Toplumsal Bir İlişki Biçimi Olarak İman

advertisement
başyazı
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
İmanın Sosyal Boyutu
Ö
yle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki, etrafımızdaki her şey
âdeta nefsimizin heva, heves,
istek ve arzularına göre dizayn ediliyor.
Kur’an-ı Kerim’e göre yaratılış gayelerimizden biri yeryüzünü imar etmek,
diğeri de ibadet ve kulluk görevlerimizi
yerine getirmektir. Dünya hayatı, bu
asıl gayeden saptırıldığında Kur’an-ı
Kerim’in ifadesiyle oyun, eğlence ve lehviyyattan ibarettir. Ne yazık ki bugün
bu gaye göz ardı edilerek dünya hayatı
sürekli daha cazip ve çekici hâle getiriliyor. İştahlar kabartılıyor, şehvetler
kamçılanıyor, çıkar ve menfaat her türlü
maslahatın önüne geçiyor. İnsanlar
gittikçe dünyevileşiyor. Dinî ve manevi
değerlerden uzaklaşıyor. Günlük hayatın
debdebesi arasında kendisini, yaratılış
gayesini, inancını, ölümü ve ahiret hayatını unutuyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi
dünya hayatını sadece madde planında
kurtarmak için çabalıyor.
Diğer taraftan inançtan ahlaka, fikirden
eyleme, düşünceden ideolojiye kadar
birçok ifsat hareketinin, bırakın fertleri
ve toplumları, tabiatın ekolojik dengesini sarsacak kadar yaygınlaştığı bir
zaman diliminde yaşıyoruz. Bugün insanlık, inanç değerlerini yok saymanın
neticesinde fıtrata yabancılaşma, fıtratı
tahrip etme, çevreyi hoyratça kullanma,
bazı sapıklık ve sapkınlıklara meşruiyet
kazandırma gibi insanlığın ve diğer
varlıkların geleceğini tehlikeye atan pek
çok problemle karşı karşıyadır.
Günümüzde Müslümanlar açısından
en önde gelen inanç sorunu ise imanamel bütünlüğünün göz ardı edilmesidir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelen
vahiyde iman, amel ve ahlak bir bütün
olarak değerlendirilmiştir. İslam’da
halis iman ve sahih bilgi kadar önemli
olan bir husus da salih amel olduğu
içindir ki Kur’an-ı Kerim, yüzü aşkın
yerde salih ameli, imanla birlikte zikretmiştir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir
hadisinde imanın formülü olan kelime-i
tevhit ile yolda insanlara eziyet veren
bir şeyi kaldırıp atmayı birleştirmiş,
her ikisini ve bu ikisi arasında yer alan
her anlamlı ve insanlığın yararına olan
davranışı da imanın tarifi içinde zikretmiştir. Aynı şekilde Cibril hadisinde
geçen iman, İslam ve ihsan kavramları,
aslında üç ayrı halka değil, en içte imanın, sonrasında İslam’ın, sonrasında da
ihsanın yer aldığı iç içe geçmiş halkalardır. Dolayısıyla iman, bütün yönleriyle
bir topluma yerleşmedikçe, yaşanan
mayıs 2013 / sayı 269
02
başyazı / diyanet aylık dergi
bir hayata dönüşmedikçe, teorik olarak
sadece Allah’a, meleklere, kitaplara,
peygamberlere, ahirete, kaza ve kadere
inanmaktan ibaret kaldıkça, dil ile kalp
arasında biten bir akit olarak görülüp
vicdanlara mahkûm olduğu sürece,
böyle bir imanın, insanlara ve topluma kazandıracağı fazla bir şey yoktur.
Gerçekte mümin teorik imanını pratik
imanla gösterebilen kimsedir. Şurası iyi
bilinmelidir ki Hz. Peygamberin (s.a.s.)
bize öğrettiği iman ilkeleri, sosyal hayata yansımak, mümini eyleme ve salih
amel işlemeye sevk etmek için vardır.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadislerinde
tevhit, sadece Allah’ın varlığına ve birliğine iman değildir. Tevhidin, aklın ve
kalbin birliği, ruhun ve bedenin birliği,
ferdin ve toplumun birliği gibi bireysel
ve toplumsal boyutları ve yansımaları
vardır. Onun sünnetinde iman, en çok
Allah’ı ve Rasulü’nü sevmektir. Sevdiğini Allah için sevmektir. Kendisi için
istediğini mümin kardeşi için de isteyebilmektir. Komşusu açken tok yatmamaktır. Niyet, düşünce ve davranışlarda
dosdoğru olmaktır. Güvenilir insan
olmaktır. İyiliğe sevinmek, kötülüğe
üzülmektir. Güzel sözdür, insanlara yedirmektir. Hoşgörüdür, sabırdır. İnsanı
dünya hayatında mesut yaşatacak bir
ahlaktır. Allah’ın haram kıldıklarından
vazgeçirecek bir takvadır. Cahillerin
cehaletinden uzak tutacak bir hilmdir.
Ölümü çokça hatırlamak ve ölümden
sonrası için hazırlanmaktır.
Bu nedenlerle bugün insanımıza, çocuklarımıza, gençlerimize imanın teorik
anlamından ziyade pratik değerini
öğretmek ve pratik imanı tüm eğitim
süreçlerine dâhil etmek durumundamayıs 2013 / sayı 269
yız. Çünkü sadece inandım demenin,
imanın göstergesi olarak yeterli olmadığını yine Kur’an-ı Kerim bizlere
bildiriyor: “İnsanlar ‘inandık’ demekle
imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı
zannediyorlar? Andolsun biz onlardan
öncekileri de imtihan etmiştik.” (Ankebut,
29/2-3.) İmanın yüzlerce göstergesi, sosyal
boyut ya da pratik iman denilen alanlardadır. İman, sosyal boyutunu kaybettiği zaman Müslümanlar toplumsal
dinamiklerini kaybetmeye, dolayısıyla
da çökmeye başlar. Günümüzde iman
algısı, sosyal hayat boyutundan yoksun
kalmakta ve vicdanlara mahkûm edilmektedir. O zaman da İslam’ın birey ve
toplum üzerindeki ahlaki, sosyal ve kültürel yansımasının önü baştan kesilmiş
olmaktadır.
Netice itibarıyla iman, bir bütün olarak Allah’ın varlığını ve birliğini kabul
ederek yaşamak ve onun kendisiyle,
insanlarla ve tabiatla ilişkilerini düzenleyen bütün emir ve yasaklarına uymaktır. İman, tevhit gibi tam mücerret
bir gerçekten ahiret hayatı gibi tecrübe
edilemez bir âleme kadar uzanan gönle
ait bir kabul ve yöneliştir. İman, sadece
dil ile kalp arasında biten bir akit değil,
bütün bir varlığı yorumlayan temel bir
disiplindir. Bu disiplinin mihveri Allah
inancıdır. Allah inancı ile başlayıp ahiret
inancı ile tamamlanan “amentü” dünyasında insanın varlığı anlam kazanır.
İnsan yaratılışın, yaşayışın ve ölümün
anlamını ancak imanla bulur. İman, her
ne kadar dil ile ikrar kalp ile tasdik diye
tarif edilse de onun en büyük göstergesi
ameldir yani davranışlardır. Zira insan,
ahirette defter-i akvale göre değil defter-i
amale göre hesaba çekilecektir.
editörden
Dr. Yüksel Salman
Dini Yayınlar Genel Müdürü
İ
nsan, inanan bir varlıktır. Çünkü inanma
duygusu fıtridir. Tarih boyunca insanoğlu
kendisini hak veya batıl bir inanç sisteminin
içinde, onun gözetim ve himayesinde olma ihtiyacı hissetmiştir. İslam inancına göre de her
doğan insan, tevhit akidesinin üzerine nakşedileceği temiz bir sayfaya benzer. (Buhari, Cenaiz,
92.) Ancak inanmak, kişi ile inandığı varlık
arasında sadece duygusal bir iletişim kurmakla
kalmayıp, kişiye mükellefiyet yükleyen, kimlik
ve kişilik kazandıran, zorluklar karşısında
kuvvetli ve dayanıklı kılıp daima ümit aşılayan, güçsüzlüğü ve ümitsizliği ortadan kaldıran
ve müminin hayat tarzını tamamen değiştiren
çok güçlü bir bağdır. Bu yüzden Cenab-ı Hak,
insanlığa hakikati bulmada yol gösterici olmak
ve yanlış yollara sapmaktan insanlığı korumak
için başlangıçtan itibaren her dönemde elçiler
göndermiştir. Bütün peygamberlerin en önemli
vazifesi insanoğlunu tevhid akidesine çağırmak
ve doğru inancı yaşayarak insanlığa öğretmek
olmuştur. Bundaki hikmet, insanı kötü düşüncelerden arındırmak, inanç dünyasını küfür
ve şirkten uzak tutarak aynı anlamda sağlam
ve sarsılmaz bir temel üzerine inşa etmek ve
Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve emanetinin
taşıyıcısı sıfatıyla onu fıtratına uygun olan yüksek insani ve ahlaki değerlerle donatmaktır.
Günümüzde her geçen gün gelişen teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının da etkisiyle
her türlü bilgiye hızla erişimin kolaylaşması
ve bilginin kontrolsüz biçimde yayılması,
beraberinde olumsuz pek çok düşünce ve fikir
akımının da serbestçe dolaşımına imkân vermektedir. Bu durum, inanç değerlerimiz başta
olmak üzere günlük hayatımızı birçok açıdan
etkilemekte; bizi inancımızdan, yaratılış
gayemizden uzaklaştıran ve özümüze yabancılaştıran birtakım unsurlar, değerler dünyamızı
tahrip etmektedir. Tüm bu zararlı etkilerden
korunmak; dinî, ahlaki, vicdani değerlerin
özünü oluşturan inanç değerlerimizi korumakla ve bu konuda Kur’an’ın, nebevî öğretilerin, aklın ve vicdanın sesine kulak vermekle
mümkün olabilir.
Bu düşünceden hareketle; günümüz insanının inanç dünyasını zedeleyen unsurlara ışık
tutmak, çağımızın en temel problemlerinden
biri olan, aynı zamanda günlük hayatımızda
karşılaştığımız pek çok sorunun da kaynağını
teşkil eden inanç problemlerinin çözümüne
ilişkin önerilere yer vermek ve bu alanda
bir duyarlılık oluşturmak amacıyla bu ayki
gündem konumuzu inanç değerleri merkezli
hazırladık.
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, ‘İlahî Dinlerin Gayesi Tevhit ve Arınma’ başlıklı yazısında; çağdaş inanç problemleri için yapılması gereken
en önemli hususun önce kalbî ve ruhi disiplini özümsemek olduğu üzerinde durdu. Ümit
Şimşek, ‘Allah’a İmanı Kur’an Nasıl Anlatıyor?’
başlıklı yazısında iman konusunu doğrudan doğruya Kur’an’a yönelerek ele alıyor
ve Kur’an’ın dilinden Rabbimize inanmanın
hakikatine dair bizlere çözüm yolları sundu.
Doç. Dr. İlyas Üzüm, çağımız insanının inanç
eksikliklerini kaleme aldığı yazısında, inanç
problemlerinde çözüm yolu olarak bilhassa,
iman ve salih amel birlikteliğine vurgu yaptı
ve bunun iki cihanda da kişiye huzur ve
mutluluğun kapısını aralayacağını ifade etti.
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş, inanç sorunlarına
tarihî açıdan baktığı yazısında, Hz Peygamber döneminden günümüze uzanan inanç
problemlerini, siyasi ve itikadi boyutlarıyla
ele aldı. Prof. Dr. Selim Özarslan günümüz
inanç problemlerinin nedenleri üzerinde durdu. Prof. Dr. Metin Özdemir ise inançsızlığın
ve sapkın inançların toplumda açtığı derin
yaralardan nasıl korunmamız gerektiğini
bizimle paylaştı. Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç
ile ‘İnanç Problemleri’ üzerine yaptığımız kapsamlı söyleşiyi de ilginize sunuyoruz.
Gündem yazıları dışında özenle hazırladığımız
her bölümü de ilgiyle okuyacağınızı düşünüyorum. Sizleri birbirinden kıymetli yazarlarımız
ile baş başa bırakırken, bu sayının doğru ve
sahih bilgi temelli inançlarımızın yaşatılması
ve her türlü olumsuz etkiye karşı korunması
ve canlı tutulması bağlamında katkı sağlamasını Yüce Allah’tan temenni ediyorum.
mayıs 2013 / sayı 269
içindekiler
gündem
269
06
İlahî Dinlerin Gayesi
Tevhit ve Arınma
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi
ve Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel Salman
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk Görgülü
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.)
Yayın Koordinatörleri
Mustafa Bektaşoğlu
Dr. Elif Arslan
Kâmil Büyüker
[email protected]
Tashih
Mesut Özünlü
Teknik Servis
Latif Köse
Arşiv
Ali Duran Demircioğlu
Yönetim Merkezi
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar
Bulvarı No:147/A 06800
Çankaya/ANKARA
Tel: (0312) 295 73 06
Fax: (0312) 284 72 88
Abone İşleri
Tel : (0312) 295 71 96-97
Fax : (0312) 285 18 54
e-mail: [email protected]
Abone Şartları
Yurt içi yıllık: 33,60 TL
Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları
AB Ülkeleri, 30 Euro
Avustralya, 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka, 250 Kron
İsviçre, 45 Frank
Abone kaydı için, ücretin Döner
Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün
T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay
şubesindeki
IBAN: TR84 0001 0007 6005 9943 0850 01
no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun
fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan
başlayacağını bildirir bir dilekçe,
mektup, yazı, faks veya e-postanın
Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye
İşletme Müdürlüğü Üniversiteler
Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A
06800 Çankaya /ANKARA adresine
gönderilmesi gerekir.
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın
Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Temsilcilikler:
Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri
Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,
Din Hizmetleri Ataşelikleri
www.diyanet.gov.tr
[email protected]
[email protected]
[email protected]
Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve
çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel
sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım: Acar Basım ve Cilt Sanayi ve Ticaret A.Ş.
Baskı: Korza Yayıncılık Basım Sanayi Tic. Ltd. Şti. Ankara - Türkiye
Beysan Sanayi Sitesi Birlik Caddesi No: 26 Acar Binası
Tel: (0.312) 342 22 08 / Faks: (0.312) 341 28 60
Haramidere / Beylikdüzü / İstanbul - Türkiye
www.korzabasim.com.tr
Tel: (0.212) 422 18 34 / Faks: (0.212) 422 18 04
Basım Yeri: Ankara / Basım Tarihi: 10.05.2013
www.acarbasim.com
ISSN - 1300 - 8471
söyleşi
din ve
sosyal
hayat
hikmet
penceresi
30
44
65
Rahmet İklimine
Girerken
İncitmemek ve
İncinmemek
Hasan Küçük
Prof. Dr. Mehmet Demirci
Çağın İnanç
Problemleri Üzerine
Prof. Dr. Alparslan
Açıkgenç ile Söyleşi
10
Allah’a İmanı Kur’an Nasıl
Anlatıyor?
41
Ümit Şimşek
14
Çağımız İnsanının İnanç
Problemleri
Doç. Dr. İlyas Üzüm
18
Tarihî Açıdan İnanç
Sorunlarına Bir Bakış
22
47
Anne ve Baba Hakkı
50
Çocuğumuz İçin Zamanımız
Var mı?
İnanç Problemlerinin
Toplumsal Yansımaları
52
54
Toplumsal Bir İlişki Biçimi
Olarak İman
İslam’da İman-Ahlak İlişkisi
Prof. Dr. İlyas Çelebi
Örnek Bir Din Adamı: Hafız
Ahmet Karatoprak Hoca
Musa Tektaş
Mükerrem Üçkan
68
Fıkıh Köşesi
70
“Niçin Buradayım, Nereden
Geldim ve Öldükten Sonra
Nereye Gideceğim?” Robert
İnternet ve Manevi Hayatımız
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
İyi Arkadaş ile
Kötü Arkadaşın Misali
56
Uğur’u Birlikte Uğurlamak
58
Bizim Yunus
Prof. Dr. Ejder Okumuş
37
63
Hatice Meraklı
Zeki Dursun
Din İşleri Yüksek Kurulundan
Haz. Aydoğan Arı • Yusuf Karabulut
73
Hale Çerçibaşı
Prof. Dr. Metin Özdemir
34
Adaletli Hükümdar: Fatih
Prof. Dr. Âdem Apak
Belgizar Özbek
Prof. Dr. Selim Özarslan
27
60
Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Günümüz İnanç
Problemlerinin Nedenleri
Ahirete İnanmanın İnsan ve
Toplum Bakımından Önemi
Modern zamanların yeni fobisi:
Nomofobi
Dr. İlhami Ayrancı
76
Sıla-i Rahmin Önemi
79
Kitap Tanıtımı
Üzeyir Öztürk
Uğur Yılmaz
06
gündem / diyanet aylık dergi
gündem
İlahî Dinlerin Gayesi
Tevhit ve Arınma
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yrd.
Geçmiş dönemlerde ideolojik düşüncelerle
ayrıştırılmaya çalışılan insanlar, bugün çok daha
farklı argümanlar kullanılarak inanç bakımından
problemli hâle getirilmektedir. Bununla birlikte
insanların bu problemlerden kurtulmak için dinî
hayata ve dindarlığa yöneliş içerisinde olduğu da
bir gerçektir.
mayıs 2013 / sayı 269
gündem / diyanet aylık dergi
Aydınlanma Döneminden sonra oluşan
materyalist ve pozitivist rüzgârların etkileri,
XX. yüzyılda bir hayat tarzı olarak gündelik yaşayışın içine girdi ve modern iletişim
araçlarıyla bütün insanlığa model olarak gösterildi. Geçtiğimiz yüzyılda nefse sınırsız bir
hürriyet ortamı sunan, hiçbir inanç, değer,
kutsal ve engel tanımayan, fert merkezli ve
“insan için vaat edilen cennetin dünyada
gerçekleşeceği”ni söyleyen bu düşünce sistemi, insan ömrünü basitleştirerek doğum ile
ölüm arasındaki süreden ibaret görmektedir.
Buna göre, insan hayatında hiçbir sınırlamaya gitmeden dünyanın haz ve zevklerini
yaşayabilmelidir. Amaç güya insanların mutluluğudur. Bunun yolu da insanın canının
her istediğini yapabilmesi, “vur patlasın, çal
oynasın” düşüncesiyle yaşayabilmesidir. Bu
tür sınırsız nefsani bir hürriyetle ferdin kısa
süreli mutluluğu söz konusu olsa bile, bir
süre sonra doyumsuzluk ve yeni açlıklar baş
göstermektedir.
Pozitivist anlayışa ilaveten misyonerlik, satanizm, ateizm gibi akımlar ile krişnacılık ve
Doğu dinleri gibi sapık fırkaların kol gezdiği
günümüzde insanlık ciddi inanç problemleriyle karşı karşıyadır. Geçmiş dönemler-
mayıs 2013 / sayı 269
07
08
gündem / diyanet aylık dergi
İman, bir şule gibi insan kalbini aydınlatan nurdur. Ancak bu nur dış tesirlerle sönmeye mahkûm olabilir. Onun
korunması kalbin Allah ile olmasına,
kalbin Allah ile olması ise zihnin inanç
esaslarını ve ahiret kaygısını sürekli
canlı tutmasına bağlıdır.
de ideolojik düşüncelerle ayrıştırılmaya
çalışılan insanlar, bugün çok daha farklı
argümanlar kullanılarak inanç bakımından
problemli hâle getirilmektedir. Bununla
birlikte insanların bu problemlerden kurtulmak için dinî hayata ve dindarlığa yöneliş
içerisinde olduğu da bir gerçektir. Dinî
hayata ilgi ve yönelişin yüksekliği, inanç
problemlerini çözmek için sevindirici bir
gelişmedir.
Çağdaş problemlerin çözüm ekseni
Bugün çağdaş inanç problemleri için yapılması gereken en önemli husus kalbî ve ruhi
disiplini özümsemektir. Çeşitli sapık mezhep
ve din mensuplarının el atmak için fırsat
kolladığı insanları kurtaracak en sağlam
yöntem, doğru dinî bilgi ve duygularla
donanmak, dinî hayatın manevi tecrübelerinden geçmektir. Çünkü dinî hayata sadece
ilgi ve sevgi duymak yetmez. İnanç problemlerinden dindarlığa yöneliş, dinî kavramların öğrenilip bilinmesinden çok içselleştirmeyi gerekli kılmaktadır. İçselleştirme, bilgi
merkezli bir inanç ve aksiyon; yani amel-i
salih işidir. Salih amelle gelişen ve beslenen
duygu ve düşünceler hayatı yorumlamada
insana daha yüksek seviyede rehber olur.
Temelde dinî/İslami inançla buluşmamış
dindarlık algısı ve dinî ritüeller bir anlam
mayıs 2013 / sayı 269
ifade etmez. Modernizm kargaşasını yaşayan
insanlar için asıl hedef, inanç problemini
çözerek aşk ile kulluğa erebilmektir.
İnsana can veren, onu manen dirilten iman
ve inançtır. Ebedî olan Allah’a inanan; yüzünü, yönünü ve gönlünü O’ndan yana çeviren
bu inanç ile can bulur, dirilir. Diriliş, Hayy/
diri olan Allah’ın diriltmek üzere gönderdiği vahy-i ilahî ile olur. İnsan gönlü, Kur’an
diriliğinde dirilir, vahiy ışığında aydınlanır.
Kur’an ile buluşan, peygambere ulaşan bir
gönül, inanç problemlerini hallederek diri
olur. Onlardan uzaklaşan ise inanç problemi
yaşar ve zamanla manen ölür.
Sağlam bir inançla hayata bakmak, insanın
dış tesirlerden daha az etkilenmesini sağlar. İman, bir şule gibi insan kalbini aydınlatan nurdur. Ancak bu nur dış tesirlerle
sönmeye mahkûm olabilir. Onun korunması kalbin Allah ile olmasına, kalbin Allah
ile olması ise zihnin inanç esaslarını ve
ahiret kaygısını sürekli canlı tutmasına bağlıdır. Bu yüzden inanç meselesinin determinist ve pozitif bir yaklaşımla değil, kalbî
bir teslimiyet ve ahiret endişesi ile olması
gerekmektedir.
Ahiret inancı, hayatın değerini ve anlamını
yükseltir. Ölüm sonrasında yeniden yaratılıp
hesap vereceğine inanan bir insanın daha
düzenli ve ahiret için daha dikkatli yaşayacağı açıktır. Ahirette Allah’ın kendisine
Rabb’ini, kitabını, peygamberini ve dinini
soracağını bilen, ölümden sonra diriltildiğinde işlediği her türlü iyilik ve kötülükten
sorumlu olacağına inanan insan, görevli
meleklerin kaydettiği amel defterini güzelliklerle doldurmaya özen gösterir.
İnsan, doğuştan inanma ihtiyacında yaratılan
bir varlıktır. Yaratan onun fıtratına hanif/tevhit inancını koymuştur. Nitekim şu ayet buna
işaret eder: “(Rasulüm!) Sen yüzünü hanif
olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere
yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında
gündem / diyanet aylık dergi
değişme yoktur.” (Rum, 30/30.) Bu yüzden tarih
boyunca insanlar mutlaka bir inanç ve düşünceye bağlı olarak yaşamışlardır.
İlahî dinlerin ve peygamberlerin ilk ve temel
gayesi insanları arıtmak; onların gönüllerini
dünyadan; nefislerini kötü huylardan tezkiye
etmektir. Tezkiye, tevhide aykırı her türlü
inanç ve düşünceden kalbi temizlemekle
başlar. Kur’an’da zikri geçen peygamberlerin
ana misyonu tevhit mücadelesi; yani insanları küfür ve şirk bataklığından kurtarmak
ve inançlarını sağlam bir temel üzerine bina
etmekti. Allah Rasulü’nün Mekke’de geçen
nübüvvet hayatının ilk safhası tevhit ve
inanç mücadelesiyle geçmişti.
Tevhide ermek insanın inanç ve gönül
dünyasını imar eder. Zira tevhit, bir inanç ve
düşünce sistemi olmanın ötesinde bir hayat
tarzı ve yaşama biçimidir. Allah’ın birliğine,
ahadiyet ve vahdaniyetine inanmak, tevhidin
ilk esasıdır. Tevhit aynı zamanda bu âlemde
sadece Bir’i görüp O’nu algılamaya çalışmaktır. Çokluk içinde birliği, birlik içinde çokluğu
(kesrette vahdeti, vahdette kesreti) algılamaktır. Böylece kendimize ait varlıktan soyutlanmak ve her şeyin O’ndan geldiğine teslim
olmaktır. Nitekim şairane ifadesiyle:
“Veren Sensin, alan Sensin, kılan Sen
Ne verdinse odur, dahi nemiz var.”
gerçeğini kavramaktır.
Tevhit, ubudiyet ve kullukta bir olana
yönelip O’nun dışındakileri kalp, zihin ve
düşünce dünyamızdan uzaklaştırmak, beşerî
zaaflardan sıyrılıp, benlikten soyutlanarak
sadece O’nun varlığını idrak etmek, inancı
ve imanı teminat altına almaktır. Böylece
insan, inanç problemlerini aşarak hakiki
tevhide erer.
Kulluğunda inanç problemini aşarak
Hakk’tan başkasını kastetmeyen; gönlü, ruhu
ve bedeniyle sadece O’na yönelen kimse
yüksek manevi derecelere ulaşır. Kulluk ve
ibadetini huzur-i kalbî denilen duygu yoğunluğuyla ifa eden kimse, fiilini nefsine değil
Hakk’a izafe ederek amel ve davranışında
ihlasa erer. Böylece kulda kutsi hadisteki:
“Kulum benimle görür.” (Buhari, Rikak, 38.)
anlamı zahir olmaya başlar.
İnanç problemini aşarak tevhit bilincine
eren, hedefi ve gayesi Allah olandır. Tevhit
bilincine erende sevgi ve tercihler, şahsi ve
nefsani olmaktan çıkıp O’na ait olur. Çünkü
Bir’in sevgisinde fani olan, gönül dünyasındaki sorunları hallederek kendisine ait
bir tercih taşımaz. Bu ise insanın inanç ve
ibadette olduğu kadar hayatın her safhasında Bir’i görmesi, Bir’i hissetmesi ve Bir ile
yaşadığının farkına varmasıyla gerçekleşebilecek bir olaydır.
mayıs 2013 / sayı 269
09
10
gündem / diyanet aylık dergi
Allah’a İmanı Kur’an
Nasıl Anlatıyor?
Kur’an-ı Kerim, daha kapağını açar açmaz bize Allah’ı Rahman ve Rahim
isimleriyle tanıtır ve bu isimleri bütün surelerin başında tekrar tekrar bize
hatırlatır.
Ümit Şimşek
Zamanımızın inkâr cereyanları geçmiş
dönemlerden çok farklı ve yaygın bir şekilde
belirdiği için, inanç konularının ele alınma
tarzı hakkında yeniden bir değerlendirme
yapmak zarureti kendisini hissettiriyor.
Topyekûn bir inkâr probleminin yaşanmadığı, iman konusundaki problemlerin de
ekseriyetle yanlış inanç ve hurafeler şeklinde ortaya çıktığı zamanlarda takip edilen ve
o zaman için büyük çoğunluğun ihtiyacına
cevap veren metotlar bugün yeterli midir?
Başta Allah inancı olmak üzere imanın
bütün esaslarına tam cepheden hücum eden
akımlar karşısında bocalayan zamanımız
insanının zihnindeki şüphe ve tereddütlere
bu metotlarla ne ölçüde karşı koyabiliyoruz?
Hatta daha da ileri gidilerek şunu da sorabiliriz: Bu metotlar, sakın, inanç problemlerinin bu kadar derinleşmesinde bir pay sahibi
olmasın?
Bütün iman rükünleri hakkında bu soruyu ele almak sözü fazlaca uzatacağından,
şimdilik sadece Allah’a iman konusunu bu
sorunun ışığında incelemek istiyoruz.
mayıs 2013 / sayı 269
Ekseriyet itibarıyla biz Allah’a iman konusunu selbi ve sübuti sıfatlar üzerine bina eder
ve Allah’ı bu şekilde tanımaya ve tanıtmaya
çalışırız. Gerçi her iki gruba giren sıfatların
da esas itibarıyla Kur’an’dan alındığında
şüphe yoktur; onun için bunlarda bir hata
tasavvur etmek mümkün değildir. Ancak
Kur’an’ın (ve tabii onun gerçek tefsiri olan
Hadisin) bu konuyu açıklayışıyla bir mukayese yaptığımız zaman, bazı eksiklikleri de
görmezden gelemeyiz.
Öncelikle, kelamcılarımızın selbi anlatıma
ağırlık veren yaklaşımlarının bir problem
kaynağı teşkil ettiğini belirtmemiz gerekiyor. Selbi yaklaşım, “ne olmadığını” anlatarak bize Allah’ı tanıtmaya çalışır. Gerçi bu
anlatım da yine tamamen Kur’an’a dayanır;
fakat Kur’an’ın anlatımındaki ağırlık selbi
değil, sübuti sıfatlar tarafındadır. Yani Kur’an
bize Allah’ın nasıl bir ilah olduğunu ve ne
yaptığını anlatır; ne olmadığı ve ne yapmadığı konusundaki anlatımları ise azınlıktadır
ve birincisine tabi durumdadır. Bugün Allah
inancının hayatımızda çok fazla etkili olma-
gündem / diyanet aylık dergi
"Hayır, yalnız Allah'a ibadet et ve şükredenlerden ol." (Zümer, 39/66.) Hat: Ferhat Kurlu
masında bizim bu dengeyi tersine çevirmemizin rol oynadığını söylemek herhâlde
mübalağa olmayacaktır.
Selbi sıfatlardaki fazla vurguya karşılık,
sübuti sıfatlara yaklaşımımızda eksiklik görüyoruz: Allah ezelî hayat sahibidir, her şeyi
bilir, her şeyi görür, her şeyi işitir... Fakat bu
tabloda bir şeyler noksan değil mi? Allah’ın
her şeyi kuşatan rahmeti, hiçbir iyilik veya
kötülüğü karşılıksız bırakmayan adaleti,
yerden ve gökten hesapsız nimetlerle bizi rızıklandırması, bize kendi kalbimizden daha
yakın oluşu, her duamıza cevap vermesi,
bizi koruyup gözetmesi ve daha bunlar gibi,
bize Allah’ı en sıcak hisler içinde anlatan ve
O'nu tanıma iştiyakını aşılayan nice Kur’an
ve hadis tasvirleri var ki, onları bu listede
göremiyoruz.
Tekrar edelim, geçmişte bu eksiklik bir problem doğurmuyor olabilirdi. İslam cemiyetini
ve kültürünü bir bütün olarak düşündüğümüzde, kelamın eksik bıraktığı şeyin tasavvuf tarafından tamamlandığını ve toplumun
geneline bu tablonun yine bir bütün olarak
aksettiğini söyleyebiliriz. Fakat her türlü
inkâr cereyanlarının hücumuna açık durumda olan, buna karşılık İslami altyapısı büyük
ölçüde hasara uğramış bulunan bir toplum
hakkında bu kadar iyimser olamayacağımız
aşikârdır. Bu noktada, doğrudan doğruya
Kur’an’a yönelerek onun Allah’ı bize nasıl tanıttığına toplu bir şekilde göz atmak yararlı
olacaktır. Biz bu konuya nüzul sırası, mushaf
tertibi ve müjde-korku dengesi açısından
kısaca göz atmaya çalışacağız.
1. Nüzul sırasına göre
Kur’an’ın ilk olarak inen ayetlerinde göze
çarpan en önemli hususlardan biri, Allah’tan
“Rab” ismiyle ve muhatabın Allah’a mensubiyetini vurgulamak suretiyle “senin Rabbin”
şeklinde bahsedilmiş olmasıdır. İlk ayet
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku” buyurmakta,
aynı surede bunun hemen arkasında yer
alan üçüncü ayette de “Rabbüke’l-Ekram”
(senin sonsuz lütuf ve cömertlik sahibi Rabmayıs 2013 / sayı 269
11
12
gündem / diyanet aylık dergi
2. Mushaf tertibine göre
İnsanlara Allah inancını anlatırken,
daha ilk andan itibaren onu Rabbiyle
doğrudan doğruya muhatap eden ve
Rabbinin sonsuz keremiyle baş başa
bir kulluğun sıcaklığını ona tattıran bir
metot takip etmeliyiz.
bin) ismi gelmektedir. İlk olarak inen sure ve
ayetlerde, epeyce bir zaman Rabbüke (senin
Rabbin) isminin böylece büyük bir ağırlık
teşkil ettiğini, daha sonra Rab tanımına,
“doğunun ve batının Rabbi, Arş’ın Rabbi, Şi’ra
yıldızının Rabbi, göklerin ve yerin Rabbi”
gibi açılımlar getirildiğini, buna paralel
olarak da lafza-i Celal’in gittikçe artan bir
yekûnda kullanılmaya başladığını ve nihayet Medine döneminde inen surelerde Allah
isminin ön plana geçtiğini görüyoruz. Bunu
biraz daha açacak olursak:
Kur’an, insana hitap ederken, onu daha ilk
anda doğrudan doğruya Rabbiyle muhatap
etmiş, sonra kademe kademe rububiyet
mertebelerini ona göstermiş ve nihayet “Sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde
yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli
yerince düzene koyan Allah’tır. O'nun izni
olmaksızın, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte
O, Rabbiniz Allah’tır.” (Yunus, 10/3.) gibi ayetlerle, insana, kendisinin ve bütün âlemlerin
Rabbi olan Allah’ı zat ismiyle ve her şeyi
kuşatıcı rububiyetiyle öğretmiştir. Bundan da
şu dersi çıkarabiliriz:
Hangi yaşta, hangi çağda, hangi sınıf ve mertebede olursa olsun, insanlara Allah inancını anlatırken, daha ilk andan itibaren onu
Rabbiyle doğrudan doğruya muhatap eden
ve Rabbinin sonsuz keremiyle baş başa bir
kulluğun sıcaklığını ona tattıran bir metot
takip etmeliyiz.
mayıs 2013 / sayı 269
Kur’an-ı Kerim, daha kapağını açar açmaz
bize Allah’ı Rahman ve Rahim isimleriyle
tanıtır ve bu isimleri bütün surelerin başında
tekrar tekrar bize hatırlatır. Hayatın Fatiha’sı
da böyledir: Biz dünyaya geldiğimizde, kendimizi bir anne ve babanın şefkat ve himayesiyle kuşatılmış buluruz ki, bunlar da yer
ve göklerin Rabbinin sonsuz rahmetinden
bir parıltıdır. Hayatın kendisi gibi, Kur’an’ın
da ilahî rahmeti hatırlatan isimlerle başlaması dikkat çekici değil midir? Bununla
Kur’an bize açıkça şunu göstermiş oluyor:
Allah’ın bütün âlemleri kuşatan ve her şeyi
emrine boyun eğdiren kudreti, size cebir ve
kahırla değil, lütuf ve rahmetle yöneliyor, yerin ve göğün bütün nimetlerini önünüze seriyor. İşte sizin Rabbiniz ve bütün âlemlerin
Rabbi olan Allah, kudreti ve saltanatı gibi
rahmeti de her şeyi kuşatan bir ilahtır. O,
size, her nefeste bağışladığı saymakla bitmeyecek nimetleriyle muhabbetini gösteriyor
ve sonsuz rahmetine yakışanı yapıyor. Siz de
kendinize yakışanı yapın, başkaları önünde
eğilmekle insanlığınızı küçük düşürmeyin,
kulluğunuzu sadece O’na yönelterek kendinizi O’na sevdirmeye çalışın.
Kur’an-ı Kerim’in bu üslubu açıkça gösteriyor ki, Allah inancını insanlara anlatırken
takip edilecek en uygun yol, O’nun rahmet
sıfatını öne çıkarmaktır. Elbette ki diğer
sübuti sıfatların da bu öğretimde önemli bir
yeri olacaktır; fakat kulun Rabbiyle tanışma
anında ilk olarak O’nun Rahman ve Rahim
isimlerini öğrenmesinin fıtrata en yakın bir
metot teşkil edeceğinde şüphe yoktur.
3. Müjde ve korku
Geçmişte hocalarımızın “ceza” unsuru üzerinde fazlaca vurgu yaptıkları ve insanları
gereğinden fazla korkuttukları inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Bugün buna tepki
olarak gelişen bir anlayış ise, bütünüyle ceza
mefhumunu ortadan kaldırmak istidadını
gündem / diyanet aylık dergi
taşımakta ve Allah’tan korkulmayacağını
açıkça ileri sürmektedir. Her hususta olduğu
gibi, bu konuda da Kur’an’ın ortaya koyduğu
ölçüyü tespit ederek buna hassasiyetle riayet
etmemiz gerekir. Aksi takdirde, harici tesirler
her zaman bizim hissiyatımızı etkileyerek şu
veya bu yönde bizi aşırılıklara sevk edebilir.
Peygamberlerin hem müjdeleyici, hem de
sakındırıcı olarak gönderildiklerini, Kur’an-ı
Kerim'de de iman ve amel-i salihe karşılık
olarak mükâfatın, inkâr ve isyana karşılık
olarak da cezanın beraberce vaat edildiğini
hepimiz biliyoruz. Yüce kitabımız Allah’ın
rahmetiyle başlar, fakat yeri geldiğinde
O’nun azabını da son derece etkili ifadelerle
bize hatırlatır, Allah’tan sakındırır, O’nun
nimetlerine inkâr ve isyanla karşılık verenleri O’nun azabıyla açıkça korkutur. Kur’an-ı
Kerim, sakındırma meyanında ittika, havf,
haşyet, rahbet, işfak gibi birçok kavram
kullanmıştır; bunların hepsini birden başka
anlamlara havale ederek Allah korkusunu
yok saymak mümkün değildir. Burada şu
iki noktayı birlikte dikkate alırsak, herhâlde
dengeyi yakalamış oluruz:
Birincisi: Yaratılışta esas olan nimetlendirme ve ödüllendirmedir; ceza, ancak inkâr
ve isyanla kendisini buna müstehak hâle
getirenler için söz konusudur. Şu ayet-i kerime, bu hususu açıkça dile getirmektedir:
“Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar,
sonra, iman edip salih ameller işleyenleri
adaletle mükâfatlandırmak için onu (yaratmayı) tekrar eder. Kâfirlere gelince, inkâr
etmekte olduklarından dolayı, onlar için
kaynar sudan bir içki ve elem dolu bir azap
vardır.” (Yunus, 10/4.)
İkincisi: Allah’ın ve Rasulü’nün sakındırması,
insanları dehşet ve çaresizlik içine atan bir
sakındırma değil, onları ilahî rahmetin kucağına çağıran bir sakındırmadır: “De ki: Ey
kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder.
Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.” (Zümer, 39/53.) Peygamberimiz (s.a.s.)
de bu ayet-i kerimeyi, “Kim ne işlemiş olursa
olsun aldırmadan affeder.” şeklinde açıklamıştır. (Tirmizi, Tefsir, 39/2.)
Hz. Ali’nin (k.v.) “Allah’ın rahmetinden ümit
kestirmemek, günaha da cesaretlendirmemek” şeklindeki formülü, bu konudaki
denge durumunu en veciz bir şekilde ifade
etmektedir.
Netice
Allah inancını öğretirken takip edilecek en
sağlam, en kestirme ve en verimli yol, hiç
şüphe yok ki, Kur’an-ı Kerim’in metodudur.
Bu metodun ana hatları ise bizim görebildiğimiz kadarıyla;
1) İlk andan itibaren insanı doğrudan doğruya Rabbiyle muhatap etmek,
2) Öncelikle ve önemle O’nun rahmetini
vurgulamak,
3) Müjde ve korku arasında Kur’an’ın ortaya
koyduğu dengeyi hassasiyetle korumaktan
ibarettir.
Konuşmalarımızda, yazılarımızda, derslerimizde, vaazlarımızda, kısacası her türlü
irşat faaliyetlerimizde bu üç esası kendimize
rehber yaptığımız takdirde, hem etkili hem
de istikametli bir metodu yakalamış olacağımızı ümit edebiliriz.
mayıs 2013 / sayı 269
13
14
gündem / diyanet aylık dergi
Çağımız İnsanının İnanç
Problemleri
Dinler Tarihi araştırmaları bize, dinin insanlıkla yaşıt olduğunu, insan
topluluklarının, tarihin her döneminde, çoğunlukla, metafizik anlayışlara sahip
olduğunu, “kutsal” ve “kutsal”a ilişkin, bir biçimde inanç ve tapınma içinde
bulunduğunu aktarmaktadır.
Doç. Dr. İlyas Üzüm Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Her insan, “insan” olması bakımından,
nerede ve ne zaman yaşamış ya da yaşamakta olursa olsun, hangi kültürel ya da etnik
yapıya mensup bulunursa bulunsun, ortak
biyolojik özelliklere sahip olduğu gibi ortak
duygu, eğilim ve değerlere de sahiptir. Aynı
zamanda her insan, “toplumsal bir varlık”
olarak kendi coğrafyasının ve döneminin
çocuğu, kendi çağının evladıdır.
Dinler Tarihi araştırmaları bize, dinin
insanlıkla yaşıt olduğunu, insan topluluklarının, tarihin her döneminde, çoğunlukla, metafizik anlayışlara sahip olduğunu,
“kutsal” ve “kutsal”a ilişkin, bir biçimde
inanç ve tapınma içinde bulunduğunu
aktarmaktadır.
Vahiy gerçeği akli bakımdan gerekçelendirilebilir olmasının ötesinde, insanlık tarihi
açısından o kadar güçlü bir olgudur ki bazı
araştırmacılar “insanlık tarihi peygamberler
tarihidir” itirafında bulunmuşlardır. Ama
öte yandan insan, ayetlerde işaret edildiği
üzere, “zayıf”, “bilgisiz”, “nankör” “zalim”
olduğundan vahiyle gelen ilahî mesajları bir
süre sonra ya unutmuş ya tebdil ve tahrif
etmiş ya da saptırmış, vahiyden bir biçimde
uzaklaşmıştır. Bu tür durumlarda Yüce Allah
yeniden vahiy göndermiş, böylece hem
mesajlarının doğrusunu tekrarlamış, hem de
anlayışı ve seviyesi farklılaşan toplumlara,
bunu onların anlayış ve seviyelerine uygun
şekilde aktarmıştır.
Bu tespit “vahiy” realitesiyle örtüşmektedir. Zira evreni eşsiz bir düzen ve güzellik
içinde yaratan, insana özel bir donanım
veren Yüce Yaratıcı, ilk insanı aynı zamanda ilk peygamber kılmış ve mesajlarını
insanlara hem kendilerinden seçtiği elçiler
hem de gönderdiği “suhuf” ya da kitaplarla
iletmiştir.
Vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an-ı
Kerim, muhafazası ilahî uhde altında olduğu
için (Hicr, 15/9.) hiç kimse tarafından “tebdil”
ve “tahrife” uğramamıştır ve asla da uğramayacaktır. Bu bakımdan İslam vahyi kıyamete
kadar gelecek bütün insan topluluklarına
hitap eden, zaman ve coğrafyaları kucaklayan ilahî, evrensel bir mesajdır. Bu kutlu
mayıs 2013 / sayı 269
gündem / diyanet aylık dergi
mesaj insanların, öteki ihtiyaçları gibi temel
inanç problemlerinin çözümüne ilişkin akli
açıklamalarla doludur. Bunlara ulaşmanın
ön şartı insanın, insani özelliklerini koruyarak bu ilahî beyanla sağlıklı, sürekli ve
doğru bir iletişim içinde olabilmesidir. Başka
bir ifadeyle vahiyle doğru “temas” kurabilmesidir. Bakara suresinin başında bu hususa
şöyle işaret edilmektedir: “Bu (Kur’an), kendisinde şüphe olmayan kitaptır; ittika sahipleri
(insani özelliklerini koruyup Hakk’a karşı
gelmekten sakınanlar) için yol göstericidir.”
(Bakara, 2/2.)
Akide ve kelam âlimleri, vahyin kuşatıcı,
evrensel açıklamaları çerçevesinde kendi
dönemlerinde ortaya çıkan inkârcı akımları etkisiz bırakmakta zorlanmamışlar; söz
gelimi, materyalistleri (Dehriyyun), tabiatçıları (Tabiiyyun), aşırı yorumcuları (Batıniler),
nübüvveti inkâr edenleri (Berahime gibi) vb.
akli temellendirmelerle başarılı bir şekilde
reddedebilmişlerdir.
Çağımızın insanı da, bugün birçok fikrî, felsefi anlayışın muhatabı olmuştur ve olmaktadır. Bu muhataplık kimi zaman vahiyle
sağlıklı ve yeterli “teması” olmayan kişi ya
da çevrelerde olumsuz izler bırakmış, inanç
zayıflığına yol açmış, bazen de inançsızlığa
kadar götürmüştür.
Sadece günümüzde değil geçmişte de değişik
ad ve formatlarda varlığını sürdüren “din
karşıtı” en önemli akım, ateizm olmuştur. Dünyanın değişik yerlerinde oranları
%3’lerden %40’lara kadar varan bu akım
mensupları metafiziği inkâr etmekte, uluhiyeti reddetmektedir. Oysa vahiy neredeyse
baştan sona kadar uluhiyeti, akli temellendirmelerle ortaya koymakta, ateist düşünceye kapı aralayacak her çeşit şüpheyi yok
eden güçlü, fıtri, akli deliller serdetmektedir.
Bu bağlamda vahiy, fizik âlemdeki düzen,
uyum ve güzellikten metafiziğe intikal edip,
âlemdeki “yaratılılış”tan Yaratıcı'ya, yaratılış-
taki ilim, hikmet ve kudretten Yaratıcı’nın
“alîm”, “hakîm”, “kadîr” olduğuna pencereler
açmaktadır. Söz gelimi, konuyla ilgili yüzlerce ayetten birisinde şöyle buyrulmaktadır:
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında,
gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde
seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden
indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre
amade bulutları evirip çevirmesinde elbette
düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığı ve
birliği hakkında) deliller vardır.” (Bakara, 2/164.)
Kur’an-ı Kerim uluhiyetin varlığını temellendirmekle yetinmemekte, onlarca ayetle
Allah’ın birliğine dikkat çekmektedir: “Eğer
yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu.
Demek ki, Arşın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiya, 21/22.)
Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim yüzlerce
ayetinde uluhiyetle ilgili olarak Yüce Allah’ı,
birliği yanında diğer nitelikleriyle de (isim
ve sıfatlarını) tanıtıp tasvir etmektedir. Söz
gelimi, “ayetü’l-kürsi” diye bilinen ve Müslümanların büyük çoğunluğunun ezbere
bildiği şu ayet bunun bir örneğidir: “Allah
kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır.
Diridir, kayyumdur (varlığı kendinden,
kendi kendine yeterli, yarattıklarına hâkim
ve onları koruyup gözetendir). O’nu ne bir
uyuklama tutabilir ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni
olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve
arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin
dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri
kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün
evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup-gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir,
büyüktür.” (Bakara, 2/255.)
mayıs 2013 / sayı 269
15
16
gündem / diyanet aylık dergi
Vahiy hiçbir zaman fiziki olayların
seyrinde sebepleri yok saymamakta,
ancak sonuçları sebebe bağlamayıp
her şeyi sebep-sonuç ilişkisi içinde
düzenleyen gerçek bir sebebin
varlığının zaruri olduğuna dikkat
çekmektedir.
Çağımız insanının, kutsalla ilişkisini olumsuz etkileyen diğer bir ekol, pozitivizmdir.
Gerek 19. yüzyılda A. Comte tarafından
ortaya atılan genel anlamdaki pozitivizm
gerekse 1920’lerde Viyana Çevresi tarafından
ileri sürülen mantıksal pozitivizm fiziki varlık ve olayları sebep-sonuç ilişkisine dayalı
olarak açıklamayı esas almakta, metafizik ve
teolojiyi devre dışı görmektedir. Bu yönüyle
pozitivizm açıkça dine karşı cephe aldığını
söylemese bile sebep-sonuç zinciri içinde
uluhiyeti bir anlamda devre dışı bırakmaktadır. Oysa vahiy hiçbir zaman fiziki olayların
seyrinde sebepleri yok saymamakta, ancak
sonuçları sebebe bağlamayıp her şeyi sebepsonuç ilişkisi içinde düzenleyen gerçek bir
sebebin varlığının zaruri olduğuna dikkat
çekmektedir. Söz gelimi, “İçtiğiniz suya ne
dersiniz? Siz mi onu buluttan indirdiniz,
yoksa indiren biz miyiz?” (Vakıa, 56/68-69.)
ayetinde yağmurun yağmasında bir sebep
olması bakımından bulut yok sayılmamakta,
ancak bu olayın arka planına dikkat çekilerek ilahî irade ve kudrete işarette bulunulmaktadır. Esasen sebepler bu âlemde, yüce
Allah’ın yaratma ve diğer fiillerindeki kanun
ve düzenlemelerinden ibarettir. İnsanın yaratılmasında sperm ve yumurta birer sebep,
bunların arkasından gelen tatlı bir bebek,
sebeplerin etkinliğini akıl ve vicdan karşısında sıfırlayan mükemmel bir sonuçtur.
mayıs 2013 / sayı 269
Çağımız insanını inanç yönünden olumsuz
etkileyen teorilerden birisi olan “evrim”,
biyolojide, “Canlı türlerinin nesilden nesile
kalıtımsal değişikliklere uğrayarak ilk
hâlinden farklı özellikler kazanma süreci”
olarak tanımlanmıştır. Bu teori, bazı çevrelerde, “evrimcilik” adıyla, giderek yaratılışı
inkâr eden felsefi bir inanışa dönüşmüştür.
Adı üstünde teori olan bu anlayışın irdelenmesini biyoloji ilminin mensuplarına bırakarak, İslam vahyi etrafında şu gerçeklerin
altını çizmek gerekir: a) İlk insan Âdem’dir
ve Allah onu insanlığın babası kılmıştır.
b) Her türde kendi içinde bir tekâmül söz
konusu olabilir ancak türler arası geçiş söz
konusu değildir. c) Yaratılış en büyük ilahî
gerçekliklerden birisi olup her an devam etmektedir. d) Hiçbir şey “tabii” olmayıp her
şey ilahî irade ve kudret dâhilinde cereyan
etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de yaratılışa dikkat çeken,
insanın “değerli” bir varlık olarak yaratıldığını belirten, Hz. Âdem’in yeryüzünde “halife”
kılındığını beyan eden bütün ayetler bu
gerçeklere atıflarla doludur.
Günümüzde insanları inanç açısından
zaafa uğratan yaklaşımlardan birisi olarak “sekülerizm”e de işaret etmek gerekir.
Dilimize “dünyevileşme” olarak aktarılan
bu anlayışta, din ve dinî yükümlülükler bir
tarafa bırakılıp dünya hayatına odaklanma
önemsenmektedir. Bu anlayış doğrudan
inanç alanına dokunuyor gibi görünmemekle birlikte gerçekte, vahiyle gelen birçok ilahî
gerçekliğin üstünü örtmekte, insanın dinle
ilişkisini negatif olarak etkilemektedir. Zira
Kur’an-ı Kerim’e göre “ahiret hayatı dünya
hayatından daha hayırlıdır.” (Duha, 93/4.), dünyadaki mal-mülk imtihan vesilesidir (Enfal,
8/28.) ve dünya hayatı (nefsin hevasına bakan
yönüyle) aldatıcı bir metadan ibarettir. (Âl-i
İmran, 3/185.) Dolayısıyla bir mümin, hayatı
dünyadan ibaret görmeyecek, dünya-ahiret
dengesini kuracaktır.
gündem / diyanet aylık dergi
Diğer taraftan İslam vahyi, imanı, salt
zihinsel formda kabul edilmesi gereken
ilkeler olarak ortaya koymamıştır. İman,
zihnin olduğu kadar kalbin, duyguların,
kısaca bütün insani özelliklerin bu hakikatlerle içkin olması demektir. Kur’an-ı Kerim
Fatiha suresinden sonra ilk ayetlerinde bu
mesajların altını çizmiş, hidayeti tanımlayıp kurtuluşun anahtarlarını vermiştir:
“Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru
kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana
indirilene de, senden önce indirilenlere de
inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.
İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru
yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte
onlardır.” (Bakara, 2/3-5.)
Fikrî-felsefi anlayış ve teorilerin ötesinde,
belirtmek gerekir ki, çağımız insanı, teknolojinin sağladığı kolaylıklara rağmen modern hayatın getirdiği zorluklarla yorgun,
yılgın, gergin ve belli ölçüde mutsuzdur.
Özellikle Batı ülkelerinde boşanma oranlarının yüksekliği, aile hayatı sıcaklığının
giderek azalması, stresin çağın hastalığı
olarak anılması bunun somut bazı göstergeleridir. Öte yandan endüstrileşmeyle
birlikte gelen ve insanın tabiatı hoyratça
kullanmasının sonucu olarak her geçen gün
derinleşen küresel ısınma, iklim değişiklikleri, çevre kirliliği gibi global problemler de
insanımızın huzur ve mutluluğunu tehdit
etmektedir.
İslam vahyi ve bunun Hz. Peygamber tarafından hayata aktarılan boyutu olarak sünnet,
her çağın insanına olduğu gibi çağımız
insanına da kendisiyle, çevresiyle, en önemlisi Rabbi ile barışık olabileceği formüller
sunmaktadır. Bu, en kısa ifadesiyle “iman
etmek” ve “salih amel işlemektir.” (Bakara,
2/25.) İman edip salih amel işleyerek yaşayan
insanlar hem dünyasını huzurlu ve mutlu
geçirecek hem de ilahî rızaya ererek ahiretlerini cennet kılacaklardır.
Fotoğraf: Burhan Çimen
mayıs 2013 / sayı 269
17
18
gündem / diyanet aylık dergi
Tarihî Açıdan İnanç
Sorunlarına Bir Bakış
İnanç konularında Rasulüllah’a sorulan sorular, daha çok inancı kuvvetlendirme
ve dinî bilgileri artırma amaçlıdır. Bu sebeple sahabe, bu tür konularda vahiyden
başka kaynağa ihtiyaç duymamış, Hz. Peygamber’in cevabı ile yetinmişlerdi.
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Bilindiği gibi Hz. Peygamber hayattayken
vahiy nazil olmaya devam ediyordu. Sahabe,
amelî konularda olduğu gibi itikadi konularda da kafalarına takılan her türlü soruyu
sormaktan geri durmuyordu. Kendisine soru
sorulan merci tek olduğu için verilen cevap
da aynı kaynaktan tek oluyordu. Onlar, verilen cevaplar karşısında, “neden böyle, niçin
böyle ey Allah’ın elçisi?” diye sormuyorlardı.
Sahabenin soru sormaktan amacı tartışmak
değil, bilgilenmekti. Onlarda, teslimiyeti
öne çıkaran bir İslam anlayışı hâkimdi. Dini
yaşamayı öne çıkaran ve İslam’ın yayılmasını temel gaye edinen sahabenin bu anlayışı,
Yüce Allah’a ve onun kutlu Rasulü'ne sonsuz
bir şekilde duydukları itaat ve bağlılıktan
kaynaklanıyordu.
İnanç konularında Rasulüllah’a sorulan sorular, daha çok inancı kuvvetlendirme ve dinî
bilgileri artırma amaçlıdır. Bu sebeple sahabe, bu tür konularda vahiyden başka kaynağa ihtiyaç duymamış, Hz. Peygamber’in
cevabı ile yetinmişlerdi. O dönemdeki İslam
toplumunun fikrî ve kültürel yapısının
karmaşıklık ve soyutluktan uzak, yalın ve
basit bir mahiyet arz etmesinin nedeni, bilgi
birikiminin büyük ölçüde başta Kur’an, Hz.
Peygamber’in hadisleri ve Arap şiiri ile sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır.
mayıs 2013 / sayı 269
İslam’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber’e sorulan inanç konuları ile ilgili sorular; başta
Müslümanlar olmak üzere müşrik ve gayrimüslimlerden gelmiştir. Kur’an’dan ve Hz.
Peygamber’in hadislerinden öğrendiğimiz
kadarıyla en çok sorulan sorular uluhiyet,
peygamberlik, kaza ve kader, günah, kıyamet, kıyamet alametleri, diriliş, ruhun mahiyeti vb. gibi inanç konularında olmuştur.
Hz. Peygamber’e inançla ilgili sorulan
soruların bir kısmına Kur’an-ı Kerim’de
temas edilmiştir. Bununla ilgili bazı örnekler
şöyledir. İslam’ın Mekke döneminde Übey
b. Halef isimli bir putperest eline, çürümüş
ve ufalanmış bir kemik tozu alarak Hz.
Peygambere hitaben: “Bunlar çürüyüp yok
olduktan sonra mı diriltilecek?” diye sorar.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Evet, Allah
onu, seni ve ikinizi de işte böyle olduktan
sonra yeniden diriltecek.” der. (İbn Hişam, Sire,
I, Mısır, 1936, 387-99.) Bu olay üzerine şu ayetler
nazil olur: “İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki,
kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Bir
de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek
getirdi. Dedi ki: “Çürümüşken kemikleri kim
diriltecek?” De ki: Onları ilk defa var eden
diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.” (Yasin, 36/77-79.) Yine Mekke müşrikleri
gündem / diyanet aylık dergi
tarafından Hz. Peygamber’e en çok sorulan
inanç konuları arasında kıyametin zamanı
ile ilgili sorular da yer alır. Kur’an-ı Kerim’de
hem soru hem de cevap birlikte zikredilir:
“(Ey Muhammed!) Senden kıyametin zamanını sorarlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah
katındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı
yakındır.” (Ahzap, 33/63. Ayrıca bkz: A’raf, 7/187;
Fussılet, 41/47.) Kıyamet alametlerinden birisi
de Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkışıdır. Dolayısıyla
Hz. Peygamber’e Zülkarneyn hakkında da
sorular sorulmuştur: “(Ey Muhammed!) Bir
de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: Size ondan bir anı okuyacağım.”
(Kehf, 18/83.)
Bu soruların içinde inkâr amaçlı olanlar olduğu gibi, iyi niyetle öğrenmek maksadıyla
sorulanlar da vardı. İyi niyete örnek olarak
‘ruh’la ilgili sorulan sorular gösterilebilir:
“Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki:
Ruh, rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az
ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85.) İnançla ilgili sorular, öğrenme amaçlı olarak bizzat sahabeden de gelmiştir. Örneğin, Ebu Hüreyre’den
(v. 59/679.) rivayet edildiğine göre sahabeden
bir grup Hz. Muhammed (s.a.s.)’e gelerek şöyle demiştir: “İçimizde öyle şeyler hissediyoruz ki herhangi birimiz onları söylemeyi bile
büyük günah sayar.” Hz. Peygamber: “Hakikaten böyle bir şey hissettiniz mi?” diye
sorar, onlar da “evet” deyince, buyururlar
ki: “Bu imanın ta kendisidir.” (Müslim, İman,
209.) Başka bir rivayette de Hz. Peygamber’e
'vesvese' sorulmuş, o da, “Bu imanın halis
olanıdır.” şeklinde cevap vermiştir. (Müslim
İman, 211.) Hz. Peygamber’e kaza ve kader
konusunda da birtakım sorular yöneltilmiştir. Rivayete göre Süraka b. Malik, Rasul-ü
Ekrem’e: “Ey Allah’ın elçisi! Sanki yeni
yaratılmışız gibi, bize dinimizi açıkla. Bugün
amel ne husustadır; kalemlerin kuruduğu,
miktarların kesinleştiği şeylerde mi yoksa
istikbalimize ait şeylerde mi?” diye sorar.
Peygamberimiz de cevap olarak: “Hayır,
mayıs 2013 / sayı 269
19
20
gündem / diyanet aylık dergi
sapmamış, müteşabih ayetler ve kader konusunda da muhafazakâr ve mutedil bir tutum
sergilemiştir. Onlara Kur’an ayetleri okunduğu zaman ‘inandık, iman ettik’ demekle
yetinmişlerdir. Özetle sahabenin çoğunluğuna egemen olan düşünce itikadi konularda
“tevakkuf” (susma) yöntemini benimsemek
ve tartışmalı konulara girmemektir. Sahabenin akide saflığı, onların peygamberle
birlikte bulunmalarının veya onun zamanına yakın olmalarının bereketinden, olayların
ihtilaflarının az olmasından ve güvenilir
kişilere hemen müracaat imkânına sahip
bulunmalarından doğmuştur. İşte İslam peygamberinin zamanındaki İslam toplumunun
çehresi böyleydi.
aksine, kalemlerin kuruduğu, miktarların
belirlendiği şeylerdedir.” diye cevap verir.
Süraka’nın tekrar: “Öyleyse niye çalışalım?”
diye sorması üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)
de: “Çalışın! Herkese yapacağı şey kolaylaştırılmıştır.” buyururlar. (Müslim Kader, 1.)
Öte yandan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e farklı
din mensuplarından da inançla ilgili sorular
sorulduğu kaynaklarımızda yer alır. Hz.
Peygamber’in Medine’de Necran Hristiyanlarıyla Hz. İsa’nın mahiyeti/tabiatı hakkında yaptığı tartışma da bir örnektir. Onlar
hakkında Âl-i İmran suresinin seksen küsur
ayeti nazil olur.” (bkz. İbn Kesir, Tefsir, Kahire,
ts., I, 368; H. Mahmut eş-Şâfiî, el-Medhal İlâ Dirâseti
İlmi’l-Kelâm, Kahire, 1991, s. 59.)
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber’e, diriliş,
kıyametin zamanı ve alametleri, ruh, iman,
küfür, kaza ve kader gibi konularda değişik
sorular sorulmuştur. Hz. Peygamber’in yol
göstericiliğinin ve önerilerinin dışına çıkmayan sahabe, ileride çok şiddetli tartışmalara
yol açacak olan birtakım tevillere, teşbihlere
mayıs 2013 / sayı 269
Hz. Peygamber’in vefatından sonra hicri
birinci yüzyılda iman ve zühdü öne çıkaran
teslimiyetçi dindarlık biçimi, yerini diyalektik eksenli tartışma ve şekilci dindarlığa
bırakmıştır. Bunda en önemli etken; İslam’ın
düşünce özgürlüğüne verdiği değer ve kendilerine soru sorulma mercilerinin çoğalmış
olmasıdır. Gayet doğal olarak Müslüman
toplum, akideyi anlamaya ve yorumlamaya
çalıştı. Sonunda Müslümanlar, hem akideyi
anlamada ve hem de açıklamada görüş ayrılıklarına düştüler. Tamamen bu tartışmalar
İslam toplumunun iç dinamikleriyle bağlantılıdır. Bu sorunlardan birisi siyasi olup, yönetimle ilgili, diğeri ise iman-amel ilişkisiyle
bağlantılı olarak meydana gelmiştir. Müslümanlar, Hz. Peygamber’in vefatından sonra
“devleti yönetmenin şer’î kaynağı nedir?”
sorusunu birbirlerine sormaya başladılar.
Bunlardan bir kısmı, yönetim meselesinin
Müslümanların seçimine bırakılabilecek
olağan işlerden olmadığını, bunun nas ve
tayinle mümkün olduğunu savunurken,
diğer bir kısmı da, bunun itikadi bir mesele
değil, kamu yararını gözetmeye dayalı sosyal
bir mesele olduğunu ve bu sebeple de meşru
yönetimin seçim ve ittifaka dayanması
gerektiğini savundu.
gündem / diyanet aylık dergi
Hz. Peygamber döneminde İslam Hicaz bölgesinin dışına çıkmamıştı. Hulefa-i Raşidin
döneminin ilk yılları, fetihlerle geçti. Özellikle Hz. Osman’ın hilafetine kadar Müslümanlar bütün güçlerini İslam’ın yayılmasına
ve dış tehditlerle mücadele etmeye ayırmışlardı. Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte onun hilafetinin meşru olup olmadığı
tartışmaya açıldı. Maalesef iş, Hz. Osman’ın
şehit edilmesine kadar vardı. Böylece İslam
toplumunda istikrar ve sükûn dönemi
kapanmış oldu. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra yönetime Hz. Ali gelmişti. Hz.
Ali’den çözmesi beklenen sorunlar arasında
Hz. Osman’ın katillerinin bulunması ve hak
ettikleri cezaya çarptırılmaları geliyordu. Hz.
Ali’nin döneminde iç karışıklıkların azalması beklenirken, daha da artış kaydetti. İslam
toplumunda siyasi ve itikadi ayrışmayı hızlandıran Cemel vak’ası ve Sıffin savaşı gibi
iki büyük olay yaşandı. Kur’an-ı Kerim’de bir
ayette: “Kim bir mümini kasten öldürürse,
cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir.”
(Nisa, 4/93.) buyrulmaktadır. O zaman, “Bir
mümin bir mümini kasten öldürürse itikadi
açıdan durumu nedir?” sorusu gündeme
geldi. Çünkü Müslümanların içinde hem Hz.
Osman’ın kanını akıtan ve hem de Cemel
ve Sıffin savaşlarında birbirlerini öldüren
Müslümanlar vardı. Böylece iman ve amel
konusuyla irtibatlı olarak Müslümanlar
arasında “büyük günah”, “şefaat” ve “tekfir”
meseleleriyle ilgili tartışmalar yaşandı. Bunlar arasında büyük günah işleyen kimsenin
durumu nedir? “Mümin midir, kâfir midir,
asi midir, münafık mıdır? Bunlar öldükleri
zaman cennete mi yoksa cehenneme mi gidecekler?” gibi inanç problemleri zuhur etti.
Bir başka inanç sorunu da, dinî nasları
anlamada ortaya çıkan ihtilaflardır. Kur’an-ı
Kerim’de geçen ayetlerden bazısı, lafzi okumaya tabi tutulduğu zaman, insana özgür
olmadığı (Tekvir, 81/29; İbrahim, 14/4.) intibaını
verirken, bazısı da insanın eylemlerinde hür
olduğu intibaını vermektedir. (Kehf, 18/29;
Bizi birleştirecek sadece asgari
müştereklerimiz değil, aksine azami
müştereklerimiz vardır. O hâlde
Müslümanlar, azami müştereklerini
gündeme getirmelidirler.
Müddesir, 74/38.) O zaman bu iki ayet grubu
insanın özgürlüğü bağlamında nasıl yorumlanmalı, araları nasıl telif edilmeliydi, gibi
sorular, farklı zihniyetler arasında tartışmaları koyulaştırdı. Bu sebeple “cebir ve ihtiyar”
meselesi, önemli bir inanç problemi olarak
doğdu. Buna muhkem ve müteşabih naslarla
ilgili tartışmalar, helal ve haram rızık gibi
konular da eklenebilir.
Sonuç
Görüldüğü gibi, inanç konuları, Hz. Peygamber döneminden itibaren artarak günümüze
kadar gelmiştir. Bunlardan bir kısmı, siyasi,
bir kısmı da gerçekten itikadi meselelerdir.
Ayrıca, bunda din dilinin de etkisi vardır.
Bu da bir zenginlik kaynağı olarak görülmelidir. Önemli olan bazı inanç sorunlarının
tarihî olduğunu bilmek ve bu tartışmaları
kendi tarihselliği içinde değerlendirmektir.
Tarihte kalmış bu sorunlar, şayet günümüze
taşınırsa, Müslümanların birliği ve kardeşliği
bundan büyük zarar görecektir. Onun için
Müslümanlar, bu sorunların çözümü noktasında yeniden Kur’an ve sünnete başvurmalı,
içtimai birliklerini kuvvetlendirebilecek
duyarlılıkları geliştirmelidirler. Eğer bu yapılmazsa, günümüz İslam dünyası arasındaki
bölünmüşlük, gittikçe derinleşecek, bundan
Müslüman halklar büyük zarar göreceklerdir. Bizi birleştirecek sadece asgari müştereklerimiz değil, aksine azami müştereklerimiz
vardır. O hâlde Müslümanlar, azami müştereklerini gündeme getirmelidirler.
mayıs 2013 / sayı 269
21
22
gündem / diyanet aylık dergi
Günümüz İnanç Problemlerinin
Nedenleri
Günümüz insanının içinde bulunduğu bunalımların temelinde hiç şüphesiz ki,
pozitivist eğitim ve dünya görüşü, kapitalist düşüncelerin beslediği maddeci
hayat anlayışı, dinî değerlere sırt çevirmiş maddeci ilim anlayışı ve âlemin
mekanist açıdan izahı bulunmaktadır.
Prof. Dr. Selim Özarslan Fırat Üniv. İlahiyat Fak.
Uzay ve bilgi çağını idrak eden modernleşmeyle birlikte bireyselleşme sürecinde
bulunan günümüz insanı, her yönden
olduğu gibi manevi ve kültürel yönden de
kendinden, varlığına neden olandan (Tanrı),
geleneklerinden, dinî değerlerinden uzaklaşmakta egonun kucağına düşerek ruhsal-psikolojik bunalımlar yaşamaktadır.
Günümüz insanının içinde bulunduğu bunalımların temelinde hiç şüphesiz ki, pozitivist
eğitim ve dünya görüşü, kapitalist düşüncelerin beslediği maddeci hayat anlayışı, dinî
değerlere sırt çevirmiş maddeci ilim anlayışı
ve âlemin mekanist açıdan izahı bulunmaktadır. Toplumda bu zihniyet yerleşince, diğer
problemler kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Manevi ve psikolojik bunalımlara girmiş
bireyler, sosyal yaşantılarında da bir tatminsizliğin içinde bulundukları için toplumsal
sorunların kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu
şekilde, tatminsiz bireylerin içinde yaşadığı
toplum düzeni parçalanmakta, huzursuzluk
ve kargaşanın hâkim olduğu başka bir yamayıs 2013 / sayı 269
şam biçimi gelişmektedir. Bu bağlamda söz
konusu psikolojik ve sosyolojik ve tabii ki
itikadi bunalımlara neden olan felsefi ya da
ideolojik akımları şu şekilde sıralayabiliriz:
Materyalizm, pozitivizm, evrimcilik/darwinizm, panteizm, freudizm, ateizm, deizm, sekülerizm, nihilizm, satanizm, varoluşçuluk/
existentialism gibi genellikle Batı kaynaklı
ideoloji ve felsefi akımlardır. Bunlardan
kısaca söz etmek yararlı olacaktır.
Materyalizm: Karl Marx ve arkadaşı F.
Engels’in ortaya koyup geliştirdikleri Tarihî
Maddeciliktir. Ontolojide maddeyi değişmez,
aktif ve dinamik bir prensip ve cevher olarak
kabul eden, ruh ve fikir gibi manevi cevherlerin bu maddenin bir tezahürü olduğunu
iddia eden yahut bunları yadsıyarak kabul
etmeyen öğretiler. (Bolay, S. Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ yay., Ankara 1987, s. 162.)
Pozitivizm: Fransız filozofu Auguste Comte
(1798-1857) tarafından ortaya atılan gerçekliği
beş duyu organının verilerine indirgeyen,
gündem / diyanet aylık dergi
metafiziği reddeden olgucu bir öğretidir. Bu
öğretiye göre doğrudan doğruya deneyle sağlanamayan her bilgi teolojik veya metafiziktir; hayal ürünüdür. Ampirizm ile sosyalizmin
birleşmesiyle ortaya çıkan bu öğretiye göre
düşünce, tarih sürecinde tekâmül etmektedir.
İnsan zihni üç safhadan geçmektedir: Teolojik, metafizik ve pozitif hâl. Sonuncu aşamada
Comte’a göre metafizike gereksinim kalmayacak, onun yerini müspet ilim alacaktır. (Bolay,
Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 213-214.)
İslam ancak akıllı olanları kendisine
muhatap kabul etmiştir. Yani akıl
İslam dininde mükellef (sorumlu)
olmanın birinci şartıdır. Bu sebepten
bu din nazarında akıl, dinden, din de
akıldan bağımsız ve ayrı olamaz.
Evrimcilik (Evolutionism): Darwin’in temsil
ettiği evrim teorisidir.
Panteizm: Panteizm kelimesi ilk defa 18.
asırda İrlandalı J. Toland tarafından kullanılmış olup Allah ile âlemi bir ve aynı, O’nu
âlemin yegâne cevheri sayan felsefi akımlara verilen isimdir. (Bolay, Felsefi Doktrinler
Sözlüğü, 201.)
Freudizm: Sigmund Freud, psikanaliz öğretisini geliştirmiş Avusturyalı bir nörologdur.
Psikiyatride psikanaliz ismi verilen bir yöntem geliştirdi. O, ruhsal sorunların kaynağını, hastaların bastırdıkları ve bilinçaltına
ittikleri sorunlarda aradı. Hastaların bilinçaltındaki duygularını yüzeye çıkarmaya dayalı
psikoterapi adı verilen bir yöntemle hastalarını tedavi etmeye yöneldi. Dinî inançları
bilginin gelişmesinin önünde engel olarak
gördü. Şu sözü bu bilimsel veriler ve akli
temellerden uzak görüşünü ifade etmektedir:
“Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dinî inançlardan kopuş
da o kadar artar.”
Ateizm: Atheisme-Tanrı tanımazlık; Allah’ın
varlığını yani âlemde deruni, harici ve üstün
bir sebebi inkâr eden felsefi öğretidir. (Bolay,
Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 25-26.)
Deizm: Tanrı’nın varlığını kabul ettiği hâlde,
vahyi, ilahî kitabı ve peygamberliği inkâr
ederek, insanın aklıyla gerçeği bulabileceğini
söyleyen felsefi öğretidir.
Sekülerizm: Yaşanan dünya hayatını
önceleyerek, bu hayatın metafizik âlemle,
dinle yani peygamberlik ve vahiyle ilişkisini
koparmayı hedefleyen öğretidir.
Nihilizm: Nihilisme-hiççilik; cevheri hiçbir
realite olmadığını ileri süren ve her şeyi
inkâr eden bu felsefi öğreti, âleme ilişkin bu
görüşü ile ontolojik nihilizmi, insanın reeli
bilemeyeceğini ileri sürmesiyle de kritik nihilizmi meydana getirmiştir. Siyasette hiçbir
otorite tanımamakla siyasi, ahlaki alanda
hiçbir ahlaki değer, sosyal baskı ve kontrol
kabul etmemesiyle de ahlaki nihilizm ortaya
çıkmıştır. Neticede nihilizm gayesizlik, kötümserlik ve olumsuzluğu ifade eder. (Bolay,
age, 188-189.)
Satanizm: Geleneğe bağlı İbrahimî dinleri protesto amacıyla ortaya çıkan, şeytanı
Tanrı’nın rakibi olarak görerek ona tapanların kurduğu bir inanç sistemidir. Kara
İncil adıyla din esaslarının yer aldığı kutsal
kitapları ve Şeytan’ın Kilisesi adıyla mabetleri bulunmaktadır. (Ayrıntılı bilgi için bkz.
Güç, Ahmet, Satanizm Şeytan’a Tapmanın Yeni Adı,
Ankara 2002, 47 vd.)
Varoluşçuluk/existentialism: İnsanın kendi
kendisini var ettiğini ileri süren bilim dışı
burjuva öğretisidir. Varoluşçu felsefe veya
varoluşsal felsefe ismiyle de anılmaktadır.
Öznel düşünceci, tekbenci/solipsizm, usa
aykırı, bilime karşı ve bilim dışı bir burjuva
doktrinidir. Bu öğretiyle birlikte dünyanın her tarafında sözde kendi kendilerini
mayıs 2013 / sayı 269
23
24
gündem / diyanet aylık dergi
varlaştıran hippiler ortaya çıkmıştır. Hippi/
Hippy’ler varlıklarını, toplumun kurulu düzenine başkaldırmak ve her türlü değeri hiçe
saymakla oluşturdukları düşüncesindedirler.
Kullandıkları uyuşturucu maddeler de onların bu anlayışlarının başyardımcısı olmuştur. (Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi
Kitabevi, İstanbul 1989, 443; anılan akımlar hakkında
ayrıntılı bilgi için Özarslan, Selim, Günümüz İnanç
Problemleri, Nobel Yayınları, Ankara 2012, s.1-2.)
Ayrıca inananların çeşitli nedenlerle birbirlerine yönelttikleri tekfir salgını da inanç
problemleri arasında sayılabilir. Biz kelamcılara düşen ise çağımız insanının dinî problemlerine çözüm getirmek, gereksinimlerine
makul ölçülerde cevap vermektir.
Yukarıda isimleri sayılan “izm”lerin birey ve
toplum katmanları üzerindeki tesirli etkinliği, imanla aklın, imanla ilmin, imanla hayatın dengesinin bozulmasına ve bu durum da
duyguların İstiklal şairimiz M. Akif’in dediği
gibi, “Nefs-i emmare hizasında” kalmasına
sebebiyet vermiş, daha yükseklere kanat
çırpmasına engel olmuştur. (Bolay, S. Hayri, Eğitimden Doğan Gençlik Problemleri, Gençliğin Ruhî
ve Manevî Problemleri, İstanbul 1987, 16.)
Yine bu “izm”lerin insanlığın gündemine
soktuğu yalnızca dünyaya yönelik, içkin ve
anlamdan uzak idealler, zevk türleri, soyut
değerlerden uzaklaşarak, sırf somutlara bel
bağlamak insanların sorunları için çözüm
olamaz.
Bu tür inanç problemlerinin önüne geçmek,
dini vahyî temellerine dayalı olarak yeniden
anlamaya çalışmak ve Kur’an’ın da emrettiği ilmî araştırma ruhunu geliştirmekle
mümkün olacaktır. Bu da aklımızı rasyonel
ölçütler doğrultusunda kullanarak gerçekleşecektir.
Bilindiği gibi ilahî mesaj zincirinin son halkası olan İslam, akıl ve fikir dinidir. Hayal,
vehim ve hurafelerle uzaktan yakından bir
ilişkisi olmadığı gibi onları da yok etmek
üzere tasarlanmıştır. “Ölü iken dirilttiğimiz
mayıs 2013 / sayı 269
ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar
içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?” (En’am, 6/122.)
İslam ancak akıllı olanları kendisine muhatap kabul etmiştir. Yani akıl, İslam dininde
mükellef (sorumlu) olmanın birinci şartıdır.
Bu sebepten bu din nazarında akıl, dinden,
din de akıldan bağımsız ve ayrı olamaz. Dinin temel ilkeleri olan Allah’ın varlığı, birliği
ve peygamberlik kurumu akılla ispatlandığı
gibi dinin emir ve yasaklarının anlaşılıp
kavranması da akılla gerçekleşmektedir. Bu
nedenle aklın İslam dininde kendine özgü
üstün bir yeri ve mevkisi vardır.
İlahî bağış olan akıl potansiyeline işlerlik
kazandırarak günümüz insanlığını ve geleceğini tehdit eden bu inançsızlık ve ufuksuzluk furyasının önüne geçebiliriz. Bunun için
de sağlam, Kur’ani temellere dayanan tevhit
inancını yeniden insanlığın gündemine taşımamız gereklilik olarak önümüzde durmaktadır. Tevhit inancı insanın akıl ve his, ruh
ve ceset, ibadet ve muamelat bakımından
Allah’a tam teslim oluşunu ifade etmektedir:
“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim; hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi
olan Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur.
Bana sadece bu emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim.” (En’am, 6/162-163.)
Bu inancın insanlık için değeri ve taşıdığı eşsiz önem bütün ayrıntılarıyla ortaya
koyulmalıdır. Bu inanç sayesinde bunalım,
karmaşa ve itikadi çalkantılar içerisindeki
bireyler yaşantılarını anlamlandıracak ve
tekrar güven duygusuna sahip olacaklardır.
Çünkü Allah’ın birliğine ve yaratıcılığına
inanan insanlar, bütün âlemin yok olmaz,
yıkılmaz, sarsılmaz, anarşi ve kargaşaya
düşmez bir sahibinin olduğunu, hiçbir
gücün onu bozamayacağını benimsemiş
olmakla kâinatın içindeki bir varlık olarak
hem kendilerinin, hem de diğer varlıkların
sarsılmaz bir garanti altına girmiş olacaklarını anlayacaklardır. (Bolay, a.g.m. 16, 49.) Bu
şekildeki tevhit inancına sahip olan insanlar
her şeyden önce güven duygusu içerisindedir. Artık şu anı ve geleceği için tereddütler
ve açmazlar içerisinde kalmayacaktır. Ölüm
dâhil hiçbir şey tevhit inancına sahip bireyi
yıldırmayacak, karışıklık ve yalnızlığa sevk
etmeyecektir. Çünkü o birey bilmektedir
ki varlığı imanla birlikte güven ve emniyet
içerisine alınmıştır.
İnsanın var oluş gayesi, kendini ve âlemi bilmesi, yaratanını tanıması, eşyanın hikmetini
ve hakikatini kavramasıdır. İnsan ancak bu
gayesini gerçekleştirebildiği ölçüde mükemmel olabilir.
Varlıkların en şereflisi (eşref-i mahlukat)
olarak yaratılan insandan (Tin, 95/4: “Biz insanı
en güzel bir biçimde yarattık.”) beklenen şey,
kendisini koruması, insani niteliklerini
geliştirmesi, diğer insanlara hizmet ve sevgi
ile beraber yaratıcıya muhabbet ve ibadet etmesidir. (İzmirli, İsmail Hakkı, İslam Dini ve Tabii
Din, Sadeleştiren: Osman Karadeniz, İzmir 1998, 42.)
Yani kendisini ve yaratanını bilmesi ve bu
dünyadaki yaşantısına anlam kazandırmasıdır. Ancak insan bunu gerçekleştireyim derken insan olması ve iktisadi, sosyal, siyasi,
kültürel vb. çeşitli dış faktörlerin etkisiyle bu
amacından uzaklaşarak başta itikadi olmak
üzere, amelî ve ahlaki yönlerden çıkmazların
ve açmazların içerisine düşmüştür. İnsanlık
tarihi Allah’ın insanoğluna doğru yolu ve
inancı gösterdikten sonra tekrar inançsızlık
ve sapıklık yoluna dönüşlerinin örnekleriyle
doludur.
Kur’an-ı Kerim’de kendilerine doğru yol
ve inanç gösterildikten sonra aralarından
mayıs 2013 / sayı 269
26
gündem / diyanet aylık dergi
Kur’an genel manada Allah’ın
emirlerinden uzaklaşarak, onlardan
yüz çevirmeyi sapıklık olarak
değerlendirmektedir.
peygamberlerinin ayrılmasıyla birlikte bu
yoldan sapan, inançsızlık ve sapıklık girdabına düşen milletlerin kıssalarıyla doludur.
Bunlardan birkaç tanesini hatırlamak yerinde olacaktır kanaatindeyiz.
Yemen’de yaşayan Âd kavmine Hz. Hud,
Şam ve Hicaz arasında bulunan Hicr bölgesinde yaşayan Semud kavmine de Hz. Salih
peygamber olarak gönderilmiş ve onları
Allah’ı tanımaya ve O’na kulluk etmeye davet etmişlerdi. (bkz. Sa’lebî, Ebu İshâk Ahmed b.
Muhammed b. İbrahim en-Nîsâbûrî, Arâisu’l-Mecâlis,
Daru’l-Ma’rife, Beyrut, trs. 53, 57.)
Kovulmuş şeytanın ve nefislerinin emrine
uyarak doğru yoldan çıkan Âd ve Semud
kavminin durumu şu şekilde betimlenmektedir: “Âd ve Semud’u da (helak ettik). Sizin
için (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan
onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları
doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.” (Ankebut, 29/38.) Yine
Ankebut suresinde Hz. Nuh, İbrahim, Lut,
Şuayb, Salih gibi peygamberlerin kavimlerini
hidayete çağırdıkları fakat onların büyüklük
taslayarak bundan yüz çevirdikleri ve saptıkları konu edilmektedir.
“Semud’a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükleri
yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları
çarptı.” (Fussılet, 41/17.)
Peygamberlerinin hem hayatlarında hem de
vefatlarından sonra küfür, isyan, inat ve iftiraları sebebiyle doğru yoldan ayrılarak sapıkmayıs 2013 / sayı 269
lığa düşen ehlikitabın bu tutumu Kur’an’da
tenkit edilmekte ve kınanmaktadır: “Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi
geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. Size
gelen peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz. (Yahudiler
peygamberlerle alay ederek) “kalplerimiz
perdelidir” dediler. Hayır; küfür ve isyanları
sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar.” (Bakara, 2/87-88.)
Kur’an genel manada Allah’ın emirlerinden
uzaklaşarak, onlardan yüz çevirmeyi sapıklık
olarak değerlendirmektedir. İtikadi alanda
inanılması gereken temel ilkelerden uzaklaşmayı ise tam ve derin bir sapıklık olarak
nitelemektedir: “Ey iman edenler! Allah’a,
peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab’a
ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat)
ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa, 4/136.)
Bu sebepten olacak Mekki ayetlerin konusunu
daha çok inanç ve itikat meseleleri teşkil etmektedir. Çünkü dinin aslını ve özünü inanç
ilkeleri oluşturmaktadır. Bu dönemde indirilen ayetlerin vurgusu, Allah’ın varlığı ve birliği
yani tevhit akidesi ve ona ulaştıracak kâinatta
meydana gelen olaylar üzerinde düşünme,
tefekkür ve tezekkürde yoğunlaşmaktadır.
Sonuç olarak Ateizm ve ona benzer çeşitli
“izm”lerin besleyip büyüttüğü maddenin
ezeliliğini savunan, dolayısıyla her şeyin
yaratıcısı olan mutlak bir varlığın olmadığını
iddia eden bu inançsızlığın sağlam ve köklü
dinî birikime sahip olmayan gençlerimiz ve
insanlarımız üzerindeki olumsuz etkisine karşı Kur’an’da vurgulanan tevhit inancı yeniden
ele alınmalıdır. Çünkü tevhit inancı insanın
akıl ve his, ruh ve ceset, ibadet ve muamelat
bakımından Allah’a tam teslim oluşunu ifade
etmektedir. Bu inancın insanlık için değeri ve
taşıdığı eşsiz önemi tekrar gündeme getirilmelidir. Bu inanç sayesinde zihni bunalım,
karmaşa ve itikadi çalkantılar içerisindeki bireyler yaşantılarını anlamlandıracak ve tekrar
güven duygusuna sahip olacaklardır.
gündem / diyanet aylık dergi
İnanç Problemlerinin
Toplumsal Yansımaları
İnsana yakışan, sonsuz ilim, hikmet, güç, adalet ve rahmet sahibi olan yüce bir
yargıcın huzurunda, tüm yaptıklarının hesabını vereceğine inanmasıdır.
Prof. Dr. Metin Özdemir Yıldırım Beyazıt Üniv. İslami İlimler Fak.
İnanç problemleri deyince genel olarak
insanlık tarihi boyunca iki tür olguyla karşı
karşıya bulunduğumuza tanık oluyoruz:
İnançsızlık ve sapkın inançlar…
İnançsızlık; insanın kendisini her şeyin ölçüsü olarak görmesiyle başlayan bir tutumdur.
Hakikatin tek ölçüsü olarak kendisini gören
insan, hayatındaki yegâne hâkim unsurun
kendi aklı ve iradesi olduğuna inanmaya
başlar. Onun açısından her şey sadece bu
dünya hayatından ibarettir. O, yalnızca burada doğup, burada yaşayıp burada öldüğüne
inanır. Onun hayatına hükmeden tek harici
unsur, zamandır. Hâlbuki onun bu konuda hiçbir bilgisi yoktur; nefsinin ölçüsüz,
anlamsız ve boş istekleri doğrultusunda
yaşama arzusu, kendisini böyle bir zanna
kapılmaya sevk etmiştir. (Casiye, 45/24.) Bu
tür insanların ilahları ve rableri artık kendi
ölçüsüz ve sapkın arzuları olmuştur. Çünkü
insan, dâhilî ve haricî pek çok güç ve otorite
tarafından yönlendirilmeye ve yönetilmeye
açık ve eğilimli bir varlıktır. Yeryüzünün en
kudretli otoriteleri olan krallar, firavunlar,
sultanlar ve tiranlar dâhil herkes bu çerçevenin içerisindedir. Her sözü bir yasa ve kanun
hükmünde olan bir kral bile, sonuçta ya nefsi ya da yetiştiği kültürün ve aldığı eğitimin
kendisine dikte ettiği inanç ve düşünceleri
tarafından yönlendirilir ve yönetilir. Bu
yüzden insan, yeryüzündeki diğer canlıların
hepsinden çok daha iyi eğitilmeye, gözetilmeye ve denetlenmeye muhtaç bir varlıktır.
Bu olmadığı takdirde yeryüzünde ne tür
felaketlerin ve yıkımların olabileceğini
görebilmek için insanlık tarihinin akan kan
ve gözyaşı hikâyelerini anlatan sayfalarına
kısaca bir göz atmak yeterli olacaktır.
Beş duyu ve aklın her şeyin ölçüsü olduğu, doğruya, hakikate ve mutluluğa ancak
bunlar aracılığıyla ulaşılabileceği şeklindeki hümanist düşünce, ilk bakışta insanı
kendisine çeken ve onu derinden etkileyen
bir yaklaşım olarak gözükür. Ne var ki bu
yaklaşımın sosyal düzlemde ve toplumsal
hayattaki yansımalarına baktığımızda,
sonucun insan için, yalnızlık, mutsuzluk,
iç sıkıntısı, kan ve gözyaşı şeklinde tecelli
ettiğini somut örnekleriyle birlikte görmemiz mümkündür. Çünkü insan iradesini,
aklın yanında, nefis, ölçüsüz arzu ve istekler
gibi daha pek çok unsur yönlendirmektedir.
mayıs 2013 / sayı 269
27
28
gündem / diyanet aylık dergi
Elbette ki akıl insana doğru, adil, hak ve
hakikat olanı gösterir. Ancak o, her zaman
onu bu yüksek değerlere yönlendirmede, bu
uğurda onun vicdanını ve iradesini etkileyip
başarıya ulaştırmada yeterli bir güç ve otorite oluşturamaz. Bu yüzden insanın, eksikliklerini tamamlayabilmesi, insanlık onuruna
yakışan bir düzen ve sistem içerisinde mutlu
ve müreffeh bir hayat sürebilmesi için,
aklına ve vicdanına ışık tutacak, iradesini iyi
ve hayır yönünde yönlendirebilecek haricî
bir değerler ve müeyyideler manzumesine
ihtiyacı vardır. Hiç kuşkusuz bu değerler
ve müeyyideler manzumesinin çerçevesini
ilahî öğretiler ve nebevi yöntemler oluşturur.
Nitekim insan, diğer canlılar gibi sadece bazı
özel şartlarda belli bir ömrü tüketmek üzere
var edilmiş olan sıradan bir varlık değildir.
Elbette o, yeme, içme, barınma, üreme ve
haz alma gibi konularda diğer canlıların pek
çoğuyla benzerlik arz etmektedir. Fakat o,
aynı zamanda uygarlık kuran, felsefe yapan,
ölülerine ağıt yakan, öldükten sonrasını
merak eden ve ebediyen yaşama arzusunu
iliklerine kadar hisseden bilinçli bir varlıktır.
Böylesine anlamlı ve değerli bir varlık olan
insanın, kendi hayatını sadece bu dünyadaki varlığıyla sınırlı görmesi, kendisini
diğer tüm canlılardan ayıran akıl ve vicdan
gibi üstün yeteneklerini inkâr etmesinden
başka bir anlam ifade etmez. O hâlde insana
yakışan, sonsuz ilim, hikmet, güç, adalet ve
rahmet sahibi olan yüce bir yargıcın huzurunda, tüm yaptıklarının hesabını vereceğine inanmasıdır.
Allah’a ve ahiret gününe inanmayan insan,
hesap verme düşüncesinden uzaklaşır ve bir
gün fıtratından, dolayısıyla insanlığından
çıkıp hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye
düşme tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir.
(A’raf, 7/179.) Hümanizm bu tehlikeyi, yalnızca
vicdan, ortak akıl, tecrübe ve bunlara dayanan hukuk, kanun, yasa ve yönetmelik gibi
beşerî değerler ve müeyyideler manzumesiymayıs 2013 / sayı 269
gündem / diyanet aylık dergi
le halletme yoluna gitmiştir. Bu bağlamda
vahye ve inanca referansta bulunmayı bir
zül sayıp gerilik olarak gören bu eğilim, ne
yazık ki insanın bencil, aceleci ve hırsına
düşkün bir varlık olduğunu unutmuş ve
onun bu tür olumsuz huylarından arınmasının ancak Allah ve ahiret inancıyla mümkün olabileceğini ya anlayamamış ya da
görmezlikten gelmiştir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, inançsızlık
insanı fıtratından uzaklaştırır ve kendisine
yabancılaştırır. Böylece insan, ürettiği tüm
yüksek değerleri bencilce kendi çıkarları uğruna kullanmanın yollarını aramaya başlar.
Sapkın inançlar meselesine gelince, bu da en
az diğeri kadar derin yaralar açan bir olgudur. İnsan yaratılışı/fıtratı gereği inanmaya
eğilimli bir varlıktır. (Rum, 30/30.) Onun bu
doğal eğilimine, doğru, mantıklı ve sağlam
kaynaklara dayalı bir şekilde cevap verilemediği takdirde de sonuç; insan için huzursuzluk, güvensizlik, bunalım, depresyon,
kan, gözyaşı ve yıkımdır. Dolayısıyla yanlış
ve batıl inançlar da insanı fıtratından ve
yüksek beşerî ve ilahî değerler manzumesinden uzaklaştıran temel unsurlardan birisidir.
Çünkü onlar da çoğu kez, tıpkı inançsızlık
gibi insandaki yüce bir yargıç huzurunda
tüm yaptıklarının hesabını verme inancını
tümüyle yok eder ya da en azından onun
tutum ve davranışları üzerinde olumlu bir
etkisi bulunmayacak ölçüde zayıflatır.
Bu her iki grupta yer alan insanların tutumunu, Kur’an, tüm çağları kapsayacak bir
üslup zenginliğiyle bize şöyle anlatır:
“[Hak] Dini yalan sayanı gördün mü? Öksüzü
kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan
kimse işte odur. Vay o namaz kılanların
haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. Onlar basit
şeyleri dahi vermezler.” (Maun, 107/1-7.)
Bencil ve kendilerini insan olmakla onurlandıran yüce yaratıcılarına kulluk etmekten
İnançsızlık insanı fıtratından uzaklaştırır ve kendisine yabancılaştırır. Böylece insan, ürettiği tüm yüksek değerleri
bencilce kendi çıkarları uğruna kullanmanın yollarını aramaya başlar.
yüksünen ve bunu bile bir çıkar aracı olarak
görecek ölçüde insanlıktan uzaklaşmış olan
bu tiplerin, giyimleri, kuşamları, yedikleri, içtikleri, kullandıkları araç ve gereçleri,
ideolojileri ve dünya görüşleri değişse de bu
genel karakteristik özellikleri hiçbir zaman
değişmez. Onlar her çağda, sömürmeye,
ezmeye, kendi haz ve zevkleri uğruna, bütün
yüksek değerleri bencilce tüketmeye yatkın
ve alışkın olan sapkın ve azgın kimselerdir.
İşte bu yüzden iyilerin umudu olan cennetin ve kötüler için mutlak adaletin tecelli
edeceği cehennemin varlığı hak ve gerçektir.
Hiçbir sağlam akıl bunun aksini düşünemez,
yine hiçbir temiz vicdan bunun ötesindeki
herhangi bir düşünce ve inanca onay veremez. Sömürgecilerin ve tiranların doyumsuz
arzuları ve istekleri uğruna çıkan anlamsız
savaşlarda, kimyasal silahların etkileriyle derileri kavrulan çocuklara, bunları yapanların
hiçbir otoriteye ve adalet merciine hesap vermeden ebediyetin derinliklerinde kaybolup
gitmesine hangi sağlam akıl ve temiz vicdan
onay verebilir?
Sonuç olarak söylemek gerekirse, bütün bu
anlattıklarımız açıkça göstermektedir ki,
inançsızlık ve sapkın inançlılıktan kaynaklanan problemler, fertler ve toplumlar için
bir helak, çöküş, huzursuzluk ve güvensizlik
kaynağıdır. Bu tür kötü sonuçlardan kurtulmanın tek yolu ise, akla, vicdana, vahye
ve sahih nebevi öğretiye dayalı doğru ve
sağlam bir inanca sahip olmaktır.
mayıs 2013 / sayı 269
29
söyleşi
Çağın İnanç Problemleri Üzerine
Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç ile
Söyleşi
Bir felsefeci olarak inancı nasıl tanımlayabilirsiniz?
Mutlak âlemin insandaki tezahürünü, yani,
açığa çıkışını, ben “iman” veya inanç olarak
anlıyorum. Mutlak âlemin, insanda iman
ile açığa çıkması demek, bu âlemin bilgisini
elde etmemiz demek değildir. Çünkü “mutlak âlem” felsefi söylemde Kur’an’ın “gayb”
olarak ifade ettiği âlemdir. O zaman inancı,
“anlayarak bilme” şeklinde ifade edebiliriz.
Ancak inanç en azından bir tür bilme ise
mutlak âlem, yani gayb da bilinmediğine
göre, mutlak âleme iman nasıl mümkün
olur? O hâlde, Kur’an bu hususa ışık tutacaktır; yani vahiyle yol gösterme olduğundan
bize gayb hakkında verilen bilgileri anlayabilecek güçte yaratıldığımız için “anlamakla
bilebiliriz.” Şayet biz, Kur’an’ın bu hitaplarına
kulak verip ön yargısız olarak mutlak âlemin
bilgisini elde etmeye çalışırsak bu bizim
için mümkün olabilir. Böylece bu alandaki
bilgi, tamamen duygusal algıya dayandığı
için öznel olup matematiksel bir kesinliği
mayıs 2013 / sayı 269
yoktur; ancak “yakini”, yani özne açısından
yaşantısal (tecrübi) bir kesinliği vardır. İşte
bu türdeki bir bilgi, ancak “iman (inanç)” olabilir. Aşkın alan, mutlak âlemin tezahürüdür;
iman ise, aşkın alanın bir tür bilgisidir; buna
göre, “inanç” mutlak âlemin insanda açığa
çıkmasıdır. İnanmak, Kur’an’a göre “hidayete
ermek” demektir. Hidayet ise, birçok yerde
“doğru yol” olarak tanımlanmıştır. Bütün bu
bağlamlar içerisinde imanın, doğru yolun,
kalben kabul edilen ve davranışlara yansıtılan bilgisi olduğunu söyleyebiliriz.
Allah inancı âleme bakışımızı nasıl etkiliyor?
Bu çerçevede inananlarla inanmayan yahut
müphem bir uluhiyet inancına sahip olanların
bakış farklılıklarını yansıtır mısınız?
İnanç, evrene bakışımızı yüz seksen derece
değiştirmektedir. Şöyle ki, inançta intisap
vardır; bu sebeple ubudiyet idrak edildiği
hâlde küfür ve inançsızlıkta intisap olmadığından idrak edilmez. İnanç, insanı inandığı
yüce Varlığa rapt eder; böylece bir kuvvet-i
söyleşi / diyanet aylık dergi
istinat oluşturan inanç, inanan kimseyi
sağlam bir yere bağlar. İnançsızlıkla ortaya
çıkan bakışın insanı nasıl bir cehennem
azabına ittiğini Bediüzzaman, İşaratu’l-İ’caz
adlı eserinde “Fatiha” suresinin son ayetinin
tefsirinde çok çarpıcı bir dille ifade etmektedir. Buna dayanarak konuyu şöyle açıklamak
mümkündür: İnanmayan bir şahıs, şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar,
bakar. Bir iyilik beklediği zaman, birdenbire
düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar
hücum etmeye başlar. Evet, dünyanın dertleri çok; bu durumda olan kimse bir medet,
bir yardım için sağına soluna bakar, önce eline geçirebileceği unsurlara göz atar, sebeplerle karşılaşır onlardan merhamet diler ancak
merhametsizlikle karşılaşır. Sonra gökyüzüne diker gözünü ve oradan yardım diler,
orada ise güneş gibi ateş saçan korkunç gök
cisimleri ile karşılaşır: her biri, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli hâlleriyle gözüne görünür. İnanmadığı için her şeyi başıboş
düşündüğünden nereye baksa her şeyi sahipsiz ve kendi başına veya çeşitli sebeplerle
koşup duran cisimler olarak algılayacaktır.
Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatın ihtiyaçları
bağırıp çağırıp gerçekleşmek istiyorlar. Bütün
bütün dehşete kapılarak hemen kulaklarını
tıkar, vicdanına iltica eder, bakar ki vicdanı,
binler arzular, emeller ve elde edemeyeceği
umutlarla dolu, bu arzu ve emeller gerçekleştirilmeyi beklerken bağırıp çağırmaktalar,
onların gürültülerinden cinnet getirecek bir
duruma gelir. Çünkü bütün bu ihtiyaçları
giderecek güç ve kabiliyet kendisinde sınırlı,
bu ihtiyaç, arzu ve isteklerin gerçekleştirilmesi için yeterli değildir. İşte hiçbir cihetten
hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı
şahıs, Allah’a ve ahirete inanmakla ubudiyetini kabul ederek bütün âlemler kudretine
teslim olan Allah’a intisap ile bağlanmazsa
onun o vaziyetinden cehennem daha serin
olmaz mı? Evet, o biçare korku ve heybetten,
acz ile titremekten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me’yusiyetten oluşan
bir durumda kendi gücüne bakar, görür ki,
âciz ve yetersiz; ihtiyaç ve arzularına bakar,
karşılanacak gibi değildir. Çağırıp yardım istese, intisap ettiği, bağlandığı sonsuz kudret
sahibi bir kimse olmadığından yardımına
gelen yok. Her şeyi düşman, her şeyi yabancı
olarak görür. Dünyaya geldiğine bin defa
pişman olur, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı
müstakime girerek ubudiyetini kabullenip
inanması ile kalbi ve ruhu iman nuruyla
ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî
bir duruma dönüşür. O hâlde ubudiyetle
Allah’a isnat eden ve O’na bağlanan bir kimse, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri
hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip
ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler gittikçe artar ve ona manevi cennetlerin kapıları açılır.
Son dönemlerde ateizm tercihi yapanların sayısında ciddi bir artış olduğu söylenmektedir.
Bu bilinçli bir tercih mi, yoksa inanç noktasında doğan boşluğun bir tezahürü mü?
Ateizmin bilinçli bir tercih olabileceğini
düşünmüyorum. Belki birkaç kişiyi bunun
dışında tutabiliriz. Richard Dawkins gibi.
Türkiye’de böyle entelektüel ve bilimsel düzeyde ateizmi savunan var mı bilmiyorum.
Diğer taraftan her tercih şüphesiz ki bilinçlidir. Yani bir insan bilinçsizce bir iş yapmaz.
mayıs 2013 / sayı 269
31
32
söyleşi / diyanet aylık dergi
Ama arz etmeye çalıştığım gibi burada
bilinçli tercih değil derken çoğu zaman ateizmi tercih edenler, bilim ve sefahatten gelen
hücumların etkisi ile bu yola sürüklenirler.
Bu hususta biz Müslümanlar bize düşen
görevi hakkıyla yerine getiremiyoruz. Çünkü
ateizme düşen birini biz dışlıyoruz. Hâlbuki
asıl merhamete ve şefkate muhtaç olan bu
insanlar bizden belki azar ve tehdit işitmektedirler. Biz İslam’ın bize yüklediği manevi görevleri hakkıyla yerine getirip şahsi
çıkarlarımızdan kendimizi kurtarabilirsek ve
bu insanlara nefret ve gazapla değil, şefkat
ve sevgiyle yönelirsek zannedersem bunlar
o zaman hakikati göreceklerdir. Kur’an’daki
şu ilahî beyanı sürekli unutuyoruz: “Şüphesiz
ki Biz, Benî Âdemi saygın bir varlık olarak
yarattık. Karada ve denizde olanları onların
emrine verdik. Yine onlara güzel rızıklar
ihsan ettik. Böylece onları birçok yaratıklarımıza üstün kıldık.” (İsra, 17/70.) Biz bu ayeti
sanki şöyle anlıyoruz: “Biz, Müslümanları
saygın varlıklar olarak yarattık. Karada ve
denizde olanları onların emrine verdik. Yine
onlara güzel rızıklar ihsan ettik. Böylece
onları birçok yaratıklarımıza üstün kıldık.”
Eğer Allah dileseydi, Müslümanların üstünlüklerine kimse engel olamazdı. Ama Allah
imtihan meydanını bütün insanlara açtığı
için bizler de diğer insanlar kadar ancak bu
saygınlıktan pay alırız. Elbette ki, Hucurat
suresindeki, “Allah katında üstün olanınız
en çok takva sahibi olanınızdır.” ayetini de
hatırlamamız lazım.
Sanayileşme ile birlikte çağımız insanı
haberleşmeden ulaşıma kadar teknolojik
alanda birçok imkâna erişti. Bununla birlikte
bu imkânlar insanları yeterince tatmin
etmemekte, çözüm olarak kimileri uzak
doğu dinlerine sığınmaktadır. Neden insanlar
İslam dini ve onun dinginleştirici ibadet hayatı
varken uzak doğu dinlerinin ritüellerine özenti
duyuyorlar?
Budizm ve Şintoizm gibi uzak doğu dinlerinde biraz manevi hayata vurgu vardır. Modermayıs 2013 / sayı 269
nite ile çağımızdaki küresel kültürde maneviyat ve inanç kaybolduğundan insanlar
bir şekilde manevi ihtiyaçlarını karşılamak
için bu dinlere sığınmaya çalışıyorlar. Kişisel
kanaatime göre bu dinlerdeki maneviyat
günümüz insanının inanç arzusunu tatmin
edecek boyutta değildir. Ayrıca uzak doğu
dinlerine olan yönelme bir moda gibi gelip
geçicidir. Ancak insanın içine doğan şüpheli
durumlar da yok değildir: Aklımdan geçen
bu şüpheli durumu müsaade ederseniz şu
soruyla dile getireyim: Acaba İslamiyet’in
yayılma hızını kesmeye çalışanlar mı bu tür
yönelimleri modalaştırmak için çalışıyorlar?
İnanç tartışmalarının birçok veçhesi olduğunu
görüyoruz. Felsefi, kelami tartışmalar bugün
popüler kültür, dünyevileşme vb. nedenlerle
eskisinden farklı bir boyutta tartışılıyor. Bu
husus sizce konjonktürel mi?
Aslında ben bu hususun çok üzücü olduğunu belirtmek isterim. Çünkü bugün Müslüman âlimler maalesef Batılı kaynaklardan
beslenerek insan ve toplum bilimlerinde
eser üretmektedirler. Bu da Batılı kavramları
bizim düşünce dünyamıza çekmektedir. Bizde kullanılmayan kavramlar kullanılmakta
veya geçmiş büyük âlimlerimizin kullandığı
kavramlar Batılı yeni uydurma kelimelerle
ifade edilmektedir. Bu da düşünce yapımızı
bozmaktadır. Keşke bu durum konjonktürel
olsaydı. Mesela bir örnek vereyim: Bizde
insanın davranışlarından sorumlu olduğu
gerçeği “cüz’i ihtiyari” kavramı ile ifade edilmektedir. Batı’da ise buna “insan hürriyeti”
veya yeni uydurulan kelime ile “özgürlüğü”
denmektedir. Bizim geçmiş âlimlerimiz o
kadar hâşâ aptal mıydı ki bu kelimeyi kullanmayıp buna “cüz’i ihtiyari” demişlerdir?
Bunun önemli bir sebebi vardır; Kur’an, zihniyetimize bizim başıboş bırakılmadığımız
ve dolayısıyla Allah’a karşı “hür” olmayıp
“abd” olduğumuz fikrini yerleştirmektedir.
Onun için insan “hür” olarak algılanmaz. Biz
her zaman için Allah’ın kuluyuz; kul nasıl
hür olabilir? Allah’a kul olmanın ne kadar
lezzetli ve zevkli bir “hâl” olduğunu yaşaya-
söyleşi / diyanet aylık dergi
rak hissetmemiz gerekir. Ayrıca Allah’a kul
olan başka hiçbir şeye boyun eğmeyeceği
için kâinatta “hür” olur.
Çağımız düşünce akımları içinde, insanımızı
inanç bakımından olumsuz etkileyen en önemli ekoller nelerdir; bunlara karşı insanımıza
inancıyla barışık yaşayabilmesi için neler
önerebilirsiniz?
Bu hususta günümüzde en önemli akım,
denebilir ki, “lehviyyat”tır. Yani fikir ve
düşünce hareketleri o kadar da tehlikeli
değildir velev ki ateizm bile olsa. Ama
bizde “lehviyyat” olarak tanımlanan insanın
gaflete düşerek, günlük olaylar içinde sürüklenmesi ve dünya hayatının günümüzde
çok süslü ve çekici bir duruma getirilmesi
insana ve özellikle de gençlere maalesef dini
ve inancı unutturmaktadır. İnternet, medya,
televizyon, nefsani çekici ve şehvet uyandırıcı unsurların tehacümü (yani her taraftan
insanlara âdeta hücum ettirilmesi) gibi
şeyler insana ahireti unutturuyor. Müslüman
bunlara karşı uyanık olmalı.
İslam’ın ahiret inancına özel bir önem verdiğini biliyoruz. Genel olarak da insanlar ahirete
inandıklarını söylüyorlar. Fakat bunun zaruri
tezahürlerini, kişisel ve toplumsal hayatta
yeterince göremiyoruz. Sizce bu neden
kaynaklanıyor?
Ahiret o kadar önemli bir inanç konusudur
ki, İslam’ın ve temelde dinin ruhu hükmündedir. Çünkü bütün sorumluluklarımız,
idrak edeceğimiz hakikat ahiret konusunda
düğümlenmektedir. Onun için çok canlı ve
etkin bir şekilde zihinlere yerleştirilmelidir.
Bu hususta da maalesef çok zayıf durumdayız. Şöyle bir iki açıklama ile uzun da olsa
bunu işlemek istiyorum, müsaade ederseniz:
Mademki Allah var ve kendini peygamberlere vahiy göndererek tanıtmak istemektedir,
o hâlde bunun bir de amaç ve hedefi olmalıdır. Bir defa Kur’an, birkaç yerde insanın yaratılıp başıboş bırakılmadığını (Kıyamet, 75/36;
Sad, 38/27; Âl-i İmran, 3/191; Mü’minun, 23/115.) ve
(iyilik-kötülük hususunda) denendiğini (imtihan edildiğini) belirtmektedir. (Mü’minun,
23/30; İnsan, 76/2.) O hâlde varlığın bir amacı
olduğu gibi, Allah’ın ve peygamberliğin insanlara tanıtılmasının da bir hedefi olacaktır.
İşte o hedef, sondur ki, Kur’an’ın aynı anlama
gelen kavramı ahiret’tir. Zaten kelime anlamı
olarak da ‘sonra geleni, veya ‘son’ (olanı) ifade
eden ‘ahiret’, İslam dünya görüşünün de temel hedefini oluşturmaktadır. Bu açıdan, insanın dünyadaki davranışlarına, bilinçsel bir
kontrol işlevi katmaktadır. Aslında Allah’ı,
Kur’an’ın öğrettiği gibi anlayan bir kimse için
ahiretin varlığı bir gerekliliktir; yani Kur’an’ın
Allah anlayışı, zorunlu olarak ahireti gerektirmektedir. Çünkü Kur’an’a göre, hayatı
veren de alan da Allah’tır ve insanı tekrar
diriltecektir: “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz?
Hâlbuki siz, ölü idiniz; sizleri O diriltti. Sonra
sizi öldürecek ve tekrar diriltecektir. Sonunda
O’na döndürüleceksiniz. (Bakara, 2/28; ayrıca bkz.
Hac, 22/66; Rum, 30/40; Casiye, 45/26.)
Bu hususta ben herkesi Kâf suresini okumaya ve tekrar tekrar okumaya, ezberlemeye,
anlamaya ve yaşamaya davet ediyorum.
Son olarak söylemek istedikleriniz varsa
lütfeder misiniz?
Dinin özü elbette ki inançtır. İnancı da bir
bilgi olarak ifade ettik. Bu bilgiye bilimin
de katkısı olacağı şüphesizdir. O hâlde
medeniyetin üç önemli unsuru, din, bilim
ve düşüncedir. Kimliğimizin inşası toplumumuzun medeniyet seviyesinde yücelmesi bu
unsurlarla mümkündür. Bütün bu unsurların
insana yararlı olması için güzel kurulmuş
bir eğitim sisteminin önemini vurgulamak zorundayız. Bunu anlarsak insanın iç
dünyasının zenginleşmesine ve medeniyete
dönüşmesine yol açan etkenleri anlayabilir,
bunlara saygılı olur ve korumaya çalışırız.
Burada bize düşen sorumluluklar da çoktur. Müslüman olarak çok dikkatli olup bu
sorumluluklarımızı idrak etmeli ve bunları
yerine getirmeliyiz. Aksi hâlde iki günlük
dünya hayatı için ebedî ahiret hayatımızı
feda etmiş oluruz. Ne büyük bir kayıp!
mayıs 2013 / sayı 269
33
din
düşünce
yorum
Toplumsal Bir İlişki Biçimi
Olarak İman
İman terminolojik anlamda, peygamberlerin, Allah'tan alıp tebliğ ettiği
hususların doğruluğuna, yani ed-Din olan İslam’a kesin olarak inanmak, onu
bütün anlam içerikleriyle hiç tereddütsüz kabul edip onaylamak demektir.
Prof. Dr. Ejder Okumuş Eskişehir Osmangazi Üniv. İlahiyat Fak.
İman hakkında yapılan çalışmalarda kelami, felsefi ve psikolojik perspektiflerin
ağırlıklı olduğu, sosyolojik yaklaşımların
ise oldukça az olduğu görülmektedir. Oysa
imanın en az diğer boyutları kadar sosyal
boyutları da önemlidir; hatta imanın din,
dindarlar, toplumsal hayat ve uluslararası
ilişkiler açısından ifade ettiği anlamların
birçok yönünün, sosyal boyut ve yansımalarıyla anlaşılıp ortaya çıkabileceği düşünülürse imanın sosyal planda ne anlama
geldiği konusu, çok daha önemli hâle
gelmektedir.
Burada ortaya konulan yaklaşımda amelin
imandan bir cüz olup olmadığı klasik tartışmasına hiç girilmeksizin bir iman sosyolojisi
çerçevesinde imanın mana muhtevasında
zorunlu olarak toplumsallığın var olduğu,
imanın toplumsal ilişkilerle eylemsellik ve
dolayısıyla anlam kazandığı düşüncesi temelinde toplumsal bir fenomen olarak iman
incelenmektedir.
mayıs 2013 / sayı 269
Müslüman için en hayırlı amel olan imanın
(Buhari, İman, 25.) sosyal boyutunun zorunlu
olarak onun ayrılmaz bir parçası olduğunu;
hem onun anlam içeriğinden, etimolojik ve
terminolojik manalarından, hem iman ve
müminlerle ilgili Kur’an ayetlerinden, hem
vefalı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in söz
ve uygulamalarında Mekke ve Medine’de
Müslüman olmayanlarla ve Müslümanlarla
tesis ettiği iman, emniyet ve eminliğe dayalı
ilişkilerinden ve de Medine’de kurduğu
sahabe toplumunda egemen olan imana
dayalı güven eksenli sosyal ilişkilerden anlamak mümkündür.
İmanın anlam içeriğindeki toplumsal
boyut
İman, Arapça olup emin olmak, güvenmek,
korkmamak, güvenilir olmak gibi manalara gelen elif-mim-nun (e-m-n: emn/eman)
sülasi maddesinden türemiş if’al babından
“amene”nin mastarıdır. Küfr’ün zıddı olan
(Asr, 103/1-3.) Hat: Hasan Çelebi
iman’ın sözlük manası, güven içinde bulunmak, güvenmek, özgüvenle tasdik edip
inanmak, kesin olarak kabul etmek gibi
manalar taşır. Aynı sülasi maddenin ism-i
faili olan emin kelimesi ise güvenilen,
güven veren, koruyan, güvenen, korkmayan
gibi anlamlara gelir. Görüldüğü gibi iman ile
emn ve emanet, mümin ile emin kelimeleri
arasında sıkı anlam ilişkisi bulunmaktadır.
Bu bizim imanın anlam içeriğinde bulunan
sosyal boyutu, yani imanın sosyolojisini, bir
sosyal ilişki biçimi olarak imanı anlamamıza
yardım etmektedir.
İman terminolojik anlamda, peygamberlerin,
Allah'tan alıp tebliğ ettiği hususların doğruluğuna, yani ed-Din olan İslam’a kesin olarak
inanmak, onu bütün anlam içerikleriyle hiç
tereddütsüz kabul edip onaylamak demektir.
Bu şekilde tasdik edip iman eden kimseye
mümin denildiğini biliyoruz. Hucurat suresinin 15, Nisa suresinin 136 ve Enfal suresinin
2-4 numaralı ayetlerini esas alarak bir iman
ve mümin tarifi yapılmak istenirse, imanın;
Allah ve Rasulüne getirdiklerine tam bir teslimiyetle hiç tereddüt taşımaksızın inanmak,
müminin ise bu şekilde iman eden kimse
demek olduğu anlaşılır.
Kur’an’da imanla ilgili ayetlerde toplumsal boyut
İmanla ilgili ayetlere bakıldığında, onlarda
imanın bir toplumsal aktör olarak insanın
zihniyet dünyası, deruni hayatı, yapıp etmeleri ve toplumsal münasebetleri açısından ifade
ettiği anlamların öne çıkarıldığı görülebilir.
Birçok ayet, iman edenlerin özelliklerine vurgu yaparak imanın aslında toplumsal tezahürlerine, “biz” boyutuna atıfta bulunmaktadır.
Örneğin iman edenler veya iman etmek ile
salih amel işleyenlerin, namazı dosdoğru
kılanların, oruç tutanların, infak edenlerin,
cana kıymayanların, haram işlemeyenlerin,
zina etmeyenlerin, faiz yemeyenlerin, iyiliği
yayıp kötülüğü engelleyenlerin, gösteriş yapmayanların, iman edenleri dost edinip iman
edenlere düşmanlık yapanları dost edinmeyenlerin, adaleti ayakta tutanların, hakkın
şahitliğini yapanların, kardeş olanların vs.
birlikte peşpeşe zikredildiği ayetler (Bakara, 2/25, 82, 183, 221, 264, 267, 275-279; Al-i İmran, 3/118, 130,
149; Nisa, 4/39, 65, 135, 136; Maide, 5/8, 51; Enfal, 8/2-4;
Tevbe, 9/112; Nur, 24/55; Furkan, 25/68; Hucurat, 49/9-12
vd.), hep bir toplumsal fiil ve ilişki biçimine
işaret etmektedir.
Kur’an’ın başta Mekki ayetleri olmak üzere
pek çok ayetinde inananlara ahlaki ilke,
esas, tutum ve davranışların hatırlatılması,
imanla güzel ahlak ilişkisinin kurulması da
bize imanın toplumsal boyutunu vermektedir. İman edenlerin güzel ahlak sahibi
olmaları, salih işler yapmaları, Allah’a kulluk
etmeleri, hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri,
gıybet yapmamaları, iftira atmamaları, yalan
söylememeleri, haksızlık yapmamaları,
emanete hiyanet etmemeleri, doğru sözlü
olmaları, ölçü ve tartıda hile yapmamaları,
riyakâr olmamaları, servet düşkünü olmamaları, infakta bulunmaları, yoksula yedirmeleri, şükretmeleri, nankörlük etmemeleri
mayıs 2013 / sayı 269
36
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
vs. gerektiğini ifade eden ayetler bu cümledendir; aynı şekilde kavimlerin kıssaları da
bize iman ile toplumsal ilişki biçimi arasındaki münasebeti ifade eden birçok hususları
göstermektedir. (Maun, 107/1-7; Hümeze, 104/1-9;
Asr, 103/1-3; Tekâsür, 102/1-8; Beyyine, 98/1-8; Duha,
93/1-20; Şems, 91/1-30; Fecr, 89/1-30; Mutaffifin, 83/136; Mürselat, 77/1-50; İnsan, 76/1-31; Hakka, 69/1-52;
Kalem, 68/4-15 vd.)
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sünnetinde
imanın sosyal yansımaları
Peygamberimiz’in sünnet-i seniyyesine
yakından bakıldığında, imanın anlam
içeriğindeki sosyal boyutlarının çok net bir
biçimde, onun hayatında kendini gösterdiği
anlaşılabilir. Onun bütün toplumsal münasebetlerinde imanın objektifleştiği söylenebilir; öyle ki, dışarıdan onun bu münasebetlerine, insanlarla ilişkilerine, iman eden ve
etmeyen kişilerin kendisine karşı tutum ve
davranışlarına baktığımızda, onun imanının
deruni boyutlarını okuyabilmekteyiz.
Hz. Peygamber’in sünneti, imanın toplumsal
bir ilişki olarak tezahür etmesinin örnekleriyle doludur. Onun emin olması, imanın eminlikle anlam ilişkisini, müminin emin ile aynı
kişi olduğunu en iyi şekilde anlatmaktadır.
Onun inananlar tarafından da inanmayanlar
tarafından da Emin Muhammed olarak isimlendirilmesi, imanın en geniş manada emin
olmak olduğunu ortaya koymaktadır.
İslam Peygamberi’nin, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” (İmam Malik,
Muvatta, Husnü’l Hulk, 8, II/904.) hadis-i şerifi ve
bu hadisin gereğini de en başta kendisinin
bizzat hayatında bize göstermesi, bir sosyal
olgu olan güzel ahlakın imanın olmazsa
olmaz bir sosyal boyutunu teşkil ettiğinin
en açık göstergesidir.
Hadislerde imanın toplumsal boyutlarına atıflar
İman kavramının daha çok pratik düzlemde
ve sosyal ilişkiler üzerinden anlatıldığı birçok
hadisin var olduğu söylenebilir. Bazı ana
hadis kaynaklarında açılan İman bahislerine
mayıs 2013 / sayı 269
kabaca bakmak bile bunu bize gösterebilir.
Mesela Kütüb-i Sitte’den Buhari, Müslim ve
Camiu’s-Sahih ve Tirmizi’nin İman bölümleri
(Bab) incelendiğinde birçok hadiste imanın
sosyal boyutlarına işaret edildiği anlaşılabilir.
Bu noktada hemen ilk başta akla gelebilecek
hadis-i şerif, sevgi hadisidir. Peygamberimiz
(s.a.s.)’in, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş
olamazsınız.” (Müslim, İman 93.) hadisi, imanın
mana derinliğindeki sosyal boyutu veya
boyutlarını anlamak bakımından oldukça
önemlidir. İmanın ve dolayısıyla cennetin yolunun birbirini sevmekten geçtiğini söylemek;
imanın toplum hayatında “biz” duygusuna
sahip olmak, selamlaşmak, silm içinde bulunmak, barış içinde olmak, dertleri ve sevinçleri
paylaşmak, emin olup güven vermek, emaneti
korumak, birlikte yürümek, birlikte var olmak
anlamına geldiğini çok güzel ifade etmektedir. “Hiçbiriniz kendiniz için sevdiğinizi kardeşiniz için de sevmedikçe iman etmiş olmaz.”
(Buhari, İman, 13.) hadis-i şerifi de, imanın sosyal
boyutlarını ortaya koymaktadır.
Yine hadislerde güzel ahlaka vurgu yapılması,
risalet göreviyle güzel ahlakı tamamlamak
arasında doğrudan bağ kurulması, en iyi müminin ahlak yönünden en iyi mümin olduğunun belirtilmesi gibi (Tirmizi, Buhari, Müslim,
Ebu Davud, Malik) hususlar, imanın bir sosyal
fenomen olan ahlak ile doğrudan ilişkisini
anlamak bakımından önemlidir.
Sonuç
Sonuç olarak kalp ile tasdikten geçen imanın sosyal boyutu Müslümanlar için son
derece önemlidir. Hele hele bugünlerde bu
daha da hayatidir. Müminlerin imanlarını
özgüven içinde toplumsal ilişkilere yansıtmalarına ve birbirlerine güven vermelerine,
toplum içinde güven ve güvenlik oluşturmalarına, birbirlerini sevmelerine, birbirleriyle
kardeş olmalarına her zamankinden daha
fazla ihtiyacımızın bulunduğu günümüzde,
imanın sosyolojisine daha çok atıfta bulunmak, bir sosyal ilişki biçimi olarak iman
vurgusu yapmak elzemdir.
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
İslam’da İman-Ahlak İlişkisi
İslam bir ağaca benzetilecek olursa iman bunun köklerini, salih amel
gövdesini ve güzel ahlak da yaprak, çiçek ve meyvelerini temsil etmektedir.
Şüphesiz kök ve gövdenin varlık nedeni ve nihai hedefi meyvedir. Dolayısıyla
insan ancak onunla beklentilerine ulaşmış olur.
Prof. Dr. İlyas Çelebi Marmara Üniv. İlahiyat Fak.
İslam dini, insanları dünya ve ahiret saadetine ulaştırmayı amaç edinmiş olup Yüce
Allah, gönderdiği peygamberler aracılığıyla bu iki saadetin yollarını göstermiştir.
Peygamberler, bize öğrettikleri iman esaslarıyla Allah’ın varlığı, sıfatları, evrenin
yapısı, konumu, Allah ile olan ilişkisi, bizim
evrendeki konumumuz ve hem Allah’la hem
de evrenle olan ilişkilerimizin mahiyetini
ortaya koymuş; nereden gelip nereye gittiğimiz konusunda bizi aydınlatmışlardır. Kısaca
“iman esasları” olarak kompoze ettiğimiz
bu inanç sistemi Allah ve âlemle ilişkilerimizi belirleyen yani hem kozmosla hem de
Allah’la münasebetimizin çerçevesini ortaya
koyan bir yapıyı ifade etmektedir.
Peygamberler bize ayrıca dünya hayatında
varlığımızı doğru konumlandırabilmek, dünyada ve ahirette mutluluğu yakalayabilmek
ve ahiret saadetini kazanabilmek için neler
yapmak, nasıl yaşamak ve nasıl davranmak
gerektiğini öğretmişlerdir. Kur’an bu davranışlar bütünlüğünü “salih amel” terimi ile
ifade etmektedir.
Salih amel, “İyi, güzel ve yararlı davranış,
dinin buyruklarına uygun amel” demek
olup “hasene” diye de isimlendirilir. “Amel-i
salih” dinin yapılmasını emir veya tavsiye
ettiği iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan fiildir. Bunun zıddı ise
yapılması yasaklanan veya hoş karşılanmayan kötü, zararlı, yanlış ve günaha yol açan
fiil ve hareket tarzıdır. Bir insanın yapacağı
güzel işler ya Allah’a karşı yerine getirmesi
gereken görev ve sorumluluklar türünden
olur -ki bunlara “ibadet” denir- ya da doğaya
yaklaşım ve insanlara karşı güzel muamele
türünden olur -bunlara da “ahlak” adı verilmektedir-. Peygamberimiz bu üçlü yapıyı
“iman, İslam ve ihsan” olarak ifade etmiştir.
İnanılması gerekenlere iman (akait), yapılması gerekenlere İslam (amel), güzel huy ve
davranışları oluşturanlara da ihsan (ahlak)
denilmiştir. Buna göre ahlak, İslam dininin
esaslarını oluşturan üç bölümünden birini
teşkil etmektedir. Söz konusu üçlü yapı Asr
suresinde “iman, salih amel ve hakkı ve
sabrı tavsiye” şeklinde dile getirilmiştir.
Sözlükte “seciye, tabiat, huy” manalarına
gelen “hulk” kelimesinin çoğulu olan ahlak, “insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri ve
mayıs 2013 / sayı 269
37
38
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli
davranışları” demektir. İslam dini insanı
inanç, düşünce, duygu ve davranışları ile
bir bütün olarak görür. İman kalbin, düşünce beynin, duygu vicdanın ve davranış
da uzuvların ürünüdür. İnsanın bütünlüğü
açısından bunların birbirleri ile uyumlu bir bütünlük arz etmesi gerekir. Hz.
Peygamber’in hayatını anlatan “sünnet-i
seniyye” bu bütünlüğü ifade bakımından
mükemmel bir numunedir.
İnsanın hayat felsefesi, düşünce, duygu ve
davranışları ulvi gayeler, yüksek idealler
ve kapsamlı inançlar çerçevesinde belirlendiği takdirde anlamlıdır. Kur’an ve sünnet
Müslümanların hayat felsefesini bu yönde
belirlemiş, iman ve amel yönünden onlar
için gerekli olan çerçeveyi çizmiştir. Bu genel
çerçeve ihmal edilerek insan hayatı öfke,
gazap, merhamet, şefkat, asabiyet gibi duyguların kontrolüne bırakılacak olursa, oradan
insanın şahsiyet bütünlüğü, mürüvvet, fütüvvet ve dolayısıyla saadet-i dareyn çıkmaz.
Kur’an, iman esasları gibi ahlak konularını da
sistematik bir şekilde ele almamakta, buna
karşın mükemmel bir ahlak sistemi oluşturamayıs 2013 / sayı 269
bilmenin malzemelerini vermektedir. Salih
amel kavramı namaz kılmak, oruç tutmak,
zekât vermek, hacca gitmek, haramlardan sakınıp ilahî emirleri yapmak gibi sadece Allah’a
karşı vazifeleri değil; iyilik, takva, maruf, sıdk,
ihsan gibi insanlara karşı görev ve sorumlulukları da kapsamaktadır. Kur’an’da: "Kim muhsin
olarak -yani iyi ve güzel davranışlarda bulunarak- yüzünü Allah’a çevirirse, onun ecri Rabbi
katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ne
de üzüntü çekerler." (Bakara, 2/111-112.) buyurulmakta; din güzel bir ağaca benzetilerek, bunun
kökünün iman, gövdesinin amel, meyvelerinin
de ahlak olduğu temsilî bir şekilde ifade edilmektedir. (İbrahim, 14/24-25.)
Başta Kütüb-i Sitte olmak üzere hadis
literatüründe “Hüsnü’l-huluk”, “Edeb”, “Birr”
gibi bölümlerde Hz. Peygamber’in ahlak
konusundaki tutumu, öğütleri ve amellerin
amacının rıza-yı Bari olması gerektiği bildirilmektedir. Örnek olarak Rasul-i Ekrem’in
şu hadisleri zikredilebilir:
“Bir kimse iyilik yaptığında sevinç, kötülük
yaptığında da üzüntü duyabiliyorsa, artık
o gerçekten mümindir.” (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, I, 398.)
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
Sahabilerden biri bir gün Hz. Peygamber’e
gelerek “Hangi tür Müslümanlık daha faziletlidir?” diye sorar. Rasul-i Ekrem: “Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları
kişinin Müslümanlığı” (Buhari, İman, 4-5.) diye
cevap verir. Bir başka zaman ise kendisine
“Hangi tür Müslümanlık daha hayırlıdır?”
diye sorulur ve Efendimiz (s.a.s.): “Tanıdığın
ve tanımadığın kimselere ikramda bulunman ve selam vermendir.” (Buhari, İman, 6.)
buyurur. İman-ahlak ilişkisi konusunda ise:
“Sizden biri kendi nefsi için istediğini, mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş
olmaz.”, (Buhari, İman, 7.) “Fitneden korunma
dindendir.”, (Buhari, İman, 12.) “Hayâ imandandır.”, (Buhari, İman, 16.) “Cihat imandandır.”,
(Buhari, İman, 26.) “Beş vakit namaz kılmak
imandandır.”, (Buhari, İman, 40.) “İnsaflı olma,
selâmı yayma ve infakta bulunma fiillerini
kendinde toplayan imana sahiptir.” (Buhari,
İman, 20.) buyurmaktadır.
Kur’an ve hadislerdeki vurgudan da anlaşıldığı üzere İslam dininde iman ile güzel
ahlak arasında sıkı bir ilişki söz konusudur.
Meşhur örneği ile İslam bir ağaca benzetilecek olursa iman bunun köklerini, salih amel
gövdesini ve güzel ahlak da yaprak, çiçek ve
meyvelerini temsil etmektedir. Şüphesiz kök
ve gövdenin varlık nedeni ve nihai hedefi
meyvedir. Dolayısıyla insan ancak onunla
beklentilerine ulaşmış olur. Müslümanlıkta
da bütün sistemin odaklandığı nihai hedef
“mekârim-i ahlakı tamamlamak”tır. (Malik b.
Enes, Muvatta, Hüsnü’l-huluk, 1.)
Teorik esas böyle konulmuş olmakla beraber, konjonktürel ve tarihî şartlar farklı
geleneklerin oluşmasına neden olmuştur.
Bilhassa İslam tarihinin ilk dönemlerinde ortaya çıkan Haricilik ve Mutezile gibi
mezheplerin amelleri imandan bir cüz kabul
ederek, davranışları sebebiyle insanları tadlil
ve tekfir etmeye kalkışmaları ve bunlara
tepki gösteren Mürcie’nin iman ile amel
arasındaki irtibatı koparması teoriden sapmaya neden olmuştur. İki görüşün ortasını
bulmaya çalışan ehlisünnet kelamcıları,
Selefiyye’nin itirazına rağmen söz konusu
kavramlar arasında mütesahil bir ilişki tesis
etmeye çalışmışlardır.
Ahlak, davranış boyutuyla amele, duygu ve
değer boyutuyla da imana dâhil edilebilir.
Dolayısıyla iman-amel ilişkisi dediğimizde
mayıs 2013 / sayı 269
39
40
din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi
her üç esasın birbirleri ile irtibatını kastetmiş olmaktayız. İslam, dinin temel hükümlerine inanılmasını, arkasından da bunların
uygulamaya konulmasını, bu suretle de
imanın hayata yansımasını ister. Bu durum,
dinin yaşatılması bakımından önemli olduğu gibi, imanın korunması bakımından da
gerekli ve önemlidir. İman, dinî hükümlere
yaptırım gücü kazandırırken, amel de imanı
korumaktadır. Dolayısıyla imanla amel arasında hiçbir ilişki bulunmadığını ileri süren
Mürcie’nin iddia ettiği şekilde ameli gereksiz bulan ve kalbin tasdikinden ibaret olan
imanı yeterli sayan bir anlayışı onaylamak
doğru değildir.
Bu yaklaşım imanın amelden bağımsız bir
tasdik olarak algılanmasının önüne geçememiş, amel küçümsenince de inananlarda
imanın eserleri görülmemeye başlamış, İslam
ağacı meyve vermez duruma düşmüştür. Bu
telakki kelam ilminin önemli problemlerinden biri olan “ef’al-i ibad” meselesine yaklaşım şeklini etkiler olmuştur. Bilindiği üzere
ef’al-i ibad meselesi kulun inancıyla ilgili
olduğu kadar iyi-kötü, husün-kubuh, sevap-günah gibi amelleri ile de ilgilidir. Buna rağmen
kelam literatürü ameli, fıkıh literatürü ise
ahlakı dışarıda bırakmıştır. Ahlakın imanla
irtibatı koparılınca, ahlak meseleleri amelî
düzeyde değil, insanın özgürlüğü, Allah’ın
kudret ve yaratıcılığı (Allah’ın ahlakiliği!)
bağlamında teorik bir problem olarak ele
alınmaya başlanmıştır. İnsanın ne yaptığına
değil, nasıl yaptığına yoğunlaşılmış, insanın
özgürlüğünü öne çıkaran, Allah’ın kudretini
vurgulayan ve arayı bulan ahlak teorileri zuhur etmeye başlamıştır. Bu yapısal değişiklik
onu günümüzde olduğu gibi şeklen de Temel
İslam Bilimleri ailesinden ayırıp felsefenin bir
cüz’ü hâline getirmiştir.
Hâlbuki geleneğimizde ahlak, sadece lafı
edilen, teorisi yapılan bir şey değil, aynı
zamanda tadılan ve yaşanan bir şeydir; esasında bir “kâl” değil, “hâl” ilmidir.
mayıs 2013 / sayı 269
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
din ve
sosyal
hayat
Ahirete İnanmanın İnsan
ve Toplum Bakımından Önemi
Ahiret hayatı ile Yüce Allah hem fert hem de toplum için bir otokontrol
mekanizması kurmuştur.
Prof. Dr. Cağfer Karadaş Abant İzzet Baysal Üniv. İlahiyat Fak. Dek.
İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır.
Durum böyle olunca insan için geçerli olan
hususlar toplum için de geçerlidir. Bunun
için tek bir insana yönelik alınan tedbir veya
uygulamada bile toplumun tamamının gözetilmesi gerekir. Çünkü bir uygulama, sözü
edilen kişi ile sınırlı kalmaz içinde bulunduğu bütün toplumu etkileyecek bir boyuta
ulaşabilir. Bu yüzden Kur’an’da insanın zikredildiği yerlerde aslında toplumun bütününe
yönelik bir hitap bulunduğu göz önünde
bulundurulmalıdır. Zira toplum insanlardan
oluştuğu için her bir fert toplumu temsil
etmektedir. Bir toplumda bir ferdin kötü
olması bütün bir toplum için tehlike arz edebilmektedir. Bu yüzden de tehlikeli kişiler ya
cezalandırılmakta veya hapsedilmek suretiyle hareket alanları kısıtlanmaktadır.
Ahiretin varlığının önemini kavramak için
öncelikle insanın yaratılışının ve özelliklerinin bilinmesi gerekmektedir. Hiçbir varlık
bir hikmet ve gaye gözetilmeksizin boş yere
yaratılmış değildir. Evrendeki varlıkların
en şereflisi olan insanın da bir hikmet ve
gaye ile yaratılmış olduğu açıktır. Bu doğrultuda Allah’ın “İnsan, başıboş bırakılacağını
mı sanıyor?” (Kıyame, 75/36.) uyarısı insanın
kesinlikle boş yere yaratılmadığını ve kendi
başına bırakılmayacağını ifade eder. Nitekim
“Biz insanları ve cinleri ancak bize kulluk
etsinler diye yarattık.” (Zariyat, 51/56.) ayeti de
insanın yaratılış gayesini bize bildirir.
Yüce Allah kötülerin kötülüklerinin önlenmesi için uyarıcı olarak peygamber göndermiş ve kitap indirmiştir. Yapılan uyarıların
bedellerinin ödenme yeri olarak ahiret hayatı gösterilmiştir. Nasıl ki dünya hayatında
kanunlar ve kurallar, birtakım cezai yaptırımlarla güvence altına alınıyorsa ilahî emir
ve yasaklar da ahiretteki mükâfat ve müca-
Yaratılış gayesini yerine getirebilsin diye Yüce
Allah, insanı akıllı ve iradeli bir varlık kılmıştır. Ancak insanın aklı ve iradesi iyi yönde de
kötü yönde de çalışabilmektedir. Sözgelimi bir
insan Allah’ı bırakıp başka tanrılar edinebilir
veya şeytana uyabilir. “Onlar Allah’ı bırakıp
şeytanları kendilerine dost edindiler. Böylelikle onlar hidayet üzere olduklarını sanıyorlar!”
zat ile garanti altına alınmıştır. Ahiret hayatı
ile Yüce Allah hem fert hem de toplum için
bir otokontrol mekanizması kurmuştur.
mayıs 2013 / sayı 269
41
42
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
(A’raf, 7/30.) “De ki: Amelleri boşa gidenleri size
haber vereyim mi? Onlar iyi işler yaptıklarını
sanıyorlar ama onların dünyadaki yapıp ettikleri boşa gitmiştir.” (Kehf, 18/104.)
İnsanı yanılgıya iten şehevi arzuları, biriktirdiği mal ve mülkün gözünü kamaştırması,
sahip olduğu kadın ve çocukların onu ne
oldum sevdasına düşürmesidir. Bunun sonucunda insanoğlu biriktirdiği mal ve mülkün
kendisini ebedî kılacağını bütün bunlar
sayesinde hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini zanneder; öldükten sonra da
kemiklere ve yok olan et ve derilerine bakıp
bu dünya dışında bir dünyanın olmadığı,
zaten bu çürümüş kemiklerin toplanıp bir
araya getirilmesinin de imkânsız olduğu
vehmine kapılır. (bk. Âl-i İmran, 3/14; Hümeze,
104/2-3; Kıyame, 75/3.) Hâlbuki insan, yukarıda
belirtildiği gibi özel bir amaç doğrultusunda
yaratılmış, kendisine doğru yol gösterilmiş
ve yanlış yollara gitmemesi tembih olunmuştur. Bu buyrukları güvence altına almak
için özellikle ahiretin varlığı hatırlatılmıştır.
(İbn Rüşd, el-Keşf an Menâhici’l-edille (Lecnetü
İhyaü’t-Turâsi’l-Arabî, Felsefetü İbn Rüşd içinde), Beyrut 1402/1982, s. 134.)
Verilen görevi yerine getirsin, çizilen hedefe
ulaşsın diye insanoğluna bedenî ve ruhi
birçok imkânlar tanınmıştır. Üstelik bütün
bir evren ona musahhar kılınmış, adeta emrine verilmiştir. Güneşin aydınlık, gecenin
dinlenme, yıldızların yol ve yön tayin etme
araçları kılınması; yağmurlarla türlü yiyeceklerin bitirilmesi, otlaklarda beslenen hayvanların etlerinden, sütlerinden istifade edebilme yeteneğinin verilmesi insana tanınan
tabii imkânlardır. (bk. En’am, 6/95-99.)
İnsana tanınan bu imkânların karşılığında
birtakım sorumlulukların yüklenmesi, olması
gereken bir husustur. İnsanın bu sorumlulukları da dış zorlama ve yönlendirme ile değil,
kendi irade ve niyetine göre yerine getirmesi
gerekir. Çünkü Allah, akıllı ve iradeli yarattığı kulundan gönülden bir yöneliş bekler.
Başkasının zorlaması ile yapılan yöneliş,
Allah’ın istediği ve razı olduğu bir şey değilmayıs 2013 / sayı 269
dir. Bundan dolayı Yüce Allah “Biz ona doğru
yolu gösterdik, ya şükreden olur ya nankör
olur.” (İnsan, 76/3.) buyurarak insana hem beklentisini bildirmekte hem de ona sınırlarını
göstermektedir. Çünkü insanın şükretmenin
dışında yapabileceği şey nankör olmaktır, dönüp dolaşıp geleceği yer de göklerin ve yerin
sahibi Allah’ın huzurudur. (bk. Nur, 24/42.)
Kendisine verilen iradeyi kötüye kullanan ve
yükümlülüklerini yerine getirmeyen kişi için
de, bir cezanın takdir edilmesi adaletin yerini bulması için gereklidir. Gözlemlerimiz ve
deneyimlerimiz bu cezanın bu dünyada tam
olarak gerçekleşmediği yönündedir. Öyleyse
mazlumun ve mağdurun hakkını alabilmesi,
adaletin yerini bulması ve zalimin zulmünün yanına kâr kalmaması için bir hesaplaşma ve karşılık gününün olması gerekir.
Böyle bir günün olması ihtimal dışı olmadığı gibi, insan için sürpriz de olmamalıdır.
Çünkü Allah Teala gönderdiği peygamberler
vasıtasıyla açıkça bunu bildirmiştir.
Ahiretin varlığı aynı zamanda toplum hayatının düzeni için de gereklidir. İyi insanlardan oluşan toplumun iyi ve düzenli bir toplum olacağı aşikârdır. İnsan nasıl ki, dünyevi
geleceğini garanti altına almak için birtakım
planlar yapıyor ve çalışmalar yürütüyorsa,
ahiret hayatını garanti altına alabilmek için
de hem kendine hem de topluma yönelik
çalışmalar yürütmesi gerekir. Nitekim Asr
suresinde insana bireysel olarak inanıp iyi
işler yapmasının yanında toplumsal boyutta hakkı ve sabrı tavsiye eden bir davranış
içinde olması emredilmektedir.
Hayat bu dünyadan ibaret değildir. İbn
Haldun’un dediği gibi, insan için bu dünyanın son olması, yaratılmasının abes olması
anlamına gelirdi. Eğer ölüm bir yokluk ise
insanın geleceği yokluk, gidişi yokluğa doğrudur ve hâlihazırdaki varlığı da anlamsızdır. (İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldûn, nşr. Ali
Abdulvâhid Vâfî, Kahire 1401/1981, III, 1093.)
Öte yandan insan hem kendisi hem de çevresi hakkında düşünen, kaygı duyan, plan ve
program yapan bir varlıktır. Bu insanın en
temel özelliğidir. Bu özellik ona ahiret hayatını bilsin, hatırlasın ve ona göre hazırlansın
diye verilmiştir. Aksi durum yani ahiretin
olmaması, insanın bu özelliğinin boş ve
gereksiz olması; insanın bin bir emek sarf
ettiği, çile çektiği, türlü eziyetlere katlandığı
ve üzüntüler içinde kıvrandığı bu dünya hayatında, hayvanlara eşit veya onlardan daha
kötü bir pozisyonda olması anlamına gelir.
Çünkü “dünya karar yeri değil, bir uğrak alanıdır.” (Ali b. Ebû Tâlib, Nehcü’l-belâğa (nşr. Subhî
Sâlih), Beyrut 1982, s. 493.) Hâlbuki insan ebediyet için yaratılmıştır. (Râgıb el-Isfahânî, Tafsîlü’nneş’eteyn ve Tahsilü’s-seâdeteyn, Beyrut 1408/1988,
s. 197-198.) Ededî hayatını da kişi, eşi, dostu ve
bilumum yakınları ile geçirmek ister.
İnsanın bir başka özelliği de toplum içinde
yaşamasının bir gereği olarak adaletin tam
olarak gerçekleşmesi arzusudur. Ahirette
kişilere takdir edilecek ceza tam da bu adaletin gerçekleşmesi içindir.
Adalet genellikle “bir şeyi yerli yerine koymak” ve “layık olduğu değeri vermek” şeklinde tanımlanır. Suçlunun yeri cehennem
ise onu oraya koymak adalettir. Dünyada
suç işleyenlerin özgürlüklerinin kısıtlanarak
hapishaneye konması nasıl doğru ise ahiret-
te de cehennem aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bu aslında suçluya gereken cezanın
takdir edilmiş olması anlamına gelir. Aksi
takdirde suçlu ile suçsuzun eşitlenmesi gibi
bir adaletsizlik ortaya çıkar.
İnsanlar her ne kadar belirli bir süre yaşıyorlarsa da işledikleri suç, işlendiği zaman
dilimi ile sınırlı değildir. Her ne kadar suç,
kısıtlı bir süre içinde işlenmiş olsa bile,
mahiyeti bakımından incelendiğinde, bazı
suçların zaman ve etki alanı itibarıyla son
derece geniş sonuçlar doğurduğu bir gerçektir. Nitekim doğurduğu sonuçlar dikkate
alındığında, her ne kadar suçlu kısıtlı bir
zaman dünyada kalıyor olsa da, işlediği suç
bütün zamanları aşan bir etkiyi ve sonucu
doğurabilmektedir. Şirk ve küfür işte böyle
bir suçtur.
Yüce Allah rahmeti gereği hiçbir kulunun cehennemde olmasını istememiş, bunun için
de peygamberler ve ilahî kitaplar aracılığı
ile uyarılarda bulunmuştur. Bütün bunlara rağmen suç işleyen kuluna ceza takdir
etmesi de adaleti gereğidir. Bu aynı zamanda
mağdurun ve mazlumun yüreğinin rahatlamasını sağlayan bir tedbirdir.
mayıs 2013 / sayı 269
44
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
Rahmet İklimine Girerken
Yüce Yaratan’ın bereketli kıldığı, hayatımızda birçok maddi ve manevi
güzelliklerin tezahür ettiği zamanlardandır üç aylar.
Hasan Küçük Uzman Vaiz
mayıs 2013 / sayı 269
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
Y
üce Rabbimiz en kıymetli nimet olan
zamanı insana ömür sermayesi kıldı.
Bu kıymetli sermaye içinde paha biçilmez,
ihya edici fırsatları da insan için gizli tuttu.
Günler, geceler, aylar içinde öyle kıymetli zamanlar vardır ki, bunları ihya etmek
büyük kazanç iken gafilane geçirmek büyük
kayıptır.
hissederdi. İslam geldikten sonra da bu aya
hürmet devam etti.
Yüce Yaratan’ın bereketli kıldığı, hayatımızda birçok maddi ve manevi güzelliklerin
tezahür ettiği zamanlardandır üç aylar. Bu
aylar âdeta senenin ardı ardına dizilmiş üç
nadide incisi, birbirinden kıymetli kandil
geceleri de eşsiz incilerin sanatkârane işlemesi gibidir.
Recep ayının ilk cuma gecesi olan Regaip
Kandili Allah Teala’nın kullarına bolca mağfiret ettiği, kullarına rahmetiyle muamelede
bulunduğu özel gecelerdendir. Bu özel gece
kulun rağbet ettiği değerleri, vicdan terazisinde tartma gecesidir/zamanıdır. Kişinin
yegâne rağbeti Müteâlâ'ya mı yoksa süflî
olana mı, bunu ortaya koyma zamanıdır.
Allah (c.c.) Yüce Kitabımızda, “Gökleri ve yeri
yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah
katında ayların sayısı on iki olup bunlardan
dördü haram aylardır. İşte bu doğru hesaptır.” (Tevbe, 9/36.) buyurdu. Ayet-i kerimede
işaret edilen haram aylar; zilkade, zilhicce,
muharrem ve recep aylarıdır ki mübarek üç
aylar recep ayı ile başlar, şaban ayı ile devam
edip ramazan-ı şerif ile nihayete erer.
Hiç şüphesiz müminlerin yaratana kullukları sadece üç ayla sınırlı olmayıp bütün
bir seneyi, ayları, günleri kapsamaktadır.
Ancak üç aylar, günlük hayat telaşıyla savrulan gönüllere silkelenip kendine gelmek,
geçen ömrün muhasebesini yaparak kulluk
şuurunu diğer zamanlarda diri tutmak için
verilmiş kutsal zamanlardır. Recep, şaban ve
ramazan ayları kullukta yoğunlaşma, tövbe,
dua, arınma mevsimidir. Bu kıymetli vakitler, Rabbimizin sınırsız hazinesine rağbet
gösterme, oruçla sabrımızı ve şükrümüzü
artırma, Kur’an’la hayatımızı yeniden nizamlandırma dönemleridir.
Recep ayı gerek İslam’dan önce gerekse
İslam’dan sonra mukaddes sayılmıştır.
İslam’dan önce bu ay başladığında Arap
kabileleri arasında savaş, baskın, çapulculuk
yasaklanır, herkes kendisini güven içinde
Recep ayı girdiğinde Sevgili Peygamberimiz’in
şöyle dua ettiği rivayetler arasındadır:
“Ey Allah’ım! Receb ve şaban ayını bize
mübarek kıl ve bizi ramazana kavuştur.”
(Taberani, el-Mu’cemü’l-Evsat, IV, 189.)
Müminin miracı namaz recep ayında farz
kılınmıştır. Namazın istikamette tuttuğu kullar, Rahman’a peygamberî yükseliş hazzını;
“Cennet cennet dedikleri,
Üç beş bahçe üç beş huri,
İsteyenler alsın onu,
Bana seni gerek seni.”
kıvamında Yunus’un ifadesiyle idrak ederler.
Gece ve gündüz bütün zorluklarına rağmen
akıp giden istikamet yolculuğunu sebatla
devam ettirirler.
Recep ve şaban ayı müminlere, suya hasret
çöllere rahmet müjdecisi bulutlar misali,
içinde Kadir Gecesi’ni barındıran Kur’an ve
oruç ayı ramazanı müjdeler. Zaman ırmağı
recebin feyz yağmuruyla daha da coşar.
Bereketli şaban vadisinden salatüselamları,
namaz ve oruçları, tefekkür ve zikirleri, beraatları yüklenir. Bu kazançları bire binlerin
devşirildiği, kulun tasavvurunun ötesinde
mükâfatlar elde edilen felah bahçesi ramazana ulaştırır.
Mümin gönüller, gerdanlığa dizilmiş incilerin etrafa dağılıp saçılması gibi bol hayrın
dağıtıldığı şaban-ı şerifte iyilikler ve güzellikler devşirme gayretindedir.
mayıs 2013 / sayı 269
45
46
din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi
Artık ramazan-ı şerifin ayak sesleri iyiden
iyiye duyulmaktadır. Ayların efendisi ömürlere bereket katmak üzere misafir edilecektir. Bu öyle bir misafir ki uğradığı yerleri
mamur etmektedir. Hele aylar öncesinden
kullar, gönül hanelerinde gerekli hazırlıklarını yapmışlarsa bu aydan daha çok istifade
edecektir.
Hoşça gelsin hoşnut gitsin kutsal misafir
ramazan-ı şerif. Rahmet, mağfiretin ve günahların paslarından selamete çıkışın adıdır
ramazan. İftarın sevinci, teravihin ferahı,
sahurun bereketidir ramazan. Fevc fevc
semaya yükselen mukabele sesleri, semadan
yeryüzüne tenezzül eden meleklerin seyridir
ramazan. Yoksulların sevinci, zenginlerin infakı, seherde kulların yaşlı gözlerle Rabbine
niyazıdır ramazan.
Tövbe, dua, yalvarış, Hak kapısına ısrarla
varıştır ramazan.
“Hiç kimse yok kimsesiz
Herkesin var bir kimsesi
Ben bugün kimsesiz kaldım
Ey kimsesizler kimsesi.”
ifadelerinin aşkla terennümüdür ramazan.
Fotoğraf: Burhan Çimen
Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur:
“Şaban ayının 15. gecesini ibadetle geçirin,
gündüzünde de oruç tutun. Çünkü Yüce
Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle
tecelli eder ve yok mu tövbe eden tövbesini
kabul edeyim, yok mu rızık isteyen rızık
vereyim, yok mu şifa isteyen, şifa vereyim?...
Yok mu başka isteği olan istediğini vereyim!” (İbn Mace, Sünen, İkametü’s-salat, 191.)
mayıs 2013 / sayı 269
Kadir bilmektir; Kur’an’ın, zamanın, insanın,
Kadir Gecesi’nin kadrini bilmektir ramazan.
“Şüphesiz, biz onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesi’nde
indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu sen
ne bileceksin! Kadir Gecesi bin aydan daha
hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de
iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar
bir esenliktir.” (Kadir, 97/1-5.) ayetlerinin sırrına
vakıf olabilmektir ramazan.
Ey Yüceler Yücesi Rabbim, bizleri bin bir çeşit
hazinelerin saklı olduğu özel zamanlarına
kavuştur. Büyük gün gelmeden, azıklarımızı
kuşanmamıza yardım et. Meşakkatli günü
bize bayram et. Kusurlarımızı bağışla, şüphesiz sen affedicisin, affetmeyi seversin bizleri
de affet.
aile / diyanet aylık dergi
aile
Anne ve Baba Hakkı
Ailenin temel direği olan anne ve babalar, çocukları için her türlü fedakârlığı
yapan insanlardır. Bu nedenle her evladın bu saygıdeğer insanlara karşı görev
ve sorumlulukları bulunmaktadır.
Prof. Dr. Âdem Apak Uludağ Üniv. İlahiyat Fak.
Bir cemiyetin ayakta kalabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi, o cemiyeti oluşturan aile
çekirdeğinin bütünlüğüne bağlıdır. Aileleri
sağlam olan cemiyetler, hücreleri sağlıklı olan bir insan bedenine benzer. Aile
ocaklarının gerçek kurucuları ise eşler, yani
anne ve babalardır. Yuvaların kurulmasında
ve yürütülmesinde, çocukların büyütülüp
cemiyete faydalı insanlar hâline getirilmesinde asıl mesuliyet ve zahmet anne
babanın üzerindedir.
Ailenin temel direği olan anne ve babalar,
çocukları için her türlü fedakârlığı yapan
insanlardır. Bu nedenle her evladın bu
saygıdeğer insanlara karşı görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Hiçbir çocuk anne
ve babasının hakkını dünyada ödeme kudretine sahip değildir ve hiçbir çocuktan bu
hakları birebir ödemesi de istenmez. Ancak
anne ve babanın, çocuklarından saygı, sevgi, hürmet ve itaat beklemeleri de onların
en tabii haklarıdır.
Yüce dinimiz İslam, anne ve baba hakları
üzerinde hassasiyetle durmuş, anne ve
babaya saygıyı, bir sosyal sorumluluk, bir
görev değil, dinin bir emri olarak kabul
etmiştir. Bu hususta aşağıda mealini sunacağımız ayet gayet anlamlıdır:
“Rabbin kesin olarak şunları emretti; ancak
Rabbinize itaat edin, ana-babaya güzellikle
muamele edin, eğer onlardan biri veya ikisi
senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa,
sakın onlara “öf” bile deme ve onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle.
İkisine de acıyarak tevazu kanadını indir ve
şöyle de: “Ey Rabbim, onlar beni küçükken
mayıs 2013 / sayı 269
47
48
aile / diyanet aylık dergi
Ana babasına iyi davranan ve onları
razı eden kişi ahirette göreceği
mükâfatın yanında bu dünyada da
iyiliklerinin karşılığını görecektir.
terbiye edip yetiştirdikleri gibi sen de kendilerine merhamet et.” (İsra, 17/23-24.)
Burada geçen ayet-i kerimede, Allah’a
itaatten hemen sonra anne ve babaya iyilik
emredilmekte, anne babaya itaat etmek,
Allah’a itaatin tamamlayıcısı olarak kabul
edilmekte ve onları kıracak, üzecek en
küçük bir söz ve fiilden sakınılması uyarısı yapılmaktadır. Bütün bunlara ilaveten,
anne-babalarına iyi bakan insanlardan,
sürekli olarak onlar için Allah’a dua etmeleri de talep edilmektedir. Burada zikredilen
davranışlar, kişilerin tercihlerine bırakılmış
mayıs 2013 / sayı 269
davranışlar değil, bizzat Kur’an’ın, yani
Allah’ın emirleridir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) de pek çok hadis-i şeriflerinde ana-babaya itaati emretmiş, hatta
vaktinde kılınan namazdan sonra Allah
nazarında en sevimli ibadetin ana babaya
itaat etmek olduğunu beyan etmiş ve ebeveyne sevgi ve saygıyı ibadet mesabesinden
değerlendirmiştir. (Buhari, Rikak, 18.) Ayrıca
onlara itaatin Allah’a itaat, onlara isyanın
da Allah’a isyan anlamına geleceğini ifade
etmiş (Feyzü’l-Kadir, IV, 262.), Allah’ın rızasının
ancak ana-babayı hoşnut ve razı etmekle
kazanılacağını bildirmiştir. (et-Tac, V, 6.)
Ana babasına iyi davranan ve onları razı
eden kişi ahirette göreceği mükâfatın
yanında bu dünyada da iyiliklerinin
karşılığını görecektir. Nitekim bir hadiste
“Babalarınıza iyi davranın ki, evladınız
da size iyi davransın.” (et-Terğib, H. No, 3599.)
buyurulmaktadır. Atalarımız bu gerçeği,
“İyilik yap iyilik bulursun.” deyişiyle dile
getirmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.), ayrıca,
“Kim ömrünün bereketi ve rızkının geniş
olmasından sevinç duyuyorsa, ana-babasına iyi davransın ve yakınları ile iyi ilişki
aile / diyanet aylık dergi
"Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı kabul eyle.
Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana-babamı ve inananları bağışla." (İbrahim, 14/40-41.) Hat: Ferhat Kurlu
kursun.” (et-Terğib, H. No, 3594.) sözüyle bu
dünyada huzurlu yaşamak isteyen insanlara da ana-babaya iyilik yapmayı tavsiye
etmektedir. Ana-babasına iyilik yapanların sadece ahirette mükâfatlandırılmayıp,
yaptıkları iyiliklerin karşılığını dünyada da
göreceklerini müjdeleyen eden Hz. Peygamber (s.a.s.), bunun tersi olarak ana-babasına
asi olanların aynı şekilde cezalarını sadece
ahirette değil bu dünyada da göreceklerini
bildirmektedir. (et-Terğib, H. No, 3625.)
Bütün bu ayet ve hadislerden açıkça anlaşıldığına göre, Allah, kendisinden sonra
ana-babaya itaat etmeyi onlara iyilik etmeyi emretmekte, kendisine itaatten sonra
ana-babaya itaati ve onlara hürmeti zikretmektedir. İnsanlar, özellikle ihtiyarlıkları
döneminde onları incitecek söz ve davranışlardan sakınmalı hatta onlara “öf” bile
dememelidirler. Onların kalplerini kıran,
onlardan sevgiyi esirgeyen nesiller, hem bu
dünyada yaptıklarını fazlasıyla görecekler,
hem de ahiret hayatında cezalarını çekeceklerdir.
Evladın ana-babasına karşı vazifeleri sadece
onlar hayatta iken değil, vefat ettikleri
zaman da devam eder. Bu husus Hz. Pey-
gamber (s.a.s.)’in aşağıdaki hadis-i şerifinde
açıkça ortaya konulmaktadır:
Bir gün bir şahıs Allah Rasulü (s.a.s.)’ne
gelerek vefat ettikten sonra da anne babasını
memnun etmek için yapabileceği bir vazifenin olup olmadığını sordu. Hz. Peygamber
(s.a.s.) şu cevabı verdi: “Anne veya baban öldükten sonra da senin yapabileceğin şeyler
vardır. Onlara dua ve istiğfarda bulunmak,
vasiyetlerini yerine getirmek, onların dünyada iken sevdikleri dostlarına ikram etmek,
onların akrabalarına iyilikte bulunmak
senin vazifendir.” (Riyazü’s-Salihin trc. I, 374.)
Her evlat aynı zamanda bir anne ve baba
adayıdır. Ana-babasına itaat eden, onlara
iyilik eden ve onların hoşnutluğunu kazanan evlat, anne veya baba olduğu zaman da
ebeveynine itaatkâr nesil sahibi olacaktır.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, bizlerin
dünyaya geliş vesilemiz olan anne babamızın üzerimizdeki haklarını saymamız ve
bu hakların karşılığını ödememiz mümkün değildir. Bu nedenle elimizden geldiği
kadar onlara iyilik etmeli, onların rızalarını almaya çalışmalıyız. Unutmayalım ki
Allah’ın rızasına erişme yollarında biri de
ana-babanın rızasını kazanmaktır.
mayıs 2013 / sayı 269
49
50
aile / diyanet aylık dergi
Çocuğumuz İçin
Zamanımız Var mı?
Sevgi her şeydir. Eğer bir şeyi seviyorsak o bizim için değerlidir. Bir şey bizim
için değerliyse ona vakit harcarız.
Belgizar Özbek Din görevlisi-Washington DC
Hepimizin tespit edebildiği bir nokta vardır
ki; kişiler hangi okulu bitirip hangi makamlara gelirlerse gelsinler, çocukluklarında
gördükleri ana baba rolünü devam ettirmektedirler. Kendilerinin bile beğenmediği ve
eleştirdiği ebeveynlerini farkında olmaksızın
aynen taklit ederler. Bazen de bu durumun
tam tersi olarak ebeveynler kendi anne
babasını rol model almamak için gereğinden
fazla özveride bulunarak çocuklarını patron
konumuna getirmektedirler. Evde her şeyi
belirleyen çocuk olmaktadır. İki durum da
aslında tasvip edilen durumlar değildir.
İnsan yetiştirmek önemli bir iştir. Çünkü her
iş sonraya bırakılabilse de bu iş zamanı geçtiğinde asla ayniyle telafi edilemez. O hâlde,
nasıl bir yol izleyelim ki bu önemli işte hatayı en aza indirelim? Öncelikle evladını seven
her ebeveynin bu sevgiyi çocuğun anladığı
dilden ona hissettirmesi gerekmektedir. Bu
sevgiyi ifade etmenin yolu asla her dediğini
yapmak ya da pahalı eşyalar almak değildir.
Onlara ne kadar önemli olduklarını hissettirmek önemli olduğu kadar da zor bir iştir.
Psikiyatr Dr. M. Scott Peck’e göre, insanın
kendisini değerli hissedebilmesi ruh sağlığı
için şarttır ve kendini disipline sokmasında
temel taşıdır. Bu duygu ana-baba sevgisinin
direkt bir ürünüdür. Bu inanç çocuklukta
edinilmelidir. Yetişkinlikte edinilmesi zordur. (M. Scott Peck, Kötülüğün Psikolojisi, Kuraldışı
yay, İstanbul Kasım 2003 s-20.)
mayıs 2013 / sayı 269
Yine Dr. M. Scott Peck “Az Seçilen Yol” isimli
kitabında şunu vurgulamaktadır: Gösterişsiz
ve yoksul evlerde bile disiplinli bir sevgiye rastlamak mümkündür. Böyle evlerden
gelen çocuklar disiplinli olurlar. Oldukça
sık rastlanan başka bir durum ise önemli
meslek sahibi -doktor, avukat, hayırseverlerana-babalar, son derece düzenli ve gösterişli
ama sevgiden yoksun yaşamlara sahipseler
bunların yetiştirdikleri çocuklar disiplinsiz
ve düzensiz hatta yıkıcı olabilirler.
Sonuçta sevgi her şeydir. Eğer bir şeyi seviyorsak o bizim için değerlidir. Bir şey bizim için
değerliyse ona vakit harcarız. (Dr. M. Scott Peck,
Az Seçilen Yol, Akasa yayınları, İstanbul 2007 s. 18-20.)
Yetiştirmeye çalıştığımız bu çocukların hem
maddi hem manevi ihtiyaçlarını ana babalar
olarak en mükemmel şekilde gidermeye çalışırız. Maddi ihtiyaçlarını da genellikle mükemmel gideririz. Bizim yiyemediklerimizi
onlara yedirir, giyemediklerimizi giydirmek
isteriz. Fakat manevi ihtiyaçlarına maddi
ihtiyaçları kadar özen göstermeyiz maalesef.
Hâlbuki çocuklarımızın çamaşırları, ütüleri
vb. işleri ertelenebilir ama sordukları sorunun cevabı, ya da onlarla birlikte geçirmemiz gereken zaman ertelenemez. Manevi
eğitimde ana ve babaların genellikle bu işi
birbirinin omzuna yüklediğini görmekteyiz.
“Zamanım yok” mazeretinin ardına saklanan zamanımızın ebeveynlerine Allah
aile / diyanet aylık dergi
Rasulü’nün cemaate namaz kıldırırken,
önemli heyetlerle resmi görüşmeler yaparken, önemli işlerde bile ailesine zaman ayırdığını hatırlatmak gerekir. Hz. Peygamber’in
kızı Fatma ile olan ilişkisi ya da torunları
ile şakalaşmaları hepimizin çok iyi bildiği
örneklerdir.
Peygamberimiz’in, kendi çocuklarından
başka yanında yetişen diğer çocuklara da güzel muamele ettiğini, ünlü sahabi Enes bin
Malik'e karşı davranışlarında görüyoruz. On
yaşından itibaren Peygamberimizin evinde
kalmaya başlayan Enes'e Peygamberimiz,
her zaman çok iyi davranmıştır. Aynı şekilde
diğer aile bireylerinin de ona iyi davranmalarını istemiştir. (Sahih-i Buhari ve Tercümesi, c.
3, s. 195.)
Çocuklarımızdan istediğimiz ve beklediğimiz her şey öncelikle bizim vazifelerimizdir.
Maalesef birtakım vazifeleri biz hayatımızda
uygulamadığımız hâlde çocuklarımızdan
beklemekteyiz. Bu durumu M. Scott Peck
şöyle ifade ediyor:
“Disipline girememiş çocukların evlerinde
de ana-babanın bir şekilde disiplin uyguladığı kesindir. Bu evlerde hiç disiplin olmadığı
düşünülmemelidir. Çoğu kez bu çocuklar
çocuklukları süresince küçücük suçlar için
dahi ana babaları tarafından tokatlanarak,
çimdiklenerek, dövülerek sık sık ve şiddetle
cezalandırılırlar. Ama bu şekilde disiplin
anlamsızdır.
Çünkü bu, disiplinsiz bir disiplindir. Bunun
anlamsız olmasının bir nedeni ana-babasının kendilerinin disiplinsiz olmaları ve dolayısıyla çocukları için bir disiplinsizlik örneği
oluşturmalarıdır. Onlar ‘benim dediğimi yap
ama yaptığımı yapma’ türü ana-babalardır.”
(Dr. M. Scott Peck, Az Seçilen Yol, s.17.)
Bizden sonra amel defterimizin açık kalmasını sağlayacak olan evlat yetiştirmek elbette
ki kolay bir iş değildir. Bu konuda en güzel
neticeyi almak için en azından biz yetişkinler gayret etmeliyiz. Çocuğumuza değerli
olduğunu hissettirmek ve bundan dolayı
din eğitimine önem verdiğimizi göstermek,
Fotoğraf: Burhan Çimen
kabiliyetine göre bir eğitim şekli belirlemek,
gelişimini bizimle paylaşmasını sağlamak,
gerektiğinde bizi beğenmeyip eleştirmesine
sabır göstermek ve de en önemlisi Kur`an-ı
Kerim’de hatırlatıldığı üzere duaya sarılmaktır. “Ve onlar ki: ‘Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü gönlümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder
kıl.’ derler.” (Furkan, 25/74.)
Yüce Rabbimizden insan yetiştirmek gibi
zor bir işte bizi yardımsız bırakmamasını
ve bize hayırlı bir nesil bağışlamasını niyaz
ediyoruz.
mayıs 2013 / sayı 269
51
Bir Ayet Bir Yorum
İnternet ve Manevi Hayatımız
Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
[email protected]
“Ey iman edenler!
Kendilerinizi
ve ailenizi,
yakıtı insanlarla
taşlar olan
o müthiş ateşten
koruyun…”
(Tahrim, 66/6.)
İnternet, günlük hayatımızın
ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Eğitimden ticarete, haberleşmeden eğlenceye kadar
her alana girmiştir. Bu aygıttan insanlık çeşitli yönleriyle
istifade etmektedir. Neredeyse
her evde bilgisayar ve internet
bağlantısı bulunmaktadır. Dünyada artık internet sayesinde
bilginin serbestçe paylaşımı en
üst düzeye ulaşmıştır.
İnternetin oluşturduğu sanal
âlem, uluslararası bir pazar,
sınırsız bir dünyadır. Orada bütün dünya milletleri, iyi, kötü
kendi kültür ve hayat tarzlarını pazarlamaktadır. Nitekim
internet ortamında art niyetli
insanlar, kendi kimliklerini
gizleyebilmekte, her türlü hile
ve oyuna başvurabilmektedirler. Yine ne yazık ki bu yolla
her türlü hayat tarzı evlerimize
kadar girmiştir. Geleneksel aile
hayatımız, iffet, namus ve hayâ
anlayışımız, evet bunlar tedavisi zor, ciddi yaralar almaktadır.
Toplum, ifade yerinde ise,
sosyal ve kültürel bir travma
yaşamaktadır. Örf ve âdetler
değişmekte, ahlaki değer ve
hassasiyetler günbegün yok
olmaktadır. Günümüzde insan
ilişkileri gittikçe bozulmaktadır. Akrabalık bağları kopmakta alkol, uyuşturucu, internet
vb. bağımlılıklar artmaktadır.
İnternetin yaygınlaşması aile
üzerinde de etkisini göstermek-
tedir. Nitekim halkımız arasında internet evliliklerinden
bahsedilmektedir. İnternet üzerinden tanışmalar, ardından birbirini doğru dürüst tanımadan
gelen evlilikler. Veya ailenin
haberi olmadan kızın, erkeğin
peşine gitmesi, her iki aileyi
şok eden gelişmeler, oluşan
problemli aile yapıları, neticede
yıllarca süren küslükler.
Bugün internet ortamında
birçok hak, hukuk ihlalleri olabilmektedir. Örneğin başkasının kredi kartının numarasını
alıp onunla alışveriş yapmak,
virüs gönderip bilgisayar
çökertmek, yabancı dosyalara girip bilgi aşırmak, illegal
dosyalar yükleyip insanları
suçlu duruma düşürmek, her
türlü program, yazılım, kitap,
müzik vb. ürünleri ilgililerin
izni olmadan kullanmak, kendi
kimliğini gizleyerek başkalarının onur ve şerefi ile oynamak.
Yine başkalarının özel hayatı
ile ilgi bilgileri çalmak, bunları
topluma ifşa etmek veya şantaj
amacıyla kullanmak. Ne yazık
ki bunlar, günümüzde yaşanan
olaylardır. Oysa özel hayatın
ifşa edilmesi, İslami edep ve
adap açısından yasak fiillerdendir. (bk. Hucurat, 49/12.)
İnternet ortamında insanlar
hakkında yapılan yalan yanlış
haberler ve iftiralar yayılmaktadır. Bu, büyük bir vebaldir.
Çünkü bu haberler, bir mahal-
bir ayet bir yorum / diyanet aylık dergi
lede veya köyde duyulan veya
üç yüz beş yüz kişinin haberdar
olduğu konular değildir. Bunlar
milyonlarca belki milyarlarca
insana ulaşmaktadır. Dolayısıyla bunun vebal ve sorumluluğu
da ona göre kat kat artmaktadır. (bk. Ahzab, 33/58; Nur, 24/23.)
Müstehcen mesaj ve görüntüleri yaymak da bir diğer ahlaki
problemi oluşturmaktadır.
İnternette gezinirken çocuğun
ansızın pornografi, müstehcenlik, uyuşturucu, alkol kullanımı, çeşitli silahlar, bomba
yapımı, kalpazanlık, hırsızlık
yolları içeren sitelerle karşılaşması olağan bir durumdur.
Ne yazık ki, gençlerimizin
gönülleri ve dimağları kirletilmekte, gelecekleri karartılmaktadır. Erken yaşlarda iç dünyalarındaki saffeti ve temizliği
kaybetmektedirler. En iğrenç
tablolar, en çirkin görüntüler ve
en onursuz manzaralar internet
ortamında sergilenebilmektedir. Bunlar çocuklarımızın,
imani ve ahlaki hayatlarına
öldürücü darbeler vurmakta, onların hayâ perdesinin
yırtılmasına, iç dünyalarında
maneviyata açılan kapıların
bir bir kapanmasına sebep
olmaktadır.
Bilindiği gibi akıl ve ruh sağlığını korumak, dinin temel
ilkelerinden biridir. Çünkü
akli muvazenesi ve ruh sağlığı
yerinde olmayan bir insanın,
sahih dinî bir algıya ve yaşayışa sahip olması mümkün
değildir. Ne var ki bugün aşırı
internet kullanımı özellikle
gençlerin ve çocukların ruh
sağlığını tehdit etmektedir.
Ölçüsüz internet kullanımı,
çocukları ve gençleri sosyal
hayattan uzaklaştırmaktadır.
Psikiyatride yeni bir bağımlılıktan, internet bağımlılığından
bahsedilmektedir. Bu, sadece
çocuklara da mahsus değildir.
Yetişkin insanlar da bu bağımlılığa kıskacında.
İnternet bağımlılığı, alkol ve
eroin bağımlılığına benzemektedir. Psikiyatri uzmanlarının
verdikleri bilgiye göre, kokain
ve eroin gibi aşırı internet
kullanımı insan beynine zarar
vermektedir. Dengeli ve ölçülü
kullanılmadığı takdirde, insanın
toplumdan kopmasına sebep
olabilmektedir. Özellikle içe
kapanık insanlarda bağımlılık
meydan getirmekte, onları aileden ve toplumdan koparmaktadır. İnternete alışan çocuklar
sosyal ortamlardan sıkılmakta,
agresif ve asabi olmaktadırlar.
53
bilgisayarın karşısında geçirenler, sosyal iletişim becerisi
kazanamamaktadır. Zamanla
asosyal ve problemli bireyler
hâline gelmektedirler.
Bilindiği gibi dinin hedeflerinden biri, şiddet değil, merhamet; bencillik değil, dayanışma
ruhuna sahip insanlar yetiştirmektir. Ne yazık ki bilgisayar
oyunları bu anlamda olumsuz
bir işlev görmektedir. Bunlar,
çoğunlukla bencilliğe, adam öldürmeye, şiddete, nefrete teşvik
etmektedir. Savaş oyunlarında
çocuk öldürdüğü adam sayısınca puan almakta, dolayısıyla çocuğun zihninde insan
öldürme normal bir davranış
gibi algılanmaya başlamaktadır.
Burada her şeyi mübah gören
bir anlayış söz konusudur. Yine
oyunlar, kumara alıştırmakta,
yabancı örf, âdet ve sembollerin
propagandasını yapmaktadır.
İdeal bir dinî yaşam, fertlerin
ruh sağlıkları ve sosyal becerileri ile yakından ilgilidir.
Ancak aşırı internet kullanımı,
asosyal fertlerin yetişmesine
sebep olmaktadır. Kişi kendi
dünyasına çekilmekte, çevresiyle iletişimini kesmektedir.
İnsanlarla ülfete, sevgiye ve
muhabbete dayalı ilişkiler
kuramamaktadır. Aksine onlardan ürkmekte ve kaçmaktadır.
Bugün televizyon ve internet sayesinde her türlü bilgiye ulaşılmaktadır. Ancak bir bilgi kirlenmesinden de bahsedilmektedir.
İnternette hedefsiz gezintiler,
her türlü bilgi ve görüntüler, bilgilenmek şöyle dursun, insanın
zihninin daha da karışmasına
sebep olmaktadır.
Bilindiği gibi “insan” kelimesi,
hem cinsleriyle “ünsiyet” kurabilen manasını içermektedir.
İslami eğitimin hedeflerinden biri de insandaki bu fıtri
eğilimi geliştirmektir. Diğer
bir ifadeyle seven ve sevilen
insanların, sağlıklı iletişim
kurabilen fertlerin yetişmesidir.
Oysa internet bağımlılığı, kişiyi
internet merkezli bir dünya
kurmaya götürmektedir. Bu tür
insanlar da doğal olarak hem
cinslerine karşı yabancılaşmaktadır. Zamanının çoğunu
İslam geleneğinde ilim sahibi
olmak en yüksek mertebedir.
Ancak hangi ilim ve bilgi
insana değer kazandırmaktadır? Nitekim bize öğrettiği bir
duada Hz. Peygamber “faydasız
ilim”den Allah’a sığınmaktadır. (Tirmizi, Deavat, 68.) Öyle ise
faydalı bilgi nedir? Kısaca ifade
etmek gerekirse bu, dinî ve manevi hayatımıza katkı sağlayan
bilgidir. Bu, bizi meslek sahibi
yapan bilgidir. Bu, ümmetin
ve insanlığın geleceğine katkı
sağlayan bilgidir.
mayıs 2013 / sayı 269
Bir Hadis Bir Yorum
İyi Arkadaş ile Kötü Arkadaşın
Misali
Hale Çerçibaşı Diyanet İşleri Uzmanı
Ebu Musa el-Eş’ari’den
nakledildiğine göre,
Hz. Peygamber (s.a.s.)
şöyle buyurmuştur:
“İyi arkadaşla kötü
arkadaş misk taşıyan
kimse ile körük üfüren
kimse gibidir. Misk
taşıyan ya sana onu
ikram eder yahut
sen ondan (miski)
satın alırsın ya da
ondan güzel bir koku
duyarsın. Körük
üfüren kimse ise ya
elbiseni yakar ya da
ondan kötü bir koku
duyarsın!”
(Müslim, Birr, 146.)
Her insanın temennisidir baki
dostluklar. İnsan, güvenebileceği iyi bir arkadaşın, samimi
bir dostun varlığına en az
anne-babası, kardeşi ya da eşi
kadar ihtiyaç duyar. İyi gününde sevincini, kötü gününde
üzüntüsünü ve kederini, ihtiyacı anında derdini ve tasasını
yakınları kadar dostuyla da
paylaşmak ister. Hatta yeri gelir
ailesiyle, yakınlarıyla paylaşamadığı şeyleri onunla paylaşır.
Lakin kolay değildir iyi bir
dost edinmek ve aynı şekilde
iyi dost olabilmek. Etkileri ve
sonuçları itibariyle hem dünyadaki hem de ahiretteki hayatımızı etkileyen bu zor tercih
dikkatli olmayı gerektirir.
Allah Rasulü arkadaş seçiminin önemine binaen şöyle
bir benzetmede bulunur: “İyi
arkadaşla kötü arkadaş misk
taşıyan kimse ile körük üfüren
kimse gibidir. Misk taşıyan
ya sana onu ikram eder yahut
sen ondan (miski) satın alırsın
ya da ondan güzel bir koku
duyarsın. Körük üfüren kimse
ise ya elbiseni yakar ya da
ondan kötü bir koku duyarsın!”
(Müslim, Birr, 146.) Buna göre “iyi”
yani hadisin Arapça metninde
zikredildiği şekliyle “salih” arkadaş, dinî ve ahlaki açıdan iyi
davranışlara sahip, yaşantısıyla,
ilmiyle, edebiyle, takvasıyla
örnek olan ve her hâlükârda
çevresine faydası dokunan
kimsedir. Tıpkı Sevgili Peygamberimiz tarafından kokuların
en güzeli sayılan miski (Ebu
Davud, Cenaiz, 32, 33.) taşıyan
kimse gibi. O, doğrudan miski
ikram etmese ya da kendisinden misk satın alınmasa bile
en azından etrafına yaydığı
güzel kokuyla insanı etkiler. İyi
arkadaş da böyle güzel koku
satan bir kimse gibi gerek
bu dünyada gerekse ahirette
mutlaka faydalı olacaktır. Kötü
arkadaş ise çirkin davranışları,
günahta ısrar edişi, gıybet ve
dedikodu gibi zemmedilen
fiilleri işleyişiyle etrafına hem
dinî hem de dünyevi bakımdan zararı dokunan kimsedir.
Tıpkı körük üfüren kişi gibi. O,
körüğe her üfleyişinde etrafa
saçtığı kıvılcımlarla yanında
bulunan kimsenin ya elbisesini
yakar ya da yakmasa bile üze-
bir hadis bir yorum / diyanet aylık dergi
rine kötü kokusu siner, isi pası
bulaşır. Kötü arkadaş da aynı
şekilde hem bu dünyada hem
de ahirette neden olacağı zararla şüphesiz pişmanlık vesilesi
olacaktır. Hz. Peygamber’in iyi
arkadaş ve kötü arkadaşla ilgili
yaptığı bu benzetme, arkadaş
seçiminde dikkatli olunması
gerektiğine dair bir başka tavsiyesi olan “Kişi dostunun dini
üzeredir. Bu yüzden her biriniz,
kiminle dostluk ettiğine dikkat
etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 16; Tirmizi,
Zühd, 45.) hadisinin daha somut
ve akılda kalıcı ifadesidir.
Kur’an-ı Kerim’de arkadaşlık
ve dostluk kavramları benzer
şekilde zikredilmekle birlikte
daha geniş boyutuyla da ele
alınır. Allah’ın insanlara dost
olması, insanın Allah’a dost
olması, insanın şeytanı dost
edinmesi ve iyilerle kötülerin
birbirlerini dost edinmelerine
dair pek çok ayet vardır. Bu
doğrultuda iman edenlerden
Allah’a karşı gelmekten sakınmaları ve doğru kimselerle
beraber olmaları istenir. (Tevbe,
9/119.) Müminleri bırakıp da
kâfirleri dost edinmeleri yasaklanır. (Nisa, 4/144.) Muttakilerden
başka dostların birbirine düşman olacağı belirtilen kıyamet
günü (Zuhruf, 43/67.) pişmanlık
içerisinde ellerini ısırarak “keşke falanı dost edinmeseydim”
(Furkan, 25/27-28.) dememesi için
insanoğlu uyarılır. Zira müminlerin gerçek dostu Allah Teala,
Rasulü ve Allah’ın emirlerine
boyun eğerek namazı kılan,
zekâtı veren müminlerdir. (Maide, 5/55.) Allah’ın dostlarına hiçbir korku olmadığı gibi onlar
üzülmeyeceklerdir de. (Yunus,
10/62.) Allah’ı bırakıp şeytanı
dost edinenler ise hiç şüphesiz
apaçık bir hüsrana düşmüşlerdir. (Nisa, 4/119.)
Arkadaş seçiminin kıyamet
günündeki etkisini vurgulayan
“O gün Allah’a karşı gelmekten
sakınanlar dışında, dostlar
birbirine düşman olurlar.”
(Zuhruf, 43/67.) ayetiyle ilgili
olarak Kurtubi’nin Tefsir’inde
şöyle bir rivayet nakledilir: İki
mümin ve iki kâfir dost vardır.
Müminlerden birisi ölür ve
Rabbinin huzuruna vardığında
“Rabbim filan kişi bana, sana
ve Rasulü’ne itaati emrediyordu. İyiliği emrediyor, kötülükten alıkoyuyordu. Benim senin
huzuruna çıkacağımı söylüyordu. Rabbim benden sonra
onu saptırma, beni hidayete
eriştirdiğin gibi onu da hidayete eriştir. Bana kereminden lütfettiğin gibi ona da lütfet.” der.
Nihayet diğer mümin arkadaşı
da vefat edince, Allah her ikisini bir araya getirir ve birbirlerini övmelerini ister. İkisinin de
birbirlerinden hayırla bahsetmeleri üzerine Yüce Allah, “Ne
güzel dost, ne güzel kardeş ve
ne güzel arkadaş!” buyurur.
Kâfirlerden birisi ölünce ise
“Rabbim filan kişi bana, sana
55
itaati, Rasulü’ne itaati yasaklıyor, kötülüğü emrediyor, beni
iyilikten alıkoyuyordu. Senin
huzuruna çıkmayacağımı
söylüyordu. Rabbim senden
dileğim; benden sonra onu
hidayete eriştirme, beni saptırdığın gibi onu da saptır. Beni
hakir düşürdüğün gibi, onu da
hakir kıl.” Diğer kâfir arkadaşı
da ölünce Yüce Allah her ikisinden birbirlerini övmelerini
ister. Fakat övmek bir yana ikisi de birbirlerinin kötülüklerini
anlatırlar. Bunun üzerine Yüce
Allah “Ne kötü dost, ne kötü
kardeş ve ne kötü arkadaşmışsın!” buyurur ve her biri diğer
arkadaşına lanet eder. (Kurtubi,
el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Riyad,
2003, XVI, 109-110.) Rivayette işaret
edildiği üzere dünyada edinilecek iyi bir arkadaş ahirette
saadete vesile; kötü arkadaş ise
hüsrana neden olacaktır.
Maddi çıkarların ön plana
alındığı günümüz yaşantısında
arkadaşlık algısı giderek değişmektedir. Arkadaş seçiminin
uhrevi boyutu çoğu zaman
unutularak yanlış tercihlere
gidilebilmektedir. Hâlbuki arkadaşların birbirleri üzerinde kaçınılmaz bir şekilde olumlu ya
da olumsuz etkileri vardır. Hz.
Peygamber’in de arkadaşlığın
kaçınılmaz etkisine sade ama
çarpıcı bir ifadeyle vurguda
bulunduğu bu hadis, arkadaş
tanımımızı tekrar gözden geçirmemize vesile olacaktır.
mayıs 2013 / sayı 269
din
görevlisinin
hatıra
defterinden
Uğur’u Birlikte Uğurlamak
Birlikte bir şeyler yapabilmek hiç zor değildi işte. Yeter ki niyet samimi olsun.
İnsan değil miydi zaten, sevinç aynı sevinç, hüzün aynı hüzün, acı aynı acı.
Âdemin çocuklarıydık bizler her rengiyle her ırkıyla.
Hatice Meraklı Mevlana Camii Din Görevlisi / Stuttgart Eppingen
Ayrılık nedir? Tanımı yapılmıştır mutlaka
fakat yapılan hangi tarif ayrılık esnasında
geride kalan her bir sevgilinin duygularını
tam anlatabilmiştir. Birçok manası, birçok
çeşidi de olsa ayrılığın, galiba en zoru, en
dönülmezi, en çok yara bırakanı, ölüm ayrılığıdır geride kalanlar için.
Hele ebediyete yolladığınız küçük bir çocuksa, minicik bir yürekse sessiz geminin
yolcusu; onun anne babası olmak, kardeşi
olmak, arkadaşı olmak, öğretmeni olmak,
hocası olmak…
Uğur henüz 9 yaşındaydı bir ay önce aramızdan ayrıldığında. Doğuştan kas hastası…
Yüzünde kocaman bir gülümseme insanın
içine işleyen…
Siz din görevlisi olarak her şeyisinizdir
o cemaatin, sığınacağı liman olursunuz…
Gecenin saat üçünde telefonum çaldığında
“sübhanallah!” dedim, Türkiye’de bir şey
oldu herhâlde. Arayan buradaki bayan öğrencilerimden biriydi, sesi buruktu.
mayıs 2013 / sayı 269
“Hocam özür dilerim arayacak başka yerimiz
yok, bir şey söyleyin ne olur!” diyordu. Ateş
düşmüştü belliydi, ben uykudan uyanmışım,
ne önemi vardı ki? Uğur’un beyin ölümü gerçekleşmişti. Fişini çekmek istiyorlardı. Yaratanın verdiği bir cana son verebilmek için bir
başka cana soru soruluyordu. Hayır, dedim
hâlâ aklımı başıma toplamaya çalışırken…
Beş gün sonra Uğur’un öldüğü haberi geldi.
Birkaç saat sonra cenazesi camideydi. Yıkandı, kefenlendi ve önümüze kondu o masum
çocuk, namazı için…
Kadın cemaat de camiye geldi. Uğur’un Alman öğretmenleri oradaydı. Üzgün oldukları
her hâllerinden belliydi. Ölümün milliyeti
yoktu ki. Soğuk, kar demeden 50 km uzaktan kalkıp gelen bu yüce gönüllü insanları,
bize yakışan neyse öyle karşılamalıydım.
Merasimi sonuna kadar saygıyla izlediler. Ve
Uğur dualarla uğurlandı ana vatana.
Cenazeden bir ay sonra, camiye bir davetiye
geldi Uğur’un okulundan. Onu anmaya davet
din görevlisinin hatıra defterinden / diyanet aylık dergi
ediyorlardı biz din görevlilerini. Oldukça
onur vericiydi bu çağrı ve mutlaka icabet
edilmeliydi. Caminin diğer din görevlisi olan
eşimle beraber öyle de yaptık, cemaati haberdar ettim, onlar da icabet ettiler. Programın,
saati-dakikası, başı-sonu, her şeyi belliydi…
la hazırlanmış bir sunum, arkadaşlarının,
öğretmenlerinin, sevenlerinin gözyaşlarıyla
izlediği... 9 yıllık hayatın hep gülen kareleri...
Bir anne olarak yerlerine koyduğumda kendimi, dayanılmaz bir acı hissettim yanımdaki anne babasına bakarken.
Kaywald schule, Uğur’un bir zamanlar gittiği
engelliler okulu idi, içinde yok yok. Devletin,
insanı onuruna yakışır şekilde yaşatmak için
neler yaptığı ortadaydı. Engelliler için yaptıklarını da Uğur sayesinde öğrenmiş oldum bu
topraklarda.
Sonra hocamızı davet ettiler kürsüye. Müthiş
bir gurur duydum bazılarının kulağına Yüce
Yaratıcı'nın kelamı ilk defa düştüğünde ve
o mekân Kur’an sesiyle yankılandığında.
Almanca ve Türkçe ilahilerle devam etti
program. Daha sonra eller kalktı duaya.
Kaywald schule; insana saygıya bir kez daha
şahit olduğum mekândı. Kapıda müdiresi,
öğretmenleri tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanıp salona alındık. Hazırlanırken en ince detayı bile gözden kaçırılmamış
bir programla karşılaştık. Önce okulun
piyano öğretmeninin icra ettiği naif bir
müzik… Daha sonra Hac suresinin konuyla
ilgili ayetlerinin Almanca mealleri okundu
salonda. Ardından Uğur’un fotoğraflarıy-
Birlikte bir şeyler yapabilmek hiç zor değildi
işte. Yeter ki niyet samimi olsun. İnsan değil
miydi zaten, sevinç aynı sevinç, hüzün aynı
hüzün, acı aynı acı. Âdemin çocuklarıydık
bizler her rengiyle her ırkıyla. Bir Allah’ın
kullarıydık sonuçta. Toplu vuran yüreklerimizle Uğur’u yollamayı başarabildiysek,
daha nice zorlukların da altından kalkabilirdik. Galiba çözümümüz farklılıklarımıza
değil de ortak noktalarımıza tutunmakta
gizliydi bu topraklarda.
mayıs 2013 / sayı 269
57
kültür
sanat
edebiyat
Bizim Yunus
Zeki Dursun
Yunus dünyaya gelmeden evvel nasibinde,
düşünde, coğrafyada yeni bir mayalanma,
yeni bir dönemin sancıları vardı. Moğol
baskısı dillerdeydi. Gönüller aksak adam
Timur’un yaptıklarından muzdaripti. Timur çekilmiş çekilmesine ama bu sefer de
sen-ben kavgası baş göstermiş ve iç savaş
Anadolu denilen toprakların kaderinde yer
almıştı. Selçuklu, Haçlılardan sonra Moğol
ile mücadele ediyor ama yine de Anadolu’yu
imardan da geri durmuyordu. Anadolu
tarihi bir mücadele tarihidir. Bütün sıkıntılara dayanmayı öğütleyen babayiğitler de
mevcuttu coğrafyada. Mevlana, Hacı Bektaş,
Hacı Bayram ve onların yetiştirdikleri veliler,
gaziler, bilginler, alaylar hâlinde Anadolu’yu
yeni güne hazırlayan birer vesile olmuşlardı.
Bu yeni günün müjdecisi ve sözcüsü şüphesiz Anadoluluların deyimiyle Bizim Yunus
olan Yunus Emre’dir.
Anadolu’yu kuran mimar Mevlana, kurucu
mimarın öğütlerini geniş kitlelere, halka
ulaştıran vesile ise Yunus Emre’dir. Her biri
ruhları sıkılmış, izzet-i nefisleri yıkılmış
Anadolu’nun şifa hekimleri olmuştu. Ne
güzel demiş bu durumu Yunus:
“Mevlana Hüdavendigar bize nazar kıldı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.”
Samimi ve yüce gönüllü bir adam Yunus…
Şu ya da bu ekolün adamı değil İslam’ın
şairi. Fizikötesinde Allah ile irtibatlı bir insandır Yunus… Onun sözlerinde peygamberler, sahabiler ve veliler var. İnsanı, namazla,
oruçla kurulacak ahlaka çağırır.
Yunus Emre görklü nazara sahip bir şairdir.
Kader onu Hacı Bektaş dergâhıyla tanıştırır
mayıs 2013 / sayı 269
ama tanışmanın adına nasip demez. Nasip
demeyince buğdaya kanan Yunus için Tapduk Emre kapısı aşk ile açılır:
“Halka Tapduk manisin
Saçtık Elhamdülillah.”
Şair Yunus’un ya da Tapduk’un kapısında
mana saçan Yunus’un gerçek hayatı belirsiz.
Anadolu için Yunus bir masal kahramanı.
Anadolu tarihi erenler ve menakıplarının tarihidir. Neden mi Yunus bir masal kahramanı?
Çünkü Anadolulu için gerçek, bir acıdan ibaret, bir kaybediş. Kaybediş varsa insan masala
ya da kendini ayakta tutacak rüyaya sığınır.
Yunus Anadolulu için bir rüya sığınağıdır.
Yunus’un doğduğu varsayılan bölgede akan
ırmaklar onu sadece Anadolu’ya bağlamaz,
bugünkü Özbek coğrafyası olan Horasan
nehirlerine bağlar. Gönlünde Horasan neşesi
olan insandır Yunus. Ya da şöyle demek lazım
gelir: Horasan’a hasret gönüllerin sözcüsüdür.
Anadolu’nun masalında 40 önemli bir sayı
dizgesidir. Üç gibi, yedi gibi. Kırklar meclis-i
irfanidir, rüya masalının zirveleridir. Aynı
zamanda insanın değişmesini simgeler.
Yunus Emre için Tapduk kapısı nasip olunca
o kapıya 40 adet odun taşımasını dergâhtaki
eğitimine bağlamak lazım. İnsan mademki
40 günde bir değişir, Yunus da dergâhta 1600
gün eğitim görmüş demektir. Bazılarının
görüşüne göre de bu rakam dergâha taşınan
40 yeni dervişi simgeler ki buna sözümüz
Yunusça olur, bunu da kabul eyleriz.
Demler son demlerdir, Yunus şu ya da bu
sebepten amma illaki ilahî takdir mucibince
40 miktarınca hizmet ettiği Tapduktan ayrı
düşüp Tapduk’un huzuruna yolunu tekrar
düşürünce demlerin sonundadır.
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
“Daşdun yine deli gönül sular gibi çağlar musun?
Akdun yine kanlu yaşum yollarımı bağlar musun?”
Anadolulu için çağ yalnızlık çağıdır, elbette o
yalnızlıkta Yunus Emre vatanından ayrı kalan
Anadolulu gibi Taptuk’tan ayrı kalmanın acısını terennüm eder, onun sözleri tevriyelidir:
“Acep şu yirde varm’ola şöyle garip bencileyin
Bağrı başlu gözi yaşlu şöyle garip bencileyin.”
Zamanını ve sıkıntıları dile getiren Yunus
der ki:
“Müslümanlar Müslümanlar
Bu ne acep zaman oldu
İşareti bilenlere
Kıyametten nişan oldu.”
Dünya ve sıkıntıları ancak bu kadar sade ve
güzel dile gelir.
Yunus Anadolu seyahatinde evlere misafir
olur, günüllerin huzuru için sohbet diler,
sohbet eyler. Onun gittiği evler yeniden
dirilişe kapı aralar:
“İşidün yarenler eve dervişler geldi
Can şükrane virelüm eve dervişler geldi.”
Yunus, Tapduk’un kapısına dönmek için
niyetlenmiştir ama artık eski başı taçlı bir
derviş değildir. Tac u hırkayı terk eyleyen
Yunus hâlini şöyle dile getirir:
“Dervişlik dedikleri hırka ile tac değil
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac değil.”
Bu sözleri söyleyen Yunus halka dönmenin,
halk ile olmanın söz ile keyfini dile getirmektedir. Halk ile olan Hak ile olur ve onun
da renge ve şan belirten ifadelere görsel ya
da yazılı olsun ihtiyacı yoktur.
Ramazan olur Yunus konuşur, bal dile gelir
Yunus konuşur, gaflet uykusu insana çöker
Yunus konuşur, namaz vakti gelir Yunus
konuşur:
“Peygambere arz olundu
Gafil olma kıl namazı
Üstümüze farz olundu
Gafil olma kıl namazı.”
Moğollar sürekli saldırı hâlindedir, Anadolulunun dillerinde ise Yunus’un sözleri gezegendir:
(Türk İslam Süsleme Sanatları, Ömer Faruk
Atabek, Diyanet Vakfı yay. s. 25.)
“Ey dünya benimdir diyen
Dünya senin değildir hey
Benim deme oldun yalan
Dünya senin değildir hey”
Her zor durum karşısında insana iki şeyi
hatırlatır Yunus: Allah’tan ümitli olmak ve
o ümitle Allah’ı zikretmek. Allah’ın rahmet
denizinin büyüklüğünü hatırlatan Yunus’tur.
Yunus’un dili sürekli Allah'a hamdüsena
eden bir dildir. Zahire bakıp zahirde hikmeti
gören gözler onundur:
“Hep baharla açılır
Tespih okur çiçekler
Birbirinde seçilir
Tesbih okur çiçekler.”
Ondaki hâli yaşamak bugünün insanı için
ne ifade eder? Sorusu satırları aşıp sadırlarda
karşılığı olan öznel bir cevabı söyler bize.
Besteleri ile zevklenen bizler için Yunus dili
güzel, ama anlayışı bize uzaksa o zaman düşünmek bize şart olur. Onu anlayacak olanlar ise bu sesi duyan ve kendinden utanarak
gerçekten sahibine sığınanlardır.
mayıs 2013 / sayı 269
59
60
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
Adaletli Hükümdar: Fatih
O'nun çocukluğu kime nasip olmuştur? Ele avuca sığmayan bu küçük
şehzade, daha on dört yaşında devlet yükünü omuzlayacak kadar kabiliyete
ve kudrete sahipti.
Musa Tektaş
Fatih Sultan Mehmed, bir çağı kapatıp yeni
bir çağı açan, büyük tarihî olayların şanlı
ve kahraman simasıdır. Hiç şüphesiz ki o,
dünyanın yetiştirdiği üstün ve eşsiz devlet
adamlarından biridir. Fatih'e minnettarız;
zira eşi az bulunur bir devlet lideri, kumandan, ilim ve sanat adamı olarak devrinin bütün üstün meziyetlerini benliğinde toplamış
seçkin bir şahsiyettir. O, gerçek ideal örneği
olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in övdüğü mutlu
bir emirdir.
O'nun çocukluğu kime nasip olmuştur? Ele
avuca sığmayan bu küçük şehzade, daha
on dört yaşında devlet yükünü omuzlayacak kadar kabiliyete ve kudrete sahipti. O
çocukluk çağlarında yalnız cengâverlik öğrenmekle yetinmemiş, Molla Gürani, Molla
Hüsrev, Molla Zeyrek, Hocazade, Veliyüddinzade Ahmed, Hatipzade, Hızır Beyoğlu,
Sinan Bey gibi XV. asrın tanınmış bilginlerinden ders okuyarak da kendini her yönü
ile yetiştirmiştir.
mayıs 2013 / sayı 269
Fatih'in şairliği ve edebî yönü de önemlidir.
Avni mahlası ile meydana getirdiği divanı
ince bir zevk, duyuş ve sağlam bir inanışın örneğidir. Aynı şekilde Fatih'in resim,
musiki ve diğer sanat dallarına karşı gösterdiği yakın ilgi, ondaki sanat zevkinin en
güzel belirtileridir. Yarının ümidi imanlı ve
şuurlu gençliğimizin irfan kaynağı üniversite de Fatih'in eseridir. O'nun açtığı okullar,
kurduğu çeşitli medreseler ile Fatih, gerçek
manada Türkiye'de köklü ilim sisteminin
kurulmasına ve şuurlu bir ilim hayatının
doğmasına sebep olmuştur. O, doğu ile
batıyı benliğinde gerçek anlamı ile birleştirmiş eşsiz bir âlimdir. Fatih, dünyayı orduları
ile fethettiği gibi, ilmi ile de fethetmesini
bilmişti.
Zamanı fethetmek
Bir Rum müellifi diyor ki:
Birinci Sultan Murat Bey, Edirne'yi muhasara ettiğinde mevsim yazdır ve üzümler de
kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi
www.panoramikmuze.com
olmuştur. Şehirden ve civardaki bağlardan
herkes, Türkler geldi diye korkup kaçmışlardı. Fakat Edirne'yi almışız, herkese emniyet
gelmiş ve halk da geri dönmüştür. Bittabi
bağları olanlar oraya koşmuş bakmışlar ki
kütüklerde üzüm kalmamış, Türkler hepsini
koparıp yemişler, lakin ne görsünler? Her kütüğün dibinde paraları. Elbette bizden emin
olarak sahipleri gelince, paralarını alsınlar,
hakları kalmasın demişler. Bu ne yüksek
adalettir? Esasen, bir memlekette adaletin ön
şartı, herkesin birbirine karşı âdil olmasıdır.
Çünkü Türkler, gittikleri yere kendi medeniyet ve kültürlerinin başında adaleti götürüyor.
Bunun sırrı, âdil olabilmektir. Adaletimiz
payidar olduğu müddetçe, bu devam etmiştir.
Adaletsizliği görürseniz bildirin
Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethettiğinde, her şeyden önce, insan hakları
korunuyor. Hristiyan halka dinî özgürlük
veriyor. Günümüzde bile o derece müsamaha gösterilmediğinin zaman zaman dünya
milletlerinin yaptığı zulüm ve baskılarından
görüyor, duyuyoruz.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u alınca, bir
gün şehirde dolaşırken mahzen gibi bir
yerde, bir inilti duyar. Adamları oraya gider,
perişan vaziyette iki papaz ile karşılaşırlar. Hapsedilmelerinin sebebini sorarlar.
Papazlar der ki: Biz, İmparator Konstantin'e
müracaat ederek “Memleketin gerilemesine ve bu hâle düşmemize sebep olan, hep
adaletsizliktir. Adaleti tesis et!” dedik. O da
kızdı, bizi hapsetti derler. Osmanlı askerleri,
papazlara artık buradan çıkın dediklerinde:
“Biz yerimizden memnunuz. Adalet olmayan
dünyada artık bizim işimiz yok, bizi rahat
bırakın.” derler. Durum Fatih'e haber verilir.
mayıs 2013 / sayı 269
61
www.panoramikmuze.com
“Onları huzuruma getirin.” buyurur. Papazları temizlerler ve yanına getirirler. Fatih, önce
bunların böyle doğru konuştuklarından
memnun olduğunu, memleketi dolaşmalarını ve bir adaletsizliğe rast gelirlerse derhal
kendisine bildirmelerini söyler.
İki papaz yola çıkarlar. Evvela Bursa'ya giderler. Ne yapalım diye düşünürken, mahkemeye gidip dava dinleyelim diye karara
varırlar. Mahkemeye giderler. Şöyle bir dava
dinlerler:
- Bir davacı der ki, efendim: “Bu adam bana
bir at sattı. Fakat solugandır demedi. Sık sık
hastalanıyordu. Bu cihetle, alışverişi bozmanız için size koştum. Fakat siz makamınızda
yoktunuz, döndüm, baktım, at ölmüş. Ben
şimdi hakkımı arıyorum.” Bunun için hâkim
şu hükmü verir:
sebepten dava etmektedir: Der ki: “Efendim
ben bu adamdan bir tarla satın aldım. Ekin
için kazarken, bir yerde bir define çıktı. Götürdüm verdim, almadı. Bu benim hakkım
değil.” O da, “Ben tarlanın üstünü değil,
altını da sattım senindir.” dedi. Ben de
“Senden tarla aldım, fakat altından çıkan
defineyi alamam, senin hakkındır dedim,
bir türlü kabul etmedi. Ben de bu ihtilafımızı halletmek için, size geldim.” deyince,
hâkim hayretler içinde kalır ve şu kararı
verir: “Öyle ise aranızda, yarı yarıya taksim
edin.” Tarlayı alan, bu hükümden memnun
değildir. Zira tarlayı satanın, bunu tamamen almamasından muzdariptir. Ama emir
böyledir diye boyun eğer.
“Beni yerimde bulsaydınız bu alışverişi bozacaktım. Fakat benim yerimde bulunmamam
dolayısıyla adaleti hemen yerine getiremedim. At da öldü. Binaenaleyh kabahatli
benim. Atın bedelini ben ödeyeceğim.”
Papazlar yine birbirine hayretle bakarak,
“Nereye gitsek, adalet hep böyle. Kâfi, daha
ne diye dolaşalım? Gidip yeni padişahımıza
haber verelim.” deyip, İstanbul'a varırlar ve
huzura gidip, gördüklerini hikâye ederler.
“Nereye gittik ise, hep adalet ile karşılaştık.
Eğer memleketiniz hep böyle idare olunursa,
daima ilerlersiniz.” derler.
Hâkim, kaç para ise verir, davayı halleder.
İki papaz, birbirine bakarak oradan çekilirler. Ne yapalım? İznik'e gidelim, derler.
İznik'te de bir mahkemeye daha varırlar.
Adamın birisi, kendisine bir tarla satanı şu
Bizim fetih ve Fatih’ten anladığımız budur.
Gönülleri fethedemeyenler beldeleri fethedemezler… Adaletli olmayanlar özgürlükten
bahsedemezler. Zulümle ayakta durmak isteyenler sonunda yenilgiden kurtaramazlar…
mayıs 2013 / sayı 269
örnek hayatlar / diyanet aylık dergi
örnek
hayatlar
Örnek Bir Din Adamı: Hafız Ahmet
Karatoprak Hoca
Kur’an Kursu Karatoprak Hoca’nın çalıştığı mekân değil evi, ailesidir. Yirmi
dört saat öğrencilerinin başındadır. Disiplinlidir. Yeri geldiğinde tatlı sert
olmayı becerebilen birisidir.
Mükerrem Üçkan Hz. Hatice Kız Kur'an Kursu Öğreticisi / Bandırma - Balıkesir
Balıkesir maddi ve manevi bolluk ve bereketlerle dolu, insanların kendilerini güvende
hissettiği, huzurlu, aile yapısının korunduğu
küçük, sevimli, bolluk ve bereketiyle tanınan, gelenin bir daha ayrılmayı istemediği
gelenek ve göreneklerine bağlı bir şehirdir.
En köklü geleneklerinden bir tanesi, her
ailenin çocuklarından en az bir tanesinin
hafızlık yapmasıdır. Her yıl yapılan köy hayırlarında hafızlık ve hatim merasimlerinin,
beraber çevre köylerin katılımıyla yapılması,
Kur’an-ı Kerim ve hafızlığa verilen önemin
bir neticesidir. Bu geleneğin oluşmasında
Kur’an-ı Kerim’e canıgönülden hiçbir karşılık
beklemeden hizmet edenlerin emeği çok büyüktür. Bu hizmette emeği geçenlerden bir
tanesi de Hafız Ahmet Karatoprak Hoca’dır.
Hafız Ahmet Karatoprak Hoca 1922 yılında
Balıkesir’in Gönen ilçesinde dünyaya geldi.
Kafkasya kökenli olan babası Abdullah Bey
de hafız idi, annesi Zehra Hanım Rumeli’den
Gönen’e göç eden bir ailenin kızıdır.
Gönenli Mehmet Hoca diye tanıdığımız
Kur’an sevdalısı ve hizmetkârı olan Mehmet
Öğütçü Hoca'nın hafızlığını yaptıran hafız Abdullah Karatoprak, oğlu Ahmet Karatoprak’ın
da hocası olmuştur. Ahmet Karatoprak 12-13
yaşlarında iken babası hafız Abdullah Bey’in
himayesinde hafızlığını tamamlar.
1937 yılında Gönenli hafız Mehmet Öğütçü,
Hafız Ahmet Karatoprak hocamızı İstanbul’a
götürür. İstanbul’da kıraat ilmini tamamlayıp Arapça olarak icazetnamesini alır.
Mehmet Öğütçü Hoca sadece hocası olarak
yer almaz hayatında. Onun için örnek, önder
saygı ve hayranlık duyduğu bir büyüğüdür.
1940 yılında Ahmet Karatoprak Hoca 18 yaşlarında iken İstanbul Fatih Camii’nde müezzin olarak göreve başlar. Sonra Süleymaniye
Camii’nde müezzinliğine devam eder.
Süleymaniye Camii’nde görevi devam ederken Balıkesir Müftüsü Naci Çıkrıkçı Bey açılması düşünülen Kur’an Kursu için Mehmet
mayıs 2013 / sayı 269
63
64
örnek hayatlar / diyanet aylık dergi
Öğütçü Hoca’dan bir öğretici ister. Hocasının
bir sözünü iki etmeyen Ahmet Karatoprak
Hoca’ya Balıkesir yolu görünür.
teklifiyle Balıkesir İmam Hatip okulunda
Kur’an-ı Kerim dersi öğretmeni olarak derslere girmişti.
1948 yılından itibaren Karatoprak Hoca diye
tanındığı Balıkesir’de hizmetleri son güne
kadar devam eder.
Karatoprak Hoca sadece göreviyle değil
çevresiyle de çok ilgiliydi. Balıkesir’de İmam
Hatip Okulunun açılması konusunda büyük
gayret gösterdiği gibi öğrenci
toplanması konusunda köy
köy dolaşarak büyük emeği
geçmiştir. İnsanların dertlerini dinler, sıkıntılarını
paylaşır. İnsanlar onunla
konuşunca hayrı ve doğruyu
tercih ederlerdi. Çevresine
devamlı ümit telkin ederdi.
Balıkesir’de ilk görev yeri
Yeşilli Camii Kur’an Kursudur. Bir süre sonra öğrenci
sayısındaki artış nedeniyle
kurs mekânı yetersiz gelmeye başlar. Karatoprak Hoca
Karaoğlan Camii’ndeki boş
odaların Kur’an eğitimi için
kullanılabileceğini düşünür.
Ancak bu odaların tadilat ve
tamiratının yapılması gerekir. Bütün gayretler seferber
edilir. Ne ki bir süre sonra
burası da yetersiz gelmeye
başlar. Karatoprak Hoca’nın büyük gayret
ve çabalarıyla 1952 yılında Yıldırım Camii
Kur’an Kursu hizmete açılır ve hâlen hizmete
devam etmektedir…
Kur’an Kursu Karatoprak Hoca’nın çalıştığı
mekân değil evi, ailesidir. Yirmi dört saat
öğrencilerinin başındadır. Disiplinlidir. Yeri
geldiğinde tatlı sert olmayı becerebilen
birisidir. Öğrencilerini hafızlığa başlatmadan
önce iki rekât şükür namazı kıldırır.
Öğrencilerine karşı ilmiyle, bilgisiyle olduğu
gibi hâl, hareket davranışlarıyla da örnek bir
insandı.
Temiz ve düzenli giyinmeyi sever, mihraba
geçtiği zaman pantolonunu değiştirirdi. Bu
davranışını yakınları bir süre pantolonunun
ütüsünün bozulmasından korktuğu için yaptığını zannetmişler fakat daha sonra görev
hassasiyetinden kaynaklandığını anlamışlardı. Namazı adab-ı erkân üzere kıldırırdı.
Öğrencileri Karatoprak Hoca’nın minbere
çıkışını, oturuşunu, okuyuşunu dikkatle
takip eder ve onu örnek almaya çalışırlardı.
Türkçeyi çok iyi kullanırdı.
1963 yılında ilkokul diploması olmamasına
rağmen Balıkesir valisi Kazım Arat Bey’in
mayıs 2013 / sayı 269
O yıllarda ciddi manada
çekilen su sıkıntısına karşılık
Balsu derneğinin çalışmalarına destek olmuştur. Balsu
derneğinin görevi iyi vasıflı
içme suyu temin etmek ve bedava hizmet
sunmaktır. Türkiye’de içme suyunu bedava temin eden Balıkesir’den başka hiçbir il
yoktur.
İnsanlara faydalı olmaktan başka hesabı olmayan ve birçok hafız yetiştiren Karatoprak
Hoca aynı zamanda iyi bir şairdi. Kendisine
verilen zamanı en güzel şekilde değerlendiren Karatoprak hocamız, kendisini takip
edenlere de fırsatları iyi değerlendirmelerini
şu beyitle dile getirmiştir:
“Karatoprak söyler sözün, yaşla doldu iki gözün
Hakka yönelt dışın özün, sonra fırsat kalır sanma.”
Her gelen gitmeye, her doğan ölmeye
mahkûm. Allah’tan geldik yine O’na gideceğiz. Bulduklarımızı kaybedeceğiz, kaybettiklerimizin yerine yenileri gelecek, gelenler
iz sürecekler, takip edecekler gidenleri. Ne
var ki görevini tamamlayıp gidenler, eşine
az rastlanır nadir şahsiyetler olunca daha bir
hüzün veriyor insana. Bir Karatoprak Hoca
daha kolay yetişmeyecek belki ama onun
yetiştirdiği öğrencileri izinden yürümeye
gayret edecekler inşallah. Güzel insan, Hafız
Karatoprak Hoca 27 Haziran 2008 tarihinde
aramızdan ayrıldı.
hikmet penceresi / diyanet aylık dergi
hikmet
penceresi
İncitmemek ve İncinmemek
Olgun ve erdemli kişi davranış ve sözlerine öylesine dikkat etmeli ki,
karşısındaki insan onun hakkında kötü düşünme mevkiinde kalmamalı.
Prof. Dr. Mehmet Demirci
Ne güzel söylemişler: “Ne sen bir kimseden
incin, ne senden kimse incinsin.”
olur. Bunlar insanlıkla, güzel ahlakla, bağdaşmayan davranışlardır.
Bir toplum içinde yaşıyoruz. Başkalarıyla
devamlı ilişki ve alışveriş içindeyiz. Dinimizin ahlak kurallarından başlıcası; çevremize
iyi davranmak, kırıp dökmemek, kimseyi
incitmemek. İncitmemenin asgari görüntüsü kimseye fiziki zarar vermemektir. Vurmamak, dövmemektir. Bunun sonrası ise
incitmemek, kalp kırmamaktır.
İncitmek deyince kalp kırmak, gönül yıkmak, insanın ruhunu rencide etmek gibi
daha hassas yönler hatıra gelir. Başkalarına
zarar vermemek, onların bizden emin olması sadece fiili alanla sınırlı değildir.
Sevgili Peygamberimiz Müslümanı şöyle
tarif eder: “Müslüman, elinden ve dilinden
Müslümanların, başka insanların emin
olduğu kimsedir.” (Müslim, İman, 64, 65.) Eliyle
kimseye zarar vermeyen, zorbalık yapmayan,
kaba kuvvetle başkalarını tehdit etmeyen, kırıp dökmeyen kimsedir. İkinci olarak diliyle
zarar vermemek söz konusudur. Dille nasıl
zarar verilir?
Birine karşı ağır konuşulur, hakaret edilir.
Onun dedikodusu yapılır, böylece incitilmiş
Olgun ve erdemli kişi davranış ve sözlerine öylesine dikkat etmeli ki, karşısındaki
insan onun hakkında kötü düşünme mevkiinde kalmamalı. Muhatabının gönlünü
kollamalı şu veya bu şekilde onu incitip
yaralamamalı. Ayrıca kaba ve çiğ davranışlardan kaçınmalı, nazik ve zarif olmalı.
Yunus'un dediği gibi:
“Gönüllerde iğ olmagıl mahfillerde çiğ olmagıl
Çiğ nesnenin ne tadı var gel aşk oduna piş yürü.”
Sahabeden Ümm-i Mektum zaman zaman
Peygamber Efendimiz'in yanına gelir: "Ya
Rasulallah! Allah'ın sana öğrettiklerinden
mayıs 2013 / sayı 269
65
66
hikmet penceresi / diyanet aylık dergi
Yüksek ahlaklı kimseler incitmeme
hususunda titizlikle durmuşlardır.
Onlara göre gönüller nazargâh-ı
ilahîdir. Kim gönül kâbesine zarar
verirse, hakikatte onun sahibini
incitmiş olur.
“Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerine bigâne kalarak
onların gönüllerini kırarlar.”
Yunus Emre daha kestirmeden söyler:
“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.”
İnsan gönlüyle, hele kırık kalplerle oynamaya gelmez. Şu hadis-i şerifler ne kadar ibret
vericidir:
“Mazlumun duasından sakınınız. Zira onun
duasıyla Allah Teala arasında perde yoktur.”
bana da öğret!" diye yalvarırdı. Peygamber
Efendimiz de; o temiz yürekli sahabisini
kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevap
verirdi. Bir gün Kureyş'in ileri gelenlerinden birkaç kişi Peygamberimiz'in yanında
bulunuyordu. Hz. Peygamber de: "Belki
bu Kureyş'in büyüklerine etki edebilirim ümidi içindeydi. Bu sırada doğuştan
âmâ olan Ümm-i Mektum yine geldi. Hz.
Peygamber’in yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı her zamanki
ricasını tekrarladı.
Hz. Peygamber Kureyş’in ileri gelen adamlarıyla meşgul olmak istediğinden yüzünü
onlara çevirdi. Âmâya alaka göstermedi.
Bu yüzden Ümm-i Mektum'un gönlü hafifçe incindi. Bunun üzerine Abese suresinin
başında bulunan iki ayet nazil oldu:
"Âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını
çevirdi." (Abese, 80/1-2.) Tabii Peygamber Efendimiz de üzülmüş oldu. Ümm-i Mektum'u ne
zaman görse: "Ey kendisi için Rabbimin bana
sitem ettiği kimse, merhaba!" diye takılırdı.
(Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, ilgili sure.)
Yüksek ahlaklı kimseler incitmeme hususunda titizlikle durmuşlardır. Onlara göre
gönüller nazargâh-ı ilahîdir. Kim gönül
kâbesine zarar verirse, hakikatte onun sahibini incitmiş olur. Zira "Allah, gönlü kırıklarla beraberdir." Mevlana şöyle der:
mayıs 2013 / sayı 269
(Müslim, İman, 29.)
“Şu üç dua kabul görür: 1- Mazlumun duası,
2- Misafirin duası, 3- Babanın çocuğuna duası.” (Tirmizi, Deavat, 48.)
Sa’di Şirazi Gülistan’da anlatır: Zalim bir
adam vardı, fakirlerin odunlarını zorla alır,
gene zorla zenginlere verirdi. Bu durumu bilen ariflerden birisi o zalim kişiye rastlayınca şöyle dedi: “Sen bir yılansın, kimi görsen
sokarsın yahut bir baykuşsun ki nerede otursan orayı viran edersin. Senin gücün bizlere
yeterse de Allah’a yetmez. Yerdeki insanları
zorlama ki göğe beddua çıkmasın.”
Zalim adam bu sözlerden çok alınmış. Aradan çok geçmemiş, bir gün o zalimin odun
deposu yanmış. Yalnız odunları değil evi
konağı nesi varsa hepsi yanıp kül olmuş.
Bu sırada evvelce ona nasihat eden zat
oradan geçmekteymiş. Ev sahibi başına
toplananlara hayıflanarak söyleniyormuş:
“Bilmiyorum bu ateş benim sarayıma neden
sıçradı?” diyormuş. Arif zat dayanamamış:
“Zavallı fakirlerin gönüllerinde yanan ateşin
dumanından” demiş.
Sa’di ilave eder: Yaralı gönüllerin yanmasından, ahından sakın. Çünkü gönül yarası
tesirlidir. Elinden geldiği kadar bir gönlü
perişan etmemeye, kırmamaya çalış, çünkü
bir ah cihanı alt üst eder.
hikmet penceresi / diyanet aylık dergi
İncinmemek
Kalp kırmamak bir fazilettir; bunun bir üst
basamağı daha vardır: İncinmemek.
İncitmemek biraz daha kolaydır. Dikkatli ve
ahlaklı bir hayat yaşayarak en azından bilerek çevremizi incitmemeyi başarabiliriz.
İncinmemek ise çok defa bizim irademizi
aşar. İnsan kalbi çok hassastır, olmadık
sebeple birden kırılıverir. Bu konuda başarı
gösterebilmek daha kuvvetli bir iman ister.
Bu da Allah’ın birliğine ilaveten O’nun gerçek fail olduğuna inanmayı gerektirir.
Niçin inciniriz? Birisinin bir sözü, bir hareketi,
bir davranışı, hatta bir iması bizi üzer de onun
için. Peki, incinmemeyi nasıl başaracağız?
Şöyle: Bizi üzen, inciten kimsenin bir vasıta
olduğunu, onu yaptıranın gerçekte Yüce
Allah olduğunu düşünerek… Allah’a kızmak,
O’ndan incinmek abes değil midir?
Kelime-i tevhidin çeşitli anlaşılış dereceleri
vardır. "La ilahe illallah" sözünden büyük çoğunluğun anladığı şey “La ma’bude illallah”
yani Allah’tan başka ibadet edecek varlık
yoktur, demektir. Seçkin insanların anladıkları ise buna ilaveten “la faile illallah”tır.
Yani Allah’tan başka gerçek fail yoktur,
demektir. Bunu söz olarak tekrarlamak
kolaydır, ama asıl olan hâl edinmek, yani içselleştirmektir, uygulamaktır. İşte bunu başarabilenler, insanlardan hakaret görünce belki
üzülürler, fakat incinmezler, o fiili Allah’tan
bilirler. Bu adam neden böyle kırıcı bir harekete alet oldu acaba diye üzülürler. Hatta
benim ne gibi bir hatam vardı ki bu bana
reva görüldü? Diye bir muhasebeye girerler.
Öyle söyler Mevlana:
“Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yani
bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış
gibi çileler girse bile onları bahar iklimiyle
kucaklayarak, bütün âleme bir gül olabilmektir.”
Fotoğraf: Burhan Çimen
mayıs 2013 / sayı 269
67
fıkıh
köşesi
Din İşleri Yüksek Kurulundan
Namazdan sonra camide
musafaha yapmak bidat midir?
Musafaha; bir tür hoşgörü, dostluk ve barış
ifadesi olarak tokalaşma şeklinde yapılan bir
muaşeret şeklidir. Hz. Peygamber bu uygulamaya büyük önem vermiş (Buhari, İsti’zan, 27;
Ebu Davud, Edeb, 156.) ve “Birbiriyle karşılaşan
iki Müslüman el sıkıştığında, daha oradan
ayrılmadan günahları affedilir.” (Ebu Davud,
Edeb, 156.) buyurmak suretiyle musafaha
etmeye teşvik etmiştir.
Müslümanlar arasında dostluk, hoşgörü ve
kaynaşmaya vesile olması hasebiyle namaz
sonrasında musafaha yapmakta dinen bir
sakınca yoktur. Ancak namazdan sonra
cami içinde veya dışında musafaha yapmayı cemaatle namazın ayrılmaz bir unsuru
gibi algılayarak topluca yapılan bir merasim
hâline getirmek uygun değildir.
İmam kamet getirebilir mi?
Kamet Hz. Peygamber’in sünnetlerdendir.
(Tirmizi, Salat, 143; Müslim, Mesacid, 5, H. no: 534.)
Dolayısıyla terk edilmesi mekruhtur. Zira o
namaza başlamak için bir hazırlık safhasıdır,
namaza başlanacağını bildiren bir uygulamadır. Bunu görevli bir kimsenin, cemaatten
birinin veya imamın yapması hususunda
sınırlama yoktur. Dolayısı ile namaz kıldıran
bir imamın aynı zamanda kamet getirmesinde bir sakınca yoktur.
mayıs 2013 / sayı 269
Farz namazların öncesinde veya
sonrasında kılınan sünnetlerle
farzların arası açılmalı mı yoksa ara
vermeden mi kılınmalıdır?
Namaz, farzı ve sünneti ile birlikte bütünlük
arz eder. Bu nedenle namazların sünnetleri ile farzı arasının, yemek-içmek ya da
lüzumsuz konuşmalarla açılmaması daha
uygundur. Ancak namazların sünneti ile
farzı arasında tespih, zikir ve Kur’an-ı Kerim
tilavetinde bulunmak yahut sünnetin evde
kılınması hâlinde mescide gidinceye kadar
geçen zaman fasıla (ara verme) sayılmadığı
için farzla sünnet arasında bunları yapmakta
bir sakınca yoktur. Nitekim farz ile sünnet
arasında ‘yemek yemek, çay içmek gibi dünyevi işler’ fasıla sayıldığı için namaz sahih
olsa da bütünlük bozulduğu için sevabının
azalacağı ifade edilmiştir.
Namazda huşu için nelere
dikkat edilmelidir?
Kur’an-ı Kerim’de huşu ile namaz kılmak
müminin ayırıcı niteliklerinden biri olarak
zikredilir. (Mü’minun, 23/2.) Rasulüllah (s.a.s.),
“Namaz gözümün nuru kılındı.” (Malik b.
Enes, Muvatta, II, 427; Nesai, Sünen, İşretü’n-nisa,
3878.) buyurarak namazın özel durumuna
işaret etmektedir. Namazda huşu; dikkati
dağıtacak dış etkenlerden uzak olup kalbin Allah’a bağlanabilmesi ile gerçekleşir.
Kişinin iç dünyasında yaşadıkları, düşünceleri namazındaki huşusunu etkiler
ve davranışlarına da yansır. Bu sebeple
namaz kılarken kişi Allah’ın huzurunda
bulunduğunun bilincinde olmalı, zihin
ve gönül dünyası ile namaza yönelmeli;
sağa sola bakmak, elbisesiyle oynamak ve
tadili erkâna riayet etmemek gibi hâl ve
hareketlerden kaçınmalıdır.
fıkıh köşesi / diyanet aylık dergi
Dizlerinde rahatsızlığı
olanların sandalyede namaz
kılması caiz midir?
Dinimizde sorumluluklar, kulun gücüne
göre belirlenmiş (Bakara, 2/286.); gücü aşan
durumlar için kolaylaştırma ilkesi getirilmiştir. (Bakara, 2/185.) Namazın rükünlerinden
herhangi birini yerine getirmeye engel olan
rahatsızlıklar da kolaylaştırma sebebi sayılmıştır. Buna göre; namazı normal şekli ile
ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için
asıl olan namazını oturarak kılmaktır. Böyle
bir kişi namazını kendi durumuna göre diz
çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) nasıl namaz
kılacağını soran hasta bir sahabiye “Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak,
buna da gücün yetmezse yan üzere kıl.”
(Buhari, Taksiru’s-Salat, 19.) buyurmuştur.
Buna göre ayakta durabilen ve yere oturabildiği hâlde secde edemeyen kimse namaza
ayakta başlar, rükûdan sonra yere oturarak
secdeleri ima ile yapar. Ayakta durabildiği
hâlde oturduktan sonra ayağa kalkamayan
kişi namaza ayakta başlar, secdeden sonra
namazını oturarak tamamlar. Başı ile ima
etmeye gücü yetmeyen kimse namazını
kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle
ima ederek namaz kılamaz. Ayakta durmaya
ve rükû yapmaya gücü yettiği hâlde yere
Farz namazlarını kılmayan veya
namaz borcu ile ölen kişilerin yerine
başkaları bu namazları kılabilir mi?
Sırf bedenle yerine getirilen ibadetlerde başkasının yerine o ibadeti yapmak
geçerli sayılmaz. Bu itibarla bir kimse,
oturamayan kimse namaza ayakta başlar
rükûdan sonra secdeyi tabure ve benzeri
bir şey üzerine oturarak ima ile eda eder.
Ayakta durmaya gücü yetmeyen, ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere
oturamayan kimse namazı tabure, sandalye
ve benzeri bir şey üzerine oturarak rükû ve
secdeleri ima ile yerine getirir.
Son olarak Rabbine ibadet ederken hem
özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Özen ve hassasiyet
eksikliğinden dolayı Rabbine karşı sorumlu
olacağı bilincinde olmalıdır. Bu sebeple
namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler
üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü
mazeretleri kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı asli şekline
uygun olarak kılmaya engel olmayacak
hafif bedeni rahatsızlıklar bu konuda meşru
mazeret olarak görülmemelidir. Öte yandan dinî açıdan zorunlu ve meşru bir sebep
bulunmadıkça camilerde sandalyede namaz
kılmak, göze hoş gelmeyen bir görüntü
ortaya çıkarmakta ve cemaat arasında tartışmalara sebep olmaktadır. Özellikle üzerinde
namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar
hâlinde sabit oturakların yapılması, cami
doku ve kültürüyle bağdaşmamaktadır. Bu
sebeple hastalık ve özürlülük gibi herhangi
bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, zorunlu
olmadıkça namazlarını sandalyede değil,
yere oturarak kılmaları uygundur.
vefat etmiş veya hayatta olan bir yakınının kılmadığı farz namazları, onun adına
kılamaz. Dolayısıyla herkes hayatta ve
sağlığı yerinde iken ibadetlerini yerine getirmeye özen göstermeli, Allah’ın
huzuruna borçlu olarak gitmemeye gayret
etmelidir.
mayıs 2013 / sayı 269
69
islamla
yeniden
doğanlar
“Niçin Buradayım, Nereden Geldim ve
Öldükten Sonra Nereye Gideceğim?”
Robert
Genç bir delikanlı iken, yıldızları ve güneşi düşünürdüm; nereden geldiler,
yaratıldılar mı? Tabii sürekli zihnimi kurcalayan bu soruların cevaplarını
bulamazdım ve kafam karışırdı.
Haz. Aydoğan Arı • Yusuf Karabulut
1964’te Londra’da doğdum. Annem ve
babam işçi sınıfındandı. Annem Katolikti,
babam ise İngiliz kilisesine bağlıydı. Dindar
sayılmazlardı. Dolayısıyla evimizde dinî bir
atmosfer olmadı. Ortaokulda din ile ilgili bir
şeyler öğrenmeye başladım; fakat bu bilgiler
insanlara yardım etmeme yardımcı olacak
kadar fazla değildi. Hayatla ilgili net fikirlerim yoktu, belki içten içe birtakım cevaplar
arıyordum. Çalışıyordum, arkadaşlarımla
dışarı çıkıyordum; ama tamamen mutlu
değildim. Ancak neyin eksik olduğunu da
bilmiyordum (şimdi eksiğin ne olduğunu
anladım). Sanıyordum ki her şeyim var ve
derdim tasam yok.
Genç bir delikanlı iken, yıldızları ve güneşi
düşünürdüm; nereden geldiler, yaratıldılar
mı? Tabii sürekli zihnimi kurcalayan bu
mayıs 2013 / sayı 269
soruların cevaplarını bulamazdım ve kafam
karışırdı. Din hakkında pek fazla bilgiye sahip değildim. Mesela, Sih ile Hindu
arasındaki farkı sorsanız bilmezdim. Benim
için din dindi ve aralarındaki farkları ayırt
edemezdim. Din konusunda tamamen
cahildim.
Dinle ilk temasım eşim kanalıyla oldu.
Eşimle ilk kez Londra’da tren istasyonunda
ve hayli ilginç bir şekilde karşılaştım. Orada
onunla tanıştık ve görüşmeye başladık. Filistinliydi ve Filistin sorunu ile ilgili arada bir
konuştuğu olurdu. Filistin benim daha önce
hiç ilgilenmediğim bir konuydu. Zamanla
birbirimizi daha fazla tanımaya başladık.
İlerleyen zamanlarda bana Müslüman olduğunu söyledi. İslam hakkında bazı şeyler anlatıyordu; ama o zamanlar hiçbir dinle ilgim
islamla yeniden doğanlar / diyanet aylık dergi
olmadığı için anlattıklarını pek dinlemiyordum. Bana bazı kitaplar vermek istedi. İslam
hakkında daha fazla konuşmak istediğinde,
“Bu konuyu geçelim, ilgimi çekmiyor” diyordum. Aslında beni Müslümanlaştırmaya
çalışmıyordu, sadece İslam’dan bahsediyordu. İlk tanışmamızdan iki ay sonra evlendik.
Evlendikten sonra üzerimde herhangi bir
dinî baskısı olmadı; ama sürekli bana bazı
şeyleri anlatmaya çalışıyordu. Dediğim gibi
ben bunlarla pek ilgilenmiyordum. İbadetlerini de pek yerine getirmiyordu (Hâlâ tam
olarak ibadet etmiyor; ama İslam’a bütünüyle
inanıyor).
Müslüman olmamda ilk etken, Müslüman
bir ülkeye, Ürdün’e yaptığım ziyaret oldu.
Eşim amcasıyla görüşmek istiyordu. Sadece
Ürdün’de bir amcasının yaşadığını biliyordu; ama adresini bilmiyordu. Amcasına
ulaşmak için Lübnan’daki kız kardeşinden
yardım istedi. Bu vesileyle 1998 Haziranında tatilde Ürdün’e gittik. Amcası benimle
tanışınca, yeğeninin eşinin de Müslüman
olması gerektiğini düşünerek beni İslam’a
davet etti. İslam’la ilgili pek çok şey anlattılar; ama ben hâlâ ilgisizdim. Orada
bulunduğum süre içinde insanların birbiriyle ilişkileri ve yaşayışları beni etkiledi.
Örneğin bir otobüs durağına gittiğinizde
erkekler hemen kalkıp bayanlara yer veriyorlardı. Bir de orada tanıştığım Filistinli bir
entelektüelden oldukça etkilendim. Onunla
komünizm, kapitalizm, İslam ve diğer birçok
din ve ideoloji hakkında konuştuk. Bana
son derece mantıklı bir şekilde diğer din ve
ideolojilerdeki yanlışlıkları ve İslam’ın tek
ve gerçek yol olduğunu anlattı; şunu vurguladı: “Sen Müslümanlara değil, İslam’a bakmalısın ve onu anlamaya çalışmalısın. Eğer
Müslümanlara bakarsan İslam’la ilgili doğru
sonuçlara varamazsın!” Gördüklerimin ve o
Filistinli entelektüelin etkisiyle şu üç soru
ile karşı karşıya kaldım: “Niçin buradayım?”,
“Nereden geldim?” ve “Öldükten sonra
Filistinli bir entelektüelden oldukça
etkilendim. Onunla komünizm,
kapitalizm, İslam ve diğer birçok din
ve ideoloji hakkında konuştuk.
nereye gideceğim?” O Filistinli entelektüel,
beni daha önce kimsenin sormadığı bu üç
soruyla karşı karşıya bıraktı. Hâlbuki daha
önce de dindar Müslümanlarla karşılaşmıştım; ama onların dini anlatma ve dava kaygıları yoktu. O bana, bir yaratıcının olması
gerektiğini, bu kadar fani ve sınırlı olan
eşyanın kendi kendisine var olamayacağını
anlattı. Ürdün’de beş hafta kaldık. Filistinli
entelektüelle konuştuktan kısa bir müddet
sonra Müslüman olmaya ikna oldum ve
orada kelime-i şahadet getirerek yirmi dört
yaşımda İslam’a girdim.
İslam’a girince hayatıma bazı yeni kurallar
getirmem gerekiyordu. Yeni alışkanlıklar
geliştirecek ve bazı alışkanlıklarımı terk
edecektim. Ama çok mutluydum; çünkü tüm
bunlar hayatımı daha iyiye doğru değiştirecekti. Artık hayatımı Allah’ın rızasına göre
şekillendirecektim ve yaşamak için bir sebebim olacaktı. Derhal içkiyi bıraktım, kumarı
ve diğer haramları terk ettim. Namaza başlamak istedim ama başlangıçta çok zorlandım.
Fakat Müslüman olduktan altı hafta sonra
düzenli olarak namaz kılıyordum. Ürdün’den
ayrılırken bana Londra’daki Müslümanlarla
ilişki kurmamı, aksi takdirde inancımın
zayıflayabileceğini söylediler.
Londra’ya dönünce çok hoş kardeşlerle tanıştım. Döndükten birkaç hafta sonra eşim
bana İslami bir isim seçti. Annem Müslüman olduğumu öğrenince tabii şok oldu,
Ürdün’de beynimi yıkadıklarını düşündü.
mayıs 2013 / sayı 269
71
Bunun geçici bir gençlik hevesi olduğunu
ve altı-yedi haftada atlatacağımı zannediyordu. İslam’ın ne kadar ciddi bir şey olduğunu ve benim bu konudaki ciddiyetimi
anlamamıştı. Daha sonra benim Müslüman olduğumu kabul etti. İlk Müslüman
olduğumda ona anlatamadığım İslam’la
ilgili bazı şeyleri artık anlatabiliyorum.
Aslında doğru bulduğu birçok nokta
da var. Anne-oğul olarak çok güzel bir
ilişkimiz oldu. Arkadaşlarım da şok oldu,
birdenbire onlarla eskisinden çok daha az
vakit geçirmeye başladım. Söyledikleri şey
şu: “Sen artık bir Müslümansın, bizimle
çıkmıyor ve içki içmiyorsun.” Bu durumu
hazmedemediler. Onlar için bir yabancı
oldum, birkaç hafta sonra artık bana pek
uğramamaya başladılar. Ben de onlara
aynı şekilde davranmaya başladım. En
yakın arkadaşımı yaklaşık iki yıldır görmedim. Müslüman oldum diye benimle
ilişkisini kesti.
İnsanlar bir İngiliz’in İslam’ı seçmesini
anlamakta zorlanıyorlar. Her şeyden önce,
hem sosyal etkilerle hem de medya ile
İslam’ı reddetmeye programlanmışlar.
Medya İslam’ı çarpıtarak sunuyor. Bu yüzden de bir İngiliz’in Müslüman olmasını
anlamak onlar için çok zor. Şu an çalıştığım yerde iki yıldır bulunuyorum ve ilk
altı ay onlara Müslüman olduğumu söylemedim. Çünkü beni öncelikle birey olarak
tanımalarını istiyordum. İlk tanışmamızda
Müslüman’ım deseydim benimle ilişkilerini bir anda kesebilirlerdi. Şu anda insanların çoğu ile ilişkim gayet iyi. Aslında bana
dinimle ilgili daha çok soru sormalarını
bekliyorum; ama pek soru sormuyorlar.
Genelde sorular Selman Rüştü olayı veya
Körfez Savaşı ile ilgili oluyor. İslam’ı sadece
namaz, oruç ve hacdan ibaret bir din olarak değil, bir dünya görüşü olarak algılıyorum. İslam, bireyin tüm hayatını ve her
hareketini kuşatır.
mayıs 2013 / sayı 269
dağarcık / diyanet aylık dergi
dağarcık
Modern zamanların yeni fobisi:
Nomofobi
İletişim imkânından mahrum kalma korkusu’ olarak tanımlanan nomofobi,
telefonun şarjı bittiğinde, kontör kalmadığında veya kapsama alanı dışına
çıkıldığında duyulan yüksek endişe olarak açıklanmaktadır.
Dr. İlhami Ayrancı
Fobi, korkuyu gerektirmeyen basit durum
veya nesnelere karşı duyulan aşırı korkudur.
Fobilerimiz arasında en yaygın olanının ‘topluluk karşısında konuşma korkusu’ anlamına
gelen ‘glosofobi’ olduğu söylenir. Bununla
birlikte toplumda yaygın olarak karşılaşılan
dişçiye gitme, MR cihazına girme, kapalı
yerlerde kalmaktan endişe etme, yükseklik
korkusu gibi baskı oluşturan bunca korkumuz varken son yıllarda bir yenisi daha
eklendi; Nomofobi.
Nomofobi, glosofobiyi de geride bırakarak
çağımız insanı için en yaygın fobi olma
yolunda.
İngilizce "no mobile phobia" ‘cep telefonuyla
iletişim imkânından mahrum kalma korkusu’
olarak tanımlanan nomofobi, telefonun şarjı
bittiğinde, kontör kalmadığında veya kapsama alanı dışına çıkıldığında duyulan yüksek
endişe olarak açıklanmaktadır. Tabii olarak
bu durum telefon sahibinin gündelik hayatını da etkilemekte.
Bir kimse, telefonunu kaybetmekten aşırı kaygılanıyor,
hatta gerektiğinde bile kapatamıyorsa, kısa aralıklarla
‘cevapsız arama veya mesaj
var mı’ diye kontrol ediyor, kapsama alanında
olup olmadığını veya
şarjını kontrol etmek
için sürekli telefonuna
bakıyorsa, takıntılı
bir biçimde cep
telefonunun yanında olup olmadığını
kontrol ediyorsa, o
kimse modern çağın yeni
fobisi 'Nomofobi' ile karşı
karşıya demektir.
mayıs 2013 / sayı 269
73
74
dağarcık / diyanet aylık dergi
Nomofobi, -son 15-20 yılda hayatımıza girmesi sebebi ile- nispeten yeni bir olgudur. Esas itibarıyla, cep telefonu yoluyla iletişimden kopmaktan aşırı korkmaktır. "Telefonsuz ne yaparım?"
korkusudur bu! Telefona bu kadar önem verilmesine gerekçe
olarak; ‘aileleri ve arkadaşlarıyla temas halinde olma isteği’
gösterilmektedir.
Cep telefonlarına bağımlılık öyle bir boyuta taşınmakta ki,
telefonun nereye konulduğunun bir an için bile hatırlanamaması insanın strese girmesine, göğüs ağrılarına, kalp çarpıntısına
sebep olabilmektedir. Artık telefonlar, uyurken bile başucuna,
hatta yastığın altına konularak baş tacı edilmekte, uyanıldığı
andan itibaren gün boyunca sürekli ekranına bakılarak cevapsız
bir aramanın, kaçırılmış bir mesaj veya mailin olup/olmadığı
kontrol edilmektedir.
Cep telefonları hayatımıza o kadar girdi ki; yanımızda olmadığı
zaman kendimizde bir eksiklik hissediyoruz. Evden çıkarken
yanımıza alıp almadığımızı kontrol ediyor, evde unuttuğumuzda ya da kaybettiğimizde ise içimizi bir sıkıntı basıyor, strese
giriyoruz. Bu kaygının sebebi cep telefonunun kaybolmasından
daha çok iletişimin kesilmesidir.
Akıllı telefonların ortaya çıkışıyla nomofobik durum iyice
büyüyerek sınırsız bir hâl aldı. İnsanımızın akıllı telefon kanalı
ile türlü türlü hizmete erişim imkânı var. Neredeyim, yakında
bir lokanta var mı, biletimi nereden alabilirim, tatilde nereye
gidebilirim?...” Bütün bunlar, hatta çok daha fazlası da mümkün.
Telefon varsa, endişeye mahal yok!
Akıllı telefona bağımlılığı anlayabiliyoruz. Çünkü her şeyimiz
onun içinde. Yokluğu durumunda kendimizi neredeyse dünyadan tamamen kopuk hissetmekte, boşlukta kalmaktayız. Çünkü
artık aradığımız her türlü bilgiyi, hatta seyahat hâlinde yolumuzu bile telefon ekranına bakarak bulabiliyoruz.
Bağımlı olma durumu öyle bir hâle gelmiştir ki, araba kullanırken, toplantıda, çarşı pazarda telefonumuz kulağımızda yürümekte, selamımızı baş işareti ile vermekteyiz. Eş/dostla sohbet
ederken ya da önemli bir toplantıdayken bile telefonla konuşmaktan çekinmiyoruz. Telefonumuz vazgeçilmezimizdir artık.
Ulaşım araçlarında bile herkesin elinde bir telefon konuşuyor,
mesajlaşıyor, müzik dinliyor, internette geziniyor…
Çalan telefonu için camiden çıkanlar, toplantıda, derste, yemekte, muayenehanede telefonla konuşanlara şahit olmak sıradan
hadiseler bu günlerde.
mayıs 2013 / sayı 269
dağarcık / diyanet aylık dergi
Eskiden insanlar, 'bilgisayarımın kölesi olmak istemiyorum.
Bilgisayar beni ailemden, hayatımdan koparıyor' diyordu. Bugün
ise, “telefonum benim bir parçam. Hayatımı dolduruyor, kolaylaştırıyor ve zenginleştiriyor. Yakınlarımla her istediğim anda
iletişim kurmama hatta gerekirse fotoğraf veya canlı yayın ile
ânı sevdiklerimle paylaşmamı sağlıyor…” diyorlar.
Neticede; teknolojiden korkulan bir dönemden, teknolojisiz kalmaktan korktuğumuz bir sürece gelmiş bulunuyoruz. Çağımızın
en büyük icatlarından biri olan cep telefonları, hayatımızın
vazgeçilmezi hâline gelmiştir. Bunu kabullenmekten başka yol
görünmüyor.
Uzmanlar, kullanıcıların telefonla günde en fazla kaç dakika
konuşacakları ve hangi konularda dikkatli olmaları konularında
uyarılarını yaparlarken, biz yetişkinler, telefon kullanımı konusunda da çocuklarımıza olumsuz örnek olmaktayız.
Sorumluluk bilinci yeterince gelişmemiş de olsa, aileler ilköğretim 1. sınıfa giden çocuklarına -aradıkları her an ulaşabilmek için- cep telefonu almaktan çekinmiyor. Bu yaşlardaki
çocukların telefonunu muhafaza etmesi bir dert iken, derste
zihninin ve gözünün telefonda olması da ayrı bir konu/sorundur. Artık çocuklar ders aralarında temiz hava almak, arkadaşlarıyla oyun oynamak veya sohbet etmek yerine, sıralarında
oturup telefonlarıyla oynamayı tercih ediyorlar.
Cep telefonuna bu kadar bağımlı olan çocuklarımız, zamanla okulların rehberlik servisinin kapısını aşındırmakta, psikologlar/rehber öğretmenler eskiden öğrencilerin; “tahtaya
çıkmaktan, parmak kaldırmaktan, iğne yaptırmaktan, zayıf
not almaktan, sınavlarda heyecanlanmaktan korkmak/çekinmek…” gibi sorunları konularında görüşme yaparken şimdilerde;
“nomofobi”li öğrencilerin sorunlarına çare aramakla meşguller.
Hâsılı, iletişim çağında her gün biraz daha yalnızlaşan insanımız, mutluluğu telefonlarda/elektronik iletişimde aramakta.
Anneciğinin, dedeciğinin kucağından uzaklaşan çocuklarımız,
dost sohbetlerine yabancı kalan gençlerimiz odalarına kapanmakta, orada tek başına dünyanın dört bir yanına yelken
açmakta. Elektronik ortamda her yöne açıldık. Avustralya’daki
arkadaşımız ile yazışmakta, Kanada ile elektronik ortamda
iletişim kurmaktayız. Kim bilir, sanal âlemde konuşup/yazışıp
durduğumuz kimseler yanımıza gelseler, onlar yanı başımızda
otururken bile bizler elektronik ortamda iletişim kuracak yeni
kimseler arayacağız! Çünkü çağımız iletişim çağı. İletişim ancak
yalnızca elektronik ortamda!
Fotoğraf: Burhan Çimen
Yani dünyaya açık, eşimize, ev halkımıza, mesai arkadaşlarımıza, dostlarımıza, kapalı!
mayıs 2013 / sayı 269
75
kürsüden
Sıla-i Rahmin Önemi
Sıla-i rahim; akrabalara iyilik etmek, imkân ölçüsünde sıkıntılarına kol-kanat
germek, ihtiyacı olanlara tasadduk etmek, hasta olanları ziyaret etmek,
davetlerine icabet etmek, sevinç ve üzüntülerini paylaşmak ve akrabalar arası
ilişkileri güçlendirecek her türlü çabayı göstermek olarak tanımlanabilir.
Üzeyir Öztürk
I. Plan
III. Özet sunum
a) Sıla-i rahim kavramı.
İslam, Müslüman bireyi en yakınındakilerden başlayarak çevresindeki insanlara karşı
sorumlu tutmuştur. Akrabaların yakınlığına
göre bu hak ve sorumluluklar maddi ve
manevi olarak farklılık göstermektedir. Bu
hakları gözetmek sıla-i rahim kavramı ile
ifade edilmiştir. Rahim sözcüğü asıl olarak kadının rahmi manasında olup, istiare
ile akrabalık için kullanılmıştır. Rahim
ile kastedilen; kadın ve erkeğin ana ve
baba tarafından akrabalarıdır. Sıla-i rahim;
akrabalara iyilik etmek, imkân ölçüsünde
sıkıntılarına kol-kanat germek, ihtiyacı olanlara tasadduk etmek, hasta olanları ziyaret
etmek, davetlerine icabet etmek, sevinç ve
üzüntülerini paylaşmak ve akrabalar arası
ilişkileri güçlendirecek her türlü çabayı
göstermek olarak tanımlanabilir. Bir kutsi
hadiste Allah’ın Rahman ismi ile akrabalık
ilişkileri anlamındaki rahim sözcüğünün
birlikte zikredilmesi sıla-i rahmin önemini
ortaya koymaktadır.
b) Kur’an-ı Kerim’de sıla-i rahim.
c) Hadislerde sıla-i rahim
d) Sıla-i rahmin faydaları.
e) Sıla-i rahmi terk etmenin zararları.
II. İşleniş
Önce “sıla-i rahim” teriminin tanımı yapılır.
Rahim kelimesinin Allah’ın Rahman ismiyle
ilgisinden bahsedilir. Kur’an-ı Kerim’deki
akrabalık ilişkilerinden bahseden ayetler
üzerinde durulur. Akrabalığın dereceleri
anlatıldıktan sonra akrabaların maddi ve
manevi haklarına değinilir. Daha sonra sıla-i
rahmin faydası, terkinin zararları ifade edilip, Hz. Peygamber’in hayatından örneklerle
akrabalarla iyi ilişkiler kurmanın önemi
anlatılarak günümüzdeki akrabalık ilişkileri
üzerinde durulur ve akrabalık ilişkilerinin
zayıflamasının sebep ve sonuçları ele alınır.
mayıs 2013 / sayı 269
kürsüden / diyanet aylık dergi
Kişinin durumuna göre hükmü değişmekle
beraber, sılayırahmin normal şartlarda vacip
olduğu aile bağlarını koparmak anlamındaki
kat’i rahimin ise büyük günahlardan olduğu
ifade edilmiştir. Bu şekilde akrabaları ile
ilişkiyi sürdüren kişiyi insanların sevgisi,
Allah’ın rızası ve mükâfatı beklemektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) sıla-i rahim yapanı rızkının bereketleneceği ve ömrünün uzayacağı
ile müjdelemektedir.
Hz. Peygamber de söz ve davranışlarında
sıla-i rahim üzerinde çokça durmuş, sılayırahmi imanla ilişkilendirmiştir. Bir hadiste;
Allah’a ve ahiret gününe inananların; misafire ikram etmesi, sıla-i rahim yapması ve
güzel söz söylemesi istenmiş ve bu davranışlarla iman arasında ilişki kurularak, insanlar
arasında yardımlaşmanın gerçekleşmesine
ve sapasağlam bir toplum ve aile yapısına
vesile olacak unsurlara dikkat çekilmiştir.
Ayrıca akraba ile ilişkileri devam ettirmenin
sadece ilişki kuranla, bu ilişkiyi sürdürmek
değil; gelmeyene gitmek, vermeyene vermek,
hatta kötülük yapana bile iyilik yapmak
suretiyle hasıl olacağı ifade edilmiştir.
Başka bir hadiste de sılayırahmin dünyadaki
boyutunun yanında uhrevi faydalarından
söz edilmektedir: “Ey insanlar! Selamı yayın,
yemek yedirin, sıla-i rahim yapın (akraba
ilişkilerini gözetin) insanlar uyurken siz namaz kılın ki selametle cennete girebilesiniz.”
buyrularak sılayırahmin cennete girmeye bir
sebep olduğu ifade edilmektedir.
Sıla-i rahim kavramının karşısında kat’ı rahim
bulunmaktadır. Kat’ı rahim, sıla-i rahmi,
ihsanı ve akrabaya iyilik etmeyi terk etmek
demektir. Hadislerde sıla-i rahim üzerinde
önemle durulup büyük mükâfatlar vaat
edildiği gibi, kat’ı rahimden sakındırılmış
ve büyük günahlardan olduğu bildirilmiştir.
Kur’an’da akraba ile ilişkiyi kesene lanet edilmiştir. (Bakara, 2/26-27; Muhammed, 47/22-23.) Aile
bağlarını koparan, düşkün yakınlara yardım
elini uzatmayan, onlara sırt çevirenlerle ilgili
birtakım cezaların terettüp edeceği üzerinde
durulmuş hatta kat’ı rahmin insanlar arasındaki bağların kopmasına insanlar arasında
kin ve düşmanlığın yayılmasına, akrabalar
arasındaki bağların çözülmesine neden olacağı ifade edilmiştir. (Muhammed, 47/22-23.)
IV. Konuyla ilgili bazı ayetler
“Onlar, Allah'a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah'ın korunmasını
emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve
ahlaki bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde
bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara, 2/27.)
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve
ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler
ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz
Allah'tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde
gözeticidir. (Nisa, 4/1.)
“Allah'a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak
koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere,
yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya,
yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 4/36.)
“Allah'a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden
sonra bozanlar, Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar
ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte
lanet onlara, yurdun kötüsü (cehennem) de
onlaradır.” (Ra’d, 13/25.)
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı,
fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp
tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90.)
“İçinizden varlık ve servet sahibi kimseler
yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda
hicret edenlere (kendi mallarından bir şey)
vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar
affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah'ın sizi bağışlamasını arzu
etmez misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir.” (Nur, 24/ 22.)
“Nebi, müminlere kendi nefislerinden önce
gelir. O'nun hanımları da onların analarıdır.
Aralarında akrabalık bağı olanlar, Allah'ın
mayıs 2013 / sayı 269
77
78
kürsüden / diyanet aylık dergi
kitabında birbirlerine, diğer müminlerden
ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak
dostlarınıza bir maruf (uygun bir vasiyet)
yapmanız müstesnadır. Bu, kitapta yazılıdır.”
"Akrabalık ilişkilerinizi sürdürebilmeniz
için neseplerinizi (sülalenizi) tanıyın. Zira
sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk,
ömürde uzamadır." (Tirmizi, Birr, 49.)
(Ahzab, 33/6. Ayrıca bkz. Nisa, 4/8; Enfal, 8/75; Rum,
30/38; Şura, 42/23.)
(Sebepsiz) akraba ziyaretini kesen (ve bunu
helal sayan) kimse cennete giremez, buyurduğunu işittim, dediği rivayet olunmuştur.
V. Konuyla ilgili bazı hadisler
“Rahim, arşa asılıdır ve (hâl diliyle) şöyle der:
Benimle ilişkisini sürdürenle Allah da ilişkisini sürdürsün; benimle ilişkiyi kesenden
Allah da ilişkisini kessin.” (Müslim, Birr, 17.)
“Akrabalık bağı Rahman’ın verdiği, (cennete
uzanan) bir koldur. Allah Teala şöyle buyurur: “Kim seni gözetirse ben de onu gözetirim, kim de seninle ilişkisini keserse ben de
onunla ilişkimi keserim.” (Buhari, Edeb, 13.)
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse
misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret
gününe iman eden kimse akrabasına iyilik
etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden
kimse ya hayır söylesin ya sussun.” (Buhari,
Edeb, 85; Müslim, İman, 74, 75.)
“Bir adam: Ya Rasulallah! Benim akrabam
var. Ben kendilerini ziyaret ediyorum, onlar
bana gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik
ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben
onlara anlayışlı davranıyorum, onlarsa bana
kaba davranıyorlar, dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Eğer dediğin
gibi isen, (görünüşe göre) onlar senin iyi
davranışların altında eziliyorlar. Sen böyle
davrandıkça, Allah’ın yardımı seninledir.”
(Müslim, Birr, 22.) buyurdu.
“Rızkının çoğalmasını, ömrünün uzamasını
isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin.”
(Buhari, Edeb, 12, Büyu, 13; Müslim, Birr, 20, 21.)
“Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya
verilen sadaka ise iki sadaka yerine geçer:
Biri sadaka sevabı, öteki de akrabayı koruyup gözetme sevabıdır.” (Tirmizi, Zekât, 26.)
“Kim, rızkının Allah tarafından genişletilmesini, ecelinin geciktirilmesini isterse sıla-i
rahim yapsın.” (Ebu Davud, Zekât, 45.)
mayıs 2013 / sayı 269
(Tirmizi, Birr, 10; Ebu Davud, Zekât, 45.)
“Akrabadan gelen iyiliğe misliyle karşılık
veren kimse tam manasıyla akrabasına sıla
etmiş değildir. Gerçek sıla, kendisiyle ilgiyi
kesenleri görüp gözetmektir.” (Buhari, Edeb, 15.)
VI. Konuyla ilgili bazı hikmetli sözler
Akrabalar arasındaki düşmanlık ormana
düşen ateşten farksızdır. (Hz. Ebu Bekir)
Komşusu, akrabası ve arkadaşı tarafından iyi
denen kimse gerçekten iyidir. (Hz. Ömer)
VII. Verilebilecek mesajlar
- Sıla-i rahim dinî bir görevdir.
- Sıla-i rahim hem dünyevi hem de uhrevi
öneme sahiptir.
- Asıl akrabalığı gözetmek, sönen ilişkileri
yeniden canlandırmakla olur.
- Aile büyükleri sıla-i rahim konusunda
örnek olmalıdır.
VIII. Yararlanılabilecek diğer bazı
kaynaklar
• Nevevî, Riyazü’s-Salihin, Ter. Hasan Hüsnü
Erdem ve Kıvamuddin Burslan, DİB Yayınları, Ankara 1972.
• Türkçe Tercüme ve Şerhi: Riyazü’s-Salihîn
Peygamber Efendimizden Hayat Ölçüleri,
Hazırlayanlar. Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir,
Prof. Dr. İsmail L. Çakan, Doç. Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul 1997.
• Dr. Yaşar Yiğit, “Unutulmaya Yüz Tutan
Değerlerimizden Sıla-i Rahim” Diyanet Aylık
Dergi, sy. 165, Eylül 2004.
• Vecdi Akyüz, “Akraba” md., DİA, II, 285-287.
• Mustafa Çağrıcı, “Sıla-i Rahim” md. DİA,
XXXVII, 112-113.
kitap tanıtımı / diyanet aylık dergi
kitap
tanıtımı
79
Uğur Yılmaz Diyanet İşleri Uzman Yardımcısı
Tecrid-i Sarih Mütercimi: Kâmil Miras
Prof. Dr. Nesimi Yazıcı tarafından kaleme alınan
“Kâmil Miras Hayatı ve Eserleri” adlı kitap, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından 2. baskısı yapılarak kültür dünyamıza kazandırılmıştır. Osmanlıdan Cumhuriyet’e intikal edip her iki dönemi
de görüp yaşamış vatana, millete ve dinimize
hizmet eden son devir âlimlerimizden Miras,
Afyon’da doğup ilk tahsilini burada tamamladıktan sonra tahsil hayatına İstanbul’da devam
etmiştir. Hayatının sonuna kadar çeşitli eğitim
kurumlarında hoca olarak görev yapan Kâmil
Miras ilmî kişiliğinin yanında her iki dönemde
de milletvekilliği yaparak Türk siyasi tarihinin
önemli şahsiyetleri arasında yer almıştır.
Yazıcı, bu önemli şahsiyetin daha çok
Babanzade’nin başlayıp da ömrünün kifayet etmediği Tecrid-i Sarih’in tercümesini tamamlamasıyla şöhret bulduğunu bildirmektedir. Hâlbuki
hadisçiliği yanında Kelam, İslam Tarihi, Fıkıh ve
usulü ile ilgili eserleri olup döneminde neşredilen
birçok önemli eserin tashihini yaptığı anlatılmaktadır. Ayrıca İslam Ansiklopedisinin tercüme
edilerek yayınlanmaya başlanıp birçok eleştiriye maruz kalmasından sonra alternatif olarak
yayınlanmaya çalışılan aralarında İzmirli İsmail
Hakkı, Ömer Rıza Doğrul ve Eşref Edip’inde
bulunduğu “Tahrir Heyeti” üyesi ve editörü olarak
İslam-Türk Ansiklopedisi’ni çıkarmaya başladığını
ve ilk cildine 58 madde ile katkıda bulunduğunu
mezkûr kitaptan anlamaktayız. Miras’ın, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve bütçesinin
tahsisi, hutbelerin Türkçeleştirilmesi hususunda,
“Hanefi fıkhından mülhem olarak diyebiliriz ki
cumanın teşri buyrulmasındaki yegâne gaye hutbedir. Öbür şartlar, bu hutbeden beklenen irşat ve
tembih gayesinin hakkıyla tahakkuk edilmesini
temine yönelik olan tali şeylerdir.” diyerek döne-
min en önemli olaylarında da etkin bir rol üstlendiğini kitaptan öğrenmekteyiz. Bununla birlikte
İmam Hatip okullarının programını hazırladığını
da görmekteyiz.
Kitabın son kısmında TBMM konuşmalarının
bazıları, arşiv belgeleri ve eserlerinden seçme
makaleler bulunmaktadır. “Kur’an Tercümesi
Hakkında”, “Peygamberimizin Ramazan Hayatından Örnekler” ve “İslam’da Demokrasi” bu
makalelerden sadece birkaçıdır.
Yazıcı, bizlere Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan
dönemin en önde gelen din âlimlerinden biri
olan Kâmil Miras’ın hayatını anlatarak aynı
zamanda yaşadığı dönemi daha isabetli değerlendirebilmemiz yolunda bizlere bir katkı sağlamaktadır. (Kâmil Miras Hayatı ve Eserleri, Prof. Dr.
Nesimi Yazıcı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. 2012. 168 s.)
mayıs 2013 / sayı 269
80
kitap tanıtımı / diyanet aylık dergi
Kur’an-ı Kerim’in İrşat Üslubu
yapılan tefsir çalışması olarak nitelemektedir.
Kitap, giriş ve üç temel bölümden oluşur. Evvela
irşadın öneminden, emri bi’l ma’ruf ve nehyi
ani’l-münker, davet, tebliğ ve hidayet terimlerinden bahsettikten sonra birinci bölümde hikmet
kelimesi üzerinde durmuştur. İkinci bölümde
güzel öğüt başlığı altında kıssa, mesel, tekrar,
gözlem yapmaya teşvik ve tergib-terhib üslubu olarak beş ana tarzla bu metotların insan
algılaması üzerindeki etkilerini irdelemiştir. Son
bölümde ise en güzel mücadele kapsamında
mücadele, diyalog, mukayese ve soru cevap üslupları üzerinde durulmuştur. Tüm bu bilgilerle
günümüzde irşat görevini yerine getirecek olanlara pratikte yardımcı olmayı hedeflemektedir.
Allah, insanı tebliğ ile görevli kılmıştır. Bunun metodunu da bizlere “Sen, Rabbinin yoluna hikmet
ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en
iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.”
(Nahl, 16/125.) ayeti ile bildirmiştir. Buradan hareketle Dr. Esra Hacımüftüoğlu, Kur’an-ı Kerim’deki
irşat metodunu okuyucuya açıklamaktadır. Yazarın
doktora tezi olan kitap, hikmet, güzel öğüt ve en
güzel şekilde mücadele şeklinde belirtilebilecek üç
ana süreçle bizlere Kur’ani irşadı anlatır.
Yazar, kitabını Kur’an’ın insanları irşat ederken
nasıl bir yöntem izlediğini belirlemeye yönelik
İnanıyorum Serisi
(6 Kitap),
Komisyon,
Diyanet İşleri Başkanlığı yay.
Ankara 2009.
Hacımüftüoğlu irşadı, “Yeryüzündeki tüm insanların, ‘halife’ olma çabasına yardımcı olan ve bu
doğrultuda yönlendirmelerde bulunan, ilahî bir
yardım, manevi bir destek” ve “İnsanın manevi
bir yücelişle, ruhunun aydınlanmasına ve çeşitli
esaret bağlarından kurtularak ‘ihsan’ düzeyinde bir idrake sahip olmasına yardımcı olan,
duygusal ve bilişsel bir sürecin ifadelendirilmiş
hâlidir.” şeklinde tanımlar. Kur’an’ın irşat üslubunu, zenginliğini, dinamikliğini anlamamız
için büyük bir gayretin ürünü olan eser, irşatla
uğraşanlar için anahtar vazifesi görmektedir.
(Kur’an-ı Kerim’in İrşad Üslubu, Dr. Esra Hacımüftüoğlu,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2013. 300 s.)
Özel İslam Mektepleri
Dr. Songül Keçeci Kurt,
Yitik Hazine yay. Şubat 2013, 300 s.
Kur’an’ın Eşsiz Dili
İslâm’ın İnanç Esasları
Soner Gündüzöz,
Etüt yay. 2011, 124 s.
İlyas Çelebi,
İsam yay. Aralık 2010, 197 s.
mayıs 2013 / sayı 269
“Ey iman edenler!
Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği
kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin.
Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse
derin bir sapıklığa düşmüş olur.”
(Nisâ, 4/136.)
Download