Küresel Kriz Sonrası Dış Ticarette Korumacılık1 Ömer Çakıcı GİRİŞ 1970 yılından sonraki en büyük kriz olduğu konusunda hemfikir olunan, hatta bazı ekonomistlerce küreselleşen dünya ekonomisinin de etkisiyle 1930 büyük ekonomi buhranından sonraki en büyük küresel kriz olarak da kabul edilen son finansal kriz, gelişmiş ülkelerden, öncelikle ABD’den başlayarak bütün dünyayı sarmalına almıştır. ABD’deki konut fiyatlarında ve ipotekler yoluyla oluşturulan menkul kıymetler sayesinde de likiditede oluşan balonların, mortgage kredilerinin geri ödemelerinin aksaması sonucu patlamasıyla başlayan kriz, öncelikle uluslararası finans kuruluşları eliyle, daha sonra da gelişmiş ülkelerdeki talep daralmaları yoluyla tüm dünyaya yayılmıştır. Mevcut küresel finansal krizin temelleri ABD, Avrupa ve diğer gelişmiş ülkelerdedir. Krizin muhtemel sebepleri, bu ülkelerdeki kötü krediler, yanlış dağıtım modelleri, sürdürülemez finansal altyapı ve finansal türevlerin kullanımı, yanlış kredi derecelendirmesi ve geniş global dengesizlikler olarak sıralanbilir. Fakat krizin temel sebebi 2002–2004 arasında ABD ve diğer gelişmiş ülkeler tarafından izlenen gevşek (genişletici) para politikalarıdır. İlginçtir ki, 21 Kasım 2002’de verdiği bir konferansta deflasyon riskinin ve deflasyona yol açabilecek finansal sorunların ABD’de yaşanma ihtimalini hemen hemen yok sayan Ben S. Bernanke, 2007’nin ortalarında başlayan bu krizi ABD Merkez Bankası Başkanı olarak yönetmek durumunda kalmıştır. Krizin ortaya çıkış süreci ve etkileri dikkate alınarak, ülke grupları ve bölgeler itibariyle dünyayı nasıl etkilediği ve bu krizden ne tür dersler çıkarılması gerektiği tartışılmaktadır. Bu sırada, krizin tüm dünyaya yansıyan en hayati sonuçlarından biri olan işsizliğin hızla artmasına karşı, tüm dünyada bazı tedbirler uygulamaya konulmuştur. 1 Yazarın bu çalışması, Maliye Hesap Uzmanları Vakfı tarafından düzenlenen Ekonomik ve Mali Araştırma Yarışmasında üçüncülük ödülüne layık görülmüştür. 1 Dünya yüzeyinde krize karşı para politikaları ile birlikte maliye politikaları da uygulanmaktadır. Özellikle, likidite sıkışıklığının giderilmesi ve talebin canlandırılması için piyasaya likidite enjekte edilmesinin yanısıra, faiz oranlarının neredeyse sıfır düzeylerine çekilmesi para politikası olarak uygulanırken, kamu harcamalarının artırılması suretiyle hem istihdamın artırılması, hem de talebin artırılmasına yönelik maliye politikaları da uygulama alanı bulmaktadır. Vergi indirimleri de talep daralmasına karşı uygulanan politikalar arasında yer almıştır. Nitekim, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, Çin gibi dünyanın önde gelen ekonomileri de küresel krizin etkisiyle azalan tüketim talebini canlandırmak, hızla artmakta olan işsizlik oranlarını düşürmek ve üretimi canlandırmak için para politikasına ek olarak, hem harcamaların artması hem de gelirin azalması suretiyle bütçe açığını artıracak maliye politikası önlemlerini de devreye sokmuşlardır. ABD’de ve Avrupa ülkelerinde krize karşı alınan hızlı ekonomik tedbirler, finans sektörünün toparlanma sürecine girmesine, krizin etkilerinin de sınırlandırılmasına yardım etmiştir. Bundan sonraki süreçte muhtemeldir ki krize karşı alınan ve temelde deflasyonist baskıyı önlemeye yönelik önlemlerin enflasyonist riskleri tartışma konusu yapılacaktır. Şöyleki, ABD’de ve Avrupa ülkelerinde finansal sisteme enjekte edilen toplamda 2 trilyon dolar dolaylarındaki likiditenin bundan sonraki süreçte enflasyonist baskı yaratma riski tartışılacaktır. Türkiye açısından bakıldığında, her ne kadar krizin 2001’de yaşadığımız ve ülkeyi ciddi anlamda fakirleştiren kriz kadar negatif etkileri görülmese de, bu krizin de ekonomimizi ciddi anlamda daralttığı ve küçülmeye neden olduğu aşikardır. 2001 krizi ile bu kriz oluş şekillerinin yanısıra, sonuçları, etki alanları ve alınabilecek karşı tedbirler açısından kıyas kabul etmeyecek derecede farklıdır. 2001 nispeten yerel bazda kalan ve kamu ekonomisinin yanısıra, bankacılık sektörünün yönetiminin son derece kötü olmasından kaynaklanan bir kriz iken; halihazırda yaşadığımız ekonomik kriz ise uluslararası finansal sistemde yaşanan ve açık ekonomilere başta ABD ekonomisi olmak üzere gelişmiş ekonomilerden ithal edilen bir krizdir. Bu nedenledir ki, 2001 krizinin sonucunda kamu borçlanmada olağanüstü sıkıntılar yaşarken, son krizde bu risk oldukça sınırlı kalmıştır. 2 Krizin Türkiye’ye etkileri irdelenirken 2002 yılından 2008 yılına kadar Türkiye’nin artan oranda cari açık verdiği ve bunun ağırlıklı olarak sıcak para ile karşılandığı, yani ekonominin ürettiğinden daha fazlasını tükettiği, dolayısıyla ekonomik kalkınmada tüketim ve sıcak paranın ciddi paya sahip olduğu dikkate alınmalıdır. Bu nedenledir ki, uluslararası piyasalardan gelmekte olan sıcak paranın azalması, durması ve hatta terse dönüşün başlamasının Türkiye ekonomisine etkide oldukça önemli olduğu görülmektedir. Bu durum Türkiye içi talebi ciddi anlamda daraltırken, ihracat yaptığımız başta AB üyesi ülkeler olmak üzere diğer ülkelerdeki talep daralması da ihracatımızı önemli ölçüde azaltmış, bu da özellikle 2009 yılında ülke içi üretim ve istihdamın ciddi yara almasına neden olmuştur. Krizlere karşı alınabilecek önlemler şüphesiz krizin niteliği ve sonuçlarıyla doğru orantılıdır. Yaşadığımız ekonomik kriz gibi kapsamlı ve global ekonomik krizlere karşı alınabilecek önlemleri ekonomi politikalarının sadece bir alt koluna sığdırmak olanaklı değildir. Dolayısıyla alınabilecek önlemler gelir ve gider (harcama) politikalarını kapsayan maliye politikaları ile para politikasını da kapsayacak şekilde geniş çerçevede ele alınmalıdır. Şüphesiz krizin türü ve etkileri dikkate alınarak politika tercihlerinde bir alan asli kabul edilerek, diğer politika argümanlarının da yardımcı unsurlar olarak dikkate alınması doğaldır. Bu kapsamda finansal kuruluşları iflasla karşı karşıya gelen ülkeler bu kuruluşlara yönelik doğrudan yardım paketleri açıklarken, Türkiye gibi krizi ithal eden ülkeler daha ziyade maliye politikalarına ağırlık vermişlerdir. Krizin gelişmekte olan ekonomilere çok hızlı ithal edilmesi ve etkilerini kısa zamanda göstermesi, şüphesiz ekonomide küreselleşmenin doğal sonuçlarındandır. Özellikle, finansal sektörde ciddi bozulma ve daralma neticesinde patlak veren son finansal kriz, tüketime dayalı büyüyen ve tüketimini de önemli ölçüde ithalatla karşılayan ve sıcak para hareketleriyle finanse eden Türkiye gibi ülkelerin, sıcak para bağımlılığından kurtulmak için ne gibi önlemler alınması gerektiği konusunu tekrar tartışmaya açmıştır. Bunun için Türkiye ekonomisinin cari açığı, bunun en büyük nedeni olan ithalatı ve dolayısıyla sıcak para ihtiyacını azaltması zorunlu görünmekle birlikte; bunun daha önce tecrübe ettiğimiz üzere, korumacı politikalarla yapılıp yapılamayacağı tartışma konusudur. Ayrıca, gümrük duvarlarıyla korumak suretiyle 3 uygulanan ithal ikameci politikalar yerine, özellikle Çin’in kullandığı şekliyle kur politikalarının da bu kapsamda ele alınıp alınamayacağı da açıklanmaya muhtaçtır. Bu çalışmada, krizin analizinden sonra, klasik korumacılık politikalarını uygulayan Latin Amerika ülkelerine ve özellikle ihracat eksenli büyüme modellerini benimseyen açık ekonomi modelleri olarak Asya Kaplanları olarak nitelendirilen ülkelere karşılaştırmalı olarak göz atılacak; Türkiye’nin ekonomik verileri ışığında korumacılık politikalarının çözüm olup olamayacağı irdelenecektir. 4 BİRİNCİ KISIM KÜRESEL FİNANSAL KRİZ 1. Krizin Sebepleri ABD’de başlayarak tüm dünyayı etkisi altına alan küresel finansal krizin temelinde, finansal sistemin konut kredileri faiz oranlarındaki aşırı düşüş sonucu reel konut sektörüne yönelik kredi çabalarının artması, kredi tabanının genişletilmesinin yanısıra, konut kredilerine bağlı türev finansal enstrümanların artırılması suretiyle para tabanının genişlemesidir. Başlangıçta ABD ve devam eden süreçte AB ülkeleri faiz oranlarını ciddi oranlarda düşürüp, tüketimi daha da cazip hale getirmişlerdir. Mayıs 2000’den Kasım 2001’e kadar Amerikan Merkez Bankası FED faiz oranlarını %6.5’ten %1.75’e kadar düşürmüş, Haziran 2003’te ise %1’e indirmiştir. Bu süreci destekleyecek şekilde, ABD’nin yanısıra İngiltere ve Almanya gibi Avrupa ülkeleri de 2000 sonrasında bütçelerinde açık vermek suretiyle kamu harcamaları yoluyla da tüketimi artırma yoluna gitmişlerdir. ABD’de faiz indirimleriyle teşvik, kamu harcamalarıyla doğrudan müdahale edilen tüketim harcamaları, vergi teşvikleriyle desteklenmiştir. Faiz indirimlerine ilk ve en önemli tepki tabi ki konut sektöründen gelmiştir. Ayrıca, bankalarla birlikte ipoteğe dayalı finansman kuruluşları da konut kredisi satma konusunda çabalarını artırmışlardır. Alıcı tarafında ise, kredibilitesi yüksek kişiler kredi aldığı gibi, işi ve geliri olmayanlar da mevcut düşük maliyetli kredi imkânlarından yararlanmak için kredi kuruluşlarından yalan beyan veya kredi kuruluşlarının göz yummasıyla kredi kullanmaya başlamışlardır. Kredi hacminin genişletilmesinde, ilk iki yıl çok düşük ödemeli veya hiç ödemesiz uzun vadeli kredilerin rolü büyüktü. Uluslarası platformda en fazla kullanılan para biriminin sahibi olan ABD’nin uyguladığı gerek genişletici, gerekse daraltıcı para politikaları, yıllar içerisinde gelişmekte olan ülkelerde olağanüstü istikrarsızlıklar ve depresyona neden olmuştur. 5 Bu kapsamda, ABD Merkez Bankası’nın uyguladığı faiz politikalarına bakabiliriz: Ocak 1990’da geçerli faiz oranı %8,3 olmasına karşın, FED Ekim 1992- Ağustos 1994 sürecinde bu oranı %3’e çekmiştir. Aynı şekilde, Ocak 2001’de %6.5 olan faiz oranı, Aralık 2001 – Ekim 2004 döneminde %1–2 aralığına çekilmiştir. Ekim 2006- Ekim 2007 arasında oran %5’e çıkmasına karşın, Ekim 2008’e kadar tekrar %0,2’ye düşürülmüştür.2 ABD para politikasındaki bu temel kaymaların her biri, aynı anda ve özellikle kırılgan gelişmekte olan Latin Amerika, Orta Amerika, Doğu Asya Ülkeleri ile Çin ve Hindistan gibi ekonomilerde global bir patlama ve akabinde depresyona neden olmaktadır. ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin para politikalarındaki aşırı oynaklık, aynı şekilde gelişmekte olan ekonomilere para ve sermaye akışlarında aşırı oynamalara neden olmakta ve sermaye piyasalarına zarar vermektedir. Bu yolla kredi hacmi genişlerken, hanehalkı kredi borçları da ciddi oranlarda artmıştır. Şöyleki, hane halkı kredi borçları 2000–2007 aralığında ABD’de harcanabilir kişisel gelirin %98’inden %136’sına, İngiltere’de %120’sinden %180’ine, avro bölgesinde ise %71’inden %91’ine çıkmıştır. Mortgage piyasası, ana kredinin düzenlenip kullanıldığı birincil piyasalar ile bu kredilere dayalı menkul kıymetlerin alınıp satıldığı ikincil piyasalardan oluşmaktadır. Gelişmiş ülkelerde, ipoteğe dayalı menkul kıymetler olarak gösterilen ikincil piyasadaki menkul kıymetler vasıtasıyla kredi tabanının para tabanına etkisi oldukça genişlemiştir. ABD’de Ginnie Mae (tamamen kamusal), Fannie Mae ve Freddie Mac (kamu tarafından destekli) gibi şirketler ikincil piyasada ipoteğe dayalı menkul kıymetler piyasasını oldukça geliştirmişlerdi. Bu kurumların uyguladığı menkul kıymet oluşturma yöntemleri özel sektör kuruluşları tarafından da örnek alınmıştır. Bu kuruluşlar tam olarak bankaların ipotekli konut kredilerini alıp menkul kıymet oluşturmaktaydı. Bunun yanısıra, emeklilik fonları gibi risk derecesi belirli bir notun altında olan yatırım araçlarına yatırım yapamayan fonlar için de, altta esasen riskli MOHAN, Rakesh (2009), “India and Global Crisis - The Worst is Over for India: 9% plus Growth Soon, Says”, http://www.imcnet.org/PDF/India_and_Global_Crisis_Rakesh_Mohan_Speech.pdf, (Erişim: 10.10.2010) 2 6 olan fonların bileşiminden, alttaki tahvil ve benzeri finansal enstrümanlar teminat alınmak suretiyle CDO (collaterized debt obligation) gibi yeni fonlar oluşturulmuştur. Riskli fakat getirisi yüksek alanlara yatırım yapan hedge fonlara ek olarak, artık altta riskli olsa da yeni türev enstrümanla kredibilitesi artırılmış yeni yatırım alanı oluşturulmuştur. Monoline, yani konut kredileri ile kredi kartına bağlı krediler gibi kredileri sigortalayan finansal kurumlar, birincil piyasa açısından önemli olsa da, tümüyle ana banka verilerine dayanmaktaydılar. Hedge fonlar da, 2000 yılındaki 400 milyar dolarlık hacimden, 2006’da 1,4 trilyon dolar işlem hacmine ulaşarak, piyasada önemli yatırım araçlarından biri haline geldiler. Dolayısıyla, riskli menkul kıymetler üretilmekte ve bunlara da alıcılar bulunabilmekteydi. Düşük faiz oranlı ve oldukça uygun koşullu mortgage kredileri sayesinde, konut sektöründe olan talep olağanüstü artarken, konut fiyatları da ciddi ölçüde arttı. Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, menkul kıymetleştirme süreciyle de balonlaştırılan likidite, kredi genişlemesiyle beraber artan talep, konut fiyatlarını da ciddi anlamda artırarak balon oluşturmuştur. Şekil 1: Küresel Den gesizlik , Likid ite ve ABD E v Fiyatları (WEO , 2009) Küresel Dengesizlik, Likidite ve ABD Ev Fiyatları 2 Şekil 1’den anlaşılacağı üzere; 1998’den 2005’e rezervlerle birlikte para tabanı iki katından fazla artarken, aynı süreçte ABD ev fiyatları dört katından fazla artmıştır. Para tabanının genişlemesi, aynı zamanda arz talep dengesizliğine yol açarken, küresel dengesizliği de artırmıştır. 7 Özet olarak, son yıllarda ABD ve Avrupa ükelerinde uygulanan aşırı gevşek (genişletici) para politikaları sonucunda toplam talep, üretim miktarını aşmış, Çin’de büyük cari fazlaya yol açan bu süreç, gelişmiş ülkelerde ise cari açıklara neden olmuştur. Finansal kurumlarda artan gevşek yönetim tarzı ve 2007’de FED’in borç verme faiz oranlarını aşırı düşürmesi, petrol fiyatlarındaki hızlı tırmanış, emtia ve varlık fiyatlarındaki yükselişler hep birlikte kriz için gerekli sahneyi hazırlamışlardır. Özellikle sub-prime, yani kredibilitesi yetersiz kişilere verilen kredilerin geri dönüşlerinde sorunların başlamasıyla birlikte, konut sektöründe talep yerini arza bırakmış ve ipotek olarak finansal kuruluşlar tarafından konut satışları hızla artmıştır. Bu süreç, konut fiyatlarının gerilemesine ve hatta ipotek tutarının da çok altına inmesine neden olmuş, dolayısıyla evin satılması karşılığında elde edilen bedel kredi anaparasını karşılayamaz duruma gelmiştir. Buna ek olarak, konut sektöründe olağanüstü artan arz miktarına karşılık düşen talep de düşük fiyatlı bile olsa alıcı bulunmasını zorlaştırmıştır. Dolayısıyla, konut kredilerinden ve buna bağlı ipoteklerden hareketle oluşan birincil ve ikincil piyasa çökmeye başlamış, dev finans kuruluşları dev zararlar açıklamaya başlamışlardır. Yani, finans sektöründe oluşturulan balonlar bir bir patlamaya başlamıştır. Avrupa’da da benzer sistemin uygulanması, Avrupa ülkelerinin de ciddi patlaklar vermesine yol açmış, ABD finans sektöründe faaliyet gösteren finansal kuruluşlarının uluslar arası niteliği de krizin eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine yansımasına neden olmuştur. Sonraki süreçte, ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerdeki talebin düşmesi, diğer ülkelerden bu ülkelere ihracatın önemli ölçüde azalmasına, üretimin azalması yoluyla ihracatı azalan ülkelerdeki işsizliğin artmasına neden olmuştur. Sonuçta, krizin en önemli nedeni olarak konut sektöründe oluşturulan fiyat balonunun yanısıra, konut kredilerine bağlı ipoteklerin ikincil piyasada menkulleştirilmesi suretiyle likiditede oluşturulan balonların patlamasının krize neden olduğu görülmektedir. 2.Krizin Küresel Etkileri Aşağıdaki şekilden de anlaşılacağı üzere, 2009’da kriz nedeniyle dünya GSYH’si küçülmüş, gelişmiş ülkelerin GSYH’ sinde keskin düşüş (negatif büyüme) yaşanırken, az gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerin GSYH büyüme hızı pozitif kalmakla 8 birlikte düşmüştür. Kriz öncesi talepteki canlanmaya bağlı olarak zirve yapan tüketici fiyatları ile reel emtia fiyatları da krizin etkisiyle keskin düşüşler yaşamıştır. Dünya ticaret hacmi de, % 10’un üzerinde küçülerek 1970’den sonraki en yüksek küçülmeyi yaşamıştır. Aynı şekilde, krizin etkisiyle gelişmiş ülkelerin küresel GSYH büyümesine katkıları negaif olurken, Çin’in ve diğer gelişmekte olan ekonomilerin pozitif etkisi oransal olarak azalmakla birlikte devam etmiştir. Şekil 2: Küresel Veriler (IMF WEO, 2009) Reel GSYH Bü yüm esi Reel Dün ya GSYH Bü yümesi Reel Emtia Fiyatları (1995=100) Tüketici Fiyatları Küresel GSYH ye Katkı Büyüm e, SGP ye gör e (% , Üç yıllık hareketli ortalam a) Dünya Ticaret Hacmi (Mal ve Hizmetler) 2 Gelişmiş ülkelerdeki kredi piyasalarının Eylül 2008’den sonra ciddi oranda zarar görmesi ve iç talebin ciddi şekilde azalması, dünya üzerinde reel ekonomiye oldukça negatif şekilde yansımıştır. Sanayi üretimi, ticaret ve istihdam krizin patlak verdiği Eylül 2008’den sonra olağanüstü gerilemiştir. Gerek fiyatlardaki düşüş, gerekse talepteki azalmaya bağlı olarak dünya ticaretinin parasal değeri azalmış, özellikle gelişmiş ülkelerdeki istihdam ciddi darbe yemiştir. Şekilden de görüleceği üzere, ABD’de işsizlik olağanüstü artarken, AB ülkeleri ile Japonya’da istihdamdaki azalma nispeten sınırlı kalmıştır. Dünya ticaretindeki azalmaya paralel olarak, gelişmekte olan ekonomilerde perakende satışların artış hızı azalırken, gelişmiş ekonomilerde perakende satışlar %5’in üzerinde azalmıştır. 9 Şekil 3: Güncel Veriler (Aksi belirtilmemişse yıllık artış oranı) (IMF WEO, 2010) S anayi Üretimi Emerging As ia Dün ya T ic areti İs tihdam Perakende S atış lar 3 Şekil 4’ten de anlaşılacağı üzere, talep düzeyindeki gerilemeye bağlı olarak, enflasyon baskısı oluşmamış, gerek ana enflasyon rakamlarında, gerekse çekirdek enflasyon rakamlarında ciddi gerilemeler olmuştur. Gıda fiyatlarındaki artış oranı pozitif olmakla birlikte düşerken, gelişmiş ekonomilerdeki enerji fiyatları gerilemiş, gelişmekte olan ekonomilerde de enerji fiyatlarındaki artış oranı azalmıştır. Bu durum da, dünya enerji fiyatlarında gerilemeye yol açmıştır. Şekil 4: Küresel Enflasyon (T ÜFE’de 12 aylık değiim) (IMF WEO, 2009) Enflasyon Çekirdek Enflasyon Gıda Fiyatları Enerji Fiyatları 8 10 Kriz öncesinde üretim ve talep patlamasına bağlı olarak fiyatları olağanüstü artan ve krizle birlikte yine olağanüstü düşen petrol ve emtia fiyatları, kriz sonrasında toparlanmaya başlamıştır. Şekil 5: Emtia ve Petrol Fiyatları (IMF WEO, 2010) Emtia Fiyat Endeks i (Oc ak 2003 = 1 00) Ortalama Petro l S po t ve Gelec ek Fiyatı) (Varilin AB D Do ları Fiyatı) 5 Şekil 6’da ise, gelişmiş ülkelerdeki para piyasalarına ilişkin gelişmeler yer almaktadır. Enflasyon baskısındaki hızlı gerileme ve ekonomik görünümdeki ciddi bozulmalara paralel olarak, gelişmiş ülkeler faiz oranlarını keskin bir şekilde düşürmüştür. Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, gelişmiş ülkelerde gerek nominal gerekse reel kısa vadeli faiz oranları önemli ölçüde gerilemiş, hatta AB ve ABD’de reel kısa vadeli faiz oranı sıfırın altına düşürülmüştür. Faiz oranları sıfır düzeyine yaklaştıkça, merkez bankaları kredi mekanizmasına daha doğrudan müdahil olmaktadır. Talebi artırmaya yönelik tüm bu çabalara rağmen, özel sektörün kredi büyümesi ciddi şekilde düşmüş, para tabanı ve rezervlerdeki gerileme ise tümüyle telafi edilememiştir. Merkez bankası rezervlerindeki düşüş de dikkate değerdir. Tüm gelişmiş ekonomiler arasında, Japonya’nın kriz öncesinde ve kriz sürecinde para politikaları anlamında görünümünün normale yakın olduğu dikkat çekmektedir. Dikkate değer bir diğer gösterge ise, Taylor Kuralından sapmadır. Taylor Kuralı, bir para politikası aracı olarak, gerçekleşen enflasyonun hedeflenen enflasyondan farklı çıkması ve gerçekleşen GSYH’nin potansiyel GSYH’den sapması karşısında, merkez 11 bankasının nominal faiz oranını hangi oranda değiştirmesi gerektiğini; dolayısıyla nominal faiz oranlarıyla enflasyonu ve büyümeyi etkilemenin mümkün olduğunu ortaya koyan bir kuraldır. Kriz öncesi dönemde, özellikle ABD’de Taylor Kuralından negatif yönde önemli ölçüde sapma olduğu görülmektedir. Şekil 6: Bazı Gelişmiş Ülkelerde Para Politikası ve Likidite (%) (IMF WEO, 2010) Reel Kısa Vadeli Faiz Oranı Reel Kısa Vadeli Faiz Oranı Nominal Kısa Vadeli Faiz Oranı Merkez Bankası Varlıkları (Endeks, 5 Ocak 2007= 100) Taylor Kuralından Sapma Özel Se ktör Kredi Büyümesi Kantitatif Likidite Ölçümleri (G3 GSYH’sinin Yüzdesi) 6 Şekil 7’de ülke ve ülke grupları itibariyle daha detaylı görüleceği üzere, küresel ekonominin 2009 yılında derin bir durgunluğa girdiği ve tekrar pozitif büyüme trendine ancak güçlü politikalarla 2010 yılında dönmeye başladığı görülmektedir. 2009 yılında ABD, Japonya ve AB ülkeleri gibi gelişmiş ekonomiler küçülürken, Hindistan ve Çin gibi gelişmekte olan ekonomilerin büyüme oranları düşmüştür. Gelişmekte olan Avrupa ülkeleri, Latin Amerika ülkeleri, Brezilya, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Rusya’da gelişmiş ülkeler kadar büyük bir daralma yaşanmasa da, 2009’da büyüme oranları negatif olmuştur. Orta Doğu ve Güney Afrika ülkeleri ise büyüme oranlarında düşüş yaşamıştır. Küresel büyüme bütün bölgeler itibariyle tekrar yakalanmaya başlansa da, kısa vadede kriz öncesi seviyenin yakalanmasının zor olacağı anlaşılmaktadır. 12 Şekil 7: Küresel Görünüm (Reel GSYH, yüzde değişim) (IMF WEO, 2010) 7 Yaşamakta olduğumuz ciddi küresel krizin en önemli negatif etkisi, belkide gelişmiş ülkelerde daha fazla olmak üzere üretim üzerinde olmaktadır. Bu üretim boşluğunun ancak orta vadede düzelmeye başlayacağı dikkate alındığında, üretim miktarındaki azalmanın istihdam üzerine çok ciddi baskı yapacağı açıktır. Şekil 8’de görüleceği üzere, gerek gelişmekte olan ülkeler, gerekse gelişmiş ülkeler 2009 yılında potansiyel büyüme oranlarının oldukça altında kalmışlardır. Bu da doğal olarak, gerek gelişmiş ülkelerde gerekse gelişmekte olan ülkelerde ciddi üretim açığına neden olmuştur. 13 Şekil 8: Potansiyel Büyüme ve Üretimde Boşluk (IMF WEO, 2009) Reel ve Potansiyel GSYH Bü yüme Üretim Açığı: Dünya Üretim Açığı: Gelişm iş Ekonomiler Üretim Açığı: Gelişm iş Ekonomiler Üretim Açığı: Gelişen Ekonomiler 8 Kriz sonrası ülkelerin bütçe göstergeleri de pek iç açıcı görünmemektedir. Özellikle, zor durumdaki finansal kuruluşları kurtarmak için piyasaya ciddi likidite enjekte eden gelişmiş ülkelerde bütçe açığı ve borç miktarı önemli ölçüde artmıştır. Aynı zamanda kamu harcamalarını artırmak suretiyle işsizlğin azalmasına karşı koymaya çalışan ülkelerde de bütçe açıkları ve kamu borçları artmıştır. Şekil 9’da görüleceği üzere kamu harcamalarını işsizliği azaltmanın ve talebi artırmanın temel mekanizmalarından biri olarak kullanan gelişmiş ülkelerde kamu borcu ciddi oranda artarken, kamu harcamalarını bu amaçla daha az kullanan az gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde kamu borcu artmamıştır. Dünya genelinde toplam borç artış oranı GSYH’nin %35’i düzeylerinde gerçekleşmiştir. Otomatik stabilizatörler için harcanan kaynak, finansal canlandırma ve destek paketleri ve yüksek faiz ödemeleri bu borç artışının nedenleri arasında sayılırken; kriz nedeniyle oluşan gelir kaybı da bu borç artışının önemli sebeplerinden biri olarak görülmektedir. 14 Şekil 9: Bütçe Dengesi, Kamu Borcu ve Borç Artış Nedenleri (GSYH’nin yüzdesi olarak) (IMF WEO, 2010) Kamu Borcu Mali Denge Borç Artış Nedenleri, 2007-14 (Toplam Borç Artışı: GSYH’nin %35,5’i) Mali denge, temelde gelirdeki azalmaya bağlı olarak kötüleşmiştir. Mali canlandırma paketleri, özellikle gelişmiş ekonomilerde borçlanmayı önemli ölçüde artırdı. Bu ülkelerin açıklarını azaltmaları gerekmektedir. 9 Kriz öncesi süreçte, küresel anlamda cari denge sorunlarının yanısıra, gelişmekte olan ülkelere sermaye akışlarının ciddi oranlarda artması da finansal piyasalardaki dengeyi olumsuz etkilemiştir. Gelişmekte olan ekonomilerdeki devasa cari açıklar (GSYH’nin yüzdesi olarak) krizin daha da ağırlaşmasına neden olmuştur. Çin’in cari fazlası 1994’te GSYH’nin %1,4’ünden 2008’de GSYH’nin %10’una ulaşmıştır. Aynı dönemde söz konusu oran, petrol fiyatlarındaki artışın etkisiyle Suudi Arabistan’da %11,7’den %28,9’a, Birleşik Arap Emirlikleri’nde %8,3’ten %15,8’e yükselmiştir. Oysa aynı dönemde ABD’nin cari dengesinin GSYH’sine oranı %-1’den %-4,7’ye gerilemiştir.3 1980 ile 1990 arasında gelişmekte olan ekonomilere ABD’den gelen sermaye akışı (doğrudan sermaye yatırımı ve özel portföy yatırımları) maksimum 25 milyar dolardı. 1990–2003 aralığında ise ABD’den söz konusu sermaye çıkışı yıllık 200 milyar dolar dolaylarına yükselmiştir. 2007’de ise bu tutar ani bir sıçramayla 600 milyar dolar civarına çıkmıştır. (MOHAN, 2009) Tabiki, finansal krizle birlikte gelişmekte olan ekonomilerden ani olarak çıkmaya başlayan sermaye (özellikle sıcak para) bu ülkelerde travmatik bir etki yaratmış, bu süreç, gelişmekte olan ülkelerin para yönetimlerine ve finansal istikrarına ciddi etki etmiştir. 3 MOHAN, age 15 3. Finansal Kriz ve Orta Gelirli Ülkeler 3.1. Genel Açıklama Mevcut küresel krizin yıkıcı etkilerini giderme konusunda hiçbir ülkenin elinde iksir olmasa da, aslında benzer sayılabilecek 1982’de Şili’de, 1994’te Meksika’da, 1998’de Doğu Asya’da ve 2001’de Türkiye’de yaşanan krizlerden dersler çıkarılabilirdi. Yine de, mevcut krizin ortaya çıkardığı önemli dersler olduğu ve bu dersleri çıkararak yoluna devam eden gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini daha sağlam temellere oturtacakları tabidir. Kriz gelişmiş ülkeleri vurduğunda, özellikle gelişimini ihracat eksenli sürdüren Doğu Asya ülkeleri gibi gelişmekte olan ülkeler, ağırlıklı olarak dayandıkları dış, özellikle gelişmiş ekonomilerdeki talebin düşmesiyle ciddi yara almışlardır. Dolayısıyla, dış ve iç talebin dengeli bir şekilde arzı karşılaması gerekliliği açıkça ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin ihracatta AB piyasasına yoğunlaşması gibi, bazı ülkelerin ihracatlarında ürün veya piyasa açısından belirli ürün ve piyasalara yoğunlaştıkları görülmektedir. Bu açıdan çeşitliliği sağlayan ekonomiler dış şoklara karşı daha az kırılgan ve ihracat açısından da bilgi temelli ekonomiler daha avantajlı görünmektedir. Son küresel krizden önce, tüm yorumlar gelişmekte olan ekonomilerin çok başarılı olduğu üzerine kuruluydu. Örneğin, Latin Amerika, Doğu Asya ve Doğu Avrupa ülkelerinin 2003–2007 aralığındaki ortalama büyümeleri sırasıyla %5.5, 5.7 ve 6.6 olarak gerçekleşmiştir. Tablo 1’de de görüleceği üzere, bu ülkelerin pek çoğu ciddi bütçe fazlaları vererek borçlarını azaltmışlardır. Latin Amerika ülkelerindeki borcun GSYH’ye oranı 2003’deki %65 seviyesinden 2007’de %35’e düşürülmüştür. Aynı dönemde Doğu Asya’da bu oran %53’ten %45’e düşerken, Doğu Avrupa’da zaten düşük olan %31’lik oran sürdürülmüştür. Benzer şekilde, aynı peryotta işsizlik oranı, Latin Amerika’da %11’den 7.5’e, Doğu Avrupa’da ise %12’den 8’e düşerken, Doğu Asya’da %5-6 aralığında tutulmuştur.4 4 FOXLEY, Alejandro (2009), The Global Financial Crisis and Middle-Income Countries, Washington DC, Carnegie Endowment 16 Tablo 1: Ekonomik Göstergeler, 2003–20075 Bölge Latin Amerika Doğu Asya Doğu Avrupa Reel GSYH Büyüme Oranı, 2003–2007 (Yıllık Yüzde Ortalama) 5,5 5,7 6,6 Kamu Borcu/ GSYH (Yüzde) 2003 65 53 32 2007 35 45 31 İhracatta Büyüme, 2003–2007 (Yıllık Yüzde Ortalama) 7 10 11 İşsizliğin Toplam İşgücü İçindeki Payı (Yüzde) 2003 2007 11,0 7,5 5,8 5,3 12,0 8,0 Orta gelirli ülkelerin katkıları küresel ekonominin istikrarı için oldukça önemlidir. Açık ekonomi uygulamaları ve internetin de yoğun olarak kullanılmaya başlandığı 1995 sonrasında, küresel ticaret hacmi iki kattan fazla artmıştır. Örneğin, düşük gelirli ülkelerin ihracatlarındaki artış oranı 2003–2007 döneminde yıllık %7 – 11 dolaylarında gerçekleşmiştir. Orta gelirli ülkeler, hem gelişmiş ekonomilerin özelliklerini göstermekte, hem de gelişmekte olan ülkelere özgü nitelikler taşımakta olduğundan; bu ülkelere “ikinci dünya ülkeleri” de denmektedir. Ancak, yoğun olarak kullanılan şekliyle, bu ülkeler de gelişmekte olan ekonomiler kategorisinde sayılmaktadır. Orta gelirli ülkeler, belirli süreçlerle bir büyüme trendi yakalayabilseler bile, sık sık bu büyümenin kesildiği, sosyal gerginliğin yaşandığı ve siyasi istikrarsızlığın asıl olduğu ülkeler olarak bilinmektedirler. Yani, bu ülkelerde ekonominin gidişatını etkileyen faktörler arasında, ekonomi dışı etkenler önemli yer tutmaktadır. Bu genel açıklamalardan sonra, şimdi kısa başlıklar itibariyle kriz ve orta gelirli ülkeleri değerlendirebiliriz. 3.2. Güçlü Ekonomi Politikaları ve Kriz Orta gelirli ülkelerin geçmişte takip ettiği güçlü ve sürekli ekonomi politikaları ve alınan başarılı neticeler, bu ülkelerin krizden etkilenmelerine karşı kalkan olabilir mi? Birkaç ülkeyi irdeleyerek bu soruya cevap arayabiliriz. Şili son zamanlarda Economist tarafından dünyanın en iyi yönetilen ekonomilerinden biri olarak tanımlanmaktaydı. Gerçekten de Şili son yıllarda ciddi ekonomik atılımlar gerçekleştirmiş, satınalma gücü paritesine göre kişi başı milli geliri 20 yıllık süreçte 4.500 dolardan 15.000 dolara çıkmış, yoksulluk oranı ise %45’ten %13’e gerilemiştir. Ekonominin dış dünyayla entegrasyonu, yani dışa açıklık derecesi çok gelişmiş ve son 20 yılda Şili ciddi bütçe fazlaları vererek kamu borcunun GSYH’ye oranını %114’ten %27’ye 5 FOXLEY, age 17 düşürmüştür ki, bu durum ek olarak Şili Hükümetine GSYH’nin %15’i tutarında bir parayı yurtdışında ülkenin egemenliğine yönelik garanti para olarak biriktirmesine imkân sağlamıştır. Aktif sosyal politikalar da vergi gelirleri ile kişisel birikim hesaplarının karışımından oluşan yaratıcı bir birikimden karşılanmıştır. 6 Bu noktada can alıcı soru, gerçekten de ciddi başarılar getiren bu ekonomi politikaları, Şili ekonomisini küresel krize karşı daha az kırılgan mı yapmıştır? Bunu söylemek için erken olmakla birlikte, işsizlik oranının 2010’da %11’e ulaşacağına ilişkin tahminler, Şili ekonomisinin halen oldukça kırılgan olduğunu göstermektedir. 7 Ancak, geçmişte uygulanan söz konusu başarılı politikalar uygulanmamış, en basitinden borcun GSYH’ye oranı olağanüstü oranlarda düşürülmemiş olsa idi, şüphesiz Şili ekonomisinin mevcut küresel krize duyarlılığı daha fazla olurdu. Bu açıdan, Şili ekonomisi bakımından geçmişte uygulanan başarılı politikaların Şili’yi cari krize karşı daha az kırılgan yaptığı söylenebilir. İrlanda, diğer ilginç ve bir o kadar da ders alınabilecek bir örnektir. 20 yıl öncesine kadar orta gelirli ülkeler kategorisinde sayılan ve Avrupa’daki en düşük milli gelire sahip ülkelerden biri olan İrlanda, “Celtic Kaplanı (Celtic Tiger)” süreciyle en yüksek kişi başı gelire sahip ülkelerden bir haline gelmiştir. Celtic Tiger; İrlanda’da 1995– 2007 aralığında gerçekleştirilen olağanüstü büyüme sürecini tanımlamak için kullanılmaktadır, ki bu peryottaki büyümeyle İrlanda Avrupa’nın en düşük kişi başı milli gelirine sahip ülkeleri arasından sıyrılarak, en yüksek kişi başı gelire sahip ülkeler arasına girmiştir.8 Özellikle 1995–2000 aralığında İrlanda ekonomisi %6–11 aralığında büyümüştür. Bu süreçte AB üyesi olmanın avantajlarını kullandığı tabidir. Bu ‘İrlanda formülü’ olarak incelenen etkileyici başarı öyküsü üzerine pek çok ülke politikacıları ve ekonomistler tarafından araştırmalar, incelemeler yapılmıştır. Tüm bu başarı öyküsüne rağmen, 2009’da %8 oranlarında küçülen İrlanda ekonomisinin, 2010 yılında da %3’ler düzeyinde küçülmeye devam etmesi ve işsizlik oranının da 2010 sonunda %13 seviyelerine ulaşması beklenmektedir.9 İspanya da 20 yıllık süreç içerisinde orta gelirli ülkeler grubundan gelişmiş ekonomiler seviyesine yükselen bir diğer örnektir. Fakat İspanya’da da işsizlik oranı %17 6 FOXLEY, age FOXLEY, age 8 KIERAN, Allen. (2000), “The Celtic Tiger – The myth of social partnership in Ireland”. Manchester University Press, Manchester, UK 9 FOXLEY, age 7 18 seviyelerine ulaşmış ve 2010’da %20’yi aşması beklenmektedir. Avrupa’daki iş kayıplarının hemen hemen yarısı İspanya’da olmuştur. Şüphesiz, ülkelerin krizden etkilenmeleri, o ülkelerin geçmişte uyguladıkları doğru ve başarılı ekonomi politikalarının kötü olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak, şu bir gerçektir ki, ekonomik kalkınma için sihirli bir formül, kısayol, mucize veya model yok. Önemli olan, uygulanan politikaların doğru ve uygun olmasıdır. Ekonomik büyüme de, tutarlı ve uygun politikaların uygulanmasının gerekli olduğu, ekonominin şoklara ve değişimlere karşı koyma yeteneğinin geliştirildiği ve politika yanlışlarını zamanında düzeltmeyi gerektiren uzun vadeli bir süreçtir. 3.3. Kriz Öncesi Ekonomi Politikalarını Önemi Tartışması yapılabilecek önemli konulardan birisi de, geçmişte yaşanan çok sayıda benzer krizlere rağmen, neden aynı yanlışları yapmaya devam ettiğimizdir? AB’ye yeni üye olmuş Doğu Avrupa ülkelerinde, bütçe açıklarının yanısıra cari açıklarda önemli problem olarak göze çarpmakta ve bu açıkların kısa vadeli dış borçlarla kapatılması da ek sorun olarak görünmektedir. Geri ödemelerin yüklü tutarlarda olması, buna karşın döviz rezervlerinin oldukça yetersiz kalması, bu ekonomilerin sermaye hareketlerinde yaşanacak ani iniş çıkışlara karşı kırılganlığını ciddi ölçüde artırmaktadır. Tablo 2’de de görüldüğü üzere, Latin Amerika ve Doğu Asya’daki orta gelirli ülkelerle kıyaslandığında, Doğu Avrupa ülkeleri çok daha kırılgan görünmektedir. Gerçekten de, IMF’nin tahminlerine göre, Doğu Avrupa ülkelerine net sermaye girişi 2008’deki 254 milyar dolar düzeyinden 2009’da 30 milyar dolar düzeylerine gerilemiştir, ki bu durum Türkiye’nin durumuna benzemektedir. Tablo 2: Cari Hesap ve Borç Oranları, 2003-200710 Bölge Doğu Avrupa Latin Amerika Doğu Asya 10 Cari Denge (GSYH'nin yüzdesi olarak) (yıllık ortalama) 2003-2007 2008-2010 -9,2 -7,2 2,7 -0,9 7,5 6,0 Dış Borcun GSYH'ye oranı, 2008 (%) 89,4 26,6 32,0 FOXLEY, age 19 Özel Sektör Dış Borçlarının Toplam Dış Borca Oranı, 2008 (%) 85,6 63,6 83,3 Rezervlerin Kısa Vadeli Dış Borca Oranı, 2007 (%) 102 341 285 Şili’nin 1982’de yaşadığı finansal kriz de benzer özellikler göstermektedir. Yine Meksika’da 1990’ların ortalarında yaşanan “Tequila Krizi” de benzerlikler içermektedir. Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Meksika’nın da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA)’ya üye olması bu ülke için “güvenlik ağı” oluşturmuş ve ülkenin artan cari açığı ve bütçe açığı özellikle ABD’den gelen sermaye girişleriyle finanse edilmiştir. 1998 Asya krizinde ise özel sektörün çok yüksek oranlarda borçlu olması, krizi tetikleyen en önemli sebeplerden biriydi. Dolayısıyla, finansal krizlerin temelinde finansal dengesizliklerin yattığı açıktır. Türkiye’nin krizden etkilenmesini belirleyen ana etkenlerin başında da finansal sistemde oluşan dengesizlik gelmektedir. Aşağıdaki şekilden de görüleceği üzere, 2007 yılına kadar gerek portföy yatırımları, gerekse doğrudan yatırımlar kanalıyla Türkiye’ye gelen sermaye tutarında 2008 sonlarından başlayarak 2009 yılı son çeyreğine kadar devam eden azalma, Türkiye’nin dış dünyaya olan yükümlülüklerini de 100 milyar dolardan fazla azaltarak 200 milyar seviyelerine geriletmiştir. Bu yönüyle olumlu görünen fotoğraf, ekonomik büyümesini tüketim, tüketim talebinin beslediği ithalat ve ithalatı finanse eden söz konusu para girişlerine dayalı olduğu dikkate alındığında; bu para girişlerinin azalması, durması veya tersine dönmesi doğrudan Türkiye ekonomisinin büyümesini negatife çevirmiştir. Şekil 10: Kriz Döneminde Sermaye Hareketleri (Milyar $) 600 482,2 400 456,8 383,0 154,0 200 80,0 143,2 120,6 68,8 91,2 0 UYP (Net) -200 -400 Yükümlülükler Yurtiçinde doğrudan yatırımlar Portföy yatırımları -202,7 -314,8 -281,8 2007 2008 2009 Doğal olarak finansman sıkıntısı yaşayan talep, ithalatın azalmasına, bu da dış ticaret açığının düşmesine neden olmuştur. Doğal olarak küresel bazlı finansal krizin dış 20 dünyada ciddi talep daralmalarına yol açması, ihracatın da azalmasına neden olmuştur. Şekil 11: Kriz Döneminde Dış Ticaret (Milyar $) 200 193,8 177,3 162,2 160 140,8 120 134,5 115,4 120,9 109,6 80 56,4 53,0 46,8 40 24,9 0 2007 2008 2009 İhracatı İthalatı 2010 Dış Tic. Açığı 2008’den başlayarak çeyrek dönemler itibariyle büyüme oranlarına baktığımızda, sermaye girişinin kesilip sermaye çıkışlarının başladığı 2008 sonlarından tekrar sermaye girişlerinin artmaya başladığı 2009 son çeyreğine kadar Türkiye ekonomisinin ciddi oranlarda küçüldüğü görülmektedir. Özellikle krizin orta gelirli ülkeler açısından zirve yaptığı 2009 yılının ilk çeyreğinde, Türkiye ekonomisi de %15’e yakın küçülmüştür. Şekil 12: Kriz Ortamında Büyüme Oranları (%) 15 10 11,8 7,0 5 10,2 6,0 2,6 5,5 0,9 0 -5 1 2 3 2008 -10 -15 4 1 -7,0 2 -7,6 3 -2,7 2009 4 1 2 3 2010 -14,6 -20 Açık olan bir şey var ki, geçmiş krizlerden ders alma konusunda yetenekli olduğumuz söylenemez. En ilginci de, daha önce yaşanan krizlerin, olayların etkileri halen orta gelirli ülkelerin hafızalarında dururken, bu ülkelerin çoğu son krizde aynı negatif 21 etkilerle tekrar karşılaşmışlardır. Ülkemizde 2001 krizinden bankacılık yönüyle çok ciddi dersler çıkarmış ve önemli reformlar gerçekleştirmiştir. Fakat, her borcun bir geri ödemesi olduğu düşünüldüğünde, dış dünyadan gelen sermaye tutarlarıyla tüketimini ve ekonomik gelişimini finanse eden Türkiye’nin söz konusu finansal yapısını düzeltmesi gerektiği açıktır. 3.4. İhracat Eksenli Büyüme ve Kriz Küreselleşen dünyada ihracattaki başarı, bir ekonominin rekabet gücü, üretimde verimlilik ve girişimcilik kapasitesi açısından önemli bir gösterge olarak kabul edilmektedir. Bu kapsamda örnek gösterilen ülkeler ise Asya Kaplanları olarak da bilinen Doğu Asya ülkeleridir. Orta gelirli ülkeler açısından, ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerin Doğu Asya ve Latin Amerika ülkeleri olduğu söylenebilir. Bu ülkeler, cari açık – bütçe açığı ikilisinden veya finansal krizden doğrudan etkilenmediler. Burada, ihracata toplam talebin bir unsuru olarak bakmak doğru olacaktır. Yani, krizin gelişmiş ülkeleri vurması ve resesyon nedeniyle bunlardaki talebin önemli ölçüde azalması, en başta bu ülkelere ihracat yapan ülkeleri etkilemiştir. 2009 yılına ilişkin veriler de bu tezi doğrular niteliktedir. Ortalama olarak, Doğu Asya ülkelerinin GSYH’si %4.3 küçülmüş, Latin Amerika’daki büyüme oranları ise sıfıra yakın gerçekleşmiştir.11 Tablo 3’den anlaşılacağı üzere, dış talebe aşırı bağlılık ve iç talebin yeterince kullanılamaması, Doğu Asya ekonomilerinin krize duyarlılığını önemli ölçüde artırmıştır. Tablo 3: Özel Tüketim ve İhracat (GSYH’nin yüzdesi olarak, 2008)12 Ülke Çin Güney Kore Malezya Singapur Arjantin Brezilya Şili Kolombiya Meksika ABD İngiltere Almanya 11 12 Özel Tüketim Harcamalarının GSYH İçindeki Payı 33 54 45 38 59 61 55 63 65 70 63 57 FOXLEY, age FOXLEY, age 22 İhracatın GSYH İçindeki Payı 42 46 110 230 24 14 47 17 28 11 26 47 Bu durum, IMF’nin son raporlarında da vurgulanmaktadır. (IMF REO, 2009) Gerçekten sürpriz olarak algılansa da, IMF, Doğu Asya ülkelerine altyapı yatırımları, sağlık ve konut, eğitim ve iş eğitimi, hane halkı tüketim harcamalarının artırılması ve tasarruflarının azaltılması için teşvikler geliştirilmesi konularına eğilmelerini tavsiye etmektedir. Dolayısıyla, ihracat eksenli büyüme stratejisi belirleyen Doğu Asya ülkelerinin son finansal krizden ciddi ölçüde etkilenmesi de göstermektedir ki, büyüme stratejisi sadece dış talebe dayandırılmamalı, iç talep de dengeli bir şekilde bu süreçte kullanılmalıdır. 3.5. Serbest Ticaret ve Kriz Son yirmi yıldır serbest ticaret, yani ticarete yönelik sınırların kaldırılması yönündeki eğilim artmaktadır. Bazı ülkeler, serbest ticaret imkânlarını ihracat yapacakları ülke veya ülke gruplarını tespit için kullanmakta ve serbest ticaretin geçerli olduğu bölgeye yoğunlaşmaktadır. Diğer ülkeler ise “açık bölge” yöntemiyle, fırsat doğduğu anda eş zamanlı olarak farklı bölge bloklarıyla veya birebir ülkelerle müzakereler yapmaktadır. Birinci yönteme Meksika ve Türkiye, ikinci yönteme ise Brezilya ve Şili örnek olarak gösterilebilir. Örneğin, Türkiye ihracat açısından ağırlıklı olarak AB üyesi ülkelere, Meksika ise NAFTA üyesi ülkelere, özellikle ABD’ye yoğunlaşmıştır. Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, Meksika ihracatının %87’si Kuzey Amerika pazarına giderken, sadece %2’si Asya, %5’i Avrupa ve diğer %5’i ise Latin Amerika’ya gitmektedir.13 Türkiye ihracatının ise %65’i Avrupa (%56’sı AB üyesi ülkeler), %5’i Asya, %7’si ise Amerika’ya gitmektedir. Türkiye’ye komşu yakın ve ortadoğu ülkelerini de Asya’ya yapılan ihracata dahil ettiğimizde, Asya’nın payı %18’e yükselmektedir. Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, Brezilya ve Şili, Türkiye ve Meksika ile kıyaslandığında ihracat açısından çok daha dengeli bir dış talep oluşturmuş görünmektedir. Tablo 4: İhracatta Farklı Piyasaların Payı, 2006 (%)14 İhracatçı Ülke Şili Brezilya Türkiye Meksika 13 14 Kuzey Amerika 18 20 6 87 İhracat Yapılan Piyasa Avrupa Birliği Latin Amerika 27 17 23 24 56 1 5 5 FOXLEY, age FOXLEY, age ve TUIK verileri 23 Asya 35 20 18 3 Bu strateji neticesinde, ABD ekonomisi ile AB ekonomileri önce finansal krizle, ardından durgunlukla sarsılmaya başlayınca, 2009’da %5 dolaylarında küçülen Türkiye ekonomisi ve %4 dolaylarında küçülen Meksika ekonomisi bundan en çok etkilenen ekonomiler arasında yer almışlardır. Hâlbuki dış piyasalar açısından ihracatını daha fazla çeşitlendirebilen ve dengeleyebilen Brezilya ve Şili ise 2009’da sadece büyüme oranlarının azalması suretiyle veya sıfıra yakın büyümeyle krizden etkilenmişlerdir. Şili açısından dikkat çeken başka bir nokta daha vardır. Şöyle ki, Şili, Avrupa’dan Kuzey Amerika ve Pasifik Asya’ya, dünya çapında 58 ülke ile serbest ticaret anlaşması imzalayarak, 3,5 milyar potansiyel müşteriye serbestçe ulaşma imkanına sahip olmuştur. Tabi ki, bunun temelinde yatan, Şili’nin ihracatının da büyük bölümünü oluşturan doğal kaynaklar açısından oldukça zengin olmasıdır. Bu özellik de, pek çok Latin Amerika ülkesinin taşıdığı bir özelliktir. Aşağıdaki tabloda yer alan, ülkelerin ihracatının ürün bazlı yoğunluğunu ölçen Heirfindahl-Hirschman Endeksinden de anlaşılacağı üzere, Doğu Asya ve Doğu Avrupa ülkeleri ihracatını çeşitlendirme açısından Latin Amerika ülkelerinden çok daha ileridedirler. Gerçekten de, ihracat yapan 19 temel Latin Amerika ülkesinden 7’si doğal kaynaklar üzerine yoğunlaşmıştır.15 İhracatta yoğunlaşmanın Türkiye’de de tekstil ürünleri (hazır giyim vb dahil) ve son yıllarda da otomotiv sektöründe olduğu söylenebilir. Tablo 5: İhracat Yoğunlaşma Endeksi, 200616 İhracat Yapan Bölge veya Ülke Latin Amerika Şili Venezuela Doğu Asya Doğu Avrupa Herfindahl- Hirschman Endeksi * 31 39 91 21 13 * Herfindahl- Hirschman Endeksi, bir ülkenin ihracatta ihraç edilen mal grupları itibariyle yoğunlaşmasını göstermektedir. Endeks 0 ile 100 arasında değerler almakta ve 0 yoğunlaşmanın olmadığını, 100 ise maksimum düzeyde olduğunu göstermektedir. Şüphesiz ihracatta emtiaya dayalı büyümenin kısa ve uzun vadeli etkileri olacaktır. Kısa vadede, durgunluk olduğu da dikkate alındığında, emtia fiyatları düşecektir. Dolayısıyla, durgunluk sona erene kadar, emtia ihracatına dayalı olarak büyüyen Latin Amerika ülkelerindeki büyümenin azalması veya küçülme bu kapsamda 15 16 FOXLEY, age FOXLEY, age 24 açıklanabilir. Uzun vadede ise, ihracat yapısının ürün bazında çeşitlendirilememesinin mutlaka incelenmesi gerekmektedir. Şili’nin ihracatının %85’inin geleneksel ihracat olarak geleneksel piyasalara ulaştığı, sadece %10’unun serbest ticaret anlaşması vasıtasıyla ulaşılabilir olan yeni piyasalara gittiği ve sadece %5’inin daha önce ihracata konu edilmeyen yeni ürünlerden oluştuğu görülmektedir.17 Bu özellik, çoğu Latin Amerika ülkesi için müşterektir. Bunun aksine, Doğu Asya ekonomileri ise ihracatlarını çeşitlendirme konusunda başarılı olmuşlar, doğal ürünleri işleyerek ve değer katarak satışa konu etmişler ve üretimde gittikçe daha aktif hale gelmişlerdir. Şüphesiz bu süreç, iş gücüne, araştırma geliştirmeye, bilgi teknolojilerine ve altyapıya ciddi yatırım yapılmasıyla doğrudan ilgilidir. Tablo 6: Yıllık Ortalama Reel Büyüme Oranı (%)18 Bölge Latin Amerika Doğu Asya Dünya 1973-1989 3,3 7,4 3,3 1990-2007 3,1 7,5 2,9 İhracatını gerek ürün gerekse ülke bazında çeşitlendirebilen ekonomiler dış şoklara karşı daha az duyarlı ve kırılgandırlar. Tablo 6 açıkça göstermektedir ki, ihracatta çeşitliliği sağlayabilen Doğu Asya ekonomileri aynı zamanda çok daha yüksek büyüme oranı yakalamışlardır. 3.6. Kriz ve İşsizlik Hâlihazırda önemi tartışılmaz olan istihdam sorunu, işgücü verimliliğinin artırılması ve yeni iş alanları yaratmak suretiyle istihdamın artırılması, gelecekte de orta gelirli ülkeler açısından çok önemli bir sorun olarak görünmektedir. Mevcut kriz, çoğu ülkede toplam talebi azaltmak suretiyle negatif etki göstermiştir. Aniden tüketime ve ihracata yönelik kredilerin durması, enflasyonun düşmesi, toplam talebin düşmesi işsizliği artıracağı gibi, artan işsizlik de talebin düşmesini besleyecektir.19 Bu nedenle, kriz sonrası orta gelirli ülkelerin en önemli sorunu yeni iş alanları yaratarak işsizliği azaltmak ve işgücü yeteneğini artırmak olacaktır. Bunun için de işgücü piyasasına yönelik ciddi reformlar yapılması gerekecektir. İşgücü piyasasını 17 FOXLEY, age FOXLEY, age 19 FOXLEY, age 18 25 reforme etmeden bu sorunları aşmak mümkün olmamakla birlikte, bu alanda reform yapmakta politik açıdan en riskli işlemlerden biri olarak değerlendirilebilir. 4. Finansal Krizin Çin ve Hindistan’a Etkileri Özellikle işgücü maliyetleri ve sınırsız işgücü potansiyelleriyle Çin ve Hindistan, korumacılık politikalarının gündeme gelmesinin en önemli nedenleri konumundadırlar. Hâlihazırda dünyanın üretim ambarı olan Çin’in ve gelecek yıllarda Çin’e katılması öngörülen Hindistan’ın krizden nasıl etkilendikleri ve nasıl cevap verdikleri, dış ticarette özellikle bu ülkelere karşı öngörülen korumacılık politikalarının değerlendirilmesi açısından önem arz etmektedir. Aynı zamanda, döviz kurunu dış ticaret politikalarında aktif olarak kullanan Çin’in bu kapsamda da irdelemeye tabi tutulması gerekmektedir. Krizin ülkeler ve coğrafi bölgeler itibariyle farklı etkileri görülmekle birlikte, halen kesin sonuçlarını ortaya koymak zor görünmektedir. Finansal kriz, gelişmiş ülkeler üzerinde çok ciddi sonuçlar ortaya çıkarırken, Çin ve Hindistan gibi yeni ve önemli oyuncuları da daha güçlü şekilde ortaya çıkarmaktadır. 4.1. Çin’e Etkileri Global finansal kriz şüphesiz Çin’i de ihracatını, yabancı para rezervlerini ve yapısal uyumunu kötüleştirerek etkilemiştir. Çin hükümeti de krizin etkilerini azaltmak için etkili önlemler almıştır. Ancak, bu önlemlerin kısa vadede ekonomik büyümeyi olumlu etkileyeceğine yönelik kanı kesin iken, uzun vadede ve yeni riskler karşısında bu politikaların yeterli olup olmayacağı tartışılmaktadır. Politika önerileri temelde iç tüketim potansiyelini de dikkate alarak, hane halkı tüketim harcamalarının nasıl artırılacağı, krizin işsizlik üzerindeki etkilerinin nasıl azaltılacağı ve Çin’in yabancı para portföyünün nasıl çeşitlendirileceği üzerine kurulmaktadır. Öncelikli olarak, dış piyasalardaki talebin azalması, ekonomik kalkınmasını üretim ve ihracat üzerine kuran Çin’i ciddi anlamda etkilemiştir. İkinci olarak, 2008’in sonunda Çin Merkez Bankası’nın (The People’s Bank of China) ağırlığı ABD doları, özellikle ABD Hazine kâğıtlarından oluşan 1,95 trilyon dolar düzeyinde yabancı para rezervi vardı. Tabi ki, ABD Hazine kağıtlarında meydana gelebilecek bir değer kaybı, 26 devalüasyon olasılığı doğrudan Çin Merkez Bankası rezervlerinin satın alma gücünün azalması anlamına gelmekteydi.20 Çin hükümeti krizin etkilerini azaltmak için zamanında ve ciddi önlemler almıştır. 2008’in üçüncü çeyreğinden sonra, Çin Hükümeti aktif maliye politikaları ve genişletici para politikası kombinasyonunu uygulamaya koymuştur. RMB’nin dolar karşısında değer kazanması 2008’in ikinci çeyreğinden sonra durmuştur. Çin’in şüphesiz ihracat eksenli ekonomik kalkınma modelini yumuşatması ve iç talebi canlandırıcı ve ekonomik büyümeyi yönlendirici pozisyona sokması önemli görünmektedir. Çin’in ekonomik büyümesi temel itibariyle net ihracatının artmasına bağlı görünmektedir. 2008’de ihracatın GSYH’ye oranı %32’ye ulaşmış ve ihracat – ithalat toplamının oranı ise %59 olarak gerçekleşmiştir. Net ihracatın (mal ve hizmetler) Çin’in büyümesine katkısı 2007’de %20’nin üzerinde gerçekleşmiştir. Dahası, ihracat içindeki payı en fazla olan işgücü yoğun sektörlerde daha ziyade kırsal kesimden gelmiş niteliksiz işçiler çalışmaktadır.21 Çin’in ihracatının çok büyük bölümünü yaptığı ABD, Euro bölgesi ve Japonya da ekonomik durgunluğu derinden yaşayan ekonomiler konumundadır. Diğer ihracat yaptığı Hong Kong, Tayvan, Güney Kore ve ASEAN ülkeleri de dramatik ekonomik düşüşler yaşamıştır. Sonuç olarak, 2008’in dördüncü çeyreğinden sonra Çin’in ihracatı ciddi şekilde düşüş göstermiştir. Fakat, global enerji ve emtia fiyatlarındaki düşüşle birlikte, Çin’in iç talebindeki daralma neticesinde, ithalat ihracattan çok daha hızlı gerilemiş ve bu da dış ticaret fazlasını artırmıştır. 20 ZHANG, Zhang (2009), “The Impact of the Global Crisis on China and its Reaction (ARI)”, ARI 62/2009 – 14/4/2009, http://www.realinstitutoelcano.org/wps/wcm/connect/7f3587804f018af4aad8ee 3170baead1/ARI62-2009_Ming_Global_Crisis_China_Reaction.pdf?MOD=AJPERES& CACHEID=7f3587804f018af4aad8ee3170baead1, (Erişim: 20.01.2011) 21 ZHANG, age 27 Şekil 10: Çin’in ithalat ve ihracatı (Sol taraf % , sağ taraf 100 mn AB D doları ) (Çin Ticaret Bakanlığı İnternet Sitesi) 10 Bu küresel kriz neticesinde, Çin’in sahil kesimindeki ihracat eksenli pek çok firma iflas ederken, 20 milyon civarında niteliksiz işçi de işini kaybetmiştir. Bunun yanı sıra, ihracattaki azalmayla birlikte gayrimenkul sektöründeki gerileme sonucunda, Çin’in büyümesi 2007’deki %13 seviyelerinden 2008’de %9.5, 2009’da da %8.5 seviyelerine gerilemiştir. Şüphesiz Çin Hükümetinin ihracat eksenli üretim sektörlerindeki büyüme stratejisinin temelinde, bu sektörlerin çok fazla istihdam alanı yaratma yeteneği yatmaktadır. Fakat, son krizle birlikte bu sektörlerde de yoğun iş kayıplarının yaşanması, Çin’in işsizlik rakamını da oldukça yukarılara çekmiştir. Bütün bu olumsuzlukları gidermek amacıyla, Çin ihracata yönelik vergi iadelerini devam ettirirken, RMB’nin dolar karşısında değerlenmemesi için döviz piyasasına müdahale etmektedir. Fakat tabidir ki, yurt dışı talebin kontrol edilemez şekilde değişken oluşu, Çin’in önündeki en önemli sorun olarak görünmektedir. Krizin Çin’in yabancı para rezervlerine de ciddi etkisi olduğu tabidir. 2008’in sonunda Çin’in yabancı para rezervleri 1,95 trilyon dolara ulaşmıştı. Bu rezervlerin para cinsleri itibariyle oranları belli olmamakla birlikte, IMF’nin COFER istatistiklerine göre, 2008’in üçüncü çeyreği itibariyle gelişmekte olan ülkelerin rezervleri ağırlıklı olarak dolar ve eurodan (%61 dolar, %28 euro) oluşmaktadır. Çin’in rezervlerinin de bu ortalamayla doğru orantılı olduğu tahmin edilmektedir. ABD Hazinesi’nin yayınladığı verilere göre ise, Haziran 2008 sonu itibariyle Çin 1.2 trilyon doların üzerinde bir rezervini Amerikan borçlanma senetlerinde tutmaktadır. Dolayısıyla, Çin’in yabancı 28 para rezervleri ağırlıklı olarak ABD dolarından, özellikle ABD borçlanma senetlerinden oluşmaktadır.22 Krizin devamında ABD Hükümeti oldukça genişletici para ve maliye politikaları uygulamaya koymuştur. Paulson’un 700 milyar dolarlık TARP programı, Obama’nın 789 milyar dolarlık yardım paketi ve Geithner’in 2 trilyon dolarlık finansal istikrar planı, 2009’da bütçe açığının GSYH’nin %12’sini de aşarak 1,75 trilyon dolar seviyelerine çıkmasına neden olmuştur. ABD Merkez Bankası da faizleri %5.25’ten %0-0.25 seviyelerine indirmiş ve ekonomiye değişik yollarla para ve kredi pompalamaya başlamıştır. Lehman Brothers’ın iflas ettiği Ekim 2008 ortasından 2008 sonuna kadar ABD Merkez Bankası’nın bilanço büyüklüğü 950 milyar dolardan 2.27 trilyon dolara ulaşmıştır.23 Bu kurtarma paketini finanse etmek için iki yol takip edilebilirdi. Birincisi, 2009’da asgari 2 trilyon dolarlık olmak üzere daha fazla borçlanma kağıdı ihraç etmek. Bu alternatifte, borçlanma senetlerine talep yeterli olmazsa, hazine kağıtlarının değeri düşecek ve elinde en çok ABD Hazine kağıdı bulunduran Çin de bu süreçte ciddi zarar edecekti. İkinci alternatif ise, ABD Merkez Bankasının para basması idi, ki bu da kaçınılmaz olarak enflasyona ve doların diğer temel para birimleri karşısında değer kaybetmesine neden olacaktı. Yani, her iki alternatifte de Çin’in elindeki dolar cinsinden portföyün satın alma gücü ciddi şekilde düşecekti. Çin’in dış ticaret fazlasının en önemli nedeni olarak görülen RMB’nin değersiz olmasının önlenmesi amacıyla Çin Hükümeti 2005’te yeni bir döviz kuru politikası uygulamaya başlamıştır. Bu politika ile, RMB’nin değeri dolar cinsinden değil, yabancı paralardan oluşan bir sepete göre belirlenmekteydi. Bununla birlikte RMB dolara karşı ciddi anlamda değer kazanmıştır. Krizin en önemli sonuçlarından birisi de Çin’in ihracatını önemli ölçüde azaltması olmuştur. Buna karşın Çin de, uluslararası rekabet gücünün korunması amacıyla RMB’nin daha fazla değer kazanmasını önlemek amacıyla döviz piyasasına müdahalesini artırmıştır. Dış talebin azaldığı ve ticaret duvarlarının arttığı böyle bir ortamda, RMB’nin değerlenmesine izin verilmemesi veya değersizleştirilmesi Çin’in ihracatını artıracak olmakla birlikte, şüphesiz dış ticaret dengesini kendi lehine daha da fazla bozacaktır. 22 23 ZHANG, age ZHANG, age 29 Lehman Brothers’ın iflasından sonra, Çin Hükümeti politik önceliğini enflasyondan, ekonomik büyümeye çekmiştir. Makro bazda uyguladığı politikalar, aktif maliye politikası, genişletici para politikası ve sabit döviz kuru politikasını içermekteydi. Maliye politikası olarak, dünya çapında en büyük kurtarma paketlerinden biri olan 4 trilyon RMB (588 milyar dolar) tutarında yatırım paketi uygulamaya konmuştur. Para politikasında da, mevduat ve kredi faiz oranlarını sırasıyla %4.14 ve %7.47’den %2.25 ve %5.31’e indirmiştir. Zorunlu karşılık oranı da %17,5’ten %13,5’e indirilmiştir. Merkez Bankası tarafından ticari bankalara uygulanan kredi kotası da 2008’in son çeyreğinde kaldırılmıştır. Bu politikalarla iç talepte canlılık yaratılmış ve Ocak 2009’da banka kredileri 1.62 trilyon RMB tutarında, bir önceki yıla göre üçte bir oranında artmıştır. Aynı zamanda, Merkez Bankası döviz kuruna aktif müdahale politikası uygulamıştır.24 4 trilyon dolar RMB tutarındaki yatırım paketinin %80’i altyapı ve mülkiyet yatırımlarına tahsis edilmiş ve 2009’un ikinci yarısı ile 2010’da ciddi sonuçları alınmaya başlanmıştır. Aynı zamanda, 2008’in son çeyreğinden 2009’un son çeyreğine banka kredilerindeki olağanüstü artışlar da bu yatırımları kolaylaştırmıştır. Bu genişletici makro ekonomi politikaları sayesinde Çin ekonomisi, 2009’da da %8.5 dolaylarında büyümüştür. Mevcut finansal kriz Çin için ciddi sorunlara neden olsa da, bu avantaj olarak da değerlendirilebilir. Çin, yapısal reformlarını hayata geçirebileceği gibi, yatırımlarını denizaşırı ülkelere de genişletebilir. Zira, dünya üzerinde ciddi rezervlere sahip olup alım yapabilecek güce sahip ülke fazla olmadığı gibi, krizin etkisiyle özellikle gelişmiş ülkelerdeki yatırım fiyatları olağanüstü ölçüde düşmüştür. Kısa vadeli ekonomik büyüme ve yapısal reformların hızlandırılması için, Çin ülke içi hane halkı tüketimini artırmalıdır. Bunun da öncelikli yöntemi, hane halkı gelirinin artırılması ve yeterli sosyal güvencenin sağlanmasıdır. 4.2. Hindistan’a Etkisi Lehman Brothers’ın iflasından sonra küresel sermaye piyasalarında meydana gelen likidite sıkışıklığı, darlığı Hindistan ekonomisi üzerinde oldukça ciddi etkiler doğurmuştur. Şöyle ki, bu durum bir yandan kurumsal yabancı yatırımlarda devasa 24 ZHANG, age 30 para çıkışlarına neden olurken, diğer yandan Hindistan bankaları yoğun olarak iç kredi taleplerine yönelmeye başlamışlardır. Diğer taraftan, gelişmiş ülkelerdeki durgunlukla beraber, Hindistan’ın ihracat yaptığı temel ülkelerde talebin aşırı derecede düşmesi de ekonomiyi çok etkilemiştir. Mal ihracatı Ekim 2008’den Mayıs 2009’a kadar %17’nin üzerinde azalırken, Mayıs 2009’da da Mayıs 2008’e göre %29,2 düşmüştür. Benzer şekilde, hizmet ihracatındaki artış 2009’un ilk çeyreğinde 2008’in ilk çeyreğine göre %5.9 oranında artarken, bir önceki yılki artış oranı olan %34’ün oldukça gerisinde kalmıştır. Turizm, seyahat, sigorta ve bankacılık sektörleri daralırken, Hindistan’ın en önemli ihracat kalemlerinden olan yazılım ihracatına ilişkin artış oranı %21’den fazla azalmıştır. 2008 ve 2009’un son çeyrekleri kıyaslandığında da, hizmet ihracatı yine %6,6 azalma göstermiştir.25 Hindistan ekonomisi 2008’in ikinci çeyreğinden 2009’un ikinci çeyreğine kadar %5,8 büyüyerek, bir önceki %9 oranının oldukça altında kalmıştır. Şüphesiz bu veriler küresel krizin ekonomi üzerindeki etkilerinin net olarak görülmesini sağlamıştır. Sektörel bazda, sosyal ve personel hizmetlerde %17,5 ve gayrimenkul ve iş hizmetlerinde de %8,9’luk büyüme, ticaret, otel, seyahat ve telekomünikasyon hizmetlerindeki keskin düşüşe rağmen sağlıklı büyümenin devamını sağlamıştır. İkincil sektör olarak, genel ve üretim sektörünün performansı oldukça kötü gerçekleşmiştir. İç ve dış talepte meydana gelen azalma ile birlikte, üretim sektörü %0,3 küçülürken, inşaat da %8.3’ten %5.5’e gerilemiştir.26 2008-2009 döneminde Hindistan’ın çektiği doğrudan yabancı sermaye tutarında artış olurken, toplam yabancı sermayede, bir önceki yılın aksine ciddi çıkışlar yaşanmıştır. Ayrıca, aynı dönemde, dış ticari borçlanmalar ve kısa vadeli ticari krediler önemli ölçüde azalmıştır. Son yıllarda, Hindistan’ın GSYH rakamlarında artarak devam eden büyüme ile tasarruf – yatırım arasındaki fark kademeli olarak daralmış ve %-1.5’ten %-0.3’e gelmiştir. Bunun sonucu olarak da, Hindistan iç tasarruf ve yatırımda ciddi 25 VASHISHT, Pankay / PATHAK, Sriparna (2009), “The Global Economic Crisis and India: An Analysis (ARI)”, http://realinstitutoelcano.org/wps/portal/rielcano_eng/Content?WCM_GLOBAL_CONTEXT=/elcano/Elc ano_in/Zonas_in/ARI129-2009, (Erişim: 10.01.2011) 26 VASHISHT / PATHAK, age 31 yükselişlere şahit olmaktadır. Bu da, iç tasarruflarla yatırımlarını finanse etme imkanı tanımaktadır. Hâlihazırda, Hindistan’ın iç tasarruf miktarı artmaya devam etmektedir.27 Orta vadede kilit politika, enflasyon beklentilerinde uluslararası seviyelere doğru bir azalma ve uzun süreli faiz oranını devam ettirmektir. Aynı şekilde, orta vadede, para yönetiminin hızlı büyüyen ve açık ekonomi niteliği gelişen piyasadaki ihtiyaçlara uyarlanmaya, finansal derinliğin ve parasallaşmanın gelişmesine ihtiyaç vardır. Bu kapsama, finansal istikrar ve fiyat istikrarı bozulmadan toplam para hacminin genişlemesi dâhil edilebilir. Bu doğrultuda, Hindistan Merkez Bankası’nın orta vadeli konular açısından uygun değerlendirmeler yapması ve aşağıdaki sorulara cevap araması gerekmektedir:28 Uygun döviz kuru seviyesinin değerlendirilmesi için cari denge iyi bir ölçü olarak dikkate alınabilir mi? Sermaye hesapları döviz kurunu ne kadar etkilemektedir? Geniş cari açığın reel ekonomi üzerine etkileri nelerdir? Orta vadede, geniş ve oynak sermaye akımlarına karşı verilecek en uygun karşılık; sağlam makro ekonomik politikalar, basiretli borç yönetimi, döviz kuru esnekliği, etkili sermaye hesabı yönetimi, kendi kendine sigorta olarak uygun seviyelere kadar rezervleri güçlendirmek ve esnek iç finansal piyasaların gelişiminin kombinasyonu olacaktır. Ancak, cari açığın döviz kuru seviyesini belirlemede dikkate alınması mümkün olduğu gibi, sermaye hareketlerinin döviz kurunu baskılamasını minimize edecek politikalar da uygulanabilir. Hindistan’ın temelleri ve finansal sektörü halen güçlü ve sağlam yapısını korumaktadır. Para politikası esnek ve yeterli enstrümana sahip görünmektedir. Hindistan’a gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımları çok yoğun olmasa da, devamlılığını korumaktadır. Tarım sektöründeki verimlilik artmaktadır. En önemlisi, Hindistan’ın ekonomik büyümesinin neredeyse tamamı iç piyasa tarafından finanse edilmektedir. Sonuç olarak, Hindistan ekonomisi hızlı bir şekilde krizin etkilerini 27 28 MOHAN, age MOHAN, age 32 giderecek ve kısa süre içerisinde yine %9 ve üzerinde büyüme oranlarını yakalayacak altyapıya sahiptir.29 4.3. Sınırsız İşgücü Teorisi “Lewis’in çift sektörlü kalkınma modeline (Lewis Model)30”, gelişmemiş ekonomiler (ve gelişmekte olan ülkeler) geleneksel tarım sektörü ve modern sanayi sektöründen oluşan ikili bir ekonomik yapıya sahiptir. Geleneksel tarım sektörünün düşük verimlilik, düşük gelir, düşük tasarruf ve dikkate alınacak derecede gizli işsizlikle vasıflandırılan “karın tokluğuna çalışılan sektör” olması; sanayi sektörünün ise yüksek yatırım seviyesiyle birlikte teknolojik olarak gelişmiş yapısı dikkate alındığında, geleneksel tarım setöründeki işgücü modern sanayi sektörüne transfer olacaktır. Modern sektördeki büyüme ise tarım sektöründen gelen işgücünü absorbe edecek, bu da sanayileşmeyi hızlandıracak ve böylece ekonomik growth gerçekleşecektir. 31 Çin ve Hindistan’ın ekonomik güç olarak ortaya çıkmalarıyla birlikte, Lewis Model ekonomi çevrelerinde hararetle tartışılan konulardan biri haline gelmiştir. Gerçekten de Çin ve Hindistan sahip oldukları devasa tarımsal işgücü ile ne kadar süre de sanayileşmelerini tamamlayabilirler? 2005 verilerine göre32, Çin’in toplam işgücünün %65.1’i (yaklaşık 510 milyon işgücüne denk gelmektedir), Hindistan’ın işgücünün de % 64’ü (yaklaşık 280 milyon işgücü) tarım sektöründe çalışmaktadır. Tarım sektöründen sanayi sektörüne önemli geçişler bundan önce olmakla birlikte ve bundan sonra da Lewis Model’e göre geçişler devam edecektir. Aşağıdaki grafiğe göre, Çin’in 1990 yılında 168.3 milyon olan sanayi işgücü %62.5 artarak 2005’te 273.6 milyona ulaşmış, sayısal anlamda da 105.2 milyon artmıştır. Halen mevcut sanayi işgücünün hemen hemen iki katı tarım sektöründe çalışmaktadır. Şüphesiz Çin’in 1990-2005 yılları arasındaki ekonomik performansı olağanüstüydü. Bu performansı devam ettireceğini ve 15 yılda 105 milyon tarımdan gelen yeni işgücüne sanayi sektöründe istihdam yaratacağını varsayarsak, 510 milyonluk tarımsal işgücünün, en azından gelişmiş ülke seviyesine düşürerek, sanayi 29 MOHAN, age Lewis, Sir Arthur. Economic Development with Unlimited Supplies of Labor. First published in The Manchester School. May 1954 31 Kirkpatrick, Colin & Barrientos, Armando. The Lewis Model After Fifty Years. Development Economics and Public Policy Working Paper Series. Institute for Development Policy and Management. University of Manchester. September 2004. United Nations Public Administration Network (UNPAN) website. www.unpan.org. unpan1.un.org/intradoc/groups/public/documents/nispacee/unpan018979.pd. 32 UNCTAD Handbook of Statistics 2006-07. Digital library of UNCTAD publications. Development Indicators # 8. www.unctad.org. UNCTAD website. http://www.unctad.org/en/docs/tdstat31ch8_enfr.pdf 30 33 sektörüne geçişi yarım asırdan fazla zaman alacaktır. Orta ölçekte bir ülke olan Türkiye’nin kabaca 25 milyon toplam işgücüne sahip olduğunu düşündüğümüzde, sözü edilen rakamların ne kadar yüksek olduğu daha iyi anlaşılabilir. Hindistan’da ise 1990’da 99.8 milyon olan sanayi işgücü %58.4 artarak 2005’te 158.1 milyona ulaşmıştır. Sayısal artış 58.3 milyon olarak gerçekleşmiştir.Hindistan’da da mevcut sanayi işgücünün hemen hemen iki katı tarım sektöründe çalışmaktadır. Tarım sektöründen sanyi sektörüne geçişle ilgili Çin hakkında yaptığımız varsayımı buraya da taşıyabiliriz. Ancak, burada Çin ve Hindistan’ın ekonomik öngörülürlük kuralları çerçevesinde kısa, orta ve uzun vadede sınırsız sanayi işgücüne sahip olduğunu söyleyebiliriz. Şekil 14:Modern sektörlerdeki işgücü sayısının gelişimi, milyon (sanayi dahil, tarım hariç)33 Sonuç olarak, gelişmekte olan ülkelerde tarımsal işgücünün toplam işgücüne oranının ortalama % 10 olduğunu kabul edersek, Çin ve Hindistan’daki tarım sektöründen modern sektörlere geçiş artarak devam edecek, fakat yakın gelecekte bitmeyecektir. Daha da önemlisi, bu yapı Çin ve Hindistan’a dünya ekonomisinde özellikle sanayi, üretim alanında bariz üstünlük getirmektedir. 33 UNCTAD Handbook of Statistics 2006-07 34 5. Krize Karşı Uygulanan Politikalar Son finansal kriz, daha ziyade dünya üzerindeki üretim miktarından, özelde ABD’deki konut miktarından fazla talep yaratılması ve likidite bolluğu suretiyle arz-talep dengesinin talep yönünde bozulması neticesinde ortaya çıkan bir kriz olarak değerlendirilebilir. Bunun neticesinde, krizin reel etkileri olduğu gibi, güven duygusunun erimesi nedeniyle psikolojik etkileri de olmuştur. Bu doğrultuda, alınan tedbirler, küresel finansal sisteminin tümüyle çökebileceği düşüncesiyle iflasa giden finansal kuruluşları kurtarma projeleri ve akabinde talebi artırma ve krizin negatif sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler olarak sıralanabilir. Krize karşı alınan tedbirleri de aslında iki ayrı boyutta ele almak gereklidir. Birincisi, krizin gerçekleşmesi esnasında krizi hafifletmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler, ağırlıklı olarak para politikası uygulanmak suretiyle alınmıştır. Türkiye gibi krizi ithal eden bazı ülkeler de, talebi artırmak için vergi politikası da uygulanmıştır. Krizin neticesinde bütün dünyada ortaya çıkan özellikle işsizlik gibi negatif sonuçları ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler de ağırlıklı olarak maliye politikası, özellikle kamu yatırım ve harcamalarının artırılması yolu ile alınmıştır. Kriz öncelikli olarak ABD’de doğmuş ve aynı enstrümanları uygulayan diğer gelişmiş ülkelere de “benzer ülke” psikolojisiyle sıçramıştır. ABD’de krize ilişkin olayların gerçekleşmesini müteakip, öncelikli olarak Merkez Bankası FED etkin para politikaları uygulayarak piyasayı ciddi anlamda fonlamış veya borçları garanti altına almıştır. Bu süreçte fonlanan finansal kuruluşlar olduğu gibi, AIG gibi tümüyle devletin kontrolüne geçen şirketler de olmuştur. Bu politikaların yanı sıra, en önemlisi Ekonomiyi Canlandırma Yasası olan ve pek çok politika tedbirini içeren değişik politikalar da uygulamaya konulmuştur. Diğer gelişmiş ülkelerde de benzer politikalar uygulama alanı bulmuş, hükümetler banka borçlarını garanti altına almaktan, mevduat güvence sınırını yükseltmeye ve doğrudan finansman teminine kadar pek çok politika uygulamışlardır. Bu kapsamda; Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi diğer gelişmiş ülkelerin uyguladığı politikaları dört ana başlık altında irdelemek mümkündür. Birincisi, banka borçlarına garanti verilmesidir ki, piyasaya güven aşılamak amacıyla öncelikle başvurulan bir yöntem olarak öne çıkmıştır. İkinci olarak, kurtarma imkânı sadece likidite takviyesine ve finansman sağlanmasına bağlı şirketlere doğrudan finansman teminidir ki, özellikle AB ülkelerinde yoğun uygulama alanı bulmuştur. Üçüncü yöntem de, yenilikçi para 35 politikası olarak sınıflandırılan, asıl olarak Merkez Bankalarının özel sektörün elindeki borç kâğıtlarını satın almasını içeren politikalardır. Bunların haricinde, kamu harcamalarının yatırım yoluyla artırılması, borsalarda işlemlerin durdurulması gibi önlemler de alınmıştır ki, bu önlemleri diğer müdahaleler olarak sınıflandırmak mümkündür. Tüm bu süreç sonucunda, gelişmiş ülkelerin piyasaya 2 trilyon dolar dolaylarında para enjekte ettiğini, pek çok büyük finans kuruluşunun kriz sonucunda devletleştirildiğini görmekteyiz. Bundan sonraki süreçte belki de en büyük sorun, paraya boğulan ekonomilerin enflasyona karşı direnimlerinin kırılması, yani talep yönünün dengesiz şekilde arzı aşması olarak değerlendirilebilir. Ancak bu süreç, dünya üretiminde önemli bir paya sahip olan Çin ile artan üretim potansiyeliyle Hindistan açısından daha çok üretme yönünde teşvik anlamına gelebileceği gibi, Türkiye açısından da ithalatla beslenen artan iç tüketim talebine bağlı olarak daha fazla dış ticaret açığı ve cari açık anlamına da gelebilir. Krizin ülkeler üzerindeki etkileri irdelendiğinde, Çin örneğinde olduğu gibi cari açık vermeyen ülkelerin krizden sadece büyüme oranlarının azalması suretiyle etkilendikleri, özellikle cari fazlanın ülke ekonomisi açısından müdahalede ciddi bir avantaj sağladığı; öte yandan, yüksek tutarlarda cari açık veren ülkelerin ise ciddi ekonomik küçülmelerle karşı karşıya kaldığı, gelişmiş ekonomilerde piyasaya nakit para enjekte edilmesi şeklinde gerçekleşen müdahalelerin, yüksek cari açığa sahip gelişmekte olan ekonomilere de kısa süre de sıcak paranın artışı olarak girmesi suretiyle, ekonomik küçülmeyi sınırlandırdığı görülmektedir. Bu kapsamda, Türkiye gibi ülkelerde krizin zirveye ulaştığı 2009 yılının ilk çeyreği, sıcak para akışlarının da durduğu ve hatta çıkışın başladığı, dolayısıyla küçülmenin de en yüksek oranda yaşandığı dönem olmuştur. Daha sonraki dönemlerde ise, gelişmiş ekonomilerde piyasaya enjekte edilen paranın, sıcak para olarak tekrar Türkiye’ye gelmeye başlaması, küçülme oranlarının düşmesine ve nihayetinde tekrar tüketim yoluyla büyümeye geçilmesine yol açmıştır. Dolayısıyla, Türkiye gibi ülkeler açısından krize karşı uygulanan en etkin politikanın, gelişmiş ekonomilerin finansal sektöre ciddi tutarlarda para enjekte etmesi olduğu söylenebilir. 36 İKİNCİ BÖLÜM KRİZ ÖNCESİ VE SONRASINDA TÜRKİYE’NİN EKONOMİK GÖRÜNÜMÜ 1.Ekonomik Büyüme Tüm dünyayı kasıp kavuran son küresel kriz, tüm ülke ekonomilerini çeşitli şekillerde etkilemiş, Türkiye ekonomisinin de %4,7 küçülmesinde başrol oynamıştır. Bu nedenle Türkiye ekonomisi, 2001’deki %5,7’lik küçülme oranından sonra 7 yıl devam ettirdiği büyüme serüvenine 2009’da ara vermiştir. Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, Türkiye açısından GSYH verilerinden belki de en dikkat çekici olanı, yurtiçi tüketim harcamalarının önemli ölçüde ekonominin yönünü belirlemede en etkili unsur olmasıdır. Şekil 15: Yurtiçi Tüketim & Büyüme (Yıllık Değişim - %) 12,0 10,0 8,0 6,0 4,0 2,0 20 09 20 08 20 07 20 06 20 05 20 04 20 03 20 02 20 00 -2,0 20 01 0,0 -4,0 -6,0 -8,0 Yurtiçi Tüketim (%) GSYH Büyüme Oranı (%) Faaliyet kollarına göre GSYH dağılımına baktığımızda, imalat sanayi, tarım, avcılık ve ormancılığın GSYH içindeki payının azaldığını; toptan ve perakende ticaret ile ulaştırma, depolama ve haberleşmenin payının yatay seyrettiğini, konut sahipliğinin payının ise arttığını görmekteyiz. Dolayısıyla, iç talebin en önemli unsurlarından biri olan konut talebi, GSYH’yi besleyen önemli kalemlerden biri olmuştur. 37 Şekil 16: Faaliyet Kollarına Göre GSYH (Cari Fiyatlarla % Dağılım) 30 25 20 15 10 5 0 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 Tarım, Avcılık ve Ormancılık İmalat Sanayii Toptan ve Perakende Ticaret Ulaştırma, Depolama ve Haberleşme Konut Sahipliği Harcamalar yöntemiyle hesaplanan GSYH verilerine baktığımızda ise, yurtiçi tüketim harcamalarının özellikle 2002-2007 sürecinde büyümeyi önemli oranda desteklediği görülmektedir. 2007 yılının sonunda başlayan küresel krizin, sermaye hareketleri yoluyla Türkiye’yi etkilemeyi başladığı 2008 yılında ve zirve yaptığı 2009 yılında, tüketimi besleyen sıcak para girişinin yavaşlaması, durması ve nihayetinde çıkmaya başlaması ile birlikte yurtiçi tüketim harcamalarının GSYH büyümesine katkısı negatife dönmüştür. 2009 yılındaki bu negatif etki, toplamda da GSYH’nin %4,7 oranında küçülmesinde önemli rol oynamıştır. Şekil 17: Yerleşik ve Yerleşik Olmayan Hanehalklarının Yurtiçi Tüketimi 12 10 10,2 9,2 8,1 7,5 8 6 4,9 4,6 4,7 2006 2007 4 2 0 -2 2000 2001 2002 2003 2004 -4 -6 -5,5 -8 38 2005 2008 -0,4 2009 -1,9 2.Ödemeler Dengesi ve Dış Ticaret 2.1. Cari Açık Sorunu ve Kaynakları Cari denge bir ülkenin tasarruf – yatırım dengesini ve ülke profilini gösteren önemli göstergelerden biridir. Cari fazla ülkenin yatırımlarının bir kısmını ülke dışında yaptığını, cari açık ise ülkenin dahili yatırımlarının bir bölümünün yabancıların tasarruflarından karşılandığını ve ülkenin yabancılara borçlandığını göstermektedir. Cari denge teknik anlamda mal ve hizmet ithalatı toplamına yurtdışı yatırımlardan net kazanımların eklenerek, mal ve servis ihracatının çıkarılması suretiyle bulunan bir ekonomik dengedir. Doğal olarak cari dengede en önemli kalemler mal ve hizmet ihracatı ve ithalatıdır. Aşağıdaki tablodan açık olarak görüleceği üzere, Türkiye’nin pozitif büyüme oranını yakaladığı dönemlerde cari açığı artmakta, ekonomik küçülmenin olduğu dönemlerde ise cari açık azalmakta veya cari fazlaya dönmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin ekonomik büyümesi ile cari denge arasında ters orantı olduğu söylenebilir. Şekil 18: Cari İşlemler Dengesi (Milyon $) 10.000 0 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 -10.000 -20.000 -30.000 -40.000 -50.000 TCMB Ödemeler Dengesi istatistiklerine bakıldığında, cari açığın en önemli kaynağının dış ticaret açığı olduğu, özellikle turizm gelirleriyle fazla veren hizmetler dengesinin ise dış ticaret açığının cari açığa etkisini azalttığı görülmektedir. 39 Şekil 19: Seçilmiş Ödemeler Dengesi Verileri (Milyon $) 30.000 20.000 10.000 0 -10.000 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 -20.000 -30.000 -40.000 -50.000 -60.000 -70.000 Cari İşlemler Dış Ticaret Hizmetler Türkiye açısından, ekonomik büyümenin pozitif olduğu dönemlerde dış ticaret açığı artmakta ve ihracatın ithalatı karşılama oranının düşmekte; ekonomik büyümenin negatif olduğu dönemlerde ise dış ticaret açığı azalmakta ve ihracatın ithalatı karşılama oranı %70’in üzerine çıkmaktadır. Bu verilerden ekonomik büyümenin dış ticaret açığını olumsuz etkilediği sonucu çıksa da, daha net sonuçlara varmak için Türkiye’nin büyüme dinamiklerinin ve dış ticaret yapısının daha detaylı incelenmesi gerekmektedir. Şekil 20: Dış Ticaretin Genel Görünümü 250 000 000 80 70 60 50 150 000 000 (%) (Bin $) 200 000 000 40 100 000 000 30 20 50 000 000 10 0 0 2000 2001 2002 2003 İhracat 2004 2005 İthalat 2006 2007 2008 2009 2010 Karşılama Oranı 2.2. Dış Ticaretin Detayları Dış ticarette korumacılık tartışmalarının temelinde şüphesiz gittikçe artan oranda verdiğimiz dış ticaret açıkları yatmaktadır. Bir taraftan, dış ticaret refah seviyesini artırmanın yollarından biri olarak kabul edilirken, diğer taraftan dış ticaret aleyhine 40 gelişen ülkeler bu duruma tedbir almaya çalışmaktadır. Alınacak önlemlerin belirlenmesinde, sorunun doğru teşhisi önemli rol oynamaktadır. Bu kapsamda, Türkiye ekonomisinin neden önlenemez bir şekilde dış ticaret açığı verdiği, bunun Çin gibi ucuz işgücü maliyetlerine sahip ülkelerle rekabet edememekten mi, yoksa üretim altyapısının yetersiz olması nedeniyle ana üretim girdilerinde duyulan ihtiyacın karşılanmasından mı kaynaklandığı, tüketime dayalı büyüme politikaları ile döviz kuru politikalarının bu süreçte ne kadar etkili olduğu gibi temel sorulara cevap aranması gerekmektedir. Şüphesiz nedeni tek bir başlık altında aramak yerine, sorunlu alanların ve konuların tespit edilerek çözüm alternatiflerini tartışmaya açmak gerekmektedir. 2.2.1. Ülkelere ve Ülke Gruplarına Göre Dış Ticaret 2000 yılında Türkiye yaklaşık 27 milyar dolarlık ihracata karşılık, bunun iki katı tutarında yaklaşık 54 milyar dolar ithalat yapmış ve hemen hemen ihracat tutarı kadar dış ticaret açığı vermiş, yani ihracatın ithalatı karşılama oranı %50 dolaylarında gerçekleşmiştir. Bu yılda AB ülkelerine yaptığımız ihracat da ithalat da toplam ihracat ve ithalatın %50’sinin üzerinde gerçekleşmiş ve dış ticaret açığının yaklaşık %50’si AB üyesi ülkelerle yapılan ticaretten kaynaklanmıştır. 2010 yılında ise Türkiye ihracatının %46,2’sini AB’ye yapmış, ithalatının % 38,9’unu AB’den gerçekleştirmiştir. Bu yıl AB ile dış ticarette Türkiye’nin verdiği açık yaklaşık 19,5 milyar dolarlık tutarla toplam dış ticaret açığının %27,3’üne karşılık gelmektedir. Tutar olarak karşılaştırıldığında, 2000 yılında AB üyesi ülkelere karşı verilen dış ticaret açığı 12,7 milyar dolarlık seviyeden 2010’da 19,5 milyar dolarlık düzeye ulaşmıştır. Aşağıdaki tablodan açık olarak görüleceği üzere, AB üyesi olmayan diğer Avrupa ülkeleri ile olan ticaretin dış ticaret açığına katkısı 2010 yılında %26,4’e yükselmiştir. AB ile diğer Avrupa ülkeleri birlikte değerlendirildiğinde, tutar olarak dış ticaret hacminin %50’den fazla bir bölümünün bu ülkelerle yapıldığı ve 2010 yılında bu ülkelere karşı verilen dış ticaret açığının toplam dış ticaret açığına oanının %53,7 olarak gerçekleştiği görülmektedir. Tablodan da görüleceği üzere, gerek Irak’ın savaş sonrası üretim ve yapılanma potansiyelinin önemli ölçüde kaybolması nedeniyle Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç, gerekse son yıllarda komşu ülkelerle geliştirilen iyi ilişkilerden dolayı, Türkiye’nin bu komşularını da kapsayan yakın ve orta doğuya ihracatının önemli ölçüde arttığı 41 görülmektedir. Gerçekten de Türkiye, en önemli dış ticaret fazlasını bu bölge ülkeleriyle yaptığı ticaretten sağlamaktadır. Türkiye’nin Kuzey Amerika ülkeleri ABD ve Kanada ile yaptığı dış ticaretten doğan dış ticaret açığının toplam dış ticaret açığına oranı da 2000’deki %3 seviyesinden 2010’da %12,6 seviyesine yükselmiştir. Hindistan, Çin, Japonya ve Güney Kore’yi de kapsayan Diğer Asya ülkeleriyle yaptığımız dış ticaret nedeniyle de ciddi açık verdiğimiz görülmektedir. Söz konusu ülke grubuna yapılan ihracat 2000’deki 1,3 milyar dolarlık seviyesinden 2010’da 8,6 milyar dolara yükselmiş; aynı süreçte bu ülke grubundan yaptığımız ithalat ise 6,9 milyar dolar düzeyinden 41,4 milyar dolara ulaşmıştır. Bu ülkelere karşı verdiğimiz dış ticaret açığının toplam dış ticaret açığına oranı ise 2000’deki %21,1 seviyesinden 2010’da %45,9’a yükselmiştir. 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2000 Tablo 7: Ülke Grupları İtibariyle Dış Ticaret ve Toplam İçindeki Payı (Bin $ / %) İhracat İthalat Fark İhracat İthalat Fark İhracat İthalat Fark İhracat İthalat Fark İhracat İthalat Fark İhracat İthalat Fark İhracat İthalat Fark Toplam AB (27 Ülke) Tutar 27.774.906 54.502.821 -26.727.914 73.476.408 116.774.151 -43.297.743 85.534.676 139.576.174 -54.041.499 107.271.750 170.062.715 -62.790.965 132.027.196 201.963.574 -69.936.378 102.142.613 140.928.421 -38.785.809 113.929.614 185.492.859 -71.563.245 Tutar Pay 15.664.421 56,4 28.526.902 52,3 -12.862.481 48,1 41.364.962 56,3 52.695.793 45,1 -11.330.831 26,2 47.934.746 56,0 59.400.922 42,6 -11.466.176 21,2 60.398.502 56,3 68.611.562 40,3 -8.213.061 13,1 63.390.419 48,0 74.802.380 37,0 -11.411.961 16,3 47.013.415 46,0 56.587.647 40,2 -9.574.232 24,7 52.670.452 46,2 72.214.648 38,9 -19.544.196 27,3 Diğer Avrupa (A.B Hariç) Yakın ve Orta Doğu Kuzey Amerika Tutar Pay Tutar Pay Tutar 1.854.093 6,7 2.572.846 9,3 3.308.600 6.149.009 11,3 3.373.163 6,2 4.167.457 -4.294.916 16,1 -800.317 3,0 -858.857 5.855.304 8,0 10.184.230 13,9 5.275.698 20.385.906 17,5 7.966.854 6,8 5.822.698 -14.530.603 33,6 2.217.376 -5,1 -547.000 7.961.672 9,3 11.315.751 13,2 5.439.399 25.695.361 18,4 10.568.063 7,6 6.935.690 -17.733.689 32,8 747.688 -1,4 -1.496.291 10.842.681 10,1 15.081.322 14,1 4.540.601 34.253.510 20,1 12.641.279 7,4 9.032.926 -23.410.828 37,3 2.440.043 -3,9 -4.492.325 15.678.083 11,9 25.430.395 19,3 4.801.535 44.196.490 21,9 17.627.603 8,7 13.404.016 -28.518.406 40,8 7.802.791 -11,2 -8.602.481 11.317.994 11,1 19.192.808 18,8 3.578.829 25.886.494 18,4 9.595.220 6,8 9.513.149 -14.568.500 37,6 9.597.588 -24,7 -5.934.320 11.388.099 10,0 23.319.697 20,5 4.248.849 30.301.113 16,3 16.094.312 8,7 13.233.658 -18.913.013 26,4 7.225.385 -10,1 -8.984.809 Pay 11,9 7,6 3,2 7,2 5,0 1,3 6,4 5,0 2,8 4,2 5,3 7,2 3,6 6,6 12,3 3,5 6,8 15,3 3,7 7,1 12,6 Diğer Asya Tutar 1.298.146 6.932.732 -5.634.586 3.028.878 20.581.162 -17.552.284 3.941.556 25.657.979 -21.716.423 5.227.250 33.658.278 -28.431.028 7.074.123 38.087.261 -31.013.137 6.705.544 29.138.197 -22.432.653 8.577.970 41.413.542 -32.835.573 Aşağıdaki şekilden anlaşılacağı üzere, Fransa, Almanya ve İtalya’dan yaptığımız ithalatın kriz yılları olan 2001 ve 2009 yılları haricinde sürekli yükselme eğiliminde olduğu, dış ticaret açığının da bu artışa paralel geliştiği görülmektedir. 42 Pay 4,7 12,7 21,1 4,1 17,6 40,5 4,6 18,4 40,2 4,9 19,8 45,3 5,4 18,9 44,3 6,6 20,7 57,8 7,5 22,3 45,9 Şekil 21: Seçilmiş AB Ülkeleriyle Dış Ticaret (Bin $) 20 000 000 18 000 000 16 000 000 14 000 000 12 000 000 10 000 000 8 000 000 6 000 000 4 000 000 2 000 000 0 ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith 2000 2001 2002 2003 2004 Fransa 2005 2006 Almanya 2007 2008 2009 2010 İtalya Söz konusu ülkelerle yapılan ticarette verilen açığın da, ekonomik büyüme dönemlerinde artış eğiliminde olduğu görülmektedir. Şekil 22: Seçilmiş AB Ülkeleriyle Dış Ticaret Dengesi (Bin $) 7 000 000 6 000 000 5 000 000 4 000 000 3 000 000 2 000 000 1 000 000 Fransa Almanya 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 2001 - 1 000 000 2000 0 İtalya Aşağıdaki şekilde de görüldüğü üzere, Türkiye’nin istisnai olarak ticaret fazlası verdiği ülkeler Irak ve İran gibi orta doğu ülkeleridir. 43 9 8 7 6 5 4 3 2 1 000 000 000 000 000 000 000 000 000 Şekil 23: Irak ve İran ile Dış Ticaret (Bin $) 000 000 000 000 000 000 000 000 000 0 ihr ith 2003 ihr ith ihr 2004 ith 2005 ihr ith ihr 2006 ith ihr 2007 ith 2008 Irak ihr ith 2009 ihr ith 2010 Iran Türkiye’nin Asya ülkelerinden yaptığı ithalatın tamamına yakın bir bölümünün dış ticaret açığını beslediği, yaptığı yüksek tutarlı ithalata rağmen ihracatının oldukça sınırlı kaldığı görülmektedir. Bu kapsamda Türkiye ile ticaret hacmi yıldan yıla artan ülkelere yakından bakmakta fayda var. Çin’e karşı 2000’de verilen 1,2 milyar dolarlık açığın o yılın toplam dış ticaret açığına oranı %4,7 iken; 2010 yılında bu açık 14,9 milyar dolara yükselmiş ve söz konusu oran da %20,8’e yükselmiştir. Gelecekte dış ticaretimizde özellikle ithalat yönlü önemli rol oynayacağı düşünülen Hindistan ile dış ticaretimiz de ithalat yönlü gelişimini devam ettirmektedir. Şekil 24: Çin ve Hindistan ile Ticaret (Bin $) 20 000 000 18 000 000 16 000 000 14 000 000 12 000 000 10 000 000 8 000 000 6 000 000 4 000 000 2 000 000 0 ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith 2000 2001 2002 2003 2004 Hindistan 44 2005 2006 2007 Çin 2008 2009 2010 İki gelişmiş Asya ülkesi, Japonya ve Güney Kore ile olan dış ticaretimizin de ithalat ağırlıklı geliştiği ve dış ticaret açığını beslediği görülmektedir. 2010 yılında Güney Kore ile olan 4,5 milyar dolarlık ve Japonya ile olan 3 milyar dolarlık dış ticaret açığının toplam dış ticaret açığına oranı sırasıyla %6,2 ve %4,2 olarak gerçekleşmiştir. Şekil 25: Japonya ve G. Kore ile Ticaret (Bin $) 6 000 000 5 000 000 4 000 000 3 000 000 2 000 000 1 000 000 0 i hr i th i hr i th i hr i th i hr 2000 2001 2002 i th i hr i th i hr i th i hr i th i hr 2003 2004 Güney Kore 2005 2006 i th i hr i th i hr i th i hr i th 2007 2008 2009 2010 Japonya Şekil 26: Asya Ülkeleriyle Dış Ticaret Dengesi (Bin $) 16 000 000 14 000 000 12 000 000 10 000 000 8 000 000 6 000 000 gara 4 000 000 2 000 000 0 Çin Hindistan 2000 2001 2002 2003 Güney Kore 2004 2005 2006 Japonya 2007 2008 2009 Görüldüğü üzere, Türkiye ticaret yaptığı her ülke ve ülke grubuna karşı dış ticaret açığı verme becerisine sahiptir. Özellikle Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatın artması ve bunun dış ticaret açığını beslemesi ucuz üretim maliyetlerine, özellikle ucuz işgücüne bağlanabilse de; Avrupa, Kuzey Amerika ülkeleri ile Güney Kore ve Japonya’dan olan ithalatın önemli ölçüde artması ve dış ticaret açığının ana besleyicisi olmaya devam etmesinin üretim maliyetleri ile açıklanması pek mümkün görünmemektedir. 45 2010 2.2.2. Geniş Ekonomik Grupların Sınıflamasına Göre Dış Ticaret Temel olarak yatırım malları, hammadde ve tüketim mallarını kapsayan geniş ekonomik grupların sınıflamasına göre dış ticaret verileri, yatırım malları ile hammadde dış ticaretinin açık verdiğini, tüketim malları açısından ise ticaret fazlası verildiğini göstermektedir. Temel olarak, ekonomik büyüme ile dış ticaret dengesi arasındaki ters orantının yatırım ve ara malları ticareti açısından da geçerli olduğu söylenebilir. 2000 yılında yatırım malları dış ticareti 9,2 milyar dolar açık verirken, 2010 yılında bu tutar 17 milyar dolara ulaşmıştır. Şekil 27: Yatırım Malları Dış Ticareti (Bin $) 35 000 000 30 000 000 25 000 000 20 000 000 15 000 000 10 000 000 5 000 000 İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık 0 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 Tüketim malı dış ticaretinde 2000 yılında verilen 7 milyar dolarlık fazla, kademeli olarak artmış ve 2010 yılında 20,6 milyar dolara ulaşmıştır. 46 Şekil 28: Tüketim Malları Dış Ticareti (Bin $) 50.000.000 45.000.000 40.000.000 35.000.000 30.000.000 İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla İhr İth Fazla 25.000.000 20.000.000 15.000.000 10.000.000 5.000.000 0 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 Hammadde ithalatının toplam ithalat içindeki payının oldukça yüksek olması, Türkiye ekonomisi açısından oldukça dikkat çekicidir. 2000 yılında 36 milyar dolarla toplam ithalatın %66’sını oluşturan hammadde ithalatı, 2010 yılında toplam ithalatın %71’ine karşılık gelen 131,4 milyar dolara ulaşmıştır. 2000’de 24,4 milyar dolar olan hammadde dış ticareti nedeniyle verilen açık, 2010 yılında 75 milyar dolara ulaşmıştır. 2000 yılı haricinde toplam dış ticaret açığının üzerinde seyreden söz konusu açık, son on yıl içerisinde krizlerin etkili olduğu 2001 ve 2009 yılları haricinde, ekonomik büyümeye paralel olarak artış eğiliminde olmuştur. Şekil 29: Hammadde Dış Ticareti (Bin $) 160 000 000 140 000 000 120 000 000 100 000 000 80 000 000 60 000 000 40 000 000 20 000 000 İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık İhr İth Açık 0 2000 2001 2002 2003 2004 47 2005 2006 2007 2008 2009 2010 80 Şekil 30: Ara Malı Dış Ticaretinin Toplam İthalat- İhracat İçindeki Payı (%) 75 70 65 60 55 50 45 40 35 30 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 İthalat İçindeki Payı 90 000 000 2007 2008 2009 2010 İhracat İçindeki Payı Şekil 31: Ara Malı -Toplam Dış Ticaret Açığı Karşılaştırması (Bin $) 80 000 000 70 000 000 60 000 000 50 000 000 40 000 000 30 000 000 20 000 000 10 000 000 0 2000 2001 2002 2003 2004 Dış Ticaret Açığı 2005 2006 2007 2008 2009 2010 Ara Malı Dış Tic. Açığı Hammadde ithalatının detayına baktığımızda, 2010 yılında 58,7 milyar dolar seviyesindeki sanayi için işlem görmüş hammadde ithalatının, toplam hammadde ithalatının yaklaşık %45’ini oluşturduğu, işlem görmemiş hammadde ithalatının ise toplam hammadde ithalatı içindeki payının aynı yıl için %10’un altında gerçekleştiği görülmektedir. 48 Şekil 32: Hammadde İthalatı (Bin $) 70 000 000 60 000 000 50 000 000 40 000 000 30 000 000 20 000 000 10 000 000 0 İşlem görmemiş hammaddeler 2000 İşlem görmüş İşlem hammaddeler görmemiş yakıt ve yağlar 2001 2002 2003 2004 2005 Yatırım mallarının aksam ve parçaları 2006 Taşımacılık araç İşlem görmüş aksam ve diğer yakıt ve parçaları yağlar 2007 2008 2009 2010 Hammadde ithalatındaki bu görünüm de göstermektedir ki, Türkiye’nin dış ticaretindeki en önemli sorunlardan birisi, hammadde eksikliğidir. Bunun salt şekilde doğadan elde edilen hammaddeden ziyade, işlem görüp sanayinin kullanımına sunulan ara malı açısından daha önemli olduğu görülmektedir. Bu tabloya göre, Türkiye işlenmemiş hammaddeyi çıkarıp işleyecek yeterli üretim altyapısına sahip olmadığından, üretime ve ekonomik büyümeye yönelik her hamle ithalatı da artıracak potansiyele sahiptir. Bu kapsamda, petro kimya sanayi, kimya sektörü, demirçelik sektörü gibi sanayiye işlenmiş ara malı üreten alanlarda yeterli üretim yapabilecek altyapıya sahip tesislere ihtiyaç olduğu gibi, mevcut tesislerin de ürün gamını çeşitlendirmek suretiyle daha fazla sektör ve mamule hammadde üretecek yeteneğe ulaşmaları gerekmektedir. 2.2.3. Uluslararası Standart Sanayi Sınıflamasına Göre Dış Ticaret Hammadde ithalatının toplam ithalat içindeki payının çok yüksek olmasına paralel olarak, ekonomik faaliyetlere göre yapılan sınıflamada da imalat sektörüne yönelik ithalatın toplam ithalat içinde payı 2010 yılında 145,3 milyar dolarla %78’in üzerinde gerçekleşmiştir. Tarım ve ormancılık ile madencilik ürünlerine yönelik dış ticaret hacminin ise oldukça sınırlı kaldığı görülmektedir. 49 Şekil 33: Ekonomik Faaliyetlere Göre Dış Ticaretimiz (Bin $) 160 000 000 140 000 000 120 000 000 100 000 000 80 000 000 60 000 000 40 000 000 20 000 000 0 İhr İth İhr 2008 İth İhr 2009 Tarım ve Ormancılık İth 2010 Madencilik İmalat İmalat dış ticaretinin detayına baktığımızda ise, 2010 yılında ana metal sanayiinde 18,7 milyar dolarlık ithalata karşılık 14,5 milyar dolar ihracat yapıldığı ve bu ticaretten kaynaklanan açığın 4,2 milyar dolar düzeylerinde gerçekleştiği görülmektedir. Ancak, 2010 yılında ithal edilen 27 milyar dolarlık kimyasal madde ve ürüne karşılık, sadece 5,7 milyar dolar tutarında ihracat yapılmış ve sadece bu ticaret dolayısıyla 21,3 milyar dolar açık verilmiştir. 30 000 000 Şekil 34: Detayda İmalat Dış Ticareti (Bin $) 25 000 000 20 000 000 15 000 000 10 000 000 5 000 000 0 İhr İth İhr 2008 İth 2009 Kimyasal Madde ve Ürünler 50 İhr İth 2010 Ana Metal Sanayi Dış ticaret açığında önemli paya sahip ham petrol ve doğalgaz ithalatının da 2008 yılında 20 milyar dolar seviyesini aştıktan sonra, 2009 yılında krizin etkisiyle neredeyse yarıya düştüğü, 2010 yılındaki ekonomik toparlanma ile tekrar artışa geçtiği görülmektedir. Şekil 35: Hampetrol ve Doğalgaz İthalatı (Bin $) 35 000 000 30 000 000 25 000 000 20 000 000 15 000 000 10 000 000 5 000 000 0 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 Uluslararası standart sanayi sınıflamasına göre tasniflenen dış ticaret verileri de, Türkiye’nin hammadde açısından, özellikle sanayide girdi olarak kullanılan işlem görmüş hammadde açısından oldukça sınırlı kapasiteye sahip olduğunu göstermektedir. Özellikle kimyasal madde ve ürünler, ana metal sanayi ve metal eşya sanayiine yönelik ürünler gibi kalemlerin ithalatı işlenmiş hammadde ihtiyacını gözler önüne sermektedir. Tüketim talebinin artışına bağlı olarak, elektrikli elektriksiz makine ve cihazlar, radyo, televizyon ve haberleşme cihazları, motorlu kara taşıtları ve diğer taşıtlar gibi doğrudan tüketimi ilgilendiren kalemlerde de önemli ithalat artışı olduğu görülmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse, ithalat artışının arkasında ekonomik kalkınmayı besleyecek işlem görmüş hammadde ihtiyacının kapasite ve ürün gamı yetersizliği nedeniyle iç piyasadan karşılanamaması ile sıcak parayla yükselen tüketim talebinin karşılanma ihtiyacı yatmaktadır. 2.3. Kriz Sürecinde Ekonomik Görünüm Krizin başlangıç yılı olarak kabul edilen 2007 ile krizden çıkış yılı olarak değerlendirilen 2010 yılları arasında, Türkiye’nin dış ticaretinin gelişimi önemli ipuçları 51 içermektedir. 2008’de başlayıp 2009’da devam eden tüketim harcamalarındaki düşüşe bağlı olarak 2008’de 193,8 milyar dolar seviyelerine ulaşan ithalatın 2009’da %30,6 düşüşle 134,5 milyar dolar düzeyine gerilediği; krizin ABD haricindeki merkezi konumunda bulunan ve Türkiye’nin dış ticaretinde en önemli ortağı olan AB ülkelerindeki krize bağlı talep düşüşleri sonucunda ihracatın da 2008’deki 140,8 milyar dolar düzeyinden 2009’da %22,2 azalarak 109,6 milyar dolara gerilediği görülmektedir. Şekil 37: Kriz Döneminde Dış Ticaret (Milyar $) 200 193,8 177,3 162,2 160 140,8 120 134,5 115,4 109,6 120,9 80 56,4 53,0 46,8 40 24,9 0 2007 2008 İhracatı TCMB’nin yayınladığı Türkiye’nin 2009 İthalatı Uluslararası 2010 Dış Tic. Açığı Yatırım Pozisyonu (UYP) istatistiklerinde yer alan 2007-2009 aralığındaki sermaye hareketlerine baktığımızda, 2007 sonu itibariyle 482,2 milyar dolara ulaşan yükümlülüklerin, 2008 sonunda yaklaşık 100 milyar dolar azalarak 383 milyar dolar seviyelerine gerilediği görülmektedir. Benzer şekilde, negatif bakiye veren ve Türkiye’nin dış dünyaya karşı yükümlülüklerinin varlıklarından fazla olduğunu gösteren net uluslar arası yatırım pozisyonu açığı da 2007’deki 314,8 milyar dolar düzeyinden 2008’de 202,7 milyar dolara gerilemiştir. 52 Şekil 38: Kriz Döneminde Sermaye Hareketleri (Milyar $) 600 482,2 400 456,8 383,0 154,0 200 80,0 143,2 120,6 68,8 91,2 0 UYP (Net) -200 Yükümlülükler Yurtiçinde doğrudan yatırımlar Portföy yatırımları -202,7 -314,8 -281,8 -400 2007 2008 2009 Çeyrekler itibariyle büyüme oranları da, Türkiye’nin dış ticaret ve uluslar arası yatırım pozisyonundaki gelişmelere paralel gerçekleşmiştir. Özellikle nakit çıkışların yaşanmaya başlandığı 2008’in son çeyreğinden tekrar nakit girişinin başladığı 2009 yılı son çeyreğine kadar Türkiye ekonomisinin önemli ölçüde küçüldüğü görülmektedir. Şekil 39: Kriz Ortamında Büyüme Oranları (%) 15 10 11,8 7,0 5 10,2 6,0 2,6 5,5 0,9 0 -5 1 2 3 2008 -10 4 1 -7,0 -15 2 -7,6 3 -2,7 2009 4 1 2 3 2010 -14,6 -20 Bu veriler de, Türkiye ekonomisinin tüketime önemli ölçüde bağımlı olduğunu, dahası bu tüketimini özellikle dış kaynaklarla finanse ettiğini, tüketime konu malları da ithalat yoluyla sağladığını göstermektedir. 3.Büyümenin Kaynağı ve Dış Ticaret Açığı 53 3.1. Tüketimin ve Sabit Sermaye Oluşumunun Büyümeye Etkisi Talep yapısındaki gelişmeler bir ülkenin nasıl büyüdüğüne ilişkin önemli ipuçları içermektedir. Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, 2008 yılında Türkiye’nin ev halkı nihai tüketim harcamalarının GSYH’ye oranı %70 düzeylerinde geçekleşmiştir ki, bu oran ABD ile hemen hemen aynı, fakat Dünya ortalamasının, özellikle mensup olduğu orta gelirli ülkeler ortalamasının oldukça üzerindedir. Aşağıdaki şekilden de anlaşılacağı üzere, oransal olarak hemen hemen aynı kalmakla birlikte, özellikle özel tüketim harcamalarının olağanüstü arttığı görülmektedir. Gerçekten de 2000 sonrası süreçte özel tüketim harcamaları, ekonomik büyümenin en önemli kaynağı olmuştur. Şekil 40: Tüketim Harcamaları (Milyar TL) 800 700 600 500 400 300 200 100 0 2000 2001 2002 Özel Tüketim 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 Devletin Nihai Tüketimi Gayrisafi sabit sermaye oluşumu ve brüt tasarrufa ilişkin diğer göstergeler ise ülkelerin tasarruf yatırım dengesini göstermektedir. Brüt tasarruf diğer tüm göstergeleri (gayrisafi sabit sermaye oluşumu, ihracat ve ithalat) etkileyen öncül olarak değerlendirilebilir. Tabi ki, tüketim harcamaları brüt tasarrufu doğrudan ters yönde etkiler; yani, biri artarken diğeri azalır. Dolayısıyla, tüketim harcamalarına ilişkin veriler de tasarruf hakkında bazı ipuçları verebilir. Gayrisafi sabit sermaye oluşumu belirli bir dönemde yapılan yatırımları göstermektedir. Temelde makine ve teçhizat gibi görünür varlıkların yanı sıra, yazılım gibi fiziki varlığı olmayan sabit varlıkları ve arazi gibi var olan, doğal sabit varlıkları da içermektedir. Bunlara atıklardan geri dönüşümü sağlanan varlıklar ile envanterlerdeki 54 değişimler de eklenmektedir. Bu gösterge, bir ülkenin yatırım seviyesini gösteren temel göstergelerden biridir. Tablo 8: Talep Yapısı (GSYH'nin Yüzdesi)34 Brezilya Çin Hindistan Japonya Almanya G. Kore Meksika Romanya Türkiye ABD Dünya Orta Gelirli Ülkeler Yüksek Gelirli Ülkeler Evhalkı Nihai Tüketim Harcamaları 1995 2008 62 61 42 34 64 54 55 56 58 56 52 55 67 66 68 64 68 70 68 71 61 61 60 55 61 62 Devletin Nihai Tüketim Harcamaları 1995 2008 21 20 14 14 11 12 15 18 20 18 11 15 10 10 14 16 11 13 15 16 17 17 14 14 17 18 Gayrisafi Sabit Sermaye Oluşumu 1995 2008 18 19 42 44 27 40 28 24 22 19 38 31 20 26 24 31 25 22 18 18 22 22 27 30 21 21 Mal ve Hizmet İhracatı 1995 7 23 11 9 24 29 26 28 20 11 21 23 21 2008 14 37 23 18 47 53 30 30 24 12 28 31 27 Mal ve Hizmet İthalatı 1995 9 21 12 8 23 30 28 33 24 12 21 24 20 2008 14 28 28 16 41 54 30 40 28 17 28 30 28 Brüt Tasarruf 1995 16 43 27 30 20 36 19 19 22 15 20 26 19 2008 17 54 38 29 26 31 25 25 18 14 21 31 19 Gayrisafi sabit sermaye oluşumu, 1995’ten 2008’e Çin’de %42’den %44’e yükselirken, Hindistan’da %27’den %40’a yükselmiştir. Bu gerçekten Çin’in ve son yıllarda da Hindistan’ın neden çok hızlı ve dünya ve gelişmiş ülkeler ortalamasının üzerinde büyüdüğüne açık bir delil olarak gösterilebilir. Gerçekten de bu iki ülkenin yanı sıra, Güney Kore ve Romanya’nın performansları büyüleyicidir. Türkiye’nin gayrisafi sabit sermaye oluşumunun GSYH’ye oranı 1995’teki orta gelirli ülkeler ortalamasına yakın olan %25’lik seviyeden 2008’de %22’ye gerileyerek, %30 olan orta gelirli ülkeler ortalamasının oldukça altında kalmıştır. Bir diğer dikkat çeken nokta ise, orta gelirli ülkeler için bu oran 1995’ten 2008’e %27’den %30’a yükselirken, Türkiye’de %25’ten %22’ye düşmüştür. Bu verilere göre, son yıllarda olağanüstü artış gösteren doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayrisafi sabit sermaye oluşumuna önemli katkı yapmadıkları ve daha ziyade hazır yatırımlara yöneldikleri söylenebilir. 34 WORLDBANK, World Development Indicators (WDI) 2010, Worldbank, Washington D.C. ABD, Nisan 2010 55 Esasen, gayrisafi sabit sermaye oluşumu sermaye birikiminin, yani borçlanma ve temelde tasarrufun bir sonucudur. Eğer bir ülkenin sermaye birikimi, özellikle tasarrufu, büyümeyi beslemek için yeterli değilse, o ülkenin yatırımlarını artırmasına ve sürdürülebilir büyümeyi yakalamasına imkân yoktur. 1995 ve 2008 yılları göstergelerinde, Çin’in tasarruf oranı, gayrisafi sabit sermaye oluşumu ile paralel olarak Hindistan ve Türkiye’den ve de dünya ortalamasından oldukça yüksektir. Çin’in brüt tasarruf oranı GSMH’nin yüzdesi olarak 1995’deki %43’lük seviyesinden 2008’de %54’e ulaşmıştır. Hindistan’da ise aynı oran aynı dönemde %27’den %38’e ulaşmıştır. Bu iki ülkenin aksine, Türkiye’de ise bu oran aynı süreçte %22’den %18’e gerileyerek, dünya ortalamasının, hatta yüksek gelirli ülkeler ortalamasının altına düşmüştür. Bu oran, 2008’de %31’e ulaşan orta gelirli ülkeler ortalamasının oldukça altındadır. İhracatın GSYH’ye oranı ile ithalatın GSYH’ye oranı da, bir ülkenin dış ticarette rotasını belirlemede kullanılabilir. Şöyle ki, Brezilya’da 1995’te ithalatın GSYH’ye oranı ihracatın GSYH’ye oranından 2 puan fazla iken, yani bu oranda dış ticaret açığı verilirken; 2008 yılında bu oranlar büyük ölçüde eşitlenmiş, yani dış ticaret dengesi sağlanmş görünmektedir. Söz konusu gösterge orta gelirli ülkelerin 1995’te net ithalatçı konumdan, 2008 yılında net ihracatçı konuma geçtiklerini de göstermektedir. Türkiye açısından ise, dış ticaret açığı önemli bir problem olmaya devam etmektedir. Tüm veriler birlikte değerlendirildiğinde, brüt tasarruf oranı yüksek ülkelerin gayrisafi sabit sermaye oluşumlarının da yüksek olduğu ve üretim kapasitelerini artırmalarını sağlayan bu durumun dış ticaretlerinin de daha dengeli veya ihracat lehine gelişmesine yardım ettiği söylenebilir. Türkiye açısından ise, brüt tasarruf ve dolayısıyla gayri safi sabit sermaye oluşumunun, yani yatırımın yetersiz olduğu, ekonomik büyümenin temel olarak tüketim harcamalarına bağlı olduğu, tüketimin de ülke içi üretim altyapısının yetersiz olmasının da katkısıyla ağırlıklı olarak ithalat yoluyla karşılandığı, tüketimin ekonominin temel belirleyicisi olmasının neden olduğu bu kısır döngünün de devam etme eğiliminde olduğu görülmektedir. 3.2. Tüketimin Finansmanı 56 2000 yılı ile 2010 yılı arasında Türkiye ekonomisi toplamda 323 milyar dolar dış ticaret açığı, 226 milyar dolar cari açık vermiştir. Ağırlıklı olarak hizmetler kalemiyle, bu dönemde dış ticaret açığının yaklaşık 100 milyar doları telafi edilmiştir. 2000’de % 3,7 olan ve 2002’de %0,3 olan cari açığın GSYH’ye oranı, 2006 yılında %6’lar düzeyine ulaşmış, 2007 ve 2008’de de bu düzeyde seyretmiştir. 2009’da krizin etkisiyle %2,3’e düşen söz konusu oranın 2010 yılında tekrar %6 düzeylerine yaklaşması beklenmektedir. İthalatın GSYH’ye oranı ise 2000’deki %20 düzeyinden 2004’te %25, 2008’de ise %27 düzeyine yükselmiştir. 2009’da krizin etkisiyle %23’ler seviyesine gerileyen b oranın, 2010 yılı itibariyle tekrar %25’i aşması beklenmektedir. Tablo 9: Seçilmiş Ödemeler Dengesi Verileri (Milyon ABD Dolar) Dış Ticaret Dengesi Cari Denge Cari Açığın GSYH'ye Oranı (%) İhracat İthalat İhracat GSYH'ye Oranı (%) İthalat GSYH'ye Oranı (%) 2001 -3.363 3.760 -1,9 31 334 41 399 15,9 21,0 2003 -13.489 -7.515 2,5 47 253 69 340 15,5 22,7 2005 -33.080 -22.309 4,6 73 476 116 774 15,3 24,3 2007 -46.852 -38.434 5,9 107 272 170 063 16,5 26,2 2009 -24.850 -13.991 2,3 102 143 140 928 16,6 22,9 Tüm bu veriler göstermektedir ki, Türkiye tüketim ihtiyacının önemli bir kısmını ithalat yoluyla karşılamakta ve ürettiğinden fazla tüketmektedir. Yani bu veriler, Türkiye’nin 2000-2010 aralığında yurtdışına sattığı mallardan yaklaşık 323 milyar dolar fazla mal ithal etmiş, 92 milyar dolarını hizmet gelirleriyle kapatmak suretiyle dış dünyaya 226 milyar dolar borçlanmıştır. Bu anlamda, Türkiye’ye ilişkin sermaye akışını gösteren ve ekonomiye dış dünyadan giren sermaye ile çıkan sermayeyi karşılaştırmak suretiyle durumunu ortaya koyan uluslar arası yatırım pozisyonuna ilişkin verilere bakmak gerekmektedir. Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP), bir ekonomideki yerleşik kişilerin yurt dışı yerleşik kişilerden olan finansal alacakları ile rezerv varlık olarak tutulan altın seklindeki finansal varlıklarının ve yerleşiklerin yurt dışı yerleşik kişilere olan finansal yükümlülüklerinin belli bir tarihteki stok değerini gösteren istatistikî bir tablodur. UYP’de toplam finansal varlıklar ile toplam finansal yükümlülüklerin farkı net uluslararası yatırım pozisyonu olarak adlandırılmaktadır. Başka bir deyişle, net uluslararası yatırım pozisyonu, Türkiye’nin yurt dışından alacaklarıyla, yurt dışına 57 borçlarının netini göstermektedir. Net pozisyonun negatif olması, ekonominin dış dünyaya olan borçlarının alacaklarından fazla olduğu anlamına gelmektedir. Aşağıdaki şekilden de anlaşılacağı üzere, negatif bakiye veren ve Türkiye ekonomisinin dış dünyaya olan borçlarının bu bakiye kadar dış dünyadan olan alacaklarından fazla olduğunu gösteren net UYP rakamı, 2000 yılında -100 milyar dolara yakın iken, 2001 krizi neticesinde -85 milyar dolara düşmüş, 2003’de -100 milyar doları aşmış ve 2010 sonu itibariyle de yaklaşık -360 milyar dolar35 olarak gerçekleşmiştir. 2002’de net UYP’nin -85 milyar dolar düzeylerinde olduğu dikkate alındığında, son 8 yılda Türkiye ekonomisine alacaklarından yaklaşık 275 milyar dolar daha fazla sermaye girişi olduğu anlaşılmaktadır. Son sekiz yılda verilen 220 milyar dolar cari açığın söz konusu sermaye girişleriyle karşılandığı anlaşılmaktadır. Şekil 41: Sermaye Girişi - Cari Açık (Milyar $) 200 100 20 10 20 09 20 08 20 07 20 06 20 05 20 04 20 03 20 02 20 01 -100 20 00 0 -200 -300 -400 Net Rezerv Cari Açık UYP Net Uluslar arası yatırım pozisyonuna ilişkin detay rakamlarda görüldüğü üzere, Türkiye’nin varlıkları 2002’den 2010 yılına kadar 111,1 milyar dolar artarken, aynı süreçte yükümlülükleri 384,8 milyar dolar artmıştır. Varlıklardaki artışın 55,9 milyar doları rezerv varlıklardaki artışlardan kaynaklandığına göre, yurtdışına çıkan sermaye tutarı bu süreçte 55,2 milyar dolarla sınırlı kalmıştır. 35 TCMB UYP verilerine göre, 2010 Kasım sonu rakamıdır. www.tcmb.gov.tr 58 Tablo 10: Uluslar arası Yatırım Pozisyonu: Yıl Sonları İtibariyle Dış Varlık ve Yükümlülükler (Milyar $) 2002 2003 A. 1. 2. 3. 3.1 3.2 3.3 3.4 4. Uluslararası Yatırım Pozisyonu, net Varlıklar Yurtdışında doğrudan yatırımlar Portföy yatırımları Diğer yatırımlar Ticari krediler Krediler Mevduatlar Diğer varlıklar Rezerv varlıklar B. Yükümlülükler 1. Yurtiçinde doğrudan yatırımlar 2. Portföy yatırımları 2.1 Hisse senetleri 2.2 Borç senetleri 3. Diğer yatırımlar 3.1 Ticari krediler 3.2 Krediler 3.2.2 Genel Hükümet 3.2.3 Bankalar 3.2.4 Diğer sektörler 3.3 Mevduatlar 3.4 Diğer yükümlülükler 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 -85,4 -105,8 -127,8 -175,0 -206,9 -314,8 -202,7 -281,8 -359,2 62,3 5,8 0,8 27,5 3,5 2,4 19,8 1,9 28,1 73,7 6,1 2,0 30,4 4,4 2,8 21,2 2,0 35,2 86,0 105,9 142,4 167,4 180,3 175,0 173,4 7,1 8,3 8,9 12,2 17,8 22,3 23,7 0,9 0,7 3,1 2,0 2,0 1,9 2,1 40,4 44,4 67,2 76,7 86,3 75,9 63,5 6,0 6,4 8,8 10,3 8,6 9,5 10,0 2,2 1,3 1,9 1,8 1,8 2,0 1,9 30,1 34,6 54,2 62,3 73,5 61,9 49,2 2,0 2,0 2,1 2,3 2,3 2,4 2,4 37,6 52,4 63,3 76,4 74,2 74,8 84,0 147,7 179,5 213,8 280,9 349,3 482,2 383,0 18,8 33,5 38,5 71,3 95,1 154,0 80,0 23,9 30,0 45,8 72,6 84,4 120,6 68,8 3,5 9,0 16,1 33,4 33,8 64,2 23,2 20,4 21,1 29,6 39,2 50,6 56,4 45,6 105,0 116,0 129,5 137,0 169,8 207,6 234,3 7,4 9,1 12,9 15,3 16,8 21,5 22,6 80,6 85,4 92,4 99,7 125,1 159,5 182,3 35,8 38,4 40,4 34,4 31,5 30,1 33,5 6,7 8,9 14,8 24,5 31,8 39,1 40,1 30,1 30,9 34,2 40,9 61,8 90,4 108,7 17,1 21,5 24,2 21,9 28,0 26,6 29,3 0,0 0,0 0,0 0,0 0,0 0,0 0,0 456,8 143,2 91,2 47,2 43,9 222,4 21,6 166,7 34,7 35,4 96,6 32,5 1,5 532,5 179,4 119,8 63,1 56,7 233,3 22,3 166,0 35,1 43,8 87,1 43,6 1,5 2010 verileri Kasım ayı itibariyledir. Diğer yükümlülükler, IMF'nin tahsis ettiği tutarları içermektedir. Yükümlülüklerdeki artışın 160,6 milyar doları doğrudan yatırımlar, 95,9 milyar doları portföy yatırımları ve 128 milyar doları diğer yatırımlar (ticari krediler, krediler, mevduatlar ve diğer yükümlülükler) kalemlerinden gelmektedir. Bu süreçte Hazine’nin kullandığı yurtdışı kredilerde artış olmazken, bankalar ve diğer sektörlerin kullandığı kredilerde 94,1 milyar dolarlık artış gerçekleşmiştir. Özellikle gelişmiş ülkelerdeki gevşek para politikaları ve sıfırın altına düşürülen reel faizler nedeniyle kredi kullanımı çok cazip hale gelmiştir. Türkiye’deki faiz oranları, gelişmiş ülkelerde uygulanan %1 dolaylarında nominal faiz ve sıfırın altında reel faize göre çok cazip olduğundan, özellikle finans sektörü yurtdışından kullanacağı kredileri Türkiye’de satmak suretiyle para kazanmak yoluna gitmiş, tüketimi patlatan bu süreç ithalatı teşvik ederken, finans kuruluşlarının devasa karlar açıklamasına da katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla, ABD’de 2000’den sonra başlayan ve AB ülkeleri tarafından da takip edilen gevşek (genişletici) para politikaları neticesinde, genişleyen para tabanından Türkiye’de önemli ölçüde pay almıştır. 59 Esasen 2007’de başlayan ve 2009’da zirveye ulaşan küresel krizin en önemli nedeni olarak kabul edilen söz konusu gevşek para politikaları, 2009’dan sonra ABD ile AB ülkeleri tarafından krizden kurtulmanın yöntemi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Şöyle ki, kriz sürecinde talebi tekrar canlandırmak ve işsizlik tehdidini önlemek amacıyla, çok ciddi kamu harcamaları yapan söz konusu ülkeler, piyasaya da 2 trilyon dolar civarında para enjekte etmiş ve bu tutarın talebe yansıması için de faiz oranlarını çok düşük belirlemiştir. Bu durum, UYP istatistiklerinde de görüldüğü üzere, 2007’den 2008’e yaklaşık 100 milyar dolar azalan toplam yükümlülükler rakamının 2008 sonundan 2010 Kasım sonuna kadar yaklaşık 150 milyar dolar artmasına neden olmuştur. Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, yurtdışından çok ucuz fon kullanan finans kuruluşları, bu tutarları kredi kanalıyla tüketime yansıtmış, yani UYP istatistiklerinde yükümlülükleri artıran tutarlar, tüketimi ve ithalatı beslemiştir. Bu nedenledir ki, 2004’te 100 milyar TL düzeylerinde olan toplam kredi hacmi, 2010 yılında 500 milyar TL’yi aşmıştır. Şekil 42: Kredi Gelişmeleri 600.000 Tutar (Milyon TL) 500.000 400.000 Mali Kuruluşlar Ticari 300.000 Tüketici Kredi Kartı Diğer 200.000 TOPLAM 100.000 0 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 Yıl Parasal büyüklüklere bakıldığında ise, dolaşımdaki para ve vadesiz mevduattan oluşan M1 para arzında önemli artışlar olmakla birlikte, temel farkı vadeli mevduat olan M2 para arzındaki artış olağanüstü görünmektedir. Bu da para arzının önemli ölçüde borç kanalıyla, yani dış dünyadan gelen fonlarla genişlediğini göstermektedir. 60 Şekil 43: Parasal Büyüklük 700 600 Tutar (Milyar TL) 500 400 Emisyon M1 300 M2 M3 200 100 0 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 İstihdamın dağılımı da, tüketim merkezli büyüyen Türkiye ekonomisini teyit etmektedir. Buna göre, tarım sektöründe istihdamın azalması suretiyle açığa çıkan işgücü, hizmetlerdeki önemli istihdam artışlarıyla karşılanmıştır. Sanayi istihdamında ise nispi artışlar olsa da, hizmet sektörü kadar çarpıcı değildir. Dolayısıyla, tüketim ekonomilerinde en hızlı ve çabuk büyüyen sektör olan hizmetlerdeki bu artış da, tüketim ağırlıklı büyümeyi teyit etmektedir. Şekil 44: İstihdamın Dağılımı (İnşaat Hariç Sektörler İtibariyle) 55 50 45 40 35 30 25 20 15 10 2000 2001 2002 2003 Tarım 2004 Sanayi 61 2005 2006 Hizmetler 2007 2008 2009 3.3. Sermaye Hareketlerinin Kura Etkisi Bir ülke açısından cari açık verilmesi, onun finanse edildiği gerçeğini de beraberinde getirir. Burada cari açığın finansman yapısıyla ilgilenmek, kısa vadeli, sağlıksız finansman yöntemlerinden uzun vadeli ve daha sağlıklı finansman yöntemlerine bakmak ve cari açığı azaltacak önlemler üzerinde tartışmak gerekmektedir. Aşağıdaki şekilden de görüldüğü üzere, ülkemize sermaye girişlerinin arttığı dönemlerde cari açık tutarı da büyümekte, sermaye girişi olmayan ve hatta çıkış olan dönemlerde ise cari fazla verilmektedir. Tablonun gösterdiği bir diğer sonuç ise, Türkiye’nin kriz dönemleri haricinde sürekli cari açık verme eğiliminde olduğudur. Şekil 45: Net UYP & Cari Denge (Milyar $) 50 0 -50 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 -100 -150 -200 -250 -300 -350 -400 Cari Açık UYP Net Cari açığın en önemli kaynağı dış ticaret açığıdır. Türkiye, ihraç ettiğinden çok ithal etmekte, ürettiğinden çok tüketmektedir. Dış ticaret dengesizliğinin sadece döviz kuruna veya değerli TL’ye bağlı olduğu düşünülemez. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin ihracat ve ithalat yapısı, üretim yapısı gibi unsurların da dikkate alınması gerekmektedir. Ülke içi üretim kapasitesi değerlendirildiğinde, Türkiye’nin iç üretimi artırarak katma değeri yüksek alanlara yönelmesi, sanayiye yönelik hammadde üretiminin artırılması zorunlu görülmektedir. 3.3.1.Döviz Kuru Sistemleri Döviz kuru sistemlerinde; bir uçta Merkez Bankası müdahalesinin en aza indirgendiği ve döviz kuru oluşumunun iç ve dış şokların gerektirdiği ayarlamaların hemen hemen tümünü yansıtan “serbest (bağımsız) dalgalanma” yer alırken; diğer yanda Merkez 62 Bankasının bizzat döviz kurunu belirlediği sabit kur sistemi (Bretton Woods, Para Kurulu ve tam dolarizasyon gibi) yer almaktadır. Her iki uç uygulamanın olumsuz etkilerini en aza indirmek için tam esnek kur ile sabit kur sistemleri arasında gözetimli dalgalanma, aralık içinde dalgalanma, kaygan aralık, yönlendirilmiş sabit aralık, yönlendirilmiş sabit parite ve ayarlanabilir sabit kur gibi) alternatif döviz kuru sistemleri de uygulanmaktadır. 2000’li yıllarda ara döviz kuru rejimlerinin önemli ölçüde terk edildiği ve Para Birliğine tabi ülkeler haricinde ağırlıklı tercihin bağımsız dalgalanma rejimine yöneldiği görülmektedir. Nitekim Türkiye’de 1999 sonunda uygulamaya koyduğu sürünen parite (yönlendirilmiş sabit aralık) sisteminden Şubat 2001’de vazgeçmiş ve dalgalı kur uygulamasına geçmiştir. Serbest dalgalanmada, döviz kuru Merkez bankasının müdahale etmediği serbest piyasada arz ve talebe göre belirlenmekte, nominal döviz kurundaki değişim içsel ve dışsal şokların hemen hepsini yansıtmaktadır. Bu sistemin en önemli dezavantajları, yüksek oranlı dalgalanmaları da aynen yansıtma yeteneğinin yanı sıra, ticari bir mal gibi kurun arz ve talebe göre belirlenmesi nedeniyle reel ekonomi dışındaki parasal hareketlerin, özellikle sıcak para hareketlerinin kur üzerinde baskı yapma riskidir. Hiçbir ülke, katı haliyle serbest dalgalanma yöntemini kullanmamakta, Merkez bankaları değişik nedenlerle kur piyasasına müdahale edebilmektedirler. Türkiye uygulamasına en yakın sistem olarak görünen kirli veya gözetimli dalgalanmada ise, Merkez bankası belirli hedefler doğrultusunda döviz piyasasına müdahale edebilmektedir. Müdahale, döviz piyasasına alıcı veya satıcı olarak girmek suretiyle doğrudan yapılabileceği gibi, faiz oranları, likidite veya diğer finansal araçların kullanılması suretiyle dolaylı da yapılabilir. Ana amaç, döviz kurundaki aşırı oynaklıkları önlemektir. 3.3.2. Cari Açık – Döviz Kuru İlişkisi Bir para biriminin diğer para birimleri karşısında değerli mi, yoksa değersiz mi olduğunu ölçmek için oldukça farklı yöntemler kullanılmaktadır. Bu kapsamda ülkelerin satın alma gücü paritelerinden, bir yılın baz alınması suretiyle enflasyonun indirgenmesine; milli gelirinden dış ticaret hadlerine kadar pek çok veri bu amaçla kullanılabilmektedir. Bu ölçümlerde doğal olarak ülke parası bazı ülkelere kıyasla değerli, bazı ülkelere kıyasla da değersiz olabilmektedir. Bu yöntemlerden TÜFE’yi 63 esas alarak ve Ocak 2003’te nominal kurun reel kura eşit olduğu varsayımına dayalı TL (Ocak 03 Reel Kur=Nominal Kur Varsayımlı) olarak yapılan hesaplamada, reel dolar kuru 2,20 TL’nin üzerinde çıkmaktadır. Şekil 46: Nominal - Reel Efektif Kuru (TÜFE Bazlı) 2,40 2,20 2,00 1,80 1,60 1,40 1,20 1,00 Oca.03 Ara.03 Ara.04 Ara.05 Ara.06 Nominal Kur Ara.07 Ara.08 Ara.09 Ara.10 Oca.11 Reel Kur Gelişmekte olan ekonomilerde ülkeye giren sıcak paranın döviz kurunu ciddi baskı altında tuttuğu dikkate alındığında, reel kurun bu baskının sıfırlanması sonucu elde edilmesi gerektiği söylenebilir. Ülkemiz açısından değerlendirildiğinde; Cari açığın varlığı ve artmaya devam etmesi, Döviz kurunun belirlenmesinde reel ekonomideki parasal hareketler kadar sıcak para gibi sermaye hareketlerinin de etkili olması, Sıcak para gibi yüksek tutarlı sermaye girişlerinin serbest dalgalanmaya bırakılan döviz kurunu baskı altında tutması, TL’nin değerli olduğu sonucunu göstermektedir. TCMB’nin ödemeler dengesi istatistiklerine göre 2003-2010 aralığında Türkiye 1.004,1 milyar dolarlık toplam mal ve hizmet ihracatına karşılık, 1.181,9 milyar dolarlık ithalat yapmış ve mal ve hizmet dengesinde 177,8 milyar dolar açık vermiştir. 1 Ocak 2003 tarihinde yeni TL’ye uyarlanmış haliyle 1,6589 TL olan ABD doları efektif satış kuru, 31 Aralık 2010 tarihinde 1,5473 TL olarak gerçekleşmiş, yani ABD 64 doları TL karşısında değer kaybetmiş, TL değerlenmiştir. Diğer sermaye hareketlerinin etkisinin sıfırlandığını varsayarsak, ihracat nedeniyle elde edilen döviz tutarı, ithalat nedeniyle ödenenden daha az olduğu sürece, TL’nin değer kazanması değil, kaybetmesi gerekmektedir. Fakat aynı süreçte Türkiye’ye giren net döviz tutarı 329,6 milyar dolar düzeyindedir. 36 Bu tutar, reel ticari işlemlerden kaynaklanan 177,8 milyar doların 151,8 milyar dolar üzerindedir. Bu duruma göre, serbest piyasada dövizin arzı talepten fazla olduğuna göre, TL’nin değerlenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, döviz kurunun serbest piyasada belirlenmesi durumunda, reel ekonomik işlemlerin dışındaki parasal hareketlerin döviz kuru üzerinde baskılı olması ve aslında para biriminin değer kaybetmesi gerekirken, değer kazanması sonucunun ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Bunun tek çözümü, sıcak para hareketlerinin döviz kuru üzerindeki etkisinin minimize edilmesi, hatta sıfırlanması amacıyla Merkez Bankası tarafından döviz piyasasına doğrudan müdahale edilmesidir. Bu yönde müdahalelerin zamanında yapılmaması, daha sonra yapılmasını çok güçleştirmektedir. Şöyle ki, 2003-2010 aralığında Türkiye’ye giren ve döviz kurunu baskılayan döviz tutarı 329,6 milyar dolar iken, TCMB döviz ve altın rezervlerinin tutarı 84 milyar dolar düzeylerindedir. Dolayısıyla, müdahalenin gerekliliği kadar zamanlaması da önem arz etmektedir. Sonuç olarak, doğrudan ölçüm yöntemi olarak alınmayan cari denge, ülke parasının diğer para birimleri karşısındaki değerinin belirlenmesinde doğrudan ölçüt olarak alınmalıdır. Bu ölçüte göre elde edilecek döviz kuru reel döviz kuru olarak kabul edilmese bile, “uygun döviz kuru” olarak değerlendirilebileceği tabidir. 3.3.3. Değerli TL ve Enflasyon Hedefi TCMB’nin web sayfasının üst kısmında37, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın temel amacının fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmek olduğu yazılıdır. Nitekim, 1211 sayılı TC Merkez Bankası Kanunu’nun 4’üncü maddesine göre, bankanın temel 36 UYP istatistiklerine göre, 2003-2010 aralığında yükümlülüklerdeki 384,8 milyar dolarlık artışın 55,9 milyar doları TCMB rezervlerine eklenmiş, 55,2 milyar doları ise UYP istatistikleri kapsamında çıkmıştır. Dolayısıyla, aynı süreçte Türkiye’ye sermaye hareketleri yoluyla net giriş 329,6 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. 37 www.tcmb.gov.tr 65 amacı fiyat istikrarını sağlamak olup, bu amaçla uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını Banka kendisi belirleyecektir. Aynı maddeye göre ayrıca, Bankanın Hükümetin büyüme ve istihdam politikalarını desteklemesi, yani fiyat istikrarı dışındaki makro ekonomik hedeflere yönelik politika uygulaması, ancak fiyat istikrarını sağlama amacıyla çelişmemek kaydıyla mümkündür. Fiyat istikrarı, insanların yatırım, tüketim ve tasarrufa yönelik kararlarında dikkate almaya gerek duymadıkları ölçüde düşük bir enflasyon oranını ifade etmekte olup, sadece düşük enflasyon oranına ulaşmayı değil, o oranı sürdürmeyi de kapsamaktadır. Dolayısıyla, fiyat istikrarı için uygulanan döviz kuru politikalarının, diğer makro ekonomik hedeflerle uyumlu olup olmadığının TCMB açısından bir önemi bulunmamaktadır. Ülkemizin enerji ve hammadde dışa bağımlılığı dikkate alındığında döviz kuru ile enflasyon arasında çok yakın ilişki olduğu; döviz kurunun düşük tutulmasının enflasyona da azalma yönünde katkıda bulunduğu açıktır. Hatta ithalatı ucuzlatan değerli TL, dış ticaret açığını büyüterek piyasadaki arzı artırmakta ve arz – talep dengesinde arz lehine avantaj sağlamakta ve enflasyon oranına düşürücü etki yapmaktadır. Bir taraftan, fiyat istikrarı hedefine pozitif katkı yapan sıcak para girişleri ile baskılanan ve gittikçe değerlenen TL; diğer yandan, ithalatın ülke içi üretimden çok daha cazip hale gelmesine neden olmakta, bir yandan dış ticaret açığı artarken, diğer taraftan ülke içi yatırım ve üretim ciddi darbe yemektedir. Dolayısıyla, mevcut döviz kuru politikaları Merkez Bankası’nın ana amacı olan fiyat istikrarı açısından son derece uygun olmakla birlikte, diğer makro ekonomik hedefler açısından negatif etkilere sahiptir. Uzun vadede düşünüldüğünde, özellikle 2008 sonu itibariyle başlayan sermaye çıkışlarının gelecekte tekrar yaşanma ihtimali azımsanmamalıdır. Özellikle dünya ölçeğinde yaşanabilecek bir likidite krizinin Türkiye ekonomisini çok derinden etkileyeceği açıktır. Örneğin, 2007 yılında başlayan ve 2010 yılına kadar devam küresel finansal krizde, AB ülkeleri ve ABD tarafından piyasaya 2 trilyon dolar düzeylerinde para enjekte 66 edilmeseydi, şüphesiz Türkiye’de döviz kuru şu anda bulunduğu noktadan çok daha farklı bir noktada olurdu. Hatta bu durumun ekonomik çöküşe neden olabilecek sonuçlar doğurması da muhtemeldir. En basit anlatımıyla, Kasım 2010 itibariyle net UYP verilerinde Türkiye’ye değişik kanallarla girmiş olduğu görülen 360 milyar doların nakit karşılığı yoktur. Dolayısıyla, mevcut döviz kuru politikasının fiyat istikrarını sağlama konusunda pozitif etkisi olsa da, fiyat istikrarının uzun vadede sürdürülebilirliği tartışmaya açıktır Şüphesiz enflasyon kültüründen gelen bir ülkede, enflasyonun kontrol altında tutulması önemlidir. Ancak bu hedefin diğer makro hedeflerle uyumlu yapılması önemlidir. Bu kapsamda genel kabul gördüğü üzere, yüzde 15’in altındaki enflasyon oranları gelişmekte olan ekonomiler için olumlu bulunmakta ve bu hedefin diğer makro hedeflerle uyumlu yönetilebileceği düşünülmektedir. 3.3.4. Kur Politikasının Diğer Makro Hedeflerle Uyumlu Olması Sıcak para gibi sermaye girişleri, üretmeden tüketmeyi özendiren yapısı ile sağlıklı büyümeyi engellemekte; dış ticaret açığının devamlılığı ve artması da ülkeyi sıcak paraya bağımlı hale getirmektedir. Doğaldır ki bu süreçte üretimin ve istihdamın artması çok zordur. Nitekim son yıllardaki büyümenin kompozisyonuna bakıldığında; sanayiden ziyade, inşaat, ticaret ve hizmet gibi iç pazarı hedefleyen ve üretim fonksiyonu bulunmayan sektörlerin çok hızlı büyüdükleri görülmektedir. Zira değerli TL ile birlikte cazip hale gelen ithalat, üretimin ve bu alandaki yatırımların önünü tıkamaktadır. Para politikası, sadece düşük enflasyon hedefleyen, diğer makro ekonomik hedeflerle ilgilenmeyen bir politika olmamalıdır. TCMB açıkladığı para politikası raporlarında, döviz kurunu dalgalı kur uygulaması nedeniyle bir para politikası aracı olarak görmediğini, döviz kurunun tamamen piyasa koşulları altında belirlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Hâlbuki döviz kuru da bir para politikası aracıdır ve sıcak paranın yoğun ilgi gösterdiği gelişmekte olan ekonomilerde belirleyici etkiye de sahiptir. Sonuç olarak, Türkiye, cari açığı esas alarak döviz kuru uygulamasında TCMB’yi daha aktif hale getirmeli ve bu amaca yönelik yönetimli dalgalanma modeli uygulamalıdır. Bu modele getirilen en büyük eleştiri belirsizliği artıracağı yönündedir. 67 Fakat, uzun dönemli düşünüldüğünde, sıcak paranın baskı altında tuttuğu bağımsız dalgalanma 3-4 yıl aralıklarla kriz boyutunda ekonomik dalgalanmalara sebep olmaktadır. Yönetimli dalgalanmada ise bir süre sonra uzun vadeli bir projeksiyon sunulması ve döviz kurunun önündeki beklentilerin sona erdirilmesi mümkün olabilecektir. 84 milyar $ seviyelerindeki rezervleri de TCMB’ye söz konusu politikaları uygulama konusunda bir avantaj sağlamaktadır. Bunlardan hareketle yapılabilecekler aşağıdaki gibi sıralanabilir: Sermaye hareketlerinin hareketlerinden ziyade liberalleştirilmesinin uzun vadeli kısa sermaye vadeli sermaye hareketleri üzerinde yoğunlaşması sağlanmalıdır, Sterilizasyon politikası ile merkez bankası tarafından swap ya da açık piyasa işlemleri yoluyla döviz miktarındaki artışların para arzı ve döviz kuru üzerindeki etkileri nötralize edilmeli ya da dengelenmelidir. Kısa vadeli ve spekülatif amaçlı parasal akımlar üzerine Tobin Vergisi gibi global düzeyde uygulanacak bir vergi konulabilir. Dolayısıyla üretime bağlı büyüme, istihdam, dış ticaret dengesi gibi reel ekonomiye ilişkin hedefler salt enflasyon hedefine feda edilmemelidir. 68 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM DIŞ TİCARETTE KORUMACILIK TARTIŞMALARI 1. Karşılaştırmalı Büyüme ve Ticaret Politikaları: Latin Amerika & Doğu Asya Serbest dış ticaret politikalarının ekonomik büyümede önemli rol oynadığı kabul edilmektedir. Bunun en büyük ispatı ise, temel politika olarak serbest dış ticaret politikaları uygulayan Doğu Asya ülkelerindeki ekonomik gelişim ile dış ticarette korumacılık politikaları uygulayan Latin Amerika ülkelerinin ekonomik gelişiminin karşılaştırılmasıdır. Gerçekten de bu bölgeler, serbest ticaret ile korumacılık politikalarının çok net bir şekilde karşılaştırılabileceği iki bölge konumundadır. Her iki bölgede de, II Dünya Savaşı sonrasında sanayileşme ve büyümeyi sağlamak için, ithal ikamesi veya yerli sanayinin gelişmesi ve korunması gibi amaçlarla yüksek gümrük tarifeleri ve tarife dışı gümrük duvarları uygulanmıştır. Fakat en gelişmiş Asya ekonomileri 1950 ve 1960’larda bu ithal ikameci stratejiyi terk ederek serbest ticaret politikalarını desteklemeye başlamışlardır. 1960 ve 1970’li yıllarda Bazı Latin Amerika ülkeleri de bu yöntemi denemiş, fakat devam ettirememişlerdir. Serbest ticaret politikası ile korumacılık politikalarının neticelerini NIE (Newly Industrializing Economies) olarak da isimlendirilen dört Doğu Asya ülkesi (Güney Kore, Hong Kong, Singapur ve Tayvan) ile Latin Amerika’nın dört büyük ülkesi (Arjantin, Brezilya, Şili ve Meksika) ile karşılaştırmak suretiyle daha net görmek mümkündür. 1965-1993 arasında bahsedilen Doğu Asya ülkeleri, söz konusu Latin Amerika ülkelerinin iki katından daha fazla, yıllık bazda %9 civarında büyüme oranı yakalamışlardır. 1965’te Doğu Asya ülkelerinde ortalama kişi başı milli gelir, Latin Amerika ülkelerindeki ortalama 3.400 doların oldukça altında, 2.000 dolar düzeyindeydi. 1992’ye kadar söz konusu Doğu Asya ülkelerinin ortalama milli geliri, Latin Amerika ülkelerinin milli gelirinin iki katına ulaşmış ve ortalamada 11.100 dolara yükselmiştir.38 GLİCK, Reuven / MORENO, Ramon, “The East Asian miracle: growth because of government intervention and protectionism or in spite of it?”, Nisan 1997, http://findarticles.com/p/articles/mi_m1094/is_n2_v32/ai_19545596/, (Erişim: 03.02.2011) 38 69 Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, açıklık derecesi yüksek olan ülkeler daha yüksek büyüme oranı yakalamışlardır. Doğu Asya ülkelerinin hem ihracat hem de ithalat büyümesi, Latin Amerika ülkelerinin iki katı düzeylerinde gerçekleşmiştir ki, bu büyüme oranları arasındaki farkla paraleldir. Buna bağlı olarak, Doğu Asya ülkelerinde gerek ihracatın gerekse ithalatın GSYH’ye oranı Latin Amerika ülkelerinden daha yüksek gerçekleşmiştir. Tablo 11: Açıklık Göstergeleri (%)39 Japonya G. Kore Hong Kong Singapur Tayvan Ortalama Arjantin Brezilya Şili Meksika Ortalama İhracat Artışı (Yıllık Ort-%) 1964-1993 8,7 18,1 12,1 12,0 14,3 14,1 İthalat Artışı (Yıllık Ort-%) 1964-1993 6,7 15,6 12,2 11,5 13,2 13,1 4,4 8,7 7,4 6,6 6,8 4,4 7,4 5,6 7,1 6,1 İhracat/GSYH İthalat/GSYH 1965 10 5 46 99 19 50 1990 9 26 114 153 41 84 1965 9 13 64 125 22 67 1990 7 28 114 177 32 88 6 7 12 6 8 12 8 21 16 13 5 5 13 7 8 4 5 27 19 14 1990’lı yılların sonundan başlayarak Brezilya ve Şili başta olmak üzere Latin Amerika ekonomileri de dış ticarette korumacılık uygulamalarından vazgeçerek serbest ticaret politikaları uygulamaya başladığından, bu sürecin öncesinin karşılaştırmada dikkate alınması daha doğru sonuçlar verecektir. Hong Kong ve Singapur 1960’lardaki ithal ikameci politika deneyiminden sonra, ithalat üzerindeki tüm kısıtlamaları kaldırmak suretiyle ticareti serbestleştirmişlerdir. Japonya, Güney Kore ve Tayvan ise söz konusu ticaret engellerini devam ettirmiştir. Japonya, 1970’lerde tarife oranlarını oldukça düşürürken; Güney Kore ve Tayvan 1960’larda sırasıyla %40 ve %35 olan tarife oranlarını, 1980’lerde sırasıyla %20 ve %31’e, 1990’ların başında da sırasıyla % 12 ve %10’a düşürmüşlerdir. Bunun yanı sıra, tarife dışı engeller de uzun süre yürürlüğünü korumuştur. Örneğin, Güney Kore’de 1973’de ithlata konu malların %40’ı yasaklanmış veya kısıtlanmıştı. Bu oran 1981’e kadar %25’e, 1991’e kadar da %3’e düşürülmüştür. Tayvan’da da benzer ithalat kısıtlamaları 1960’lardaki %50 düzeyinden 1980’lerin başında %3’ün altına düşürülmüştür. 39 GLİCK / MORENO, age 70 Latin Amerika ülkelerinde de, ihracatı teşvik edici uygulamalardan ziyade, ithalatı kısıtlayıcı politikalarla iç üretim teşvik edilmeye çalışılmış, fakat olumlu sonuç alınamamıştır. İthalat tarife ve kotaları sadece ihracata yönelik ürünlerin üretimi için ithal edilecek mallar itibariyle aşılabilmiştir. Doğu Asya ülkeleri çeşitli yöntemlerle doğrudan ihracatı teşvik etmeye yönelik politikalar uygularken, Latin Amerika ülkeleri daha ziyade ithalatı kısıtlama yoluna gitmişlerdir. Doğu Asya ülkelerindeki ekonomik büyümeye yönelik uygulanan diğer bir politika ise, bazı sektörlerin ve hatta firmaların seçilerek desteklenmesidir. Bunun en önemli örnekleri ise, Japonya ve Güney Kore’dir. Savaş sonrası süreçte Japonya, demir çelik, gemi inşası, kömür, enerji ve gübre sanayine yönelik teşvikler uygulamaya koymuştur. Buna göre, söz konusu sektörler hammaddelerini gümrüksüz ithal etme, devlet bankalarından uygun koşullarda kredi kullanma gibi teşviklerden yararlanabilmekteydiler. 1950’lerde otomotiv sanayi, 1960’larda ise bilgisayar ana hedefler arasına eklenmiştir. Japonya halen TV sektöründeki yeni teknolojileri, yüksek bilgisayar teknolojileri gibi bazı sektörleri, başarılarına göre desteklemeye devam etmektedir.40 Japonya’nın 1950’lerde otomotiv sektörü, 1960’larda ise bilgisayar, ileri teknoloji ve elektronik alanlarındaseçip desteklediği firmalar bugünün dünya devi firmalar olup, orijinalde tekstilci olan Toyota ailesi de bugünün dünya devi bir otomotiv firmasını ortaya çıkarmıştır. Güney Kore ise 1960’ların başında çimento, gübre ve petrol rafinajını, 1960’ların sonu ile 1970’lerin başında demir çelik ve petrokimya sanayini, 1970’lerin ortasında da gemi inşa sanayi, diğer kimyasallar, sermaye malları ve dayanıklı tüketim mallarını destekleyerek, bu alanlarda büyük ölçekli firmalar çıkarmayı hedeflemiştir. Hâlihazırda, Güney Kore’nin gemi inşa sanayinde en büyük ülkelerden biri olması, gerek otomotiv gerekse elektronik sektörde dünya devi üreticiler çıkarmasının temelinde 1960’lardan sonra başlayan söz konusu politikaların etkili olduğu söylenebilir. Son zamanlarda ise, elektronik sektördeki özellikle orta ve küçük ölçekli firmalar desteklenmekte, belirli ölçüde dış rekabete karşı da korunmaktadırlar. 41 Şüphesiz diğer Doğu Asya ülkeleri Tayvan ve Singapur da benzer sanayi politikaları uygulamışlardır. 40 41 Örneğin, Tayvan işgücü GLİCK / MORENO, age GLİCK / MORENO, age 71 yoğun sektörlerde karşılaştırmalı üstünlüklerini kaybettikçe, bazı stratejik sektörlere yönelik kredi yardımı, teknolojik destek ve yönetim desteği gibi destekler uygulamaya koymuştur. Buna göre, söz konusu Doğu Asya ülkelerinin ihracat destekleri ve sanayi politikaları ile ilgili aşağıdaki çıkarımlar yapılabilir. Bazı ülkelerde hükümetler, piyasada gösterdiği başarıya göre firmaları destekleme yoluna gitmişlerdir. Tüm ülkeler benzer yöntemlerle iç sanayiyi ve ihracatı desteklemeyi temel politika olarak uygularken, düşük oranlarda gümrük duvarları da korunmuştur. İhracat eksenli büyüme stratejisinde, değersiz para birimi veya ülke para biriminin aşırı değerlenmesin önlenmesi, yani kur politikaları da kullanılmıştır. İhracatı destekleyen girdi yönüyle ithalatın önündeki engellerin kaldırılması, özellikle ihracatta çeşitliliğin artmasına bağlı olarak ithalatın da ciddi oranlarda artmasına neden olmuştur. Belirli sektörleri ve hatta o sektörler içerisinden başarılı belirli firmaları seçerek desteklemek Japonya ve Güney Kore’de yoğun olarak kullanılmış ve oldukça başarılı sonuçlar vermiştir. Genelde hükümetler “kaybedenler”, veya işi iyi gitmeyenlere teşvikler sağlamakla uğraşırken, Güney Kore ve Japonya “kazananları”, halihazırda başarılı olanları destekleme yoluna gitmiştir. Japonya ve Güney Kore’nin desteklediği sektörler ve firmalar, girişin ve yatırımın çok pahalı olduğu eksik rekabetin hâkim olduğu demir çelik, gemi inşa sanayi ve otomotiv sanayi gibi sektörlerde yer almakta ve büyümektedirler. Latin Amerika ülkeleri de, ithal ikameci veya bebek sanayileri dış rekabetten koruma gibi yüksek gümrük duvarlarına dayalı ekonomik modelden sonuç elde edememiş ve dış ticaretlerini serbestleştirme yoluna gitmişlerdir. Gerçekten de, 1990’lı yılların sonundan başlayarak Brezilya ve Şili başta olmak üzere Latin Amerika ekonomileri de dış ticarette korumacılık uygulamalarından önemli ölçüde vazgeçmiş ve serbest ticaret politikaları uygulamaya başlamışlardır. Tablo 12: Açıklık Göstergeleri (%)42 42 WDI 2010, age 72 Japonya G. Kore Hong Kong Singapur Ortalama Arjantin Brezilya Şili Meksika Ortalama İhracat Artışı (Yıllık Ort-%) 1995-2008 5,4 16,9 8,1 13,3 10,9 İthalat Artışı (Yıllık Ort-%) 1995-2008 9,0 15,9 7,1 11,2 10,8 17,0 23,4 23,2 19,3 20,7 13,2 16,9 20,6 23,6 18,6 Yukarıda detaylı açıklamaları yapılan seçilmiş Latin Amerika ülkeleri ile Doğu Asya ülkelerinin uyguladığı büyüme ve ticaret politikalarının karşılaştırılmasından aşağıdaki sonuçlar çıkarılabilir: İhracat eksenli dışa dönük ekonomi politikaları, ithalatı kısıtlamaya yönelen ekonomilerden daha iyi ekonomik performans göstermektedir. Piyasa ekonomisinin yapısına uygun olmamakla birlikte, geçmişte ağırlık olarak Japonya ve Güney Kore, hâlihazırda Çin tarafından uygulanan müdahaleci politikalar dünya ölçeğinde büyük ve rekabet edebilir firmalar ortaya çıkarmakta başarılı olmuştur. Reel döviz kurunun korunması ve para biriminin aşırı değerlenmesinin önlenmesi, dışa açık ekonomilerin ekonomik büyümesinde hayati öneme sahiptir. 1950 ve 1960’larda yukarıda bahsedilen ekonomi politikalarını uygulamaya koyarken, özellikle Güney Kore ve Japonya’da yeterli sermaye birikimi bulunmadığından, yatırımlar ağırlıklı olarak dış borçlarla gerçekleştirilmiştir. Fakat burada borcun alınmasından daha önemlisi, söz konusu sermayenin doğru yatırım alanlarına kanalize edilmesidir. Latin Amerika ülkeleri de iyi ekonomik performans elde edemedikleri korumacılık politikalarından vazgeçip, dış ticaretlerini serbestleştirmeye başlamışlar ve bu suretle daha iyi ekonomik gelişim göstermişlerdir. 2.Türkiye ve Korumacılık Her ne kadar diğer ülke örnekleri üzerinde analizler yapılsa da, Türkiye ekonomisi 1980 öncesinde ithal ikamesine dayalı sanayileşme politikalarını, 1980 sonrasında ise tam uygulanma imkânı bulamasa da ihracat dayalı sanayileşme politikalarını 73 uygulamıştır. Dolayısıyla, Türkiye’nin bundan sonraki rotasında geçmişten gelen tecrübelerinin önemli rol oynayabileceği tabidir. 2.1. İthal İkamesine Dayalı Sanayileşme Politikası 1950’den sonra döviz darboğazını aşmak için, döviz çıkışlarını önlemek öncelikli yol olarak belirlenmiş ve kotalar ve yüksek tarife oranları esas olmak üzere ithal ikamesi araçları yürürlüğe konmuştur. Başlangıçta gıda ve giyim eşyası gibi tüketim malları ithalat yerine yerli üretim tarafından karşılanmış, fakat ithal ikameci politikaların uygulandığı 1963-1980 aralığında sanayi için gerekli hammadde ve yatırım malı üretimine geçilememiştir. İthal ikameci dönemde amaçlananın aksine, ekonominin dışa bağımlılığı artmıştır. Bu dönemde, sanayi sektörü tarım sektörünü geçerek öncü sektör haline gelmiştir. 196377 döneminde tarımsal üretimin yıllık artış hızı %3 iken, sanayi üretiminin yıllık artış hızı %10’u aşmıştır. GSMH ise yılda ortalama %7’lik bir hızla büyümüştür. 1977-80 aralığında ise, 1973 petrol krizi ve 1974 Kıbrıs harekâtının etkisiyle büyüme hızı %1,9’a gerilemiştir. Söz konusu dönemde imalat sanayisindeki artışların ana kaynağı yurtiçi talep artışları iken, büyümede ithal ikamesi ile ihracat artışının etkisi son derece sınırlı kalmıştır.43 İthal ikameci politikaların uygulandığı 1963-80 döneminde imalat sanayi yatırımları önemli yer tutmakla birlikte, İthal ikameci stratejinin ikinci ve belki de en önemli aşaması olan hammadde ve yatırım malları üretimine geçme amacıyla, bu alandaki yatırımlar artmıştır. İthal ikameci strateji ile döviz tasarrufu sağlamak, ithalatı azaltmak yoluyla dış ticaret açığının kapatılması ve sanayileşmedeki sorunların giderilmesi hedeflenmiştir. Ancak, ithalatı azaltmanın aksine, artıran bir sanayileşme görüntüsü ortaya çıkmıştır. İthal ikameci sanayileşme sürecinde temel olarak sadece ithal edilen ürünlerin içeride üretilmesi planlanmış, sektörel destek uygulanmamıştır. Bu kapsamda, giyim eşyası üretmek, tarım ürünü yetiştirmek ve ileri teknoloji ürünü üretmek gibi tüm üretim faaliyetleri aynı değerde görülmüş ve sadece dış rekabetten korunmaları sağlanmıştır. Doğaldır ki, salt üretimin haricinde araştırma ve geliştirme gibi ek maliyetler gerektiren teknolojik üretim gelişmemiştir. 2.2. İhracata Dayalı Sanayileşme Stratejisi ÖZBEY, Funda Rana, “Türk Sanayileşme Sürecinde Bütünleştirilmiş Strateji”, Kocatepe Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt II Sayı 1, Temmuz 2000 43 74 1980 yılına gelindiğinde, ithal ikameci politikaların yetersizliği ortaya çıkmış ve 24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye ihracat eksenli sanayileşme politikalarını yürürlüğe koymaya başlamıştır. Bu kapsamda kambiyo rejimi liberalleştirilirken, ithalatta nispi liberal politikalar ve ihracatı desteklemeyi hedefleyen politikalar yürürlüğü konulmuştur. Yabancı sermaye çekmek için de engeller kaldırılmaya başlanmıştır. Söz konusu kararlar neticesinde 1988 yılına kadar istikrarlı büyüme sağlanmıştır. Bunun nedenlerinden biri de ekonomide var olan atıl kapasitenin kullanılmaya başlanmasıdır. 1980-88 döneminde ortalama %8.8 olan büyüme hızı, 1989 yılında %1.6’a gerilemiş, 1990 sonrasında ise iç talebin etkisiyle tekrar artmaya başlamıştır. Ana hedef yatırımları ve ihracatı artırmak suretiyle büyümeyi sağlamak olmakla birlikte, özellikle ihracatın büyümeye katkısı sınırlı kalmıştır.44 Aynı zamanda, yurtiçi tüketim harcamalarının ekonomik büyümenin lokomotifi olması, kaynak dağılımında yurtiçi talebin yüksek olduğu alanlara öncelik verilmesine neden olmuş, hedeflenen yatırımlar gerçekleştirilemediği gibi, ihracatı destekleyeceği düşünülen süreç yurtiçi talebi destekler konuma gelmiştir. Tüketim harcamalarının gittikçe artması, daha da önemlisi harcamaların dış kaynakla karşılanması ve kamu harcamalarının da borçlanma kanalıyla finanse edilmesi, Nisan 1994’teki krize davetiye çıkarmıştır. Krizden sonraki süreçte ekonominin tekrar canlanmasında, yine iç tüketim harcamalarındaki artış önemli olmuştur. Bu politikaların doğal sonucu olarak, ekonomide hizmet sektörünün baskın rolü hep devam etmiş, yatırımlar ihracata yönelik olmaktan çok iç talebi karşılamaya yönelmiştir. Yani, ihracat eksenli büyüme olarak düşünülen politikalar, dış kaynaklarla finanse edilen iç tüketimin cazibesiyle iç talebi karşılamaya yönelmiştir. 1980 sonrasında özel sektörün öncü sektör kabul edilmesi sonucu, 1980 öncesi durumun tersine, imalat sanayine yönelik yatırımlarda kamu kesiminin payı giderek azalmıştır. Ancak, özel yatırımların uzun dönemli yatırımlar yerine, kısa dönemli spekülatif kar arayışlarına yönelmesi sonucu özel sermaye, sanayi dışına kaymış, başka bir deyişle, özel kesim özellikle ihracata yönelik sektörlerde beklenen gelişmeyi göstermemiştir. Gerek kamu, gerekse özel kesimin imalat sanayine yönelik yatırımlarının azalması yanında, diğer üretken sayılabilecek enerji, tarım ve madencilik alt sektörlerine yönelik yatırımlarda da gerilemeler yaşanmıştır. Yine bu dönem içinde yabancı sermaye yatırımları da yerli yatırımlar paralelinde üretken 44 ÖZBEY, age 75 olmayan sektörlere kaymıştır. Bu, kendi haline bırakılmış yatırım dağılımı, toplumdaki gelir ve kaynak dağılımını üretken olmayan kesimler lehine değiştirirken, kapasite arttırıcı yatırımların yerini kurulu kapasitelerin modernizasyonuna yönelik yatırımlara bırakmasına neden olmuştur. Alt sektörler itibariyle yatırımların gelişimindeki dalgalanmalara karşın, genel olarak tüketim malları sanayiine yönelik yatırımlar artarken, ara malları sanayiine yönelik yatırımlarda bir azalma gerçekleşmiştir. Ancak, en yüksek payı yine bu sektör almıştır. Yatırım malları sanayiine yönelik yatırımlarda ise fazla bir değişiklik olmadığı görülmektedir. Yatırımlardaki bu olumsuz tablo göstermektedir ki, Türk ekonomisinde 1980 sonrasında istikrar ve dışa açılma adına büyümeden vazgeçilmiştir ve gelir ile kaynak dağılımı üretken olmayan kesimler lehinde değişmiştir. Kamu yatırımlarının sanayi kesiminden altyapı yatırımlarına kayışı, bir politika tercihi olarak anlaşılabilir; ancak özel kesimde sanayi yatırımlarının giderek konut yatırımları gibi üretken olmayan yatırımlara kayması, ekonominin uzun vadeli büyüme potansiyelini olumsuz yönde etkileyecektir.45 2.3. Günümüz Türkiye’sinin Problemi Türkiye’nin 1963-1980 döneminde ithal ikameci sanayileşme politikaları, 1980’den sonra ise ihracata dayalı sanayileşme politikaları, yaklaşık 50 yıldır aynı kısır döngü etrafında tartışmaya devam ettiğimizi göstermektedir. Temelde Türkiye ekonomisinin ana sürücüsü hep iç tüketim harcamaları olmuş, bu talep iç yatırımların uzun vadeli ve sürdürülebilir büyümeyi sağlayacak sektörler yerine, inşaat ve hizmetler gibi tüketime yönelmesine neden olmuştur. Dolayısıyla, ekonominin ana girdi ihtiyacı, iç üretim yeterli olmadığından sürekli olarak ithalat yoluyla sağlanmış, bu da ithalatı ve dış ticaret yoluyla da cari açığı besleyen en önemli neden haline gelmiştir. Tüketimin en önemli sonucu, her ne kadar sıcak para gibi sermaye girişleriyle finanse edilse de, ülke içi refahı artırmasıdır. Temelde, dışarıdan sağlanan kaynaklarla, bir diğer deyişle tüketicilerin gelecek gelirleriyle finanse edilen tüketim harcamaları, ithalatı artırıcı etkisi olsa da, toplam refahı artırmaktadır. Bugünün Türkiye’sinde de görüleceği üzere, son 7 yıllık süreçte Türk halkı ürettiğinden çok daha fazlasını tüketmiş, finansman sorunu olmayan bu talep, iç yatırımların yönünün çizilmesinde de temel belirleyici olmuştur. Türkiye, ekonomisini artık büyük ölçüde iç ve dış borçlanma ile finanse edilen tüketime değil, yatırım, üretim ve ihracat artışına dayalı sağlamak zorundadır. 45 ÖZBEY, age 76 2.4. Korumacılık Politikaları Çözüm Olabilir mi? Mevcut veriler ışığında, Türkiye ekonomisinin yıldan yıla artan oranda dış ticaret açığı ve cari açık verdiği, dış kaynaklarla finanse edilen iç tüketimin genişlemeye ve ithalat talebini beslemeye devam ettiği görülmektedir. Türkiye kısa vadede ithalatı artırmaksızın, ihracatı artıracak üretim altyapısına sahip olmadığına göre, şüphesiz ithalat talebini kısacak önlemler alınması gerekmektedir. Yukarıdaki tartışmalar ve kıyaslamalar ışığında, gümrük duvarlarıyla korunan bir ekonominin üretim potansiyelini artıramadığı ve sürdürülebilir bir büyümeyi sağlayamadığı açıktır. 1995 sonrasında devasa büyüyen ve dünya ticaretini baskı altına alan dev uluslar arası firmalar karşısında, Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları dahi “bebek” kalmakta ve korunma talep edebilmektedir. Özellikle elektronik ve televizyon sektöründe, Samsung’un tek başına Türkiye’nin toplam ihracatının iki katından fazlasını sattığı düşünüldüğünde, fotoğraf daha net görülebilmektedir. Buna, ABD, AB ülkeleri, Japonya ve Güney Kore gibi gelişmiş ülkelerin diğer dev uluslar arası firmalarını da ekleyebiliriz. Bu durumda alınabilecek temel önlem, korumacılık politikalarından ziyade, iç üretimin karını önemli ölçüde kemiren ve ithalatı çok daha ucuz hale getiren TL’nin aşırı değerlenmesine izin vermemektir. Hatta, ihracat teşviklerinin ihracatı artırıcı etkisinin, paranın aşırı değerlenmesinin önlenmesinin ihracata olan pozitif etkisinden çok daha az olduğu da ileri sürülmekte ve bu iddia, Güney Kore örneğiyle desteklenmektedir.46 Ayrıca, sürekli ekonomik büyümenin sağlanmasında önemli etkisi olmayan, fakat rant değeri diğer tüm yatırım alanlarından yüksek olan inşaat ve hizmetlere ilişkin yatırımların diğer yatırımların önünü kesmesi engellenmelidir. SONUÇ Gelişmekte olan ekonomilerin rol model olarak aldığı ve seviyelerine yükselmek için çaba sarfettiği gelişmiş ülkeler, ABD başta olmak üzere, 1930’dan sonraki en büyük krize sebep olmuşlardır. Krizin muhtemel sebepleri, bu ülkelerdeki kötü krediler, 46 GLİCK / MORENO, age 77 yanlış dağıtım modelleri, sürdürülemez finansal altyapı ve finansal türevlerin kullanımı, yanlış kredi derecelendirmesi ve geniş global dengesizlikler olarak sıralanabilir. Fakat krizin temel sebebi 2002–2004 arasında ABD ve diğer gelişmiş ülkeler tarafından izlenen gevşek (genişletici) para politikalarıdır. En basitinden, reel sektörde 100 birimlik karşılığı olan bir varlığın, para tabanında birincil ve ikincil piyasalardaki hacimlerle 200 birime yaklaşan bir değere ulaşması, parasal sektörün reel sektörden kopmasına, parasal işlemlerde balonlar oluşmasına neden olmuştur. Yani, reel sektör öncü olacak yerde, parasal boyut ön plana çıkmıştır. Uluslararası platformda en fazla kullanılan para biriminin sahibi olan ABD’nin uyguladığı gerek genişletici, gerekse daraltıcı para politikaları, yıllar içerisinde gelişmekte olan ülkelerde olağanüstü istikrarsızlıklara neden olmuştur. ABD Merkez Bankası FED’in uyguladığı faiz politikalarını bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. ABD para politikasındaki temel kaymaların her biri, aynı anda ve özellikle kırılgan niteliği yüksek gelişmekte olan Latin Amerika, Orta Amerika, Doğu Asya Ülkeleri ile Çin ve Hindistan gibi ekonomilerde global bir patlama ve akabinde depresyona neden olmaktadır. ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin para politikalarındaki aşırı oynaklık, aynı şekilde gelişmekte olan ekonomilere, para ve sermaye akışlarında aşırı oynamalara neden olmak suretiyle zarar vermektedir. Halihazırdaki küresel krizde de benzer özellikler görülmüştür. Yani, son yıllarda ABD’de ve Avrupa ülkelerinde uygulanan aşırı gevşek (genişletici) para politikaları sonucunda toplam talep, üretim miktarını aşmış, Çin’de büyük cari fazlaya yol açan bu süreç, gelişmiş ülkelerde ise olağanüstü cari açıklara neden olmuştur. Finansal kurumlarda artan gevşek yönetim tarzı ve FED’in borç verme faiz oranlarını aşırı düşürmesi, petrol fiyatlarındaki hızlı tırmanış, emtia ve varlık fiyatlarındaki yükselişler hep birlikte kriz için gerekli sahneyi hazırlamışlardır. Bunun yanısıra, bu ülkelerin bütçe açıkları vermeleri de “makro dengesizlik” yaratmış ve para politikasının reel ekonomi üzerindeki etkilerinin artmasına neden olmuştur. Bu süreçte, petrol ve emtia fiyatlarında yaşanan ciddi artışların da katkısı olduğu tabidir. ABD ve Avrupa’da gevşek para politikaları nedeniyle genişleyen para tabanı, arzın talebi aşmasına, parasal sektörün reel sektörden kopmasına neden olmuş; ilgili ülkelerdeki getiri oranlarının da düşüklüğüyle getiri oranı oldukça yüksek olan Türkiye gibi ülkelere sermaye akışı artmıştır. 78 Türkiye’de uygulanan serbest dalgalanma nedeniyle, söz konusu sermaye hareketleriyle Türkiye’ye giren sermaye döviz kurunu ciddi baskı altına almış, TL nin aşırı değerlenmesi sonucunu doğurmuştur. Kredi kanallarıyla iç talebi artıran söz konusu sermaye akımları sayesinde, iç tüketim talebi ekonominin temel sürükleyicisi olmuş, ülke içi yatırımlar da hizmet sektörü ve inşaat gibi ülkenin üretim kapasitesini artırmayan sektörlere kaymıştır. İç üretim kapasitesinin yetersizliği, aynı zamanda artan iç tüketim talebinin ithalatı da artırmasına yol açmış, gittikçe artan oranda dış ticaret açığı verilmesine neden olan bu durum, cari açığı besler duruma gelmiştir. Son 50 yıllık süreçte Türkiye, hem ithal ikameci veya korumacı, hem de ihracat eksenli dış ticaret politikalarını uygulamış, fakat ikisinde de başarılı olamamıştır. Korumacılık politikalarını en katı uygulayan Latin Amerika ülkeleri ile serbest ticareti esas alarak ihracat eksenli büyüme politikaları uygulayan Doğu Asya ekonomileri kıyaslandığında, dışa açık, ihracat eksenli büyüme stratejisinin çok daha başarılı olduğu görülmektedir. Doğu Aya ülkelerinde uygulanan ihracat eksenli büyüme stratejisi, hükümetlerin sektör ve hatta firma bazlı teşvikleriyle desteklenmiştir. Para biriminin ise aşırı değerlenmesinin önlenmesi veya günümüzde Çin’in uyguladığı şekliyle para biriminin değersizleştirilmesi doğrultusunda uygulanan kur politikaları da bu büyüme stratejisinde önemli rol üstlenmiştir. Özellikle Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatın artması ve bunun dış ticaret açığını beslemesi ucuz üretim maliyetlerine, özellikle ucuz işgücüne bağlanabilse de; Avrupa, Kuzey Amerika ülkeleri ile Güney Kore ve Japonya’dan olan ithalatın önemli ölçüde artması ve dış ticaret açığının ana besleyicisi olmaya devam etmesinin üretim maliyetleri ile açıklanması pek mümkün görünmemektedir. Gerçekten de, gelişmiş ülkelerle yapılan ticaret nedeniyle verilen dış ticaret açığının toplam dış ticaret açığına oranının %75’in üzerinde olduğu düşünüldüğünde, dış ticaret açığının temel nedeninin üretim altyapısının yetersizliğinden dolayı, hammadde ve yatırım malı ihtiyacının ithalat suretiyle karşılanması zorunluluğudur. Dolayısıyla, Türkiye ekonomik büyüme dönemlerinde ihtiyaç duyduğu ana girdi malzemelerini (hammadde ve yatırım malları) kendisi üretemediğinden ithal etmektedir. Buna göre, Türkiye’nin ekonomik görünümünün ve dış ticaretinin küresel kriz dikkate alınarak değerlendirilmesi neticesinde aşağıdaki sonuçlara ulaşmak mümkündür: Türkiye, kriz dönemlerinde dış ticaret açığını azaltan veya kapatan, büyüme dönemlerinde ise açığını sürekli artıran bir görüntüdedir. Bunun da temeli, iç üretimin 79 ekonomik büyümeyi destekleyecek altyapıya sahip olmaması, dolayısıyla ihtiyaç duyulan ana girdilerin ithalat yoluyla karşılanmasıdır. Aynı zamanda, iç tüketim talebinin, yatırımları rant değeri daha yüksek, fakat üretim altyapısını iyileştirmeyen alanlara çekmesi de bu sorunun çözümünü sorlaştırmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye öncelikle ithalatı besleyen iç üretim boşluğunu dolduracak tedbirler almalıdır. Gerek geçmişte korumacılık politikaları uygulayıp, sonra ticaretini liberalleştiren Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye örneği, gerekse serbest ticaret veya dışa dönük ekonomi politikalarıyla ekonomik başarı sağlayan Doğu Asya ülkeleri, dış ticarette korumacılık politikalarının ekonomik kalkınma açısından dış ticarette korumacılık politikaları başarılı olamamaktadır. Belirlenen sektörlerin dış rekabetten korunması suretiyle değil de, dış dünyayla rekabet edebilir poziyona gelmesi için destek ve teşvik öngören politikaların uygulanması daha önemlidir. Desteklerin belirlenmesine daha basiretli ve küresel ekonomiye uygun belirlemeler yapılması gerektiği tabidir. Cari açığın kurun reel seviyesinin belirlenmesinde temel alınması ve TL’nin aşırı değerlenmesinin önlenmesi, korumacılık politikası olarak değerlendirilmese de, ithalata azaltıcı yönde etki edeceği gibi, iç üretimin ve ihracatın değerini artırarak iç yatırımların artmasını sağlayacaktır. Bu noktada Devletin dünyadaki ekonomik gelişmeleri, talep hareketleri ve kaymalarını dikkate alarak orta ve uzun vadede fayda sağlayacağını düşündüğü sektörlere teşvik uygulaması da, ekonomik altyapının iyileştirilmesi kapsamında dikkate alınabilir. İhracat açısından ağırlıklı olarak Avrupa piyasasına odaklanan ve temel olarak da işgücü yoğun ürünleri ihraç eden Türkiye’nin uzun vadede gerek ülke ve grup bazında, gerekse ürün bazında çeşitliliği sağlaması, sermaye yoğun ürünlerin ihracına yönelik tedbirler alması zorunlu görülmektedir. Türkiye açısından ise, brüt tasarruf ve dolayısıyla gayri safi sabit sermaye oluşumunun, yani yatırımın yetersiz olduğu, ekonomik büyümenin temel olarak tüketim harcamalarına bağlı olduğu, tüketimin de ülke içi üretim altyapısının yetersiz olmasının da katkısıyla ağırlıklı olarak ithalat yoluyla karşılandığı, tüketimin ekonominin temel belirleyicisi olmasının neden olduğu bu kısır döngünün de devam etme eğiliminde olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin, oldukça düşük olan brüt tasarruf oranını artırarak, yine oldukça düşük olan gayrisafi sabit sermaye 80 oluşumunu yükseltmesi, yani gerek dış gerekse iç kaynakları tüketimden ziyade üretime kanalize etmesi önemlidir. Üretim miktarını aşan tükretim talebiyle Çin’in tam tersi istikamette yol alan Türkiye’nin, dış talebi de ekonomik dürtülerine eklemesi ve iç taleple dış talebi ekonomik büyümede dengeli kullanması gerekmektedir. İç tüketim ve ithalat eksenli gelişen mevcut durumun sürdürülebilirliği tartışmalıdır. Son olarak, iç tüketimin temel sürükleyici olduğu Türkiye eknomisi, bu ekonomik görünüm nedeniyle 1994 ve 2001 krizleriyle karşılaşmış ve 2009’da son ekonomik krziden çok ciddi etkilenmiştir. Dolayısıyla, yaşanan ekonomik krizlerden dersler çıkarılması ve benzer çukura tekrar ve tekrar düşülmemesi oldukça önemli görünmektedir. 81 KAYNAKÇA i. Kitaplar FOXLEY, Alejandro, The Global Financial Crisis and Middle-Income Countries, Washington DC, Carnegie Endowment, 2009 İNANDIM, Şeyda, “Kısa Vadeli Sermaye Hareketleri ile Reel Döviz Kuru Etkileşimi: Türkiye Örneği”, TCMB Piyasalar Genel Müdürlüğü, Uzmanlık Yeterlik Tezi, Kasım 2005, Ankara LEWIS, Sir Arthur, “Economic Development with Unlimited Supplies of Labor”, 1. Baskı The Manchester School, Mayıs 1954 KIRKPATRICK, Colin / BARRIENTOS, Armando, “The Lewis Model After Fifty Years”, Development Economics and Public Policy Working Paper Serisi. Institute for Development Policy and Management University of Manchester, Eylül 2004. United Nations Public Administration Network (UNPAN), unpan1.un.org/intradoc/groups/public/documents/nispacee/unpan018979.pd. KIERAN, Allen, “The Celtic Tiger – The myth of social partnership in Ireland”. Manchester University Press, 2000, Manchester, UK NANTO, Dick K., “The Global Financial Crisis: Analysis and Policy Implications”, Congressional Research Service Report, 2009, Washington DC ÖZBEY, Funda Rana, “Türk Sanayileşme Sürecinde Bütünleştirilmiş Strateji”, Kocatepe Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt II Sayı 1, Temmuz 2000 ÖZDEMİR, K. Azim / ŞAHİNBEYOĞLU, Gülbin, “Alternatif Döviz Kuru Sistemleri”, TCMB Araştırma Genel Müdürlüğü, Tartışma Tebliği, Eylül 2000 SAYGILI, Hülya / SAYGILI, Mesut/ YILMAZ, Gökhan, “Türkiye İçin Yeni Reel Efektif Döviz Kuru Endeksleri”, TCMB, Çalışma Tebliği No:10/12, Temmuz 2010 SHIRAKAWA, Masaaki, International Policy Response to Financial Crisis, Japan, Bank of Japan, 2009 82 STEIL, Benn, “Lessons of the Financial Crisis”, Council on Forefign Relations, 2009, New York STIGLITZ, Joseph E. / YUSUF, Shahid, “Rethinking the East Asian Miracle”, Dünya Bankası ve Oxford Üniversitesi Yayını, New York, 2001 ii. Yazarı Belli Olmayan Resmi, Özel Yayınlar, Raporlar vb. ASIAN DEVELOPMENT BANK 2009, Asia Economic Monitor, Asian Development Bank, Manila BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu), Finansal Piyasalar, Sayı 19, Eylül 2010 IMF WEO. (Nisan 2009), World Economic Outlook: Crisis and Recovery, IMF, Washington DC IMF WEO. (Nisan 2010), World Economic Outlook: Rebalancing Growth, IMF, Washington DC IMF REO. (Mayıs 2009), Regional Economic Outlook: Asia and Pacific, IMF,Washington DC IMF (Mart 2009), The Implications of the Global Financial Crisis for Low-Income Countries, IMF,Washington D.C. ABD UNITED NATIONS (2009), World Economic Situation and Prospects 2010. Global Outlook, United Nations, New York, 2009 UN (United Nations), World Investment Report 2010: Investing in a Low-Carbon Economy, BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı, New York - Geneva, 2010 UNCTAD, Handbook of Statistics 2006-07, Digital library of UNCTAD publications. Development Indicators # 8, http://www.unctad.org/en/docs/tdstat31ch8_enfr.pdf WORLDBANK, World Development Indicators (WDI) 2010, Worldbank, Washington D.C. ABD, Nisan 2010 83 iii. İnternet Kaynakları Yazarı Belli Olan İnternet Kaynakları: AUERBACH, Alan J. / GALE, William G. (2009), “The Economic Crisis and the Fiscal Crisis: 2009 and Beyond”, http://www.taxpolicycenter.org/UploadedPDF/411843_economic_crisis.pdf, (Erişim: 31.01.2010) BERNANKE, Ben S. (2002), “Deflation: Making Sure “It” Doesn’t Happen Here”, http://www.federalreserve.gov/boardDocs/speeches/2002/20021121/default.htm, (Erişim: 03.03.2010) Edwards, Sebastian (1993), “Opennes, Trade Liberalization, and Growth in Developing Countries”, Journal of Economic Literature, Volume 31, Issue 3 (Eylül 1993), http://www.jstor.org/pss/2728244, (Erişim: 20.02.2011) GLİCK, Reuven / MORENO, Ramon, “The East Asian miracle: growth because of government intervention and protectionism or in spite of it?”, Nisan 1997, http://findarticles.com/p/articles/mi_m1094/is_n2_v32/ai_19545596/, (Erişim: 03.02.2011) MOHAN, Rakesh (2009), “India and Global Crisis - The Worst is Over for India: 9% plus Growth Soon, Says”, http://www.imcnet.org/PDF/India_and_Global_Crisis_Rakesh_Mohan_Speech.pdf, (Erişim: 10.02.2010) TAŞKIN, M. Murat, “1923-2003 Döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Ticaret Politikaları”, http://www.dtm.gov.tr/dtmadmin/upload/EAD/TanitimKoordinasyonDb/, (Erişim: 10.02.2010) VASHISHT, Pankay / PATHAK, Sriparna (2009), “The Global Economic Crisis and India: An Analysis (ARI)”, http://realinstitutoelcano.org/wps/portal/rielcano_eng/Content?WCM_GLOBAL_CONTEXT =/elcano/Elcano_in/Zonas_in/ARI129-2009, (Erişim: 10.02.2010) ZHANG, Zhang (2009), “The Impact of the Global Crisis on China and its Reaction (ARI)”, ARI 62/2009 – 14/4/2009, 84 http://www.realinstitutoelcano.org/wps/wcm/connect/7f3587804f018af4aad8ee 3170baead1/ARI62-2009_Ming_Global_Crisis_China_Reaction.pdf?MOD=AJPERES& CACHEID=7f3587804f018af4aad8ee3170baead1, (Erişim: 20.01.2010) Yazarı Belli Olmayan İnternet Kaynakları Çin Ticaret Bakanlığı internet sitesi, http://english.mofcom.gov.cn/statistic/statistic.html “Kriz Kronolojisi”, http://www.newyorkfed.org/research/global_economy/Crisis_Timeline.pdf, (Erişim:10.02.2010) “Krize Karşı Uluslar arası Tedbirler Kronolojisi”, http://www.newyorkfed.org/research/global_economy/IRCTimelinePublic.pdf, (Erişim:10.02.2010) 85 İÇİNDEKİLER GİRİŞ .................................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM KÜRESEL FİNANSAL KRİZ 1. Krizin Sebepleri ................................................................................................................................. 5 2.Krizin Küresel Etkileri ...................................................................................................................... 8 3. Finansal Kriz ve Orta Gelirli Ülkeler ........................................................................................ 16 3.1. Genel Açıklama .......................................................................................................................... 16 3.2. Güçlü Ekonomi Politikaları ve Kriz........................................................................................ 17 3.3. Kriz Öncesi Ekonomi Politikalarını Önemi .......................................................................... 19 3.4. İhracat Eksenli Büyüme ve Kriz .............................................................................................. 22 3.5. Serbest Ticaret ve Kriz .............................................................................................................. 23 3.6. Kriz ve İşsizlik ............................................................................................................................ 25 4. Finansal Krizin Çin ve Hindistan’a Etkileri ........................................................................... 26 4.1. Çin’e Etkileri ............................................................................................................................... 26 4.2. Hindistan’a Etkisi ....................................................................................................................... 30 4.3. Sınırsız İşgücü Teorisi ............................................................................................................... 33 5. Krize Karşı Uygulanan Politikalar ............................................................................................. 35 İKİNCİ BÖLÜM KRİZ ÖNCESİ VE SONRASINDA TÜRKİYE'NİN EKONOMİK GÖRÜNÜMÜ 1.Ekonomik Büyüme ......................................................................................................................... 37 2.Ödemeler Dengesi ve Dış Ticaret .............................................................................................. 39 2.1. Cari Açık Sorunu ve Kaynakları............................................................................................... 39 2.2. Dış Ticaretin Detayları .............................................................................................................. 40 2.2.1. Ülkelere ve Ülke Gruplarına Göre Dış Ticaret .............................................................. 41 2.2.2. Geniş Ekonomik Grupların Sınıflamasına Göre Dış Ticaret ...................................... 46 2.2.3. Uluslararası Standart Sanayi Sınıflamasına Göre Dış Ticaret ....................................... 49 2.3. Kriz Sürecinde Ekonomik Görünüm ..................................................................................... 51 3.Büyümenin Kaynağı ve Dış Ticaret Açığı ................................................................................ 53 3.1. Tüketimin ve Sabit Sermaye Oluşumunun Büyümeye Etkisi .............................................. 54 3.2. Tüketimin Finansmanı .............................................................................................................. 56 3.3. Sermaye Hareketlerinin Kura Etkisi ........................................................................................ 62 3.3.1.Döviz Kuru Sistemleri ........................................................................................................ 62 3.3.2. Cari Açık – Döviz Kuru İlişkisi ........................................................................................ 63 3.3.3. Değerli TL ve Enflasyon Hedefi ...................................................................................... 65 3.3.4. Kur Politikasının Diğer Makro Hedeflerle Uyumlu Olması ........................................ 67 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM DIŞ TİCARETTE KORUMACILIK TARTIŞMALARI 1. Karşılaştırmalı Büyüme ve Ticaret Politikaları: Latin Amerika & Doğu Asya ............. 69 2.Türkiye ve Korumacılık ................................................................................................................. 73 2.1. İthal İkamesine Dayalı Sanayileşme Politikası ....................................................................... 74 2.2. İhracata Dayalı Sanayileşme Stratejisi ..................................................................................... 74 2.3. Günümüz Türkiye’sinin Problemi ........................................................................................... 76 2.4. Korumacılık Politikaları Çözüm Olabilir mi?......................................................................... 77 SONUÇ ............................................................................................................................... 77 KAYNAKÇA........................................................................................................................ 82 86