KÖKLÜ DEĞİŞİM www.kokludegisimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 3 SADECE RUS UÇAĞI DÜŞTÜ, MOSKOVA DEĞİL! TAKDİM Köklü Değişim Dergisi “SADECE RUS UÇAĞI DÜŞTÜ, MOSKOVA DEĞİL!” başlıklı Aralık sayısıyla okuyucularıyla buluşuyor. Sömürgecilerin Suriye’de gerçekleştirdikleri operasyonlardan kaynaklanan Rusya-Türkiye sürtüşmesinin yansımaları, “One münite” vakıasını akıllara getirdi. Önce kabadayılıklar, sonra teker teker söylenenleri geri almalar. Süleyman UĞURLU konuyu medyanın gözlerden kaçırdığı yönleriyle ele aldı. Makalesi “Sadece Bir Uçak Düştü Ya Düşmeyen Uçaklar” başlığını taşıyor. Yine aynı sürecin getirisi olarak enerji kaynakları konusunu gündeme taşındı. Gerçekten enerji kaynakları konusunda bu kadar çaresiz miyiz yoksa dünyanın en önemli enerji kaynaklarının üzerinde, onlardan mahrum mu bırakılmaktayız, işte bu konuyu Ahmet SAPA “Müslümanların Kendilerine Has Enerji Politikası Nasıl Olmalıdır” başlığı altında inceledi. Mehmet ÇETİNBUDAK “Gayrimüslimden Önce Müslüman Kardeşine Hoşgörü Göster” şeklinde attığı başlık altında yitirilen İslami bakışı açısını okuyucularına tekrar hatırlattı. İslam ümmetinde mefhumu değişen saadet anlayışını “İslam’da Mutluluk” başlığı altında Abdullah İMAMOĞLU kaleme aldı. Seçimlerin akabinde tekrar gündeme gelen anayasa değişikliklerini Murat SAVAŞ irdeledi. Makalesi “Öncekiler Gibi Yeni Anayasa Da Meşru Olmayacak!” başlığını taşıyor. Yazarlarımız arasına yeni katılan İsmail GÜRBÜZ İslam davetinin esaslarından olan hilm konusunu “İslâm’a Davette Hilm Sahibi Olmak” isimli makalesinde ele aldı. Köklü Değişim bu ayda birbirinden ilgi çekici konularıyla sizlerle buluşuyor… Köklüdeğişim Suskunluğun Kırılma Noktası... www.kokludegsimdergisi.com 4 KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 06 10 44 34 48 30 www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 5 KÖKLÜ DEĞİŞİM İÇİNDEKİLER 06 10 20 24 30 34 38 44 48 52 Sadece Bir Uçak Düştü Ya Düşmeyen Uçaklar! Müslümanların Kendilerine Has Enerji Politikası Nasıl Olmalıdır? Öncekiler Gibi Yeni Anayasa Da Meşru Olmayacak! Gayrimüslimden Önce Müslüman Kardeşine Hoşgörü Göster Özgürlüğe Kul Olma Ey Müslüman! İslam’da Mutluluk İslâm’a Davette Hilm Sahibi Olmak El-Nakba Büyük Kudüs Felaketi Kapital Huzur Âli İmran Suresi 146-150. Ayetler Köklü Değişim Dergisi, sahih İslamî fikirlerin doğru algılanmasını, taşınmasını ve en önemlisi de yaşanmasını esas almış bir kuruluştur. Bu cihetle Köklü Değişim, İslam’ın fikri ve siyasi yönünü toplum nezdinde var edebilmek için İslami bir bakış açısıyla olaylara bakmayı ve İslami çözümler ortaya koymayı amaç edinmiştir. Köklü Değişim, Suskunluğun Kırılma Noktası… www.kokludegsimdergisi.com 6 KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 SADECE BİR UÇAK DÜŞTÜ YA DÜŞMEYEN UÇAKLAR! SÜLEYMAN UĞURLU Tam da yeni kabinenin açıklanacağı gün 24 Kasım 2015 tarihinde Rusya’ya ait bir savaş uçağı Suriye sınırında düşürüldü. Genel Kurmay Başkanlığı olayın hemen akabinde şöyle bir açıklamada bulundu: “Saat 09.20 civarında Hatay Yayladağı bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden milliyeti bilinmeyen bir uçak beş dakika içerisinde 10 kez ikaz edilmesine rağmen Türk hava sahasını ihlal etmiştir. Söz konusu uçağa angajman kuralları çerçevesinde 24 Kasım 2015 saat 09.24’te bölgede hava devriye görevinde bulunan iki adet F-16 uçağımız tarafından müdahalede bulunulmuştur.” Bu olayın vukuu bulmasının ardından açıklamalar peş peşe geldi. Angajman kuralları (çatışma kuralları), egemenlik, kimse sınırlarımızı ihlal edemez derken açıklamalar yavaş yavaş evrimleşmeye başladı. Nihayet Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Rus uçağı olduğunu bilseydik farklı davranırdık.” diyerek aslında meseleyi açıklığa kavuşturdu. Mesele bizim nezdimizde net ama daha netleşmesi için şu soruların cevaplarını birlikte arayalım: Uçağın düşürülme emrini kim verdi? [email protected] facebook.com/suleyman.ugurlu.kd twitter.com/ugurlu_kd AK Parti grubunda konuşan Başbakan Davutoğlu, Rus uçağının Türk jetleri tarafından vurulmasıyla ilgili “Emri bizzat ben verdim.” açıklamasında bulundu. (Ajanslar) Medya tarafından oluşturulan kamuoyuna göre uçağın düşürülme emri bizzat Davutoğlu tarafından verildi. Nitekim yukarıda alıntıladığımız üzere Başbakan’ın açıklaması da bu yönde. Şimdi Genel Kurmay’ın açıklamasına tekrar dönelim ne demişti Genel Kurmay: “… uçak beş dakika içerisinde 10 kez ikaz edilmesine rağmen….” demek ki olay 5 dakika içerisinde gerçekleşmiş. Beş dakika içerisinde Hava Kuvvetlerine ait uçaktaki pilot durumu merkeze bildirecek; merkez, Hava Kuvvetleri komutanına, o Genel Kurmay Başkanına, o da Başbakana. Başbakan “Vurun!” diyecek aynı emir komuta tekrarlanacak ve en son pilota iletilecek ve bunların hepsi 5 dakika içerisinde olacak. Bu mümkün mü? Dolayısıyla uçağın vurulma emrini Başbakan bizzat kendisi verme- www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım miştir. Ha, “angajman kurallarımız bunlardır bunları ihlal eden kim olursa vurun” diye bir talimatı daha önceden Genel Kurmay’a vermiş olabilir. Ancak bu emir ile uçağın düşürülme emri bir birinden tamamen farklıdır. Peki uçağı kim düşürmüştür? Elinde genel bir emir olan subaylar özellikle Türkmen Dağındaki Rusya, İran, Esed ortak yapımı katliamlardan rahatsız olmuş ve eline geçen fırsatı değerlendirerek Rus Savaş uçağını düşürmüştür. 2015 7 Rusya ile Türkiye arasında gizli bir anlaşma var mı? Bilindiği gibi Putin ilk açıklamasında “Sırtımızdan bıçaklandık” dedi. Bunun anlamı şu olsa gerek; Rusya ile Türkiye, Suriye konusunda bir anlaşma yaptılar. Rusya, Suriye’de askeri operasyonlar düzenleyeceğini Türkiye’ye bildirerek bu konu hakkında kendilerine yardımcı olunmasını istedi. Türkiye ise Rusya’nın bu talebine olumlu yanıt verdi. Ancak Rusya, Suriye’deki askeri operasyonlarını geniş bir alana yayınca Türkiye ve ABD bundan rahatsız oldu. Bu rahatsızlık neticesinde askere angajman kuralları bildirildi ve sınır ihlali yapan uçakların düşürülmesi istendi. ABD bu olayın neresinde? ABD, Suriye olaylarında her daim merkezde olmuştur. Rusya’nın Suriye’ye girmesinde de ABD öncü rol üstlenmiştir. Zira Rusya, ayrım gözetmeden tüm muhalifler için yeni bir cephe ve yeni bir düşman demektir. Esed’in askeri durumu ortadadır. Esed ile savaşmak için ABD’ye ihtiyaç duyulmazken Rusya ile mücadele edebilmek için mutlak surette en az onun kadar güçlü bir devletin korumasına ihtiyaç duyulmaktadır. Hal böyle olunca ABD tıpkı Afganistan’da yaptığı gibi Rusya ile savaşanlara destek verme bahanesiyle Suriye’de yeni müttefikler kazanmak istemektedir. Dolayısıyla ABD, Rusya’nın Suriye’de katliamlar yapmasına göz yumarken sınırlı alanlarda hareket etmesini istemektedir. Zira Suriye, Rusya’ya terk edilemeyecek kadar önemlidir. Suriye’nin önemi Suriye sınırları ile kayıtlı değildir. Bilakis tüm Ortadoğu’nun kaderini etkileyecek bir öneme sahiptir. Bu nedenle ABD için Suriye vazgeçilmezdir. Türkiye neden çark etti? Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada uçağın Rusya’ya ait olduğunu bilmiş olsaydık farklı davranırdık diyerek pişmanlığını deklare etmiştir. İlk başta ahkâm kesenlerin bir müddet sonra böyle eğip bükmeye başlaması beklediği desteği alamadığının da bir işaretidir. Peki Türkiye kimden destek beklemektedir? Hiç kuşkusuz ABD’den. ABD Türkiye’nin her ne kadar yanında olduğunu göstermiş olsa da Türkiye’nin beklediği seviyede bir destek vermemiştir. Zira ABD yukarıda bahsettiğimiz üzere Rusya’nın Suriye’de acımasız katliamlara imza atmasını can-ı gönülden arzu etmektedir. İşi bitmeden Rusya’nın geri adım atması ABD planlarına aykırıdır. Bu nedenle Türkiye’yi kaybetmemek için Türkiye’nin yanında olduğunu söylemiş olsa da Rusya’ya da kuvvetli bir tepki vermemiş ve Türkiye ile Rusya arasında yaşanan diplomatik savaşta tarafsız kalmıştır. Bu yazının yazıldığı tarihte Rusya ile Türkiye arasındaki kriz halen devam etmekteydi. Rusya tehditler savurmaya Türkiye’de kendini haklı çıkarmaya çalışmaktaydı. Netice itibariyle bu durum bir prestij meselesi halini almıştır. Rusya prestijinin sarsılmaması www.kokludegsimdergisi.com Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada uçağın Rusya’ya ait olduğunu bilmiş olsaydık farklı davranırdık diyerek pişmanlığını deklare etmiştir. İlk başta ahkâm kesenlerin bir müddet sonra böyle eğip bükmeye başlaması beklediği desteği alamadığının da bir işaretidir. 8 KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 için illaki yaptırımlar uygulayacaktır. Türkiye’de bu yaptırımlara karşı kendi çapında bir takım girişimlerde bulunacak ve kriz zamana yayılarak unutulmaya terk edilecektir. Ne Rusya’nın Türkiye ile ne de Türkiye’nin Rusya ile savaşacak gücü, kuvveti ve de iradesi yoktur. Uçağın düşmesi Türkmen Dağı’ndaki ve Suriye’deki katliamları durdurdu mu? Tabii ki hayır! Rus uçağının düşürülmesinin ardından yaşanan krizde Rusya hem Türkmen Dağı’nı hem de Suriye’nin diğer bölgelerini bombalamaya devam etti. Allah yardım etti de hava şartlarından ötürü uçaklar havalanamadı. Yoksa bombalama hız kesmeden devam ediyordu. Sadece uçaklarla değil Rusya’nın boğazlardan geçirdiği savaş gemileri de bombardımana iştirak etti. Nitekim krizin birkaç gün sonrasında bir Rus savaş gemisi boğazları geçerek Suriye açık sularına yanaştı. Buradan ölüm yağdırmaya devam etti. Yani Rus uçağının düşürülmesi ile Suriye’de akan Müslüman kanı durmadı. Buna rağmen medyanın aşırı manipülasyonu sayesinde öyle bir hava oluşturuldu ki sanki Türkiye ile Rusya savaştı ve Türkiye Moskova sınırlarına dayandı. Türkiye ne yapmalı? Savaş uçağının düşürülmesi gösterdi ki hem Türkiye ordusunun içinde hem de Türkiye halkının arasında azımsanmayacak derecede bir çoğunluk Suriyeli Müslümanların yanında olma isteği ve arzusu taşımaktadır. Onlara yardım etmek ve onları zalimlerin elinden kurtarmak için her türlü fedakârlığı gösterecek nice yiğit insanlar mevcuttur. Türkiye’nin yöneticileri artık halkındaki potansiyeli görmeli, hal- Savaş uçağının düşürülmesi gösterdi ki hem Türkiye ordusunun içinde hem de Türkiye halkının arasında azımsanmayacak derecede bir çoğunluk Suriyeli Müslümanların yanında olma isteği ve arzusu taşımaktadır. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 9 kına güvenmeli ve Osmanlı Hilafeti’nde olduğu gibi İslam ümmetine sahip çıkmalıdır. Artık korku duvarları yıkılmalı, reel politik safsatalarından uzaklaşılmalı, düşman tespiti doğru yapılmalı ve sömürgeci kâfirler karşısında ezik politikalardan, boyun bükmelerden vazgeçilmelidir. Biz Osmanlı Hilafet Devleti’nin tebaası ve mirasçısıyız. Osmanlı ruhu sadece seçim dönemlerinde oy devşirme aracı olarak kullanılmamalı bilakis hayatın merkezine yerleştirilmelidir. Dizilerde değil hayatın içinde yaşanmalıdır. Türkiye’nin yöneticileri başta ABD olmak üzere tüm sömürgeci kâfirlerle olan dostluklarından vazgeçmeli ve bir an evvel İslam ümmetini kucaklamalıdır. İslam ümmeti böyle bir kucaklamaya hasrettir ve böyle bir buluşmayı beklemektedir. Daha önce Davos’ta “one minute” hadisesinde bunu gördük, şimdi de Rus savaş uçağının düşürülmesinde aynı şeyi gördük. İslam ümmeti kâfirlere karşı dik duran her yöneticiyi bağrına basmaya hazırdır. İhtiyacımız olan şey azıcık cesaret! Farkındayız ve kolay olacağını söylemiyoruz. Bilakis zor olacak ama olduğu zaman tarihin akışı değişecek. Kâfirlere uşaklık eden tüm yönetimler bir bir devrilecek. İslam ümmeti tek bir devlet çatısı altında birleşecek. Tek ümmet, tek ordu, tek ekonomi, tek hedef ve tek yürek. Sömürgeci devletler bu manzara karşısından topraklarımızdan kaçışacak. Ortadoğu denilen bölgenin yanından bile geçmeye cesaret edemeyecek. İhtiyacımız olan şey İslam ümmetindeki gücü keşfetmek. Biliyoruz, karşı çıkacaklar. Fitne ateşlerini yakacaklar. Tehdit edecekler belki de savaş açacaklar. Ancak kazanan biz olacağız! Zira biz yardımı ve zaferi beşeri bir güce nispet etmeyiz. Bilakis yardım ve zafer Allah’a aittir, deriz. O Allah ki bir şeyin olmasını dilediği zaman sadece “ol” der, o da hemen oluverir. O Allah ki, yerlerin ve göklerin Rabbidir. O Allah ki, rüzgârı istediği yöne estirendir. O Allah ki bulutları istediği şekilde hareket ettirendir. O Allah ki, yer yüzünü alt üst etme kudretinin yegâne sahibidir. O isterse her şey olur, O istemezse hiçbir şey olmaz. Ve O şöyle buyurmaktadır: َص ُر ْال ُمؤْ ِمنِين ْ َعلَ ْينَا ن َ َو َكانَ َحقًّا “Mü’minlere yardım etmek bizim üzerimize bir haktır.” (Rum Suresi 47) SADECE BİR UÇAK DÜŞTÜ YA DÜŞMEYEN UÇAKLAR! www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 10 kasım 2015 AHMET SAPA [email protected] facebook.com/ahmet.sapa.3 twitter.com/ahmetsa013 MÜSLÜMANLARIN KENDİLERİNE HAS ENERJİ POLİTİKASI NASIL OLMALIDIR? 24 Kasım 2015 tarihinde Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesinin ardından bir yaygara kopartıldı. Ya Rusya doğalgazı keserse diye başlayan cümleler hayatın rahatlığına bağımlı hale gelmiş ruh halini bir anda gözler önüne serdi. İslam akidesi ve bu akideden çıkartılmış hükümler insandan uzaklaştığında nasıl da menfaatperest ve nasıl da insan dışı bir hal aldığını açık bir şekilde görmüş olduk. Bir tarafta dağlarda soğuktan donmak üzere olan ve üzerlerine bomba yağdırılan Suriyeli Türkmen Müslümanlar diğer tarafta doğalgazı kesilir ise soğuk suyla nasıl abdest alacağını düşünen ve hayıflanan Müslümanlar. Müslümanlar kâfirlerin tasallutundan ve aşağılamasından kurtulmak istiyorsa mutlak surette kendilerine has bir enerji politikası üretmek zorundadır Rusya’nın doğalgazı kesip kesmeyeceği tartışmaları enerji politikalarını bir kez daha gündeme getirdi. Müslümanlar kâfirlerin tasallutundan ve aşağılamasından kurtulmak istiyorsa mutlak surette kendilerine has bir enerji politikası üretmek zorundadır. İşte bu gerçeği Köklü Değişim tarafından yayınlanan araştırma dosyasında ele almıştım. Gündeme binaen tekrar hatırlatmakta fayda olacağını düşünerek kısaltılmış halini sizlerin beğenisine sunuyorum. Doğalgaz Dünya da enerji tüketiminde doğalgaz %23,8 oranla petrol ve kömürün ardından üçüncü büyük paya sahip fosil yakıttır. 2011 yılı sonunda dünyadaki doğalgaz rezervlerine bakıldığında “80 trilyon m3 ile %38,4’ü Ortadoğu’da, 74,7 trilyon m3 ile %35,8’i BDT’nda ve Rusya’da, 16,8 trilyon m3 ile %8’i Asya Pasifikte, 14,7 trilyon m3 ile %7’si Afrika kı- www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 11 tasındadır.”1 ABD dünya doğalgaz rezervlerinin %4’üne sahip olmasına rağmen dünya doğalgaz üretiminin yaklaşık %20 ’sini gerçekleştirmektedir. 2011 yılı sonu itibariyle dünyada toplam 3,2 trilyon m3 doğalgaz üretilmiş, bu oranın 651 milyar m3’ünü ABD tek başına üretirken, Rusya 607 milyar m3’le ikinci sıradadır. ABD’nin özellikle son yıllarda kaya gazı üretiminde birçok atılım gerçekleştirmesiyle önümüzdeki yıllarda önemli bir gaz ihracatçısı olacağı öngörülmektedir. Türkiye’de Doğalgaz, petrolde izlenen politikalara benzer bir yapı arz etmektedir. Türkiye’de mevcut aramalar neticesinde yaklaşık 7 milyar m3 doğalgaz rezervinin vardır. Bu rakamı Türkiye’nin yıllık tükettiği doğalgazla eşleştirildiğimizde oldukça küçük bir rakam olduğu ortaya çıkar. Türkiye 2011 yılı itibariyle 44 milyar m3 gaz tüketmiş bu gazın %58’i Rusya’dan, %19’u İran’dan, %9’u Azerbaycan’dan, %9’u da Cezayir’den, geriye kalan %3’ü ise farklı ülkelerden ithal edilmiştir. Toplamda tüketilen gazın %98’i ithal yolla karşılanmaktadır. İthal edilen gazın 2011 sektörlere göre dağılımı: Elektrik %47.89, konut %25.64, sanayi %26.46’dır. Türkiye’de genel enerji tüketiminin en büyük payı tamamına yakını ithal edilen doğalgaza aittir. Genel enerjideki oranı %32’dir. UEA’nın 2011 son raporuna göre ülkelerin 2011-2035 yılları arasında enerji sektörüne toplam 38 trilyon dolar yatırım yapılacağı tahmin edilmektedir. Bunun 10 trilyon doları petrol sektörüne, 9,5 trilyon dolarının ise doğalgaz sektörüne yapılacağı ön görüsü mevcuttur. Bu bilgiler ışığında özellikle küresel ve bölgesel devletlerin enerjiye ne kadar büyük bir önem verdiklerini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Türkiye’nin petrol ve doğalgazdan yoksun olduğunu kabul etsek dahi ülkenin bulunduğu özel konumu itibariyle yani dünya petrol rezervlerinin %65’i ve dünya doğalgaz rezervlerinin %70’inden fazlası Türkiye’yi çevreleyen Ortadoğu, Hazar Havzası ve Rusya Federasyonunda bulunmaktadır. Bu doğrultuda, bu petrol ve doğalgazın dünya pazarlarına ulaştırılması hususunda çeşitli projeler geliştirilmiştir. Bunların belli başlı olanları şunlardır: Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) ham petrol ana ihraç boru hattı. Doğu batı enerji koridorunun en önemli hatlarından biri olup bu proje 2006 yılında faaliyete girmiş günlük yaklaşık 700 bin varil ham petrol, hazar havzasından Ceyhan terminaline taşınıp buradan dünya pazarına ulaştırılmaktadır. Bu hatta gerek Azeri gerek Kazak gerekse de Türkmen petrolü sevk edilmektedir. Uluslararası doğalgaz boru hattı projeleri Samsun-Ceyhan ham petrol boru hattı projesi. Kuzey güney enerji koridoru olarak tasarlanan bu proje özellikle Türkiye boğazlarının yılda milyonlarca ton petrolün gemilerle taşınmasının ciddi tehlike oluşturmasından dolayı ortaya konulmuş bir projedir. Fakat proje hala nihayetlenmemiştir. Bu konuda Rusya ile müzakereler devam etmektedir. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 12 kasım 2015 Hazar-Türkiye-Avrupa doğalgaz boru hattı (DGBH) projesi. BTC boru hattına paralel olarak inşa edilen bu hat Hazar bölgesi ülkelerinde üretilecek doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını hedeflemektedir. Bu hattın yıllık doğalgaz taşıma kapasitesi 20 milyar m3 olup doğu-batı enerji koridoru açısından önemlidir. 2007 yılında (Şah Deniz Projesi, Bakü- Tiflis- Erzurum) hattı faaliyete girmiştir. Türkiye-Yunanistan doğalgaz boru hattı (ITGI) projesi. 2007 yılında devreye giren bu proje, Güney Avrupa gaz ringi hattının ilk ayağını oluşturmakta, Türkiye bu hatlarla doğu-batı arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Projenin diğer ayağı olan Azerbaycan (Şah Deniz Faz II) ayağının tamamlanmasıyla bu hat Yunanistan’dan İtalya’ya uzanacaktır. Nabucco doğalgaz boru hattı projesi. Ortadoğu ve Hazar bölgesi doğalgaz rezervlerini Avrupa pazarlarına ulaştırmayı ön gören bu proje, Türkiye-Bulgaristan-Romanya– Macaristan ve Avusturya güzergâhlarını içine almaktadır. Hattın uzunluğu 4.000 km olup yılda yaklaşık 30 milyar m3 doğalgaz taşınması ön görülmektedir. Proje yatırım maliyeti 8 milyar Euro’dur. Bu projenin 2017 yılında ilk kapasitesinin devreye alınması ön görülmekte fakat şu ana kadar bu proje hayata geçirilememiştir. Bu hatta paralel olarak Rusya’nın Güney Akım projesini ortaya koyması Nabucco’nun hayat bulmasının önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Trans Anadolu doğalgaz boru hattı (TANAP) projesi. Şah Deniz II havzasından çıkan doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya transit taşınması ön görülmektedir. 2012 yılında Türkiye-Azerbaycan arasında imzalanan anlaşmayla projenin 2018’de hayata geçirilmesi hedeflenmektedir. Irak-Türkiye doğalgaz boru hattı projesi. Irak doğalgazının Türkiye ve Avrupa’ya taşınması hedeflenmektedir. Bu doğrultuda 2009 yılında Türkiye ve Irak arasında bir mutabakat zaptı imzalanmış, bu zapta göre Irak doğalgazı önce Türkiye’ye sonra da Türkiye üzerinden Ceyhan’a kurulacak LNG terminali vasıtasıyla Avrupa’ya ve dünya pazarlarına taşınması hedeflenmektedir. Proje hayata geçerse yıllık 12 milyar m3 gaz taşınmış olacaktır. Türkiye 2005-2012 yılları arası enerji ithaline toplamda 313 milyar dolar para harcamıştır. Bu kadar önemli enerji kaynaklarının bulunduğu bir çevrede olan Türkiye, özel konumunun sağladığı onlarca avantaj enerji hattı projesine ev sahipliği yapmasına rağmen, enerjinin Türkiye’de hâlâ en önemli sorun olarak durması bu enerji koridorunu kullanamadığının göstergesidir. Uluslararası doğalgaz boru hattı projeleri İSLÂM DÜNYASI VE ENERJİ www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım İslâm beldeleri, bir asrı aşkın bir süredir sömürgecilik çatışmasının merkezi olmuştur. Zira sanayileşme için esasi olan enerji kaynakları açısından zengin bir yerdir. Bununla birlikte İslâm beldelerine üstünkörü bir bakış, ne yazık ki çelişkilerle dolu bir tablo ortaya koymaktadır. İslâmî toprakların sahip olduğu kuvvetler özetle şöyledir: - Dünya petrol rezervlerinin %70’i, yani dünyanın geri kalan rezervlerinin toplamının iki katı İslâm beldelerindedir. - Dünyanın günlük petrol talebinin %42’si İslâm beldelerinden karşılanmaktadır. - Dünya doğalgaz rezervlerinin %54’üne sahiptir. - Dünyanın en büyük petrol sahası olan Ğavâr petrol sahası Suudi Arabistan’dadır. - Dünyanın en büyük doğalgaz sahası olan Güney Fars yataklarının kuzey kesimi İran ve Katar’dadır. - İran dünyanın en büyük doğalgaz rezervine sahip ülkedir. Dünya toplam doğalgaz rezervinin % 15’i İran’dadır. - Şuaybe enerji santrali ve rafineri tesisleri; Suudi Arabistan’daki petrol yakıtlı bir CCGT (kombine doğalgaz çevrim türbini)2 enerji ve rafineri kompleksidir ve dünyanın en büyük fosil yakıtlı enerji santrali ve dünyanın üçüncü büyük entegre su ve enerji tesisidir. - Kazakistan, Avustralya’dan sonra dünyanın en büyük uranyum üreticisidir ve yine Avustralya’dan sonra dünyanın en büyük uranyum rezervlerine sahiptir. Kazakistan tek başına dünya uranyum rezervlerinin %20’sine sahiptir. - Pakistan, resmî olmamakla birlikte ABD’den sonra dünyanın en büyük kömür rezervlerine sahiptir. Sind eyaletindeki Thar kömür sahası, dünyanın en büyük kömür sahasıdır. - 1972’de kurulan Brunei sıvılaştırılmış doğalgaz tesisi, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğalgaz tesisidir. - Katar, Endonezya ve Malezya, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatçısıdırlar. www.kokludegsimdergisi.com 2015 13 KÖKLÜ DEĞİŞİM 14 kasım 2015 İslâmî topraklar, sahip olduğu bu muazzam kuvvetlere rağmen pek çok yere elektrik ulaştıramamış derme-çatma bir enerji altyapısına sahiptir. Suudi Arabistan ve Körfez devletleri gelişmiş enerji altyapılarına sahip oldukları halde halklarının çoğu fakirlik içinde yaşamaktadır. Basra Körfezi ve Hicaz’daki enerji altyapısının önemli bir kısmı İngiltere ve Amerika tarafından kurulmuş, oldukça kısıtlı bir teknoloji transferi yapıldığı için bölge ağırlıklı olarak Batı’ya bağımlı hale getirilmiştir. Dikkat etmek gerekir ki her petrol aynı değildir. İncelik-kalınlığı ve kimyasal bileşimi açısından bölgeden bölgeye farklılık göstermektedir. Ortadoğu’dan pompalanan petrol, kalite açısından tercihe şayandır. Çünkü ham petrolün hafif “sweet” (kükürtsüz) türünden olduğu için çıkarılması nispeten daha kolay, rafine edilmesi daha ucuzdur. Tam aksine Hazar havzasından çıkarılan daha ağır olan ham petrolün çıkarılma ve rafine edilme maliyeti hem daha fazla hem de çevre kirleticidir. En büyük enerji servetlerine sahip İslâm beldeleri Ortadoğu ülkeleridir. Özellikle İran ve Katar’ın son derece muazzam doğalgaz rezervleri vardır. Endonezya petrol üretiminde 1970’lerde pik yapmış olsa da dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatçıları arasındaki yerini korumaktadır. Nijerya, Çad ve Gambia’nın da kayda değer petrol ve doğalgaz rezervleri vardır ancak kıyıdan uzak derin deniz kuyularında hapsolma eğilimi göstermektedir. Türkiye ve Pakistan nispeten fakir petrol kaynaklarına sahip olsalar da Pakistan’ın henüz çıkarılmamış muazzam doğalgaz ve kömür rezervleri vardır ve Türkiye’nin de keşfedilmeyi bekleyen muazzam rezervleri olduğu sanılmaktadır. Orta Asya ve Hazar havzaları, Ortadoğu’ya alternatif kaynaklar olarak yansıtılmış olsa da oradaki kaynakların çıkarılmasındaki meşakkatler, pek çok özel şirketin yatırımdan çekinmesine neden olmuştur. Kazakistan ve Azerbaycan’da muazzam petrol ve doğalgaz rezervleri vardır, ardından Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan gelmektedir. Petrol üretiminin artmaya devam etmesine ve tüketimin yükseliş trendinde olmasına rağmen, dünya çapında son 30 yılda oldukça az sayıda rafineri tesisi kurulmuştur. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine -ki bu %61 civarındadır- sahip ve dünya petrolünün %31’ini pompalayan Ortadoğu bölgesi, petrolün yalnızca %8’ini rafine edebilmektedir. Artan petrol talebine rağmen dünya petrolünün %76’sı, oldukça az petrole sahip bölgelerde rafine edilmektedir. ABD dünya petrolünün %20’sini, Avrupa %22’sini ve Uzakdoğu %27’sini rafine etmektedir. Sonuçta İslâm beldeleri petrolde aslan payına sahip olduğu halde petrolü rafine etmekten aciz kaldığı, o nedenle petrolün çoğunu Uzakdoğu ve Avrupa’ya rafine edilmek üzere pompalayıp sonra elde edilen petrol ürünleri İslâm dünyasına yeniden satıldığı için bu kadar rezerve sahip olmak esas itibariyle işe yaramaz hale gelmektedir. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 Hilâfet Devleti’nin Enerji Politikası İslâm âleminin sanayileşmekten aciz durumda oluşunun, madenî servetlerinin avantajını değerlendiremiyor oluşunun asıl sebebi Müslümanların başındaki yöneticilerin Müslümanların bu düşük durumunu yükseltmeye dönük hiçbir istek ve niyete sahip olmamasıdır. Bu yönlendirme eksikliği, ortaya çelişkilerle dolu bir İslâm âlemi çıkarmıştır. Suudi Arabistan, petrol kaynaklarının muazzam miktarına bakılırsa bugün dünyanın süper güçlerinden biri olmalıydı. Oysa isteksizlik ve yabancı müdahale sonucu Suudi Arabistan, başlangıçta İngiltere, şu anda ise Amerika etrafında dönen bir uydu devlet haline gelmiştir. Tıpkı diğer devletçikler gibi… İslâm Halife’ye Ümmet’in işlerinin sorumluluğunu üstlenmesini emretmiş, bu hususta onun hesaba çekileceğini bildirmiştir. Pek çok Kur’an ayetinde Allah Subhanehû ve Teâlâ Ümmet’e İslâm’ı tüm dünyaya yaymalarını, insanları küfrün ve zulmün karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkarmalarını emrederken diğer pek çok ayet de İslâm Ümmeti’ni, bu karakterlere uygun olmak üzere insanlar için çıkarılmış en hayırlı Ümmet kılmıştır. İslâm’a davet, küresel olarak bir kuvvetlilik imajı projeksiyonuyla gerçekleştirilir. Öyle ki Ümmet üzerinde plan ve entrika kuranlar, onun “saldıralım mı, saldırmasak mı acaba?” dedirtecek caydırıcı gücünü hesaba katmadan kımıldayamasınlar. Bu yöndeki birçok ayet Hilâfet Devleti’nin, tüm vatandaşları için ulaşılabilir kılmak amacıyla enerji kaynakları üzerinde hâkimiyet sahibi olmasını gerektirmektedir. Enerji Politikası Petrol ve doğalgaz dünyanın en önemli emtialarıdır. Modern hayattaki motorlar, günümüz toplumlarının fonksiyonel her alanıyla bağlantılı hâle gelmiş durumdadır. Sanayileşme oranı ise enerjiye ulaşılabilirlik oranına bağlıdır. Hatta modern tarım alanları dahi, üretilen gübre yoluyla doğalgaza bağımlıdır. Fakat petrol ve doğalgaz sınırlı kaynaklardır ve yenilenebilir değildir. Toplum yaşamı için kaçınılmazdır. Bu da maslahatları gereği bunların toplum tarafından paylaşılması ve özelleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmektedir. Hilâfet’in enerji politikası, aşağıdaki realiteler göz önünde bulundurularak benimsenecektir: - Enerji sanayileşme için kaçınılmaz olduğundan Hilâfet’in enerji politikasına bakışı bu yönde olacaktır. Yani enerjinin en fazla tüketiminin gerçekleştiği yer olan sanayinin hızlı, büyük ve de her alanı kapsayacak çeşitlilikte olmasının en önemli basamağını oluşturan enerjinin kesintisiz, güvenli, hızlı ve de en az maliyetle üretilmesi meselesi hayati öneme sahip olacaktır. Bu meyanda ister İslâm coğrafyasının farklı bölgelerinden çıkarılan, çıkarılabilecek kömür, uranyum, toryum gibi kaynakların birinci elden enerjide kullanılması meselesi olsun, isterse petrol, doğalgaz gibi kaynakların ihtiyaca göre ikinci derecede enerji elde edilmesinde kullanılması meselesi olsun, isterse de alternatif enerji kaynaklarının doğrudan kullanımını sağlamak amacıyla bu kaynakların verimliliğini 15 İslâm Halife’ye Ümmet’in işlerinin sorumluluğunu üstlenmesini emretmiş, bu hususta onun hesaba çekileceğini bildirmiştir. Pek çok Kur’an ayetinde Allah Subhanehû ve Teâlâ Ümmet’e İslâm’ı tüm dünyaya yaymalarını, insanları küfrün ve zulmün karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkarmalarını emrederken diğer pek çok ayet de İslâm Ümmeti’ni, bu karakterlere uygun olmak üzere insanlar için çıkarılmış en hayırlı Ümmet kılmıştır www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 16 kasım 2015 yükseltip bunlardan maksimum düzeyde istifade edilmesi meselelerinin tamamı özellikle oluşturulacak ağır sanayi bölgelerine enerji temin etmek adına, tamamından en yüksek değerden istifade edilecektir. - Enerji yurtiçi pek çok ihtiyaç için vazgeçilmez olduğundan Hilâfet Devleti’nin, İslâm beldelerindeki mevcut enerji altyapısını inşa etmesi gerekecektir. Sanayi’nin temel unsurlarından olan, ısıtma, soğutma, aydınlatma, ulaşım gibi fonksiyonel olan enerjinin yeterli, sağlıklı, zamanında ihtiyaca cevap verebilmesi mutlak suretle güçlü bir enerji alt yapısının inşasıyla mümkün olacaktır. Bunun için öncelik olarak enerji ihtiyacı olan bölgelerin, bölgede bulunan su, kömür, rüzgâr gibi kaynaklardan yararlanması amacıyla baraj, santral, panel, kolektör gibi enerji üretim istasyonlarının yapılıp buralardan üretilen enerjinin dağıtımının en verimli olması ve bununla ilgili her türlü araç gereç, mühendislik, teknik donanımın hazırlanması sağlanmalıdır. Ayrıca ileri teknoloji isteyen nükleer santrallerin kurulumu için yetişmiş kalifiye insan gücü temini, kullanılacak malzemelerin ihtiyaca cevap verebilecek kabiliyette olmasının tedariki, hammaddenin devamlı ve güvenli bir şekilde olması için, güçlü organizasyonların oluşturulması gibi her alanı kapsayacak çalışmaların yapılması elzemdir. Yine bölgede bulunan her türlü kaynağın en zararsız ve en doğru şekilde kullanılması için gerekli araştırma geliştirme çalışmaları için her türlü donanımın hazırlanması Hilâfet Devleti’nin bütün kaynaklarını en doğru ve etkili kullanabilme adına enerji alt yapısının uzun vadeli, istikrarlı, güvenli bir zemine oturtulması gerekecektir. Bu alt yapı batıdaki gibi merkezî bir sistemi ön görmeyecek, çünkü bir saldırıda tüm sanayi, aydınlatma, ısıtma, soğutma gibi alanlar felce uğrar ki bu hiçbir şekilde kabul edilebilir olmaz. Yine bugün tamamıyla İslâm coğrafyasındaki gibi bir düzensizlik de olmayacaktır. Çünkü belli bölgeler sadece sanayi merkezleri haline getirilirken buraların ihtiyacı olan enerji yüzlerce hatta binlerce km uzaktaki bölgelerden temin edilmekte, bu durum enerjinin verimli kullanılması adına ciddi problemler oluşturmaktadır. Her bölgede, yörede buraların ihtiyacı olan enerjinin karşılanması adına yerel enerji hatları oluşturmak, Hilâfet Devleti’nin enerji alt yapısındaki önceliği olacaktır. - Petrol ve doğalgaz; hammadde, plastik türevler, tarım, petrokimya gibi şu anda başka alternatifleri olmayan zorunlu kullanım alanları için tahsis edilecektir. Kurulacak Hilâfet Devleti’nin enerji kaynakları muazzam derecede çeşitli olacağı için bunlar gerek fosil yakıtlar olsun gerekse de yenilenebilir kaynaklar bakımından olsun enerji temininde oldukça fazla alternatif sunacaktır. Bu kaynakların kullanımı, ihtiyaç, kaynağın stratejik önemi gibi özellikler dikkate alındığında petrol ve doğalgazdan enerji elde etmekten ziyade bu kaynakların olmaması veya tükenmesi durumunda birçok alanda sıkıntı baş göstereceği göz önünde bulundurularak, özellikle petrol gibi, kullanım alanı çok geniş olan, taşıtların yakıtından sağlığa, tarım, temizlik ürünleri, ulaşım gibi birçok alanda öncelik bu alanların doyurulması olacaktır. Enerji elde etme noktasında diğer alternatifler devre dışı bırakılarak petrolden enerji elde etme yoluna gitme isabetli bir siyaset olmayacaktır. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 Dünya devletleri için stratejik öneme sahip kaynaklar Hilâfet Devleti tarafından siyasi ve iktisadi bir güç olarak kullanılacaktır. 17 - Petrol ve doğalgaz, şu anda esas olarak bunlara dayalı mevcut teknolojiler olan taşımacılık ve enerji üretimi için de kullanılacak, ancak alternatifleri araştırılacaktır. Bu yaklaşım, Hilâfet’in bu kaynaklardan daha sürdürülebilir bir istifade ile yararlanmasına, gelir elde etme bakımından petrol satışının esnekliğini sağlamasına ve İslâm’a sempatiyle bakıp kucak açmalarına imkân vermek üzere diğer halklara destek olmasına yardımcı olacaktır. Bugün petrolün enerji elde etme dışında özellikle ulaşımda da yoğun bir şekilde kullanılması petrol tüketimini daha da hızlandırmaktadır. Kurulacak Hilâfet Devleti özellikle ulaşım noktasında araçlarda yakıt olarak petrol ve doğalgaza alternatif olan elektrik enerjisi, yine bugün gemilerin hareketini sağlayan nükleer yakıtın, tüm ulaşım araçlarında kullanılabilmesini sağlama vb. çalışmaların yoğunlaştırılmasına yönelik çalışmalar yapılacaktır. Tabii ki ihtiyacın kaçınılmaz olduğu yerlerde petrol ve doğalgazdan enerji üretilecektir. Petrol ve doğalgazın yerinde kullanılması elbette İslâm Ümmeti’ne fazlasıyla yetecek duruma gelecektir. Dünya devletleri için stratejik öneme sahip bu kaynaklar Hilâfet Devleti tarafından siyasi ve iktisadi bir güç olarak kullanılacaktır. Allah’ın izniyle kurulduğu zaman Hilâfet Devleti, daha ilk günden itibaren üç temel sıkıntıyla karşılaşacak, bunlarla başa çıkması gerekecek ve Hilâfet’in enerji politikasını bu eksen belirleyecektir: 1. Hilâfet Devleti, daima muharip konumda bulunması itibariyle kuvvetle muhtemelen hızla sanayileşen bir devlet olacak, bu da enerji kullanımını kritik önemde tutacaktır. 2. ABD’nin ve dünyanın küresel güç çıkarlarının, hâkimiyetinin korunması adına kuvvetle muhtemelen askerî saldırı durumu söz konusu olacaktır. 3. Sanayileşme oranı, enerjiye ulaşılabilirlik oranına bağlı olduğu için pek çok İslâm beldesindeki oldukça zayıf enerji akımı ve elektrik altyapısı, ağır sanayilerin ihtiyaçlarını karşılayacak baz yükünü (minimum enerji ihtiyacını) temin edebilecek hale getirilmeyi gerektirecektir. Üstelik İslâm beldelerinin pek çoğunda yerel ve ulusal şebekelerin merkezî yapısı, elektrik santrallerine düzenlenebilecek muhtemel bir saldırıda çoğu yeri elektriksiz bırakabilecektir. Birinci sıkıntı, ancak Hilâfet Devleti’nin petrol, doğalgaz ve diğer enerji kaynaklarını bizatihi tedarik etmeyi güvence altına almasıyla aşılabilir. Şayet Hilâfet Devleti, Ortadoğu dışında başka bir yerde kurulursa, başlangıçta enerji tedarikini güvence altına almakta birtakım zorluklarla karşılaşmaya başlayacaktır. Bir örnek verelim, Bangladeş’in mevcut doğalgaz rezervleri, şu anki tüketim oranlarına göre önümüzdeki 40 yıl ülkeye yetecek tedarike sahiptir, ancak Hindistan ile ihracat anlaşmasının gerçekleşmesi halinde bu süre 12 yıla düşecektir. Mevcut rezervler, mevcut durumdan daha hızlı boşalacaktır. Buna benzer sebeplerden dolayı hem Venezuela’da Hugo Chavez, hem de Rusya’da Vladimir Putin, kaynakları için böyle bir millileştirme politikası izlemişler, kaynaklarını Batı’ya pompalamaktan ziyade ülkenin ekonomik kalkınmasına yönlendirmişlerdir. İlk andan itibaren petrolün kullanımı, silahlı kuvvetlere, petrokimya endüstrilerine, taşımacılık, havacılık ve tarımsal üretime tahsis edilecektir. Hâlihazırda dünya çapında taşımacılığın %90’ının petrole bağımlı olduğu dikkate alınırsa alternatif taşımacılık imkânlarının geliştirilmesi www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 18 kasım 2015 gerekecektir. Bu, kamu araçlarının ve kişisel otomobillerin sıvılaştırılmış doğalgaz (CNG) kullanımını da içermektedir. Pakistan’ın yaklaşık 25,1 trilyon ft3 (feetküp) ispatlanmış doğalgaz rezervleri vardır. Dünyanın doğalgazlı araç kullanıcılarının en fazla olduğu yarışta Brezilya ve Arjantin’i geride bırakan Pakistan, sıvılaştırılmış doğalgazla (CNG) çalışan araçların en fazla bulunduğu ülke olmuştur. Bu da gaz rezervlerinin enerji sektörleri için değil taşımacılık için korunması gerektiği anlamına gelmektedir. Böylelikle elektrik üretimi, kömür, nükleer enerji ve yenilenebilir kaynaklara bağlı hale getirilmiş olur. Öte yandan Hilâfet Devleti’nin, muazzam enerji programı için nükleer enerjiyi kullanması gerekecektir. Çünkü nükleer enerjide Hilâfet’in yeni sanayi alanlarının gereksinim duyacağı masif enerji üretim kapasitesi vardır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere enerji kaynaklarının çeşitliliği ve bolluğu Hilâfet Devleti’nin sanayisi ne kadar genişlerse genişlesin tamamına sorunsuz bir şekilde enerji sağlamaya kadir potansiyele sahiptir. Böylesi bir politika, Hilâfet Devleti’nin karşılaşabileceği diğer sıkıntılarla daha fazla başa çıkabilmesini mümkün kılacaktır. Amerika daha geniş bir alanla uğraşmak durumunda kalacaktır. Yine Müslümanların başındaki yöneticiler tarafından Amerika’nın hizmetine sunulmuş çok sayıda üs bulunduğu, bu tür tedarik hatlarının kesilmesi halinde Amerika’nın hareket kabiliyetlerinin oldukça kısıtlanabileceği de göz önünde tutulmalıdır. Böyle bir saldırı olsa dahi İslâm Ümmeti birlik beraberliği ile ellerindeki imkânları kullanarak onları caydıracak güce sahiptir. Nitekim Afganistan’da, Irak’ta her türlü iğrençlikler yapılmasına rağmen kâfirlerin Müslümanların ortaya koyduğu irade sayesinde nasıl aciz kaldıklarını biliyoruz. Yine bu Ümmet’in ecdatları, sayı, silah bakımından çok daha zayıf oldukları dönemlerde dahi bugünkü kâfirlerin ecdatlarına nasıl korkular saldıklarını, Müslümanlar da, kâfirler de çok iyi bilmekteler. Hilâfet, kurulduğu ilk günden itibaren merkezî olmayan bir enerji altyapısı inşa etmek durumunda olacaktır Hilâfet, kurulduğu ilk günden itibaren merkezî olmayan bir enerji altyapısı inşa etmek durumunda olacaktır. Merkezî olmayan altyapıda, çok sayıda küçük çaplı santraller yoluyla yerel enerji üretimi önceliklidir. Merkezî şebekede ise bunun aksine tüm ülke az sayıda ancak büyük çaplı santrallere bağımlıdır. İkinci sıkıntı olarak AmeriMerkezî enerji altyapısına ka’nın saldırması ihtimali elbette nispetle, merkezî olmayan enermevcuttur. Nitekim dünyadaki ji altyapısının Hilâfet Devleti’ne en büyük rezerv olan Körfez petrolü ve doğalgazı, kazandıracağı pek çok avantaj vardır: ABD’nin stratejik varlıkları olarak ilk kez tehdit edil- Hilâfet, genişleyen bir devlet olacaktır. Bilhassa miş olacaktır. Hatırlanmalıdır ki Amerika’nın bir dizi genişlemeyle birlikte enerji santrallerinin talep gelen füzeler kullanarak uzun süreli bir saldırıya geçme kayerlerden uzaklığı arttıkça şebeke ağlarının genişlepasitesi vardır. tilmesi daha zor, daha pahalı ve daha verimsiz olaAncak bu ikilemin kestirme bir cevabı yoktur. caktır. Hilâfet Devleti, böylesi bir saldırının gerçekleşme ih- Hilâfet Devleti, kuvvetle muhtemelen yabancı bir timallerini sıfıra indirmeye çalışacaktır. Bu da Hilâfet saldırıya maruz kalacak; bu durumda merkezî olmaDevleti’nin özellikle Ortadoğu bölgesinde neşet etme yan şebeke sayesinde yerel enerji üretimi bölgesel durumu söz konusu olursa, yüz milyonlarca Müslüçapta yeniden başlatılabilecek, herhangi bir bölgede man’ın desteğini alacak olması, bölgenin özellikle enerji kesintisi yaşansa da diğer bölgelerde enerjinin enerji kaynaklarının odağında olması, bu kaynakların sürekliliği daha kolay sağlanabilecektir. kontrolünün sağlanması başta ABD olmak üzere eko- İslâmî toprakların çoğunda, nüfusun büyük bir nomilerinin tamamı borsaya dayalı ülkelerde çok büyük krizlere yol açacağından, onlar da kendi içlerinde oranı kentlerden ziyade kırsalda yaşamaktadır, dobirçok problemle uğraşmak durumunda kalacaklar layısıyla merkezî olmayan enerji altyapısı, günümüz ki, bu da onları saldırı düşüncesini bir kez daha göz- dünyasında görülen yoğun nüfuslu mega şehirlerin, den geçirmek durumunda bırakacaktır. Yine oldukça metropollerin veya şehirlerin birleştiği genişlemelesüratli ilhak ve genişleme politikası izlenmesiyle, rin ortaya çıkmasını önleyecektir. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 19 - Yerel şebekeler, enerjiden mahrum bölgelere elektrik sağlamasında anahtar faktördür. - Uzun mesafelere enerjinin gönderilmemesi sayesinde daha büyük elektrik santrallerine, ağır sanayi kompleksleri ve hassas tesislere güvenli bir tedarik imkânı kazandıracaktır. Şebekenin stabilizesi, kombine doğalgaz çevrim türbinleri (CCGT) ve kömür sayesinde baz yük üretimiyle güvence altına alınacak, Hilâfet Devleti nükleer enerji alanında ilerledikçe doğalgazın rolü sınırlanacaktır. Fakat dikkat edilmelidir ki nükleer enerji mümkün olan en stabil baz yük üretim yolu olsa da, nükleer enerji santrallerinin kurulum ve söküm maliyetleri, aşırı derecede pahalıdır. Sanayileşme güçlendikçe, Hilâfet’in enerji tüketim hızı artacak, bu ihtimalle baş edebilmek üzere Hilâfet Devleti’nin alternatif enerji kaynaklarına dönük bir araştırma politikası geliştirmesi gerekecektir. Merkezî olmayan şebeke sayesinde yerel enerji üretimi, yenilenebilir kaynakların kullanımı yoluyla da sağlanabilecektir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, kullanılacağı bölgenin iklimsel ve coğrafi koşullarına bağlıdır. Rüzgâr, yenilenebilir teknolojilerin en olgunu iken, biyokütle üretimi en istikrarlı olanıdır. Merkezî olmayan bir şebekede en ideal çözüm, her yapının kendi enerji kaynağına sahip olmasıdır. Bu da Hilâfet Devleti’nin benimseyeceği yapı inşaat standartları yoluyla sağlanabilecek, inşa edilecek her yeni yapı, güneş enerjisi, kombine ısı ve elektrik birimleri gibi mikro jeneratörler yoluyla kendi enerji ihtiyacının belirli bir yüzdesini üretmek zorunda kalacaktır. Nitekim Pakistan, Bangladeş, İran, Türkiye daimi akarsuları ve yeryüzü şekillerinin uygunluğu sayesinde muazzam hidroelektrik potansiyelleri, Endonezya ve Malezya’nın muazzam rüzgâr enerjisi potansiyelleri ve aynı zamanda Ortadoğu’nun muazzam bir güneş enerjisi potansiyeli vardır. Dünyada güneşten elde edilecek enerji, tüm fosil yakıtların sağlayacağı enerjiden fazla bir potansiyel barındırmaktadır. Fakat bu muazzam enerji kaynağından yararlanmanın bugün çok düşük değerlerdedir. Özellikle Ortadoğu’nun coğrafi konumundan dolayı güneş her zaman yüksek açıyla gelmekte ve çöller güneş enerjisi yönünden oldukça büyük bir potansiyeli bünyesinde barındırmaktadır. Sadece bu kaynakların kullanılması gerekmektedir ki bunu da Hilâfet Devleti en verimli şekilde kullanacaktır. Tüm bu potansiyellere rağmen elbette kurulacak devletin ilk aşamada bir takım sıkıntıları olacak fakat devlet ve tebaanın birlikteliği, ortaya çıkacak tüm olumsuzlukları en kısa sürede ortadan kaldırabilecektir. Yine her bölgede kullanılabilecek enerji kaynakları çeşitliliği, yerel enerji santrallerinin kurulumunu oldukça kolaylaştıracak, buraların ihtiyacı olan enerji çok kısa sürede temin edilebilecek ki bu da üretimin kesintisiz bir şekilde devamını sağlayacaktır. 1 Kaynak: BP Stalistical Review of World Energy June 2012 2 Kombine doğalgaz çevrim türbini (Combines cycle gas türbine - CCGT): Elektrik üreten bir türbindir ve açığa çıkan atık ısı, fazladan elektrik üretmek üzere buhar türbininde buhar üretmek için kullanılmak suretiyle etkinlik ve verimlilik katlanmış olur. MÜSLÜMANLARIN KENDİLERİNE HAS ENERJİ POLİTİKASI NASIL OLMALIDIR? www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 20 kasım 2015 ÖNCEKİLER GİBİ YENİ ANAYASA DA MEŞRU OLMAYACAK! MURAT SAVAŞ [email protected] facebook.com/murat.savas.7121 1 Kasım seçimleri sonrası mecliste çoğunluğu ve tek başına iktidar olmayı bir kez daha elde eden AK Parti, daha hükümeti kurmadan ilk olarak başkanlık sistemi ve yeni anayasa konusunu gündeme getirdi. Zira 7 Haziran seçimleriyle birlikte bunun kendilerine verilmiş son fırsat olduğunu görmüş oldular. Beş aylık bu süreçte AK Parti güvenlikçi politikalarla ve milliyetçi söylemlerle direkten dönen iktidarlık fırsatını yeniden elde etti. AK Parti anayasa değişikliği yapmak için ezici çoğunluğu (367) elde edemese de, artık bu amacın gerçekleşmeyeceğinin farkında olup, referandum yoluyla bu dönem anayasayı değiştirmek gerektiğini anladı. Bu vesileyle anayasanın değişmesi gerekip-gerekmediği, anayasa ve yasa yapma keyfiyeti, anayasa ve yasaların kaynağının ne olması gerektiği ve anayasayı yapma ehliyetinin kimde olduğu gibi konularda kamuoyuna aydınlatıcı fikirler sunmak bir gereklilik olmuştur. Bu maddelerin her biri ayrı bir makale konusu olmakla birlikte özlü bir şekilde bu konularda bir bakış kazandırmak için bu makalede hepsini ele almaya çalışacağım. Anayasanın kaynağı ne olmalı konusu esasında diğer konuları da açıklığa kavuşturacak nitelikte bir konu olup hak ve bâtılı, meşru ve gayrimeşru olanı birbirinden ayırt edecek esasi bir konudur Öncelikle belirtmek isterim ki anayasanın kaynağı ne olmalı konusu esasında diğer konuları da açıklığa kavuşturacak nitelikte bir konu olup hak ve bâtılı, www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım meşru ve gayrimeşru olanı bir-birinden ayırt edecek esasi bir konudur. Bu nedenle öncelikle bu konu üzerinde durmak istiyorum. Malumdur ki kanun devlet otoritesinin insanları uymak zorunda bıraktığı emridir. Anayasa ise kanunla aynı anlamda olup devletin yönetim şeklini, organlarını ve her bir organın yetki ve sınırlarını belirten, diğer yasa ve kanunları kapsayıcı nitelikte olan yasaya deniyor. Devlet otoritesinin insanları uymak zorunda bıraktığı emri eğer genel hükümlerden ise anayasa, özel hükümlerden ise kanun olarak isimlendirilir. Hiçbir yasa ve kanun anayasaya aykırı olamayacağı gibi her biri de bizatihi anayasaya dayanmak zorundadır. Yasalar ticaret, sanayi, ziraat ve denizcilik gibi ekonomik konularda olduğu gibi evlenme, boşanma, velayet, nafaka ve mihr konuları gibi kadın-erkek ilişkilerinden olan içtimai hayat hakkında ve bunun gibi hayatın tüm alanlarında olur. Meseleye daha da özlü bakacak olursak, yeme-içme, giyinme, ahlak, itikat ve ibadet, muamelat ve ukubat gibi insandan sadır olan sorunların toplumsal düzene entegre bir şekilde ve bizatihi bu toplumsal düzenin keyfiyetini çözümleyen cevaplardır yasalar. Burada anahtar mesele insanın açlıklarını nasıl duyurması gerektiği konusudur. Çünkü yasalar insan odaklı ve onun açlıklarının doyum keyfiyetini belirleyen nitelikte olurlar. Askıda kalacak pratiksiz yasa olmayacağı gibi insani ameli hedef almayan yasa da olmaz. Buna göre yasa yapmaktan kasıt insana ait açlık ve ihtiyaçların oluşturduğu sorunları çözmektir. Öyleyse insanın açlıklarını nasıl doyuracağı ya da ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağı noktasında çözümleri kimin koyacağı önemlidir. Bu konuda insan aklı değişkenliğe, ihtilafa ve çelişkiye düştüğü gibi vakıalar hakkında hüküm verirken yaşadığı çevrenin etkisine de maruzdur. Ön bilgi ve hissinin artmasıyla meseleye verdiği hüküm de değişir. Halet-i ruhiyesine göre vakıalar hakkındaki verdiği hüküm bazen ihtilaflı olurken bazen de çelişkili olur. Zira insan duygusal bir varlıktır ve sık-sık duygularını esas alarak hüküm verdiği bilinen bir şeydir. Velev ki duygularından tamamen soyutlanmış olsa bile –ki bu mümkün değildir- akıl ön bilgi ve his noktasında sınırlıdır. Bu yüzdendir ki insan aklına dayalı anayasa ve yasalar bir türlü sabite olamamış ve elbise değiştirir gibi değişime maruz kalmıştır. Yasanın kendisinin adil olup olmadığı ayrı bir konu, bir yasanın bazı kimseler üzerine uygulanırken bir anda alınan bir kararla değiştirilen yasa sebebiyle aynı tür fiillerde bulunan bazı kimselere uygulanmaması bizatihi adaletsizliğin kendisidir. Bunun içindir ki yasa ve anayasa sadece insanı en iyi tanıyan Allah Azze ve Celle’nin indirdiği şer-i hükümlerden alınmalıdır. Yani anayasa ve kanunların kaynağı Allah’ın dinine dayanmalıdır ki değişiklik, ihtilaf ve çelişki olmasın. Çevre faktörü ve duygularla hareket etmek söz konusu olmasın. Böylece, anayasa ve kanunlar insanların sükût edip boyun bükeceği merciden kaynaklanıp meşru olsun… Meşru demişken belirtmekte fayda var. Bir şeyin meşru olabilmesi ancak ve ancak onun Şar-i’den gelmesiyle olur. Meşru kelimesi ‘Şar-i’ kökünden gelmekte olup Şer-i hüküm olan, yani Şar-i’den gelen anlamındadır. Her ne kadar TDK ve Ekşi sözlük gibi bazı sözlüklerde meşru kelimesi “Yasaya ve dine uygun olan, toplumun yanlış karşılamadığı şey” şeklinde ifade edilse de bir şeyin meşruluğu sadece dine yani İslam’a uygun olmasıyla ölçülebilir. Nitekim eğer yasanın kaynağı din değilse çoğu zaman yasaya uygun olan dine uygun olmaz. Örneğin zina yasalara uygun olarak suç değilken bu İslam’a göre toplumun muhafazasına yönelik yüksek hedeflere karşı yapılan büyük bir suçtur. Ya da toplumun normal karşıladığı bazı şeyler dine uymayabilir. TDK ve sözlükler meşru kelimesini burada saptırıp dine uygun olma durumuna yasa ve toplumu da ekleyerek mevcut bozukluklara meşruiyet kazandırmayı ve muwww.kokludegsimdergisi.com 2015 21 Yasa ve anayasa sadece insanı en iyi tanıyan Allah Azze ve Celle’nin indirdiği şer-i hükümlerden alınmalıdır. Yani anayasa ve kanunların kaynağı Allah’ın dinine dayanmalıdır ki değişiklik, ihtilaf ve çelişki olmasın KÖKLÜ DEĞİŞİM 22 kasım 2015 galâtayı hedeflemiştir. Dolayısıyla şer-i hükümlerden alınmayan hiçbir şey meşru olmadığı gibi anayasa ve kanunlar da İslam’dan alınmadıkça meşru olamaz. Zaten İslam ümmeti de faiz, kumar ve zina gibi birçok şey yasal olsa bile onları meşru olarak görmez, hatta fiilen onu yapan için bile böyledir. Bu bakışla bakıldığında hâlihazırdaki anayasa ve kanunlar gerek devletin yönetim şekli, organları, organların görev ve yetkileri gibi yönetimle alakalı olanlar olsun, gerek şirketler, kooperatifler, miras, ticaret ve çalışma gibi ekonomiyle ilgili olsun ve gerekse eğitim, sağlık ve içtimai hususlar gibi hayatın diğer alanlarıyla ilgili olsun bâtıl, fasit ve gayrimeşrudur. Çünkü mevcut anayasa İslam kaynaklı değildir. Mevcut anayasanın darbe anayasası olması, erklerin birbirinin ayağına pranga vurması ve gereğinden fazlaca bürokrasi olması bozukluğun asıl kaynağı değildir. Her ne kadar bu etkenler söz konusu olsa da bozukluğun esas sebebi onun kaynağının bâtıl olmasıdır, referandum yoluyla çıkarılmış olsa bile. Şimdi küçük bozuklukları öne sürüp mevcut anayasanın bozuk olduğunu ifşa etmekle birlikte onun kaynağının bâtıl olduğunu göz ardı etmek, gizlemek ve mugalâta yapmak neyin nesidir? Tuz kokmuş olduktan sonra etin bozukluğunun ne önemi var ki? Peki, mevcut anayasa bozuk, bunu anladık. Bununla birlikte gündeme getirilen yeni anayasa sahih ve meşru mu olacak? Birinin bozukluğu ve değişmesi gerekliliği diğerinin aklanıp paklanmasını sağlar mı? Sözün özü şudur; mevcut anayasa bozuk ve bâtıl olduğu gibi yeni anayasa da meşru olmayacaktır. Çünkü anayasanın çıkartılma keyfiyetinde değişen hiçbir şey olmayacak. Yine insan aklından çıkıp Batılıların bize pazarladığı dinden kopuk olmakla kalmayıp onunla çelişki içerisinde olan bir anayasa yapılacak. Demokrasinin kokuşmuş İngiliz versiyonundan (parlamenter sistem) zehirli Amerikan modeline (başkanlık sistemi) geçiş yapılacak. Ta ki Türkiye’de İngiliz nüfuzu sökülüp atılabilsin ve yerine ABD yerleşsin. Evet, mevcut anayasa değişmeli, ancak kalıbı olan demokratik rejimle birlikte değişmeli ki kalkınma olabilsin. Laiklikle birlikte değişmeli ki rektefiye ve revizyon değil inkılap ve devrim olsun. Kalıbı, ideolojisi ve kaynağı değişmediği sürece anayasanın değişmesi İslam ve ümmetin isteği adına hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. Öyleyse değişim mevcut düzenin bekçileri olan demokratik yöneticilerle değil, takvalı, muhlis ve ihlaslı adamları olan sahih İslami bir kitle ile olmalıdır. Sadece www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 anayasa değil, onun da içerisinde bulunduğu rejim değişmesi gerekiyor. Bu ise ancak Hilafet’in ilanıyla birlikte Kur’an ve Sünnet kaynağından çıkan İslam’ın anayasası ile ilan edilecektir. Bu anayasa yapılırken takip edilmesi gereken keyfiyet ise iki türlü olmaktadır. Birinci tür keyfiyet bizatihi kaynağından teşri edilen keyfiyettir ki bir akideye dayalı olarak o akidenin gösterdiği kaynaktan çıkarma ile anayasa ve kanunlar konulur. Bu yöntemde benimsenen akideye göre kaynaklar; adetler, üs mahkeme kararları, hukukçuların görüşleri, din ve adalet ve insaf prensipleri gibi kaynaklardır. İslam akidesinin gösterdiği kaynakların dışındaki kaynaklardan çıkmış anayasalar bâtıl olmakla birlikte yöntem olarak doğru olan budur. Bu yönteme göre; insani sorunlar etüt edilip, bunlara yönelik genel külli kaideler olacak şekilde genel bir anayasa çıkarılır. Bu anayasanın çıkartıldığı kaynağı, çıkartılma keyfiyetini ve her bir maddenin delilini açıklayan esbâb-il mûcibesi hazır bulundurulur ki bu hükümlerin muhatabı olan yönetici ve hâkimler anayasa maddelerinin maksadını ve kapsamını iyi bilsinler. Kanunlarda ise, cezaların, hakların, beyyinelerin ve diğerlerinin kaynağı anayasada olduğu gibi delilline ve kaynağına işaret ederek anayasa uyarınca tasarılar halinde konulur. Ayrıca kanunlar benimsenirken her bir tali mesele ve her şey hakkında özel olmayıp genel kaideler şeklinde yapılır ki yönetici ve hâkimler özel ve cüzi hususları kendi içtihatlarıyla çözerken bunları dayanak mercii yapsınlar. İkinci tür keyfiyet ise; anayasa ve kanunların kaynağından çıkartılmayıp bizzat çıkartılmış halinin alındığı ya da nakledildiği tarihi kaynaktır. Bu anayasa yapma keyfiyeti kolay ve basit olmakla birlikte ancak bir ideolojisi olmayıp başka toplumları taklit eden uydu ve tâbi devletlerin işidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mevcut anayasa ve kanunlarını ya da değiştirilmiş öncekileri inceleyen görür ki bunların hepsi ya İsviçre’den, ya İtalya’dan ya da Fransa gibi Batılı başka devletlerden alınmıştır. Alınan bu 23 anayasa ve kanunlar şimdiye kadar bir istikrar, ilerleme ve kalkınma meydana getirmemiş ve de en önemlisi birinci türdeki anaya ve kanun yapma keyfiyetine olanak sağlayan bir akidemiz olduğu halde şimdi yine taklit yoluyla yeni bir anayasa yapılmak isteniyor. Her ne kadar cumhurbaşkanı Erdoğan; diğer devletlerin aynısı olacak diye bir şey yok, oturup kendimiz en uygun olanı tasarlayalım mealinde sözler söylese de, başkanlık sisteminin ön kabul ile kabul edilmesi yeni anayasada devletin yönetim şeklinin değil, işleyiş şeklinin değiştirilip rejimin tartışmasız devamından yana olduğunu göstermiştir. Şu halde yeni anayasa bâtıl ve fasit olmakla birlikte teşrii yönteminden de uzak ikincil tür anayasalardan olacaktır. Buna rağmen bazılarının “Erdoğan’ın Hilafet’i kurması için önce başkanlık gelmesi ve Erdoğan’ın başkan olması gerekir.” şeklinde sözler söylemesi absürtlüğün, mugalâtanın, zırvalığın ve cahilliğin bir arada bulunması halidir. Bu küfürle İslam’a ulaşılmaz ancak şu küfürle ulaşılır gibi bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Allah’ın Rasul’ü Muhammet SallAllah Aleyhi ve Sellem buyurmuştur ki; “Küfür tek millettir.” Küfrün İslam’a yakını, uzağı, şerlisi, az şerlisi ve İslam’ın gelişine olanak sağlayanı, sağlamayanı olmaz. Her şeyden önce İslam’da gaye vasıtayı meşru kılmaz. İslam ancak kendisinin dosdoğru metodu ile dosdoğru adamlarla ve dosdoğru destekçilerle gelir. Makalemi inceleyip ibret almak, İslami zihniyetle tefekkür etmek ve kulak verip işitmek isteyenler için İslami bir anayasa olan tasarıdan bir madde ile sonlandırmak istiyorum. İslami anayasa tasarısından, genel hükümlerden bir madde: İslam akidesi devletin esasını oluşturur. Devletin yapısında, kuruluş ve kontrolünde ya da devletle ilgisi olan diğer bütün alanlarda İslam akidesi esas kılınır ve başka hiçbir şeyin varlığı geçerli olmaz. Aynı zamanda İslam akidesi şer-i kanunlar ve anayasanın esasını oluşturur. İslam akidesine aykırı olan kanun ve anayasa ile ilgili hiçbir şeyin bulunmasına müsaade edilmez. ÖNCEKİLER GİBİ YENİ ANAYASA DA MEŞRU OLMAYACAK! www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 24 kasım 2015 MEHMET ÇETİNBUDAK [email protected] facebook.com/mncetinbudak twitter.com/MNCetinbudak GAYRİMÜSLİMDEN ÖNCE MÜSLÜMAN KARDEŞİNE HOŞGÖRÜ GÖSTER Bir kısım Müslümanların ya da Müslüman görünen münafıkların yaptıkları yüzünden, diğer insanların bu yapılanları İslam’a mal edip, Müslümanların kusurlarını sıralamak için yarıştığı, Müslüman kardeşini yerin dibine sokarken, gayrimüslimlere toz kondurmamayı anlamıyorum. Müslüman kardeşinin iyiliklerini görmeyerek, hatalarından dolayı eleştiri mızraklarını fırlatırken, gayrimüslimlere maksimum hoşgörüyle yaklaşmayı anlamıyorum. Günümüz Müslümanı, çevresini kuşatan her din ve ırktan fert ve topluluklara karşı nasıl bir tavır takınacağını bilmemenin şaşkınlığı içerisinde bocalamaktadır. Bu şaşkınlık ve bocalama, ölçüsüzlüğe yol açmakta; laiklik perdesi altında dinsizliği, demokrasi ve özgürlükler perdesi altında diktatörlüğü ve zulmü ön plana çıkaran; hoşgörüsüz tavırlarıyla dikkatleri çektikleri halde Müslüman kesimden sonsuz bir hoşgörü ve anlayış bekleyen; dinde lakayt, muhakeme-i akliyeden mahrum şahıslara karşı ya ifrat ya da tefriti doğurmaktadır. İslamiyetin bir istikamet, adalet ve hak dini olduğu nazara alınacak olursa, elbette onun Müslüman kardeşinin iyiliklerini görmeyerek, hatalarından dolayı eleştiri mızraklarını fırlatırken, gayrimüslimlere maksimum hoşgörüyle yaklaşmayı anlamıyorum www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 kim olursa olsun herkese belli prensipler çerçevesinde dostluk ve düşmanlık ilişkilerini düzenlemiş olduğu layıkıyla anlaşılır. İşte ben bu makalemde İslâm’ın dünya toplumlarında yaşayan her kesimden insana hoşgörünün ve düşmanlığın sınırlarının çerçevesini çizmeye çalışacağım. َّ َل يَ ْن َها ُك ُم ار ُك ْم أَن َ ُالل ِ َِين َولَ ْم ي ُْخ ِر ُجو ُكم ِ ّمن ِدي ِ ّع ِن الَّذِينَ لَ ْم يُقَاتِلُو ُك ْم فِي الد ْ َّ ُ تَبَ ُّرو ُه ْم َوت ُ ْق ِس َّ ِطينَ إِنَّ َما يَ ْن َها ُك ُم َّ طوا إِلَ ْي ِه ْم إِ َّن ع ِن الذِينَ قَاتَلُو ُك ْم ِ اللَ ي ُِحبُّ ال ُم ْقس َ ُالل َ َ ُ ُ ْ اج ُك ْم أَن ت ََولَّ ْو ُه ْم َو َمن يَت ََولَّ ُه ْم ر خ إ ى ل ع وا َر ه ا ظ و م ك ار ي د ن م م ك و ج ِين َوأ َ ْخ َر ِ ِ ُ ُ ّ َ ِ َ ِ َ ِ ّفِي الد َ ْ ِ َّ ُ َفَأ ُ ْولَئِكَ ه ُم الظا ِل ُمون “Allah, din uğruna sizinle savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan sürmemiş kimselerden, onlara iyilikte bulunup adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Allah sizi ancak o kimselerden, onlarla dostluk kurmaktan sakındırır ki bunlar din uğruna sizinle savaşmış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarma uğruna birbirine yardım etmişlerdir. Bunları artık kim dost edinirse zalimlerin ta kendileridir.” [Mümtehine 8-9] Sekizinci ayette Allah bazılarının fasit istidlallerle çıkardığı saygı ve değer vermeyi değil, o kâfirlere iyilik etmemizi ve adaletli davranmamızı yasaklamadığını, buna izin verdiğini bildiriyor. Kâfire saygı ve değer telkin eden davranışlarda bulunmak onu inanç/inkârındaki ölümcül hatasını anlamaktan alıkoyar ve kendi adi itikadına devamla küfründe derinleşmesini sağlar. Bu ise ona dalaletinde aynen yardımcı olmak ve hidayetini güçleştirmektir. Kâfirlerin müminlerin kendilerine karşı bu tür sevgi ve saygı hissettirmeyen türden davranmalarının sebebini böyle bilmeleri gerekmekte. Yani anlamalılar ki Müslümanlar itikadımızdaki şirkten ötürü bize karşı soğuk ve mesafelidirler yoksa kendi aralarındaki tutumları gösteriyor ki aslında çok sevecen, cana yakın ve yardımseverdirler. Evet, müminlerin soğukluğunu hissedip sebebini böyle bilmeliler ki kabahatlerinin farkına varsınlar ve küfürden vaz geçip iman etme yolunu tutsunlar. Kâfire saygı ve değer telkin eden davranışlarda bulunmak onu inanç/inkârındaki ölümcül hatasını anlamaktan alıkoyar ve kendi adi itikadına devamla küfründe derinleşmesini sağlar. Bu ise ona dalaletinde aynen yardımcı olmak ve hidayetini güçleştirmektir “Müslümanlar güzel ahlakları ve engin hoşgörüleriyle kâfirlere örnek olup onları fiilen İslam’a özendirmeli” fikrine gelince; doğrusu Müslümanlar kendi aralarında şefkat, hürmet ve muavenetle kâfirleri İslam dairesi içine girmeye özendirmektedir. Yoksa bugün yapılmakta olan küfür ehline saygı ve hoşgörüler gösterdi ki bu aksi muamele kâfirleri İslam’a özendirmediği gibi tersine onların Müslümanlara karşı taşıdıkları yükseklik komplekslerini pekiştirmiştir. Kibir ve kendini beğenme ahlakı seyyieleri kalpte bulunduğu sürece hidayet mümkün değildir. Demek ki bu kibir ve ucubu kırmak gerek. Kur’an-ı Kerim, küfür üzere hayatını geçiren ve inkâr www.kokludegsimdergisi.com 25 KÖKLÜ DEĞİŞİM 26 kasım 2015 içinde ölen kâfirlerin acıklı bir azaba duçar olacaklarını, ebedî olarak cehennemde kalacaklarını bildirmek suretiyle Allah’ın imansız bir halde ahirete göçenlere müsamahasının olmayacağına işaret etmektedir. Ancak dünyada Allah’ın ayırım yapmaksızın herkese rızkını vermesi, dünyanın bir imtihan yeri olduğu anlamına geldiği gibi, Allah’ın onlara mühlet verdiği ve müsamaha ettiği manasına da gelebilir. Burada cenabı Allah’ın kâfirlere müsamahasından, onların dinsizliklerini “hoş görmesi” gibi yanlış bir anlam çıkarılmamalıdır. Buradaki müsamaha, yaşamalarına, nimetlerden istifade etmelerine “müsaade”, “izin” manasında kullanılmaktadır. Bu arada Kur’an’ın kâfirlerden bahsederken onların girecekleri cehennemi dehşetli bir şekilde tasvir etmesi, azabın elemini hissedip korkarak inkârdan vazgeçmelerini sağlamak maksadını taşımaktadır. Tıpkı bir annenin korkuttuğu çocuğunun tekrar onun şefkat sinesine atılması gibi, cenabı Allah da ateistleri cehennemle tehdit edip rahmetine celbetmek istemektedir. le yukarıdaki ayette müminlerin vasıfları sayılırken, “kâfirlere karşı şiddetlidirler” ifadesi kullanılmaktadır. Ayetin devamında ise, “kendi aralarında merhametlidirler” denmektedir. Şiddetten maksat, onlardan hiçbir saldırı vaki olmadan her yerde dövülmeleri, öldürülmeleri değildir. Burada müminlere bir ölçü verilmektedir. O da, müminlerin duygu ve düşüncelerini yalnız ve yalnız “akide esası” üzerine bina etmeleri prensibidir. “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek” hadis-i şerifi de buna paralellik arz etmektedir. Ayetten anlaşılan mana, kâfirin küfrüne karşı bir hoşgörüsüzlük ve buğz olduğu gerçeğidir. Hiç kimse İbrahim Aleyhi’s Selam’dan daha güzel ahlaklı değil, hiçbir kâfir size İbrahim Aleyhi’s Selam’ın babasından daha evla değil. Böyle iken Allah’ın beğendiği ve takdir ettiği ahlak işte Kur’ân’da budur; Allah’ın düşmanı olduğunu anladığın an baban da olsa ondan alakayı kesmek. Şu halde hareket tarzımız şu olmalı: Evvela muhatabınıza Allah’ın dinini, tevhidi güzelce anlatırsınız, bakarsınız ilgisi var mı, dinliyor mu, hakka meylediyor mu? Bir ışık yanar, bir işaret verirse devam eder daha derin, üst konulara geçersiniz. Alakası yok dinlemek istemiyorsa biraz mühlet verir farklı bir ruh halini gözetirsiniz. Sonra yine anlatmayı dener ve hakka davetinizi yenilersiniz, baktınız oralı değil dalaletinden memnun ve kararlıdır, anlaşılmıştır ki bu Allah’ın düşmanıdır gayrı bundan teberra edersiniz. Bundan sonra bu kişiyle dostluk haramdır. Allah’ın dinini ihlaldir, Peygamberlerin yolundan ayrılmak ve bidat yollara sapmaktır. Peki, Dinde zorlama var mı? Fetih Suresi’nde, Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: َّ سو ُل ار ُر َح َماء بَ ْينَ ُه ْم ُ ُّم َح َّمدٌ َّر َ اللِ َوالَّذِينَ َمعَهُ أ َ ِشدَّاء ِ َّعلَى ْال ُكف “Muhammed Allah’ın Resulüdür, beraberinde olan müminlerse küffara karşı çok şiddetli ve çetin, birbirleri arasında ise çok yumuşak ve merhametlidirler.” [Fetih 29] Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede Allah’ın kâfirlere gazabından bahsedilmektedir. Bu sebep- Bakara Suresi’nin 256. âyetinde mealen şöyle buyrulur: ُّ َِين قَد تَّبَيَّن ِ ّالَ إِ ْك َراهَ فِي الد ّ َالر ْشدُ ِمنَ ْالغ ِي “Dinde ikrah [zorlama] yoktur. Muhakkak ki, iman ile küfür apaçık ortaya çıkmıştır.” Ona göre iman etmek, ihtiyar iledir, icbar ile değildir. Allah tevhit delillerini gösterdikten sonra, kâfirin özür ve bahanesini ortadan kaldırmıştır. Bir imtihan yeri olan dünyada bir kâfirin imana zorlanması www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 27 mümkün değildir. Mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışır. Hoşgörü, kötülükleri görmezden gelmek veya hoş görmek değil, görüp acımak ve lütufla ıslahına çalışmaktır. Burada ıslahın adavete dönüşmemesi için, “üslûp” meselesine dikkat etmek gerekmektedir “Dinde zorlama yoktur” gayrimüslimlerin İslam’a iman etmesi için zorlamanın bütün nevilerini nefyediyor. Zorlama cinsinden bütün hareketleri yasaklıyor. Fakat bunun iman eden Müslümanlar için, Allah’ın emirlerine uymaları noktasında bir kaçış kapısı olarak görmek ise ahmaklıktır. Hırsızın elinin kesilmesi; zina edenlere, namuslu kadınlara iftirada bulunanlara, içki içenlere cezaların tatbik edilmesi, tamamen İslâm devlet otoritesinin elindedir. Bu otoritenin olmadığı zamanlarda, hiçbir şahsın başka şahıslara, İslâm’ın emirlerini yerine getirmiyor diye ceza vermeye kalkışması caiz değildir. Çünkü bu anarşi ve kargaşaya sebep olur, hukukî bir davranış olmaz. İslâm bir hak ve hukuk dini olduğundan dolayı, buna asla cevaz vermez. Bir hadis-i şerifte belirtilen “Bir kötülüğü elle (yani güçle) düzeltme” yetkisi devlete ve ona bağlı kurumlara verilmiştir. Ama onu dil ile düzeltme görevi bütün Müslümanlarındır. Çünkü İslâm bir ruhbanlar sınıfını kabul etmediğinden, İslâm dinini tebliğ etmekle bütün müminler tavzif edilmişlerdir. Dil ile kötülükleri düzeltmeye çalışmanın yasaklandığı zamanlarda ise, Müslümanlar kalbi ile o kötülüğü benimsemediğini hissedecek, iliklerinde duyacak ve buğz edecektir. Kötülükleri diliyle düzeltme fırsatı varken, kalp ile buğzla yetinmek, imanın zayıflığındandır. Bu bölümü toparlamamız gerekirse şöyle diyebiliriz: “Dinde zorlama yoktur” âyeti, tebliği esas alan İslâm dininin kâfirlere karşı bir hoşgörüsü olarak değerlendirilebilir. Hatta bunun da ötesinde dinimizde kalplerini İslâm’a ısındırmak için kâfirlere sadaka verileceğinin belirtilmesi, onların hikmet ve güzel öğütle Allah yoluna davet edilmesinin istenmesi, bu hoşgörülü davranışın asıl amacının İslâm’ın güzelliklerini “fiiller ile” gösterip onların hidâyetine çalışmak olduğuna işaret etmektedir. “Ancak mü’minler kardeştirler. Siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz.” “Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver; bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.” Mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışır. Hoşgörü, kötülükleri görmezden gelmek veya hoş görmek değil, görüp acımak ve lütufla ıslahına çalışmaktır. Burada ıslahın adavete dönüşmemesi için, “üslûp” meselesine dikkat etmek gerekmektedir. Lütufla ıslah, incitmeden ıslahtır. Hatalı şahsın deşifre edilmemesi, hatasının o şahıs yalnız iken düzeltilmesi de bu üslûbun içerisine girmektedir. Üslûp sert, zaman ve zemin de uygun olmadığı takdirde, “ıslah” yerine, “ifsad” yapılmış www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 28 kasım 2015 olabilir. Burada mü’minin mü’mine karşı hoşgörüsünün onun hatasını mümkün olduğu kadar örtmekle gerçek anlamına kavuşacağı söylenebilir. Mü’minlerin birbirlerine “adalet-i ilahiye”nin gözlüğü ile bakmaları gerekmektedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de zerre kadar hayır işleyenin de, şer işleyenin de bunun karşılığını göreceği belirtilmektedir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, adalet-i ilahiyede “toptancılık” yoktur. Bazı kötülükler yüzünden iyilikler görmezden gelinmemektedir. Bu sebeple hadis-i şeriflerinde mü’minlerin birbirlerinin hatalarını örtmeleri tavsiye edilmektedir. Hatalar örtbas edildikçe cemiyette kötü örnekler çoğalmayacak, kötülüğü yapanlar da bir gün bu yaptıklarından utanıp vazgeçebileceklerdir. Bu, İslâm’ın yüce bir hoşgörüsüdür. Bu, kötülüğü hoş görmek değil; kötülüğün, fitneye vesile olabileceğinden dolayı, yayılmamasını hoş görmek demektir. Bugün toplumda bu İslâmî prensibin tersine işletildiğini görüyoruz. Medya tarafından, “haber alma hürriyeti” adı altında, nazarlara verilmediği takdirde kendiliğinden etkisi kaybolacak olan bir hata, bütün insanların gözleri önüne getirilmekte ve böylece toplumda insanların birbirlerine karşı güvensizlikleri artmakta, daima hatalar manşetlere ve ekranlara yansıtılmaktadır. İslâm’ın hoşgörüsü karşısında, İslâm’ı her fırsatta eleştirenlerin “hoşgörüsüzlüğü” de böylece su yüzüne çıkmış olmaktadır. Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem “Gördüğü iyilikleri gizleyip, www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 29 gördüğü kötülükleri teşhir eden kötü komşudan Allah’a sığının.” buyurarak, bu hoşgörünün ölçüsünün kaynağını bildirmektedir. “Söz araştırmayın, gözünüzle kusur aramayın, ayrılmayın, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun.” hadis-i şerifi de aynı manayı kuvvetlendirmektedir. Nitekim “Din kardeşinin ayıplarını örten kimsenin, Allah Kıyamet Günü’nde kusurlarını örter” hadisi de “kusur örtme” hoşgörüsünün dinimizde ne kadar ciddi bir davranış olduğunu göstermektedir. Diğer bir mühim husus da, hoşgörünün “fenalığa iyilikle mukabele etme” yönüdür. Ancak bu prensip, “şahsımıza karşı yapılan kötülüklere müsamaha” şeklinde anlaşılmalıdır. Buna göre bir mü‘minin şahsına bir başka mü’min tarafından elinde olmayan sebeplerle bir kötülükte bulunulmuşsa, onu affetmek, onu hoş görmek faziletli bir ameldir. Ama umumun mukaddes malı olan İslâm’a bir saldırı vaki olmuşsa, Kur’an’a bir saldırı meydana gelmişse onu affetme, hoş görme cüretini hiçbir mü’min gösteremez, gösterirse bu hıyanet olur. İşte bu inceliğe dikkat edilmediği takdirde, İslâmî şiarları tağyir eden, dini ortadan kaldırmaya çalışan ve nifakla hareket eden bazı dehşetli canilerin “alicenâbâne affedildiği” görülebilmektedir. Böyle bir affetmenin hıyanet olduğunu tekrar hatırlatalım. Kardeşlik çerçevesindeki hoşgörünün bu boyutunu, “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek, oradan geçip giderler.” ve “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki, Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” âyetleri teyit etmektedir. Cemaatlere karşı hoşgörü konusuna eğilecek olursak, Kur’ân ve Sünnet’e uymaları şartıyla birbirlerini tenkit etmemeli, kusur ve ayıplarıyla meşgul olmamalıdırlar. İttifak noktalarının Uhud Dağı azametinde ve mübarekiyetinde, ihtilaf noktalarının ise küçük çakıl taşları hükmünde olduğunu unutmadan, birbirlerinin hizmetlerine engel değil, yardımcı ve duacı olmalıdırlar. Günümüzde estirilmek istenen havanın aksine, İslâm bir hoşgörü dinidir. Ancak bu hoşgörü sınırsız değildir. Diğer taraftan Müslümanların birbirlerine olan hoşgörüsü de düşmanlık değil, kardeşlik; hataları deşifre etmek değil, örtmek; kötülüklere kötülükle mukabele değil, iyilik etmek temelleri üzerine oturmaktadır. Bu hoşgörülü ortam, Müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve güveni artıracak, toplumda kötü örneklerin değil, çok muhtaç olduğumuzun iyi örneklerin çoğalmasına sebep olacaktır. Böylece toplumun bütün katmanlarında bir hoşgörü meltemi esecek, herkesi huzur ve mutluluğa eriştirecektir. GAYRİMÜSLİMDEN ÖNCE MÜSLÜMAN KARDEŞİNE HOŞGÖRÜ GÖSTER www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 30 kasım 2015 ÖZGÜRLÜĞE KUL OLMA EY MÜSLÜMAN! CAHİT TOPRAK Modern çağın gereklerine uymak, kavramlarına, değerlerine ve tanımlamalarına sahip çıkmak, Müslüman entelektüel simaların, âlimlerin, filozofların, düşünür ve yöneticilerin işi oluvermiş. Başka ideolojilerin ortaya çıkardığı, İslam ile zıt mefhumlar, İslami değerlerle tefsir edilmeye veya İslami değerler başka ideolojilerin kavramlarıyla bulandırılarak yaldızlı ama ucube anlamlar yüklenmektedir. Ne olduğu belirsiz ve adeta ortada duran sahipsiz kavramlarımız Batılı müşriklerin kendi kavramlarına teşne olmuş. Bu coğrafyanın sahipsiz, yetim ve çürümüş akılları; üretemez, düşünemez, çözüm sunamaz hale geldiler. Çözüm iddiasıyla meydanı boş bulanlar ise onların düşünce dünyasından istifade ederek sözde ümmete liderliğe soyunmaktadırlar. Modern aklın ürettiği düşük mamuller ucuz ve sevimli gelmekte ve çaresizce sahiplenilmektedir. [email protected] facebook.com/CahitToprak630 twitter.com/Cahit_Toprak_ Bu coğrafyanın sahipsiz, yetim ve çürümüş akılları; üretemez, düşünemez, çözüm sunamaz hale geldiler. Çözüm iddiasıyla meydanı boş bulanlar ise onların düşünce dünyasından istifade ederek sözde ümmete liderliğe soyunmaktadırlar. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 31 Bugün şu farkındalığın geliştirilmesi bir zarurettir. İslami esaslı akli meleke dumura uğramış ve Müslümanlar ise varlık içinde açlık grevi yapar hale gelmiştir. İslam her zamankinden daha fazla sahaf ürünlerini gün yüzüne çıkaracak cesur âlimlerini beklemektedir. Paha biçilmez mirasımız olan İslam kültürüne ait kavramlarımız Batılı kâfirlerin sansürüne ve anlamları tahrif eden saldırılarıyla yüz yüzedir. Fakat şu gerçeği elbette göz ardı etmiyoruz. Topyekûn bir savaş verilmektedir ve izleri ise kendi evlatlarımızda ve dahası gelecek neslin İslami gençliğinde dahi çıplak gözle şahit olduğumuz bir gerçeğe dönüşmüştür. Tüm bunlar gerçek olandır. Hali hazırda yaşadığımız, belki de izleri bir asır sürecek olan bir gerçektir. Yüz yüze olduğumuz bu vakıa karşısında ne yapılması gerekir? Bu soruya verilecek cevap yüzeysel, sonuç odaklı ve kısa vadeli olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki bu noktaya, son bir yılda, son on yılda yahut son yarım asırda varılmadı. Belki yüzyılın akıbeti ve sonucudur bu kötü tablomuz. Hakikat şu ki İslam’ın kendine has mefhumları, kendine has kültürü, kendine has kavramları ve kendine has bir iskeleti vardır. Sorun, sahih bir yöntem ile işin esasına inerek ve derin bir şer’i düşünüş ile bu sorunun giderilmesi sorunudur. Bu paragraftan sonra inşallah meseleyi tasnif edelim. Öncelikle şunu belirtelim. Batı aklı kendi bâtıl mefhumlarını yaymada ve İslam ideolojisine ait olan mefhumları tahrif etmede üç esasi yöntem uygulamaktadır. Birincisi; bir ideoloji olarak İslam’a ait olan mefhumları tek tek ele almış ve bunların bulandırılması, içinin boşaltılması, çağa hitap etmiyor görüntüsünün verilmesi veya çağın gereklerine cevap veremeyen nakıs yönü olduğu şeklinde Müslümanlara takdim edilmiştir. Cihad, tağut, hüküm, emir, hilafet, şeriat gibi... İkincisi; kendi Batılı ideolojilerine ait olan kavramları vazgeçilmez, çağdaş, tek çözüm, uluslararası kabul görmüş bir değer ve ortak mefhum olarak diğer halklara ve ümmetlere pazarlamışlardır. Özgürlük, demokrasi, çoğulculuk, insan hakları kavramları gibi… Üçüncüsü ki en tehlikeli olan da budur. Kendi bâtıl değerlerini İslami mefhumların içine sokuşturarak İslam’ın bu mefhumlara zıt olmadığı ve Müslümanların bu fikirleri benimsemesi gerektiğini ifade ettikleri kavramlardır. Şura, Seçim, Cumhuriyet kavramları gibi… Bu üç esasi yöntemle Müslümanlar maalesef ideolojik bakış açısıyla hemhal olmaktan uzaklaştılar. Batılı kâfirlerin belki de İslam ümmetinde en yıkıcı tahribatı yaptıkları kavramların en önemlisi ‘özgürlük’ olmuştur. İslam coğrafyasında bulunan Batı aşığı kukla yöneticiler ve onların uyguladığı baskıcı politikalar ve alçakça tutumlar yüzünden, bu ümmetin geri bırakılmış yığınlarını tepki veremez noktaya taşımış ve susmayı adet haline getiren bir şahsiyet kazandırmıştır. “Denize düşen ümmetin yılana sarılması” istenmiş ve bunda göreceli bir başarı elde edilmiştir. Öyle ya! Hürriyet ve özgürlük her kölenin hakkıdır. Kralların ve rahiplerin “Tanrı adına” köleleştirdikleri Batı toplumu için vazgeçilmez olan özgürlük, İslam ümmeti için bir zulme ve temel dünya görüşlerini dinamitleyen bir silaha dönüşecektir. Nitekim öyle de oldu. www.kokludegsimdergisi.com Hakikat şu ki İslam’ın kendine has mefhumları, kendine has kültürü, kendine has kavramları ve kendine has bir iskeleti vardır. Sorun, sahih bir yöntem ile işin esasına inerek ve derin bir şer’i düşünüş ile bu sorunun giderilmesi sorunudur KÖKLÜ DEĞİŞİM 32 kasım 2015 “Özgürlük yılanı” İslam ümmetini çoktan zehirlemiş, malını, mülkünü, evlatlarını, geleceğini, düşünme şeklini, hesap soruş şeklini, tepkilerini ve değerlerini istila etmiş ve hayatını kapkaranlık bir dehlize çevirmiştir. Hatta bu kavramı meşhur kılan o kadar çok cümle piyasaya sürülmektedir ki; İslami kültürle uzaktan yakından bir alakası kurulamayacak düzeydedir. Şöyle denilmektedir: “Özgürce, dilediği gibi bir yaşam sürmesini yaratıcı neden yasaklasın ki!. Özgürce düşünmesine, özgürce ve dilediği gibi malını çoğaltmasına, istediği fikri benimsemesine ve hayatını dilediği gibi yaşamasına yaratıcı neden karışsın ki! Hem o yaratıcı değil mi ‘dinde zorlama yoktur’ diyen, hem hak ile bÂtıl arasında tercih hakkını yarattığı kuluna veren yaratıcı, neden onları ibadete zorlasın ki! Madem aklı yaratıcı vermiş o halde dilediği kararı vermesine neden mani olsun ki! Başkasının özgürlük alanına engel olmadan dilediği gibi yaşamak neden yanlış olsun değil mi ya! Bir de şu gerçek var değil mi? ‘Gerçek özgürlük zaten Allaha kulluktur!’” İşte tüm bu saptırıcı ve İslami zihniyeti sarsan cümleler, son yüzyılın en ağır tahribatını ümmet üzerinde maalesef göstermiştir. Adeta ‘özgürlük’ temel bir düşünce, fikir özgürlüğü, şahsi özgürlük, mülk edinme özgürlüğü ve din seçme özgürlüğü de alt başlıklar halinde toplumun büyük bir kesimini, hatta Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyayı etkilemiştir. Eğer bir Müslüman hesap soracağı ve kızacağı ve öfke duyacağı bir şey varsa o da sadece ve sadece “başkasının özgürlük alanına müdahale edenlere” olmalıdır. Namazını kılmayanlara, dini vecibelerini eda etmeyenlere, tesettüre riayet etmeyenlere nasihat, bağnazca bir yaklaşım ve ötekileştirme oluverecektir. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 İslam’ın “kulluk” şuurunu helak eden “özgürlük” katili, Müslüman bireyin hayatının merkezine heva ve hevesleri yerleştirmiştir. İbadette özgür olduğunu düşünen Müslüman kardeşim, namazına, orucuna, infakına, haccına, faizine, içkisine sınırsız bir özgürlük tanımıştır. “Yapılsa da olur yapılmasa da!” demeye başlamıştır. Özgürlük sayesinde, farz olan ve bir Müslüman olarak mükellef olduğumuz birçok ibadet mubah derecesine inmiş ve haramlar kişinin tercihine bırakılmıştır. Oysa kul olmak nedir Müslüman için? Kulluk ile özgürlük arasında nasıl bir ilişki vardır? Tüm bu kavram kargaşası, kulluk kavramını bireyle sınırlı tutan ve özgürlüğü din seçme hürriyeti olarak takdim eden Batılı aklın ürettiği bunalımının sonucudur. Hakikat şu ki; tercihini yapmış olan, kabulleniş aşamasını çoktan geçmiş olan ve iman ettikten sonra mükellefiyetlerini eda etmesi beklenen bir Müslümandan bahsedilmektedir. Böyle bir Müslüman için artık kendi hevasına ve arzularına göre tercih hakkı yoktur. İnisiyatif alamaz ve hayatı hakkında karar veremez. Nasıl kulluk yapacağına, kendisine sınırsız özgürlük hakkı tanıyan devlet karar veremez. Sanki “özgürlük” kulluğun şeklini belirler bir pozisyona getirilmiştir. Oysa teklif-i irade kulun din seçmesi için verilmiştir. Bu ise Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın kuluna tercih sunup akıbetine katlanabilir ise şayet, verilen sınırlı bir alandır ve iman edip reddetmeyle alakalıdır. Kişiye sunulan teklif iman ile alakalıdır. İman ettikten sonraki aşama ise tamamen yaratıcının emirleri ve yasaklarıyla muhatap olmasıdır. Orada bir özgürlük alanı yoktur. “Benim aklım almıyor, ben neden akşama kadar aç kalıyorum.” diyemez. “Cebimdeki paramı neden fakir fukaraya vermek zorundayım.” diyemez. “Kazançlı çıkacağım halde, neden faizle kazanmayayım ki.” diyemez ve “Allah yolunda ölmek neden en yüksek mertebe olsun, oysa hayat güzel.” diyemez. Çünkü bunlar iman ettiği ve benimsediği akidesinin öngördüğü değerlerdir. Nasıl ki kapitalizm toplumsal hayatta bireyin davranışlarını “özgürlük” kavramıyla genişletip, her yaptığı fiili, başkasının özgürlük alanına müdahale etmediği sürece mubah olarak görüyorsa, İslam da, 33 toplumsal ve bireysel hayatında insanı “kulluk” ile sınırlandırıyor ve her davranışını, tek ve bir olan Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın çizdiği hayat programına göre şekillendirmektedir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Şimdi asıl sorun şudur. Günlük konuşmalarımızda bile varlığını hissettiğimiz Batı menşeli kavramlar Müslümanlar tarafından özümsenmiş midir? Aslında bu sorunun cevabı, toplumsal bir vakıa gerçekleştiğinde Müslümanların reflekslerine ve tepkilerine bakılarak öğrenilebilir. Hatırlarsınız Hrant Dink için “Hepimiz Ermeniyiz” diyen aydınlarımız olduğu gibi, LGBTİ adı verilen sözde “Qnur yürüyüşü”ne tek bir muhalif söz söylemekten bile aciz, onurdan uzak kalemşorlarımız vardı. Başörtüsünü savunurken bile “Her kesin özgürce giyinmeye hakkı vardır.” diyen âlimler, demokrasinin kılık kıyafet özgürlüğü teorisini, Allah’ın emrini söylemekten bile daha cesurca savunmaktadırlar. “İsteyen içkisini içsin, isteyen camisine gitsin.” diyerek kapitalizmin şahsi hürriyet teranesini, Allah’ın haram kıldığı bir hükmü söylemekten bile aciz, kötürüm kalmış, tefessüh etmiş, nefsine zulmetmiş, akil olmayan düşünürlerimiz var. İşte tüm bu olaylara karşı gösterilen cılız tepkiler veya tepkisizlikler küfrün cesaretini arttırmış ve daha fazla hakaret etmelerine “Fikir özgürlüğü” kılıfıyla kapı aralamıştır. Uzun yıllar önce bir söz işitmiştim, işte bugün o söze belki de sahip çıkmanın günüdür. “Mazlumlar zalimler kadar cesur olmalı…” Kötü bir tablo çizmek istemezdim ama ümitsiz de değilim. Rabbim nusreti ve zaferiyle kelimesini yüceltecektir. Hem de ümmete nezih fikirleri taşıyacak salih kullarıyla, hak ile bâtılı birbirinden keskin çizgileriyle ayıracaktır. ّ ْيِا أَيُّ َها الَّذِينَ آ َمنُواْ إَن تَتَّقُوا س ِيّئ َاتِ ُك ْم َ اللَ يَجْ عَل لَّ ُك ْم فُ ْرقَانا ً َويُ َك ِفّ ْر َ عن ُك ْم ّ َويَ ْغ ِف ْر لَ ُك ْم َو ض ِل ْالعَ ِظ ِيم ْ َاللُ ذُو ْالف “Ey iman edenler, Allah’tan korkup sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.” (Enfal Suresi 29) ÖZGÜRLÜĞE KUL OLMA EY MÜSLÜMAN! www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 34 kasım 2015 ABDULLAH İMAMOĞLU [email protected] facebook.com/abdullahimamoglu.kd twitter.com/a_imamoglu_ İSLAM’DA MUTLULUK Seçimlerden sonra ortaya çıkan sonuç aslında bu konuyu makaleme taşımamda ilham kaynağı olmuştur. Bilindiği üzere AKP % 49,5 oy oranıyla yeniden iktidar olmuş ve halk yeniden “istikrar” demiştir. Halkın kahir ekseriyeti AKP’nin sandıktan tek başına iktidar çıkmasını mutluluk kaynağı olarak görmüş hatta bazı İslami cemaatler kazanılan bu zaferin ve elde edilen bu mutluluğun şükür namazıyla eda edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Evet, mutluydular ve muzaffer bir ordu edasıyla sokaklara akın ettiler. Mutluluktan çalınan araç kornaları gecenin sessizliğini bozmaya yetmişti. Bayram havası hâkimdi adeta Türkiye’nin birçok bölgesinde… Kısaca mutluydu insanlar… Naçizane seçime giden seçmenin düşüncesini sandığa zımnen şu şekilde yansıttığını düşünüyorum; “mutluluk ve huzur için istikrar.” Saadet, Allah’ın rıdvanını kazanmaktır, yoksa insanın açlıklarını doyurmak değil Peki, bir Müslüman için mutluluk kaynağı nedir? Ekonomik istikrar mutluluk kaynağı olabilir mi? Daha da ötesi Müslüman ne ile ve nasıl mutlu olmalıdır? Saadet, Allah’ın rıdvanını kazanmaktır, yoksa insanın açlıklarını doyurmak değil. Zira insanın, uzvî ihtiyaç ve içgüdülerinden olan bütün açlıklarını doyurmak; insanın zatını muhafaza için elzem bir vesiledir, yoksa bunların varlığı ile saadet elzem www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 35 (garanti) olmaz. Bu tariften hareketle Müslümanın nazarındaki saadet anlayışı ile Kapitalist bir kimsenin saadet anlayışı farklıdır. Çünkü Kapitalistler saadetin maddi haz olduğuna inanırlar. Hâlbuki İslam’da böyle değildir. Bir Müslüman açısından saadet anlayışı Allah’ın rızasıdır. Maddi anlamda zararları olsa da Allah katında kazandıysa onun için sevinç kaynağı olması bakımından yeterlidir. Çünkü Müslüman mutluluğu sadece Allah’ın rızasında arar. Ne zaman ki bunu gerçekleştirdi o zaman o kişi saadete ermiştir. Kısacası Müslümanın mutluluk/saadet anlayışı Allah Azze ve Celle’nin rızasını kazanmış olmaktır. Eğer Allah’ın rızası kazanılamadıysa Müslüman için üzüntünün kaynağı olması bakımından yeterlidir. Dünyaları önüne sersen ve desen ki buna mukabil Allah senden razı değildir, Müslüman odur ki dönüp bakmayacak, uğrunda Allah’ın rızasını yitirdiği dünyalıklara tenezzül dahi etmeyecektir. Yani bir Müslüman için saadet Allah’ın rızasındadır. Çok kıymet verdiğim hocamın bir sözü aslında tüm meramımı anlatır niteliktedir. Şöyle demişti: “Allah’ın rızasından uzaklaşmaktansa, O’nun razı olmadığı bir yaşam sürmektense felç olmayı tercih ederim.” Hakikaten ağırlığı olan bir cümle. Söyler misiniz kim ister felç olmayı? Hangimiz ömrümüzün kalan kısmını yatağa mahkûm bir vaziyette geçirmek ister? Ama anlatmak istediği gayet açık; benim için felç olmak Allah’ın rızasından uzaklaşmaktan daha sevimlidir. Kişinin sahip olduğu mutluluk anlayışına göre hayatında yapacağı tercihler de değişkenlik arz edecektir. Saadetin, parada, maddi hazlarda olduğuna inan bir kimse kendisine mutluluk getireceğine inandığı şeyin ardına düşecek ve o minvalde bir hayat idame edecektir. Lakin saadetin Allah’ın rızasında olduğuna inanan kimse ise O’nun rızasını kazanabilmek adına bütün fırsatları kollayacaktır. Dolaysıyla kişilerin sahip oldukları saadet anlayışına göre de farklı hayat tarzları çıkacaktır, çıkması kadar da doğal bir şey yoktur. Müslüman için saadetin Allah’ın rızasında olduğunu söylemiştik. Eğer kazanımlarımızda Allah’ın rızası yoksa Müslüman bu kazanıma sevinmemelidir. Menfaatine olsa da eğer ki Allah hoşnut değilse Müslümana yakışan ondan beri durmaktır. Çünkü Müslüman saadeti maddi menfaatlerde değil, Allah’ın rızasında aramakla memurdur. Faizle ev satın alıp daha konforlu ve lüks bir eve sahip olma imkânı olmasına rağmen, haramı tercih etmeyip yıkık, eski ve kiralık bir evde oturmayı tercih etmesi ve bu tercihinden ötürü Allah’ın rızasını kazanmış olduğunu bilmesi o kişi için saadetin ta kendisidir. Müslümanın saadeti Allah’ın rızasında araması gerektiği gerçeğini Sahabelerden vereceğim birkaç örnekle daha da pekiştirmek istiyorum. Bakınız Halid bin Velîd için saadet neredeymiş; Halid bin Velîd RadiyAllahu Anh için, Allah yolunda cihad etmek, Allah Azze ve Celle’nin dini en üstün olsun diye cihad meydanlarına akın etmek her şeyden daha sevimliydi. Kendisi bunu şu cümleleriyle ne kadar da muhteşem ifade etmiş: “Allah yolunda cihada çıktığım bir gece benim için bir düğün gecesinden ya da bir oğlan çocukla müjdelenmekten daha sevimlidir.” www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 36 kasım 2015 Şimdi sizlere Allah’ın rızasını sahip olduğu her şeyden daha üstün tutan, Allah’ın rızasıyla sevinen ama gadabıyla üzülen bir Sahabeden örnek vermek istiyorum. َّ ب ب ِْن َع ْب ِد َش ْم ٍس َجا َء ِإلَى َر ُسو ِل َّ يَا َر ُسو َل: فَقَا َل، اللُ َعلَ ْي ِه َو َسلَّ َم َّ صلَّى ِ َع ْم َرو بْنَ َس ُم َرة َ ب ِْن َح ِبي ِالل َ ِالل َ َ َ َّ َ َ َّ صلَّى ِإنَّا ا ْفتَقَ ْدنَا َج َم ًل: فَقَالُوا، اللُ َعلَ ْي ِه َو َسلَّ َم ي ب ن ال م ه ي ل إ ل س ر أ ف ، ي ن ر ه ط ف ْ َ ِ ْ ْ ّ َ ُّ ِ ُ ِ ِ َ ِ ِإنِّي َس َر ْقتُ َج َم ًل ِلبَنِي فُ َل ٍن ، ُ أَنَا أ َ ْن: ُقَا َل ث َ ْعلَبَة. ُت يَدُه ْ َظ ُر ِإلَ ْي ِه ِحينَ َوقَع ْ َاللُ َعلَ ْي ِه َو َسلَّ َم فَقُ ِطع َّ صلَّى : ت يَدُهُ َوه َُو يَقُو ُل َ فَأ َ َم َر ِب ِه النَّ ِب ُّي، لَنَا َ َ َ ْال َح ْمدُ ِ َّلِ الَّذِي ُ ْ . ار ِ أ َر ْد، ط َّه َرنِي ِمن ِك َ َّت أ ْن تد ِْخ ِلي َج َسدِي الن “Amr b. Semure adlı biri Hz. Peygamber’e gelerek: Ey Allah’ın Rasulü, ben falancaların devesini çaldım. Beni arındır (tahhirni)! dedi. Peygamber deve sahiplerine haber gönderip olayı doğrulattı. Suçlunun, ısrarlı yalvarışlarla cezalandırılma talebini kabul etti. Olayı aktaran Sa’lebe diyor ki: Ben onun eli koparıldığında onu izliyordum, o kopan koluna dönerek şöyle diyordu: Beni senden temizleyen Allah’a hamdolsun. Sen cesedimi cehennem ateşine sokmak istedin!”1 Düşünebiliyor musunuz kıymetli kardeşlerim, kesilen elinden ötürü hamd ediyor ve mutluluğunu dile getiriyor. İlginç olanı normalde kolu kesilen adamın saadetli/mutlu olması beklenemezken Amr bin Semure mutluluğunu Allah’a hamd ederek dile getiriyor olmasıdır. Peki, nasıl oldu bu? Girizgâhta da ifade ettim; bu tamamen saadeti nerede aradığınıza bağlıdır. Sahabenin fiziksel kaybına mukabil Allah razıdır ve bu onun için saadettir. Mutluluğun ta kendisidir. İnanın kardeşlerim o mübarek Sahabe de kolu kesilince acı hissetmiştir. Lakin bilir ki Allah’ın gadabı onu daha çok acıtacaktır. Şimdi sizlere bir örnek paylaşmak istiyorum. Bu örneğin özellikle farklı saadet anlayışlarını resmeden nadir örneklerden olduğuna inanıyorum. İslam’dan önce ve İslam’la müşerref olduktan sonraki hali iki farklı duruş ve hayata bakış açısı olan Hansa Hatun… Amr b. Hâris’in kızı meşhur şair Hansa RadiyAllahu Anha şiirde dev bir kadındı, İslamiyeti kabul etmeden önce felakete/musibete tahammül edemezdi. Hansa, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle cihanı ağlatmıştı. Hansa’nın kardeşi Sahr için ne kadar gözyaşı döktüğü malumdur. Günlerce, aylarca kabri başında yas tutmuştur. Hatta onun üzüntüsü Araplarda, Arap dilinde kendisine yer bulmuştur. Kişi bir şeye çok üzüldüğü vakit Hansa’nın üzüntüsü örnek olarak verilir ve اشد حزنا من “ الخنساء علي صخرÜzüntüsü Hansa’nın (kardeşi) Sahr’a olan üzüntüsünü geçti.” Denir. Hansa kendisine isabet eden bu musibete o kadar gözyaşı dökmüştür, ağlamaklı olmuştur ki, yüzünde bazı izlerin gözyaşı dökmekten olduğuna dair tarih kitaplarında kayıtlar vardır. Hansa Hatun o gün için henüz cahiliyenin karanlıklarından kurtulamamış, âlemlere rahmet olsun diye gönderilen Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in getirdiği hidayet rehberiyle müşerref olmamıştı. Yani onun nefes alıp verdiği atmosferin adı “cahiliye” idi. İslam’la müşerref olduğunda birdenbire değişti. Çünkü İslam onu baştan inşa etmiş ve ona İslamî Şahsiyet kazandırmıştı. Artık dünyaya başka pencereden bakıyor ve dolaysıyla mutluluğu/saadeti Allah’ın rızasında arıyordu. Hem de nasıl değişti! Cahiliyede iken kardeşine mersiyeler düzen, kardeşinin kabri başında üzüntüsünden harap olan Hansa Hatun daha sonra Müslüman www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 37 olduğunda, saadet anlayışı değiştiğinde daha doğrusu mutluluğu Allah’ın rızasında aramaya başladığında dört oğlunu birden Kadisiye Muharebesi’ne gönderebiliyor ve bundan da zerre miktarı pişmanlık ve hüzün duymuyordu. İbn Esîr’in Üsdü’l Gâbe adlı eserinde geçtiği üzere nakledecek olursak oğullarıyla geçen konuşma şu şekildedir: Saadet anlayışı hayata bakış açısına göre farklılık arz etmektedir. Mutluluğu maddi hazlardan ibaret görenler mutluluk verecek olan şeylerin ardına düşerlerken, mutluluğun Allah’ın rızasında olduğuna inananlar ise O’nu razı etmek adına bütün fedakârlığı yaparlar “Benim kahraman evlatlarım! Gireceğiniz savaşta bu asaletinize uygun bir cesaret ve kahramanlık bekliyorum. Din düşmanlarına ilk hücum eden sizler olmalısınız. Sizlerin arkada değil, daima en ön safta çarpıştığınızı duymalıyım. Bu sözlerden sonra çocuklarını ayrı ayrı kucaklayan Hansa Hatun, ilave ederek diyor ki: Ya İslam’ın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız yahut da din uğruna şehit olduğunuzu duyacağım! Nitekim öyle olmuştu. Hasta yatağında yatarken dört oğlunun şahadet haberi getirilince: Yani ben simdi şehit anası mı oldum? diye soruyor, evet, dört şehit anası... diyorlardı. Tekrar soruyordu: Zafer kimlerde? Zafer Müslümanlarda, şimdi Kasidiye’de İslam’ın bayrağı dalgalanıyor. İslam’ın bir zaferi için dört oğlum feda olsun diyen Hansa Hatun ellerini açarak şöyle yalvarıyordu: Ya Rabbi! Bana emanet ettiğin dört kahramanı yine senin dinin uğruna feda etmiş bulunuyorum. Artık beni şehit anaları defterine kaydet. Benim için şehit anası olmak kâfi ikramdır. Bunu Benden esirgeme!” Nereden nereye… Evlatlarını Allah yolunda toprağa vermiş olmasını bir ikram olarak görüyor. Görüldüğü üzere saadet anlayışı hayata bakış açısına göre farklılık arz etmektedir. Mutluluğu maddi hazlardan ibaret görenler mutluluk verecek olan şeylerin ardına düşerlerken, saadetin/mutluluğun Allah’ın rızasında olduğuna inananlar ise O’nu razı etmek adına bütün fedakârlığı yaparlar. Hal böyleyken -özellikle seçim sonrası için söylüyorum- maalesef demokrasi kazanımı mutluluk naralarıyla karşılandı. Düşünebiliyor musunuz mutluluğu Allah’ın rızasında aramakla memur olan Müslüman Allah’ı hayat sahnesinden kovan Demokrasinin kazanmasına sevinebiliyor, bundan mutluluk duyabiliyor? Söyler misiniz bu neyle izah edilebilir? Mademki Müslüman için mutluluk Allah rızası idi, öyleyse nasıl olur da kâfirlerle her türlü ticari, askeri anlaşmalar yaparak Allah’ın gadabına müstahak olan bu yöneticilerin iktidar olmasından mutluluk duyulabilir? Allah’ın rızasının olmadığı yerlerde saadet aramak arzu edilen değildir. Arzu edilen Allah’ın razı olduğu yerlerde mutluluğu aramaktır velev ki bu menfaatlerimizle çatışıyor olsa bile. O zaman siz söyleyin kazanan demokrasi olduğuna göre ne yapmalıyız? Mutlu mu olmalıyız? Yoksa gadaplanmalı mıyız? 1 Sünen-i İbn Mace, Kitabu’l-Hudud İSLAM’DA MUTLULUK www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 38 kasım 2015 İSLÂM’A DAVETTE HİLM SAHİBİ OLMAK İSMAİL GÜRBÜZ [email protected] Hilm, yumuşak huylu olma, sabırlı ve temkinli olma, vakarlı ve ağır başlı olma, kendine hâkim olma, teenni ile hareket etme, acele etmeme anlamlarına gelmektedir. İslâm’a davette hilm sahibi olmak, insanları etkileme ve onların gönüllerini almayı sağladığı gibi, onları kazanma ve davetçinin kendisine karşı insanlarda bir sevgi, sıcaklık ve yakınlık verir. Çünkü insanları kazanmanın ve onları etkilemenin en başta gelen unsurlarından biri de yumuşak huylu ve tatlı dilli olmaktır. Allah Subhanehû ve Teâlâ Şöyle buyurdu: ًّ َاللِ ِل ْنتَ لَ ُه ْم َولَ ْو ُك ْنتَ ف َ ظا غ َٖلي ّٰ َفَبِ َما َرحْ َم ٍة ِمن َعزَ ْمت ِ ظ ْالقَ ْل ُ ب َل ْنفَضُّوا ِم ْن َح ْولِكَ فَاع َ ع ْن ُه ْم َوا ْست َ ْغ ِف ْر لَ ُه ْم َوشَا ِو ْر ُه ْم فِى ْالَ ْم ِر فَ ِاذَا َ ْف ّٰ اللِ ا َِّن ّٰ علَى َاللَ ي ُِحبُّ ْال ُمت ََو ِ ّك ٖلين َ فَت ََو َّك ْل “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”1 İbnu Abbâs RadiyAllahu Anh anlatıyor: “Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam Eşecc el-Asarî’ye: Muhakkak ki sende Allah’ın sevdiği iki haslet var: Hilm ve hayâ, buyurdular.”2 www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 39 Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Hazreti Aişe validemize hilmi tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Ey Aişe, yumuşak davran. Zira yumuşaklık bir şeyde bulunursa mutlaka onu süsler, bir şeyden çıkarsa onu da çirkinleştirir.”3 İslâm’a davet etme hususunda son derece nazik ve yumuşak olunmalıdır. Çünkü insanlar kaba ve kalbi katı olan insanlardan hoşlanmaz ve nefret ederler. Nazik olmak, yumuşak olmak insanların sizi dinlemesini ve düşünmesini sağlar. Davetçi, tartışmalarda muhatap haddi aşıp zulme sapmadıkça, İslâm’la alay edip, hakaret etmedikçe, yumuşak ses tonuyla, sabırlı ve vakarlı bir şekilde konuşmasını yapmalıdır Müfessir Fahruddîn er-Râzî, davette yumuşak davranmanın kalp ve gönüllere daha çok tesir edeceğini buna mukabil kaba ve sert davranışın da nefreti ve kabul etmemeyi netice vereceğini söylemektedir. İslâm’a davette muhatap kim olursa olsun hilm ile hareket edilmelidir. Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurdu: َ س ٖبي ِل َر ِبّكَ بِ ْال ِح ْك َم ِة َو ْال َم ْو ِع سنُ ا َِّن َربَّكَ ه َُو ا َ ْعلَ ُم ُ ا ُ ْد َ ع ا ِٰلى َ ظ ِة ْال َح َ ِْى اَح َ سنَ ِة َو َجاد ِْل ُه ْم بِالَّ ٖتى ه ْ َ َس ٖبي ِل ٖه َوه َُو ا َ ْعل ُم بِال ُم ْهتَدٖ ين َ بِ َم ْن َ ض َّل َ ع ْن “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.”4 İşte davetçi, en güzel şekilde, güzel hitap ile nezaket ve yumuşaklık ile hitap etmelidir. İslâm’ı, Kur’an ve Sünnet’i muhataplarına ulaştırırken güzel hitap sınırlarını aşmamalıdır. Davetçi, tartışmalarda muhatap haddi aşıp zulme sapmadıkça, İslâm’la alay edip, hakaret etmedikçe, yumuşak ses tonuyla, sabırlı ve vakarlı bir şekilde konuşmasını yapmalıdır. İslâm, kendisine tâbi olanların yumuşak huylu, nazik olmalarını ister, fakat onlara zalim ve günahkârların kendilerini hiç dikkate almayacakları şekilde zayıf ve pısırık olmalarını da istemez. Amaç karşıdaki kişinin düzeltilebilmesi için sabırlı bir şekilde, güzel bir dilde, ölçülü bir şekilde mücadele etmektir. Çünkü muhatabımızı etkilemek onun gönlünü kazanmak ve kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek ona rahmetle ve yumuşak davranarak mümkündür. Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurdu: ى َّ سنَةُ َو َل ال َ ُسنُ فَ ِاذَا الَّذٖ ى بَ ْينَكَ َوبَ ْينَه َ َو َل ت َ ْست َ ِوى ْال َح َ ِْى اَح ٌّ عدَ َاوة ٌ َكاَنَّهُ َو ِل َ س ِيّئَةُ اِ ْدفَ ْع بِالَّ ٖتى ه َح ٖمي ٌم “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”5 İbn Abbas dedi ki: “Yani halim (kötülüğe kötülükle karşılık vermemek) ol­mak suretiyle sana karşı cahillik edenlerin cahilliğini defet.” Yine ondan ri­vayete göre: “Bu, bir kişiye sövüp de, kendisine sövülen diğer kişinin: Eğer söylediklerin doğru ise Allah beni bağışlasın. Eğer söylediklerin yalan ise Al­lah seni bağışlasın, diye cevap vermesidir.” www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 40 kasım 2015 Yine rivayete göre Ebu Bekir es-Sıddîk RadiyAllahu Anh bunu kendisine kötü söz söy­leyen bir adama söylemiştir. Mücahid ayette geçen “En güzel bir şekilde sav.” Kısmını “Kendisine düşmanlık eden kimse ile karşı­laştığı vakit ona selam vermek.” diye açıklamıştır. Bir başka görüşte de bu musafahalaşmak (tokalaşmak) olarak ifade edilmiştir. Nitekim rivayette: “Musafaha yapınız, bu (kalplerdeki) kini giderir.” denilmektedir. İyilikten, aftan yana olmak, kötülük yapan kimselere karşı kötülük yapma imkânına sahip olduğumuz halde kötülük yapmamak, kötülük yapana, kötülükle mukabelede bulunmamak ve üstelik onlara iyilikte bulunmak, işte bu hasletler İslâm’ın gönüllere nüfuzunu sağlayacaktır. Bu hilm karşısında en zalim insanlar, en katı kalpliler bile eriyecek ve sonunda size düşmanlık besleyen insanların size sıcak bir dost olduğunu ve davanıza gönül verdiğini göreceksiniz. Böyle gözü dönmüş, size kötülük yapmak isteyen birine karşı o anda söylenecek güzel bir söz, tatlı bir tebessüm, sakin bir konuşmanın, o anda birdenbire ortamı değiştiriverdiği, kötülük yapmak isteyenin bile utanarak bu kötülükten vazgeçtiği çok görülmüştür. Evet, bu iş gerçekten zor bir iştir ve insanlara ağır gelir. Allah Subhanehû ve Teâlâ şöyle buyurdu: ّ ٍ صبَ ُروا َو َما يُلَقّٰی َها ا َِّل ذُو َح ع ٖظ ٍيم َ ظ َ ََو َما يُلَقّٰی َها ا َِّل الَّذٖ ين “Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan ve olgunluktan) büyük payı olanlar kavuşturulur.”6 İşte bu iş ancak, kendinden çok davasını düşünen, insanların da İslâm davasına gönül vermesini isteyen ve bunu ön planda tutan ve davası uğrunda her şeyini feda edecek olan sabır erlerinin işidir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve ahiret iyilikleri verilmiştir. Yumuşaklıktan mahrum olan kimse ise dünya ve ahiret iyiliklerinden mahrum olur.”7 Buhari ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî’den rivâyet ediyorlar: “Zü’l-Huveysira adında birisi Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e geldi. Allah Rasulü, o esnada ganimet malları taksimin- www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 Yumuşaklık ve yumuşak kalpli olmak Allah’ın bir rahmetidir. İnsanlar yumuşak kalpli olanların etrafında toplanırlar ve onu dinlerler. Katı kalpli ve kaba insanlar herkesin kötü ve yalnızca kendisinin doğru olduğunu zannederler ve kimseyi de etraflarında bulamazlar. Çünkü yumuşak söz insana tesir eder ve onu etkiler 41 de bulunuyordu. Efendimiz’e hitaben küstahça şöyle dedi: Ya Muhammed, adaletli ol!. O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve: Bırak beni şu münafığın başını alıvereyim, yâ Rasûlallah!, der. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Hz. Ömer’i ve diğer sahabeleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve sadece şunu söyler: Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki?”8 Aynı şekilde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem kendisine karşı büyücü, şair, sihirbaz diyen insanlara karşı Allah’ın rahmeti sayesinde yumuşak davranarak davasına hayatını verecek erler yetiştirmiştir. Yumuşaklık ve yumuşak kalpli olmak Allah’ın bir rahmetidir. İnsanlar yumuşak kalpli olanların etrafında toplanırlar ve onu dinlerler. Katı kalpli ve kaba insanlar herkesin kötü ve yalnızca kendisinin doğru olduğunu zannederler ve kimseyi de etraflarında bulamazlar. Çünkü yumuşak söz insana tesir eder ve onu etkiler. Tıpkı Musab bin Umeyir örneğinde olduğu gibi. Musab bin Umeyir, nazik ve yumuşak huylu, son derece zeki ve güzel konuşan biri idi. Nitekim bu özellikleri Medine’de yapmış olduğu davet çalışmasında etkisini göstermişti. Musab bin Umeyir ve İslâm’ı tebliğ için Medine’de Es’ad b. Zürare, Benî Zafer mahallesindeki evde etrafında toplanan insanlara Kur’an okurken tam bu sırada yanlarından geçen Sa’d b. Muaz gördüğü manzaraya çok kızar. Sa’d b. Muaz oradaki masum topluluğu dağıtmak için Hz. Mus’ab’a bir kötülük yapmaya karar vermişti. Ancak o, halasının oğlu olan Es’ad İbn Zürare’nin misafirine de uygunsuz davranışta bulunmayı şahsiyetine yakıştıramıyordu. Bu işe bir çözüm bulmaya çalışan Sa’d b. Muaz, Medine’nin önde gelenlerinden yiğit arkadaşı Useyd İbn Hudayr’a giderek düşündüklerini ona yaptırmaya karar verdi. Bu defa, Hz. Useyd arkadaşı tarafından verilen vazifeyi yapmak için büyük bir hiddetle Hz. Musab’ın yanına vardı. Ancak, onun yumuşak davranmasıyla sakinleşen Useyd b. Hudayr, bir süre dinlediği Kur’an ile kalbinde büyük değişiklikler meydana geldi ve hemen oracıkta Müslüman oldu. Hz. Sa’d o yiğit arkadaşının yapacaklarını merakla beklerken, uzaktan, onun yanına doğru yaklaştığını görür. Ancak, az önce yanından giden bu adamın yüzündeki hiddet ifadelerinden eser yoktur. Aksine, yüzünde bir mülayimlik vardır. Bunu görünce Sa’d yanındakilere: “Yemin ederim ki, Useyd yanımızdan gidişinden çok farklı bir yüzle geliyor.” der. Hz. Useyd, az önce duyup iman ettiği Kur’an hakikatlerini, arkadaşına ulaştırmak için sabırsızlanıyordu. Hz. Musab b Umeyir’e, “Benim bir arkadaşım var. O, Sa’d b Muaz’dır. İman ederse, kavminden hiç kimse onun yoluna girmekten geri kalmaz. Ben onu hemen size gönderirim.” demişti. Hz. Sa’d yanına gelen dostuna hemen sorar: “Neler oldu www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 42 kasım 2015 bana anlat!” deyince, Hz. Useyd: “O iki şahısla konuştum. Allah’a yemin ederim ki, onların okuduklarında ve anlattıklarında zararlı bir şey görmedim.” Bu cevap Sa’d’ın kızgınlığını tahrik etmişti. Sa’d, toplantının yapıldığı yere doğru gider. O’nun gelmekte olduğu gören Hz. Es’ad, Hz. Mus’ab’a: “Bu gelen şahıs kavminin ileri gelen büyüğüdür. O, senin anlattıklarına bağlanırsa çevresindekilerden iki kişi dahi sana karşı çıkmaz.” dedi. Sa’d oraya gelip Hz. Mus’ab’ı görür görmez onu rencide edici sözler söyledi sonra da sözlerine şöyle devam etti: “Sen buralara, içimizdeki zayıf insanların inançlarını bozmak için mi geldin? Hoşumuza gitmeyen şeyleri mi aramıza sokacaksın? Bundan sonra buralarda bir şeyler yaptığını bir daha görmemeyim!” Sa’d konuşması bitirince Hz. Mus’ab tatlı bir sesle: “Biraz oturmaz mısınız? Anlatacaklarımı biraz dinleseniz. Eğer hoşunuza gitmezse beni dinlemeyebilirsiniz.” dedi. Hz. Sad’ın bu konuşması, kabilesi üzerinde hemen tesirini göstermiş ve o gü­nün akşamına kadar, Eşheloğullarından erkek ve kadın, Müslüman olmayan kimse kalmamıştı.9 İşte bu şekilde davetin insanlara sağlıklı bir şekilde ulaşması için bu iki özelliği taşımamız son derece elzemdir. Kaba olmamalıyız, yumuşak huylu ve yumuşak sözlü olmalıyız. Katı kalpli olmamalıyız, merhametli ve iyi niyetli olmalıyız. Allah da bu iyiliklerimizin karşılığını ziyadesiyle bizlere lütfeder inşaAllah. Kaba olmamalıyız, yumuşak huylu ve yumuşak sözlü olmalıyız. Katı kalpli olmamalıyız, merhametli ve iyi niyetli olmalıyız. Allah da bu iyiliklerimizin karşılığını ziyadesiyle bizlere lütfeder inşaAllah Yapılan bu teklifi uygun bulan Hz. Sa’d, elindeki mızrağını yere saplayıp dinlemeye başladı. Kur’an okunurken Hz. Sa’d b. Muaz’ın iç dünyasında büyük değişmeler meydana geliyordu. Onun bu hâli yüzüne de yansımaktaydı. Nitekim Hz. Es’ad, Sa’d b. Muaz’ın yüzünde meydana gelen değişmeyi, daha sonraki günlerde, “Okunan Kur’an biter bitmez onun yüzünde İslâm’ın nurunun parladığını ve içindeki güzel duyguların dışa yansıdığını görmüştük.” sözleriyle anlatacaktır. Hz. Sa’d, Hz. Mus’ab’ın okuduğu Kur’an’ı dinledikten sonra: “Allah’a yemin ederim ki, şimdiye kadar hiç duymadığım bir şeyi dinledim.” diyerek İslâm’a girmişti. Vakit kaybetmeden doğrudan kabilesinin yanına gidip onların hepsini topladıktan sonra: “ Ey Benû Eşhel! Siz beni nasıl tanıyorsunuz? deyince, onlar: Sen bizim efendimizsin. En üstün görüşlümüz, en temiz yaratılışlı olanımızsınız, dediler. Bu sözler üzerine Hz. Sa’d: Bilin ki, ben Müslüman oldum. Allah’a ve O’nun Rasulü’ne iman edinceye kadar sizin erkekleriniz ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun.” dedi. Abdülazîm Münzirî “Et-Tergîb vet-Terhîb” adlı eserinde şu hadîs-i şerîfleri rivayet etmiştir: “Bir kimse, Rasulullah’a: İşlerin en iyisi hangisidir? diye sorunca: Güzel huylu olmaktır, buyurdu. O kimse kalkıp biraz sonra sağ tarafından gelip, aynı soruyu sordu. Yine: İyi huylu olmaktır, buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip: Allah’ın en sevdiği iş nedir? diye sorunca, yine: İyi huylu olmaktır, buyurdu. Sonra tekrar arkadan gelerek: En iyi, en kıymetli iş nedir? dedi. Hazreti Peygamber, ona karşı dönüp: İyi huylu olmak ne demektir anlayamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamaya çalış! buyurdu.” “Kimse ile münakaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen Müslümanın Cennet’e gireceğini size söz veriyorum. Şaka yapmak, yanındakileri güldürmek için olsa bile yalan söylemeyenin Cennet’e gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın, Cennet’in yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!” “Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yenilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibadetlerini bozar, yok eder.” “Allahu Teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert ve öfkeli olanlara yardım etmez.” “Yavaş ve yumuşak davranmak, Allah’ın kuluna verdiği büyük bir ihsandır. Aceleci, atak olmak, şeytanın yoludur. Allahu Teâlâ’nın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır.” www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 43 Allah Subhanehû ve Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de çok dikkat çekici bir ayette Hz. Musa ve Hz. Harun Aleyhi’s Selam’a yönelik olarak şöyle buyurmaktadır: Davet hususunda yumuşak sözlü olmak davetçinin en önemli vasıflarından birisidir. Çünkü en sert ve en katı insanlar dahi tatlı dil ve güler yüz karşısında yumuşama göstermiş ve verilen nasihati dinlemişlerdir. َ ُع ْونَ اِنَّه َ ُط ٰغى فَق ول لَهُ قَ ْو ًل لَ ِيّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَ َّك ُر ا َ ْو يَ ْخ ٰشى َ اِ ْذ َهبَا ا ِٰلى فِ ْر “Fir’avna gidin. Çünkü o, hakikaten azdı. (Gidin de) ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler yahut (Allah’tan) korkar.”10 Allah Subhanehû ve Teâlâ, Musa Aleyhi’s Selam’a Firavun’a karşı yumuşak söz söylemesini ve nazik olmasını söyledi. Firavun, o kadar azmıştı ki, kendini Rab ilan etmişti. “Ben sizin en büyük rabbinizim.” diyordu. Firavun davet karşısında zamanının en azılı düşmanıydı. Allah Subhanehû ve Teâlâ buyuruyor ki, “Ona gittiğin zaman, ona karşı yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler yahut Allah’tan korkar.” İşte bu şekilde Allah’a davet hususunda kabalık ve sertlik terk edilerek yumuşak ve latif söze yer verilmesi gerekmektedir. Çünkü Allah’a davet hususunda yumuşaklık ve nezaket, düşünmeye, Allah’tan korkmaya ve verilen nasihati dinlemeye sevk edecektir. Tabii ki burada şu husus da unutulmamalıdır. Muhatap haddi aşıp zulme sapmadıkça, İslâm’la alay edip, hakaret etmedikçe, bizler yumuşak ses tonuyla, sabırlı ve vakarlı bir şekilde konuşmalarımızı yapmalıyız. O halde davet hususunda yumuşak sözlü olmak davetçinin en önemli vasıflarından birisidir. Çünkü en sert ve en katı insanlar dahi tatlı dil ve güler yüz karşısında yumuşama göstermiş ve verilen nasihati dinlemişlerdir. Rabbim bizleri rahmetiyle yumuşak huylu, yumuşak sözlü 3 ve geçimi kolay olanlardan ey- 4 5 lesin inşaAllah. 1 2 Âli İmran Suresi 159 Müslim 6 7 8 9 10 İSLÂM’A DAVETTE HİLM SAHİBİ OLMAK www.kokludegsimdergisi.com Müslim, Ebu Davud Nahl Suresi 125 Fussilet Suresi 34 Fussilet Suresi 35 Müslim, Ebu Davud, Tirmizî Buhari, Müslim İbnu’l-Esir Taha Suresi 43-44 KÖKLÜ DEĞİŞİM 44 kasım 2015 EL-NAKBA BÜYÜK KUDÜS FELAKETİ Sizce makaleye böyle bir başlık atmak için bugün Filistin’de ne yaşanmış olabilir? Acaba gasıp Yahudi varlığı Gazze’ye mi yoksa mescidi Aksa’ya mı saldırdı? Hayır, felaketin adı ne Gazze ne de mescidi Aksa değildir, zira ele alacağımız mesele bunlardan daha vahim ve daha derindir. Kadim İslam beldesi Kudüs ile Müslümanların münasebeti Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem İsra ve Miraç mucizesiyle başlar. Kudüs Müslümanlar eliyle ilk kez M. 638’de Hz. Ömer komutasında Sahabe ordusu ile fethedilir. İslam ile müşerref olmadan önce Bizans toprağı olan Kudüs bu kutlu fetihten sonra Fatımiler, Selçuklular, Eyyubiler, Memlukler ve en son Osmanlı toprağı olarak hep İslam ümmetinin göz bebeği olmuştur. Bilahare mukaddes belde Filistin 1099’dan 1187’ye kadar ikinci kez Hristiyan esaretini yaşar. 88 yıllık bu esarete büyük İslam komutanı Selahattin Eyyubi son verir. Filistin bu ikinci fetihten sonra 9 Aralık 1917’ye kadar da Osmanlı İslam toprağı olarak kalır. www.kokludegsimdergisi.com MURAT ALTIN [email protected] KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 45 Zira Kudüs’te büyük felaket, Osmanlının bin bir tefrikayla girdiği I. Dünya Savaşı’nda akla hayale gelmeyecek entrika ve ihanetlerle yenik ayrılmasıyla yaşanacaktır. Osmanlı bu hezimetin bedelini haçlıların düzenlediği bir dizi mizansenle çok ağır ödeyecek, Batı’da başlayan toprak kayıplarına Doğu’da Mukaddes belde Kudüs de eklenecekti. Haçlılar Filistin’de kazanılan bu büyük zaferi perçinlemek ve bu topraklarda ilelebet kalabilmek için şerir planlar kuruyorlardı. Özellikle İngilizler siyonistlere verdiği sınırsız destekle Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını öngörüyordu. Yahudi ve haçlılar arasındaki bu ittifakın temelinde, aşırı sağcı Hristiyanların kutsal kitaplarında anlatılan geçmişin yeniden vücuda getirilmesi ile ilgili teoloji yatıyordu Cebren mukaddes beldeyi İngiliz mandasına teslim eden Osmanlı mümkün olan en kısa zamanda Kudüs’e geri dönmeyi planlıyordu. “…Osmanlı Hükümeti, kutsal mekânları yıkım ve tahribattan korumak için askerlerini kentten çekmiş ve bir takım yetkilileri Kutsal Kabir ve Aksa Camii gibi mekânlara göz kulak olmakla görevlendirmiştir. Sizin de benzer bir muamele göstereceğiniz umuduyla …”1 Lakin Osmanlı ölümcül bir hata ile çekilmek zorunda kaldığı mukaddes topraklara bir daha asla geri dönemeyecekti. Çünkü İngilizlerin mandası önce Kudüs’ün işgaline, sonrasında Siyonist rüyanın gerçeğe dönüşmesine yol açacaktı. Bizatihi Osmanlı’dan mandacı İngilizlere yazılan yukarıdaki mektuptan hemen sonra, İngiliz General Edmund Allenby muzaffer bir edayla Kudüs’e girecek “İşte şimdi Haçlı Savaşları sona erdi.” diyecekti. Dönemin İngiltere Başbakanı David Lloyd George, Kudüs’ün ele geçirilmesini “İngiliz halkına verilmiş bir Noel hediyesi.” olarak nitelendirecekti. Yine İngiliz basınında işgal geniş yer alıyordu. Gazetelerde “Aslan Yürekli Richard” yukarıdan Kudüs’e doğru bakıp memnuniyetle başını sallayarak “Hayalim gerçek oldu.” diyordu. Çanakkale’de 1915’te Osmanlı tokadı yiyen Fransız komutan Henri Gouraud, bu tokadın hesabını Şam’da Selahaddin Eyyubi türbesini tekmeleyerek “Uyan Selahaddin geri geldik. Burada bulunmam Haç’ın Hilal karşısındaki zaferini kutsuyor.” diyordu. Oysaki İngilizler mukaddes belde Kudüs’e girene kadar ne “Kutsal savaş” ne de “Haçlı seferi” sözünü hiç kullanmamışlardı. Hatta İngiliz kurnazlığıyla sömürgelerden Kudüs’e getirilen Müslüman askerlerle son anda çıkacak olası Osmanlı sürtüşmesi bile önlenmişti. Haçlılar Filistin’de kazanılan bu büyük zaferi perçinlemek ve bu topraklarda ilelebet kalabilmek için şerir planlar kuruyorlardı. Özellikle İngilizler siyonistlere verdiği sınırsız destekle Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını öngörüyordu. Yahudi ve haçlılar arasındaki bu ittifakın temelinde, aşırı sağcı Hristiyanların kutsal kitaplarında anlatılan geçmişin yeniden vücuda getirilmesi ile ilgili teoloji yatıyordu. Bu dünya görüşüne göre, Hz. İsa Aleyhi’s Selam’ın “Yeniden Doğuşu” beklentisinin gerçekleşmesi için siyonizm bir sıçrama tahtasıydı. Böylece “İsrail” Avrupa’nın yerleşimci sömürge politikalarına göbekten bağlı olmak kaydıyla, İngilizlerin kucağına doğuyordu. Batı beslemesi Yahudilerin Filistin’e yönelik yerleşme planları, önceleri Batılı Yahudi zenginlerinin Filistin’den para ile Osmanlı’dan toprak satın alma girişimleri ile baş- www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 46 kasım 2015 ladı. Yahudiler bu amaçlarına ulaşabilmek için siyonizmin babası sayılan Theodore Hertzl’i 1896-1902 yılları arası tam beş defa İstanbul’a gönderecekti. O dönemin kudretli Osmanlı halifesi II. Abdülhamit Han Theodore Hertzl’in bu husustaki randevu tekliflerini dahi kabul etmeyecek, vaat edilen para ve medya desteğini kesin bir dille reddedecekti. Son derece vahim bu teşebbüslerin ardından, Osmanlı İslam halifesi II. Abdülhamit Han, Theodore Hertzl’e şu ültimatomu göndermiştir: “Bay Hertzl bu meselede ikinci bir adım sakın atmayasın. Ben bir karış dahi olsa size İslam toprağı satmam. Zira bu topraklar bana değil, İslam ümmetine aittir. Müslümanlar bu toprakları kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır o bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla önleriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın askerleri birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Osmanlı Hilafet’i bana ait değil Müslümanlarındır, ben onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım Musevilerin milyonlarını kendilerine kalsın. Benim devletim yıkılıp, parçalandığı zaman Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Lakin bizim cesetlerimizi parçalamadan Osmanlıyı taksim edemezler, Zira ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade etmem.” İslam Halifesi II. Abdülhamit Han tarafından net bir dille ret edilen bu cüretkâr teklif, daha sonraki yıllarda Osmanlı’da yaşanan vahim gelişmelerle yeni bir boyut kazanıyordu. Evvela İngilizlerin sömürgeleştirme projesiyle Filistin’de bir “Yahudi Devleti” kurulmasına izin veren 1917 Balfour Deklarasyonu yayınlanıyor. Ardından Müslümanların aleyhinde ilerleyen talihsiz süreç 1924’te Osmanlı Hilafeti’nin lağvedilmesiyle son buluyordu. Böylece Yahudilerin Filistin’de yurt edinmelerinin önünde hiçbir engel kalmıyordu. B.M. nezdinde 14 Mayıs 1948’de, Tel Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi yayınladığı bir bildiri ile “İsrail”in kurulduğunu dünyaya ilan ediyordu. İlanıyla İslam ümmetinin kalbine zehirli bir hançer gibi saplanan “İsrail” 700 bin Filistinliyi topraklarından sürecek, www.kokludegsimdergisi.com İslam Halifesi II. Abdülhamit Han KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 47 500’den fazla Filistin köyünü haritadan silecek, binlerce masum Müslüman’ı da katledilecekti. Yahudileri Filistin’den söküp atmak için Arap birliği “İsrail” üzerine Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak ordularını harekete geçirecekti. Lakin 1948 I. Arap “İsrail” savaşı sonunda koskoca Arap birliği ordusu, hepi topu bir avuç Yahudi’ye boyun eğeceklerdi. II. Arap “İsrail” gerginliği tarihe “1967 Altı Gün savaşları” olarak geçecek; maskaralıklarla Arap Birliği yine yenilecek ve böylece Yahudilerin Filistin’de varlığı tescillenecekti. Kuşkusuz Yahudiler karşısında yaşanan bu hezimet sadece Arapların değil, 52 parçaya bölünmüş İslam ümmeti ve hain yöneticilerin ortak hezimetidir. Ey büyük İslam ülkelerinin kahraman orduları! Dün Filistin direnişiyle simgeleşen Yahudi tankına taş atan çocuk resmine, bu gün mescidi Aksa’ya siper olmak için şehit edilen bacılarımız eklenmiştir. Hala harekete geçmeyecek, yine izlemekle mi yetineceksiniz? Ey büyük İslam ümmeti! Hilafet’in yokluğunun acı faturasını sadece Kudüs’te değil bütün İslam beldelerinde en ağır biçimde ödüyoruz Hilafet’in yokluğunun acı faturasını sadece Kudüs’te değil bütün İslam beldelerinde en ağır biçimde ödüyoruz. Onun için El-Nakba “Büyük Felaket” günü sadece Filistinlilerin yas tuttuğu bir gün olmamalıdır. Çünkü Ümmetin büyük felaketi “Yahudi Devleti” kurulduğunda değil, kalkanı kırıldığı gün yaşanmıştır. Öyleyse hilafet çatısı altında birleşmenin zamanı daha gelmedi mi? Zira ümmetin tek kurtuluşu yakında kurulacak olan II. Râşidî Hilafet’tir. Aksi halde ne Filistin’in ne de İslam ümmetinin yaşadığı yüzyıllık esaretin izlerini silmek mümkün olmayacaktır. 1 İsa El Safari, Filistin El Arabiya EL-NAKBA BÜYÜK KUDÜS FELAKETİ www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 48 kasım 2015 KAPİTAL HUZUR TİMUR KIZILIRMAK [email protected] twitter.com/timurkizilirmak Kapitalizmin günümüzdeki acı meyvelerinden biri olan ve ümmetimizi olumsuz etkileyen bir unsur olarak karşımıza çıkan “Huzurevleri” hakkında ne kadar bilgiye sahibiz! İlk huzurevi hangi amaçla ve ne zaman kuruldu, günümüzde ise bu amacın dışına çıkıldı mı yoksa masumane bir kurum olarak mı hizmet sunmakta kısaca bu konulara değinelim. Müslümanların tarihinde ilk olarak düşkünlere yaşlılara hizmet ve refah içeren bir yaşam sunabilmek adına Darülaceze kurulmuştur. Darülaceze’nin kuruluş süreci 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar uzanmaktadır. Bu savaşın ardından, göçler başlamış 1877-79 tarihleri arasında İstanbul’a dört yüz bine yakın göçmen gelmiştir. Sokaklarda evsiz, barksız, hasta, kimsesiz çocuk ve dilenciler artmıştır. İstanbul’daki dilencileri, sokaklarda başıboş gezen kimsesiz çocukları, cami avlusunda yatan kimsesiz muhtaçları bir araya toplayıp ıslah ederek sanat sahibi yapmak, kimsesizlerin son ömürlerini huzur içinde yaşamalarını sağlamak maksadıyla zamanın Halifesi II. Abdülhamid Han, bir Darülaceze kurulmasını ferman ile emir buyurmuştur. Bu ferman sonrası oluşturulan komisyonun tetkikleri neticesinde, Darülaceze’nin Okmeydanı’nda kurulmasının muvafık olacağı ve inşaatının 72.000 altın liraya çıkabileceğini halifeye arz etmişlerdir. Bunun üzerine Darülaceze’nin Okmeydanı’nda inşasına başlanması halifenin 25 Mart 1306 (6 Nisan 1890) tarihli fermanı ile emir buyrulmuş ve bu ferman 30 Mart 1306 (11 Nisan 1890) tarihli Resmî Tebliğ ile yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 Sultan Abdülhamid Han, Darülaceze’nin kuruluş masraflarını karşılamak üzere 7.000 altın lira kıymetindeki eşyasını hediye etmiş, 10.000 altın lira da nakit olarak bağışlamıştır. Ayrıca yardım kampanyası düzenlenmiş, geniş bir katılım sağlanmış ve toplanan teberrularla 50.000 altın lira toplanmıştır. Böylelikle temin edilen inşaat parası ile 6 Ekim 1892 tarihinde 21 koyun kesilerek Darülaceze’nin temeli atılmış ve Sultan Abdülhamid Han’ın cülusunun sene-i devriyesi olan 19 Ağustos 1895 tarihinde binaların inşaatı tamamlanarak fotoğraflardan oluşan iki albümle birlikte anahtarları Sultan Abdülhamid Han’a teslim edilmiştir. Darülaceze’nin resmî açılışı 31 Ocak 1896 tarihinde yapılmıştır. Günümüzde ise Türkiye Cumhuriyetine bağlı huzurevleri sayısını sizlere aktarmak istiyorum. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün sağladığı verilere göre Türkiye’deki huzurevi sayısı aşağıdaki gibidir. HUZUREVİ KAPASİTE SAYISI Bakanlığa Bağlı Huzurevleri Diğer Bakanlıklara Bağlı Huzurevleri Belediyelere Ait Huzurevleri Dernek ve Vakıflara Ait Huzurevleri Azınlıklara Ait Huzurevleri Özel TOPLAM 107 2 20 31 7 130 297 www.kokludegsimdergisi.com BAKILAN YAŞLI SAYISI 11717 566 2013 2556 920 6422 24194 10692 566 1409 1789 644 4495 19596 49 KÖKLÜ DEĞİŞİM 50 kasım 2015 Bu huzurevlerine ek olarak, Genel Müdürlüğe bağlı 5, özel sektöre ait 1 adet de gündüz bakım evi bulunmaktadır. Böylece Türkiye’de yaşlı bakım hizmeti sağlayan kuruluş sayısı toplamda 303 olmaktadır. Toplam bakılan yaşlı sayısı ise 20,711’dir. İlk olarak kurulan huzurevinin amacını ve ne gibi şartlarda kurulduğunu yukarıda sizlere bildirmeye çalıştım. Günümüzdeki huzurevi sayıları ise ortadadır. Şimdi kendimize şu soruyu soralım son yıllarda ne oldu da bu sayı bu denli artış gösterdi ve ilk amacından neden saptırıldı!? Bunun tek bir nedeni var o da elbette ki kapitalizmin toplumumuza sunmuş olduğu özgürlükler ve daha rahat bir yaşam arzusudur. Burada bireyler her nedense anne ve babalarını hayatlarında ağır bir yük olarak görmekte, bu yükten kurtulmanın yolu ise, onları huzurevlerine bırakmaktan geçmektedir. Bunu ya bizzat terk ederek ya da anne ve babasına eziyet ve cefa çektirerek sözde kendi istekleri ile gitmelerini zorunlu kılmaktalar. İşte bu nedenle ülkemizdeki huzurevleri sayısı artmakta ve nedense hiç de huzurlu bir ortam oluşturmamakta. Evet, ne yazık ki günümüz evlatlarını bu denli vahşi, acımasız ve vicdansız hale getiren KAPİTALİZM’in ta kendisidir. Bunun tek bir nedeni var o da elbette ki kapitalizmin toplumumuza sunmuş olduğu özgürlükler ve daha rahat bir yaşam arzusudur. Burada bireyler her nedense anne ve babalarını hayatlarında ağır bir yük olarak görmekte, bu yükten kurtulmanın yolu ise, onları huzurevlerine bırakmaktan geçmektedir www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 51 Şu gerçek bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır ki bu aşağılık nizamdan bir an evvel kurtulmalı ve yerine ise gerçek huzuru ümmete sağlayacak olan İSLAM NİZAMI’nı getirmek için çaba harcamalıyız Şu gerçek bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır ki bu aşağılık nizamdan bir an evvel kurtulmalı ve yerine ise gerçek huzuru ümmete sağlayacak olan İSLAM NİZAMI’nı getirmek için çaba harcamalıyız. Unutmayalım ki Kuran-ı Kerimimizde Allah Subhanehû şöyle buyurmaktadır: َف َوال ٍ ّ ُ سانًا إِ َّما يَ ْبلُغ ََّن ِعندَكَ ْال ِكبَ َر أ َ َحدُ ُه َما أ َ ْو ِكالَ ُه َما فَالَ تَقُل لَّ ُه َمآ أ َ ََوق َ ْضى َربُّكَ أَالَّ ت َ ْعبُدُوا إِالَّ إِيَّاهُ َوبِ ْال َوا ِلدَي ِْن إِح َّ ُّ ْ و ا يرا ْ اخ ِف ْ ِ ّالرحْ َم ِة َوقُل َّرب َّ َض لَ ُه َما َجنَا َح الذ ِّل ِمن ً ص ِغ َ ار َح ْم ُه َما َك َما َربَّيَانِي َ ت َ ْن َه ْر ُه َما َوقُل ل ُه َما قَ ْوالً ك َِري ًم “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de güzel söz söyle! Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et (diyerek dua et!)” (İsra Suresi 23-24) EbuHureyreRadiyallahuAnhşöylededi:“NebiSallallahuAleyhiveSellemşöylebuyurdu: Burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün! Sahabeler: Ya Rasulallah! Kimin? dediler. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: Ana babasına, ikisinden birine yahut her ikisine birden ihtiyarlık zamanlarına yetişip de Cennet’e giremeyen kimsenin.” (Müslim 2551/9, Buhari Edebü’l-Müfred 21) KAPİTAL HUZUR www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 52 kasım 2015 ÂLİ İMRAN SURESİ 146-150. AYETLER Bu ayetlerde şu hakikatleri keşfedeceğiz: - Rabbani olanların sıfatları - Rabbani olanların kazanması - Kâfirlere uymanın neticeleri - Zaferin sebepleri ESAD MANSUR [email protected] ّ ستَكَانُواْ َو ّ س ِبي ِل َ اللِ َو َما ْ ضعُفُواْ َو َما ا اللُ ي ُِحبُّ الصَّا ِب ِرينَ َو َما كَانَ قَوْ لَ ُه ْم إِالَّ أَن قَالُواْ ربَّنَا َ َو َكأ َ ِيّن ِ ّمن نَّ ِب ّي ٍ قَات َ َل َمعَهُ ِر ِبّيُّونَ َكثِيرٌ فَ َما َو َهنُواْ ِل َما أَصَابَ ُه ْم فِي ْ ْ ْ ْ َ َ َ ُ ُّ َ ّ ّ ْح َس ِنينَ يَا أَيُّهَا الَّ ِذين َْن َين ُ م ال ُح ي الل و ة ر اآلخ ب ا و ث س ح و ا ي ن د ال اب و ث الل م ه ا ت آ ف ر ف َا ك ال علَى ْالقَوْ ِم َ اغفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا َو ِإس َْرافَنَا ِفي أَمْ ِرنَا َوث َ ِبّ ْت أ َ ْقدَا َمنَا وانصُرْ نَا ُّب ِ ُ ِ ُ َ ِ َ ِ ِ َ َ َ ُ ُ َ َ ِِ َّ َ َ َّ ْ ْ ْ ْ ُ َ َ َ َ ُ ُ َ َ ْ َ ّ س ِرينَ بَ ِل َاص ِرين َ آ َمن َوا إِن ت ِطيعُوا ال ِذينَ َكف ُروا يَ ُردُّو ُك ْم ِ على أعقابِ ُك ْم فتَنق ِلبُوا خا ِ اللُ َموْ ال ُك ْم َوه َو خي ُْر الن “Nice peygamberler vardır ki onlarla beraber çok rabbani kimseler savaşmıştır. Allah uğrunda kendi başlarına gelen musibetlerden dolayı gevşemediler, zaaf göstermediler ve boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri; ancak şöyle demekten ibarettir: Rabbimiz günahlarımızı ve işlerde israflarımızı bağışla, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir kavimlerine karşı bize zafer ver. Bu nedenle Allah onlara dünya sevabını ve ahiretin en güzel sevabını verdi. Allah ihsan sahiplerini sever. Ey iman edenler kâfirlere itaat ederseniz onlar sizi gerisin geri döndürürler ve böylece hüsrana uğrayanlardan olursunuz. Hâlbuki sizin mevlanız Allah’tır, en hayırlı yardımcı ve zafer veren O’dur.” (Âli İmran suresi 146-150) Allah bu ayetlerde müminlere, peygamberleri yanındaki o eski müminlerin savaşmaları ve sebatlarından örnek verdi. Zira daha önceki ayetlerde müminlerin bir kısmı Uhud Savaşı’nda Resullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem öldürüldü denilince gevşeklik ve zaaf gösterip savaştan kaçtılar. Bunlar dünyayı tercih ettiler. Ama müminlerin öbür kısmı bunu duyunca sebat gösterip şöyle dediler: “Allah zaferi verinceye kadar veya Resulullah’a yetişinceye (ölünceye) kadar savaşacağız.” Bunlar ahireti tercih ettiler. Bu nedenle hem dünyayı hem de ahireti kazandılar. Başka bir ifadeyle hem zaferi hem de Cennet’i kazandılar. Allah Subhanehû ve Teâlâ önceki müminlerin misalini verirken “Allah onlara dünya sevabı (iyiliği) ve ahiretin en güzel sevabını verdi.” dedi. Arapçada www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 sevabın manası ödüllendirmektir. Dünya sevabı ise dünya ödülünü kazanmaktır. Bu ise; Allah’ın zaferi ve yardımıdır. Uhud Savaşı’nı kaybederlerse tamamen yenildiler veya kaybettiler demek değildir. O bir meydan muharebesi veya bir raunttur. Geniş manada savaş veya harp bir taraf başka tarafın varlığını yok edinceye kadar meydan muharebelerinden ibarettir. Bir savaşı veya bir muharebeyi kaybedersen ikincisini kazanabilirsin, ondan dolayı ilerde bu surede tefsir edeceğimiz 165. ayette Allahu Teâlâ müminlere bunu hatırlattı ve onlara dedi ki eğer Uhud Savaşı’nı kaybetmişseniz, siz Bedir Savaşı’nı kazanmıştınız, hem de düşmanlarınızın kazandığının iki katını o savaşta kazandınız. Yine daha önce tefsir ettiğimiz 140. ayette Allah Celle Celâlehû müminlere şunu hatırlattı: “Eğer acı çekiyorsanız karşı taraf da acı çekiyor, öyleyse niye üzülüyorsunuz ve sabretmek istemiyorsunuz?” Ayrıca “Günleri insanlar arasında değiştiririz.” buyurarak müminlere bunu hatırlattı. Başka ifadeyle bir gün lehinize ve başka gün de aleyhinize olur. Bu Allah’ın kanunudur. Nitekim Enbiya Suresi 35. ayette duyurduğu gibi insanları hayırla ve şerle yani; insanın sevdiği ve insanın nefret ettiği şeyle imtihan edeceğini bildirdi. Böylece Allah sabredenleri ortaya çıkartır. Zira Allah sabredenleri sever, sabırlarına karşı onlara bir gün yardım edecek ve ahirette bol sevap verecek, günahlarını silecek ve Cenneti’ne sokacaktır. Allah bu ayetlerde rabbani kimselerin kim olduklarını tanıttı; Onlar Allah uğrunda savaşırlar, bu uğurda kendi başlarına gelen musibetlerden dolayı gevşemezler, zaaf göstermezler ve kâfirlere boyun eğmezler. Allah bunu gösterirken müminlerin rabbani olmalarını talep ediyor. Rabbani kelimesi Rabbe nispettir, Rabbe mahsustur. Rab ise Allah’tır. Böylece rabbani kimse Rabbine bağlı olup sırf onun için mücadele eden, hak mücadelesinde zaaf ve gevşeklik göstermeyendir. O insanlardan korkmadığı ve yalnız Allah’tan korktuğu, ahireti de düşündüğü için Allah uğrunda savaşır ve başına ne musibet gelirse gelsin aldırış etmez. Onlar sabredenlerdir. Zira Allah sabredenleri sevdiğini ve onlara yardım edeceğini ilan etti. Musibetlere karşı Allah’a isyan etmeden ve ümitsizliğe kapılmayan kimseleri sever. Bu kimselere hem ileride zafer verir hem de ahirette onları Cenneti’ne koyar. Bu nedenle kuvvetli mümin veya rabbani olan kimse savaşta ve mücadelede hiç zaaf ve gevşeklik göstermez, kâfirlere ve küfür güçlerine boyun eğmez. Uhud’da sebat gösterenlerin söyledikleri gibi söyler: “Ya Allah bize zafer verir ve böylece bizimle dinini yükseltir ya da O’nun uğrunda ölürüz veya Resulümüze yetişiriz ve Cennet’te 53 O’nunla buluşuruz. Nitekim biz ondan hayırlı değiliz, O ne Mekke’de küfür sistemi ile mücadele ederken ne de Bedir, Uhud ve sair savaşlarda hiç gevşeklik ve zaafiyet göstermedi, kâfirlere, onların isteklerine ve önerilerine uymadı ve hiç taviz vermedi. Onlara meydan okuyarak İslam’ı sundu. Onların yöneticilerine karşı dikildi, imanı ve ondan fışkıran sistemi arz etti. O’na ve kitlesine ambargo uyguladılar, onlara işkence çektirdiler ve bazılarını öldürdüler. Buna rağmen hiç gevşemediler, zaaf göstermediler ve kâfirlere boyun eğmediler. O bizim için en güzel örnektir. Nitekim Allah Ahzab Suresi’nde 21. ayette: “Allah’ı ve ahireti düşünüp arzu edenler ve Allah’ı çokça hatırlayanlar için Resulullah güzel örnektir.” diyerek bizim Resulü örnek almamızı kesin olarak emretmektedir. Ayette “Onların sözleri; ancak şöyle demekten ibarettir…” ifadesinden şu husus anlaşılıyor; onlar başına gelen musibetlere rağmen ah demediler, şikâyet etmediler ve Allah’a isyan etmediler ve emrine itiraz etmediler. Ancak Allah’a dua ederek şöyle dediler: “Rabbimiz günahlarımızı ve işlerde israflarımızı bağışla, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir olanlara karşı bize zafer ver.” Ayetten şu husus da anlaşılır; dua etmek ancak savaşmak ve mücadele etmekle beraber olmalıdır. Hiç mücadele etmeden dua etmek uygun değildir. Biri böyle mücadele yapmadan duada bulunursa ne kadar uygun olur? Allah için mücadele ederse kendi uğrunda mücadele ettiği veya savaştığı için onun günahını siler, işlerde yaptığı israfları bağışlar, ona sebat verir ve kâfirlere karşı da zafer verir. Duasına icabet edilmeyi hak etmiş olur. İsraf etmenin manası haddi aşmaktır veya taşkınlık yapmaktır. Burada işlerde israf etmenin manası, insanın herhangi bir iş yaparken Allah’ın çizdiği hat ve sınırlarını aşmasıdır. Bunlar ise Allah’ın haram kıldığı veya yasakladığı amellerdir. Kim Allah’ın bir nehyini geçerse veya bir emrine muhalefet ederse onun sınırını aşmış olur ve böylece israf etmiş olur. Bu sadece para hususunda değildir. Zira haramda az olsa da para harcarsa israf etmiş olur. Yine zina yaparsa, içki içerse, demokrasi ve laiklik gibi küfür sistemini uygularsa, namazı terk ederse, riba veya faiz yerse, bir farzı yerine getirmezse israf etmiş olur. Nitekim Allah birçok ayette günah işleyenlerin israf yaptıkları ve müsrif olduklarını göstererek kötüledi. Bazı âlimler büyük günah işlemek israf olur dediler. Hâlbuki Allah’ın herhangi bir emrine muhalefet etmek günah sayılır ve bu Allah’ın çizdiği sınırları aşmak demektir. www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM 54 kasım 2015 Müminler Allah uğrunda savaşmak ve mücadele etmenin en büyük farzlardan olduğunu bilirler ve bu nedenle en fazla sevap aldıkları ve günahları silme vesilesi olduğunu bildikleri için Allah’tan işledikleri küçük olsun büyük olsun bütün günahlarını silmesini umarak dua ederler. Nitekim en fazla kabul edilen dua Müslüman ya büyük ve zahmetli farzı yerine getirirken ya da Allah için sabırla büyük musibetler ve meşakkatleri çekerken ettiği dualardır. Bu nedenle müminler Allah uğrunda savaşırken ve mücadele ederken, işkence görürken, cezaevine atılırken ve zalim rejimin zulmüne uğrayıp her eziyete karşı sebat gösterirken dua ederlerse Allah’ın onların dualarını kabul etmesi daha yakındır. Nitekim Allah dua etmeyi amelle beraber mezcetmek istedi. Buna göre Müslüman Allah’ın emrini yerine getirirken veya Onun emrine göre kendi işlerini yürütürken dua eder, bir iş yapmadan dua etmek kendisine uygun değildir. Ancak aciz veya güçsüz olursa veyahut çaresiz kalırsa başkadır. O zaman da bol bol acizlikten kurtulmak ve çare bulmak için Allah’a dua eder. Allah müminleri kâfirlere itaat etmekten veya uymaktan sakındırdı. Bu ise bir nehiydir ve yasaklamaktır Allah müminleri kâfirlere itaat etmekten veya uymaktan sakındırdı. Bu ise bir nehiydir ve yasaklamaktır. Bunun karinesi ise kâfirlere uymak veya itaat etmenin dinden ya tamamen çıkmasıdır ki bu durumda o kimse laik kimse olur, ya da kısmen dinden döner, İslam’ın uygulanmasına inanır ama küfür sistemine uyar, bu kimse fasık ve zalim olur. Fakat ikisinin akıbeti de hüsran ve ziyandır. Zira her emir bir şey yapmak ve her nehiy bir şeyden vazgeçmek için bir taleptir. Bir karine geçince bu emir veya nehyin kesin olup olmadığı anlaşılır. Bu usulû fıkıhta bir asıl ve bir kuraldır. Burada geçen karine ise kesinlik ifadesini taşır. Buna göre kâfirlere itaat etmek günahtır. Hem de büyük günahtır. Çünkü onlara itaat etmenin neticesi gerisin geri dinden dönmek, dünya ve ahireti kaybetmektir. Oysa önceki ayet Allah’a ve Resulü’ne itaat etmenin neticesinin dünya ve ahiretini kazanmak olduğunu kesin karine ile vurguladı. Bunların ihsan sahipleri olduklarını duyurdu. İhsan ise iyilik ve güzelliktir. İşte ihsan sahipleri, yani; güzellik ve iyilik yapan müminler ise; Allah ve Resulü’ne itaat edip onlarla beraber Allah’ın uğrunda dinini yükseltmek ve hâkimiyetini kurmak için kâfirlere boyun eğmeden, herhangi bir taviz vermeden, herhangi bir zaaf ve gevşeklik göstermeden, sabırla, kuvvetle ve sebatla ya ölüm ya da zafer diyerek savaşırlar. Ama zaaf ve gevşeklik gösteren kişiler çirkin iş yaparlar; kâfirlere itaat ederler, değişik bahaneler göstererek onların önerilerine ve isteklerine uyarlar. Bu nedenle kâfirlerin demokrasi sistemlerine katılmayı kabul ederler ve küfür kanunlarını uygulamaya başlarlar, dinlerini uygulamaktan vazgeçerler. Bu şekilde gerisin geri döndürülmüş olurlar ve hüsrana uğrarlar. Bunlar hem dünyayı hem ahireti kaybederler. Bunlar rahatı, malı ve makamı sevdikleri, yaptıkları işin akıbetini, ahireti ve Allah’ın azabının ne kadar ağır olduğunu düşünmediklerinden dolayı böyle davranırlar. Böyle davranan kimselerin imanları pek zayıftır. Zira Allah uğrundaki zahmeti, www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM kasım 2015 meşakkati, zorlukları ve eziyeti çekmeye ve zarar görmeye hazır değiller. Bu durumlarla karşılaşınca hemen kaçarlar. “Niye eziyet ve zararı görelim, niye ölelim, bunun faydası nedir, ne netice getirir ki, bu küfür sistemi olan demokrasinin içinde daha iyi iş yaparız, hem de hiç zarar ve eziyet görmeden hizmet yaparız.” diyerek ve buna benzer sözler söyleyerek zayıf nefse sahip olanlar şeytanın vesveselerine uyarlar, kendi kendilerini bu sözlerle teselli ederek ve kandırarak yaşamaya çalışırlar. Hatta Demokrasiyi reddedip Allah’ın ve Resulü’nün emrettiği şekilde hiç taviz, zaaf ve gevşeklik göstermeden mücadele eden ve ihsan sahibi olan müminleri kınamaya başlarlar, daha ziyade de onlara karşı mücadele edio, değişik ithamlarla suçlarlar. Çünkü şeytan onların kötü işlerini nazarlarında süslü gösterdi, böylece yaptıkları kötü işleri kötü olarak görmez oldular, şaşkın oldular. Enam 43, Enfal 48, Nahl 63, Neml 24 ve Ankebut 38. ayetlerinde Allah Celle Celâlehû onların bu durumu bize gösterdi. Muhammed Suresi 14. ayette “Allah’tan bir delile göre amel yapan kimseler ile heva ve heveslerine uyup kötü amelini güzel gören kimseler bir olur mu?!” ve Fatır Suresi 8. ayette “Kötü işini kendisine güzel gösterilen kimseleri gördün mü?!” sözleriyle Allah Azze ve Celle müminleri uyarıyor. Bundan sonra Allah Celle Celâlehû müminlere şunu duyuruyor: “Hâlbuki sizin mevlanız Allah’tır, en hayırlı yardımcı ve zafer veren O’dur.” Bunun manası “Sizin mevlanız kâfirler değil, Rabbiniz olan Allah’tır.” En hayırlı yardımcı O’dur, zafer veren O’dur, öyleyse niye kâfirlere itaat edip onları mevla edinirsiniz?! Mevla yardımcı ve zafer verendir. Müminler için zafer sadece Allah’ın yardımıyla gerçekleşir. Zira zafer sadece O’nun katındadır. Daha önce tefsir ettiğimiz Âli İmran Suresi 126. ayete bakın. Yine Enfal Suresi 10. ayete bakın. Hatta Rum Suresi 47. ayette “Müminlere zafer vermek bizim üzerimize bir haktır.” diye buyurmaktadır. Gafir (Mümin) Suresi 51. ayette 55 “Hem dünyada hem ahirette muhakkak müminlere yardım ve zafer vereceğiz.” diye buyurdu. Ama Allah’ın yardım ve zaferinin şartı ise kendi dinine bağlanıp yardım etmek ve O’nun uğrunda savaşmaktır. Allah bunu Muhammed Suresi 7. ayet, Hac Suresi 40. ayet ve Tevbe Suresi 14. ayette bildirdi. Bütün bu ayetlerden sonra nasıl bir Müslüman kâfirlerin oyununa gelip onlara uyar, demokratik sistemlerine katılır ve küfrü uygulamaya başlar. Bu kişi gerisin geriye döndürüldüğü ve hüsrana uğradığının farkında değil midir? İşte Türkiye, Mısır, Cezayir, Pakistan, Sudan ve diğer Müslüman beldelerde demokratik sistemlere uyan kimselerin akıbetini herkes gördü? Pek kötü idi, ne iktidarda kalabildiler ne de İslam’ı uygulayabildiler. Tersine hem iktidardan olup rezil hale geldiler hem de Allah’ın kızgınlığına uğradılar. Buna rağmen bazıları hala kötü amellerini güzel görmektedir ve yaptıklarında ısrarlıdırlar. Allah kendisini en hayırlı yardımcı olarak vasıflarken başka yardımcıların varolduğunun manasını da taşır. Çünkü diğer insanlar sana yardım etmeye kalkışırlar böylece bir yardımcı gözükür. Fakat bunların yardımları pek sınırlıdır. Oysa en büyük yardım Allah’ın yardımıdır, o yardım edince hiç yenilgiye uğramazsın. Âli İmran Suresi 160. ayette: “Eğer Allah size yardım ederse hiç mağlup olmazsınız, hiç bir kimse size galip gelemez.” diye ilan etti. Allah’ın yardımının neticeleri kesindir, zaferdir. Diğerlerinin neticeleri kesin değildir, şüphelidir. Allah müsaade etmezse netice veremez. İşte zaferin sebepleri bunlardır; sırf Allah için savaşmak, savaşırken başına gelen musibetlere hiç aldırış etmemek, sebat göstermek, gevşeklik ve zaaf göstermemek, kâfirlere ve isteklerine boyun eğmemek, onlara itaat etmemek ve yalnızca Allah’a tevekkül etmek ve de O’ndan yardım dilemektir. ÂLİ İMRAN SURESİ 146-150. AYETLER www.kokludegsimdergisi.com KÖKLÜ DEĞİŞİM www.kokludegisimdergisi.com AKDENiZ PROGRAMIMIZ TAMAMLANDI MERSİN – KAHRAMANMARAŞ – HATAY - ADANA