Küresel Finans Krizi: Sebep, Etki ve Sonuç Analizi

advertisement
Küresel Kriz Sonrası Dış Ticarette Korumacılık1
Ömer Çakıcı
GİRİŞ
1970 yılından sonraki en büyük kriz olduğu konusunda hemfikir olunan, hatta bazı
ekonomistlerce küreselleşen dünya ekonomisinin de etkisiyle 1930 büyük ekonomi
buhranından sonraki en büyük küresel kriz olarak da kabul edilen son finansal kriz,
gelişmiş ülkelerden, öncelikle ABD’den başlayarak bütün dünyayı sarmalına almıştır.
ABD’deki konut fiyatlarında ve ipotekler yoluyla oluşturulan menkul kıymetler
sayesinde de likiditede oluşan balonların, mortgage kredilerinin geri ödemelerinin
aksaması sonucu patlamasıyla başlayan kriz, öncelikle uluslararası finans kuruluşları
eliyle, daha sonra da gelişmiş ülkelerdeki talep daralmaları yoluyla tüm dünyaya
yayılmıştır.
Mevcut küresel finansal krizin temelleri ABD, Avrupa ve diğer gelişmiş ülkelerdedir.
Krizin muhtemel sebepleri, bu ülkelerdeki kötü krediler, yanlış dağıtım modelleri,
sürdürülemez finansal altyapı ve finansal türevlerin kullanımı, yanlış kredi
derecelendirmesi ve geniş global dengesizlikler olarak sıralanbilir. Fakat krizin temel
sebebi 2002–2004 arasında ABD ve diğer gelişmiş ülkeler tarafından izlenen gevşek
(genişletici) para politikalarıdır.
İlginçtir ki, 21 Kasım 2002’de verdiği bir konferansta deflasyon riskinin ve deflasyona
yol açabilecek finansal sorunların ABD’de yaşanma ihtimalini hemen hemen yok
sayan Ben S. Bernanke, 2007’nin ortalarında başlayan bu krizi ABD Merkez Bankası
Başkanı olarak yönetmek durumunda kalmıştır.
Krizin ortaya çıkış süreci ve etkileri dikkate alınarak, ülke grupları ve bölgeler itibariyle
dünyayı nasıl etkilediği ve bu krizden ne tür dersler çıkarılması gerektiği
tartışılmaktadır. Bu sırada, krizin tüm dünyaya yansıyan en hayati sonuçlarından biri
olan işsizliğin hızla artmasına karşı, tüm dünyada bazı tedbirler uygulamaya
konulmuştur.
1
Yazarın bu çalışması, Maliye Hesap Uzmanları Vakfı tarafından düzenlenen Ekonomik ve Mali Araştırma
Yarışmasında üçüncülük ödülüne layık görülmüştür.
1
Dünya yüzeyinde krize karşı para politikaları ile birlikte maliye politikaları da
uygulanmaktadır. Özellikle, likidite sıkışıklığının giderilmesi ve talebin canlandırılması
için piyasaya likidite enjekte edilmesinin yanısıra, faiz oranlarının neredeyse sıfır
düzeylerine çekilmesi para politikası olarak uygulanırken, kamu harcamalarının
artırılması suretiyle hem istihdamın artırılması, hem de talebin artırılmasına yönelik
maliye politikaları da uygulama alanı bulmaktadır. Vergi indirimleri de talep
daralmasına karşı uygulanan politikalar arasında yer almıştır.
Nitekim, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya, Çin gibi dünyanın önde gelen ekonomileri
de küresel krizin etkisiyle azalan tüketim talebini canlandırmak, hızla artmakta olan
işsizlik oranlarını düşürmek ve üretimi canlandırmak için para politikasına ek olarak,
hem harcamaların artması hem de gelirin azalması suretiyle bütçe açığını artıracak
maliye politikası önlemlerini de devreye sokmuşlardır.
ABD’de ve Avrupa ülkelerinde krize karşı alınan hızlı ekonomik tedbirler, finans
sektörünün toparlanma sürecine girmesine, krizin etkilerinin de sınırlandırılmasına
yardım etmiştir. Bundan sonraki süreçte muhtemeldir ki krize karşı alınan ve temelde
deflasyonist baskıyı önlemeye yönelik önlemlerin enflasyonist riskleri tartışma konusu
yapılacaktır. Şöyleki, ABD’de ve Avrupa ülkelerinde finansal sisteme enjekte edilen
toplamda 2 trilyon dolar dolaylarındaki likiditenin bundan sonraki süreçte enflasyonist
baskı yaratma riski tartışılacaktır.
Türkiye açısından bakıldığında, her ne kadar krizin 2001’de yaşadığımız ve ülkeyi
ciddi anlamda fakirleştiren kriz kadar negatif etkileri görülmese de, bu krizin de
ekonomimizi ciddi anlamda daralttığı ve küçülmeye neden olduğu aşikardır. 2001
krizi ile bu kriz oluş şekillerinin yanısıra, sonuçları, etki alanları ve alınabilecek karşı
tedbirler açısından kıyas kabul etmeyecek derecede farklıdır. 2001 nispeten yerel
bazda kalan ve kamu ekonomisinin yanısıra, bankacılık sektörünün yönetiminin son
derece kötü olmasından kaynaklanan bir kriz iken; halihazırda yaşadığımız ekonomik
kriz ise uluslararası finansal sistemde yaşanan ve açık ekonomilere başta ABD
ekonomisi olmak üzere gelişmiş ekonomilerden ithal edilen bir krizdir. Bu nedenledir
ki, 2001 krizinin sonucunda kamu borçlanmada olağanüstü sıkıntılar yaşarken, son
krizde bu risk oldukça sınırlı kalmıştır.
2
Krizin Türkiye’ye etkileri irdelenirken 2002 yılından 2008 yılına kadar Türkiye’nin
artan oranda cari açık verdiği ve bunun ağırlıklı olarak sıcak para ile karşılandığı, yani
ekonominin ürettiğinden daha fazlasını tükettiği, dolayısıyla ekonomik kalkınmada
tüketim ve sıcak paranın ciddi paya sahip olduğu dikkate alınmalıdır. Bu nedenledir
ki, uluslararası piyasalardan gelmekte olan sıcak paranın azalması, durması ve hatta
terse dönüşün başlamasının Türkiye ekonomisine etkide oldukça önemli olduğu
görülmektedir. Bu durum Türkiye içi talebi ciddi anlamda daraltırken, ihracat
yaptığımız başta AB üyesi ülkeler olmak üzere diğer ülkelerdeki talep daralması da
ihracatımızı önemli ölçüde azaltmış, bu da özellikle 2009 yılında ülke içi üretim ve
istihdamın ciddi yara almasına neden olmuştur.
Krizlere karşı alınabilecek önlemler şüphesiz krizin niteliği ve sonuçlarıyla doğru
orantılıdır. Yaşadığımız ekonomik kriz gibi kapsamlı ve global ekonomik krizlere karşı
alınabilecek önlemleri ekonomi politikalarının sadece bir alt koluna sığdırmak olanaklı
değildir. Dolayısıyla alınabilecek önlemler gelir ve gider (harcama) politikalarını
kapsayan maliye politikaları ile para politikasını da kapsayacak şekilde geniş
çerçevede ele alınmalıdır. Şüphesiz krizin türü ve etkileri dikkate alınarak politika
tercihlerinde bir alan asli kabul edilerek, diğer politika argümanlarının da yardımcı
unsurlar olarak dikkate alınması doğaldır. Bu kapsamda finansal kuruluşları iflasla
karşı karşıya gelen ülkeler bu kuruluşlara yönelik doğrudan yardım paketleri
açıklarken, Türkiye gibi krizi ithal eden ülkeler daha ziyade maliye politikalarına
ağırlık vermişlerdir.
Krizin gelişmekte olan ekonomilere çok hızlı ithal edilmesi ve etkilerini kısa zamanda
göstermesi, şüphesiz ekonomide küreselleşmenin doğal sonuçlarındandır. Özellikle,
finansal sektörde ciddi bozulma ve daralma neticesinde patlak veren son finansal
kriz, tüketime dayalı büyüyen ve tüketimini de önemli ölçüde ithalatla karşılayan ve
sıcak para hareketleriyle finanse eden Türkiye gibi ülkelerin, sıcak para
bağımlılığından kurtulmak için ne gibi önlemler alınması gerektiği konusunu tekrar
tartışmaya açmıştır. Bunun için Türkiye ekonomisinin cari açığı, bunun en büyük
nedeni olan ithalatı ve dolayısıyla sıcak para ihtiyacını azaltması zorunlu görünmekle
birlikte; bunun daha önce tecrübe ettiğimiz üzere, korumacı politikalarla yapılıp
yapılamayacağı tartışma konusudur. Ayrıca, gümrük duvarlarıyla korumak suretiyle
3
uygulanan ithal ikameci politikalar yerine, özellikle Çin’in kullandığı şekliyle kur
politikalarının da bu kapsamda ele alınıp alınamayacağı da açıklanmaya muhtaçtır.
Bu çalışmada, krizin analizinden sonra, klasik korumacılık politikalarını uygulayan
Latin Amerika ülkelerine ve özellikle ihracat eksenli büyüme modellerini benimseyen
açık ekonomi modelleri olarak Asya Kaplanları olarak nitelendirilen ülkelere
karşılaştırmalı olarak göz atılacak; Türkiye’nin ekonomik verileri ışığında korumacılık
politikalarının çözüm olup olamayacağı irdelenecektir.
4
BİRİNCİ KISIM
KÜRESEL FİNANSAL KRİZ
1. Krizin Sebepleri
ABD’de başlayarak tüm dünyayı etkisi altına alan küresel finansal krizin temelinde,
finansal sistemin konut kredileri faiz oranlarındaki aşırı düşüş sonucu reel konut
sektörüne yönelik kredi çabalarının artması, kredi tabanının genişletilmesinin
yanısıra, konut kredilerine bağlı türev finansal enstrümanların artırılması suretiyle
para tabanının genişlemesidir.
Başlangıçta ABD ve devam eden süreçte AB ülkeleri faiz oranlarını ciddi oranlarda
düşürüp, tüketimi daha da cazip hale getirmişlerdir. Mayıs 2000’den Kasım 2001’e
kadar Amerikan Merkez Bankası FED faiz oranlarını %6.5’ten %1.75’e kadar
düşürmüş, Haziran 2003’te ise %1’e indirmiştir. Bu süreci destekleyecek şekilde,
ABD’nin yanısıra İngiltere ve Almanya gibi Avrupa ülkeleri de 2000 sonrasında
bütçelerinde açık vermek suretiyle kamu harcamaları yoluyla da tüketimi artırma
yoluna gitmişlerdir. ABD’de faiz indirimleriyle teşvik, kamu harcamalarıyla doğrudan
müdahale edilen tüketim harcamaları, vergi teşvikleriyle desteklenmiştir.
Faiz indirimlerine ilk ve en önemli tepki tabi ki konut sektöründen gelmiştir. Ayrıca,
bankalarla birlikte ipoteğe dayalı finansman kuruluşları da konut kredisi satma
konusunda çabalarını artırmışlardır. Alıcı tarafında ise, kredibilitesi yüksek kişiler
kredi aldığı gibi, işi ve geliri olmayanlar da mevcut düşük maliyetli kredi
imkânlarından yararlanmak için kredi kuruluşlarından yalan beyan veya kredi
kuruluşlarının göz yummasıyla kredi kullanmaya başlamışlardır. Kredi hacminin
genişletilmesinde, ilk iki yıl çok düşük ödemeli veya hiç ödemesiz uzun vadeli
kredilerin rolü büyüktü.
Uluslarası platformda en fazla kullanılan para biriminin sahibi olan ABD’nin
uyguladığı gerek genişletici, gerekse daraltıcı para politikaları, yıllar içerisinde
gelişmekte olan ülkelerde olağanüstü istikrarsızlıklar ve depresyona neden olmuştur.
5
Bu kapsamda, ABD Merkez Bankası’nın uyguladığı faiz politikalarına bakabiliriz:

Ocak 1990’da geçerli faiz oranı %8,3 olmasına karşın, FED Ekim 1992- Ağustos
1994 sürecinde bu oranı %3’e çekmiştir.

Aynı şekilde, Ocak 2001’de %6.5 olan faiz oranı, Aralık 2001 – Ekim 2004
döneminde %1–2 aralığına çekilmiştir.

Ekim 2006- Ekim 2007 arasında oran %5’e çıkmasına karşın, Ekim 2008’e
kadar tekrar %0,2’ye düşürülmüştür.2
ABD para politikasındaki bu temel kaymaların her biri, aynı anda ve özellikle kırılgan
gelişmekte olan Latin Amerika, Orta Amerika, Doğu Asya Ülkeleri ile Çin ve Hindistan
gibi ekonomilerde global bir patlama ve akabinde depresyona neden olmaktadır.
ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin para politikalarındaki aşırı oynaklık, aynı şekilde
gelişmekte olan ekonomilere para ve sermaye akışlarında aşırı oynamalara neden
olmakta ve sermaye piyasalarına zarar vermektedir.
Bu yolla kredi hacmi genişlerken, hanehalkı kredi borçları da ciddi oranlarda artmıştır.
Şöyleki, hane halkı kredi borçları 2000–2007 aralığında ABD’de harcanabilir kişisel
gelirin %98’inden %136’sına, İngiltere’de %120’sinden %180’ine, avro bölgesinde ise
%71’inden %91’ine çıkmıştır.
Mortgage piyasası, ana kredinin düzenlenip kullanıldığı birincil piyasalar ile bu
kredilere dayalı menkul kıymetlerin alınıp satıldığı ikincil piyasalardan oluşmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde, ipoteğe dayalı menkul kıymetler olarak gösterilen ikincil
piyasadaki menkul kıymetler vasıtasıyla kredi tabanının para tabanına etkisi oldukça
genişlemiştir.
ABD’de Ginnie Mae (tamamen kamusal), Fannie Mae ve Freddie Mac (kamu
tarafından destekli) gibi şirketler ikincil piyasada ipoteğe dayalı menkul kıymetler
piyasasını oldukça geliştirmişlerdi. Bu kurumların uyguladığı menkul kıymet
oluşturma yöntemleri özel sektör kuruluşları tarafından da örnek alınmıştır. Bu
kuruluşlar tam olarak bankaların ipotekli konut kredilerini alıp menkul kıymet
oluşturmaktaydı. Bunun yanısıra, emeklilik fonları gibi risk derecesi belirli bir notun
altında olan yatırım araçlarına yatırım yapamayan fonlar için de, altta esasen riskli
MOHAN, Rakesh (2009), “India and Global Crisis - The Worst is Over for India: 9% plus Growth
Soon, Says”, http://www.imcnet.org/PDF/India_and_Global_Crisis_Rakesh_Mohan_Speech.pdf,
(Erişim: 10.10.2010)
2
6
olan fonların bileşiminden, alttaki tahvil ve benzeri finansal enstrümanlar teminat
alınmak suretiyle CDO (collaterized debt obligation) gibi yeni fonlar oluşturulmuştur.
Riskli fakat getirisi yüksek alanlara yatırım yapan hedge fonlara ek olarak, artık altta
riskli olsa da yeni türev enstrümanla kredibilitesi artırılmış yeni yatırım alanı
oluşturulmuştur.
Monoline, yani konut kredileri ile kredi kartına bağlı krediler gibi kredileri sigortalayan
finansal kurumlar, birincil piyasa açısından önemli olsa da, tümüyle ana banka
verilerine dayanmaktaydılar.
Hedge fonlar da, 2000 yılındaki 400 milyar dolarlık hacimden, 2006’da 1,4 trilyon
dolar işlem hacmine ulaşarak, piyasada önemli yatırım araçlarından biri haline
geldiler. Dolayısıyla, riskli menkul kıymetler üretilmekte ve bunlara da alıcılar
bulunabilmekteydi.
Düşük faiz oranlı ve oldukça uygun koşullu mortgage kredileri sayesinde, konut
sektöründe olan talep olağanüstü artarken, konut fiyatları da ciddi ölçüde arttı.
Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, menkul kıymetleştirme süreciyle de
balonlaştırılan likidite, kredi genişlemesiyle beraber artan talep, konut fiyatlarını da
ciddi anlamda artırarak balon oluşturmuştur.
Şekil 1: Küresel Den gesizlik , Likid ite ve ABD E v
Fiyatları (WEO , 2009)
Küresel Dengesizlik, Likidite ve ABD Ev Fiyatları
2
Şekil 1’den anlaşılacağı üzere; 1998’den 2005’e rezervlerle birlikte para tabanı iki
katından fazla artarken, aynı süreçte ABD ev fiyatları dört katından fazla artmıştır.
Para tabanının genişlemesi, aynı zamanda arz talep dengesizliğine yol açarken,
küresel dengesizliği de artırmıştır.
7
Özet olarak, son yıllarda ABD ve Avrupa ükelerinde uygulanan aşırı gevşek
(genişletici) para politikaları sonucunda toplam talep, üretim miktarını aşmış, Çin’de
büyük cari fazlaya yol açan bu süreç, gelişmiş ülkelerde ise cari açıklara neden
olmuştur. Finansal kurumlarda artan gevşek yönetim tarzı ve 2007’de FED’in borç
verme faiz oranlarını aşırı düşürmesi, petrol fiyatlarındaki hızlı tırmanış, emtia ve
varlık fiyatlarındaki yükselişler hep birlikte kriz için gerekli sahneyi hazırlamışlardır.
Özellikle sub-prime, yani kredibilitesi yetersiz kişilere verilen kredilerin geri
dönüşlerinde sorunların başlamasıyla birlikte, konut sektöründe talep yerini arza
bırakmış ve ipotek olarak finansal kuruluşlar tarafından konut satışları hızla artmıştır.
Bu süreç, konut fiyatlarının gerilemesine ve hatta ipotek tutarının da çok altına
inmesine neden olmuş, dolayısıyla evin satılması karşılığında elde edilen bedel kredi
anaparasını karşılayamaz duruma gelmiştir. Buna ek olarak, konut sektöründe
olağanüstü artan arz miktarına karşılık düşen talep de düşük fiyatlı bile olsa alıcı
bulunmasını
zorlaştırmıştır.
Dolayısıyla,
konut
kredilerinden
ve
buna
bağlı
ipoteklerden hareketle oluşan birincil ve ikincil piyasa çökmeye başlamış, dev finans
kuruluşları dev zararlar açıklamaya başlamışlardır. Yani, finans sektöründe
oluşturulan balonlar bir bir patlamaya başlamıştır.
Avrupa’da da benzer sistemin uygulanması, Avrupa ülkelerinin de ciddi patlaklar
vermesine yol açmış, ABD finans sektöründe faaliyet gösteren finansal kuruluşlarının
uluslar arası niteliği de krizin eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine
yansımasına neden olmuştur. Sonraki süreçte, ABD başta olmak üzere gelişmiş
ülkelerdeki talebin düşmesi, diğer ülkelerden bu ülkelere ihracatın önemli ölçüde
azalmasına, üretimin azalması yoluyla ihracatı azalan ülkelerdeki işsizliğin artmasına
neden olmuştur.
Sonuçta, krizin en önemli nedeni olarak konut sektöründe oluşturulan fiyat balonunun
yanısıra, konut kredilerine bağlı ipoteklerin ikincil piyasada menkulleştirilmesi
suretiyle
likiditede
oluşturulan
balonların
patlamasının
krize
neden
olduğu
görülmektedir.
2.Krizin Küresel Etkileri
Aşağıdaki şekilden de anlaşılacağı üzere, 2009’da kriz nedeniyle dünya GSYH’si
küçülmüş, gelişmiş ülkelerin GSYH’ sinde keskin düşüş (negatif büyüme) yaşanırken,
az gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerin GSYH büyüme hızı pozitif kalmakla
8
birlikte düşmüştür. Kriz öncesi talepteki canlanmaya bağlı olarak zirve yapan tüketici
fiyatları ile reel emtia fiyatları da krizin etkisiyle keskin düşüşler yaşamıştır. Dünya
ticaret hacmi de, % 10’un üzerinde küçülerek 1970’den sonraki en yüksek küçülmeyi
yaşamıştır. Aynı şekilde, krizin etkisiyle gelişmiş ülkelerin küresel GSYH büyümesine
katkıları negaif olurken, Çin’in ve diğer gelişmekte olan ekonomilerin pozitif etkisi
oransal olarak azalmakla birlikte devam etmiştir.
Şekil 2: Küresel Veriler (IMF WEO, 2009)
Reel GSYH Bü yüm esi
Reel Dün ya GSYH Bü yümesi
Reel Emtia Fiyatları
(1995=100)
Tüketici Fiyatları
Küresel GSYH ye Katkı
Büyüm e, SGP ye gör e (% ,
Üç yıllık hareketli ortalam a)
Dünya Ticaret Hacmi
(Mal ve Hizmetler)
2
Gelişmiş ülkelerdeki kredi piyasalarının Eylül 2008’den sonra ciddi oranda zarar
görmesi ve iç talebin ciddi şekilde azalması, dünya üzerinde reel ekonomiye oldukça
negatif şekilde yansımıştır. Sanayi üretimi, ticaret ve istihdam krizin patlak verdiği
Eylül 2008’den sonra olağanüstü gerilemiştir. Gerek fiyatlardaki düşüş, gerekse
talepteki azalmaya bağlı olarak dünya ticaretinin parasal değeri azalmış, özellikle
gelişmiş ülkelerdeki istihdam ciddi darbe yemiştir. Şekilden de görüleceği üzere,
ABD’de işsizlik olağanüstü artarken, AB ülkeleri ile Japonya’da istihdamdaki azalma
nispeten sınırlı kalmıştır. Dünya ticaretindeki azalmaya paralel olarak, gelişmekte
olan ekonomilerde perakende satışların artış hızı azalırken, gelişmiş ekonomilerde
perakende satışlar %5’in üzerinde azalmıştır.
9
Şekil 3: Güncel Veriler (Aksi belirtilmemişse
yıllık artış oranı) (IMF WEO, 2010)
S anayi Üretimi
Emerging As ia
Dün ya T ic areti
İs tihdam
Perakende S atış lar
3
Şekil 4’ten de anlaşılacağı üzere, talep düzeyindeki gerilemeye bağlı olarak,
enflasyon baskısı oluşmamış, gerek ana enflasyon rakamlarında, gerekse çekirdek
enflasyon rakamlarında ciddi gerilemeler olmuştur. Gıda fiyatlarındaki artış oranı
pozitif olmakla birlikte düşerken, gelişmiş ekonomilerdeki enerji fiyatları gerilemiş,
gelişmekte olan ekonomilerde de enerji fiyatlarındaki artış oranı azalmıştır. Bu durum
da, dünya enerji fiyatlarında gerilemeye yol açmıştır.
Şekil 4: Küresel Enflasyon (T ÜFE’de 12 aylık
değiim) (IMF WEO, 2009)
Enflasyon
Çekirdek Enflasyon
Gıda Fiyatları
Enerji Fiyatları
8
10
Kriz öncesinde üretim ve talep patlamasına bağlı olarak fiyatları olağanüstü artan ve
krizle birlikte yine olağanüstü düşen petrol ve emtia fiyatları, kriz sonrasında
toparlanmaya başlamıştır.
Şekil 5: Emtia ve Petrol Fiyatları (IMF WEO, 2010)
Emtia Fiyat Endeks i
(Oc ak 2003 = 1 00)
Ortalama Petro l S po t ve Gelec ek Fiyatı)
(Varilin AB D Do ları Fiyatı)
5
Şekil 6’da ise, gelişmiş ülkelerdeki para piyasalarına ilişkin gelişmeler yer almaktadır.
Enflasyon baskısındaki hızlı gerileme ve ekonomik görünümdeki ciddi bozulmalara
paralel olarak, gelişmiş ülkeler faiz oranlarını keskin bir şekilde düşürmüştür.
Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, gelişmiş ülkelerde gerek nominal gerekse
reel kısa vadeli faiz oranları önemli ölçüde gerilemiş, hatta AB ve ABD’de reel kısa
vadeli faiz oranı sıfırın altına düşürülmüştür. Faiz oranları sıfır düzeyine yaklaştıkça,
merkez bankaları kredi mekanizmasına daha doğrudan müdahil olmaktadır. Talebi
artırmaya yönelik tüm bu çabalara rağmen, özel sektörün kredi büyümesi ciddi
şekilde düşmüş, para tabanı ve rezervlerdeki gerileme ise tümüyle telafi
edilememiştir. Merkez bankası rezervlerindeki düşüş de dikkate değerdir. Tüm
gelişmiş ekonomiler arasında, Japonya’nın kriz öncesinde ve kriz sürecinde para
politikaları anlamında görünümünün normale yakın olduğu dikkat çekmektedir.
Dikkate değer bir diğer gösterge ise, Taylor Kuralından sapmadır. Taylor Kuralı, bir
para politikası aracı olarak, gerçekleşen enflasyonun hedeflenen enflasyondan farklı
çıkması ve gerçekleşen GSYH’nin potansiyel GSYH’den sapması karşısında, merkez
11
bankasının nominal faiz oranını hangi oranda değiştirmesi gerektiğini; dolayısıyla
nominal faiz oranlarıyla enflasyonu ve büyümeyi etkilemenin mümkün olduğunu
ortaya koyan bir kuraldır. Kriz öncesi dönemde, özellikle ABD’de Taylor Kuralından
negatif yönde önemli ölçüde sapma olduğu görülmektedir.
Şekil 6: Bazı Gelişmiş Ülkelerde Para Politikası ve
Likidite (%) (IMF WEO, 2010)
Reel Kısa Vadeli Faiz Oranı
Reel Kısa Vadeli Faiz Oranı
Nominal Kısa Vadeli Faiz Oranı
Merkez Bankası Varlıkları
(Endeks, 5 Ocak 2007= 100)
Taylor Kuralından Sapma
Özel Se ktör Kredi Büyümesi
Kantitatif Likidite Ölçümleri
(G3 GSYH’sinin Yüzdesi)
6
Şekil 7’de ülke ve ülke grupları itibariyle daha detaylı görüleceği üzere, küresel
ekonominin 2009 yılında derin bir durgunluğa girdiği ve tekrar pozitif büyüme trendine
ancak güçlü politikalarla 2010 yılında dönmeye başladığı görülmektedir. 2009 yılında
ABD, Japonya ve AB ülkeleri gibi gelişmiş ekonomiler küçülürken, Hindistan ve Çin
gibi gelişmekte olan ekonomilerin büyüme oranları düşmüştür. Gelişmekte olan
Avrupa ülkeleri, Latin Amerika ülkeleri, Brezilya, Bağımsız Devletler Topluluğu ve
Rusya’da gelişmiş ülkeler kadar büyük bir daralma yaşanmasa da, 2009’da büyüme
oranları negatif olmuştur. Orta Doğu ve Güney Afrika ülkeleri ise büyüme oranlarında
düşüş yaşamıştır.
Küresel büyüme bütün bölgeler itibariyle tekrar yakalanmaya başlansa da, kısa
vadede kriz öncesi seviyenin yakalanmasının zor olacağı anlaşılmaktadır.
12
Şekil 7: Küresel Görünüm (Reel GSYH, yüzde
değişim) (IMF WEO, 2010)
7
Yaşamakta olduğumuz ciddi küresel krizin en önemli negatif etkisi, belkide gelişmiş
ülkelerde daha fazla olmak üzere üretim üzerinde olmaktadır. Bu üretim boşluğunun
ancak orta vadede düzelmeye başlayacağı dikkate alındığında, üretim miktarındaki
azalmanın istihdam üzerine çok ciddi baskı yapacağı açıktır.
Şekil 8’de görüleceği üzere, gerek gelişmekte olan ülkeler, gerekse gelişmiş ülkeler
2009 yılında potansiyel büyüme oranlarının oldukça altında kalmışlardır. Bu da doğal
olarak, gerek gelişmiş ülkelerde gerekse gelişmekte olan ülkelerde ciddi üretim
açığına neden olmuştur.
13
Şekil 8: Potansiyel Büyüme ve Üretimde Boşluk
(IMF WEO, 2009)
Reel ve Potansiyel GSYH Bü yüme
Üretim Açığı: Dünya
Üretim Açığı: Gelişm iş Ekonomiler
Üretim Açığı: Gelişm iş Ekonomiler
Üretim Açığı: Gelişen Ekonomiler
8
Kriz sonrası ülkelerin bütçe göstergeleri de pek iç açıcı görünmemektedir. Özellikle,
zor durumdaki finansal kuruluşları kurtarmak için piyasaya ciddi likidite enjekte eden
gelişmiş ülkelerde bütçe açığı ve borç miktarı önemli ölçüde artmıştır. Aynı zamanda
kamu harcamalarını artırmak suretiyle işsizlğin azalmasına karşı koymaya çalışan
ülkelerde de bütçe açıkları ve kamu borçları artmıştır. Şekil 9’da görüleceği üzere
kamu
harcamalarını
işsizliği
azaltmanın
ve
talebi
artırmanın
temel
mekanizmalarından biri olarak kullanan gelişmiş ülkelerde kamu borcu ciddi oranda
artarken, kamu harcamalarını bu amaçla daha az kullanan az gelişmiş ve gelişmekte
olan ekonomilerde kamu borcu artmamıştır.
Dünya
genelinde
toplam
borç
artış
oranı
GSYH’nin
%35’i
düzeylerinde
gerçekleşmiştir. Otomatik stabilizatörler için harcanan kaynak, finansal canlandırma
ve destek paketleri ve yüksek faiz ödemeleri bu borç artışının nedenleri arasında
sayılırken; kriz nedeniyle oluşan gelir kaybı da bu borç artışının önemli sebeplerinden
biri olarak görülmektedir.
14
Şekil 9: Bütçe Dengesi, Kamu Borcu ve Borç Artış
Nedenleri (GSYH’nin yüzdesi olarak) (IMF WEO, 2010)
Kamu Borcu
Mali Denge
Borç Artış Nedenleri, 2007-14
(Toplam Borç Artışı: GSYH’nin
%35,5’i)
Mali denge, temelde gelirdeki azalmaya bağlı
olarak kötüleşmiştir. Mali canlandırma
paketleri, özellikle gelişmiş ekonomilerde
borçlanmayı önemli ölçüde artırdı. Bu
ülkelerin açıklarını azaltmaları
gerekmektedir.
9
Kriz öncesi süreçte, küresel anlamda cari denge sorunlarının yanısıra, gelişmekte
olan ülkelere sermaye akışlarının ciddi oranlarda artması da finansal piyasalardaki
dengeyi olumsuz etkilemiştir. Gelişmekte olan ekonomilerdeki devasa cari açıklar
(GSYH’nin yüzdesi olarak) krizin daha da ağırlaşmasına neden olmuştur. Çin’in cari
fazlası 1994’te GSYH’nin %1,4’ünden 2008’de GSYH’nin %10’una ulaşmıştır. Aynı
dönemde söz konusu oran, petrol fiyatlarındaki artışın etkisiyle Suudi Arabistan’da %11,7’den %28,9’a, Birleşik Arap Emirlikleri’nde %8,3’ten %15,8’e yükselmiştir. Oysa
aynı dönemde ABD’nin cari dengesinin GSYH’sine oranı %-1’den %-4,7’ye
gerilemiştir.3
1980 ile 1990 arasında gelişmekte olan ekonomilere ABD’den gelen sermaye akışı
(doğrudan sermaye yatırımı ve özel portföy yatırımları) maksimum 25 milyar dolardı.
1990–2003 aralığında ise ABD’den söz konusu sermaye çıkışı yıllık 200 milyar dolar
dolaylarına yükselmiştir. 2007’de ise bu tutar ani bir sıçramayla 600 milyar dolar
civarına çıkmıştır. (MOHAN, 2009) Tabiki, finansal krizle birlikte gelişmekte olan
ekonomilerden ani olarak çıkmaya başlayan sermaye (özellikle sıcak para) bu
ülkelerde travmatik bir etki yaratmış, bu süreç, gelişmekte olan ülkelerin para
yönetimlerine ve finansal istikrarına ciddi etki etmiştir.
3
MOHAN, age
15
3. Finansal Kriz ve Orta Gelirli Ülkeler
3.1. Genel Açıklama
Mevcut küresel krizin yıkıcı etkilerini giderme konusunda hiçbir ülkenin elinde iksir
olmasa da, aslında benzer sayılabilecek 1982’de Şili’de, 1994’te Meksika’da, 1998’de
Doğu Asya’da ve 2001’de Türkiye’de yaşanan krizlerden dersler çıkarılabilirdi. Yine
de, mevcut krizin ortaya çıkardığı önemli dersler olduğu ve bu dersleri çıkararak
yoluna devam eden gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini daha sağlam temellere
oturtacakları tabidir.
Kriz gelişmiş ülkeleri vurduğunda, özellikle gelişimini ihracat eksenli sürdüren Doğu
Asya ülkeleri gibi gelişmekte olan ülkeler, ağırlıklı olarak dayandıkları dış, özellikle
gelişmiş ekonomilerdeki talebin düşmesiyle ciddi yara almışlardır. Dolayısıyla, dış ve
iç talebin dengeli bir şekilde arzı karşılaması gerekliliği açıkça ortaya çıkmıştır.
Türkiye’nin ihracatta AB piyasasına yoğunlaşması gibi, bazı ülkelerin ihracatlarında
ürün veya piyasa açısından belirli ürün ve piyasalara yoğunlaştıkları görülmektedir.
Bu açıdan çeşitliliği sağlayan ekonomiler dış şoklara karşı daha az kırılgan ve ihracat
açısından da bilgi temelli ekonomiler daha avantajlı görünmektedir.
Son küresel krizden önce, tüm yorumlar gelişmekte olan ekonomilerin çok başarılı
olduğu üzerine kuruluydu. Örneğin, Latin Amerika, Doğu Asya ve Doğu Avrupa
ülkelerinin 2003–2007 aralığındaki ortalama büyümeleri sırasıyla %5.5, 5.7 ve 6.6
olarak gerçekleşmiştir. Tablo 1’de de görüleceği üzere, bu ülkelerin pek çoğu ciddi
bütçe fazlaları vererek borçlarını azaltmışlardır. Latin Amerika ülkelerindeki borcun
GSYH’ye oranı 2003’deki %65 seviyesinden 2007’de %35’e düşürülmüştür. Aynı
dönemde Doğu Asya’da bu oran %53’ten %45’e düşerken, Doğu Avrupa’da zaten
düşük olan %31’lik oran sürdürülmüştür. Benzer şekilde, aynı peryotta işsizlik oranı,
Latin Amerika’da %11’den 7.5’e, Doğu Avrupa’da ise %12’den 8’e düşerken, Doğu
Asya’da %5-6 aralığında tutulmuştur.4
4
FOXLEY, Alejandro (2009), The Global Financial Crisis and Middle-Income Countries, Washington
DC, Carnegie Endowment
16
Tablo 1: Ekonomik Göstergeler, 2003–20075
Bölge
Latin Amerika
Doğu Asya
Doğu Avrupa
Reel GSYH Büyüme
Oranı,
2003–2007
(Yıllık Yüzde
Ortalama)
5,5
5,7
6,6
Kamu Borcu/
GSYH (Yüzde)
2003
65
53
32
2007
35
45
31
İhracatta Büyüme,
2003–2007
(Yıllık Yüzde
Ortalama)
7
10
11
İşsizliğin
Toplam İşgücü
İçindeki Payı
(Yüzde)
2003
2007
11,0
7,5
5,8
5,3
12,0
8,0
Orta gelirli ülkelerin katkıları küresel ekonominin istikrarı için oldukça önemlidir. Açık
ekonomi uygulamaları ve internetin de yoğun olarak kullanılmaya başlandığı 1995
sonrasında, küresel ticaret hacmi iki kattan fazla artmıştır. Örneğin, düşük gelirli
ülkelerin ihracatlarındaki artış oranı 2003–2007 döneminde yıllık %7 – 11
dolaylarında gerçekleşmiştir.
Orta gelirli ülkeler, hem gelişmiş ekonomilerin özelliklerini göstermekte, hem de
gelişmekte olan ülkelere özgü nitelikler taşımakta olduğundan; bu ülkelere “ikinci
dünya ülkeleri” de denmektedir. Ancak, yoğun olarak kullanılan şekliyle, bu ülkeler de
gelişmekte olan ekonomiler kategorisinde sayılmaktadır. Orta gelirli ülkeler, belirli
süreçlerle bir büyüme trendi yakalayabilseler bile, sık sık bu büyümenin kesildiği,
sosyal gerginliğin yaşandığı ve siyasi istikrarsızlığın asıl olduğu ülkeler olarak
bilinmektedirler. Yani, bu ülkelerde ekonominin gidişatını etkileyen faktörler arasında,
ekonomi dışı etkenler önemli yer tutmaktadır.
Bu genel açıklamalardan sonra, şimdi kısa başlıklar itibariyle kriz ve orta gelirli
ülkeleri değerlendirebiliriz.
3.2. Güçlü Ekonomi Politikaları ve Kriz
Orta gelirli ülkelerin geçmişte takip ettiği güçlü ve sürekli ekonomi politikaları ve
alınan başarılı neticeler, bu ülkelerin krizden etkilenmelerine karşı kalkan olabilir mi?
Birkaç ülkeyi irdeleyerek bu soruya cevap arayabiliriz. Şili son zamanlarda Economist
tarafından dünyanın en iyi yönetilen ekonomilerinden biri olarak tanımlanmaktaydı.
Gerçekten de Şili son yıllarda ciddi ekonomik atılımlar gerçekleştirmiş, satınalma
gücü paritesine göre kişi başı milli geliri 20 yıllık süreçte 4.500 dolardan 15.000
dolara çıkmış, yoksulluk oranı ise %45’ten %13’e gerilemiştir. Ekonominin dış
dünyayla entegrasyonu, yani dışa açıklık derecesi çok gelişmiş ve son 20 yılda Şili
ciddi bütçe fazlaları vererek kamu borcunun GSYH’ye oranını %114’ten %27’ye
5
FOXLEY, age
17
düşürmüştür ki, bu durum ek olarak Şili Hükümetine GSYH’nin %15’i tutarında bir
parayı yurtdışında ülkenin egemenliğine yönelik garanti para olarak biriktirmesine
imkân sağlamıştır. Aktif sosyal politikalar da vergi gelirleri ile kişisel birikim
hesaplarının karışımından oluşan yaratıcı bir birikimden karşılanmıştır. 6
Bu noktada can alıcı soru, gerçekten de ciddi başarılar getiren bu ekonomi
politikaları, Şili ekonomisini küresel krize karşı daha az kırılgan mı yapmıştır? Bunu
söylemek için erken olmakla birlikte, işsizlik oranının 2010’da %11’e ulaşacağına
ilişkin tahminler, Şili ekonomisinin halen oldukça kırılgan olduğunu göstermektedir. 7
Ancak, geçmişte uygulanan söz konusu başarılı politikalar uygulanmamış, en
basitinden borcun GSYH’ye oranı olağanüstü oranlarda düşürülmemiş olsa idi,
şüphesiz Şili ekonomisinin mevcut küresel krize duyarlılığı daha fazla olurdu. Bu
açıdan, Şili ekonomisi bakımından geçmişte uygulanan başarılı politikaların Şili’yi cari
krize karşı daha az kırılgan yaptığı söylenebilir.
İrlanda, diğer ilginç ve bir o kadar da ders alınabilecek bir örnektir. 20 yıl öncesine
kadar orta gelirli ülkeler kategorisinde sayılan ve Avrupa’daki en düşük milli gelire
sahip ülkelerden biri olan İrlanda, “Celtic Kaplanı (Celtic Tiger)” süreciyle en yüksek
kişi başı gelire sahip ülkelerden bir haline gelmiştir. Celtic Tiger; İrlanda’da 1995–
2007 aralığında gerçekleştirilen olağanüstü büyüme sürecini tanımlamak için
kullanılmaktadır, ki bu peryottaki büyümeyle İrlanda Avrupa’nın en düşük kişi başı
milli gelirine sahip ülkeleri arasından sıyrılarak, en yüksek kişi başı gelire sahip
ülkeler arasına girmiştir.8 Özellikle 1995–2000 aralığında İrlanda ekonomisi %6–11
aralığında büyümüştür. Bu süreçte AB üyesi olmanın avantajlarını kullandığı tabidir.
Bu ‘İrlanda formülü’ olarak incelenen etkileyici başarı öyküsü üzerine pek çok ülke
politikacıları ve ekonomistler tarafından araştırmalar, incelemeler yapılmıştır. Tüm bu
başarı öyküsüne rağmen, 2009’da %8 oranlarında küçülen İrlanda ekonomisinin,
2010 yılında da %3’ler düzeyinde küçülmeye devam etmesi ve işsizlik oranının da
2010 sonunda %13 seviyelerine ulaşması beklenmektedir.9
İspanya da 20 yıllık süreç içerisinde orta gelirli ülkeler grubundan gelişmiş ekonomiler
seviyesine yükselen bir diğer örnektir. Fakat İspanya’da da işsizlik oranı %17
6
FOXLEY, age
FOXLEY, age
8
KIERAN, Allen. (2000), “The Celtic Tiger – The myth of social partnership in Ireland”. Manchester
University Press, Manchester, UK
9
FOXLEY, age
7
18
seviyelerine ulaşmış ve 2010’da %20’yi aşması beklenmektedir. Avrupa’daki iş
kayıplarının hemen hemen yarısı İspanya’da olmuştur.
Şüphesiz, ülkelerin krizden etkilenmeleri, o ülkelerin geçmişte uyguladıkları doğru ve
başarılı ekonomi politikalarının kötü olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak, şu bir
gerçektir ki, ekonomik kalkınma için sihirli bir formül, kısayol, mucize veya model yok.
Önemli olan, uygulanan politikaların doğru ve uygun olmasıdır. Ekonomik büyüme
de, tutarlı ve uygun politikaların uygulanmasının gerekli olduğu, ekonominin şoklara
ve değişimlere karşı koyma yeteneğinin geliştirildiği ve politika yanlışlarını zamanında
düzeltmeyi gerektiren uzun vadeli bir süreçtir.
3.3. Kriz Öncesi Ekonomi Politikalarını Önemi
Tartışması yapılabilecek önemli konulardan birisi de, geçmişte yaşanan çok sayıda
benzer krizlere rağmen, neden aynı yanlışları yapmaya devam ettiğimizdir?
AB’ye yeni üye olmuş Doğu Avrupa ülkelerinde, bütçe açıklarının yanısıra cari
açıklarda önemli problem olarak göze çarpmakta ve bu açıkların kısa vadeli dış
borçlarla kapatılması da ek sorun olarak görünmektedir. Geri ödemelerin yüklü
tutarlarda olması, buna karşın döviz rezervlerinin oldukça yetersiz kalması, bu
ekonomilerin sermaye hareketlerinde yaşanacak ani iniş çıkışlara karşı kırılganlığını
ciddi ölçüde artırmaktadır.
Tablo 2’de de görüldüğü üzere, Latin Amerika ve Doğu Asya’daki orta gelirli ülkelerle
kıyaslandığında, Doğu Avrupa ülkeleri çok daha kırılgan görünmektedir. Gerçekten
de, IMF’nin tahminlerine göre, Doğu Avrupa ülkelerine net sermaye girişi 2008’deki
254 milyar dolar düzeyinden 2009’da 30 milyar dolar düzeylerine gerilemiştir, ki bu
durum Türkiye’nin durumuna benzemektedir.
Tablo 2: Cari Hesap ve Borç Oranları, 2003-200710
Bölge
Doğu Avrupa
Latin Amerika
Doğu Asya
10
Cari Denge
(GSYH'nin yüzdesi olarak)
(yıllık ortalama)
2003-2007
2008-2010
-9,2
-7,2
2,7
-0,9
7,5
6,0
Dış Borcun
GSYH'ye
oranı, 2008
(%)
89,4
26,6
32,0
FOXLEY, age
19
Özel Sektör Dış
Borçlarının
Toplam Dış Borca
Oranı, 2008
(%)
85,6
63,6
83,3
Rezervlerin
Kısa Vadeli Dış
Borca Oranı,
2007
(%)
102
341
285
Şili’nin 1982’de yaşadığı finansal kriz de benzer özellikler göstermektedir. Yine
Meksika’da
1990’ların
ortalarında
yaşanan
“Tequila
Krizi”
de
benzerlikler
içermektedir. Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Meksika’nın da Kuzey Amerika
Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA)’ya üye olması bu ülke için “güvenlik ağı”
oluşturmuş ve ülkenin artan cari açığı ve bütçe açığı özellikle ABD’den gelen
sermaye girişleriyle finanse edilmiştir. 1998 Asya krizinde ise özel sektörün çok
yüksek oranlarda borçlu olması, krizi tetikleyen en önemli sebeplerden biriydi.
Dolayısıyla, finansal krizlerin temelinde finansal dengesizliklerin yattığı açıktır.
Türkiye’nin krizden etkilenmesini belirleyen ana etkenlerin başında da finansal
sistemde oluşan dengesizlik gelmektedir. Aşağıdaki şekilden de görüleceği üzere,
2007 yılına kadar gerek portföy yatırımları, gerekse doğrudan yatırımlar kanalıyla
Türkiye’ye gelen sermaye tutarında 2008 sonlarından başlayarak 2009 yılı son
çeyreğine kadar devam eden azalma, Türkiye’nin dış dünyaya olan yükümlülüklerini
de 100 milyar dolardan fazla azaltarak 200 milyar seviyelerine geriletmiştir. Bu
yönüyle olumlu görünen fotoğraf, ekonomik büyümesini tüketim, tüketim talebinin
beslediği ithalat ve ithalatı finanse eden söz konusu para girişlerine dayalı olduğu
dikkate alındığında; bu para girişlerinin azalması, durması veya tersine dönmesi
doğrudan Türkiye ekonomisinin büyümesini negatife çevirmiştir.
Şekil 10: Kriz Döneminde Sermaye Hareketleri (Milyar $)
600
482,2
400
456,8
383,0
154,0
200
80,0
143,2
120,6
68,8 91,2
0
UYP (Net)
-200
-400
Yükümlülükler
Yurtiçinde
doğrudan yatırımlar
Portföy
yatırımları
-202,7
-314,8
-281,8
2007
2008
2009
Doğal olarak finansman sıkıntısı yaşayan talep, ithalatın azalmasına, bu da dış ticaret
açığının düşmesine neden olmuştur. Doğal olarak küresel bazlı finansal krizin dış
20
dünyada ciddi talep daralmalarına yol açması, ihracatın da azalmasına neden
olmuştur.
Şekil 11: Kriz Döneminde Dış Ticaret (Milyar $)
200
193,8
177,3
162,2
160
140,8
120
134,5
115,4
120,9
109,6
80
56,4
53,0
46,8
40
24,9
0
2007
2008
2009
İhracatı
İthalatı
2010
Dış Tic. Açığı
2008’den başlayarak çeyrek dönemler itibariyle büyüme oranlarına baktığımızda,
sermaye girişinin kesilip sermaye çıkışlarının başladığı 2008 sonlarından tekrar
sermaye girişlerinin artmaya başladığı 2009 son çeyreğine kadar Türkiye
ekonomisinin ciddi oranlarda küçüldüğü görülmektedir. Özellikle krizin orta gelirli
ülkeler açısından zirve yaptığı 2009 yılının ilk çeyreğinde, Türkiye ekonomisi de
%15’e yakın küçülmüştür.
Şekil 12: Kriz Ortamında Büyüme Oranları (%)
15
10
11,8
7,0
5
10,2
6,0
2,6
5,5
0,9
0
-5
1
2
3
2008
-10
-15
4
1
-7,0
2
-7,6
3
-2,7
2009
4
1
2
3
2010
-14,6
-20
Açık olan bir şey var ki, geçmiş krizlerden ders alma konusunda yetenekli olduğumuz
söylenemez. En ilginci de, daha önce yaşanan krizlerin, olayların etkileri halen orta
gelirli ülkelerin hafızalarında dururken, bu ülkelerin çoğu son krizde aynı negatif
21
etkilerle tekrar karşılaşmışlardır. Ülkemizde 2001 krizinden bankacılık yönüyle çok
ciddi dersler çıkarmış ve önemli reformlar gerçekleştirmiştir. Fakat, her borcun bir geri
ödemesi olduğu düşünüldüğünde, dış dünyadan gelen sermaye tutarlarıyla tüketimini
ve ekonomik gelişimini finanse eden Türkiye’nin söz konusu finansal yapısını
düzeltmesi gerektiği açıktır.
3.4. İhracat Eksenli Büyüme ve Kriz
Küreselleşen dünyada ihracattaki başarı, bir ekonominin rekabet gücü, üretimde
verimlilik ve girişimcilik kapasitesi açısından önemli bir gösterge olarak kabul
edilmektedir. Bu kapsamda örnek gösterilen ülkeler ise Asya Kaplanları olarak da
bilinen Doğu Asya ülkeleridir.
Orta gelirli ülkeler açısından, ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerin Doğu Asya
ve Latin Amerika ülkeleri olduğu söylenebilir. Bu ülkeler, cari açık – bütçe açığı
ikilisinden veya finansal krizden doğrudan etkilenmediler. Burada, ihracata toplam
talebin bir unsuru olarak bakmak doğru olacaktır. Yani, krizin gelişmiş ülkeleri
vurması ve resesyon nedeniyle bunlardaki talebin önemli ölçüde azalması, en başta
bu ülkelere ihracat yapan ülkeleri etkilemiştir. 2009 yılına ilişkin veriler de bu tezi
doğrular niteliktedir. Ortalama olarak, Doğu Asya ülkelerinin GSYH’si %4.3 küçülmüş,
Latin Amerika’daki büyüme oranları ise sıfıra yakın gerçekleşmiştir.11
Tablo 3’den anlaşılacağı üzere, dış talebe aşırı bağlılık ve iç talebin yeterince
kullanılamaması, Doğu Asya ekonomilerinin krize duyarlılığını önemli ölçüde
artırmıştır.
Tablo 3: Özel Tüketim ve İhracat (GSYH’nin yüzdesi olarak, 2008)12
Ülke
Çin
Güney Kore
Malezya
Singapur
Arjantin
Brezilya
Şili
Kolombiya
Meksika
ABD
İngiltere
Almanya
11
12
Özel Tüketim Harcamalarının GSYH İçindeki Payı
33
54
45
38
59
61
55
63
65
70
63
57
FOXLEY, age
FOXLEY, age
22
İhracatın GSYH İçindeki Payı
42
46
110
230
24
14
47
17
28
11
26
47
Bu durum, IMF’nin son raporlarında da vurgulanmaktadır. (IMF REO, 2009)
Gerçekten sürpriz olarak algılansa da, IMF, Doğu Asya ülkelerine altyapı yatırımları,
sağlık ve konut, eğitim ve iş eğitimi, hane halkı tüketim harcamalarının artırılması ve
tasarruflarının azaltılması için teşvikler geliştirilmesi konularına eğilmelerini tavsiye
etmektedir.
Dolayısıyla, ihracat eksenli büyüme stratejisi belirleyen Doğu Asya ülkelerinin son
finansal krizden ciddi ölçüde etkilenmesi de göstermektedir ki, büyüme stratejisi
sadece dış talebe dayandırılmamalı, iç talep de dengeli bir şekilde bu süreçte
kullanılmalıdır.
3.5. Serbest Ticaret ve Kriz
Son yirmi yıldır serbest ticaret, yani ticarete yönelik sınırların kaldırılması yönündeki
eğilim artmaktadır.
Bazı ülkeler, serbest ticaret imkânlarını ihracat yapacakları ülke veya ülke gruplarını
tespit için kullanmakta ve serbest ticaretin geçerli olduğu bölgeye yoğunlaşmaktadır.
Diğer ülkeler ise “açık bölge” yöntemiyle, fırsat doğduğu anda eş zamanlı olarak farklı
bölge bloklarıyla veya birebir ülkelerle müzakereler yapmaktadır. Birinci yönteme
Meksika ve Türkiye, ikinci yönteme ise Brezilya ve Şili örnek olarak gösterilebilir.
Örneğin, Türkiye ihracat açısından ağırlıklı olarak AB üyesi ülkelere, Meksika ise
NAFTA üyesi ülkelere, özellikle ABD’ye yoğunlaşmıştır. Aşağıdaki tablodan da
görüleceği üzere, Meksika ihracatının %87’si Kuzey Amerika pazarına giderken,
sadece %2’si Asya, %5’i Avrupa ve diğer %5’i ise Latin Amerika’ya gitmektedir.13
Türkiye ihracatının ise %65’i Avrupa (%56’sı AB üyesi ülkeler), %5’i Asya, %7’si ise
Amerika’ya gitmektedir. Türkiye’ye komşu yakın ve ortadoğu ülkelerini de Asya’ya
yapılan ihracata dahil ettiğimizde, Asya’nın payı %18’e yükselmektedir. Aşağıdaki
tablodan da anlaşılacağı üzere, Brezilya ve Şili, Türkiye ve Meksika ile
kıyaslandığında ihracat açısından çok daha dengeli bir dış talep oluşturmuş
görünmektedir.
Tablo 4: İhracatta Farklı Piyasaların Payı, 2006 (%)14
İhracatçı Ülke
Şili
Brezilya
Türkiye
Meksika
13
14
Kuzey Amerika
18
20
6
87
İhracat Yapılan Piyasa
Avrupa Birliği
Latin Amerika
27
17
23
24
56
1
5
5
FOXLEY, age
FOXLEY, age ve TUIK verileri
23
Asya
35
20
18
3
Bu strateji neticesinde, ABD ekonomisi ile AB ekonomileri önce finansal krizle,
ardından durgunlukla sarsılmaya başlayınca, 2009’da %5 dolaylarında küçülen
Türkiye ekonomisi ve %4 dolaylarında küçülen Meksika ekonomisi bundan en çok
etkilenen ekonomiler arasında yer almışlardır. Hâlbuki dış piyasalar açısından
ihracatını daha fazla çeşitlendirebilen ve dengeleyebilen Brezilya ve Şili ise 2009’da
sadece büyüme oranlarının azalması suretiyle veya sıfıra yakın büyümeyle krizden
etkilenmişlerdir.
Şili açısından dikkat çeken başka bir nokta daha vardır. Şöyle ki, Şili, Avrupa’dan
Kuzey Amerika ve Pasifik Asya’ya, dünya çapında 58 ülke ile serbest ticaret
anlaşması imzalayarak, 3,5 milyar potansiyel müşteriye serbestçe ulaşma imkanına
sahip olmuştur. Tabi ki, bunun temelinde yatan, Şili’nin ihracatının da büyük
bölümünü oluşturan doğal kaynaklar açısından oldukça zengin olmasıdır. Bu özellik
de, pek çok Latin Amerika ülkesinin taşıdığı bir özelliktir. Aşağıdaki tabloda yer alan,
ülkelerin
ihracatının
ürün
bazlı
yoğunluğunu
ölçen
Heirfindahl-Hirschman
Endeksinden de anlaşılacağı üzere, Doğu Asya ve Doğu Avrupa ülkeleri ihracatını
çeşitlendirme açısından Latin Amerika ülkelerinden çok daha ileridedirler. Gerçekten
de, ihracat yapan 19 temel Latin Amerika ülkesinden 7’si doğal kaynaklar üzerine
yoğunlaşmıştır.15 İhracatta yoğunlaşmanın Türkiye’de de tekstil ürünleri (hazır giyim
vb dahil) ve son yıllarda da otomotiv sektöründe olduğu söylenebilir.
Tablo 5: İhracat Yoğunlaşma Endeksi, 200616
İhracat Yapan Bölge veya Ülke
Latin Amerika
Şili
Venezuela
Doğu Asya
Doğu Avrupa
Herfindahl- Hirschman Endeksi *
31
39
91
21
13
* Herfindahl- Hirschman Endeksi, bir ülkenin ihracatta ihraç edilen mal grupları
itibariyle yoğunlaşmasını göstermektedir. Endeks 0 ile 100 arasında değerler
almakta ve 0 yoğunlaşmanın olmadığını, 100 ise maksimum düzeyde olduğunu
göstermektedir.
Şüphesiz ihracatta emtiaya dayalı büyümenin kısa ve uzun vadeli etkileri olacaktır.
Kısa vadede, durgunluk olduğu da dikkate alındığında, emtia fiyatları düşecektir.
Dolayısıyla, durgunluk sona erene kadar, emtia ihracatına dayalı olarak büyüyen
Latin Amerika ülkelerindeki büyümenin azalması veya küçülme bu kapsamda
15
16
FOXLEY, age
FOXLEY, age
24
açıklanabilir.
Uzun
vadede
ise,
ihracat
yapısının
ürün
bazında
çeşitlendirilememesinin mutlaka incelenmesi gerekmektedir.
Şili’nin ihracatının %85’inin geleneksel ihracat olarak geleneksel piyasalara ulaştığı,
sadece %10’unun serbest ticaret anlaşması vasıtasıyla ulaşılabilir olan yeni
piyasalara gittiği ve sadece %5’inin daha önce ihracata konu edilmeyen yeni
ürünlerden oluştuğu görülmektedir.17 Bu özellik, çoğu Latin Amerika ülkesi için
müşterektir.
Bunun aksine, Doğu Asya ekonomileri ise ihracatlarını çeşitlendirme konusunda
başarılı olmuşlar, doğal ürünleri işleyerek ve değer katarak satışa konu etmişler ve
üretimde gittikçe daha aktif hale gelmişlerdir. Şüphesiz bu süreç, iş gücüne,
araştırma geliştirmeye, bilgi teknolojilerine ve altyapıya ciddi yatırım yapılmasıyla
doğrudan ilgilidir.
Tablo 6: Yıllık Ortalama Reel Büyüme Oranı (%)18
Bölge
Latin Amerika
Doğu Asya
Dünya
1973-1989
3,3
7,4
3,3
1990-2007
3,1
7,5
2,9
İhracatını gerek ürün gerekse ülke bazında çeşitlendirebilen ekonomiler dış şoklara
karşı daha az duyarlı ve kırılgandırlar. Tablo 6 açıkça göstermektedir ki, ihracatta
çeşitliliği sağlayabilen Doğu Asya ekonomileri aynı zamanda çok daha yüksek
büyüme oranı yakalamışlardır.
3.6. Kriz ve İşsizlik
Hâlihazırda önemi tartışılmaz olan istihdam sorunu, işgücü verimliliğinin artırılması ve
yeni iş alanları yaratmak suretiyle istihdamın artırılması, gelecekte de orta gelirli
ülkeler açısından çok önemli bir sorun olarak görünmektedir. Mevcut kriz, çoğu
ülkede toplam talebi azaltmak suretiyle negatif etki göstermiştir. Aniden tüketime ve
ihracata yönelik kredilerin durması, enflasyonun düşmesi, toplam talebin düşmesi
işsizliği artıracağı gibi, artan işsizlik de talebin düşmesini besleyecektir.19
Bu nedenle, kriz sonrası orta gelirli ülkelerin en önemli sorunu yeni iş alanları
yaratarak işsizliği azaltmak ve işgücü yeteneğini artırmak olacaktır. Bunun için de
işgücü piyasasına yönelik ciddi reformlar yapılması gerekecektir. İşgücü piyasasını
17
FOXLEY, age
FOXLEY, age
19
FOXLEY, age
18
25
reforme etmeden bu sorunları aşmak mümkün olmamakla birlikte, bu alanda reform
yapmakta politik açıdan en riskli işlemlerden biri olarak değerlendirilebilir.
4. Finansal Krizin Çin ve Hindistan’a Etkileri
Özellikle işgücü maliyetleri ve sınırsız işgücü potansiyelleriyle Çin ve Hindistan,
korumacılık
politikalarının
gündeme
gelmesinin
en
önemli
nedenleri
konumundadırlar. Hâlihazırda dünyanın üretim ambarı olan Çin’in ve gelecek yıllarda
Çin’e katılması öngörülen Hindistan’ın krizden nasıl etkilendikleri ve nasıl cevap
verdikleri, dış ticarette özellikle bu ülkelere karşı öngörülen korumacılık politikalarının
değerlendirilmesi açısından önem arz etmektedir. Aynı zamanda, döviz kurunu dış
ticaret politikalarında aktif olarak kullanan Çin’in bu kapsamda da irdelemeye tabi
tutulması gerekmektedir.
Krizin ülkeler ve coğrafi bölgeler itibariyle farklı etkileri görülmekle birlikte, halen kesin
sonuçlarını ortaya koymak zor görünmektedir. Finansal kriz, gelişmiş ülkeler üzerinde
çok ciddi sonuçlar ortaya çıkarırken, Çin ve Hindistan gibi yeni ve önemli oyuncuları
da daha güçlü şekilde ortaya çıkarmaktadır.
4.1. Çin’e Etkileri
Global finansal kriz şüphesiz Çin’i de ihracatını, yabancı para rezervlerini ve yapısal
uyumunu kötüleştirerek etkilemiştir. Çin hükümeti de krizin etkilerini azaltmak için
etkili önlemler almıştır. Ancak, bu önlemlerin kısa vadede ekonomik büyümeyi olumlu
etkileyeceğine yönelik kanı kesin iken, uzun vadede ve yeni riskler karşısında bu
politikaların yeterli olup olmayacağı tartışılmaktadır. Politika önerileri temelde iç
tüketim potansiyelini de dikkate alarak, hane halkı tüketim harcamalarının nasıl
artırılacağı, krizin işsizlik üzerindeki etkilerinin nasıl azaltılacağı ve Çin’in yabancı
para portföyünün nasıl çeşitlendirileceği üzerine kurulmaktadır.
Öncelikli olarak, dış piyasalardaki talebin azalması, ekonomik kalkınmasını üretim ve
ihracat üzerine kuran Çin’i ciddi anlamda etkilemiştir. İkinci olarak, 2008’in sonunda
Çin Merkez Bankası’nın (The People’s Bank of China) ağırlığı ABD doları, özellikle
ABD Hazine kâğıtlarından oluşan 1,95 trilyon dolar düzeyinde yabancı para rezervi
vardı. Tabi ki, ABD Hazine kağıtlarında meydana gelebilecek bir değer kaybı,
26
devalüasyon olasılığı doğrudan Çin Merkez Bankası rezervlerinin satın alma gücünün
azalması anlamına gelmekteydi.20
Çin hükümeti krizin etkilerini azaltmak için zamanında ve ciddi önlemler almıştır.
2008’in üçüncü çeyreğinden sonra, Çin Hükümeti aktif maliye politikaları ve
genişletici para politikası kombinasyonunu uygulamaya koymuştur. RMB’nin dolar
karşısında değer kazanması 2008’in ikinci çeyreğinden sonra durmuştur. Çin’in
şüphesiz ihracat eksenli ekonomik kalkınma modelini yumuşatması ve iç talebi
canlandırıcı ve ekonomik büyümeyi yönlendirici pozisyona sokması önemli
görünmektedir.
Çin’in ekonomik büyümesi temel itibariyle net ihracatının
artmasına bağlı
görünmektedir. 2008’de ihracatın GSYH’ye oranı %32’ye ulaşmış ve ihracat – ithalat
toplamının oranı ise %59 olarak gerçekleşmiştir. Net ihracatın (mal ve hizmetler)
Çin’in büyümesine katkısı 2007’de %20’nin üzerinde gerçekleşmiştir. Dahası, ihracat
içindeki payı en fazla olan işgücü yoğun sektörlerde daha ziyade kırsal kesimden
gelmiş niteliksiz işçiler çalışmaktadır.21
Çin’in ihracatının çok büyük bölümünü yaptığı ABD, Euro bölgesi ve Japonya da
ekonomik durgunluğu derinden yaşayan ekonomiler konumundadır. Diğer ihracat
yaptığı Hong Kong, Tayvan, Güney Kore ve ASEAN ülkeleri de dramatik ekonomik
düşüşler yaşamıştır. Sonuç olarak, 2008’in dördüncü çeyreğinden sonra Çin’in
ihracatı ciddi şekilde düşüş göstermiştir. Fakat, global enerji ve emtia fiyatlarındaki
düşüşle birlikte, Çin’in iç talebindeki daralma neticesinde, ithalat ihracattan çok daha
hızlı gerilemiş ve bu da dış ticaret fazlasını artırmıştır.
20
ZHANG, Zhang (2009), “The Impact of the Global Crisis on China and its Reaction (ARI)”, ARI
62/2009 – 14/4/2009, http://www.realinstitutoelcano.org/wps/wcm/connect/7f3587804f018af4aad8ee
3170baead1/ARI62-2009_Ming_Global_Crisis_China_Reaction.pdf?MOD=AJPERES&
CACHEID=7f3587804f018af4aad8ee3170baead1, (Erişim: 20.01.2011)
21
ZHANG, age
27
Şekil 10: Çin’in ithalat ve ihracatı (Sol taraf % , sağ taraf 100
mn AB D doları ) (Çin Ticaret Bakanlığı İnternet Sitesi)
10
Bu küresel kriz neticesinde, Çin’in sahil kesimindeki ihracat eksenli pek çok firma iflas
ederken, 20 milyon civarında niteliksiz işçi de işini kaybetmiştir. Bunun yanı sıra,
ihracattaki azalmayla birlikte gayrimenkul sektöründeki gerileme sonucunda, Çin’in
büyümesi 2007’deki %13 seviyelerinden 2008’de %9.5, 2009’da da %8.5
seviyelerine gerilemiştir.
Şüphesiz Çin Hükümetinin ihracat eksenli üretim sektörlerindeki büyüme stratejisinin
temelinde, bu sektörlerin çok fazla istihdam alanı yaratma yeteneği yatmaktadır.
Fakat, son krizle birlikte bu sektörlerde de yoğun iş kayıplarının yaşanması, Çin’in
işsizlik rakamını da oldukça yukarılara çekmiştir. Bütün bu olumsuzlukları gidermek
amacıyla, Çin ihracata yönelik vergi iadelerini devam ettirirken, RMB’nin dolar
karşısında değerlenmemesi için döviz piyasasına müdahale etmektedir. Fakat tabidir
ki, yurt dışı talebin kontrol edilemez şekilde değişken oluşu, Çin’in önündeki en
önemli sorun olarak görünmektedir.
Krizin Çin’in yabancı para rezervlerine de ciddi etkisi olduğu tabidir. 2008’in sonunda
Çin’in yabancı para rezervleri 1,95 trilyon dolara ulaşmıştı. Bu rezervlerin para
cinsleri itibariyle oranları belli olmamakla birlikte, IMF’nin COFER istatistiklerine göre,
2008’in üçüncü çeyreği itibariyle gelişmekte olan ülkelerin rezervleri ağırlıklı olarak
dolar ve eurodan (%61 dolar, %28 euro) oluşmaktadır. Çin’in rezervlerinin de bu
ortalamayla doğru orantılı olduğu tahmin edilmektedir. ABD Hazinesi’nin yayınladığı
verilere göre ise, Haziran 2008 sonu itibariyle Çin 1.2 trilyon doların üzerinde bir
rezervini Amerikan borçlanma senetlerinde tutmaktadır. Dolayısıyla, Çin’in yabancı
28
para
rezervleri
ağırlıklı
olarak
ABD
dolarından,
özellikle
ABD
borçlanma
senetlerinden oluşmaktadır.22
Krizin devamında ABD Hükümeti oldukça genişletici para ve maliye politikaları
uygulamaya koymuştur. Paulson’un 700 milyar dolarlık TARP programı, Obama’nın
789 milyar dolarlık yardım paketi ve Geithner’in 2 trilyon dolarlık finansal istikrar planı,
2009’da bütçe açığının GSYH’nin %12’sini de aşarak 1,75 trilyon dolar seviyelerine
çıkmasına neden olmuştur. ABD Merkez Bankası da faizleri %5.25’ten %0-0.25
seviyelerine indirmiş ve ekonomiye değişik yollarla para ve kredi pompalamaya
başlamıştır. Lehman Brothers’ın iflas ettiği Ekim 2008 ortasından 2008 sonuna kadar
ABD Merkez Bankası’nın bilanço büyüklüğü 950 milyar dolardan 2.27 trilyon dolara
ulaşmıştır.23
Bu kurtarma paketini finanse etmek için iki yol takip edilebilirdi. Birincisi, 2009’da
asgari 2 trilyon dolarlık olmak üzere daha fazla borçlanma kağıdı ihraç etmek. Bu
alternatifte, borçlanma senetlerine talep yeterli olmazsa, hazine kağıtlarının değeri
düşecek ve elinde en çok ABD Hazine kağıdı bulunduran Çin de bu süreçte ciddi
zarar edecekti. İkinci alternatif ise, ABD Merkez Bankasının para basması idi, ki bu
da kaçınılmaz olarak enflasyona ve doların diğer temel para birimleri karşısında
değer kaybetmesine neden olacaktı. Yani, her iki alternatifte de Çin’in elindeki dolar
cinsinden portföyün satın alma gücü ciddi şekilde düşecekti.
Çin’in dış ticaret fazlasının en önemli nedeni olarak görülen RMB’nin değersiz
olmasının önlenmesi amacıyla Çin Hükümeti 2005’te yeni bir döviz kuru politikası
uygulamaya başlamıştır. Bu politika ile, RMB’nin değeri dolar cinsinden değil,
yabancı paralardan oluşan bir sepete göre belirlenmekteydi. Bununla birlikte RMB
dolara karşı ciddi anlamda değer kazanmıştır. Krizin en önemli sonuçlarından birisi
de Çin’in ihracatını önemli ölçüde azaltması olmuştur. Buna karşın Çin de,
uluslararası rekabet gücünün korunması amacıyla RMB’nin daha fazla değer
kazanmasını önlemek amacıyla döviz piyasasına müdahalesini artırmıştır. Dış talebin
azaldığı ve ticaret duvarlarının arttığı böyle bir ortamda, RMB’nin değerlenmesine izin
verilmemesi veya değersizleştirilmesi Çin’in ihracatını artıracak olmakla birlikte,
şüphesiz dış ticaret dengesini kendi lehine daha da fazla bozacaktır.
22
23
ZHANG, age
ZHANG, age
29
Lehman Brothers’ın iflasından sonra, Çin Hükümeti politik önceliğini enflasyondan,
ekonomik büyümeye çekmiştir. Makro bazda uyguladığı politikalar, aktif maliye
politikası, genişletici para politikası ve sabit döviz kuru politikasını içermekteydi.
Maliye politikası olarak, dünya çapında en büyük kurtarma paketlerinden biri olan 4
trilyon RMB (588 milyar dolar) tutarında yatırım paketi uygulamaya konmuştur. Para
politikasında da, mevduat ve kredi faiz oranlarını sırasıyla %4.14 ve %7.47’den
%2.25 ve %5.31’e indirmiştir. Zorunlu karşılık oranı da %17,5’ten %13,5’e
indirilmiştir. Merkez Bankası tarafından ticari bankalara uygulanan kredi kotası da
2008’in son çeyreğinde kaldırılmıştır. Bu politikalarla iç talepte canlılık yaratılmış ve
Ocak 2009’da banka kredileri 1.62 trilyon RMB tutarında, bir önceki yıla göre üçte bir
oranında artmıştır. Aynı zamanda, Merkez Bankası döviz kuruna aktif müdahale
politikası uygulamıştır.24
4 trilyon dolar RMB tutarındaki yatırım paketinin %80’i altyapı ve mülkiyet
yatırımlarına tahsis edilmiş ve 2009’un ikinci yarısı ile 2010’da ciddi sonuçları
alınmaya başlanmıştır. Aynı zamanda, 2008’in son çeyreğinden 2009’un son
çeyreğine banka kredilerindeki olağanüstü artışlar da bu yatırımları kolaylaştırmıştır.
Bu genişletici makro ekonomi politikaları sayesinde Çin ekonomisi, 2009’da da %8.5
dolaylarında büyümüştür.
Mevcut finansal kriz Çin için ciddi sorunlara neden olsa da, bu avantaj olarak da
değerlendirilebilir. Çin, yapısal reformlarını hayata geçirebileceği gibi, yatırımlarını
denizaşırı ülkelere de genişletebilir. Zira, dünya üzerinde ciddi rezervlere sahip olup
alım yapabilecek güce sahip ülke fazla olmadığı gibi, krizin etkisiyle özellikle gelişmiş
ülkelerdeki yatırım fiyatları olağanüstü ölçüde düşmüştür.
Kısa vadeli ekonomik büyüme ve yapısal reformların hızlandırılması için, Çin ülke içi
hane halkı tüketimini artırmalıdır. Bunun da öncelikli yöntemi, hane halkı gelirinin
artırılması ve yeterli sosyal güvencenin sağlanmasıdır.
4.2. Hindistan’a Etkisi
Lehman Brothers’ın iflasından sonra küresel sermaye piyasalarında meydana gelen
likidite sıkışıklığı, darlığı Hindistan ekonomisi üzerinde oldukça ciddi etkiler
doğurmuştur. Şöyle ki, bu durum bir yandan kurumsal yabancı yatırımlarda devasa
24
ZHANG, age
30
para çıkışlarına neden olurken, diğer yandan Hindistan bankaları yoğun olarak iç
kredi taleplerine yönelmeye başlamışlardır.
Diğer taraftan, gelişmiş ülkelerdeki durgunlukla beraber, Hindistan’ın ihracat yaptığı
temel ülkelerde talebin aşırı derecede düşmesi de ekonomiyi çok etkilemiştir. Mal
ihracatı Ekim 2008’den Mayıs 2009’a kadar %17’nin üzerinde azalırken, Mayıs
2009’da da Mayıs 2008’e göre %29,2 düşmüştür. Benzer şekilde, hizmet
ihracatındaki artış 2009’un ilk çeyreğinde 2008’in ilk çeyreğine göre %5.9 oranında
artarken, bir önceki yılki artış oranı olan %34’ün oldukça gerisinde kalmıştır. Turizm,
seyahat, sigorta ve bankacılık sektörleri daralırken, Hindistan’ın en önemli ihracat
kalemlerinden olan yazılım ihracatına ilişkin artış oranı %21’den fazla azalmıştır.
2008 ve 2009’un son çeyrekleri kıyaslandığında da, hizmet ihracatı yine %6,6 azalma
göstermiştir.25
Hindistan ekonomisi 2008’in ikinci çeyreğinden 2009’un ikinci çeyreğine kadar %5,8
büyüyerek, bir önceki %9 oranının oldukça altında kalmıştır. Şüphesiz bu veriler
küresel krizin ekonomi üzerindeki etkilerinin net olarak görülmesini sağlamıştır.
Sektörel bazda, sosyal ve personel hizmetlerde %17,5 ve gayrimenkul ve iş
hizmetlerinde de %8,9’luk büyüme, ticaret, otel, seyahat ve telekomünikasyon
hizmetlerindeki keskin düşüşe rağmen sağlıklı büyümenin devamını sağlamıştır.
İkincil sektör olarak, genel ve üretim sektörünün performansı oldukça kötü
gerçekleşmiştir. İç ve dış talepte meydana gelen azalma ile birlikte, üretim sektörü
%0,3 küçülürken, inşaat da %8.3’ten %5.5’e gerilemiştir.26
2008-2009 döneminde Hindistan’ın çektiği doğrudan yabancı sermaye tutarında artış
olurken, toplam yabancı sermayede, bir önceki yılın aksine ciddi çıkışlar yaşanmıştır.
Ayrıca, aynı dönemde, dış ticari borçlanmalar ve kısa vadeli ticari krediler önemli
ölçüde azalmıştır.
Son yıllarda, Hindistan’ın GSYH rakamlarında artarak devam eden büyüme ile
tasarruf – yatırım arasındaki fark kademeli olarak daralmış ve %-1.5’ten %-0.3’e
gelmiştir. Bunun sonucu olarak da, Hindistan iç tasarruf ve yatırımda ciddi
25
VASHISHT, Pankay / PATHAK, Sriparna (2009), “The Global Economic Crisis and India: An
Analysis (ARI)”,
http://realinstitutoelcano.org/wps/portal/rielcano_eng/Content?WCM_GLOBAL_CONTEXT=/elcano/Elc
ano_in/Zonas_in/ARI129-2009, (Erişim: 10.01.2011)
26
VASHISHT / PATHAK, age
31
yükselişlere şahit olmaktadır. Bu da, iç tasarruflarla yatırımlarını finanse etme imkanı
tanımaktadır.
Hâlihazırda,
Hindistan’ın
iç
tasarruf
miktarı
artmaya
devam
etmektedir.27
Orta vadede kilit politika, enflasyon beklentilerinde uluslararası seviyelere doğru bir
azalma ve uzun süreli faiz oranını devam ettirmektir. Aynı şekilde, orta vadede, para
yönetiminin hızlı büyüyen ve açık ekonomi niteliği gelişen piyasadaki ihtiyaçlara
uyarlanmaya, finansal derinliğin ve parasallaşmanın gelişmesine ihtiyaç vardır. Bu
kapsama, finansal istikrar ve fiyat istikrarı bozulmadan toplam para hacminin
genişlemesi dâhil edilebilir.
Bu doğrultuda, Hindistan Merkez Bankası’nın orta vadeli konular açısından uygun
değerlendirmeler yapması ve aşağıdaki sorulara cevap araması gerekmektedir:28

Uygun döviz kuru seviyesinin değerlendirilmesi için cari denge iyi bir ölçü olarak
dikkate alınabilir mi?

Sermaye hesapları döviz kurunu ne kadar etkilemektedir?

Geniş cari açığın reel ekonomi üzerine etkileri nelerdir?
Orta vadede, geniş ve oynak sermaye akımlarına karşı verilecek en uygun karşılık;
sağlam makro ekonomik politikalar, basiretli borç yönetimi, döviz kuru esnekliği, etkili
sermaye hesabı yönetimi, kendi kendine sigorta olarak uygun seviyelere kadar
rezervleri güçlendirmek ve esnek iç finansal piyasaların gelişiminin kombinasyonu
olacaktır.
Ancak, cari açığın döviz kuru seviyesini belirlemede dikkate alınması
mümkün olduğu gibi, sermaye hareketlerinin döviz kurunu baskılamasını minimize
edecek politikalar da uygulanabilir.
Hindistan’ın temelleri ve finansal sektörü halen güçlü ve sağlam yapısını
korumaktadır. Para politikası esnek ve yeterli enstrümana sahip görünmektedir.
Hindistan’a gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımları çok yoğun olmasa da,
devamlılığını korumaktadır. Tarım sektöründeki verimlilik artmaktadır. En önemlisi,
Hindistan’ın ekonomik büyümesinin neredeyse tamamı iç piyasa tarafından finanse
edilmektedir. Sonuç olarak, Hindistan ekonomisi hızlı bir şekilde krizin etkilerini
27
28
MOHAN, age
MOHAN, age
32
giderecek ve kısa süre içerisinde yine %9 ve üzerinde büyüme oranlarını
yakalayacak altyapıya sahiptir.29
4.3. Sınırsız İşgücü Teorisi
“Lewis’in çift sektörlü kalkınma modeline (Lewis Model)30”, gelişmemiş ekonomiler
(ve gelişmekte olan ülkeler) geleneksel tarım sektörü ve modern sanayi sektöründen
oluşan ikili bir ekonomik yapıya sahiptir. Geleneksel tarım sektörünün düşük
verimlilik, düşük gelir, düşük tasarruf ve dikkate alınacak derecede gizli işsizlikle
vasıflandırılan “karın tokluğuna çalışılan sektör” olması; sanayi sektörünün ise yüksek
yatırım seviyesiyle birlikte teknolojik olarak gelişmiş yapısı dikkate alındığında,
geleneksel tarım setöründeki işgücü modern sanayi sektörüne transfer olacaktır.
Modern sektördeki büyüme ise tarım sektöründen gelen işgücünü absorbe edecek,
bu da sanayileşmeyi hızlandıracak ve böylece ekonomik growth gerçekleşecektir. 31
Çin ve Hindistan’ın ekonomik güç olarak ortaya çıkmalarıyla birlikte, Lewis Model
ekonomi çevrelerinde hararetle tartışılan konulardan biri haline gelmiştir. Gerçekten
de Çin ve Hindistan sahip oldukları devasa tarımsal işgücü ile ne kadar süre de
sanayileşmelerini tamamlayabilirler? 2005 verilerine göre32, Çin’in toplam işgücünün
%65.1’i (yaklaşık 510 milyon işgücüne denk gelmektedir), Hindistan’ın işgücünün de
% 64’ü (yaklaşık 280 milyon işgücü) tarım sektöründe çalışmaktadır. Tarım
sektöründen sanayi sektörüne önemli geçişler bundan önce olmakla birlikte ve
bundan sonra da Lewis Model’e göre geçişler devam edecektir.
Aşağıdaki grafiğe göre, Çin’in 1990 yılında 168.3 milyon olan sanayi işgücü %62.5
artarak 2005’te 273.6 milyona ulaşmış, sayısal anlamda da 105.2 milyon artmıştır.
Halen mevcut sanayi işgücünün hemen hemen iki katı tarım sektöründe
çalışmaktadır. Şüphesiz Çin’in 1990-2005 yılları arasındaki ekonomik performansı
olağanüstüydü. Bu performansı devam ettireceğini ve 15 yılda 105 milyon tarımdan
gelen yeni işgücüne sanayi sektöründe istihdam yaratacağını varsayarsak, 510
milyonluk tarımsal işgücünün, en azından gelişmiş ülke seviyesine düşürerek, sanayi
29
MOHAN, age
Lewis, Sir Arthur. Economic Development with Unlimited Supplies of Labor. First published in The
Manchester School. May 1954
31
Kirkpatrick, Colin & Barrientos, Armando. The Lewis Model After Fifty Years. Development Economics and
Public Policy Working Paper Series. Institute for Development Policy and Management. University of
Manchester. September 2004. United Nations Public Administration Network (UNPAN) website.
www.unpan.org. unpan1.un.org/intradoc/groups/public/documents/nispacee/unpan018979.pd.
32
UNCTAD Handbook of Statistics 2006-07. Digital library of UNCTAD publications. Development Indicators
# 8. www.unctad.org. UNCTAD website. http://www.unctad.org/en/docs/tdstat31ch8_enfr.pdf
30
33
sektörüne geçişi yarım asırdan fazla zaman alacaktır. Orta ölçekte bir ülke olan
Türkiye’nin kabaca 25 milyon toplam işgücüne sahip olduğunu düşündüğümüzde,
sözü edilen rakamların ne kadar yüksek olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Hindistan’da ise 1990’da 99.8 milyon olan sanayi işgücü %58.4 artarak 2005’te 158.1
milyona ulaşmıştır. Sayısal artış 58.3 milyon olarak gerçekleşmiştir.Hindistan’da da
mevcut sanayi işgücünün hemen hemen iki katı tarım sektöründe çalışmaktadır.
Tarım sektöründen sanyi sektörüne geçişle ilgili Çin hakkında yaptığımız varsayımı
buraya da taşıyabiliriz. Ancak, burada Çin ve Hindistan’ın ekonomik öngörülürlük
kuralları çerçevesinde kısa, orta ve uzun vadede sınırsız sanayi işgücüne sahip
olduğunu söyleyebiliriz.
Şekil 14:Modern sektörlerdeki işgücü sayısının gelişimi, milyon
(sanayi dahil, tarım hariç)33
Sonuç olarak, gelişmekte olan ülkelerde tarımsal işgücünün toplam işgücüne
oranının ortalama % 10 olduğunu kabul edersek, Çin ve Hindistan’daki tarım
sektöründen modern sektörlere geçiş artarak devam edecek, fakat yakın gelecekte
bitmeyecektir. Daha da önemlisi, bu yapı Çin ve Hindistan’a dünya ekonomisinde
özellikle sanayi, üretim alanında bariz üstünlük getirmektedir.
33
UNCTAD Handbook of Statistics 2006-07
34
5. Krize Karşı Uygulanan Politikalar
Son finansal kriz, daha ziyade dünya üzerindeki üretim miktarından, özelde ABD’deki
konut miktarından fazla talep yaratılması ve likidite bolluğu suretiyle arz-talep
dengesinin talep yönünde bozulması neticesinde ortaya çıkan bir kriz olarak
değerlendirilebilir. Bunun neticesinde, krizin reel etkileri olduğu gibi, güven
duygusunun erimesi nedeniyle psikolojik etkileri de olmuştur. Bu doğrultuda, alınan
tedbirler, küresel finansal sisteminin tümüyle çökebileceği düşüncesiyle iflasa giden
finansal kuruluşları kurtarma projeleri ve akabinde talebi artırma ve krizin negatif
sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler olarak sıralanabilir.
Krize karşı alınan tedbirleri de aslında iki ayrı boyutta ele almak gereklidir. Birincisi,
krizin gerçekleşmesi esnasında krizi hafifletmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik
tedbirler, ağırlıklı olarak para politikası uygulanmak suretiyle alınmıştır. Türkiye gibi
krizi ithal eden bazı ülkeler de, talebi artırmak için vergi politikası da uygulanmıştır.
Krizin neticesinde bütün dünyada ortaya çıkan özellikle işsizlik gibi negatif sonuçları
ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler de ağırlıklı olarak maliye politikası, özellikle
kamu yatırım ve harcamalarının artırılması yolu ile alınmıştır.
Kriz öncelikli olarak ABD’de doğmuş ve aynı enstrümanları uygulayan diğer gelişmiş
ülkelere de “benzer ülke” psikolojisiyle sıçramıştır. ABD’de krize ilişkin olayların
gerçekleşmesini müteakip, öncelikli olarak Merkez Bankası FED etkin para politikaları
uygulayarak piyasayı ciddi anlamda fonlamış veya borçları garanti altına almıştır. Bu
süreçte fonlanan finansal kuruluşlar olduğu gibi, AIG gibi tümüyle devletin kontrolüne
geçen şirketler de olmuştur. Bu politikaların yanı sıra, en önemlisi Ekonomiyi
Canlandırma Yasası olan ve pek çok politika tedbirini içeren değişik politikalar da
uygulamaya konulmuştur.
Diğer gelişmiş ülkelerde de benzer politikalar uygulama alanı bulmuş, hükümetler
banka borçlarını garanti altına almaktan, mevduat güvence sınırını yükseltmeye ve
doğrudan finansman teminine kadar pek çok politika uygulamışlardır. Bu kapsamda;
Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi diğer gelişmiş ülkelerin uyguladığı
politikaları dört ana başlık altında irdelemek mümkündür. Birincisi, banka borçlarına
garanti verilmesidir ki, piyasaya güven aşılamak amacıyla öncelikle başvurulan bir
yöntem olarak öne çıkmıştır. İkinci olarak, kurtarma imkânı sadece likidite takviyesine
ve finansman sağlanmasına bağlı şirketlere doğrudan finansman teminidir ki, özellikle
AB ülkelerinde yoğun uygulama alanı bulmuştur. Üçüncü yöntem de, yenilikçi para
35
politikası olarak sınıflandırılan, asıl olarak Merkez Bankalarının özel sektörün elindeki
borç kâğıtlarını satın almasını içeren politikalardır. Bunların haricinde, kamu
harcamalarının yatırım yoluyla artırılması, borsalarda işlemlerin durdurulması gibi
önlemler de alınmıştır ki, bu önlemleri diğer müdahaleler olarak sınıflandırmak
mümkündür.
Tüm bu süreç sonucunda, gelişmiş ülkelerin piyasaya 2 trilyon dolar dolaylarında
para
enjekte ettiğini,
pek çok büyük finans kuruluşunun kriz sonucunda
devletleştirildiğini görmekteyiz. Bundan sonraki süreçte belki de en büyük sorun,
paraya boğulan ekonomilerin enflasyona karşı direnimlerinin kırılması, yani talep
yönünün dengesiz şekilde arzı aşması olarak değerlendirilebilir. Ancak bu süreç,
dünya üretiminde önemli bir paya sahip olan Çin ile artan üretim potansiyeliyle
Hindistan açısından daha çok üretme yönünde teşvik anlamına gelebileceği gibi,
Türkiye açısından da ithalatla beslenen artan iç tüketim talebine bağlı olarak daha
fazla dış ticaret açığı ve cari açık anlamına da gelebilir.
Krizin ülkeler üzerindeki etkileri irdelendiğinde, Çin örneğinde olduğu gibi cari açık
vermeyen
ülkelerin
krizden
sadece
büyüme
oranlarının
azalması
suretiyle
etkilendikleri, özellikle cari fazlanın ülke ekonomisi açısından müdahalede ciddi bir
avantaj sağladığı; öte yandan, yüksek tutarlarda cari açık veren ülkelerin ise ciddi
ekonomik küçülmelerle karşı karşıya kaldığı, gelişmiş ekonomilerde piyasaya nakit
para enjekte edilmesi şeklinde gerçekleşen müdahalelerin, yüksek cari açığa sahip
gelişmekte olan ekonomilere de kısa süre de sıcak paranın artışı olarak girmesi
suretiyle, ekonomik küçülmeyi sınırlandırdığı görülmektedir. Bu kapsamda, Türkiye
gibi ülkelerde krizin zirveye ulaştığı 2009 yılının ilk çeyreği, sıcak para akışlarının da
durduğu ve hatta çıkışın başladığı, dolayısıyla küçülmenin de en yüksek oranda
yaşandığı dönem olmuştur. Daha sonraki dönemlerde ise, gelişmiş ekonomilerde
piyasaya enjekte edilen paranın, sıcak para olarak tekrar Türkiye’ye gelmeye
başlaması, küçülme oranlarının düşmesine ve nihayetinde tekrar tüketim yoluyla
büyümeye geçilmesine yol açmıştır. Dolayısıyla, Türkiye gibi ülkeler açısından krize
karşı uygulanan en etkin politikanın, gelişmiş ekonomilerin finansal sektöre ciddi
tutarlarda para enjekte etmesi olduğu söylenebilir.
36
İKİNCİ BÖLÜM
KRİZ ÖNCESİ VE SONRASINDA
TÜRKİYE’NİN EKONOMİK GÖRÜNÜMÜ
1.Ekonomik Büyüme
Tüm dünyayı kasıp kavuran son küresel kriz, tüm ülke ekonomilerini çeşitli şekillerde
etkilemiş, Türkiye ekonomisinin de %4,7 küçülmesinde başrol oynamıştır. Bu nedenle
Türkiye ekonomisi, 2001’deki %5,7’lik küçülme oranından sonra 7 yıl devam ettirdiği
büyüme serüvenine 2009’da ara vermiştir.
Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, Türkiye açısından GSYH verilerinden belki
de en dikkat çekici olanı, yurtiçi tüketim harcamalarının önemli ölçüde ekonominin
yönünü belirlemede en etkili unsur olmasıdır.
Şekil 15: Yurtiçi Tüketim & Büyüme (Yıllık Değişim - %)
12,0
10,0
8,0
6,0
4,0
2,0
20
09
20
08
20
07
20
06
20
05
20
04
20
03
20
02
20
00
-2,0
20
01
0,0
-4,0
-6,0
-8,0
Yurtiçi Tüketim (%)
GSYH Büyüme Oranı (%)
Faaliyet kollarına göre GSYH dağılımına baktığımızda, imalat sanayi, tarım, avcılık
ve ormancılığın GSYH içindeki payının azaldığını; toptan ve perakende ticaret ile
ulaştırma, depolama ve haberleşmenin payının yatay seyrettiğini, konut sahipliğinin
payının ise arttığını görmekteyiz. Dolayısıyla, iç talebin en önemli unsurlarından biri
olan konut talebi, GSYH’yi besleyen önemli kalemlerden biri olmuştur.
37
Şekil 16: Faaliyet Kollarına Göre GSYH (Cari Fiyatlarla % Dağılım)
30
25
20
15
10
5
0
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
Tarım, Avcılık ve Ormancılık
İmalat Sanayii
Toptan ve Perakende Ticaret
Ulaştırma, Depolama ve Haberleşme
Konut Sahipliği
Harcamalar yöntemiyle hesaplanan GSYH verilerine baktığımızda ise, yurtiçi tüketim
harcamalarının özellikle 2002-2007 sürecinde büyümeyi önemli oranda desteklediği
görülmektedir. 2007 yılının sonunda başlayan küresel krizin, sermaye hareketleri
yoluyla Türkiye’yi etkilemeyi başladığı 2008 yılında ve zirve yaptığı 2009 yılında,
tüketimi besleyen sıcak para girişinin yavaşlaması, durması ve nihayetinde çıkmaya
başlaması ile birlikte yurtiçi tüketim harcamalarının GSYH büyümesine katkısı
negatife dönmüştür. 2009 yılındaki bu negatif etki, toplamda da GSYH’nin %4,7
oranında küçülmesinde önemli rol oynamıştır.
Şekil 17: Yerleşik ve Yerleşik Olmayan Hanehalklarının Yurtiçi Tüketimi
12
10
10,2
9,2
8,1
7,5
8
6
4,9
4,6
4,7
2006
2007
4
2
0
-2
2000
2001
2002
2003
2004
-4
-6
-5,5
-8
38
2005
2008
-0,4
2009
-1,9
2.Ödemeler Dengesi ve Dış Ticaret
2.1. Cari Açık Sorunu ve Kaynakları
Cari denge bir ülkenin tasarruf – yatırım dengesini ve ülke profilini gösteren önemli
göstergelerden biridir. Cari fazla ülkenin yatırımlarının bir kısmını ülke dışında
yaptığını, cari açık ise ülkenin dahili yatırımlarının bir bölümünün yabancıların
tasarruflarından karşılandığını ve ülkenin yabancılara borçlandığını göstermektedir.
Cari denge teknik anlamda mal ve hizmet ithalatı toplamına yurtdışı yatırımlardan net
kazanımların eklenerek, mal ve servis ihracatının çıkarılması suretiyle bulunan bir
ekonomik dengedir. Doğal olarak cari dengede en önemli kalemler mal ve hizmet
ihracatı ve ithalatıdır.
Aşağıdaki tablodan açık olarak görüleceği üzere, Türkiye’nin pozitif büyüme oranını
yakaladığı dönemlerde cari açığı artmakta, ekonomik küçülmenin olduğu dönemlerde
ise cari açık azalmakta veya cari fazlaya dönmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin
ekonomik büyümesi ile cari denge arasında ters orantı olduğu söylenebilir.
Şekil 18: Cari İşlemler Dengesi (Milyon $)
10.000
0
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
-10.000
-20.000
-30.000
-40.000
-50.000
TCMB Ödemeler Dengesi istatistiklerine bakıldığında, cari açığın en önemli
kaynağının dış ticaret açığı olduğu, özellikle turizm gelirleriyle fazla veren hizmetler
dengesinin ise dış ticaret açığının cari açığa etkisini azalttığı görülmektedir.
39
Şekil 19: Seçilmiş Ödemeler Dengesi Verileri (Milyon $)
30.000
20.000
10.000
0
-10.000
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
-20.000
-30.000
-40.000
-50.000
-60.000
-70.000
Cari İşlemler
Dış Ticaret
Hizmetler
Türkiye açısından, ekonomik büyümenin pozitif olduğu dönemlerde dış ticaret açığı
artmakta ve ihracatın ithalatı karşılama oranının düşmekte; ekonomik büyümenin
negatif olduğu dönemlerde ise dış ticaret açığı azalmakta ve ihracatın ithalatı
karşılama oranı %70’in üzerine çıkmaktadır. Bu verilerden ekonomik büyümenin dış
ticaret açığını olumsuz etkilediği sonucu çıksa da, daha net sonuçlara varmak için
Türkiye’nin büyüme dinamiklerinin ve dış ticaret yapısının daha detaylı incelenmesi
gerekmektedir.
Şekil 20: Dış Ticaretin Genel Görünümü
250 000 000
80
70
60
50
150 000 000
(%)
(Bin $)
200 000 000
40
100 000 000
30
20
50 000 000
10
0
0
2000
2001
2002
2003
İhracat
2004
2005
İthalat
2006
2007
2008
2009
2010
Karşılama Oranı
2.2. Dış Ticaretin Detayları
Dış ticarette korumacılık tartışmalarının temelinde şüphesiz gittikçe artan oranda
verdiğimiz dış ticaret açıkları yatmaktadır. Bir taraftan, dış ticaret refah seviyesini
artırmanın yollarından biri olarak kabul edilirken, diğer taraftan dış ticaret aleyhine
40
gelişen ülkeler bu duruma tedbir almaya çalışmaktadır. Alınacak önlemlerin
belirlenmesinde, sorunun doğru teşhisi önemli rol oynamaktadır. Bu kapsamda,
Türkiye ekonomisinin neden önlenemez bir şekilde dış ticaret açığı verdiği, bunun Çin
gibi ucuz işgücü maliyetlerine sahip ülkelerle rekabet edememekten mi, yoksa üretim
altyapısının yetersiz olması nedeniyle ana üretim girdilerinde duyulan ihtiyacın
karşılanmasından mı kaynaklandığı, tüketime dayalı büyüme politikaları ile döviz kuru
politikalarının bu süreçte ne kadar etkili olduğu gibi temel sorulara cevap aranması
gerekmektedir. Şüphesiz nedeni tek bir başlık altında aramak yerine, sorunlu
alanların ve konuların tespit edilerek çözüm alternatiflerini tartışmaya açmak
gerekmektedir.
2.2.1. Ülkelere ve Ülke Gruplarına Göre Dış Ticaret
2000 yılında Türkiye yaklaşık 27 milyar dolarlık ihracata karşılık, bunun iki katı
tutarında yaklaşık 54 milyar dolar ithalat yapmış ve hemen hemen ihracat tutarı kadar
dış ticaret açığı vermiş, yani ihracatın ithalatı karşılama oranı %50 dolaylarında
gerçekleşmiştir. Bu yılda AB ülkelerine yaptığımız ihracat da ithalat da toplam ihracat
ve ithalatın %50’sinin üzerinde gerçekleşmiş ve dış ticaret açığının yaklaşık %50’si
AB üyesi ülkelerle yapılan ticaretten kaynaklanmıştır. 2010 yılında ise Türkiye
ihracatının %46,2’sini AB’ye yapmış, ithalatının % 38,9’unu AB’den gerçekleştirmiştir.
Bu yıl AB ile dış ticarette Türkiye’nin verdiği açık yaklaşık 19,5 milyar dolarlık tutarla
toplam
dış
ticaret
açığının
%27,3’üne
karşılık
gelmektedir.
Tutar
olarak
karşılaştırıldığında, 2000 yılında AB üyesi ülkelere karşı verilen dış ticaret açığı 12,7
milyar dolarlık seviyeden 2010’da 19,5 milyar dolarlık düzeye ulaşmıştır.
Aşağıdaki tablodan açık olarak görüleceği üzere, AB üyesi olmayan diğer Avrupa
ülkeleri ile olan ticaretin dış ticaret açığına katkısı 2010 yılında %26,4’e yükselmiştir.
AB ile diğer Avrupa ülkeleri birlikte değerlendirildiğinde, tutar olarak dış ticaret
hacminin %50’den fazla bir bölümünün bu ülkelerle yapıldığı ve 2010 yılında bu
ülkelere karşı verilen dış ticaret açığının toplam dış ticaret açığına oanının %53,7
olarak gerçekleştiği görülmektedir.
Tablodan da görüleceği üzere, gerek Irak’ın savaş sonrası üretim ve yapılanma
potansiyelinin önemli ölçüde kaybolması nedeniyle Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç,
gerekse son yıllarda komşu ülkelerle geliştirilen iyi ilişkilerden dolayı, Türkiye’nin bu
komşularını da kapsayan yakın ve orta doğuya ihracatının önemli ölçüde arttığı
41
görülmektedir. Gerçekten de Türkiye, en önemli dış ticaret fazlasını bu bölge
ülkeleriyle yaptığı ticaretten sağlamaktadır.
Türkiye’nin Kuzey Amerika ülkeleri ABD ve Kanada ile yaptığı dış ticaretten doğan
dış ticaret açığının toplam dış ticaret açığına oranı da 2000’deki %3 seviyesinden
2010’da %12,6 seviyesine yükselmiştir.
Hindistan, Çin, Japonya ve Güney Kore’yi de kapsayan Diğer Asya ülkeleriyle
yaptığımız dış ticaret nedeniyle de ciddi açık verdiğimiz görülmektedir. Söz konusu
ülke grubuna yapılan ihracat 2000’deki 1,3 milyar dolarlık seviyesinden 2010’da 8,6
milyar dolara yükselmiş; aynı süreçte bu ülke grubundan yaptığımız ithalat ise 6,9
milyar dolar düzeyinden 41,4 milyar dolara ulaşmıştır. Bu ülkelere karşı verdiğimiz dış
ticaret açığının toplam dış ticaret açığına oranı ise 2000’deki %21,1 seviyesinden
2010’da %45,9’a yükselmiştir.
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2000
Tablo 7: Ülke Grupları İtibariyle Dış Ticaret ve Toplam İçindeki Payı (Bin $ / %)
İhracat
İthalat
Fark
İhracat
İthalat
Fark
İhracat
İthalat
Fark
İhracat
İthalat
Fark
İhracat
İthalat
Fark
İhracat
İthalat
Fark
İhracat
İthalat
Fark
Toplam
AB (27 Ülke)
Tutar
27.774.906
54.502.821
-26.727.914
73.476.408
116.774.151
-43.297.743
85.534.676
139.576.174
-54.041.499
107.271.750
170.062.715
-62.790.965
132.027.196
201.963.574
-69.936.378
102.142.613
140.928.421
-38.785.809
113.929.614
185.492.859
-71.563.245
Tutar
Pay
15.664.421 56,4
28.526.902 52,3
-12.862.481 48,1
41.364.962 56,3
52.695.793 45,1
-11.330.831 26,2
47.934.746 56,0
59.400.922 42,6
-11.466.176 21,2
60.398.502 56,3
68.611.562 40,3
-8.213.061 13,1
63.390.419 48,0
74.802.380 37,0
-11.411.961 16,3
47.013.415 46,0
56.587.647 40,2
-9.574.232 24,7
52.670.452 46,2
72.214.648 38,9
-19.544.196 27,3
Diğer Avrupa
(A.B Hariç)
Yakın ve
Orta Doğu
Kuzey
Amerika
Tutar
Pay
Tutar
Pay
Tutar
1.854.093
6,7 2.572.846
9,3 3.308.600
6.149.009 11,3 3.373.163
6,2 4.167.457
-4.294.916 16,1
-800.317
3,0
-858.857
5.855.304
8,0 10.184.230 13,9 5.275.698
20.385.906 17,5 7.966.854
6,8 5.822.698
-14.530.603 33,6 2.217.376 -5,1
-547.000
7.961.672
9,3 11.315.751 13,2 5.439.399
25.695.361 18,4 10.568.063
7,6 6.935.690
-17.733.689 32,8
747.688 -1,4 -1.496.291
10.842.681 10,1 15.081.322 14,1 4.540.601
34.253.510 20,1 12.641.279
7,4 9.032.926
-23.410.828 37,3 2.440.043 -3,9 -4.492.325
15.678.083 11,9 25.430.395 19,3 4.801.535
44.196.490 21,9 17.627.603
8,7 13.404.016
-28.518.406 40,8 7.802.791 -11,2 -8.602.481
11.317.994 11,1 19.192.808 18,8 3.578.829
25.886.494 18,4 9.595.220
6,8 9.513.149
-14.568.500 37,6 9.597.588 -24,7 -5.934.320
11.388.099 10,0 23.319.697 20,5 4.248.849
30.301.113 16,3 16.094.312
8,7 13.233.658
-18.913.013 26,4 7.225.385 -10,1 -8.984.809
Pay
11,9
7,6
3,2
7,2
5,0
1,3
6,4
5,0
2,8
4,2
5,3
7,2
3,6
6,6
12,3
3,5
6,8
15,3
3,7
7,1
12,6
Diğer Asya
Tutar
1.298.146
6.932.732
-5.634.586
3.028.878
20.581.162
-17.552.284
3.941.556
25.657.979
-21.716.423
5.227.250
33.658.278
-28.431.028
7.074.123
38.087.261
-31.013.137
6.705.544
29.138.197
-22.432.653
8.577.970
41.413.542
-32.835.573
Aşağıdaki şekilden anlaşılacağı üzere, Fransa, Almanya ve İtalya’dan yaptığımız
ithalatın kriz yılları olan 2001 ve 2009 yılları haricinde sürekli yükselme eğiliminde
olduğu, dış ticaret açığının da bu artışa paralel geliştiği görülmektedir.
42
Pay
4,7
12,7
21,1
4,1
17,6
40,5
4,6
18,4
40,2
4,9
19,8
45,3
5,4
18,9
44,3
6,6
20,7
57,8
7,5
22,3
45,9
Şekil 21: Seçilmiş AB Ülkeleriyle Dış Ticaret (Bin $)
20 000 000
18 000 000
16 000 000
14 000 000
12 000 000
10 000 000
8 000 000
6 000 000
4 000 000
2 000 000
0
ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith
2000
2001
2002
2003
2004
Fransa
2005
2006
Almanya
2007
2008
2009
2010
İtalya
Söz konusu ülkelerle yapılan ticarette verilen açığın da, ekonomik büyüme
dönemlerinde artış eğiliminde olduğu görülmektedir.
Şekil 22: Seçilmiş AB Ülkeleriyle Dış Ticaret Dengesi (Bin $)
7 000 000
6 000 000
5 000 000
4 000 000
3 000 000
2 000 000
1 000 000
Fransa
Almanya
2010
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
- 1 000 000
2000
0
İtalya
Aşağıdaki şekilde de görüldüğü üzere, Türkiye’nin istisnai olarak ticaret fazlası verdiği
ülkeler Irak ve İran gibi orta doğu ülkeleridir.
43
9
8
7
6
5
4
3
2
1
000
000
000
000
000
000
000
000
000
Şekil 23: Irak ve İran ile Dış Ticaret (Bin $)
000
000
000
000
000
000
000
000
000
0
ihr
ith
2003
ihr
ith
ihr
2004
ith
2005
ihr
ith
ihr
2006
ith
ihr
2007
ith
2008
Irak
ihr
ith
2009
ihr
ith
2010
Iran
Türkiye’nin Asya ülkelerinden yaptığı ithalatın tamamına yakın bir bölümünün dış
ticaret açığını beslediği, yaptığı yüksek tutarlı ithalata rağmen ihracatının oldukça
sınırlı kaldığı görülmektedir. Bu kapsamda Türkiye ile ticaret hacmi yıldan yıla artan
ülkelere yakından bakmakta fayda var.
Çin’e karşı 2000’de verilen 1,2 milyar dolarlık açığın o yılın toplam dış ticaret açığına
oranı %4,7 iken; 2010 yılında bu açık 14,9 milyar dolara yükselmiş ve söz konusu
oran da %20,8’e yükselmiştir. Gelecekte dış ticaretimizde özellikle ithalat yönlü
önemli rol oynayacağı düşünülen Hindistan ile dış ticaretimiz de ithalat yönlü
gelişimini devam ettirmektedir.
Şekil 24: Çin ve Hindistan ile Ticaret (Bin $)
20 000 000
18 000 000
16 000 000
14 000 000
12 000 000
10 000 000
8 000 000
6 000 000
4 000 000
2 000 000
0
ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith ihr ith
2000
2001
2002
2003
2004
Hindistan
44
2005
2006
2007
Çin
2008
2009
2010
İki gelişmiş Asya ülkesi, Japonya ve Güney Kore ile olan dış ticaretimizin de ithalat
ağırlıklı geliştiği ve dış ticaret açığını beslediği görülmektedir. 2010 yılında Güney
Kore ile olan 4,5 milyar dolarlık ve Japonya ile olan 3 milyar dolarlık dış ticaret
açığının toplam dış ticaret açığına oranı sırasıyla %6,2 ve %4,2 olarak
gerçekleşmiştir.
Şekil 25: Japonya ve G. Kore ile Ticaret (Bin $)
6 000 000
5 000 000
4 000 000
3 000 000
2 000 000
1 000 000
0
i hr i th i hr i th i hr i th i hr
2000
2001
2002
i th i hr i th i hr i th i hr i th i hr
2003
2004
Güney Kore
2005
2006
i th i hr i th i hr i th i hr i th
2007
2008
2009
2010
Japonya
Şekil 26: Asya Ülkeleriyle Dış Ticaret Dengesi (Bin $)
16 000 000
14 000 000
12 000 000
10 000 000
8 000 000
6 000 000
gara
4 000 000
2 000 000
0
Çin
Hindistan
2000
2001
2002
2003
Güney Kore
2004
2005
2006
Japonya
2007
2008
2009
Görüldüğü üzere, Türkiye ticaret yaptığı her ülke ve ülke grubuna karşı dış ticaret
açığı verme becerisine sahiptir. Özellikle Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatın
artması ve bunun dış ticaret açığını beslemesi ucuz üretim maliyetlerine, özellikle
ucuz işgücüne bağlanabilse de; Avrupa, Kuzey Amerika ülkeleri ile Güney Kore ve
Japonya’dan olan ithalatın önemli ölçüde artması ve dış ticaret açığının ana
besleyicisi olmaya devam etmesinin üretim maliyetleri ile açıklanması pek mümkün
görünmemektedir.
45
2010
2.2.2. Geniş Ekonomik Grupların Sınıflamasına Göre Dış Ticaret
Temel olarak yatırım malları, hammadde ve tüketim mallarını kapsayan geniş
ekonomik grupların sınıflamasına göre dış ticaret verileri, yatırım malları ile
hammadde dış ticaretinin açık verdiğini, tüketim malları açısından ise ticaret fazlası
verildiğini göstermektedir. Temel olarak, ekonomik büyüme ile dış ticaret dengesi
arasındaki ters orantının yatırım ve ara malları ticareti açısından da geçerli olduğu
söylenebilir.
2000 yılında yatırım malları dış ticareti 9,2 milyar dolar açık verirken, 2010 yılında bu
tutar 17 milyar dolara ulaşmıştır.
Şekil 27: Yatırım Malları Dış Ticareti (Bin $)
35 000 000
30 000 000
25 000 000
20 000 000
15 000 000
10 000 000
5 000 000
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
0
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
Tüketim malı dış ticaretinde 2000 yılında verilen 7 milyar dolarlık fazla, kademeli
olarak artmış ve 2010 yılında 20,6 milyar dolara ulaşmıştır.
46
Şekil 28: Tüketim Malları Dış Ticareti (Bin $)
50.000.000
45.000.000
40.000.000
35.000.000
30.000.000
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
İhr
İth
Fazla
25.000.000
20.000.000
15.000.000
10.000.000
5.000.000
0
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
Hammadde ithalatının toplam ithalat içindeki payının oldukça yüksek olması, Türkiye
ekonomisi açısından oldukça dikkat çekicidir. 2000 yılında 36 milyar dolarla toplam
ithalatın %66’sını oluşturan hammadde ithalatı, 2010 yılında toplam ithalatın %71’ine
karşılık gelen 131,4 milyar dolara ulaşmıştır. 2000’de 24,4 milyar dolar olan
hammadde dış ticareti nedeniyle verilen açık, 2010 yılında 75 milyar dolara
ulaşmıştır. 2000 yılı haricinde toplam dış ticaret açığının üzerinde seyreden söz
konusu açık, son on yıl içerisinde krizlerin etkili olduğu 2001 ve 2009 yılları haricinde,
ekonomik büyümeye paralel olarak artış eğiliminde olmuştur.
Şekil 29: Hammadde Dış Ticareti (Bin $)
160 000 000
140 000 000
120 000 000
100 000 000
80 000 000
60 000 000
40 000 000
20 000 000
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
İhr
İth
Açık
0
2000
2001
2002
2003
2004
47
2005
2006
2007
2008
2009
2010
80
Şekil 30: Ara Malı Dış Ticaretinin Toplam İthalat- İhracat İçindeki Payı (%)
75
70
65
60
55
50
45
40
35
30
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
İthalat İçindeki Payı
90 000 000
2007
2008
2009
2010
İhracat İçindeki Payı
Şekil 31: Ara Malı -Toplam Dış Ticaret Açığı Karşılaştırması (Bin $)
80 000 000
70 000 000
60 000 000
50 000 000
40 000 000
30 000 000
20 000 000
10 000 000
0
2000
2001
2002
2003
2004
Dış Ticaret Açığı
2005
2006
2007
2008
2009
2010
Ara Malı Dış Tic. Açığı
Hammadde ithalatının detayına baktığımızda, 2010 yılında 58,7 milyar dolar
seviyesindeki sanayi için işlem görmüş hammadde ithalatının, toplam hammadde
ithalatının yaklaşık %45’ini oluşturduğu, işlem görmemiş hammadde ithalatının ise
toplam hammadde ithalatı içindeki payının aynı yıl için %10’un altında gerçekleştiği
görülmektedir.
48
Şekil 32: Hammadde İthalatı (Bin $)
70 000 000
60 000 000
50 000 000
40 000 000
30 000 000
20 000 000
10 000 000
0
İşlem
görmemiş
hammaddeler
2000
İşlem görmüş
İşlem
hammaddeler görmemiş yakıt
ve yağlar
2001
2002
2003
2004
2005
Yatırım
mallarının
aksam ve
parçaları
2006
Taşımacılık araç İşlem görmüş
aksam ve
diğer yakıt ve
parçaları
yağlar
2007
2008
2009
2010
Hammadde ithalatındaki bu görünüm de göstermektedir ki, Türkiye’nin dış
ticaretindeki en önemli sorunlardan birisi, hammadde eksikliğidir. Bunun salt şekilde
doğadan elde edilen hammaddeden ziyade, işlem görüp sanayinin kullanımına
sunulan ara malı açısından daha önemli olduğu görülmektedir. Bu tabloya göre,
Türkiye işlenmemiş hammaddeyi çıkarıp işleyecek yeterli üretim altyapısına sahip
olmadığından, üretime ve ekonomik büyümeye yönelik her hamle ithalatı da artıracak
potansiyele sahiptir. Bu kapsamda, petro kimya sanayi, kimya sektörü, demirçelik
sektörü gibi sanayiye işlenmiş ara malı üreten alanlarda yeterli üretim yapabilecek
altyapıya sahip tesislere ihtiyaç olduğu gibi, mevcut tesislerin de ürün gamını
çeşitlendirmek suretiyle daha fazla sektör ve mamule hammadde üretecek yeteneğe
ulaşmaları gerekmektedir.
2.2.3. Uluslararası Standart Sanayi Sınıflamasına Göre Dış Ticaret
Hammadde ithalatının toplam ithalat içindeki payının çok yüksek olmasına paralel
olarak, ekonomik faaliyetlere göre yapılan sınıflamada da imalat sektörüne yönelik
ithalatın toplam ithalat içinde payı 2010 yılında 145,3 milyar dolarla %78’in üzerinde
gerçekleşmiştir. Tarım ve ormancılık ile madencilik ürünlerine yönelik dış ticaret
hacminin ise oldukça sınırlı kaldığı görülmektedir.
49
Şekil 33: Ekonomik Faaliyetlere Göre Dış Ticaretimiz (Bin $)
160 000 000
140 000 000
120 000 000
100 000 000
80 000 000
60 000 000
40 000 000
20 000 000
0
İhr
İth
İhr
2008
İth
İhr
2009
Tarım ve Ormancılık
İth
2010
Madencilik
İmalat
İmalat dış ticaretinin detayına baktığımızda ise, 2010 yılında ana metal sanayiinde
18,7 milyar dolarlık ithalata karşılık 14,5 milyar dolar ihracat yapıldığı ve bu ticaretten
kaynaklanan açığın 4,2 milyar dolar düzeylerinde gerçekleştiği görülmektedir. Ancak,
2010 yılında ithal edilen 27 milyar dolarlık kimyasal madde ve ürüne karşılık, sadece
5,7 milyar dolar tutarında ihracat yapılmış ve sadece bu ticaret dolayısıyla 21,3 milyar
dolar açık verilmiştir.
30 000 000
Şekil 34: Detayda İmalat Dış Ticareti (Bin $)
25 000 000
20 000 000
15 000 000
10 000 000
5 000 000
0
İhr
İth
İhr
2008
İth
2009
Kimyasal Madde ve Ürünler
50
İhr
İth
2010
Ana Metal Sanayi
Dış ticaret açığında önemli paya sahip ham petrol ve doğalgaz ithalatının da 2008
yılında 20 milyar dolar seviyesini aştıktan sonra, 2009 yılında krizin etkisiyle
neredeyse yarıya düştüğü, 2010 yılındaki ekonomik toparlanma ile tekrar artışa
geçtiği görülmektedir.
Şekil 35: Hampetrol ve Doğalgaz İthalatı (Bin $)
35 000 000
30 000 000
25 000 000
20 000 000
15 000 000
10 000 000
5 000 000
0
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
Uluslararası standart sanayi sınıflamasına göre tasniflenen dış ticaret verileri de,
Türkiye’nin hammadde açısından, özellikle sanayide girdi olarak kullanılan işlem
görmüş
hammadde
açısından
oldukça
sınırlı
kapasiteye
sahip
olduğunu
göstermektedir. Özellikle kimyasal madde ve ürünler, ana metal sanayi ve metal eşya
sanayiine yönelik ürünler gibi kalemlerin ithalatı işlenmiş hammadde ihtiyacını gözler
önüne sermektedir. Tüketim talebinin artışına bağlı olarak, elektrikli elektriksiz makine
ve cihazlar, radyo, televizyon ve haberleşme cihazları, motorlu kara taşıtları ve diğer
taşıtlar gibi doğrudan tüketimi ilgilendiren kalemlerde de önemli ithalat artışı olduğu
görülmektedir.
Kısaca belirtmek gerekirse, ithalat artışının arkasında ekonomik kalkınmayı
besleyecek işlem görmüş hammadde ihtiyacının kapasite ve ürün gamı yetersizliği
nedeniyle iç piyasadan karşılanamaması ile sıcak parayla yükselen tüketim talebinin
karşılanma ihtiyacı yatmaktadır.
2.3. Kriz Sürecinde Ekonomik Görünüm
Krizin başlangıç yılı olarak kabul edilen 2007 ile krizden çıkış yılı olarak
değerlendirilen 2010 yılları arasında, Türkiye’nin dış ticaretinin gelişimi önemli ipuçları
51
içermektedir. 2008’de başlayıp 2009’da devam eden tüketim harcamalarındaki
düşüşe bağlı olarak 2008’de 193,8 milyar dolar seviyelerine ulaşan ithalatın 2009’da
%30,6 düşüşle 134,5 milyar dolar düzeyine gerilediği; krizin ABD haricindeki merkezi
konumunda bulunan ve Türkiye’nin dış ticaretinde en önemli ortağı olan AB
ülkelerindeki krize bağlı talep düşüşleri sonucunda ihracatın da 2008’deki 140,8
milyar dolar düzeyinden 2009’da %22,2 azalarak 109,6 milyar dolara gerilediği
görülmektedir.
Şekil 37: Kriz Döneminde Dış Ticaret (Milyar $)
200
193,8
177,3
162,2
160
140,8
120
134,5
115,4
109,6
120,9
80
56,4
53,0
46,8
40
24,9
0
2007
2008
İhracatı
TCMB’nin
yayınladığı
Türkiye’nin
2009
İthalatı
Uluslararası
2010
Dış Tic. Açığı
Yatırım
Pozisyonu
(UYP)
istatistiklerinde yer alan 2007-2009 aralığındaki sermaye hareketlerine baktığımızda,
2007 sonu itibariyle 482,2 milyar dolara ulaşan yükümlülüklerin, 2008 sonunda
yaklaşık 100 milyar dolar azalarak 383 milyar dolar seviyelerine gerilediği
görülmektedir. Benzer şekilde, negatif bakiye veren ve Türkiye’nin dış dünyaya karşı
yükümlülüklerinin varlıklarından fazla olduğunu gösteren net uluslar arası yatırım
pozisyonu açığı da 2007’deki 314,8 milyar dolar düzeyinden 2008’de 202,7 milyar
dolara gerilemiştir.
52
Şekil 38: Kriz Döneminde Sermaye Hareketleri (Milyar $)
600
482,2
400
456,8
383,0
154,0
200
80,0
143,2
120,6
68,8 91,2
0
UYP (Net)
-200
Yükümlülükler
Yurtiçinde
doğrudan yatırımlar
Portföy
yatırımları
-202,7
-314,8
-281,8
-400
2007
2008
2009
Çeyrekler itibariyle büyüme oranları da, Türkiye’nin dış ticaret ve uluslar arası yatırım
pozisyonundaki gelişmelere paralel gerçekleşmiştir. Özellikle nakit çıkışların
yaşanmaya başlandığı 2008’in son çeyreğinden tekrar nakit girişinin başladığı 2009
yılı
son
çeyreğine
kadar
Türkiye
ekonomisinin
önemli
ölçüde
küçüldüğü
görülmektedir.
Şekil 39: Kriz Ortamında Büyüme Oranları (%)
15
10
11,8
7,0
5
10,2
6,0
2,6
5,5
0,9
0
-5
1
2
3
2008
-10
4
1
-7,0
-15
2
-7,6
3
-2,7
2009
4
1
2
3
2010
-14,6
-20
Bu veriler de, Türkiye ekonomisinin tüketime önemli ölçüde bağımlı olduğunu, dahası
bu tüketimini özellikle dış kaynaklarla finanse ettiğini, tüketime konu malları da ithalat
yoluyla sağladığını göstermektedir.
3.Büyümenin Kaynağı ve Dış Ticaret Açığı
53
3.1. Tüketimin ve Sabit Sermaye Oluşumunun Büyümeye Etkisi
Talep yapısındaki gelişmeler bir ülkenin nasıl büyüdüğüne ilişkin önemli ipuçları
içermektedir. Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, 2008 yılında Türkiye’nin ev
halkı nihai tüketim harcamalarının GSYH’ye oranı %70 düzeylerinde geçekleşmiştir
ki, bu oran ABD ile hemen hemen aynı, fakat Dünya ortalamasının, özellikle mensup
olduğu orta gelirli ülkeler ortalamasının oldukça üzerindedir.
Aşağıdaki şekilden de anlaşılacağı üzere, oransal olarak hemen hemen aynı
kalmakla
birlikte,
özellikle
özel
tüketim
harcamalarının
olağanüstü
arttığı
görülmektedir. Gerçekten de 2000 sonrası süreçte özel tüketim harcamaları,
ekonomik büyümenin en önemli kaynağı olmuştur.
Şekil 40: Tüketim Harcamaları (Milyar TL)
800
700
600
500
400
300
200
100
0
2000
2001
2002
Özel Tüketim
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
Devletin Nihai Tüketimi
Gayrisafi sabit sermaye oluşumu ve brüt tasarrufa ilişkin diğer göstergeler ise
ülkelerin tasarruf yatırım dengesini göstermektedir. Brüt tasarruf diğer tüm
göstergeleri (gayrisafi sabit sermaye oluşumu, ihracat ve ithalat) etkileyen öncül
olarak değerlendirilebilir. Tabi ki, tüketim harcamaları brüt tasarrufu doğrudan ters
yönde etkiler; yani, biri artarken diğeri azalır. Dolayısıyla, tüketim harcamalarına
ilişkin veriler de tasarruf hakkında bazı ipuçları verebilir.
Gayrisafi sabit sermaye oluşumu belirli bir dönemde yapılan yatırımları
göstermektedir. Temelde makine ve teçhizat gibi görünür varlıkların yanı sıra, yazılım
gibi fiziki varlığı olmayan sabit varlıkları ve arazi gibi var olan, doğal sabit varlıkları da
içermektedir. Bunlara atıklardan geri dönüşümü sağlanan varlıklar ile envanterlerdeki
54
değişimler de eklenmektedir. Bu gösterge, bir ülkenin yatırım seviyesini gösteren
temel göstergelerden biridir.
Tablo 8: Talep Yapısı (GSYH'nin Yüzdesi)34
Brezilya
Çin
Hindistan
Japonya
Almanya
G. Kore
Meksika
Romanya
Türkiye
ABD
Dünya
Orta Gelirli Ülkeler
Yüksek Gelirli Ülkeler
Evhalkı
Nihai
Tüketim
Harcamaları
1995 2008
62
61
42
34
64
54
55
56
58
56
52
55
67
66
68
64
68
70
68
71
61
61
60
55
61
62
Devletin
Nihai
Tüketim
Harcamaları
1995 2008
21
20
14
14
11
12
15
18
20
18
11
15
10
10
14
16
11
13
15
16
17
17
14
14
17
18
Gayrisafi
Sabit
Sermaye
Oluşumu
1995 2008
18
19
42
44
27
40
28
24
22
19
38
31
20
26
24
31
25
22
18
18
22
22
27
30
21
21
Mal ve
Hizmet
İhracatı
1995
7
23
11
9
24
29
26
28
20
11
21
23
21
2008
14
37
23
18
47
53
30
30
24
12
28
31
27
Mal ve
Hizmet
İthalatı
1995
9
21
12
8
23
30
28
33
24
12
21
24
20
2008
14
28
28
16
41
54
30
40
28
17
28
30
28
Brüt
Tasarruf
1995
16
43
27
30
20
36
19
19
22
15
20
26
19
2008
17
54
38
29
26
31
25
25
18
14
21
31
19
Gayrisafi sabit sermaye oluşumu, 1995’ten 2008’e Çin’de %42’den %44’e
yükselirken, Hindistan’da %27’den %40’a yükselmiştir. Bu gerçekten Çin’in ve son
yıllarda da Hindistan’ın neden çok hızlı ve dünya ve gelişmiş ülkeler ortalamasının
üzerinde büyüdüğüne açık bir delil olarak gösterilebilir.
Gerçekten de bu iki ülkenin yanı sıra, Güney Kore ve Romanya’nın performansları
büyüleyicidir. Türkiye’nin gayrisafi sabit sermaye oluşumunun GSYH’ye oranı
1995’teki orta gelirli ülkeler ortalamasına yakın olan %25’lik seviyeden 2008’de
%22’ye gerileyerek, %30 olan orta gelirli ülkeler ortalamasının oldukça altında
kalmıştır. Bir diğer dikkat çeken nokta ise, orta gelirli ülkeler için bu oran 1995’ten
2008’e %27’den %30’a yükselirken, Türkiye’de %25’ten %22’ye düşmüştür. Bu
verilere göre, son yıllarda olağanüstü artış gösteren doğrudan yabancı sermaye
girişlerinin gayrisafi sabit sermaye oluşumuna önemli katkı yapmadıkları ve daha
ziyade hazır yatırımlara yöneldikleri söylenebilir.
34
WORLDBANK, World Development Indicators (WDI) 2010, Worldbank, Washington D.C. ABD, Nisan
2010
55
Esasen, gayrisafi sabit sermaye oluşumu sermaye birikiminin, yani borçlanma ve
temelde tasarrufun bir sonucudur. Eğer bir ülkenin sermaye birikimi, özellikle
tasarrufu, büyümeyi beslemek için yeterli değilse, o ülkenin yatırımlarını artırmasına
ve sürdürülebilir büyümeyi yakalamasına imkân yoktur.
1995 ve 2008 yılları göstergelerinde, Çin’in tasarruf oranı, gayrisafi sabit sermaye
oluşumu ile paralel olarak Hindistan ve Türkiye’den ve de dünya ortalamasından
oldukça yüksektir. Çin’in brüt tasarruf oranı GSMH’nin yüzdesi olarak 1995’deki
%43’lük seviyesinden 2008’de %54’e ulaşmıştır. Hindistan’da ise aynı oran aynı
dönemde %27’den %38’e ulaşmıştır. Bu iki ülkenin aksine, Türkiye’de ise bu oran
aynı süreçte %22’den %18’e gerileyerek, dünya ortalamasının, hatta yüksek gelirli
ülkeler ortalamasının altına düşmüştür. Bu oran, 2008’de %31’e ulaşan orta gelirli
ülkeler ortalamasının oldukça altındadır.
İhracatın GSYH’ye oranı ile ithalatın GSYH’ye oranı da, bir ülkenin dış ticarette
rotasını belirlemede kullanılabilir. Şöyle ki, Brezilya’da 1995’te ithalatın GSYH’ye
oranı ihracatın GSYH’ye oranından 2 puan fazla iken, yani bu oranda dış ticaret açığı
verilirken; 2008 yılında bu oranlar büyük ölçüde eşitlenmiş, yani dış ticaret dengesi
sağlanmş görünmektedir. Söz konusu gösterge orta gelirli ülkelerin 1995’te net
ithalatçı konumdan, 2008 yılında net ihracatçı konuma geçtiklerini de göstermektedir.
Türkiye açısından ise, dış ticaret açığı önemli bir problem olmaya devam etmektedir.
Tüm veriler birlikte değerlendirildiğinde, brüt tasarruf oranı yüksek ülkelerin gayrisafi
sabit sermaye oluşumlarının da yüksek olduğu ve üretim kapasitelerini artırmalarını
sağlayan bu durumun dış ticaretlerinin de daha dengeli veya ihracat lehine
gelişmesine yardım ettiği söylenebilir.
Türkiye açısından ise, brüt tasarruf ve dolayısıyla gayri safi sabit sermaye
oluşumunun, yani yatırımın yetersiz olduğu, ekonomik büyümenin temel olarak
tüketim harcamalarına bağlı olduğu, tüketimin de ülke içi üretim altyapısının yetersiz
olmasının da katkısıyla ağırlıklı olarak ithalat yoluyla karşılandığı, tüketimin
ekonominin temel belirleyicisi olmasının neden olduğu bu kısır döngünün de devam
etme eğiliminde olduğu görülmektedir.
3.2. Tüketimin Finansmanı
56
2000 yılı ile 2010 yılı arasında Türkiye ekonomisi toplamda 323 milyar dolar dış
ticaret açığı, 226 milyar dolar cari açık vermiştir. Ağırlıklı olarak hizmetler kalemiyle,
bu dönemde dış ticaret açığının yaklaşık 100 milyar doları telafi edilmiştir. 2000’de %
3,7 olan ve 2002’de %0,3 olan cari açığın GSYH’ye oranı, 2006 yılında %6’lar
düzeyine ulaşmış, 2007 ve 2008’de de bu düzeyde seyretmiştir. 2009’da krizin
etkisiyle %2,3’e düşen söz konusu oranın 2010 yılında tekrar %6 düzeylerine
yaklaşması beklenmektedir.
İthalatın GSYH’ye oranı ise 2000’deki %20 düzeyinden 2004’te %25, 2008’de ise
%27 düzeyine yükselmiştir. 2009’da krizin etkisiyle %23’ler seviyesine gerileyen b
oranın, 2010 yılı itibariyle tekrar %25’i aşması beklenmektedir.
Tablo 9: Seçilmiş Ödemeler Dengesi Verileri (Milyon ABD Dolar)
Dış Ticaret Dengesi
Cari Denge
Cari Açığın GSYH'ye Oranı (%)
İhracat
İthalat
İhracat GSYH'ye Oranı (%)
İthalat GSYH'ye Oranı (%)
2001
-3.363
3.760
-1,9
31 334
41 399
15,9
21,0
2003
-13.489
-7.515
2,5
47 253
69 340
15,5
22,7
2005
-33.080
-22.309
4,6
73 476
116 774
15,3
24,3
2007
-46.852
-38.434
5,9
107 272
170 063
16,5
26,2
2009
-24.850
-13.991
2,3
102 143
140 928
16,6
22,9
Tüm bu veriler göstermektedir ki, Türkiye tüketim ihtiyacının önemli bir kısmını ithalat
yoluyla karşılamakta ve ürettiğinden fazla tüketmektedir. Yani bu veriler, Türkiye’nin
2000-2010 aralığında yurtdışına sattığı mallardan yaklaşık 323 milyar dolar fazla mal
ithal etmiş, 92 milyar dolarını hizmet gelirleriyle kapatmak suretiyle dış dünyaya 226
milyar dolar borçlanmıştır.
Bu anlamda, Türkiye’ye ilişkin sermaye akışını gösteren ve ekonomiye dış dünyadan
giren sermaye ile çıkan sermayeyi karşılaştırmak suretiyle durumunu ortaya koyan
uluslar arası yatırım pozisyonuna ilişkin verilere bakmak gerekmektedir. Uluslararası
Yatırım Pozisyonu (UYP), bir ekonomideki yerleşik kişilerin yurt dışı yerleşik
kişilerden olan finansal alacakları ile rezerv varlık olarak tutulan altın seklindeki
finansal varlıklarının ve yerleşiklerin yurt dışı yerleşik kişilere olan finansal
yükümlülüklerinin belli bir tarihteki stok değerini gösteren istatistikî bir tablodur.
UYP’de toplam finansal varlıklar ile toplam finansal yükümlülüklerin farkı net
uluslararası yatırım pozisyonu olarak adlandırılmaktadır. Başka bir deyişle, net
uluslararası yatırım pozisyonu, Türkiye’nin yurt dışından alacaklarıyla, yurt dışına
57
borçlarının netini göstermektedir. Net pozisyonun negatif olması, ekonominin dış
dünyaya olan borçlarının alacaklarından fazla olduğu anlamına gelmektedir.
Aşağıdaki şekilden de anlaşılacağı üzere, negatif bakiye veren ve Türkiye
ekonomisinin dış dünyaya olan borçlarının bu bakiye kadar dış dünyadan olan
alacaklarından fazla olduğunu gösteren net UYP rakamı, 2000 yılında -100 milyar
dolara yakın iken, 2001 krizi neticesinde -85 milyar dolara düşmüş, 2003’de -100
milyar doları aşmış ve 2010 sonu itibariyle de yaklaşık -360 milyar dolar35 olarak
gerçekleşmiştir. 2002’de net UYP’nin -85 milyar dolar düzeylerinde olduğu dikkate
alındığında, son 8 yılda Türkiye ekonomisine alacaklarından yaklaşık 275 milyar
dolar daha fazla sermaye girişi olduğu anlaşılmaktadır. Son sekiz yılda verilen 220
milyar dolar cari açığın söz konusu sermaye girişleriyle karşılandığı anlaşılmaktadır.
Şekil 41: Sermaye Girişi - Cari Açık (Milyar $)
200
100
20
10
20
09
20
08
20
07
20
06
20
05
20
04
20
03
20
02
20
01
-100
20
00
0
-200
-300
-400
Net Rezerv
Cari Açık
UYP Net
Uluslar arası yatırım pozisyonuna ilişkin detay rakamlarda görüldüğü üzere,
Türkiye’nin varlıkları 2002’den 2010 yılına kadar 111,1 milyar dolar artarken, aynı
süreçte yükümlülükleri 384,8 milyar dolar artmıştır. Varlıklardaki artışın 55,9 milyar
doları rezerv varlıklardaki artışlardan kaynaklandığına göre, yurtdışına çıkan sermaye
tutarı bu süreçte 55,2 milyar dolarla sınırlı kalmıştır.
35
TCMB UYP verilerine göre, 2010 Kasım sonu rakamıdır. www.tcmb.gov.tr
58
Tablo 10: Uluslar arası Yatırım Pozisyonu: Yıl Sonları İtibariyle Dış Varlık ve Yükümlülükler (Milyar $)
2002 2003
A.
1.
2.
3.
3.1
3.2
3.3
3.4
4.
Uluslararası Yatırım Pozisyonu, net
Varlıklar
Yurtdışında doğrudan yatırımlar
Portföy yatırımları
Diğer yatırımlar
Ticari krediler
Krediler
Mevduatlar
Diğer varlıklar
Rezerv varlıklar
B.
Yükümlülükler
1.
Yurtiçinde doğrudan yatırımlar
2.
Portföy yatırımları
2.1
Hisse senetleri
2.2
Borç senetleri
3.
Diğer yatırımlar
3.1
Ticari krediler
3.2
Krediler
3.2.2
Genel Hükümet
3.2.3
Bankalar
3.2.4
Diğer sektörler
3.3
Mevduatlar
3.4
Diğer yükümlülükler
2004 2005 2006
2007 2008 2009
2010
-85,4 -105,8 -127,8 -175,0 -206,9 -314,8 -202,7 -281,8 -359,2
62,3
5,8
0,8
27,5
3,5
2,4
19,8
1,9
28,1
73,7
6,1
2,0
30,4
4,4
2,8
21,2
2,0
35,2
86,0 105,9 142,4 167,4 180,3 175,0 173,4
7,1
8,3
8,9 12,2 17,8 22,3 23,7
0,9
0,7
3,1
2,0
2,0
1,9
2,1
40,4 44,4 67,2 76,7 86,3 75,9 63,5
6,0
6,4
8,8 10,3
8,6
9,5 10,0
2,2
1,3
1,9
1,8
1,8
2,0
1,9
30,1 34,6 54,2 62,3 73,5 61,9 49,2
2,0
2,0
2,1
2,3
2,3
2,4
2,4
37,6 52,4 63,3 76,4 74,2 74,8 84,0
147,7 179,5 213,8 280,9 349,3 482,2 383,0
18,8 33,5 38,5 71,3 95,1 154,0 80,0
23,9 30,0 45,8 72,6 84,4 120,6 68,8
3,5
9,0 16,1 33,4 33,8 64,2 23,2
20,4 21,1 29,6 39,2 50,6 56,4 45,6
105,0 116,0 129,5 137,0 169,8 207,6 234,3
7,4
9,1 12,9 15,3 16,8 21,5 22,6
80,6 85,4 92,4 99,7 125,1 159,5 182,3
35,8 38,4 40,4 34,4 31,5 30,1 33,5
6,7
8,9 14,8 24,5 31,8 39,1 40,1
30,1 30,9 34,2 40,9 61,8 90,4 108,7
17,1 21,5 24,2 21,9 28,0 26,6 29,3
0,0
0,0
0,0
0,0
0,0
0,0
0,0
456,8
143,2
91,2
47,2
43,9
222,4
21,6
166,7
34,7
35,4
96,6
32,5
1,5
532,5
179,4
119,8
63,1
56,7
233,3
22,3
166,0
35,1
43,8
87,1
43,6
1,5
2010 verileri Kasım ayı itibariyledir. Diğer yükümlülükler, IMF'nin tahsis ettiği tutarları içermektedir.
Yükümlülüklerdeki artışın 160,6 milyar doları doğrudan yatırımlar, 95,9 milyar doları
portföy yatırımları ve 128 milyar doları diğer yatırımlar (ticari krediler, krediler,
mevduatlar ve diğer yükümlülükler) kalemlerinden gelmektedir. Bu süreçte Hazine’nin
kullandığı yurtdışı kredilerde artış olmazken, bankalar ve diğer sektörlerin kullandığı
kredilerde 94,1 milyar dolarlık artış gerçekleşmiştir.
Özellikle gelişmiş ülkelerdeki gevşek para politikaları ve sıfırın altına düşürülen reel
faizler nedeniyle kredi kullanımı çok cazip hale gelmiştir. Türkiye’deki faiz oranları,
gelişmiş ülkelerde uygulanan %1 dolaylarında nominal faiz ve sıfırın altında reel faize
göre çok cazip olduğundan, özellikle finans sektörü yurtdışından kullanacağı kredileri
Türkiye’de satmak suretiyle para kazanmak yoluna gitmiş, tüketimi patlatan bu süreç
ithalatı teşvik ederken, finans kuruluşlarının devasa karlar açıklamasına da katkıda
bulunmuştur. Dolayısıyla, ABD’de 2000’den sonra başlayan ve AB ülkeleri tarafından
da takip edilen gevşek (genişletici) para politikaları neticesinde, genişleyen para
tabanından Türkiye’de önemli ölçüde pay almıştır.
59
Esasen 2007’de başlayan ve 2009’da zirveye ulaşan küresel krizin en önemli nedeni
olarak kabul edilen söz konusu gevşek para politikaları, 2009’dan sonra ABD ile AB
ülkeleri tarafından krizden kurtulmanın yöntemi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Şöyle ki, kriz sürecinde talebi tekrar canlandırmak ve işsizlik tehdidini önlemek
amacıyla, çok ciddi kamu harcamaları yapan söz konusu ülkeler, piyasaya da 2
trilyon dolar civarında para enjekte etmiş ve bu tutarın talebe yansıması için de faiz
oranlarını çok düşük belirlemiştir. Bu durum, UYP istatistiklerinde de görüldüğü
üzere, 2007’den 2008’e yaklaşık 100 milyar dolar azalan toplam yükümlülükler
rakamının 2008 sonundan 2010 Kasım sonuna kadar yaklaşık 150 milyar dolar
artmasına neden olmuştur.
Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere, yurtdışından çok ucuz fon kullanan finans
kuruluşları, bu tutarları kredi kanalıyla tüketime yansıtmış, yani UYP istatistiklerinde
yükümlülükleri artıran tutarlar, tüketimi ve ithalatı beslemiştir. Bu nedenledir ki,
2004’te 100 milyar TL düzeylerinde olan toplam kredi hacmi, 2010 yılında 500 milyar
TL’yi aşmıştır.
Şekil 42: Kredi Gelişmeleri
600.000
Tutar (Milyon TL)
500.000
400.000
Mali Kuruluşlar
Ticari
300.000
Tüketici
Kredi Kartı
Diğer
200.000
TOPLAM
100.000
0
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
Yıl
Parasal büyüklüklere bakıldığında ise, dolaşımdaki para ve vadesiz mevduattan
oluşan M1 para arzında önemli artışlar olmakla birlikte, temel farkı vadeli mevduat
olan M2 para arzındaki artış olağanüstü görünmektedir. Bu da para arzının önemli
ölçüde borç kanalıyla, yani dış dünyadan gelen fonlarla genişlediğini göstermektedir.
60
Şekil 43: Parasal Büyüklük
700
600
Tutar (Milyar TL)
500
400
Emisyon
M1
300
M2
M3
200
100
0
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
İstihdamın dağılımı da, tüketim merkezli büyüyen Türkiye ekonomisini teyit
etmektedir. Buna göre, tarım sektöründe istihdamın azalması suretiyle açığa çıkan
işgücü, hizmetlerdeki önemli istihdam artışlarıyla karşılanmıştır. Sanayi istihdamında
ise nispi artışlar olsa da, hizmet sektörü kadar çarpıcı değildir. Dolayısıyla, tüketim
ekonomilerinde en hızlı ve çabuk büyüyen sektör olan hizmetlerdeki bu artış da,
tüketim ağırlıklı büyümeyi teyit etmektedir.
Şekil 44: İstihdamın Dağılımı (İnşaat Hariç Sektörler İtibariyle)
55
50
45
40
35
30
25
20
15
10
2000
2001
2002
2003
Tarım
2004
Sanayi
61
2005
2006
Hizmetler
2007
2008
2009
3.3. Sermaye Hareketlerinin Kura Etkisi
Bir ülke açısından cari açık verilmesi, onun finanse edildiği gerçeğini de beraberinde
getirir. Burada cari açığın finansman yapısıyla ilgilenmek, kısa vadeli, sağlıksız
finansman yöntemlerinden uzun vadeli ve daha sağlıklı finansman yöntemlerine
bakmak ve cari açığı azaltacak önlemler üzerinde tartışmak gerekmektedir.
Aşağıdaki şekilden de görüldüğü üzere, ülkemize sermaye girişlerinin arttığı
dönemlerde cari açık tutarı da büyümekte, sermaye girişi olmayan ve hatta çıkış olan
dönemlerde ise cari fazla verilmektedir. Tablonun gösterdiği bir diğer sonuç ise,
Türkiye’nin kriz dönemleri haricinde sürekli cari açık verme eğiliminde olduğudur.
Şekil 45: Net UYP & Cari Denge (Milyar $)
50
0
-50
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
-100
-150
-200
-250
-300
-350
-400
Cari Açık
UYP Net
Cari açığın en önemli kaynağı dış ticaret açığıdır. Türkiye, ihraç ettiğinden çok ithal
etmekte, ürettiğinden çok tüketmektedir.
Dış ticaret dengesizliğinin sadece döviz kuruna veya değerli TL’ye bağlı olduğu
düşünülemez. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin ihracat ve ithalat yapısı, üretim yapısı gibi
unsurların
da
dikkate
alınması
gerekmektedir.
Ülke
içi
üretim
kapasitesi
değerlendirildiğinde, Türkiye’nin iç üretimi artırarak katma değeri yüksek alanlara
yönelmesi, sanayiye yönelik hammadde üretiminin artırılması zorunlu görülmektedir.
3.3.1.Döviz Kuru Sistemleri
Döviz kuru sistemlerinde; bir uçta Merkez Bankası müdahalesinin en aza indirgendiği
ve döviz kuru oluşumunun iç ve dış şokların gerektirdiği ayarlamaların hemen hemen
tümünü yansıtan “serbest (bağımsız) dalgalanma” yer alırken; diğer yanda Merkez
62
Bankasının bizzat döviz kurunu belirlediği sabit kur sistemi (Bretton Woods, Para
Kurulu ve tam dolarizasyon gibi) yer almaktadır. Her iki uç uygulamanın olumsuz
etkilerini en aza indirmek için tam esnek kur ile sabit kur sistemleri arasında gözetimli
dalgalanma, aralık içinde dalgalanma, kaygan aralık, yönlendirilmiş sabit aralık,
yönlendirilmiş sabit parite ve ayarlanabilir sabit kur gibi) alternatif döviz kuru
sistemleri de uygulanmaktadır.
2000’li yıllarda ara döviz kuru rejimlerinin önemli ölçüde terk edildiği ve Para Birliğine
tabi ülkeler haricinde ağırlıklı tercihin bağımsız dalgalanma rejimine yöneldiği
görülmektedir. Nitekim Türkiye’de 1999 sonunda uygulamaya koyduğu sürünen
parite (yönlendirilmiş sabit aralık) sisteminden Şubat 2001’de vazgeçmiş ve dalgalı
kur uygulamasına geçmiştir.
Serbest dalgalanmada, döviz kuru Merkez bankasının müdahale etmediği serbest
piyasada arz ve talebe göre belirlenmekte, nominal döviz kurundaki değişim içsel ve
dışsal şokların hemen hepsini yansıtmaktadır. Bu sistemin en önemli dezavantajları,
yüksek oranlı dalgalanmaları da aynen yansıtma yeteneğinin yanı sıra, ticari bir mal
gibi kurun arz ve talebe göre belirlenmesi nedeniyle reel ekonomi dışındaki parasal
hareketlerin, özellikle sıcak para hareketlerinin kur üzerinde baskı yapma riskidir.
Hiçbir ülke, katı haliyle serbest dalgalanma yöntemini kullanmamakta, Merkez
bankaları değişik nedenlerle kur piyasasına müdahale edebilmektedirler.
Türkiye uygulamasına en yakın sistem olarak görünen kirli veya gözetimli
dalgalanmada ise, Merkez bankası belirli hedefler doğrultusunda döviz piyasasına
müdahale edebilmektedir. Müdahale, döviz piyasasına alıcı veya satıcı olarak girmek
suretiyle doğrudan yapılabileceği gibi, faiz oranları, likidite veya diğer finansal
araçların kullanılması suretiyle dolaylı da yapılabilir. Ana amaç, döviz kurundaki aşırı
oynaklıkları önlemektir.
3.3.2. Cari Açık – Döviz Kuru İlişkisi
Bir para biriminin diğer para birimleri karşısında değerli mi, yoksa değersiz mi
olduğunu ölçmek için oldukça farklı yöntemler kullanılmaktadır. Bu kapsamda
ülkelerin satın alma gücü paritelerinden, bir yılın baz alınması suretiyle enflasyonun
indirgenmesine; milli gelirinden dış ticaret hadlerine kadar pek çok veri bu amaçla
kullanılabilmektedir. Bu ölçümlerde doğal olarak ülke parası bazı ülkelere kıyasla
değerli, bazı ülkelere kıyasla da değersiz olabilmektedir. Bu yöntemlerden TÜFE’yi
63
esas alarak ve Ocak 2003’te nominal kurun reel kura eşit olduğu varsayımına dayalı
TL (Ocak 03 Reel Kur=Nominal Kur Varsayımlı)
olarak yapılan hesaplamada, reel dolar kuru 2,20 TL’nin üzerinde çıkmaktadır.
Şekil 46: Nominal - Reel Efektif Kuru (TÜFE Bazlı)
2,40
2,20
2,00
1,80
1,60
1,40
1,20
1,00
Oca.03 Ara.03
Ara.04
Ara.05
Ara.06
Nominal Kur
Ara.07
Ara.08
Ara.09
Ara.10 Oca.11
Reel Kur
Gelişmekte olan ekonomilerde ülkeye giren sıcak paranın döviz kurunu ciddi baskı
altında tuttuğu dikkate alındığında, reel kurun bu baskının sıfırlanması sonucu elde
edilmesi gerektiği söylenebilir.
Ülkemiz açısından değerlendirildiğinde;

Cari açığın varlığı ve artmaya devam etmesi,

Döviz kurunun belirlenmesinde reel ekonomideki parasal hareketler kadar
sıcak para gibi sermaye hareketlerinin de etkili olması,

Sıcak para gibi yüksek tutarlı sermaye girişlerinin serbest dalgalanmaya
bırakılan döviz kurunu baskı altında tutması,
TL’nin değerli olduğu sonucunu göstermektedir.
TCMB’nin ödemeler dengesi istatistiklerine göre 2003-2010 aralığında Türkiye
1.004,1 milyar dolarlık toplam mal ve hizmet ihracatına karşılık, 1.181,9 milyar
dolarlık ithalat yapmış ve mal ve hizmet dengesinde 177,8 milyar dolar açık vermiştir.
1 Ocak 2003 tarihinde yeni TL’ye uyarlanmış haliyle 1,6589 TL olan ABD doları
efektif satış kuru, 31 Aralık 2010 tarihinde 1,5473 TL olarak gerçekleşmiş, yani ABD
64
doları
TL
karşısında
değer
kaybetmiş,
TL
değerlenmiştir.
Diğer
sermaye
hareketlerinin etkisinin sıfırlandığını varsayarsak, ihracat nedeniyle elde edilen döviz
tutarı, ithalat nedeniyle ödenenden daha az olduğu sürece, TL’nin değer kazanması
değil, kaybetmesi gerekmektedir.
Fakat aynı süreçte Türkiye’ye giren net döviz tutarı 329,6 milyar dolar düzeyindedir. 36
Bu tutar, reel ticari işlemlerden kaynaklanan 177,8 milyar doların 151,8 milyar dolar
üzerindedir. Bu duruma göre, serbest piyasada dövizin arzı talepten fazla olduğuna
göre, TL’nin değerlenmesi gerekmektedir.
Dolayısıyla, döviz kurunun serbest piyasada belirlenmesi durumunda, reel ekonomik
işlemlerin dışındaki parasal hareketlerin döviz kuru üzerinde baskılı olması ve aslında
para biriminin değer kaybetmesi gerekirken, değer kazanması sonucunun ortaya
çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Bunun tek çözümü, sıcak para hareketlerinin döviz
kuru üzerindeki etkisinin minimize edilmesi, hatta sıfırlanması amacıyla Merkez
Bankası tarafından döviz piyasasına doğrudan müdahale edilmesidir. Bu yönde
müdahalelerin
zamanında
yapılmaması,
daha
sonra
yapılmasını
çok
güçleştirmektedir. Şöyle ki, 2003-2010 aralığında Türkiye’ye giren ve döviz kurunu
baskılayan döviz tutarı 329,6 milyar dolar iken, TCMB döviz ve altın rezervlerinin
tutarı 84 milyar dolar düzeylerindedir. Dolayısıyla, müdahalenin gerekliliği kadar
zamanlaması da önem arz etmektedir.
Sonuç olarak, doğrudan ölçüm yöntemi olarak alınmayan cari denge, ülke parasının
diğer para birimleri karşısındaki değerinin belirlenmesinde doğrudan ölçüt olarak
alınmalıdır. Bu ölçüte göre elde edilecek döviz kuru reel döviz kuru olarak kabul
edilmese bile, “uygun döviz kuru” olarak değerlendirilebileceği tabidir.
3.3.3. Değerli TL ve Enflasyon Hedefi
TCMB’nin web sayfasının üst kısmında37, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın
temel amacının fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmek olduğu yazılıdır. Nitekim,
1211 sayılı TC Merkez Bankası Kanunu’nun 4’üncü maddesine göre, bankanın temel
36
UYP istatistiklerine göre, 2003-2010 aralığında yükümlülüklerdeki 384,8 milyar dolarlık artışın 55,9 milyar
doları TCMB rezervlerine eklenmiş, 55,2 milyar doları ise UYP istatistikleri kapsamında çıkmıştır. Dolayısıyla,
aynı süreçte Türkiye’ye sermaye hareketleri yoluyla net giriş 329,6 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
37
www.tcmb.gov.tr
65
amacı fiyat istikrarını sağlamak olup, bu amaçla uygulayacağı para politikasını ve
kullanacağı para politikası araçlarını Banka kendisi belirleyecektir. Aynı maddeye
göre ayrıca, Bankanın Hükümetin büyüme ve istihdam politikalarını desteklemesi,
yani fiyat istikrarı dışındaki makro ekonomik hedeflere yönelik politika uygulaması,
ancak fiyat istikrarını sağlama amacıyla çelişmemek kaydıyla mümkündür.
Fiyat istikrarı, insanların yatırım, tüketim ve tasarrufa yönelik kararlarında dikkate
almaya gerek duymadıkları ölçüde düşük bir enflasyon oranını ifade etmekte olup,
sadece düşük enflasyon oranına ulaşmayı değil, o oranı sürdürmeyi de
kapsamaktadır. Dolayısıyla, fiyat istikrarı için uygulanan döviz kuru politikalarının,
diğer makro ekonomik hedeflerle uyumlu olup olmadığının TCMB açısından bir önemi
bulunmamaktadır.
Ülkemizin enerji ve hammadde dışa bağımlılığı dikkate alındığında döviz kuru ile
enflasyon arasında çok yakın ilişki olduğu; döviz kurunun düşük tutulmasının
enflasyona da azalma yönünde katkıda bulunduğu açıktır. Hatta ithalatı ucuzlatan
değerli TL, dış ticaret açığını büyüterek piyasadaki arzı artırmakta ve arz – talep
dengesinde arz lehine avantaj sağlamakta ve enflasyon oranına düşürücü etki
yapmaktadır.
Bir taraftan, fiyat istikrarı hedefine pozitif katkı yapan sıcak para girişleri ile
baskılanan ve gittikçe değerlenen TL; diğer yandan, ithalatın ülke içi üretimden çok
daha cazip hale gelmesine neden olmakta, bir yandan dış ticaret açığı artarken, diğer
taraftan ülke içi yatırım ve üretim ciddi darbe yemektedir. Dolayısıyla, mevcut döviz
kuru politikaları Merkez Bankası’nın ana amacı olan fiyat istikrarı açısından son
derece uygun olmakla birlikte, diğer makro ekonomik hedefler açısından negatif
etkilere sahiptir.
Uzun vadede düşünüldüğünde, özellikle 2008 sonu itibariyle başlayan sermaye
çıkışlarının gelecekte tekrar yaşanma ihtimali azımsanmamalıdır. Özellikle dünya
ölçeğinde yaşanabilecek bir likidite krizinin Türkiye ekonomisini çok derinden
etkileyeceği açıktır.
Örneğin, 2007 yılında başlayan ve 2010 yılına kadar devam küresel finansal krizde,
AB ülkeleri ve ABD tarafından piyasaya 2 trilyon dolar düzeylerinde para enjekte
66
edilmeseydi, şüphesiz Türkiye’de döviz kuru şu anda bulunduğu noktadan çok daha
farklı bir noktada olurdu. Hatta bu durumun ekonomik çöküşe neden olabilecek
sonuçlar doğurması da muhtemeldir. En basit anlatımıyla, Kasım 2010 itibariyle net
UYP verilerinde Türkiye’ye değişik kanallarla girmiş olduğu görülen 360 milyar doların
nakit karşılığı yoktur. Dolayısıyla, mevcut döviz kuru politikasının fiyat istikrarını
sağlama
konusunda
pozitif
etkisi
olsa
da,
fiyat
istikrarının
uzun
vadede
sürdürülebilirliği tartışmaya açıktır
Şüphesiz enflasyon kültüründen gelen bir ülkede, enflasyonun kontrol altında
tutulması önemlidir. Ancak bu hedefin diğer makro hedeflerle uyumlu yapılması
önemlidir. Bu kapsamda genel kabul gördüğü üzere, yüzde 15’in altındaki enflasyon
oranları gelişmekte olan ekonomiler için olumlu bulunmakta ve bu hedefin diğer
makro hedeflerle uyumlu yönetilebileceği düşünülmektedir.
3.3.4. Kur Politikasının Diğer Makro Hedeflerle Uyumlu Olması
Sıcak para gibi sermaye girişleri, üretmeden tüketmeyi özendiren yapısı ile sağlıklı
büyümeyi engellemekte; dış ticaret açığının devamlılığı ve artması da ülkeyi sıcak
paraya bağımlı hale getirmektedir. Doğaldır ki bu süreçte üretimin ve istihdamın
artması çok zordur. Nitekim son yıllardaki büyümenin kompozisyonuna bakıldığında;
sanayiden ziyade, inşaat, ticaret ve hizmet gibi iç pazarı hedefleyen ve üretim
fonksiyonu bulunmayan sektörlerin çok hızlı büyüdükleri görülmektedir. Zira değerli
TL ile birlikte cazip hale gelen ithalat, üretimin ve bu alandaki yatırımların önünü
tıkamaktadır.
Para politikası, sadece düşük enflasyon hedefleyen, diğer makro ekonomik hedeflerle
ilgilenmeyen bir politika olmamalıdır. TCMB açıkladığı para politikası raporlarında,
döviz kurunu dalgalı kur uygulaması nedeniyle bir para politikası aracı olarak
görmediğini, döviz kurunun tamamen piyasa koşulları altında belirlenmesi gerektiğini
belirtmektedir. Hâlbuki döviz kuru da bir para politikası aracıdır ve sıcak paranın
yoğun ilgi gösterdiği gelişmekte olan ekonomilerde belirleyici etkiye de sahiptir.
Sonuç olarak, Türkiye, cari açığı esas alarak döviz kuru uygulamasında TCMB’yi
daha aktif hale getirmeli ve bu amaca yönelik yönetimli dalgalanma modeli
uygulamalıdır. Bu modele getirilen en büyük eleştiri belirsizliği artıracağı yönündedir.
67
Fakat, uzun dönemli düşünüldüğünde, sıcak paranın baskı altında tuttuğu bağımsız
dalgalanma 3-4 yıl aralıklarla kriz boyutunda ekonomik dalgalanmalara sebep
olmaktadır. Yönetimli dalgalanmada ise bir süre sonra uzun vadeli bir projeksiyon
sunulması ve döviz kurunun önündeki beklentilerin sona erdirilmesi mümkün
olabilecektir. 84 milyar $ seviyelerindeki rezervleri de TCMB’ye söz konusu
politikaları uygulama konusunda bir avantaj sağlamaktadır.
Bunlardan hareketle yapılabilecekler aşağıdaki gibi sıralanabilir:
 Sermaye
hareketlerinin
hareketlerinden
ziyade
liberalleştirilmesinin
uzun
vadeli
kısa
sermaye
vadeli
sermaye
hareketleri
üzerinde
yoğunlaşması sağlanmalıdır,
 Sterilizasyon politikası ile merkez bankası tarafından swap ya da açık
piyasa işlemleri yoluyla döviz miktarındaki artışların para arzı ve döviz kuru
üzerindeki etkileri nötralize edilmeli ya da dengelenmelidir.
 Kısa vadeli ve spekülatif amaçlı parasal akımlar üzerine Tobin Vergisi gibi
global düzeyde uygulanacak bir vergi konulabilir.
Dolayısıyla üretime bağlı büyüme, istihdam, dış ticaret dengesi gibi reel ekonomiye
ilişkin hedefler salt enflasyon hedefine feda edilmemelidir.
68
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DIŞ TİCARETTE KORUMACILIK TARTIŞMALARI
1. Karşılaştırmalı Büyüme ve Ticaret Politikaları: Latin Amerika & Doğu Asya
Serbest dış ticaret politikalarının ekonomik büyümede önemli rol oynadığı kabul
edilmektedir. Bunun en büyük ispatı ise, temel politika olarak serbest dış ticaret
politikaları uygulayan Doğu Asya ülkelerindeki ekonomik gelişim ile dış ticarette
korumacılık politikaları uygulayan Latin Amerika ülkelerinin ekonomik gelişiminin
karşılaştırılmasıdır. Gerçekten de bu bölgeler, serbest ticaret ile korumacılık
politikalarının çok net bir şekilde karşılaştırılabileceği iki bölge konumundadır.
Her iki bölgede de, II Dünya Savaşı sonrasında sanayileşme ve büyümeyi sağlamak
için, ithal ikamesi veya yerli sanayinin gelişmesi ve korunması gibi amaçlarla yüksek
gümrük tarifeleri ve tarife dışı gümrük duvarları uygulanmıştır. Fakat en gelişmiş Asya
ekonomileri 1950 ve 1960’larda bu ithal ikameci stratejiyi terk ederek serbest ticaret
politikalarını desteklemeye başlamışlardır. 1960 ve 1970’li yıllarda Bazı Latin Amerika
ülkeleri de bu yöntemi denemiş, fakat devam ettirememişlerdir.
Serbest ticaret politikası ile korumacılık politikalarının neticelerini NIE (Newly
Industrializing Economies) olarak da isimlendirilen dört Doğu Asya ülkesi (Güney
Kore, Hong Kong, Singapur ve Tayvan) ile Latin Amerika’nın dört büyük ülkesi
(Arjantin, Brezilya, Şili ve Meksika) ile karşılaştırmak suretiyle daha net görmek
mümkündür. 1965-1993 arasında bahsedilen Doğu Asya ülkeleri, söz konusu Latin
Amerika ülkelerinin iki katından daha fazla, yıllık bazda %9 civarında büyüme oranı
yakalamışlardır. 1965’te Doğu Asya ülkelerinde ortalama kişi başı milli gelir, Latin
Amerika ülkelerindeki ortalama 3.400 doların oldukça altında, 2.000 dolar
düzeyindeydi. 1992’ye kadar söz konusu Doğu Asya ülkelerinin ortalama milli geliri,
Latin Amerika ülkelerinin milli gelirinin iki katına ulaşmış ve ortalamada 11.100 dolara
yükselmiştir.38
GLİCK, Reuven / MORENO, Ramon, “The East Asian miracle: growth because of government
intervention and protectionism or in spite of it?”, Nisan 1997,
http://findarticles.com/p/articles/mi_m1094/is_n2_v32/ai_19545596/, (Erişim: 03.02.2011)
38
69
Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, açıklık derecesi yüksek olan ülkeler daha
yüksek büyüme oranı yakalamışlardır. Doğu Asya ülkelerinin hem ihracat hem de
ithalat büyümesi, Latin Amerika ülkelerinin iki katı düzeylerinde gerçekleşmiştir ki, bu
büyüme oranları arasındaki farkla paraleldir. Buna bağlı olarak, Doğu Asya
ülkelerinde gerek ihracatın gerekse ithalatın GSYH’ye oranı Latin Amerika
ülkelerinden daha yüksek gerçekleşmiştir.
Tablo 11: Açıklık Göstergeleri (%)39
Japonya
G. Kore
Hong Kong
Singapur
Tayvan
Ortalama
Arjantin
Brezilya
Şili
Meksika
Ortalama
İhracat Artışı
(Yıllık Ort-%)
1964-1993
8,7
18,1
12,1
12,0
14,3
14,1
İthalat Artışı
(Yıllık Ort-%)
1964-1993
6,7
15,6
12,2
11,5
13,2
13,1
4,4
8,7
7,4
6,6
6,8
4,4
7,4
5,6
7,1
6,1
İhracat/GSYH İthalat/GSYH
1965
10
5
46
99
19
50
1990
9
26
114
153
41
84
1965
9
13
64
125
22
67
1990
7
28
114
177
32
88
6
7
12
6
8
12
8
21
16
13
5
5
13
7
8
4
5
27
19
14
1990’lı yılların sonundan başlayarak Brezilya ve Şili başta olmak üzere Latin Amerika
ekonomileri de dış ticarette korumacılık uygulamalarından vazgeçerek serbest ticaret
politikaları uygulamaya başladığından, bu sürecin öncesinin karşılaştırmada dikkate
alınması daha doğru sonuçlar verecektir.
Hong Kong ve Singapur 1960’lardaki ithal ikameci politika deneyiminden sonra,
ithalat üzerindeki tüm kısıtlamaları kaldırmak suretiyle ticareti serbestleştirmişlerdir.
Japonya, Güney Kore ve Tayvan ise söz konusu ticaret engellerini devam ettirmiştir.
Japonya, 1970’lerde tarife oranlarını oldukça düşürürken; Güney Kore ve Tayvan
1960’larda sırasıyla %40 ve %35 olan tarife oranlarını, 1980’lerde sırasıyla %20 ve
%31’e, 1990’ların başında da sırasıyla % 12 ve %10’a düşürmüşlerdir. Bunun yanı
sıra, tarife dışı engeller de uzun süre yürürlüğünü korumuştur. Örneğin, Güney
Kore’de 1973’de ithlata konu malların %40’ı yasaklanmış veya kısıtlanmıştı. Bu oran
1981’e kadar %25’e, 1991’e kadar da %3’e düşürülmüştür. Tayvan’da da benzer
ithalat kısıtlamaları 1960’lardaki %50 düzeyinden 1980’lerin başında %3’ün altına
düşürülmüştür.
39
GLİCK / MORENO, age
70
Latin Amerika ülkelerinde de, ihracatı teşvik edici uygulamalardan ziyade, ithalatı
kısıtlayıcı politikalarla iç üretim teşvik edilmeye çalışılmış, fakat olumlu sonuç
alınamamıştır. İthalat tarife ve kotaları sadece ihracata yönelik ürünlerin üretimi için
ithal edilecek mallar itibariyle aşılabilmiştir. Doğu Asya ülkeleri çeşitli yöntemlerle
doğrudan ihracatı teşvik etmeye yönelik politikalar uygularken, Latin Amerika ülkeleri
daha ziyade ithalatı kısıtlama yoluna gitmişlerdir.
Doğu Asya ülkelerindeki ekonomik büyümeye yönelik uygulanan diğer bir politika ise,
bazı sektörlerin ve hatta firmaların seçilerek desteklenmesidir. Bunun en önemli
örnekleri ise, Japonya ve Güney Kore’dir. Savaş sonrası süreçte Japonya, demir
çelik, gemi inşası, kömür, enerji ve gübre sanayine yönelik teşvikler uygulamaya
koymuştur. Buna göre, söz konusu sektörler hammaddelerini gümrüksüz ithal etme,
devlet
bankalarından
uygun
koşullarda
kredi
kullanma
gibi
teşviklerden
yararlanabilmekteydiler. 1950’lerde otomotiv sanayi, 1960’larda ise bilgisayar ana
hedefler arasına eklenmiştir. Japonya halen TV sektöründeki yeni teknolojileri,
yüksek bilgisayar teknolojileri gibi bazı sektörleri, başarılarına göre desteklemeye
devam etmektedir.40
Japonya’nın 1950’lerde otomotiv sektörü, 1960’larda ise bilgisayar, ileri teknoloji ve
elektronik alanlarındaseçip desteklediği firmalar bugünün dünya devi firmalar olup,
orijinalde tekstilci olan Toyota ailesi de bugünün dünya devi bir otomotiv firmasını
ortaya çıkarmıştır.
Güney Kore ise 1960’ların başında çimento, gübre ve petrol rafinajını, 1960’ların
sonu ile 1970’lerin başında demir çelik ve petrokimya sanayini, 1970’lerin ortasında
da gemi inşa sanayi, diğer kimyasallar, sermaye malları ve dayanıklı tüketim mallarını
destekleyerek,
bu
alanlarda
büyük
ölçekli
firmalar
çıkarmayı
hedeflemiştir.
Hâlihazırda, Güney Kore’nin gemi inşa sanayinde en büyük ülkelerden biri olması,
gerek otomotiv gerekse elektronik sektörde dünya devi üreticiler çıkarmasının
temelinde 1960’lardan sonra başlayan söz konusu politikaların etkili olduğu
söylenebilir. Son zamanlarda ise, elektronik sektördeki özellikle orta ve küçük ölçekli
firmalar desteklenmekte, belirli ölçüde dış rekabete karşı da korunmaktadırlar. 41
Şüphesiz diğer Doğu Asya ülkeleri Tayvan ve Singapur da benzer sanayi politikaları
uygulamışlardır.
40
41
Örneğin,
Tayvan
işgücü
GLİCK / MORENO, age
GLİCK / MORENO, age
71
yoğun
sektörlerde
karşılaştırmalı
üstünlüklerini kaybettikçe, bazı stratejik sektörlere yönelik kredi yardımı, teknolojik
destek ve yönetim desteği gibi destekler uygulamaya koymuştur.
Buna göre, söz konusu Doğu Asya ülkelerinin ihracat destekleri ve sanayi politikaları
ile ilgili aşağıdaki çıkarımlar yapılabilir.

Bazı ülkelerde hükümetler, piyasada gösterdiği başarıya göre firmaları
destekleme yoluna gitmişlerdir.

Tüm ülkeler benzer yöntemlerle iç sanayiyi ve ihracatı desteklemeyi temel
politika olarak uygularken, düşük oranlarda gümrük duvarları da korunmuştur.

İhracat eksenli büyüme stratejisinde, değersiz para birimi veya ülke para
biriminin aşırı değerlenmesin önlenmesi, yani kur politikaları da kullanılmıştır.

İhracatı destekleyen girdi yönüyle ithalatın önündeki engellerin kaldırılması,
özellikle ihracatta çeşitliliğin artmasına bağlı olarak ithalatın da ciddi oranlarda
artmasına neden olmuştur.

Belirli sektörleri ve hatta o sektörler içerisinden başarılı belirli firmaları seçerek
desteklemek Japonya ve Güney Kore’de yoğun olarak kullanılmış ve oldukça
başarılı sonuçlar vermiştir. Genelde hükümetler “kaybedenler”, veya işi iyi
gitmeyenlere teşvikler sağlamakla uğraşırken, Güney Kore ve Japonya
“kazananları”, halihazırda başarılı olanları destekleme yoluna gitmiştir.

Japonya ve Güney Kore’nin desteklediği sektörler ve firmalar, girişin ve
yatırımın çok pahalı olduğu eksik rekabetin hâkim olduğu demir çelik, gemi
inşa
sanayi
ve
otomotiv
sanayi
gibi
sektörlerde
yer
almakta
ve
büyümektedirler.
Latin Amerika ülkeleri de, ithal ikameci veya bebek sanayileri dış rekabetten koruma
gibi yüksek gümrük duvarlarına dayalı ekonomik modelden sonuç elde edememiş ve
dış ticaretlerini serbestleştirme yoluna gitmişlerdir. Gerçekten de, 1990’lı yılların
sonundan başlayarak Brezilya ve Şili başta olmak üzere Latin Amerika ekonomileri
de dış ticarette korumacılık uygulamalarından önemli ölçüde vazgeçmiş ve serbest
ticaret politikaları uygulamaya başlamışlardır.
Tablo 12: Açıklık Göstergeleri (%)42
42
WDI 2010, age
72
Japonya
G. Kore
Hong Kong
Singapur
Ortalama
Arjantin
Brezilya
Şili
Meksika
Ortalama
İhracat Artışı
(Yıllık Ort-%)
1995-2008
5,4
16,9
8,1
13,3
10,9
İthalat Artışı
(Yıllık Ort-%)
1995-2008
9,0
15,9
7,1
11,2
10,8
17,0
23,4
23,2
19,3
20,7
13,2
16,9
20,6
23,6
18,6
Yukarıda detaylı açıklamaları yapılan seçilmiş Latin Amerika ülkeleri ile Doğu Asya
ülkelerinin uyguladığı büyüme ve ticaret politikalarının karşılaştırılmasından aşağıdaki
sonuçlar çıkarılabilir:

İhracat eksenli dışa dönük ekonomi politikaları, ithalatı kısıtlamaya yönelen
ekonomilerden daha iyi ekonomik performans göstermektedir.

Piyasa ekonomisinin yapısına uygun olmamakla birlikte, geçmişte ağırlık
olarak Japonya ve Güney Kore, hâlihazırda Çin tarafından uygulanan
müdahaleci politikalar dünya ölçeğinde büyük ve rekabet edebilir firmalar
ortaya çıkarmakta başarılı olmuştur.

Reel döviz kurunun korunması ve para biriminin aşırı değerlenmesinin
önlenmesi, dışa açık ekonomilerin ekonomik büyümesinde hayati öneme
sahiptir.

1950 ve 1960’larda yukarıda bahsedilen ekonomi politikalarını uygulamaya
koyarken, özellikle Güney Kore ve Japonya’da yeterli sermaye birikimi
bulunmadığından, yatırımlar ağırlıklı olarak dış borçlarla gerçekleştirilmiştir.
Fakat burada borcun alınmasından daha önemlisi, söz konusu sermayenin
doğru yatırım alanlarına kanalize edilmesidir.

Latin Amerika ülkeleri de iyi ekonomik performans elde edemedikleri
korumacılık politikalarından vazgeçip, dış ticaretlerini serbestleştirmeye
başlamışlar ve bu suretle daha iyi ekonomik gelişim göstermişlerdir.
2.Türkiye ve Korumacılık
Her ne kadar diğer ülke örnekleri üzerinde analizler yapılsa da, Türkiye ekonomisi
1980 öncesinde ithal ikamesine dayalı sanayileşme politikalarını, 1980 sonrasında
ise tam uygulanma imkânı bulamasa da ihracat dayalı sanayileşme politikalarını
73
uygulamıştır. Dolayısıyla, Türkiye’nin bundan sonraki rotasında geçmişten gelen
tecrübelerinin önemli rol oynayabileceği tabidir.
2.1. İthal İkamesine Dayalı Sanayileşme Politikası
1950’den sonra döviz darboğazını aşmak için, döviz çıkışlarını önlemek öncelikli yol
olarak belirlenmiş ve kotalar ve yüksek tarife oranları esas olmak üzere ithal ikamesi
araçları yürürlüğe konmuştur. Başlangıçta gıda ve giyim eşyası gibi tüketim malları
ithalat yerine yerli üretim tarafından karşılanmış, fakat ithal ikameci politikaların
uygulandığı 1963-1980 aralığında sanayi için gerekli hammadde ve yatırım malı
üretimine geçilememiştir.
İthal ikameci dönemde amaçlananın aksine, ekonominin dışa bağımlılığı artmıştır. Bu
dönemde, sanayi sektörü tarım sektörünü geçerek öncü sektör haline gelmiştir. 196377 döneminde tarımsal üretimin yıllık artış hızı %3 iken, sanayi üretiminin yıllık artış
hızı %10’u aşmıştır. GSMH ise yılda ortalama %7’lik bir hızla büyümüştür. 1977-80
aralığında ise, 1973 petrol krizi ve 1974 Kıbrıs harekâtının etkisiyle büyüme hızı
%1,9’a gerilemiştir. Söz konusu dönemde imalat sanayisindeki artışların ana kaynağı
yurtiçi talep artışları iken, büyümede ithal ikamesi ile ihracat artışının etkisi son
derece sınırlı kalmıştır.43
İthal ikameci politikaların uygulandığı 1963-80 döneminde imalat sanayi yatırımları
önemli yer tutmakla birlikte, İthal ikameci stratejinin ikinci ve belki de en önemli
aşaması olan hammadde ve yatırım malları üretimine geçme amacıyla, bu alandaki
yatırımlar artmıştır.
İthal ikameci strateji ile döviz tasarrufu sağlamak, ithalatı azaltmak yoluyla dış ticaret
açığının kapatılması ve sanayileşmedeki sorunların giderilmesi hedeflenmiştir.
Ancak, ithalatı azaltmanın aksine, artıran bir sanayileşme görüntüsü ortaya çıkmıştır.
İthal ikameci sanayileşme sürecinde temel olarak sadece ithal edilen ürünlerin içeride
üretilmesi planlanmış, sektörel destek uygulanmamıştır. Bu kapsamda, giyim eşyası
üretmek, tarım ürünü yetiştirmek ve ileri teknoloji ürünü üretmek gibi tüm üretim
faaliyetleri aynı değerde
görülmüş ve sadece
dış rekabetten
korunmaları
sağlanmıştır. Doğaldır ki, salt üretimin haricinde araştırma ve geliştirme gibi ek
maliyetler gerektiren teknolojik üretim gelişmemiştir.
2.2. İhracata Dayalı Sanayileşme Stratejisi
ÖZBEY, Funda Rana, “Türk Sanayileşme Sürecinde Bütünleştirilmiş Strateji”, Kocatepe Üniversitesi
İİBF Dergisi, Cilt II Sayı 1, Temmuz 2000
43
74
1980 yılına gelindiğinde, ithal ikameci politikaların yetersizliği ortaya çıkmış ve 24
Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye ihracat eksenli sanayileşme politikalarını yürürlüğe
koymaya başlamıştır. Bu kapsamda kambiyo rejimi liberalleştirilirken, ithalatta nispi
liberal
politikalar
ve
ihracatı
desteklemeyi
hedefleyen
politikalar
yürürlüğü
konulmuştur. Yabancı sermaye çekmek için de engeller kaldırılmaya başlanmıştır.
Söz konusu kararlar neticesinde 1988 yılına kadar istikrarlı büyüme sağlanmıştır.
Bunun nedenlerinden biri de ekonomide var olan atıl kapasitenin kullanılmaya
başlanmasıdır. 1980-88 döneminde ortalama %8.8 olan büyüme hızı, 1989 yılında
%1.6’a gerilemiş, 1990 sonrasında ise iç talebin etkisiyle tekrar artmaya başlamıştır.
Ana hedef yatırımları ve ihracatı artırmak suretiyle büyümeyi sağlamak olmakla
birlikte, özellikle ihracatın büyümeye katkısı sınırlı kalmıştır.44
Aynı zamanda, yurtiçi tüketim harcamalarının ekonomik büyümenin lokomotifi olması,
kaynak dağılımında yurtiçi talebin yüksek olduğu alanlara öncelik verilmesine neden
olmuş, hedeflenen yatırımlar gerçekleştirilemediği gibi, ihracatı destekleyeceği
düşünülen süreç yurtiçi talebi destekler konuma gelmiştir.
Tüketim harcamalarının gittikçe artması, daha da önemlisi harcamaların dış kaynakla
karşılanması ve kamu harcamalarının da borçlanma kanalıyla finanse edilmesi, Nisan
1994’teki krize davetiye çıkarmıştır. Krizden sonraki süreçte ekonominin tekrar
canlanmasında, yine iç tüketim harcamalarındaki artış önemli olmuştur.
Bu politikaların doğal sonucu olarak, ekonomide hizmet sektörünün baskın rolü hep
devam etmiş, yatırımlar ihracata yönelik olmaktan çok iç talebi karşılamaya
yönelmiştir. Yani, ihracat eksenli büyüme olarak düşünülen politikalar, dış kaynaklarla
finanse edilen iç tüketimin cazibesiyle iç talebi karşılamaya yönelmiştir.
1980 sonrasında özel sektörün öncü sektör kabul edilmesi sonucu, 1980 öncesi
durumun tersine, imalat sanayine yönelik yatırımlarda kamu kesiminin payı giderek
azalmıştır. Ancak, özel yatırımların uzun dönemli yatırımlar yerine, kısa dönemli
spekülatif kar arayışlarına yönelmesi sonucu özel sermaye, sanayi dışına kaymış,
başka bir deyişle, özel kesim özellikle ihracata yönelik sektörlerde beklenen gelişmeyi
göstermemiştir. Gerek kamu, gerekse özel kesimin imalat sanayine yönelik
yatırımlarının azalması yanında, diğer üretken sayılabilecek enerji, tarım ve
madencilik alt sektörlerine yönelik yatırımlarda da gerilemeler yaşanmıştır. Yine bu
dönem içinde yabancı sermaye yatırımları da yerli yatırımlar paralelinde üretken
44
ÖZBEY, age
75
olmayan sektörlere kaymıştır. Bu, kendi haline bırakılmış yatırım dağılımı, toplumdaki
gelir ve kaynak dağılımını üretken olmayan kesimler lehine değiştirirken, kapasite
arttırıcı yatırımların yerini kurulu kapasitelerin modernizasyonuna yönelik yatırımlara
bırakmasına neden olmuştur. Alt sektörler itibariyle yatırımların gelişimindeki
dalgalanmalara karşın, genel olarak tüketim malları sanayiine yönelik yatırımlar
artarken, ara malları sanayiine yönelik yatırımlarda bir azalma gerçekleşmiştir.
Ancak, en yüksek payı yine bu sektör almıştır. Yatırım malları sanayiine yönelik
yatırımlarda ise fazla bir değişiklik olmadığı görülmektedir. Yatırımlardaki bu olumsuz
tablo göstermektedir ki, Türk ekonomisinde 1980 sonrasında istikrar ve dışa açılma
adına büyümeden vazgeçilmiştir ve gelir ile kaynak dağılımı üretken olmayan
kesimler lehinde değişmiştir. Kamu yatırımlarının sanayi kesiminden altyapı
yatırımlarına kayışı, bir politika tercihi olarak anlaşılabilir; ancak özel kesimde sanayi
yatırımlarının giderek konut yatırımları gibi üretken olmayan yatırımlara kayması,
ekonominin uzun vadeli büyüme potansiyelini olumsuz yönde etkileyecektir.45
2.3. Günümüz Türkiye’sinin Problemi
Türkiye’nin 1963-1980 döneminde ithal ikameci sanayileşme politikaları, 1980’den
sonra ise ihracata dayalı sanayileşme politikaları, yaklaşık 50 yıldır aynı kısır döngü
etrafında tartışmaya devam ettiğimizi göstermektedir. Temelde Türkiye ekonomisinin
ana sürücüsü hep iç tüketim harcamaları olmuş, bu talep iç yatırımların uzun vadeli
ve sürdürülebilir büyümeyi sağlayacak sektörler yerine, inşaat ve hizmetler gibi
tüketime yönelmesine neden olmuştur. Dolayısıyla, ekonominin ana girdi ihtiyacı, iç
üretim yeterli olmadığından sürekli olarak ithalat yoluyla sağlanmış, bu da ithalatı ve
dış ticaret yoluyla da cari açığı besleyen en önemli neden haline gelmiştir.
Tüketimin en önemli sonucu, her ne kadar sıcak para gibi sermaye girişleriyle finanse
edilse de, ülke içi refahı artırmasıdır. Temelde, dışarıdan sağlanan kaynaklarla, bir
diğer deyişle tüketicilerin gelecek gelirleriyle finanse edilen tüketim harcamaları,
ithalatı artırıcı etkisi olsa da, toplam refahı artırmaktadır. Bugünün Türkiye’sinde de
görüleceği üzere, son 7 yıllık süreçte Türk halkı ürettiğinden çok daha fazlasını
tüketmiş, finansman sorunu olmayan bu talep, iç yatırımların yönünün çizilmesinde
de temel belirleyici olmuştur.
Türkiye, ekonomisini artık büyük ölçüde iç ve dış borçlanma ile finanse edilen
tüketime değil, yatırım, üretim ve ihracat artışına dayalı sağlamak zorundadır.
45
ÖZBEY, age
76
2.4. Korumacılık Politikaları Çözüm Olabilir mi?
Mevcut veriler ışığında, Türkiye ekonomisinin yıldan yıla artan oranda dış ticaret açığı
ve cari açık verdiği, dış kaynaklarla finanse edilen iç tüketimin genişlemeye ve ithalat
talebini beslemeye devam ettiği görülmektedir. Türkiye kısa vadede ithalatı
artırmaksızın, ihracatı artıracak üretim altyapısına sahip olmadığına göre, şüphesiz
ithalat talebini kısacak önlemler alınması gerekmektedir.
Yukarıdaki tartışmalar ve kıyaslamalar ışığında, gümrük duvarlarıyla korunan bir
ekonominin üretim potansiyelini artıramadığı ve sürdürülebilir bir büyümeyi
sağlayamadığı açıktır. 1995 sonrasında devasa büyüyen ve dünya ticaretini baskı
altına alan dev uluslar arası firmalar karşısında, Türkiye’nin en büyük sanayi
kuruluşları dahi “bebek” kalmakta ve korunma talep edebilmektedir. Özellikle
elektronik ve televizyon sektöründe, Samsung’un tek başına Türkiye’nin toplam
ihracatının iki katından fazlasını sattığı düşünüldüğünde, fotoğraf daha net
görülebilmektedir. Buna, ABD, AB ülkeleri, Japonya ve Güney Kore gibi gelişmiş
ülkelerin diğer dev uluslar arası firmalarını da ekleyebiliriz.
Bu durumda alınabilecek temel önlem, korumacılık politikalarından ziyade, iç üretimin
karını önemli ölçüde kemiren ve ithalatı çok daha ucuz hale getiren TL’nin aşırı
değerlenmesine izin vermemektir. Hatta, ihracat teşviklerinin ihracatı artırıcı etkisinin,
paranın aşırı değerlenmesinin önlenmesinin ihracata olan pozitif etkisinden çok daha
az olduğu da ileri sürülmekte ve bu iddia, Güney Kore örneğiyle desteklenmektedir.46
Ayrıca, sürekli ekonomik büyümenin sağlanmasında önemli etkisi olmayan, fakat rant
değeri diğer tüm yatırım alanlarından yüksek olan inşaat ve hizmetlere ilişkin
yatırımların diğer yatırımların önünü kesmesi engellenmelidir.
SONUÇ
Gelişmekte olan ekonomilerin rol model olarak aldığı ve seviyelerine yükselmek için
çaba sarfettiği gelişmiş ülkeler, ABD başta olmak üzere, 1930’dan sonraki en büyük
krize sebep olmuşlardır. Krizin muhtemel sebepleri, bu ülkelerdeki kötü krediler,
46
GLİCK / MORENO, age
77
yanlış dağıtım modelleri, sürdürülemez finansal altyapı ve finansal türevlerin
kullanımı, yanlış kredi derecelendirmesi ve geniş global dengesizlikler olarak
sıralanabilir. Fakat krizin temel sebebi 2002–2004 arasında ABD ve diğer gelişmiş
ülkeler tarafından izlenen gevşek (genişletici) para politikalarıdır. En basitinden, reel
sektörde 100 birimlik karşılığı olan bir varlığın, para tabanında birincil ve ikincil
piyasalardaki hacimlerle 200 birime yaklaşan bir değere ulaşması, parasal sektörün
reel sektörden kopmasına, parasal işlemlerde balonlar oluşmasına neden olmuştur.
Yani, reel sektör öncü olacak yerde, parasal boyut ön plana çıkmıştır.
Uluslararası platformda en fazla kullanılan para biriminin sahibi olan ABD’nin
uyguladığı gerek genişletici, gerekse daraltıcı para politikaları, yıllar içerisinde
gelişmekte olan ülkelerde olağanüstü istikrarsızlıklara neden olmuştur. ABD Merkez
Bankası
FED’in
uyguladığı
faiz politikalarını
bu
kapsamda
değerlendirmek
mümkündür.
ABD para politikasındaki temel kaymaların her biri, aynı anda ve özellikle kırılgan
niteliği yüksek gelişmekte olan Latin Amerika, Orta Amerika, Doğu Asya Ülkeleri ile
Çin ve Hindistan gibi ekonomilerde global bir patlama ve akabinde depresyona
neden olmaktadır. ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin para politikalarındaki aşırı
oynaklık, aynı şekilde gelişmekte olan ekonomilere, para ve sermaye akışlarında
aşırı oynamalara neden olmak suretiyle zarar vermektedir.
Halihazırdaki küresel krizde de benzer özellikler görülmüştür. Yani, son yıllarda
ABD’de ve Avrupa ülkelerinde uygulanan aşırı gevşek (genişletici) para politikaları
sonucunda toplam talep, üretim miktarını aşmış, Çin’de büyük cari fazlaya yol açan
bu süreç, gelişmiş ülkelerde ise olağanüstü cari açıklara neden olmuştur. Finansal
kurumlarda artan gevşek yönetim tarzı ve FED’in borç verme faiz oranlarını aşırı
düşürmesi, petrol fiyatlarındaki hızlı tırmanış, emtia ve varlık fiyatlarındaki yükselişler
hep birlikte kriz için gerekli sahneyi hazırlamışlardır. Bunun yanısıra, bu ülkelerin
bütçe açıkları vermeleri de “makro dengesizlik” yaratmış ve para politikasının reel
ekonomi üzerindeki etkilerinin artmasına neden olmuştur. Bu süreçte, petrol ve emtia
fiyatlarında yaşanan ciddi artışların da katkısı olduğu tabidir.
ABD ve Avrupa’da gevşek para politikaları nedeniyle genişleyen para tabanı, arzın
talebi aşmasına, parasal sektörün reel sektörden kopmasına neden olmuş; ilgili
ülkelerdeki getiri oranlarının da düşüklüğüyle getiri oranı oldukça yüksek olan Türkiye
gibi ülkelere sermaye akışı artmıştır.
78
Türkiye’de uygulanan serbest dalgalanma nedeniyle, söz konusu sermaye
hareketleriyle Türkiye’ye giren sermaye döviz kurunu ciddi baskı altına almış, TL nin
aşırı değerlenmesi sonucunu doğurmuştur. Kredi kanallarıyla iç talebi artıran söz
konusu sermaye akımları sayesinde, iç tüketim talebi ekonominin temel sürükleyicisi
olmuş, ülke içi yatırımlar da hizmet sektörü ve inşaat gibi ülkenin üretim kapasitesini
artırmayan sektörlere kaymıştır. İç üretim kapasitesinin yetersizliği, aynı zamanda
artan iç tüketim talebinin ithalatı da artırmasına yol açmış, gittikçe artan oranda dış
ticaret açığı verilmesine neden olan bu durum, cari açığı besler duruma gelmiştir.
Son 50 yıllık süreçte Türkiye, hem ithal ikameci veya korumacı, hem de ihracat
eksenli dış ticaret politikalarını uygulamış, fakat ikisinde de başarılı olamamıştır.
Korumacılık politikalarını en katı uygulayan Latin Amerika ülkeleri ile serbest ticareti
esas alarak ihracat eksenli büyüme politikaları uygulayan Doğu Asya ekonomileri
kıyaslandığında, dışa açık, ihracat eksenli büyüme stratejisinin çok daha başarılı
olduğu görülmektedir. Doğu Aya ülkelerinde uygulanan ihracat eksenli büyüme
stratejisi, hükümetlerin sektör ve hatta firma bazlı teşvikleriyle desteklenmiştir. Para
biriminin ise aşırı değerlenmesinin önlenmesi veya günümüzde Çin’in uyguladığı
şekliyle para biriminin değersizleştirilmesi doğrultusunda uygulanan kur politikaları da
bu büyüme stratejisinde önemli rol üstlenmiştir.
Özellikle Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatın artması ve bunun dış ticaret açığını
beslemesi ucuz üretim maliyetlerine, özellikle ucuz işgücüne bağlanabilse de;
Avrupa, Kuzey Amerika ülkeleri ile Güney Kore ve Japonya’dan olan ithalatın önemli
ölçüde artması ve dış ticaret açığının ana besleyicisi olmaya devam etmesinin üretim
maliyetleri ile açıklanması pek mümkün görünmemektedir. Gerçekten de, gelişmiş
ülkelerle yapılan ticaret nedeniyle verilen dış ticaret açığının toplam dış ticaret
açığına oranının %75’in üzerinde olduğu düşünüldüğünde, dış ticaret açığının temel
nedeninin üretim altyapısının yetersizliğinden dolayı, hammadde ve yatırım malı
ihtiyacının ithalat suretiyle karşılanması zorunluluğudur. Dolayısıyla, Türkiye
ekonomik
büyüme
dönemlerinde
ihtiyaç
duyduğu
ana
girdi
malzemelerini
(hammadde ve yatırım malları) kendisi üretemediğinden ithal etmektedir.
Buna göre, Türkiye’nin ekonomik görünümünün ve dış ticaretinin küresel kriz dikkate
alınarak değerlendirilmesi neticesinde aşağıdaki sonuçlara ulaşmak mümkündür:
Türkiye, kriz dönemlerinde dış ticaret açığını azaltan veya kapatan, büyüme
dönemlerinde ise açığını sürekli artıran bir görüntüdedir. Bunun da temeli, iç üretimin
79
ekonomik büyümeyi destekleyecek altyapıya sahip olmaması, dolayısıyla ihtiyaç
duyulan ana girdilerin ithalat yoluyla karşılanmasıdır. Aynı zamanda, iç tüketim
talebinin, yatırımları rant değeri daha yüksek, fakat üretim altyapısını iyileştirmeyen
alanlara çekmesi de bu sorunun çözümünü sorlaştırmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye
öncelikle ithalatı besleyen iç üretim boşluğunu dolduracak tedbirler almalıdır.
Gerek geçmişte korumacılık politikaları uygulayıp, sonra ticaretini liberalleştiren Latin
Amerika ülkeleri ve Türkiye örneği, gerekse serbest ticaret veya dışa dönük ekonomi
politikalarıyla ekonomik başarı sağlayan Doğu Asya ülkeleri, dış ticarette korumacılık
politikalarının ekonomik kalkınma açısından dış ticarette korumacılık politikaları
başarılı olamamaktadır.
Belirlenen sektörlerin dış rekabetten korunması suretiyle değil de, dış dünyayla
rekabet edebilir poziyona gelmesi için destek ve teşvik öngören politikaların
uygulanması daha önemlidir. Desteklerin belirlenmesine daha basiretli ve küresel
ekonomiye uygun belirlemeler yapılması gerektiği tabidir.
Cari açığın kurun reel seviyesinin belirlenmesinde temel alınması ve TL’nin aşırı
değerlenmesinin önlenmesi, korumacılık politikası olarak değerlendirilmese de,
ithalata azaltıcı yönde etki edeceği gibi, iç üretimin ve ihracatın değerini artırarak iç
yatırımların artmasını sağlayacaktır. Bu noktada Devletin dünyadaki ekonomik
gelişmeleri, talep hareketleri ve kaymalarını dikkate alarak orta ve uzun vadede fayda
sağlayacağını düşündüğü sektörlere teşvik uygulaması da, ekonomik altyapının
iyileştirilmesi kapsamında dikkate alınabilir.
İhracat açısından ağırlıklı olarak Avrupa piyasasına odaklanan ve temel olarak da
işgücü yoğun ürünleri ihraç eden Türkiye’nin uzun vadede gerek ülke ve grup
bazında, gerekse ürün bazında çeşitliliği sağlaması, sermaye yoğun ürünlerin
ihracına yönelik tedbirler alması zorunlu görülmektedir.
Türkiye açısından ise, brüt tasarruf ve dolayısıyla gayri safi sabit sermaye
oluşumunun, yani yatırımın yetersiz olduğu, ekonomik büyümenin temel olarak
tüketim harcamalarına bağlı olduğu, tüketimin de ülke içi üretim altyapısının yetersiz
olmasının da katkısıyla ağırlıklı olarak ithalat yoluyla karşılandığı, tüketimin
ekonominin temel belirleyicisi olmasının neden olduğu bu kısır döngünün de devam
etme eğiliminde olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin, oldukça düşük olan
brüt tasarruf oranını artırarak, yine oldukça düşük olan gayrisafi sabit sermaye
80
oluşumunu yükseltmesi, yani gerek dış gerekse iç kaynakları tüketimden ziyade
üretime kanalize etmesi önemlidir.
Üretim miktarını aşan tükretim talebiyle Çin’in tam tersi istikamette yol alan
Türkiye’nin, dış talebi de ekonomik dürtülerine eklemesi ve iç taleple dış talebi
ekonomik büyümede dengeli kullanması gerekmektedir. İç tüketim ve ithalat eksenli
gelişen mevcut durumun sürdürülebilirliği tartışmalıdır.
Son olarak, iç tüketimin temel sürükleyici olduğu Türkiye eknomisi, bu ekonomik
görünüm nedeniyle 1994 ve 2001 krizleriyle karşılaşmış ve 2009’da son ekonomik
krziden çok ciddi etkilenmiştir. Dolayısıyla, yaşanan ekonomik krizlerden dersler
çıkarılması ve benzer çukura tekrar ve tekrar düşülmemesi oldukça önemli
görünmektedir.
81
KAYNAKÇA
i. Kitaplar
FOXLEY, Alejandro, The Global Financial Crisis and Middle-Income Countries, Washington
DC, Carnegie Endowment, 2009
İNANDIM, Şeyda, “Kısa Vadeli Sermaye Hareketleri ile Reel Döviz Kuru Etkileşimi:
Türkiye Örneği”, TCMB Piyasalar Genel Müdürlüğü, Uzmanlık Yeterlik Tezi, Kasım 2005,
Ankara
LEWIS, Sir Arthur, “Economic Development with Unlimited Supplies of Labor”, 1. Baskı
The Manchester School, Mayıs 1954
KIRKPATRICK, Colin / BARRIENTOS, Armando, “The Lewis Model After Fifty Years”,
Development Economics and Public Policy Working Paper Serisi. Institute for Development
Policy and Management University of Manchester, Eylül 2004. United Nations Public
Administration Network (UNPAN),
unpan1.un.org/intradoc/groups/public/documents/nispacee/unpan018979.pd.
KIERAN, Allen, “The Celtic Tiger – The myth of social partnership in Ireland”. Manchester
University Press, 2000, Manchester, UK
NANTO, Dick K., “The Global Financial Crisis: Analysis and Policy Implications”,
Congressional Research Service Report, 2009, Washington DC
ÖZBEY, Funda Rana, “Türk Sanayileşme Sürecinde Bütünleştirilmiş Strateji”, Kocatepe
Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt II Sayı 1, Temmuz 2000
ÖZDEMİR, K. Azim / ŞAHİNBEYOĞLU, Gülbin, “Alternatif Döviz Kuru Sistemleri”,
TCMB Araştırma Genel Müdürlüğü, Tartışma Tebliği, Eylül 2000
SAYGILI, Hülya / SAYGILI, Mesut/ YILMAZ, Gökhan, “Türkiye İçin Yeni Reel Efektif
Döviz Kuru Endeksleri”, TCMB, Çalışma Tebliği No:10/12, Temmuz 2010
SHIRAKAWA, Masaaki, International Policy Response to Financial Crisis, Japan, Bank of
Japan, 2009
82
STEIL, Benn, “Lessons of the Financial Crisis”, Council on Forefign Relations, 2009, New
York
STIGLITZ, Joseph E. / YUSUF, Shahid, “Rethinking the East Asian Miracle”, Dünya
Bankası ve Oxford Üniversitesi Yayını, New York, 2001
ii. Yazarı Belli Olmayan Resmi, Özel Yayınlar, Raporlar vb.
ASIAN DEVELOPMENT BANK 2009, Asia Economic Monitor, Asian Development Bank,
Manila
BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu), Finansal Piyasalar, Sayı 19, Eylül
2010
IMF WEO. (Nisan 2009), World Economic Outlook: Crisis and Recovery, IMF, Washington
DC
IMF WEO. (Nisan 2010), World Economic Outlook: Rebalancing Growth, IMF, Washington
DC
IMF REO. (Mayıs 2009), Regional Economic Outlook: Asia and Pacific, IMF,Washington
DC
IMF (Mart 2009), The Implications of the Global Financial Crisis for Low-Income Countries,
IMF,Washington D.C. ABD
UNITED NATIONS (2009), World Economic Situation and Prospects 2010. Global Outlook,
United Nations, New York, 2009
UN (United Nations), World Investment Report 2010: Investing in a Low-Carbon Economy,
BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı, New York - Geneva, 2010
UNCTAD, Handbook of Statistics 2006-07, Digital library of UNCTAD publications.
Development Indicators # 8, http://www.unctad.org/en/docs/tdstat31ch8_enfr.pdf
WORLDBANK, World Development Indicators (WDI) 2010, Worldbank, Washington D.C.
ABD, Nisan 2010
83
iii. İnternet Kaynakları
Yazarı Belli Olan İnternet Kaynakları:
AUERBACH, Alan J. / GALE, William G. (2009), “The Economic Crisis and the Fiscal
Crisis: 2009 and Beyond”,
http://www.taxpolicycenter.org/UploadedPDF/411843_economic_crisis.pdf, (Erişim:
31.01.2010)
BERNANKE, Ben S. (2002), “Deflation: Making Sure “It” Doesn’t Happen Here”,
http://www.federalreserve.gov/boardDocs/speeches/2002/20021121/default.htm, (Erişim:
03.03.2010)
Edwards, Sebastian (1993), “Opennes, Trade Liberalization, and Growth in Developing
Countries”, Journal of Economic Literature, Volume 31, Issue 3 (Eylül 1993),
http://www.jstor.org/pss/2728244, (Erişim: 20.02.2011)
GLİCK, Reuven / MORENO, Ramon, “The East Asian miracle: growth because of
government intervention and protectionism or in spite of it?”, Nisan 1997,
http://findarticles.com/p/articles/mi_m1094/is_n2_v32/ai_19545596/, (Erişim: 03.02.2011)
MOHAN, Rakesh (2009), “India and Global Crisis - The Worst is Over for India: 9% plus
Growth Soon, Says”,
http://www.imcnet.org/PDF/India_and_Global_Crisis_Rakesh_Mohan_Speech.pdf, (Erişim:
10.02.2010)
TAŞKIN, M. Murat, “1923-2003 Döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Ticaret
Politikaları”, http://www.dtm.gov.tr/dtmadmin/upload/EAD/TanitimKoordinasyonDb/,
(Erişim: 10.02.2010)
VASHISHT, Pankay / PATHAK, Sriparna (2009), “The Global Economic Crisis and India:
An Analysis (ARI)”,
http://realinstitutoelcano.org/wps/portal/rielcano_eng/Content?WCM_GLOBAL_CONTEXT
=/elcano/Elcano_in/Zonas_in/ARI129-2009, (Erişim: 10.02.2010)
ZHANG, Zhang (2009), “The Impact of the Global Crisis on China and its Reaction (ARI)”,
ARI 62/2009 – 14/4/2009,
84
http://www.realinstitutoelcano.org/wps/wcm/connect/7f3587804f018af4aad8ee
3170baead1/ARI62-2009_Ming_Global_Crisis_China_Reaction.pdf?MOD=AJPERES&
CACHEID=7f3587804f018af4aad8ee3170baead1, (Erişim: 20.01.2010)
Yazarı Belli Olmayan İnternet Kaynakları
Çin Ticaret Bakanlığı internet sitesi, http://english.mofcom.gov.cn/statistic/statistic.html
“Kriz Kronolojisi”,
http://www.newyorkfed.org/research/global_economy/Crisis_Timeline.pdf,
(Erişim:10.02.2010)
“Krize Karşı Uluslar arası Tedbirler Kronolojisi”,
http://www.newyorkfed.org/research/global_economy/IRCTimelinePublic.pdf,
(Erişim:10.02.2010)
85
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ .................................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
KÜRESEL FİNANSAL KRİZ
1. Krizin Sebepleri ................................................................................................................................. 5
2.Krizin Küresel Etkileri ...................................................................................................................... 8
3. Finansal Kriz ve Orta Gelirli Ülkeler ........................................................................................ 16
3.1. Genel Açıklama .......................................................................................................................... 16
3.2. Güçlü Ekonomi Politikaları ve Kriz........................................................................................ 17
3.3. Kriz Öncesi Ekonomi Politikalarını Önemi .......................................................................... 19
3.4. İhracat Eksenli Büyüme ve Kriz .............................................................................................. 22
3.5. Serbest Ticaret ve Kriz .............................................................................................................. 23
3.6. Kriz ve İşsizlik ............................................................................................................................ 25
4. Finansal Krizin Çin ve Hindistan’a Etkileri ........................................................................... 26
4.1. Çin’e Etkileri ............................................................................................................................... 26
4.2. Hindistan’a Etkisi ....................................................................................................................... 30
4.3. Sınırsız İşgücü Teorisi ............................................................................................................... 33
5. Krize Karşı Uygulanan Politikalar ............................................................................................. 35
İKİNCİ BÖLÜM
KRİZ ÖNCESİ VE SONRASINDA
TÜRKİYE'NİN EKONOMİK GÖRÜNÜMÜ
1.Ekonomik Büyüme ......................................................................................................................... 37
2.Ödemeler Dengesi ve Dış Ticaret .............................................................................................. 39
2.1. Cari Açık Sorunu ve Kaynakları............................................................................................... 39
2.2. Dış Ticaretin Detayları .............................................................................................................. 40
2.2.1. Ülkelere ve Ülke Gruplarına Göre Dış Ticaret .............................................................. 41
2.2.2. Geniş Ekonomik Grupların Sınıflamasına Göre Dış Ticaret ...................................... 46
2.2.3. Uluslararası Standart Sanayi Sınıflamasına Göre Dış Ticaret ....................................... 49
2.3. Kriz Sürecinde Ekonomik Görünüm ..................................................................................... 51
3.Büyümenin Kaynağı ve Dış Ticaret Açığı ................................................................................ 53
3.1. Tüketimin ve Sabit Sermaye Oluşumunun Büyümeye Etkisi .............................................. 54
3.2. Tüketimin Finansmanı .............................................................................................................. 56
3.3. Sermaye Hareketlerinin Kura Etkisi ........................................................................................ 62
3.3.1.Döviz Kuru Sistemleri ........................................................................................................ 62
3.3.2. Cari Açık – Döviz Kuru İlişkisi ........................................................................................ 63
3.3.3. Değerli TL ve Enflasyon Hedefi ...................................................................................... 65
3.3.4. Kur Politikasının Diğer Makro Hedeflerle Uyumlu Olması ........................................ 67
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DIŞ TİCARETTE KORUMACILIK TARTIŞMALARI
1. Karşılaştırmalı Büyüme ve Ticaret Politikaları: Latin Amerika & Doğu Asya ............. 69
2.Türkiye ve Korumacılık ................................................................................................................. 73
2.1. İthal İkamesine Dayalı Sanayileşme Politikası ....................................................................... 74
2.2. İhracata Dayalı Sanayileşme Stratejisi ..................................................................................... 74
2.3. Günümüz Türkiye’sinin Problemi ........................................................................................... 76
2.4. Korumacılık Politikaları Çözüm Olabilir mi?......................................................................... 77
SONUÇ ............................................................................................................................... 77
KAYNAKÇA........................................................................................................................ 82
86
Download