başyazı Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı İmanın Sosyal Boyutu Ö yle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki, etrafımızdaki her şey âdeta nefsimizin heva, heves, istek ve arzularına göre dizayn ediliyor. Kur’an-ı Kerim’e göre yaratılış gayelerimizden biri yeryüzünü imar etmek, diğeri de ibadet ve kulluk görevlerimizi yerine getirmektir. Dünya hayatı, bu asıl gayeden saptırıldığında Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle oyun, eğlence ve lehviyyattan ibarettir. Ne yazık ki bugün bu gaye göz ardı edilerek dünya hayatı sürekli daha cazip ve çekici hâle getiriliyor. İştahlar kabartılıyor, şehvetler kamçılanıyor, çıkar ve menfaat her türlü maslahatın önüne geçiyor. İnsanlar gittikçe dünyevileşiyor. Dinî ve manevi değerlerden uzaklaşıyor. Günlük hayatın debdebesi arasında kendisini, yaratılış gayesini, inancını, ölümü ve ahiret hayatını unutuyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya hayatını sadece madde planında kurtarmak için çabalıyor. Diğer taraftan inançtan ahlaka, fikirden eyleme, düşünceden ideolojiye kadar birçok ifsat hareketinin, bırakın fertleri ve toplumları, tabiatın ekolojik dengesini sarsacak kadar yaygınlaştığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bugün insanlık, inanç değerlerini yok saymanın neticesinde fıtrata yabancılaşma, fıtratı tahrip etme, çevreyi hoyratça kullanma, bazı sapıklık ve sapkınlıklara meşruiyet kazandırma gibi insanlığın ve diğer varlıkların geleceğini tehlikeye atan pek çok problemle karşı karşıyadır. Günümüzde Müslümanlar açısından en önde gelen inanç sorunu ise imanamel bütünlüğünün göz ardı edilmesidir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelen vahiyde iman, amel ve ahlak bir bütün olarak değerlendirilmiştir. İslam’da halis iman ve sahih bilgi kadar önemli olan bir husus da salih amel olduğu içindir ki Kur’an-ı Kerim, yüzü aşkın yerde salih ameli, imanla birlikte zikretmiştir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadisinde imanın formülü olan kelime-i tevhit ile yolda insanlara eziyet veren bir şeyi kaldırıp atmayı birleştirmiş, her ikisini ve bu ikisi arasında yer alan her anlamlı ve insanlığın yararına olan davranışı da imanın tarifi içinde zikretmiştir. Aynı şekilde Cibril hadisinde geçen iman, İslam ve ihsan kavramları, aslında üç ayrı halka değil, en içte imanın, sonrasında İslam’ın, sonrasında da ihsanın yer aldığı iç içe geçmiş halkalardır. Dolayısıyla iman, bütün yönleriyle bir topluma yerleşmedikçe, yaşanan mayıs 2013 / sayı 269 02 başyazı / diyanet aylık dergi bir hayata dönüşmedikçe, teorik olarak sadece Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete, kaza ve kadere inanmaktan ibaret kaldıkça, dil ile kalp arasında biten bir akit olarak görülüp vicdanlara mahkûm olduğu sürece, böyle bir imanın, insanlara ve topluma kazandıracağı fazla bir şey yoktur. Gerçekte mümin teorik imanını pratik imanla gösterebilen kimsedir. Şurası iyi bilinmelidir ki Hz. Peygamberin (s.a.s.) bize öğrettiği iman ilkeleri, sosyal hayata yansımak, mümini eyleme ve salih amel işlemeye sevk etmek için vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadislerinde tevhit, sadece Allah’ın varlığına ve birliğine iman değildir. Tevhidin, aklın ve kalbin birliği, ruhun ve bedenin birliği, ferdin ve toplumun birliği gibi bireysel ve toplumsal boyutları ve yansımaları vardır. Onun sünnetinde iman, en çok Allah’ı ve Rasulü’nü sevmektir. Sevdiğini Allah için sevmektir. Kendisi için istediğini mümin kardeşi için de isteyebilmektir. Komşusu açken tok yatmamaktır. Niyet, düşünce ve davranışlarda dosdoğru olmaktır. Güvenilir insan olmaktır. İyiliğe sevinmek, kötülüğe üzülmektir. Güzel sözdür, insanlara yedirmektir. Hoşgörüdür, sabırdır. İnsanı dünya hayatında mesut yaşatacak bir ahlaktır. Allah’ın haram kıldıklarından vazgeçirecek bir takvadır. Cahillerin cehaletinden uzak tutacak bir hilmdir. Ölümü çokça hatırlamak ve ölümden sonrası için hazırlanmaktır. Bu nedenlerle bugün insanımıza, çocuklarımıza, gençlerimize imanın teorik anlamından ziyade pratik değerini öğretmek ve pratik imanı tüm eğitim süreçlerine dâhil etmek durumundamayıs 2013 / sayı 269 yız. Çünkü sadece inandım demenin, imanın göstergesi olarak yeterli olmadığını yine Kur’an-ı Kerim bizlere bildiriyor: “İnsanlar ‘inandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannediyorlar? Andolsun biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik.” (Ankebut, 29/2-3.) İmanın yüzlerce göstergesi, sosyal boyut ya da pratik iman denilen alanlardadır. İman, sosyal boyutunu kaybettiği zaman Müslümanlar toplumsal dinamiklerini kaybetmeye, dolayısıyla da çökmeye başlar. Günümüzde iman algısı, sosyal hayat boyutundan yoksun kalmakta ve vicdanlara mahkûm edilmektedir. O zaman da İslam’ın birey ve toplum üzerindeki ahlaki, sosyal ve kültürel yansımasının önü baştan kesilmiş olmaktadır. Netice itibarıyla iman, bir bütün olarak Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ederek yaşamak ve onun kendisiyle, insanlarla ve tabiatla ilişkilerini düzenleyen bütün emir ve yasaklarına uymaktır. İman, tevhit gibi tam mücerret bir gerçekten ahiret hayatı gibi tecrübe edilemez bir âleme kadar uzanan gönle ait bir kabul ve yöneliştir. İman, sadece dil ile kalp arasında biten bir akit değil, bütün bir varlığı yorumlayan temel bir disiplindir. Bu disiplinin mihveri Allah inancıdır. Allah inancı ile başlayıp ahiret inancı ile tamamlanan “amentü” dünyasında insanın varlığı anlam kazanır. İnsan yaratılışın, yaşayışın ve ölümün anlamını ancak imanla bulur. İman, her ne kadar dil ile ikrar kalp ile tasdik diye tarif edilse de onun en büyük göstergesi ameldir yani davranışlardır. Zira insan, ahirette defter-i akvale göre değil defter-i amale göre hesaba çekilecektir. editörden Dr. Yüksel Salman Dini Yayınlar Genel Müdürü İ nsan, inanan bir varlıktır. Çünkü inanma duygusu fıtridir. Tarih boyunca insanoğlu kendisini hak veya batıl bir inanç sisteminin içinde, onun gözetim ve himayesinde olma ihtiyacı hissetmiştir. İslam inancına göre de her doğan insan, tevhit akidesinin üzerine nakşedileceği temiz bir sayfaya benzer. (Buhari, Cenaiz, 92.) Ancak inanmak, kişi ile inandığı varlık arasında sadece duygusal bir iletişim kurmakla kalmayıp, kişiye mükellefiyet yükleyen, kimlik ve kişilik kazandıran, zorluklar karşısında kuvvetli ve dayanıklı kılıp daima ümit aşılayan, güçsüzlüğü ve ümitsizliği ortadan kaldıran ve müminin hayat tarzını tamamen değiştiren çok güçlü bir bağdır. Bu yüzden Cenab-ı Hak, insanlığa hakikati bulmada yol gösterici olmak ve yanlış yollara sapmaktan insanlığı korumak için başlangıçtan itibaren her dönemde elçiler göndermiştir. Bütün peygamberlerin en önemli vazifesi insanoğlunu tevhid akidesine çağırmak ve doğru inancı yaşayarak insanlığa öğretmek olmuştur. Bundaki hikmet, insanı kötü düşüncelerden arındırmak, inanç dünyasını küfür ve şirkten uzak tutarak aynı anlamda sağlam ve sarsılmaz bir temel üzerine inşa etmek ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve emanetinin taşıyıcısı sıfatıyla onu fıtratına uygun olan yüksek insani ve ahlaki değerlerle donatmaktır. Günümüzde her geçen gün gelişen teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının da etkisiyle her türlü bilgiye hızla erişimin kolaylaşması ve bilginin kontrolsüz biçimde yayılması, beraberinde olumsuz pek çok düşünce ve fikir akımının da serbestçe dolaşımına imkân vermektedir. Bu durum, inanç değerlerimiz başta olmak üzere günlük hayatımızı birçok açıdan etkilemekte; bizi inancımızdan, yaratılış gayemizden uzaklaştıran ve özümüze yabancılaştıran birtakım unsurlar, değerler dünyamızı tahrip etmektedir. Tüm bu zararlı etkilerden korunmak; dinî, ahlaki, vicdani değerlerin özünü oluşturan inanç değerlerimizi korumakla ve bu konuda Kur’an’ın, nebevî öğretilerin, aklın ve vicdanın sesine kulak vermekle mümkün olabilir. Bu düşünceden hareketle; günümüz insanının inanç dünyasını zedeleyen unsurlara ışık tutmak, çağımızın en temel problemlerinden biri olan, aynı zamanda günlük hayatımızda karşılaştığımız pek çok sorunun da kaynağını teşkil eden inanç problemlerinin çözümüne ilişkin önerilere yer vermek ve bu alanda bir duyarlılık oluşturmak amacıyla bu ayki gündem konumuzu inanç değerleri merkezli hazırladık. Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, ‘İlahî Dinlerin Gayesi Tevhit ve Arınma’ başlıklı yazısında; çağdaş inanç problemleri için yapılması gereken en önemli hususun önce kalbî ve ruhi disiplini özümsemek olduğu üzerinde durdu. Ümit Şimşek, ‘Allah’a İmanı Kur’an Nasıl Anlatıyor?’ başlıklı yazısında iman konusunu doğrudan doğruya Kur’an’a yönelerek ele alıyor ve Kur’an’ın dilinden Rabbimize inanmanın hakikatine dair bizlere çözüm yolları sundu. Doç. Dr. İlyas Üzüm, çağımız insanının inanç eksikliklerini kaleme aldığı yazısında, inanç problemlerinde çözüm yolu olarak bilhassa, iman ve salih amel birlikteliğine vurgu yaptı ve bunun iki cihanda da kişiye huzur ve mutluluğun kapısını aralayacağını ifade etti. Prof. Dr. Ramazan Altıntaş, inanç sorunlarına tarihî açıdan baktığı yazısında, Hz Peygamber döneminden günümüze uzanan inanç problemlerini, siyasi ve itikadi boyutlarıyla ele aldı. Prof. Dr. Selim Özarslan günümüz inanç problemlerinin nedenleri üzerinde durdu. Prof. Dr. Metin Özdemir ise inançsızlığın ve sapkın inançların toplumda açtığı derin yaralardan nasıl korunmamız gerektiğini bizimle paylaştı. Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç ile ‘İnanç Problemleri’ üzerine yaptığımız kapsamlı söyleşiyi de ilginize sunuyoruz. Gündem yazıları dışında özenle hazırladığımız her bölümü de ilgiyle okuyacağınızı düşünüyorum. Sizleri birbirinden kıymetli yazarlarımız ile baş başa bırakırken, bu sayının doğru ve sahih bilgi temelli inançlarımızın yaşatılması ve her türlü olumsuz etkiye karşı korunması ve canlı tutulması bağlamında katkı sağlamasını Yüce Allah’tan temenni ediyorum. mayıs 2013 / sayı 269 içindekiler gündem 269 06 İlahî Dinlerin Gayesi Tevhit ve Arınma Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel Salman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk Görgülü Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.) Yayın Koordinatörleri Mustafa Bektaşoğlu Dr. Elif Arslan Kâmil Büyüker [email protected] Tashih Mesut Özünlü Teknik Servis Latif Köse Arşiv Ali Duran Demircioğlu Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88 Abone İşleri Tel : (0312) 295 71 96-97 Fax : (0312) 285 18 54 e-mail: [email protected] Abone Şartları Yurt içi yıllık: 33,60 TL Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları AB Ülkeleri, 30 Euro Avustralya, 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka, 250 Kron İsviçre, 45 Frank Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki IBAN: TR84 0001 0007 6005 9943 0850 01 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya /ANKARA adresine gönderilmesi gerekir. Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Temsilcilikler: Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri www.diyanet.gov.tr [email protected] [email protected] [email protected] Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım: Acar Basım ve Cilt Sanayi ve Ticaret A.Ş. Baskı: Korza Yayıncılık Basım Sanayi Tic. Ltd. Şti. Ankara - Türkiye Beysan Sanayi Sitesi Birlik Caddesi No: 26 Acar Binası Tel: (0.312) 342 22 08 / Faks: (0.312) 341 28 60 Haramidere / Beylikdüzü / İstanbul - Türkiye www.korzabasim.com.tr Tel: (0.212) 422 18 34 / Faks: (0.212) 422 18 04 Basım Yeri: Ankara / Basım Tarihi: 10.05.2013 www.acarbasim.com ISSN - 1300 - 8471 söyleşi din ve sosyal hayat hikmet penceresi 30 44 65 Rahmet İklimine Girerken İncitmemek ve İncinmemek Hasan Küçük Prof. Dr. Mehmet Demirci Çağın İnanç Problemleri Üzerine Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç ile Söyleşi 10 Allah’a İmanı Kur’an Nasıl Anlatıyor? 41 Ümit Şimşek 14 Çağımız İnsanının İnanç Problemleri Doç. Dr. İlyas Üzüm 18 Tarihî Açıdan İnanç Sorunlarına Bir Bakış 22 47 Anne ve Baba Hakkı 50 Çocuğumuz İçin Zamanımız Var mı? İnanç Problemlerinin Toplumsal Yansımaları 52 54 Toplumsal Bir İlişki Biçimi Olarak İman İslam’da İman-Ahlak İlişkisi Prof. Dr. İlyas Çelebi Örnek Bir Din Adamı: Hafız Ahmet Karatoprak Hoca Musa Tektaş Mükerrem Üçkan 68 Fıkıh Köşesi 70 “Niçin Buradayım, Nereden Geldim ve Öldükten Sonra Nereye Gideceğim?” Robert İnternet ve Manevi Hayatımız Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı İyi Arkadaş ile Kötü Arkadaşın Misali 56 Uğur’u Birlikte Uğurlamak 58 Bizim Yunus Prof. Dr. Ejder Okumuş 37 63 Hatice Meraklı Zeki Dursun Din İşleri Yüksek Kurulundan Haz. Aydoğan Arı • Yusuf Karabulut 73 Hale Çerçibaşı Prof. Dr. Metin Özdemir 34 Adaletli Hükümdar: Fatih Prof. Dr. Âdem Apak Belgizar Özbek Prof. Dr. Selim Özarslan 27 60 Prof. Dr. Cağfer Karadaş Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Günümüz İnanç Problemlerinin Nedenleri Ahirete İnanmanın İnsan ve Toplum Bakımından Önemi Modern zamanların yeni fobisi: Nomofobi Dr. İlhami Ayrancı 76 Sıla-i Rahmin Önemi 79 Kitap Tanıtımı Üzeyir Öztürk Uğur Yılmaz 06 gündem / diyanet aylık dergi gündem İlahî Dinlerin Gayesi Tevhit ve Arınma Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yrd. Geçmiş dönemlerde ideolojik düşüncelerle ayrıştırılmaya çalışılan insanlar, bugün çok daha farklı argümanlar kullanılarak inanç bakımından problemli hâle getirilmektedir. Bununla birlikte insanların bu problemlerden kurtulmak için dinî hayata ve dindarlığa yöneliş içerisinde olduğu da bir gerçektir. mayıs 2013 / sayı 269 gündem / diyanet aylık dergi Aydınlanma Döneminden sonra oluşan materyalist ve pozitivist rüzgârların etkileri, XX. yüzyılda bir hayat tarzı olarak gündelik yaşayışın içine girdi ve modern iletişim araçlarıyla bütün insanlığa model olarak gösterildi. Geçtiğimiz yüzyılda nefse sınırsız bir hürriyet ortamı sunan, hiçbir inanç, değer, kutsal ve engel tanımayan, fert merkezli ve “insan için vaat edilen cennetin dünyada gerçekleşeceği”ni söyleyen bu düşünce sistemi, insan ömrünü basitleştirerek doğum ile ölüm arasındaki süreden ibaret görmektedir. Buna göre, insan hayatında hiçbir sınırlamaya gitmeden dünyanın haz ve zevklerini yaşayabilmelidir. Amaç güya insanların mutluluğudur. Bunun yolu da insanın canının her istediğini yapabilmesi, “vur patlasın, çal oynasın” düşüncesiyle yaşayabilmesidir. Bu tür sınırsız nefsani bir hürriyetle ferdin kısa süreli mutluluğu söz konusu olsa bile, bir süre sonra doyumsuzluk ve yeni açlıklar baş göstermektedir. Pozitivist anlayışa ilaveten misyonerlik, satanizm, ateizm gibi akımlar ile krişnacılık ve Doğu dinleri gibi sapık fırkaların kol gezdiği günümüzde insanlık ciddi inanç problemleriyle karşı karşıyadır. Geçmiş dönemler- mayıs 2013 / sayı 269 07 08 gündem / diyanet aylık dergi İman, bir şule gibi insan kalbini aydınlatan nurdur. Ancak bu nur dış tesirlerle sönmeye mahkûm olabilir. Onun korunması kalbin Allah ile olmasına, kalbin Allah ile olması ise zihnin inanç esaslarını ve ahiret kaygısını sürekli canlı tutmasına bağlıdır. de ideolojik düşüncelerle ayrıştırılmaya çalışılan insanlar, bugün çok daha farklı argümanlar kullanılarak inanç bakımından problemli hâle getirilmektedir. Bununla birlikte insanların bu problemlerden kurtulmak için dinî hayata ve dindarlığa yöneliş içerisinde olduğu da bir gerçektir. Dinî hayata ilgi ve yönelişin yüksekliği, inanç problemlerini çözmek için sevindirici bir gelişmedir. Çağdaş problemlerin çözüm ekseni Bugün çağdaş inanç problemleri için yapılması gereken en önemli husus kalbî ve ruhi disiplini özümsemektir. Çeşitli sapık mezhep ve din mensuplarının el atmak için fırsat kolladığı insanları kurtaracak en sağlam yöntem, doğru dinî bilgi ve duygularla donanmak, dinî hayatın manevi tecrübelerinden geçmektir. Çünkü dinî hayata sadece ilgi ve sevgi duymak yetmez. İnanç problemlerinden dindarlığa yöneliş, dinî kavramların öğrenilip bilinmesinden çok içselleştirmeyi gerekli kılmaktadır. İçselleştirme, bilgi merkezli bir inanç ve aksiyon; yani amel-i salih işidir. Salih amelle gelişen ve beslenen duygu ve düşünceler hayatı yorumlamada insana daha yüksek seviyede rehber olur. Temelde dinî/İslami inançla buluşmamış dindarlık algısı ve dinî ritüeller bir anlam mayıs 2013 / sayı 269 ifade etmez. Modernizm kargaşasını yaşayan insanlar için asıl hedef, inanç problemini çözerek aşk ile kulluğa erebilmektir. İnsana can veren, onu manen dirilten iman ve inançtır. Ebedî olan Allah’a inanan; yüzünü, yönünü ve gönlünü O’ndan yana çeviren bu inanç ile can bulur, dirilir. Diriliş, Hayy/ diri olan Allah’ın diriltmek üzere gönderdiği vahy-i ilahî ile olur. İnsan gönlü, Kur’an diriliğinde dirilir, vahiy ışığında aydınlanır. Kur’an ile buluşan, peygambere ulaşan bir gönül, inanç problemlerini hallederek diri olur. Onlardan uzaklaşan ise inanç problemi yaşar ve zamanla manen ölür. Sağlam bir inançla hayata bakmak, insanın dış tesirlerden daha az etkilenmesini sağlar. İman, bir şule gibi insan kalbini aydınlatan nurdur. Ancak bu nur dış tesirlerle sönmeye mahkûm olabilir. Onun korunması kalbin Allah ile olmasına, kalbin Allah ile olması ise zihnin inanç esaslarını ve ahiret kaygısını sürekli canlı tutmasına bağlıdır. Bu yüzden inanç meselesinin determinist ve pozitif bir yaklaşımla değil, kalbî bir teslimiyet ve ahiret endişesi ile olması gerekmektedir. Ahiret inancı, hayatın değerini ve anlamını yükseltir. Ölüm sonrasında yeniden yaratılıp hesap vereceğine inanan bir insanın daha düzenli ve ahiret için daha dikkatli yaşayacağı açıktır. Ahirette Allah’ın kendisine Rabb’ini, kitabını, peygamberini ve dinini soracağını bilen, ölümden sonra diriltildiğinde işlediği her türlü iyilik ve kötülükten sorumlu olacağına inanan insan, görevli meleklerin kaydettiği amel defterini güzelliklerle doldurmaya özen gösterir. İnsan, doğuştan inanma ihtiyacında yaratılan bir varlıktır. Yaratan onun fıtratına hanif/tevhit inancını koymuştur. Nitekim şu ayet buna işaret eder: “(Rasulüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında gündem / diyanet aylık dergi değişme yoktur.” (Rum, 30/30.) Bu yüzden tarih boyunca insanlar mutlaka bir inanç ve düşünceye bağlı olarak yaşamışlardır. İlahî dinlerin ve peygamberlerin ilk ve temel gayesi insanları arıtmak; onların gönüllerini dünyadan; nefislerini kötü huylardan tezkiye etmektir. Tezkiye, tevhide aykırı her türlü inanç ve düşünceden kalbi temizlemekle başlar. Kur’an’da zikri geçen peygamberlerin ana misyonu tevhit mücadelesi; yani insanları küfür ve şirk bataklığından kurtarmak ve inançlarını sağlam bir temel üzerine bina etmekti. Allah Rasulü’nün Mekke’de geçen nübüvvet hayatının ilk safhası tevhit ve inanç mücadelesiyle geçmişti. Tevhide ermek insanın inanç ve gönül dünyasını imar eder. Zira tevhit, bir inanç ve düşünce sistemi olmanın ötesinde bir hayat tarzı ve yaşama biçimidir. Allah’ın birliğine, ahadiyet ve vahdaniyetine inanmak, tevhidin ilk esasıdır. Tevhit aynı zamanda bu âlemde sadece Bir’i görüp O’nu algılamaya çalışmaktır. Çokluk içinde birliği, birlik içinde çokluğu (kesrette vahdeti, vahdette kesreti) algılamaktır. Böylece kendimize ait varlıktan soyutlanmak ve her şeyin O’ndan geldiğine teslim olmaktır. Nitekim şairane ifadesiyle: “Veren Sensin, alan Sensin, kılan Sen Ne verdinse odur, dahi nemiz var.” gerçeğini kavramaktır. Tevhit, ubudiyet ve kullukta bir olana yönelip O’nun dışındakileri kalp, zihin ve düşünce dünyamızdan uzaklaştırmak, beşerî zaaflardan sıyrılıp, benlikten soyutlanarak sadece O’nun varlığını idrak etmek, inancı ve imanı teminat altına almaktır. Böylece insan, inanç problemlerini aşarak hakiki tevhide erer. Kulluğunda inanç problemini aşarak Hakk’tan başkasını kastetmeyen; gönlü, ruhu ve bedeniyle sadece O’na yönelen kimse yüksek manevi derecelere ulaşır. Kulluk ve ibadetini huzur-i kalbî denilen duygu yoğunluğuyla ifa eden kimse, fiilini nefsine değil Hakk’a izafe ederek amel ve davranışında ihlasa erer. Böylece kulda kutsi hadisteki: “Kulum benimle görür.” (Buhari, Rikak, 38.) anlamı zahir olmaya başlar. İnanç problemini aşarak tevhit bilincine eren, hedefi ve gayesi Allah olandır. Tevhit bilincine erende sevgi ve tercihler, şahsi ve nefsani olmaktan çıkıp O’na ait olur. Çünkü Bir’in sevgisinde fani olan, gönül dünyasındaki sorunları hallederek kendisine ait bir tercih taşımaz. Bu ise insanın inanç ve ibadette olduğu kadar hayatın her safhasında Bir’i görmesi, Bir’i hissetmesi ve Bir ile yaşadığının farkına varmasıyla gerçekleşebilecek bir olaydır. mayıs 2013 / sayı 269 09 10 gündem / diyanet aylık dergi Allah’a İmanı Kur’an Nasıl Anlatıyor? Kur’an-ı Kerim, daha kapağını açar açmaz bize Allah’ı Rahman ve Rahim isimleriyle tanıtır ve bu isimleri bütün surelerin başında tekrar tekrar bize hatırlatır. Ümit Şimşek Zamanımızın inkâr cereyanları geçmiş dönemlerden çok farklı ve yaygın bir şekilde belirdiği için, inanç konularının ele alınma tarzı hakkında yeniden bir değerlendirme yapmak zarureti kendisini hissettiriyor. Topyekûn bir inkâr probleminin yaşanmadığı, iman konusundaki problemlerin de ekseriyetle yanlış inanç ve hurafeler şeklinde ortaya çıktığı zamanlarda takip edilen ve o zaman için büyük çoğunluğun ihtiyacına cevap veren metotlar bugün yeterli midir? Başta Allah inancı olmak üzere imanın bütün esaslarına tam cepheden hücum eden akımlar karşısında bocalayan zamanımız insanının zihnindeki şüphe ve tereddütlere bu metotlarla ne ölçüde karşı koyabiliyoruz? Hatta daha da ileri gidilerek şunu da sorabiliriz: Bu metotlar, sakın, inanç problemlerinin bu kadar derinleşmesinde bir pay sahibi olmasın? Bütün iman rükünleri hakkında bu soruyu ele almak sözü fazlaca uzatacağından, şimdilik sadece Allah’a iman konusunu bu sorunun ışığında incelemek istiyoruz. mayıs 2013 / sayı 269 Ekseriyet itibarıyla biz Allah’a iman konusunu selbi ve sübuti sıfatlar üzerine bina eder ve Allah’ı bu şekilde tanımaya ve tanıtmaya çalışırız. Gerçi her iki gruba giren sıfatların da esas itibarıyla Kur’an’dan alındığında şüphe yoktur; onun için bunlarda bir hata tasavvur etmek mümkün değildir. Ancak Kur’an’ın (ve tabii onun gerçek tefsiri olan Hadisin) bu konuyu açıklayışıyla bir mukayese yaptığımız zaman, bazı eksiklikleri de görmezden gelemeyiz. Öncelikle, kelamcılarımızın selbi anlatıma ağırlık veren yaklaşımlarının bir problem kaynağı teşkil ettiğini belirtmemiz gerekiyor. Selbi yaklaşım, “ne olmadığını” anlatarak bize Allah’ı tanıtmaya çalışır. Gerçi bu anlatım da yine tamamen Kur’an’a dayanır; fakat Kur’an’ın anlatımındaki ağırlık selbi değil, sübuti sıfatlar tarafındadır. Yani Kur’an bize Allah’ın nasıl bir ilah olduğunu ve ne yaptığını anlatır; ne olmadığı ve ne yapmadığı konusundaki anlatımları ise azınlıktadır ve birincisine tabi durumdadır. Bugün Allah inancının hayatımızda çok fazla etkili olma- gündem / diyanet aylık dergi "Hayır, yalnız Allah'a ibadet et ve şükredenlerden ol." (Zümer, 39/66.) Hat: Ferhat Kurlu masında bizim bu dengeyi tersine çevirmemizin rol oynadığını söylemek herhâlde mübalağa olmayacaktır. Selbi sıfatlardaki fazla vurguya karşılık, sübuti sıfatlara yaklaşımımızda eksiklik görüyoruz: Allah ezelî hayat sahibidir, her şeyi bilir, her şeyi görür, her şeyi işitir... Fakat bu tabloda bir şeyler noksan değil mi? Allah’ın her şeyi kuşatan rahmeti, hiçbir iyilik veya kötülüğü karşılıksız bırakmayan adaleti, yerden ve gökten hesapsız nimetlerle bizi rızıklandırması, bize kendi kalbimizden daha yakın oluşu, her duamıza cevap vermesi, bizi koruyup gözetmesi ve daha bunlar gibi, bize Allah’ı en sıcak hisler içinde anlatan ve O'nu tanıma iştiyakını aşılayan nice Kur’an ve hadis tasvirleri var ki, onları bu listede göremiyoruz. Tekrar edelim, geçmişte bu eksiklik bir problem doğurmuyor olabilirdi. İslam cemiyetini ve kültürünü bir bütün olarak düşündüğümüzde, kelamın eksik bıraktığı şeyin tasavvuf tarafından tamamlandığını ve toplumun geneline bu tablonun yine bir bütün olarak aksettiğini söyleyebiliriz. Fakat her türlü inkâr cereyanlarının hücumuna açık durumda olan, buna karşılık İslami altyapısı büyük ölçüde hasara uğramış bulunan bir toplum hakkında bu kadar iyimser olamayacağımız aşikârdır. Bu noktada, doğrudan doğruya Kur’an’a yönelerek onun Allah’ı bize nasıl tanıttığına toplu bir şekilde göz atmak yararlı olacaktır. Biz bu konuya nüzul sırası, mushaf tertibi ve müjde-korku dengesi açısından kısaca göz atmaya çalışacağız. 1. Nüzul sırasına göre Kur’an’ın ilk olarak inen ayetlerinde göze çarpan en önemli hususlardan biri, Allah’tan “Rab” ismiyle ve muhatabın Allah’a mensubiyetini vurgulamak suretiyle “senin Rabbin” şeklinde bahsedilmiş olmasıdır. İlk ayet “Yaratan Rabbinin ismiyle oku” buyurmakta, aynı surede bunun hemen arkasında yer alan üçüncü ayette de “Rabbüke’l-Ekram” (senin sonsuz lütuf ve cömertlik sahibi Rabmayıs 2013 / sayı 269 11 12 gündem / diyanet aylık dergi 2. Mushaf tertibine göre İnsanlara Allah inancını anlatırken, daha ilk andan itibaren onu Rabbiyle doğrudan doğruya muhatap eden ve Rabbinin sonsuz keremiyle baş başa bir kulluğun sıcaklığını ona tattıran bir metot takip etmeliyiz. bin) ismi gelmektedir. İlk olarak inen sure ve ayetlerde, epeyce bir zaman Rabbüke (senin Rabbin) isminin böylece büyük bir ağırlık teşkil ettiğini, daha sonra Rab tanımına, “doğunun ve batının Rabbi, Arş’ın Rabbi, Şi’ra yıldızının Rabbi, göklerin ve yerin Rabbi” gibi açılımlar getirildiğini, buna paralel olarak da lafza-i Celal’in gittikçe artan bir yekûnda kullanılmaya başladığını ve nihayet Medine döneminde inen surelerde Allah isminin ön plana geçtiğini görüyoruz. Bunu biraz daha açacak olursak: Kur’an, insana hitap ederken, onu daha ilk anda doğrudan doğruya Rabbiyle muhatap etmiş, sonra kademe kademe rububiyet mertebelerini ona göstermiş ve nihayet “Sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O'nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O, Rabbiniz Allah’tır.” (Yunus, 10/3.) gibi ayetlerle, insana, kendisinin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ı zat ismiyle ve her şeyi kuşatıcı rububiyetiyle öğretmiştir. Bundan da şu dersi çıkarabiliriz: Hangi yaşta, hangi çağda, hangi sınıf ve mertebede olursa olsun, insanlara Allah inancını anlatırken, daha ilk andan itibaren onu Rabbiyle doğrudan doğruya muhatap eden ve Rabbinin sonsuz keremiyle baş başa bir kulluğun sıcaklığını ona tattıran bir metot takip etmeliyiz. mayıs 2013 / sayı 269 Kur’an-ı Kerim, daha kapağını açar açmaz bize Allah’ı Rahman ve Rahim isimleriyle tanıtır ve bu isimleri bütün surelerin başında tekrar tekrar bize hatırlatır. Hayatın Fatiha’sı da böyledir: Biz dünyaya geldiğimizde, kendimizi bir anne ve babanın şefkat ve himayesiyle kuşatılmış buluruz ki, bunlar da yer ve göklerin Rabbinin sonsuz rahmetinden bir parıltıdır. Hayatın kendisi gibi, Kur’an’ın da ilahî rahmeti hatırlatan isimlerle başlaması dikkat çekici değil midir? Bununla Kur’an bize açıkça şunu göstermiş oluyor: Allah’ın bütün âlemleri kuşatan ve her şeyi emrine boyun eğdiren kudreti, size cebir ve kahırla değil, lütuf ve rahmetle yöneliyor, yerin ve göğün bütün nimetlerini önünüze seriyor. İşte sizin Rabbiniz ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah, kudreti ve saltanatı gibi rahmeti de her şeyi kuşatan bir ilahtır. O, size, her nefeste bağışladığı saymakla bitmeyecek nimetleriyle muhabbetini gösteriyor ve sonsuz rahmetine yakışanı yapıyor. Siz de kendinize yakışanı yapın, başkaları önünde eğilmekle insanlığınızı küçük düşürmeyin, kulluğunuzu sadece O’na yönelterek kendinizi O’na sevdirmeye çalışın. Kur’an-ı Kerim’in bu üslubu açıkça gösteriyor ki, Allah inancını insanlara anlatırken takip edilecek en uygun yol, O’nun rahmet sıfatını öne çıkarmaktır. Elbette ki diğer sübuti sıfatların da bu öğretimde önemli bir yeri olacaktır; fakat kulun Rabbiyle tanışma anında ilk olarak O’nun Rahman ve Rahim isimlerini öğrenmesinin fıtrata en yakın bir metot teşkil edeceğinde şüphe yoktur. 3. Müjde ve korku Geçmişte hocalarımızın “ceza” unsuru üzerinde fazlaca vurgu yaptıkları ve insanları gereğinden fazla korkuttukları inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Bugün buna tepki olarak gelişen bir anlayış ise, bütünüyle ceza mefhumunu ortadan kaldırmak istidadını gündem / diyanet aylık dergi taşımakta ve Allah’tan korkulmayacağını açıkça ileri sürmektedir. Her hususta olduğu gibi, bu konuda da Kur’an’ın ortaya koyduğu ölçüyü tespit ederek buna hassasiyetle riayet etmemiz gerekir. Aksi takdirde, harici tesirler her zaman bizim hissiyatımızı etkileyerek şu veya bu yönde bizi aşırılıklara sevk edebilir. Peygamberlerin hem müjdeleyici, hem de sakındırıcı olarak gönderildiklerini, Kur’an-ı Kerim'de de iman ve amel-i salihe karşılık olarak mükâfatın, inkâr ve isyana karşılık olarak da cezanın beraberce vaat edildiğini hepimiz biliyoruz. Yüce kitabımız Allah’ın rahmetiyle başlar, fakat yeri geldiğinde O’nun azabını da son derece etkili ifadelerle bize hatırlatır, Allah’tan sakındırır, O’nun nimetlerine inkâr ve isyanla karşılık verenleri O’nun azabıyla açıkça korkutur. Kur’an-ı Kerim, sakındırma meyanında ittika, havf, haşyet, rahbet, işfak gibi birçok kavram kullanmıştır; bunların hepsini birden başka anlamlara havale ederek Allah korkusunu yok saymak mümkün değildir. Burada şu iki noktayı birlikte dikkate alırsak, herhâlde dengeyi yakalamış oluruz: Birincisi: Yaratılışta esas olan nimetlendirme ve ödüllendirmedir; ceza, ancak inkâr ve isyanla kendisini buna müstehak hâle getirenler için söz konusudur. Şu ayet-i kerime, bu hususu açıkça dile getirmektedir: “Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra, iman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırmak için onu (yaratmayı) tekrar eder. Kâfirlere gelince, inkâr etmekte olduklarından dolayı, onlar için kaynar sudan bir içki ve elem dolu bir azap vardır.” (Yunus, 10/4.) İkincisi: Allah’ın ve Rasulü’nün sakındırması, insanları dehşet ve çaresizlik içine atan bir sakındırma değil, onları ilahî rahmetin kucağına çağıran bir sakındırmadır: “De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53.) Peygamberimiz (s.a.s.) de bu ayet-i kerimeyi, “Kim ne işlemiş olursa olsun aldırmadan affeder.” şeklinde açıklamıştır. (Tirmizi, Tefsir, 39/2.) Hz. Ali’nin (k.v.) “Allah’ın rahmetinden ümit kestirmemek, günaha da cesaretlendirmemek” şeklindeki formülü, bu konudaki denge durumunu en veciz bir şekilde ifade etmektedir. Netice Allah inancını öğretirken takip edilecek en sağlam, en kestirme ve en verimli yol, hiç şüphe yok ki, Kur’an-ı Kerim’in metodudur. Bu metodun ana hatları ise bizim görebildiğimiz kadarıyla; 1) İlk andan itibaren insanı doğrudan doğruya Rabbiyle muhatap etmek, 2) Öncelikle ve önemle O’nun rahmetini vurgulamak, 3) Müjde ve korku arasında Kur’an’ın ortaya koyduğu dengeyi hassasiyetle korumaktan ibarettir. Konuşmalarımızda, yazılarımızda, derslerimizde, vaazlarımızda, kısacası her türlü irşat faaliyetlerimizde bu üç esası kendimize rehber yaptığımız takdirde, hem etkili hem de istikametli bir metodu yakalamış olacağımızı ümit edebiliriz. mayıs 2013 / sayı 269 13 14 gündem / diyanet aylık dergi Çağımız İnsanının İnanç Problemleri Dinler Tarihi araştırmaları bize, dinin insanlıkla yaşıt olduğunu, insan topluluklarının, tarihin her döneminde, çoğunlukla, metafizik anlayışlara sahip olduğunu, “kutsal” ve “kutsal”a ilişkin, bir biçimde inanç ve tapınma içinde bulunduğunu aktarmaktadır. Doç. Dr. İlyas Üzüm Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Her insan, “insan” olması bakımından, nerede ve ne zaman yaşamış ya da yaşamakta olursa olsun, hangi kültürel ya da etnik yapıya mensup bulunursa bulunsun, ortak biyolojik özelliklere sahip olduğu gibi ortak duygu, eğilim ve değerlere de sahiptir. Aynı zamanda her insan, “toplumsal bir varlık” olarak kendi coğrafyasının ve döneminin çocuğu, kendi çağının evladıdır. Dinler Tarihi araştırmaları bize, dinin insanlıkla yaşıt olduğunu, insan topluluklarının, tarihin her döneminde, çoğunlukla, metafizik anlayışlara sahip olduğunu, “kutsal” ve “kutsal”a ilişkin, bir biçimde inanç ve tapınma içinde bulunduğunu aktarmaktadır. Vahiy gerçeği akli bakımdan gerekçelendirilebilir olmasının ötesinde, insanlık tarihi açısından o kadar güçlü bir olgudur ki bazı araştırmacılar “insanlık tarihi peygamberler tarihidir” itirafında bulunmuşlardır. Ama öte yandan insan, ayetlerde işaret edildiği üzere, “zayıf”, “bilgisiz”, “nankör” “zalim” olduğundan vahiyle gelen ilahî mesajları bir süre sonra ya unutmuş ya tebdil ve tahrif etmiş ya da saptırmış, vahiyden bir biçimde uzaklaşmıştır. Bu tür durumlarda Yüce Allah yeniden vahiy göndermiş, böylece hem mesajlarının doğrusunu tekrarlamış, hem de anlayışı ve seviyesi farklılaşan toplumlara, bunu onların anlayış ve seviyelerine uygun şekilde aktarmıştır. Bu tespit “vahiy” realitesiyle örtüşmektedir. Zira evreni eşsiz bir düzen ve güzellik içinde yaratan, insana özel bir donanım veren Yüce Yaratıcı, ilk insanı aynı zamanda ilk peygamber kılmış ve mesajlarını insanlara hem kendilerinden seçtiği elçiler hem de gönderdiği “suhuf” ya da kitaplarla iletmiştir. Vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an-ı Kerim, muhafazası ilahî uhde altında olduğu için (Hicr, 15/9.) hiç kimse tarafından “tebdil” ve “tahrife” uğramamıştır ve asla da uğramayacaktır. Bu bakımdan İslam vahyi kıyamete kadar gelecek bütün insan topluluklarına hitap eden, zaman ve coğrafyaları kucaklayan ilahî, evrensel bir mesajdır. Bu kutlu mayıs 2013 / sayı 269 gündem / diyanet aylık dergi mesaj insanların, öteki ihtiyaçları gibi temel inanç problemlerinin çözümüne ilişkin akli açıklamalarla doludur. Bunlara ulaşmanın ön şartı insanın, insani özelliklerini koruyarak bu ilahî beyanla sağlıklı, sürekli ve doğru bir iletişim içinde olabilmesidir. Başka bir ifadeyle vahiyle doğru “temas” kurabilmesidir. Bakara suresinin başında bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Bu (Kur’an), kendisinde şüphe olmayan kitaptır; ittika sahipleri (insani özelliklerini koruyup Hakk’a karşı gelmekten sakınanlar) için yol göstericidir.” (Bakara, 2/2.) Akide ve kelam âlimleri, vahyin kuşatıcı, evrensel açıklamaları çerçevesinde kendi dönemlerinde ortaya çıkan inkârcı akımları etkisiz bırakmakta zorlanmamışlar; söz gelimi, materyalistleri (Dehriyyun), tabiatçıları (Tabiiyyun), aşırı yorumcuları (Batıniler), nübüvveti inkâr edenleri (Berahime gibi) vb. akli temellendirmelerle başarılı bir şekilde reddedebilmişlerdir. Çağımızın insanı da, bugün birçok fikrî, felsefi anlayışın muhatabı olmuştur ve olmaktadır. Bu muhataplık kimi zaman vahiyle sağlıklı ve yeterli “teması” olmayan kişi ya da çevrelerde olumsuz izler bırakmış, inanç zayıflığına yol açmış, bazen de inançsızlığa kadar götürmüştür. Sadece günümüzde değil geçmişte de değişik ad ve formatlarda varlığını sürdüren “din karşıtı” en önemli akım, ateizm olmuştur. Dünyanın değişik yerlerinde oranları %3’lerden %40’lara kadar varan bu akım mensupları metafiziği inkâr etmekte, uluhiyeti reddetmektedir. Oysa vahiy neredeyse baştan sona kadar uluhiyeti, akli temellendirmelerle ortaya koymakta, ateist düşünceye kapı aralayacak her çeşit şüpheyi yok eden güçlü, fıtri, akli deliller serdetmektedir. Bu bağlamda vahiy, fizik âlemdeki düzen, uyum ve güzellikten metafiziğe intikal edip, âlemdeki “yaratılılış”tan Yaratıcı'ya, yaratılış- taki ilim, hikmet ve kudretten Yaratıcı’nın “alîm”, “hakîm”, “kadîr” olduğuna pencereler açmaktadır. Söz gelimi, konuyla ilgili yüzlerce ayetten birisinde şöyle buyrulmaktadır: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığı ve birliği hakkında) deliller vardır.” (Bakara, 2/164.) Kur’an-ı Kerim uluhiyetin varlığını temellendirmekle yetinmemekte, onlarca ayetle Allah’ın birliğine dikkat çekmektedir: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arşın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiya, 21/22.) Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim yüzlerce ayetinde uluhiyetle ilgili olarak Yüce Allah’ı, birliği yanında diğer nitelikleriyle de (isim ve sıfatlarını) tanıtıp tasvir etmektedir. Söz gelimi, “ayetü’l-kürsi” diye bilinen ve Müslümanların büyük çoğunluğunun ezbere bildiği şu ayet bunun bir örneğidir: “Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur (varlığı kendinden, kendi kendine yeterli, yarattıklarına hâkim ve onları koruyup gözetendir). O’nu ne bir uyuklama tutabilir ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup-gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara, 2/255.) mayıs 2013 / sayı 269 15 16 gündem / diyanet aylık dergi Vahiy hiçbir zaman fiziki olayların seyrinde sebepleri yok saymamakta, ancak sonuçları sebebe bağlamayıp her şeyi sebep-sonuç ilişkisi içinde düzenleyen gerçek bir sebebin varlığının zaruri olduğuna dikkat çekmektedir. Çağımız insanının, kutsalla ilişkisini olumsuz etkileyen diğer bir ekol, pozitivizmdir. Gerek 19. yüzyılda A. Comte tarafından ortaya atılan genel anlamdaki pozitivizm gerekse 1920’lerde Viyana Çevresi tarafından ileri sürülen mantıksal pozitivizm fiziki varlık ve olayları sebep-sonuç ilişkisine dayalı olarak açıklamayı esas almakta, metafizik ve teolojiyi devre dışı görmektedir. Bu yönüyle pozitivizm açıkça dine karşı cephe aldığını söylemese bile sebep-sonuç zinciri içinde uluhiyeti bir anlamda devre dışı bırakmaktadır. Oysa vahiy hiçbir zaman fiziki olayların seyrinde sebepleri yok saymamakta, ancak sonuçları sebebe bağlamayıp her şeyi sebepsonuç ilişkisi içinde düzenleyen gerçek bir sebebin varlığının zaruri olduğuna dikkat çekmektedir. Söz gelimi, “İçtiğiniz suya ne dersiniz? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?” (Vakıa, 56/68-69.) ayetinde yağmurun yağmasında bir sebep olması bakımından bulut yok sayılmamakta, ancak bu olayın arka planına dikkat çekilerek ilahî irade ve kudrete işarette bulunulmaktadır. Esasen sebepler bu âlemde, yüce Allah’ın yaratma ve diğer fiillerindeki kanun ve düzenlemelerinden ibarettir. İnsanın yaratılmasında sperm ve yumurta birer sebep, bunların arkasından gelen tatlı bir bebek, sebeplerin etkinliğini akıl ve vicdan karşısında sıfırlayan mükemmel bir sonuçtur. mayıs 2013 / sayı 269 Çağımız insanını inanç yönünden olumsuz etkileyen teorilerden birisi olan “evrim”, biyolojide, “Canlı türlerinin nesilden nesile kalıtımsal değişikliklere uğrayarak ilk hâlinden farklı özellikler kazanma süreci” olarak tanımlanmıştır. Bu teori, bazı çevrelerde, “evrimcilik” adıyla, giderek yaratılışı inkâr eden felsefi bir inanışa dönüşmüştür. Adı üstünde teori olan bu anlayışın irdelenmesini biyoloji ilminin mensuplarına bırakarak, İslam vahyi etrafında şu gerçeklerin altını çizmek gerekir: a) İlk insan Âdem’dir ve Allah onu insanlığın babası kılmıştır. b) Her türde kendi içinde bir tekâmül söz konusu olabilir ancak türler arası geçiş söz konusu değildir. c) Yaratılış en büyük ilahî gerçekliklerden birisi olup her an devam etmektedir. d) Hiçbir şey “tabii” olmayıp her şey ilahî irade ve kudret dâhilinde cereyan etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de yaratılışa dikkat çeken, insanın “değerli” bir varlık olarak yaratıldığını belirten, Hz. Âdem’in yeryüzünde “halife” kılındığını beyan eden bütün ayetler bu gerçeklere atıflarla doludur. Günümüzde insanları inanç açısından zaafa uğratan yaklaşımlardan birisi olarak “sekülerizm”e de işaret etmek gerekir. Dilimize “dünyevileşme” olarak aktarılan bu anlayışta, din ve dinî yükümlülükler bir tarafa bırakılıp dünya hayatına odaklanma önemsenmektedir. Bu anlayış doğrudan inanç alanına dokunuyor gibi görünmemekle birlikte gerçekte, vahiyle gelen birçok ilahî gerçekliğin üstünü örtmekte, insanın dinle ilişkisini negatif olarak etkilemektedir. Zira Kur’an-ı Kerim’e göre “ahiret hayatı dünya hayatından daha hayırlıdır.” (Duha, 93/4.), dünyadaki mal-mülk imtihan vesilesidir (Enfal, 8/28.) ve dünya hayatı (nefsin hevasına bakan yönüyle) aldatıcı bir metadan ibarettir. (Âl-i İmran, 3/185.) Dolayısıyla bir mümin, hayatı dünyadan ibaret görmeyecek, dünya-ahiret dengesini kuracaktır. gündem / diyanet aylık dergi Diğer taraftan İslam vahyi, imanı, salt zihinsel formda kabul edilmesi gereken ilkeler olarak ortaya koymamıştır. İman, zihnin olduğu kadar kalbin, duyguların, kısaca bütün insani özelliklerin bu hakikatlerle içkin olması demektir. Kur’an-ı Kerim Fatiha suresinden sonra ilk ayetlerinde bu mesajların altını çizmiş, hidayeti tanımlayıp kurtuluşun anahtarlarını vermiştir: “Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Bakara, 2/3-5.) Fikrî-felsefi anlayış ve teorilerin ötesinde, belirtmek gerekir ki, çağımız insanı, teknolojinin sağladığı kolaylıklara rağmen modern hayatın getirdiği zorluklarla yorgun, yılgın, gergin ve belli ölçüde mutsuzdur. Özellikle Batı ülkelerinde boşanma oranlarının yüksekliği, aile hayatı sıcaklığının giderek azalması, stresin çağın hastalığı olarak anılması bunun somut bazı göstergeleridir. Öte yandan endüstrileşmeyle birlikte gelen ve insanın tabiatı hoyratça kullanmasının sonucu olarak her geçen gün derinleşen küresel ısınma, iklim değişiklikleri, çevre kirliliği gibi global problemler de insanımızın huzur ve mutluluğunu tehdit etmektedir. İslam vahyi ve bunun Hz. Peygamber tarafından hayata aktarılan boyutu olarak sünnet, her çağın insanına olduğu gibi çağımız insanına da kendisiyle, çevresiyle, en önemlisi Rabbi ile barışık olabileceği formüller sunmaktadır. Bu, en kısa ifadesiyle “iman etmek” ve “salih amel işlemektir.” (Bakara, 2/25.) İman edip salih amel işleyerek yaşayan insanlar hem dünyasını huzurlu ve mutlu geçirecek hem de ilahî rızaya ererek ahiretlerini cennet kılacaklardır. Fotoğraf: Burhan Çimen mayıs 2013 / sayı 269 17 18 gündem / diyanet aylık dergi Tarihî Açıdan İnanç Sorunlarına Bir Bakış İnanç konularında Rasulüllah’a sorulan sorular, daha çok inancı kuvvetlendirme ve dinî bilgileri artırma amaçlıdır. Bu sebeple sahabe, bu tür konularda vahiyden başka kaynağa ihtiyaç duymamış, Hz. Peygamber’in cevabı ile yetinmişlerdi. Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Bilindiği gibi Hz. Peygamber hayattayken vahiy nazil olmaya devam ediyordu. Sahabe, amelî konularda olduğu gibi itikadi konularda da kafalarına takılan her türlü soruyu sormaktan geri durmuyordu. Kendisine soru sorulan merci tek olduğu için verilen cevap da aynı kaynaktan tek oluyordu. Onlar, verilen cevaplar karşısında, “neden böyle, niçin böyle ey Allah’ın elçisi?” diye sormuyorlardı. Sahabenin soru sormaktan amacı tartışmak değil, bilgilenmekti. Onlarda, teslimiyeti öne çıkaran bir İslam anlayışı hâkimdi. Dini yaşamayı öne çıkaran ve İslam’ın yayılmasını temel gaye edinen sahabenin bu anlayışı, Yüce Allah’a ve onun kutlu Rasulü'ne sonsuz bir şekilde duydukları itaat ve bağlılıktan kaynaklanıyordu. İnanç konularında Rasulüllah’a sorulan sorular, daha çok inancı kuvvetlendirme ve dinî bilgileri artırma amaçlıdır. Bu sebeple sahabe, bu tür konularda vahiyden başka kaynağa ihtiyaç duymamış, Hz. Peygamber’in cevabı ile yetinmişlerdi. O dönemdeki İslam toplumunun fikrî ve kültürel yapısının karmaşıklık ve soyutluktan uzak, yalın ve basit bir mahiyet arz etmesinin nedeni, bilgi birikiminin büyük ölçüde başta Kur’an, Hz. Peygamber’in hadisleri ve Arap şiiri ile sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. mayıs 2013 / sayı 269 İslam’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber’e sorulan inanç konuları ile ilgili sorular; başta Müslümanlar olmak üzere müşrik ve gayrimüslimlerden gelmiştir. Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in hadislerinden öğrendiğimiz kadarıyla en çok sorulan sorular uluhiyet, peygamberlik, kaza ve kader, günah, kıyamet, kıyamet alametleri, diriliş, ruhun mahiyeti vb. gibi inanç konularında olmuştur. Hz. Peygamber’e inançla ilgili sorulan soruların bir kısmına Kur’an-ı Kerim’de temas edilmiştir. Bununla ilgili bazı örnekler şöyledir. İslam’ın Mekke döneminde Übey b. Halef isimli bir putperest eline, çürümüş ve ufalanmış bir kemik tozu alarak Hz. Peygambere hitaben: “Bunlar çürüyüp yok olduktan sonra mı diriltilecek?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Evet, Allah onu, seni ve ikinizi de işte böyle olduktan sonra yeniden diriltecek.” der. (İbn Hişam, Sire, I, Mısır, 1936, 387-99.) Bu olay üzerine şu ayetler nazil olur: “İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: “Çürümüşken kemikleri kim diriltecek?” De ki: Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.” (Yasin, 36/77-79.) Yine Mekke müşrikleri gündem / diyanet aylık dergi tarafından Hz. Peygamber’e en çok sorulan inanç konuları arasında kıyametin zamanı ile ilgili sorular da yer alır. Kur’an-ı Kerim’de hem soru hem de cevap birlikte zikredilir: “(Ey Muhammed!) Senden kıyametin zamanını sorarlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah katındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.” (Ahzap, 33/63. Ayrıca bkz: A’raf, 7/187; Fussılet, 41/47.) Kıyamet alametlerinden birisi de Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkışıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e Zülkarneyn hakkında da sorular sorulmuştur: “(Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: Size ondan bir anı okuyacağım.” (Kehf, 18/83.) Bu soruların içinde inkâr amaçlı olanlar olduğu gibi, iyi niyetle öğrenmek maksadıyla sorulanlar da vardı. İyi niyete örnek olarak ‘ruh’la ilgili sorulan sorular gösterilebilir: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: Ruh, rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85.) İnançla ilgili sorular, öğrenme amaçlı olarak bizzat sahabeden de gelmiştir. Örneğin, Ebu Hüreyre’den (v. 59/679.) rivayet edildiğine göre sahabeden bir grup Hz. Muhammed (s.a.s.)’e gelerek şöyle demiştir: “İçimizde öyle şeyler hissediyoruz ki herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük günah sayar.” Hz. Peygamber: “Hakikaten böyle bir şey hissettiniz mi?” diye sorar, onlar da “evet” deyince, buyururlar ki: “Bu imanın ta kendisidir.” (Müslim, İman, 209.) Başka bir rivayette de Hz. Peygamber’e 'vesvese' sorulmuş, o da, “Bu imanın halis olanıdır.” şeklinde cevap vermiştir. (Müslim İman, 211.) Hz. Peygamber’e kaza ve kader konusunda da birtakım sorular yöneltilmiştir. Rivayete göre Süraka b. Malik, Rasul-ü Ekrem’e: “Ey Allah’ın elçisi! Sanki yeni yaratılmışız gibi, bize dinimizi açıkla. Bugün amel ne husustadır; kalemlerin kuruduğu, miktarların kesinleştiği şeylerde mi yoksa istikbalimize ait şeylerde mi?” diye sorar. Peygamberimiz de cevap olarak: “Hayır, mayıs 2013 / sayı 269 19 20 gündem / diyanet aylık dergi sapmamış, müteşabih ayetler ve kader konusunda da muhafazakâr ve mutedil bir tutum sergilemiştir. Onlara Kur’an ayetleri okunduğu zaman ‘inandık, iman ettik’ demekle yetinmişlerdir. Özetle sahabenin çoğunluğuna egemen olan düşünce itikadi konularda “tevakkuf” (susma) yöntemini benimsemek ve tartışmalı konulara girmemektir. Sahabenin akide saflığı, onların peygamberle birlikte bulunmalarının veya onun zamanına yakın olmalarının bereketinden, olayların ihtilaflarının az olmasından ve güvenilir kişilere hemen müracaat imkânına sahip bulunmalarından doğmuştur. İşte İslam peygamberinin zamanındaki İslam toplumunun çehresi böyleydi. aksine, kalemlerin kuruduğu, miktarların belirlendiği şeylerdedir.” diye cevap verir. Süraka’nın tekrar: “Öyleyse niye çalışalım?” diye sorması üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Çalışın! Herkese yapacağı şey kolaylaştırılmıştır.” buyururlar. (Müslim Kader, 1.) Öte yandan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e farklı din mensuplarından da inançla ilgili sorular sorulduğu kaynaklarımızda yer alır. Hz. Peygamber’in Medine’de Necran Hristiyanlarıyla Hz. İsa’nın mahiyeti/tabiatı hakkında yaptığı tartışma da bir örnektir. Onlar hakkında Âl-i İmran suresinin seksen küsur ayeti nazil olur.” (bkz. İbn Kesir, Tefsir, Kahire, ts., I, 368; H. Mahmut eş-Şâfiî, el-Medhal İlâ Dirâseti İlmi’l-Kelâm, Kahire, 1991, s. 59.) Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber’e, diriliş, kıyametin zamanı ve alametleri, ruh, iman, küfür, kaza ve kader gibi konularda değişik sorular sorulmuştur. Hz. Peygamber’in yol göstericiliğinin ve önerilerinin dışına çıkmayan sahabe, ileride çok şiddetli tartışmalara yol açacak olan birtakım tevillere, teşbihlere mayıs 2013 / sayı 269 Hz. Peygamber’in vefatından sonra hicri birinci yüzyılda iman ve zühdü öne çıkaran teslimiyetçi dindarlık biçimi, yerini diyalektik eksenli tartışma ve şekilci dindarlığa bırakmıştır. Bunda en önemli etken; İslam’ın düşünce özgürlüğüne verdiği değer ve kendilerine soru sorulma mercilerinin çoğalmış olmasıdır. Gayet doğal olarak Müslüman toplum, akideyi anlamaya ve yorumlamaya çalıştı. Sonunda Müslümanlar, hem akideyi anlamada ve hem de açıklamada görüş ayrılıklarına düştüler. Tamamen bu tartışmalar İslam toplumunun iç dinamikleriyle bağlantılıdır. Bu sorunlardan birisi siyasi olup, yönetimle ilgili, diğeri ise iman-amel ilişkisiyle bağlantılı olarak meydana gelmiştir. Müslümanlar, Hz. Peygamber’in vefatından sonra “devleti yönetmenin şer’î kaynağı nedir?” sorusunu birbirlerine sormaya başladılar. Bunlardan bir kısmı, yönetim meselesinin Müslümanların seçimine bırakılabilecek olağan işlerden olmadığını, bunun nas ve tayinle mümkün olduğunu savunurken, diğer bir kısmı da, bunun itikadi bir mesele değil, kamu yararını gözetmeye dayalı sosyal bir mesele olduğunu ve bu sebeple de meşru yönetimin seçim ve ittifaka dayanması gerektiğini savundu. gündem / diyanet aylık dergi Hz. Peygamber döneminde İslam Hicaz bölgesinin dışına çıkmamıştı. Hulefa-i Raşidin döneminin ilk yılları, fetihlerle geçti. Özellikle Hz. Osman’ın hilafetine kadar Müslümanlar bütün güçlerini İslam’ın yayılmasına ve dış tehditlerle mücadele etmeye ayırmışlardı. Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte onun hilafetinin meşru olup olmadığı tartışmaya açıldı. Maalesef iş, Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar vardı. Böylece İslam toplumunda istikrar ve sükûn dönemi kapanmış oldu. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra yönetime Hz. Ali gelmişti. Hz. Ali’den çözmesi beklenen sorunlar arasında Hz. Osman’ın katillerinin bulunması ve hak ettikleri cezaya çarptırılmaları geliyordu. Hz. Ali’nin döneminde iç karışıklıkların azalması beklenirken, daha da artış kaydetti. İslam toplumunda siyasi ve itikadi ayrışmayı hızlandıran Cemel vak’ası ve Sıffin savaşı gibi iki büyük olay yaşandı. Kur’an-ı Kerim’de bir ayette: “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir.” (Nisa, 4/93.) buyrulmaktadır. O zaman, “Bir mümin bir mümini kasten öldürürse itikadi açıdan durumu nedir?” sorusu gündeme geldi. Çünkü Müslümanların içinde hem Hz. Osman’ın kanını akıtan ve hem de Cemel ve Sıffin savaşlarında birbirlerini öldüren Müslümanlar vardı. Böylece iman ve amel konusuyla irtibatlı olarak Müslümanlar arasında “büyük günah”, “şefaat” ve “tekfir” meseleleriyle ilgili tartışmalar yaşandı. Bunlar arasında büyük günah işleyen kimsenin durumu nedir? “Mümin midir, kâfir midir, asi midir, münafık mıdır? Bunlar öldükleri zaman cennete mi yoksa cehenneme mi gidecekler?” gibi inanç problemleri zuhur etti. Bir başka inanç sorunu da, dinî nasları anlamada ortaya çıkan ihtilaflardır. Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerden bazısı, lafzi okumaya tabi tutulduğu zaman, insana özgür olmadığı (Tekvir, 81/29; İbrahim, 14/4.) intibaını verirken, bazısı da insanın eylemlerinde hür olduğu intibaını vermektedir. (Kehf, 18/29; Bizi birleştirecek sadece asgari müştereklerimiz değil, aksine azami müştereklerimiz vardır. O hâlde Müslümanlar, azami müştereklerini gündeme getirmelidirler. Müddesir, 74/38.) O zaman bu iki ayet grubu insanın özgürlüğü bağlamında nasıl yorumlanmalı, araları nasıl telif edilmeliydi, gibi sorular, farklı zihniyetler arasında tartışmaları koyulaştırdı. Bu sebeple “cebir ve ihtiyar” meselesi, önemli bir inanç problemi olarak doğdu. Buna muhkem ve müteşabih naslarla ilgili tartışmalar, helal ve haram rızık gibi konular da eklenebilir. Sonuç Görüldüğü gibi, inanç konuları, Hz. Peygamber döneminden itibaren artarak günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan bir kısmı, siyasi, bir kısmı da gerçekten itikadi meselelerdir. Ayrıca, bunda din dilinin de etkisi vardır. Bu da bir zenginlik kaynağı olarak görülmelidir. Önemli olan bazı inanç sorunlarının tarihî olduğunu bilmek ve bu tartışmaları kendi tarihselliği içinde değerlendirmektir. Tarihte kalmış bu sorunlar, şayet günümüze taşınırsa, Müslümanların birliği ve kardeşliği bundan büyük zarar görecektir. Onun için Müslümanlar, bu sorunların çözümü noktasında yeniden Kur’an ve sünnete başvurmalı, içtimai birliklerini kuvvetlendirebilecek duyarlılıkları geliştirmelidirler. Eğer bu yapılmazsa, günümüz İslam dünyası arasındaki bölünmüşlük, gittikçe derinleşecek, bundan Müslüman halklar büyük zarar göreceklerdir. Bizi birleştirecek sadece asgari müştereklerimiz değil, aksine azami müştereklerimiz vardır. O hâlde Müslümanlar, azami müştereklerini gündeme getirmelidirler. mayıs 2013 / sayı 269 21 22 gündem / diyanet aylık dergi Günümüz İnanç Problemlerinin Nedenleri Günümüz insanının içinde bulunduğu bunalımların temelinde hiç şüphesiz ki, pozitivist eğitim ve dünya görüşü, kapitalist düşüncelerin beslediği maddeci hayat anlayışı, dinî değerlere sırt çevirmiş maddeci ilim anlayışı ve âlemin mekanist açıdan izahı bulunmaktadır. Prof. Dr. Selim Özarslan Fırat Üniv. İlahiyat Fak. Uzay ve bilgi çağını idrak eden modernleşmeyle birlikte bireyselleşme sürecinde bulunan günümüz insanı, her yönden olduğu gibi manevi ve kültürel yönden de kendinden, varlığına neden olandan (Tanrı), geleneklerinden, dinî değerlerinden uzaklaşmakta egonun kucağına düşerek ruhsal-psikolojik bunalımlar yaşamaktadır. Günümüz insanının içinde bulunduğu bunalımların temelinde hiç şüphesiz ki, pozitivist eğitim ve dünya görüşü, kapitalist düşüncelerin beslediği maddeci hayat anlayışı, dinî değerlere sırt çevirmiş maddeci ilim anlayışı ve âlemin mekanist açıdan izahı bulunmaktadır. Toplumda bu zihniyet yerleşince, diğer problemler kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Manevi ve psikolojik bunalımlara girmiş bireyler, sosyal yaşantılarında da bir tatminsizliğin içinde bulundukları için toplumsal sorunların kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu şekilde, tatminsiz bireylerin içinde yaşadığı toplum düzeni parçalanmakta, huzursuzluk ve kargaşanın hâkim olduğu başka bir yamayıs 2013 / sayı 269 şam biçimi gelişmektedir. Bu bağlamda söz konusu psikolojik ve sosyolojik ve tabii ki itikadi bunalımlara neden olan felsefi ya da ideolojik akımları şu şekilde sıralayabiliriz: Materyalizm, pozitivizm, evrimcilik/darwinizm, panteizm, freudizm, ateizm, deizm, sekülerizm, nihilizm, satanizm, varoluşçuluk/ existentialism gibi genellikle Batı kaynaklı ideoloji ve felsefi akımlardır. Bunlardan kısaca söz etmek yararlı olacaktır. Materyalizm: Karl Marx ve arkadaşı F. Engels’in ortaya koyup geliştirdikleri Tarihî Maddeciliktir. Ontolojide maddeyi değişmez, aktif ve dinamik bir prensip ve cevher olarak kabul eden, ruh ve fikir gibi manevi cevherlerin bu maddenin bir tezahürü olduğunu iddia eden yahut bunları yadsıyarak kabul etmeyen öğretiler. (Bolay, S. Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ yay., Ankara 1987, s. 162.) Pozitivizm: Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) tarafından ortaya atılan gerçekliği beş duyu organının verilerine indirgeyen, gündem / diyanet aylık dergi metafiziği reddeden olgucu bir öğretidir. Bu öğretiye göre doğrudan doğruya deneyle sağlanamayan her bilgi teolojik veya metafiziktir; hayal ürünüdür. Ampirizm ile sosyalizmin birleşmesiyle ortaya çıkan bu öğretiye göre düşünce, tarih sürecinde tekâmül etmektedir. İnsan zihni üç safhadan geçmektedir: Teolojik, metafizik ve pozitif hâl. Sonuncu aşamada Comte’a göre metafizike gereksinim kalmayacak, onun yerini müspet ilim alacaktır. (Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 213-214.) İslam ancak akıllı olanları kendisine muhatap kabul etmiştir. Yani akıl İslam dininde mükellef (sorumlu) olmanın birinci şartıdır. Bu sebepten bu din nazarında akıl, dinden, din de akıldan bağımsız ve ayrı olamaz. Evrimcilik (Evolutionism): Darwin’in temsil ettiği evrim teorisidir. Panteizm: Panteizm kelimesi ilk defa 18. asırda İrlandalı J. Toland tarafından kullanılmış olup Allah ile âlemi bir ve aynı, O’nu âlemin yegâne cevheri sayan felsefi akımlara verilen isimdir. (Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 201.) Freudizm: Sigmund Freud, psikanaliz öğretisini geliştirmiş Avusturyalı bir nörologdur. Psikiyatride psikanaliz ismi verilen bir yöntem geliştirdi. O, ruhsal sorunların kaynağını, hastaların bastırdıkları ve bilinçaltına ittikleri sorunlarda aradı. Hastaların bilinçaltındaki duygularını yüzeye çıkarmaya dayalı psikoterapi adı verilen bir yöntemle hastalarını tedavi etmeye yöneldi. Dinî inançları bilginin gelişmesinin önünde engel olarak gördü. Şu sözü bu bilimsel veriler ve akli temellerden uzak görüşünü ifade etmektedir: “Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dinî inançlardan kopuş da o kadar artar.” Ateizm: Atheisme-Tanrı tanımazlık; Allah’ın varlığını yani âlemde deruni, harici ve üstün bir sebebi inkâr eden felsefi öğretidir. (Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 25-26.) Deizm: Tanrı’nın varlığını kabul ettiği hâlde, vahyi, ilahî kitabı ve peygamberliği inkâr ederek, insanın aklıyla gerçeği bulabileceğini söyleyen felsefi öğretidir. Sekülerizm: Yaşanan dünya hayatını önceleyerek, bu hayatın metafizik âlemle, dinle yani peygamberlik ve vahiyle ilişkisini koparmayı hedefleyen öğretidir. Nihilizm: Nihilisme-hiççilik; cevheri hiçbir realite olmadığını ileri süren ve her şeyi inkâr eden bu felsefi öğreti, âleme ilişkin bu görüşü ile ontolojik nihilizmi, insanın reeli bilemeyeceğini ileri sürmesiyle de kritik nihilizmi meydana getirmiştir. Siyasette hiçbir otorite tanımamakla siyasi, ahlaki alanda hiçbir ahlaki değer, sosyal baskı ve kontrol kabul etmemesiyle de ahlaki nihilizm ortaya çıkmıştır. Neticede nihilizm gayesizlik, kötümserlik ve olumsuzluğu ifade eder. (Bolay, age, 188-189.) Satanizm: Geleneğe bağlı İbrahimî dinleri protesto amacıyla ortaya çıkan, şeytanı Tanrı’nın rakibi olarak görerek ona tapanların kurduğu bir inanç sistemidir. Kara İncil adıyla din esaslarının yer aldığı kutsal kitapları ve Şeytan’ın Kilisesi adıyla mabetleri bulunmaktadır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Güç, Ahmet, Satanizm Şeytan’a Tapmanın Yeni Adı, Ankara 2002, 47 vd.) Varoluşçuluk/existentialism: İnsanın kendi kendisini var ettiğini ileri süren bilim dışı burjuva öğretisidir. Varoluşçu felsefe veya varoluşsal felsefe ismiyle de anılmaktadır. Öznel düşünceci, tekbenci/solipsizm, usa aykırı, bilime karşı ve bilim dışı bir burjuva doktrinidir. Bu öğretiyle birlikte dünyanın her tarafında sözde kendi kendilerini mayıs 2013 / sayı 269 23 24 gündem / diyanet aylık dergi varlaştıran hippiler ortaya çıkmıştır. Hippi/ Hippy’ler varlıklarını, toplumun kurulu düzenine başkaldırmak ve her türlü değeri hiçe saymakla oluşturdukları düşüncesindedirler. Kullandıkları uyuşturucu maddeler de onların bu anlayışlarının başyardımcısı olmuştur. (Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1989, 443; anılan akımlar hakkında ayrıntılı bilgi için Özarslan, Selim, Günümüz İnanç Problemleri, Nobel Yayınları, Ankara 2012, s.1-2.) Ayrıca inananların çeşitli nedenlerle birbirlerine yönelttikleri tekfir salgını da inanç problemleri arasında sayılabilir. Biz kelamcılara düşen ise çağımız insanının dinî problemlerine çözüm getirmek, gereksinimlerine makul ölçülerde cevap vermektir. Yukarıda isimleri sayılan “izm”lerin birey ve toplum katmanları üzerindeki tesirli etkinliği, imanla aklın, imanla ilmin, imanla hayatın dengesinin bozulmasına ve bu durum da duyguların İstiklal şairimiz M. Akif’in dediği gibi, “Nefs-i emmare hizasında” kalmasına sebebiyet vermiş, daha yükseklere kanat çırpmasına engel olmuştur. (Bolay, S. Hayri, Eğitimden Doğan Gençlik Problemleri, Gençliğin Ruhî ve Manevî Problemleri, İstanbul 1987, 16.) Yine bu “izm”lerin insanlığın gündemine soktuğu yalnızca dünyaya yönelik, içkin ve anlamdan uzak idealler, zevk türleri, soyut değerlerden uzaklaşarak, sırf somutlara bel bağlamak insanların sorunları için çözüm olamaz. Bu tür inanç problemlerinin önüne geçmek, dini vahyî temellerine dayalı olarak yeniden anlamaya çalışmak ve Kur’an’ın da emrettiği ilmî araştırma ruhunu geliştirmekle mümkün olacaktır. Bu da aklımızı rasyonel ölçütler doğrultusunda kullanarak gerçekleşecektir. Bilindiği gibi ilahî mesaj zincirinin son halkası olan İslam, akıl ve fikir dinidir. Hayal, vehim ve hurafelerle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı gibi onları da yok etmek üzere tasarlanmıştır. “Ölü iken dirilttiğimiz mayıs 2013 / sayı 269 ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?” (En’am, 6/122.) İslam ancak akıllı olanları kendisine muhatap kabul etmiştir. Yani akıl, İslam dininde mükellef (sorumlu) olmanın birinci şartıdır. Bu sebepten bu din nazarında akıl, dinden, din de akıldan bağımsız ve ayrı olamaz. Dinin temel ilkeleri olan Allah’ın varlığı, birliği ve peygamberlik kurumu akılla ispatlandığı gibi dinin emir ve yasaklarının anlaşılıp kavranması da akılla gerçekleşmektedir. Bu nedenle aklın İslam dininde kendine özgü üstün bir yeri ve mevkisi vardır. İlahî bağış olan akıl potansiyeline işlerlik kazandırarak günümüz insanlığını ve geleceğini tehdit eden bu inançsızlık ve ufuksuzluk furyasının önüne geçebiliriz. Bunun için de sağlam, Kur’ani temellere dayanan tevhit inancını yeniden insanlığın gündemine taşımamız gereklilik olarak önümüzde durmaktadır. Tevhit inancı insanın akıl ve his, ruh ve ceset, ibadet ve muamelat bakımından Allah’a tam teslim oluşunu ifade etmektedir: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim; hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben Müslümanların ilkiyim.” (En’am, 6/162-163.) Bu inancın insanlık için değeri ve taşıdığı eşsiz önem bütün ayrıntılarıyla ortaya koyulmalıdır. Bu inanç sayesinde bunalım, karmaşa ve itikadi çalkantılar içerisindeki bireyler yaşantılarını anlamlandıracak ve tekrar güven duygusuna sahip olacaklardır. Çünkü Allah’ın birliğine ve yaratıcılığına inanan insanlar, bütün âlemin yok olmaz, yıkılmaz, sarsılmaz, anarşi ve kargaşaya düşmez bir sahibinin olduğunu, hiçbir gücün onu bozamayacağını benimsemiş olmakla kâinatın içindeki bir varlık olarak hem kendilerinin, hem de diğer varlıkların sarsılmaz bir garanti altına girmiş olacaklarını anlayacaklardır. (Bolay, a.g.m. 16, 49.) Bu şekildeki tevhit inancına sahip olan insanlar her şeyden önce güven duygusu içerisindedir. Artık şu anı ve geleceği için tereddütler ve açmazlar içerisinde kalmayacaktır. Ölüm dâhil hiçbir şey tevhit inancına sahip bireyi yıldırmayacak, karışıklık ve yalnızlığa sevk etmeyecektir. Çünkü o birey bilmektedir ki varlığı imanla birlikte güven ve emniyet içerisine alınmıştır. İnsanın var oluş gayesi, kendini ve âlemi bilmesi, yaratanını tanıması, eşyanın hikmetini ve hakikatini kavramasıdır. İnsan ancak bu gayesini gerçekleştirebildiği ölçüde mükemmel olabilir. Varlıkların en şereflisi (eşref-i mahlukat) olarak yaratılan insandan (Tin, 95/4: “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”) beklenen şey, kendisini koruması, insani niteliklerini geliştirmesi, diğer insanlara hizmet ve sevgi ile beraber yaratıcıya muhabbet ve ibadet etmesidir. (İzmirli, İsmail Hakkı, İslam Dini ve Tabii Din, Sadeleştiren: Osman Karadeniz, İzmir 1998, 42.) Yani kendisini ve yaratanını bilmesi ve bu dünyadaki yaşantısına anlam kazandırmasıdır. Ancak insan bunu gerçekleştireyim derken insan olması ve iktisadi, sosyal, siyasi, kültürel vb. çeşitli dış faktörlerin etkisiyle bu amacından uzaklaşarak başta itikadi olmak üzere, amelî ve ahlaki yönlerden çıkmazların ve açmazların içerisine düşmüştür. İnsanlık tarihi Allah’ın insanoğluna doğru yolu ve inancı gösterdikten sonra tekrar inançsızlık ve sapıklık yoluna dönüşlerinin örnekleriyle doludur. Kur’an-ı Kerim’de kendilerine doğru yol ve inanç gösterildikten sonra aralarından mayıs 2013 / sayı 269 26 gündem / diyanet aylık dergi Kur’an genel manada Allah’ın emirlerinden uzaklaşarak, onlardan yüz çevirmeyi sapıklık olarak değerlendirmektedir. peygamberlerinin ayrılmasıyla birlikte bu yoldan sapan, inançsızlık ve sapıklık girdabına düşen milletlerin kıssalarıyla doludur. Bunlardan birkaç tanesini hatırlamak yerinde olacaktır kanaatindeyiz. Yemen’de yaşayan Âd kavmine Hz. Hud, Şam ve Hicaz arasında bulunan Hicr bölgesinde yaşayan Semud kavmine de Hz. Salih peygamber olarak gönderilmiş ve onları Allah’ı tanımaya ve O’na kulluk etmeye davet etmişlerdi. (bkz. Sa’lebî, Ebu İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrahim en-Nîsâbûrî, Arâisu’l-Mecâlis, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, trs. 53, 57.) Kovulmuş şeytanın ve nefislerinin emrine uyarak doğru yoldan çıkan Âd ve Semud kavminin durumu şu şekilde betimlenmektedir: “Âd ve Semud’u da (helak ettik). Sizin için (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.” (Ankebut, 29/38.) Yine Ankebut suresinde Hz. Nuh, İbrahim, Lut, Şuayb, Salih gibi peygamberlerin kavimlerini hidayete çağırdıkları fakat onların büyüklük taslayarak bundan yüz çevirdikleri ve saptıkları konu edilmektedir. “Semud’a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükleri yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı.” (Fussılet, 41/17.) Peygamberlerinin hem hayatlarında hem de vefatlarından sonra küfür, isyan, inat ve iftiraları sebebiyle doğru yoldan ayrılarak sapıkmayıs 2013 / sayı 269 lığa düşen ehlikitabın bu tutumu Kur’an’da tenkit edilmekte ve kınanmaktadır: “Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. Size gelen peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz. (Yahudiler peygamberlerle alay ederek) “kalplerimiz perdelidir” dediler. Hayır; küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar.” (Bakara, 2/87-88.) Kur’an genel manada Allah’ın emirlerinden uzaklaşarak, onlardan yüz çevirmeyi sapıklık olarak değerlendirmektedir. İtikadi alanda inanılması gereken temel ilkelerden uzaklaşmayı ise tam ve derin bir sapıklık olarak nitelemektedir: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa, 4/136.) Bu sebepten olacak Mekki ayetlerin konusunu daha çok inanç ve itikat meseleleri teşkil etmektedir. Çünkü dinin aslını ve özünü inanç ilkeleri oluşturmaktadır. Bu dönemde indirilen ayetlerin vurgusu, Allah’ın varlığı ve birliği yani tevhit akidesi ve ona ulaştıracak kâinatta meydana gelen olaylar üzerinde düşünme, tefekkür ve tezekkürde yoğunlaşmaktadır. Sonuç olarak Ateizm ve ona benzer çeşitli “izm”lerin besleyip büyüttüğü maddenin ezeliliğini savunan, dolayısıyla her şeyin yaratıcısı olan mutlak bir varlığın olmadığını iddia eden bu inançsızlığın sağlam ve köklü dinî birikime sahip olmayan gençlerimiz ve insanlarımız üzerindeki olumsuz etkisine karşı Kur’an’da vurgulanan tevhit inancı yeniden ele alınmalıdır. Çünkü tevhit inancı insanın akıl ve his, ruh ve ceset, ibadet ve muamelat bakımından Allah’a tam teslim oluşunu ifade etmektedir. Bu inancın insanlık için değeri ve taşıdığı eşsiz önemi tekrar gündeme getirilmelidir. Bu inanç sayesinde zihni bunalım, karmaşa ve itikadi çalkantılar içerisindeki bireyler yaşantılarını anlamlandıracak ve tekrar güven duygusuna sahip olacaklardır. gündem / diyanet aylık dergi İnanç Problemlerinin Toplumsal Yansımaları İnsana yakışan, sonsuz ilim, hikmet, güç, adalet ve rahmet sahibi olan yüce bir yargıcın huzurunda, tüm yaptıklarının hesabını vereceğine inanmasıdır. Prof. Dr. Metin Özdemir Yıldırım Beyazıt Üniv. İslami İlimler Fak. İnanç problemleri deyince genel olarak insanlık tarihi boyunca iki tür olguyla karşı karşıya bulunduğumuza tanık oluyoruz: İnançsızlık ve sapkın inançlar… İnançsızlık; insanın kendisini her şeyin ölçüsü olarak görmesiyle başlayan bir tutumdur. Hakikatin tek ölçüsü olarak kendisini gören insan, hayatındaki yegâne hâkim unsurun kendi aklı ve iradesi olduğuna inanmaya başlar. Onun açısından her şey sadece bu dünya hayatından ibarettir. O, yalnızca burada doğup, burada yaşayıp burada öldüğüne inanır. Onun hayatına hükmeden tek harici unsur, zamandır. Hâlbuki onun bu konuda hiçbir bilgisi yoktur; nefsinin ölçüsüz, anlamsız ve boş istekleri doğrultusunda yaşama arzusu, kendisini böyle bir zanna kapılmaya sevk etmiştir. (Casiye, 45/24.) Bu tür insanların ilahları ve rableri artık kendi ölçüsüz ve sapkın arzuları olmuştur. Çünkü insan, dâhilî ve haricî pek çok güç ve otorite tarafından yönlendirilmeye ve yönetilmeye açık ve eğilimli bir varlıktır. Yeryüzünün en kudretli otoriteleri olan krallar, firavunlar, sultanlar ve tiranlar dâhil herkes bu çerçevenin içerisindedir. Her sözü bir yasa ve kanun hükmünde olan bir kral bile, sonuçta ya nefsi ya da yetiştiği kültürün ve aldığı eğitimin kendisine dikte ettiği inanç ve düşünceleri tarafından yönlendirilir ve yönetilir. Bu yüzden insan, yeryüzündeki diğer canlıların hepsinden çok daha iyi eğitilmeye, gözetilmeye ve denetlenmeye muhtaç bir varlıktır. Bu olmadığı takdirde yeryüzünde ne tür felaketlerin ve yıkımların olabileceğini görebilmek için insanlık tarihinin akan kan ve gözyaşı hikâyelerini anlatan sayfalarına kısaca bir göz atmak yeterli olacaktır. Beş duyu ve aklın her şeyin ölçüsü olduğu, doğruya, hakikate ve mutluluğa ancak bunlar aracılığıyla ulaşılabileceği şeklindeki hümanist düşünce, ilk bakışta insanı kendisine çeken ve onu derinden etkileyen bir yaklaşım olarak gözükür. Ne var ki bu yaklaşımın sosyal düzlemde ve toplumsal hayattaki yansımalarına baktığımızda, sonucun insan için, yalnızlık, mutsuzluk, iç sıkıntısı, kan ve gözyaşı şeklinde tecelli ettiğini somut örnekleriyle birlikte görmemiz mümkündür. Çünkü insan iradesini, aklın yanında, nefis, ölçüsüz arzu ve istekler gibi daha pek çok unsur yönlendirmektedir. mayıs 2013 / sayı 269 27 28 gündem / diyanet aylık dergi Elbette ki akıl insana doğru, adil, hak ve hakikat olanı gösterir. Ancak o, her zaman onu bu yüksek değerlere yönlendirmede, bu uğurda onun vicdanını ve iradesini etkileyip başarıya ulaştırmada yeterli bir güç ve otorite oluşturamaz. Bu yüzden insanın, eksikliklerini tamamlayabilmesi, insanlık onuruna yakışan bir düzen ve sistem içerisinde mutlu ve müreffeh bir hayat sürebilmesi için, aklına ve vicdanına ışık tutacak, iradesini iyi ve hayır yönünde yönlendirebilecek haricî bir değerler ve müeyyideler manzumesine ihtiyacı vardır. Hiç kuşkusuz bu değerler ve müeyyideler manzumesinin çerçevesini ilahî öğretiler ve nebevi yöntemler oluşturur. Nitekim insan, diğer canlılar gibi sadece bazı özel şartlarda belli bir ömrü tüketmek üzere var edilmiş olan sıradan bir varlık değildir. Elbette o, yeme, içme, barınma, üreme ve haz alma gibi konularda diğer canlıların pek çoğuyla benzerlik arz etmektedir. Fakat o, aynı zamanda uygarlık kuran, felsefe yapan, ölülerine ağıt yakan, öldükten sonrasını merak eden ve ebediyen yaşama arzusunu iliklerine kadar hisseden bilinçli bir varlıktır. Böylesine anlamlı ve değerli bir varlık olan insanın, kendi hayatını sadece bu dünyadaki varlığıyla sınırlı görmesi, kendisini diğer tüm canlılardan ayıran akıl ve vicdan gibi üstün yeteneklerini inkâr etmesinden başka bir anlam ifade etmez. O hâlde insana yakışan, sonsuz ilim, hikmet, güç, adalet ve rahmet sahibi olan yüce bir yargıcın huzurunda, tüm yaptıklarının hesabını vereceğine inanmasıdır. Allah’a ve ahiret gününe inanmayan insan, hesap verme düşüncesinden uzaklaşır ve bir gün fıtratından, dolayısıyla insanlığından çıkıp hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşme tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir. (A’raf, 7/179.) Hümanizm bu tehlikeyi, yalnızca vicdan, ortak akıl, tecrübe ve bunlara dayanan hukuk, kanun, yasa ve yönetmelik gibi beşerî değerler ve müeyyideler manzumesiymayıs 2013 / sayı 269 gündem / diyanet aylık dergi le halletme yoluna gitmiştir. Bu bağlamda vahye ve inanca referansta bulunmayı bir zül sayıp gerilik olarak gören bu eğilim, ne yazık ki insanın bencil, aceleci ve hırsına düşkün bir varlık olduğunu unutmuş ve onun bu tür olumsuz huylarından arınmasının ancak Allah ve ahiret inancıyla mümkün olabileceğini ya anlayamamış ya da görmezlikten gelmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, inançsızlık insanı fıtratından uzaklaştırır ve kendisine yabancılaştırır. Böylece insan, ürettiği tüm yüksek değerleri bencilce kendi çıkarları uğruna kullanmanın yollarını aramaya başlar. Sapkın inançlar meselesine gelince, bu da en az diğeri kadar derin yaralar açan bir olgudur. İnsan yaratılışı/fıtratı gereği inanmaya eğilimli bir varlıktır. (Rum, 30/30.) Onun bu doğal eğilimine, doğru, mantıklı ve sağlam kaynaklara dayalı bir şekilde cevap verilemediği takdirde de sonuç; insan için huzursuzluk, güvensizlik, bunalım, depresyon, kan, gözyaşı ve yıkımdır. Dolayısıyla yanlış ve batıl inançlar da insanı fıtratından ve yüksek beşerî ve ilahî değerler manzumesinden uzaklaştıran temel unsurlardan birisidir. Çünkü onlar da çoğu kez, tıpkı inançsızlık gibi insandaki yüce bir yargıç huzurunda tüm yaptıklarının hesabını verme inancını tümüyle yok eder ya da en azından onun tutum ve davranışları üzerinde olumlu bir etkisi bulunmayacak ölçüde zayıflatır. Bu her iki grupta yer alan insanların tutumunu, Kur’an, tüm çağları kapsayacak bir üslup zenginliğiyle bize şöyle anlatır: “[Hak] Dini yalan sayanı gördün mü? Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur. Vay o namaz kılanların haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar. Onlar basit şeyleri dahi vermezler.” (Maun, 107/1-7.) Bencil ve kendilerini insan olmakla onurlandıran yüce yaratıcılarına kulluk etmekten İnançsızlık insanı fıtratından uzaklaştırır ve kendisine yabancılaştırır. Böylece insan, ürettiği tüm yüksek değerleri bencilce kendi çıkarları uğruna kullanmanın yollarını aramaya başlar. yüksünen ve bunu bile bir çıkar aracı olarak görecek ölçüde insanlıktan uzaklaşmış olan bu tiplerin, giyimleri, kuşamları, yedikleri, içtikleri, kullandıkları araç ve gereçleri, ideolojileri ve dünya görüşleri değişse de bu genel karakteristik özellikleri hiçbir zaman değişmez. Onlar her çağda, sömürmeye, ezmeye, kendi haz ve zevkleri uğruna, bütün yüksek değerleri bencilce tüketmeye yatkın ve alışkın olan sapkın ve azgın kimselerdir. İşte bu yüzden iyilerin umudu olan cennetin ve kötüler için mutlak adaletin tecelli edeceği cehennemin varlığı hak ve gerçektir. Hiçbir sağlam akıl bunun aksini düşünemez, yine hiçbir temiz vicdan bunun ötesindeki herhangi bir düşünce ve inanca onay veremez. Sömürgecilerin ve tiranların doyumsuz arzuları ve istekleri uğruna çıkan anlamsız savaşlarda, kimyasal silahların etkileriyle derileri kavrulan çocuklara, bunları yapanların hiçbir otoriteye ve adalet merciine hesap vermeden ebediyetin derinliklerinde kaybolup gitmesine hangi sağlam akıl ve temiz vicdan onay verebilir? Sonuç olarak söylemek gerekirse, bütün bu anlattıklarımız açıkça göstermektedir ki, inançsızlık ve sapkın inançlılıktan kaynaklanan problemler, fertler ve toplumlar için bir helak, çöküş, huzursuzluk ve güvensizlik kaynağıdır. Bu tür kötü sonuçlardan kurtulmanın tek yolu ise, akla, vicdana, vahye ve sahih nebevi öğretiye dayalı doğru ve sağlam bir inanca sahip olmaktır. mayıs 2013 / sayı 269 29 söyleşi Çağın İnanç Problemleri Üzerine Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç ile Söyleşi Bir felsefeci olarak inancı nasıl tanımlayabilirsiniz? Mutlak âlemin insandaki tezahürünü, yani, açığa çıkışını, ben “iman” veya inanç olarak anlıyorum. Mutlak âlemin, insanda iman ile açığa çıkması demek, bu âlemin bilgisini elde etmemiz demek değildir. Çünkü “mutlak âlem” felsefi söylemde Kur’an’ın “gayb” olarak ifade ettiği âlemdir. O zaman inancı, “anlayarak bilme” şeklinde ifade edebiliriz. Ancak inanç en azından bir tür bilme ise mutlak âlem, yani gayb da bilinmediğine göre, mutlak âleme iman nasıl mümkün olur? O hâlde, Kur’an bu hususa ışık tutacaktır; yani vahiyle yol gösterme olduğundan bize gayb hakkında verilen bilgileri anlayabilecek güçte yaratıldığımız için “anlamakla bilebiliriz.” Şayet biz, Kur’an’ın bu hitaplarına kulak verip ön yargısız olarak mutlak âlemin bilgisini elde etmeye çalışırsak bu bizim için mümkün olabilir. Böylece bu alandaki bilgi, tamamen duygusal algıya dayandığı için öznel olup matematiksel bir kesinliği mayıs 2013 / sayı 269 yoktur; ancak “yakini”, yani özne açısından yaşantısal (tecrübi) bir kesinliği vardır. İşte bu türdeki bir bilgi, ancak “iman (inanç)” olabilir. Aşkın alan, mutlak âlemin tezahürüdür; iman ise, aşkın alanın bir tür bilgisidir; buna göre, “inanç” mutlak âlemin insanda açığa çıkmasıdır. İnanmak, Kur’an’a göre “hidayete ermek” demektir. Hidayet ise, birçok yerde “doğru yol” olarak tanımlanmıştır. Bütün bu bağlamlar içerisinde imanın, doğru yolun, kalben kabul edilen ve davranışlara yansıtılan bilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Allah inancı âleme bakışımızı nasıl etkiliyor? Bu çerçevede inananlarla inanmayan yahut müphem bir uluhiyet inancına sahip olanların bakış farklılıklarını yansıtır mısınız? İnanç, evrene bakışımızı yüz seksen derece değiştirmektedir. Şöyle ki, inançta intisap vardır; bu sebeple ubudiyet idrak edildiği hâlde küfür ve inançsızlıkta intisap olmadığından idrak edilmez. İnanç, insanı inandığı yüce Varlığa rapt eder; böylece bir kuvvet-i söyleşi / diyanet aylık dergi istinat oluşturan inanç, inanan kimseyi sağlam bir yere bağlar. İnançsızlıkla ortaya çıkan bakışın insanı nasıl bir cehennem azabına ittiğini Bediüzzaman, İşaratu’l-İ’caz adlı eserinde “Fatiha” suresinin son ayetinin tefsirinde çok çarpıcı bir dille ifade etmektedir. Buna dayanarak konuyu şöyle açıklamak mümkündür: İnanmayan bir şahıs, şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir iyilik beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlar. Evet, dünyanın dertleri çok; bu durumda olan kimse bir medet, bir yardım için sağına soluna bakar, önce eline geçirebileceği unsurlara göz atar, sebeplerle karşılaşır onlardan merhamet diler ancak merhametsizlikle karşılaşır. Sonra gökyüzüne diker gözünü ve oradan yardım diler, orada ise güneş gibi ateş saçan korkunç gök cisimleri ile karşılaşır: her biri, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli hâlleriyle gözüne görünür. İnanmadığı için her şeyi başıboş düşündüğünden nereye baksa her şeyi sahipsiz ve kendi başına veya çeşitli sebeplerle koşup duran cisimler olarak algılayacaktır. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatın ihtiyaçları bağırıp çağırıp gerçekleşmek istiyorlar. Bütün bütün dehşete kapılarak hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder, bakar ki vicdanı, binler arzular, emeller ve elde edemeyeceği umutlarla dolu, bu arzu ve emeller gerçekleştirilmeyi beklerken bağırıp çağırmaktalar, onların gürültülerinden cinnet getirecek bir duruma gelir. Çünkü bütün bu ihtiyaçları giderecek güç ve kabiliyet kendisinde sınırlı, bu ihtiyaç, arzu ve isteklerin gerçekleştirilmesi için yeterli değildir. İşte hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, Allah’a ve ahirete inanmakla ubudiyetini kabul ederek bütün âlemler kudretine teslim olan Allah’a intisap ile bağlanmazsa onun o vaziyetinden cehennem daha serin olmaz mı? Evet, o biçare korku ve heybetten, acz ile titremekten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me’yusiyetten oluşan bir durumda kendi gücüne bakar, görür ki, âciz ve yetersiz; ihtiyaç ve arzularına bakar, karşılanacak gibi değildir. Çağırıp yardım istese, intisap ettiği, bağlandığı sonsuz kudret sahibi bir kimse olmadığından yardımına gelen yok. Her şeyi düşman, her şeyi yabancı olarak görür. Dünyaya geldiğine bin defa pişman olur, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girerek ubudiyetini kabullenip inanması ile kalbi ve ruhu iman nuruyla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir duruma dönüşür. O hâlde ubudiyetle Allah’a isnat eden ve O’na bağlanan bir kimse, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler gittikçe artar ve ona manevi cennetlerin kapıları açılır. Son dönemlerde ateizm tercihi yapanların sayısında ciddi bir artış olduğu söylenmektedir. Bu bilinçli bir tercih mi, yoksa inanç noktasında doğan boşluğun bir tezahürü mü? Ateizmin bilinçli bir tercih olabileceğini düşünmüyorum. Belki birkaç kişiyi bunun dışında tutabiliriz. Richard Dawkins gibi. Türkiye’de böyle entelektüel ve bilimsel düzeyde ateizmi savunan var mı bilmiyorum. Diğer taraftan her tercih şüphesiz ki bilinçlidir. Yani bir insan bilinçsizce bir iş yapmaz. mayıs 2013 / sayı 269 31 32 söyleşi / diyanet aylık dergi Ama arz etmeye çalıştığım gibi burada bilinçli tercih değil derken çoğu zaman ateizmi tercih edenler, bilim ve sefahatten gelen hücumların etkisi ile bu yola sürüklenirler. Bu hususta biz Müslümanlar bize düşen görevi hakkıyla yerine getiremiyoruz. Çünkü ateizme düşen birini biz dışlıyoruz. Hâlbuki asıl merhamete ve şefkate muhtaç olan bu insanlar bizden belki azar ve tehdit işitmektedirler. Biz İslam’ın bize yüklediği manevi görevleri hakkıyla yerine getirip şahsi çıkarlarımızdan kendimizi kurtarabilirsek ve bu insanlara nefret ve gazapla değil, şefkat ve sevgiyle yönelirsek zannedersem bunlar o zaman hakikati göreceklerdir. Kur’an’daki şu ilahî beyanı sürekli unutuyoruz: “Şüphesiz ki Biz, Benî Âdemi saygın bir varlık olarak yarattık. Karada ve denizde olanları onların emrine verdik. Yine onlara güzel rızıklar ihsan ettik. Böylece onları birçok yaratıklarımıza üstün kıldık.” (İsra, 17/70.) Biz bu ayeti sanki şöyle anlıyoruz: “Biz, Müslümanları saygın varlıklar olarak yarattık. Karada ve denizde olanları onların emrine verdik. Yine onlara güzel rızıklar ihsan ettik. Böylece onları birçok yaratıklarımıza üstün kıldık.” Eğer Allah dileseydi, Müslümanların üstünlüklerine kimse engel olamazdı. Ama Allah imtihan meydanını bütün insanlara açtığı için bizler de diğer insanlar kadar ancak bu saygınlıktan pay alırız. Elbette ki, Hucurat suresindeki, “Allah katında üstün olanınız en çok takva sahibi olanınızdır.” ayetini de hatırlamamız lazım. Sanayileşme ile birlikte çağımız insanı haberleşmeden ulaşıma kadar teknolojik alanda birçok imkâna erişti. Bununla birlikte bu imkânlar insanları yeterince tatmin etmemekte, çözüm olarak kimileri uzak doğu dinlerine sığınmaktadır. Neden insanlar İslam dini ve onun dinginleştirici ibadet hayatı varken uzak doğu dinlerinin ritüellerine özenti duyuyorlar? Budizm ve Şintoizm gibi uzak doğu dinlerinde biraz manevi hayata vurgu vardır. Modermayıs 2013 / sayı 269 nite ile çağımızdaki küresel kültürde maneviyat ve inanç kaybolduğundan insanlar bir şekilde manevi ihtiyaçlarını karşılamak için bu dinlere sığınmaya çalışıyorlar. Kişisel kanaatime göre bu dinlerdeki maneviyat günümüz insanının inanç arzusunu tatmin edecek boyutta değildir. Ayrıca uzak doğu dinlerine olan yönelme bir moda gibi gelip geçicidir. Ancak insanın içine doğan şüpheli durumlar da yok değildir: Aklımdan geçen bu şüpheli durumu müsaade ederseniz şu soruyla dile getireyim: Acaba İslamiyet’in yayılma hızını kesmeye çalışanlar mı bu tür yönelimleri modalaştırmak için çalışıyorlar? İnanç tartışmalarının birçok veçhesi olduğunu görüyoruz. Felsefi, kelami tartışmalar bugün popüler kültür, dünyevileşme vb. nedenlerle eskisinden farklı bir boyutta tartışılıyor. Bu husus sizce konjonktürel mi? Aslında ben bu hususun çok üzücü olduğunu belirtmek isterim. Çünkü bugün Müslüman âlimler maalesef Batılı kaynaklardan beslenerek insan ve toplum bilimlerinde eser üretmektedirler. Bu da Batılı kavramları bizim düşünce dünyamıza çekmektedir. Bizde kullanılmayan kavramlar kullanılmakta veya geçmiş büyük âlimlerimizin kullandığı kavramlar Batılı yeni uydurma kelimelerle ifade edilmektedir. Bu da düşünce yapımızı bozmaktadır. Keşke bu durum konjonktürel olsaydı. Mesela bir örnek vereyim: Bizde insanın davranışlarından sorumlu olduğu gerçeği “cüz’i ihtiyari” kavramı ile ifade edilmektedir. Batı’da ise buna “insan hürriyeti” veya yeni uydurulan kelime ile “özgürlüğü” denmektedir. Bizim geçmiş âlimlerimiz o kadar hâşâ aptal mıydı ki bu kelimeyi kullanmayıp buna “cüz’i ihtiyari” demişlerdir? Bunun önemli bir sebebi vardır; Kur’an, zihniyetimize bizim başıboş bırakılmadığımız ve dolayısıyla Allah’a karşı “hür” olmayıp “abd” olduğumuz fikrini yerleştirmektedir. Onun için insan “hür” olarak algılanmaz. Biz her zaman için Allah’ın kuluyuz; kul nasıl hür olabilir? Allah’a kul olmanın ne kadar lezzetli ve zevkli bir “hâl” olduğunu yaşaya- söyleşi / diyanet aylık dergi rak hissetmemiz gerekir. Ayrıca Allah’a kul olan başka hiçbir şeye boyun eğmeyeceği için kâinatta “hür” olur. Çağımız düşünce akımları içinde, insanımızı inanç bakımından olumsuz etkileyen en önemli ekoller nelerdir; bunlara karşı insanımıza inancıyla barışık yaşayabilmesi için neler önerebilirsiniz? Bu hususta günümüzde en önemli akım, denebilir ki, “lehviyyat”tır. Yani fikir ve düşünce hareketleri o kadar da tehlikeli değildir velev ki ateizm bile olsa. Ama bizde “lehviyyat” olarak tanımlanan insanın gaflete düşerek, günlük olaylar içinde sürüklenmesi ve dünya hayatının günümüzde çok süslü ve çekici bir duruma getirilmesi insana ve özellikle de gençlere maalesef dini ve inancı unutturmaktadır. İnternet, medya, televizyon, nefsani çekici ve şehvet uyandırıcı unsurların tehacümü (yani her taraftan insanlara âdeta hücum ettirilmesi) gibi şeyler insana ahireti unutturuyor. Müslüman bunlara karşı uyanık olmalı. İslam’ın ahiret inancına özel bir önem verdiğini biliyoruz. Genel olarak da insanlar ahirete inandıklarını söylüyorlar. Fakat bunun zaruri tezahürlerini, kişisel ve toplumsal hayatta yeterince göremiyoruz. Sizce bu neden kaynaklanıyor? Ahiret o kadar önemli bir inanç konusudur ki, İslam’ın ve temelde dinin ruhu hükmündedir. Çünkü bütün sorumluluklarımız, idrak edeceğimiz hakikat ahiret konusunda düğümlenmektedir. Onun için çok canlı ve etkin bir şekilde zihinlere yerleştirilmelidir. Bu hususta da maalesef çok zayıf durumdayız. Şöyle bir iki açıklama ile uzun da olsa bunu işlemek istiyorum, müsaade ederseniz: Mademki Allah var ve kendini peygamberlere vahiy göndererek tanıtmak istemektedir, o hâlde bunun bir de amaç ve hedefi olmalıdır. Bir defa Kur’an, birkaç yerde insanın yaratılıp başıboş bırakılmadığını (Kıyamet, 75/36; Sad, 38/27; Âl-i İmran, 3/191; Mü’minun, 23/115.) ve (iyilik-kötülük hususunda) denendiğini (imtihan edildiğini) belirtmektedir. (Mü’minun, 23/30; İnsan, 76/2.) O hâlde varlığın bir amacı olduğu gibi, Allah’ın ve peygamberliğin insanlara tanıtılmasının da bir hedefi olacaktır. İşte o hedef, sondur ki, Kur’an’ın aynı anlama gelen kavramı ahiret’tir. Zaten kelime anlamı olarak da ‘sonra geleni, veya ‘son’ (olanı) ifade eden ‘ahiret’, İslam dünya görüşünün de temel hedefini oluşturmaktadır. Bu açıdan, insanın dünyadaki davranışlarına, bilinçsel bir kontrol işlevi katmaktadır. Aslında Allah’ı, Kur’an’ın öğrettiği gibi anlayan bir kimse için ahiretin varlığı bir gerekliliktir; yani Kur’an’ın Allah anlayışı, zorunlu olarak ahireti gerektirmektedir. Çünkü Kur’an’a göre, hayatı veren de alan da Allah’tır ve insanı tekrar diriltecektir: “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz? Hâlbuki siz, ölü idiniz; sizleri O diriltti. Sonra sizi öldürecek ve tekrar diriltecektir. Sonunda O’na döndürüleceksiniz. (Bakara, 2/28; ayrıca bkz. Hac, 22/66; Rum, 30/40; Casiye, 45/26.) Bu hususta ben herkesi Kâf suresini okumaya ve tekrar tekrar okumaya, ezberlemeye, anlamaya ve yaşamaya davet ediyorum. Son olarak söylemek istedikleriniz varsa lütfeder misiniz? Dinin özü elbette ki inançtır. İnancı da bir bilgi olarak ifade ettik. Bu bilgiye bilimin de katkısı olacağı şüphesizdir. O hâlde medeniyetin üç önemli unsuru, din, bilim ve düşüncedir. Kimliğimizin inşası toplumumuzun medeniyet seviyesinde yücelmesi bu unsurlarla mümkündür. Bütün bu unsurların insana yararlı olması için güzel kurulmuş bir eğitim sisteminin önemini vurgulamak zorundayız. Bunu anlarsak insanın iç dünyasının zenginleşmesine ve medeniyete dönüşmesine yol açan etkenleri anlayabilir, bunlara saygılı olur ve korumaya çalışırız. Burada bize düşen sorumluluklar da çoktur. Müslüman olarak çok dikkatli olup bu sorumluluklarımızı idrak etmeli ve bunları yerine getirmeliyiz. Aksi hâlde iki günlük dünya hayatı için ebedî ahiret hayatımızı feda etmiş oluruz. Ne büyük bir kayıp! mayıs 2013 / sayı 269 33 din düşünce yorum Toplumsal Bir İlişki Biçimi Olarak İman İman terminolojik anlamda, peygamberlerin, Allah'tan alıp tebliğ ettiği hususların doğruluğuna, yani ed-Din olan İslam’a kesin olarak inanmak, onu bütün anlam içerikleriyle hiç tereddütsüz kabul edip onaylamak demektir. Prof. Dr. Ejder Okumuş Eskişehir Osmangazi Üniv. İlahiyat Fak. İman hakkında yapılan çalışmalarda kelami, felsefi ve psikolojik perspektiflerin ağırlıklı olduğu, sosyolojik yaklaşımların ise oldukça az olduğu görülmektedir. Oysa imanın en az diğer boyutları kadar sosyal boyutları da önemlidir; hatta imanın din, dindarlar, toplumsal hayat ve uluslararası ilişkiler açısından ifade ettiği anlamların birçok yönünün, sosyal boyut ve yansımalarıyla anlaşılıp ortaya çıkabileceği düşünülürse imanın sosyal planda ne anlama geldiği konusu, çok daha önemli hâle gelmektedir. Burada ortaya konulan yaklaşımda amelin imandan bir cüz olup olmadığı klasik tartışmasına hiç girilmeksizin bir iman sosyolojisi çerçevesinde imanın mana muhtevasında zorunlu olarak toplumsallığın var olduğu, imanın toplumsal ilişkilerle eylemsellik ve dolayısıyla anlam kazandığı düşüncesi temelinde toplumsal bir fenomen olarak iman incelenmektedir. mayıs 2013 / sayı 269 Müslüman için en hayırlı amel olan imanın (Buhari, İman, 25.) sosyal boyutunun zorunlu olarak onun ayrılmaz bir parçası olduğunu; hem onun anlam içeriğinden, etimolojik ve terminolojik manalarından, hem iman ve müminlerle ilgili Kur’an ayetlerinden, hem vefalı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in söz ve uygulamalarında Mekke ve Medine’de Müslüman olmayanlarla ve Müslümanlarla tesis ettiği iman, emniyet ve eminliğe dayalı ilişkilerinden ve de Medine’de kurduğu sahabe toplumunda egemen olan imana dayalı güven eksenli sosyal ilişkilerden anlamak mümkündür. İmanın anlam içeriğindeki toplumsal boyut İman, Arapça olup emin olmak, güvenmek, korkmamak, güvenilir olmak gibi manalara gelen elif-mim-nun (e-m-n: emn/eman) sülasi maddesinden türemiş if’al babından “amene”nin mastarıdır. Küfr’ün zıddı olan (Asr, 103/1-3.) Hat: Hasan Çelebi iman’ın sözlük manası, güven içinde bulunmak, güvenmek, özgüvenle tasdik edip inanmak, kesin olarak kabul etmek gibi manalar taşır. Aynı sülasi maddenin ism-i faili olan emin kelimesi ise güvenilen, güven veren, koruyan, güvenen, korkmayan gibi anlamlara gelir. Görüldüğü gibi iman ile emn ve emanet, mümin ile emin kelimeleri arasında sıkı anlam ilişkisi bulunmaktadır. Bu bizim imanın anlam içeriğinde bulunan sosyal boyutu, yani imanın sosyolojisini, bir sosyal ilişki biçimi olarak imanı anlamamıza yardım etmektedir. İman terminolojik anlamda, peygamberlerin, Allah'tan alıp tebliğ ettiği hususların doğruluğuna, yani ed-Din olan İslam’a kesin olarak inanmak, onu bütün anlam içerikleriyle hiç tereddütsüz kabul edip onaylamak demektir. Bu şekilde tasdik edip iman eden kimseye mümin denildiğini biliyoruz. Hucurat suresinin 15, Nisa suresinin 136 ve Enfal suresinin 2-4 numaralı ayetlerini esas alarak bir iman ve mümin tarifi yapılmak istenirse, imanın; Allah ve Rasulüne getirdiklerine tam bir teslimiyetle hiç tereddüt taşımaksızın inanmak, müminin ise bu şekilde iman eden kimse demek olduğu anlaşılır. Kur’an’da imanla ilgili ayetlerde toplumsal boyut İmanla ilgili ayetlere bakıldığında, onlarda imanın bir toplumsal aktör olarak insanın zihniyet dünyası, deruni hayatı, yapıp etmeleri ve toplumsal münasebetleri açısından ifade ettiği anlamların öne çıkarıldığı görülebilir. Birçok ayet, iman edenlerin özelliklerine vurgu yaparak imanın aslında toplumsal tezahürlerine, “biz” boyutuna atıfta bulunmaktadır. Örneğin iman edenler veya iman etmek ile salih amel işleyenlerin, namazı dosdoğru kılanların, oruç tutanların, infak edenlerin, cana kıymayanların, haram işlemeyenlerin, zina etmeyenlerin, faiz yemeyenlerin, iyiliği yayıp kötülüğü engelleyenlerin, gösteriş yapmayanların, iman edenleri dost edinip iman edenlere düşmanlık yapanları dost edinmeyenlerin, adaleti ayakta tutanların, hakkın şahitliğini yapanların, kardeş olanların vs. birlikte peşpeşe zikredildiği ayetler (Bakara, 2/25, 82, 183, 221, 264, 267, 275-279; Al-i İmran, 3/118, 130, 149; Nisa, 4/39, 65, 135, 136; Maide, 5/8, 51; Enfal, 8/2-4; Tevbe, 9/112; Nur, 24/55; Furkan, 25/68; Hucurat, 49/9-12 vd.), hep bir toplumsal fiil ve ilişki biçimine işaret etmektedir. Kur’an’ın başta Mekki ayetleri olmak üzere pek çok ayetinde inananlara ahlaki ilke, esas, tutum ve davranışların hatırlatılması, imanla güzel ahlak ilişkisinin kurulması da bize imanın toplumsal boyutunu vermektedir. İman edenlerin güzel ahlak sahibi olmaları, salih işler yapmaları, Allah’a kulluk etmeleri, hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri, gıybet yapmamaları, iftira atmamaları, yalan söylememeleri, haksızlık yapmamaları, emanete hiyanet etmemeleri, doğru sözlü olmaları, ölçü ve tartıda hile yapmamaları, riyakâr olmamaları, servet düşkünü olmamaları, infakta bulunmaları, yoksula yedirmeleri, şükretmeleri, nankörlük etmemeleri mayıs 2013 / sayı 269 36 din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi vs. gerektiğini ifade eden ayetler bu cümledendir; aynı şekilde kavimlerin kıssaları da bize iman ile toplumsal ilişki biçimi arasındaki münasebeti ifade eden birçok hususları göstermektedir. (Maun, 107/1-7; Hümeze, 104/1-9; Asr, 103/1-3; Tekâsür, 102/1-8; Beyyine, 98/1-8; Duha, 93/1-20; Şems, 91/1-30; Fecr, 89/1-30; Mutaffifin, 83/136; Mürselat, 77/1-50; İnsan, 76/1-31; Hakka, 69/1-52; Kalem, 68/4-15 vd.) Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sünnetinde imanın sosyal yansımaları Peygamberimiz’in sünnet-i seniyyesine yakından bakıldığında, imanın anlam içeriğindeki sosyal boyutlarının çok net bir biçimde, onun hayatında kendini gösterdiği anlaşılabilir. Onun bütün toplumsal münasebetlerinde imanın objektifleştiği söylenebilir; öyle ki, dışarıdan onun bu münasebetlerine, insanlarla ilişkilerine, iman eden ve etmeyen kişilerin kendisine karşı tutum ve davranışlarına baktığımızda, onun imanının deruni boyutlarını okuyabilmekteyiz. Hz. Peygamber’in sünneti, imanın toplumsal bir ilişki olarak tezahür etmesinin örnekleriyle doludur. Onun emin olması, imanın eminlikle anlam ilişkisini, müminin emin ile aynı kişi olduğunu en iyi şekilde anlatmaktadır. Onun inananlar tarafından da inanmayanlar tarafından da Emin Muhammed olarak isimlendirilmesi, imanın en geniş manada emin olmak olduğunu ortaya koymaktadır. İslam Peygamberi’nin, “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” (İmam Malik, Muvatta, Husnü’l Hulk, 8, II/904.) hadis-i şerifi ve bu hadisin gereğini de en başta kendisinin bizzat hayatında bize göstermesi, bir sosyal olgu olan güzel ahlakın imanın olmazsa olmaz bir sosyal boyutunu teşkil ettiğinin en açık göstergesidir. Hadislerde imanın toplumsal boyutlarına atıflar İman kavramının daha çok pratik düzlemde ve sosyal ilişkiler üzerinden anlatıldığı birçok hadisin var olduğu söylenebilir. Bazı ana hadis kaynaklarında açılan İman bahislerine mayıs 2013 / sayı 269 kabaca bakmak bile bunu bize gösterebilir. Mesela Kütüb-i Sitte’den Buhari, Müslim ve Camiu’s-Sahih ve Tirmizi’nin İman bölümleri (Bab) incelendiğinde birçok hadiste imanın sosyal boyutlarına işaret edildiği anlaşılabilir. Bu noktada hemen ilk başta akla gelebilecek hadis-i şerif, sevgi hadisidir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, İman 93.) hadisi, imanın mana derinliğindeki sosyal boyutu veya boyutlarını anlamak bakımından oldukça önemlidir. İmanın ve dolayısıyla cennetin yolunun birbirini sevmekten geçtiğini söylemek; imanın toplum hayatında “biz” duygusuna sahip olmak, selamlaşmak, silm içinde bulunmak, barış içinde olmak, dertleri ve sevinçleri paylaşmak, emin olup güven vermek, emaneti korumak, birlikte yürümek, birlikte var olmak anlamına geldiğini çok güzel ifade etmektedir. “Hiçbiriniz kendiniz için sevdiğinizi kardeşiniz için de sevmedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman, 13.) hadis-i şerifi de, imanın sosyal boyutlarını ortaya koymaktadır. Yine hadislerde güzel ahlaka vurgu yapılması, risalet göreviyle güzel ahlakı tamamlamak arasında doğrudan bağ kurulması, en iyi müminin ahlak yönünden en iyi mümin olduğunun belirtilmesi gibi (Tirmizi, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Malik) hususlar, imanın bir sosyal fenomen olan ahlak ile doğrudan ilişkisini anlamak bakımından önemlidir. Sonuç Sonuç olarak kalp ile tasdikten geçen imanın sosyal boyutu Müslümanlar için son derece önemlidir. Hele hele bugünlerde bu daha da hayatidir. Müminlerin imanlarını özgüven içinde toplumsal ilişkilere yansıtmalarına ve birbirlerine güven vermelerine, toplum içinde güven ve güvenlik oluşturmalarına, birbirlerini sevmelerine, birbirleriyle kardeş olmalarına her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın bulunduğu günümüzde, imanın sosyolojisine daha çok atıfta bulunmak, bir sosyal ilişki biçimi olarak iman vurgusu yapmak elzemdir. din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi İslam’da İman-Ahlak İlişkisi İslam bir ağaca benzetilecek olursa iman bunun köklerini, salih amel gövdesini ve güzel ahlak da yaprak, çiçek ve meyvelerini temsil etmektedir. Şüphesiz kök ve gövdenin varlık nedeni ve nihai hedefi meyvedir. Dolayısıyla insan ancak onunla beklentilerine ulaşmış olur. Prof. Dr. İlyas Çelebi Marmara Üniv. İlahiyat Fak. İslam dini, insanları dünya ve ahiret saadetine ulaştırmayı amaç edinmiş olup Yüce Allah, gönderdiği peygamberler aracılığıyla bu iki saadetin yollarını göstermiştir. Peygamberler, bize öğrettikleri iman esaslarıyla Allah’ın varlığı, sıfatları, evrenin yapısı, konumu, Allah ile olan ilişkisi, bizim evrendeki konumumuz ve hem Allah’la hem de evrenle olan ilişkilerimizin mahiyetini ortaya koymuş; nereden gelip nereye gittiğimiz konusunda bizi aydınlatmışlardır. Kısaca “iman esasları” olarak kompoze ettiğimiz bu inanç sistemi Allah ve âlemle ilişkilerimizi belirleyen yani hem kozmosla hem de Allah’la münasebetimizin çerçevesini ortaya koyan bir yapıyı ifade etmektedir. Peygamberler bize ayrıca dünya hayatında varlığımızı doğru konumlandırabilmek, dünyada ve ahirette mutluluğu yakalayabilmek ve ahiret saadetini kazanabilmek için neler yapmak, nasıl yaşamak ve nasıl davranmak gerektiğini öğretmişlerdir. Kur’an bu davranışlar bütünlüğünü “salih amel” terimi ile ifade etmektedir. Salih amel, “İyi, güzel ve yararlı davranış, dinin buyruklarına uygun amel” demek olup “hasene” diye de isimlendirilir. “Amel-i salih” dinin yapılmasını emir veya tavsiye ettiği iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan fiildir. Bunun zıddı ise yapılması yasaklanan veya hoş karşılanmayan kötü, zararlı, yanlış ve günaha yol açan fiil ve hareket tarzıdır. Bir insanın yapacağı güzel işler ya Allah’a karşı yerine getirmesi gereken görev ve sorumluluklar türünden olur -ki bunlara “ibadet” denir- ya da doğaya yaklaşım ve insanlara karşı güzel muamele türünden olur -bunlara da “ahlak” adı verilmektedir-. Peygamberimiz bu üçlü yapıyı “iman, İslam ve ihsan” olarak ifade etmiştir. İnanılması gerekenlere iman (akait), yapılması gerekenlere İslam (amel), güzel huy ve davranışları oluşturanlara da ihsan (ahlak) denilmiştir. Buna göre ahlak, İslam dininin esaslarını oluşturan üç bölümünden birini teşkil etmektedir. Söz konusu üçlü yapı Asr suresinde “iman, salih amel ve hakkı ve sabrı tavsiye” şeklinde dile getirilmiştir. Sözlükte “seciye, tabiat, huy” manalarına gelen “hulk” kelimesinin çoğulu olan ahlak, “insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri ve mayıs 2013 / sayı 269 37 38 din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışları” demektir. İslam dini insanı inanç, düşünce, duygu ve davranışları ile bir bütün olarak görür. İman kalbin, düşünce beynin, duygu vicdanın ve davranış da uzuvların ürünüdür. İnsanın bütünlüğü açısından bunların birbirleri ile uyumlu bir bütünlük arz etmesi gerekir. Hz. Peygamber’in hayatını anlatan “sünnet-i seniyye” bu bütünlüğü ifade bakımından mükemmel bir numunedir. İnsanın hayat felsefesi, düşünce, duygu ve davranışları ulvi gayeler, yüksek idealler ve kapsamlı inançlar çerçevesinde belirlendiği takdirde anlamlıdır. Kur’an ve sünnet Müslümanların hayat felsefesini bu yönde belirlemiş, iman ve amel yönünden onlar için gerekli olan çerçeveyi çizmiştir. Bu genel çerçeve ihmal edilerek insan hayatı öfke, gazap, merhamet, şefkat, asabiyet gibi duyguların kontrolüne bırakılacak olursa, oradan insanın şahsiyet bütünlüğü, mürüvvet, fütüvvet ve dolayısıyla saadet-i dareyn çıkmaz. Kur’an, iman esasları gibi ahlak konularını da sistematik bir şekilde ele almamakta, buna karşın mükemmel bir ahlak sistemi oluşturamayıs 2013 / sayı 269 bilmenin malzemelerini vermektedir. Salih amel kavramı namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, haramlardan sakınıp ilahî emirleri yapmak gibi sadece Allah’a karşı vazifeleri değil; iyilik, takva, maruf, sıdk, ihsan gibi insanlara karşı görev ve sorumlulukları da kapsamaktadır. Kur’an’da: "Kim muhsin olarak -yani iyi ve güzel davranışlarda bulunarak- yüzünü Allah’a çevirirse, onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ne de üzüntü çekerler." (Bakara, 2/111-112.) buyurulmakta; din güzel bir ağaca benzetilerek, bunun kökünün iman, gövdesinin amel, meyvelerinin de ahlak olduğu temsilî bir şekilde ifade edilmektedir. (İbrahim, 14/24-25.) Başta Kütüb-i Sitte olmak üzere hadis literatüründe “Hüsnü’l-huluk”, “Edeb”, “Birr” gibi bölümlerde Hz. Peygamber’in ahlak konusundaki tutumu, öğütleri ve amellerin amacının rıza-yı Bari olması gerektiği bildirilmektedir. Örnek olarak Rasul-i Ekrem’in şu hadisleri zikredilebilir: “Bir kimse iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında da üzüntü duyabiliyorsa, artık o gerçekten mümindir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 398.) din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi Sahabilerden biri bir gün Hz. Peygamber’e gelerek “Hangi tür Müslümanlık daha faziletlidir?” diye sorar. Rasul-i Ekrem: “Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kişinin Müslümanlığı” (Buhari, İman, 4-5.) diye cevap verir. Bir başka zaman ise kendisine “Hangi tür Müslümanlık daha hayırlıdır?” diye sorulur ve Efendimiz (s.a.s.): “Tanıdığın ve tanımadığın kimselere ikramda bulunman ve selam vermendir.” (Buhari, İman, 6.) buyurur. İman-ahlak ilişkisi konusunda ise: “Sizden biri kendi nefsi için istediğini, mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.”, (Buhari, İman, 7.) “Fitneden korunma dindendir.”, (Buhari, İman, 12.) “Hayâ imandandır.”, (Buhari, İman, 16.) “Cihat imandandır.”, (Buhari, İman, 26.) “Beş vakit namaz kılmak imandandır.”, (Buhari, İman, 40.) “İnsaflı olma, selâmı yayma ve infakta bulunma fiillerini kendinde toplayan imana sahiptir.” (Buhari, İman, 20.) buyurmaktadır. Kur’an ve hadislerdeki vurgudan da anlaşıldığı üzere İslam dininde iman ile güzel ahlak arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Meşhur örneği ile İslam bir ağaca benzetilecek olursa iman bunun köklerini, salih amel gövdesini ve güzel ahlak da yaprak, çiçek ve meyvelerini temsil etmektedir. Şüphesiz kök ve gövdenin varlık nedeni ve nihai hedefi meyvedir. Dolayısıyla insan ancak onunla beklentilerine ulaşmış olur. Müslümanlıkta da bütün sistemin odaklandığı nihai hedef “mekârim-i ahlakı tamamlamak”tır. (Malik b. Enes, Muvatta, Hüsnü’l-huluk, 1.) Teorik esas böyle konulmuş olmakla beraber, konjonktürel ve tarihî şartlar farklı geleneklerin oluşmasına neden olmuştur. Bilhassa İslam tarihinin ilk dönemlerinde ortaya çıkan Haricilik ve Mutezile gibi mezheplerin amelleri imandan bir cüz kabul ederek, davranışları sebebiyle insanları tadlil ve tekfir etmeye kalkışmaları ve bunlara tepki gösteren Mürcie’nin iman ile amel arasındaki irtibatı koparması teoriden sapmaya neden olmuştur. İki görüşün ortasını bulmaya çalışan ehlisünnet kelamcıları, Selefiyye’nin itirazına rağmen söz konusu kavramlar arasında mütesahil bir ilişki tesis etmeye çalışmışlardır. Ahlak, davranış boyutuyla amele, duygu ve değer boyutuyla da imana dâhil edilebilir. Dolayısıyla iman-amel ilişkisi dediğimizde mayıs 2013 / sayı 269 39 40 din-düşünce-yorum / diyanet aylık dergi her üç esasın birbirleri ile irtibatını kastetmiş olmaktayız. İslam, dinin temel hükümlerine inanılmasını, arkasından da bunların uygulamaya konulmasını, bu suretle de imanın hayata yansımasını ister. Bu durum, dinin yaşatılması bakımından önemli olduğu gibi, imanın korunması bakımından da gerekli ve önemlidir. İman, dinî hükümlere yaptırım gücü kazandırırken, amel de imanı korumaktadır. Dolayısıyla imanla amel arasında hiçbir ilişki bulunmadığını ileri süren Mürcie’nin iddia ettiği şekilde ameli gereksiz bulan ve kalbin tasdikinden ibaret olan imanı yeterli sayan bir anlayışı onaylamak doğru değildir. Bu yaklaşım imanın amelden bağımsız bir tasdik olarak algılanmasının önüne geçememiş, amel küçümsenince de inananlarda imanın eserleri görülmemeye başlamış, İslam ağacı meyve vermez duruma düşmüştür. Bu telakki kelam ilminin önemli problemlerinden biri olan “ef’al-i ibad” meselesine yaklaşım şeklini etkiler olmuştur. Bilindiği üzere ef’al-i ibad meselesi kulun inancıyla ilgili olduğu kadar iyi-kötü, husün-kubuh, sevap-günah gibi amelleri ile de ilgilidir. Buna rağmen kelam literatürü ameli, fıkıh literatürü ise ahlakı dışarıda bırakmıştır. Ahlakın imanla irtibatı koparılınca, ahlak meseleleri amelî düzeyde değil, insanın özgürlüğü, Allah’ın kudret ve yaratıcılığı (Allah’ın ahlakiliği!) bağlamında teorik bir problem olarak ele alınmaya başlanmıştır. İnsanın ne yaptığına değil, nasıl yaptığına yoğunlaşılmış, insanın özgürlüğünü öne çıkaran, Allah’ın kudretini vurgulayan ve arayı bulan ahlak teorileri zuhur etmeye başlamıştır. Bu yapısal değişiklik onu günümüzde olduğu gibi şeklen de Temel İslam Bilimleri ailesinden ayırıp felsefenin bir cüz’ü hâline getirmiştir. Hâlbuki geleneğimizde ahlak, sadece lafı edilen, teorisi yapılan bir şey değil, aynı zamanda tadılan ve yaşanan bir şeydir; esasında bir “kâl” değil, “hâl” ilmidir. mayıs 2013 / sayı 269 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi din ve sosyal hayat Ahirete İnanmanın İnsan ve Toplum Bakımından Önemi Ahiret hayatı ile Yüce Allah hem fert hem de toplum için bir otokontrol mekanizması kurmuştur. Prof. Dr. Cağfer Karadaş Abant İzzet Baysal Üniv. İlahiyat Fak. Dek. İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Durum böyle olunca insan için geçerli olan hususlar toplum için de geçerlidir. Bunun için tek bir insana yönelik alınan tedbir veya uygulamada bile toplumun tamamının gözetilmesi gerekir. Çünkü bir uygulama, sözü edilen kişi ile sınırlı kalmaz içinde bulunduğu bütün toplumu etkileyecek bir boyuta ulaşabilir. Bu yüzden Kur’an’da insanın zikredildiği yerlerde aslında toplumun bütününe yönelik bir hitap bulunduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Zira toplum insanlardan oluştuğu için her bir fert toplumu temsil etmektedir. Bir toplumda bir ferdin kötü olması bütün bir toplum için tehlike arz edebilmektedir. Bu yüzden de tehlikeli kişiler ya cezalandırılmakta veya hapsedilmek suretiyle hareket alanları kısıtlanmaktadır. Ahiretin varlığının önemini kavramak için öncelikle insanın yaratılışının ve özelliklerinin bilinmesi gerekmektedir. Hiçbir varlık bir hikmet ve gaye gözetilmeksizin boş yere yaratılmış değildir. Evrendeki varlıkların en şereflisi olan insanın da bir hikmet ve gaye ile yaratılmış olduğu açıktır. Bu doğrultuda Allah’ın “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyame, 75/36.) uyarısı insanın kesinlikle boş yere yaratılmadığını ve kendi başına bırakılmayacağını ifade eder. Nitekim “Biz insanları ve cinleri ancak bize kulluk etsinler diye yarattık.” (Zariyat, 51/56.) ayeti de insanın yaratılış gayesini bize bildirir. Yüce Allah kötülerin kötülüklerinin önlenmesi için uyarıcı olarak peygamber göndermiş ve kitap indirmiştir. Yapılan uyarıların bedellerinin ödenme yeri olarak ahiret hayatı gösterilmiştir. Nasıl ki dünya hayatında kanunlar ve kurallar, birtakım cezai yaptırımlarla güvence altına alınıyorsa ilahî emir ve yasaklar da ahiretteki mükâfat ve müca- Yaratılış gayesini yerine getirebilsin diye Yüce Allah, insanı akıllı ve iradeli bir varlık kılmıştır. Ancak insanın aklı ve iradesi iyi yönde de kötü yönde de çalışabilmektedir. Sözgelimi bir insan Allah’ı bırakıp başka tanrılar edinebilir veya şeytana uyabilir. “Onlar Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böylelikle onlar hidayet üzere olduklarını sanıyorlar!” zat ile garanti altına alınmıştır. Ahiret hayatı ile Yüce Allah hem fert hem de toplum için bir otokontrol mekanizması kurmuştur. mayıs 2013 / sayı 269 41 42 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi (A’raf, 7/30.) “De ki: Amelleri boşa gidenleri size haber vereyim mi? Onlar iyi işler yaptıklarını sanıyorlar ama onların dünyadaki yapıp ettikleri boşa gitmiştir.” (Kehf, 18/104.) İnsanı yanılgıya iten şehevi arzuları, biriktirdiği mal ve mülkün gözünü kamaştırması, sahip olduğu kadın ve çocukların onu ne oldum sevdasına düşürmesidir. Bunun sonucunda insanoğlu biriktirdiği mal ve mülkün kendisini ebedî kılacağını bütün bunlar sayesinde hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini zanneder; öldükten sonra da kemiklere ve yok olan et ve derilerine bakıp bu dünya dışında bir dünyanın olmadığı, zaten bu çürümüş kemiklerin toplanıp bir araya getirilmesinin de imkânsız olduğu vehmine kapılır. (bk. Âl-i İmran, 3/14; Hümeze, 104/2-3; Kıyame, 75/3.) Hâlbuki insan, yukarıda belirtildiği gibi özel bir amaç doğrultusunda yaratılmış, kendisine doğru yol gösterilmiş ve yanlış yollara gitmemesi tembih olunmuştur. Bu buyrukları güvence altına almak için özellikle ahiretin varlığı hatırlatılmıştır. (İbn Rüşd, el-Keşf an Menâhici’l-edille (Lecnetü İhyaü’t-Turâsi’l-Arabî, Felsefetü İbn Rüşd içinde), Beyrut 1402/1982, s. 134.) Verilen görevi yerine getirsin, çizilen hedefe ulaşsın diye insanoğluna bedenî ve ruhi birçok imkânlar tanınmıştır. Üstelik bütün bir evren ona musahhar kılınmış, adeta emrine verilmiştir. Güneşin aydınlık, gecenin dinlenme, yıldızların yol ve yön tayin etme araçları kılınması; yağmurlarla türlü yiyeceklerin bitirilmesi, otlaklarda beslenen hayvanların etlerinden, sütlerinden istifade edebilme yeteneğinin verilmesi insana tanınan tabii imkânlardır. (bk. En’am, 6/95-99.) İnsana tanınan bu imkânların karşılığında birtakım sorumlulukların yüklenmesi, olması gereken bir husustur. İnsanın bu sorumlulukları da dış zorlama ve yönlendirme ile değil, kendi irade ve niyetine göre yerine getirmesi gerekir. Çünkü Allah, akıllı ve iradeli yarattığı kulundan gönülden bir yöneliş bekler. Başkasının zorlaması ile yapılan yöneliş, Allah’ın istediği ve razı olduğu bir şey değilmayıs 2013 / sayı 269 dir. Bundan dolayı Yüce Allah “Biz ona doğru yolu gösterdik, ya şükreden olur ya nankör olur.” (İnsan, 76/3.) buyurarak insana hem beklentisini bildirmekte hem de ona sınırlarını göstermektedir. Çünkü insanın şükretmenin dışında yapabileceği şey nankör olmaktır, dönüp dolaşıp geleceği yer de göklerin ve yerin sahibi Allah’ın huzurudur. (bk. Nur, 24/42.) Kendisine verilen iradeyi kötüye kullanan ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen kişi için de, bir cezanın takdir edilmesi adaletin yerini bulması için gereklidir. Gözlemlerimiz ve deneyimlerimiz bu cezanın bu dünyada tam olarak gerçekleşmediği yönündedir. Öyleyse mazlumun ve mağdurun hakkını alabilmesi, adaletin yerini bulması ve zalimin zulmünün yanına kâr kalmaması için bir hesaplaşma ve karşılık gününün olması gerekir. Böyle bir günün olması ihtimal dışı olmadığı gibi, insan için sürpriz de olmamalıdır. Çünkü Allah Teala gönderdiği peygamberler vasıtasıyla açıkça bunu bildirmiştir. Ahiretin varlığı aynı zamanda toplum hayatının düzeni için de gereklidir. İyi insanlardan oluşan toplumun iyi ve düzenli bir toplum olacağı aşikârdır. İnsan nasıl ki, dünyevi geleceğini garanti altına almak için birtakım planlar yapıyor ve çalışmalar yürütüyorsa, ahiret hayatını garanti altına alabilmek için de hem kendine hem de topluma yönelik çalışmalar yürütmesi gerekir. Nitekim Asr suresinde insana bireysel olarak inanıp iyi işler yapmasının yanında toplumsal boyutta hakkı ve sabrı tavsiye eden bir davranış içinde olması emredilmektedir. Hayat bu dünyadan ibaret değildir. İbn Haldun’un dediği gibi, insan için bu dünyanın son olması, yaratılmasının abes olması anlamına gelirdi. Eğer ölüm bir yokluk ise insanın geleceği yokluk, gidişi yokluğa doğrudur ve hâlihazırdaki varlığı da anlamsızdır. (İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldûn, nşr. Ali Abdulvâhid Vâfî, Kahire 1401/1981, III, 1093.) Öte yandan insan hem kendisi hem de çevresi hakkında düşünen, kaygı duyan, plan ve program yapan bir varlıktır. Bu insanın en temel özelliğidir. Bu özellik ona ahiret hayatını bilsin, hatırlasın ve ona göre hazırlansın diye verilmiştir. Aksi durum yani ahiretin olmaması, insanın bu özelliğinin boş ve gereksiz olması; insanın bin bir emek sarf ettiği, çile çektiği, türlü eziyetlere katlandığı ve üzüntüler içinde kıvrandığı bu dünya hayatında, hayvanlara eşit veya onlardan daha kötü bir pozisyonda olması anlamına gelir. Çünkü “dünya karar yeri değil, bir uğrak alanıdır.” (Ali b. Ebû Tâlib, Nehcü’l-belâğa (nşr. Subhî Sâlih), Beyrut 1982, s. 493.) Hâlbuki insan ebediyet için yaratılmıştır. (Râgıb el-Isfahânî, Tafsîlü’nneş’eteyn ve Tahsilü’s-seâdeteyn, Beyrut 1408/1988, s. 197-198.) Ededî hayatını da kişi, eşi, dostu ve bilumum yakınları ile geçirmek ister. İnsanın bir başka özelliği de toplum içinde yaşamasının bir gereği olarak adaletin tam olarak gerçekleşmesi arzusudur. Ahirette kişilere takdir edilecek ceza tam da bu adaletin gerçekleşmesi içindir. Adalet genellikle “bir şeyi yerli yerine koymak” ve “layık olduğu değeri vermek” şeklinde tanımlanır. Suçlunun yeri cehennem ise onu oraya koymak adalettir. Dünyada suç işleyenlerin özgürlüklerinin kısıtlanarak hapishaneye konması nasıl doğru ise ahiret- te de cehennem aynı şekilde değerlendirilmelidir. Bu aslında suçluya gereken cezanın takdir edilmiş olması anlamına gelir. Aksi takdirde suçlu ile suçsuzun eşitlenmesi gibi bir adaletsizlik ortaya çıkar. İnsanlar her ne kadar belirli bir süre yaşıyorlarsa da işledikleri suç, işlendiği zaman dilimi ile sınırlı değildir. Her ne kadar suç, kısıtlı bir süre içinde işlenmiş olsa bile, mahiyeti bakımından incelendiğinde, bazı suçların zaman ve etki alanı itibarıyla son derece geniş sonuçlar doğurduğu bir gerçektir. Nitekim doğurduğu sonuçlar dikkate alındığında, her ne kadar suçlu kısıtlı bir zaman dünyada kalıyor olsa da, işlediği suç bütün zamanları aşan bir etkiyi ve sonucu doğurabilmektedir. Şirk ve küfür işte böyle bir suçtur. Yüce Allah rahmeti gereği hiçbir kulunun cehennemde olmasını istememiş, bunun için de peygamberler ve ilahî kitaplar aracılığı ile uyarılarda bulunmuştur. Bütün bunlara rağmen suç işleyen kuluna ceza takdir etmesi de adaleti gereğidir. Bu aynı zamanda mağdurun ve mazlumun yüreğinin rahatlamasını sağlayan bir tedbirdir. mayıs 2013 / sayı 269 44 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi Rahmet İklimine Girerken Yüce Yaratan’ın bereketli kıldığı, hayatımızda birçok maddi ve manevi güzelliklerin tezahür ettiği zamanlardandır üç aylar. Hasan Küçük Uzman Vaiz mayıs 2013 / sayı 269 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi Y üce Rabbimiz en kıymetli nimet olan zamanı insana ömür sermayesi kıldı. Bu kıymetli sermaye içinde paha biçilmez, ihya edici fırsatları da insan için gizli tuttu. Günler, geceler, aylar içinde öyle kıymetli zamanlar vardır ki, bunları ihya etmek büyük kazanç iken gafilane geçirmek büyük kayıptır. hissederdi. İslam geldikten sonra da bu aya hürmet devam etti. Yüce Yaratan’ın bereketli kıldığı, hayatımızda birçok maddi ve manevi güzelliklerin tezahür ettiği zamanlardandır üç aylar. Bu aylar âdeta senenin ardı ardına dizilmiş üç nadide incisi, birbirinden kıymetli kandil geceleri de eşsiz incilerin sanatkârane işlemesi gibidir. Recep ayının ilk cuma gecesi olan Regaip Kandili Allah Teala’nın kullarına bolca mağfiret ettiği, kullarına rahmetiyle muamelede bulunduğu özel gecelerdendir. Bu özel gece kulun rağbet ettiği değerleri, vicdan terazisinde tartma gecesidir/zamanıdır. Kişinin yegâne rağbeti Müteâlâ'ya mı yoksa süflî olana mı, bunu ortaya koyma zamanıdır. Allah (c.c.) Yüce Kitabımızda, “Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu doğru hesaptır.” (Tevbe, 9/36.) buyurdu. Ayet-i kerimede işaret edilen haram aylar; zilkade, zilhicce, muharrem ve recep aylarıdır ki mübarek üç aylar recep ayı ile başlar, şaban ayı ile devam edip ramazan-ı şerif ile nihayete erer. Hiç şüphesiz müminlerin yaratana kullukları sadece üç ayla sınırlı olmayıp bütün bir seneyi, ayları, günleri kapsamaktadır. Ancak üç aylar, günlük hayat telaşıyla savrulan gönüllere silkelenip kendine gelmek, geçen ömrün muhasebesini yaparak kulluk şuurunu diğer zamanlarda diri tutmak için verilmiş kutsal zamanlardır. Recep, şaban ve ramazan ayları kullukta yoğunlaşma, tövbe, dua, arınma mevsimidir. Bu kıymetli vakitler, Rabbimizin sınırsız hazinesine rağbet gösterme, oruçla sabrımızı ve şükrümüzü artırma, Kur’an’la hayatımızı yeniden nizamlandırma dönemleridir. Recep ayı gerek İslam’dan önce gerekse İslam’dan sonra mukaddes sayılmıştır. İslam’dan önce bu ay başladığında Arap kabileleri arasında savaş, baskın, çapulculuk yasaklanır, herkes kendisini güven içinde Recep ayı girdiğinde Sevgili Peygamberimiz’in şöyle dua ettiği rivayetler arasındadır: “Ey Allah’ım! Receb ve şaban ayını bize mübarek kıl ve bizi ramazana kavuştur.” (Taberani, el-Mu’cemü’l-Evsat, IV, 189.) Müminin miracı namaz recep ayında farz kılınmıştır. Namazın istikamette tuttuğu kullar, Rahman’a peygamberî yükseliş hazzını; “Cennet cennet dedikleri, Üç beş bahçe üç beş huri, İsteyenler alsın onu, Bana seni gerek seni.” kıvamında Yunus’un ifadesiyle idrak ederler. Gece ve gündüz bütün zorluklarına rağmen akıp giden istikamet yolculuğunu sebatla devam ettirirler. Recep ve şaban ayı müminlere, suya hasret çöllere rahmet müjdecisi bulutlar misali, içinde Kadir Gecesi’ni barındıran Kur’an ve oruç ayı ramazanı müjdeler. Zaman ırmağı recebin feyz yağmuruyla daha da coşar. Bereketli şaban vadisinden salatüselamları, namaz ve oruçları, tefekkür ve zikirleri, beraatları yüklenir. Bu kazançları bire binlerin devşirildiği, kulun tasavvurunun ötesinde mükâfatlar elde edilen felah bahçesi ramazana ulaştırır. Mümin gönüller, gerdanlığa dizilmiş incilerin etrafa dağılıp saçılması gibi bol hayrın dağıtıldığı şaban-ı şerifte iyilikler ve güzellikler devşirme gayretindedir. mayıs 2013 / sayı 269 45 46 din ve sosyal hayat / diyanet aylık dergi Artık ramazan-ı şerifin ayak sesleri iyiden iyiye duyulmaktadır. Ayların efendisi ömürlere bereket katmak üzere misafir edilecektir. Bu öyle bir misafir ki uğradığı yerleri mamur etmektedir. Hele aylar öncesinden kullar, gönül hanelerinde gerekli hazırlıklarını yapmışlarsa bu aydan daha çok istifade edecektir. Hoşça gelsin hoşnut gitsin kutsal misafir ramazan-ı şerif. Rahmet, mağfiretin ve günahların paslarından selamete çıkışın adıdır ramazan. İftarın sevinci, teravihin ferahı, sahurun bereketidir ramazan. Fevc fevc semaya yükselen mukabele sesleri, semadan yeryüzüne tenezzül eden meleklerin seyridir ramazan. Yoksulların sevinci, zenginlerin infakı, seherde kulların yaşlı gözlerle Rabbine niyazıdır ramazan. Tövbe, dua, yalvarış, Hak kapısına ısrarla varıştır ramazan. “Hiç kimse yok kimsesiz Herkesin var bir kimsesi Ben bugün kimsesiz kaldım Ey kimsesizler kimsesi.” ifadelerinin aşkla terennümüdür ramazan. Fotoğraf: Burhan Çimen Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur: “Şaban ayının 15. gecesini ibadetle geçirin, gündüzünde de oruç tutun. Çünkü Yüce Allah, bu gece dünya semasına rahmetiyle tecelli eder ve yok mu tövbe eden tövbesini kabul edeyim, yok mu rızık isteyen rızık vereyim, yok mu şifa isteyen, şifa vereyim?... Yok mu başka isteği olan istediğini vereyim!” (İbn Mace, Sünen, İkametü’s-salat, 191.) mayıs 2013 / sayı 269 Kadir bilmektir; Kur’an’ın, zamanın, insanın, Kadir Gecesi’nin kadrini bilmektir ramazan. “Şüphesiz, biz onu (Kur'an'ı) Kadir Gecesi’nde indirdik. Kadir Gecesi’nin ne olduğunu sen ne bileceksin! Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.” (Kadir, 97/1-5.) ayetlerinin sırrına vakıf olabilmektir ramazan. Ey Yüceler Yücesi Rabbim, bizleri bin bir çeşit hazinelerin saklı olduğu özel zamanlarına kavuştur. Büyük gün gelmeden, azıklarımızı kuşanmamıza yardım et. Meşakkatli günü bize bayram et. Kusurlarımızı bağışla, şüphesiz sen affedicisin, affetmeyi seversin bizleri de affet. aile / diyanet aylık dergi aile Anne ve Baba Hakkı Ailenin temel direği olan anne ve babalar, çocukları için her türlü fedakârlığı yapan insanlardır. Bu nedenle her evladın bu saygıdeğer insanlara karşı görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Prof. Dr. Âdem Apak Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Bir cemiyetin ayakta kalabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi, o cemiyeti oluşturan aile çekirdeğinin bütünlüğüne bağlıdır. Aileleri sağlam olan cemiyetler, hücreleri sağlıklı olan bir insan bedenine benzer. Aile ocaklarının gerçek kurucuları ise eşler, yani anne ve babalardır. Yuvaların kurulmasında ve yürütülmesinde, çocukların büyütülüp cemiyete faydalı insanlar hâline getirilmesinde asıl mesuliyet ve zahmet anne babanın üzerindedir. Ailenin temel direği olan anne ve babalar, çocukları için her türlü fedakârlığı yapan insanlardır. Bu nedenle her evladın bu saygıdeğer insanlara karşı görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Hiçbir çocuk anne ve babasının hakkını dünyada ödeme kudretine sahip değildir ve hiçbir çocuktan bu hakları birebir ödemesi de istenmez. Ancak anne ve babanın, çocuklarından saygı, sevgi, hürmet ve itaat beklemeleri de onların en tabii haklarıdır. Yüce dinimiz İslam, anne ve baba hakları üzerinde hassasiyetle durmuş, anne ve babaya saygıyı, bir sosyal sorumluluk, bir görev değil, dinin bir emri olarak kabul etmiştir. Bu hususta aşağıda mealini sunacağımız ayet gayet anlamlıdır: “Rabbin kesin olarak şunları emretti; ancak Rabbinize itaat edin, ana-babaya güzellikle muamele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa, sakın onlara “öf” bile deme ve onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle. İkisine de acıyarak tevazu kanadını indir ve şöyle de: “Ey Rabbim, onlar beni küçükken mayıs 2013 / sayı 269 47 48 aile / diyanet aylık dergi Ana babasına iyi davranan ve onları razı eden kişi ahirette göreceği mükâfatın yanında bu dünyada da iyiliklerinin karşılığını görecektir. terbiye edip yetiştirdikleri gibi sen de kendilerine merhamet et.” (İsra, 17/23-24.) Burada geçen ayet-i kerimede, Allah’a itaatten hemen sonra anne ve babaya iyilik emredilmekte, anne babaya itaat etmek, Allah’a itaatin tamamlayıcısı olarak kabul edilmekte ve onları kıracak, üzecek en küçük bir söz ve fiilden sakınılması uyarısı yapılmaktadır. Bütün bunlara ilaveten, anne-babalarına iyi bakan insanlardan, sürekli olarak onlar için Allah’a dua etmeleri de talep edilmektedir. Burada zikredilen davranışlar, kişilerin tercihlerine bırakılmış mayıs 2013 / sayı 269 davranışlar değil, bizzat Kur’an’ın, yani Allah’ın emirleridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de pek çok hadis-i şeriflerinde ana-babaya itaati emretmiş, hatta vaktinde kılınan namazdan sonra Allah nazarında en sevimli ibadetin ana babaya itaat etmek olduğunu beyan etmiş ve ebeveyne sevgi ve saygıyı ibadet mesabesinden değerlendirmiştir. (Buhari, Rikak, 18.) Ayrıca onlara itaatin Allah’a itaat, onlara isyanın da Allah’a isyan anlamına geleceğini ifade etmiş (Feyzü’l-Kadir, IV, 262.), Allah’ın rızasının ancak ana-babayı hoşnut ve razı etmekle kazanılacağını bildirmiştir. (et-Tac, V, 6.) Ana babasına iyi davranan ve onları razı eden kişi ahirette göreceği mükâfatın yanında bu dünyada da iyiliklerinin karşılığını görecektir. Nitekim bir hadiste “Babalarınıza iyi davranın ki, evladınız da size iyi davransın.” (et-Terğib, H. No, 3599.) buyurulmaktadır. Atalarımız bu gerçeği, “İyilik yap iyilik bulursun.” deyişiyle dile getirmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.), ayrıca, “Kim ömrünün bereketi ve rızkının geniş olmasından sevinç duyuyorsa, ana-babasına iyi davransın ve yakınları ile iyi ilişki aile / diyanet aylık dergi "Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı kabul eyle. Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana-babamı ve inananları bağışla." (İbrahim, 14/40-41.) Hat: Ferhat Kurlu kursun.” (et-Terğib, H. No, 3594.) sözüyle bu dünyada huzurlu yaşamak isteyen insanlara da ana-babaya iyilik yapmayı tavsiye etmektedir. Ana-babasına iyilik yapanların sadece ahirette mükâfatlandırılmayıp, yaptıkları iyiliklerin karşılığını dünyada da göreceklerini müjdeleyen eden Hz. Peygamber (s.a.s.), bunun tersi olarak ana-babasına asi olanların aynı şekilde cezalarını sadece ahirette değil bu dünyada da göreceklerini bildirmektedir. (et-Terğib, H. No, 3625.) Bütün bu ayet ve hadislerden açıkça anlaşıldığına göre, Allah, kendisinden sonra ana-babaya itaat etmeyi onlara iyilik etmeyi emretmekte, kendisine itaatten sonra ana-babaya itaati ve onlara hürmeti zikretmektedir. İnsanlar, özellikle ihtiyarlıkları döneminde onları incitecek söz ve davranışlardan sakınmalı hatta onlara “öf” bile dememelidirler. Onların kalplerini kıran, onlardan sevgiyi esirgeyen nesiller, hem bu dünyada yaptıklarını fazlasıyla görecekler, hem de ahiret hayatında cezalarını çekeceklerdir. Evladın ana-babasına karşı vazifeleri sadece onlar hayatta iken değil, vefat ettikleri zaman da devam eder. Bu husus Hz. Pey- gamber (s.a.s.)’in aşağıdaki hadis-i şerifinde açıkça ortaya konulmaktadır: Bir gün bir şahıs Allah Rasulü (s.a.s.)’ne gelerek vefat ettikten sonra da anne babasını memnun etmek için yapabileceği bir vazifenin olup olmadığını sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu cevabı verdi: “Anne veya baban öldükten sonra da senin yapabileceğin şeyler vardır. Onlara dua ve istiğfarda bulunmak, vasiyetlerini yerine getirmek, onların dünyada iken sevdikleri dostlarına ikram etmek, onların akrabalarına iyilikte bulunmak senin vazifendir.” (Riyazü’s-Salihin trc. I, 374.) Her evlat aynı zamanda bir anne ve baba adayıdır. Ana-babasına itaat eden, onlara iyilik eden ve onların hoşnutluğunu kazanan evlat, anne veya baba olduğu zaman da ebeveynine itaatkâr nesil sahibi olacaktır. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, bizlerin dünyaya geliş vesilemiz olan anne babamızın üzerimizdeki haklarını saymamız ve bu hakların karşılığını ödememiz mümkün değildir. Bu nedenle elimizden geldiği kadar onlara iyilik etmeli, onların rızalarını almaya çalışmalıyız. Unutmayalım ki Allah’ın rızasına erişme yollarında biri de ana-babanın rızasını kazanmaktır. mayıs 2013 / sayı 269 49 50 aile / diyanet aylık dergi Çocuğumuz İçin Zamanımız Var mı? Sevgi her şeydir. Eğer bir şeyi seviyorsak o bizim için değerlidir. Bir şey bizim için değerliyse ona vakit harcarız. Belgizar Özbek Din görevlisi-Washington DC Hepimizin tespit edebildiği bir nokta vardır ki; kişiler hangi okulu bitirip hangi makamlara gelirlerse gelsinler, çocukluklarında gördükleri ana baba rolünü devam ettirmektedirler. Kendilerinin bile beğenmediği ve eleştirdiği ebeveynlerini farkında olmaksızın aynen taklit ederler. Bazen de bu durumun tam tersi olarak ebeveynler kendi anne babasını rol model almamak için gereğinden fazla özveride bulunarak çocuklarını patron konumuna getirmektedirler. Evde her şeyi belirleyen çocuk olmaktadır. İki durum da aslında tasvip edilen durumlar değildir. İnsan yetiştirmek önemli bir iştir. Çünkü her iş sonraya bırakılabilse de bu iş zamanı geçtiğinde asla ayniyle telafi edilemez. O hâlde, nasıl bir yol izleyelim ki bu önemli işte hatayı en aza indirelim? Öncelikle evladını seven her ebeveynin bu sevgiyi çocuğun anladığı dilden ona hissettirmesi gerekmektedir. Bu sevgiyi ifade etmenin yolu asla her dediğini yapmak ya da pahalı eşyalar almak değildir. Onlara ne kadar önemli olduklarını hissettirmek önemli olduğu kadar da zor bir iştir. Psikiyatr Dr. M. Scott Peck’e göre, insanın kendisini değerli hissedebilmesi ruh sağlığı için şarttır ve kendini disipline sokmasında temel taşıdır. Bu duygu ana-baba sevgisinin direkt bir ürünüdür. Bu inanç çocuklukta edinilmelidir. Yetişkinlikte edinilmesi zordur. (M. Scott Peck, Kötülüğün Psikolojisi, Kuraldışı yay, İstanbul Kasım 2003 s-20.) mayıs 2013 / sayı 269 Yine Dr. M. Scott Peck “Az Seçilen Yol” isimli kitabında şunu vurgulamaktadır: Gösterişsiz ve yoksul evlerde bile disiplinli bir sevgiye rastlamak mümkündür. Böyle evlerden gelen çocuklar disiplinli olurlar. Oldukça sık rastlanan başka bir durum ise önemli meslek sahibi -doktor, avukat, hayırseverlerana-babalar, son derece düzenli ve gösterişli ama sevgiden yoksun yaşamlara sahipseler bunların yetiştirdikleri çocuklar disiplinsiz ve düzensiz hatta yıkıcı olabilirler. Sonuçta sevgi her şeydir. Eğer bir şeyi seviyorsak o bizim için değerlidir. Bir şey bizim için değerliyse ona vakit harcarız. (Dr. M. Scott Peck, Az Seçilen Yol, Akasa yayınları, İstanbul 2007 s. 18-20.) Yetiştirmeye çalıştığımız bu çocukların hem maddi hem manevi ihtiyaçlarını ana babalar olarak en mükemmel şekilde gidermeye çalışırız. Maddi ihtiyaçlarını da genellikle mükemmel gideririz. Bizim yiyemediklerimizi onlara yedirir, giyemediklerimizi giydirmek isteriz. Fakat manevi ihtiyaçlarına maddi ihtiyaçları kadar özen göstermeyiz maalesef. Hâlbuki çocuklarımızın çamaşırları, ütüleri vb. işleri ertelenebilir ama sordukları sorunun cevabı, ya da onlarla birlikte geçirmemiz gereken zaman ertelenemez. Manevi eğitimde ana ve babaların genellikle bu işi birbirinin omzuna yüklediğini görmekteyiz. “Zamanım yok” mazeretinin ardına saklanan zamanımızın ebeveynlerine Allah aile / diyanet aylık dergi Rasulü’nün cemaate namaz kıldırırken, önemli heyetlerle resmi görüşmeler yaparken, önemli işlerde bile ailesine zaman ayırdığını hatırlatmak gerekir. Hz. Peygamber’in kızı Fatma ile olan ilişkisi ya da torunları ile şakalaşmaları hepimizin çok iyi bildiği örneklerdir. Peygamberimiz’in, kendi çocuklarından başka yanında yetişen diğer çocuklara da güzel muamele ettiğini, ünlü sahabi Enes bin Malik'e karşı davranışlarında görüyoruz. On yaşından itibaren Peygamberimizin evinde kalmaya başlayan Enes'e Peygamberimiz, her zaman çok iyi davranmıştır. Aynı şekilde diğer aile bireylerinin de ona iyi davranmalarını istemiştir. (Sahih-i Buhari ve Tercümesi, c. 3, s. 195.) Çocuklarımızdan istediğimiz ve beklediğimiz her şey öncelikle bizim vazifelerimizdir. Maalesef birtakım vazifeleri biz hayatımızda uygulamadığımız hâlde çocuklarımızdan beklemekteyiz. Bu durumu M. Scott Peck şöyle ifade ediyor: “Disipline girememiş çocukların evlerinde de ana-babanın bir şekilde disiplin uyguladığı kesindir. Bu evlerde hiç disiplin olmadığı düşünülmemelidir. Çoğu kez bu çocuklar çocuklukları süresince küçücük suçlar için dahi ana babaları tarafından tokatlanarak, çimdiklenerek, dövülerek sık sık ve şiddetle cezalandırılırlar. Ama bu şekilde disiplin anlamsızdır. Çünkü bu, disiplinsiz bir disiplindir. Bunun anlamsız olmasının bir nedeni ana-babasının kendilerinin disiplinsiz olmaları ve dolayısıyla çocukları için bir disiplinsizlik örneği oluşturmalarıdır. Onlar ‘benim dediğimi yap ama yaptığımı yapma’ türü ana-babalardır.” (Dr. M. Scott Peck, Az Seçilen Yol, s.17.) Bizden sonra amel defterimizin açık kalmasını sağlayacak olan evlat yetiştirmek elbette ki kolay bir iş değildir. Bu konuda en güzel neticeyi almak için en azından biz yetişkinler gayret etmeliyiz. Çocuğumuza değerli olduğunu hissettirmek ve bundan dolayı din eğitimine önem verdiğimizi göstermek, Fotoğraf: Burhan Çimen kabiliyetine göre bir eğitim şekli belirlemek, gelişimini bizimle paylaşmasını sağlamak, gerektiğinde bizi beğenmeyip eleştirmesine sabır göstermek ve de en önemlisi Kur`an-ı Kerim’de hatırlatıldığı üzere duaya sarılmaktır. “Ve onlar ki: ‘Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü gönlümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl.’ derler.” (Furkan, 25/74.) Yüce Rabbimizden insan yetiştirmek gibi zor bir işte bizi yardımsız bırakmamasını ve bize hayırlı bir nesil bağışlamasını niyaz ediyoruz. mayıs 2013 / sayı 269 51 Bir Ayet Bir Yorum İnternet ve Manevi Hayatımız Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi [email protected] “Ey iman edenler! Kendilerinizi ve ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan o müthiş ateşten koruyun…” (Tahrim, 66/6.) İnternet, günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası hâline gelmiştir. Eğitimden ticarete, haberleşmeden eğlenceye kadar her alana girmiştir. Bu aygıttan insanlık çeşitli yönleriyle istifade etmektedir. Neredeyse her evde bilgisayar ve internet bağlantısı bulunmaktadır. Dünyada artık internet sayesinde bilginin serbestçe paylaşımı en üst düzeye ulaşmıştır. İnternetin oluşturduğu sanal âlem, uluslararası bir pazar, sınırsız bir dünyadır. Orada bütün dünya milletleri, iyi, kötü kendi kültür ve hayat tarzlarını pazarlamaktadır. Nitekim internet ortamında art niyetli insanlar, kendi kimliklerini gizleyebilmekte, her türlü hile ve oyuna başvurabilmektedirler. Yine ne yazık ki bu yolla her türlü hayat tarzı evlerimize kadar girmiştir. Geleneksel aile hayatımız, iffet, namus ve hayâ anlayışımız, evet bunlar tedavisi zor, ciddi yaralar almaktadır. Toplum, ifade yerinde ise, sosyal ve kültürel bir travma yaşamaktadır. Örf ve âdetler değişmekte, ahlaki değer ve hassasiyetler günbegün yok olmaktadır. Günümüzde insan ilişkileri gittikçe bozulmaktadır. Akrabalık bağları kopmakta alkol, uyuşturucu, internet vb. bağımlılıklar artmaktadır. İnternetin yaygınlaşması aile üzerinde de etkisini göstermek- tedir. Nitekim halkımız arasında internet evliliklerinden bahsedilmektedir. İnternet üzerinden tanışmalar, ardından birbirini doğru dürüst tanımadan gelen evlilikler. Veya ailenin haberi olmadan kızın, erkeğin peşine gitmesi, her iki aileyi şok eden gelişmeler, oluşan problemli aile yapıları, neticede yıllarca süren küslükler. Bugün internet ortamında birçok hak, hukuk ihlalleri olabilmektedir. Örneğin başkasının kredi kartının numarasını alıp onunla alışveriş yapmak, virüs gönderip bilgisayar çökertmek, yabancı dosyalara girip bilgi aşırmak, illegal dosyalar yükleyip insanları suçlu duruma düşürmek, her türlü program, yazılım, kitap, müzik vb. ürünleri ilgililerin izni olmadan kullanmak, kendi kimliğini gizleyerek başkalarının onur ve şerefi ile oynamak. Yine başkalarının özel hayatı ile ilgi bilgileri çalmak, bunları topluma ifşa etmek veya şantaj amacıyla kullanmak. Ne yazık ki bunlar, günümüzde yaşanan olaylardır. Oysa özel hayatın ifşa edilmesi, İslami edep ve adap açısından yasak fiillerdendir. (bk. Hucurat, 49/12.) İnternet ortamında insanlar hakkında yapılan yalan yanlış haberler ve iftiralar yayılmaktadır. Bu, büyük bir vebaldir. Çünkü bu haberler, bir mahal- bir ayet bir yorum / diyanet aylık dergi lede veya köyde duyulan veya üç yüz beş yüz kişinin haberdar olduğu konular değildir. Bunlar milyonlarca belki milyarlarca insana ulaşmaktadır. Dolayısıyla bunun vebal ve sorumluluğu da ona göre kat kat artmaktadır. (bk. Ahzab, 33/58; Nur, 24/23.) Müstehcen mesaj ve görüntüleri yaymak da bir diğer ahlaki problemi oluşturmaktadır. İnternette gezinirken çocuğun ansızın pornografi, müstehcenlik, uyuşturucu, alkol kullanımı, çeşitli silahlar, bomba yapımı, kalpazanlık, hırsızlık yolları içeren sitelerle karşılaşması olağan bir durumdur. Ne yazık ki, gençlerimizin gönülleri ve dimağları kirletilmekte, gelecekleri karartılmaktadır. Erken yaşlarda iç dünyalarındaki saffeti ve temizliği kaybetmektedirler. En iğrenç tablolar, en çirkin görüntüler ve en onursuz manzaralar internet ortamında sergilenebilmektedir. Bunlar çocuklarımızın, imani ve ahlaki hayatlarına öldürücü darbeler vurmakta, onların hayâ perdesinin yırtılmasına, iç dünyalarında maneviyata açılan kapıların bir bir kapanmasına sebep olmaktadır. Bilindiği gibi akıl ve ruh sağlığını korumak, dinin temel ilkelerinden biridir. Çünkü akli muvazenesi ve ruh sağlığı yerinde olmayan bir insanın, sahih dinî bir algıya ve yaşayışa sahip olması mümkün değildir. Ne var ki bugün aşırı internet kullanımı özellikle gençlerin ve çocukların ruh sağlığını tehdit etmektedir. Ölçüsüz internet kullanımı, çocukları ve gençleri sosyal hayattan uzaklaştırmaktadır. Psikiyatride yeni bir bağımlılıktan, internet bağımlılığından bahsedilmektedir. Bu, sadece çocuklara da mahsus değildir. Yetişkin insanlar da bu bağımlılığa kıskacında. İnternet bağımlılığı, alkol ve eroin bağımlılığına benzemektedir. Psikiyatri uzmanlarının verdikleri bilgiye göre, kokain ve eroin gibi aşırı internet kullanımı insan beynine zarar vermektedir. Dengeli ve ölçülü kullanılmadığı takdirde, insanın toplumdan kopmasına sebep olabilmektedir. Özellikle içe kapanık insanlarda bağımlılık meydan getirmekte, onları aileden ve toplumdan koparmaktadır. İnternete alışan çocuklar sosyal ortamlardan sıkılmakta, agresif ve asabi olmaktadırlar. 53 bilgisayarın karşısında geçirenler, sosyal iletişim becerisi kazanamamaktadır. Zamanla asosyal ve problemli bireyler hâline gelmektedirler. Bilindiği gibi dinin hedeflerinden biri, şiddet değil, merhamet; bencillik değil, dayanışma ruhuna sahip insanlar yetiştirmektir. Ne yazık ki bilgisayar oyunları bu anlamda olumsuz bir işlev görmektedir. Bunlar, çoğunlukla bencilliğe, adam öldürmeye, şiddete, nefrete teşvik etmektedir. Savaş oyunlarında çocuk öldürdüğü adam sayısınca puan almakta, dolayısıyla çocuğun zihninde insan öldürme normal bir davranış gibi algılanmaya başlamaktadır. Burada her şeyi mübah gören bir anlayış söz konusudur. Yine oyunlar, kumara alıştırmakta, yabancı örf, âdet ve sembollerin propagandasını yapmaktadır. İdeal bir dinî yaşam, fertlerin ruh sağlıkları ve sosyal becerileri ile yakından ilgilidir. Ancak aşırı internet kullanımı, asosyal fertlerin yetişmesine sebep olmaktadır. Kişi kendi dünyasına çekilmekte, çevresiyle iletişimini kesmektedir. İnsanlarla ülfete, sevgiye ve muhabbete dayalı ilişkiler kuramamaktadır. Aksine onlardan ürkmekte ve kaçmaktadır. Bugün televizyon ve internet sayesinde her türlü bilgiye ulaşılmaktadır. Ancak bir bilgi kirlenmesinden de bahsedilmektedir. İnternette hedefsiz gezintiler, her türlü bilgi ve görüntüler, bilgilenmek şöyle dursun, insanın zihninin daha da karışmasına sebep olmaktadır. Bilindiği gibi “insan” kelimesi, hem cinsleriyle “ünsiyet” kurabilen manasını içermektedir. İslami eğitimin hedeflerinden biri de insandaki bu fıtri eğilimi geliştirmektir. Diğer bir ifadeyle seven ve sevilen insanların, sağlıklı iletişim kurabilen fertlerin yetişmesidir. Oysa internet bağımlılığı, kişiyi internet merkezli bir dünya kurmaya götürmektedir. Bu tür insanlar da doğal olarak hem cinslerine karşı yabancılaşmaktadır. Zamanının çoğunu İslam geleneğinde ilim sahibi olmak en yüksek mertebedir. Ancak hangi ilim ve bilgi insana değer kazandırmaktadır? Nitekim bize öğrettiği bir duada Hz. Peygamber “faydasız ilim”den Allah’a sığınmaktadır. (Tirmizi, Deavat, 68.) Öyle ise faydalı bilgi nedir? Kısaca ifade etmek gerekirse bu, dinî ve manevi hayatımıza katkı sağlayan bilgidir. Bu, bizi meslek sahibi yapan bilgidir. Bu, ümmetin ve insanlığın geleceğine katkı sağlayan bilgidir. mayıs 2013 / sayı 269 Bir Hadis Bir Yorum İyi Arkadaş ile Kötü Arkadaşın Misali Hale Çerçibaşı Diyanet İşleri Uzmanı Ebu Musa el-Eş’ari’den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İyi arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!” (Müslim, Birr, 146.) Her insanın temennisidir baki dostluklar. İnsan, güvenebileceği iyi bir arkadaşın, samimi bir dostun varlığına en az anne-babası, kardeşi ya da eşi kadar ihtiyaç duyar. İyi gününde sevincini, kötü gününde üzüntüsünü ve kederini, ihtiyacı anında derdini ve tasasını yakınları kadar dostuyla da paylaşmak ister. Hatta yeri gelir ailesiyle, yakınlarıyla paylaşamadığı şeyleri onunla paylaşır. Lakin kolay değildir iyi bir dost edinmek ve aynı şekilde iyi dost olabilmek. Etkileri ve sonuçları itibariyle hem dünyadaki hem de ahiretteki hayatımızı etkileyen bu zor tercih dikkatli olmayı gerektirir. Allah Rasulü arkadaş seçiminin önemine binaen şöyle bir benzetmede bulunur: “İyi arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!” (Müslim, Birr, 146.) Buna göre “iyi” yani hadisin Arapça metninde zikredildiği şekliyle “salih” arkadaş, dinî ve ahlaki açıdan iyi davranışlara sahip, yaşantısıyla, ilmiyle, edebiyle, takvasıyla örnek olan ve her hâlükârda çevresine faydası dokunan kimsedir. Tıpkı Sevgili Peygamberimiz tarafından kokuların en güzeli sayılan miski (Ebu Davud, Cenaiz, 32, 33.) taşıyan kimse gibi. O, doğrudan miski ikram etmese ya da kendisinden misk satın alınmasa bile en azından etrafına yaydığı güzel kokuyla insanı etkiler. İyi arkadaş da böyle güzel koku satan bir kimse gibi gerek bu dünyada gerekse ahirette mutlaka faydalı olacaktır. Kötü arkadaş ise çirkin davranışları, günahta ısrar edişi, gıybet ve dedikodu gibi zemmedilen fiilleri işleyişiyle etrafına hem dinî hem de dünyevi bakımdan zararı dokunan kimsedir. Tıpkı körük üfüren kişi gibi. O, körüğe her üfleyişinde etrafa saçtığı kıvılcımlarla yanında bulunan kimsenin ya elbisesini yakar ya da yakmasa bile üze- bir hadis bir yorum / diyanet aylık dergi rine kötü kokusu siner, isi pası bulaşır. Kötü arkadaş da aynı şekilde hem bu dünyada hem de ahirette neden olacağı zararla şüphesiz pişmanlık vesilesi olacaktır. Hz. Peygamber’in iyi arkadaş ve kötü arkadaşla ilgili yaptığı bu benzetme, arkadaş seçiminde dikkatli olunması gerektiğine dair bir başka tavsiyesi olan “Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 16; Tirmizi, Zühd, 45.) hadisinin daha somut ve akılda kalıcı ifadesidir. Kur’an-ı Kerim’de arkadaşlık ve dostluk kavramları benzer şekilde zikredilmekle birlikte daha geniş boyutuyla da ele alınır. Allah’ın insanlara dost olması, insanın Allah’a dost olması, insanın şeytanı dost edinmesi ve iyilerle kötülerin birbirlerini dost edinmelerine dair pek çok ayet vardır. Bu doğrultuda iman edenlerden Allah’a karşı gelmekten sakınmaları ve doğru kimselerle beraber olmaları istenir. (Tevbe, 9/119.) Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeleri yasaklanır. (Nisa, 4/144.) Muttakilerden başka dostların birbirine düşman olacağı belirtilen kıyamet günü (Zuhruf, 43/67.) pişmanlık içerisinde ellerini ısırarak “keşke falanı dost edinmeseydim” (Furkan, 25/27-28.) dememesi için insanoğlu uyarılır. Zira müminlerin gerçek dostu Allah Teala, Rasulü ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren müminlerdir. (Maide, 5/55.) Allah’ın dostlarına hiçbir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir de. (Yunus, 10/62.) Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinenler ise hiç şüphesiz apaçık bir hüsrana düşmüşlerdir. (Nisa, 4/119.) Arkadaş seçiminin kıyamet günündeki etkisini vurgulayan “O gün Allah’a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dostlar birbirine düşman olurlar.” (Zuhruf, 43/67.) ayetiyle ilgili olarak Kurtubi’nin Tefsir’inde şöyle bir rivayet nakledilir: İki mümin ve iki kâfir dost vardır. Müminlerden birisi ölür ve Rabbinin huzuruna vardığında “Rabbim filan kişi bana, sana ve Rasulü’ne itaati emrediyordu. İyiliği emrediyor, kötülükten alıkoyuyordu. Benim senin huzuruna çıkacağımı söylüyordu. Rabbim benden sonra onu saptırma, beni hidayete eriştirdiğin gibi onu da hidayete eriştir. Bana kereminden lütfettiğin gibi ona da lütfet.” der. Nihayet diğer mümin arkadaşı da vefat edince, Allah her ikisini bir araya getirir ve birbirlerini övmelerini ister. İkisinin de birbirlerinden hayırla bahsetmeleri üzerine Yüce Allah, “Ne güzel dost, ne güzel kardeş ve ne güzel arkadaş!” buyurur. Kâfirlerden birisi ölünce ise “Rabbim filan kişi bana, sana 55 itaati, Rasulü’ne itaati yasaklıyor, kötülüğü emrediyor, beni iyilikten alıkoyuyordu. Senin huzuruna çıkmayacağımı söylüyordu. Rabbim senden dileğim; benden sonra onu hidayete eriştirme, beni saptırdığın gibi onu da saptır. Beni hakir düşürdüğün gibi, onu da hakir kıl.” Diğer kâfir arkadaşı da ölünce Yüce Allah her ikisinden birbirlerini övmelerini ister. Fakat övmek bir yana ikisi de birbirlerinin kötülüklerini anlatırlar. Bunun üzerine Yüce Allah “Ne kötü dost, ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaşmışsın!” buyurur ve her biri diğer arkadaşına lanet eder. (Kurtubi, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Riyad, 2003, XVI, 109-110.) Rivayette işaret edildiği üzere dünyada edinilecek iyi bir arkadaş ahirette saadete vesile; kötü arkadaş ise hüsrana neden olacaktır. Maddi çıkarların ön plana alındığı günümüz yaşantısında arkadaşlık algısı giderek değişmektedir. Arkadaş seçiminin uhrevi boyutu çoğu zaman unutularak yanlış tercihlere gidilebilmektedir. Hâlbuki arkadaşların birbirleri üzerinde kaçınılmaz bir şekilde olumlu ya da olumsuz etkileri vardır. Hz. Peygamber’in de arkadaşlığın kaçınılmaz etkisine sade ama çarpıcı bir ifadeyle vurguda bulunduğu bu hadis, arkadaş tanımımızı tekrar gözden geçirmemize vesile olacaktır. mayıs 2013 / sayı 269 din görevlisinin hatıra defterinden Uğur’u Birlikte Uğurlamak Birlikte bir şeyler yapabilmek hiç zor değildi işte. Yeter ki niyet samimi olsun. İnsan değil miydi zaten, sevinç aynı sevinç, hüzün aynı hüzün, acı aynı acı. Âdemin çocuklarıydık bizler her rengiyle her ırkıyla. Hatice Meraklı Mevlana Camii Din Görevlisi / Stuttgart Eppingen Ayrılık nedir? Tanımı yapılmıştır mutlaka fakat yapılan hangi tarif ayrılık esnasında geride kalan her bir sevgilinin duygularını tam anlatabilmiştir. Birçok manası, birçok çeşidi de olsa ayrılığın, galiba en zoru, en dönülmezi, en çok yara bırakanı, ölüm ayrılığıdır geride kalanlar için. Hele ebediyete yolladığınız küçük bir çocuksa, minicik bir yürekse sessiz geminin yolcusu; onun anne babası olmak, kardeşi olmak, arkadaşı olmak, öğretmeni olmak, hocası olmak… Uğur henüz 9 yaşındaydı bir ay önce aramızdan ayrıldığında. Doğuştan kas hastası… Yüzünde kocaman bir gülümseme insanın içine işleyen… Siz din görevlisi olarak her şeyisinizdir o cemaatin, sığınacağı liman olursunuz… Gecenin saat üçünde telefonum çaldığında “sübhanallah!” dedim, Türkiye’de bir şey oldu herhâlde. Arayan buradaki bayan öğrencilerimden biriydi, sesi buruktu. mayıs 2013 / sayı 269 “Hocam özür dilerim arayacak başka yerimiz yok, bir şey söyleyin ne olur!” diyordu. Ateş düşmüştü belliydi, ben uykudan uyanmışım, ne önemi vardı ki? Uğur’un beyin ölümü gerçekleşmişti. Fişini çekmek istiyorlardı. Yaratanın verdiği bir cana son verebilmek için bir başka cana soru soruluyordu. Hayır, dedim hâlâ aklımı başıma toplamaya çalışırken… Beş gün sonra Uğur’un öldüğü haberi geldi. Birkaç saat sonra cenazesi camideydi. Yıkandı, kefenlendi ve önümüze kondu o masum çocuk, namazı için… Kadın cemaat de camiye geldi. Uğur’un Alman öğretmenleri oradaydı. Üzgün oldukları her hâllerinden belliydi. Ölümün milliyeti yoktu ki. Soğuk, kar demeden 50 km uzaktan kalkıp gelen bu yüce gönüllü insanları, bize yakışan neyse öyle karşılamalıydım. Merasimi sonuna kadar saygıyla izlediler. Ve Uğur dualarla uğurlandı ana vatana. Cenazeden bir ay sonra, camiye bir davetiye geldi Uğur’un okulundan. Onu anmaya davet din görevlisinin hatıra defterinden / diyanet aylık dergi ediyorlardı biz din görevlilerini. Oldukça onur vericiydi bu çağrı ve mutlaka icabet edilmeliydi. Caminin diğer din görevlisi olan eşimle beraber öyle de yaptık, cemaati haberdar ettim, onlar da icabet ettiler. Programın, saati-dakikası, başı-sonu, her şeyi belliydi… la hazırlanmış bir sunum, arkadaşlarının, öğretmenlerinin, sevenlerinin gözyaşlarıyla izlediği... 9 yıllık hayatın hep gülen kareleri... Bir anne olarak yerlerine koyduğumda kendimi, dayanılmaz bir acı hissettim yanımdaki anne babasına bakarken. Kaywald schule, Uğur’un bir zamanlar gittiği engelliler okulu idi, içinde yok yok. Devletin, insanı onuruna yakışır şekilde yaşatmak için neler yaptığı ortadaydı. Engelliler için yaptıklarını da Uğur sayesinde öğrenmiş oldum bu topraklarda. Sonra hocamızı davet ettiler kürsüye. Müthiş bir gurur duydum bazılarının kulağına Yüce Yaratıcı'nın kelamı ilk defa düştüğünde ve o mekân Kur’an sesiyle yankılandığında. Almanca ve Türkçe ilahilerle devam etti program. Daha sonra eller kalktı duaya. Kaywald schule; insana saygıya bir kez daha şahit olduğum mekândı. Kapıda müdiresi, öğretmenleri tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanıp salona alındık. Hazırlanırken en ince detayı bile gözden kaçırılmamış bir programla karşılaştık. Önce okulun piyano öğretmeninin icra ettiği naif bir müzik… Daha sonra Hac suresinin konuyla ilgili ayetlerinin Almanca mealleri okundu salonda. Ardından Uğur’un fotoğraflarıy- Birlikte bir şeyler yapabilmek hiç zor değildi işte. Yeter ki niyet samimi olsun. İnsan değil miydi zaten, sevinç aynı sevinç, hüzün aynı hüzün, acı aynı acı. Âdemin çocuklarıydık bizler her rengiyle her ırkıyla. Bir Allah’ın kullarıydık sonuçta. Toplu vuran yüreklerimizle Uğur’u yollamayı başarabildiysek, daha nice zorlukların da altından kalkabilirdik. Galiba çözümümüz farklılıklarımıza değil de ortak noktalarımıza tutunmakta gizliydi bu topraklarda. mayıs 2013 / sayı 269 57 kültür sanat edebiyat Bizim Yunus Zeki Dursun Yunus dünyaya gelmeden evvel nasibinde, düşünde, coğrafyada yeni bir mayalanma, yeni bir dönemin sancıları vardı. Moğol baskısı dillerdeydi. Gönüller aksak adam Timur’un yaptıklarından muzdaripti. Timur çekilmiş çekilmesine ama bu sefer de sen-ben kavgası baş göstermiş ve iç savaş Anadolu denilen toprakların kaderinde yer almıştı. Selçuklu, Haçlılardan sonra Moğol ile mücadele ediyor ama yine de Anadolu’yu imardan da geri durmuyordu. Anadolu tarihi bir mücadele tarihidir. Bütün sıkıntılara dayanmayı öğütleyen babayiğitler de mevcuttu coğrafyada. Mevlana, Hacı Bektaş, Hacı Bayram ve onların yetiştirdikleri veliler, gaziler, bilginler, alaylar hâlinde Anadolu’yu yeni güne hazırlayan birer vesile olmuşlardı. Bu yeni günün müjdecisi ve sözcüsü şüphesiz Anadoluluların deyimiyle Bizim Yunus olan Yunus Emre’dir. Anadolu’yu kuran mimar Mevlana, kurucu mimarın öğütlerini geniş kitlelere, halka ulaştıran vesile ise Yunus Emre’dir. Her biri ruhları sıkılmış, izzet-i nefisleri yıkılmış Anadolu’nun şifa hekimleri olmuştu. Ne güzel demiş bu durumu Yunus: “Mevlana Hüdavendigar bize nazar kıldı Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.” Samimi ve yüce gönüllü bir adam Yunus… Şu ya da bu ekolün adamı değil İslam’ın şairi. Fizikötesinde Allah ile irtibatlı bir insandır Yunus… Onun sözlerinde peygamberler, sahabiler ve veliler var. İnsanı, namazla, oruçla kurulacak ahlaka çağırır. Yunus Emre görklü nazara sahip bir şairdir. Kader onu Hacı Bektaş dergâhıyla tanıştırır mayıs 2013 / sayı 269 ama tanışmanın adına nasip demez. Nasip demeyince buğdaya kanan Yunus için Tapduk Emre kapısı aşk ile açılır: “Halka Tapduk manisin Saçtık Elhamdülillah.” Şair Yunus’un ya da Tapduk’un kapısında mana saçan Yunus’un gerçek hayatı belirsiz. Anadolu için Yunus bir masal kahramanı. Anadolu tarihi erenler ve menakıplarının tarihidir. Neden mi Yunus bir masal kahramanı? Çünkü Anadolulu için gerçek, bir acıdan ibaret, bir kaybediş. Kaybediş varsa insan masala ya da kendini ayakta tutacak rüyaya sığınır. Yunus Anadolulu için bir rüya sığınağıdır. Yunus’un doğduğu varsayılan bölgede akan ırmaklar onu sadece Anadolu’ya bağlamaz, bugünkü Özbek coğrafyası olan Horasan nehirlerine bağlar. Gönlünde Horasan neşesi olan insandır Yunus. Ya da şöyle demek lazım gelir: Horasan’a hasret gönüllerin sözcüsüdür. Anadolu’nun masalında 40 önemli bir sayı dizgesidir. Üç gibi, yedi gibi. Kırklar meclis-i irfanidir, rüya masalının zirveleridir. Aynı zamanda insanın değişmesini simgeler. Yunus Emre için Tapduk kapısı nasip olunca o kapıya 40 adet odun taşımasını dergâhtaki eğitimine bağlamak lazım. İnsan mademki 40 günde bir değişir, Yunus da dergâhta 1600 gün eğitim görmüş demektir. Bazılarının görüşüne göre de bu rakam dergâha taşınan 40 yeni dervişi simgeler ki buna sözümüz Yunusça olur, bunu da kabul eyleriz. Demler son demlerdir, Yunus şu ya da bu sebepten amma illaki ilahî takdir mucibince 40 miktarınca hizmet ettiği Tapduktan ayrı düşüp Tapduk’un huzuruna yolunu tekrar düşürünce demlerin sonundadır. kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi “Daşdun yine deli gönül sular gibi çağlar musun? Akdun yine kanlu yaşum yollarımı bağlar musun?” Anadolulu için çağ yalnızlık çağıdır, elbette o yalnızlıkta Yunus Emre vatanından ayrı kalan Anadolulu gibi Taptuk’tan ayrı kalmanın acısını terennüm eder, onun sözleri tevriyelidir: “Acep şu yirde varm’ola şöyle garip bencileyin Bağrı başlu gözi yaşlu şöyle garip bencileyin.” Zamanını ve sıkıntıları dile getiren Yunus der ki: “Müslümanlar Müslümanlar Bu ne acep zaman oldu İşareti bilenlere Kıyametten nişan oldu.” Dünya ve sıkıntıları ancak bu kadar sade ve güzel dile gelir. Yunus Anadolu seyahatinde evlere misafir olur, günüllerin huzuru için sohbet diler, sohbet eyler. Onun gittiği evler yeniden dirilişe kapı aralar: “İşidün yarenler eve dervişler geldi Can şükrane virelüm eve dervişler geldi.” Yunus, Tapduk’un kapısına dönmek için niyetlenmiştir ama artık eski başı taçlı bir derviş değildir. Tac u hırkayı terk eyleyen Yunus hâlini şöyle dile getirir: “Dervişlik dedikleri hırka ile tac değil Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac değil.” Bu sözleri söyleyen Yunus halka dönmenin, halk ile olmanın söz ile keyfini dile getirmektedir. Halk ile olan Hak ile olur ve onun da renge ve şan belirten ifadelere görsel ya da yazılı olsun ihtiyacı yoktur. Ramazan olur Yunus konuşur, bal dile gelir Yunus konuşur, gaflet uykusu insana çöker Yunus konuşur, namaz vakti gelir Yunus konuşur: “Peygambere arz olundu Gafil olma kıl namazı Üstümüze farz olundu Gafil olma kıl namazı.” Moğollar sürekli saldırı hâlindedir, Anadolulunun dillerinde ise Yunus’un sözleri gezegendir: (Türk İslam Süsleme Sanatları, Ömer Faruk Atabek, Diyanet Vakfı yay. s. 25.) “Ey dünya benimdir diyen Dünya senin değildir hey Benim deme oldun yalan Dünya senin değildir hey” Her zor durum karşısında insana iki şeyi hatırlatır Yunus: Allah’tan ümitli olmak ve o ümitle Allah’ı zikretmek. Allah’ın rahmet denizinin büyüklüğünü hatırlatan Yunus’tur. Yunus’un dili sürekli Allah'a hamdüsena eden bir dildir. Zahire bakıp zahirde hikmeti gören gözler onundur: “Hep baharla açılır Tespih okur çiçekler Birbirinde seçilir Tesbih okur çiçekler.” Ondaki hâli yaşamak bugünün insanı için ne ifade eder? Sorusu satırları aşıp sadırlarda karşılığı olan öznel bir cevabı söyler bize. Besteleri ile zevklenen bizler için Yunus dili güzel, ama anlayışı bize uzaksa o zaman düşünmek bize şart olur. Onu anlayacak olanlar ise bu sesi duyan ve kendinden utanarak gerçekten sahibine sığınanlardır. mayıs 2013 / sayı 269 59 60 kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi Adaletli Hükümdar: Fatih O'nun çocukluğu kime nasip olmuştur? Ele avuca sığmayan bu küçük şehzade, daha on dört yaşında devlet yükünü omuzlayacak kadar kabiliyete ve kudrete sahipti. Musa Tektaş Fatih Sultan Mehmed, bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan, büyük tarihî olayların şanlı ve kahraman simasıdır. Hiç şüphesiz ki o, dünyanın yetiştirdiği üstün ve eşsiz devlet adamlarından biridir. Fatih'e minnettarız; zira eşi az bulunur bir devlet lideri, kumandan, ilim ve sanat adamı olarak devrinin bütün üstün meziyetlerini benliğinde toplamış seçkin bir şahsiyettir. O, gerçek ideal örneği olan Hz. Muhammed (s.a.s.)’in övdüğü mutlu bir emirdir. O'nun çocukluğu kime nasip olmuştur? Ele avuca sığmayan bu küçük şehzade, daha on dört yaşında devlet yükünü omuzlayacak kadar kabiliyete ve kudrete sahipti. O çocukluk çağlarında yalnız cengâverlik öğrenmekle yetinmemiş, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Molla Zeyrek, Hocazade, Veliyüddinzade Ahmed, Hatipzade, Hızır Beyoğlu, Sinan Bey gibi XV. asrın tanınmış bilginlerinden ders okuyarak da kendini her yönü ile yetiştirmiştir. mayıs 2013 / sayı 269 Fatih'in şairliği ve edebî yönü de önemlidir. Avni mahlası ile meydana getirdiği divanı ince bir zevk, duyuş ve sağlam bir inanışın örneğidir. Aynı şekilde Fatih'in resim, musiki ve diğer sanat dallarına karşı gösterdiği yakın ilgi, ondaki sanat zevkinin en güzel belirtileridir. Yarının ümidi imanlı ve şuurlu gençliğimizin irfan kaynağı üniversite de Fatih'in eseridir. O'nun açtığı okullar, kurduğu çeşitli medreseler ile Fatih, gerçek manada Türkiye'de köklü ilim sisteminin kurulmasına ve şuurlu bir ilim hayatının doğmasına sebep olmuştur. O, doğu ile batıyı benliğinde gerçek anlamı ile birleştirmiş eşsiz bir âlimdir. Fatih, dünyayı orduları ile fethettiği gibi, ilmi ile de fethetmesini bilmişti. Zamanı fethetmek Bir Rum müellifi diyor ki: Birinci Sultan Murat Bey, Edirne'yi muhasara ettiğinde mevsim yazdır ve üzümler de kültür-sanat-edebiyat / diyanet aylık dergi www.panoramikmuze.com olmuştur. Şehirden ve civardaki bağlardan herkes, Türkler geldi diye korkup kaçmışlardı. Fakat Edirne'yi almışız, herkese emniyet gelmiş ve halk da geri dönmüştür. Bittabi bağları olanlar oraya koşmuş bakmışlar ki kütüklerde üzüm kalmamış, Türkler hepsini koparıp yemişler, lakin ne görsünler? Her kütüğün dibinde paraları. Elbette bizden emin olarak sahipleri gelince, paralarını alsınlar, hakları kalmasın demişler. Bu ne yüksek adalettir? Esasen, bir memlekette adaletin ön şartı, herkesin birbirine karşı âdil olmasıdır. Çünkü Türkler, gittikleri yere kendi medeniyet ve kültürlerinin başında adaleti götürüyor. Bunun sırrı, âdil olabilmektir. Adaletimiz payidar olduğu müddetçe, bu devam etmiştir. Adaletsizliği görürseniz bildirin Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethettiğinde, her şeyden önce, insan hakları korunuyor. Hristiyan halka dinî özgürlük veriyor. Günümüzde bile o derece müsamaha gösterilmediğinin zaman zaman dünya milletlerinin yaptığı zulüm ve baskılarından görüyor, duyuyoruz. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u alınca, bir gün şehirde dolaşırken mahzen gibi bir yerde, bir inilti duyar. Adamları oraya gider, perişan vaziyette iki papaz ile karşılaşırlar. Hapsedilmelerinin sebebini sorarlar. Papazlar der ki: Biz, İmparator Konstantin'e müracaat ederek “Memleketin gerilemesine ve bu hâle düşmemize sebep olan, hep adaletsizliktir. Adaleti tesis et!” dedik. O da kızdı, bizi hapsetti derler. Osmanlı askerleri, papazlara artık buradan çıkın dediklerinde: “Biz yerimizden memnunuz. Adalet olmayan dünyada artık bizim işimiz yok, bizi rahat bırakın.” derler. Durum Fatih'e haber verilir. mayıs 2013 / sayı 269 61 www.panoramikmuze.com “Onları huzuruma getirin.” buyurur. Papazları temizlerler ve yanına getirirler. Fatih, önce bunların böyle doğru konuştuklarından memnun olduğunu, memleketi dolaşmalarını ve bir adaletsizliğe rast gelirlerse derhal kendisine bildirmelerini söyler. İki papaz yola çıkarlar. Evvela Bursa'ya giderler. Ne yapalım diye düşünürken, mahkemeye gidip dava dinleyelim diye karara varırlar. Mahkemeye giderler. Şöyle bir dava dinlerler: - Bir davacı der ki, efendim: “Bu adam bana bir at sattı. Fakat solugandır demedi. Sık sık hastalanıyordu. Bu cihetle, alışverişi bozmanız için size koştum. Fakat siz makamınızda yoktunuz, döndüm, baktım, at ölmüş. Ben şimdi hakkımı arıyorum.” Bunun için hâkim şu hükmü verir: sebepten dava etmektedir: Der ki: “Efendim ben bu adamdan bir tarla satın aldım. Ekin için kazarken, bir yerde bir define çıktı. Götürdüm verdim, almadı. Bu benim hakkım değil.” O da, “Ben tarlanın üstünü değil, altını da sattım senindir.” dedi. Ben de “Senden tarla aldım, fakat altından çıkan defineyi alamam, senin hakkındır dedim, bir türlü kabul etmedi. Ben de bu ihtilafımızı halletmek için, size geldim.” deyince, hâkim hayretler içinde kalır ve şu kararı verir: “Öyle ise aranızda, yarı yarıya taksim edin.” Tarlayı alan, bu hükümden memnun değildir. Zira tarlayı satanın, bunu tamamen almamasından muzdariptir. Ama emir böyledir diye boyun eğer. “Beni yerimde bulsaydınız bu alışverişi bozacaktım. Fakat benim yerimde bulunmamam dolayısıyla adaleti hemen yerine getiremedim. At da öldü. Binaenaleyh kabahatli benim. Atın bedelini ben ödeyeceğim.” Papazlar yine birbirine hayretle bakarak, “Nereye gitsek, adalet hep böyle. Kâfi, daha ne diye dolaşalım? Gidip yeni padişahımıza haber verelim.” deyip, İstanbul'a varırlar ve huzura gidip, gördüklerini hikâye ederler. “Nereye gittik ise, hep adalet ile karşılaştık. Eğer memleketiniz hep böyle idare olunursa, daima ilerlersiniz.” derler. Hâkim, kaç para ise verir, davayı halleder. İki papaz, birbirine bakarak oradan çekilirler. Ne yapalım? İznik'e gidelim, derler. İznik'te de bir mahkemeye daha varırlar. Adamın birisi, kendisine bir tarla satanı şu Bizim fetih ve Fatih’ten anladığımız budur. Gönülleri fethedemeyenler beldeleri fethedemezler… Adaletli olmayanlar özgürlükten bahsedemezler. Zulümle ayakta durmak isteyenler sonunda yenilgiden kurtaramazlar… mayıs 2013 / sayı 269 örnek hayatlar / diyanet aylık dergi örnek hayatlar Örnek Bir Din Adamı: Hafız Ahmet Karatoprak Hoca Kur’an Kursu Karatoprak Hoca’nın çalıştığı mekân değil evi, ailesidir. Yirmi dört saat öğrencilerinin başındadır. Disiplinlidir. Yeri geldiğinde tatlı sert olmayı becerebilen birisidir. Mükerrem Üçkan Hz. Hatice Kız Kur'an Kursu Öğreticisi / Bandırma - Balıkesir Balıkesir maddi ve manevi bolluk ve bereketlerle dolu, insanların kendilerini güvende hissettiği, huzurlu, aile yapısının korunduğu küçük, sevimli, bolluk ve bereketiyle tanınan, gelenin bir daha ayrılmayı istemediği gelenek ve göreneklerine bağlı bir şehirdir. En köklü geleneklerinden bir tanesi, her ailenin çocuklarından en az bir tanesinin hafızlık yapmasıdır. Her yıl yapılan köy hayırlarında hafızlık ve hatim merasimlerinin, beraber çevre köylerin katılımıyla yapılması, Kur’an-ı Kerim ve hafızlığa verilen önemin bir neticesidir. Bu geleneğin oluşmasında Kur’an-ı Kerim’e canıgönülden hiçbir karşılık beklemeden hizmet edenlerin emeği çok büyüktür. Bu hizmette emeği geçenlerden bir tanesi de Hafız Ahmet Karatoprak Hoca’dır. Hafız Ahmet Karatoprak Hoca 1922 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde dünyaya geldi. Kafkasya kökenli olan babası Abdullah Bey de hafız idi, annesi Zehra Hanım Rumeli’den Gönen’e göç eden bir ailenin kızıdır. Gönenli Mehmet Hoca diye tanıdığımız Kur’an sevdalısı ve hizmetkârı olan Mehmet Öğütçü Hoca'nın hafızlığını yaptıran hafız Abdullah Karatoprak, oğlu Ahmet Karatoprak’ın da hocası olmuştur. Ahmet Karatoprak 12-13 yaşlarında iken babası hafız Abdullah Bey’in himayesinde hafızlığını tamamlar. 1937 yılında Gönenli hafız Mehmet Öğütçü, Hafız Ahmet Karatoprak hocamızı İstanbul’a götürür. İstanbul’da kıraat ilmini tamamlayıp Arapça olarak icazetnamesini alır. Mehmet Öğütçü Hoca sadece hocası olarak yer almaz hayatında. Onun için örnek, önder saygı ve hayranlık duyduğu bir büyüğüdür. 1940 yılında Ahmet Karatoprak Hoca 18 yaşlarında iken İstanbul Fatih Camii’nde müezzin olarak göreve başlar. Sonra Süleymaniye Camii’nde müezzinliğine devam eder. Süleymaniye Camii’nde görevi devam ederken Balıkesir Müftüsü Naci Çıkrıkçı Bey açılması düşünülen Kur’an Kursu için Mehmet mayıs 2013 / sayı 269 63 64 örnek hayatlar / diyanet aylık dergi Öğütçü Hoca’dan bir öğretici ister. Hocasının bir sözünü iki etmeyen Ahmet Karatoprak Hoca’ya Balıkesir yolu görünür. teklifiyle Balıkesir İmam Hatip okulunda Kur’an-ı Kerim dersi öğretmeni olarak derslere girmişti. 1948 yılından itibaren Karatoprak Hoca diye tanındığı Balıkesir’de hizmetleri son güne kadar devam eder. Karatoprak Hoca sadece göreviyle değil çevresiyle de çok ilgiliydi. Balıkesir’de İmam Hatip Okulunun açılması konusunda büyük gayret gösterdiği gibi öğrenci toplanması konusunda köy köy dolaşarak büyük emeği geçmiştir. İnsanların dertlerini dinler, sıkıntılarını paylaşır. İnsanlar onunla konuşunca hayrı ve doğruyu tercih ederlerdi. Çevresine devamlı ümit telkin ederdi. Balıkesir’de ilk görev yeri Yeşilli Camii Kur’an Kursudur. Bir süre sonra öğrenci sayısındaki artış nedeniyle kurs mekânı yetersiz gelmeye başlar. Karatoprak Hoca Karaoğlan Camii’ndeki boş odaların Kur’an eğitimi için kullanılabileceğini düşünür. Ancak bu odaların tadilat ve tamiratının yapılması gerekir. Bütün gayretler seferber edilir. Ne ki bir süre sonra burası da yetersiz gelmeye başlar. Karatoprak Hoca’nın büyük gayret ve çabalarıyla 1952 yılında Yıldırım Camii Kur’an Kursu hizmete açılır ve hâlen hizmete devam etmektedir… Kur’an Kursu Karatoprak Hoca’nın çalıştığı mekân değil evi, ailesidir. Yirmi dört saat öğrencilerinin başındadır. Disiplinlidir. Yeri geldiğinde tatlı sert olmayı becerebilen birisidir. Öğrencilerini hafızlığa başlatmadan önce iki rekât şükür namazı kıldırır. Öğrencilerine karşı ilmiyle, bilgisiyle olduğu gibi hâl, hareket davranışlarıyla da örnek bir insandı. Temiz ve düzenli giyinmeyi sever, mihraba geçtiği zaman pantolonunu değiştirirdi. Bu davranışını yakınları bir süre pantolonunun ütüsünün bozulmasından korktuğu için yaptığını zannetmişler fakat daha sonra görev hassasiyetinden kaynaklandığını anlamışlardı. Namazı adab-ı erkân üzere kıldırırdı. Öğrencileri Karatoprak Hoca’nın minbere çıkışını, oturuşunu, okuyuşunu dikkatle takip eder ve onu örnek almaya çalışırlardı. Türkçeyi çok iyi kullanırdı. 1963 yılında ilkokul diploması olmamasına rağmen Balıkesir valisi Kazım Arat Bey’in mayıs 2013 / sayı 269 O yıllarda ciddi manada çekilen su sıkıntısına karşılık Balsu derneğinin çalışmalarına destek olmuştur. Balsu derneğinin görevi iyi vasıflı içme suyu temin etmek ve bedava hizmet sunmaktır. Türkiye’de içme suyunu bedava temin eden Balıkesir’den başka hiçbir il yoktur. İnsanlara faydalı olmaktan başka hesabı olmayan ve birçok hafız yetiştiren Karatoprak Hoca aynı zamanda iyi bir şairdi. Kendisine verilen zamanı en güzel şekilde değerlendiren Karatoprak hocamız, kendisini takip edenlere de fırsatları iyi değerlendirmelerini şu beyitle dile getirmiştir: “Karatoprak söyler sözün, yaşla doldu iki gözün Hakka yönelt dışın özün, sonra fırsat kalır sanma.” Her gelen gitmeye, her doğan ölmeye mahkûm. Allah’tan geldik yine O’na gideceğiz. Bulduklarımızı kaybedeceğiz, kaybettiklerimizin yerine yenileri gelecek, gelenler iz sürecekler, takip edecekler gidenleri. Ne var ki görevini tamamlayıp gidenler, eşine az rastlanır nadir şahsiyetler olunca daha bir hüzün veriyor insana. Bir Karatoprak Hoca daha kolay yetişmeyecek belki ama onun yetiştirdiği öğrencileri izinden yürümeye gayret edecekler inşallah. Güzel insan, Hafız Karatoprak Hoca 27 Haziran 2008 tarihinde aramızdan ayrıldı. hikmet penceresi / diyanet aylık dergi hikmet penceresi İncitmemek ve İncinmemek Olgun ve erdemli kişi davranış ve sözlerine öylesine dikkat etmeli ki, karşısındaki insan onun hakkında kötü düşünme mevkiinde kalmamalı. Prof. Dr. Mehmet Demirci Ne güzel söylemişler: “Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.” olur. Bunlar insanlıkla, güzel ahlakla, bağdaşmayan davranışlardır. Bir toplum içinde yaşıyoruz. Başkalarıyla devamlı ilişki ve alışveriş içindeyiz. Dinimizin ahlak kurallarından başlıcası; çevremize iyi davranmak, kırıp dökmemek, kimseyi incitmemek. İncitmemenin asgari görüntüsü kimseye fiziki zarar vermemektir. Vurmamak, dövmemektir. Bunun sonrası ise incitmemek, kalp kırmamaktır. İncitmek deyince kalp kırmak, gönül yıkmak, insanın ruhunu rencide etmek gibi daha hassas yönler hatıra gelir. Başkalarına zarar vermemek, onların bizden emin olması sadece fiili alanla sınırlı değildir. Sevgili Peygamberimiz Müslümanı şöyle tarif eder: “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların, başka insanların emin olduğu kimsedir.” (Müslim, İman, 64, 65.) Eliyle kimseye zarar vermeyen, zorbalık yapmayan, kaba kuvvetle başkalarını tehdit etmeyen, kırıp dökmeyen kimsedir. İkinci olarak diliyle zarar vermemek söz konusudur. Dille nasıl zarar verilir? Birine karşı ağır konuşulur, hakaret edilir. Onun dedikodusu yapılır, böylece incitilmiş Olgun ve erdemli kişi davranış ve sözlerine öylesine dikkat etmeli ki, karşısındaki insan onun hakkında kötü düşünme mevkiinde kalmamalı. Muhatabının gönlünü kollamalı şu veya bu şekilde onu incitip yaralamamalı. Ayrıca kaba ve çiğ davranışlardan kaçınmalı, nazik ve zarif olmalı. Yunus'un dediği gibi: “Gönüllerde iğ olmagıl mahfillerde çiğ olmagıl Çiğ nesnenin ne tadı var gel aşk oduna piş yürü.” Sahabeden Ümm-i Mektum zaman zaman Peygamber Efendimiz'in yanına gelir: "Ya Rasulallah! Allah'ın sana öğrettiklerinden mayıs 2013 / sayı 269 65 66 hikmet penceresi / diyanet aylık dergi Yüksek ahlaklı kimseler incitmeme hususunda titizlikle durmuşlardır. Onlara göre gönüller nazargâh-ı ilahîdir. Kim gönül kâbesine zarar verirse, hakikatte onun sahibini incitmiş olur. “Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerine bigâne kalarak onların gönüllerini kırarlar.” Yunus Emre daha kestirmeden söyler: “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.” İnsan gönlüyle, hele kırık kalplerle oynamaya gelmez. Şu hadis-i şerifler ne kadar ibret vericidir: “Mazlumun duasından sakınınız. Zira onun duasıyla Allah Teala arasında perde yoktur.” bana da öğret!" diye yalvarırdı. Peygamber Efendimiz de; o temiz yürekli sahabisini kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevap verirdi. Bir gün Kureyş'in ileri gelenlerinden birkaç kişi Peygamberimiz'in yanında bulunuyordu. Hz. Peygamber de: "Belki bu Kureyş'in büyüklerine etki edebilirim ümidi içindeydi. Bu sırada doğuştan âmâ olan Ümm-i Mektum yine geldi. Hz. Peygamber’in yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı her zamanki ricasını tekrarladı. Hz. Peygamber Kureyş’in ileri gelen adamlarıyla meşgul olmak istediğinden yüzünü onlara çevirdi. Âmâya alaka göstermedi. Bu yüzden Ümm-i Mektum'un gönlü hafifçe incindi. Bunun üzerine Abese suresinin başında bulunan iki ayet nazil oldu: "Âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi." (Abese, 80/1-2.) Tabii Peygamber Efendimiz de üzülmüş oldu. Ümm-i Mektum'u ne zaman görse: "Ey kendisi için Rabbimin bana sitem ettiği kimse, merhaba!" diye takılırdı. (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, ilgili sure.) Yüksek ahlaklı kimseler incitmeme hususunda titizlikle durmuşlardır. Onlara göre gönüller nazargâh-ı ilahîdir. Kim gönül kâbesine zarar verirse, hakikatte onun sahibini incitmiş olur. Zira "Allah, gönlü kırıklarla beraberdir." Mevlana şöyle der: mayıs 2013 / sayı 269 (Müslim, İman, 29.) “Şu üç dua kabul görür: 1- Mazlumun duası, 2- Misafirin duası, 3- Babanın çocuğuna duası.” (Tirmizi, Deavat, 48.) Sa’di Şirazi Gülistan’da anlatır: Zalim bir adam vardı, fakirlerin odunlarını zorla alır, gene zorla zenginlere verirdi. Bu durumu bilen ariflerden birisi o zalim kişiye rastlayınca şöyle dedi: “Sen bir yılansın, kimi görsen sokarsın yahut bir baykuşsun ki nerede otursan orayı viran edersin. Senin gücün bizlere yeterse de Allah’a yetmez. Yerdeki insanları zorlama ki göğe beddua çıkmasın.” Zalim adam bu sözlerden çok alınmış. Aradan çok geçmemiş, bir gün o zalimin odun deposu yanmış. Yalnız odunları değil evi konağı nesi varsa hepsi yanıp kül olmuş. Bu sırada evvelce ona nasihat eden zat oradan geçmekteymiş. Ev sahibi başına toplananlara hayıflanarak söyleniyormuş: “Bilmiyorum bu ateş benim sarayıma neden sıçradı?” diyormuş. Arif zat dayanamamış: “Zavallı fakirlerin gönüllerinde yanan ateşin dumanından” demiş. Sa’di ilave eder: Yaralı gönüllerin yanmasından, ahından sakın. Çünkü gönül yarası tesirlidir. Elinden geldiği kadar bir gönlü perişan etmemeye, kırmamaya çalış, çünkü bir ah cihanı alt üst eder. hikmet penceresi / diyanet aylık dergi İncinmemek Kalp kırmamak bir fazilettir; bunun bir üst basamağı daha vardır: İncinmemek. İncitmemek biraz daha kolaydır. Dikkatli ve ahlaklı bir hayat yaşayarak en azından bilerek çevremizi incitmemeyi başarabiliriz. İncinmemek ise çok defa bizim irademizi aşar. İnsan kalbi çok hassastır, olmadık sebeple birden kırılıverir. Bu konuda başarı gösterebilmek daha kuvvetli bir iman ister. Bu da Allah’ın birliğine ilaveten O’nun gerçek fail olduğuna inanmayı gerektirir. Niçin inciniriz? Birisinin bir sözü, bir hareketi, bir davranışı, hatta bir iması bizi üzer de onun için. Peki, incinmemeyi nasıl başaracağız? Şöyle: Bizi üzen, inciten kimsenin bir vasıta olduğunu, onu yaptıranın gerçekte Yüce Allah olduğunu düşünerek… Allah’a kızmak, O’ndan incinmek abes değil midir? Kelime-i tevhidin çeşitli anlaşılış dereceleri vardır. "La ilahe illallah" sözünden büyük çoğunluğun anladığı şey “La ma’bude illallah” yani Allah’tan başka ibadet edecek varlık yoktur, demektir. Seçkin insanların anladıkları ise buna ilaveten “la faile illallah”tır. Yani Allah’tan başka gerçek fail yoktur, demektir. Bunu söz olarak tekrarlamak kolaydır, ama asıl olan hâl edinmek, yani içselleştirmektir, uygulamaktır. İşte bunu başarabilenler, insanlardan hakaret görünce belki üzülürler, fakat incinmezler, o fiili Allah’tan bilirler. Bu adam neden böyle kırıcı bir harekete alet oldu acaba diye üzülürler. Hatta benim ne gibi bir hatam vardı ki bu bana reva görüldü? Diye bir muhasebeye girerler. Öyle söyler Mevlana: “Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yani bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimiyle kucaklayarak, bütün âleme bir gül olabilmektir.” Fotoğraf: Burhan Çimen mayıs 2013 / sayı 269 67 fıkıh köşesi Din İşleri Yüksek Kurulundan Namazdan sonra camide musafaha yapmak bidat midir? Musafaha; bir tür hoşgörü, dostluk ve barış ifadesi olarak tokalaşma şeklinde yapılan bir muaşeret şeklidir. Hz. Peygamber bu uygulamaya büyük önem vermiş (Buhari, İsti’zan, 27; Ebu Davud, Edeb, 156.) ve “Birbiriyle karşılaşan iki Müslüman el sıkıştığında, daha oradan ayrılmadan günahları affedilir.” (Ebu Davud, Edeb, 156.) buyurmak suretiyle musafaha etmeye teşvik etmiştir. Müslümanlar arasında dostluk, hoşgörü ve kaynaşmaya vesile olması hasebiyle namaz sonrasında musafaha yapmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak namazdan sonra cami içinde veya dışında musafaha yapmayı cemaatle namazın ayrılmaz bir unsuru gibi algılayarak topluca yapılan bir merasim hâline getirmek uygun değildir. İmam kamet getirebilir mi? Kamet Hz. Peygamber’in sünnetlerdendir. (Tirmizi, Salat, 143; Müslim, Mesacid, 5, H. no: 534.) Dolayısıyla terk edilmesi mekruhtur. Zira o namaza başlamak için bir hazırlık safhasıdır, namaza başlanacağını bildiren bir uygulamadır. Bunu görevli bir kimsenin, cemaatten birinin veya imamın yapması hususunda sınırlama yoktur. Dolayısı ile namaz kıldıran bir imamın aynı zamanda kamet getirmesinde bir sakınca yoktur. mayıs 2013 / sayı 269 Farz namazların öncesinde veya sonrasında kılınan sünnetlerle farzların arası açılmalı mı yoksa ara vermeden mi kılınmalıdır? Namaz, farzı ve sünneti ile birlikte bütünlük arz eder. Bu nedenle namazların sünnetleri ile farzı arasının, yemek-içmek ya da lüzumsuz konuşmalarla açılmaması daha uygundur. Ancak namazların sünneti ile farzı arasında tespih, zikir ve Kur’an-ı Kerim tilavetinde bulunmak yahut sünnetin evde kılınması hâlinde mescide gidinceye kadar geçen zaman fasıla (ara verme) sayılmadığı için farzla sünnet arasında bunları yapmakta bir sakınca yoktur. Nitekim farz ile sünnet arasında ‘yemek yemek, çay içmek gibi dünyevi işler’ fasıla sayıldığı için namaz sahih olsa da bütünlük bozulduğu için sevabının azalacağı ifade edilmiştir. Namazda huşu için nelere dikkat edilmelidir? Kur’an-ı Kerim’de huşu ile namaz kılmak müminin ayırıcı niteliklerinden biri olarak zikredilir. (Mü’minun, 23/2.) Rasulüllah (s.a.s.), “Namaz gözümün nuru kılındı.” (Malik b. Enes, Muvatta, II, 427; Nesai, Sünen, İşretü’n-nisa, 3878.) buyurarak namazın özel durumuna işaret etmektedir. Namazda huşu; dikkati dağıtacak dış etkenlerden uzak olup kalbin Allah’a bağlanabilmesi ile gerçekleşir. Kişinin iç dünyasında yaşadıkları, düşünceleri namazındaki huşusunu etkiler ve davranışlarına da yansır. Bu sebeple namaz kılarken kişi Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilincinde olmalı, zihin ve gönül dünyası ile namaza yönelmeli; sağa sola bakmak, elbisesiyle oynamak ve tadili erkâna riayet etmemek gibi hâl ve hareketlerden kaçınmalıdır. fıkıh köşesi / diyanet aylık dergi Dizlerinde rahatsızlığı olanların sandalyede namaz kılması caiz midir? Dinimizde sorumluluklar, kulun gücüne göre belirlenmiş (Bakara, 2/286.); gücü aşan durumlar için kolaylaştırma ilkesi getirilmiştir. (Bakara, 2/185.) Namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıklar da kolaylaştırma sebebi sayılmıştır. Buna göre; namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabiye “Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üzere kıl.” (Buhari, Taksiru’s-Salat, 19.) buyurmuştur. Buna göre ayakta durabilen ve yere oturabildiği hâlde secde edemeyen kimse namaza ayakta başlar, rükûdan sonra yere oturarak secdeleri ima ile yapar. Ayakta durabildiği hâlde oturduktan sonra ayağa kalkamayan kişi namaza ayakta başlar, secdeden sonra namazını oturarak tamamlar. Başı ile ima etmeye gücü yetmeyen kimse namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle ima ederek namaz kılamaz. Ayakta durmaya ve rükû yapmaya gücü yettiği hâlde yere Farz namazlarını kılmayan veya namaz borcu ile ölen kişilerin yerine başkaları bu namazları kılabilir mi? Sırf bedenle yerine getirilen ibadetlerde başkasının yerine o ibadeti yapmak geçerli sayılmaz. Bu itibarla bir kimse, oturamayan kimse namaza ayakta başlar rükûdan sonra secdeyi tabure ve benzeri bir şey üzerine oturarak ima ile eda eder. Ayakta durmaya gücü yetmeyen, ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamayan kimse namazı tabure, sandalye ve benzeri bir şey üzerine oturarak rükû ve secdeleri ima ile yerine getirir. Son olarak Rabbine ibadet ederken hem özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Özen ve hassasiyet eksikliğinden dolayı Rabbine karşı sorumlu olacağı bilincinde olmalıdır. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü mazeretleri kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı asli şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak hafif bedeni rahatsızlıklar bu konuda meşru mazeret olarak görülmemelidir. Öte yandan dinî açıdan zorunlu ve meşru bir sebep bulunmadıkça camilerde sandalyede namaz kılmak, göze hoş gelmeyen bir görüntü ortaya çıkarmakta ve cemaat arasında tartışmalara sebep olmaktadır. Özellikle üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar hâlinde sabit oturakların yapılması, cami doku ve kültürüyle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple hastalık ve özürlülük gibi herhangi bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, zorunlu olmadıkça namazlarını sandalyede değil, yere oturarak kılmaları uygundur. vefat etmiş veya hayatta olan bir yakınının kılmadığı farz namazları, onun adına kılamaz. Dolayısıyla herkes hayatta ve sağlığı yerinde iken ibadetlerini yerine getirmeye özen göstermeli, Allah’ın huzuruna borçlu olarak gitmemeye gayret etmelidir. mayıs 2013 / sayı 269 69 islamla yeniden doğanlar “Niçin Buradayım, Nereden Geldim ve Öldükten Sonra Nereye Gideceğim?” Robert Genç bir delikanlı iken, yıldızları ve güneşi düşünürdüm; nereden geldiler, yaratıldılar mı? Tabii sürekli zihnimi kurcalayan bu soruların cevaplarını bulamazdım ve kafam karışırdı. Haz. Aydoğan Arı • Yusuf Karabulut 1964’te Londra’da doğdum. Annem ve babam işçi sınıfındandı. Annem Katolikti, babam ise İngiliz kilisesine bağlıydı. Dindar sayılmazlardı. Dolayısıyla evimizde dinî bir atmosfer olmadı. Ortaokulda din ile ilgili bir şeyler öğrenmeye başladım; fakat bu bilgiler insanlara yardım etmeme yardımcı olacak kadar fazla değildi. Hayatla ilgili net fikirlerim yoktu, belki içten içe birtakım cevaplar arıyordum. Çalışıyordum, arkadaşlarımla dışarı çıkıyordum; ama tamamen mutlu değildim. Ancak neyin eksik olduğunu da bilmiyordum (şimdi eksiğin ne olduğunu anladım). Sanıyordum ki her şeyim var ve derdim tasam yok. Genç bir delikanlı iken, yıldızları ve güneşi düşünürdüm; nereden geldiler, yaratıldılar mı? Tabii sürekli zihnimi kurcalayan bu mayıs 2013 / sayı 269 soruların cevaplarını bulamazdım ve kafam karışırdı. Din hakkında pek fazla bilgiye sahip değildim. Mesela, Sih ile Hindu arasındaki farkı sorsanız bilmezdim. Benim için din dindi ve aralarındaki farkları ayırt edemezdim. Din konusunda tamamen cahildim. Dinle ilk temasım eşim kanalıyla oldu. Eşimle ilk kez Londra’da tren istasyonunda ve hayli ilginç bir şekilde karşılaştım. Orada onunla tanıştık ve görüşmeye başladık. Filistinliydi ve Filistin sorunu ile ilgili arada bir konuştuğu olurdu. Filistin benim daha önce hiç ilgilenmediğim bir konuydu. Zamanla birbirimizi daha fazla tanımaya başladık. İlerleyen zamanlarda bana Müslüman olduğunu söyledi. İslam hakkında bazı şeyler anlatıyordu; ama o zamanlar hiçbir dinle ilgim islamla yeniden doğanlar / diyanet aylık dergi olmadığı için anlattıklarını pek dinlemiyordum. Bana bazı kitaplar vermek istedi. İslam hakkında daha fazla konuşmak istediğinde, “Bu konuyu geçelim, ilgimi çekmiyor” diyordum. Aslında beni Müslümanlaştırmaya çalışmıyordu, sadece İslam’dan bahsediyordu. İlk tanışmamızdan iki ay sonra evlendik. Evlendikten sonra üzerimde herhangi bir dinî baskısı olmadı; ama sürekli bana bazı şeyleri anlatmaya çalışıyordu. Dediğim gibi ben bunlarla pek ilgilenmiyordum. İbadetlerini de pek yerine getirmiyordu (Hâlâ tam olarak ibadet etmiyor; ama İslam’a bütünüyle inanıyor). Müslüman olmamda ilk etken, Müslüman bir ülkeye, Ürdün’e yaptığım ziyaret oldu. Eşim amcasıyla görüşmek istiyordu. Sadece Ürdün’de bir amcasının yaşadığını biliyordu; ama adresini bilmiyordu. Amcasına ulaşmak için Lübnan’daki kız kardeşinden yardım istedi. Bu vesileyle 1998 Haziranında tatilde Ürdün’e gittik. Amcası benimle tanışınca, yeğeninin eşinin de Müslüman olması gerektiğini düşünerek beni İslam’a davet etti. İslam’la ilgili pek çok şey anlattılar; ama ben hâlâ ilgisizdim. Orada bulunduğum süre içinde insanların birbiriyle ilişkileri ve yaşayışları beni etkiledi. Örneğin bir otobüs durağına gittiğinizde erkekler hemen kalkıp bayanlara yer veriyorlardı. Bir de orada tanıştığım Filistinli bir entelektüelden oldukça etkilendim. Onunla komünizm, kapitalizm, İslam ve diğer birçok din ve ideoloji hakkında konuştuk. Bana son derece mantıklı bir şekilde diğer din ve ideolojilerdeki yanlışlıkları ve İslam’ın tek ve gerçek yol olduğunu anlattı; şunu vurguladı: “Sen Müslümanlara değil, İslam’a bakmalısın ve onu anlamaya çalışmalısın. Eğer Müslümanlara bakarsan İslam’la ilgili doğru sonuçlara varamazsın!” Gördüklerimin ve o Filistinli entelektüelin etkisiyle şu üç soru ile karşı karşıya kaldım: “Niçin buradayım?”, “Nereden geldim?” ve “Öldükten sonra Filistinli bir entelektüelden oldukça etkilendim. Onunla komünizm, kapitalizm, İslam ve diğer birçok din ve ideoloji hakkında konuştuk. nereye gideceğim?” O Filistinli entelektüel, beni daha önce kimsenin sormadığı bu üç soruyla karşı karşıya bıraktı. Hâlbuki daha önce de dindar Müslümanlarla karşılaşmıştım; ama onların dini anlatma ve dava kaygıları yoktu. O bana, bir yaratıcının olması gerektiğini, bu kadar fani ve sınırlı olan eşyanın kendi kendisine var olamayacağını anlattı. Ürdün’de beş hafta kaldık. Filistinli entelektüelle konuştuktan kısa bir müddet sonra Müslüman olmaya ikna oldum ve orada kelime-i şahadet getirerek yirmi dört yaşımda İslam’a girdim. İslam’a girince hayatıma bazı yeni kurallar getirmem gerekiyordu. Yeni alışkanlıklar geliştirecek ve bazı alışkanlıklarımı terk edecektim. Ama çok mutluydum; çünkü tüm bunlar hayatımı daha iyiye doğru değiştirecekti. Artık hayatımı Allah’ın rızasına göre şekillendirecektim ve yaşamak için bir sebebim olacaktı. Derhal içkiyi bıraktım, kumarı ve diğer haramları terk ettim. Namaza başlamak istedim ama başlangıçta çok zorlandım. Fakat Müslüman olduktan altı hafta sonra düzenli olarak namaz kılıyordum. Ürdün’den ayrılırken bana Londra’daki Müslümanlarla ilişki kurmamı, aksi takdirde inancımın zayıflayabileceğini söylediler. Londra’ya dönünce çok hoş kardeşlerle tanıştım. Döndükten birkaç hafta sonra eşim bana İslami bir isim seçti. Annem Müslüman olduğumu öğrenince tabii şok oldu, Ürdün’de beynimi yıkadıklarını düşündü. mayıs 2013 / sayı 269 71 Bunun geçici bir gençlik hevesi olduğunu ve altı-yedi haftada atlatacağımı zannediyordu. İslam’ın ne kadar ciddi bir şey olduğunu ve benim bu konudaki ciddiyetimi anlamamıştı. Daha sonra benim Müslüman olduğumu kabul etti. İlk Müslüman olduğumda ona anlatamadığım İslam’la ilgili bazı şeyleri artık anlatabiliyorum. Aslında doğru bulduğu birçok nokta da var. Anne-oğul olarak çok güzel bir ilişkimiz oldu. Arkadaşlarım da şok oldu, birdenbire onlarla eskisinden çok daha az vakit geçirmeye başladım. Söyledikleri şey şu: “Sen artık bir Müslümansın, bizimle çıkmıyor ve içki içmiyorsun.” Bu durumu hazmedemediler. Onlar için bir yabancı oldum, birkaç hafta sonra artık bana pek uğramamaya başladılar. Ben de onlara aynı şekilde davranmaya başladım. En yakın arkadaşımı yaklaşık iki yıldır görmedim. Müslüman oldum diye benimle ilişkisini kesti. İnsanlar bir İngiliz’in İslam’ı seçmesini anlamakta zorlanıyorlar. Her şeyden önce, hem sosyal etkilerle hem de medya ile İslam’ı reddetmeye programlanmışlar. Medya İslam’ı çarpıtarak sunuyor. Bu yüzden de bir İngiliz’in Müslüman olmasını anlamak onlar için çok zor. Şu an çalıştığım yerde iki yıldır bulunuyorum ve ilk altı ay onlara Müslüman olduğumu söylemedim. Çünkü beni öncelikle birey olarak tanımalarını istiyordum. İlk tanışmamızda Müslüman’ım deseydim benimle ilişkilerini bir anda kesebilirlerdi. Şu anda insanların çoğu ile ilişkim gayet iyi. Aslında bana dinimle ilgili daha çok soru sormalarını bekliyorum; ama pek soru sormuyorlar. Genelde sorular Selman Rüştü olayı veya Körfez Savaşı ile ilgili oluyor. İslam’ı sadece namaz, oruç ve hacdan ibaret bir din olarak değil, bir dünya görüşü olarak algılıyorum. İslam, bireyin tüm hayatını ve her hareketini kuşatır. mayıs 2013 / sayı 269 dağarcık / diyanet aylık dergi dağarcık Modern zamanların yeni fobisi: Nomofobi İletişim imkânından mahrum kalma korkusu’ olarak tanımlanan nomofobi, telefonun şarjı bittiğinde, kontör kalmadığında veya kapsama alanı dışına çıkıldığında duyulan yüksek endişe olarak açıklanmaktadır. Dr. İlhami Ayrancı Fobi, korkuyu gerektirmeyen basit durum veya nesnelere karşı duyulan aşırı korkudur. Fobilerimiz arasında en yaygın olanının ‘topluluk karşısında konuşma korkusu’ anlamına gelen ‘glosofobi’ olduğu söylenir. Bununla birlikte toplumda yaygın olarak karşılaşılan dişçiye gitme, MR cihazına girme, kapalı yerlerde kalmaktan endişe etme, yükseklik korkusu gibi baskı oluşturan bunca korkumuz varken son yıllarda bir yenisi daha eklendi; Nomofobi. Nomofobi, glosofobiyi de geride bırakarak çağımız insanı için en yaygın fobi olma yolunda. İngilizce "no mobile phobia" ‘cep telefonuyla iletişim imkânından mahrum kalma korkusu’ olarak tanımlanan nomofobi, telefonun şarjı bittiğinde, kontör kalmadığında veya kapsama alanı dışına çıkıldığında duyulan yüksek endişe olarak açıklanmaktadır. Tabii olarak bu durum telefon sahibinin gündelik hayatını da etkilemekte. Bir kimse, telefonunu kaybetmekten aşırı kaygılanıyor, hatta gerektiğinde bile kapatamıyorsa, kısa aralıklarla ‘cevapsız arama veya mesaj var mı’ diye kontrol ediyor, kapsama alanında olup olmadığını veya şarjını kontrol etmek için sürekli telefonuna bakıyorsa, takıntılı bir biçimde cep telefonunun yanında olup olmadığını kontrol ediyorsa, o kimse modern çağın yeni fobisi 'Nomofobi' ile karşı karşıya demektir. mayıs 2013 / sayı 269 73 74 dağarcık / diyanet aylık dergi Nomofobi, -son 15-20 yılda hayatımıza girmesi sebebi ile- nispeten yeni bir olgudur. Esas itibarıyla, cep telefonu yoluyla iletişimden kopmaktan aşırı korkmaktır. "Telefonsuz ne yaparım?" korkusudur bu! Telefona bu kadar önem verilmesine gerekçe olarak; ‘aileleri ve arkadaşlarıyla temas halinde olma isteği’ gösterilmektedir. Cep telefonlarına bağımlılık öyle bir boyuta taşınmakta ki, telefonun nereye konulduğunun bir an için bile hatırlanamaması insanın strese girmesine, göğüs ağrılarına, kalp çarpıntısına sebep olabilmektedir. Artık telefonlar, uyurken bile başucuna, hatta yastığın altına konularak baş tacı edilmekte, uyanıldığı andan itibaren gün boyunca sürekli ekranına bakılarak cevapsız bir aramanın, kaçırılmış bir mesaj veya mailin olup/olmadığı kontrol edilmektedir. Cep telefonları hayatımıza o kadar girdi ki; yanımızda olmadığı zaman kendimizde bir eksiklik hissediyoruz. Evden çıkarken yanımıza alıp almadığımızı kontrol ediyor, evde unuttuğumuzda ya da kaybettiğimizde ise içimizi bir sıkıntı basıyor, strese giriyoruz. Bu kaygının sebebi cep telefonunun kaybolmasından daha çok iletişimin kesilmesidir. Akıllı telefonların ortaya çıkışıyla nomofobik durum iyice büyüyerek sınırsız bir hâl aldı. İnsanımızın akıllı telefon kanalı ile türlü türlü hizmete erişim imkânı var. Neredeyim, yakında bir lokanta var mı, biletimi nereden alabilirim, tatilde nereye gidebilirim?...” Bütün bunlar, hatta çok daha fazlası da mümkün. Telefon varsa, endişeye mahal yok! Akıllı telefona bağımlılığı anlayabiliyoruz. Çünkü her şeyimiz onun içinde. Yokluğu durumunda kendimizi neredeyse dünyadan tamamen kopuk hissetmekte, boşlukta kalmaktayız. Çünkü artık aradığımız her türlü bilgiyi, hatta seyahat hâlinde yolumuzu bile telefon ekranına bakarak bulabiliyoruz. Bağımlı olma durumu öyle bir hâle gelmiştir ki, araba kullanırken, toplantıda, çarşı pazarda telefonumuz kulağımızda yürümekte, selamımızı baş işareti ile vermekteyiz. Eş/dostla sohbet ederken ya da önemli bir toplantıdayken bile telefonla konuşmaktan çekinmiyoruz. Telefonumuz vazgeçilmezimizdir artık. Ulaşım araçlarında bile herkesin elinde bir telefon konuşuyor, mesajlaşıyor, müzik dinliyor, internette geziniyor… Çalan telefonu için camiden çıkanlar, toplantıda, derste, yemekte, muayenehanede telefonla konuşanlara şahit olmak sıradan hadiseler bu günlerde. mayıs 2013 / sayı 269 dağarcık / diyanet aylık dergi Eskiden insanlar, 'bilgisayarımın kölesi olmak istemiyorum. Bilgisayar beni ailemden, hayatımdan koparıyor' diyordu. Bugün ise, “telefonum benim bir parçam. Hayatımı dolduruyor, kolaylaştırıyor ve zenginleştiriyor. Yakınlarımla her istediğim anda iletişim kurmama hatta gerekirse fotoğraf veya canlı yayın ile ânı sevdiklerimle paylaşmamı sağlıyor…” diyorlar. Neticede; teknolojiden korkulan bir dönemden, teknolojisiz kalmaktan korktuğumuz bir sürece gelmiş bulunuyoruz. Çağımızın en büyük icatlarından biri olan cep telefonları, hayatımızın vazgeçilmezi hâline gelmiştir. Bunu kabullenmekten başka yol görünmüyor. Uzmanlar, kullanıcıların telefonla günde en fazla kaç dakika konuşacakları ve hangi konularda dikkatli olmaları konularında uyarılarını yaparlarken, biz yetişkinler, telefon kullanımı konusunda da çocuklarımıza olumsuz örnek olmaktayız. Sorumluluk bilinci yeterince gelişmemiş de olsa, aileler ilköğretim 1. sınıfa giden çocuklarına -aradıkları her an ulaşabilmek için- cep telefonu almaktan çekinmiyor. Bu yaşlardaki çocukların telefonunu muhafaza etmesi bir dert iken, derste zihninin ve gözünün telefonda olması da ayrı bir konu/sorundur. Artık çocuklar ders aralarında temiz hava almak, arkadaşlarıyla oyun oynamak veya sohbet etmek yerine, sıralarında oturup telefonlarıyla oynamayı tercih ediyorlar. Cep telefonuna bu kadar bağımlı olan çocuklarımız, zamanla okulların rehberlik servisinin kapısını aşındırmakta, psikologlar/rehber öğretmenler eskiden öğrencilerin; “tahtaya çıkmaktan, parmak kaldırmaktan, iğne yaptırmaktan, zayıf not almaktan, sınavlarda heyecanlanmaktan korkmak/çekinmek…” gibi sorunları konularında görüşme yaparken şimdilerde; “nomofobi”li öğrencilerin sorunlarına çare aramakla meşguller. Hâsılı, iletişim çağında her gün biraz daha yalnızlaşan insanımız, mutluluğu telefonlarda/elektronik iletişimde aramakta. Anneciğinin, dedeciğinin kucağından uzaklaşan çocuklarımız, dost sohbetlerine yabancı kalan gençlerimiz odalarına kapanmakta, orada tek başına dünyanın dört bir yanına yelken açmakta. Elektronik ortamda her yöne açıldık. Avustralya’daki arkadaşımız ile yazışmakta, Kanada ile elektronik ortamda iletişim kurmaktayız. Kim bilir, sanal âlemde konuşup/yazışıp durduğumuz kimseler yanımıza gelseler, onlar yanı başımızda otururken bile bizler elektronik ortamda iletişim kuracak yeni kimseler arayacağız! Çünkü çağımız iletişim çağı. İletişim ancak yalnızca elektronik ortamda! Fotoğraf: Burhan Çimen Yani dünyaya açık, eşimize, ev halkımıza, mesai arkadaşlarımıza, dostlarımıza, kapalı! mayıs 2013 / sayı 269 75 kürsüden Sıla-i Rahmin Önemi Sıla-i rahim; akrabalara iyilik etmek, imkân ölçüsünde sıkıntılarına kol-kanat germek, ihtiyacı olanlara tasadduk etmek, hasta olanları ziyaret etmek, davetlerine icabet etmek, sevinç ve üzüntülerini paylaşmak ve akrabalar arası ilişkileri güçlendirecek her türlü çabayı göstermek olarak tanımlanabilir. Üzeyir Öztürk I. Plan III. Özet sunum a) Sıla-i rahim kavramı. İslam, Müslüman bireyi en yakınındakilerden başlayarak çevresindeki insanlara karşı sorumlu tutmuştur. Akrabaların yakınlığına göre bu hak ve sorumluluklar maddi ve manevi olarak farklılık göstermektedir. Bu hakları gözetmek sıla-i rahim kavramı ile ifade edilmiştir. Rahim sözcüğü asıl olarak kadının rahmi manasında olup, istiare ile akrabalık için kullanılmıştır. Rahim ile kastedilen; kadın ve erkeğin ana ve baba tarafından akrabalarıdır. Sıla-i rahim; akrabalara iyilik etmek, imkân ölçüsünde sıkıntılarına kol-kanat germek, ihtiyacı olanlara tasadduk etmek, hasta olanları ziyaret etmek, davetlerine icabet etmek, sevinç ve üzüntülerini paylaşmak ve akrabalar arası ilişkileri güçlendirecek her türlü çabayı göstermek olarak tanımlanabilir. Bir kutsi hadiste Allah’ın Rahman ismi ile akrabalık ilişkileri anlamındaki rahim sözcüğünün birlikte zikredilmesi sıla-i rahmin önemini ortaya koymaktadır. b) Kur’an-ı Kerim’de sıla-i rahim. c) Hadislerde sıla-i rahim d) Sıla-i rahmin faydaları. e) Sıla-i rahmi terk etmenin zararları. II. İşleniş Önce “sıla-i rahim” teriminin tanımı yapılır. Rahim kelimesinin Allah’ın Rahman ismiyle ilgisinden bahsedilir. Kur’an-ı Kerim’deki akrabalık ilişkilerinden bahseden ayetler üzerinde durulur. Akrabalığın dereceleri anlatıldıktan sonra akrabaların maddi ve manevi haklarına değinilir. Daha sonra sıla-i rahmin faydası, terkinin zararları ifade edilip, Hz. Peygamber’in hayatından örneklerle akrabalarla iyi ilişkiler kurmanın önemi anlatılarak günümüzdeki akrabalık ilişkileri üzerinde durulur ve akrabalık ilişkilerinin zayıflamasının sebep ve sonuçları ele alınır. mayıs 2013 / sayı 269 kürsüden / diyanet aylık dergi Kişinin durumuna göre hükmü değişmekle beraber, sılayırahmin normal şartlarda vacip olduğu aile bağlarını koparmak anlamındaki kat’i rahimin ise büyük günahlardan olduğu ifade edilmiştir. Bu şekilde akrabaları ile ilişkiyi sürdüren kişiyi insanların sevgisi, Allah’ın rızası ve mükâfatı beklemektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sıla-i rahim yapanı rızkının bereketleneceği ve ömrünün uzayacağı ile müjdelemektedir. Hz. Peygamber de söz ve davranışlarında sıla-i rahim üzerinde çokça durmuş, sılayırahmi imanla ilişkilendirmiştir. Bir hadiste; Allah’a ve ahiret gününe inananların; misafire ikram etmesi, sıla-i rahim yapması ve güzel söz söylemesi istenmiş ve bu davranışlarla iman arasında ilişki kurularak, insanlar arasında yardımlaşmanın gerçekleşmesine ve sapasağlam bir toplum ve aile yapısına vesile olacak unsurlara dikkat çekilmiştir. Ayrıca akraba ile ilişkileri devam ettirmenin sadece ilişki kuranla, bu ilişkiyi sürdürmek değil; gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, hatta kötülük yapana bile iyilik yapmak suretiyle hasıl olacağı ifade edilmiştir. Başka bir hadiste de sılayırahmin dünyadaki boyutunun yanında uhrevi faydalarından söz edilmektedir: “Ey insanlar! Selamı yayın, yemek yedirin, sıla-i rahim yapın (akraba ilişkilerini gözetin) insanlar uyurken siz namaz kılın ki selametle cennete girebilesiniz.” buyrularak sılayırahmin cennete girmeye bir sebep olduğu ifade edilmektedir. Sıla-i rahim kavramının karşısında kat’ı rahim bulunmaktadır. Kat’ı rahim, sıla-i rahmi, ihsanı ve akrabaya iyilik etmeyi terk etmek demektir. Hadislerde sıla-i rahim üzerinde önemle durulup büyük mükâfatlar vaat edildiği gibi, kat’ı rahimden sakındırılmış ve büyük günahlardan olduğu bildirilmiştir. Kur’an’da akraba ile ilişkiyi kesene lanet edilmiştir. (Bakara, 2/26-27; Muhammed, 47/22-23.) Aile bağlarını koparan, düşkün yakınlara yardım elini uzatmayan, onlara sırt çevirenlerle ilgili birtakım cezaların terettüp edeceği üzerinde durulmuş hatta kat’ı rahmin insanlar arasındaki bağların kopmasına insanlar arasında kin ve düşmanlığın yayılmasına, akrabalar arasındaki bağların çözülmesine neden olacağı ifade edilmiştir. (Muhammed, 47/22-23.) IV. Konuyla ilgili bazı ayetler “Onlar, Allah'a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah'ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlaki bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara, 2/27.) Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir. (Nisa, 4/1.) “Allah'a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 4/36.) “Allah'a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lanet onlara, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır.” (Ra’d, 13/25.) “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90.) “İçinizden varlık ve servet sahibi kimseler yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere (kendi mallarından bir şey) vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah'ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur, 24/ 22.) “Nebi, müminlere kendi nefislerinden önce gelir. O'nun hanımları da onların analarıdır. Aralarında akrabalık bağı olanlar, Allah'ın mayıs 2013 / sayı 269 77 78 kürsüden / diyanet aylık dergi kitabında birbirlerine, diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir maruf (uygun bir vasiyet) yapmanız müstesnadır. Bu, kitapta yazılıdır.” "Akrabalık ilişkilerinizi sürdürebilmeniz için neseplerinizi (sülalenizi) tanıyın. Zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır." (Tirmizi, Birr, 49.) (Ahzab, 33/6. Ayrıca bkz. Nisa, 4/8; Enfal, 8/75; Rum, 30/38; Şura, 42/23.) (Sebepsiz) akraba ziyaretini kesen (ve bunu helal sayan) kimse cennete giremez, buyurduğunu işittim, dediği rivayet olunmuştur. V. Konuyla ilgili bazı hadisler “Rahim, arşa asılıdır ve (hâl diliyle) şöyle der: Benimle ilişkisini sürdürenle Allah da ilişkisini sürdürsün; benimle ilişkiyi kesenden Allah da ilişkisini kessin.” (Müslim, Birr, 17.) “Akrabalık bağı Rahman’ın verdiği, (cennete uzanan) bir koldur. Allah Teala şöyle buyurur: “Kim seni gözetirse ben de onu gözetirim, kim de seninle ilişkisini keserse ben de onunla ilişkimi keserim.” (Buhari, Edeb, 13.) “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayır söylesin ya sussun.” (Buhari, Edeb, 85; Müslim, İman, 74, 75.) “Bir adam: Ya Rasulallah! Benim akrabam var. Ben kendilerini ziyaret ediyorum, onlar bana gelip gitmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara anlayışlı davranıyorum, onlarsa bana kaba davranıyorlar, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Eğer dediğin gibi isen, (görünüşe göre) onlar senin iyi davranışların altında eziliyorlar. Sen böyle davrandıkça, Allah’ın yardımı seninledir.” (Müslim, Birr, 22.) buyurdu. “Rızkının çoğalmasını, ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin.” (Buhari, Edeb, 12, Büyu, 13; Müslim, Birr, 20, 21.) “Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya verilen sadaka ise iki sadaka yerine geçer: Biri sadaka sevabı, öteki de akrabayı koruyup gözetme sevabıdır.” (Tirmizi, Zekât, 26.) “Kim, rızkının Allah tarafından genişletilmesini, ecelinin geciktirilmesini isterse sıla-i rahim yapsın.” (Ebu Davud, Zekât, 45.) mayıs 2013 / sayı 269 (Tirmizi, Birr, 10; Ebu Davud, Zekât, 45.) “Akrabadan gelen iyiliğe misliyle karşılık veren kimse tam manasıyla akrabasına sıla etmiş değildir. Gerçek sıla, kendisiyle ilgiyi kesenleri görüp gözetmektir.” (Buhari, Edeb, 15.) VI. Konuyla ilgili bazı hikmetli sözler Akrabalar arasındaki düşmanlık ormana düşen ateşten farksızdır. (Hz. Ebu Bekir) Komşusu, akrabası ve arkadaşı tarafından iyi denen kimse gerçekten iyidir. (Hz. Ömer) VII. Verilebilecek mesajlar - Sıla-i rahim dinî bir görevdir. - Sıla-i rahim hem dünyevi hem de uhrevi öneme sahiptir. - Asıl akrabalığı gözetmek, sönen ilişkileri yeniden canlandırmakla olur. - Aile büyükleri sıla-i rahim konusunda örnek olmalıdır. VIII. Yararlanılabilecek diğer bazı kaynaklar • Nevevî, Riyazü’s-Salihin, Ter. Hasan Hüsnü Erdem ve Kıvamuddin Burslan, DİB Yayınları, Ankara 1972. • Türkçe Tercüme ve Şerhi: Riyazü’s-Salihîn Peygamber Efendimizden Hayat Ölçüleri, Hazırlayanlar. Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail L. Çakan, Doç. Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul 1997. • Dr. Yaşar Yiğit, “Unutulmaya Yüz Tutan Değerlerimizden Sıla-i Rahim” Diyanet Aylık Dergi, sy. 165, Eylül 2004. • Vecdi Akyüz, “Akraba” md., DİA, II, 285-287. • Mustafa Çağrıcı, “Sıla-i Rahim” md. DİA, XXXVII, 112-113. kitap tanıtımı / diyanet aylık dergi kitap tanıtımı 79 Uğur Yılmaz Diyanet İşleri Uzman Yardımcısı Tecrid-i Sarih Mütercimi: Kâmil Miras Prof. Dr. Nesimi Yazıcı tarafından kaleme alınan “Kâmil Miras Hayatı ve Eserleri” adlı kitap, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından 2. baskısı yapılarak kültür dünyamıza kazandırılmıştır. Osmanlıdan Cumhuriyet’e intikal edip her iki dönemi de görüp yaşamış vatana, millete ve dinimize hizmet eden son devir âlimlerimizden Miras, Afyon’da doğup ilk tahsilini burada tamamladıktan sonra tahsil hayatına İstanbul’da devam etmiştir. Hayatının sonuna kadar çeşitli eğitim kurumlarında hoca olarak görev yapan Kâmil Miras ilmî kişiliğinin yanında her iki dönemde de milletvekilliği yaparak Türk siyasi tarihinin önemli şahsiyetleri arasında yer almıştır. Yazıcı, bu önemli şahsiyetin daha çok Babanzade’nin başlayıp da ömrünün kifayet etmediği Tecrid-i Sarih’in tercümesini tamamlamasıyla şöhret bulduğunu bildirmektedir. Hâlbuki hadisçiliği yanında Kelam, İslam Tarihi, Fıkıh ve usulü ile ilgili eserleri olup döneminde neşredilen birçok önemli eserin tashihini yaptığı anlatılmaktadır. Ayrıca İslam Ansiklopedisinin tercüme edilerek yayınlanmaya başlanıp birçok eleştiriye maruz kalmasından sonra alternatif olarak yayınlanmaya çalışılan aralarında İzmirli İsmail Hakkı, Ömer Rıza Doğrul ve Eşref Edip’inde bulunduğu “Tahrir Heyeti” üyesi ve editörü olarak İslam-Türk Ansiklopedisi’ni çıkarmaya başladığını ve ilk cildine 58 madde ile katkıda bulunduğunu mezkûr kitaptan anlamaktayız. Miras’ın, Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve bütçesinin tahsisi, hutbelerin Türkçeleştirilmesi hususunda, “Hanefi fıkhından mülhem olarak diyebiliriz ki cumanın teşri buyrulmasındaki yegâne gaye hutbedir. Öbür şartlar, bu hutbeden beklenen irşat ve tembih gayesinin hakkıyla tahakkuk edilmesini temine yönelik olan tali şeylerdir.” diyerek döne- min en önemli olaylarında da etkin bir rol üstlendiğini kitaptan öğrenmekteyiz. Bununla birlikte İmam Hatip okullarının programını hazırladığını da görmekteyiz. Kitabın son kısmında TBMM konuşmalarının bazıları, arşiv belgeleri ve eserlerinden seçme makaleler bulunmaktadır. “Kur’an Tercümesi Hakkında”, “Peygamberimizin Ramazan Hayatından Örnekler” ve “İslam’da Demokrasi” bu makalelerden sadece birkaçıdır. Yazıcı, bizlere Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan dönemin en önde gelen din âlimlerinden biri olan Kâmil Miras’ın hayatını anlatarak aynı zamanda yaşadığı dönemi daha isabetli değerlendirebilmemiz yolunda bizlere bir katkı sağlamaktadır. (Kâmil Miras Hayatı ve Eserleri, Prof. Dr. Nesimi Yazıcı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. 2012. 168 s.) mayıs 2013 / sayı 269 80 kitap tanıtımı / diyanet aylık dergi Kur’an-ı Kerim’in İrşat Üslubu yapılan tefsir çalışması olarak nitelemektedir. Kitap, giriş ve üç temel bölümden oluşur. Evvela irşadın öneminden, emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l-münker, davet, tebliğ ve hidayet terimlerinden bahsettikten sonra birinci bölümde hikmet kelimesi üzerinde durmuştur. İkinci bölümde güzel öğüt başlığı altında kıssa, mesel, tekrar, gözlem yapmaya teşvik ve tergib-terhib üslubu olarak beş ana tarzla bu metotların insan algılaması üzerindeki etkilerini irdelemiştir. Son bölümde ise en güzel mücadele kapsamında mücadele, diyalog, mukayese ve soru cevap üslupları üzerinde durulmuştur. Tüm bu bilgilerle günümüzde irşat görevini yerine getirecek olanlara pratikte yardımcı olmayı hedeflemektedir. Allah, insanı tebliğ ile görevli kılmıştır. Bunun metodunu da bizlere “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl, 16/125.) ayeti ile bildirmiştir. Buradan hareketle Dr. Esra Hacımüftüoğlu, Kur’an-ı Kerim’deki irşat metodunu okuyucuya açıklamaktadır. Yazarın doktora tezi olan kitap, hikmet, güzel öğüt ve en güzel şekilde mücadele şeklinde belirtilebilecek üç ana süreçle bizlere Kur’ani irşadı anlatır. Yazar, kitabını Kur’an’ın insanları irşat ederken nasıl bir yöntem izlediğini belirlemeye yönelik İnanıyorum Serisi (6 Kitap), Komisyon, Diyanet İşleri Başkanlığı yay. Ankara 2009. Hacımüftüoğlu irşadı, “Yeryüzündeki tüm insanların, ‘halife’ olma çabasına yardımcı olan ve bu doğrultuda yönlendirmelerde bulunan, ilahî bir yardım, manevi bir destek” ve “İnsanın manevi bir yücelişle, ruhunun aydınlanmasına ve çeşitli esaret bağlarından kurtularak ‘ihsan’ düzeyinde bir idrake sahip olmasına yardımcı olan, duygusal ve bilişsel bir sürecin ifadelendirilmiş hâlidir.” şeklinde tanımlar. Kur’an’ın irşat üslubunu, zenginliğini, dinamikliğini anlamamız için büyük bir gayretin ürünü olan eser, irşatla uğraşanlar için anahtar vazifesi görmektedir. (Kur’an-ı Kerim’in İrşad Üslubu, Dr. Esra Hacımüftüoğlu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2013. 300 s.) Özel İslam Mektepleri Dr. Songül Keçeci Kurt, Yitik Hazine yay. Şubat 2013, 300 s. Kur’an’ın Eşsiz Dili İslâm’ın İnanç Esasları Soner Gündüzöz, Etüt yay. 2011, 124 s. İlyas Çelebi, İsam yay. Aralık 2010, 197 s. mayıs 2013 / sayı 269 “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisâ, 4/136.)