasaklıyordu, bu yasaklı ürünler listesinde özellikle tütün ve şeker de yer alıyordu. Belirtilen bağlamda yasaklı listesinde yer alan ürünler zorunlu olarak önce Đngiltere’ye gönderilmeliydi. Buradan da gümrük resminin ödenmesi koşuluyla, talep edilen yerlere gönderiliyordu. Tüm bu düzenlemeler kolonilerin, ana ülkenin zenginleşmesine hizmet etmeleri prensibine 137 dayanıyordu (Burns, 1963: 496). Vurgulanageldiği üzere 17. yüzyılda Đngiltere’nin en başta gelen ticari rakibi Hollanda idi. Nitekim bu durum, söz konusu gemicilik yasalarının çıkarılış gayesinden de anlaşılmaktadır. Bu yasaların özünde monopol güç elde ederek rekabette üstünlük sağlama ve dolayısıyla ticaretten daha çok kazanç sağlama gayesi bulunmaktadır. 3.2. Demografik ve Sosyal Durum 16. yüzyılda Đngiltere’ye, Galler bölgesinden, Đrlanda’dan ve Kıta Avrupa’sından pek çok göçmen gelmiştir. Ancak sayıları tam olarak bilinmemektedir. Đngiltere’de aynı dönemde iç göç de yaşanmaktaydı. Đngiltere’nin nüfusuna gelince, 1530 yılındaki nüfus tahminen 3 milyon, 1600 yılında 4 milyonun üzerinde, 1700 yılında ise 5,5 milyonun üzerindeydi (Hill, 1967:30). Dönem Đngiltere’sinin nüfusuna ilişkin bu rakamlar, “Coğrafi, Demografik ve Sosyal Durum” başlığı altında ele alınan aynı dönem Avrupası’nda, Đngiltere’nin nüfusu için verilen rakamlarla uyumludur. Bu noktada Đngiltere’nin 18. yüzyılın son çeyreğinde yaşadığı endüstri devrimine vurgu yapmak yararlı olacaktır. Çünkü bu devrimin temelleri 17. yüzyılda atılmaya başlanmıştı. Nüfusun artışı sonucunda Londra veya diğer büyük şehirlere yönelim oluyordu. 1635 tarihli veba salgını da, Newcastle nüfusunun yaklaşık yarısının yer değiştirmesine neden olmuştu (Hill, 1967:32). Söz konusu nedenlerle kırsal alandan şehirlere doğru hareketlilik yaşanması, beraberinde kırsal alan ile şehirler arasındaki ilişkinin yoğunlaşmasını ortaya çıkarmıştır. Bu da sosyal tabakaların karışımı, yani sınıf ve mesleklerin kaynaşması gibi bir dönüşüme yol açmıştır. Bu süreci Wilson şöyle yorumlamaktadır; “Đngiliz geleneğinde hiçbir şey tacir ve arazi sahipleri vasıtasıyla, şehir ve kırsal alanın düzenli bir biçimde birleşmesi kadar önemli değildir. 16. ve 17. yüzyıllarda Batı Avrupa ve Akdeniz kıyılarında ticaret artmış ve tacirler önemli hale gelmişlerdir. Bazıları sosyal engelleri aşarak statülerini geliştirmişlerdir. Fakat genelde sosyal hareketlilik önündeki engeller Đngiltere’dekine nazaran daha kuvvetliydi. Feodal yapıdan kurtulan ülkelerde ticari başarı elde etmiş şehir ve limanlar ortaya çıkmaktaydı. Đngiltere’de toprak sahipleri sadece merkezde 138 değil, kasabalarda da kapalı kast sistemine son verdiler. Başarılı tacir ve avukatlar da bu hareketin içinde yer aldılar. Bacon, Brownlow ve Coke gibi seçkin avukatlar, Cranfield, Ingram, George Downing ve William Blathwayt gibi idareciler; William Okayne, Josiah Child ve Charles Duncombe gibi zengin tacirler çok sayıda gayrimenkul satın aldılar, şövalyelik elde ettiler, baron payeleri ve asalet kazandılar. Bunların kızları orta sınıf ve aristokrasi sınıfından kimselerle evlendiler. Orta sınıf ailelerin genç çocukları ticaretle uğraşmaya başladılar. Londra’ya gelerek finans ve ticaretten servet elde ettiler. Böylelikle geleneksel statülerinden, centilmenliğe ulaştılar” (Wilson, 1965:10). Đngiltere’de bu sürecin yaşanması, Kıta Avrupa’sında örneğin Fransa’dakinin aksine, sınıfların kaynaşmasına ilişkin sosyal hareketliliğin göreli serbestisinden kaynaklanmıştır. Bu şekilde belirginleşen sosyal tabakaların karışımı, yani sınıf ve mesleklerin kaynaşması, kasaba ve şehirler arasında ilişkinin yoğunlaşması, Đngiltere’nin sosyal ve ekonomik gelişmesinde çok önemli rol oynamıştır. Nitekim bu durum ticarete güven ve nüfuz sağladı. Yüzlerce arazi sahibinin azalan servetlerini tekrar kuvvetlendirdi. Dahası hükümetin politikalarında akıl ve toplumsal etki belirleyici oldu. Aksi olsaydı, Đngiltere’de de hükümetler tıpkı Kıta Avrupa’sında sık sık olduğu gibi zor durumda kalacaklardı. Oysa Đngiltere’de ulusal ekonomi politikasının düzenli gelişimi, ortak başarı için bir araya gelen toprak sahibi ve işadamlarının etkisiyle gerçekleşmiştir. 17. yüzyıl boyunca birbirini izleyen hükümetler bunların isteklerini göz önüne almışlardır. Sivil savaş öncesi ve özellikle sonrasında himayecilik, vergi politikası, gemicilik yasası gibi konularda hükümet, tacirlerin isteklerine kulak vermiştir9. Hatta 1664 yılında Hollanda ile yapılan savaş sırasında bile bu durum, biraz azalsa da, devam etmiştir (Wilson, 1965:11). Oysa Fransız politikası, Đngiltere’nin tersine çok daha kralın etkisi altındaydı ve bu durum XIV. Louis döneminde daha belirgin bir hâl almıştı10. 9 Đngiltere bakımından belirtilen gelişmeler; bu ülkeye yönelik, “Siyasi Durum ve Yönetim Anlayışı” şeklinde, bundan önceki alt başlık altında kapsamlı bir şekilde ortaya konulmuştu, s.130137. 10 Fransa’ya ilişkin ifade edilen bu tespit ile ilgili gelişmeler de, bu defa söz konusu ülkeye yönelik, yine aynı alt başlık altında detaylı olarak incelenmişti, s.87-92. 139 Tablo 7. 17. Yüzyılda Đngiltere’de Sosyal Sınıflar ve Gelirleri Aile Başına Aile Sayısı * Yıllık Gelir Katmanın Toplam * Geliri Lordlar 186 2.590 481.800 Baronlar 800 880 704.000 Şövalyeler 600 650 390.000 Soylu Delikanlılar 3.000 450 1.350.000 Tacirler (deniz ticareti) 2.000 400 800.000 12.000 280 3.360.000 Devlet Görevlileri 5.000 240 1.200.000 Tacirler (kara ticareti) 8.000 200 1.600.000 10.000 140 1.400.000 5.000 120 600.000 40.000 84 3.360.000 Donanma Subayları 5.000 80 400.000 Ordu Subayları 4.000 60 240.000 Yüksek Din Adamları 2.000 60 120.000 16.000 60 960.000 Orta Halli Köylüler 140.000 50 7.000.000 Alt Kilise Adamları 8.000 45 360.000 40.000 45 1.800.000 150.000 44 6.600.000 Esnaf 60.000 40 2.400.000 Gemi Tayfaları 50.000 20 1.000.000 364.000 15 5.460.000 35.000 14 490.000 400.000 6,10s 2.600.000 (30.000 kişi) 2 60.000 Centilmenler Hukukçular ve Kanun Adamları Devlet Memurları Zengin Çiftçiler Bilim ve Serbest Meslek Tüccarlar ve Dükkan Sahipleri Çiftlik Kiracıları Gündelikçi ve Irgat Askerler Yoksul ve Topraksız Köylüler Serseriler * Lira olarak Kaynak : Peter Mathias, The First Industrial Nation, 1969, s. 24, aktaran Michel Beaud, Kapitalizmin Tarihi, 2003, s. 35. 17. yüzyıl Đngiltere’sinin ortaya konan toplumsal yapısından hareketle; sosyal sınıflar ve elde ettiği gelirlere, yukarıda Tablo 7’de yer verilmiştir. 140 Söz konusu tabloyu Beaud şu şekilde yorumlamaktadır: “Tablo; 1688 tarihinde Đngiltere ve Galler’de toplumsal sınıflar itibariyle sınıflandırılmış ailelerin, zenginden yoksula doğru yıllık gelirini göstermektedir. Tablodan görüldüğü gibi kırsal kesimin tartışmasız ağırlığı söz konusu. Büyük, orta ve küçük toprak soylularının geliri, esas itibariyle, kendilerine bağlı köylü kitlesinin emeğinden kaynaklanıyor. Açık bir şekilde tabakalaşmış köylü kitlesi, egemen sınıfların ve devletin kullanımına sunulan ulusal zenginliğin de başlıca üreticisi durumunda. Köylü kitlesinin en yoksul katmanlarını, küçük üretici köylüler, ırgatlar ve belediye yardımlarıyla yaşayabilenler oluşturuyordu; bunlar da yeni hayvancılık dalgasından son derece olumsuz etkilenmişlerdi. ….kısaca, hali vakti iyi ve orta halli köylülerin, ticaret erbabının ve mahalli ileri gelenlerin özlem ve istekleri, parlamenter demokrasi, özgürlük ve mülkiyet hakkının güvence altına alınması olarak özetlenebilirdi”11 (Beaud, 2003:34-37). Diğer yandan dönemin Đngiltere’sinde, mülkiyet sahipliği konusunda da karakteristik değişiklikler ortaya çıkmıştır. Her ne kadar feodal yapının izleri tamamen ortadan kalkmasa da, mülkiyet serbestçe alınıp satılmaya başlanmıştı. Buna karşın söz konusu yüzyılda sosyal konumları yükselmekte olan tacirler için bu durum yenilik sayılamaz. Nitekim Wilson’a göre; “Ortaçağın zengin tacirlerinin sosyal statüsü aşağı yukarı şövalye ile eşdeğerdi ve iki sınıf arasında sıkça evlilikler de olmaktaydı. Londra’da bu yüzyılda tacirler, meşhur Frowick ailesi gibi, ön plana çıkmaya başlamıştır. Aynı durum Norfolk, Warwickshire ve Derbyshire’da da görülmekteydi” (Wilson, 1965:9). Bu da ticarette başarılı olmanın, kişilere zenginlik getirme yanında, onlara sosyal statü de sağladığını göstermektedir. Tüm bunlara rağmen, özellikle 17. yüzyılda hükümetin, aristokrasinin politik gücünden endişe duymadığı zamanlarda, soyluların sosyal ayrıcalıklarının üstüne gittiğini de belirtmek gerekir. Daha yüzyılın ilk 11 Özellikle tarımsal faaliyette bulunan köylülerin söz konusu istekleri ile, “çitleme hareketi” denilen uygulama arasında sıkı bir ilişki olup, Đngiltere'nin; “Tarım, Hayvancılık ve Ticaret Temelinde Sanayileşme Politikası” bölümünde bu konu üzerinde durulacaktır, s. 148-150. 141 yarısında mevcut sınıf farklılıklarını önleyici kanunlar çıkarılmıştı (Hill, 1967:34). Bu durum ise, halkın sosyal yapısı ve statüsünün hükümet tarafından göz önüne alındığını ve daha da ötesi bu konuda yasal müdahalelere dahi gidildiğini göstermektedir. 3.3. Bilim Dünyası ve Teknik Yenilikler Đngiltere’de 16. yüzyılın sonları, 17. yüzyılın başlarında feodal yapının hızla yıkılmasıyla önemli derecede sosyal ve ekonomik dönüşüm yaşanmıştır. Teknik yeniliklere yönelik isteksiz yaklaşımlar, Bacon’dan Defoe’ye kadar yerini olumlu yaklaşımlara bırakmıştır. Diğer yandan halkın teknolojik araştırma ve yeniliklere ilişkin olumlu yaklaşımları da düzenli bir şekilde artmıştır (Wilson, 1965:6-7). Bu değişimde, tarım sektörünün ele alındığı bölümde vurgulanacağı üzere, Đngiltere’de baş gösteren ticari kapitalizmin, tarımsal manzarayı da temelden etkilemiş olması önemli bir yere sahiptir. Burada kısaca özetlemek gerekirse; çiftçilik ve yünden hareketle hayvancılığın kârlı hale gelmesi, başta üretim tekniklerinin de geliştirilmesi gerekliliğini zorunlu kıldı. Dolayısıyla yeni aletlerin bu sektörde kullanılmasına ilişkin yoğun uğraşlar ortaya çıktı. Bunun sonucunda; bitki ve tohumları düzenli bir sıra dahilinde toprağa yerleştiren alet, kil ve kireç karışımı kullanılarak, değersiz durumdaki bataklık alanları ekilebilir arazi haline getiren yöntem ve diğer yandan çiftlik hayvanlarının hem daha iyi gelişiminin sağlanması, hem de doğal olarak bu hayvanlardan elde edilen et ve sütün kalitesini ve miktarını arttırılması (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:383), söz konusu alanlarda sağlanan gelişme ve teknik yeniliklere örnek olarak verilebilir. 3.4. Dini Yapı ve Đhtilâflar 17. yüzyılın hemen başlarında kral olan I. James dönemi Đngiltere’sinde (1603–1625) dini açıdan üç eğilim söz konusuydu. Bunlardan ilki Anglikan Kilisesi taraftarları, ikincisi her ne kadar Papa’nın tekrar kontrolüne dönmek istemeseler de, Katolik mezhep yanlıları ve üçüncüsü ise aşırı Protestan diye tanımlanabilecek “Püriten”lerdi. Püritenler çoğunlukla 142 kentte yaşayan orta sınıftan oluşmaktaydı ve bunlar yine ağırlıklı olarak ticaretle uğraşmaktaydılar. Özellikle I.James’in ticarete ilişkin keyfi ve yasal olmayan vergilerine karşı çıkıp, Đngiliz ticaretinin gelişebilmesi için himayeciliği ve dolayısıyla bu yönde kanunlar çıkarılmasını istiyorlardı (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:325). Dönem Đngiltere’sinin bu şekilde kısaca özetlenebilecek dini görünümünde altı çizilmesi gereken husus; çekişme ya da mücadelenin mezheplerarasından ziyade ekonomik yapının daha iyi işlemesi amacıyla yönetim kademesiyle olduğudur. Nitekim Fransa’da dönemin sonuna doğru Protestanlar üzerinde artan baskı ve bunun neticesinde Protestanların başta Đngiltere olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine zorunlu kaçışlarını hatırlamakta fayda vardır. 3.5. 17. Yüzyılda Đngiltere Ekonomisi 17. yüzyıl Đngiltere’sinin özellikle dış ticaret eksenli, dönemin diğer Avrupa ülkeleri ve yine özellikle Fransa’ya nazaran göreli ticari başarısı, siyasi düzenden sömürgeleşmeye, şirket ve şirket yapılarından, sonuç itibariyle ekonomik düzene kadar pek çok unsura dayanmaktadır. Bu unsurlara, bir önceki yüzyılın sonlarından itibaren, zaman zaman dönemin Fransa’sıyla da kıyaslama yapılarak aşağıda yer verilmiştir. Đngiltere’de 1587 yılında, kriz dönemlerinde yoklukla mücadele için ülke içindeki tahıl piyasasına yönelik düzenleme yapılmıştır. Bu düzenleme, Đngiliz tahıl piyasasındaki fiyat dalgalanmalarını önleme yolunda önemli bir uygulamaydı. Endüstri devrimi öncesi Avrupa’da tahıl piyasası çok önemli bir yere sahipti. Nitekim işçi sınıfı gelirinin % 70-80’ini bu piyasa ürünlerine yönelik olarak harcamaktaydı. Bu durum, hasat mevsimindeki dalgalanmalar sonucu ortaya çıkan kıtlık dönemlerine ilişkin devleti önlem almaya itmiştir. 16. yüzyılın sonlarında, Đngiliz Hükümdarlığı kriz dönemlerinde piyasaya müdahale yönünde düzenlemeler yapmıştır. Dolayısıyla bu tablo endüstri devrimi öncesi Đngiltere ekonomisinin yapısal dönüşümüne katkıda bulunmuştur (Nielsen, 1997:1). Yaşanan yapısal dönüşüm, izleyen yüzyılın son çeyreğindeki endüstri devrimine giden süreçte kuşkusuz önemli bir rol oynamıştır. 143 Tahıl piyasasından, ticari hayatın bütününe yönelecek olursak; 17. yüzyıl Đngiltere’sinde tacirlerin öncülüğünde, ticari hayatın çok sıkı düzenlemelere tabi tutulmasından ziyade, serbest rekabetin dolayısıyla serbest ticaretin olması gerektiği düşüncesi hakimdi. Bu durum kuşkusuz aynı dönem Fransa’sında yaşananların tersi bir durumdu. Dolayısıyla Đngiltere’de bu düşünce ve isteğin uygulanmasıyla hem iç hem de dış ticarette artış yaşanmıştır (Ekelund ve Tollison, 1980:582). Dolayısıyla merkantilist dönemde Đngiltere ve Fransa’nın dış politika belirlemelerinde, ekonomik şartların göz önüne alınıp alınmaması bakımından belirgin ve önemli farklılıklar oluşmuştur. Söz konusu farklılık, Fransa’da bu konuya gereğinden az önem verilmesi biçiminde gerçekleşmiştir (Viner’den aktaran Blaug, 1991b:103). Diğer yandan söz konusu dönem Đngiltere’si, serbest girişimcilik altında, Fransa'daki katı merkantilist uygulamalara nazaran daha hızlı gelişmiştir. Bunun sonucunda merkantilist dönemde Đngiltere, serbest ticarette göreli üstünlük sağlayarak hakimiyet elde etmiştir (Pauling’den aktaran Blaug, 1991d:93). Nihayet Đngiltere 17. yüzyılda; 1664–1667, 1672–1674 ve 1689–1697 yıllarında Hollanda ile yaptığı savaşlar neticesinde, bu ülkenin üstünlüğüne de son vermiştir. Bu duruma, Parlamentonun tacirleri destekleyici ve ticareti teşvik edici kararları da eklenince, 17. yüzyılın son 10 yılında önemli gelişmeler yaşanmış, dolayısıyla Đngiliz Đmparatorluğu hızlı bir biçimde yayılmıştır (Kammen, 1970:2). Bu bilgiler, Đngiltere’nin parlamenter sistemin işlemesi ve ticaretin serbestleştirilmesi hususunda, çağdaşı Fransa karşısında önde gittiğini göstermektedir. Dönemin Avrupa ülkelerinde uygulanan ekonomik politikalardan hareketle konuyu daha da detaylı ele alacak olursak; söz konusu politikalar, 16. yüzyılın başlarından 18. yüzyılın sonlarına kadar aşağı yukarı benzerlik gösterirken, Đngiltere’de ise, yönetim sisteminde yaşanan değişme ve gelişme paralelinde, uygulanan ekonomik politikalarda da bir değişme ve gelişme yaşanmıştır. Kıta Avrupa’sında pek çok ülkede 16. ve 17. yüzyıllarda mutlakıyetçilik yükselirken, Đngiltere’de bunun tersine bir süreç işlemiş ve 144 parlamentonun kontrolünde bir monarşi yönetimi yaşanmıştır (Cameron, 1989:54). Uygulanan ekonomik politikalardaki değişim bağlamında, ekonomide analitik tekniklerin kullanılmaya ve bu alanda düzenli gelişmenin yaşanmaya başlaması da, I. James dönemi Đngiltere’sine dek uzanmaktadır (Blaug, 1991ç:64). Bu husus siyasetin, örneğin gemicilik yasalarında olduğu gibi, ekonomiye ilişkin yasal düzenlemelerin, doğal olarak ekonomiyi doğrudan etkilediğini ortaya koymaktadır. Diğer yandan nüfus, özellikle kent nüfusu, tarımsal artıktan çok daha hızlı yükselmiştir. Kırsal alandan kentlere doğru yaşanan göç sonucunda, 1605–1661 yılları arasında Londra’daki hububat tüketimi tahminen % 230 oranında artmıştır. Bu durum Londra piyasasının geniş ölçekli piyasayı teşvik etmesini sağlamıştır. Besin maddelerine olan talep artışı önce şehirlerin, sonra da Đngiltere’nin çehresini değiştirmiş, tüm ülkede bağlantılı suyolları yapılmıştır. Đngiltere’nin kuzeydoğusunda yer alan üç şehirden Londra’ya yapılan hububat ihracı, sivil savaştan önceki 60 yıl içinde 14 katına çıkmıştır. Bunun dışında zor duruma düşen büyük ya da küçük toprak sahipleri topraklarını satabiliyorlardı. Nispeten ucuz olan bu topraklar yatırım amaçlı veya sosyal istekleri tatmin amacıyla herkes tarafından alınabiliyordu (Hill, 1967:47). Đngiltere ile Kıta Avrupa’sı ülkelerindeki ekonomik politika farklılıklarına ilişkin bir başka durum, Cameron’un yorumuyla şu şekildeydi; “Đspanya ve Fransa’da krallığın finansman talebi, ekonomik kalkınma için gerekli olan rasyonel ekonomi politikalarıyla hiç uyuşmamaktaydı. Đngiltere’de ise, krallıkla parlamento arasında da sürekli yaşanan bu konudaki zıtlaşmadan ve mücadelen, sonuçta parlamento galip gelmiştir. Parlamento, Kıta Avrupa’sındaki pek çok ülkenin aksine, ayrıcalıklı vergi düzenlemelerine asla müsaade etmemiştir. Her ne kadar 1630’lu yıllarda Kral I. Charles hükümetsiz bir yönetim ve hükümetsiz bir vergi toplama düzenine ilişkin bir girişimde bulunmuşsa da, bu girişim silahlı isyanla sonuçlanmıştır. Benzer biçimde 1660 yılından sonra da, II. Charles ve II. James savurganlık girişiminde bulunsalar da, yine Parlamento engeliyle karşılaşmışlardır. Bu 145 noktada örneğin Parlamento 1672 tarihli Hollanda ile yapılan savaşın finansmanını bahane göstererek mali disiplin uygulamıştır. 1688–1689 Devriminden sonra ise fon ihtiyacını karşılamak üzere Đngiltere Bankası kurulmuştur. Finansal sistemde sağlanan bu başarı kuşkusuz birden bire olmamış, geçmiş dönemlerde özellikle savaş yıllarında bir takım krizler de yaşanmıştır. Sağlanan söz konusu başarı Parlamento’da yer alan aristokratlar, arazi sahibi orta sınıf, zengin tüccarlar ve diğer grupların etkili gayretleriyle gerçekleşmiştir. Sonuç olarak Đngiltere’de parlamentonun gücünün artması ve devlet giderlerinin bir disiplin altına sokulması kamu finansmanını çok daha iyi bir duruma getirmiştir. Vergi sistemi Avrupa’nın diğer ülkelerine nazaran çok daha fazla rasyonel temellere dayalıydı. Đngiliz girişimciler ise fırsatçılık ve özgürlükten yanaydılar” (Cameron, 1989:155). Parlamento’da yer alan aristokratlar, arazi sahibi orta sınıf, zengin tüccarlar ve diğer grupların etkili gayretleriyle sağlanan söz konusu başarıda bu kesimlerden, çalışmanın konusu gereği tacirlerin rolleri, dönem boyunca ticari alandaki sağlanan gelişmenin daha iyi anlaşılmasına olanak sağlayacak olması bakımından anlam ifade etmektedir. Bu bakımdan aynı dönem Đngiliz tacirlerinin durumuna gelince; tacirler 17. yüzyıl Đngiltere’sinde hükümetler üzerinde oldukça etkiliydiler. Bu durum, birlik halinde davranmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Nitekim daha yüzyılın ortasına varmadan aynı işkolunda yer alan tacirler ortaklıklar kurarak önce yerel yönetimlerin isteklerine kulak vermelerini sağlamışlardır. Örneğin 1637 yılında Londra’da sabun üreticileri bu anlamda örgütlenmişlerdir. Tacirlerin bu yönlü davranış ve çabaları yeni yeni endüstrilerin doğmasını da beraberinde getirmiştir. Nitekim 1650’lerde kömür ticareti ile uğraşanların ulaşmış oldukları güç, tüm bu belirtilenleri destekler niteliktedir. Kaldı ki tacirlerin hükümetler üzerindeki etkinliğini tüm yüzyıl açısından belirtmek yanlış olmaz. Örneğin daha 1622 yılında Thomas Mun tüccar sıfatıyla, Lionel Cranfield ise hükümet yetkilisi sıfatıyla bir araya gelip, ticaretin gelişmesi ve devletin büyümesi için neler yapılabileceği üzerine ortak çalışma yapmışlardır. Yüzyılın ortasına gelindiğinde ise, pek çok bakımdan ilk sayılabilecek ayrıntılı bir yasal düzenleme yapılmış, 1651 tarihli “Gemicilik Yasası” yürürlüğe 146 konulmuştur. Bu gelişmeler sonucunda büyük şirketlerin temsilcisi tacirler, mecliste çoğunluğu sağladılar. Krallar ve hükümetler ise tacirleri koruyup yardımda bulundular (Kammen, 1970:17). Yani dönem Đngiltere’sinde krallar, hükümetler ve parlamentoların başta ticari alana ilişkin bu olumlu yaklaşım ve uygulamalarında, tacirlerin büyük rolü olmuştur. 3.5.1. Şirketler ve Şirketlerin Yapısı Bireysel yatırımların bir araya getirilmesine ortaçağ tacirlerinde dahi rastlanmaktadır. Đngiltere’de anonim şirket türü kuruluşlar ilk defa 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Đngiltere için bu bağlamdaki şirketleşmenin kökeni belirtilen yüzyıla dek uzanmaktadır. Öte yandan özellikle gemicilik ve madencilik alanlarında şirketleşme görülmüştür. Bunların ilki 1553 yılında kurulan ve denizcilik alanında faaliyet gösteren “Muscovy Company” dir. O dönemde deniz ticareti bir sürü tehlikelerle doluydu. Bu bakımdan bireysel faaliyetler çok büyük bir risk taşımaktaydı. Dolayısıyla ortak girişimlerle risk azaltılmaya çalışılmıştır. Daha sonra bu girişimler “düzenleyici şirket” ismiyle anılmaya başlanmıştır. Bu şirketlerin özellikle dış ticarette yıldızları parlamıştır. “Muscovy Company” dışında 1579 tarihli “Eastland Company” ve 1581 tarihli “Levant Company” bu şirketlere örnek olarak gösterilebilir. 17. yüzyıla gelindiğinde ise, Đngiltere’de şirketlerin ekonomik gücü iyice artmıştı ve aynı zamanda ulusal öneme sahiptiler. Yatırım patlaması yaşanmakta ve yeni yeni şirketler ortaya çıkmaktaydı. Nihayet kurulan tüm bu şirketlerin temel amaçları ise, monopol güç elde edebilmekti (Clapham,1957:262-263). Bu noktada ticaretin finansmanında önemli yere sahip olan, Đskoçya ve Đngiltere Bankalarının da bu dönemde kurulmuş olduklarını belirtmek gerekir. Bu bağlamda Đngiltere’nin finansman ihtiyacına ilişkin süreçten de bahsetmek, konunun bütünlüğü açısından kuşkusuz önemli ve gereklidir. Đngiltere’de 17. yüzyılda yaşanan, özellikle ticaret alanındaki belirtilen gelişmeler, ortaya finansman ihtiyacını da çıkarmış, söz konusu ihtiyaç 17. yüzyılın ilk yarısı boyunca devam etmiştir. Fakat kreditörler ve kamulaştırma faaliyetleri sorun yaratmıştır. Bu kötü durum parlamentonun 1649 yılındaki kararıyla, Kral I. Charles’in başının kesilmesiyle son bulmuştur. Benzer 147 durumla II. Charles döneminde 1672 yılında tekrar karşılaşılmış, devlet hazinesinin tüketilmesi yanında, sermayedarların 1/10’u iflas etmiştir. Bu risklerden ötürü krallığa borç verenler, % 8 yerine, % 12 faiz talep etmişlerdir. Tefecilikte ise oran, % 16 ile tavan yapmıştır (Quinn, 2001:595). Yani söz konusu olumsuzluklar faiz oranlarının yükselmesine yol açmıştır. Yüksek faiz oranları ise, detaylı bir şekilde üzerinde durulacak olan Sir Josiah Child’ın, temel eleştiri konularından biri olmuştur. Ancak vurgulanan olumsuz tablo ilerleyen süreçte değişmiştir. Çünkü parlamentonun etkinliğini arttırmasıyla gerçekleştirilen yapısal değişiklikler hükümete güveni beraberinde getirmiş, 50 yıl içinde faiz oranları % 3’e düşmüştür. Dolayısıyla parlamento şirketlerin önünde ufuk açmıştır. Böylelikle parlamentonun yeni rolü, değişiklikten kaynaklanabilecek tehlikeleri azaltmak olmuştur. Gerçekten de sonraki her bir kral değişikliğinde, parlamentonun yetkisinin genişletilmesi gerçekleşmiştir. Gelişme bununla sınırlı kalmamış, parlamentoya duyulan güven ekonomik gelişmenin artmasına da yol açmıştır. Bunun sonucunda da hükümet yeni tip, uzun ve kısa vadeli borçlanmaya gitmiş, daha geniş kesimden borçlanmış, piyasada derinlik yaratarak likiditeyi arttırmıştır. Pek çok bankayla müzakerede bulunulsa da, en çok Đngiltere Bankası ile Doğu Hindistan ve Güney Deniz Şirketlerinden borç sağlanmıştır. Daha az risk, likidite ve yeni ürünler, parlamentonun yeni gücü sayesinde ortaya çıkmıştır (Quinn, 2001:596). Yüzyılın sonlarına doğru, 1690'lı yıllardaki Hollanda ile girişilen savaşın finansmanı hükümetin fon talebini arttırmış olsa da, 10 yıldan fazla bir süre faiz oranları yine düşük kalmıştır. Örneğin Đngiltere Bankası % 8 borç faizi uygulamıştır. Banka 1707 yılında sermayesini arttırdığında ise, oran % 6’ya gerilemiştir. Ardından 1716’da % 5’e düşen borç faiz oranı, 1742 yılında % 3’e gerilemiştir. Buradan hareketle Đngiltere’nin endüstri devriminden önceki yapısıyla ilgili durumun püf noktasını, bireysel yatırımlar ile yönetimin güvenilirliği arasındaki ilişki oluşturmaktaydı denilebilir. Nitekim yapıyı mali güvenilirlilik değiştirmiştir. Sermaye gereksinimini düzenlemeler yapılmıştır (Quinn, 2001:596). sağlayacak yasal 148 Konuyu tamamlamadan önce 17. yüzyılın ikinci yarısında Londra ve Amsterdam’ın, Avrupa’nın finans merkezleri haline gelmiş olduklarını da belirtmek gerekir (Sperling’den aktaran Blaug, 1991b:257). Tüm bunlar, ekonomiye ilişkin mevzuat düzenlemeleri yanında, güven ortamının sağlanmış olmasının ne denli önemli olduğuna işaret etmektedir. Sonuç olarak; Đngiltere’de hükümetin ortalama yıllık geliri 16. yüzyılda 500.000 pound düzeyinde iken, bu rakam izleyen yüzyılda yine yıllık bazda ortalama 7.500.000 pounda yükselmiştir. Bu artışın bir kısmı enflasyondan kaynaklansa da, asıl olarak imalât endüstrisindeki gelişme ve büyüme ile dış ticaret söz konusu artışta çok etkili olmuştur (Durant, 1963:304). Nitekim bir önceki yüzyıla göre 17. yüzyılda ortalama yıllık gelirin % 1400 oranında artmış olmasında, imalât endüstrisinde yaşanan gelişmelerin yanında, hem yüzyılın hemen başlarında faaliyete geçen “Doğu Hindistan Şirketi” ve hem de ilki 1651 yılında çıkarılan ve izleyen yıllarda da yenilenen “Gemicilik Yasaları”nın önemi kuşkusuz yadsınamaz. 3.5.2. Tarım, Hayvancılık ve Ticaret Temelinde Sanayileşme Politikası 17. yüzyıl Đngiltere’sinde yaşanan sanayileşme sürecinde tarım, hayvancılık ve ticarete ilişkin değişim sürecinin ortaya konulması, konunun bütünlük sağlanarak daha iyi algılanmasına imkân verecektir. Bu bağlamda Crouzet'e göre; “Đngiliz tarihinde ve ekonomisinde yün, yün imalâtı çok önemli bir yere sahiptir. Bu önem aynı şekilde, kapitalizmin yükselişini de teşvik etmiştir. Bu durum 17. yüzyılda ve 18. yüzyıla geçiş sürecinde Đngiliz ve Fransız ekonomilerinin kalkınmasında farklı etkiler ortaya çıkarmıştır. Söz konusu sektördeki gelişmeler 18. yüzyıl Đngiliz Endüstri Devriminin hazırlayıcısı olmuştur. Nitekim Đngiltere 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın başlarından itibaren endüstri devrimi sürecinden geçmekteydi. Bu dönemde bir dizi teknik buluş gerçekleştirilmiş ve kömür veya kok kömürüne dayalı yeni endüstriler doğmuştur. Söz konusu durum aynı dönem Fransa’sında yaşanmamaktaydı. Dolayısıyla Đngiltere 1540–1640 yılları arasını kapsayan dönemde özellikle madencilik, metal üretimi, cam ve yünlü 149 mamullere ilişkin kişi başına üretimde Fransa’nın önünde yer almaktaydı” (Crouzet, 1990:12-13). Bu noktada, dönem Đngiltere’sinde, hayvancılık ve dolayısıyla yün ve yün endüstrisinde önemli bir yeri olan çitleme hareketinden bahsetmek yararlı olacaktır. Đngiltere’de toprağı kuşatma hareketi olarak da adlandırılan çitleme hareketi, her ne kadar Tudor Hanedanlığı döneminde başlamış olsa da, zamanla çiftçilikte uygulanan metotların değişmesi ve parlamento üyelerine ilişkin belirtilen sınıf değişikliği neticesinde, parlamentoca çıkarılan özel yasalar bu sürece yardım etmiş ve hızlandırmıştır. Böylelikle yüzlerce yıldır köylülerinin sığırlarını otlattıkları kamu arazileri ve küçük çiftlikler ticaretle uğraşan toprak sahipleri tarafından satın alındı. Bunun sonucunda da bu küçük arazi parçaları birleştirilmiş oldu. Bu da beraberinde bu sektörde büyük ölçekli girişimleri doğurdu. Diğer yandan tekstil endüstrisinde artan yün talebini karşılamak için koyun sayısının arttırılması gerekliliği, tarıma elverişli geniş arazilerin çitle çevrilmesini beraberinde getirdi (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:383). Özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısında belirginleşen çitleme hareketine rağmen, Đngiltere’de baş gösteren ticari kapitalizm, tarımsal manzarayı da karakteristik bir biçimde değiştirdi. Çiftçiliğin kârlı hale gelmesi ticaretle uğraşan orta sınıfı bu sektöre çekti. Bunlar geniş araziler alma yoluna gittiler. Çünkü toprak sahibi olmak soyluluğun da alametiydi. Toprak ve ticaret arasındaki bu ilişki parlamentoda güçlü olan yeni bir grubun doğmasına yol açtı. Özellikle bu sınıf kaynaklı olarak, ulusal mallara olan talep de arttı. Bu durum olumlu bir biçimde tarım sektörüne yansıdı. Böylelikle bu sektördeki ilkel üretim teknikleri demode olmaya başladı. Yeni toprak sahipleri iş dünyasındaki yöntemleri yeni yöneldikleri sektöre de taşıdılar. Yeni aletlerin bu sektörde kullanılmasına ilişkin cesurca atılımlar, verimlilik artışını da beraberinde getirdi. Tarımda kullanılan yeni aletlere; Jethro Tull’un (1674– 1741) bitki ve tohumları düzenli bir sıra dahilinde toprağa yerleştiren aleti örnek verilebilir. Öte yandan Viscount Charles Townshend (1674–1738) kil ve kireç karışımı kullanarak, değersiz durumdaki bataklık alanları ekilebilir arazi 150 haline getiren bir yöntem buldu. Yine Robert Bakewell ise (1725–1795) çiftlik hayvanları üzerinde çalışarak hem hayvanların daha iyi gelişimini, hem de bu hayvanlardan elde edilen et ve sütün kalitesini ve miktarını arttırmayı başardı. Đngiltere’de tarım alanında örnek verilen bu reformlar yaşanırken, aynı durum Kıta Avrupa’sı için geçerli değildi (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:383). Dolayısıyla çitleme hareketi her ne kadar tarım sektörünü olumsuz yönde etkilese de, bu sektörde yaşanan söz konusu bir dizi yenilik ve toprağın verimliliği bu olumsuzluğu azaltmada etkili olmuştur. Nitekim Đngiltere yüzölçümü bakımından, Fransa’ya nazaran küçük olsa da, hem belirtilen tarım ve hayvancılık sektörlerine ilişkin yenilikler, hem toprağın verimliliği, hem de yönetimin Fransa’ya nazaran halka olumlu yaklaşımı belirtilen durumu fazlasıyla telafi etmekteydi. Öte yandan coğrafi bakımdan kıtadan ayrı olması, Đngiltere’ye yönelik askeri saldırılar bakımından da cesaret kırıcı olmaktaydı. Đngiltere ve Đskoçya’nın 1707 yılında birleşmesi ise Batı Avrupa’da iç ticaret bakımından geniş bir gümrüksüz alan yarattı. Aristokrasi ve orta sınıf, parlamento ile ticaret ve bankacılık alanında faaliyet gösteren şirketlere egemen olabiliyorlardı. Dolayısıyla Avrupa’nın hiçbir yerinde olmayan biçimde yeni yeni girişimciler ortaya çıkıyordu. Denizlerin kademe kademe kontrol altına alınması, yabancı topraklarda kurulan ticari karakollar, girişilen ve başarıyla sonuçlanan savaşlardan elde edilen ganimetler ve denizaşırı ülkelerde yapılan becerikli ticaret sayesinde Đngiltere ticaretten çok kazanç elde etti ve dünyanın en büyük Đmparatorluğunu kurdu (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:378). Dolayısıyla 17. yüzyıl Đngiltere’sinde, özellikle yüzyılın ikinci yarısında, gemicilik yasaları örneğinde de görüldüğü gibi, ticarete yönelik yapısal değişiklikler yaşanmıştır. Bu da Đngiliz tacirlere ve dolayısıyla Đngiltere’ye avantaj sağlamıştır. Ancak söz konusu avantajın arka planını oluşturan, Đngiltere’nin sömürgeci yayılması ve deniz aşırı ticaret denilince akla ilk gelen Doğu Hindistan Şirketi gibi başka önemli unsurlar da vardı. 151 3.5.3. 17. Yüzyılda Đngiltere’nin Sömürgeci Yayılması Avrupa’da 15. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleştirilen bir dizi teknik ilerleme ve buluşlar beraberinde keşifleri, bu da Avrupa ülkelerinin sömürge elde etme yolunda yoğun bir mücadeleye girişmelerini getirmiştir. Bu bağlamda Đngiltere için okyanusun anlamı dış dünyaya açılmak ve ticaret demekti. Đngiltere’nin söz konusu durumuna geçmeden önce, kısaca konunun evveliyatına bakmak yararlı olacaktır: Portekiz 15. yüzyılda keşif ve denizaşırı ticarette çok hakimdi. Nitekim o dönemlerde Đngiliz satıcılar Portekizlilerin, Batı Afrika, Asya ve Brezilya seyahatlerine katılırdı. Ancak 16. yüzyılda en büyük koloniyel güce, merkez ve Güney Amerika’nın büyük kesimine fetihlerde bulunan Đspanya sahipti. Đspanya böylelikle Portekiz’in sahip olduğu gücü elde etti. Diğer yandan aynı dönemde Hollanda da çok aktifti. Doğu Hindistan baharat ticareti üzerinde egemen oldu ve Portekiz’i 16. yüzyılın sonunda Afrika sahillerinin büyük bir kesiminden çıkardı. Đngiltere’nin 1588 tarihinde Đspanya karşısında bozguna uğraması, daha fazla genişlemesinde cesaret kırıcı olmuştur. Ancak Hollanda’nın Güneydoğu Asya’da varlığını sürdürmesi, Đngiliz Doğu Hindistan Şirketinin Güney Asya’da ayak basacak bir yer bulmasını ve değerli baharat ticareti için bir geçit elde etmesini sağlamıştır. Portekiz’in Afrika ile ticareti ve keşifleri 15. yüzyılda çok gösterişliydi ve Afrika sahilleri boyunca ileri karakolları sıralanmaktaydı. Bu sayede altın, fildişi, baharat ve köle ticareti yapmaktaydı. Ancak nüfuzu altında olan bölgelere yönelik baskınları önlemede aciz kalması, Afrika’da Hollanda ve Đngiliz etkisinin gelişmesine yol açtı, bu da kuşkusuz çok önemli bir durumdu (Samson, 2001:8). Bu önemli durum; Portekiz’in Afrika Kıtası örneğinde olduğu gibi, başlangıçta hakim olduğu sömürgelerinde zamanla etkinliğini yitirmesi sonucu ortaya çıkan boşluğun, Hollanda ve Đngiltere tarafından doldurulmuş olmasıdır. Avrupa’da belirtilen yüzyıllarda Đngiltere’nin sömürge elde etme mücadelesine gelecek olursak; bu süreci Beaud şöyle ifade etmektedir; “Đngiltere’nin sömürge ve deniz gücü daha XVI. yüzyılın sonunda Đspanya’ya karşı ağırlığını koymuştu. XVII. yüzyılda Hollanda’yla karşı karşıya gelmiş, 152 XVIII. Yüzyılda da Fransa’yla kapışmıştı. Đngiltere XVII. yüzyılın başından itibaren sömürgeci bir yayılma başlattı. Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi 1600 yılında Kraliçe I. Elizabeth’in bir yasasına dayanarak kuruldu. Kuruluşundan on beş yıl sonra Hindistan’da, adalarda, Endonezya’da ve Japonya’nın Hirats bölgesinde yirmi kadar şubesi vardı. 1628’de Đran’a, 1688’de de Bombay’a kök salmıştı. Bu arada, Đngilizler 1625’te Barbados’a yerleşip 1664’te Yeni Amsterdam’ı almadan önce, Québec’i (1629), Jamaika’yı (1655) ele geçirdiler. Başta Doğu Hindistan Şirketi gelmek üzere, kurulan şirketler sayesinde, Đngiliz dış ticaret hacmi 1610 ile 1640 yılları arasında on kat arttı, üretim gelişti. 1640’lara doğru bazı kömür üreticileri yılda on ila yirmi bin ton üretim seviyesine ulaşmışlardı ki, yüzyıl önce bu rakam birkaç yüzü geçmiyordu. Fırınlar, demirhaneler, şap ve kâğıt imalâthaneleri birkaç yüz işçi çalıştırıyordu. Tekstil imalâtçıları ve tüccarları evlerde iplik örücüsü ve dokumacısı olarak yüzlerce, bazen binlerce insan çalıştırıyorlardı. Bu ticareti ve sanayiyi harekete geçiren burjuvazi, teşviklere ve korumalara ihtiyaç duyuyordu” (Beaud, 2003:32-33). Burjuvazinin bu ihtiyacı ise, Đngiliz Krallığının dünya çapında güçlü bir imparatorluk kurma hayali ile ortak bir zeminde buluşuyordu. Bu birlikteliği Beaud ise yine şöyle ifade etmektedir; “Ulusal görkem, devletin ve tüccarın zenginleşmesi, dünyaya egemen olma; bütün bunlarda hükümdarla burjuvazi arasında bir uzlaşma temeli bulunuyor. Ne ki, kolay olmayan bir uzlaşma söz konusuydu. Parlamentonun varlıklı sınıfları ilgilendiren vergiler koyma ayrıcalığına riayet etmemesi halkın hoşnutsuzluğuna neden olacak ve patlak veren büyük bir kitle eylemi 1649’da I. Charles’in kellesinin uçurulmasıyla sonuçlanacaktı. Cromwell’in oligarşik bir cumhuriyet kurma girişimi diktatörlükle sonuçlanacak, ama Đngiltere’nin, Đskoçya’nın ve Đrlanda’nın koruyucu Lord’unun iktidarı uzun ömürlü olmayacaktı” (Beaud, 2003:34). Söz konusu teşvik ve korumacılık konusunu, Marx ise şu şekilde ortaya koymaktadır. “Gerçekten de, I. James, ardından I. Charles imtiyazlar dağıttı, tekeller oluşturdu, üretimi örgütleyip düzenleyici denetimler getirdi, yün ihracatını yasakladı, Hollanda ve Fransız kumaşlarından alınan gümrük 153 vergilerini yükseltti, o kadar ki, parlamento kararnameleri, cenaze törenlerinde giyilen elbisenin ve kefenlerin yün kumaştan olmasını dahi zorunlu kılmıştı” (R. Marx’dan aktaran Beaud, 2003:33). Dolayısıyla 17. yüzyılın başlamasıyla Đngiltere’nin denizaşırı faaliyetleri bir önceki yüzyıla nazaran maceracı tacirlerin ayrıcalıklı şirketleriyle çok daha sistemli olmuş, denizaşırı kaynaklar sömürülmeye başlanmış, Asya ve Afrika’nın belli bölgelerinde ileri karakollar kurulmuştur. Ayrıcalıklı şirketlerin bir çoğu kısa ömürlü olmuştur. Ancak özellikle 1600 yılında kurulan Doğu Hindistan Şirketi, monopol şirkete güzel bir örnektir. Tanınan ayrıcalık, Hint ve Pasifik Okyanuslarında geniş bir bölgede diğer şirketlerin faaliyetini engellemekteydi. Đmparatorluğun diğer kısımlarında, özellikle Kuzey Amerika ve Batı Hindistan’da ticaret hâlâ hükümdarın kontrolü altındaydı. Devletin en çok dikkati çeken rolü, hükümdarlığın ve ulusun yararı için ticareti teşvik etmekti. Sivil savaşın hemen ardından II. Charles ticaretteki hükümdarlığın kontrolünü kuvvetlendirdi. Đngiltere sömürgelere ait üretimin ithalâtını ve ulaşımı doğudaki ayrıcalıklı şirketleri sayesinde tekeline almış ve Atlantik’te Đngiliz gemilerinin kullanılmasını zorla kabul ettirmişti. Đngiliz mallarının satışı için denizaşırı yerlere özel yollar oluşturmuştu. 17. yüzyıldaki yeni “Gemicilik Kanunu”nu içeren 1696 tarihli Ticaret Kanunu, denizaşırı ticareti zirveye taşıdı ve sömürgelerle ilişkileri düzenledi. Ticaret hükümdarlığa gelir getiriyordu ve baharat, tütün, şeker gibi değerli ürünlerin ithalini sağlıyordu (Clemens, 1987:1). Diğer yandan Đngiliz kolonilerinde iç kısımlara ulaşan, dolayısıyla gemi taşımacılığı yapılabilen nehirler mevcuttu. Kolonileşme yeni olmakla beraber, ana ülkeye pek çok fayda sağlamaktaydı. Gemi direği yapımında kullanılan beyaz çamın bulunduğu geniş ormanlar mevcuttu. Đngiltere’nin, Amerika’daki kolonisi olan New England’a, buradaki kaynakları kullanmak ve Hindistan ile kürk ticareti yapmak amacıyla göçmenler yerleşti. Bunların sayısının, 1640’ların başında göç durdurulana dek, olağanüstü bir biçimde artacağını kimse öngörememişti” (Main, 1988:1). 17. ve 18. yüzyıllarda denizaşırı ticaretin çok önemli bir yere sahip olduğu gerçeğinden hareketle, Đngiltere için üzerinde durulan döneme ilişkin 154 uygun şartlar sonucunda, dış ticaret monopol konumunda bulunan genellikle anonim şirketlerce yapılmıştır. Tacirler ise bu alanda ya firma ya da bireysel girişimci sıfatıyla faaliyette bulunmuşlardır. Bu kurumların bünyesine katılmak değişik yollarla sınırlanmıştır. Bunlardan en önemlisi miras ya da çıraklık yoluyla katılım dışında uygulanan yüksek tazminatlardır. Çıraklığa başlamak ta önemli tutarda prim ödemesi gerektirmekteydi. Bunlara ilaveten üyelerden tacir ve Londralı olma şartları aranmaktaydı. Diğer yandan perakende satış yapanlar, gemi kaptanları ve köylüler sistem dışında tutulmuştur. Ancak 1626 yılından sonra Amerika’ya yönelik ticaret önündeki engeller kaldırılarak, tüm Đngilizlere ve kolonilerine açılmıştır. Böylelikle pek çok kişi Kuzey Amerika ve Batı Hindistan’la ticarete yönelmiştir (Clemens, 1987:2). Đngiltere’nin Amerika Kıtası’nda gerçekleştirdiği sömürgeci faaliyetlere gelince; Amerika’ya yönelik cazibeli ticaret başlangıçta kolaylıkla gerçekleştirilmekteydi. Ancak 1685 yılından sonra tütün üzerine konulan çok yüksek gümrük resimleri ve sıkı düzenlemelerle bu ticaret kontrol altına alınmıştır. Bunun sonucunda 1685–1775 yılları arasında firma sayısında ciddi oranda azalma olmuştur. Ardından sigorta şirketlerinin de devreye girmesiyle büyük şirketler Doğu Akdeniz ülkelerinde şeker ve köle ticaretine yönelmişlerdir. Bu sürece daha büyük ve güvenilir firmalar ile güvenli ortam da katkıda bulunmuştur (Clemens, 1987:1). Bu genel bilginin ardından bu süreci biraz daha açmak yararlı olacaktır. Đngilizler, Kuzey Amerika’ya ilk defa 1607 yılında ayak basıp Virginia’daki Jamestown’u aldılar. Ardından 1620 yılında da Massachusetts’deki Plymouth’u ele geçirdiler. Tıpkı başlangıçta Đspanyollar ve Portekizlilerin yaptığı gibi buralarda ticari amaca yönelik kanallar ve ticari şirketler kurdular. Tarıma ve balıkçılığa dayalı ekonomiye önem vererek elde edilen ürünlerin ana ülkeye gönderilmesini sağladılar. Bunlar arasında morina balığı, kürk ve tütün önde gelmekteydi. 1664 yılında ise Đngiltere Amerika Kıtası’nda Hollanda’yı bozguna uğrattı. Böylelikle kısa zaman önce Cromwell döneminde, Hollanda karşısında alınan yenilgi telafi edilmiş oldu. 1626 yılında kurulan New Amsterdam da alınmış oldu. Buranın ismi, vurgulandığı üzere, daha sonra New York olarak değiştirildi. New Amsterdam, ileriki 155 dönemlerde Amerika’nın kalkınmasına öncülük eden, Stuyvesant, Schuyler ve Roosevelt gibi Hollandalı ailelerin bulunduğu bir yerdi (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:338). Đngiltere’nin genel anlamda ve Amerika Kıtası’nda 1607 yılında başladığı belirtilen sömürge elde etme mücadelesini, Hill; “1530 yılından sonra Đngiltere’ye özgü bağımsızlık kurumları ortaya çıkmıştır. 1066 yılından 15. yüzyıla kadar Đngiltere’nin, Fransa’da aralıklı da olsa sömürgeleri bulunmaktaydı. Bunların tamamı zamanla yitirilmiş, en son ileri karakol durumundaki Calais ise 1558 yılında düşmüştür. Đzleyen 25 yıl, 1066’dan beridir Đngiliz tarihinde, Đrlanda dışında Đngiltere’nin sömürgesinin olmadığı tek dönemdir. I.Elizabeth döneminin sonlarında Amerika’da elde edilen sömürgeler, tacirler ve protestanlar açısından, 1651 yılından sonraki emperyal politikanın merkezi olması bakımından önemliydi (Hill, 1967:13). Samson ise; “Kuzey Amerika’ya yönelik faaliyetler Kraliçe Elizabeth döneminde de artarak devam etti. Elizabeth, Đspanya’nın Amerika’daki hakimiyetine meydan okudu ve yeni dünyaya pek çok seferde bulunuldu. Bunun sonucunda Đngiltere Kuzey Amerika’ya iyice yerleşti. Tıpkı Hindistan’da olduğu gibi büyük çiftliklerde tütün ve diğer kârlı ürünler yetiştirildi. Fakat yeni dünyada Đngilizlerin protestanlık mezhebi yerine, Đspanya ve Fransa’nın katolik mezhebi hakimdi. Buna rağmen “New England”a yönelik ilk kaşiflerden John Smith, Đspanya’nın Amerika’daki üstünlüğüne meydan okuyarak, protestanlığa ait girişimciliği canlı tutarak ve geliştirerek, deniz ticaretini arttırdı” (Samson, 2001:12) şeklinde, yani I. Elizabeth dönemi ile ilişkilendirmektedirler. Bununla beraber burada vurgulanması gereken, Đngiltere’nin Amerika Kıtası’na yönelik sömürgeleşme faaliyetinin tüm 17. yüzyıl boyunca artarak devam ettiğidir. Nitekim 17. yüzyılın sonuna gelindiğinde, 18. yüzyılın başlarında Đngiltere’nin Amerika’daki koloni sayısı Maine’den, Georgia’ya on üç adete yükselmiştir. Güneydeki kolonilerde kurulan büyük çiftliklerde oranın iklimine uygun olarak özellikle tütün ve pirinç yetiştiriliyordu. Đngiltere’nin Amerika’daki kolonilerinde tarım ve balıkçılık dışında, küçük ölçekli de olsa, çeşitli endüstriler de kurulmuştu (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:339). 156 Đngiltere’nin üzerinde durulan dönemde Afrika’ya yönelik ticareti ise, 1664 yılında Hollanda’nın Batı Afrika’daki sahil kalesine el konulmasıyla artmıştı. Buradaki yayılmaya köle ticareti yol açmıştı. 17. yüzyılın başlarında Portekiz’in, Đspanya kolonilerine yönelik ticareti, kolonilerin bağımsızlık mücadelesine girişmesiyle azaldı. Đspanya, Afrikalı köle temin etmek için mecburen Hollanda ve Đngiltere’ye yöneldi. Nitekim Afrika’da kendi başına temeli hiç olmadı. Đngiltere’nin Batı Hindistan ve Kuzey Amerika’daki kolonilerinde bulunan büyük çiftlikler, ayrıcalıklı Đngiliz şirketleri ve pek çok bireysel tacirin, Đngiltere’nin köle ticaretindeki payını büyütmesini sağladı. 1607 yılında Đngiltere, Kuzey Amerika’da bulunan Virjinya’da ilk başarılı büyük çiftliğin temelini attı. Bu uygulama Đngiliz ve Đskoçlara Đrlanda’da örnek oluşturdu. Benzer süreç 1620’ler ve 1630’lar boyunca Batı Afrika’daki adalara yönelik genişleme sırasında da, Đspanya’nın almak istediği Barbados adası gibi, yaşandı. Ayrıca Đngiltere 1655 yılında Đspanya’nın kolonisi olan Jameika’yı güç kullanarak elde etti. 17. yüzyılın sonlarında Đngilizlere ait büyük çiftliklerde geniş ölçüde tütün ve şeker yetiştiriliyordu. Đngiliz hükümeti toprak bağışı karşılığında sömürgelerinde yaşayanlardan Đngiltere ve diğer ülkelerle yaptıkları ticarette sadece Đngiliz gemilerini kullanmalarını istedi. “Himayecilik” şeklinde nitelendirilen bu durum, Đngiliz Đmparatorluğu’nun ilk zamanlarında en çok göze çarpan durumdu. Diğer yandan 17. yüzyılda Hollanda ve Đngiltere arasında çeşitli savaşlar olmuştur. 1664 yılında elde edilen Đngiliz zaferi sonucunda “New Amsterdam” ismi, “New York” olarak değiştirilmişti. Diğer yandan Hollanda’nın kuzey doğusundaki deniz kıyıları Đngiltere’nin kontrolüne girmiş, 1700 yılına gelindiğinde bu kıyılarda Đngiliz kolonisi sayısı 11’e ulaşmıştı (Samson, 2001:9-10). Dolayısıyla; Viner'e göre; “Đngiltere’nin deniz gücü, dış ticaretini koruyarak genişlemiş, ticaretin artması da donanmanın daha da büyümesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Đngiltere’nin dış politikasında ticari amaç, Fransa’ya nazaran çok daha büyük yer tutmuştur. Bunda, Đngiltere’de çok daha fazla tacirin doğrudan doğruya ülke idaresi içinde yer almaları, yani bu yöndeki siyaseti etkilemeleri önemli rol oynamıştır” (Viner’den aktaran Blaug, 1991b:96). 157 Đngiltere’nin sömürgeci yayılması konusunu tamamlamadan önce, Sir Josiah Child’ın bu konudaki söylemlerini belirtmek, Đngiltere ve Fransa’nın kıyaslanmasına katkı sağlayacaktır. Đngiltere ile sömürgeleri arasında çok sıkı ekonomik ilişkiler kurulması ve sömürgelerin önemini vurgulayabilmek için Child, “Barbados veya Jameika’da çalışan her Đngiliz, anavatanda dört kişinin istihdamını sağlıyor.” şeklinde söylemde bulunmuştur. Bu bağlamda Đngiltere’ye ait her sömürge, tüm üretimini anavatana aktarmaya ve dış ticaret ilişkilerini anavatanla kurmaya mecburdu (Spiegel, 1971:150). Child’a göre Đngiltere Krallığı için en zararlı koloni “New England” idi. Bu koloni Amerika’daki diğer büyük çiftliklerden farklı olarak, üretimini anavatana aktarma ve dış ticaret ilişkisini onunla kurma kuralına uymuyordu. “New England”da Đngiliz ekonomisi için, şeker ve tamamlayıcı mallar yerine, sığır ve mısır gibi rakip mallar üretilmekteydi. Child Amerika’daki, Fransa ve Đspanya’nın kolonileri ile Đngiltere’nin kolonilerini de kıyaslar. O’na göre mülkiyet ve özgürlük endüstriyi geliştirici unsurlardır. Fransa’nın Amerika’daki kolonilerinden başarılı sonuç alamamasını yadırgamaz. Çünkü Fransız çiftlik sahipleri, Đngilizler gibi mülk sahibi değillerdir. Onlar şirket veya kralın denetimi altındadır. Đspanyollar ise, tüm çabalarını altın ve gümüş madenciliğine yöneltmişlerdir. Đnsanların pek çoğu, en azından köleleri, madenlerde ölmüşlerdir. Tarım ve tarımsal malların üretimini ihmal etmişlerdir (Spiegel, 1971:150). Sonuç olarak ortaya konulan bu tablo, Đngiltere’nin sömürgeci yayılmasında, başta Doğu Hindistan Şirketi olmak üzere, dış ticaret faaliyetinde bulunan şirketlerinin önemli rol oynadıklarını göstermektedir. Diğer yandan bu kesimin teşvik taleplerinin yerine getirilmesi, buradan hareketle monopol güç elde etmeleri ve bununla da yetinilmeyerek üretimin, ihracat ve ithalâtın korumacı anlayışla düzenlenmesi Đngiltere’nin vurgulanan duruma gelmesini sağlayan unsurlar olmuştur. Tüm bu açıklamaların ardından, Đngiliz siyasi ve iktisadi tarihinde çok önemli bir yeri olan, çalışmanın konusu bakımından da 17. yüzyıl Đngiltere’si, Fransa’sı ve bu iki ülke ekonomisini kıyaslamaya ışık tutacak olan, yaklaşık 158 iki buçuk asır varlığını sürdürmeyi başaran, Đngiltere’nin “Doğu Hindistan Şirketi”ne aşağıda ayrıntılı bir biçimde yer verilmiştir. 3.5.4. Doğu Hindistan Şirketi Đngiltere tarihinde, Doğu Hindistan Şirketi büyük bir ticari monopol ve finans piyasasına yönelik fon kaynağı olması yanında, yaptığı lobi faaliyeti sayesinde siyasi hayata ilişkin alanda da da çok güçlü bir konuma sahipti (Kearney’den aktaran Blaug, 1991b:245). Doğu Hindistan Şirketi, Đngiltere’nin denizaşırı bölgelere yönelik ticari genişlemesinde çok önemli bir yere sahiptir. Bu şirket 1600 yılında kurulmuş ve iki asırdan fazla bir süre faaliyetini sürdürmüştür. Bu zaman zarfında doğudaki adaların ve Hindistan’ın, Đngiliz Đmparatorluğunun sömürgesi haline getirilmesinde çok önemli bir rol oynamıştır (Lawson, 1993:19). Doğu Hindistan Şirketi’nin kurulma sürecinde, Avrupa’daki genel tablo şöyleydi; doğuda Portekiz’in gücünün hızla azalması ve Kuzey Avrupa’da ticaretin hızla artmasıyla gözler doğuya çevrilmişti. Oysa bu uzun mesafeli bir ticaretti ve dolayısıyla çok riskliydi. Đngilizler buraya yönelik ticarete başlamadan önce, böyle bir yolculuk için gerekli olan fiziki imkânlara kavuşmak zorundaydı ve tabi ki rakibi Hollanda’yı, korsanlığı ve deniz kazalarını da göz ardı etmemesi gerekiyordu. Bu şartlar altında Doğu Hindistan Şirketi, yasayla büyük ayrıcalıklar tanınarak anonim ortaklık şeklinde kuruldu ve Đngiltere’nin tüm doğuya yönelik ticaretinde monopol hale geldi. Sonraki yıllarda da şirkete tanınan ayrıcalıkların kapsamı giderek genişledi. Bu da, ülke ticaretinde çok önemli bir yere sahip olduğuna herkesin inanmaya başlamasıyla, şirket idarecilerinin hükümet üzerindeki etkisini giderek arttırması sayesinde gerçekleşmiştir (Lawson, 1993:19-20). “Doğu Hindistan Şirketi, işe yalnızca temsilcileri için ortaklık acentaları ve metaları için antrepolar kurmakla başlamıştı. Bunları korumak için birçok küçük kale yaptılar. Hindistan’da dominyonlar kurulmasını ve gelir kaynaklarından birini bu eyaletlerden alınan vergilerin oluşturmasını daha 1689’da düşünmüşlerdi, ama 1744’e kadar Bombay, Madras ve Kalküta dolaylarında ancak birkaç önemsiz bölge ele geçirmiş bulunuyorlardı. 159 Ardından Carnatic’de patlayan savaşın etkisiyle Şirket, çeşitli savaşımlardan sonra, uygulamada, Hindistan’ın bu bölgesinin söz sahibi oldu. Bengal’deki savaşın ve Cilve’deki zaferin, çok daha önemli sonuçları oldu: Bengal’in, Bihar’ın ve Orissa’nın gerçekten işgali” (Marx ve Engels, 1997:49). Bu durum ise şirketin kuruluş yıllarının aksine ilerleyen süreçte, Đngiltere’nin, şirketin faaliyette bulunduğu yörelere ilişkin sömürgeci yayılmasında önemli rol oynadığını ortaya koymaktadır. “Şirketin 1601 yılındaki ilk seferinin parasal tutarı 70.000 pound düzeyindeydi ve bu rakam finans piyasası henüz gelişmemiş olan Đngiltere için muazzam bir rakamdı. Londra’da o dönemde büyük bir banka bulunmamaktaydı. Dolayısıyla söz konusu parasal kaynak ticari gelişime büyük destek sağladı. Bu durum şirketin ayrıcalıklarla desteklenmesi gibi zincirleme bir ilişkiyi ortaya çıkardı. Örneğin şirkete Hint Okyanusundaki çeşitli yerlerden mal alımı için krallık dışına değerli maden çıkarma ayrıcalığı da tanındı. Bu da kuşkusuz şirketin ticari faaliyette bulunmasını daha da kolaylaştırdı. Diğer yandan Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi, temel rakibi Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi gibi yarı milli de değildi. Çünkü Đngiltere’de ayrıcalık izni, kendi çabasıyla ticaret yapan ya bir şirkete ya da bireysel girişimcilere verilebiliyordu” (Lawson, 1993:23). Bu durum, Đngiliz Doğu Hindistan Şirketinin, Hollanda’nın aynı adı taşıyan rakibi şirketten statü olarak farklı olduğunu, elde ettiği ticari başarının kendisine yeni ayrıcalıklar kazandırdığını, bunun da siyasi alanla dolayısıyla yönetimle karşılıklı çıkar ilişkisinden kaynaklandığını göstermektedir. Nitekim söz konusu sürece ilişkin Marx’ın yorumu şu şekildedir: “Anayasal monarşi ve tekelci finansın parababaları arasında, Doğu Hindistan Şirketi ve “görkemli” 1688 devrimi arasında büyük liberaller ve liberal hanedanlar arasında birliği koruyan, her zaman ve her ülkede, birleştiren ve düzenleyen güç, anayasal monarşinin devindirici gücü, bozulmuşluk gücüdür. Daha 1693’te parlamenter soruşturmalardan, Doğu Hindistan Şirketinin, iktidardaki şahıslara “hediyeler” başlığı altında, devrimden önce 1.200 sterlini pek ender aşan yıllık giderlerinin 90.000 sterline ulaştığı belli olmuştur. Leeds dükü 5.000 sterlin tutarında bir rüşvetle suçlanmış ve erdemli kralın 160 kendisinin 10.000 sterlin aldığı ortaya çıkmıştı. Bu bozulmuşluk olaylarının yanı sıra, hükümete çok büyük tutarlarda düşük faizli krediler verilerek ve rakip yöneticiler satın alınarak, rakip şirketler hayâsızca çökertiliyordu (Marx ve Engels, 1997:46). Tüm bu ilişkiler ışığında şirket, kendisine tanınan ayrıcalığa dayanarak 1601 yılında 21.742 pound tutarında değerli maden ihracatı gerçekleştirmiştir. Diğer ticari malların değeri ise 6.860 pound düzeyinde olmuştur. Bu mallar arasında başta yünlü giyecek, kurşun ve Đngiltere’de üretilen teneke kutu yer almaktaydı. Diğer yandan demir, mercan ve cıva da ihraç edilen ürünler arasındaydı. 1615 yılında doğuya yönelik mal ihracatı 50.000 pound olarak gerçekleşmiş 1633 yılında ise bu rakam 115.900 pounda yükselmiştir (Lawson, 1993:24). Doğu Hindistan Şirketi’nin ithalâtına gelince; şirket ilk 25 yıl boyunca sadece biber ithal etmiştir. 1625 yılından sonra ithal ürünleri sadece biberle sınırlı kalmasa da, 1630’lu yıllarda 1.000.000 poundu aşan biber ithalâtı, kârlılık bakımından diğer tüm malları geride bırakmıştır. Biberin bu cazibesi; yükte hafif olmasından, kolay taşınmasından ve fiyatının yüksek olmasından kaynaklanıyordu. Biber iç pazardan ziyade, Avrupa’nın diğer ülkelerine de ihraç ediliyordu. Ancak bu kârlı ticaret çok da uzun sürmedi. Çünkü başlıca rakip Hollanda da biber ticareti yapıyordu. Dolayısıyla Hollanda’nın da Avrupa piyasasına yönelmiş olması piyasanın doygunluğa ulaşmasına ve fiyatların düşmesine yol açtı. Bu da Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin strateji değiştirerek daha çok diğer mallara yönelmesine neden oldu. Bunlar arasında; karanfil, sarımsak, pamuklu bez, ipek ve tarçın sayılabilir (Lawson, 1993:25). Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin sağladığı bu kârlı dış ticaret faaliyetinde, elde edilen kâr sonucunda yeni yatırımların yapılmasının da büyük payı vardır. Nitekim şirkete, 1601-1612 yıllarını kapsayan dönemde 517.784 pound tutarında yatırım gerçekleştirilmiş, elde edilen kârlarla, bu tutarda dönem sonunda % 155 oranında artış gerçekleşmiştir. 1613-1623 döneminde şirketin doğudaki sabit maliyetlerinin artması sonucunda söz konusu performansta düşüş yaşanmıştır. Buna rağmen kârlı ticari faaliyet 161 devam etmiştir. Nitekim söz konusu dönemde 418.691 pound tutarında yatırım yapılmış, bir önceki dönemdeki oran ise, bu dönemde % 87 olarak gerçekleşmiştir. 17. yüzyılın ilk yarısından sonra, 1657 yılında şirkete yönelik yeni yatırım tutarı ise 740.000 pound düzeyinde olmuştur. Bu durum yatırımcıların şirkete olan güveni nedeniyle yaşanmıştır. Üstelik bu güven uzun dönemliydi ve hiç de şaşırtıcı değildi. Çünkü Doğu Hindistan Şirketi, doğuya yönelik Đngiliz ticaretinde altın bir çağ başlatmıştı ve konunun başlangıcında vurgulandığı üzere, özel statüsü bulunuyordu (Lawson, 1993:40). Doğu Hindistan Şirketi’nin kuruluşundan, varlığını sürdürmesine olanak sağlayan siyasi arka plan ve bu sürecin eleştirisine gelince; Karl Marx bunu şu şekilde ortaya koymaktadır: “Doğu Hindistan Şirketinin faaliyetlerinin başlangıcında, Elizabeth’in saltanatı sırasında, Şirkete, Hindistan ile ticaretini daha yararlı yürütebilmesi için, yılda 30.000 sterlin değerinde gümüş, altın ve yabancı para ihraç etme izni verilmişti. Bu çağın tüm önyargılarına karşı geliyordu ve Thomas Mun; “Đngiltere’den Doğu Hindistan’a, Ticaret Üzerine Bir Söylev-A Discourse of Trade, from England unto the East Indies” adlı çalışmasında değerli madenlerin bir ülkenin sahip olabileceği tek gerçek zenginlik olduğunu kabul ederken, aynı zamanda da ödemeler dengesi ihracatçı ülkenin lehine olmak koşuluyla, bunların ihracatına güven içinde izin verilebileceğini savunarak “merkantilist sistemin” temellerini tam olarak açıklamak zorunda kalmıştı. Doğu Hindistan’dan ithal edilen mallar esas olarak öteki ülkelere yeniden ihraç edilerek, buradan bu metalara Hindistan’da ödemek için gerekenden çok daha büyük miktarda madeni para sağlandığını ileri sürmektedir. Giderek Doğu Hindistan Şirketinin yandaşları daha cesurlaştılar ve bu tuhaf Hindistan tarihinde ticaret tekellerinin Đngiltere’de serbest ticaretin ilk savunucuları olduğu tuhaf bir not olarak belirtilebilir (Marx ve Engels, 1997:50-51). Dolayısıyla Marx, daha fazla değerli madene sahip olma şeklindeki temel merkantilist anlayışa tamamen ters olan Doğu Hindistan Şirketinin bu madenleri ihraç edebilmesi ayrıcalığını, ödemeler dengesinin o ülke lehine sonuç vermesi şartıyla anlamlı hale geldiğini ifade etmektedir. Bu da zaten 162 belirtilen temel anlayışın diğer bir şekilde ortaya konmasından başka bir şey değildir. Yine Marx, dönem Đngiltere’sindeki ticaret tekelleri ve destekçilerinin, aynı zamanda serbest ticaret savunucuları olduğunun tespitini de yapmaktadır ki, buna verilebilecek örneklerden başta gelenlerinden biri, çalışmanın konusunu teşkil eden Sir Josiah Child’dır. Ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru şirketin faaliyetlerine ilişkin birtakım rahatsızlıklar da gündeme getirildi. “Doğu Hindistan Şirketiyle ilgili olarak parlamenter müdahale, ticaret adamları tarafından değil, sanayici sınıf tarafından 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın çok büyük bir dönemi boyunca, Doğu Hindistan pamuk ve ipekli kumaşlarının ithalinin yoksul Đngiliz imalâtçılarını mahvettiği ileri sürüldüğü zaman istenmişti.….Yasa 11 ve 12, madde 10 ile, Hindistan, Đran ve Çin’den gelen işlenmiş ipek ve basma ya da boyanmış pamukluların giyilmesinin yasaklanması ve bunlara sahip olan kişilerin 200 sterlin tutarında bir cezaya çarptırılmaları kararlaştırılmıştı. I., II. ve III. George dönemlerinde de daha sonra o denli “aydın” olan Đngiliz imalâtçılarının sürekli feryatlarının sonucu olarak benzer yasalar çıkarılmıştı. Dolayısıyla 18. yüzyılın büyük bir kısmında, Hindistan mamulleri, Đngiltere’ye, genel olarak Kıtada satılmak ve bizzat Đngiliz piyasasının tümüyle dışında tutulmak üzere ithal edilmiştir” (Marx ve Engels, 1997:51). Dolayısıyla belirtilen dönemlerde, şirketin ithal ettiği Hindistan mallarının yurtiçinde kullanımı hem yasal düzenlemelerle engellenerek, hem de bu mamullerin Kıta Avrupa’sına yeniden ihracı yapılarak yerli sanayi korunuyordu. Bu durum şirketin büyümesi ve güçlenmesine engel bir durum değildi. Nitekim Marx yine şirketin siyasetle olan ilişkisinden hareketle bu hususu şu şekilde ortaya koymaktadır: “Doğu Hindistan Şirketi, hükümeti parayla satın alarak elde ettiği gücünü, Đngiltere merkez bankasının da yaptığı gibi, yeniden rüşvete başvurarak koruyordu. Tekel hakkının sona erdiği her dönemde, imtiyazının yenilenmesini, ancak yeni krediler önererek ve hükümete yeni hediyeler sunarak sağlayabiliyordu. 1756–1763 döneminde; Đngiltere-Prusya ile Fransa- Rusya-Avusturya arasında cereyan eden ve Đngiltere’nin kazançlı çıktığı Yedi Yıl Savaşı, Doğu Hindistan Şirketini ticari bir güçten askeri ve bölgesel bir güce dönüştürdü. Doğuda Britanya Đmparatorluğunun temelleri 163 bu dönemde atılmıştı. Şirketin tahvilleri 263 sterline yükselmiş ve kâr payı % 12,5 oranında ödenmişti. Ama, artık şirketin yeni düşmanı rakip şirketler biçimi altında değil, rakip bankalar ve rakip bir ulus biçimi altında ortaya çıkmıştı. Şirket topraklarının, Đngiliz donanmasının ve Đngiliz ordusunun yardımıyla fethedildiği ve hiçbir Đngiliz uyruğunun Krallıktan bağımsız bölgesel egemenliklere sahip olamayacağı ileri sürüldü. O günün bakanları ve o günün halkı, son fetihle kazanıldığı hayal edilen “harikulâde hazineler”deki paylarını talep ediyorlardı. Şirket varlığını, ancak 1767’de yapılan, hazineye yılda 400.000 sterlin ödeyeceğine ilişkin bir anlaşma ile koruyabilmişti” (Marx ve Engels, 1997:46-47). Söz konusu tespitler şirket yetkililerinin, şirketin varlığını sürdürebilmesi uğruna gerektiğinde ülke yönetiminin her kademesiyle rüşvete varan ilişkiler içine girebildiğini ve kuruluşunu izleyen yüzyılda artık diğer şirketlerden öte, banka ve ülkelerle dahi mücadele edebilecek kadar güçlü konuma ulaştığını ifade etmektedir. Doğu Hindistan Şirketi ve Đngiltere tarihindeki yeri ve önemini yine Marx’ın yorumuyla toparlayacak olursak; “Doğu Hindistan ticareti, Đngiltere’deki farklı sınıfların tutumlarını tamamıyla değiştirerek, çok önemli değişiklikler geçirmiştir. Bütün 18. yüzyıl boyunca, Hindistan’dan Đngiltere’ye dökülen hazineler, karşılaştırıldığında önemsiz olan ticaretten çok ülkenin doğrudan sömürüsünden ve orada zorla alınan ve Đngiltere’ye aktarılan çok büyük servetlerden sağlanmıştı…1813’e kadar Hindistan esas itibariyle ihracatçı bir ülkeydi, şimdi ithalâtçı bir ülke haline gelmişti…En eski çağlardan beri dünyanın büyük pamuk mamulleri işliği olan Hindistan, şimdi Đngiliz dokuma ipliği ve pamuklu mallarıyla istila edilmişti. Kendi mamulleri Đngiltere’den dışlanmış, ya da ancak en katı koşullarda Đngiltere’ye kabul edilmiş, bir zamanlar öylesine ünlü olan yerli pamuk dokumaları sanayisinin yıkımına neden olacak, yalnızca adı olan küçük bir gümrükle Đngiliz mamulleri ülkeye akıtılmıştı…1850’de Đngiltere ve Đrlanda’nın Hindistan’a toplam ihracatı, bunun 5.220.000 sterlini yalnızca pamuklu mallardan oluşmak üzere, 12.648.616 sterlin idi, dolayısıyla bu toplam ihracatın 1/8’inden, pamuk dış ticaretinin de ¼ ’ünden fazlasını oluşturuyordu. Ama pamuk ithalâtı, şimdi 164 Đngiltere’de nüfusun 1/8’ine iş sağlıyordu ve toplam ulusal gelire katkısı 1/12 idi. Her ticari bunalım ardından Doğu Hindistan ticareti Đngiliz pamuklu imalâtçıları için daha büyük bir önem kazanmış ve Doğu Hindistan karası gerçekte en iyi piyasaları haline gelmişti. Pamuklu sanayisinin Büyük Britanya’nın toplumsal yapısı için kazandığı önem ölçüsünde Doğu Hindistan, Đngiliz pamuk işleme sanayisi için yaşamsal önem kazanmıştı” (Marx ve Engels, 1997:52-53). Tüm bunlar gösteriyor ki, aslında Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin tarihi, Đngiltere’nin, Hindistan üzerinde ticaret aracılığıyla kurduğu hegemonyanın bir tarihidir. Sonuç olarak; 18. yüzyılın sonlarına doğru Endüstri Devrimi yaşayan Đngiltere, dünyanın hızla endüstrileşmeye başlayan ilk ülkesidir. Ancak devrim öncesi Đngiltere 17. yüzyılda ve özellikle yüzyılın sonlarına doğru ekonomik gelişme yaşamaya başlamıştı. Nitekim işgücü piyasasında nitelikli işgücü hızla artmaktaydı. 18. yüzyılın başlarında ulusal gelirin yarıdan fazlası tarım dışı faaliyetlerden sağlanmaktaydı. Ulusal gelir içindeki tarımsal çıktının payı % 40’dan fazla değildi. 17. yüzyılın son üç yılına ilişkin istatistikî veriler; Đngiliz ihracatının % 80’den fazlasının imalât endüstrisine dayandığını ortaya koymaktadır. Bu tablonun tersine bazı az gelişmiş ülkelerde tarım, ormancılık ve balıkçılık sektörleri ulusal gelir içinde önemli yer tutmaktaydı. Örneğin 1970’li yıllarda da bu oran Nijerya’da % 75, Hindistan’da ise % 50’nin üzerindeydi. Diğer yandan Đngiltere’de 17. yüzyılın son 10 yılında Đngiltere Bankası kurulmuş, Londra gelişmiş bir sermaye piyasası halini almıştı (Deane, 1957:84). Tüm bu anlatılanlardan hareketle, Đngiltere’de endüstri devriminin temelleri daha bir önceki yüzyıldan atılmaya başlanmıştı denilebilir. 17. yüzyıl Đngiltere ve ekonomisi bu şekilde ortaya konulduktan sonra, bir önceki bölümde Fransa örneğinden hareketle Jean Baptiste Colbert'in düşünce ve uygulamalarının ele alınmış olması gibi, şimdi de Sir Josiah Child'ın düşünce ve önerileri üzerinde durulacaktır. 165 3.6. Sir Josiah Child (1630–1699) Merkantilizmin son dönemlerine doğru öne çıkan liberal düşüncenin temsilcilerinden biri de Sir Josiah Child’dır. 17. yüzyıl Đngiltere’sinde çırak olarak atıldığı hayatta çeşitli kimliklere sahip oldu. Bunlardan, şu ana kadar ele alınan konulardan hareketle, belkide en önemlileri siyasetçi ve tüccar kimlikleri ve çalışmanın konusu ile doğrudan ilgili olarak döneminin önde gelen düşünürü olmasıdır. Bu bağlamda Child’ın; “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A New Discourse of Trade” ile “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money” adlı eserleri üzerinde detaylı bir biçimde durulmadan önce, Đngiltere’nin siyasi ve iktisadi gelişim sürecinde önemli bir yeri olan ve üzerinde durulan Doğu Hindistan Şirketinde yönetici kademesinde de yer almış olan Child’ı tanımak, hem konu bütünlüğü sağlayacak hem de çalışmanın özünü oluşturan, söz konusu eserlerinde görüşlerini ortaya koyduğu dönem Đngiltere'si ile Jean Baptiste Colbert’in görüş ve uygulamaları özelinde çağdaşı Fransa’yı kıyaslamak bağlamında yol gösterici olacaktır. Sir Josiah Child (1630–99) Lincoln’da, Richard Child adlı bir tüccarın ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Tüccar çırağı olarak işe başlayıp yıllarca kaldığı Portsmouth’da, 1655 yılına kadar donanma için mobilya cilaladı. 1659 yılında parlamento üyesi oldu. Đzleyen dönemlerde farklı seçim bölgelerinden seçilerek, 1673’den 1678’e ve 1685’den 1687’ye kadar yine parlamento üyeliğinde bulundu. 1678 yılında baron unvanını aldı. Doğu Hindistan Şirketiyle uzun ve kazançlı bir ilişkisi oldu. 1677 yılında bu şirkette yönetici oldu, 1684’ten 1686’ya kadar ve tekrar 1688’den 1690’a kadar vekil valilik görevini üstlendi. 1683 yılında servetinin yaklaşık 200 bin pounda eriştiği söylenmektedir. Şirketin politik gücünü arttırmak için Hollanda usulünü denedi, Đngiltere’nin Hindistan yerleşiminde askeri vali olan kardeşiyle güçlerini birleştirdi. Kardeşinin yerine gelen kişi, şirketin katı kanunlarla yürütülmesini teklif edince, Child Đngiliz kanunlarının: “Bir yığın saçmalık olduğunu, kendi ailesini yönetmeyi bile beceremeyen, şirket yönetiminden ve dış ticaretten anlamayan birkaç cahil taşra beyefendisi tarafından derlendiğini” söylemiştir. Düşmanları, onu hem mahkemede ve hem de 166 Westminister Salonunda rüşvet vermekle suçlamışlardır. Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev’in girişi burada ortaya çıkmış, 1665 yılında yazılmış, 1668 yılında yayınlanmıştır. Onu diğer çalışmalardan daha dikkat çekici kılan para ve faiz oranları hakkındaki görüşleri ve Hollandalıların ticaretteki başarılarının kilit noktalarını ortaya koymasıdır. Kurallara uygun, düşük faiz oranı iddiası John Locke’un 1692 yılındaki, “Faizin Düşürülmesinin Sonuçları Hakkında Bazı Düşünceler-Some Considerations of the Consequences of the Lowering of Interest” adlı broşüründe şiddetle eleştirilmiştir. Bununla beraber Vincent de Gournay ve Turgot gibi bazı on sekizinci yüzyıl yazarları ise görüşlerinden etkilenmiştir (http://oll.libertfund.org: 37-38). Sir Josiah Child’ın çalışmalarında, ekonomi literatüründe ilk defa tanımlanan, sonraları da üzerinde durulan “gelişme” gibi düşünceler vardır. Child’a göre; bu Krallık Tanrı tarafından zenginlik ve güçte büyük gelişme sağlanmak için yaratılmıştır. Gelişmenin sadece başlangıcı görülebilir. Nitekim “Ticaret henüz toprağın kapasitesine göre ortaya çıkarılabileceğinin beşte birine dahi ulaşmamıştır” (Spiegel, 1971:151). Yine ekonomi literatüründe ilk defa Child tarafından öne sürülen bir başka düşünce, ”gelişmenin sürekliliği”dir. Gelişme sürekli bir biçimde, ancak kademe kademe ortaya çıkar. Child bu düşüncesini “Ne doğa ve ne de yasa sıçrayarak ilerler” sözleriyle açıklamış ve Alfred Marshall’ın, modern ekonomide çok etkili çalışmalardan biri olan “Đktisadın Đlkeleri - Principles of Economics” adlı çalışmasını oluşturmasına da hizmet etmiştir. Nitekim Marshall, Child’ın söz konusu düşüncesini, “doğa sıçramaz” kuralına dönüştürmüştür (Spiegel, 1971:152). Child’ın üçüncü önemli düşüncesi, politikaların oluşturulmasında deneye ve dogmatik olmayan düşünceye verdiği önemdir. Child eskimiş kanun uygulamalarının yenileriyle değiştirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Örneğin, maksimum ücretlere ilişkin politika çok eski dönemler için doğru olabilir, ancak artık başka kurallar gereklidir. Bir rasyonalist veya fanatik tüm dünyayı kendine göre şekillendirebilir. Ancak Child’a göre deneyim sahibi biri, bir ulus için ticari ilişkilerde iyi olan bir durumun, diğerleri için uygun olmayabileceğini öngörebilir (Spiegel, 1971:152). 167 Özetle Child, liberalizm konusunda çok önemli bir yere sahip olan yazardır. Bir ekonomist olarak ünlü olan Child’ı, diğer merkantilist yazarlardan farklı kılan özelliklerinden biri Sosyoloji’ye olan büyük ilgisidir. Döneminin istihdam, ücret, para, döviz, ihracat ve ithalât konularındaki sorunlara pratik çözümler önermiştir. Kapitalist piyasaların işleyişine yönelik olarak, her ne kadar açıkça ilan etmese de, kanun taslakları oluşturmuştur (Schumpeter, 1954:195-196). Bu bilgiler ışığında Child’ın düşüncelerini daha da somutlaştırarak ele alabiliriz. Child, Doğu Hindistan Şirketi’nde karar alıcı pozisyondaydı, dolayısıyla şirkette önemli bir konumu vardı. Child, koloniler, ücret politikası, nüfus ve fakirlere yardım gibi konuları ele almakla beraber, en büyük ilgisini Đngiltere için çok yüksek bulduğu faiz oranları çekmiştir. Dış ticaret dengesi ile ilgili öne sürdüğü görüşleri, bilindiği ve kabul edildiği için, üzerinde fazla durmamıştır (Spiegel, 1971:146). Child, döneminin merkantilist anlayışına uygun olarak tüccarları, sanatçıları ve çiftçileri üretken faaliyette bulunanlar olarak tanımlamış, soyluların, orta sınıfın, avukatların, doktorların, alimlerin ve dükkan sahiplerinin faaliyetlerinin ise, sadece üretilenlerin el değiştirmesini sağladığını belirtmiştir. Ulusal egemenlik ve politik hedeflerin her zaman diğer uluslarınki ile uyumlu olmayabileceğini işaret etmiştir. Bir politika, bir başka politikaya destek sağlayabilir. Buna, uluslararası ticarette taşımacılığın sadece Đngiliz gemileriyle yapılması şartını getiren “Gemicilik Yasası” örnek verilebilir. Bir tüccar, Hollandalı vasıtasıyla okyanus ulaşımı yapması durumunda daha düşük oranda navlun ödese de, güçlü bir deniz ticareti için, savunmayı da göz önüne alarak Đngiliz gemisi kullanılmalıdır. Yani Child’a göre ticari kâr ve siyasi gücün birleştirilmesi gereklidir. Child, kişisel çıkarlar ile ulusal çıkarlar arasında çelişki olduğunu ve bunların birbirleriyle karıştırılmaması gerektiğini belirtmiştir. Ülke içinde bir tüccarın ucuza alıp pahalı satarak zengin olabilmesi mümkün olabilirken, aynı durum dış ticarette geçerli olmaz. Çünkü dış rekabet ya rakip ürünler kadar ucuz, ya da onlardan daha da ucuz satmayı gerektirir. Child faiz oranlarının indirilmesinin, daha yüksek mal fiyatlarına yol açarak ihracatı engelleyeceği görüşüne katılmaz ve 168 bu durumu problem olarak görmez. Bu savunması ile yasal faiz oranının düşürülmesi ve piyasadaki rekabet ilkeleri arasında bir çelişme görmez. Ancak Child sömürge sisteminin olduğu Amerika’daki büyük çiftliklerden, en uygun piyasaya gönderilmesinin yasak olduğu şekerin, zorla Đngiltere’ye gönderildiği durumda belirtilen görüşlerini unutur (Spiegel, 1971:146). Yani Child, ulusa veya önemli çıkarlara zarar verecek durumlara yönelik kısıtlamaları desteklemektedir. Gemicilik yasası ve şeker piyasasına yönelik kısıtlama örneği ile sömürgeciliği ve yurtiçinde üretimi yapılabilen malların ithali üzerine getirilen sınırlamaları savunması örneklerinde olduğu gibi, bu tür düzenlemeleri destekleyici yönde tavır almaktadır. Verilen örnekler dışında Child, genel anlamda dış ticaretin sınırlanmasına karşı çıkmış, anonim şirketlerin ve bu şirketlere yeni katılımcıların önündeki engellerin azaltılmasını istemiştir. Özgürlük ve mülkiyetin, bir ülkenin gelişmesine ve bulunacağını, dolayısıyla Đngiliz ticaretinin artmasına katkıda vatandaşlarının hangi kumaşı veya malzemeyi ne zaman, nerede, nasıl ve ne kadar üretmek istemeleri konusunda serbest bırakılmalarını, bu durumun Đngiltere ticareti için avantaj yaratacağını belirtmiştir. Böylece Child, mucit ve yenilikçileri ödüllendirmeyi önermiş ve çıraklığı öngören ve çırak sayısını sınırlayan, yünlü malları standardize eden, dokuma tezgâhı ve işçi sayısını sınırlayan, bir kişinin dokumacılık, çırpıcılık, boyacılık gibi birden fazla işleri yapmasını engelleyen, tahıl stoklamayı yasaklayan altın para ile altın külçenin ihracına izin vermeyen yasalara karşı çıkmıştır. Diğer yandan iç tüketim ve ihracat üzerine büyük yük getiren dolaylı vergilere, yerli ürünlerin ihracatı üzerindeki gümrük resimlerine, ücretler üzerine sınırlama konulmasına ülkeye yabancı girişinin engellenmesine, nüfus artışının önlenmesine de karşı çıkmıştır (Spiegel, 1971:148). Söz konusu konulara ilişkin karşı duruşu, yani vurgulanan istisnalar dışında özgürlük ve serbestiden yana tavır alması, kuşkusuz O’na liberal kimlik kazandıran unsurlardır. Child’ın işgücü piyasası ve ücretlere ilişkin görüşlerine gelince; yüksek ücretlerin üretim maliyetini yükselteceğini kabul etmekle beraber, bu olumsuz etkinin faiz oranları indirilmek suretiyle önlenebileceğini belirtmiştir. Child 169 terse dönen emek arz eğrisi düşüncesine sahipti. O’na göre yoksul insanlar ucuzluğun söz konusu olduğu zamanlarda haftada iki günden fazla çalışmayacaktır. Çünkü alışkın oldukları şartlarda yaşamlarını sürdürmeleri, onlar için yeterli olacaktır. Nitekim Đngiliz merkantilist yazarların pek çoğu da insanların tembelliğinden şikâyetçidirler. Mallynes’e göre tüm kötülüklerin temelinde aylaklık vardır. Buna paralel olarak Mun da insanlar arasında pek çok dolandırıcı, gaspçı, dilenci ve iki yüzlü insanın olduğunu belirtir. Bu bağlamda Child, çalışmanın daha çok zenginlik yaratacağı düşüncesinden hareketle, yoksulların, yoksullar evine veya denizaşırı sömürgelerdeki büyük çiftliklere gönderilmesini önermiştir (Spiegel, 1971:149). Dolayısıyla merkantilizmin yine genel kabullerinden biri olan, tembellik ve aylaklığa karşı duruş, Child’ın bu konudaki düşüncelerinde de karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan Child, Malynes’in 1622 tarihli; “Eğer savaş, kıtlık ve salgın hastalıklar yoluyla fazla nüfus temizlenmezse, krallıklar ve ülkeler kalabalık olur ve insanlar huzur içinde veya tehlikeden uzak yaşayamazlar” şeklindeki görüşünü paylaşmaz (Spiegel, 1971:148). Dolayısıyla Child’ın fazla nüfus korkusuna kapılmadığı görülmektedir. Kaldı ki 17. yüzyıldan itibaren fazla nüfus ile ilgili olumsuz görüşler, nüfus çokluğunun askeri güç bakımından önemli olduğu gerçeği karşısında yavaş yavaş tersine dönmüştür. Nitekim vurgulanageldiği üzere söz konusu yüzyıl, gerek dini, gerek siyasi ve gerekse ekonomik nedenlerle ülkelerarası yoğun mücadelelere sahne olan bir yüzyıldır. Bu bağlamda 1695 yılında Samuel Dugard tarafından yayımlanan broşürdeki görüşler, merkantilist tercih olan kalabalık aileyi yansıtıyordu. “Çok çocuk sahibi olmak üzerine bir araştırma. Bu kitapta çok sayıda çocuğa karşı olan önyargılar reddedilmiş ve itirazlar yanıtlanmıştır-A Discourse concerning the having many children. In which the prejudices against a numerous off spring are removed. And the objections answered” şeklinde başlığı bulunan broşürün yazarı Dugard, bir aile için ideal çocuk sayısının 14 olduğunu belirtmiştir. Child; “Bir ulusun, bir kentin zenginliği, içinde yaşayanların çokluğuna bağlıdır.” diyerek Dugard’ın görüşlerine katılmıştır. Ekonomik şartlarla ilişkili nüfus artışını hoş karşılamıştır. Diğer yandan yüksek 170 ücretlerin, bir ülkenin zenginliğinin göstergesi olduğunu belirtmiş, yüksek ücretin nüfus artışını teşvik edeceğini, böylelikle ülkenin kalkınmasının hızlanacağını iddia etmiştir. Nüfus artışını mutlaka ticaret artışı ve ülkenin gelişmesi izleyecek, bu da ticaretten yoksun ülkelere kıyasla yaşamın daha rahat olmasını sağlayacaktır. Dolayısıyla Child, ücret ve nüfus artışı ile ilgili düşüncelerinde, otomatik denge mekanizmasına yer vermiştir. Yani, nüfustaki bir azalış, işgücüne olan talebi arttıracak, bu da ücretlerin yükselmesine yol açacaktır. Artan ücretler ise, yasalarla teşvik edilirse, göçmen işçilerin gelmesini sağlayacak, yani işgücü arzına neden olacaktır (Spiegel, 1971:149-150). Bu noktada Child’ın, yüksek ücretlerin üretim maliyetini yükseltmesi şeklindeki olumsuzluğun, faiz oranlarının indirilmesiyle aşılabileceği görüşünü tekrar hatırlatarak dönemin faiz anlayışı üzerinde durabiliriz. 16. yüzyılda serbest faiz ortamından söz etmek mümkün değildi. 17. yüzyıl yazarları ise faiz konusu üzerinde çokça çalışmışlardır. Yüksek faiz oranını Child sorun olarak görmekteydi. Yaşadığı dönemde Hollanda’da faiz oranları Đngiltere’ye nazaran düşüktü. Dolayısıyla Child, Đngiliz tacirlerin, Hollandalılarla ticari rekabette aciz kaldıklarını, çünkü Đngiltere’de maliyetlerin, rakip Hollanda’ya nazaran yüksek olduğunu vurgulamıştır. Bu durum Hollandalı girişimcilere avantaj sağlamaktaydı. Örneğin Hollandalı bir tacir düşük kâr oranlarında dahi ticaret gerçekleştirirken, hiçbir Đngiliz ticari riske girmeyerek yüksek faiz oranları sayesinde daha yüksek getiri elde etmek için kuyumculara, bankerlere yönelmişlerdi (Spiegel, 1971:152). Child bu durum karşısında çözümü düşük faiz oranlarında görmüştür. 17. yüzyılda Sir Thomas Culpeper, faizi din bilginlerinden farklı olarak laik bir yaklaşımla ele alan düşünürlerden biridir. Culpeper 1621 yılında “Tefeciliğe Karşı Broşür” adlı 19 sayfalık çalışmasını yayımlamıştır. Sonraki yıllarda Child bu broşürü kendi çalışmasına ilave etmiştir. Child faiz oranının yüksekliğinden duyduğu kaygıyı diğer merkantilistlerden çok daha fazla dile getirmiş ve faizin günah olduğunu belirtmiştir (Spiegel, 1971:153). Sir Josiah Child hakkında tanıtıcı mahiyetteki bu bilgilerin ardından; Child’ın, belirtilen konuları ele almış olduğu “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev- 171 A New Discourse of Trade” ve “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money” adlı çalışmalarına aşağıda yer verilmiştir. Böyle yapmakla bir yandan Child’ın düşünceleri bir bütün halinde ortaya konulmuş olacak, diğer yandan söz konusu dönemde Đngiltere’deki uygulamaların bu düşüncelerle ne şekilde örtüştüğü ve asıl olarak Colbert’in düşünce ve uygulamaları ekseninde Fransa ve Đngiltere’nin çalışmanın amacı doğrultusunda karşılaştırılması mümkün olacaktır. 3.6.1. Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A New Discourse of Trade Sir Josiah Child 1665 yılında yazdığı, ilk kez 1668 yılında yayımlanan ve izleyen dönemlerde de yayımı yapılan “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A New Discourse of Trade” adlı, 1751 yayım tarihli eserinde aşağıda yer verilen düşünce ve önerileri ortaya koymaktadır. “Hollandalıların iç ve dış ticaretteki muazzam başarısı, zenginlikleri, gemilerinin çoğalması, bugünün kıskançlığı ve belki de gelecek nesillerin endişesi olacaktır. Đlerlemek için kullandıkları vasıtalar oldukça açık ve birçok ulus tarafından da kullanılabilecek özelliktedir. Özellikle bizler, Đngiliz imparatorluğu, rahatlıkla kullanabilir. Çalışmamda göstermeyi amaçladığım da budur. Ticaretlerini ilerletip varlıklarını arttırmalarını sağlayan sözde vasıtalar şunlardır: Birinci olarak: Dünyanın her yanına dağılmış, sadece teorik bilgiye sahip değil, aynı zamanda ticaret deneyimi olan tüccarların, devlet ve savaş konseyinde kanunlar ve kurallar koymaları, ticareti geliştirecek yabancı malların fiyatlarını belirlemeleri” (Child, 1751:38). Çalışmasının hemen başlarında bu şekilde görüşlere yer veren Child, iç ve dış ticarette Đngiltere’nin çağdaşı Hollanda’nın başarısından hareketle, aynı başarıya kendi ülkesinin de ulaşabileceğini ve bunun yol ve yöntemlerini ortaya koymaktadır. Nitekim Child ilk olarak tacirlerin devletin karar alıcı organları içinde yer alması ve yapacakları yasal düzenlemelerin özellikle ticarete ilişkin olması gerekliliğinin altını çizmektedir. 172 “Đkinci olarak: Her çocuğun, babasının ölümünden sonra mirastan eşit pay alması, böylelikle gençliklerinde yetersiz bir servetle dünya ile boğuşmak zorunda kalmamaları. Đngiltere’de centilmenlerin en küçük oğulları böyle bir çabaya girer, tüccar çırağı olmaya zorlanırlar” (Child, 1751:38-39). Child bu tespitinde ölen kişinin murislerine mirasın eşit olarak dağıtılmaması durumunda, kişilerin ticari hayata çırak olarak atanmak zorunda kaldıklarını ve yetersiz servetten kaynaklanan bu durumun olumsuz olduğunu vurgulamaktadır. Nitekim kendisi de ticaret dünyasına bu şekilde adım atmıştır12. “Üçüncü olarak: Yerli mallarının tam olarak hazırlanması; yurtdışına büyük miktarlarda gönderilen ringaların, morinaların ve diğer yerli malların paketlenmesi, bu sayede malların yurtdışındaki ününün artması, ticaretin iyi gitmesi, satıcıların ne marka olursa olsun ürünleri açmadan almaları. Buna rağmen biz, Đngilizlerin Newfoudland ve New-England’daki balıklarının, Yarmouth’daki ringalarının, hep yanlış hazırlandığı ve dolandırıcılık yapıldığı ispatlanmıştır. Batı kıyılarımızdaki sardalyalar nadiren istenilen miktarlarda paketlenmektedir” (Child, 1751:39). Child’a göre tüm bu yapılanlar, ticarette başarıyı zora sokan durumlardır. O halde tıpkı Hollanda’da olduğu gibi, üretilen ihraç konusu mallar ambalajlı, işaretli ve eksiksiz olarak hazırlanmadır. Dolayısıyla Child sanki bu tespitiyle; ticari ahlâk, güven ve kâr kavramları arasında zincirleme bir ilişki kurmaktadır. “Dördüncü olarak: Yeni mallar üretenlere, ticarette yeni sırlar keşfedenlere, diğer ülkelerin mallarını ilk getirip kullanıma sokan kişilere cesaret ve kişisel dokunulmazlık verilmesi ve toplum içinde ödüllendirilmesi, Ve Đngiltere’de atalarımızın malların üretiminde yaptığı ayarlamalar, bazı kimselerin yetkilerine kaldığında kısa zamanda değişime uğrayıp, malın faydasına bakılmaksızın malın üstüne vergiler binmesine neden olmuştur. Şüphesiz atalarımız malların incelenmesinde malın faydasını göz önünde bulundurmaya niyetlenip; bu amaçla mühürü icat etmişlerdi. Mühür, malın kaideye göre yapıldığının, binlerce miktarda alınabileceğinin ve alıcıyı 12 Bu husus ile ilgili sürece, Sir Josiah Child’ın hayatının anlatıldığı bir önceki bölümde geniş olarak yer verilmişti, s. 165-171. 173 memnun edeceğinin bir işaretiydi” (Child, 1751:39). Bu öneri ile Child, bir yandan açık bir biçimde üretimin ve üreticilerin teşvik edilmesi gerektiğini diğer yandan günümüz dünyasındaki üretim sürecinde, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde uygulanan ve güven unsuru olan standartları çağrıştıran ve eskiden uygulanan malların mühürlenmesi uygulamasına yeniden dönülmesi gerektiğini ifade etmektedir. “Beşinci olarak: Bizim gemilerin üçte birinden daha ağır olmayan az yüklü, büyük gemilerin icat edilmesi ve filolar halinde yolculuk edilerek tehlikeden korunması” (Child, 1751:39). Bu öneriyle de Child, Holanda’nın ticari başarısında etkili olan bir başka hususun altını çizerek, deniz aşırı ticari taşımacılığın gereği yeni gemiler yapılması ve bununla da yetinilmeyerek riski azaltmak için filo halinde hareket edilmesini istemektedir. “Altıncı olarak: Cimri ve tutumlu yaşamlarının olması; 100 bin poundluk servete sahip bir tüccarın, Đngiltere’deki 150 poundluk mal varlığına sahip bir kişi gibi harcamalarını kısması” (Child, 1751:39-40). Child’ın, Đngiltere’nin çağdaşı Hollanda’ya ilişkin yaptığı bir diğer tespitin, özellikle zenginlerin harcamalarını kısması olduğudur. Böylelikle Child, tasarrufun gerekliliğine vurgu yapmaktadır. “Yedinci olarak: Đyi bir servete sahip olmasalar bile oğullarının hatta kızlarının eğitimine önem vermeleri, hem kız çocuklarının hem de erkek çocuklarının bilgi birikimine ve aritmetik kullanımına sahip olup tüccar hesabını kullanabilmeleri sadece ticaret için değil kendi bilgi açlıklarını ve sevgilerini doyurabilmek için uğraşmalarına neden olur. Bu sayede eşlerinin işinden anlayan bayanlar, ölümünden sonra eşlerinin işlerini yürütebileceklerini ve mallarına sahip çıkabileceklerini bilen erkeklere son nefeslerinde bile işlerine sahip çıkma konusunda cesaret verir. Đngiltere’de ise belli bir mal varlığına sahip olan tüccar, son yıllarının geldiğini anlayınca mallarını ticaretten çeker. Çünkü Tanrı onu yanına çağırdığında, yurtdışındaki mallarının en az üçte birini tecrübesiz ve hırssız eşi yüzünden kaybedeceğine inanır ve genellikle de bu, böyle olur. Bununla beraber, diğer matematik dallarında görüldüğü gibi aritmetiğin doğası sadece mantığı geliştirmekle kalmıyor erkekleri daha tutumlu ve iyi bir 174 eş yapıyor; harcamalarının neye denk geleceğini devamlı akıllarında tutmalarını sağlayarak iflasın ne zaman gelebileceğini bilen karı-kocanın mallarını ziyan etmelerini engelliyor” (Child, 1751:40). Oysa Child’a göre, tıpkı Hollanda’daki gibi davranılsa, yani ayırım gözetmeksizin çocukların özellikle aritmetik alanında eğitilmesi, bu arada eşlerin de eğitimsiz bırakılmaması, bir tüccarın ölmesi durumunda o ana kadar yürütmüş olduğu ticari faaliyetin devamını sağlayacaktır. Bu şekilde eğitimin önemini vurgulayan Child, eğitimli bir insanın harcamalarını, bütçe kısıtı altında gerçekleştireceğini belirtmektedir. Bu da yine tasarruf kavramına verdiği önemi ortaya koymaktadır. “Sekizinci olarak: Vergi adetlerinin azlığı; dünyadaki en eşit, kimseye önyargılı davranılmadığını gösteren, uyguladıkları tarafsız satış vergi sistemi” (Child, 1751:40). Child bu tespitiyle Hollanda’nın yürürlükteki vergi sistemine hayranlığını açık bir şekilde ifade etmektedir. Buradan hareketle vergi sisteminin adil olması yanında, çok sayıda vergi olmaması gerektiğini belirtmektedir. “Dokuzuncu olarak: Yoksullarının dikkatli bakımı ve işe yerleştirilmeleri; her papazın kendi ilgisine bırakıldığı için Đngiltere’de hiç bir zaman uygulanamaması” (Child, 1751:40). Child, yine Đngiltere’den farklı olarak Hollanda’daki yoksul insanlara vurgulandığı üzere, yoksulların yönelik yoksullarevine uygulamayı belirterek, yerleştirilmelerini ve sömürgelere çalışmaya gönderilmelerini önermiştir. “Onuncu olarak: Bankalarını etkin şekilde kullanmaları, iyi bir temele sahip olmayan bankaların kârlarını, yılda en az bir milyon pound, topluma açmaları” (Child, 1751:40-41). Bu tespitiyle ise Child, Hollanda’nın ticari başarısında önemli rol oynayan bir başka unsurun, bankalarını etkin bir biçimde kullanılmaları olduğunu belirtmektedir. “On birinci olarak: Din konusundaki değişik görüşleri toleransla karşılamaları. Diğer ülkelerdeki çalışkan insanlar kiliselerin yerleşik düzeniyle ayrılık yaşayınca ailelerini ve mallarını alıp gelmekte ve birkaç sene birarada yaşadıktan sonra buradakilerle aynı ilgilere sahip olmaktadırlar” (Child, 1751:41). Child; bu görüşüyle, işgücü piyasasıyla da ilişkilendirilebilecek 175 olan, insanlar arasında yapılacak dini ayırımcılığın yanlışlığını ifade etmektedir. Nitekim söz konusu olumsuzluk, dönemin Fransa’sında yoğun bir biçimde yaşanmış ve pek çok Protestan Fransa’yı terk etmek durumunda bırakılmıştır. “On ikinci olarak: Tüccar hukuku sayesinde satıcılar ve alıcılar arasında yaşanan anlaşmazlıklar üç veya dört gün içinde çözülür. Kestirmeden gidilmez, yüzde yüz olmasa da bir çok durumda bizden yana olurlar” (Child, 1751:41). Burada da Child, Hollanda’nın ticari hayata yönelik olarak etkin ve tarafsız bir hukuk sistemine sahip olduğunu işaret etmektedir. “On üçüncü olarak: Alacağın transferine imkân tanıyan yasa, ticarette onlara büyük bir üstünlük sağlamaktadır. Bu sayede ticarette mallarını, biz Đngiltere’de bir kere döndürebilirken, onlar iki veya üç defa döndürebiliyorlar. Çünkü biz mallarımızı sattığımızda parayı hemen alamadığımızdan; altı, dokuz veya on iki ay gibi bir süre beklememizden dolayı tekrar satın alma avantajını yakalayamıyoruz. Đyi bir satış yapan tüccar ise bütün bir yıl boyunca esnaftan parasını almak için uğraşır; oysa böyle bir yasa olsa, biz tüccarlar faturalarımızı tahsil edebilir, hesapları kapatabilir, ticaretin avantajından, rahatlığından, kullanımından büyük ölçüde yararlanabilir, yasanın kullanımda olduğu yerdeki tüccarlar gibi payımıza düşeni değerlendirebilirdik” (Child, 1751:41). Child’a göre Hollanda’daki ticarete ilişkin söz konusu, günümüz dünyasındaki senetlerin ciro ya da iskonto edilmesine benzer uygulama olduğu anlaşılan yasal düzenleme, özü itibariyle tüccarların kolay tahsilat yapabilmelerinin ve dolayısıyla ticaretin sağlıklı işlemesinin önünü açmaktadır. “On dördüncü olarak: Bütün toprakların, evlerin, satılanların veya ipotek edilenlerin kaydını tutmaları, bu sayede kanuna uymayabilecek birçok ödemenin engellenmesi toprakları ve evleri daha güvenilir kılmıştır ki biz buna gerçek güvenlik deriz” (Child, 1751:41). Burada Child, Hollanda’da mülkiyet hakkından da öte, gayrimenkule ilişkin her türlü işlemin kayıt altına alındığını, böylelikle söz konusu işlemlerden doğan hakların da korunduğunu ifade etmektedir. 176 “Son olarak; Barış zamanlarında yılda % 3’ü, Đngiltere ile bu savaş sırasında yılda % 4’ü geçmeyen paralarının düşük faizi” (Child, 1751:41). Nihayet Child, çok önem verdiği faiz oranlarının düşük olması gerektiği yönündeki savunsunun da, Hollanda’da geçerli olduğunun altını çizmektedir. Bu son tespitinden hareketle Child, çalışmasının izleyen kısmında faiz konusunu, geçmiş dönemle de ilişkilendirerek ayrıntılarıyla ele almakta ve düşük faiz oranları savunusunu temellendirmeye çalışmaktadır. “Bunun gibi birçok tespit eklenebilir. Amacı ticaretin geliştirilmesi olan çalışmamda, bu tespitler önceden incelenmiş, ticaretin prensiplerini ve gerçek yüzünü anlamak isteyen tüccarlar tarafından iş hayatına geçirilmiştir; buna rağmen birçok marifetli tüccarın ilgisinden kaçmış, zenginliğin artışında ve ticaretin geliştirilmesinde rol oynamamıştır. Bu yüzden faizin çok küçük bir orana düşürülmesiyle insanların elde ettikleri kâr veya elde edebilecekleri üzerinde duracağım. Benim naçizane fikrime göre, bu, o insanların zengin olma nedenlerinin altındaki temeldir. Bizim paramızın faiz oranı da onlarınki gibi düşürülürse, biz de en az onlar kadar zengin ve ticarette itibar sahibi oluruz ve sonuç olarak şu anki savaşta üstünlük sağlar, onlara büyük bir zarar veririz. Eğer başarımız, bizim istediğimiz gibi olursa, onlar tamamıyla parçalanır ve biz onların köklerini kazarız” (Child, 1751:42). Dolayısıyla Child, ele alınan tespitlerinin iş hayatında bazı tüccarlar tarafından dikkate alındığı, bazılarının ise gözünden kaçtığı, bu durumun ticareti arzu ettiği düzeyde geliştirmediği düşüncesinden hareketle, asıl önem verdiği ve zengin gördüğü Hollandalıların zenginliklerin temelinde, esas olarak faiz oranlarının düşük olmasının yattığını belirtmektedir. Bu noktada dönemlerden ise örnekler söz konusu sunarak düşüncesini, desteklemeye öncelikle çalışmaktadır: geçmiş “Bunu anlatabilmek için kitaplarımızı ve faiz oranlarıyla ilgili bir yasa yapılmadan önceki imparatorluğumuzun ticari ve maddi durumunu inceleyelim: Bu konu ile ilgili bulabildiğim en eski tarih 1545. O zamanlar Đngiltere’deki ticaret oldukça az ve tüccarlar çok az ve cimrilermiş. 1635 yılından sonraki on yıl içinde faiz oranı % 8’e düşürülmüş. Bunun sonucu olarak 1600 yılı öncesine 177 göre bin pound ve üstü mal değiş tokuşu yapan her biri en az yüz pounda sahip daha fazla tüccar ortaya çıkmıştır. Ve şimdinin dünyasında, uzun iç savaşlara ve ticaretin cansızlığından yakınmalara rağmen yirmi yıldan beri % 6 civarında bulunan faiz oranları sayesinde, bin pounddan fazla, yaklaşık on bin pound üzerinde mal değiş tokuşu yapabilen daha fazla sayıda tüccar bulunabilmektedir” (Child, 1751:42). Yani Child’a göre faiz oranlarının düşürülmesi en başta ticaretle uğraşanların sayısını ve ticaret hacmini arttırmaktadır. Daha da ötesi faiz oranlarının düşürülmesi sonucu oluşacak olumlu tablo bununla sınırlı kalmayacak, zenginliği de beraberinde getirecektir: “Eğer bundan şüphe duyulursa, yaşlılara soralım: eskiden beş yüz poundluk bir mirasa sahip olan kızın, şimdi iki yüz bin poundluk mirasa sahip olan bir kızdan daha değerli algılanıp algılanmadığını soralım. Şimdi bir hizmetçinin görünmeye utandığı yünlü kumaşlar içinde eskinin leydilerinin dolaşıp dolaşmadığını; şimdinin vatandaşlarının ve orta sınıfının eskinin centilmenlerinden ve şövalyelerinden daha iyi kıyafetlere, tabaklara, mücevherlere ve ev eşyalarına sahip olup olmadıklarını, şimdinin şövalyelerinin ve yüksek sınıfının, altmış yıl önceki asillerden daha iyi giyinip giyinmediğini soralım. Asillerin giydiği arkası kanaviçe yeleklerden yüzlerce yaptıklarını ifade eden ve halen yaşamakta olan terziler, aynı tarz yelekleri saten kullanarak şimdinin şövalyeleri ve yüksek sınıfına yaptıklarını belirtmektedirler. Ölçmek için neden faydalanırsak faydalanalım, açık olan şey şudur: faizleri ilk indirdiğimizden bu yana bu imparatorluğun zenginliği ve görkemi eskiye oranla dört misli, belki altı da diyebilirim, artmıştır. Eskiye oranla yüzden fazla faytonumuz var ve atalarımızın yirmi yılda ödediği vergiyi biz bir yılda rahatlıkla ödeyebiliyoruz” (Child, 1751:42-43). Dolayısıyla Child belirttiği zenginliğin ortaya çıkacağı savını eski dönem ve içinde bulunduğu dönemin yaşam standartlarını kıyaslayarak doğrulamaya çalışmaktadır. Ardından Child, şöyle devam etmektedir: “Adetlerimiz yukarıda belirttiğim oranlarda, bire altı gelişti. Gelişme, malların fiyatlarında değil ama 178 ticaretin hacminde yaşanmıştır. Ticarete ilişkin son verilere göre, bazı yabancı malların fiyatları yükselirken yerli mallarımızın ve üretimlerimizin fiyatları düşmüştür. Kendim hatırlayabiliyorum, eskiden tüccarların mallarını koyabilecekleri çok fazla liman yoktu. Şu anki sayının üçte biri kadar liman vardı ve limanların sadece yarısı doluydu. Bununla beraber bu limanların üçte biri hâlâ aynı amaçla kullanılmaktadır ama barış zamanında bu limanlar Londra’dan gelen malları yerleştirmede yetersiz derecede küçük kalmaktadırlar. Taşraya bakarsak faiz oranlarının düşürülmesiyle şehirlerdeki gibi ticaretin geliştiği topraklar bulabiliriz. Bu topraklar artık eskiden yirmi senede elde ettikleri geliri sekiz, en fazla on senede elde edebilmektedirler” (Child, 1751:43). Bu söylemleriyle Child, yine düşük faiz oranlarının ticaret hacmini arttırdığını, bu durumun şehirlerle sınırlı kalmayarak, taşraya da uzandığını belirtmektedir. Dayanak olarak ise, her ne kadar kapasitelerini yetersiz bulsa da, eskiye nazaran sahip olunan liman sayısının artmış olduğunu göstermektedir. Öte yandan Child, çiftlik kiralarına da kısaca değinmektedir: “Bununla beraber, son üç-dört senede düşüş yaşansa da otuz yıl içinde çiftliklerin kiraları da oldukça artmıştır. Bunun sebebi ne düşük faiz oranlarıyla ne de bu yüzden yapılan hatalarla ilgilidir. Bu daha çok Đrlanda’daki geniş yayılma ile, ordudaki zeki Đngiliz askerlerinin buralara sahip olması ve ödedikleri geniş arazi vergileri ile ilgilidir (Child,1751:43). Yani Child, bu konunun faiz oranları ile ilişkilendirilmemesini, tamamen arz-talep koşulları içinde değerlendirilmesini istemektedir. Ve tekrar faiz konusuna dönen Child; şöyle devam etmektedir: “Bu konu hakkında daha çok şey söylenebilir. Ama dayanak noktası düşünüldüğünde, son elli yıl içinde Đngiltere’nin her bakımdan gelişmesi ve bunun nedenin de faiz oranlarının düşürülmesi olduğu bana göre iyi bir açıklamadır. Đngiltere’deki bu durumu açıklayabilmek için bütün Avrupa’yı inceledim, bir ülkenin zengin olup olmadığını, ne kadar zengin veya fakir 179 olduğunu anlayabilmek için tek sorunun yeterli olduğunu gördüm: Kredi için ne kadar faiz ödüyorlar? Ülkemizin yakınındaki Đskoçya ve Đrlanda’da açıkça görüldüğü gibi: %10-12 oranında faiz ödedikleri için insanlar aç, acınacak haldeler, kötü giyimli, evleri fakir ve paraları oldukça azdır. Verimli topraklara sahip olmalarına rağmen ülkeleri en fazla sekiz-on yıllık satın almayı karşılayabilir. Faizin % 7 olduğu Fransa’da devlet on sekiz yıllık alımı karşılayabilir. Topraklara sahip olan yüksek sınıf iyi şartlar altında yaşarken, köylüler kölelerden biraz daha iyi şartlarda yaşamaktadır. Çünkü onlar, kendilerinden istenenden başka bir şeye sahip değillerdir. % 3 düzeyindeki faizle Đtalya’da gerçek güvenlik sağlanmaktadır. Đnsanlar zengin, ticaret ile meşgul, iyi giyimli, toprakları otuz beş kırk senelik alımı karşılayabilecek kadar verimlidir. Açıkça görülüyor ki Hollandalılardan daha iyi bir konumdalar. Đspanya’da oran % 12-15 düzeyindedir. Altın ve gümüşle ticaretin olduğu tek yer olmalarına rağmen paraları oldukça az, insanlar yoksul ve acınacak haldedir. Ticaretten kaçınırlar. Đngilizler, Hollandalılar, Đtalyanlar, Yahudiler ve diğer yabancı milletler kendilerine mal getirir, yaşam kaynağı olarak gördükleri bu milletler sülük gibi kanlarını emerler” (Child, 1751:44). Dolayısıyla Child, son elli yıl içinde Đngiltere’nin her bakımdan gelişmesinin temelinde faiz oranlarının düşürülmesini görmekte ve bu düşüncesinin geçerliliğini çeşitli Avrupa ülkelerindeki faiz oranları ve bundan kaynaklı yaşam koşullarını işaret ederek desteklemeye çalışmaktadır. Diğer yandan Child, söz konusu çabasında sadece Avrupa ülkeleri ile sınırlı kalmayarak, diğer coğrafyalardan da örnekler sunmaktadır: “Bu olaya örnek olarak sadece Hristiyan dünyasından değil, Türklerin hakim olduğu yerlerden, Batı-Hindistan’dan ve Amerika’dan da örnekler verebilirim. Yabancı ülkelerle iş yapan her kimse, bu kuralın dünya genelinde doğru olup olmadığını anlayabilir. Kendi merakımı tatmin etmek için, yıllarca, fırsatlar el verdiği ölçüde, yabancı ülkeler hakkında bilgisi olanlarla sohbetler sonucunda söyleyebilirim ki yanılmama neden olacak bir örneğe bile rastlamadım. 180 Ne söylenirse söylensin, bu imparatorluğun faizle ilgili karar alındığından beri dört kat büyüdüğü (bence sekiz kat) ve bütün ülkelerin, ödedikleri faiz oranı kadar daha zengin veya daha fakir olduğu iddiamı doğrulamaktadır. Şimdi incelenmesi ve çözülmesi gereken karışıklık: faiz oranlarının düşüşünün ülke zenginliğini arttırdığı mı, yoksa ülkenin zenginleşmesiyle beraber faizlerin düştüğü müdür?” (Child, 1751:44-45). Dolayısıyla Child dünyanın neresine bakılırsa bakılsın, düşük faiz oranlarının tercih edilmesi gerekliliğinin açıkça anlaşılacağını ortaya koymaktadır. Child bu konuda hiçbir tereddüt taşımamakla beraber, faiz ile zenginlik arasındaki ilişkide hangisinin neden, hangisinin sonuç olduğu sorusuna yönelmektedir. Ortaya attığı bu soruyu ise; “Kendimi tatmin için, bu konuyu tartışmak amacı ile aradığım ve tanışma şansına eriştiğim birçok zeki insan ve faizlerin düşürülmesine karşı üzerine okuduğum onca kitap ve onların özellikle ifade ettikleri onca zıt fikirler, benim fikirlerimdeki doğruluğu ortaya koymuştur ki, faizlerdeki düşüş bir toplumdaki zenginlik ve refah düzeyinin bir sebebidir ve bu Krallıkta faiz oranlarının yüzde 6’dan 4’e hatta 3’e çekilmesi doğal olarak ülkenin sermaye stokunu yirmi yıldan az bir sürede ikiye katlayacaktır” (Child, 1751:45), şeklinde cevaplandırmakta, böylelikle hep vurgulayageldiği üzere, faiz oranlarının düşürülmesinin zenginlik doğuracağını bir kez daha yinelemektedir. Child’ın ölümünün ardından da baskıları gerçekleştirilen, dolayısıyla etkisini döneminden sonra da sürdüren söz konusu eserinin ardından, izleyen bölümde bir diğer önemli eseri; “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money” üzerinde durulacaktır. 3.6.2. Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money Sir Josiah Child, “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A New Discourse of Trade” adlı çalışmasında ortaya koyduğu görüşlerine ilişkin eleştirilerin belli başlılarını ele alıp, bu eleştirilere “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa 181 Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money” adlı eserinde şu şekilde cevap vermektedir: “Rastladığım en somut itirazlar aşağıdaki gibidir : Đtiraz 1: Faizleri indirmek, Đngiltere’de paralarını faize yatıran Hollandalıların ve diğer insanların, tüm arkadaşları ile beraber, varlıklarını kendi ülkelerine çekmelerine sebep olacak ve neticede Đngiltere’de ciddi bir para kıtlığı ve talebi doğacaktır. Bu itiraza cevabım şudur: Eğer faizler % 4’e çekilecek olursa, hiçbir Hollandalı Đngiltere’de kârlı menkul değerlere yatırım imkânı varken parasını dışarıya çekmeyecektir, çünkü kendi ülkesinde % 3’ün üzerinde faiz geliri elde edemez. Fakat Đngiltere’de faize yatırdıkları tüm parayı geri çekeceklerse, bunu yapmaları daha iyi olacaktır. Borçlu olan daima borç verenin kölesi olur ve diğeri semirirken ve şişerken, kendisi kesinlikle daima fakir kalır. Kendisine ait olmayan bir birikimi kullanan ve karın tokluğuna çalışarak itibarını korumaya zorlanan borçlu, kullandığı faiz oranının üzerinde kazanmadığında, sadece kendisine ait olmayan parayla yani borçla yaşamaya çalışır. Bunun yanında, faiz indirimi yasası ile beraber alacağın transferi yasası da çıkarılmalıdır. Hollanda’lıların parasını kaçırmamalıyız ve hatta on kat daha fazla olsunlar. Bu yasa eksikliği kapatacak ve en azından piyasada dönen hazır paranın yarısını tutmuş olacağız” (Child, 1668:6). Nitekim burada da Child’ın, faiz indirimi sonucu oluşabilecek durumları tek tek değerlendirmesinden anlaşılacağı gibi, üzerinde durduğu konuların en başında yüksek faizler gelmektedir. Öyle ki Child, Đngiltere’nin ekonomik gelişme ve büyümesinin, faizlerin düşürülmesiyle mümkün olabileceğini ısrarla vurgulamaktadır. Yasal olarak faiz indirimin gerçekleşmesi durumunda oluşabilecek sermaye kaçışının da, yine yasal önlemlerle engellenebileceğini belirtmektedir. Diğer yandan Child belkide bu son görüşüyle çelişiyor gözüken en uç olasılığı da değerlendirerek, yani Hollandalıların Đngiltere’de faize yatırdıkları tüm paralarını ülkeden çekmeleri durumunun dahi felaket olmayacağını, aksine borçlu olmanın olumsuzluklarından bahisle Đngiltere’nin böyle bir duruma düşmesinin bile olumlu olacağını vurgularken bir yandan da 182 böyle bir durumun zaten gerçekleşmeyeceğini, çünkü Hollanda’da Đngiltere’ye nazaran faiz oranlarının düşük olduğunu vurgulamaktadır. “Đtiraz 2: Faizler indirilirse, arsa fiyatları ve onu takiben kiralar artacaktır. Kiraların artması başka sektörlerde fiyat artışına sebep olacak ve dolayısıyla her şey pahalı hale gelecektir. Netice itibariyle, fakirler nasıl yaşayacaktır? Cevap: Bununla ilgili şunu söyleyebilirim. Faiz indirimi yasasının çıkması neticesinde arazilerimizin ve etkilediği sektörlerde genel olarak fiyat artışı olacaksa, bu insanlarımızın zenginleşeceğinin açık bir göstergesidir. Genel olarak, bir ülkede gıda maddelerinin fiyatı yıllar içinde artıyorsa, insanlar zengin demektir. Ve bu fiyatlar dünyanın neresinde en ucuzsa, buralarda insanlar çok fakirdir. Ve Đngiltere’de bizim fakirlere gelince, şunlar gözlemlenmektedir. Yiyecek fiyatlarının pahalı olduğu yerlerde, insanlar, bu fiyatların düşük olduğu yerlerde yaşayanlara kıyasla, daha iyi koşullarda yaşamaktadırlar. Ve fiyatların pahalı olduğu yıllardaki yaşam koşulları, ucuz yıllara nazaran daha iyidir. Çünkü fiyatların ucuz olduğu bir yılda, insanlar haftada iki günün üzerinde çalışmayacaklardır. Keyifleri çok çalışmaya izin vermeyecektir. Fakat çok çalışıp sonra hiç çalışmamak bu insanları alışık oldukları düşük yaşam koşullarında tutmaya devam edecektir.” (Child, 1668:7) Child söz konusu eleştiriyi, tıpkı ücretlerde olduğu gibi, fiyat artışlarının bir ülkenin zenginliği olduğu düşüncesiyle yanıtlamaktadır. Đşgücü piyasasına ilişkin tespitleri ise, O’nun terse dönen emek arz eğrisi düşüncesine sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. “Đtiraz 3: Faizler düşerse, tefeciler paralarının ödenmesini isteyeceklerdir. Bu durumda malları ipotekli olan soylular ne yapacaklardır? Cevap: Paranın el değiştirmesiyle kazanamayacaklarını anladıklarında, daha ileri gitmeyi göze alamayacaklardır. Đyi sandıkları menkul değer bir başkasına göre kötü olabilir veya yine de bunu yapacaklarsa, yasalarımız o kadar katı değildir. Fakat bu soylular arazilerinin bir kısmını elden çıkarmak için zaman kazanabilirler. Kaldı ki, böyle bir yasadan hemen sonra, en azından 30 yıl alımlık kâr elde edeceklerdir. 183 Đngiltere’de en iyi ve de soylu aileleri duyarsızca yok eden tefeci belasına daha uzun süre katlanmak yerine, böyle yapmak onlar için daha iyi olacaktır” (Child, 1668:7). Faizlerin düşmesiyle tefecilerin paralarının geri ödenmesine yönelik harekete geçecekleri savına verdiği yanıtta Child, bir yandan tefeciliğe kesin olarak karşı olduğunu ortaya koyarken, diğer yandan soylular açısından durumun hiçte çaresiz olmadığını, sahip olunan arazilerin bir kısmının elden çıkarılmasıyla tefeci sarmalından kurtulabileceklerinin altını çizmektedir. “Đtiraz 4: Şimdiki faiz oranı % 6 olduğu halde Kral Majestelerinin acil durumlardaki ihtiyaçlarını karşılamada zorlanılmaktadır. Faiz oranı % 4‘e düşürülürse, Kral yüklü miktarda parayı kendi halkından nasıl borç alacaktır? Cevap: Halk için yapılan faiz indirimi aynı zamanda Kral içindir. Yüksek miktarda para çekmesi gerekeceği bir durum söz konusu olduğunda, Londra Şehrinden veya siyasi organlardan bu parayı borç alacaksa, başka bir şey talep etmeye gerek olmayacak ve yasal faiz oranı geçerli olacaktır. Eğer bu borcu özel kişilerden almak durumunda kalırsa, en iyiyi, en doğruyu bilen Majesteleri, tüm yasaların üzerindedir ve yasal oranların üzerinde faizle borç alabilir. Örnek verecek olursak, şu an yasal faiz oranı % 6’dır, ancak Majesteleri hazinedeki parayı harcadıktan sonra, faiz oranını bazı durumlarda % 10-12’ye çıkarabilir. Eğer yasal oran %10 ise, Majesteleri %13-14 verebilir. Dolayısıyla, faizler % 4’e çekilirse, Majesteleri ihtiyaç duyduğunda şu an nasıl %10’a çıkarabiliyorsa, o zaman da % 6-7’ye çıkarabilir, ki böylece açıkça avantaj sağlanmış olacaktır” (Child, 1668:7). Child söz konusu itirazı da, faiz indiriminin yaratabileceği borçlanma sorununa yönelik olarak gereken durumlarda Kralın yetkilerini kullanabileceğini ve belirtilen olumsuzluğun gerçekleşmeyeceğini vurgulayarak cevaplamaktadır. “Đtiraz 5: Faizlerin indirilmesi, mal mülk edinmek için başka insanlar kadar yetenek ve bilgiye sahip olmayan dulların ve kimsesizlerin büyük zararına olacaktır (Child, 1668:7). Cevap: Şimdiki yasamız ile, mirasın veya paranın takibinin tamamen ve katiyen vasiyet memurunun takdirine bırakılması hariç, mirasçılar ve kimsesizler ebeveynlerinin vasiyet memurlarından hiçbir pay 184 alamamaktadırlar. Eğer vasiyet memurlarının takdirine bırakılırsa, memurlar bu parayı faizin yanında, ticarette değerlendirebilir, arazi satın alabilir ve arazi kiralayabilirler. Bu yapılmasa bile, nüfusa oranla azınlıkta kalan (nüfusun % 2’si) mirasçıların ve kimsesizlerin uğrayacağı zarar, faiz indirimiyle genelde halkın elde edeceği avantajların yanında önemsiz kalacaktır. Buna ilaveten, böyle bir yasa çıkarıldığında ve yürürlüğe girdiğinde, tüm aile reisleri yaşamları boyunca çocuklarının iyi koşullarda yaşaması ve iyi eğitim alabilmesi ve eşlerinin eğitimi için gayret gösterecekler ve böylece faizin düşük olduğu Hollanda, Đtalya ve diğer yerlerdeki gibi kimse düşkün ve çaresiz duruma düşmeyecektir” (Child, 1668:8). Child söz konusu eleştiriyi ise; faiz indiriminin gerçekleşmesi durumunda eleştiri konusu yapılan durumun zaten ortadan kalkacağını, aksi durumda bile eleştiriye konu nüfusun çok küçük bir azınlık olduğunu ve ülkenin geneli düşünüldüğü vakit eleştirinin anlamını yitireceğini vurgulamaktadır. Ve ardından Child, belirtilen çalışmasında faiz indirimine ilişkin yasanın yararlarını izah etmeye devam etmektedir; “Yukarıdaki itirazlara verdiğim cevaplardan sonra, böyle bir yasa çıkarılırsa, kimin bundan kârlı, kimin zararlı çıkacağını sormak pek anlamlı olmayacaktır. Birincisi, bu konuyla ilgili itiraza verdiğim cevapta izah ettiğim gibi, Majesteleri, olağanüstü bir olay vukuunda, daha iyi şartlarda borç para alacaktır. Daha da önemlisi, bu sayede kendi gelirleri de büyük bir artış görecektir. Tüm arazileri hemen değerlenecek, bu yasanın çıkmasını takiben şimdiki değerinin iki katına çıkacaktır. Ticaretin artmasıyla gümrük gelirleri çok daha fazla artacaktır. Soyluların ve yüksek statüdeki kesimin serveti daha çok arazi mülkiyetine dayandığından, şu an sahip olduklarının değeri artacak, örneğin 50 değerindeki mülkün değeri 100’e çıkacaktır. Denizciler, tersaneciler, hamallar, terziler, ambalajcılar diğer bütün çalışan insanlar için sürekli ve tam bir istihdam sağlanmış olacaktır. 185 Çiftçilerimiz kendi topraklarından aldıkları ürünleri daha iyi fiyatlardan satacaklardır. Diğer taraftan, komşularımız Hollandalılara (birikimleri ve tecrübeleri geniştir, oğulları genelde nesiller boyu babalarının ticari faaliyetlerini başarılı bir şekilde yürütürler, bu durumda eşit şartlarda mücadele etmeyeceğiz) karşı ürettiğimiz mallar ve sahip olduğumuz tecrübe bağlamında cüceler konumunda olacağız. Ayrıca, soyluların genç kardeşleri olarak, elimizde nadiren 1000 poundluk para olacaktır ve hatta bazen 200 poundumuz bile olmayacaktır. Buna karşı şunu söyleyebilirim: Bu genç adamlarımız (bu yasa geçerse) birikim meydana getirecekler ve diğer taraftan kuvvetli rakiplerimizle mücadele etmek için tecrübe kazanacaklardır. Londra’daki değişimi anlayacak bilgiye sahip olması gereken, büyük serveti olan çeşitli Đngiliz tüccarlar, orta yaşlarında ticaret geçmişi olmayan veya henüz ticareti bırakmamış ancak faizin tadını almış tüccarlarımızın, yasa çıktığında, tekrar ellerini taşın altına sokmaları ve aynı şekilde oğullarını da eğitmek için gayret sarf etmeleri gerekecektir. Çünkü, araziler 30–40 yıl alımla satıldığında, bu çocukları ülkenin Soyluları haline getirmek şimdi olduğu gibi pek kolay olmayacaktır” (Child, 1668:8). Böylelikle Child, faiz indirimin gerçekleşmesi durumunun, başta Kral olmak üzere, soylular, denizciler, hamallar, ambalajcılar, tersaneciler kısaca tüm çalışanların yararına olacağını savunmakta, diğer yandan faiz geliri elde etmekte olan tüccarların ise ticarete yönelik olarak daha yoğun bir çaba içine gireceklerini belirtmektedir. Yasanın düşkün ve fakir insanlara etkilerine gelince, Child bu konuda da şu görüşlere yer vermektedir: “Bu yasanın düşkünleri etkilemesi. Bir işçiden daha düşük giderle yaşayan işsiz aylak insanlar tanıyorum. Ne onların giderlerini dağıtarak, böylece fakirler durumlarını düzeltebilirler, ne de onların ellerini ve beyinlerini kullanarak bu Krallığın ortak kovanına bal mumu ya da bal toplayabiliriz. Bunlar sadece başkalarının alın teri üzerinden kendi keselerini doldurmaya çalışan ve yolunu bulan insanlardır. Ve bu bir devlet için ne kadar yararsızdır. Bu aylakların sanayiîn sırtına kene gibi yapışması yüzünden sıkıntı çekilmesi bir ispat gerektirmez. Bunlar bir ülkenin zenginleşmek için faiz indirimine 186 gitmesinin etkileri ve sonuçlarıdır ve netice olarak Hollandalıların ve Đtalyanların zenginleşmesinin sebebidir. Ve aynı şekilde son elli yılda kendi Krallığımızın zenginliğindeki artışın da sebebidir.” (Child, 1668:8) Demek suretiyle Child, bu kesimden zaten hiçbir beklentisi olmadığını ortaya koymaktadır. Kuşkusuz bu düşüncesi de, temel olarak tembelliğe karşı olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Child, fakir insanların ya yoksullar evine ya da sömürgelerdeki büyük çiftliklere gönderilmesi taraftarıdır. Child, faizin doğuracağı etkileri ise şu şekilde açıklamaktadır: “Bir diğer argümanın ispatını bizatihi faizin kendi doğasından çıkarabiliriz. Bu çok büyük bir çarpan etkisine sahiptir. Faizle, alacaklı (normal yaşam koşullarına sahipse) korkunç derecede daha zenginleşirken, diğer tarafta borçlu aşırı derecede fakirleşmektedir. Bu vesileyle bu konuda isabetli gözlemler yapmış olan merhum Ola Audley’i anmış olalım. Sadece 100 poundluk bir para %10’la faize yatırıldığında, 70 yılda (bu insanın ortalama yaşıdır) 100.000 poundun üzerine çıkmaktadır. Borç verenin kârı ne kadar çok büyükse, daha çok masrafla yaşayan (daha önce ifade edildiği gibi), borç alanın zararı da o derece büyüktür. Đki özel kişi arasındaki bu vakıa aynı zamanda ikili ilişkileri olan devletler arasında da geçerlidir. Yani burada borç alan ve veren ve aralarında mal ticareti yapanlar devletler olmaktadır. Ve sonuç yine aynıdır. Örneğin, 4-5 bin poundluk malı olan bir Hollandalı tüccar, kendi ülkesinde % 3 faizle 15 bin pound kredi çekebilir. Bu parayla ticarete yatırım yapabilir veya Đngiltere’de veya faizin yüksek olduğu başka bir ülkede değerlendirebilir. Bu tüccarın parası birkaç yıl sonra (başına çok büyük belalar gelmediği sürece) üç misline çıkabilecektir. Bu, neden Hollandalı şekercilerin Londra’da, “Barbados Sugars”a büyük bir ödül vermeye gücünün yettiğinin gerçek sebebini ortaya çıkarır. Aynı zamanda, Đngiltere ve Hollanda arasındaki navlun bedellerinde ikinci olmalarını ve ticaretlerindeki zenginliği aşan büyümeyi de açıklar. Şekeri kendi kapılarının önünde alan bizim Londra’daki şekerciler, navlun bedelleri de ilave edildiğinde, elde edecekleri kârı azaltmakta ve mesleklerinin değerini düşürmektedirler. Bizimkiler % 6 faizden birikimlerini yatırdıklarında iyi bir kazanç aldıklarından, en fazla altı bin ila on bin pound üzerinde sermayesi 187 olan birkaçı paralarını şeker işlerine yatırmaktadır. Hollanda’da ise; yirmi, otuz, kırk bin pound birikimi olanlar şeker üretimine yatırım yapmaktadırlar. Sadece % 3 faiz ödemek suretiyle aldıkları krediyi bazen yarısı, bazen de üçte ikisi dolu olan stoklarını tamamlamak için kullanırlar. Bu türden ticaret anlayışı ve kuralları diğer ticari alanlarda da aynı şekilde uygulanır. Şunu söylemek isterim ki, Hollandalı parasını ülkemizde faize yatırdığında, para bolluğu ve hareketi bir avantaj olacaktır. Bu, şimdiye kadar avantaj gibi gözükse de aslında aşırı bir zarardır. Bizi genç ve heybetli birisinin durumuna getirmiş gibi görünür. Oysa toprakları ipotek altına alınmıştır. Aldığı borç para cebini doldurur ve bir süreliğine kendisini heybetli sanır, aslında aldığı para düşünmeden içine çektiği uyuşturucu gibidir. Đlk başta hoş bir tat almasına rağmen, gerçekte ruhunu soyup soğana çevirmektedirler. Kısa bir süre sonra tüm servetini derin bir tüketimin içinde bulacak ve kendini teslim edecektir. Ayrıca, Hollandalının bize borç olarak verdiği paranın miktarı ne olursa olsun, zincirin bir ucu kendi ellerinde ve kendi ülkelerinde olacaktır. Bu yolla, yeterince kanımızı emdiklerine ve şiştiklerine kani olduktan sonra paralarını geri çekebileceklerdir (Child, 1668:9). Bu beni şu sonuca götürüyor: Musa, Yahudilerin bir başka Yahudi’ye kullanmak üzere faizle borç para vermesini yasaklamış ve yabancılara ise faizle borç verilmesine izin vermiştir. Bu yasayı dini olduğu kadar siyasi niyetle de yapmıştır. Musa, ikincisinin yani yabancılara faizle borç vermenin ülkeyi zenginleştireceğini, birincisi ile kamusal bir faydanın ortaya çıkmayacağını ve sonuçta sadece bir Yahudi’nin fakirleşmesinin, diğer bir Yahudi’yi zengin edeceğini görmüştür. Bu aynı şekilde, Đsrail halkının sahip oldukları küçük bir toprak parçasında tarih boyunca nasıl büyük ve kalabalık orduları kurabildikleri (hemen hemen inanılmaz bir şey) sorusunu ortaya çıkarmaktadır ki tarihçiler bunu doğrulamaktadır. Tefecilikle ilgili yasalarını dikkate aldığınızda bu ne imkansız ne de tuhaf görünecektir. Bu yasa çorak toprakları verimli, verimli toprakları bahçe haline getirecek kadar etkilidir. Sonuçta bu yasalar yokken bu toprak parçasının beslediği nüfusun on katını bu yasalar sayesinde beslemek mümkün olmuştur. 188 Son olarak, sanırım şu herkesçe kabul edilmiştir: Tüccarlar, sanatçılar, toprağı işleyen çiftçiler ve toprağa dayalı çalışanlar (kısaca bu başlık altında toplayabiliriz), denizciler, balıkçılar, hayvancılıkla uğraşanlar, bahçeyle uğraşanlar gibi farklı insan grubunun yaptığı işler ve meydana getirdikleri ürünler bir ülkeye dışarıdan zenginlik getiren işlerdir. Diğer insanlar ise, örneğin, soylular, üst tabaka insanlar, avukatlar, doktorlar, her alandan alimler, dükkan sahipleri, yaptıkları işler ülke içinde bir elden alıp ötekine vermekten ibarettir. Ve eğer faiz indirimi (her kesime sağladığı genel faydasının yanında, sancısı tutan tefeciler hariç) Krallığın en faydalı motoru olan bu kesimlere yeni bir yaşam ve hareket katacaksa (naçizane öyle sanıyorum) ve şimdiye kadar söylenenlerin ciddi değerlendirmeler olduğunu ispatlayacaksa, sanırım faiz indiriminin ticaretin artmasında ve herhangi bir Krallığın zenginleşmesinde itici güç olduğu şüphesizdir” (Child, 1668:10). Dolayısıyla Child yüksek faizin sonuç itibariyle ne denli felakete sebep olacağını önce insanlar arasındaki borç-alacak ilişkisinden, ardından devletler düzeyinde ortaya koymakta ve aslında bu iki durumun birbirinden hiçbir farkı bulunmadığını vurgulamaktadır. Yüksek faizin ülkeye başlangıçta sermaye akışı sağlasa da nihai olarak ne denli zararlı olduğunu belirtmektedir. Diğer yandan Child çeşitli mesleklere atıfta bulunarak, ticareti zanaatı ve çiftçiliği üretken faaliyetler olarak kabul ettiğini, orta sınıfın, asillerin, doktorların, dükkan sahipleri gibi diğer meslek mensuplarının, sadece üretilen şeylerin el değiştirmesine yönelik faaliyetlerde bulundukları görüşünü ortaya koymaktadır. Çalışmasına ek yaptığı kısımda ise Child, söz konusu çalışmasının oluşum sürecini açıklayarak faiz indirimin mutlaka gerçekleştirilmesi gerekliliğinin altını tekrar tekrar çizmektedir. “Yukarıdaki yazıyı ikamet ettiğim yerde Sickness-Summer’da yazmıştım ve yayınlama niyetim yoktu. Sadece mevcut Parlamentodaki değerli ve muhterem dostlara iletmek içindi. Daha detaylı değerlendirme yapmak ve ortaya konulan prensipleri özümsemek için kopyalarını almaktan memnun oldular. Yazılanlar ilk başta onlara çok garip gelmişti ki öyle olacağını daha önceden başkaları da garip bulduğundan dolayı bekliyordum. 189 Üzerinde biraz düşünmeye zaman harcadıklarında, şuna eminim ki, eğer bazı şahsi menfaatlerine aykırı gelmiyorsa, herkes Krallığın kamusal yararıyla ilgili görünen hakikati kabul etme noktasında ikna olacaktır. Eminim ki doğalarında var olan sağduyu ile bunu anlayacaklardır. Sir William Petty’nin vergiler hakkındaki son yazısındaki mükemmel tespitlerine göre, tabiat kendi yönünü bulmak zorundadır ve bulacaktır. Đngiltere’deki mesele, faiz indirimine hazır olmaktır. Buna daha uzun bir süre engel olunamaz ve ilk faiz indiriminden sonra, 40 yıldan fazla yaşayanlar ikinci bir indirimi göreceklerdir. Faiz oranını Hollandalıların oranı ile aynı seviyeye getirene kadar onlarla ticarette boy ölçüşemeyeceğiz” (Child, 1668:10). Dolayısıyla bu söylemleriyle Child’ın, söz konusu düşünceleri başlangıçta şaşkınlıkla karşılansa da er geç doğruluğunun anlaşılacağı ve daha da ötesi uygulama alanı bulacağı konusunda son derece iyimser olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim O’na göre Đngiltere yönetiminin en üst kademesi, yani Kral da ticarete önem vermektedir. “Majesteleri, parlamentonun son oturumunun açılışında parlamentonun her iki kanadına da ticaretin daha da geliştirilmesi hususunda öneride bulunarak nazikçe memnuniyetlerini dile getirdiler. Bana göre bunun ilk ve temel motoru faizlerin indirimidir ve devreye sokulmak zorundadır (Child, 1668:11). Dolayısıyla Child, faiz oranlarının düşürülmesi durumunda ticari gelişmenin kaçınılmaz olacağını yinelemektedir. Bu arada Child söz konusu düşünce ve önerilerine ilişkin eleştirilere de açık olduğunu belirtmekte ve kendisini destekler nitelikteki geçmiş çalışmalardan bahsetmektedir. “Eğer benim düşüncelerimden daha iyi olanlarla aynı noktada buluşmasaydım, benim tek görüşüme dayanarak, bunu kamuoyunun tenkidine sunmazdım. Ocak ayının sonuna kadar basılı (daha çok aleyhinde) herhangi bir şey görememiştim. O tarihte, bu konu üzerinde sık sık görüştüğüm bir arkadaşım, tesadüfen aynı amaca yönelik 50 yıl önce yazılmış küçük bir kitapçık buldu ve bana verdi. Bahsi geçen kitapçığın yazarı, tarzına bakarsak, taşra soylusu gibi görünmektedir ve benim eğitimim daha çok bir tüccarın aldığı eğitime dayalıdır. Bu nedenle umarım ki, birlikte her ikisi bir dereceye kadar birbirlerinin eksikliklerini kapatacaktır. Onları birlikte bastırmama neden olan bir diğer sebep, onun 190 yazdıkları faizin %10’dan % 6’ya indirilmesinin sonuçlarını kapsamaktadır ve reel sonuçlara dairdir. Bu benim tüm insanların gerçeği göremeyecek kadar kör olamayacağı kanaatimi ispatlamaktadır (Child, 1668:11). Nihayet Child çalışmasının son kısmını yine faiz konusu ağırlıklı olarak bazı iddialar çerçevesinde Hollanda ve Hollandalılara ayırmaktadır: “Son sözü söylemeden önce, bütün olarak konuyu kısa bir şekilde özetlediğimden, bu çalışmanın ana ekseni ile ilgili yeni karşılaştığım son bir hususu burada belirtmeden geçemeyeceğim (Child, 1668:11). Đddia: Hollanda’daki faiz oranının düşüklüğünün YASALARIN SONUCU ortaya çıkmadığı, iddia edilmektedir. Buna göre, Hollanda’da tefeci oranlarını sınırlayan bir yasa yoktur (Child, 1668:11). Cevap: Hollanda’da tefeciliği şu anki % 3-4 faiz oranlarıyla sınırlandıran bir yasanın olmadığı belki doğru olabilir. Fakat yıllardan beri faiz oranını en fazla % 5 veya % 6 ile sınırlandıran bir yasa hep vardı. Sonuçta bu oranı daha aşağı çekmek için yasayı yenilemek bir zorunluluk haline gelecekti. Paradan kazanılacak faiz oranlarını, komşu ülkelerde uygulanan faiz oranlarının altında, % 3-4’te tutmak her zaman bu halkın temel politikası olmuştur. Yasanın suni taktiklerini kullanmak faydasızdır (doğal olarak yapılmaktadır)” (Child, 1668:11). Dolayısıyla Child, faiz oranlarının yasal düzenlemeyle düşürülemeyeceği gibi çok önemli bir hususu cevaplandırmaktadır. Yani O’na göre faizlere ilişkin her oranın yasayla belirlenmesine zaten gerek yoktur. Sanılanın aksine Hollanda’da o an geçerli faiz oranlarına ilişkin olmasa bile tavan faiz oranlarını belirleyen yasa zaten vardır. Dolayısıyla O’na göre bu yapıldıktan sonra, daha düşük oranlar zaten kendiliğinden gerçekleşecektir. Diğer yandan Child, faiz oranlarının sınırlanmasıyla ortaya çıkan etkinin, Hollanda’da başka düzenlemelerle de sağlandığını belirterek bu hususta yaptığı açıklamalara şu şekilde devam etmektedir: “Faizi mevcut oranla sınırlayan yasaları olmasa da, aynı etkiyi yapan, sahip olabilseydik bizde de aynı sonuçları doğuracak, henüz ulaşamadığımız başka yasaları da vardır. Bunlardan birisi, KAMU TESCĐLĐ vasıtasıyla, GERÇEK MENKUL DEĞERLERĐ kayıt altına almalarıdır. Açıkça görüyoruz ki, hatasız bir hesaba göre, Đngiltere’de para, menkul değerler 191 kadar lazım olan bir ihtiyaç değildir. Kayda değer bir örnek vermek gerekirse, “East-India Company - Doğu Hindistan Şirketi” istediği zaman, istediği kadar parayı % 4 faizle bulabilir (Child, 1668:12). Diğer bir yasa, BANKALARIN kurulmasıyla ilgilidir. Bu sayede, özel kişiler orta büyüklükte kredileri kolaylıkla ödeyebilecekleri faiz oranlarıyla Devletten temin edebilirler (Child, 1668:12). Üçüncü yasa ve çok dikkate değer olanı, bu yazının başında bahsedilen alacağın transferi yasasıdır” (Child, 1668:12). Yani Child’a göre söz konusu yasalar da, faiz oranlarının düşürülmesinde olduğu gibi aynı amaca hizmet etmektedir. “Dördüncüsü, kamu işlerinde olağanüstü derecede tutumlu olmalarıdır. Bu halen geçerli olan bir teamüldür ve amacımıza yönelik olarak bir yasa gibi değerlendirilebilir. En uç şartlarda dahi % 4’ün üzerinde faiz oranıyla borç vermemeye kendilerini zorlarlar. Ancak, Majesteleri bazı acil durumlarda, ulusal kaynaklar mevcut aciliyeti karşılamada yetersiz kalırsa, kuyumculara olağan oranların üzerinde faiz vererek borçlanabilir ve eskiden % 4 faizle borç aldığı özel kişilerden, büyük meblağlarda tam % 6 faizle borç para alabilir” (Child, 1668:12). Burada da Child’ın, Hollandalıların tutumlu olduklarını yineleyerek, tavan faiz oranının yasayla belirlenmesinin ardından, daha da düşük oranlara yeni bir yasal düzenlemeye gerek kalmadan doğal yollardan ulaşılabileceği şeklindeki düşüncesini desteklemeye çalıştığı görülmektedir. Child, üzerinde durulan çalışmasında sözlerini şu şekilde tamamlamaktadır: “Son söz olarak tekrar etmek istiyorum. Her devlet kamu işlerini yürütmeyi ve yasa çıkarmayı kendine özgü yöntemlerle yapacaktır. Ve bu Krallıkta, şu an olduğu gibi, doğa böyle bir değişim ihtiyacını hazırladığında, faiz oranlarını yasayla indirmek bir teamül haline gelmiştir. Faiz oranı sınırsız bir orandan % 10’a bir yasayla indirilmiştir, müteakiben önce ondan sekize sonra altıya düşürülmüştür. Ve her şeye gücü yeten Tanrının yardımıyla, tam olarak ispatladığım ve herkesin bu deneyime şahit olduğu gibi, bu Krallık faiz indiriminin getirdiği muazzam başarıyı ve avantajı yaşamıştır. Ve şundan eminim ki, her şeye gücü yeten Tanrının yardımıyla, 192 şu an doğum safhasında olan % 6’dan % 4’e faiz indirimi yapıldığında, bu nesil aynı büyük ve iyi sonuçları görecektir. Ve hatta bir sonraki nesil, bu oran % 3’e indiğinde, daha büyük faydayı yaşayacaktır” (Child, 1668:12). Sonuç olarak Child aktarılan tüm bu söylemlerinde; yine dönemin Đngiltere’sinin en büyük rakibi konumunda olan Hollanda’dan örnekler sunmak suretiyle faiz indiriminin gerçekleştirilmesinin gereklilikten öte bir zorunluluk olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Hollanda’nın belirtilen başarıyı elde etmesiyle ilişkilendirdiği örnekleri; Hollandalıların tutumlu olmalarından hareketle, hem insanların yaşam tarzları, hem de kamu tescili vasıtasıyla menkul değerlerin kayıt altına alınması, bankaların kurulmasıyla ilgili yasa, alacağın transferi gibi çeşitli yasa ve uygulamaları üzerinedir. Nihayet Child, tüm bunların Đngiltere için de mümkün olabileceğini ve buna olan inancını, geçmişten de örnekler sunarak açıkça ortaya koymaktadır. Buraya kadar yapılan açıklamamalar ışığında, Jean Baptiste Colbert ve Sir Josiah Child'ın görüşleri temelinde, 17. yüzyılda Fransa ve Đngiltere'deki merkantilist anlayış ve uygulamaları etkileyen unsurlara zemin oluşturma bağlamında, nihayet söz konusu dönem iki ülke merkantilizminin karşılaştırmasını, tarihi sürece de bakarak, ele alabiliriz. 4. 17. YÜZYIL FRANSIZ VE VE ĐNGĐLĐZ MERKANTĐLĐZMĐNĐN KARŞILAŞTIRILMASI 17. yüzyıl dünyasında sürekli daha fazla üretmek sadece ekonomik bağımsızlık kazanmak için değil, dış pazarlara hakim olabilme amacıyla da yapılıyordu. Buna karşın 16. ve 17. yüzyıllarda Fransız ekonomi politikası, daha çok kendi kendine yetebilmeyi amaçlamıştı. Fransız krallığı ve hükümeti ise ilgisini daha çok lüks mallar endüstrisine yöneltmişti (Zeler’dan aktaran Cameron, 1970:138). Bu yönelimle ilişkili olarak; Fransa’da, “imal” kavramı özellikle 16. yüzyılda ipekli giysilerde ilginç bir gelişme göstermiştir. Bu yüzden atölyeler çoğunlukla bu alanda çalışmışlardır. 17. yüzyılda ise atölyeler tek bir girişimcinin yönetimi altında toplanmaya başlamışlardır. “Fabrika” kavramı da benzer bir gelişme sürecinden geçmiştir. 17. yüzyılın ortalarında fabrika ve 193 endüstri kavramları eşzamanlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Krallığa ait imalâthaneler ise bunlardan önce ortaya çıkmıştır. XI. Louis dönemine gelindiğinde, ipek endüstrisi henüz bilinmezken bu alanda Krallık imalâthaneleri kurulmuştur (Zeler’dan aktaran Cameron, 1970:129-130). Đngiltere’de ise manzara çok daha farklıydı. Örneğin işçi sınıfının yaşam standardı Fransa’ya nazaran daha yüksekti. Çünkü vergilendirme daha az ağırdı. Đmalât endüstrisindeki gelişmeye bağlı olarak tüketici sayısı ve alım gücü de artmaktaydı. Bu da üretim ve yeni girişimci sayısının artışını güdülemekteydi. Yine Fransa’nın aksine, endüstri alanındaki sorunlar parlamentoda ciddi bir biçimde ele alınmaktaydı. Đngiltere ve Fransa’da değişik ekonomik aktiviteler yapılmakla beraber, dikkatleri en çok ticaret çekmekteydi. Dünyanın bir noktasından diğerine tarım ürünleri taşınıyordu. Ticaret hem devlet eliyle, hem de bireysel olarak gerçekleştirilmekteydi. Deniz ticareti 16. yüzyılda şaşılacak düzeyde gelişti. Nitekim o dönemde kim denize hükmederse, ticarete de hükmeder ve dünyanın en zengin ülkesi olur anlayışı geçerliydi. Ticaretin önceliği ve üstünlüğü 17. yüzyılda da sürmüştür. Nitekim Fransa’da bir tacir oğlu olan Colbert ticareti geliştirmek için çok gayret göstermiştir. Colbert üretimde insan rolünün artan öneminin farkına varmıştı. Diğer yandan üretim organizasyonu mükemmelleştirilmeden Fransa’nın ticari hegemonya sağlayabilmesinin mümkün olamayacağını da öngörmüştü (Zeler’dan aktaran Cameron, 1970:139). Bu genel bilginin ardından, Fransa ve Đngiltere’de, 17. yüzyılda özellikle ekonomi ve siyasi alanlarda birbirine zıt süreçler yaşanmış olduğu ifade edilebilir. Nitekim Ekelund ve Tollison bu durumu Fransa açısında şöyle ortaya koymaktadır: “En başta merkantilizmi ekonominin mutlak anlamda kralların kontrolü altında olduğu bir sistem olarak tanımlayacak olursak, 16. ve 18. yüzyıllar arasında bu tanıma en uygun ülke olarak karşımıza Fransa çıkmaktadır. Merkantilist Fransa’nın iki temel özelliği vardı. Bunlardan ilki; ekonomi büyük bir baskı ve kontrol altındaydı. Diğeri ise; imalâtın verimsiz, dolayısıyla masraflı olmasıydı. Bu iki durum Fransa’da endüstri devriminin yaşanmasını engellemiştir. Diğer yandan, Fransa’da tüm merkantilist dönem 194 boyunca, aristokratlar vergiden pay almışlar, soylular ve kamu çalışanları vergi muafiyeti tanınan kesimler olmuştur. Tüm bunların sonucunda 1688 yılında Fransa’nın toplam geliri 80.500.000. pound düzeyinde iken, Đngiltere’nin toplam geliri ise 41.700.000. pound düzeyindeydi (Ekelund ve Tollison, 1991:95). Bu göstergeler; Fransa’nın, Đngiltere’ye kıyasla yaklaşık bir kat daha fazla olan toplam gelirinin, dönemin nüfus sayıları dikkate alındığında, kişibaşına düşen ortalama gelir bağlamında Đngiltere için yaklaşık 8,30 pound, Fransa için ise yaklaşık 4,20 pounda tekabül ettiğini ortaya koymaktadır. Yani iki ülke açısından toplam gelir için geçerli olan durum, kişibaşına düşen ortalama gelir söz konusu olduğunda tam tersine dönmektedir. Đki ülke için verilen söz konusu büyüklüklere ilişkin sürece gelince; üzerinde durulan yüzyıl içinde; 1640 yılından sonra, öncesine nazaran Đngiliz ve Fransız ekonomisinde daha belirgin farklılıklar yaşanmaya başlamıştır. Nitekim 1630’larda durgunluk içine giren Fransız ekonomisi yüzyılın ortalarında çökme noktasına gelmiştir. Bu durum 1720’lere kadar sürmüştür. Bu dönemde sık sık ekonomik ve demografik krizler yaşanmış, ölüm oranları çok artmış, parasal kıtlık ortaya çıkmıştır. Đş dünyasındaki faaliyetler, rantlar, ticari ve endüstriyel kârlar düşmüştür. Bunların sonucunda da işsizlik ve fakirlik artmıştır. Colbert endüstrileşme politikasıyla, tam anlamıyla sonuç alamamış olsa da, deflasyonun yarattığı olumsuz şartlar, düşen kârlar, fiyatlar ve tüketimde ortaya çıkan söz konusu olumsuzlukları düzeltme yönünde çok büyük gayret göstermiştir. Buna karşın Colbert’in endüstriyel alana ilişkin yeni girişimleri sonraki dönemlerde kalkınma yolunda fayda sağlamıştır. Diğer pek çok uygulamaları ise çabucak etkisini yitirmiştir. Sonuç olarak endüstriyel çıktı toplamında Colbert döneminde artış olduğu kesin olarak ifade edilemese de; büyük savaşlar, kıtlık ve izlenen politika sonucu ortaya çıkan ülkeden zorunlu protestan göçüne rağmen, Colbert’in başvurduğu önlemler XIV. Louis dönemi sonrası Fransız ekonomisinde yaşanan iyileşmeye biraz olsun katkı sağlamış, belki de 1715 sonrası dönemde yaşanan büyümeye zemin hazırlayıp, onun müjdecisi olmuştur. Bu tarihten sonra kıtlık ve savaşların kötü etkileri büyük ölçüde giderilmiştir 195 (Crouzet, 1990:12-14). Yani Colbert’in endüstri alanında belirginleşen önlem ve uygulamalarının sonuçları, kendi döneminden ziyade, daha çok izleyen yüzyılda ortaya çıkmıştır. Nitekim 17. yüzyıl Fransa’sında genel manzara çok olumsuzdu. Đngiltere’de ise aynı dönemde manzara, Fransa’ya nazaran çok farklıydı. Crouzet bu durumu şöyle ortaya koymaktadır: “Đngiltere her ne kadar 17. yüzyıldaki ekonomik yapıyı tümüyle değiştirememiş olsa da, ekonomik performansı 17. yüzyıl boyunca çok daha iyi düzeydeydi. Belirtilen yüzyılda ekonomi açısından şartlar çok zordu ve genel olarak durgunluk söz konusuydu. Örneğin 1620’lerde, sivil savaşın ve XIV. Louis’e karşı yürütülen savaşın devam ettiği dönemlerde, Đngiltere’nin temel endüstrisi olan yünlü kumaş imalâtı kriz yaşamaktaydı. Kronik yoksulluk ve işsizlik ciddi problemlerdendi. Ancak yine de Đngiltere’deki bu durumu, Fransa’daki 1630 yılı sonrası durumla kıyaslamak, benzetmek mümkün değildir. Fiyatlardaki kısa dönem hareketlilik 1661 yılından sonra daha az şiddetli ve daha az düzensizdi. Yüzyıl boyunca toplam tarımsal ve endüstriyel ürünlerde az da olsa artış yaşanmıştır. Nüfustaki artışa rağmen kişi başına düşen ortalama gelir de artmıştır. Özellikle 1660 yılından sonra, ekonomik gelişmeye ilişkin diğer işaretler de Fransa ile paralellik göstermez. Örneğin Londra’daki ev içi üretim, Paris’teki düzeyin çok ilerisindeydi. Diğer yandan 17. yüzyıl boyunca Đngiltere’nin dış ticaretinde, büyük çaplı koloniyel gelişme sayesinde, hızlı ve sürekli bir büyüme yaşanmıştır” (Crouzet, 1990:15). Dolayısıyla Đngiltere’nin koloni elde etme yarışındaki Fransa’ya nazaran sağladığı başarı, Doğu Hindistan Şirketi gibi ayrıcalıklı şirketleri vasıtasıyla dış ticaret alanındaki büyük atılımı ve bu iki sürecin birbirinin hem nedeni ve hem de sonucu olarak gerçekleştiğini hatırlamakta fayda vardır. Gerçekten de aynı dönem Fransız kolonileri ve koloni ticareti ise nispeten önemsiz düzeydeydi. Bu alanda Đngiltere’deki belirtilen durum, Đngiliz ekonomisinin yavaş fakat düzenli bir biçimde büyümesine yol açmıştır. Nitekim 18. yüzyılın başlarında, Đngiltere ekonomik açıdan çeşitli önemli alanlarda Fransa’nın önünde yer almaktaydı. Öncelikle tarımda bazı teknik gelişmeler, bu sektördeki verimliliği Fransa’ya nazaran daha yüksek ve 196 düzenli kılmıştır. Bu durum, tarım sektöründeki kötü yılların olumsuz etkilerinin Đngiltere’de niçin daha az gerçekleştiğini açıklamaktadır. Đkinci olarak; endüstriyel teknolojide özellikle kömürün yakıt olarak kullanılmasıyla, 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başlarında yaratıcı faaliyetlerde patlama yaşanmıştır. Üçüncü olarak; ticari alanda Đngiltere lider durumdaydı. Ticaret hacmi Fransa’dan daha fazlaydı. Çünkü Đngiltere’de deniz ticareti ile uğraşan tüccar sayısı daha fazlaydı. Diğer yandan sermeye birikimi de daha hızlıydı. Nitekim Đngiltere denizler ve Amerika üzerinde hakimiyet kurma yolunda verilen ilk mücadeleden galip çıkmıştı. Son olarak; Đngiltere’nin üstünlüğü finansal alanda çok daha belirgindi. Özellikle Đngiltere Bankası, Fransa’dan ekonomik anlamda daha iyi bir düzeyde olmada önemli rol oynamıştır. Oysa Fransa’da XIV. Louis’in ulusal bir banka kurma gayreti bankerlerin direnişiyle karşılaşmış ve sonuç alınamamıştır. Aynı şekilde Đngiltere’deki finansal yapıyı Fransa’da oluşturma çabası da başarısızlıkla sonuçlanmıştır (Crouzet, 1990:16). Nihayet yüzyılın sonlarına doğru, 1688 yılında Đngiltere, bir tek Hollanda hariç, diğer tüm ülkelerden daha zengin bir konuma gelmişti. Nitekim Crouzet bu durumu da şu şekilde ifade etmektedir: “Tahmini hesaplamalara göre o dönemde Đngiltere’de kişi başına düşen ortalama gelir, Fransa’ya nazaran çok daha yüksekti. Nitekim Daniel Defoe yazılarında o dönemin Đngiltere’sini “Dünyanın en zengin ve gösterişli ülkesi” olarak nitelendirmektedir. Diğer yandan 17. yüzyılda Fransa’da görülen durgunluk ve hatta gerileme, Đngiltere’de yaşanan refah artışı göz önüne alındığında bu görüşlerin pek haksız olduğu söylenemez. Bunun nedenine gelince 17. yüzyılda ve 18. yüzyılın başlarında, Fransız ekonomisinin harekete geçip büyümesi önünde, sosyo-ekonomik yapı, politik olaylar gibi pek çok ciddi engel bulunmaktaydı. Özellikle 1630 yılından sonra Đngiltere ile Fransa arasında ortaya çıkan ve Đngiltere lehine olan gelişmişlik farkı, Đngiltere’de 18. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan Endüstri Devrimi ile iyiden iyiye artmıştır. Dolayısıyla Fransa ve Đngiltere’nin 17. yüzyıl boyunca ekonomik kalkınmaları açıkça birbirine zıttır” (Crouzet, 1990: 17). Tüm bunların yanında kuşkusuz, tacirlerin yoğun girişimi sayesinde, parlamentonun söz konusu alanlardaki 197 gelişmeye zemin oluşturan yasal düzenlemelerde bulunması, yani uğrunda verilen kanlı mücadeleler neticesinde elde edilmiş olan kazanımlarla, bu sürecin siyasi altyapısının da oluşturulmuş olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Fransa’nın söz konusu dönemde, başta dış ticaret ve kolonileşme olmak üzere ve genel olarak ekonomik anlamda Đngiltere’nin gerisinde kalmış olmasında kuşkusuz pek çok etken rol oynamıştır. Bu etkenleri Vaggi ve Groenewegen şu şekilde ifade etmektedir; “Fransa'nın Đngiltere'ye nazaran geri kalmışlığında öncelikle yönetim anlayışını, daha doğrusu Monarşi yönetiminin uygulanma biçimini ele almak gerekir: Fransız Monarşisi, Đngiltere’ye nazaran çok daha sıkı bir biçimde uygulanmaktaydı. Ekonomik ve politik güç tam anlamıyla kralın elindeydi. Tarım sektörüne gelince, yine Fransız tarımındaki verim düzeyi de Đngiltere’ye kıyasla düşük durumdaydı. Bu yüzden hasat mevsimlerinde yeterli ürün elde edilememesi sık sık kıtlığa yol açıyordu. Mali sistem ise pek çok yerel ve merkezi vergiye dayanıyordu. Ancak tarımsal çıktı üzerinden alınan taille adlı verginin yüksek olması ve tarım işçilerine yönelik vergiler, toprağı işleme ve tarımsal alana ilişkin yatırımları olumsuz yönde etkiliyordu. Dahası aristokrasi ve kilise vergiden muaftı. Dolayısıyla tüm vergi yükünü tacirler, işçiler ve köylülerin çok büyük bir bölümü yükleniyorlardı. Sonuç olarak Fransız mali sistemi son derece etkisiz ve verimsizdi. Diğer yandan merkezi yönetim vergi gelirlerinin çok küçük bir bölümünü bir araya getirebiliyordu. Buna rağmen askeri alanda, savaş bağlamında, maceradan maceraya koşmada ve Versay Sarayı’nda savurganlığa varan harcamada bulunmada geri kalınmıyordu. Dolayısıyla Fransız Krallığı XIV. Louis döneminde ağır borç içindeydi. Nitekim bu olumsuz durum 18. yüzyılın tamamını da etkilemiştir” (Vaggi ve Groenewegen, 2003:40). Aynı dönemi Clark ise; “Fransa’da Colbert’in ticarete yönelik getirdiği sert önlemler pek çok Fransız girişimcinin risk almasına ve hatalı yollara sapmalarına neden oldu. Dönemin Fransa’sı girişimcilere uygun alternatifler sunmaktan oldukça uzaktı. Ancak büyük ölçekli girişimler, tıpkı Đngiltere ve Hollanda’da olduğu gibi, devletin desteğiyle monopol hale geliyorlardı. 198 Anonim ortaklık şeklinde örgütlenen bu şirketlerde pek çok hissedar bulunuyor ve ülke içindeki dalgalanmalardan korunmak amacıyla şirkete sermaye sağlıyorlardı. Böylelikle zengin tacirler tek başına risk almaktan kaçınıyorlardı. Her ne kadar sistem bu şekilde kökleşmiş olsa da, bu seferde anonim ortaklıkların kötü yönetimi ve yöneticilerin hileli davranışlarda bulunmaları gibi riskler de yok değildi. Đngiltere’de koloniyel ve endüstriyel alanlardaki bu tür girişimlerden krallar, kraliçeler ve hatta aristokratlar fayda sağlıyordu. Hollanda da ise, iş alemi ve yönetim kademesinin uyumu sonucunda birkaç büyük şirket, özellikle Đspanya’ya karşı koloniyel ticarete yöneldi. Hollanda’nın Doğu Hindistan Şirketi, Avrupa’da 17. yüzyılın en büyük ticari şirketiydi. Neredeyse ticari alanda emperyal bir güç haline gelmişti. Fransa’ya gelince; ticari alanda krallık otoritesi, Đngiltere ve Hollanda’dan farklı olarak, çok daha fazla etkindi. Nitekim Fransa’daki anonim ortaklıklar, risk alarak gayri meşruluğa yönelmedikçe Colbert’in politikaları dışına kesinlikle çıkamıyorlardı” (Clark, 1960:199). Şeklinde ortaya koymaktadır. Tüm bunların sonucu olarak, özellikle Child’ın, Hollanda’nın ekonomik ilerlemesini analiz ederek Đngiltere için öngördüğü çözümlerin 17. yüzyıl boyunca hayata geçirilmesiyle, Đngiltere dönem sonunda Hollanda’ya karşı üstünlük sağlamaya başlamış, Fransa ise vurgulandığı üzere bu iki ülkeyi örnek alma gayreti içinde bulunmuştur. Ancak uygulanan, ekonominin aşırı bir biçimde devletin kontrolü altında tutulması gibi, farklı yöntemler ile ticari filo, donanma ve sömürgecilikte nispeten geri kalma ve yoğun mezhep mücadeleleri gibi nedenlerden dolayı Hollanda ve özellikle Đngiltere’nin ulaştığı başarıya ulaşamamıştır. Belirtilen dönemde Fransız ve Đngiliz endüstrileri arasındaki farklılığın temel nedenini, ulusal gayretlerin birbirine benzemeyişi oluşturmaktadır. Nitekim Fransa, tıpkı Đspanya gibi milli gelirini Avrupa’nın tamamına egemen olmak ve denizaşırı dünyaya ordu gücüyle egemen olabilmek için sonuçsuz çabalara girişerek tüketmiştir. Diğer bir ifadeyle gelirini verimsiz alanlarda kullanmıştır (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:546). Bu noktada esasen Đngiltere ve Hollanda’nın da, tıpkı Fransa gibi davrandığını belirtmek gerekir. O halde söz konusu amaç doğrultusunda harcanan çabanın anlamlı ya da anlamsızlığından ziyade, nihai olarak 199 başarıya ulaşılıp, ulaşılamadığı önem kazanmaktadır. Nitekim Đngiltere ve Hollanda, Fransa’ya nispeten bu konuda başarı elde etmişlerdir. Bunun en somut örneği ise, şu ana dek hep üzerinde durulduğu gibi, dış ticaret alanında gerçekleşmiştir. Sonuç olarak tüm bu anlatılanlardan politik ekonomiye ortak olma çabası olarak ifade edilebilecek merkantilist dönemi Đngiliz tacirlerinin, Fransa’ya nazaran bu çabalarında başarılı oldukları anlaşılmaktadır. Dönemin Đngiliz ve Fransız merkantilizmine ilişkin bu temel farklılıklara yol açan unsurlar ise, Colbert’in görüş ve uygulamaları ile Child’ın, özellikle Hollanda'yı esas aldığı üzerinde durulan eserlerinden hareketle belirlenen görüşleri ve Đngiltere’deki uygulamalar çerçevesinde izleyen bölümde değerlendirilecektir. 200 BEŞĐNCĐ BÖLÜM JEAN BAPTĐSTE COLBERT ĐLE SIR JOSIAH CHILD’IN GÖRÜŞLERĐ TEMELĐNDE 17. YÜZYILDA FRANSA VE ĐNGĐLTERE’DEKĐ MERKANTĐLĐST ANLAYIŞ VE UYGULAMALARI ETKĐLEYEN UNSURLAR Buraya kadar olan bölümlerde merkantilizm, farklı ülkelerdeki merkantilist anlayış ve görüşler ile 17. yüzyıl Avrupası'na yönelik ortaya konulan genel çerçeve ışığında, dönemin Fransa'sı ve Đngiltere'si, ekonomi, ticaret ve özellikle dış ticaret, siyasi durum ve yönetim anlayışı, demografik ve sosyal durum, bilim ve sanat dünyası, dini yapı gibi unsurlar bağlamında ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır. Bu ülkelerdeki merkantilist anlayış ve uygulamaların bir bakıma temelini teşkil eden, devlet yönetiminde bulunmuş olan Jean Baptiste Colbert'in görüş ve uygulamaları ile Đngiliz tarihinde çok önemli bir yeri olan ve o dönemde devlet yönetimi üzerinde büyük etkisi bulunan Doğu Hindistan Şirketi'nin yönetim kademesinde ve değişik dönemlerde parlamentoda üye olarak yer almış olan Sir Josiah Child'ın, “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev-A New Discourse of Trade” ile “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler-Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money” adlı eserlerinden hareketle görüşleri ve dönem Đngiltere’sindeki uygulamalar aktarılmıştır. Bu bağlamda üzerinde durulan dönemde Fransa ve Đngiltere’deki söz konusu uygulamaların arka planları ayrı ayrı ele alınmış ve bunlara temel teşkil eden politikalar, yine bu ülkeler bazında belirtilmiştir13. Bu bölümde ise, belirtilen görüşler ışığında Fransa ve Đngiltere'deki 17. yüzyıl merkantilist anlayış ve politika uygulamalarının benzer ve 13 Söz konusu görüş, politika ve uygulamalar üzerinde, Fransa için; “17. Yüzyıl Fransa’sı ve Ekonomisi”, Đngiltere için ise; “17. Yüzyıl Đngiltere’si ve Ekonomisi” ana başlıkları altında geniş olarak durulmuştu, s. 84-126, 126-199. 201 farklı yönleri arasında, arka planlarındaki yani; siyasi durum ve yönetim anlayışı, ekonomi, ticaret ve özellikle dış ticaret, şirket kurma çabaları ve sömürgeci yayılma, demografik ve sosyal durum, bilim ve teknik yenilikler, dini yapı, siyasi, ekonomik ve din temelli mücadeleler şeklinde ifade edebileceğimiz kurumsal yapılarındaki benzerlikler ve farklılıklar temelinde, uygulamalar açısından öne çıkan temel örnekler üzerinden, paralellikler kurulmaya ve merkantilist anlayış temelde aynı veya benzer görünse de, çeşitli ülkeler bazında merkantilist anlayış ve politika uygulamalarında yine çeşitli unsurlara dayalı bir takım faklılıkların oluştuğu, bu iki ülke örneği doğrultusunda kanıtlanmaya çalışılacaktır. Bu bağlamda 17. yüzyılda Fransa ve Đngiltere’deki merkantilist anlayış ve uygulamadaki farklılıklar ile söz konusu farklılıkları ve bunu belirleyen unsurları, Jean Baptiste Colbert’in görüş ve uygulamaları ile yine Sir Josiah Child’ın, üzerinde durulan eserlerinden hareketle, görüşleri ve dönem Đngiltere’sindeki uygulamalar temelinde şu başlıklar altında ifade edebiliriz: 1. SĐYASET VE YÖNETĐM ANLAYIŞI Fransa ve Đngiltere'de 17. yüzyıl merkantilist anlayış ve uygulama farklılıklarının arka planını oluşturan önemli unsurlardan biri, bu ülkelerin siyasi ve yönetim anlayışlarıdır14. Her ne kadar bu iki ülkenin parlamenter tarihleri ortaçağa kadar uzanmakta ve parlamentonun yetkilerini, kralın yetkileri aleyhine genişletme uğruna yoğun mücadelelere girişilmiş olunmasına karşın, 17. yüzyıla gelindiğinde tüm yüzyıl boyunca, bu konuda Đngiltere'nin daha çok yol aldığı, diğer bir söylemle Fransa'nın söz konusu mücadelede Đngiltere'ye nazaran başarısız olduğu görülmektedir. Nitekim Fransa'da; Richeliéu'den, Mazarin'e tüm dönem boyunca ve özellikle XIV. Louis ve dolayısıyla Colbert döneminde, XIV. Louis’nin “devlet benim” söylemi ile güçlü merkezi yönetim çok daha belirginleşmiş, bunun sonucunda monarşinin endüstriden sanata 14 Bu bölümün girişinde de vurgulandığı üzere; Fransa ve Đngiltere açısından söz konusu başlık dahilinde belirlediğimiz ve burada temel örnekler bazında ele alınarak sonuç çıkarılacak olan bu konunun zemini, bir önceki bölümde oluşturulmuştu, s. 87-92, 130-137. 202 hemen her alanda sert yöntemlere başvurularak tavizsiz bir biçimde uygulanması gayreti, Đngiltere’den farklı olarak hep en ön planda yer almış, bu da parlamentonun yönetimsel etkinliklerinin, Đngiltere’dekinin aksine mutlak monarşi altında zayıf kalmasına yol açmıştır. Bunun sonucunda Fransa'da merkantilist düşüncenin özüne uygun biçimde, devlet müdahaleleri kurumsal hale getirilmiş, bu da Fransız merkantilistlerinin, hâkim merkantilist düşünce çerçevesinde kalmalarına yol açmıştır (Davidson, 1971:85). Đngiltere açısından bu durum bir yandan daha yüzyılın ilk çeyreğinde Thomas Mun’un tüccar sıfatıyla, Lionel Cranfield'in ise hükümet yetkilisi sıfatıyla bir araya gelip, ticaretin gelişmesi ve devletin büyümesi için neler yapılabileceği üzerine ortak çalışma yapılması (Kammen, 1970:17) örneğinde olduğu gibi ve daha da ötesi parlamentodaki din temelli fikir ayrılığı yaşayan iki grubun, kralın ve parlamentonun yetkileri gündeme geldiğinde, tacir ve orta sınıfı temsil eden üyelerin savunumu doğrultusunda, parlamentonun etkin olması gerektiği yönünde birlik sağlanması sonucunda, (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:326) yani parlamento nezdinde verilen ortak mücadeleyle halkın, özellikle ticari alana ilişkin isteklerinin, 1651, 1660, 1663 ve 1673 tarihli gemicilik yasaları örneklerinde olduğu gibi, yasal alt yapısı oluşturulabilmiştir. Diğer yandan Đngiltere'de yaşanan ve 1640'lı yıllardaki sivil savaşla belirginleşen bu gelişmeler, dönem düşünürlerinin söylemlerinde de farklılığa yol açmıştır. Nitekim Đngiltere'de yüzyılın sonlarına doğru Sir Dudley North, Charles Davenant ve Sir Josiah Child gibi düşünürler daha liberal söylemlerde bulunmaya başlamışlardır (Yılmaz, 1992:11). Fransa ve Đngiltere için tüm bunlar, devletin ön planda yer alması anlamında merkantilist düşünceye uygun durumlar olmakla beraber, en başta bunun ne ölçüde gerçekleştiği noktasında görünür bir farklılık ortaya çıkmaktadır. Yani Đngiltere'nin aksine Fransa'da kralın tek otorite ve dolayısıyla tartışılamaz konumda bulunduğu, bunun da ifadesini mutlak monarşide bulduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durum kuşkusuz her iki ülkedeki politik öneri ve uygulamaları, bu da daha geniş anlamda merkantilizm anlayışlarını, özellikle ticaret alanında özel sektörün isteklerine kulak verilmesi ve daha liberal bir ortamda faaliyette 203 bulunabilmelerine imkân sağlanması örneğinde olduğu gibi, farklılaştırmıştır. Söz konusu farklılığın ise Child'ın; tacirlerin yabancı malların fiyatlarının belirlenmesi noktasına kadar uzanan boyutta, karar alıcı mekanizmada fiilen yer almaları ve alınacak karar ve konulacak kuralların ticareti geliştirici eksende olması gerektiği (Child, 1751:38) şeklindeki, Đngiltere için hayata da geçirilen önerisi ve Colbert'in; mutlak monarşi yönetimine uygun düşecek bir biçimde, başta sanayi olmak üzere hemen her alanı sert ve tavizsiz bir biçimde kontrol altına alan düzenlemelerinde temellendiği anlaşılmaktadır. Tüm bunlar da her iki ülkedeki vurgulanan yönetimsel koşul ve anlayış farklılığının, doğal olarak yine örnekleri üzerinde durulan yasal düzenleme ve uygulama farklılığına niçin yol açtığını, diğer bir söylemle Fransa’da devletin en ön planda yer aldığı ve uygulamanın da bu değişmez koşul çerçevesinde şekillendiğini açıklamaktadır. 2. TĐCARET VE EKONOMĐ 17. yüzyılda Fransa ve Đngiltere'nin ticaret ve ekonominin geneline ilişkin anlayış ve izledikleri politikalarda da belirgin farklılıklar mevcuttur15. Fransız mali sistemi içinde uygulanan vergilerden; özellikle tuz ile köylünün, esnafın ve zanaatkârın malları ve gelirleri üzerinden alınan ve sık sık arttırılan vergiler ön plandaydı. Diğer yandan çeşitli gümrük resimleri ile yine köylünün üretimi üzerinden, kilise tarafından da alınan vergi bulunmaktaydı. Burada vurgulanması gereken; krallığın finansman ihtiyacı nedeniyle oran veya miktar olarak sıkça arttırılan vergilendirme sisteminin en başta sermaye birikimi önünde büyük engel oluşturduğudur. Bununla da kalmayarak söz konusu uygulama sonucunda köylü nüfusun yoksulluğu artmış ve tarım ürünleri azalmıştır (Ekelund ve Tollison, 1991:98). Yine vergilerin ödenebilmesi için uygun kredi kaynağının olmayışı ise, toprak 15 Fransa ve Đngiltere için belirtilen başlık altında tespit ettiğimiz ve burada belli başlı örneklerden hareketle sonuca vardırılacak olan bu konu, dördüncü bölümde ayrıntılı olarak temellendirilmişti, s. 98-126, 142-164. 204 sahibi köylüleri topraklarını satmak mecburiyetinde bırakmış (Hoffman, 1986:49), bu durum temel olarak Colbert’in; köylünün dirençli bir piyade olabilmesi için zor şartlara alıştırılması, iyi donanımlı, kuvvetli askerlerden oluşan bir orduya sahip ve dolayısıyla güçlü olmak için gelirin artması gerektiği şeklindeki düşüncesinden kaynaklanmıştır. Buna karşın Colbert, bazı ayrıcalıklı kimseler ve soyluların vergi muafiyetine sahip olmalarını, krallığın büyük miktarda finansman ihtiyacından dolayı ülke içi ticaretin serbestçe yapılabilmesine yönelik eyaletlerin ve belediyelerin uyguladıkları tarifeleri, buğdayın Fransa’nın diğer bölgelerine gönderilmesine ilişkin gemi yüklemeciliğindeki yerel sınırlamaları, bu yönde girişimde bulunması ve kısa süreli sonuç almasına karşın, kaldıramamış sonuç itibarıyla söz konusu uygulamalar devam etmiştir (Hoffman, 1986:53). Diğer yandan üretim süreci ve işgücü piyasası ile ilişkilendirilebilecek olan dini ayırımcılığın vardığı boyut yüzünden ülkeden yoğun bir biçimde protestan göçü yaşanmıştır (Cole, 1971:6). Yine üretim süreci ile ilgili olarak, endüstri düzeninin kontrol edildiği özel görevler oluşturulmuş, uyulmadığı takdirde cezaları itibariyle çoğu acımasız ve sert olan; malların boy, en, ağırlık ve kalitelerine yönelik standartlara uyulup uyulmadığının bizzat işyerlerine gidilerek denetlenmesi, aykırı davrananların mallarına el konularak, yakılarak ya da teşhir edilerek cezalandırılması gibi pek çok uygulama başlatmıştır. Tüm bu uygulamalar karşısında çıkan isyanlar ise, tıpkı köylü kaynaklı isyanlarda olduğu gibi, bastırılmıştır (Williams, 1970:155). Dolayısıyla Colbert, ürünlere ilişkin yüksek standartlar getirerek, Fransız endüstrisini merkezi kontrollere bağlayarak, yine monarşinin mutlak anlamda sağlanmasının bir başka gereğini yerine getirmiştir. Tüm bu anlatılanlardan, Colbert’in merkantilist sistemi tamamen devlet geleneklerine dayandırarak uyguladığı, devletin oluşturduğu büyük monopollerin, yine Colbert tarafından yürürlüğe konulan bezdirici kurallar nedeniyle hızla popüler olmaktan çıktığı ve tacirlerin bu alana yönelmesini engellediği, dolayısıyla Đngiltere’deki yönetimle işbirliği içinde bulunan özel girişim modelinin, uygulamadaki bu tür olumsuzluklar nedeniyle gerçekleştirilemediği, buna tacirlerin ve özellikle savaşların yol açtığı kamu 205 ihtiyacının karşılanmasını sağlayacak bir finans yapısının oluşturulmasında başarıya ulaşılamamasının da yol açtığı anlaşılmaktadır. Oysa Đngiltere’de, yine halkın isyanlara varan yoğun mücadelesinden sonuç alınmış ve ticari hayat çok sıkı düzenlemelere tabi tutulmadığı gibi, serbest rekabetin dolayısıyla serbest ticaretin olması gerektiği düşüncesi hakim kılınmıştır. Bu da hem iç hem de dış ticaret hacminde artış yaşanması ve dolayısıyla bu alandaki rekabette Fransa'ya karşı üstünlük sağlanması sonucunu doğurmuştur (Wallbank, Taylor, Bailkey ve 1962:325-326). Ancak bu noktada, serbest ticaret söyleminden tam rekabet piyasasına özgü işleyişin anlaşılmaması gerektiğini vurgulamakta fayda vardır. Nitekim yine merkantilist anlayışın öngördüğü üzere belirtilen alanlarda hakim güç olabilmenin Đngiltere için de temel amaç olduğu, bunun ise tacirler, şirketler ve ülke genelinde monopolleşmeyle sağlanabileceği açıktır. O halde burada anlaşılması gereken; ticaret ve girişimciliğin önündeki engeller ülke içinde kaldırılıp ve hatta teşvik edilirken, diğer ülkeler söz konusu olduğunda olabildiğince korumacı önlemlere başvurulduğudur. Đngiltere’de de, Doğu Hindistan Şirketi örneğinde olduğu gibi süreç bu şekilde işlemiştir. Fransa’ya karşı sağlandığı belirtilen söz konusu üstünlükte; 1651 yılında, Avrupa, Afrika, Asya ve Amerika’dan taşınacak malların ancak Đngiliz gemileriyle taşınabileceği, bunun mümkün olmaması durumunda ise sömürge gemileriyle taşınabileceğine ilişkin Gemicilik Yasası’nın çıkarılması, 1660 yılında yayımlanan yasayla da, bu kapsamın genişletilerek, geminin kaptanı ve mürettebatın en az dörtte üçünün Đngiliz olması şartının getirilmesi, kolonilerden tütün ve şeker gibi bazı ürünlerin doğrudan Kıta Avrupa’sındaki limanlara gönderilmesinin yasaklanması, Hollanda’nın ticari taşımacılıktaki üstünlüğüne son vermeyi amaçlayan, dolayısıyla monopol güç elde ederek rekabette üstünlük sağlama ve ticaretten daha çok kazanç elde etme amaçlı bu yasanın 1663 ve 1673 yıllarında yeniden düzenlenmesi (Beaud, 2003:34) gibi uygulamalar kuşkusuz çok etkili olmuştur. Yine, “Feodal yapının hızla yıkıldığı aynı dönem Đngiltere'sinde, dönemin hemen başlarında önemli derecede sosyal ve ekonomik dönüşüm yaşanmış, bunun yansımalarından biri olarak mülkiyet sahipliği konusunda ve 206 mülkiyet satışının serbestçe yapılabileceği yönünde karakteristik değişiklikler ortaya çıkmıştır” (Wilson, 1965:9). Öte yandan tarım sektörünün ihmal edildiği Fransa'nın aksine Đngiltere’de, bir dizi teknik yenilik yaşanmış ve topraktan farklı mahsul alma olanağı yaratılmıştır16. Tarım sektörüne ilişkin sağlanan gelişmeler sayesinde de, Đngiltere yüzyılın sonlarına doğru hububatta net ihracatçı konumuna gelmiştir (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:383). Teknik alandaki gelişme bununla da sınırlı kalmamış, yüzyıl boyunca kömürün endüstride artan bir şekilde kullanılması ve üretimde makine gücüne dayalı yeni yöntemlerin devreye sokulması sonucunda imalât endüstrisinin gelişerek ekonominin büyümesi ve büyük ölçekli üretim sonucu göreli olarak düşük fiyatlı mallar üretilmesi sağlanmıştır (Houston, 1999:147). Gelişme tekstil sektöründe de yaşanmış, bu sektörün artan yün talebini karşılamak için koyun sayısının arttırılması gerekliliği ortaya çıkmış, bu ihtiyaç “çitleme hareketi” denilen, geniş arazilerin çitle çevrilmesini beraberinde getirmiştir. Bu süreç yün ve yün imalâtını çok önemli bir yere taşıyarak, kapitalizmin yükselişini de teşvik etmiştir (Crouzet, 1990:12-13). Bu arada çitleme hareketinin tarım sektörü üzerindeki olumsuz etkisi, bu sektörde yaşandığı vurgulanan yenilikler sayesinde toprağın verimliliğinin arttırılmasıyla giderilmiştir. Diğer yandan tekstil sektörüne ilişkin gelişmeler, 18. yüzyıl Đngiliz Endüstri Devriminin hazırlayıcısı olması yanında, orta çağda temel ihraç ürünü işlenmemiş yün iken, 16. yüzyıla gelindiğinde kumaşın hakim ihraç ürünü haline gelmesi, 1660’larda ise yünlü kumaşın tüm ihracatın değer olarak 2/3’ünü oluşturmasına, dolayısıyla bu alanda da Đngiltere’nin, Avrupa’da büyük ihracatçı ülkelerden biri olmasına yol açmıştır (Cameron, 1989:114). Đngiltere'nin söz konusu dönemde, özel sektörü de devreye sokarak, yürüttüğü savaş ve yayılmacı politikanın getirdiği finansman ihtiyacı ise; yine başta Doğu Hindistan Şirketi gibi hızlı ve olağanüstü şekilde büyüyen 16 Jethro Tull, Viscount Charles Townshend ve Robert Bakewell’in buluşlarıyla örneklendirilen teknik yeniliklere, “Bilim Dünyası ve Teknik Yenilikler” ile “Tarım, Hayvancılık ve Ticaret Temelinde Sanayileşme Politikası” başlığı altında yer verilmişti, s. 141, 148-150. 207 şirketlerden ve girişilen savaşların finansmanı ve kamu borçlarını düzene koymak için kurulan Đngiltere Bankası aracılığıyla karşılanmıştır. Öte yandan bu banka belirtilen kuruluş amacı dışında, ihtiyaç duyan özel sektör kuruluşlarına da büyük ölçüde finansal katkıda bulunmuştur (Quinn, 2001:596). Nihayet Đngiliz Parlamentosunun, Fransa'ya nazaran hızla bağımsız olmaya başlaması neticesinde, vergi konusunda da Fransa'nın aksine tarım ve ticareti engelleyici vergi yapısından ziyade, çok daha fazla rasyonel temellere dayalı vergi sistemi oluşturulabilmiştir (Cameron, 1989:155). Dolayısıyla her iki ülke için, özelde ticaret ve genelde ekonomi alanlarında vurgulanan tüm bu farklı gelişme ve uygulamalar, yine iki ülkenin uygulamaya geçirdikleri merkantilizm anlayışlarının da farklılaşmış olduğunu göstermektedir. Bu noktada Fransa'ya ilişkin çift yönlü bir etkileşimden bahsetmek mümkündür. Yani bir yandan Đngiltere'den farklı olarak devletin tamamen ön planda yer alması karşısında verilen mücadelenin sonuçsuz kalması mutlak monarşinin gücünü kıramamış, diğer yandan devletin öne çıkarıldığı ve dolayısıyla monarşinin mutlak biçimde uygulanmasından dolayı, örneğin özel girişimciler öne çıkamamış ve ticaretin daha liberal bir ortamda yapılması sağlanamamıştır. Dolayısıyla kendisi de mutlak monarşi yanlısı olan Colbert'in, tıpkı Đngiltere'nin Doğu Hindistan Şirketi gibi faaliyette bulunacak bir şirket ve ulusal bir banka kurma gibi istek ve girişimleri, söz konusu yönetim anlayışının bunlara ilişkin ortamı sağlamaya elverişli olmamasından dolayı hayata geçememiştir. Nitekim bu noktada, Đngiltere'de bu uğurda Kral I. Charles'in idam edildiğini, oysa Fransa'da sürecin bu aşamaya ulaşmadığını, tam tersine XIV. Louis'nin “devlet benim” söyleminde bulunduğunu hatırlamakta yarar vardır. Bunların sonucunda ise; Đngiltere'den farklı olarak, sert ve tavizsiz ürün standardı, ulusal bir bankanın kurulamaması, ağır vergiler, iç ticarette bile tarife, resim gibi ticareti engelleyici unsurların ortadan kaldırılamaması, halkın ticarete yönelimde isteksiz davranması ve özellikle dış ticarete ilişkin özel girişim modelinin oluşturulamaması gibi durumlar ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. 208 17. yüzyıl Fransa'sındaki mutlak monarşi yönetimi ve XIV. Louis faktörü ile anlamlaşan Colbert'in bu uygulamalarının aksine aynı dönem Đngiltere'sindeki altı çizilen durum ve uygulamalar ise Child'ın; yine tacirlerin parlamentoda bulunmaları, yasal altyapısıyla beraber olabildiğince serbest ticaret ortamının yaratılması, ticarete finansman desteği sağlanması ve üreticilerin teşvik edilmesi, az sayıda ve adil bir vergileme sisteminin olması, banka kurulması ve etkin bir biçimde çalıştırılması, insanlar arasında dini ayırımcılığın yapılmaması, mülkiyet hakkının sağlanması gerektiği yönündeki tespit ve önerileri ile örtüştüğü ve Child'ın çok önemsediği, en başta ticaretle uğraşanların sayısının ve ticaret hacminin artmasına yol açacağını ve herkesin yararına olarak zenginlik doğuracağını, faiz geliri elde ettiği için ticarete yönelmeyen tacirlerin ise ticarete yöneleceklerini öne sürdüğü, düşük faiz oranlarının (Child, 1751:38-45) Đngiltere'de kademeli olarak da olsa gerçekleştirildiği görülmektedir. 3. ŞĐRKETLEŞME VE SÖMÜRGECĐ YAYILMA FAALĐYETĐ Üzerinde durulan dönemde, merkantilist anlayışın temellerinden biri olan; gücün zenginlik, aynı şekilde zenginliğin de güç doğuracağı argümanından hareket edilen Fransa ve Đngiltere’de, tıpkı dönemin diğer ülkelerinde olduğu gibi, yeni şirketler kurma ve sömürge elde etme konusunda da gayret içinde olunmuştur17. Bu birbirine paralel amaç doğrultusunda varılan nokta ise iki ülke için aynı olmamıştır. Nitekim Fransa’da şirketler tamamen siyasi amaçlarla kurulmuş, bunlar üzerinde, yine mutlak monarşi anlayışına ve uygulamasına uygun düşecek şekilde doğrudan devlet müdahalesi olmuştur. Colbert’in uluslararası çapta ticarette bulunacak, Đngiltere ve Hollanda’daki şirketler ile rekabet edebilecek ticari şirketler kurulması gerekliliği düşüncesinden hareketle kurmuş olduğu Doğu Hindistan ve Doğu şirketleri örneğinde olduğu gibi, şirketler ya uzun ömürlü olamamış ya da arzulanan düzeyde başarı 17 Söz konusu iki ülkeye yönelik bu bölüm başlığıyla tespit ettiğimiz ve öne çıkan örnekler dahilinde sonuç ortaya konulacak olan bu konunun alt yapısına, önceki bölümde yer verilmişti, s. 98111, 146-164. 209 sağlayamamışlardır (Ekelund ve Tollison, 1991:119, 165, 168). Bunda; Đngiltere ve Hollanda’daki hükümetle işbirliği içinde bulunan özel girişim modelinin Fransa’da uygulanamamış olması yanında, asiller ve orta sınıfın paralarını ticaretten ziyade mülk ve memuriyet elde edebilmek için kullanmaları, bunu yaparken mevcut durumlarını ve kendilerini güven içinde hissetmeye devam etmeyi amaçlamaları ve bu durumu kâr elde etmeye yeğlemeleri, ticarete yönelen halkın büyük bir çoğunluğunun ise şirketleşmeden ziyade bireysel ticareti tercih etmeleri de önemli etken olmuştur (Williams, 1970:154). Đngiltere’de ise, ulusal zenginliğe ticaret yoluyla ulaşılabileceği düşüncesinden hareket edilerek elde edilen güç ve zenginlik, asıl olarak denizciliğe dayalı ticaretten kaynaklanmıştır. Gemicilikte sağlanan ilerleme sonucu ticari filonun arttırılmasıyla, Đngiltere’nin kumaş ihracatı ve deniz yoluyla dış ticareti giderek artmış, bu durum ekonomik güç dengelerinin Đngiltere lehine değişmesine yol açmıştır. Bu bağlamda sahip olunan sömürgeler ile sıkı ekonomik ilişkiler kurulmuş ve buralara yönelik ticari faaliyette bulunan şirketler, yasal düzenlemelerle desteklenmiştir (Kammen, 1970:7). Bu bağlamda, Adam Smith’in merkantilist sisteme ilişkin; ticari azınlığın, imalâtın ve ticaretin düzenlenmesiyle ulusal pazarda monopol duruma gelmelerini sağlamaya yönelik bir girişimdi (Kammen, 1970:4), şeklindeki tanımını uluslararası pazara taşıyacak bir biçimde, krallığın ticarette monopolleşme yönünde özel birtakım ayrıcalıklar tanımış olması sayesinde; kökeni 16. yüzyıla dek uzanan, ulusal öneme sahip olan ve genellikle birleşerek faaliyette bulunan bireysel girişimler sonucu oluşturulan şirketler, faaliyet alanlarında etkin olmuşlar, daha da ötesi “Doğu Hindistan Şirketi” örneğinde olduğu gibi, ekonomik güçleri günden güne artmış, bu da yeni yeni şirketlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır (Clapham, 1957:262-263). Nitekim 17. yüzyılın hemen başında kurulan ve o dönemde tüm diğer şirketlere nazaran büyük öneme sahip olan, yönetimle karşılıklı çıkar ilişkisinde bulunan, Đngiltere Bankası yanında hükümete borç verme düzeyine kadar finansal güce ulaşan ve yaklaşık iki buçuk yüzyıl gibi çok uzun bir süre 210 faaliyetini sürdüren, doğudaki adaların ve Hindistan’ın Đngiliz Đmparatorluğunun sömürgesi haline getirilmesinde çok önemli bir rol oynayan Doğu Hindistan Şirketi çok hızlı bir biçimde büyümüş ve faaliyet alanını günden güne genişletmiştir. Başta bu şirket olmak üzere kurulan diğer şirketler sayesinde, Đngiltere'nin dış ticaret hacmi katlanarak artmıştır. Bu sürece bağlı olarak üretim de gelişmiş, böylelikle fırınlar, demirhaneler, şap ve kâğıt imalâthaneleri ve tekstil imalatçıları yeni istihdam alanları yaratmaya başlamışlardır. Öte yandan Doğu Hindistan Şirketi'nin ithal ettiği Hindistan mallarının yurtiçinde kullanımının hem yasal düzenlemelerle engellenmesi, hem de bunların Kıta Avrupa’sına yeniden ihracının yapılarak yerli sanayiîn korunması sayesinde, bu şirket kuruluşunu izleyen yüzyılda artık diğer şirketlerden öte, banka ve ülkelerle dahi mücadele edebilecek kadar güçlü konuma ulaşmıştır (Beaud, 2003:32-33). Sömürge elde etme mücadelesine gelince; Portekiz’in başlangıçta hakim olduğu sömürgelerinde zamanla etkinliğini yitirmesi sonucu ortaya çıkan boşluk, Hollanda ve Đngiltere tarafından doldurulmuş, bu sayede denizaşırı kaynaklar bu iki ülke tarafından hızla sömürülmeye başlanmıştır (Samson, 2001:8). Bu süreçte; Đngiltere’nin sahip olduğu deniz gücünün koruması altında dış ticaret daha geniş alana yayılmış ve böylelikle söz konusu dönemde dış ticaret hacminde artış yaşanmış, bu durum ise donanmanın daha da büyümesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Đngiltere’nin beliritlen noktaya ulaşmasında, altı çizilen karşılıklı etkileşimin yanında, sahip olunan her sömürgenin tüm üretimini anavatana aktarmaya ve dış ticaret ilişkilerini anavatanla kurmaya mecbur tutulmuş olmaları, yani sömürgelere ilişkin oluşturulan söz konusu politika ve uygulamalar da bir diğer etken olmuştur (Spiegel, 1971:150). Nihayet yüzyılın ikinci yarısında Hollanda ile yapılan ve kazanılan savaşlar neticesinde parlamentonun tacirleri bu ülkenin destekleyici üstünlüğüne ve ticareti son verilmiş, teşvik edici buna yasal düzenlemeleri de eklenince, şirketleşme özelinde ticaret ve sömürgeci yayılma alanlarında önemli gelişmeler yaşanmış ve birbirini doğuran söz 211 konusu gelişmeler sayesinde Đngiltere'nin yayılma süreci daha da hızlanmıştır (Kammen, 1970:2). Tüm bu; denizlerin kademe kademe kontrol altına alınması, yabancı topraklarda ticari karakollar kurulması, Đngilizlerin sahip olunan sömürgelerde de mülkiyet sahibi olabilmeleri ve bundan dolayı yoğun ticari faaliyete yönelmeleri, girişilen ve başarıyla sonuçlanan savaşlardan elde edilen ganimetler, (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:378) Đngiltere’nin sömürge elde etme yarışında da Fransa’ya nazaran daha ileride yer almasına yol açmış, yine bu sayede su gücü, demir, kömür gibi kaynakları kolaylıkla elde edebilmiştir. Nihayet kazançlı ticaret için sahip olunan sömürgelerden bu şekilde yararlanma dışında, buralar yeni istihdam alanları olarak da kullanılmıştır. Đngiltere için bu ortaya konulanlar ise; yine Child’ın, sömürgecilik sistemini ve gemicilik yasasını savunmasına ve “Barbados veya Jameika’da çalışan her Đngiliz, anavatanda dört kişinin istihdamını sağlıyor” şeklindeki söylemi ile mülkiyet ve özgürlüğü endüstriyi geliştirici unsurlar olarak gördüğü yönündeki yaklaşımına uygun düşmektedir (Child, 1751:41). 4. DEMOGRAFĐK VE SOSYAL DURUM Fransa ve Đngiltere'nin merkantilist anlayış ve uygulama farklılıklarının arka planını oluşturan önemli unsurlardan bir diğeri, iki ülkenin o dönemdeki demografik ve sosyal durumudur18. Bu itibarla, 17. yüzyılda nüfusu itibarıyla Avrupa'nın en büyük ülkesi olan Fransa'da; pek çok farklı etnik grup bulunmaktaydı. Bunun sonucu olarak insanlar büyük oranda farklı dilde, bunun olmadığı durumda ise yine büyük oranda farklı lehçeyle konuşmaktaydılar. Fransa için bu durum; genel bir eğitim sisteminin, siyasal ve toplumsal düzenin oluşturulamamış olmasında (Brinton, Christopher ve Wolff, 1971:540) önemli bir etmen olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan siyasal ve özellikle toplumsal düzenin 18 Her iki ülke için belirtilen başlık altında tespit ettiğimiz ve bazı örneklerin öne çıkarılarak sonuca bağlanacağı bu konu da, dördüncü bölümde ele alınarak temellendirilmişti, s. 92-93, 137-141. 212 sağlanması önünde; yüzyıl içinde genel anlamda durgunluk ve gerileme arasında sürekli dalgalanmış olan ekonominin ve buna rağmen sık sık sert ve kanlı bir şekilde bastırılmayı gerektiren isyanlara yol açan ağır vergi yükünün, bir başka engel olduğunu da vurgulamak gerekir (Williams, 1970:146). Đngiltere'nin ise aynı dönemde hem toplam nüfusu hem de nüfusu 10.000’den fazla olan şehir sayısı, Fransa'ya nazaran azdı. Buna rağmen, bu şehirlerin nüfusları dikkate alındığında tersi durum söz konusuydu. Bu tablo Đngiltere’de kırsal alandan şehirlere doğru bir hareketlilik yaşandığını, dolayısıyla şehirleşmenin daha yoğun olduğunu göstermektedir. Kırsal alandan özellikle Londra ve diğer büyük şehirlere yönelik söz konusu hareketliliğin (Hill, 1967:32); hem veba salgını, hem nüfus artışı ve hem de asıl olarak feodal yapıdan hızla kurtulan Đngiltere’de, ticari başarı sağlayan şehir ve limanların ortaya çıkmış olması gibi unsurlardan kaynaklanmış olduğu söylenebilir. “Bu durum ise ortak başarı için biraraya gelen tacirler ve toprak sahiplerinin öncülüğünde, kırsal alan ile şehirler arasındaki ilişkinin yoğunlaşması, sosyal tabakaların karışımı, yani sınıf ve mesleklerin kaynaşmasına yol açmıştır. Böylelikle, bu gelişme ve ticari hayata ilişkin ortaya konulan uygun ortam ve şartlar da, bazı orta sınıf ailelerin genç çocuklarının ticaretle uğraşmaya başlamalarında etken olmuştur. Kaldı ki ticari başarı, zenginlik yanında sosyal statü de sağlamaktaydı” (Wilson, 1965:9,10). Bu nokta da halkın; parlamenter demokrasi, özgürlük ve mülkiyet hakkının güvence altına alınması gibi isteklerine idarenin kayıtsız kalmadığını ve daha yüzyılın ilk yarısında mevcut sınıf farklılıklarını önleyici kanunlar çıkarıldığını yinelemekte fayda vardır. Fransa ve Đngiltere’nin demografik ve sosyal durumuna ilişkin söz konusu unsurların da, en başta ticari gelişmişlik farkının oluşmasında etken olan unsurlardan olduğu belirtilebilir. Çünkü Đngiltere'ye nazaran, halk hareketlerinde başarı sağlanamamasıyla Fransa'da karşımıza çıkan sosyal katmanlar arasındaki katı hiyerarşik yapının, ya da diğer bir söylemle sınıflar arası geçişgenliğe ilişkin göreli kırılgansızlığın, halkın çoğunluğu üzerindeki özellikle vergi yoluyla sağlanan baskının devamına yol açtığı anlaşılmaktadır. Đki ülke açısından bu durum, yine merkantilizmin özünü oluşturan unsurlardan 213 biri olan müdahaleciliğin, Fransa'da daha yoğun uygulandığı anlamına gelir ki, bu da Colbert'in vurgulanan sert ve bezdirici politika ve uygulamalarını, bir başka yönden açıklamaktadır. Aynı şekilde Đngiltere'nin demografik ve sosyal durumu için belirtilen gelişmelerin de, Child'ın, zenginliğe ulaşmak ve ticaret yapmak arasında kurmuş olduğu doğrudan ilişkiye dayalı argümanının nedenini açıkça ortaya koymaktadır. 5. DĐNĐ, SĐYASĐ VE EKONOMĐK MÜCADELELER Fransa ve Đngiltere'ye yönelik, dönemin merkantilist anlayış ve uygulama farklılıklarının arka planını oluşturan önemli unsurlardan biri olarak ortaya çıkarılan iki ülkedeki; dini, siyasi ve ekonomik içerikli mücadelelerin değerlendirmesine gelince19; 17. yüzyılda Fransa'nın, başta Otuz Yıl Savaşları olmak üzere, girişmiş olduğu savaşlar kaçınılmaz olarak ekonomi üzerinde çeşitli olumsuzluklar yaratmıştır. Bu olumsuzluklara, paranın değer kaybına uğraması, ekonomide ve özellikle tarımsal alanda yaşanan depresyon ve ülke içi ekonomik dengelerin bozulması, örnek olarak verilebilir. Nitekim savaşların yol açtığı finansman ihtiyacından dolayı, köylülerin topraklarının devralınması ve vergi oranlarının daha da yükseltilmesi, yani şartların giderek zorlaşması köylülerin krallıkla mücadeleye girmesi sonucunu doğurmuş, dolayısıyla sık sık mali boyutlu direniş yaşanmıştır (Cooper, 1971:56). Fransa’daki sosyal düzeni olumsuz yönde etkileyen, siyasi ve ekonomik içerikli bu durum, ülkede yaşanan kargaşanın önemli bir kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dini yapı bakımından ise; kilisenin Papa’ya bağlı olduğu Fransa'da, özellikle XIV. Louis döneminde, protestan ve katolik mezhepleri arasında acımasız ve sert mücadeleler yaşanmış, krallık protestanlara yönelik yoğun baskı uygulamış ve tüm bunların sonucunda protestanlar, başta Đngiltere olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine kaçmak zorunda kalmışlardır (Cole, 19 Fransa ve Đngiltere’ye ilişkin söz konusu başlık altında ortaya çıkarılan ve burada yine temel örnekler bazında ele alınarak sonuç çıkarılacak olan bu konunun zemini ise, aynı şekilde dördüncü bölümde oluşturulmuştu, s. 95-98, 141-142. 214 1971:6). Söz konusu durum ise ülkede yaşanan kargaşanın, din temelinde ortaya çıkan bir başka kaynağını oluşturmuştur. Aynı şekilde Đngiltere’de de, özellikle yüzyılın ilk yarısında, halkın krallık karşısında giriştiği yoğun bir mücadele süreci yaşanmış olsa da, bunlar dini yapı ile ilgili olmaktan ziyade, ticaretin daha serbest ve uygun ortamda gerçekleştirilmesi, parlamentonun daha etkin konumda bulunması şeklinde özetlenebilecek, dolayısıyla yine Fransa’dan farklı olarak, tamamen ekonomik ve siyasi içerikli mücadeleler şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Nitekim parlamentoda bulunan, kral ve parlamento yanlısı iki farklı grubun, ekonomik yapının halkın istekleri gözetilerek şekillendirilmesi ve daha iyi işlemesi amacı söz konusu olduğunda, krala karşı ortak tavır ve davranış içinde bulunmaları (Wallbank, Taylor ve Bailkey, 1962:326), yani birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri, belirtilen durumu desteklemektedir. Söz konusu; dini, siyasi ve ekonomik içerikli mücadeleler başlığı altında belirlediğimiz bu unsurların, yine her iki ülkenin merkantilist anlayış ve uygulamalarının farklılaşmasına yol açtığı görülmektedir. Şöyle ki; o dönemde ülke içinde zaten din temelli mücadele görülmeyen Đngiltere'de, sonuç alınan ekonomik ve siyasi nedenlerden doğan mücadeleler ise beraberinde ekonomiye yönelik devlet müdahalesinin, Fransa göz önüne alındığında, nispeten önemsiz kalmasını getirmiştir. Daha da ötesi parlamentoda, vergi sistemi, ticaret kanunu, gemicilik anlaşmaları gibi tacirin ve ticaretin önünü açan mevzuat düzenlemeleri yapılabilmiştir. Bu da Đngiltere'nin, merkantilist anlayıştaki katı devletçilik görünümünden, Fransa'ya nazaran daha uzak bir noktada bulunmuş olduğuna işaret etmektedir. Diğer yandan Fransa'da, yine merkantilist anlayış içinde yer alan, milliyetçilik kavramına da, mezhep farklılığı gerekçesiyle ülke dışına çıkmak durumunda bırakılan Fransız protestanlar göz önüne alındığında, katı bir anlayışla yaklaşıldığı görülmektedir. Oysa Đngiltere’de buna benzer bir durumun olmadığı da anlaşılmaktadır. Fransa ve Đngiltere'deki, ele alınan konuya ilişkin tüm bu farklı anlayış ve koşullar da yine Colbert'in; köylünün dayanıklı bir piyade olabilmesi adına zor şartlara alıştırılması gerektiği şeklindeki düşüncesini ve buna bağlı olarak 215 vergilerin oran ya da miktarında sık sık arttş yapılması yönündeki uygulamasını (Durant, 1963:22), Child'ın ise; insanlar arasında ayırım yapılmaması, ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasının gerekli olduğu (Child, 1751:38,41) şeklindeki görüşünü ve Đngiltere’deki bu yönlü uygulamaları açıklamaktadır. Dolayısıyla temel olarak farklı ülkelerdeki merkantilist anlayış aynı ya da birbirine benzer görünse de, Child’ın üzerinde durulan eserlerinden20 aktarılan görüşlerinden hareketle, Đngiltere’de izlenen politika ve uygulamalar ile çağdaşı Colbert’in Fransa’daki politika ve uygulamaları esas alınarak belirlendiği üzere, söz konusu anlayışta ve dolayısıyla politika uygulamalarında çeşitli faklılıklar olabilmekte ve bu farklılıklar da, çalışmaya konu döneme ilişkin söz konusu iki ülke bağlamında örneklendirilerek ortaya çıkarılan ve siyaset, yönetim anlayışı, ekonomi, ticaret, şirketleşme, sömürgeci yayılma, demografi, sosyal durum, dini, siyasi ve ekonomik mücadeleler gibi başlıklar altında toplanan unsurlardan kaynaklanmaktadır. 20 Child’ın bu çalışmaya konu, “Ticaret Üzerine Yeni Bir Söylev - A New Discourse of Trade” ile “Ticaret ve Paranın Faizi Đle Đlgili Kısa Gözlemler - Brief Observastions Concerning Trade and Interest of Money” adlı eserleri, dördüncü bölümde incelenmiş ve değerlendirilmişti, s. 171-192. 216 SONUÇ Bu çalışmada; merkantilist anlayış temelde aynı veya benzer görünse de, ülkeler bazında bu anlayışta ve dolayısıyla politika uygulamalarında bir takım faklılıkların göze çarptığından hareketle, ülkelerin merkantilist anlayış ve uygulamalarındaki farklılıkların, yine onların farklı arka planları ile ilgili olduğu, yani; ekonomik, siyasi, yönetsel, ticari, dini ve demografik yapı gibi arka planlarının merkantilist anlayış ve uygulamalarını, dolayısıyla politikalarını belirlediği gösterilmeye çalışılmıştır. Belirtilen kapsamda, önce genel olarak 17. yüzyıldaki Avrupa’nın arka planı ve ardından çalışmanın konusunu oluşturan ülkeler; Fransa ve Đngiltere’nin, Jean Baptiste Colbert’in görüş ve uygulamaları ile yine Sir Josiah Child’in görüş ve dönem Đngiltere’sindeki uygulamalar temelinde ele alınarak, değerlendirilmesi gerekirdi. Bu bağlamda söz konusu dönem Avrupa’sında; özellikle 1649, 1660, 1661 ve 1690’lı yıllarda tarım sektörü kaynaklı depresyonlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar, ekonomik, siyasi ve dini nedenli kargaşalar ve dolayısıyla yoğun mücadeleler yaşanmıştı. Nitekim sonucunda 1648 tarihli Westfalya Antlaşması’nın imzalandığı, mezhepler arası anlaşmazlık kaynaklı Otuz Yıl Savaşları o dönemde gerçekleşti. Bu durum en başta, Hollanda gibi istisnalar dışında bazı ülkelerde nüfus artışını durdururken, başta Almanya olmak üzere, bazı ülkelerde de nüfusta azalmaya yol açtı. Avrupa’nın pek çok ülkesinde şehirleşme de düşük düzeydeydi. Öte yandan halkın çoğunluğu geçimini topraktan sağlamaktaydı, önemli teknolojilerin olmaması karşısında, ekonomik büyüme büyük oranda toprağın verimliliğine bağlıydı. Nitekim madene dayalı endüstriler, dönemin Avrupa ekonomisinin, Đsveç ve Đngiltere gibi çok küçük bir bölümüyle sınırlıydı. Mülkiyet hakkı ise çok gelişmemişti. Dolayısıyla köylülerin büyük çoğunluğunun böyle bir hakkı bulunmamaktaydı. Oysa dönem Avrupa’sında mülk sahipliği sosyal bir statü olmanın ötesinde, 217 siyasi güç için bir temel oluşturmaktaydı. Diğer yandan, Otuz Yıl Savaşlarından sonra uluslararası güç elde etmede dünyevi unsurların eskisine nazaran ön plana çıkmasıyla, sömürgeleşme ve özellikle sömürgelerle ticarette gelişme yaşandı. Başta Hollanda ve Đngiltere olmak üzere tüm büyük çaplı ticarete girişen ülkeler, bunu sömürgeci politikalarla gerçekleştirdi. Bu süreçte kuşkusuz söz konusu iki ülkenin, bu alanda faaliyet gösteren ayrıcalıklı şirketlerinin de büyük payı oldu. Tüm bunların sonucunda, 15. ve 16. yüzyıllarda Đspanya ve Portekiz’in elinde olan ekonomik üstünlük, 17. yüzyıla gelindiğinde güneyden kuzeye, Đngiltere ve Hollanda’nın eline geçti. Fransa’ya gelince; Colbert döneminde Fransa’nın başında “devlet benim” şeklindeki meşhur söylemiyle XIV. Louis bulunmaktaydı. Halkın verdiği mücadelelerin sonuçsuz kalması ve bu söylemin de ortaya koyduğu üzere, parlamentonun etkin olamadığı mutlak monarşi anlayışı ve uygulaması, dolayısıyla geçmişe nazaran çok daha güçlü bir merkezi yönetim söz konusuydu. Bu durum, hemen her alana uzanan ve Colbert’in kararname şeklindeki düzenlemeleriyle somutlaşan tavizsiz bir devletçi anlayışı beraberinde getirdi. Ekonomiye ilişkin söz konusu uygulamalar ise tacirlerin faaliyet alanını kısıtlayarak, ticaretin gelişmesi önünde büyük bir engel haline geldi. Bununla beraber vergi muafiyetleri ve istisnalarının, tek otoritenin kral olması karşısında, sınırlandırılamamasından dolayı vergi tabanının genişletilememesi ve dolayısıyla artan finansman ihtiyacı da, sıklıkla yürürlükteki vergilerin arttırılmasını beraberinde getirdi. Bu yönlü uyulamalar, sermaye birikimini olumsuz etkileyerek yoksulluğu hem genişletti ve hem de derinleştirdi. Öte yandan Colbert’in, köylünün zor şartlara alıştırılmasının gerekli olduğu şeklindeki düşüncesinin bir ürünü olan söz konusu politika ve uygulamalar sonucu yaşam koşulları daha da ağırlaştı. Dolayısıyla özellikle bu kesim, söz konusu olumsuzlukların düzeltilmesi yönündeki isteklerinin sonuçsuz kalması karşısında, krallığa karşı sık sık isyan düzeyinde mücadeleye girişti. Yani verilen mücadeleler siyasi içerikli ya da yönetimde söz sahibi olma isteğinden kaynaklanmıyordu. Bunun yanında ülkedeki protestanların dışlanması, yoğun bir protestan göçü yaşanmasına yol açtı. 218 Yine mutlak monarşi anlayışı ile uyumlu bir biçimde, şirketler üzerinde de doğrudan devlet müdahalesi oldu. Bu da şirketlerin faaliyetlerini zorlaştırıp, geniş tabana yayılmalarını ve yeterince güçlü mali yapıya sahip olmalarını engelledi. Colbert tarafından kurulan şirketler ise, özellikle Hollanda ve Đngiltere’deki karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı olarak yönetimle işbirliği içinde faaliyet gösteren şirketler karşısında pek varlık gösteremedi. Kaldı ki asiller ve orta sınıfın ticarete ilişkin istek ve yönelimi de, para karşılığı elde edilen memuriyetin arzulanması, mülk elde etme gayesi ve yüksek faiz sayesinde riske girmeden getiri elde edilmesi gibi nedenlerden ötürü, çok güçlü değildi. Bu alanda Đngiltere’nin ulaştığı aşamaya gelinememesinde, ticarete yönelen halkın büyük bir çoğunluğunun şirketleşmeden ziyade bireysel ticareti tercih etmeleri de bir diğer etken oldu. Diğer yandan farklı dil ya da lehçe kullanılması sonucunu doğuran etnik grubun çokluğu da, genel bir eğitim sistemi, siyasal ve toplumsal düzen oluşturulması önünde engel teşkil etmekteydi. Nihayet yüzyıl boyunca girişilen savaşlar da, asıl olarak tefeciliğe dayanan, yani sağlıklı işleyen bir finans piyasası ve dahası bir banka kurulamamış olan Fransız ekonomisi üzerinde, sonu isyanlara kadar ulaşan bir diğer önemli baskı unsuru oldu. Đngiltere’de ise; Fransa’dan farklı olarak, daha çok siyasi içerikli girişilen mücadeleler sonucunda, I.Charles’in öldürülmesi pahasına sonuç alınmasıyla, parlamento etkinliğini sağlayabildi. Bunun sonucunda gemicilik yasaları gibi düzenlemeler ticaretin önünü açtı ve bir yandan artan sömürgeci faaliyetlerle elde edilen sömürgeler ile kurulan sıkı ekonomik ilişkiler, diğer yandan ayrıcalıklı şirketler sayesinde ticaretten daha fazla kazanç sağlandı. Nitekim bu şirketlerden Doğu Hindistan Şirketi; doğudaki adaların ve Hindistan’ın, Đngiliz Đmparatorluğunun sömürgesi haline getirilmesinde çok önemli bir rol oynadı. Böylelikle ulaşılan güç ve zenginlik, asıl olarak deniz ötesi ticaret yoluyla, diğer bir söylemle denizaşırı kaynakların sömürülmesiyle sağlandı. Nitekim her sömürge tüm üretimini anavatana aktarmaya ve dış ticaret ilişkilerini anavatanla kurmaya mecbur tutulmuştu. Yine yaşanan sosyal dönüşüm sayesinde mülkiyet hakkı ve satışı konularında gelişme yaşandı. Bu da, özellikle köylüler nezdinde, mülkiyetin serbestçe alınıp 219 satılması imkânını doğurdu. Belirtilen dönüşümün etkileri ülke içiyle sınırlı kalmayarak, büyük çiftliklerin kurulması ve işletilmesi anlamında, sahip olunan sömürgelere dek uzandı. Öte yandan tarım sektöründe yaşanan teknik yenilikler, bu sektörde Đngiltere’yi önce kendine yeten, ardından da ihracatçı ülke haline getirdi. Kömürün kullanılmasıyla da sanayi sektöründe benzer gelişme yaşandı ve daha büyük ölçekli üretim yapılabildi. Yün imalâtının yükselişi ise, geniş arazilerin çitle çevrilmesi anlamına gelen çitleme hareketini ortaya çıkardı. Bu durum ise tekstil sektörünün de gelişmesine ve Đngiltere’nin bu alanda da ihracatçı bir ülke olmasına yol açtı. Bu arada tüm bu süreç ve girişilen savaşlara ilişkin finansman ihtiyacı ise, tanınan ayrıcalıklar sayesinde başta Doğu Hindistan Şirketi gibi hızlı ve olağanüstü şekilde büyüyen şirketlerden ve kamu borçlarını düzene koymak için kurulan Đngiltere Bankası aracılığıyla karşılandı. Bunların sonucunda yaşanan bir başka gelişme de, kırsal alandan, şehirlere doğru hareketlilikte ortaya çıktı ve dolayısıyla hızlı bir şehirleşme süreci yaşandı. Şehirleşme; farklı katmanlardan insanların bir araya gelmesiyle, sınıf ve mesleklerin kaynaşmasına katkı sağladı. Tüm bunlar kuşkusuz halkın yönetime karşı bu uğurda verdiği mücadelede başarı elde etmiş olmasından kaynaklandı. 17. yüzyılda Avrupa genelinden hareketle, Fransa ve Đngiltere için tüm bu ifade edilenler; Fransa bağlamında Colbert’in, öncelikle kralın tek otorite olması ve O’na rağmen bir uygulamaya gidememesi, sanayi müfettişi aracılığıyla endüstri düzeninin, uyulmadığı takdirde cezaları itibariyle çoğu acımasız ve sert olan; malların boy, en, ağırlık ve kalitelerine yönelik standartlara uyulup uyulmadığının bizzat işyerlerine gidilerek denetlenmesi, aykırı davrananların mallarına el konularak, yakılarak ya da teşhir edilerek cezalandırılması gibi yöntemlerle kontrol edildiği özel görevler oluşturması, merkantilizmi tamamen devlet geleneklerine dayandırarak uygulaması, özel girişim modelini gerçekleştirememesi, işleyen bir finansal yapı ve banka kuramaması, ticaretin önündeki engelleri kaldırarak, daha serbest ortamda ticaret yapılmasını ve halkın ticarete ilgi ve yönelimini sağlayamaması, köylünün dayanıklı bir piyade olabilmesi adına zor şartlara alıştırılması gerekliliği düşüncesinden hareketle, sık sık vergi arttırımına gitmesi, 220 şeklindeki politika ve uygulamaları ile örtüşmekte ve ulaşılan sonuçların nedenini açıklamaktadır. Đngiltere bağlamında ise Child’ın; tacirlerin karar alıcı mekanizmada fiilen yer alması ve ticareti geliştirici yönde mevzuat düzenlemesi yapılması, daha da ötesi üreticilerin teşvik edilmesi ve ticaretin mali anlamda da desteklenmesi, iyi işleyen bir finans piyasası oluşturulması ve banka kurulması, insanların ayırımcılığa tabi tutulmaması ve mülkiyet hakkına sahip olması, mevcut sömürgelerin daha da yaygınlaştırılması ve sömürgelerle, kuşkusuz Đngiltere lehine olacak şekilde, ilişkiye önem verilmesi, dış ticaretin Đngiliz gemileri ile gerçekleştirilmesi, bu alanda rekabette bulunabilmek için ticari kâr ve siyasi gücün birleştirilmesi ve ulusal çıkar söz konusu olduğunda dış ticarete bazı kısıtlamalar getirilmesi, nüfus artışının ve ülkeye yabancı girişinin engellenmemesi ve yine ticaretin geliştirilmesi, yoksul insanların işgücünden sömürgelerde faydalanılması ve ekonomik büyümenin sağlanabilmesi için, olmazsa olmaz koşul olarak gördüğü, faiz oranlarının düşürülmesinin gerektiği şeklindeki tespit ve önerilerinin nedenini de açıklamaktadır. Dolayısıyla; zenginlik ve güç elde etme şeklinde özetlenebilecek merkantilist düşüncenin temel amacı, tıpkı dönemin diğer ülkelerinde olduğu gibi, 17. yüzyılda Fransa ve Đngiltere’de de ön plandaydı. Yine aynı şekilde, bu amaca ulaşma yolunda, nüfusun ve üretimin arttırılması, sanayileşmenin sağlanması, ticaretin geliştirilmesi ve dış ticaretten daha fazla kazanç sağlanması, tüm bunlar için ülke içindeki üretken faaliyetlerin; imtiyazlar, devlet yardımları, vergi muafiyeti gibi yöntemlerle teşvik edilmesi, nüfusun arttırılması ve daha da ötesi ülke dışındaki kalifiye elemanların ülkeye çekilmeye çalışılması, yine dış ticaretle ilişkili olarak; bu alanda göreli üstünlüğe ve bunun için de dış ticaret faaliyetinde bulunan şirketlere ve filoya sahip olunması, bu faaliyetlerin ise güçlü donanma ile güven altına alınması ve nihayet ithalâtın tarifeler ve yasaklama gibi yöntemlerle kısıtlanması, buna karşın ihracatın teşvik edilmesi ve diğer yandan olabildiğince sömürge elde edilmesi şeklinde özetlenebilecek amaçlar da, yine dönemin diğer ülkelerinde 221 olduğu gibi, Fransa ve Đngiltere açısından da ortak amaçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla beraber tüm bunların sağlanmasına yönelik, dönemin Fransa’sında ve Đngiltere’sinde başvurulan yöntemler ve dolayısıyla uygulamalar sonucunda varılan noktaların, birbirinden tamamen farklı olduğu görülmüştür. Bu durum, kişi ya da ülke bazında ulaşılmak istenen hedefler ortak paydada buluşsa da, elde edilen sonuçların aynı olmayabileceğini göstermektedir. Bunda da kuşkusuz en başta söz konusu sürecin işleyişi belirleyici olmaktadır. Daha açık ifadeyle, uygulamadaki farklılıklar, beraberinde farklı sonuçları getirebilmektedir. Her iki ülkedeki bu anlamda tespit edilen farklılıklar ise, bu ülkeler bağlamında ortaya çıkarılan ve siyaset, yönetim anlayışı, ekonomi, ticaret, şirketleşme, sömürgeci yayılma, demografi, sosyal durum, dini, siyasi ve ekonomik mücadeleler gibi başlıklar altında kategorize edebileceğimiz unsurlardan kaynaklanmıştır. Bu da o dönemde Fransa ve Đngiltere’deki merkantilist anlayış ve uygulamaları belirlemiş ve dolayısıyla farklılaştırmıştır. 222 KAYNAKÇA BEAUD, Michel; Kapitalizmin Tarihi, Çev. Fikret BAŞKAYA, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2003. BIRMINGHAM, David; A Concise History of Portugal, Cambridge University Pres, 1993. BLAUG, Mark; “Economic Theory and Economic History in Great Britain, 1650-1776”, Past and Present, (28), 1964, s. 111-116. ----- The Early Mercantilists Thomas Mun (1571-1641), Edward Misselden (1608-1634), Gerard de Malynes (1586-1623), Pioneers In Economics 4, England, Edward Elgar Publishing Limited, 1991a. ----- The Later Mercantilists, Josiah Child (1630-1699) and John Locke (1632-1704), Pioneers In Economics 5, England, Edward Elgar Publishing Limited, 1991b. ----- Charles Davenant (1656-1714) and William Petty (1623-1687), Volume I, Pioneers In Economics 6, England, Edward Elgar Publishing Limited, 1991c. ----- Pre-Classical Economists, Pierre Le Pesant Boisguilbert (1645- 1714), Baron de Montesquieu (1689-1755), Ferdinand Galiani (1727-1787), James Anderson (1739-1808), Dugald Stewart (1753-1828), Volume II, Pioneers In Economics 7, England, Edward Elgar Publishing Limited, 1991ç. ----- Pre-Classical Economists, John Law (1671-1729) and Bernard Mandeville (1660-1733), Volume III, Pioneers In Economics 8, England, Edward Elgar Publishing Limited,1991d. BLITZ, R.C.; “Mercantilist Policies and the Pattern of World Trade, 15001750”, Journal of Economic History, 15 (1), March, 1967, s. 39-55. BRINTON, Crane, CHRISTOPHER John B., WOLFF Robert Lee; A History of Civilization “Prehistory to 1715”, New Jersey, Prentice Hall, Inc. Englewood Cliffs, 1971. 223 BURNS, Edward McNall; Western Civilization-Their History And Their Culture, W.W. Norton & Company Inc, Sixth Edition, 1963. BURNS, Edward Mc Nall, RALPH Philip Lee; World Civilizations From Ancient to Contemporary, Third Edition, W.W Norton Company Inc., 1964. CAMERON, Rondo; Essays In French Economic History, Richard D. Irwin, Inc., First Printing, 1970. ----- A Concise Economic History Of The World From Paleolithic Times To The Present, Oxford University Press, Inc., 1989. CHILD, Sir Josiah; Brief Observations Concerning Trade and Interest of Money, http://socserv2.socsci.mcmaster.ca, 1668. ----- A New Discourse of Trade, http://oll.libertfund.org, 1751 CLAPHAM, John; A Concise Economic History of Britain From The Earliest Times To 1750, Cambridge University Pres, 1957. CLARK, Sir George; Early Modern Europe From About 1450 To About 1720, Oxford University Pres, 1960. CLEMENS, Paul G. E; “A Revolution Of Scale In Overseas Trade: British Firms In The Chesapeake Trade, 1675-1775”, Journal Of Economic History, March, XLVII, volume 1, 1987, s. 1-43. COLE, Charles W.; Colbert and A Century of French Mercantilism, New York, Columbia University Press, Volume I, II, 1964. ----- French Mercantilist Doctrines Before Colbert, Printed in U.S.A by Taylor Publishing Company, 1969. ----- French Mercantilism 1683-1700, New York, Octagon Books, Second Printing, 1971. COLEMAN, D.C; “Labour in the English Economy of The Seventeenth Century“, Economic History Review, 2nd series, 8 (3), 1956, s. 280-295. ----- Revisions In Mercantilism, Methuen Co. Ltd., First Publication, 1969. COOPER, J. P.; The Decline of Spain and The Thirty Years War 160948/59, Cambridge At The University Pres, 1971. 224 CROUZET, François; “England And France In The Eighteenth Century: A Comparative Analysis Of Two Economic Growths”, Translated By Martin THOM, Britain Ascendant: Comparative Studies In Franco- British Economic History 1990, Cambridge University Pres, 1990. ÇAKLI, Sabri; Đktisat Politikası Düşüncesinin Evrimi, Ankara, Başar Ofset, Birinci Baskı, 1998. DALES, J.H.; “The Discoveries and Mercantilism, An Essay in History and Theory”, Canadian Journal of Economics and Political Science, 21 (2), May 1955, s. 141-153. DAVIDSON, Marshall B; The Horizon Concise History Of France, American Heritage Publishing Co., Inc, 1971. DEANE, P; The Industrial Revolution and Economic Growth: The Evidence of Early British National Income Estates, Economic Development and Cultural Change, Edited by R.M Hartwell, 1967, Vol. V, No. I, The Causes of The Industrial Revolution in England, Methuen and Co Ltd, 1957. DENIS, Henri; Histoire de la pensée économique, PUF, 1966. ----- Ekonomik Doktrinler Tarihi, Çev. Atilla Tokatlı, Cilt I. Sosyal Yayınları, Đstanbul, 1973. DEYON, Pierre; Le Mercantilisme, Flammarion, 1963. DURANT, Will, DURANT Ariel; The Age Of Louis XIV, Simon And Schuster Inc., 1963. EKELUND, R. B. Jr., HEBERT Robert F; A history of Economic Theory and Method, 3. Basım, Mc Graw-Hill Publishing Company, New York, 1990, s. 50-51. EKELUND, R. B. Jr., TOLLISON R.D.; Politicized Economies, Monarchy, Monopoly and Mercantilism, Texas University Pres, 1991. GLASSMAN Debra, REDISH Angela; “New Estimates Of The Money Stock In France, 1493-1680”, Journal Of Economic History, March, XLV, 1, 1985, s. 31-46. GOULD, J.D.; “The Trade Crisis of the Early 1620s and English Economic Thought”, Journal of Economic History, 15 (2), June, 1955, s. 121-133. 225 GREGORY, T. E; “The Economics of Employment in England 1660-1713” Economica, 1-2 (1), 1921, s. 37-51. HAMĐTOĞULLARI, Beşir; Çağdaş Đktisadi Sistemler Oluşum ve Değişim Aşamaları Đle Strüktürel Ve Doktrinal Bir Yaklaşım, Ankara, Savaş Kitap ve Yayınevi, Dördüncü Baskı, 1986. HECKSCHER, Eli F.; Mercantilism, Translation by Mendel SHAPIRO, Revised 2nd Edition 1955, Printed by Brolferd and Dickens, 1931. HEXTER, J. H., PIPES R., MOLHO A.; Europe Since 1500, American Heritage Publising Co. Inc., 1971. HILL, Christopher; Reformation to Industrial Revolution, The Making of Modern English Society 1530-1780, Vol. I., Pantheon Boks, 1967. HOFFMAN, Philip T; “Taxes and Agrarian Life in Early Modern France:Land and Sales, 1550-1730”, Journal Of Economic History, March, Vol. XLVI, 1986, s.37-55. HOUSTON, R.A; Colonies, Enterprises and Wealth: The Econimies of Europe and the Wider WorldĐn the Seventeenth Century, Edited by Euan CAMERON, Early Modern Europe, Oxford University Pres., 1999. HULL, C. H; “Petty’s Place in the History of Economic Theory”, Quarterly Journal of Economics, 14, May, 1900, s. 307-340. IMBERT, Jean; Histoire Economique, P.U.F. Paris, 1965, s. 260. KAMMEN, Michael; Empire and Interest, The American Colonies and The Politics of Mercantilism, J. B. Lippincot Company, 1970. KAPP, K. William, KAPP Lore, L.; History of Economic Thought, Barnes and Noble inc. Third printing, 1956. KEARNEY, H.F “The Political Background to English Mercantilism“, Economic History Review, 14 (3), April, 1959, s. 484-496. KEYNES, J.M.; The General Theory of Employment, Interest and Money, The Macmillan Press Ltd., Londra, 1976, s.336. KINDLEBERGER, Charles P; “The Economic Crisis Of 1619 To 1623”, Journal Of Economic History, March, LI, 1, 1991, s. 149-175. KING, C. Horold; A History Of Civilization-Earliest Times To MidSeventeeth Century, Printed In The U.S.A., 1956. 226 KOENIGSBERGER, H. G.; Early Modern Europe 1500-1789, A History of Europe, Longman Group UK Limited, 1987. LAWSON, Philip; The East India Company:AHistory, Published in the U.S.A by Addison Wesley Lonhman, First Published, 1993. LOWRY, S. Todd; Pre-Classical Economic Thought From The Greeks To Scottish Enlightenment, Kluwer Academic Publishers, 1987. MAIN, Gloria L., MAIN Jackson T.; “Economic Growth And Standart Of Living In Southern New England, 1640-1774”, Journal Of Economic History, March, XLVIII, 1, 1988, s. 27-46. MARCHAL, Jean; Cours d’Economie Politique, Liberr, de medicis, Paris, 4. Baskı, 1964, s. 66-67. MARKS, K., ENGELS F.; Sömürgecilik Üzerine, Çev. Muzaffer ERDOST, Ankara, Sol Yayınları Birinci Baskı, 1997. MARX, Roland.; L’Angleterre des révolutions, Armand Colin, 1971, s. 87. MATHIAS, Peter; The First Industrial Nation, An Economic History Of Britain, 1700-1914, Methuen, Abstract Of British Historical Statistics içinde, B.R. Mitchell ve P. Deane, Cambridge University Press., 1969. MOTOMURA, Akira; “The Best And Worst Of Currencies: Seigniorage And Currency Policy In Spain, 1597-1650”, Journal Of Economic History, March, LIV, 1, 1994, s. 104-127. MUCHMORE, L; “Gerard de Malynes and Mercantile Economics”, History of Political Economy, 14 (2), Autumn, 1969, s. 336-358. ----- “A Note on Thomas Mun’s “England’s Treasure by Foreign Trade”” Economic History Review, 23 (3), December, 1970, s. 498-503. NIELSEN, Randall; “Storage And English Governmemt Intervention In Early Modern Grain Markets”, Journal Of Economic History, March, LVII, 1, 1997, s. 1-33. ÖZGÜVEN, Ali; Đktisadi Düşünceler-Doktrinler ve Teoriler, Đstanbul, Filiz Kitabevi, 1984. PAULING, N. G; “The Employment Problem in Pre-Classical Economic Thought”, The Economic Record, 27, 1951, s. 52-65. PENNINGTON, D. H. ; Europe In The Seventeenth Century, A General 227 History of Europe, Lonhman Group Uk Limited, Second Edition,1989. POTTER, Mark; “Good Offices: Intermediation By Corporate Bodies In Early Modern French Public Finace”, Journal Of Economic History, September, LX, 3, 2000, s. 599-626. PRIBRAM, Karl; A History Of Economic Reasoning, London, The Johns Hopkins University Press, Second Printing, 1986. QUINN, Stephen; “The Glorious Revolution’s Effect On English Private Finances: A Microhistory, 1680-1705”, Journal Of Economic History, September. LXI, 3, 2001, s. 593-615. ROCHELLE, Siège; 1627-1628; “Edit de grâce” d’Alés, 1629. ROLL, E.; A History of Economic Thought, 4. Basım, Faber ve Faber Ltd., Londra, 1973. ROTHKRUG, Lionel; Opposition To Louis XIV., The Political and Social Origins Of The French Englightenment, Princeton University Press, 1965. SAMSON, Jane; The British Empire, Oxford Readers Series, Oxford University Press, 2001. SAVAŞ, Vural; Đktisatın Tarihi, Ankara, Siyasal Kitabevi, 4. Baskı, 2000. SCHMITT, H. O.; “Mercantilism: A Modern Argument”, Manchester School, 47 (2), June, 1979, s. 93-111. SCHUMPETER, Joseph A; History of Economic Analysis, Oxford University Press Inc., 1954. SCREPANTI Ernesto, ZAMAGNI Stefano; An Outline of The History of Economic Thought, Translated by David FĐELD, Oxford, Clarendon Press, 1993. SELLA, Domenico; Italy in the Seventeenth Century, Published in the U.S.A by Addison Wesley Longman, First Published, 1997. SPENGLER, J. J.; “Boisguilbert’s Economic Views vis-ả-vis those of Contemporaray Réformateurs’, History of Political Economy, 16 (1), Spring, 1984, s. 69-88. SPERLING, J; “The Internatıonal Payments Mechanism in The Seventeen and Eighteenth Centuries”, Economic History Review, 14 (3), April, 1962, s. 446-468. 228 SPIEGEL, Henry William; The Growth Of Economic Thought, New Jersey, Prentice-Hall Inc., 1971. TANĐLLĐ, Server; Yüzyılların Gerçeği ve Mirası 16.-17. Yüzyıllar: Kapitalizm ve Dünya, III. Cilt, Đstanbul, Adam Yayınları 6. Baskı, 2004. TAPIÉ, Victor L.; The Rise and Fall of the Habsburg Monarchy, Translated by Stephen HARDMAN, Praeger Publishers Inc., Second Printing,1972. TURANLI, Rona; Đktisadi Düşünce Tarihi, Đstanbul, Bilim Teknik Yayınevi, 3. Baskı, 2000. VAGGI, Gianni, GROENEWEGEN, P.; A Concise History Of Economic Thought From Mercantilism To Monetarism, Printed By Antony Rowe ltd., 2003. VINER, J.; “Power Versus Plenty as Objectives of Foreign Policy in The Seventeenth“ and Eighteenth Centuries”, World Politics, 1, 1948, s. 1-29. VRIES, Jan; European Urbanization 1500-1800, Methuen and Co. Ltd., 1984. WALLBANK, T. Walter, TAYLOR Alastair M., BAILKEY, Nels M.; Civilization Past And Present, Printed In The U.S.A., 1962. WEIR, David R.; “Life Under Pressure: France and England, 1670-1870” Journal Of Economic History, March, XLIV, 1, 1984, s. 27-47. WILLIAMS, E. N.; The Ancien Régime in Europe Government and Society in the Major States 1648-1789, Harper & Row Publishers Inc., 1970. WILSON, Charles; England’s Apprenticeship 1603-1763, Edited by Asa Briggs, New York, S T. Martin’s Pres, First Published, 1965. Wu, C.Y.; An Outline of International Price Theories, Oxford University Press, 1939. YILMAZ, Şiir E.; Dış Ticaret Kuramlarının Evrimi, Ankara, Gazi Üniversitesi Yayın No: 178, Đ.Đ.B.F. Yayın No:57, 1992. ZELLER, Gaston; Industry In France Before Colbert, Edited By Rondo CAMERON, 1970, Essays In French Economic History, Richard D. IRWIN Inc. 1950. 229 ÖZET DOĞRUER, Erdem. Merkantilizm, Farklı Merkantilist Anlayış Ve Uygulamaları Etkileyen Unsurların Ülkeler Bazında Analizi (Fransa: Jean Baptiste Colbert Ve Đngiltere: Sir Josiah Child’ın Görüşleri Temelinde Bir Karşılaştırma), Doktora Tezi, Ankara, 2009. Bu çalışmada merkantilizm dönemindeki farklı merkantilist anlayış ve uygulamalar, 17. yüzyılda yaşamış ve Fransız devlet yönetiminde bulunmuş olan Jean Baptiste Colbert’in görüşleri ve uygulamaları ile aynı şekilde çağdaşı, Đngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nde yöneticilik yapmış ve parlamento üyeliğinde bulunmuş olan, döneminin önde gelen düşünürlerinden Sir Josiah Child’ın eserleri, görüşleri ve Đngiltere’deki uygulamalar, bağlamında incelenmiştir. Bu kapsamda; Colbert’in görüş ve uygulamaları ile Child’ın görüş ve dönem Đngiltere’sindeki uygulamalar ekseninde, Fransa ve Đngiltere'deki 17. yüzyıl merkantilist anlayış ve uygulamaları, karşılaştırmalı bir biçimde ortaya konulmuştur. Bunun sonucunda her iki ülkedeki söz konusu anlayış ve uygulamaların farklı olduğu, bu farklılığın ise yine bu ülkelerdeki; ekonomi ve özellikle dış ticaret, siyasi durum ve yönetim anlayışı, dini yapı, demografik ve sosyal durum gibi unsurlardan kaynaklandığı ortaya çıkarılmıştır. Anahtar Sözcükler 1. Merkantilizm 2. 17. yüzyıl 3. Jean Baptiste Colbert 4. Sir Josiah Child 230 ABSTRACT DOĞRUER, Erdem. The Analysis of the Factors that Affect Mercantilism, Different Mercantilist Views and Practices on the Base of Countries (A Comparison on the Foundation of the Views of France: Jean Baptiste Colbert and England: Sir Josiah Child), PhD, Ankara, 2009. In this study the different mercantilist views and practices have been studied in terms of the views and practices of Jean Baptiste Colbert who has lived in the 17th century and has been in the French government administration as well as the works and views of his contemporary Sir Josiah Child who has been an administrator in the English East Indian Company, been a member of the parliament and is one of the leading thinkers of his era and the practices in England. To this extent, the 17th century mercantilists views and practices have been shown in a comparative manner in the axis of the views and practices of Colbert and the views of Child and the practices of England at that time. As a result it has been put into light that the said views and practices in both countries are different and that this difference arises from factors such as economy and especially foreign trade, political situation and the view of administration, religious structure and demographic and social condition. Key Words 1. Mercantilism 2. 17th century 3. Jean Baptiste Colbert 4. Sir Josiah Child