SDOCAK 2015_SAYI62_cuma.indd - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
2015: Yeni Türkiye İçin
Başlangıç Yılı
T
ürkiye ağır aksak da olsa hemen her alanda
kendisini yenilemeye devam ediyor. 2014
yılı bu anlamda eski Türkiye’den kopuşun
hızlandığı bir yıl oldu. Statüko güçleri yeni aktörlerle ve yeni sürüm siyasi proje ve taktiklerle
kendi ömrünü uzatmak için son hamlelerini yaptı
ve deşifre olarak başarısız oldular. Her hastalıklı
gen gibi yarın metastas yaparak farklı desen ve
renklerde karşımıza çıkma ihtimali de elbette yok
değil. Ancak tek parti iktidarından tevarüs eden
baskıcı ve vesayetçi yapılar bir bir deşifre olup
kullanımdan düştükçe, toplumun yıllardır birikmiş
sorunları da daha hızlı biçimde çözüm yoluna
giriyor. Gelişen, kalkınan, şehirleşen ve dünya
ile hiç olmadığı kadar çok boyutlu bağları artan
Türkiye’nin, eski düzenin her yeni sürümünü teşhis edip reddetmesi de artık kaçınılmazdır.
2014’te çok heyecanlı ve rekabetçi iki büyük seçim yaşadık. 2015 yılı Haziran ayında yapılacak
genel seçimler ise Türkiye’nin seçimsiz geçireceği
yeni dört yılın önünü açacaktır. Bu nedenle 12
yıldır iktidarda bulunan AK Parti için de muhalefet
partileri için de yaklaşan genel seçimler son derece kritiktir. AK Parti’de genel başkanlık değişiminin
ardından başlayan kan değişimi yeni seçimlerde
meclis grubunun yenilenmesi ve ardından gidilecek olağan genel kuruldaki parti üst yönetiminin
yeniden şekillenmesi ile devam edecektir. Geçen
on yılda Türkiye’de sessiz ve köklü reformlara imza
atan iktidar partisinin kendini yenileyerek yola devam etmesi hayli yüksek olasılık görünüyor.
Muhalefet açısından da yeni yıl değişim ve dönüşüm için ciddi bir imkân ve fırsat olabilir. CHP,
MHP ve HDP yeni Türkiye’nin inşasında ve ülkemizin ihtiyaç duyduğu toplumsal uzlaşmaya dayalı
yeni bir Anayasa’nın yapımında kritik roller oynayabilir. Ancak özellikle CHP ve MHP’nin dünya ve
Türkiye gerçeklerini doğru okuyarak Türkiye’nin
geleceğine ilişkin eski formlara sığınmak yerine
daha dinamik ve değişime açık bir siyasi tarza
dönmeleri gerekiyor. Aksi halde hükümetin zorlamasıyla gerçekleştirilen reformlar kurumsal ve
yasal zemini değiştirmeye yetse de, zihniyet değişimini yavaşlatmakta ve Türkiye için vakit ve enerji
kaybına neden olmaktadır.
Oysa Türkiye’nin dünya konjonktürünün sunduğu imkân ve fırsatlardan yararlanabilmesi için
kendi iç sorunlarını hızla çözmesi ve zamanını,
enerjisini ve dikkatini dış dünyaya çevirmesi gerekiyor. Kürt sorunu dâhil tüm toplumsal sorunların
kalıcı biçimde çözümünün anahtarı olan yeni bir
anayasa yapılmadan, yani içerde siyasi tahkimat
başarılmadan, açık yaralarımıza karşı dış dünyanın müdahalesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu nedenle 2015 yılının yeni Türkiye’nin fikri ve
kurumsal olarak inşa edileceği yeni bir yıl olmasını diliyoruz. Burada herkese görev düştüğünü
de düşünüyoruz. SDE olarak bu görevi hakkıyla
yerine getirme gayreti içindeyiz.
Yeni yılınız kutlu olsun.
Saygılarımla…
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
İÇİNDEKİLER
STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 62 • OCAK 2015
12
Neye Hmmet, Neye Hzmet:
Darbe Yaparken “Enselenen” Örgüt
Prof. Dr. Yasn Aktay ............................................................................. 6
Otonom Yapıyla Mücadele
Dr. Murat Yılmaz...................................................................................12
Farklı Hedefler ve Tehdtlern Baskısı Altında Çözüm Sürec
Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................14
Fller Döğüştü Çmenler Ezld Ama Artık Buraya Kadar...
Orhan Mroğlu .......................................................................................17
17-25 Aralık Darbe Grşmnn Brnc Yılında
Paralel Devlet Yapılanması Tepetaklak
Bülent Orakoğlu ...................................................................................22
Bedell Askerlk Bedelsz Ordu
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca...............................................................28
İslam’ın Küresel Ötekleştrlmes ve Türkye
Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................34
Avrupa’nın Flstn/İsral Poltkası Değşyor Mu?
Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................39
İsral Syasetnde Tkkun Olam Arayışları
Öner Buçukcu .......................................................................................42
Küresel Denklemde Yen Senaryolar Çn, Rusya ve Türkye
Alper Tan ................................................................................................46
Türkye-Rusya Jeopoltğn Zorladığı Reel Poltk
Aydın Bolat ............................................................................................48
Rusya İle İlşkler: Alman Partner – Avrupalı Rakp
Zeynep Songülen İnanç .....................................................................52
Darbe İle Bölünme Arasında Lbya’nın Geleceğ
Doç. Dr. Cevher Şulul ..........................................................................57
Ferguson Sonrası Amerka’da Yenden Yükselen
Syah Hareketler
Amne İler ..............................................................................................60
Kenan Gürsoy le Papa Fransuva’nın
Türkye Zyaretn Konuştuk
Prof. Dr. Kenan Gürsoy Röportajı ....................................................63
Keşmr Seçmler ve Bölgesel Yansımaları
Hayat Ünlü ............................................................................................68
Nçn Çerkezköy Organze Sanay?
Dr. Ceml Ertem ....................................................................................74
Öncelkl Dönüşüm Programları
2. Grup Eylem Planlarına Bakış
Dr. M. Levent Yılmaz ...........................................................................80
Küresel Krz Ortamında 2014 Yılı Türk Dış Poltkası
Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................84
2014’te Savunma ve Güvenlk
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca...............................................................87
2014 Yılı Syasal Gelşmeler
Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................90
2014 Yılı Türkye Ekonoms
Dr. Tolga Dağlaroğlu ...........................................................................94
İnsan Hakları Açısından 2014 Yılının Değerlendrlmes
Selvet Çetn............................................................................................98
V. Dn Şurası Üzerne
Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 104
Rusya’nın Yen Jeopoltğ ve
Türkye-Rusya İlşkler Panel
SDE Haber ........................................................................................... 109
Organze Suçların Yol Açtığı Mal, Ekonomk ve
Sosyal Etklern Tespt ve Analz Sempozyumu
SDE Haber ........................................................................................... 110
Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesnde
Büyüyen Türkye Panel
SDE Haber ........................................................................................... 112
6
28
43
80
39
Stratejik Düşünce ve
Araştırma Vakfı İktisadi
İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
www.sde.org.tr
48
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Danışma Kurulu
Alper Tan
Prof. Dr. Muhsin Kar
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. B. Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Hasan Gökmeşe
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
Yönetim Yeri
Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve
Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Tel: 0 312 397 16 17
www.basakmatbaa.com
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik
Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846
Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu
uyarınca kaynak gösterilerek kısmen
yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz
ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide
yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri
ile
SDE
Akademik
Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının
düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin
kurumsal görüşünü temsil etmemektedir.
06
Neye Hmmet, Neye Hzmet: Darbe Yaparken “Enselenen” Örgüt
Prof. Dr. Yasn Aktay
Otonom Yapıyla Mücadele
Dr. Murat Yılmaz
14
Farklı Hedefler ve Tehdtlern Baskısı Altında Çözüm Sürec
Prof. Dr. Haluk Alkan
Fller Döğüştü Çmenler Ezld Ama Artık Buraya Kadar...
Orhan Mroğlu
22
12
17
Paralel Devlet Yapılanması Tepetaklak
Bülent Orakoğlu
Bedell Askerlk Bedelsz Ordu
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
28
İÇ POLİTİKA
Yolsuzluğa karşı temz toplum aradıkları yok. İstedkler şey, kendlerne haraç vermeyen,
kendlern görmeyen hç br bakanın, hç br başbakanın kalmaması d. 17 Aralık yıllardır her
tarafta denedkler bu “çökme” şlemnn hükümete karşı serglenmesnden başka br şey değld.
Tahlye edldkten sonra pşkn pşkn kalkmış “basın susturulamaz” dyor. Basını susturmak
steyen varmış gb. “Ortada dell dye heps heps k köşe yazısı, br haber” dyor. Bununla mı
suçluyorsunuz dyor. Mllet aptal yerne koyarak.
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
Darbe Yaparken “Enselenen” Örgüt
17
Aralık, bütün önceki darbeler gibi öncesi
ve sonrası iyice düşünülmüş, stratejik bir
aklın ve enstrümanların seferber edildiği
bir darbe teşebbüsüydü. Öncekilerden bir önemli
farkı, diğer bütün darbe teşebbüslerinin tecrübelerini, taktiklerini, aklını son derece başarılı bir biçimde
içselleştirmiş, muhtemelen hepsinden daha geniş
bir manevra alanını kullanıyor olmasıydı. Bütün darbe teşebbüslerinde bir ihanet vardır. Neticede meşru yönetimin, yani halkın temsilcilerinin kendisine
emanet ettiği bir silahlı gücün veya yetkinin o meşru
yönetime çevrilmesi her halükarda bir emanete ihanettir. O yüzden bütün darbeler başka her şeyden
önce bir emanete hıyanet boyutuna sahiptir.
Ancak daha önce askerlerin veya askerlerle iş tutan
sivil apoletlilerin darbeye niyetlendikleri andan itiba-
6
OCAK 2015
ren siyasetle aralarında herkesin hissettiği duygusal bir mesafe veya gerilim oluşuyordu. 27 Mayıs’ın
ayak sesleri çok önceden duyulmaya başlamıştı
mesela. Askerin Menderes ve hükümeti ile arasının
iyi olmadığı herkesin malumuydu.
Aynı şekilde 12 Mart muhtırasında darbenin tarafları
ile darbeye maruz kalan insanlar arasında ciddi bir
güç dengesi gerilimi vardı. 12 Eylül askeri darbesinin zemini öyle bir hazırlanmıştı ki, halkın önemli
bir kısmında bir adım sonrasının darbe olduğuna
dair yüksek bir beklenti oluşturulmuştu. 28 Şubat
postmodern darbesinden Refahyol kadroları ile asker ve şürekâsı arasında zaten devam eden bir dizi
hazımsızlık vardı. Buna yine akim kalmış 27 Nisan
e-muhtıra sürecini de bütün duyguların karşılıklı olarak alenen ve diş gıcırdatılarak gösterildiği Gezi sürecini de katabilirsiniz.
Oysa 17 Aralık darbe teşebbüsünün önemli farkı, darbe öncesinde ülkede hiç bir şekilde taraflar
arasında bu sonucu anlamlı kılacak hiç bir gerilimin
olmamasıydı. Ayak sesleri hiç bir şekilde duyulmayan, hasmına sinsice yaklaşan ve bir defada etkili
sonuca gitmeyi hedeflemiş bir darbe, kabul edilmeli
ki, son derece özgündü. Darbelerin artık suç sayıldığı bir demokratik dünyada elbette darbelerin “tedbirsiz” olması ve “darbe” kılığıyla gelmesi beklenemezdi. Ancak Türkiye’de 27 Mayıs ortamı da dâhil
olmak üzere darbelerin suç sayılmadığı, dolayısıyla
darbelerin kendilerini meşrulaştırmak üzere de ayrı
bir işlem yapmadığı hiç bir zaman olmamıştır.
Ne var ki, 17 Aralık yine de bir başka. Üzerinde çok
iyi çalışılmış ve görünür aktörlerinin aklını aşan bir
niteliğe sahip olduğu ortada. Darbenin aktörleri ve
destekçileri çok yakın zamana kadar hükümetle
beraber hareket ediyor gibi görünüyor, hükümetin
bütün imkânlarından en büyük koalisyon ortağı gibi
faydalanıyorlardı. Bu esnada iki taraf arasında çok
yakın dostluklar, insani ilişkiler, duygusal paylaşımlar oluşmuş ve bu sayede darbenin tarafları bir gün
sonra indirecekleri darbe için diğer tarafın en mahrem alanlarına kadar hiç bir rezervle karşılaşmadan
sokulmuş. Bu güven ortamının bir tarafça bir tür
istihbarat veya ispiyonaj gibi bir amaçla kötüye kullanılması beklenen bir şey değildi. Üstelik sonradan
bu alanda toplanan bilgilerin bile çarpıtılarak kullanıldığı görüldü.
O yüzden 17 Aralık, aynı zamanda insanlar arası
güven ilişkisine vurulmuş büyük bir darbe de oldu.
Bizzat Gülen hareketinin Türkiye’deki “sosyal sermayeye”, yani sosyal güvenin üretilmesi sürecine
yaptığı katkı boyutuna zaman zaman dikkat kesilmiş
biri olarak, bu hikâyenin böyle bir yere varmış olması neresinden bakarsanız benim için de büyük bir
hayal kırıklığıydı. Gülen hareketinin en büyük gücü
ve başarısı da, birbirine aşırı güvenen insanların birlikte neler yapabildiklerini göstermiş olmasıydı. Bu
topluluğun güven duygusuna açıkça darbe vuran
bu hareketi, aynı zamanda topluluk içi güven ilişkisinin de negatif boyutunu, yani sorgulanmadığında
ne kadar tehlikeli bir hal alabildiğini açığa çıkardı.
İslami açıdan insanların birbirlerine “dostu düşman
kılacak, helali haram kılacak kadar” güvenmeleri
caiz midir? Elbette ki, hayır... Kur’an’ı Kerim’de sorgulanmaksızın sergilenen bu düzeydeki bir güven
ilişkisinin doğrudan Allah’a ortak koşmak olduğuna
dair açık ayetler vardır (Örneğin, Tevbe Suresi 31.
Ayet).
Bu arada 17 Aralık darbe teşebbüsünün kendini
haklılaştırmaya çalıştığı alan AK Parti’nin 11 yıllık iktidarı döneminde en iddialı olduğu alanlardan biri:
OCAK 2015
7
Doğrusu hizmet faaliyetlerinin planlanması, örgütlenmesi, yürütülmesi sürecinde kendini hissettiren
bu aşırı disiplin, sistemik yapı ve stratejik akılda
Gülen’in ta o yıllarda hayatına etkili bir biçimde girmiş olan bazı çevrelerin belirleyici olduğu bugün
daha iyi anlaşılıyor. Eski CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in ve Komünizmle Mücadele Derneği
tecrübesinin de pişirildiği mutfağın izlerini taşıyor
hareket.
Yolsuzlukla mücadele. Hâlbuki bu esnada 11 yıldır
iktidarda olan AK Parti’nin bu ülkede gerçekleştirdikleri, ancak yolsuzlukla son derece etkili bir mücadele yapılmış olması sayesinde gerçekleşebilecek şeylerdi. Yolsuzlukla mücadele sayesinde elde
edilmiş olan kazanımlar sadece ülkenin ekonomik
göstergelerine yansıyanlardan ibaret değildir. Aksine, bizzat bu ekonomik göstergeler “yolsuzluğa
karşı adalet” değerini bir hayli öne çıkarmış, toplumda bu değerlere olan bağlılığı daha da artırmıştır.
Kendi darbesini haklılaştırmak için yolsuzluğu her
tarafı sarmış bir tehlike olarak uyduran veya abartan
bir söylem; zannedildiğinin aksine yolsuzluğa karşı etkili bir mücadele olmuş olmaz. Aksine bu yolla
yolsuzluğu “zaten herkesin en kolay yapabildiği bir
şey” olarak normalleştirir, teşvik eder. Paralel yapı,
darbesini meşrulaştırmak için toplumun 12 yıldır
AK Parti hükümetiyle birlikte yolsuzluğu mahkûm
etmek üzere yaygınlaştırmış olduğu bir inancı ve
maneviyatı bu kampanyasıyla kapatıp, tahrip etti.
Türkiye’de toplumun kendine olan inancını zedeledi. Oysa daha önce de söylemiştik, darbeden
daha büyük, daha yüz kızartıcı bir yolsuzluk daha
kaydedilmiş değildir. Çünkü bütün darbeler gücün,
yetkinin ve makamın yolsuzca suistimaline dayanır.
17 Aralık’ın silahşörleri yolsuzluk karşıtı kampanyayı dillendirdikçe, insanların dürüstlüğe dair bütün
inançlarını da aşındırmaya devam ediyorlar. Üstelik
8
OCAK 2015
17 Aralık’ın üzerinden geçen bir yıl boyunca, her biri
ayrı bir yolsuzluk dosyası olan entrikalarını çevirmeye devam ediyorlar. Bu da 17 Aralık’ın darbelerin
mantığını aşan başka bir farkı.
Yanlış Hesap Nereden Döndü?
17 Aralık darbe teşebbüsü şu ana kadar stratejik
akıl, hesap ve hareketiyle dikkat çekmiş olan bir
yapının faka bastığı bir olaydır. İlk anda insana bu
kadar derin hesapla, kırk yılı aşan bir süredir özenle inceden inceye işlenerek bir noktaya getirilen bir
yapının bu kadar büyük bir riski nasıl göze aldığını
sordurttu. Bazen bir insanın camiaya karşı görüşünü etkilemek için bile bir dizi kamu diplomasisi çalışması yapan, yurtiçi veya yurtdışındaki okullara alıp
gezmeye götürerek bir görüş oluşturmaya çalışan
camianın 17 Aralık sürecinin sonucunda içine düştüğü durum, göze almış olduğu bir durum olabilir
mi acaba?
Fethullah Gülen’in altmışlı yılların başlarından itibaren yürüttüğü mücadelenin 17 Aralık gününe kadar
gelen seyrine başından itibaren bakıldığında, harekette gerçekten bir şahsın kapasitesini çokça aşan
bir plan, program ve stratejik aklın olduğu görülüyor. Altmışlı yıllarda ilkokul mezunu yirmili yaşlarında bir hocanın aklını çokça aşan bir öngörünün ve
planlamanın o günkü başlangıç faaliyetlerinde bile
mevcut olduğu anlaşılıyor.
Gülen’in kendisi daha altmışlı yılların başlarında
Türkiye’de sadece İzmir’de bulunan bu derneğin Erzurum’daki ikinci şubesinin kurucusu ve aktif elemanı
olduğu biliniyor. Bizzat kendi “Küçük Dünya(m)”sında
aynı yıllarda verdiği bir vaazda insanları Hz. Ömer’in
resmedildiği bir filme karşı nasıl kışkırtarak harekete geçirdiğini, etkili vaazına örnek olarak veriyor ya,
doğrusu bu olay da üzerinde ayrıca durmaya değer.
Neticede bu stratejik aklın hepsinin bütün birikimlerini getirip 17 Aralık gibi riskli bir teşebbüse yatırmış
olmasını anlamakta zorlanıyor insan.
17 Aralık’ın görece kısa bağlamı içinde hareket
söylemleriyle asıl niyetleri arasında ne kadar büyük
bir uçurum olduğunu kısacık bir süre içinde aşikâr
etti. Hoşgörü, diyalog, hümanizm, birlikte yaşamak,
demokrasi gibi söylemleri dilinden düşürmeyen camianın bu kavramların hiç birine zerre kadar inanmadığı, aksine bütün bu kavram ve değerleri sadece güç biriktirmek için hoyratça tüketiyor olduğu
görüldü. Amaca ulaşabilmek için hiç bir değeri kullanmaktan geri durmayan camianın “aslında neye
inanıyor olduğu” bu saatte gerçekten merakı mucip bir sorudur. “Hoşgörü ve diyalog” kavramlarının
cılkını çıkardığı gibi, camia 17 Aralık sürecinde de
“yolsuzluk”, “kul hakkı”, “kamu hakkı” gibi kavramy devam ediyor.
y
ların cılkını ç
çıkardı,, ç
çıkarmaya
Alenen darbe yaparken enselenmiş bir yapı (ki, darbeden daha büyük bir yolsuzluk yoktur herhalde),
yaptığı darbede başvurduğu bütün yolsuzca taktikler açığa çıkmış olduğu halde halen pişkin pişkin
başkalarını yolsuzlukla suçlamaya devam ediyor.
Söylemdeki bu ısrar, kuşkusuz cemaatin stratejik
davranışıyla çok yakından ilgili…
Camia günübirlik bir refleksle hareket etmiyor. Daha
önce inanmadığı halde tepe tepe kullandığı bütün
kavram ve değerlere yaptığını, bu söylemlere de
yapıyor. Bir farkla ki, bu sefer bu söylemde hedefi belirlenmiş bir savaş yürütmeye çalışıyor. Ancak
bu stratejik akıl kime ne mesajlar veriyorsa bir yana,
camianın hem Türkiye’de toplum nezdinde hem de
İslam dünyasının her yanında içine düştüğü durum
içler acısı bir durum. Toplumda “yetim hakkı, kurban etleri, bağışlar ve devlet tahsisleriyle” ilgili birçok konuda yolsuzluk denilince akla bu camiadan
daha somut bir örnek gelmiyor. Devlet kadrolarına,
başkalarını alavere dalavere engelleyerek kendi
kadrolarını yolsuzca yerleştirmek denilince de herkesin aklına öncelikle bu camiayla ilgili somut örnekler geliyor ve aslında bu yanlarıyla da çırpındıkça
daha da batıyorlar. Buna rağmen, 17 Aralık darbe
girişimcileri stratejik stratejik çırpınmaya devam ediyorlar. 17 Aralık’ın hemen sonrası için hesaplarının
ve tahayyüllerinin çok farklı olduğu anlaşılıyor.
Birincisi, darbe teşebbüsünün başarıya ulaşacağına emin olmasalar bu riski asla göze alamayacaklarını da anlıyoruz. Ancak öyle görünüyor ki, 17 Aralık
onlar için kusursuz bir plandır. Muhtemelen başarmama ihtimali sıfır gibi görülüyor. Belki 17 Aralık’ta
başarılmasa 25 Aralık’ta, orada da başarılması 30
Mart’a kadar giden süreçte heybeden çıkarılacak
çok sayıda saldırıya karşı hiç bir hükümetin dayanamayacağını
y
ğ farz ettiler.
Toplumda “yetm hakkı, kurban etler, bağışlar ve devlet tahssleryle” lgl brçok konuda yolsuzluk
denlnce akla bu camadan daha somut br örnek gelmyor. Devlet kadrolarına, başkalarını alavere
dalavere engelleyerek kend kadrolarını yolsuzca yerleştrmek denlnce de herkesn aklına
öncelkle bu camayla lgl somut örnekler gelyor ve aslında bu yanlarıyla da çırpındıkça daha da
batıyorlar. Buna rağmen, 17 Aralık darbe grşmcler stratejk stratejk çırpınmaya devam edyorlar.
17 Aralık’ın hemen sonrası çn hesaplarının ve tahayyüllernn çok farklı olduğu anlaşılıyor.
OCAK 2015
9
17 Aralık, bütün öncek darbeler gb önces ve sonrası yce düşünülmüş, stratejk br aklın ve
enstrümanların seferber edldğ br darbe teşebbüsüydü. Önceklerden br öneml farkı, dğer bütün darbe
teşebbüslernn tecrübelern, taktklern, aklını son derece başarılı br bçmde çselleştrmş, muhtemelen
hepsnden daha genş br manevra alanını kullanıyor olmasıydı. Bütün darbe teşebbüslernde br hanet
vardır. Netcede meşru yönetmn, yan halkın temslclernn kendsne emanet ettğ br slahlı gücün
veya yetknn o meşru yönetme çevrlmes her halükarda br emanete hanettr.
İkincisi, bu plan sadece bildiğimiz boyutlarıyla paralel yapının tek başına kendi planı ve uygulaması
değildi. Ortada birincisi Gezi olaylarında harekete
geçmiş bir darbe konsorsiyumunun ikinci bir dalgası vardı ve bu dalga münhasıran paralel yapı tarafından üstlenilmişti. Ancak bu darbenin uluslararası
bir desteği olacağı da bekleniyordu ve o destek de
hiç bir zaman geri durmadı. Gezi’den bu yana dünyadaki birçok gelişme ile 17 Aralık teşebbüsünün
paralelinde veya desteğinde harekete geçiyor.
Ancak bütün o stratejik hesabın ve uluslararası
desteğin çuvalladığı bir yer var: Karşılarında şu ana
kadar darbenin türlü türlüsünü def etmiş bir liderin
tarzını ve etki biçimini gereğince hesaba katmadılar.
Ve 14 Aralık Operasyonu
Paralel yapının marifetleri öyle görünüyor ki, sayarak bitmiyor. Yalan, iftira, entrika, darbecilik, dini
istismar, yetkiyi ve görevi suiistimal, kadrolaşma,
emanete hıyanet, güveni kötüye kullanma vs. Bütün
bu özelliklerini göstere göstere sergiliyorlar ve pişkince. Ama bugünlerde gördüğümüz daha açık bir
özellikleri de cazgırlıkla suçluyken güçlü görünme
konusunda sergilenen üstün performans ve pişkinlik. Operasyonu günler öncesinden polisin içindeki
köstebekleri marifetiyle öğrenebildiklerine göre aslında haklarında başka delile bile gerek yok.
Polisin içinde hala devlete veya polis teşkilatındaki
hiyerarşik düzene değil kendilerine çalışan elemanlarının olduğu aslında bu olayla birlikte kesinlik kazandı.
“Nerede, hani paralel? Gösterin de gidip biz de üye
olalım” diye Kılıçdaroğlu triplerine yatmalarına gerek
yok. Bu hali görüp de “işte paralel” diyerek kimsenin
salağa yatmasına veya başkasını aptal yerine koymasına uygun bir durum yok artık. Daha kimsenin
ruhu duymamışken polisin içindeki elemanları eliyle
10
OCAK 2015
öğrendikleri bilgileri sosyal medya üzerinden paylaşarak bir de kalkışma örgütlediler. Yetmiyor, kısa
süre içinde dünyada şimdiye kadar himmet paralarını yedirdikleri medyadaki etkili çevrelerdeki bütün
adamlarını harekete geçirerek, kendilerine yapılacak
olan operasyonu daha yapılmadan, bir “özgür basını
susturma, muhalefeti bastırma” olarak anlatıp onları
sazan durumuna düşürüyorlar.
Hâlihazırda aralarında yüzlerce gazetecinin de bulunduğu 50 bin kişinin tamamen keyfi ve işkence
şartları altında tutuklu bulunduğu, her gün onlarca
kişinin sivil gösterilerde hayatını kaybettiği Mısır’a
dair hiç bir tepkilerini duymadığımız yabancı basından ve siyaset çevrelerinden henüz olmamış ve
muhtevası belli olmayan operasyonlar için müthiş
bir tepki kampanyasını bu sayede görmüş oluyoruz. Göz yaşartıcı bir hassasiyet, “özgür basın”
adına umut verici bir görüntü doğrusu. Aslında bu
vesileyle bu yapı psikolojik harp teknikleri konusunda da hiç de az marifetli olmadığını ortaya koymuş
oldu. Şimdiye kadar saman altındaki yollardan sessiz sedasız ne sular seller yürütmüş olduklarına dair
başka bir delile de, bilgiye de gerek bırakmıyorlar.
Bu marifeti, ta atmışlı yılarda Komünizmle Mücadele
yıllarında kontrgerilla temrinleriyle kapmış olduklarını
bugün daha iyi anlıyoruz.
14 Aralık’ta başlatılan operasyon aslına bakarsanız,
örgütün suç işleme tarzını en açık şekilde ele veren
bir olayın mağdurlarının şikâyeti üzerine başlatılmış
bir operasyon. Polis, yargı ve medya işbirliği içinde hedef alınan herhangi birinin hayatının kısa süre
içinde nasıl karartılabildiğine dair mükemmel bir örnek. Bu örnek sadece ismi bile paralel yapı tarafından “tahşiye” diye konulan gruba mahsus da değil.
Paralel yapının herhangi bir faaliyet alanına giren her
kişi veya gruba karşı bu yapının muamele tarzı bu.
Bu yanıyla yaptıkları mafya örgütlenmelerinin yaptığından farksız... Bir farkla, şimdiye kadar Türkiye’de
dini ve milli motifleri bu kadar etkili ve yaygın bir biçimde kullanabilen ve başta yargı ve emniyet olmak
üzere devletin bütün birimlerinde bu kadar yaygın
bir biçimde örgütlenmiş bir mafya örgütü yoktu.
Dershane alanına giren ve bu konuda yapıyla rekabet eden biri görüldüğünde hemen paralel yapıyla
bağlantılı bir savcıya o kişi hakkında bir uydurma
ihbar mektubu gönderiliyor, savcı hemen bütün iletişim araçlarını, telefonunu dinleme kararı alıyor ve
kısa süre içinde o kişiye çökülüyor.
Yolsuzluğa karşı temiz toplum aradıkları yok. İstedikleri şey, kendilerine haraç vermeyen, kendilerini
görmeyen hiç bir bakanın, hiç bir başbakanın kalmaması idi. 17 Aralık yıllardır her tarafta denedikleri
bu “çökme” işleminin hükümete karşı sergilenmesinden başka bir şey değildi. Tahliye edildikten sonra pişkin pişkin kalkmış “basın susturulamaz” diyor.
Basını susturmak isteyen varmış gibi. “Ortada delil
diye hepsi hepsi iki köşe yazısı, bir haber” diyor.
Bununla mı suçluyorsunuz diyor. Milleti aptal yerine
koyarak.
Sayın “gazeteci”; kimseyi iki köşe yazısı için aldıkları
yok, bunu sen de biliyorsun aslında ama yine söyle-
yelim. Ortada o köşe yazıları ve haberler marifetiyle
mağdur edilmiş, hayatları karartılmış insanlar var.
Hiç bir suçları yokken evlerine örgüte bağlı polisler
eliyle bomba konulmuş ve bu bombalar yüzünden
“terör örgütü” diye iftira atılmış insanlar var. O “iki
köşe yazısı” da pekâlâ o suçların delilidir. Bazen bir
“kıl” da bir cinayet mahallinde olayın aydınlatılması
için bir delil olabilir.
Yoksa basını susturmak isteyen kim? Basın susturulmuş olsa, senin basının adliye meydanının önünde
oynadığın gülünç kahramancılık oyununu canlı canlı
televizyondan verebilir miydi? Anlayana, o görüntünün kendisi suratına çalınmış bir cevaptır. Allah’tan
korkmaz, kuldan utanmazlar. Hayatlarını kararttığınız,
mafya gibi mallarına, mülklerine, özgürlüklerine çöktüğünüz insanlara karşı dini de, hizmeti de, demokrasiyi de kalkan olarak kullandınız. Gazeteciliği, özgür
basın söylemini mi kullanmayacaksınız?
Enselenmiş darbecilik ve hırsızlıklarınızı örtbas etmek için istediğiniz kadar cazgırlık yapın, yaptığınız
her şey sizi daha da batırıyor. Halk nezdinde meşruiyetinizi, inandırıcılığınızı, güvenilirliğinizi kaybetmişsiniz. Yıllarca himmetlerini sömürdüğünüz masum Türk halkı nezdinde kaybettiğiniz itibarınız size
pul olarak yeter.
OCAK 2015
11
İÇ POLİTİKA
OTONOM YAPIYLA
MÜCADELE
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
S
iyasi mücadeleyi meşruiyet sınırlarının dışına taşıyan ve asimetrik mücadeleyi tercih eden bir örgütün yurt dışında “güvenli üs” ihtiyacı duyması
kaçınılmazdır. “Güvenli üs” bölgeleri ise kaçınılmaz bir
şekilde, başka bir takım ülkelerde veya kontrolleri altındaki bölgelerde olabilir. Bu durum, bu örgütün “güvenli
üs” bölgesindeki güvenini sağlayan ülke veya güçle ilişkilerinin mahiyetini ehemmiyetli hale getirir. Burada artık bir tür “uluslararası ittifak” söz konusudur. Asimetrik
mücadeleyi tercih eden örgütün kendi ülkesinde mücadele ettiği siyasi güç aleyhine, güvenli üs bölgesinde
güveni sağlayan güç veya ülke lehine bir ilişki kurması
neredeyse kaçınılmazdır. Bu ilişki sisteminde güvenli
üs bölgesi tahsis eden ülkenin gücü nispetinde bir hiyerarşi ve hatta giderek emir-komuta ilişkisi oluşması
kaçınılmazdır. Bu ilişki tarzı ve hiyerarşide örgüte talimat veren pozisyonda olan ülkenin ihtiyaçları giderek
örgütün amaç, ideoloji ve toplumsal tabanının önüne
geçebilecektir. Üstelik bu ülke, uluslararası siyasette
örgüt kurma veya kurulmuş örgütleri kullanma suretiyle
kaos, kargaşa, darbe, iç savaş marifetiyle siyaset mühendisliği yapmak hususunda tecrübe ve know-how
bilgisine sahip dünya çapında bir ülkeyse; örgüt ne
yaparsa yapsın bu istikamete sürüklenmekten kurtulamayacaktır. Örgüt bu hususta direnirse lider kadrosunun değişmesi veya bölünerek kadroların yeni kurulan
bir örgüte devşirilmesi galip ihtimaldir. Örgütün yöneticileri de bu ihtimali bildikleri için, “suyu geçene kadar
ayıya dayı deme” fehvasına sığınarak örgütün amaç,
ideoloji ve toplumsal tabanını talileştirebilirler. Zaten örgüt bir kere kurulduktan ve gayrimeşru mücadele alanına girdikten sonra bizatihi örgütün yaşatılması amaç,
ideoloji ve tabanın önüne geçen bir beka sendromu
haline gelmiştir. Artık örgütün kendini devam ettirmesi
her şeyden ehemmiyetlidir ve bunun için şeytanla dahi
ittifak kurabilecek bir zihniyet ve kurmay heyeti oluşmuş durumdadır.
12
OCAK 2015
Asimetrik mücadelenin “tabiat kanun”larının Türkiye’deki asimetrik mücadelelerde de geçerli olmaması düşünülemez. Nitekim Türkiye siyasi tarihinde bu yönde birçok örnek bulmak mümkündür.
Türkiye’de siyaset alanını daraltan vesayetçi sistem
ve soğuk savaştaki kontrgerilla tatbikatı boyunca
daraltılmış meşru alan dışına çıkan ve asimetrik mücadeleye yönelen birçok örgüt ve akımdan bahsetmek mümkündür. Bu örgüt ve akımların hatıraları
bu asimetrik mücadelenin tabiat kanunlarını teyit
eden birçok örnekle doludur. Türkiye vesayet sitemini tasfiye ederken ve meşru siyaset alanını genişletirken, asimetrik mücadele kültüründen gelen
akım ve kadroları rehabilite etmek ve meşru siyasete katılmalarını sağlamak gibi zor bir problemi de
çözmek zorundadır. Çok uzaklara gitmeden sadece PKK ve Hizbullah üzerinde düşünmek bile bu
problemin büyüklüğünü ortaya koymaktadır.
Klasik askeri darbe, sokak hareketleri ve örgüt kurmak teknolojisiyle içeriden veya dışarıdan siyasete
müdahale etmek ve siyaset mühendisliği yapmak
know-howunun yeni sürümlerle devam ettiği görülüyor. Bu teknolojinin hala birçok ülkede iş gördüğü ve göreceği de aşikâr. Bu yüzden demokratik
hukuk devletini ve anayasal demokrasiyi korumak
isteyenlerin bu teknolojiyle baş edecek demokratik yol ve yöntemlerin üzerinde düşünmeleri elzem.
Olup bitenleri görmezden gelmek de, olup bitenlerin arkasındaki asimetrik mücadele teknolojisini
teşhis edenlerin komplo teorisyenliğiyle suçlanarak
geçiştirilmesi de doğru değil. Burada bu asimetrik
mücadele ve örgüt teknolojisinin üzerinde geliştiği
sosyolojik yapı ve siyasi kapasite eksikliğini ortadan
kaldıran, İslam dünyasının küresel, bölgesel ve milli
problemlerinin ihmal edilmediği geniş bir perspektife ihtiyaç var.
Türkiye, hâlihazırda vesayet sistemini tasfiye ederken demokratik hukuk devletini ve anayasal demokrasisini tam anlamıyla tahkim edememiş bir
geçiş sürecini yaşamaktadır. Bölgesel sorunlarla
beraber önceki dönemden müdevver asimetrik
mücadele ve örgütler, Türkiye’nin geçiş sürecinde
yaşadığı zorlukları arttırmaktadır. Bu bakımdan müzakere süreci, diğer asimetrik mücadelelerin meşru
siyaset dairesine temellükü bakımından hayati bir
tecrübe kıymetindedir. Bu tecrübenin paralel yapıyla mücadele olarak takdim edilen devlet içindeki
otonom yapının tasfiyesi sürecinde de akılda tutulması isabetli olacaktır.
Türkiye’de seçimlerle tesis edilmiş meşru siyasi
otoriteye karşı asimetrik bir mücadele veren devlet
içindeki otonom yapı, liderinin yurt dışına çıkışıyla
beraber yurt dışında güvenli üs bölgeleri aramaya
başlamıştır. Bu arayışın giderek bir örgüte dönüşen
otonom yapıyı güvenli üs bölgesini sağlayan güçle
sonu öngörülmeyen bir yakınlaşmaya götürdüğü
anlaşılıyor. Türkiye’de 7 Şubat MİT operasyonu ve
17-25 Aralık siyasete müdahale operasyonlarıyla
asimetrik mücadelenin dozu arttıkça otonom yapının güvenli üs bölge ve uluslararası hami bulma
ihtiyacı artıyor. Bu ihtiyaç ise otonom yapıyı, uluslararası güçlerle daha fazla yakınlaşmaya sürüklüyor.
Türkiye’deki her kayıp, otonom yapıyı yurt dışında
bunu telafi etmek kaygısıyla uluslararası güçlerle
ilişki kurmaya sürüklüyor. Uluslararası güçlerle her
yakınlaşma da Türkiye’deki tecridi güçlendiriyor.
Mücadelenin giderek sertleşmesi ve otonom yapının sıklet merkezinin tamamen yurt dışına kaymasıyla fark edilemeyen bu dönüşüm, kısa sürede
otonom yapının aleyhine olacaktır. Orta ve uzun vadede ise “paralel evrende yaşayanların fark etmediği tehlikeleri” demokratik siyaseti gözetenlerin ihmal
etmemesi gerekiyor.
Otonom yapının asimetrik mücadeleden vazgeçerek “Türkiyeli, siyasi ve demokratik” veya “Türkiyeli,
meşru ve sivil” bir dönüşüm geçirmesinin mümkün
olduğu bir perspektifin inşa edilmesi isabetli olacaktır. Türkiye bu şekilde tıpkı müzakere sürecinde olduğu gibi vesayet sistemi döneminin asimetrik mücadeleyle beslenen tarihi, siyasi, hukuki ve kurumsal bagajından kurtulabilecek bir gelecek tasavvuru
ortaya koyabilir. Asimetrik mücadele sürecinde
“örgüt” dışındaki toplumsallığını giderek kaybeden
otonom yapının tabanının paralel evrenden normalliğe geçişi ancak bırakılan açık kapı ve müzakere
süreciyle mümkün olabilecektir. Asimetrik mücadeleye katılan örgütlerin taban ve kadrolarının meşru
siyasete kazanılması, mücadelenin demokratik hukuk devleti standartlarında yürütülmesi ve anayasal
demokrasinin inşa edilmesindeki güçlü toplumsal
destek bakımından ihmal edilmemesi gerekiyor. Bu
tedbir, asimetrik mücadele veren örgüt tabanlarının
uluslararası güç merkezlerinin demirbaş listesine
kaydedilmesini engelleyecektir.
OCAK 2015
13
İÇ POLİTİKA
FARKLI HEDEFLER VE
TEHDİTLERİN BASKISI ALTINDA
ÇÖZÜM SÜRECİ
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
Ç
özüm süreci, hiç şüphesiz Türkiye’nin son otuz yılına
damgasını vuran, toplumsal birliği tehdit eden ve çatışmaları derinleştiren travmatik bir sorunun ülkede demokrasiyi güçlendirecek şekilde sonuca ulaştırılması girişimidir.
Bu girişimin başarıya ulaşabilmesi, her şeyden önce sürecin tüm
tarafları arasında sonuca ilişkin bir görüş birliğinin bulunmasına
yakından bağlıdır. Tarafların farklı sonuçlara odaklandığı bir sürecin
başarı şansı zordur. Habur fiyaskosundan bu yana geçirilen süreç
hükümet ile HDP-Kandil-İmralı’nın sürece verdikleri anlamın farklılıklarına ilişkin birçok ipucu taşımaktadır. Özellikle IŞİD’in Kobani kuşatması
ve sonrasında yaşanan 6-7 Ekim olayları HDP-Kandil-İmralı üçlüsünün
sürece bakışındaki farklılığı daha görünür kılmıştır. Sürecin yasal bir zemine kavuşturulduğu, üçlü ziyaret trafiğinin düzene bağlandığı, sekretarya
oluşturulması ve daha sivil grupların sürece dâhil edilmesinin tartışıldığı bu
günlerde HDP-Kandil-İmralı üçlüsünün sürece bakışlarındaki farklılığın doğurabileceği sorunların üzerinde durulması gerekmektedir.
2009 yılında başlatılan milli kardeşlik projesi kapsamında eve dönüş sürecini
bu üçlü, çözüm sürecinin bir aşaması olarak görmek yerine, gerilla savaşının
yeni bir aşaması olarak gösterme, Habur’u da bir zafer gösterisine dönüştürme
hevesi içinde sürecin genel meşruiyet zemini bulmasını tehlikeye atmakta bir
sakınca görmemiş ve ülkeye yaklaşık iki buçuk yıl kaybettirmiştir. Sürecin yeniden
toparlanabilmesi, kamuoyunda yeniden meşruiyet bulabilmesi için hükümet sorumluluk üstlenmiş, birçok eleştiriye göğüs gerilerek ve siyasal risk göze alınarak
süreç yeniden yapılandırılabilmiştir. Buna rağmen aynı üçlü bu çabaları görmezden
gelen, çabanın bir parçası olmak yerine, süreci başka hedefleri için kurban edebilecek söylem, eylem ve örgütlenmeye dönük bir tutumu sürdürmeyi yeğlemiştir.
Üçlünün böyle bir politika izlemesinin temel nedeni, belirtildiği gibi, çözüm sürecinin hedefine ilişkin farklı bir yaklaşıma sahip olmasıdır. HDP-Kandil-İmralı üçlüsü
14
OCAK 2015
başlangıçta çözüm sürecini zaten iflas etme noktasına gelmiş kır gerillası merkezli örgüt stratejisinden, kentsel bir harekete geçmenin bir aracı olarak kullanmaya çalışmıştır. Bu şekilde bir yandan çözüm sürecinin
örgüt tabanında yol açabileceği bir çözülmenin önüne geçilmesi,
diğer yandan örgütün kendine yeni bir otorite alanı açması açısından
bir zorunluluk olarak görülmüştür. Başka bir ifade ile çözüm sürecinin muhatabı
olan bu kesimin demokratik siyasete yönelme amacı başından beri tartışmalıydı.
Çözüm sürecinin başlamasına eş zamanlı olarak, mahalle komiteleri oluşturma,
yol kesme, kimlik kontrolleri yapma, kendilerine rakip olabilecek sivil oluşumlara
yönelik sistematik yıldırma amaçlı saldırılar, hatta köy boşaltmalara varan baskılar hep yeni stratejinin yansımaları olarak kamuoyunun gündemine gelmiştir.
Bu stratejinin sonuçlarından biri; yüksek düzeyde ajite edilmiş, çözüm sürecinin
doğurduğu ortamı otorite genişlemesi olarak algılayan bir örgüt tabanının kent
merkezlerinde mobilite kazanmasıdır. Bu anlamda sokak, çözüm sürecine ilişkin
örgüt içinde ortaya çıkabilecek görüş ayrılıklarına karşı da emniyet sübabı olarak
devreye sokulacak bir baskı aracı olarak da görülmüştür.
Buna karşılık çözüm sürecinin doğurduğu ortamın bölgede genel kabul görmesi ve
oluşan barış havasının bölgedeki sivil unsurlarca satın alınması, örgütün bu stratejisi ile açıkça çelişmektedir. Süreç ilerledikçe örgüt tabanında oluşan yenilgi ve
kayıp hissi özellikle Kandil üzerinde baskı oluşturmaktadır. Rajova bu
aşamada örgüte bir çıkış kapısı aralamış, Rajova deneyimi
öne çıkartılmak suretiyle örgüt tabanının yeniden ajite edilebilmesi mümkün olmuştur. Rajova’da oluşturulacak bölge
yönetimlerinin ABD koruması altında güçlendirilmesi ve daha
sonra bu deneyimin Türkiye’ye transfer edilmesi merkezinde
örgüt stratejisi yeniden dizayn edilmiştir. Çözüm süreci artık Rajova deneyiminin başarıya ulaşması için destekleyici bir faktördür.
Çözüm sürecinin sonlandırılacağı yönünde hükümet üzerinde baskı oluşturulmak suretiyle Türkiye’yi Suriye’nin kuzeyinde yaşanacak
gelişmelerden uzak tutmak, öncelikli amaç konumuna gelmiştir. Bu
doğrultuda Esed yönetimi ile işbirliğine gidilerek özellikle IŞİD’i destekleyen Türkiye imajı hem içeride hem de uluslararası planda ısrarla öne
çıkartılmıştır.
IŞİD’in Kobani kuşatması, bu stratejiyi tehlikeye düşürürken, aynı zamanda
örgütün çatışmalarda gösterdiği başarısızlık Rajova deneyimi ile ajite edilen
örgüt tabanı için olumsuz bir gelişme olmuştur. Kobani kuşatması bölgeden
Türkiye’yi izole etmeyi hedefleyen stratejiyi de anlamsız kılmış, bu seferde
Türkiye’ye yönelik bazı talepler HDP tarafından dile getirilmeye başlanmıştır.
Bu kez çözüm süreci, Kobani’de benim istediklerimi yapmazsan süreç biter,
çatışma başlar tehdidinin bir aracına dönüştürülmüştür. Selahattin Demirtaş’ın
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı % 9,5 oyun yanlış okunmasının da bir
sonucu olarak, izlenen stratejinin laik-sol kesimlerden de destek bulacağı inancı
bu stratejinin belirleyici dinamiklerinden biri olmuştur. Medyada üstlenmiş Rajova lobisinin bölgedeki gelişmeleri yorumlama biçimi, bu stratejiye açık destek
vermiştir.
6-7 Ekim olayları bu stratejinin bir parçası olarak devreye sokulmuş, ancak kendi içinde
birçok çelişki taşıyan örgüt stratejisi sahada iflas etmiştir. Sahada örgüt militanlarının
döktüğü kan, hiçbir lobinin saklayamayacağı çıplak bir gerçekliği gözler önüne serOCAK 2015
15
İÇ POLİTİKA
miştir. HDP’nin “U” dönüşü Habur’dan sonra yaşanan
ikinci fiyaskodur. İster istemez yaşananlar, çözüm
sürecinin sona erdirilip, erdirilmeyeceği yönündeki
tartışmaları da gündeme getirmiştir. Hükümetin tavrı
süreci bitirmek yerine, sürecin hangi temele oturtulacağı ve tarafların kararlılığına ilişkin sorgulamanın öne
çıkarılması olmuştur. Güvenlik temelinde çoğulcu bir
özgürlüğün koşullarının sağlanması hükümet açısından çözüm sürecinin önceliği konumuna gelmiştir.
HDP-Kandil-İmralı üçlüsüne düşen ise çözüm sürecini
barışa dayalı yeniden yaşama iradesini güçlendirilmesi
girişimi olarak gördüklerine dair kamuoyu önünde
inandırıcı somut adımlar atmasıdır.
Sürecin devam etmesi yönündeki kararlılığın yeniden öne çıkmasına rağmen, HDP-Kandil-İmralı üçlüsünün yaşanan deneyimden olumlu yönde ders
çıkardığına ilişkin bir gösterge de henüz mevcut değildir. Sahada tek otorite olma amacı ve çözüm sürecinin bu amacın bir aracına dönüştürülmesi isteği
örgüt yönetiminde hala güçlü bir eğilimdir. Örgüt,
çözüm sürecinin sağladığı çatışmasızlık ortamını,
kentsel bölgelerde vergi toplama, kendi koyduğu
kurallara göre sahayı denetiminde tutma, yargılama gibi uygulamalar için kullanma isteğindedir. Sırrı
Süreyya Önder’in İmralı dönüşünde Öcalan’ın taslağı ile ilgili açıklama yaparken müzakere taslağında
özerkliğin olduğunu belirtmesi, ardından “özerklik
değil, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi masada”
şeklinde sözlerine açıklık getirmesi; yine Selahattin
Demirtaş’ın Brüksel’deki konuşmasında öz savunma gücüne dayalı olarak yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden bahsetmesi bu açıdan üzerinde durulması gereken açıklamalardır.
Örgütün sahada otoritesini pekiştirebilmesi, farklı
düşünenler üzerinde baskı kurabilmesi ve ülkeden
kopma yönünde bir geçiş sürecini yönetebilmesi
için, silahlı gücüne bir tür meşruiyet kazandırması
gerekmektedir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesine
dönük atılacak adımlar, bölgede mahalle meclislerinin kurulması, farklı düzeylerde seçimler yapılması
ve bu seçimlerden “seçtirilen” kişilerin resmi seçimli
organlar üzerinde vesayet kurmaları sürecine hizmet edecek şekilde kullanılacaktır. Bütün bu süreci “çoğulculuk” görüntüsü altında örgütün istediği
şekilde denetleyebilmesi ve yönlendirmesi silahı bir
baskı aracı olarak kullanabilmesine bağlıdır. Rajova’daki üç kantonda aynı yöntem ile özerklik oluşturulmuş, Silahın PYD’nin elinde olduğu bir ortamda
16
OCAK 2015
sözüm ona demokratik bir öz yönetim kurulmuştur.
İstenen büyük ölçüde Kuzey Suriye’de yapılanın
Türkiye’ye transfer edilmesidir. Öz savunma güçleri
HDP-Kandil-İmralı için kritik önemde bir oluşumdur.
Örgütün kentsel tabanı bu amaçla eğitilmekte ve
zaman zaman sahaya sürülmektedir.
Üçlünün bu stratejisinin Kuzey Irak yönetimi ve Lübnan’daki Hizbullah’ın konumundan esinlendiği söylenebilir. Ancak her iki örnek de Türkiye’nin koşulları
açısından yanlış okunmaktadır. Öncelikle Kuzey Irak
yönetiminin konumu, Irak’ta ABD işgali sonrasında
oluşturulan gevşek federalist anayasal sistemden
kaynaklanmaktadır ve bu sistem Federal yönetimin
zayıflığından beslenmektedir. Aynı şekilde Lübnan
geleneksel olarak feodal ailelerin ve mezheplerin
kendi paramiliter örgütleri ile sistemde yer bulabildikleri bir ülkedir. Merkezi hükümetin zayıflığı, ordunun ülke topraklarını savunamaz düzeyde olması,
de facto olarak Hizbullah’ın Şiiler içinde güç kazanmasına ve meşruiyet bulmasına zemin hazırlamıştır.
Türkiye’de ne merkezi hükümetin zayıflığından, ne
feodal güç merkezlerinden, ne de zayıf bir ordudan
söz edilebilir. Türkiye koşullarında farklı dış vesayet
merkezleri ile geliştirilen ilişkiler ekseninde askeri
gücü olan bölgesel bir devletimsi yapının oluşması
oldukça zordur.
Ancak yine de HDP-Kandil-İmralı üçlüsünün çözüm
sürecini yukarıda çerçevesi çizilen hedefin bir aracına dönüştürme isteklerinin başarıya ulaşmasının
bazı koşullarda mümkün olabileceğinin altının çizilmesi gerekir.
• Devlet otoritesi sahada görünür olmazsa, sahte
iktidar alanları oluşabilir. Türkiye 1970’li yıllarda kurtarılmış bölge adı altında bu tür sahte alanların nasıl
oluşabildiğine şahit olmuştur.
• Birliğe yönelik tehdit, demokratik güçle karşılanmazsa toplumsal unsurları boyunduruk altına alabilir.
• Demokratik altyapısı sağlanmış güç ile sahaya
müdahale gecikirse, bizzat devlet gücü demokrasiden uzaklaşabilir.
Çözüm süreci ülkeye olan aidiyetimizin yeniden tanımlanması ve bu şekilde ortak demokrasinin inşa
edilmesi sürecidir. Bu süreçten bir Pol Pot rejimi
çıkmayacağı gibi, çoğulculuktan feodalizme dönüş
de mümkün olmayacaktır.
Orhan MİROĞLU
SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza
Araştırmaları Programı Koordinatörü
FİLLER DÖĞÜŞTÜ ÇİMENLER EZİLDİ
AMA ARTIK BURAYA KADAR...
T
ürkiye, Abdullah Öcalan’ın iade edildiği tarihte, en güçlü cemaat grubunun lideri Fethullah
Gülen’in neden Amerika’ya yerleştiğini gereği
kadar tartışmadı. Bu tartışmanın geç de olsa bugün
yapılıyor olması veya hatırlanması, yakın dönem
Türkiye tarihiyle ve bu tarihin küresel güçlere uzanan geçmişiyle yüzleşmek bakımından kanaatimce
büyük önem taşıyor.
Türkiye, soğuk savaş yılları dönemine ait müesses
nizamdan, nihayet çıkıyor. Zor ve sancılı da olsa
gerçekleşen budur aslında. Talihsizlik şurada ki,
Türkiye en karmaşık sorunu olan Kürt sorununu
bile, maalesef, soğuk savaş yıllarında kurulmuş ve
hala da bu yılların etkisinde politika sürdüren, strateji geliştiren PKK gibi bir örgütle masaya oturularak
çözülmeye çalışılıyor.
OCAK 2015
17
Türkye’nn karanlıklarda kalmış tarhnn aydınlanması lazım. Ama bu
aydınlanmayı salt, bu topluma çok zarar vermş br takım davalar üzernden
anlayableceğmz kanaatnde değlm. Mesele çok daha dernlerde gb gelyor
bana. Bugün yaşananları anlamak çn, İtthatçılığın tarh sahnesne çıktığı
günlere ve İtthatçı mras ve geleneğn cemaatlerden tutun da, syas partler,
ordu ve aydın hareketlerne varıncaya kadar oynadığı role
bakmak gerekr.
Dini cemaatler söz konusu olduğunda da aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Bu alanda da, baktığımızda,
soğuk savaş yıllarının ve ‘yeşil kuşak’ stratejilerinin
geride bıraktığı tuhaf bağlantılarla, ilişkilerle karşılaşıyoruz. Kurulmasında bu yana neredeyse hiçbir milli
iradesinin söz konusu olmadığı ve asıl olarak küresel
güçlerin siyasi mühendislikleri sonucu oluşmuş bu
nizamdan çıkmanın kolay olmayacağını ve bunun
için sağlam bir siyasi irade ve bu iradenin arkasında
duran bir halk gerektiğini düşünenler haklı çıktılar.
Geçmişte kurulmuş ve Türkiye’yi yönetmiş siyasi
partilerin ve güncel bir tartışma olması hesabiyle
söylemek gerekirse, cemaatlerin, vaktiyle üstünde düşünülmüş birer ‘küresel’ siyasi proje olduğu
tartışması, tencere dibin kara seninki benden kara
kıvamında yapılmazsa eğer, siyasi geçmişimizle
yüzleşmeye katkıda bulunabilecek kadar önemli bir
tartışma halini alabilir...
Eski Türkiye’nin bu gayrı-milli ama içerde milli dayanakları ve aktörleri olan projelerle uzun yıllar yönetildiğini ve buna karşı gösterilen milli reflekslerin
de çeşitli biçimlerde bastırıldığını düşünenlerdenim.
Milliliğinden şüphe duyulan projelere en ufak bir
itirazın yapılamadığı yıllarda bir parti kuruyorsanız,
18
OCAK 2015
geçiş aşamasında ‘küresel siyaset pazarının’ kaide
ve usullerini göz ardı etmeniz mümkün olmaz.
Küresel aktörlerle, yerel dinamikler arasında kurulan ilişkiler sanıldığı gibi, her zaman küresel güçleri
memnun eden bir hat ve zeminde ilerlemez. Kuruluşta küresel güçlerin desteklediği söylenen AK
Parti iktidarının 12 yıllık icraatı ve duruşu bunun en
somut kanıtıdır. ABD ve AB, AK Parti’nin iktidara
gelmesini istedi. Bunun basit ve anlaşılabilir bir sebebi var: Türkiye AK Parti ve askeri darbe seçeneğiyle karşı karşıya kalmıştı. Ama bu defa darbeye
kalkışanların yüzü, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül
fiili darbelerinde olduğu gibi Avrupa ve Batı’ya değil,
Avrasya’ya dönüktü ve farklı bir ideolojik tercih ve
donanımla geliyorlardı. Ergenekon sürecine bu açıdan bakmak, dünyanın AK Parti iktidarına yeşil ışık
yakmasını anlamaya yardımcı olabilir.
Bugün, bir yandan bu muazzam siyasi deneyim
var, ama bir yandan da kendi aralarındaki ideolojik
ayrılık noktalarını bir yana bırakmış, ‘hükümet başımızı dünyayla belaya soktu’ diye feryat figan eden
aydınlarımız ve siyasi partilerimiz var. Trajik bir durum... Trajik çünkü bu aydınların çoğunun hayatına baktığınızda, bütün ömürlerini Don Kişot misali
Batının yel değirmenleriyle savaşarak geçirdiklerini
görürsünüz.
yazdıkları bile yetmeyebilir durumu anlamaya ve
anlatmaya…
Netlik içinde ifade etmek gerekirse, bugün eğer
bu ülkenin dağlarında Kuvayı Milliye güçleri dolaşsaydı, AK partinin siyaset felsefesiyle hareket eder,
Türkiye’nin aile içi kavgalarını sona erdirmek ve zamanla kaybettiği özgüven duygusunu diriltmek için
milli politikalar takip ederlerdi.
Bu bakımdan, Türkiye’deki milli ve gayrı milli kavgasına, ya da küresel siyasi proje tartışmalarına,
içinde bulunduğumuz siyasi sürecin hakikatleri ve
dinamikleriyle baktığınızda karşılaşacağımız tablo
çok şaşırtabilir. Biliyoruz tabi, küresel siyasi pazarın
en ilginç ama en çok tahribat yapmış beynelmilel
projeleri maalesef bizim topraklarımızda pazarlandı, alıcı buldu ve hayata geçirildi. O kadar ki, bu
ülkenin Başbakanı, Öcalan Türkiye’ye teslim edildiğinde, bunun sebebini anlayamadığını söylemişti.
Şimdi de Fethullah Gülen’in neden aynı dönemde
Amerika’ya yerleştiğini anlayamıyoruz veya anlamaya çalışıyoruz. Anlamaya çalışırken de sorunu, tarihsel bağlamlarından ve gerçekliğinden kopararak,
cemaatin kontrol ettiği emniyet ve yargı güçlerinin
vaktiyle yürüttüğü operasyon ve bu operasyonlar
sonucu açılan davalar üzerinden anlamlandırmaya
çalışıyoruz.
‘Dünya beşten büyüktür’, derlerdi mesela; İsrail’e
‘One minute’ diye haykırır, Diyarbakır’a gider, ‘Kürt
meselesi benim meselemdir, bu meseleyi ben çözerim’ derlerdi. Dersim için özür diler, Alevi sorununu masaya yatırır, adımlar atarlardı. Yani bugün AK
Parti’nin yaptığını yapar, ülkenin bütün bu sorunlarına milli çözüm ararlardı. AK parti bunu yapıyor
bugün.
Örneğin, Kürt meselesi gibi bir meseleyi, aslanın
ağzından alınıp çıkarılan bir lokma gibi, küresel güçlerin egemenlik alanından alıyor ve milli bir çözüm
gerçekleştiriyor. Ama soğuk savaş döneminin yapıları, üstelik devlet bürokrasisi içinde belli bir güç
elde ettikleri aşikâr olan bu yapılar, sorunun çözümünü engellemek için MİT’e ve hükümetin ilgili
kurumlarına operasyon üstüne operasyon çekiyor.
Çözüm süreci unutmayalım ki, mili bir projedir. Küresel güçlerin hiçbir şekilde dahli söz konusu değil
bu projede. Bu milli proje kiminle hayata geçiyor,
muhatabı kim peki? Abdullah Öcalan ve Öcalan’ın
liderliğini yaptığı siyasi hareketin temsilcisi olan parti, yani HDP.
PKK neydi peki, milli bir projesi miydi Kürtlerin?
Herhalde bu iddia edilemez. Kuruluş aşamasından
başlayarak ‘millilik’ konusunda epey tartışmalı bir
tarihe sahiptir PKK. Öcalan’ın bu konuda söyledikleri son derece aydınlatıcıdır, ama bir gün bu döneme dair bir tarih yazılacaksa, Öcalan’ın söyledikleri,
Bir ‘Tahşiye’ mağduru, ‘boş yere 17 ay yattım’ diyor
mesela ve bu bizi üzüyor... Oysa insan hakları savunucusu Muharrem Erbey, KCK Davasından beş
yıl yattı. Erbey’le, Geçenlerde Kızılay’da bir kitapçı dükkânında karşılaştık. Yeni çıkan kitaplara bakıyordu. Bana Avrupa’da çok sayıda ödül aldığını
söyledi.
Muharrem Erbey, Fırat Anlı, Hatip Dicle gibi yüzlerce Kürt siyasetçinin hayatından alınmış bir beş yıl...
Telafisi mümkün olmayan bir zaman dilimi, koskoca bir beş yıl. Barışa ve demokratik siyasete, insan
hakları mücadelesine harcanması gerekirken, cezaevinde geçti. Kim telafi edecek bu mağduriyeti?
Avrupalılar mı yoksa bir bardak suda fırtına koparan
her renkten, her boydan müzmin muhalifler ve gazeteciler mi?
OCAK 2015
19
Cemaat veya paralel yapı br sonuçtur. Kötü nyetl nsanların şeytan zekâlarıyla,
brkaç emnyetçnn ve yargıcın marfetleryle oluşmuş br sonuç değl ama.
Cumhuryet dönem Türkye’snn karmaşık toplumsal yapısının ve sosyolojsnn
syas stsmarı üzerne taamüden nşa edlmş br sonuç…
Türkiye, beş-altı yıl önce, KCK tutuklamalarıyla hemen hemen aynı tarihlerde başlatılan bir başka davayla çalkalanıyor şimdi. Avrupalılar, fırsat bu fırsat
deyip feryadı kopardılar. Avrupa medyasında yer alan
haberlere baktığımda, aklıma Muharrem Erbey’e
Avrupa’da verilen ödüller geldi. Avrupalılar acaba
ödül verdikleri kişinin başına gelenleri hiç merak ettiler
mi diye düşünmeden edemedim. Muharrem Erbey’i
kim tutukladı, ona ve belediye başkanlarına kelepçeyi
kim taktıysa, iddia odur ki, aynı kişiler Tahşiye diye
isimlendirilmiş bir cemaat grubuna da operasyon
yaptılar. Bu grubu mağdur ettiler.
Tahşiye davasıyla ilgili olarak kimi medya mensuplarının ifadelerine başvurulması, Avrupa’da ve içerde, medya özgürlüğüne vurulmuş bir darbe olarak
gösterildi. Oysa gerçek bambaşka... Son yıllarda
kamuyoyunu sarsan operasyon ve açılan davalarda
belli bir cemaat grubunun oynadığı rol ve bu rolün
şimdi sorgulanıyor olması, medya özgürlüğüne vurulan bir darbe olarak nitelenemez.
Yarın Hrant Dink davasıyla ilgili soruşturma derinleştiğinde, başta Hürriyet gazetesi olmak üzere, o
korkunç manşetleri attıranların ve Hrant’ın katline
bu bakımdan ‘katkıda’ bulunanların oynadığı talihsiz rolü adalet sorgulamayacak mı? Sorguladığında, Hürriyet gazetesinde yazan bir takım adamların
ifadesine başvurulduğunda, gayrı Müslim cinayetlerinin aydınlanmasını isteyen Avrupalılar, basın
özgürlüğü filan deyip benzer demeçleri verecekler
midir acaba?
Türkiye’nin karanlıklarda kalmış tarihinin aydınlanması lazım. Ama bu aydınlanmayı salt, bu topluma
çok zarar vermiş bir takım davalar üzerinden anlayabileceğimiz kanaatinde değilim. Mesele çok daha
derinlerde gibi geliyor bana. Bugün yaşananları anlamak için, İttihatçılığın tarih sahnesine çıktığı günlere ve İttihatçı miras ve geleneğin cemaatlerden
tutun da, siyasi partiler, ordu ve aydın hareketlerine
varıncaya kadar oynadığı role bakmak gerekir.
20
OCAK 2015
İttihatçılıktan bu yana devleti ele geçirip, topluma
düzen vermek, Türk siyaset hayatının en temel ilkesi
oldu. Bu ilkeyi konjonktürel gelişmelere bağlı olarak,
kimi silah zoruyla kimi belli bir toplumsal meşruiyet
yaratarak, kimi gerektiğinde tabancayı çıkarıp masaya koyarak, kimi kuvvet komutanları ve ordu yani
darbeler üzerinden hayata geçirmek istedi.
Dünya ve Türkiye çok değişti, ama siyasetin bu ilkesinin hala geçerli olduğuna inanan ve temel paradigmasını, düşünüş kalıplarını İttihatçılıktan alan
ve iktidar için birbirleriyle mücadele eden gruplarda bir değişim olmadı. Tersine Türkiye değişirken,
bu grupların korkuları ve endişeleri arttı, değişime
direnmek için ortaya koydukları çabalar ve giriştikleri operasyonlar daha fazla hissedilir oldu. Hiç biri
bugünün Türkiye’sinde tek başına kalarak yaşayamaz hale geldi. Bu yüzden geçmişin kanlı bıçaklı
düşmanları, AK Parti iktidarı karşısında sarmaş dolaş oluyorlar. Birlikten kuvvet doğar deyip birlikten
medet umuyorlar ama özledikleri bu ilkesiz birliğin
Türkiye’de bir karşılığı yok artık. Bir elleri Kürt siyasetinde, bir elleri CHP’de, bir elleri bilmem nerede!
Mazilerine dönüp baksalar şu andaki hallerinden
belki de hicap duyacaklardır, ama bunu da yapmıyorlar. Maziyi biraz hatırlatmak bana düşsün bu
defa da, belki de son kez olarak…
Cumhuriyet nazlı bir gelin gibi Osmanlı İmparatorluğunun içinden çıkıp süzülüyorken, bu nazlı geline
talip olanlar da bir bir tarih sahnesine çıkıyor ve geline göz kırpıyorlardı...
Bir futbol sahası düşünün. Kalede devlet var. Sahada ise devletin kalesine gol atmak isteyen, bunun
için birbirine çalım atan sıra sıra dizilmiş siyasi takımlar var. Dini, etnik ve sınıfsal formalarını giymişler, kendi aralarında zaman zaman kavga ediyorlar,
sahada mücadele edecekleri takımı seçiyorlar, bu
takımlardan birinin en güçlüyü geçme ihtimali doğduğu anda, devletin imkânlarını kullanarak operasyonlar yapıyorlar ve devletin kalesi önünde kurul-
muş bu kavga, özü itibariyle devletin gölgesinde ve
bazen de açıkça himayesinde sürüp gidiyor.
İttihatçılığın siyasete ve devlete egemen olduğu
tarihten bu yana sahada kurulmuş olan müesses
nizam bu şekilde işliyor. AK Parti hükümeti bu müesses nizamı kucağında buldu. Müesses nizamla
mücadelede, nizamın en güçlü aktörlerinden biriyle-cemaatle kader birliği yaptı. Kişisel kanaatim
o ki, bu kader birliği olmasaydı, Türkiye askeri vesayete bir daha yenilecek ve AK Parti deneyimi,
bugün sadece umutla yad edilen bir hatıra olarak
anılacaktı. AK Parti iktidara geldiğinde, Devletin belli
bir hukukla yönetilen ve işleyen bir mekanizma olmadığını gördü. Devlet çeşitli iktidar gruplarının ve
güç odaklarının adeta ulusal bir mutabakatı sonucu
işliyor ve bu mutabakatta askeri vesayet ve devlet
dışı organizasyonlar belirleyici bir konumda bulunuyordu. Bu memlekete komünizm lazımsa biz getiririz lafı latife olsun diye söylenmiş bir söz değildi
aslında. Devletin ruhunu ortaya koyan bir sözdü.
Devlet kuruluşundan beri, İslami, etnik veya sınıfsal amaçlarla yola çıkmış her çeşitten grubun içine
sızmış, bu grupların kuruluşunu desteklemiş, ihtiyaç
duyduğunda bu türden örgütleri bizzat kurmuş ve
yönetmişti.
Cemaatler dünyanın hiçbir yerinde siyasi hayata ve
devletin işleyişine bu kadar güçlü bir biçimde belirleyici olmazken, Tanzimat’tan bu yana Batılılaşma
kavgası veren Türkiye’de, cemaatlerin oynadığı rol,
salt toplumsal bir talebin sonucu olarak görülebilir
mi? Kuşkusuz hayır. Filler dövüşürken, halkın payına düşen sadece çimen olmaktı...
Filler dövüştü, çimenler ezildi. Ve AK parti hükümeti
bu müesses nizamı kucağında buldu. Müesses nizamla mücadelede, nizamın en güçlü aktörlerinden
biriyle-cemaatle kader birliği yaptı. Sahadaki racona
uymaya belki de mecbur edildi.
bir evreye soktu. Cemaat, kendi televizyonlarında
yayına soktuğu dizilerde, Kürt sorununu çözmek
için yeni kahramanlar önerisinde bulunuyor, Öcalan
ve PKK’yle sürekli mücadele konsepti öngörüyordu. Ve doğrusu bu dizilerde yaratılan karakterler,
devlete 90’lı yıllarda, PKK’yle mücadele için farklı
ama hiçbir hukuki ve meşru yanı olmayan tekliflerde
bulunan ve bunu da hayatıyla ödeyen eski JİTEM’ci
Ahmet Cem Ersever’e de çok benziyordu.
Cemaat veya paralel yapı bir sonuçtur. Kötü niyetli
insanların şeytani zekâlarıyla, birkaç emniyetçinin ve
yargıcın marifetleriyle oluşmuş bir sonuç değil ama.
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin karmaşık toplumsal yapısının ve sosyolojisinin siyasi istismarı üzerine
taamüden inşa edilmiş bir sonuç…
Kendini solcu sanan İttihatçılar, kendini İslam
âleminin en güçlü grubu sanan ama geldiği yer itibariyle Hasan Cemal ve Oktay Ekşi gibi has Kemalistlerin ve İttihatçıların desteğine muhtaç kalmış bir
cemaat…
O Oktay Ekşi ki, neresinden bakarsanız bakın, karşınıza tipik bir İslamofobik çıkar. O Hasan Cemal
ki, bir gün dağlara çıkar, PKK’nin silahlı militanları
Türkiye’yi terk etmesinler diye gövdesini siper eder;
O Hasan Cemal ki, 12 Eylül’de Mamak ve Diyarbakır cezaevinden dışarıya habire ceset taşınırken
Kenan Evrenle Endonezya adalarına geziye çıkardı... Şimdi de İtalya kıyılarından, demokrasimizin ne
kadar da kötüleştiğini yazıp durmakta…
Bu İttihatçı tayfa şimdi kol kola el ele Türkiye’nin
yegâne milli ve siyasi projesi olan AK Parti iktidarını
alaşağı etmeye çalışıyor. Öyle bir dayanışma ki, insanın gözyaşları akıp sel oluyor!
İttihatçılar, Kemalistler, memleketin komünistleri,
hep bir aradalar…
AK partiyle cemaat arasındaki bu kader birliği, demokratikleşme ve özellikle Kürt sorununda yeni bir
paradigma gelişirken ve Türkiye’nin özgüven duygusunu arttıran hadiseler peş peşe yaşanırken (one
minute ve diğerleri gibi) çatırdamaya başladı.
Anlamadıkları tek şey şu: Bir dönem kapanıyor.
Yeni Türkiye elbette çok zor kurulacak. Yeni Türkiye, kendi soğuk savaş yıllarının içinden çıkarak
kurulacak. Türkiye soğuk savaş yıllarında kotarılan
küresel projelerle yönetilemeyecek kadar özgüveni
yüksek ve güçlü bir ülkedir artık.
Hükümetin Öcalan’la görüşmeleri başlatması,
cumhuriyetin son isyancılarına ve bu isyanın parlamentodaki temsilcilerine karşı geliştirdiği tanıma
siyaseti, Batı’yla ilişkilerde yaşanan anlaşmazlıklar
hükümetle cemaat arasındaki ilişkileri bambaşka
Cemaat-devlet kavgasında, gele gele Fethullah
Gülen’in iadesini konuşulduğu bir ortama gelindiyse, bu trajik sonucun muhasebesini en çok da
cemaate inanan insanların samimiyetle yapması ve
yeni bir tutum içine girmeleri gerekmez mi?
OCAK 2015
21
İÇ POLİTİKA
17-25 Aralık Darbe Girişiminin Birinci Yılında
PARALEL DEVLET YAPILANMASI
TEPETAKLAK
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
B
ugün paralel yapının, meşru hükümeti devirmeye yönelik 17-25 Aralık darbe girişiminin yıl dönümü.
Davos’ta Van Minut meselesinden sonra paralel
yapı cuntası, yargı-polis-medya ayaklarıyla Türkiye’yi
60, 71, 80 klasik darbeleri ve 28 Şubat Postmodern
darbe sürecinden farklı olarak, hukuk örtüsü giydirilmiş
bir darbe sürecine sokarak AK Parti iktidarını ve Başbakan Erdoğan’ı bizzat hedeflerine almışlardı.
Bu amaçla, Başbakan Erdoğan’ın dokunulmazlığını kaldırarak istifaya zorlayacak ve sonrasında tutuklayacaklardı. Bu konuda iddianame bile hazırlamışlardı. İddianamede halen görevde olan Başbakan Erdoğan için “Dönemin Başbakanı” sıfatını kullanmaları ihanetin boyutlarını ve
Türkiye’nin sürüklenmek istediği “Kaos” ortamını açıkça ortaya koyması bakımından vahim görünüyor.
Üst akıl tarafından maşa olarak kullanılan Paralel Devlet
Yapılanmasının (PDY) ana hedefi, Erdoğan’sız bir AK
Parti’ydi. 17 ve 25 Aralık darbe girişimlerinin önlenmesi
sonrasında muhtelif tarihlerde İstanbul, İzmir ve Ankara
başta olmak üzere birçok ilde PDY’nın polis ayağına
yapılan operasyonlarda bu örgütün “Devlet gücünü kullanmasının önüne geçilirken” operasyonlardan telaşa kapılan bazı çete elemanlarının darbe teşebbüsü ile
ilgili bilgisayar kayıtlarını
geri gelmemek üzere
sildikleri tespit
edilmişti.
Yapılan teknik çalışmalarda darbe teşebbüsü ile ilgili silinen çok önemli bilgilerin geri getirildiği, suç
konusu dokümanların soruşturmayı yürüten adli
makamların elinde olduğu bilgisi de sanırım PDY ile
yapılan mücadelede önemli bir gelişme.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan TOBB’da yaptığı
konuşmada bu ihanet sürecini açıkça ortaya koyan
açıklamalarda bulundu. “17 Aralık’ta bu oyunu görmeseydik, 25 Aralık operasyonunu yapacaklardı.
Bakanlar nasıl alınacak, başbakan nasıl alınacak
bunların planı hazırdı. Bizim alınmamızdan sonra
kurulacak hükümetin başbakan ve bakanlar dahi
tek tek hazırlanmıştı. Bir hükümeti devirecek yerine onlara hizmet edecek bir hükümet kuracaklardı.
17 Aralık sonrasında ne dedik inlerine gireceğiz. İnlerine girdik ve giriyoruz. Yolsuzluk kılıfı, yolsuzluk
maskesi darbe niyetinin üzerini örtmeye yetmedi.
Eğitimden, hizmetten, himmetten bahseden yapının birtakım kirli cinayetlere, faili meçhul cinayetlere
dahi bulaştığını işte bugünlerde görüyoruz. Daha
da fazlası çıkacak, zincir bunu gösteriyor, daha şaşırtıcı şeyler de görecek, duyacaksınız. Güneydeki
sevdikleri ülke yönetimi bunları maşa olarak kullandı
ve hala kullanıyor.”
Türkiye’de geçmiş dönemlerde işlenen ve kamuoyu vicdanını örseleyen tetikçisi yakalansa bile arka
planda azmettiricileri tespit edilemeyen faili meçhul
cinayetlerin Paralel Devlet Yapılanmasının işi olduğu
yönünde çok ciddi iddialar ortaya atılıyor.
Faili Meçhullerde Ön Alma Çabası Mı?
Eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin olaylı bir şekilde Ak Parti’den ayrıldıktan sonra ilginç bir soru
önergesi verdi. Bu soru önergesi, 21 Haziran 2014
tarihinde Zaman Gazetesinde tam sayfa yayınlandı.
O soru önergesinde enteresan bir şekilde, Hrant
Dink, Danıştay, Necip Hablemitoğlu Suikastlarının ve Zirve Katliamı ile Üzeyir Garih cinayetlerinin
PDY’nın üzerine yıkılacağından söz edilmişti. Önergenin Zaman Gazetesinde tam sayfa yayınlanması
bazı çevreler tarafından şüphe ile karşılanmış, günü
geldiğinde “Biz demiştik” demek için “Ön alma çabası” olarak yorumlanmıştı.
AİHM kararı ile Dink Suikastı soruşturması yeniden açılırken, ikinci derece azmettiricilerden Erhan
Tuncel’den sonra tetikçi Ogün Samast’ın da soruşturmayı genişleten savcıya verdiği ifade, Eski
22
OCAK 2015
Sz bakmayın Türkye düşmanı, AIPACK ve NEOCON
lobler kontrollerndek, Batılı yazılı ve görsel
medya le ttfak çnde olan yerl medyanın, 14
Aralık operasyonlarının, gazeteclk faalyetler
nedenyle yapıldığı palavrasına. Bz bu flm 7 Şubat
MİT Krznde, Gez olaylarında, 17-25 Aralık darbe
grşmnde, Adana’da MİT’e at TIR’lara yapılan
operasyonlarda, 6-8 Ekm Koban bahanesyle
gerçekleştrlmek stenen kalkışmada gördük. Bz
artık devlet ve kamuoyu olarak, küresel ve yerl
Türkye düşmanlarını tanıyor ve blyoruz.
İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek ve Ali
Fuat Yılmazer’in suikastla ilişkisine işaret etmiş ve
bu ikiliyi suçlamıştı.
Eski İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube
Müdürü Adil Serdar Saçan katıldığı bir televizyon
programında Danıştay, Hrant Dink, Rahip Santoro
cinayetlerini F tipi örgütün planladığını ifade ve iddia
etmişti.
Başbakanlık Teftiş Kurulu Dink Cinayeti ile ilgili olarak yaptığı incelemelerde, Ramazan Akyürek ve Ali
Fuat Yılmazer’in Hrant Dink’e yönelik koruma önlemlerinin alınması konusunda ellerinde yeterli bilgi
mevcut olmasına rağmen, koruma tedbiri alınmaması nedenleriyle görevlerini gereği gibi yerine getirmedikleri yönünde bir rapor düzenlemişlerdi.
Hrant Dink cinayetinin işlendiği dönemde İstanbul
Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürü olarak
görev yapan Ahmet İlhan Güler’in savcılık ifadesinde, dönemin Trabzon İl Emniyet Müdürü Ramazan
Akyürek’in “Hrant Dink ne olursa olsun öldürülecek” şeklindeki istihbarat notunu kendilerinden gizlediğini iddia etmişti.
Hrant Dink Suikastı Soruşturması Sil Baştan
Hrant Dink yaklaşık 8 yıl önce tetikçi Ogün Samast
tarafından katledilerek öldürülmüştü. Cinayeti ikinci
derecede azmettireni Yasin Hayal ve Polis İstihbaratı YIE elemanı Erhan Tuncel de deşifre edilerek
yargı önüne çıkarılmışlardı. Davanın arka planında,
cinayetle ilgili birinci derecede azmettiricilerin ortaya çıkmasını engellemek amacıyla, devlet kurumları
içine sızmış paralel yapıya mensup bazı görevlilerin
OCAK 2015
23
cinayetleri, faili meçhuller çözülür. Cinayetin ipuçları bizi hala korunan ve dokunulmayan devletin derinliklerine götürüyor.
Böylesi bir cinayetin aydınlatılabilmesi için,
işte bu yapının üstüne gidilmesi ve açığa
çıkarılması gerekir” demişti.
kasıtlı olarak gerçekleri sümen altı ettiklerine yönelik bazı iddialar, Dink cinayetini sil baştan araştıran
Savcı Yusuf Hakkı Doğan tarafından bütün yönleriyle inceleniyor.
Suikastın arka planında birinci derecede azmettiricilere yönelik önemli bilgi, belge ve delillere ulaşılması
durumunda, Yeni Türkiye için, demokrasi ve hukuk
devleti açısından, faili veya azmettiricileri meçhul cinayetlerle hesaplaşma şansını yakalayabileceğimiz
anlaşılıyor.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk olarak Dink cinayetinin tüm yönleri ile deşifre edilerek aydınlatılması durumunda, yakın tarihimizde kamu vicdanını
yaralayan, devlet-millet kaynaşmasını engelleyerek,
birlik ve beraberliğimiz açısından bir tehdit oluşturan
faili veya azmettiricileri meçhul 60’a yakın cinayet
veya suikast aydınlatabilecektir.
En önemlisi de Türkiye’de kamu düzeni ve güvenliğini, Kaos ve istikrarsızlık yaratacak eylem ve kalkışma senaryoları ile yıllardır bozan, milli iradenin
temsilcisi siyasi iktidarları hedef alan dış güçler ve
bu gücün kontrolündeki devlete sızmış etki ve nüfuz ajanları deşifre edilerek yargı önüne çıkarılabilecektir.
Hrant Dink davası avukatlarından Fethiye Çetin
bir röportajında, “Dink cinayetinin ardındaki örgüt
ortaya çıkarılırsa, bütün siyasi cinayetler, gazeteci
24
OCAK 2015
Çetin, ‘Utanç Duyuyorum’ adlı kitabında;
“İzleyenler hatırlayacaktır, bugüne kadar
gördüklerimden bildiklerimden, okuduklarımdan çıkardığım sonucu, cinayetin ardındaki örgütü soranlara şöyle açıkladım:
Hrant Dink cinayeti, pek çok benzeri gibi
Ergenekon’u da aşan, onun üzerinde, daha
derin bir yapı tarafından işlendi. Bu Yapının
izleri dava dosyalarında. Yapılacak iş, dosyalardaki izleri takip etmek, üstü örtülmek istenenlerin üzerine gitmek, Hrant Dink dosyaları,
Ergenekon dava dosyaları, Savcı Doğan Öz, Abdi
İpekçi ve daha pek çok dosya, görmezden gelinen,
üstü örtülen izleri, işaretleri takip edecek savcılar
bekliyor”.
Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin talebi üzerine Genelkurmay’ın gönderdiği hard disklerin incelemesini tamamlayan
Hâkim Hüsnü Çalmuk hazırladığı 212 sayfalık raporu Ergenekon Mahkemesine göndermişti. Raporda
Genelkurmay değerlendirmelerinde ABD-TürkiyeGladio bağlantısı da anlatılmış: “… Gladio’nun ABD
kontrollü bir yapı olduğu, NATO’ya girişle birlikte
Türkiye’de derin devletin ortadan kalktığı ve ABD
egemenliğinin devlete hakim olduğu, geçmişte
komünistler baş suçluyken, bugün ABD aleyhtarı
olan, milli çıkarları korumaya çalışan kurum, grup
ve yapıların suçlu haline getirilmeye çalışıldığı;
Gladio’nun Soğuk Savaş döneminde TSK’nın içerisinde olduğu, ancak TSK’nın 1990’lı yıllarda Özel
Kuvvetler Komutanlığını yeniden teşkilatlandırarak
millileştirdiği ve ABD’nin kontrolündeki yapıyı tasfiye ettiği, bunun üzerine ABD’nin Gladio’yu kendi
kontrolündeki Fethullahçı yapının içerisine yerleştirdiği, bugün Gladio’nun odağının emniyet içindeki
Fethullahçılar olduğu;
Genelkurmay değerlendirmesinde Danıştay, Hrant
Dink ve Rahip Santora suikastlarının da Fethullah
Gülen grubuyla bağlantılı olduğu iddia ediliyor.”
Yeni Şafak yazarı, Tamer Korkmaz ‘Derin Seferberlik’ başlıklı köşe yazısında; Seferberlik Tetkik
Kurulu’nda görev yapan genç subaylardan Esad
Keşafoğlu, kontrgerilla eğitimi alan ilk isimler arasındadır. Kendisinin “çok özel” bir misyonu vardı! 1952
yılından itibaren; yıllar sonra sahneye etkili “dini önder” kimliği ile çıkacak olan bazı isimleri “antrene
etmek için” seferber olmuş bir derin simadan söz
ediyoruz!
“Küçük Dünyam” adlı kitapta, Paralel Yapı’nın
‘Kâinat İmamı’nın, Erzurum’daki gençlik yıllarına
ait bazı hatıralara da ayrıntılı olarak yer verilmişti:
1950’li yılların ortalarında Erzurum’da katıldığı akşam sohbetlerini anlatırken aklında kalan isimleri
sayıyor... Esad Keşafoğlu’ndan da söz ediyor! Keşafoğlu için “O sıralarda üsteğmendi” diyor...
Sol Gazetesi’nin kontrgerilla üzerinde çalışma yapmış kalemlerle yaptığı söyleşi dizisinde Soner Yalçın;
“Fethullah Gülen, Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği kurucusuydu. Bugün Pensilvanya’da
yaşıyor. 40 yıllık bir tarihi süreç aslında sorunun
yanıtı değil mi? Gladio Hıristiyanlar için Opus Dei
neyse Müslümanlar için de Cemaat’in o olmasını
istiyor. Cemaat’in bu yönü ortaya çıkmıştır, okullarının amacı ortaya çıkmıştır, arkasındaki güç ortaya
çıkmıştır” diyor.
Hrant Dink Suikastı soruşturmasını sil baştan açan
Savcı Yusuf Hakkı Doğan’a, Erhan Tuncel ve Ogün
Samast’ın, cinayetin arkasında Ramazan Akyürek
ve Ali Fuat Yılmazer’in olduğu yönündeki iddialarını
çok yönlü, tarafsız ve adaletin tecelli etmesi açısından inceleyeceğine yönelik kamuoyunun önemli
desteği var.
kilde yolsuzluk kılıfı içinde harekete geçen Paralel
Devlet Yapılanması polis ve yargı ayaklarını kullanarak aralarında bakan çocukları, siyasiler ve iş dünyasından önemli isimlerinde bulunduğu birçok kişiyi
yolsuzluk ve rüşvet suçlamasıyla gözaltına almıştı.
PDY’nın aynı strateji ve taktikle kendileri ve üst akıl
için tehdit oluşturan kişi ve kurumları hedef alarak
kumpas kurmak suretiyle tasfiye ettikleri bugün tüm
çıplaklığı ile ortaya çıkarılmıştır.
Paralel Devlet Yapılanmasının El-Kaide ile ilişkilendirip kumpas kurduğu Taşhiyeciler ile ilgili Türkiye
genelinde yapılan operasyonlarda Tahşiye yayınevi
sahibi M. Nuri Turan ile Mehmet Doğan’ın da aralarında bulunduğu 122 kişi tutuklanmıştı. Mehmet
Doğan ile Vakit gazetesi yazarı Mustafa Kaplan 17
ay hapiste kaldılar. Suç bulunamadığı için 17 ay
sonra beraat ettiler.
Aslında Taşhiyeciler isimli bir örgüt yok. El-Kaide
yaftalaması da tamamen bir algı operasyonu. Bu
grup minik sayılabilecek bir “Risale-i Nur Cemaati”.
Tahşiye ise Cağaloğlu’nda bu cemaate ait bir yayınevinin adı.
Wikileaks’e göre “ABD’nin Türkiye Büyükelçiliği, bu
operasyonların El Kaide ile bağı bulunmayan İslami
oluşumları sindirme amacı taşıdığını, Polis ve diğer
güvenlik teşkilatlarının tutuklanan kişilerin El Kaide
ile irtibatlı olmadıklarını bildiklerini iddia ediliyor.”
Genelkurmay Başkanlığı’nın Ergenekon mahkemesine gönderdiği hard disklerde TSK
içinde var olan Gladio yapısının 1990’lı yıllar
sonrasında tasfiye edilerek millileştirildiği,
bunun üzerine ABD’nin Gladio’yu kendi
kontrolündeki Fethullahçı yapının içerisine
yerleştirdiği yönündeki iddia ve tespitlerinin
Dink ve Hablemitoğlu suikastlarını yeniden
araştıran savcılar tarafından mercek altına
alınması demokrasimiz açısından elzem
görünüyor.
Tahşiyeciler Kumpası
Geçen yıl 17 Aralık’ta devleti ele geçirmek
ve meşru hükümeti yargı darbesiyle yıkmak için birden fazla ilde organize bir şe-
OCAK 2015
25
2010 yılında gruba yapılan baskınlarda ele geçirilen sis bombasıyla “Zir Vadisi”nde yapılan kazılarda
bulunan sis bombasının seri numaralarının aynı olduğu belirtiliyor. Biri “Ergenekon” diğeri “El-Kaide”,
birbirinden çok farklı gruplara yönelik operasyonlarda tek bir bombanın 2 kez bulunmasının “14 Aralık soruşturması’nın” dikkat çekici delilleri arasında
olduğu belirtiliyor.
Fethullah Gülen, Nur Camiasının bir parçası olan
Taşhiye Grubu’nu neden hedefine almıştı? Taşhiye yayınevi sahibi M. Nuri Turan, Fethullah Gülen’in
Nur hareketinin bir parçası olmadığını aksine Nur
hareketini istismar eden, İslam’ı tahrif ederek İslam
Dünyası’nı, Batı’ya köle yapmak amacında bir kişi
olarak tanımlıyor.
Gülen’den başka hiçbir hocanın İsrail’i meşru otorite olarak görmediğini belirten Turan, kaleme aldıkları 5 eserden oluşan Rumuzul Kuran serisinin
Gülen’i rahatsız ettiğini belirterek şunları söyledi:
“Maide 51-56. ayetlerin tefsiri “Tek din İslam” meselesini işleniyor. En önemlisi istismar ettikleri şey
lailahe İllallah meselesidir. Gülen bu ayeti istismar
ederek ,”Muhammedun Resulullah” ifadesine gerek
olmadığını, Hristiyan, Yezidi, Yahudi ve Hinduların
Allah’ın zatını kabul ettiklerini, bunun üzerinde anlaşmamız gerektiğini belirtiyor. Biz de bu kitapta lailahe İllallahın içinde Muhammedun Resulllah’ın zaten olduğunu ve bunların ayrılmaz olduklarını ayet,
hadis ve fıkhi hükümlerle ispatladık.”
Fethullah Gülen’in kendisine biat etmeyen Tahşiyeciler ile ilgili olarak 6 Nisan 2009 yılında bu grubun faaliyetleri, El Kaide ile irtibatları, dini ve siyasi
söylemlerinin tehlikeli olduğuna yönelik Herkül org
sitesinde yaptığı konuşma, 8 Nisan 2009’da STV
ana haberde ve Zaman gazetesinde bazı köşe yazarları tarafından ele alınarak bu gruba operasyon
26
OCAK 2015
yapılmasına yönelik algı ve psikolojik harekat operasyonlarına dönüştürülmüştü.
STV’de yayınlanan, Tek Türkiye dizisinin 64. bölümünde karanlık kurul sahnelerinde Tahşiyeciler bir
tehdit unsuru olarak işlenmek suretiyle Tahşiye Yayınevine ve bu gruba yönelik PDY’na mensup yazılı
ve görsel medya tarafından yapılan karalama kampanyası ve kara propaganda ardından 2010 yılında PDY’nın polis ve yargı ayağınca, gruba yönelik
olarak başlatılan operasyonlarda örgüt faaliyetlerinde kullanıldığı iddia edilen, İstanbul’daki adreslerde yapılan aramalar birbiri ardına yaşanan hukuk
garabetlerini de gözler önüne seriyordu. İstanbul
Bahçelievler’de bulunan bir evde yapılan aramada,
2 adet el bombası, 1 adet el bombası gövdesi, 1
adet sis kutusu, çok sayıda fişek, kitaplar ve krokilerin bulunduğu belirtildi. Silah ve diğer mühimmatların üzerinde yapılan parmak izi incelemesinde
sanıkların parmak izine rastlanmazken, operasyonu
yapan polislerin parmak izleri saptanmıştı. Polisler
ise kendini, “Arama yaparken kullandığımız eldivenler yıprandığı için parmak izimiz çıkmıştır” diye
savunmuştu.
“Farklı” Operasyonlarda “Aynı” Bomba
Günlerdir konuşulan ancak bugün operasyonlara
dönüşen soruşturmanın delillerden biri; “aynı” sis
bombalarının “farklı” operasyonlarda ele geçirilmiş
olmasıdır.
Tahşiye Grubuna yönelik kumpas operasyonu, ilk
defa Paralel Devlet Yapılanmasının, illegal hiyerarşik
organize örgütlenmesini ve faaliyetlerini ortaya çıkarması bakımından önemli görünüyor. Pensilvanya’daki örgüt liderinin, hedef göstermesi üzerine
örgütün yazılı ve görsel medyası ile polis ve yargı
ayaklarının, kumpas kurulan gruba yönelik illegal ve
hukuksuz faaliyetlerini icra ederken geride bıraktıkları izler ve suç delilleri, bir yönden PDY’nın çöküşüne vesile olabilecek keyfi ve hukuk dışılığı gözler
önüne sererken, diğer taraftan 14 Aralık operasyonunun ne kadar hukuki ve adli bir olay olduğunu,
“Özgür ve bağımsız basına darbe” söylemlerinin
paralel devlet tarafından ortaya atılan içi boş algı ve
psikolojik harekât faaliyetlerine işaret ettiğini bariz
bir şekilde gösteriyor.
14 Aralık Operasyonunu yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, Paralel devlet Yapılanmasını hiç beklemedikleri, akıllarından dahi geçirmedikleri bir anda
kumpas delilleri ile birlikte kuyruğundan yakaladı.
Bu olay bu yapı tarafından kumpasa uğrayan mağdurlar açısından psikolojik eşiğin, bariyerin yıkılması
anlamına gelebilecek önemli bir gelişme. Bu güne
kadar PDY’nın Kumpasına hedef olan ancak bu yapının devlet içindeki gücünden korkan mağdurların
yargıya başvurarak haklarını arama, kumpasçılardan hesap sorma azmi ve kararlığına, Doping etkisi
yaparak küçük bir kartopunu büyük bir çığ haline
getirecek ve PDY’nı yok edebilecek ivmeye erişecek gibi görünüyor.
Siz bakmayın Türkiye düşmanı, AIPACK ve NEOCON lobileri kontrollerindeki, Batılı yazılı ve görsel medya ile ittifak içinde olan yerli medyanın, 14
Mart operasyonlarının, gazetecilik faaliyetleri nedeniyle yapıldığı palavrasına. Biz bu filmi 7 Şubat
MİT Krizinde, Gezi olaylarında, 17-25 Aralık darbe
girişiminde, Adana’da MİT’e ait TIR’lara yapılan
operasyonlarda, 6-8 Ekim Kobani bahanesiyle gerçekleştirilmek istenen kalkışmada gördük. Biz artık
Penslvanya’dak örgüt ldernn, hedef göstermes
üzerne örgütün yazılı ve görsel medyası le pols ve
yargı ayaklarının, kumpas kurulan gruba yönelk
llegal ve hukuksuz faalyetlern cra ederken
gerde bıraktıkları zler ve suç delller, br yönden
PDY’nın çöküşüne vesle olablecek keyf ve hukuk
dışılığı gözler önüne sererken, dğer taraftan 14
Aralık operasyonunun ne kadar hukuk ve adl br
olay olduğunu, “Özgür ve bağımsız basına darbe”
söylemlernn paralel devlet tarafından ortaya
atılan ç boş algı ve pskolojk harekât faalyetlerne
şaret ettğn barz br şeklde gösteryor.
devlet ve kamuoyu olarak, küresel ve yerli Türkiye
düşmanlarını tanıyor ve biliyoruz.
PDY Havlu Attı
14 Aralık operasyonu sonrasında paralel devlet yapılanmasının desteğini almış bazı gazeteciler, muhalefet partileri, siyasiler ve ordu göreve pankartı
açıp, darbe çığırtkanlığı yapan bazı sol grupların ve
en önemlisi de HDP ve PKK’nın şehir örgütlenmesi
YDG-H’nin bu yapı ile ilişkilerini, bu yapı tepetaklak
olurken verdikleri desteği ibretle izliyoruz. Herhalde
birbirine aykırı bu grupları bir noktada buluşturan
ideoloji, Türkiye Düşmanlığı ve darbe kardeşliği,
güç ise üst yapı veya üst akıl olsa gerek.
Ancak korkunun ecele faydası yok Paralel Devlet
Yapılanması havlu attı bile. Paralel Devlet Yapılanması medyasını izlediğinizde anneanne ve dede süsü
verilmiş yaşlı kişilerin psikolojik harekât faaliyeti olarak değerlendirilebilecek “yeter artık bu kavga bitsin
yönündeki serzenişleri (kardeş kavgası anlamında)”
Neocon ve Yahudi lobilerinin kontrolündeki ve 21.
yüzyıl kasabı Esed muhibbi ABD gazetesi Wall Stret
Journal’dan Obama’ya devreye gir çağrısı; hakkında yakalama kararı ve kırmızı bülten çıkarılması an
meselesi olan örgütün 1 numaralı şüphelisi Gülen ve
PDY’nın tepetaklak çöküşünü durduramayacaktır.
Risali Nur talebesi olan Muhammed Doğan 2005 yılında kaleme aldığı Rumuzul-Kur’an 4 adlı eserinde
Gülen Hareketi’nin 2014’te sönmeye başlayacağını
ifade etmesi ne kadar öngörülü, doğru ve ders alınması gereken bir tespit.
OCAK 2015
27
İÇ POLİTİKA
BEDELLİ ASKERLİK
BEDELSİZ ORDU
Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA
SDE Savunma ve Güvenlik
Programı Koordinatörü
A
skerlik zor bir iş; insanın bütün hayatını belirleyen, düşünüş biçimine kadar etki
eden ve dünyayı sürekli bir tehditler ülkesi gibi gösteren zorlu bir meslek. Sadece
kışlada değil hayatın her alanında disiplin altında olmayı ve hep bir hiyerarşi içerisinde yaşamanın güçsüzleştirici ve yozlaştırıcı yanlarıyla baş etmeyi gerektiren ‘baskıcı’
bir kültür. Doğası gereği sivil hayatın zıddına bir dünyada geçen, insanları sürekli olarak
ikili kategorilerle düşündüren, siyasalın var olanı değiştirici potansiyelinden ürken, devletçi
ve statik bir yerden sürekli kendini korumaya alma içgüdüsüyle şekillenen bir dünya.
Elbette haysiyetli ve cesaret isteyen de bir iş. Hele ki bu işi meslek olarak benimsemiş
kimselerin karakter olarak güçlü, gözü pek, vatanperver ve bir o kadar da zeki ve fedakâr
olmaları şart. Pek çok zorlu meslek gibi sevilmeden, sırf para için ya da geçim temini nedeniyle ‘yapılacak iş değil’. Para için yapılacak iş, meslek değildir fehvası en çok buraya
m
siste i
yoruz, o günden bu yana çok şeyler
i
y
i
n
en
a
Y
n
a
.
a
l
değişti ama işin doğası aslında hep
r
sınd stemidi y zekay
ı
ç
a
i
aynı kaldı. Savaş ve askerlik, esasen
s
iye
ma
şi
Türk bir ordu rün, kur tiği, bu i
elinizdeki gücü ve kendinizi -her açıa
tö
k
eş
dan- çok çok iyi bilip, en ince ayrıntısıkarm l ile ama nün birl er olara
ef
cü
ne
n
i
ü
o
na
ve en küçük güç birimine kadar çok
a
g
n
y
l
i
s
i
l
r
e
prof ın manev yapanla birliği ha
iyi
hesaplayıp
sonrasında akıl oyunları
halk k olarak ıkı bir iş stemdir.
ile
karşı
tarafın
en
güçsüz olduğu bir anı
e
i
s
mesl anların karma s
ve yeri kollayarak eyleme geçme stratejisinyap ren bir
den başka bir şey değildir.
içe
uyuyor sanki. Mutlaka gönül vermek, yapılan işle
ve memleketle sürekli bir manevi bağ kurmak ve
motivasyonunu, savunmaya değer bir halka olan
inançtan almak son derece önemli.
Bu bağ kurmak meselesi hem bedelli askerlik hem
de profesyonel orduya geçiş tartışmalarının kalbinde
yatan, esas mesele. Kısa ya da uzun dönem askerlik
denen şey aslında ‘askerlik temel eğitimi’. Erkeklerin
bir savaş çıkması halinde ülke savunmasında görev
alabilir olmaları gibi bir amaçtan hareketle, temel
askeri bilgilere sahip olmaları ve ordunun arkasında
bütün bir halkın olduğu intibasının sürekli tutulması
için konulmuş bir zorunluluk. Askerlik esasen böylesi
bir intibalar üzerinden de düşünülen bir iştir. İşe yarar
bir intiba yarattığınızda yaptığınız şey anlamsız ve işe
yaramaz olsa da savaş halinde fazlasıyla işinize yarar
çünkü Sun Tzu’nun ünlü eseri Savaş Sanatı’nda bu
durum etkili bir biçimde anlatılır:
Savaş, kandırmacalı bir iştir. Bu nedenle vurabilecekken vuramayacakmış gibi göstermek, saldıracakken saldırmayacakmış gibi göstermek, yaklaşırken uzaklaşıyormuş gibi göstermek, uzaklaşırken
yaklaşıyormuş gibi göstermek gerekir... Düşman
konuşmalarında alttan alıyorsa hazırlık yapıyor demektir, saldıracaktır; düşman yüksekten atıyor ve
üstümüze geleceğini söylüyorsa geri çekilecektir;
hafif savaş arabaları öne çıkmış, askerler her iki tarafında sıralanmış ise saldıracaklar demektir; hızla
kaçarken askerlerini savaş düzenine sokuyorsa bir
süre sonra ölümüne savaşmayı planlıyor demektir… (Tzu, 2014: 2,27).
Elbette, Sun Tzu’nun yaşadığı Çin’in sürekli birbiriyle savaş halindeki beylikler döneminde yaşamı-
28
OCAK 2015
Bu bağlamda, ülkenin bütün kaynaklarının -kadınlar, yaşlılar ve çocuklar dâhil!- gerektiğinde ordunun
gücüne eklenebilir olması, ülkedeki her bir araç-gereç ve fabrikanın, araba sayısından maden ocaklarının üretim kapasitesine kadar her şeyin çok iyi
bilinip hesaplanarak orduya destek verir bir kaynağa kolaylıkla dönüşebileceği düşüncesini yaratmak
gerekir. İsrail’de kadınların askerlik yapması zannedildiği gibi ‘adam yokluğu’ndan değil aslolarak
böylesi bir düşüncenin yaratılma oyunundan kaynaklanır. Aynı şekilde, İsrail’in elinde kimsede olmayan silahların olduğu inancının yaratılması aslında o
silahlara sahip olmaktan daha değerlidir.
Bu anlamda bütün bir halkın gerektiğinde bütün
gücüyle kendini korumak için her şeyiyle savaş vereceği izleniminin canlı tutulması son derece önemli
bir psikolojik ve sembolik anlama sahiptir. Ancak
bugün Sun Tzu’nun zamanında yaşamadığımızdan
aynı ölçüde teknolojik ve teçhizat olarak da gelişmiş ve son yenilikleri adapte edebilen bir kurmay
yönetimine sahip olduğu intibasının canlılığı da aynı
ölçüde önem arzeder.
Türk ordusunun dünyanın en güçlü ordularından
biri oluşu sadece askeri gücünden kaynaklanmaz;
tarihten getirdiği intibanın -ordu-millet oluşununve sürekli yaydığı sembolik mesajının da bunda
çok önemli bir payı ve etkisi vardır. Dolayısıyladır ki
bugünkü orduların en güçlüleri aynı anda bu ikisini yapabilenler ve bunu güçlü bir intibaya dönüştürebilenler, bu türden bir karma sistemi başarıyla
uygulayabilenlerdir.
Aynı anda halkın bütünüyle, tereddütsüz şekilde
arkasında olduğu ve eli silah tutan herkesin gerektiğinde memleketi canı pahasına savunacağı ile
ordunun sürekli kendini yenileyen, her türlü teknolojik yenilikten faydalanabilen ve daha önemlisi kendi savunma teknolojisini üretebilen bir yönetim ve
OCAK 2015
29
kurmay, bunun ordunun halkla kurduğu güçlü bağı
zayıflatacağı, savunma söz konusu olduğunda ayrıcalık olamaz inancını yıpratacağı, kışladaki askerlerin motivasyonunda kırılmaya yol açacağı ve askerliğin öneminin azalarak değersizleşeceği gibi nedenlerle kaygılı olduğunu bir biçimde hissettiriyor. Ki
zaten Savunma Bakanı da Genelkurmay’ın bedelli
konusunda ‘olmasa daha iyi olur düşüncesi’nde olduğunu açıkladı.
la
halk ı
n
u
un
lar
e ord evi bağ elli
v
a
l
n
y
ordu erekli ma rece bed
n
ı
k
ü
l
a
Ha
kisi g tuttuğu s anlamd ine
ş
i
l
i
olan p güçlü fesyonel endişes
yı
ğı
ro
sağla erliğin p isi olaca kir.
ask ı bir etk ak gere
latıc pılmam
zayıf
ka
kaynak gücüne sahip oluşu intibası oluşturmak son
derece kritiktir. Bunun tersine bir izlenime sebebiyet
vermemek de öyledir. Buradan bakınca, Türkiye’nin
son on yılda savunma sanayi alanında yaptığı yatırımlar ve ürettiği araçlar hem gerçekte hem de
sembolik yönüyle önemli. Türk Cumhuriyetleri’nde,
Orta Doğu hatta Uzak Doğu ve Asya’da ürettiği
teknolojileri satan bir konuma gelmiş olması yeni
dünya düzeninde ordunun eski caydırıcılığının da
modern dönemdeki yeniden üretimidir.
Dolayısıyla, hem bedelli hem de profesyonel ordu
meselesine buradan bakmak gerekir. Bir kere şunu
söylemek lazım ki herkesin askerlik yapması gerekmez; ülkenin düşünsel, ekonomik ya da sosyal
gelişimine katkı vermek de en az askerlik yapmak
kadar önemli bir katkıdır -savunma sanayiinde son
derece başarılı teknolojik yeniliklere imza atan mühendislerin büyük kısmı muhtemelen askerliğini bedelli olarak yapacaktır mesela- ama herkesin ülkeyi
savunmak gerekirse -ki yegâne değerli ve vicdani
savaş savunma savaşıdır- bundan ‘kaçmadan’ ne
gerekiyorsa yapacağını hissettiren bir tutumda olması gerekir, beklenir. Ordunun, askerlik yapsa da
30
OCAK 2015
yapmasa da kendi ordusu, kendi içinden çıkan ve kendini koruyan bir kurum
olduğu inancına sahip olması gerekir;
askerliği bedelli olarak yapsalar da ordunun bedelsiz bir memleket kurumu olduğu inancı yerleşmelidir.
Askerin de içinden çıktığı halka ve onun siyasal
temsilcilerine inanması ve güvenmesi, onu sonuna
kadar korumaya değer görmesi ve dışarıya ana güç
kaynağının bu inanç olduğu mesajını verebilir nitelikte olması gerekir. Diğer yandan, askerler şunu
çok iyi bilirler ki savaşın kuralı yoktur ve savaş, barış
zamanında öğrenilmez ve de öğretilemez; savaş
yalnızca savaş halinde öğrenilen bir şeydir. Bu
yüzden “zafer, önceden görülebilir ama yaratılamaz” denir (Tzu, 2014: 11). Bunun anlamı şu ki tam
anlamıyla profesyonel bir ordu söz konusu olamaz.
Askerlik, profesyonel bir meslek olmanın rasyonel
kurallarıyla ve barış zamanlarının hayali senaryolarıyla yapılamayacak kadar yakıcı bir gerçekliğin içinde yapılan bir iştir. Başka bir deyişle, zafer ancak ve
sadece savaşın kendi gerçekliği içerisinde üretilebilir bir şeydir. O nedenle genellikle barış zamanının
kudretli komutanları ile kenarda bırakılanları savaş
sırasında yer değiştirirler.
Bu çerçevede son tartışmaları değerlendirdiğimizde, görüyoruz ki halkın önemli bir kısmı bedelli askerliğe adaletsizlik yarattığı, parası olmayanın canıyla ödediği bir bedel olması gibi oldukça haklı ve vicdani gerekçelerle karşı çıkıyor. Askerlik hizmetinden
para ödeyerek muaf tutulanların orduyla bağlarının
hep zayıf olacağı, bunun bir güç kaybına neden
olacağı ve dışarıya karşı verilen caydırıcı mesajın
zayıflayacağını dile getiriyorlar. Aynı şekilde Genel-
Bir diğer konu askere bakan yönüyle, bedelliden
yararlanacakların sadece işini gücünü bırakamadığı, hayata karışıp çoluk çocuk sahibi olduğu için
ya da düşünsel ve kültürel alanlardaki kesintiye yer
olmayan çalışmaları nedeniyle değil aynı zamanda
askere ne pahasına olursa olsun gitmemek için kırk
dereden su getiren yöntemlere başvurarak bedelli
fırsatı kollayanları da kapsadığı gerçeğinin biliniyor
oluşudur. Aynı şekilde, Türk askerinin asıl gücünün
saldırı değil mukavemetinden ve Anadolu çocuklarının manevi gücünden kaynaklandığının bilinmesi.
Bedelli meselesinin manevi bir motivasyon kaybına
yol açacağı düşüncesi.
Bu konuda isteksiz olanlara bakan yönüyle ise askerin siyaset üzerinde kurduğu vesayetin zaman içerisinde ülkeye verdiği zararın, halka verilen değere ve
yüceltmelere karşılık kışladan içeri adım atan askerlere bireysel olarak ‘en ufak’ bir değer verilmeyişi,
egoları tatmin etmek için bir sürü ‘mantıksızlıklar’a
katlanılmak zorunluluğu ve askerin siyaset ve toplum üzerindeki vesayet gücünün aslında tam da
önemli ölçüde ‘herkesin’ bu tezgâhtan geçiyor olmasından kaynaklandığı gerçeğinin oluşu.
Her iki tarafın da önemli haklılıkları var ve bu yüzden Türkiye açısından en iyi sistem karma bir ordu
sistemidir. Yani profesyonel ile amatörün, kurmay
zekâyla halkın manevi gücünün birleştiği, bu işi
meslek olarak yapanlarla nefer olarak yapanların
sıkı bir işbirliği halini içeren bir karma sistemdir. Bedel ödeyerek sosyal, ekonomik ve teknolojik ilerlemeler kısmında çalışanlarla bu ödenen bedellerle
bu işi kendine meslek edinecek gönüllü ve memleketçi bir kesimin uyum içerisinde kendini yeniden
üretebilen ve iç tartışmaların dışarıya verilen izlenimi
zaafa uğratmadığı bir yapıdır, ideal olan.
Machiavelli ünlü eseri Hükümdar’da, kendi zamanının İtalya’sının ayakta duramayıp kendini savunamamasını ordudaki paralı askerlerin varlığına bağ-
lar. Sırf paralı askerlerden oluşan bir ordunun, yurt
aşkı ve vatan bilincinden yoksun kişilerin ‘toplaması’, barış zamanında bir zorba, savaş zamanında ise
korkak ve kolaylıkla esir olmaya yatkın olduğunu,
saldırmakta acımasız ama savunmada ve mukavemet göstermekte pek cılız kaldığını söyler. O nedenledir ki karma sistem oluşturulurken, bedelli askerlik yapanların oranının Türk ordusunun asıl gücü
olan mukavemet gücünü zayıflatacak, savunma
gücünü zaafa uğratacak dereceye çıkarılmaması
gerekir. Bu oran, profesyonellik ve yönlendiricilik
gerektiren alanla sınırlı tutulmalıdır ki bunun karşılığı
azami % 40’lık bir orandır.
Zamanın ruhu, askerin yeniden yapılandırılarak,
daha esnek ve daha dinamik kılınmasını, o eski,
‘karadüzen’ iş yapma anlayışın bir tarafa bırakılarak
daha teknolojik ve stratejik hamleler yapılmasını şart
koşuyor. Hantallıktan arınarak hafifleyen ve böylelikle hareket kabiliyeti artan ama aynı zamanda ekonomik kaynaklarla insan kaynağını sürdürülebilir bir
denge içerisinde yeniden oluşturması gerekiyor. Etrafı ateş çemberi bir ülkenin ordusunun güçlü oluşu
ve dışarıya karşı verdiği güçlü mesajı sürekli canlı
tutmanın yeni meşru yollarını bulması da gerekiyor.
Profesyonel ordu, maaşlı askerlik demek değildir.
Daha çok; ordunun, bu işi hayatının bir döneminde
yapanlardan oluşmamasını, bütün birikimi ve kapasitesiyle kendini bu işe veren, hayatını buradan
kazanan öncü ve yönlendirici bir meslek sınıfının
yöneticiliğindeki bir orduyu ifade eder. Bugüne kadar büyük ölçüde rütbeliler profesyonel, rütbesiz
askerler ‘geçici’ askerlik yapan kişilerden oluşmakta iken bundan böyle en alt kademedeki askerlerin
de belli bir kısmının profesyonelleşeceği, günümüzün askeri teknolojisi ve stratejisinin kullanılabilmesi
ve hayata geçirilebilmesi için yalnızca rütbeli sınıfın
profesyonel oluşunun yetmediği ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak, halkın orduyla ve ordunun halkla
olan ilişkisi gerekli manevi bağları sağlayıp güçlü
tuttuğu sürece bedelli askerliğin profesyonel anlamda zayıflatıcı bir etkisi olacağı endişesine kapılmamak gerekir.
Kaynakça
Machiavelli, N. (2008), Hükümdar, çev: Necdet Adabağ, İstanbul: İş Bankası Yayınları.
Sun Tzu (2014), Savaş Sanatı, çev: Pulat Otkan, Giray Fidan,
İstanbul: İş Bankası Yayınları.
OCAK 2015
31
DIŞ POLİTİKA
İSLAM’IN
Küresel Ötekileştirilmesi ve
TÜRKiYE
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
S
oğuk savaş bittiğinde 1990’lı yıllarda küresel sistemin barışçıl geleceğine ilişkin ümit
rüzgârları eserken, bazı realist yazarlar yakında soğuk savaşı özleyeceğimize ilişkin bizleri uyarmışlardı. Huntington gibi bazıları ise zaten medeniyetler çatışması teziyle karamsar bir gelecek tasavvurunu çoktan ilan etmişlerdi. Ne yazık ki Sovyetler
Birliği’nin yıkılışının üzerinden bir çeyrek asır geçtikten sonra bugün barış, güven, düzen ve istikrar bakımından dünya soğuk savaş dönemini neredeyse
34
OCAK 2015
özler duruma geldi. Pek çok gözlemci dünyanın bugünlerde çok daha çetrefilli bir savaşa doğru sürüklenmekte olduğunu iddia ediyor. Bazıları ise aslında
böyle bir savaşın düşük yoğunluklu olarak çoktan
başladığını söylüyor. Katolik dünyasının dini lideri
Papa Fransuva’nın 3. Dünya Savaşı uyarısı yapması ve noel mesajında Hıristiyanları ve tüm insanlığı
aşırılıklara karşı uyarması boşuna değil. Aynı şekilde
Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez’in de V.
Din Şurasında yaptığı konuşmasında, bir yandan
batıda artan dini hoşgörüsüzlük ve İslamafobia’dan durumda. Ne yazık ki, IŞİD türü aşırı gruplar da sadiğer yandan ise bir merhamet ve barış dini olan nal âlemi ve sosyal medyayı egemen devletlerden
İslam’ın bazı grupların davranışları nedeniyle bugün çok daha etkili biçimde kullanabiliyor. İnternet ortaadeta şiddetle anılır olmasından duyduğu rahatsız- mında görsele dayalı şiddet pornografisi ve nefret
lığı açıkça ifade etmesi ve Müslümanları yeniden mesajları, din adamlarının merhamet mesajlarından
barış ve düzen inşa edici medeniyet perspektifine çok daha hızlı ve güçlü bir şekilde yayılıyor. Siyasi ligeri dönmeye çağırması
derlerin barış söylemleri
tesadüf olmasa gerekve hukuk adamlarının
Soğuk savaş bttğnde 1990’lı yıllarda küresel sstemn
tir. Zira dünya tarihini
adalet çağrıları değil,
okuyabilenler açısınöç alma, ırkçılık, dışlabarışçıl geleceğne lşkn ümt rüzgârları eserken, bazı
dan küresel sistemin
ma ve herkesin kendi
realst yazarlar yakında soğuk savaşı özleyeceğmze
geleceğine ilişkin kaadaletini
kendisinin
lşkn bzler uyarmışlardı. Huntngton gb bazıları
ramsar olmak için çok
sağlaması gibi mesajneden var.
lar daha fazla makes
se zaten medenyetler çatışması tezyle karamsar br
buluyor bugünlerde.
Zaten kırılgan olan
gelecek tasavvurunu çoktan lan etmşlerd. Ne yazık k
Sonuçta geleneksel
küresel barışın makro
Sovyetler Brlğnn yıkılışının üzernden br çeyrek asır
iktidar ve güç ilişkiledengeleri hızla bozurinin sarsıldığı ama yegeçtkten
sonra
bugün
barış,
güven,
düzen
ve
stkrar
luyor. Küresel yönerine yenisinin kurulabakımından dünya soğuk savaş dönemn neredeyse özler
tişim sistemi işlemez
madığı bir belirsizlikler
hale geliyor. BM gibi
duruma geld. Pek çok gözlemc dünyanın bugünlerde çok
ve anarşi döneminden
örgütler işlevsizleşiyor.
geçiyoruz.
daha
çetrefll
br
savaşa
doğru
sürüklenmekte
olduğunu
İkinci Büyük Savaş’ın
dda edyor. Bazıları se aslında böyle br savaşın düşük
ertesinde kurulan dünDerinleşen Sistemik
ya düzeninin üzerinde
Krizler ve Yükselen
yoğunluklu olarak çoktan başladığını söylüyor.
oturduğu
kurumlar
İslam Karşıtlığı
hızla çözülüyor; ilkeler,
2014 yılı bu bağlamda
değerler ve normlar giküresel barışın dinamikderek aşınıyor. Uluslararası
lerinin yerini çatışmaya bırakması anlamında
sistemin kurucu unsuru ve asıl aktörleri sayılan
önemli bir dönüm noktası oldu. Suriye’de devam
ulus devletlerin egemenlik yetkileri de yeni iletişim
eden iç savaş giderek kötüleşirken; IŞİD’in aniden
devriminin yarattığı güçlerin çapraz baskısı altında
Musul’a
saldırması ve ardından Irak’ın neredeyse
sarsılıyor. Yeni sosyal hareketler devletleri içeriden
üçte
birini
ve Suriye’nin önemli kesimlerini kontrol
çürütüyor; iktidarlar otoritelerini kurmada ve seedecek
hale
gelmesi ve Rusya’nın Kırım’ı dünyanın
çilmiş hükümetler dahi meşruiyetlerini korumada
zorlanıyorlar. Geleneksel dini eğitim kurumları ve gözü önünde güç gösterisi yaparak kendi ülkesine
otoriteler yeni gençliği anlama ve yönlendirmede ilhak etmesi ve türlü taktiklerle Ukrayna’yı bölünme
yetersiz kalıyor. Sosyal medya Papalık’tan da El- aşamasına getirmesi dünya barışının çözülüşüne yöEzher’den de daha güçlü şekilde dini ve gayri dini nelik en somut örnekleri oluşturuyor. İsrail’in Gazze
bilgiye ulaşmanın aracı haline gelmiş durumda. Es- saldırısı ve ağır insan hakları ihlalleri ne yazık ki pek
kiden olduğu gibi artık gençlik bilgiye, hakikate veya çok ülke tarafından umursanmıyor ama bölgesel
dine ulaşmak için işi ehline sormak veya kütüpha- barış ve istikrarın geleceği açısından son derece
nenin tozlu raflarında ansiklopedi karıştırmak gibi kritik bir gelişme olduğunda şüphe yok. Daha da
gereksiz işlerle (!) uğraşmıyor. Tam tersine parmak- önemli olan şey belki de son aylarda İslam’a ve Müslarının ucundaki mobil telefonunun veya bilgisayarı- lümanlara yönelik saldırıların, İslam karşıtı söylemlenın tuşlarıyla ulaşabildiği çoğu zaman sığ, yetersiz rin ve dahası kitlesel eylemlerin giderek artmasıdır.
ama merakını giderecek kadar mevcut olan kısıtlı Bu anti-İslami söylem ve hareketlerin küresel barışı
bilgiyle tatmin oluyor. Sorun şu ki, kimsenin denet- tehdit eden bir çatışma ve terör zemini yaratmasını
lemediği ve herkesin her şeyi yazabildiği, yükleye- engellemek için hepimiz bunların altında yatan sosbildiği sanal âlemde, doğru ve yanlış iç içe geçmiş yo-ekonomik ve psikolojik faktörleri doğru okumak,
OCAK 2015
35
kurulan tuzakları ve komploları iyi anlamak, analiz
etmek ve bunlara yönelik uygun stratejiler geliştirmek durumundayız. Gerçekten son aylarda başta
Almanya’daki Pegida hareketi olmak üzere, Batılı
ülkelerde artan İslam karşıtı hareketleri besleyen
süreçler nelerdir? Bu nefret söylemini besleyen şey
Batı’nın kendi içindeki sosyo-ekonomik krizler midir
yoksa İslam dünyasındaki gelişmeler midir? Dahası
neden İslam dünyası ve topyekûn olarak Müslümanlar negatif haberlerle dünyanın gündemindedirler?
21. yüzyılda İslam dünyasının geleceğine ilişkin yeni
bazı küresel stratejiler mi uygulamaya konulmuştur?
Batı’da İslam Karşıtlığı Neden Yükselişte?
• Müslümanların dik duruşu
Önce şu tespiti yapalım. Son üç asırdır (hatta haçlı
seferlerine geri gidersek son bin yıldır) batı medeni-
36
OCAK 2015
yetinin tüm saldırılarına, sahip olduğu yüksek teknolojisini acımasızca kullanmasına ve bilim, sanat
ve kültürel alanlarda üstünlük iddialarına rağmen
Müslüman halklar hiçbir zaman diz çökmedi. Kendi
inançlarının ve medeniyetlerinin doğruluğu ve üstünlüğü iddialarını devam ettirdiler. Fukuyama’nın
tarihin sonu tezinde açıkça belirttiği üzere, faşizmi
ve komünizmi sıcak ve soğuk savaşlarda güçle yenen Batı karşısında her şeye rağmen, kimliğinden
ve iddialarından vazgeçmeyen ve direnen inanç
ve ideoloji olarak yalnızca İslam kaldı. 19. yüzyılda
Hindistan’ı ilk sömürge haline getiren İngiltere’ye
karşı oluşan direnişin öncülüğünü yapan Mevlana
Halid-i Bağdadi’nin şekillendirdiği Müslümanca duruş, 20. yüzyılda Cemiyeti İslam ve Müslüman Kardeşler gibi hareketler vasıtasıyla tüm Arap dünyasına yayıldı ve Kuzey Afrika’ya kadar uzandı. 1979
İran Devrimi sonrasında ise siyasi direnişler yeniden alevlendi. 2010’da başlayan Arap Baharı ise
topyekûn Arap dünyasında yeni bir ayaklanmaya
sahne oldu. Dolayısıyla Müslümanlar kimlik, dünya
politikasında onurlu bir temsil ve adil bir gelecek adına hem kendilerini yöneten despotik rejimlere karşı
çıktılar hem de onları ayakta tutarak İslam coğrafyasını yöneten Batı dünyasına karşı açıktan kafa
tutmaya başladılar. Son zamanlarda gerek klasik
medya gerekse sosyal medya üzerinden İslam’la
ilgili haber, görüntü ve olaylarda bu nedenle ciddi
bir patlama yaşandığını söylemek yanlış olmaz. Batı
dünyasındaki halklar da kendi değerlerini sorgulayan ve kafa tutan Müslüman dünyasındaki siyasi
hareketlenmelere karşı tepkisini artırıyor.
• Radikal İslami grupların güçlenmesi
İkincisi, tüm karşıt eleştirilere rağmen görüntü, ideolojik argüman ve eylemleriyle İslam adına hareket
ettiğini iddia eden El-Kaide (Afganistan ve Pakistan), IŞİD (Irak ve Suriye), Boko Haram (Nijerya) ve
El-Şebab (Somali) gibi şiddeti meşru gören bazı
selefi hareketlerin son yıllarda artan faaliyetleri tüm
dünyadaki İslam algısına ciddi bir darbe vurmuştur.
Özellikle IŞİD’in Suriye ve Irak’ta yaz aylarından beri
devam eden genişlemesi ve bilerek ve isteyerek ilkel şiddet metotlarını bir siyasi silah olarak kullanmaları da bu algıyı kötüleştirmiştir. Gerçi bu siyasi-dini hareket içinde uzun yıllar İngiltere ve Fransa
gibi ülkelerde yaşayan ve bu ülkelerin vatandaşı
olan cihatçıların bulunması da başka bir ironiyi temsil etmektedir. Ne yazık ki, İngiliz vatandaşı da olsa
bir IŞİD militanının Suriye’de Amerikalı bir gazeteciyi
öldürmesi de sonuçta İslam’la ilişkilendirilmektedir.
Netice itibariyle, kimse ABD kamplarında esir tutulan Iraklılara uygulanan işkencelerin, Suriye’de ölen
300 bine yakın sivilin trajedisinin ya da Irak’ta on
yıldır Sünnilere yönelik sürmekte olan ABD ve Şii
zulmünün bugünkü IŞİD’in yaratılmasında oynadığı
rolü görmemekte; sözde İslam adına öldürülen bazı
batılı siviller üzerinden Batılı toplumlara yüksek yoğunluklu İslamofobi pompalanmaktadır.
• Batıdaki sosyo-ekonomik krizler
algılaması IŞİD gibi grupların eylemleriyle birleşince
zaman zaman sıcak çatışmaya dönüşmeye başlamıştır. Özellikle Almanya’nın Dresden şehrinde başlayan ve polis kayıtlarına göre bir günde 17 bin kişiyi sahaya indirecek kadar genişleyen İslam karşıtı
akımlar Batılı ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıklar
için artık yakın bir tehdide dönüşmeye başlamıştır. 1933 Ekonomik Buhranı’nın ardından yükselen Alman faşizminin ayak sesleri bugünlerde tüm
Avrupa’da yeniden hissedilmektedir. O zamanlar
günah keçisi seçilen Yahudilere karşı gerçekleştirilen büyük kitlesel kıyımın (holokost), bugünlerde
Avrupa’daki Müslümanların başına gelmeyeceğine
ilişkin hiçbir garanti yoktur.
Üçüncüsü, başta ABD olmak üzere Batı dünyasının 2008’den beri yaşadığı ekonomik ve mali krizler
kendi toplumlarında giderek yeni sosyal ve siyasi
sorunlar yumağı doğurmakta ve özellikle kimlik kriz- • Batılı derin yapıların rolü
lerine neden olmaktadır.
Dördüncüsü, Batıdaki
Aşırı
bireyselleşme,
sorun yalnızca geniş
işsizlik, sosyal refah
halk kitlelerinin artan
Batı toplumlarında ve hatta tüm dğer gayr Müslm
devletinin zayıflamaİslamofobik tutumlakültürlerde artan İslam karşıtlığının en öneml
sı ve aile kurumu gibi
rından kaynaklanmıtoplumsal yapıyı ayaksonuçlarından br evrensel br dn olarak İslam’ın bu
yor. Siyasi elitler de
ta tutan kurumların
benzer şekilde antitoplumlarda normal, doğal ve saygı duyulan br nanç,
çözüldüğü bir dönemİslam tutumları paymedenyet ve kültür olduğu algısının yıkılmasıdır.
de batılı demokrasiler
laşıyor. Son yapılan
Böylece küresel letşm çağında medya üzernden
ciddi bir yönetim ve
Avrupa Parlamentosu
temsil krizi yaşamaya
seçimlerinde oyunu
yürütülen algı operasyonları vasıtasıyla dünya halkları
başlamıştır. Geçmişen çok artıran partiler
le İslam arasında aşılması zor olan yüksek pskolojk
lerinde dışlayıcı bir ırkaşırı sağ partilerdir.
baryerler nşa edlmektedr. Çünkü İslam, tüm karşı
çılık bulunan pek çok
Artan karmaşık sosyal
Batı toplumunu ayakta
sorunlara çare bulmapropagandalara rağmen sahp olduğu güçlü ve evrensel
tutan güçlü ekonomik
da zorlanan özellikle
teolojk mesajıyla her yerde nsanları etklemekte ve
refah toplumu zayıflamerkez sağ partiler,
hızla yayılmaktadır. Bu nedenle dünya halklarının
dıkça, artan sosyal sovizyoner liderlik sergirunların sebebi olarak
İslam’la lşklernn normalleşmes stenmemektedr.
leyerek halka önderlik
görülen
toplumdaki
yapmak yerine, aşırı
azınlık gruplara tepkiler
sağın siyasi gündemini
artmakta ve özellikle fizikendi partilerinin platki görüntü bakımından farkformlarına adapte etmekte,
lılık arz eden Müslümanlar ve diğer yabancılara
böylece kolay oy toplayarak iktidara gelebilkarşı nefret suçlarında ciddi artışlar gözlenmekmektedirler. Almanya’da olduğu gibi bazen gütedir. ABD’de Ferguson’da bir siyahi gencin polis venlik elitleri de aşırı sağı korumaya yeltenmektetarafından öldürülmesi ve ardından o polisin mah- dir. Örneğin “Dönerci cinayetleri” gibi neo-nazi ve
keme tarafından suçsuz bulunmasıyla başlayan Alman polisi işbirliği ile gerçekleştirilen cinayetlerle
ve neredeyse tüm büyük şehirlere yayılan yönetim Merkel yönetimi açıktan yüzleşmekten kaçınmakta
karşıtı kitlesel eylemler, 1960’lardaki sivil haklar ha- olup, siyasilerin bu tutumu da aşırı grupları cesareketini andırır bir boyuta doğru evirilmektedir. Bel- retlendirmektedir. ABD’de siyahileri öldüren polisçika, Kanada, Avustralya, Fransa ve Almanya gibi lerin mahkeme jürilerince serbest bırakılması veya
Batılı ülkelerde Müslüman nüfusa karşı artan tehdit son Senato raporuyla açığa çıktığı üzere 11 Eylül
OCAK 2015
37
DIŞ POLİTİKA
sonrasında “terör şüphelisi” Müslüman tutuklulara
yapılan ve hiçbir demokratik ülkenin insan hakları
standardına sığmayan sistemli işkenceleri yapanlara yönelik hiçbir cezai soruşturma açılmamasını
başka türlü açıklamak mümkün değildir.
• İslam’ı ötekileştirme projesi
Son olarak, aslında Batı toplumlarında İslamafobik
tutumları yalnızca tarihsel nedenlere bağlı olarak
açıklamak veya günümüzdeki Avrupa’nın yaşamakta olduğu sosyo-ekonomik sorunlarla izah etmek
de yeterli değildir. Aslında İslamafobia diye bilinen
“İslam korkusu” küresel sistemde bazı sonuçlara
ulaşmak için batılı toplumlarda üretilen (reconstruct)
bir proje olup, türlü medya mesajları vasıtasıyla kitlelere pompalanmaktadır. Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi akademisyenlerce yıllardır inanç
ve kimlik temelli çatışmacı tezler (projeler) üretilmektedir. Örneğin Lewis 2004’te bir Alman gazetesine
verdiği demeçte Avrupa’nın uzun vadede dünyanın
geleceğinde yeri olmayacağını, çünkü yaşlanan
Avrupa’nın Müslüman dünyasından gelen göçmenlerce ele geçirileceğini iddia ediyordu. Huntington
ise ölmeden önce yazdığı son kitabında ABD’nin
içine gireceği bir siyasi krizde ciddi kimlik problemleri yaşayacağını ve Hispanik’lerin ayrılmaya teşebbüs edebileceğini yazmıştı. 11 Eylül sonrasında
yaşanan gelişmeler ise Batılı toplumlarla Müslüman
ülkeler ve batıdaki İslami azınlıklar arasındaki ilişkileri giderek zehirledi. Hollywood’un ürettiği gerilim
filmlerinde son yirmi yıldır en çok kullanılan terörist
figürlerinin Müslüman kimlikli olması tesadüf olmasa
gerektir.
İslam’ın Ötekileştirilmesinin Amacı
Peki, Batı ile İslam dünyası arasında üretilen karşıtlıktan ne amaçlanıyor olabilir? Gizli planları veya
38
OCAK 2015
komploları elbette bilemeyiz. Ancak bu gerginliklerin neye hizmet ettiğine bakarak bazı çıkarsamalarda bulunmak mümkündür. Bu çerçevede, Batı toplumlarında ve hatta tüm diğer gayri Müslim kültürlerde artan İslam karşıtlığının en önemli sonuçlarından
biri evrensel bir din olarak İslam’ın bu toplumlarda
normal, doğal ve saygı duyulan bir inanç, medeniyet ve kültür olduğu algısının yıkılmasıdır. Böylece
küresel iletişim çağında medya üzerinden yürütülen
algı operasyonları vasıtasıyla dünya halkları ile İslam
arasında aşılması zor olan yüksek psikolojik bariyerler inşa edilmektedir. Çünkü İslam, tüm karşı propagandalara rağmen sahip olduğu güçlü ve evrensel
teolojik mesajıyla her yerde insanları etkilemekte ve
hızla yayılmaktadır. Bu nedenle dünya halklarının
İslam’la ilişkilerinin normalleşmesi istenmemektedir.
Bu amaca yönelik olmak üzere, İslam’ı ve Müslümanları korku duyulan bir nefret objesi haline getirmek
için IŞİD tipi radikal örgütlere üstü örtülü şekilde destek verilmekte ve siyaseten önleri açılmaktadır. Buna
karşın, modern dünya sistemi ile siyasi ilişkiye açık
olan ama İslami kimliğine saygı duyulmasını isteyen
Mısır’daki İhvan türü hareketler ise darbecilere destek verilerek dışlanmakta ve hatta radikalleştirilmeye çalışılmaktadır. Bir anlamda Müslümanlar küresel
ötekileştirme ameliyesine tabi tutularak ve sürekli
tehdit kaynağı olarak takdim edilerek, özellikle çözülmeye yüz tutmuş Batılı toplumsal yapılardaki kimlik
bunalımının aşılması ve ulus devlet kimliğinin yeniden
tahkimi için İslamafobi bir kimlik inşa aracı olarak
kullanılmaktadır. Ancak bu tür dışlayıcı yaklaşımlar
son derece tehlikelidir ve bu projeyi üretenlere de
eninde sonunda ciddi zararlar verir. İslam’ı ve Müslümanları yeryüzünden silmek mümkün olamayacağına
göre, insanlığın ortak çıkarları ve dünya barışı için
doğru strateji, yeryüzünün neredeyse bir çeyreğinin
inancına tekabül eden İslam dininin değerlerine saygı duyulması; ister küresel düzlemde olsun isterse
ulusal düzlemlerde olsun kapsayıcı ve farklılıkları hoş
gören bir siyasi yaklaşımın benimsenmesi ve teşvik
edilmesidir. Bugün Türkiye tüm dünyaya emsal teşkil
etmeye yönelik böyle bir örneği inşa etme yolunda
hızla ilerlemektedir. Küresel barış ve huzur adına, yeni
Türkiye’nin bu medeniyet yürüyüşü doğru anlaşılmalı
ve desteklenmelidir.
?
Avrupa’nın Filistin/İsrail Politikası Değişiyor mu
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörü
S
on aylarda Avrupa’nın önemli ülkelerinden
Filistin konusunda beklenmedik ataklar arkası arkasına geldi; ilk önemli girişim İsveç’ten
geldi. Böylece, Filistin’i tanıyan Avrupa Birliği ülkesi dörde (Macaristan, Polonya, Slovakya, İsveç)
çıkmış oldu. İsveç Filistin’i devlet olarak tanırken
önemli bazı Avrupa ülkelerinin parlamentolarından Filistin’in devlet olarak tanınması yönünde tavsiye kararları alındı.
İsveç Dışişleri Bakanı Margot Wallström Filistin’i
devlet olarak tanıdıklarını ve 5 yıllık bir yardım planı
hazırladıklarını duyurdu. Wallström, yaptığı açıklamada, Filistin’i devlet olarak tanımak için uluslararası hukuk kriterlerini yeterli gördüklerini, İsrail ile Filistin arasında yürütülen barış müzakerelerinde eşitsiz
durumu kısmen gidermeyi ve sürekli yaşanan gerginlik ortamından bir çıkış olduğunu göstermek istediklerini dile getirdi.
İngiltere Parlamentosu, Filistin’in devlet olarak tanınması yönündeki önergeyi kabul etti. İşçi Partili
Grahame Morris tarafından hazırlanan önerge 12
milletvekilinin red oyuna karşı 274 milletvekilinin
OCAK 2015
39
Bnyamn Netanyahu başkanlığındak İsral Kabnes Kasım ayı çnde dünyayı şaşırtan ırkçı br karara mza
attı. Kabne, İsral’ “Yahudlern anayurdu ve ulus devlet” olarak tanımlayan yen vatandaşlık yasa tasarısını
onayladı. Kabul edlen bu tasarıyla İsral vatandaşı olan başta Flstnl Araplar olmak üzere gayr-Yahudlern
dışlanacağı lan edlmş oldu. İsral Kabnesnde kabul edlen yasa tasarısı temel kanun ntelğ taşımaktadır.
Tasarının kabul edlmesyle İsral’n ırkçı davranışları meşrulaştırılacak ve hukuksuzluğun önü açılacaktır.
evet oyuyla kabul edildi. Morris yaptığı açıklamada,
önergenin barışa doğru atılmış bir adım olduğunu
ve iki devletli bir çözümün sağlaması için yürütülen
müzakerelerin sağlama alınmasının amaçlandığını
belirtti.
İrlanda Parlamentosu, Senatör Averil Power’ın
Filistin’in tanıması için sunduğu önergeyi kabul etti.
Önergede, iki devletin (İsrail-Filistin) vatandaşlarının
güvenlik ve barış içinde yaşayabileceği bir ortamın
oluşması için Filistin Devleti’nin tanımasının gerekliliğine vurgu yapılmaktadır.
İspanya Meclisi, Filistin’in devlet olarak tanıması için
hükümete sunulan tavsiye kararını oybirliği ile aldı.
Yapılan açıklamalarda, oybirliğiyle alınan bu kararla
İsrail ile Fiilistin arasında kalıcı bir barışın sağlanması ve İsrail’e güçlü bir mesaj verilmek istendiği dile
getirildi.
Fransa’da Sosyalist Parti milletvekillerinin sunduğu
Filistin’in devlet olarak tanımasını hükümetten talep eden karar tasarısı 151 hayır oyuna karşılık 339
evet oyuyla kabul edildi. Alınan kararla, İsrail-Filistin
sorununun çözümüne ve bölgede kalıcı barışın sağlamasına katkı yapılacağı ifade edildi.
Avrupa Parlamentosu, Filistin’in devlet olarak tanınmasını prensipte desteklediğini bildiren bir karar
aldı. Kararda “Avrupa Parlamentosu, Filistin Devletini tanımayı ve iki devletli çözümü prensip olarak
destekler ve bunun el ele barış görüşmelerinin geliştirilmesiyle olacağına inanır” vurgusu yapıldı.
Avrupa Adalet Divanı, Hamas’ı terör listesinden çıkardı. Adalet Divanı yapmış olduğu inceleme sonucunda, Hamas’a yapılan suçlamaların teyit edilmiş
gerçek eylemler yerine, basın ve internette yer alan
iddialara dayandırıldığını ileri sürerek Hamas’ı terör
listesinden çıkardı.
Yukarıda görüldüğü üzere, son aylarda Avrupa ülkeleri ve Avrupa Birliği organları tarafından alınan
40
OCAK 2015
kararlar açıkça göstermektedir ki, Avrupa’nın Filistin, dolayısıyla İsrail politikasında ciddi değişiklik yaşanmaktadır. Alınan bu kararların birbirlerine yakın
zamanda gerçekleşmesi de göz önünde bulundurulduğunda Avrupa’da Filistin konusunda bir hassasiyetin oluştuğu anlaşılmaktadır.
Arap Baharı süreciyle birlikte Arap dünyası/Orta
Doğu istikrarsız bir ortama doğru sürüklenmiştir.
Arap ve İslam dünyasında yaşanan parçalanmışlık
İsrail’in geçmişte olduğundan daha fazla hukuku
hiçe saymasına ve saldırgan davranmasına fırsat
verdiği görülmektedir. İsrail’in söz konusu bu parçalanmışlığı ve bu durumun ortaya çıkardığı Filistin’in
sahipsizliğini göz önünde bulundurarak kontrolsüz
davranışlarını hızlandırdığına tüm dünya şahit olmaktadır. 1993 yılında başlatılan Oslo Barış Süreci
İsrail’in saldırıları ve yeni yerleşimler kurmasıyla işlemez duruma gelmiştir. Bir anlamda, Barış Süreci
İsrail’in işgal politikasına hizmet eden bir araç haline
dönüşmüştür. İsrail’in son hukuksuz davranışlarına
bakıldığında Filistin merkezli yaşanan sorunun başta Orta Doğu olmak üzere dünya barışana ciddi bir
tehdit olacağı görülmektedir.
Binyamin Netanyahu başkanlığındaki İsrail Kabinesi Kasım ayı içinde dünyayı şaşırtan ırkçı bir karara imza attı. Kabine, İsrail’i “Yahudilerin anayurdu
ve ulus devleti” olarak tanımlayan yeni vatandaşlık
yasa tasarısını onayladı. Kabul edilen bu tasarıyla
İsrail vatandaşı olan başta Filistinli Araplar olmak
üzere gayri-Yahudilerin dışlanacağı ilan edilmiş
oldu. İsrail Kabinesinde kabul edilen yasa tasarısı
temel kanun niteliği taşımaktadır. Tasarının kabul
edilmesiyle İsrail’in ırkçı davranışları meşrulaştırılacak ve hukuksuzluğun önü açılacaktır.
Tasarıyla Ne mi Olacaktı?
1) Ayrımcılığın önü açılacak,
2) Bundan sonra çıkarılacak kanun ve tasarılarda
esas kabul edilecek,
3) İnsan hakları ihlalleri için meşru bir zemin oluşturulacak,
4) Irkçılığa zemin hazırlanmış olacak,
5) Filistinlilerin temyiz mahkemesine gidişinin önü
tıkanacak,
6) Bundan sonra İsrail devletinin “demokratik” özelliği değil Yahudi özelliği ön plana çıkacak,
7) Arap tarihi, eğitimi ve öğretiminin yasaklanmasının önü açılacak…
İsrail’in söz konusu ırkçı girişimini de göz önüne
aldığımızda Filistin konusunda Avrupa’dan gelen
girişimlere şaşmamak gerekir. Filistin’in tanıması
noktasında alınan kararların gerekçelerine bakıldığında İsrail’in son girişimlerinde oldukça rahatsız
olunduğu görülmektedir. Neredeyse yapılan tüm
açıklamalarda İsrail’in girişimlerinin Orta Doğu’da
muhtemel barışı zora soktuğu vurgulamaktadır. Ayrıca, barışın nihai hedefi olan iki devletli çözümün
imkânsız hale geleceği ifade edilmiştir.
Aslında, bazı Avrupa ülkelerinin parlamentolarında
Filistin’in tanınması yönünde alınan kararlar her ne
kadar Filistin’le ilgili olsa da asıl amacın İsrail’e siyasi bir mesaj vermek olduğu açıkça görülmektedir.
Söz konusu alınan kararlarla önemli Avrupa ülkeleri,
İsrail’in bölge ve dünya barışını ciddi bir şekilde sıkıntıya sokmasının karşısında olduklarını göstermiş
oldular.
Nitekim Avrupa’dan gelen bu sesin etkili olduğu
görüldü. İsrail Kabinesinin kabul ettiği ırkçılığı meşrulaştıran yeni vatandaşlık yasa tasarısı İsrail Parlamentosu Knesset’in dağılmasına neden oldu. Tasarı İsrail Kabinesinde yer alan iki önemli hükümet
ortağı parti liderinin tepkisiyle karşılaştı. Adalet Bakanı ve Hatnua (Hareket) Partisi lideri Tzipi Livni ve
Maliye Bakanı ve Yesh Atid (Gelecek) Partisi lideri
Yair Lapid yapmış oldukları açıklamalarda tasarıyı
desteklemeyeceklerini belittiler. Fakat tasarıya karşı
çıkışlarının gerekçelerine bakıldığında, her iki liderin
de tasarının içeriğinden çok zamanlamasının uygun
olmadığına vurgu yaptığı görülmektedir. Her iki lider
de alınan kararın İsrail’in Avrupa ve dünyadaki imajına zarar vereceğini ileri sürmektedir.
Ezcümle, İsrail’in kontrolsüz ve hukuksuz davranışlarının Orta Doğu’da oluşacak muhtemel
barışı ve bunun temeli olan iki devletli çözümü
imkânsızlaştırması Avrupalı bazı önemli devletleri harekete geçirmiştir. İlk önce, doğrudan tanıma
anlamına gelmeyen parlamento kararlarıyla İsrail’e
siyasi bir mesaj vermek istendiği görülmektedir. Filistin’in devlet olarak tanıması konusunda
Avrupa’da bazı parlamentolarda alınan kararlar da
göstermektedir ki, Avrupa’nın Filisin/İsrail yaklaşımı
Amerika Birleşik Devletlerinin yaklaşımından farklılık göstermektedir. Önümüzdeki dönemde, İsrail’in
barışı zora sokan hukuksuz davranışlarının artışına
paralel olarak, Avrupa’dan Filistin/İsrail konusunda
yeni girişimlerin olacağını da öngörebiliriz.
OCAK 2015
41
DIŞ POLİTİKA
İsrail Siyasetinde
Tikkun Olam Arayışları
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
İ
srail Parlamentosu Knesset 8 Aralık 2014’te yaptığı oylamada 17 Mart’ta erken genel seçim yapılmasına karar
verdi ve bu seçimlere hazırlanmak üzere kendisini feshettiğini duyurdu. İsrail’de 5 partili koalisyon hükümetinin kurulduğu günden itibaren büyük bir uyum içerisinde
çalışılacağı beklentisi yoktu zira, koalisyon hükümeti aşırı
sağ (HaBayit HeYehudi), aşırı sağa meyilli sağ (Likud-Yisrael Beitenu ittifakı), merkez sol (Hatnuah) ve liberal sol
(Yesh Atid) partilerden oluşuyordu. Koalisyonun kurulması görüşmeleri de oldukça uzun sürmüş hükümet Ocak ayında gerçekleştirilen seçimlerden yaklaşık iki ay sonra kurulabilmişti.
Filistin-İsrail Barış Müzakerelerinin sona ermesi
İsrail’deki hükümet üzerinde de hem içeride
hem dışarıda baskıyı arttırmıştı. İsrail’de aşırı
sağdan gelen baskıyı karşılamak ve yükselen
bu dalgadan faydalanabilmek için Başbakan
Binyamin Netanyahu ekim ayı
sonunda, Batı Şeria’da inşa
edilen Ramat Şalom’da 600;
bir başka Batı Şeria semti olan
Har Hama’da 400 konut yapılması yönünde talimat vermişti.
Netanyahu daha önce de Doğu
Kudüs’te zaten 500 yerleşimcinin
yaşadığı bir Arap mahallesindeki
evlere 24 Yahudi ailenin yerleşmesi talimatını vermiş, bu kararı
hem hükümet çevrelerinden hem
de uluslararası toplumdan tepki
görmüştü. Hükümetin geleceğine
yönelik umutsuzluk yaratan ilk gelişme kasım ayı başlarında yaşandı. İsrail Çevre Bakanı, Hatnuah
Partisi’nden Amir Peretz, Kudüs’teki gelişmeler sonrası bir canlı yayın-
42
OCAK 2015
da barış müzakerelerine atfen “Netanyahu çözüm
değil sorunun kendisi” yorumunda bulunarak bütçe
görüşmelerinde hükümete karşı oy kullanacağını açıkladı. Bu açıklamalardan sonra Amir Peretz,
Netanyahu tarafından görevden alındı ancak Kudüs
kaynamaya devam etti.
Arabalı İntifada
Hükümetin dağılması sürecinde önemli bir yer işgal
eden Kudüs, 2014 yılı Kasım ayı başlarından itibaren patlamaya hazır bomba görünümü taşıyordu.
Kasım ayı başlarında iki hafta içerisinde üç kez Filistinli Arapların kullandığı araçlar İsraillilere çarpıp
üç kişinin ölümüne, 22 kişinin yaralanmasına sebep
olunca İsrail’de gündem bir anda “Arabalı İntifada”
oldu. Gerilimin yükselmesine sebep olan olayların
başında ise İsrail’in, Tapınak Tepesi adı verilen hem
Yahudilerce hem de Müslümanlarca kutsal kabul
edilen mevki konusundaki politikaları vardı. İsrail hükümeti halen Tapınak Tepesi’nde İslamiyet’in
işi olmadığını, 1970’de yıkılan ikinci tapınak yerine
üçüncü bir tapınağın inşa edilmesi gerektiğini ileri
sürüyor.
Filistinli otobüs şoförü Yusuf Ramuni’nin Batı Kudüs’teki bir depoda asılmış1 olarak bulunması üzerine Kudüs’te Araplar tarafından çeşitli eylemler gerçekleştirilmeye başlandı. 18 Kasım 2014’te Filistinli
gruplar bir sinagoga saldırdı, 4 kişi hayatını kaybetti.
Kudüs’te bir Yahudi ibadethanesine yapılan ilk saldırı olma özelliği taşıyan ve 2008’den beri en kanlı saldırı olan bu saldırı, aşırı dinci Şhas Partisi’nin
kalesi olarak bilinen Batı Kudüs’te Har Naf mahallesinde gerçekleşti. Netanyahu saldırıyı gerçekleştiren Doğu Kudüslülerin evlerinin yıkılması talimatını
verdi. İki Filistinli vurularak öldürüldü, 10 Filistinli
tutuklandı. Nablus’taki İsrailliler ise saldırıya tepki
olarak bir okula saldırdı ve Filistinlilerin otomobilleri
taşlandı. İç Güvenlik Bakanı İzak Ahranoviç kamu
görevlilerinin görev haricinde de silah taşımalarına
müsaade edildiğini duyurdu.
Yine Kasım ayı içerisinde Kafr Kana şehrinde 22
yaşında bir Filistinli genç polisler tarafından öldürülünce İsrail’in kuzeyindeki Arap kasabalarında genel
greve gidilmişti. Olayla ilgili yayınlanan video görüntülerinde bıçaklı gencin arabadaki polislerle tartıştığı, bir müddet sonra arkasını dönüp ilerlediği ve
bu esnada polisler tarafından arkasından vurulduğu
görülüyordu. Olay sonrası Kudüs ve Batı Şeria’da
yoğunlaşan gösteriler sonrası Netanyahu bir açıkla-
Barış Müzakerelerinin durması
ABD ve Batı dünyasında da
tepki doğurdu ve İsrail’in
dünya ile bağının bir biçimde
zayıflamasına sebep oldu.
İran ile nükleer müzakereler
yapan ülkelerin üst düzey
temsilcilerinin katıldığı bir
toplantıda Alman temsilcisinin
ayağa kalkarak İsrailli
temsilcilere “Çevrenizde
olanları anlamıyorsunuz.”
dediği iddia ediliyor.
ma yaparak İsrail’in yok edilmesine yönelik slogan
atanlara daha sert önlemler alınacağını söylemişti.
Açıklamanın ardından yetkililerden edinilen bilgiler
bu sloganları atanların vatandaşlıktan çıkarılmasının
düşünüldüğü şeklindeydi.
Gelişmeler sonrasında Başbakan Binyamin Netanyahu Bakanlar Kurulu’nun gündemine “Vatandaşlık Yasası”nı getirdi. Yeni Vatandaşlık yasası
ile anayasada “Yahudi ve demokratik” olarak tarif edilen İsrail devleti “İsrail halkının millî devleti”
olarak tarif edilecekti. Netanyahu’nun teklifi Bakanlar Kurulu’nda 14’e karşı 6 oyla kabul edilerek
Knesset’e gönderildi.
İsrail Adalet Bakanı Tzipi Livni 24 Kasım
2014’te yaptığı açıklamada Başbakan Binyamin
Netanyahu’nun hazırlattığı Vatandaşlık Yasası’nın
meclis oylamasına sunulmasının ve bu konuda ısrar
edilmesinin hükümetin sona ermesi ve erken seçime gidilmesi anlamına geleceğini ifade etti. Söz
konusu yasa tasarısına Livni’nin karşı çıkma gerekçelerinden birisi de yasanın Yahudi Yasasını hukuk
için bir ilham kaynağı olarak yüceltmesi ve Arapçayı
resmi dil olmaktan çıkarmasıydı. Muhalifler, yasa
tasarısının ülkenin demokratik karakterine bir tehdit
olacağını ve İsrail-Filistin gerginliğini daha da arttıracağını ileri sürdü. Diğer taraftan Netanyahu, tasarının İsrail’in Filistinliler tarafından bir Yahudi devleti
olarak tanınmasını sağlamak için gerekli olduğunu
savundu ve diretti.
Hükümet içerisindeki gerilim Vatandaşlık Yasası
dolayısıyla aralık ayı başında arttı. Başbakan Netan-
OCAK 2015
43
yahu 2 Aralık 2014’te orta sınıfın haklarının savunucusu görünümündeki liberal sol olarak adlandırılabilecek Maliye Bakanı Yair Lapid ile merkez solun
temsilcisi Adalet Bakanı Tzipi Livni’yi kendisine karşı
darbe düzenlemekle itham ederek görevden aldı.
İsrail’in Dünya İle İrtibatı Azalıyor
İsrail’deki koalisyon hükümeti Filistin’le müzakereler
devam ederken de ciddi sorunlar yaşıyordu ancak
müzakereler sona erince sorunlar kriz boyutunu
almaya başladı. İç politikada elini güçlendirmek ve
aşırı sağ üzerinde de etkili olmak isteyen Netanyahu, Filistinlilerin bağımsız bir devlet kurması öngörülen topraklarda daha fazla yerleşim birimi inşa edilmesi sözünü verdi ve uyguladı. Bu esnada ülkedeki
çeşitli güvenlik sorunları İsrail’de aşırı sağın yükselişini kolaylaştırdı. Bir İsrailli polisin öldürülmesi, bir
hahamın öldürülmesi gibi gelişmeler Yahudileri hareketlendirdi. Verilen tepki ise Müslümanlar açısından onur kırıcı oldu; İsrail askerleri Harem-i Şerif’e
girdi. Yükselen şiddet İsrail ve bölge kamuoyunu
kırılganlaştırdı. Bu durumun İsrail açısından yarattığı
sorunların başında İsrail’in Arap nüfusu geliyor. İsrail nüfusunun % 20’sini Araplar oluşturuyor. Barış
müzakerelerinin durmuş olması ve yükselen şiddet
dalgası söz konusu nüfusun Filistinlilere katılarak
İsrail’e karşı Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’te
geniş çaplı bir isyan başlatması tehlikesini, düşük
ihtimalle de olsa beraberinde getiriyor.
İsrail’deki kaotik ortamdan ve barış müzakerelerinin
sona ermesinden en çok etkilenen bölge ülkesi Ürdün oldu. Hem Tapınak Tepesi dolayısıyla yaşanan
gerilimler hem de Batı Şeria’daki anarşi Ürdün’de
İsrail karşıtı duyguları tetiklemekle kalmayıp Kral ve
Saray çevresinde rejimi yok edecek İslâmcı bir dalgaya dönüşme endişesi yarattı. Bu yüzden Ürdün yönetimi Tapınak Tepesi olaylarından sonra İsrail’deki
Büyükelçisini geri çekti ve barış anlaşmasının 20. yılı
dolayısıyla düzenlenecek törenleri boykot etti.
Diğer taraftan Barış Müzakerelerinin durması ABD ve
Batı dünyasında da tepki doğurdu ve İsrail’in dünya
ile bağının bir biçimde zayıflamasına sebep oldu. İran
ile nükleer müzakereler yapan ülkelerin üst düzey
temsilcilerinin katıldığı bir toplantıda Alman temsilcisinin ayağa kalkarak İsrailli temsilcilere “Çevrenizde
olanları anlamıyorsunuz.” dediği iddia ediliyor.
Erken Seçim: Kim Daha Fazla Nefret Ediyor
İsrail’de dağılan hükümetin pozisyonlarını şu şekilde
özetlemek mümkün:
Netanyahu: Kendisini Filistin Devleti’nin oluşumunu
önlemeye adadı. Bütün kararlarını Filistin Devleti’nin
oluşumunu önleme ya da geciktirme kaygısıyla
aldı, neticede zorla oturtulduğu müzakere masasını dağıttı.
Yair Lapid: Bir solcu değil ama seçimlerden önce
sol partilerle koalisyon görüşmeleri yapan önemli
ama en başta söylediklerinden vazgeçen bir politikacı olarak hükümetteydi. Yeni yerleşim birimleri
inşa edilmesi konusunda ciddi tepki göstermedi
ancak “vicdan sahibi” birisi olarak Vatandaşlık Yasasını desteklemedi.
Tzipi Livni: Hükümette bulunduğu sürede Filistin’le
Barış Müzakerelerinin yürütülmesi için çaba gösterdi, iki devletli çözümü gerçekten istiyormuş gibi
göründü.
Naftali Bennett: Mesaisinin büyük bölümünü Barış
Müzakerelerini sabote etmeye ve Batı Şeria’nın da
İsrail’e katılması için girişimler yapmaya ayırdı. Eylem yapan Filistinlilere kızdığı için Doğu Kudüs’ün
bombalanmasını istemesiyle akıllarda yer etti.
Gelinen noktada İsrail’deki seçimlerin neticesini etkileyecek üç önemli unsurdan söz edilebilir. Bunlardan
ilki Yesh Atid lideri Yair Lapid’in Ocak 2013’ten sonraki performansının yarattığı hayal kırıklığı. Yesh Atid
2013 seçimlerinden ikinci parti olarak çıkmış ve büyük bir sürprize imza atmıştı. Önümüzdeki seçimlerde seçimlerin sonucunu ciddi biçimde ilgilendirecek
olan oy oranının ne kadarını koruyacağı merak konusu. İkinci önemli husus Likud Partisi’nden geçmiş
44
OCAK 2015
dönemde bakanlık yapmış olan ve İsrail siyasetinde
saygın bir yere sahip olan Moşe Kahlon’un siyasete
dönmesi. Bazı gözlemciler Kahlon’un bu seçimde
Lapid’in başarısını tekrarlayabileceğini düşünüyor.
Üçüncü olarak ise seçim barajının % 2’den % 3,25’e
çıkarılmasından bahsetmek gerekiyor. Yeni durum
Hatnuah ve Kadima gibi baraj çevresinde dolaşan
partileri etkileyebileceği gibi aşırı sağ Yahudi partilerin ve aşırı sol Arap partilerin siyasetin dışında
kalmalarına sebep olabilir. Diğer taraftan bu partilerden kayacak oyların merkez partileri güçlendirmesi
beklentiler arasında.
Jerusalem Post ve Ma’ariv Sof Hashavua gazetelerinin aralık ayı başında gerçekleştirdiği kamuoyu
yoklamasının sonuçları 17 Mart 2014 seçimlerinin
sürprizlere gebe olduğunu gösteriyor. Ankete katılanlardan % 60’ı Netanyahu’yu yeni dönemde başbakan olarak görmek istemiyor. Ankette kimin başbakan olarak görülmek istendiği de soruluyor. Buna
göre katılımcılar ikili tercihler arasında bırakıldığında % 46 Moshe Kahlon % 36 Netanyahu, % 43
İçişleri eski Bakanı Gideon Sa’ar % 38 Netanyahu,
% 44 İşçi Partisi lideri Isaac Herzog % 45 Netanyahu şeklinde bir sonuç ortaya çıkıyor. Netanyahu
ile karşılaştırılan, yıkılan koalisyonun diğer ortakları
Bennett’in başbakan olmasını isteyenlerin oranı %
12 iken Lapid % 17, Lieberman % 28 puanda.
Ankete göre bugün seçim olsa Kadima baraj altında kalacak. İşçi Partisi ve Hatnuah birleşmesi durumunda Hatnuah’ın 14 olan milletvekili sayısını 20’ye
yükselebilir. Genel seçimler yaklaştıkça tablo daha
da netleşecektir ancak şimdiden söylenebilecek
şey İsrail’de Filistinlilere karşı nefret söylemini önceleyen sağ partilerin oylarını arttıracağı…
Tikkun olam Yahudi inanışında bozulmuş, yıkılmış
bir dünyanın yeniden inşa edilmesi konusunda tüm
insanlığın ortak sorumluluğunu anlatan bir kavram.
İsrail menşeili Haaretz Gazetesi yazarlarından Bradley Burston’ın 4 Kasım 2014 tarihli köşe yazısında
Gazze’nin yeniden inşasında İsrail devletinin sorumluluğuna yaptığı atıfın İsrailli karar vericiler için
pek bir anlamının olmadığı açık. İsrailli siyasetçilerin
önceliği ve galiba devamlı önceliği İsrail siyasetinin
Tikkun olamı.
Dipnot
1
İsrail hükümetinden yapılan açıklama Ramuni’nin intihar
ettiği yönündeydi. İsrailli doktorlar da intihar ettiği yönünde
rapor verdiler.
OCAK 2015
45
DIŞ POLİTİKA
Küresel Denklemde Yeni Senaryolar
dern çağın veya soğuk savaş döneminin düşünce
kalıpları ile anlamakta zorlanabiliriz.
AB ve ABD, Türkiye’yi “öteki” olarak veya “düşman” olarak görmeye devam ediyor. İslam karşıtı
hareketler Batı’da yeniden alevlenmeye başladı.
Batıda, Türkiye ve Müslümanlara karşı bazen açık
ama daha çok örtülü bir düşmanlık derin biçimde
sürüyor ve artıyor. Şu anda net konuşmak zor ve
henüz erken ama ilerleyen süreçte ortaya çıkacak
şartlar, Türkiye’nin de Rusya-Çin bloku içinde konuşlanmasını getirebilir.
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
B
ir Afrika atasözünde şöyle deniliyor: “Sular
yükselince balıklar karıncaları yer, sular
çekilince de karıncalar balıkları yer. İnsanlara karşı davranışlarına dikkat et. Çünkü kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar veriyor”.
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, geçen ay Çin Genelkurmayı ile yaptığı toplantıda ordunun bütün
birimlerine “Her an savaşa girebilecekmiş gibi
hazır olun” talimatı verdi. Bu talimatın son dönemde Rusya-Çin yakınlaşmasının ardından gelmesi dikkat çekti. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping,
Ukrayna nedeniyle içine düştüğü siyasi belirsizlik
ve bunalım nedeniyle muhtemel bir ekonomik krize
karşı Rusya’yı destekleyeceklerini kısa süre önce
açıklamıştı.
Başkan Şi, geçen ayın son haftası ordunun 15
üst düzey komutanı ile önemli bir toplantı yaptı ve savaş hazırlığı için emir verdi. Başkan Şi’nin
daha önce de benzer talimatları olmuştu ama bu
sefer iş ciddi görünüyor. Savaş hazırlığı emrinin,
Pekin’in Washington’a karşı Moskova’yla yakınlaştığı bir döneme denk gelmesi çok önemli. Özellikle ordunun sıcak savaş birimlerinin hazırlıkları
yoğunlaştırmasının istendiği bu gelişmede, muhtemel hedefler arasında Hindistan da sayılıyor.
Çin silahlı kuvvetleri PLA, 2 milyon 285 bin mevcudu ile dünyanın en güçlü değil ama en kalabalık ordusu. Çin ordusuna mühimmat tedariki konusunda ise Rusya ayrıcalıklı bir yere sahip. Son
zamanlarda Çin ve Rusya arasında doğalgazdan
silah satışına çok sayıda önemli anlaşma imzalandı.
Çin ve Rusya’nın 1996’da kurulan Şangay İşbirliği
46
OCAK 2015
Örgütü’nün en büyük iki üyesi olduklarını da unutmamak gerekir.
“Bize ne bunlardan” diye düşünenler olabilir. Bu
gelişmelere karşı kesinlikle “Bize ne” deme lüksümüz yok. SD’de geçen ay yayınlanan makalem,
“Batı için son asrın en derin krizi” başlığını taşıyordu. Orada adım adım 3. Dünya Savaşı’nın nasıl
başladığını anlatmaya çalışmıştık.
ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel geçen Kasım
ayında istifasından birkaç gün evvel “Dünya, şu
an hiç olmadığı kadar tehlikeli. Gözlerimizin
önünde yeni bir dünya düzeninin belirlendiğini
görüyoruz. Bunun tam ortasında yer alıyoruz.
Bunun gibi bir şeyi daha önce hiç görmedik”
demişti. ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Robert
Pearson ise yine o günlerde halkların fark etmediği,
geri plandaki derin krizi deşifre ediyordu. “ABD ile
Türkiye arasında son 40 yılın en derin krizi yaşanıyor” cümlesi Robert Pearson’a ait. Bu notlar
da SD Aralık makalesinde yer almıştı.
Rusya ve Çin arasında yukarıda anlattığımız gelişmeler, o makalede anlatılanları teyit eden ve daha da anlamlı hale getiren gelişmelerdir. Şöyle ki; İkinci Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş döneminde kurulan
küresel dengeler iyice bozuldu. Bu dönemde oluşan
geleneksel ittifaklar, geleneksel ilişkiler ve dostluklardüşmanlıklar artık geçerliliğini koruyamıyor.
Yeni bir dünya düzeninin kurulması aşamasındayız.
Ezberler bozuluyor, teamüller değişiyor. Şaşırtıcı ittifaklar, beklenmeyen çatışmalar yaşanabilir. Önümüzdeki süreçte olacak muhtemel gelişmeleri mo-
Gelişen şartlar dünyayı yeniden bir bloklaşmaya
zorluyor. Bloklaşma daha çok din ve inanç eksenli
görünüyor. Ama Çin-Rusya-Türkiye’nin aynı blokta
yer alması, İslam dünyasını da bu bloka yakınlaştıracağı için farklı bir kutuplaşma da olabilir. O takdirde
buna kabaca Doğu-Batı blokları olarak da bakılabilir. Çünkü mevcut şartlarda AB ve ABD’nin müşterek hareket edeceği anlaşılıyor. Bu durum onların
geleneksel reflekslerine de son derece uygun.
Eğer Çin-Rusya ve Türkiye aynı blokta yer alacak
olurlarsa kendi coğrafyalarındaki krizlerin çözümünde son derece kolaylaştırıcı bir süreç yaşanabilir.
Türkiye-Rusya ittifakı Suriye, Karabağ, Kırım, Abhazya, Çeçenistan ve Ukrayna gibi sorunların çözümünü hızlandırabilir. Bu durum hem Türkiye’yi
hem de Rusya’yı rahatlatır. Asya’daki Türk Cumhuriyetleri de çözüm ortağı olacakları için “kazan
kazan” formülü bütün taraflara avantaj sağlayabilir. Türkiye-Çin ittifakı ise Doğu Türkistan ve Çin
Müslümanları’nın meselelerine çare olabilir. Çin’le
ortak çözümler üretilebilirse Çin de Hong Kong ve
Hindistan konularında elini güçlendirebilir.
Tabi bu şartlarda İran’ın nasıl davranacağına, AB
ve ABD’nin bu gelişmelere engel olmak için nelere
müracaat edeceğine bakmak gerekiyor. Yukardaki
muhtemel gelişmeler gerçeklik kazanmaya başlarsa Batı bloku, Doğu’daki aktörlere daha cazip şartlar sunabilir. Bu durum, kartların yeniden dağıtılması
demektir.
Bu yazılanlar sadece bir senaryodan ibaret. Henüz
böyle bir gelişme yok ama bunun gerçekleşebileceğine dair işaretler var. Hadiselere kendi açımızdan
bakacak olursak; Türkiye ve İslam dünyasının ortak
hareket etmesi gerekiyor. Türkiye’nin İslam ülkeleri
ile ittifakı “olmazsa olmaz”ımız görülüyor. Bu, ha-
İknc Dünya Savaşı sonrası
soğuk savaş dönemnde kurulan
küresel dengeler yce bozuldu.
Bu dönemde oluşan geleneksel
ttfaklar, geleneksel lşkler ve
dostluklar-düşmanlıklar artık
geçerllğn koruyamıyor.
yati derecede önemlidir ama denklemin geri kalan
kısımları değişebilir.
O nedenle Türkiye ve İslam dünyasının güçlü bir şekilde temsil edilmesi ve dünya siyasetine mührünün
vurabilmesi için nasıl hareket edilmesi gerektiğine
dair hepimiz kafa yormalıyız.
Descartes: “Akıllı olmak bir şey değil. Mühim
olan o aklı yerinde kullanmaktır” diye hatırlatır.
Dünya dengeleri yeniden kuruluyor. Küresel denklem değişiyor. Bu büyük bir fırsattır. Bu değişimi
kaçırmamak ve şansımızı heba etmemek için medyamızın, siyasetçilerimizin, üniversitelerimizin ve
münevverlerin buna kafa yormaları gerekiyor.
Millet olarak özgüvene ve daha fazla cesarete ihtiyacımız var. Goethe’nin dediği gibi: “Mal kaybeden,
bir şey kaybetmiştir, onurunu kaybeden birçok şey kaybetmiştir. Fakat cesaretini kaybeden her şeyini kaybetmiştir”, James B. Conont
ise: “Kaplumbağaya dikkat et. Ancak kafasını
çıkarıp risk aldığında ilerleyebiliyor” der. Yakın
tarihin komplekslerinden kurtulup özgüven kazanır
ve küçük hesaplara, kısır polemiklere ve günübirlik
olaylara vakit ayırmak yerine büyük geleceğe kafa
yorarsak; inanıyoruz ki çok kazançlı çıkarız.
Bu hususta çok umutluyuz ve çok şanslıyız. Bu
vesileyle umutsuzları cesaretlendirici tarihi ve yol
gösterici bazı sözleri hatırlatmak isteriz. E. Raux der
ki: “Erişmek istedikleri bir hedefi olmayanlar,
çalışmaktan da zevk almazlar”, Andre Tardieu:
“Herkes dünyanın düzene girmesini ister. Fakat çabayı komşusundan bekler”. Son cümle
ise Jean Jacques Rousseau’dan: “Zor iş, zamanında yapmamız gereken fakat yapmadığımız
kolay işlerin birikmesiyle meydana gelir”.
OCAK 2015
47
DIŞ POLİTİKA
hızla düşüyor. ABD ve Suudi Arabistan’ın operasyonlarıyla petrol 6 ayda 110 dolardan 60 dolara
kadar indi. Eğer 60 doların da altına inerse %50’lilik bir düşüş söz konusu oluyor ki, bunun Rusya
ekonomisine zararı 100 milyar doları aşar. Ruble,
Dolar karşısında sürekli düşüyor. Rus ekonomisinin
2015’te ciddi bir daralmaya ve küçülmeye gideceği öngörülüyor. Batı, tüm gücüyle Rusya’yı köşeye
sıkıştırıyor. Yalnızlaştırmaya ve kuşatmaya çalışıyor.
Rus lideri Putin Avustralya’daki G-20 zirvesinden
adeta kovuldu.
Çeçenistan Grozni’deki 20 kişinin ölümüyle sonuçlanan son saldırı Batı’nın (öncellikle ABD) zamanlaması oldukça manidar bir tepkisi olarak okunabilir.
Zira Çeçenistan, Rusya’nın zayıf karnı… Bu olayın
Putin’in Ankara çıkarmasından üç gün sonra gerçekleşmesi önemli bir mesaj değil mi? Ukrayna’daki dikkati dağıtmak içinde hemen yankı bulacak ve
alevlenecek küllenmiş bir ateş var orada...
TÜRKİYE-RUSYA
JEOPOLİTİĞİN ZORLADIĞI REEL POLİTİK
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
Türkiye-Rusya Batı’nın Hedefinde
S
ovyetler ile Batı arasındaki Soğuk Savaş’ın
mağlubu Sovyetler Birliği’dir. Dağılan birliğin enkazından doğan Rusya Federasyonu, NATO ve AB tarafından kuşatılmasına rağmen
genişlemesine devam etti. Baltık ülkeleri, Orta ve
Güneydoğu Avrupa’da Romanya ve Bulgaristan,
Batı ile entegre oldu. Geriye kalan Ukrayna ve
Gürcistan’da renkli devrimlerle Batı’ya yelken açınca, enerji kartını iyi kullanarak güçlenen Yeni Rusya,
Batı’ya burada ‘dur’ dedi (2008 Ağustos). Osetya
ve Abhazya işgal edilerek biraz daha küçülen Gürcistan, Batı’ya fazla yanaşmanın bedelini ağır ödedi
ancak bekledikleri yardımı da alamadılar.
48
OCAK 2015
AB’ye yakınlaşan Ukrayna da cezalandırıldı. Önce
Kırım işgal ve ilhak edildi (2014 Mart) sonrasında
Ukrayna’nın doğusundaki silahlı muhalifler Rusya
tarafından desteklenerek iç savaş körüklendi.
Bu savaşlar Gürcistan ve Ukrayna’dan ziyade Rusya-Batı savaşıydı. Rusya, Batı’ya kendisine yaklaşabilecekleri azami sınırları çizerken, Batı’da ‘Rus
tehlikesi’ ve ‘yeni soğuk savaş’ çanlarını çalıyor. Ukrayna üzerinden Rusya’ya çok sert mesajlar veren
Batı, ağır ticari ambargolar uygulayarak Rusya’yı
sıkıştırıyor. Rusya ile Batı artık hasım… Ukrayna
Krizi başladığından beri Rusya’nın başı belada. Rus
ekonomisinin can damarı, Yeni Rusya kalkınmasının motor gücü olan petrol ve doğal gazın fiyatı
Batı’nın ambargosunu ve sert tehditlerini ciddiye
almayan Putin, Rusya’yı kendi ayakları üzerinde
tutmaya çalışıyor. Avrasya jeopolitiğinde farklı alternatifleri deneyen Putin “Türkiye’de yeni ufuklar” arıyor… Batı’dan gelen ağır saldırılar altında
Türkiye’nin kıymetini ve potansiyelini daha iyi anlamaya başlayan Rusya, Türkiye siyasetinin Batı’dan
bağımsızlaşmasını değerlendirmeye çabalıyor.
Rusya gibi Türkiye de Batı’nın hedefinde. ABD ve
Avrupa, Türkiye’nin bölgesinde etkin bir aktör olma
iradesinden, Suriye’de Esad’ı hedef almasından
ve muhalif unsurları desteklemesinden, IŞİD’le ilgili görüş ayrılığına düşmekten, İhvan’ı ve Hamas’ı
desteklemesinden, Gazze halkına sahip çıkmasından, İsrail’i uluorta teşhir etmesinden, Kuzey Irak
Kürt Yönetimiyle yoğun stratejik ilişkiler kurarak Irak
petrolünün Türkiye üzerinden pazarlanmasından,
“Kürt meselesi”ni kimseyi karıştırmadan kendi başına çözmeye kalkmasından, Arap Baharı’nı desteklemesinden, Batı’nın kontrolü dışında bağımsız
politikalara yönelmesinden, TDP’nin Rusya, Çin,
Afrika’ya yönelik açılımlarından ve Batı’ya göre
Türkiye’nin eksen kaymalarından ve stratejik sapmalarından oldukça rahatsız.
Bütün bu rahatsızlıklar yüzünden, haddini aştığını
düşündükleri müttefiklerine ayar vermek için bütün kartlarını (Alevi, Kürt, Paralel, vs.) kullanarak
Türkiye’yi diz çöktürmeye çabalıyor ve operasyon-
Dünyada syas ve ekonomk
çalkantılar, çatışmalar, belrszlkler
ve radkal değşmler yaşanırken
Rusya lder Putn’n 10 Bakanı
le yüklü ekonomk ve syas
dosyalarla Türkye’y zyaret
etmesnn jeopoltk önem çok
büyüktür.
larla tehdit ediyorlar. Suriye, Irak, IŞİD, Mısır ve İsrail
konularında Türkiye ile aynı görüşü paylaşmıyorlar.
Dinlemeler, Gezi, 17-25 Aralık, Çözüm Süreci ve
6-8 Ekim operasyonlarıyla Türkiye’yi sıkıştırmak istiyorlar. İktidarı sarsan ve hedef alan ağır saldırılarını
sürdürüyorlar.
Dünyada siyasi ve ekonomik çalkantılar, çatışmalar,
belirsizlikler ve radikal değişimler yaşanırken Rusya
lideri Putin’in 10 Bakanı ile yüklü ekonomik ve siyasi dosyalarla Türkiye’yi ziyaret etmesinin jeopolitik
önemi çok büyüktür.
Türkiye-Rusya, Erdoğan-Putin Benzerlikleri
Ülkelerinin son 10 yılına damgalarını vuran, siyasi
otoriteleri tartışılmayan iki güçlü lider Putin ve Erdoğan. Komşu iki büyük ülkenin bağımsızlığını, siyasi
ve ekonomik istikrarını, kalkınmasını yani değişimini
temsil ediyorlar. Yeni Rusya ve Yeni Türkiye.
SSCB’nin dağılmasından sonra Putin liderliğinde
adeta küllerinden doğan Rusya Federasyonu enerji potansiyelini çok başarılı kullanarak, ekonomisini
düzelterek, siyasi ve askeri reformlarla küresel güçlerin birinci ligine geri döndü. Yeni Rusya’nın kahramanı tartışmasız Putin’dir.
Türkiye’yi 12 yıldır Başbakan, Ağustos 2014’ten itibaren de Cumhurbaşkanı olarak yöneten Erdoğan,
sessiz sivil demokratik devrimin rakipsiz lideri. Üç
kat büyüyen ekonominin ve kalkınmanın mimarı.
Yeni Türkiye vizyonu, ülkenin bölgesel güç ve küresel aktör olmasında ana faktördür.
Sportmen kişilikleri ve yönetme üsluplarıyla Batılılar
tarafından “iki Rambo” olarak nitelendirilen Putin ve
OCAK 2015
49
Erdoğan, ülkeleri için temsil ettikleri ve başardıklarıyla benzer ve ortak bir kaderin sahipleridir. Dostlukları ve yakınlıkları belki bu ortak kaderin cilvesidir.
Vücut dilleri ve duruşları birbirini okşayan iki başkan,
dünyanın en kıdemli siyasi liderleri. Putin’in gözünde Erdoğan sağlam ve güvenilir ‘adam’… Şimdiye
kadar 40’tan fazla görüşmüşler. Erdoğan’ın en çok
görüştüğü lider Putin. Obama’dan, Merkel’den ve
Cameron’dan daha fazla…
Türkiye ve Rusya’nın en benzeşen yönleri ikisinin
de bir imparatorluk geçmişi ve emperyal vizyonları
olmasıdır. İkisi de geçmişlerine göre zayıf düşmüş
ülkeler, ortak hedefleri eski güçlü günlerine kavuşmak. Bunun için en büyük engel Batı olarak görülüyor. İki ülke de Batı’nın yaptırımlarıyla, baskılarıyla ve oyuna müdahaleleriyle karşı karşıya. Biri batı
ittifakının içinde, diğeri dışında hedef durumunda.
Batı’nın küresel oyun kurucu rolünü reddeden, küresel uluslararası sisteme ve Batı hegemonyasına
başkaldıran, tavır alan bir duruş sergiliyorlar.
AB’den istediğini 60 yıldır bir türlü alamayan, NATO
ile güven bunalımı yaşayan ve politikalarını sorgulayan Türkiye, B planı arayışında. Alternatif ittifaklar
kolluyor. Politikalarını bağımsızlaştırarak, tek taraflı
boyun eğmeye hayır diyerek, blok veya eksenlerle,
merkezlerle ilişkilerinde denge kurmaya çalışıyor.
Soğuk savaştaki yenilgisinin faturasını bir türlü ödeyemeyen, Batı ile ilişkilerini NATO ve AB nezdinde
güven ilişkisine taşıyamayan Rusya, hiç sorunsuz
olmadı. Batı’nın siyasi, ekonomik ve askeri genişleme
ve kuşatmasından sürekli rahatsız oldu. ‘Yeni Rusya’
kimlik arayışıyla ‘yeni ufukların’ peşinden koşuyor.
Güçlendiğini hisseden Rusya, Batı’ya karşı sert tepkiler veriyor ve meydan okumaktan çekinmiyor. BDT,
Avrasya Gümrük Birliği, ŞİÖ gibi kuruluşlarla ‘Yeni
Dünya Düzeni’ne hazırlıklarını güçlendiriyor.
50
OCAK 2015
“Dünya bugün çelişkilerle dolu. Mevcut küresel ve
bölgesel güvenlik sistemi, bizi bu tür çalkantılardan
koruyacağına dair herhangi bir güvence ve netlik
arz etmiyor. Bu sistem ciddi biçimde zayıfladı, parçalandı ve deforme oldu.” (Putin, 1.12.2014 Star)
Putin Türkiye ziyaretinde bunları söylerken, Erdoğan: “Dünya 5’ten büyüktür” ve “Üst akıl öyle istiyor” diyerek küresel sisteme isyanını seslendiriyor.
Türkiye ve Rusya’nın bu ortak duruşu Atlantik merkezli küresel sistemi korkutuyor ve endişelendiriyor.
Bu meydan okumadan tedirginler ve ürküyorlar.
İmparatorluk geçmişleri ve emperyal vizyonlarından
kaynaklanan siyasi ve stratejik öngörüleri, hesap
karıştırıcı ve oyun bozucu çıkışlarıyla küresel güç
dengelerini dalgalandırıyorlar. Erdoğan - Putin zirvesi bu ortaklığın buluşmasıdır. Türkiye’nin Suriye,
Rusya’nın Ukrayna üzerinden jeopolitik atılımları
Batı’yı rahatsız ediyor. İki ülkeye de bunlardan dolayı bedel ödetmeye ve ayar vermeye çalışıyorlar.
Türkiye’nin müttefikleri olarak, yönetilemez ve kontrol edilemez olmasından rahatsızlar. Rusya’dan
Yerleşik Küresel düzene itirazı, Avrasyacı politikaları, enerji kartını siyaseten kullanması ve yeni soğuk
savaşı göze alacak ataklarından dolayı rahatsızlar.
Türkiye ve Rusya, iki bölgesel güç ve küresel aktör... İlgi ve hareket alanları aynı coğrafya olan ve
aynı bölgede güç ve nüfuz mücadelesi içindeler.
Suriye ve Ukrayna/Kırım politikaları başta olmak
üzere birbirlerinden rahatsızlar. Gürcistan, Ermenistan Karabağ ve Kıbrıs iki ülkenin anlaşamadığı
kriz konuları, Çeçenistan sorunu da öyle... Bu sorun
alanlarında 1 Aralık zirvesinde ve özellikle sonrasında Türkiye-Rusya arasında sorunların çözümüne
destek olma iradesiyle ciddi müzakereler yapılmış
durumdadır. Rusya, Kırım konusunda Tatarlarla
ortak bir yönetime yeşil ışık yakarken, Karabağ’ın
Azerbaycan içinde özerk bir bölge olarak seçimle
belirlenen bir yapıyla yönetilmesine sıcak baktığını
paylaşıyor. Suriye’de, Türkiye’nin tezlerini ve hassasiyetlerini gözeten bir çözüme ve Suriye halkının
serbest iradesiyle şekillenecek Esed’siz bir geleceğe göz kırpıyor. Hatta Rusya, Çin ile olan ilişkilerini kullanarak Doğu Türkistan (Uygur) meselesinde
kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini belirtiyor. Bu
arada Ukrayna, Gürcistan, Çeçenistan ve Kıbrıs’ta
Türkiye’nin çözüm süreçlerine olumlu destek ve
katkılarını da bekliyor... Mücadele ettikleri alanlar
ve zıt taraflarda kaldıkları sorunlara rağmen küresel
jeopolitiğin zorlamasıyla, reelpolitik anlayışla yakınlaşma ve iş birliği güçlenerek devam ediyor. Soğuk
savaş dönemindeki dengeler hızla değişiyor.
Yazının başından beri anlattığım bu jeopolitik konjonktürde yapılan Ankara zirvesinde alınan kararlar,
ekonomik yönü ağır basan, siyasi boyutları da olan
niteliktedir.
Zirve Dosyası, Kararlar ve Yansımalar
- Mavi Akım Boru Hattı’nın kapasitesi arttırılacak ve
doğalgaz fiyatında %6 (15’e kadar çıkabilecek) indirim yapılacak.
- Türkiye’nin dışlandığı Bulgaristan’dan geçerek
Avrupa’ya dağıtım yapacak Güney Akım Projesi iptal
edilerek yerine Türkiye’den geçecek yeni bir gaz boru
hattının (Anadolu Akım) yapılmasına karar verildi. Yani
Rusya Avrupa’ya gazı artık Türkiye’den satacak.
- Akkuyu Nükleer Santral Projesi’nin (20 Milyar Dolar) ÇED raporu çıktı, hızlandırılacak.
- 32 milyar dolarlık ticaret hacmi 2023’te 100 milyar
dolara çıkarılacak ve milli paralarla ticaret yapılması
için gereken tedbirler alınacak.
- Suriye, Ukrayna, Kırım ve Karabağ hatta Çeçenistan siyasi dosyaları üzerinde (basına açıklanmayan)
ciddi görüşmelerin yapıldığı da biliniyor.
Zirvenin yansımaları dünyada ve özellikle Batı’da
büyük oldu. Alman Focus Dergisi: “Çar ile Sultan
buluştu... Rambo politikacıların ortak düşmanları
Batı... İkisi de Batı’da iyi konuşulmuyor... Batı’ya
karşı işbirliği yaparlar mı? 100 milyar dolarlık zirve!” değerlendirmesi yaptı. İngiliz BBC: “Değerli
yalnızlıklar zirvesi... Uluslararası ilişkilerde sorunlar
yaşayan iki lider... Batı’dan gelen eleştirileri dikkate almıyorlar...” yorumlarını yazdı. Amerikan NewYork Times: “Bir kazanan varsa o da Türkiye...
Putin’in Türkiye ziyareti Batı’ya gaz savaşı ilanıdır...
Güney Akım yerine Anadolu Akım jeopolitik bir çıkıştır.” başlıklarını attı. Batılı çevreler endişeli, temkinli ve eleştirel yorumlar yaptılar. Putin’in Türkiye
ziyaretiyle eş zamanlı gelişmeler: ABD-İran yakınlaşması, ABD’nin Türkiye’nin Suriye’de ‘güvenlik bölgesine’ ilişkin tezlerine yakınlaşma sinyalleri
vermesi, İran Cumhurbaşkanı’nın Erdoğan’ı daveti,
Çeçenistan’da 20 kişinin ölümüyle neticelenen saldırı, İngiliz Başbakanı D. Cameron ve İtalya Başbakanı Matteo Renzi ile AB’nin üç komiserinin iyi niyet
mesajlarıyla Türkiye’ye gelmeleri çok önemli jeopolitik anlamlar taşıyor olmalıdır.
Elbette Türkiye’nin bu ortamda Rusya ile aşırı yakınlaşmasının, Batı’nın tepkisini çekeceği tahmin edilebilir. Türkiye’nin Çin ile füze ön anlaşması Batılıları
nasıl ayağa kaldırdıysa buna da tepki vereceklerdir.
Yani Türkiye’ye karşı müttefik saldırıları devam edecektir. Türkiye’nin yerli duruşu, kendi güç havzasına
yatırım yapması onların hoşuna gitmeyecektir.
İşte burada Türkiye’nin “tutacağı balık ürküteceği
kurbağaya değmelidir.” Yani kazanılan şeyler alınan
risklere değmelidir.
Sonuç:
Yeni Türkiye Dünya’nın Cazibe Merkezi
Putin-Erdoğan zirvesi; Soğuk Savaş sonrası, küresel güçlere ve ‘tek kutuplu dünyaya’ karşı başkaldıran bölgesel duruşun ifadesidir. Türkiye 20. yüzyılın,
Rusya 21. yüzyılın kuşatmasını yarmaya çalışmaktadır. Bu Yeni Türkiye ve Yeni Rusya’nın kimlik mücadelesinin bir aşamasıdır.
Yükselen merkez ülke Türkiye, küresel oyuna geri
dönen Rusya ve değişim sürecindeki Amerika…
Bunlar ‘Yeni Dünya Düzeni’nin ayak sesleri. İslam
dünyası eksenli, Türkiye merkezli yeni dünya sistemi adım adım yol alıyor. Yeni ekonomik ve siyasi
bir merkez oluşuyor. Acımasız, küresel ve örtülü bir
savaş var. Türkiye büyük bir mücadeleyi göze almıştır. Dünyaya, hayata, geleceğe, konjonktüre ve
zamana Türkiye’den bakma günüdür. Önce Türkiye
deme anıdır.
Bu coğrafya (Orta Doğu) bir satranç tahtası. Türkiye kendi hamlelerini yapıyor, yapacak... Hem Rusya
hem de Türkiye için yeni ufuklar var. Bunun için Türkiye ve Rusya’nın daha da güçlenmesi ve işbirliğini
artırmaları gerekiyor.
OCAK 2015
51
DIŞ POLİTİKA
RUSYA İLE İLİŞKİLER:
ALMAN PARTNER – AVRUPALI RAKİP
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
S
oğuk Savaş’ın ardından Avrupa’ya
yönelik doğrudan güvenlik tehdidinin ortadan kalktığı düşünüldü. Bu çerçevede
Avrupa’nın çevresinin güvenlikli hale
getirilmesine öncelik verildi. NATO ve AB üyelik süreçleri aracılığıyla Avrupa’nın çevresinde demokratik ve müreffeh alanların yaratılmasıyla ve genişletilmesiyle, güvenlik sorunlarının aşılacağı öngörüldü. Buna ek
olarak Soğuk Savaş’ın ardından zaten takatsiz düşmüş Rusya’nın
da hareket kabiliyetinin sınırlandırılması amaçlandı. 1990’lı yılların
hemen başlarında gündeme alınan bu üyelik süreçleri, Rusya’nın etkisinin azaltılması için öncelikle Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik olarak
düşünüldü. Bu süreçler, 2000’li yıllarda nihai anlaşmalara bağlandı ve AB ve/veya
NATO üyelikleri hayata geçirildi. NATO’nun genişleme sürecine bakıldığında Almanya’nın birleşmesinin ardından 1999’da Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti; 2004’te Bulgaristan,
Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya; 2009’da ise Arnavutluk ve Hırvatistan NATO’ya üye oldular. Bu sürece paralel olarak Avrupa Birliği on beş üyeli bir birlikten yirmi sekiz üyeli bir birliğe dönüştü. 2004 yılında Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti,
Slovakya, Slovenya, Letonya, Litvanya, Estonya, Malta ve Güney Kıbrıs; 2007’de Romanya
52
OCAK 2015
Ukrayna’nın ve Gürcstan’ın üyelklernn ertelenmes konusunda anlaşıldı. Ukrayna’nın
ve Gürcstan’ın NATO üyes halne gelmeler durumunda Rusya’nın savaştan kaçmayacağı
günümüzde de gayet y anlaşılıyor. 2008 yılındak Gürcstan savaşının ardından 2013’te
başlayan Ukrayna olayları, Rusya’nın Avrupa’nın yumuşak poltkalarına aynı yumuşaklıkla
cevap vermemekte kararlı olduğunu br daha gösterd.
ve Bulgaristan; 2013 yılında ise Hırvatistan AB üyesi oldular. Aday ülkeler olarak Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya NATO’ya; Türkiye, İzlanda,
Makedonya, Sırbistan ve Karadağ ise AB’ye katılım
sürecini sürdürüyorlar.
NATO ve AB üyelikleri üzerinden Avrupa kıtasında güvenliğin sağlanması ve barışın tesis edilmesi
hedefine yönelik politikalar, 1990’lı yıllarda hızlıca
uygulamaya konuldu. 2000’li yıllarda ise bu çabalar, Rusya’nın uluslararası sistemde bölgesel bir
güç olarak yeniden sahneye çıkmaya başlamasıyla
hız kesti. Komşu coğrafyalarla ilgili olarak Avrupa,
Komşuluk Politikası ve Doğu Ortaklığı gibi araçları
hayata geçirirken; Rusya da Yakın Çevre politikası
çerçevesinde hareket etti. Bu politikaların hedefinde Kafkasya ve Karadeniz bölgeleri başta olmak
üzere aynı coğrafyalar bulunduğu için taraflar arasında anlaşmazlık ve rekabet kaçınılmaz hale geldi.
Rusya, G-8’e ve Dünya Ticaret Örgütü’ne dâhil
edildi. Bir anlamda Rusya’nın etki alanı dâhilinde
tanımladığı coğrafyalarda birlikte yönetim anlayışı geliştirilmeye çalışıldı. Avrupa’nın Rusya’yı bir
bölgesel güç olarak tanıdığının en önemli göstergelerinden bir tanesi, 2008 yılının Nisan ayında
gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nde alınan kararlarda aranabilir. ABD’nin aksi yöndeki baskısına rağmen Almanya’nın ve Fransa’nın araya girmesiyle
Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın üyeliklerinin ertelenmesi konusunda anlaşıldı. Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın
NATO üyesi haline gelmeleri durumunda Rusya’nın
savaştan kaçmayacağı günümüzde de gayet iyi
anlaşılıyor. 2008 yılındaki Gürcistan savaşının ardından 2013’te başlayan Ukrayna olayları, Rusya’nın
Avrupa’nın yumuşak politikalarına aynı yumuşaklıkla cevap vermemekte kararlı olduğunu bir daha
gösterdi.
Avrupa, Rusya ile ilişkilerinde “ortaklık” temelli bir
yaklaşımı benimsedi. Avrupa’nın bu yaklaşımının
mimarı Almanya olarak gösterilebilir. Avrupa’nın
Soğuk Savaş’ın ardından Rusya ile ilişkilere bakışı,
yeni bir savaş çıkmasını önleme üzerine şekillendi.
Avrupa, Rusya ile sert güç mücadelesine girmeden
yumuşak politikalar üzerinden ilişkilerin geliştirilmesine odaklandı. Bu doğrultuda Rusya’ya vize serbestisi tanınması ve ticari ayrıcalıklar verilmesiyle
Rusya’nın bir partnere dönüşeceği ve karşılıklı bağımlılık ilişkisinin ticaret ve ekonomi temelli biçimde
yönetilebileceği öngörüldü. Ayrıca Orta ve Doğu
Avrupa ülkeleri başta olmak üzere eski Sovyet coğrafyasının batısında kalan bölgenin Avrupalılığının
teyit edilmesi şartıyla, bu devletlerin Moskova ile yakın ilişkiler geliştirmelerine engel olunmadı. Bunun
dışında vize serbestisi ve serbest ticaret sağlanması
durumunda Rusya’nın, Ukrayna, Moldova, Gürcistan ve diğer Sovyet sonrası devletlerin işlerine karışmaktan vazgeçeceği düşünüldü. Bu doğrultuda
Rusya ve Putin yönetimi ise bu süreçte, “Avrupa’yı
istikrarsızlaştırmak ve Avrupa güvenliğini tehdit etmek” hedefiyle kendi güç kapasitesini de aşan son
derece sert politikalar benimsedi. Avrupa’nın ekonomi ve ticaret merkezli yaklaşımını bir fırsat olarak gören Rusya, bu fırsatı ekonomik bir kazanca
dönüştürmekle kalmadı. Buna ek olarak Rusya,
Avrupa’nın bu yaklaşımını Avrupa içerisinde ayrışma yaratmak üzere siyasi bir araç olarak kullandı.
2000’li yıllardan itibaren Rusya, sistematik olarak
Avrupa devletleriyle kurduğu ilişkileri ikili temelde
geliştirdi. Avrupa’yı bir bütün olarak almak yerine
çıkarlarını ön planda tutarak her devletle ayrı işbirliği
şablonları oluşturdu. Örneğin Fransa ile savunma
konusundaki işbirliğini öne çıkarırken Almanya ile
mühendislik ve enerji konularını esas aldı. Buna ek
olarak Rus oligarklar, mülk yatırımları için İngiltere’yi
tercih ettiler. Rusya’nın, Avrupa’yı ayrıştırma hedefiyle uyguladığı politikalar Avrupa’dan beklenen
tepkiyi gör(e)medi ve Avrupalılar, Rusya’nın aksi
OCAK 2015
53
sıra Putin’in devlet merkezci ve otoriter ekonomi
politikalarına da özenerek bakıyorlar.
yöndeki tutumuna rağmen Rusya’yı ortak olarak
görmekte ısrar ettiler. Bu nedenle Avrupa ülkelerinde Rusya konusu farklı parametrelerle değerlendiriliyor. Genel olarak bakıldığında Almanya, Fransa,
İtalya ve İngiltere için ekonomik ve ticari çıkarlar ön
planda yer alırken Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile
Baltık ülkeleri için güvenlik tehlikesi öncelikli rol oynuyor. Bu anlamda Rusya’nın 2000’li yıllardan itibaren izlediği ve Avrupa’yı ayrıştırmayı hedefleyen
stratejik vizyonunun, Avrupa’nın tek bir güç merkezi olarak hareket etmesini engellediği söylenebilir.
Böylelikle Rusya, ABD’nin Rusya’ya karşı Avrupa
üzerinden geliştireceği politikaların da önünü kesmeyi hedefliyor.
Rusya’nın Avrupa’daki ayrışmayı derinleştirmek
üzere kullandığı araçlardan bir diğeri aşırılıkçı
partilerin desteklenmesi olarak ortaya konabilir.
Fransa’da Ulusal Cephe, Macaristan’da Jobbik gibi
partilerin Rusya’dan yüklü meblağlarda mali yardım
aldıkları biliniyor. Buna ek olarak baskıya ve ayrımcılığa dayalı zihni yapıların da son derece paralel oldukları belirtilmeli. Bu nedenle söz konusu partiler,
Avrupa’nın Ukrayna politikasını eleştirmenin yanı
54
OCAK 2015
Rusya’nın Avrupa’da ayrışma yaratan politika
araçlarından bir diğeri ise enerji ve enerji güvenliği.
Avrupa’nın, Rusya’ya enerji bağımlılığı yüksek olduğu için Rusya ile Avrupa arasındaki en önemli konulardan bir tanesini enerji, enerji tedariki ve enerji
borularının rotası gibi konular oluşturuyor. Rusya, 9
Aralık’ta gerçekleştirilecek AB Enerji Bakanları toplantısı öncesinde Avrupa’da yeni bir fay hattı yaratmak üzere Güney Akım Projesi’nin iptal edildiğini
duyurdu. AB için sürpriz olsa da bu iptalin AB’de
telaş ve üzüntü yarattığı söylenemez. Ukrayna’yı
devreden çıkaran bu enerji projesinin AB’nin Üçüncü Enerji Paketi ve ilgili Gaz Direktifiyle uyumlu olmadığı biliniyor. Bulgaristan, Güney Akım projesi
kapsamındaki inşaat faaliyetlerini Ocak 2014’te
durdurmuştu. Ayrıca AB, iç pazardaki kamu ihaleleri kurallarına uymadığı gerekçesiyle Bulgaristan
aleyhine Avrupa Adalet Divanı’na rekabet kurallarını
ihlal davası açtı. 2007 yılında Rusya Güney Akım’ı
ilan ettiğinde AB, kendi enerji nakil projesi olarak
Nabucco’yu devreye sokmayı istedi. Ancak Nabucco etkin gaz arzı kaynağı bulunmadığı gerekçesiyle rafa kaldırıldı. Dolayısıyla AB, gönülsüz olmakla
birlikte Güney Akım’a ‘evet’ demişti. Projenin iptal
edilmesiyle AB, enerji tedariki çeşitliliğini sağlamak
üzere zaten üzerinde çalışmakta olduğu İsrail-Kıbrıs-Yunanistan ve Yunanistan-Bulgaristan-Romanya doğalgaz bağlantılarını yeniden gündemine aldı.
Bu arada Rusya’nın, Güney Akım’ı iptal etmesinin
hem siyasi hem ekonomik arka planı olduğu hatırlatılmalı. Güney Akım’ın iptal edilmesi, Rusya’nın
Avrupa’ya yönelik sert tavrını ve kendisini bir taraf
haline getirme çabasını ortaya koyuyor. Buna ek
olarak Rusya için bu hattın finanse edilmesi zorlaştı. Avrupa tarafından uygulanan yaptırımlar ve gaz
fiyatlarının son beş yılın en düşük seviyelerinde seyretmesi, Rusya için bu projenin mali yükünü artırdı.
Rusya, AB ülkeleri arasında hem ekonomik hem
siyasi ayrışma yaratacak platformu sağlamış gibi
görünüyor. Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in
dediği gibi Avrupalı devletler, Rusya ile ilişkilerinde
ilkeler ile iş (çıkarlar) arasında bir seçim yapmak
durumundalar. Bu seçimi öncelikle Almanya’nın
yapması gerekebilir. Zira Almanya, Avrupa’nın
Merkel syas sürec öncelerken, Rusya’nın verdğ sözler tutmamasından dolayı
rahatsızlık yaşıyor ve 5 Eylül tarhl Mnsk Antlaşması’na uyulmasını beklyor. Almanya,
geçmşte Rusya’yı br partner olarak gördüğünü ve fakat bu durumun ger dönülmez bçmde
değştğn ortaya koyuyor. Rusya se her fırsatta Almanya tarafından eleştrlmekten rahatsız
olsa da bu durumu değştrmeye yönelk somut br adım atmıyor.
Rusya’ya yönelik politikasının mimarı olmasının yanı
sıra Rusya ile en yakın ilişkilere sahip Avrupa ülkelerinden bir tanesi. Ukrayna krizine kadar Almanya için çıkarlar ön planda yer alıyordu ve çıkarların
gerçekleştirilebilmesi için elverişli bir siyasi ortam
yaratılıyordu. Ancak bu yaklaşımın sürdürülebilir olmadığı görüldü. Zira Rusya ile temel farklılık,
tarafların karşıt değerlere ve siyasi sistemlere sahip olmalarından kaynaklanıyor. Bunu görmezden
gelerek Rusya’ya yönelik politika geliştirilmesinin
mümkün olmadığı görülüyor. Taraflar arasındaki
temel farkları görmezden gelerek Avrupa’nın ticari
ayrıcalıklar sağlaması Rusya’nın keskin politikalarını
değiştirmiyor veya yumuşatmıyor.
karşılık geliyor ve Avrupa ülkeleri içerisinde ilk sırada yer alıyor. Ayrıca mevcut doğalgaz ticaretinde
Alman menşeli E.ON, BASF, Verbundnetz Gas ve
Wintershall Holding gibi şirketler, Gazprom ile yakın işbirliği içerisinde çalışıyorlar. Bu nedenle Rusya
ile Almanya arasındaki ticari ve ekonomik bağımlılık
yadsınamaz boyutlara ulaşmış durumda. Almanya,
Rusya’ya olan bağımlılığın dikkate alınmasını ve bu
Almanya’nın bölgeye yönelik politikalarının belirlenmesinde Ukrayna büyük önem taşıyordu. Bağımsızlığını kazanmasından bu yana Ukrayna ile
yakın ilişkiler geliştirmeye çaba gösteren Almanya,
Ukrayna’nın Avrupa ile yakınlaşmasına, demokratikleşmesine ve serbest piyasa ekonomisine geçmesine destek veriyordu. Almanya bir yandan Avrupa yanlısı muhalefete destek verirken diğer yandan Yanukoviç yönetimiyle diyalog yollarının açık
tutulmasına özen gösterdi. Ukrayna’daki krizin,
siyasi araçlarla çözülmesine ve arabuluculuk faaliyetlerine odaklandı. Şiddetten kaçınılması, siyasi
gücün paylaşılması ve anayasa reformu yapılması
gibi öneriler getirdi. Almanya doğrudan müdahil olmak yerine çatışmanın tarafları arasında anlaşma
zemininin yaratılmasını önceledi ve bu doğrultuda
Rusya’nın, Ukrayna krizine birinci derecede müdahil
olmamasını talep etti. Ancak Rusya bu talebi dikkate almadı veya dikkate alır gibi göründü ama bunu
uygulamaya yansıtmadı. Zira Almanya’nın Rusya’ya
olan enerji bağımlılığı, bu taleplerin Rusya tarafından
dikkate alınması meselesini ister istemez etkiliyor.
Almanya, 2013 yılında Rusya’dan aldığı 40,2 milyar
metreküp gaz ile Gazprom için en büyük pazara
OCAK 2015
55
DIŞ POLİTİKA
Rusya’nın, Güney Akım’ı ptal etmesnn hem syas hem ekonomk arka planı olduğu
hatırlatılmalı. Güney Akım’ın ptal edlmes, Rusya’nın Avrupa’ya yönelk sert tavrını ve
kendsn br taraf halne getrme çabasını ortaya koyuyor. Buna ek olarak Rusya çn bu hattın
fnanse edlmes zorlaştı. Avrupa tarafından uygulanan yaptırımlar ve gaz fyatlarının son beş
yılın en düşük sevyelernde seyretmes, Rusya çn bu projenn mal yükünü artırdı.
çerçevede AB ile ortak şekilde politika geliştirilmesini öngörüyor.
taahhüt altına alan Budapeşte Mutabakatı’nın zedelenmesini gösteriyor.
Almanya Şansölyesi Angela Merkel için Ukrayna’daki krizin patlak vermesinin ve Kırım’ın Rusya
tarafından ilhak edilmesinin temel nedeni, AB ile yakınlaşma adımlarının atılması olarak kabul ediliyor.
Ukrayna’nın batı sistemiyle bütünleşme yönünde
politikalar benimsemesiyle ayrılıkçıların harekete
geçtikleri düşünülüyor. Bu sürecin yalnızca Ukrayna ile sınırlı olmadığı ve Rusya’nın, Gürcistan ile
Moldova’ya yönelik de benzer yaklaşımları olduğu
belirtiliyor. Ayrıca Rusya’nın, Batı Balkanlar’daki
bazı ülkeleri de kendisine bağımlı hale getirmeye
çalıştığı dile getiriliyor. Bu bölgesel oyun içerisinde
Almanya, NATO çerçevesinde müttefiklerle hareket edileceğini ve kolektif savunma yükümlülüğüne
bağlı kalınacağını yineliyor. Bu itibarla Polonya’ya,
Litvanya’ya, Letonya’ya ve Estonya’ya desteğini
ifade ediyor. Bu noktada Merkel, 2008 yılında alınan NATO kararları uyarınca, Ukrayna’nın NATO ile
işbirliğini derinleştiren ve üyeliğin ön aşaması olarak
görülen Üyelik Eylem Planı’na geçmesinin Almanya
tarafından kabul edilmediğini ve bunun nedenlerinin günümüzde geçerli olduğunu vurguluyor. Bir
anlamda Merkel, süregelen politikadan geri adım
atmaksızın mevcut krize çözüm bulmaya çalışıyor.
Merkel siyasi süreci öncelerken, Rusya’nın verdiği
sözleri tutmamasından dolayı rahatsızlık yaşıyor ve
5 Eylül tarihli Minsk Antlaşması’na uyulmasını bekliyor. Almanya, geçmişte Rusya’yı bir partner olarak gördüğünü ve fakat bu durumun geri dönülmez
biçimde değiştiğini ortaya koyuyor. Rusya ise her
fırsatta Almanya tarafından eleştirilmekten rahatsız
olsa da bu durumu değiştirmeye yönelik somut bir
adım atmıyor. 2008’deki Gürcistan krizi, DTÖ kurallarının ihlal edilmesi, batı ülkelerinin sınırlarındaki askeri gerginliklerin tırmandırılması, Ukrayna sorunu,
nükleer kapasiteler hakkındaki belirsiz açıklamalar,
NATO ve AB hava sahalarının ihlal edilmesi ve benzeri olaylarda görüldüğü üzere Rusya, hâlihazırdaki
gergin ve çatışmacı politikasında herhangi bir değişikliğe gitmeyeceğini ortaya koyuyor.
Mevcut krize çözüm bulmak amacıyla Merkel, siyasi kanalların kullanılmasını ve Rusya ile diyaloğun
devam ettirilmesini teşvik ediyor. Bu anlamda Rusya ile AB arasında ve daha ötesinde Rusya ile Batı
arasında yapıcı bir rol oynayarak arabuluculuk yapıyor. Buna ek olarak NATO’nun da Rusya ile iletişim içerisinde olmasının önemini vurguluyor. Ayrıca
Ukrayna’ya yapılan mali yardımların devam ettirilmesini savunuyor. Rusya’nın uyguladığı politikalar
karşısında etkin bir araç olarak yaptırım kararlarının
alındığını ifade ediyor. Rusya’ya uygulanan yaptırımların gerekçesi olarak da 1994 yılında imzalanan
ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ve egemenliğini
56
OCAK 2015
Almanya’nın ve AB’nin özelde Ukrayna krizini, genelde ise Rusya ile sorunlarını çözmek üzere Rusya
ile yeni bir ticari görüşme vaadini gündeme getirmesinin, işlevsel sonuçları olmayacağı şimdiden
öngörülebilir. Zira Rusya’nın derdi ekonomik ve
ticari ilişkilerin ötesinde güvenlik ve siyaset odaklı
olarak ortaya çıkıyor. Rusya, Batı’daki korkuları provoke ederek ve Batılı demokratik toplumlarda gerginlik yaratarak kendi hareket alanını genişletmeye
çalışıyor. Rusya bu şekilde nüfuz alanını yaymaya
çalışırken, Rusya’yı geri çekilmeye ikna etmek pek
kolay olacağa benzemiyor. Bu anlamda Rusya ile
yaşanan her krizde yeni bir ticari görüşmenin teklif edilmesi, Rusya’nın araçlarını çeşitlendirmekten
başka işe yaramıyor. Lizbon’dan Vladivostok’a
kadar serbest ticaret alanı kurulmasını Rusya veto
eder mi bilinmez. Bu tercihi Rusya açısından değerlendirmeden önce AB’nin ve AB’nin lideri olarak
Almanya’nın, sert politika ile yumuşak politika araçları arasında bir seçim yapmaları gerekiyor.
Doç. Dr. Cevher ŞULUL*
Akademisyen
DARBE İLE BÖLÜNME ARASINDA
LİBYA’NIN GELECEĞİ
L
ibya’da 42 yıllık Muammer Kaddafi iktidarına son
veren devrimin ardından siyasi istikrar bir türlü
sağlanamadı, şiddet olayları yaygınlaştı, silahlı
gruplar arasında çatışmalar meydana geldi. Mayıs
2014’te Emekli General Halife Hafter darbe girişiminde
bulundu. Ancak bu darbe girişimi Trablus’ta bulunan
ve kendilerine “Fecr Libya” adını veren direnişçiler
tarafından engellendi. Bu olayların ardından Libya
kriz sebebiyle fiilen iki cepheye bölündü: Milli Genel Kongre’nin desteklediği Libya Şafağı/Fecr Libya
Koalisyonu ile Tobruk Temsilciler Meclisi’nin destek
verdiği Halife Hafter’e bağlı Onur Cephesi. Bu iki
kesim arasındaki çatışmalar hala devam etmektedir.
Libya’da şu anda 25 milyon silah ve savaşmaya
hazır 250 bin savaşçı bulunmaktadır. Merkezi New
York’ta bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne
göre bu süreçte sadece Libya’nın Bingazi ve Derne kentlerinde siyasi suikast sonucu ölenlerin sayısı
250’yi geçti.
Libya’da cereyan eden bu hadiseler izah edilirken
birbirinden farklı nedenler zikredilmektedir. Bazılarına göre Libya’daki savaş güney - kuzey savaşıdır. Bazılarına göre kentliler ile bedeviler arasında
bir savaştır. Bazılarına göre kökleri eskiye dayanan
bölgesel ihtilafların, aşiret kavgalarının bir sonucudur. Bazılarına göre direniş gurupları arasındaki
hesaplaşmadır. Bazılarına göre Kaddafi yanlılarının
eseridir. Bazılarına göre de mevcut durumun arkasında kim olduklarını bilmediğimiz birileri vardır. Bu
nedenle Libya’da “Kim kiminle savaşıyor?”, “Kim ne
istiyor?” gibi sorulara cevap vermek kolay değildir.
OCAK 2015
57
Libya, coğrafyası ve zengin petrol kaynakları itibari
ile son derece önemli stratejik bir konuma sahiptir.
Gerek bölgesel gerekse uluslararası güçler Libya’nın
geleceğinde söz sahibi olmak istemektedir; Libya’da
etkinlik alanı oluşturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle
cereyan eden hadiselerde iç dinamiklerden ziyade
dış dinamiklerin daha etkili olduğu söylenebilir.
Nitekim The New York Times’ın haberine göre
Ağustos 2014’de BAE ve Mısır’a ait savaş uçakları
Trablus Uluslararası Havalimanı ile birlikte İslamcı
gruplara ait bazı askeri hedefleri iki kez bombalamıştır (The New York Times: AUG. 25, 2014).
Londra’da yayınlanan Al-Kuds Al-Alarabi gazetesi (26 ağustos 2014) BAE ve Mısır’a ait uçakların
2500 mil yol kat ederek Trablus’taki bazı askeri
hedefleri bombalamasını eleştirmiştir. Zira aynı tarihlerde İsrail uçakları Gazze’yi bombalarken, altyapısını ve şehirlerini tahrip ederken, BAE ve Mısır’ın
Trablus’taki bazı askeri hedefleri bombalaması anlaşılabilir şey değildir.
BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’ın Arap dünyasının
doğusunda ve batısında kendilerine özgü bir nüfuz alanı oluşturmak istedikleri herkes tarafından
bilinmektedir. Adı geçen ülkeler ilk defa bir Arap
ülkesine bu şekilde askeri müdahalede bulunmaktadır. Bu nedenle de BAE’nin bu saldırısının farklı
bir okumaya tabi tutulması gerekmektedir. Bu saldırı Libya hükümetiyle koordineli bir şekilde gerçekleşmemiştir. Bilakis bu saldırı çatışma halindeki iki
taraftan birini, darbeci bir generali desteklemek için
yapılmıştır. Peki, bu darbeci general kimdir, amacı
nedir? BAE, Mısır, Suudi Arabistan ile birlikte bazı
uluslararası güçler neden ve ne amaçla bu darbeci
generali/Halife Hafteri desteklemektedir.
Halife Hafter ile ilgili birçok soru işareti var. 1969’da
Kaddafi’nin yaptığı askeri darbede yanında bulundu
ve aynı tecrübeyi Bingazi’de tekrar etmeye çalıştı.
Halife Hafter, 1980’lerde askeri mahkemenin başkanı
idi. Kaddafi’ye muhalefet eden birçok kişiye idam
cezası vermişti. Halife Hafter, Libya - Çad savaşında
başarısız olduktan sonra saf değiştirip Kaddafi’nin
muhalifleriyle birlikte hareket etmiştir. 20 yıla yakın
58
OCAK 2015
bir süre Amerika’da ikamet eden Halife Hafter, burada Kaddafi’yi devirebilmek için eğitim almıştır. Halife
Hafter, devrim başladığında Bingazi’ye döndü. Albay
rütbesinde iken kendisini general rütbesine terfi ettirdi. Libya Ulusal Ordusu adını verdiği devletin meşruiyeti dışında bir askeri yapı oluşturdu ve bu yapıya komutanlık yapmaya başladı. Birtakım muhalif siyasetçi
ve askerlerle işbirliğine gitti ve bunların bir kısmı ona
katıldılar. Kendisine muhalefet eden direnişçi grupları terörist ve radikal İslamcı diye niteledi. Mısır’daki
askeri darbeden etkilenerek teröre karşı savaş ilan
ettiğini söyledi. Suudi Arabistan, Mısır ve BAE’de bulunan basın ve yayın organları Halife Hafter’i Libya’nın
kurtarıcısı ve teröre karşı zafer kazanan kahraman
gibi takdim etti. Aynı çevreler Kaddafi yönetimini deviren Libya halkı için ise terörist veya radikal İslamcı
demeye başladı.
Halife Hafter darbe ile ilgili ilk beyanatını bir Suudi
Arabistan kanalı olan ve merkezi Dubai’de bulunan
Al -Arabiye televizyonundan yaptı. Bu bir tesadüf
değildir. Halife Hafter, uluslararası düzeyde ilgi gören terör kavramını ön plana çıkararak Batılı siyaset
yapıcılarının ve Arap Baharı’na karşı savaşan bölgesel güçlerin desteğini almaya çalışıyor. Doğrudur, direnişçiler arasında İslamcılar da vardır. Ama
direnişçilerin büyük çoğunluğu ortalama Libya halkından oluşmaktadır. Örneğin Misrata’da, Hafter’e
karşı savaşan direnişçi grubun çekirdek kadrosunu
esnaflar ile tüccarlar oluşturmaktadır.
Halife Hafter, Mısır’da darbe yapan Abdulfettah
Sisi’nin ayak izlerini takip etmektedir. Zira Libya,
Mısır’dan çok çabuk etkilenen bir ülke olarak biliniyor. Mübarek’in devrilmesinden altı gün sonra
Libya’da Kaddafi’ye karşı isyan hareketi başladı ve
Ekim 2011’de Kaddafi öldürüldü. Cemal Abdunnasır ve arkadaşları 1952’de Kral Faruk’u devirdi. Kaddafi ise 1969 yılında daha 27 yaşındayken
Mısır’ın desteği ile Kral Sunusi’yi devirdi. Benzer şekilde Mısır’da yapılan askeri darbe Libya’da hızlı bir
biçimde yankılandı.
Bugün Libya’da cereyan eden hadiselerin ulusal ve
uluslararası birçok nedeni vardır. Bunlardan birisi ve
en önemlisi devrik lider Muammer Kaddafi dönemi
bürokratlarının yeni dönemde devlet kurumlarında
görev almalarını engelleme amacıyla çıkarılan Siyasi
Tecrit Yasası’dır. Bunun sonucunda görevlerinden
uzaklaştırılan sivil ve askeri bürokratlar ile birlikte yeni
yönetimde kendine yer bulamayanlar “terör” kavramının arkasına sığınarak ülkeyi kaos ve anarşiye sü-
rüklediler. Bu nedenle de bazılarının tahlil ve tasvir
ettikleri gibi Libya’da şu anda cereyan eden hadiseler
hedefi ve amacı belli olmayan bir iç savaş değildir.
alarak geri adım atmama, faklı görüş ve düşüncelere, özellikle de siyasal İslam’a hayat hakkı tanımama konusunda kararlı gibi görünmektedir.
Diğer bir ifadeyle şu anda Libya’daki savaş, Kaddafi
yönetimini deviren unsurlar ile Kaddafi döneminden
kalma sivil ve askeri bürokrasi ile ittifak yapan seküler güçler arasında, yani devrim ile devrim karşıtları
arasında cereyan etmektedir.
Sonuç itibariyle Libya halkı, bugün devrimi tamamlamak ve Kaddafi döneminin artıklarını ülkeden
temizlemek, bölgesel bir takım güçlerin Libya için
planladığı yapıyı boşa çıkarmak için yeniden bir araya gelmekte ve mücadele vermektedir.
Bu savaşın diğer bir nedeni ise Libya’yı kendi çıkarları istikametinde dizayn etmeye çalışan bölgesel ve
uluslararası güçlerdir. Bilindiği gibi Arap Baharı ile
birlikte meydana gelen devrimler sonucunda halkın
iradesi ilk defa sandığa yansımış, demokratik süreç
muhafazakâr İslami kimliği görünür partileri iktidara
taşımıştır. Buna karşı olan bir takım güçler, bu süreci
sabote ederek Arap Baharı’nı kışa çevirdi. Halk kazanımlarının birçoğunu kaybetti. Mısır’da yapılan askeri
darbe bunun en iyi örneğidir. Aynı çevreler, Arap
Baharı’nın yaşandığı ülkelerde medya ve para gücünü kullanarak karşı darbeler yaptı. Bunu başaramadıkları yerlerde ise -Suriye ve Libya örneğinde olduğu
gibi- ülkeleri iç savaşa sürüklediler. Olup biten hadiselere bakarak adeta Orta Doğu’da Arap Baharı’nın
rövanşının alınmak istendiğini söyleyebiliriz.
Bu bağlamda Libya, üç yıl öncesiyle değil beş yıl
öncesiyle mukayese edilmeli. Libya bugün, özgürlükler ve siyasi katılım açısından beş yıl öncesine
göre ileri durumdadır. Bugün Libya’da meydana
gelen hadiseler bu yönüyle son derece doğaldır.
Zira Libya’da yönetim bir diktatörün iradesine bağlıydı. Bugün ise Libya’da yönetimde söz sahibi olmak isteyen birçok siyasi parti söz konusudur. Bütün kavgalara rağmen bu bir ilerleme olarak kabul
edilebilir. Kaldı ki Libya halkını ve ordusunu parçalayan, bölen Kaddafi’nin kendisidir.
BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’ın etkin bir şekilde
Libya’nın iç işlerine karışmalarının ve Hafter’i desteklemelerinin iki nedeni olabilir: Birincisi muhafazakâr
İslami kimliği görünür olan direniş gruplarını zayıflatmak. İkincisi ise bazı Arap ülkelerinde artakalan
Arap Baharı’nın izlerini temizleme/tasfiye etmektir.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen iyi niyetle, taraflara diyalog ve ateşkes çağrısı yapan -başta Cezayir
olmak üzere- birtakım ülkeler de vardır. Ancak bölgede güçlü bir biçimde esen devrim karşıtlığı, diyaloga pek şans tanımayacak gibi görünüyor. Birçok
insanın ölmesi ve şehirlerin yıkılması pahasına, sorunu diyalogla değil silahla çözmeyi tercih eden devrim karşıtı cephe, birçok Arap ülkesinde bu süreçte
başarılı sonuçlar elde etti. Bu yapı, muhafazakâr
değerlere karşıtlığı ile bilinen bütün kesimleri yanına
Gerek bölgesel gerekse uluslararası güçler Lbya’nın
geleceğnde söz sahb olmak stemektedr; Lbya’da
etknlk alanı oluşturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle
cereyan eden hadselerde ç dnamklerden zyade
dış dnamklern daha etkl olduğu söyleneblr.
Bugün Libya’da yaşanan olayların bir benzeri yaşanmamıştır. Ülkede iki parlamento ve iki hükümet bulunmaktadır. Libya’nın bu problemi çözebilmesi için
bütün tarafların temsil edildiği bir hükümet kurulabilir.
Bunun için ülkenin yeterli zenginlik kaynakları vardır.
Ülke seçim tecrübesini yaşadı. Kaddafi döneminin
acı tecrübelerini yaşadı. Dolaysıyla bir diktatörün,
ülkeyi yeniden yönetmesi söz konusu olamaz.
Ancak her şeye rağmen Halife Hafter ve onu destekleyen Arap ülkelerindeki diktatörlerin anlamadığı
bir şey var; Arap halklarının beklentilerini ve talepleri.
Onlarca yıldır zorla, baskıyla, entrikayla ve uluslararası bir takım güçlerle ittifaklar yaparak yönetmeye
devam ettikleri halklar, on yıl öncesinin hatta birkaç
yıl öncesinin halkları değildir. Artık toplum, dünyada
ne olup bittiğini biliyor, dünya ile iletişim kurabiliyor.
İnsanlar, medeni dünyada herkesin sahip olduğu
haklara sahip olmak istiyor. Onurlu bir şekilde yaşama hakkından vazgeçmek istemiyor.
Bu nedenle Arap dünyasında gerçek anlamda siyasi reformlar yapılmadığı sürece kalıcı barışın, istikrarın temini söz konusu değildir. Geçici olarak her
türlü baskı yöntemini kullanarak halkın beklentileri,
siyasi ve insani talepleri ötelenebilir, susturulabilir.
Fakat bu yapının sonsuza değin devamı, eşyanın
tabiatına aykırıdır.
* Harran Üni. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi.
İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır.
OCAK 2015
59
DIŞ POLİTİKA
Ferguson Sonrası
Amerka’da Yenden Yükselen Syah Hareketler
Amine İLERİ
SDE Uzmanı
A
ğustos 2014 tarihinde Amerika’da, siyahi
genç Micheal Brown’un öldürülmesiyle başlayan polisin aşırı güç kullanımına yönelik
protestolar, ülke genelinde artarak devam ediyor.
Protestolar, Black Panther gibi aşırı sol siyahi grupların da içinde bulunduğu siyahi gruplar tarafından
yönlendiriliyor. Protestoların Amerika’da devam etmesinin sebebi Micheal Brown’un öldürülmesinden
sonra ülkede beyaz polislerin siyahları
öldürmeye devam ediyor olması. Brown’un
öldürüldüğü günden bu yana, altı
siyah Amerikalı polisler tarafından öldürüldü. FBI verilerine
göre 2005 ile 2012 arasında yılda 96 siyah
Amerikalı polisler
tarafından öldü-
60
OCAK 2015
rüldü. Son araştırmalar gösteriyor ki genç siyahiler,
genç beyazlardan 21 kat daha fazla polis tarafından
öldürülme riskiyle karşı karşıyalar.
Brown’dan Sonra 6 Siyahi Daha Polis
Tarafından Öldürüldü
21 Eylül’de 14 yaşındaki Cameron Tillman, Louisina
eyaleti Terrebon şehrinde silahla terkedilmiş bir eve
girdiği ihbarı üzerine polis tarafından öldürülmüştür.
Ayrıca, 22 Kasım’da Cleveland’da parkta oyna-
yan 12 yaşındaki siyahi çocuk Tamir Rice, elinde- Dünya’nın pek çok ülkesinde mahkemeler polis
ki oyuncak silahı gerçek bir silah sanan beyaz bir veya güvenlik güçlerinin lehine karar alırlar. Zira
polis tarafından öldürüldü. Olaydan sonra yayın- güvenlik görevlisinin hissettiği tehdit mahkeme için
lanan güvenlik kamerası görüntülerinde çocuğun önemli bir gerekçe sayılır. Fakat ABD bu örneklerin
elindeki oyuncak silahı yoldan geçenlere doğrult- en çok görüldüğü ülkelerden biridir. ABD’de silah
tuğu görülmüş ve çevredekilerin polisi aradıkları taşımanın serbest olmasına paralel olarak polis ve
öğrenilmişti ancak yayınlanan telefon görüşme- diğer güvenlik birimlerine de geniş yetkiler verilmişlerinde 911’i arayan kişinin, çocuğun elindekinin tir. Ayrıca yerel polis teçhizat bakımından en üst
oyuncak silah olabileceği uyarısı yaptığı da belir- düzeyde donatılmıştır. Aslında, Amerikan polisinin
lenmiş ancak polis memurunun bölgeye ulaşıp ara- militarize olduğu ve aşırı güç kullandığı konusu çokça tartışılmış olmasına rağmen ne yerel yönetimler
cından inmesinden iki saniye sonra çocuğa ateş
ne de federal hükümet bu konuyu dikettiği açıklanmıştı. 17 yaşındaki Laquan
kate almamıştır. Kongre komisyonMcdonald, Chicago’da polis taralarında bu konu tartışılmış ise
fından arabalara girip hırsızlık
Her fırsatta
de, polis gücünün yetkilerinin
yaptığı gerekçesiyle tutuklandünyaya hukuk devleti
azaltılması ile ilgili herhangi
mak istenmiş fakat elindeki
ve özgürlük dersi vermeye
bir yasa Amerikan Kongbıçağı bırakmak istemeçalışan Amerika gibi bir
resi tarafından çıkarılmış
mesi üzerine vurularak
değildir.
ülkenin
yargısının
ön
yargıyla
öldürülmüştür. Vonderrit
Myers Jr., Ferguson’da
hareket ediyor olması; ABD’nin
Aynı şekilde Amerikan
Micheal Brown’un öldüartık çuvaldızı kendi ırkçılık
yargısı da bu konuda
rüldüğü yerden sadece
özellikle
siyahilerin söz
ve ayrımcılık sorununa
birkaç metre uzakta mesai
konusu
olduğu
davalarda
batırmasının
dışındaki bir polis tarafından
polisi suçlu bulacak herhanzamanının geldiğini
17 el ateş edilerek öldürülgi bir karar vermemiştir. Ördü. Myers’ın ailesi oğullarının
gösteriyor.
neğin, Ferguson protestolarının
herhangi bir suçu olmadığını, öldevam ettiği Temmuz ayında bir
dürüldüğünde elinde bir sandviç olastım hastası olan Eric Garner’ın kaçak
duğunu söylemiştir. 18 yaşındaki Qusean
sigara satıyor gerekçesi ile altı polis memuru
Whitten, Ohio’da bir markette soygun yapmaya
tarafından tutuklanmaya çalışılırken boğularak ölçalışırken polis tarafından öldürüldü. 19 yaşındaki
mesi üzerine görülen davada da New York MahkeRoshad Mcıntos, Chıcago’da polise silah çekerken
mesi polis memuruna takipsizlik kararı verdi. Amaöldürüldü. Mcintos’un ailesi oğullarının öldürüldüğü
tör bir kamera ile çekilen olayda siyahi Garner’ın
sırada yere diz çökmüş ve ellerinin havada olduğupolislere herhangi bir müdahalede bulunmadığı ve
nu iddia etmişlerdi.
boğazını sıkan polise astım hastası olduğunu ve nefes alamadığını söylemesine rağmen polisin bunu
Amerikan Yargısı Bildiğini Okuyor
dinlememesi ve videonun bir suç delili olarak kabul
Ferguson’da Jüri’nin Micheal Brown’u öldüren poedilmemesi de yargının siyahi karşıtı tavrının en açık
lis memuru Darren Wilson’un yargılanmasına gerek
göstergesidir.
görmemesi kararı üzerine protestolar Ferguson’la
sınırlı kalmayıp ABD’nin diğer eyaletlerine sıçra- Amerika’da suç oranın en yüksek olduğu kesimdı. Çünkü mahkemenin bu kararı ABD’deki ırkçılık ler siyahilerin çoğunlukta olduğu yerleşim yerlerisorununa ve siyahlara karşı ayrımcılığı açığa vuru- dir. Bu durum elbette ki yargının karar vermesini
yordu. Yaşananlar tam ters bir şekilde olsaydı yani etkilemektedir. Fakat her fırsatta dünyaya hukuk
ölen beyaz bir Amerikalı, öldüren ise siyah Amerikalı devleti ve özgürlük dersi vermeye çalışan Amerika
olsaydı yargı yine aynı kararları verebilecek miydi? gibi bir ülkenin yargısının ön yargıyla hareket ediyor
Öldüren siyahların yargılanmasına gerek göreme- olması; ABD’nin artık çuvaldızı kendi ırkçılık ve ayyecek miydi? Bu soru Amerika’da yargının tarafsız- rımcılık sorununa batırmasının zamanının geldiğini
gösteriyor.
lığının testi açısından oldukça önemlidir.
OCAK 2015
61
röportaj
Black Lives Matter Hareketi
Ferguson’daki olayları protesto gösterilerinin en
önemli sloganı Black Lives Matter (Siyahların Hayatı
Önemlidir) idi. Bu slogan Amerika’nın pek çok bölgesine yayılan ve bir tür toplumsal harekete dönüşen protestoların adı olmaya başladı. Gösterilerde
siyahi sol grupların başı çektiğini söylesek de ülkedeki hemen hemen tüm sol gruplar bu harekete
destek veriyor.
Amerika’daki devrimci siyahi sol hareketin iki önemli figürü vardır. Birisi Martin Luther King diğeri ise
Malcolm X’dir. Martin Luther King’in “Bir Hayalim
Var” diye başlayan sembol konuşması ırksal eşitliği
savunmaktadır. Martin Luther’in 1963 yılında İş ve
Özgürlük İçin Washington’a Yürüyüşü ve Lincoln
anıtının önünde yaptığı konuşmasında, “Bir gün
dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil kişiliklerine göre yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına
dair bir hayalim var” demiştir. Amerika’da Martin
Luther King’in başını çektiği siyasi hareket barışçıl
(peaceful) olarak nitelendirilmektedir. Malcolm X
ise tarihteki en önemli Afroamerikalı’lardan birisidir.
Destekçilerine göre siyahi insanlara karşı suç işleyenlerle mücadele eden ve siyahi insanların haklarını savunan biriyken, karşıtlarına göre ırkçılığı ve şiddeti savunan birisi olarak görmektedir. Malcolm X,
siyahların Amerika’da bir yurttaş olarak kabul edilebileceğini ancak hiçbir zaman beyaz bir Amerikalı ile
eşit muamele göremeyeceğini söylüyordu ve buna
karşı çıkıyordu. Malcolm X ile Martin Luther King’in
birbirilerinden ayrıldığı en önemli noktada burasıydı çünkü Martin Luther, Amerika’da siyahların da
beyazlar gibi eşit vatandaş olacağına ve mutlak bir
eşitlik sağlanabileceğine inanıyordu Malcolm X ise
bunu asla gerçekleşmeyecek bir hayal olarak görüyordu. Tarih boyunca yaşanan olaylar ise Malcolm
62
OCAK 2015
Kenan GÜRSOY ile
Papa Fransuva’nın
Türkiye Ziyaretini
Konuştuk
X’i haklı çıkarmıştır Amerika’da beyazlar ve siyahlar
asla eşit muamele gören vatandaşlar olamamışlardır. Bu durum sadece polis şiddeti gibi konularda
değil istihdam, gettolaşma vs. gibi birçok alanda
açık bir şekilde görülmektedir.
Amerika’daki bu iki önemli figürle hemen hemen
aynı tarihlerde ortaya çıkmış olan bir başka hareket ise Siyah Panter Partisi’dir (Black Panther
Party). 1966’da California eyaletinin Oakland kentinde Huey Newton ve Bobby Seale tarafından siyahların haklarını savunmak için kurulan ve asıl adı
Black Panther Party for Self-Defense (Kara Panter
Öz Savunma Partisi) olan devrimci hareket Amerikan sol hareketinin önemli aktörlerinden birisidir.
Partinin başlangıçtaki amacı, siyahların yaşadıkları gettolarda devriye gezerek mahalle sakinlerini
polis saldırılarına karşı korumak olsa da Kara Panterler zamanla bütün Siyahların silahlanmasını, başta askerlik hizmeti olmak üzere beyaz Amerika’ya
karşı bütün yükümlülüklerden muaf tutulmalarını,
hapisteki bütün siyahların salıverilmesini ve beyaz
Amerikalıların yüzyıllardır süren sömürüsünün bedeli olarak siyahlara tazminat ödenmesini talep
eden Marksist bir devrimci grup niteliği kazanmıştır.
Black Panther’ler, Ferguson protestolarında da aktif bir şekilde yer almışlardır.
Amerika, Bağımsızlık Günü’nden bu yana siyahbeyaz eşitsizliği, siyah hakları, eşit vatandaşlık gibi
tartışmaların yaşandığı ve siyahlara seçme hakkının
verilmesi bile büyük tartışmalar sonrasında olmuş
bir yer. Bugün Devlet Başkanı, Adalet Bakanı ve
Ulusal Güvenlik Bakanı’nın Afroamerikalı olduğu fakat siyahlara karşı ayrımcılığın çifte standardın hala
devam ettiğinin bizzat “Siyah Devlet Başkanı” tarafından kabul edildiği, dolayısıyla bu anlamda hala
önemli bir mesafe kaydedememiş bir ülke.
Röportaj: Adem KARAAĞAÇ
SDE Asistanı
Prof. Dr. Kenan Gürsoy kmdr?
1950 tarhnde Ankara’da dünyaya geld. Yükseköğrenmn Fransa’da Rennes Ünverstes ve Pars, Sorbonne
Ünverstes’nde tamamladı.
Yurda dönüşünde, askerlk görevnn hemen
sonrasında, Atatürk Ünverstes Edebyat Fakültes
Felsefe Bölümü’nde asstan olarak göreve başladı ve bu
ünverstede sırasıyla Felsefe Doktoru (1979), Yardımcı
Doçent (1982) ve Sstematk Felsefe-Mantık alanında
Doçent (1983) unvanlarını aldı. 1984 yılı Kasım ayından
tbaren se, Ankara Ünverstes Dl ve Tarh-Coğrafya
Fakültes Felsefe Bölümü’nde, Felsefe Tarh Anablm
dalında Doçent olarak vazfeye başladı ve 1989 yılı Ocak
ayında, burada profesör oldu.
1997 yılında Galatasaray Ünverstes‘nde göreve başldı.
1999’da Ünverstenn Sosyal Blmler Ensttüsü Müdürü
oldu ve bu görev Hazran 2002 tarhne kadar devam ettrd. 2000-2009 yılları arasında Galatasaray Ünverstes
Fen-Edebyat Fakültes Dekanlığını görevn cra ett. Türk
Tasavvufu, Varoluşçuluk Felsefes, Fenomenoloj, Etk ve
Karşılaştırmalı Dn Etk gb konular üzernde çalışmalar
yapmaktadır. 2009 yılından başlayarak 2014 yılının Ekm
ayına kadar Türkye’nn Vatkan büyükelçs olarak görev
yapan Sayın Gürsoy, halen Dışşler Bakanlığı nezdnde
merkezdek büyükelç konumunda vazfesne devam etmektedr.
Papa’yı bütün zyaretlernde deym yerndeyse
tam br gazetec ordusu takp edyor. Papa’yı takp
eden gazeteclern sayısı dünya lderlern takp eden
gazeteclern sayısından kat kat fazla. Papa’ya verlen bu
önem dkkate alınırsa szce Vatkan’ın dünya syasetndek
rolü nedr?
Vatikan’ın elbette dünya siyasetinde bir rolü var.
Hem kendi kendine atfettiği bir rolü var hem
de dünyadaki tüm siyasi platformlar tarafından
algılanan bir rolü var. Biraz önce çok doğru bir
şeye temas ettiniz. Papa’nın bütün ziyaretleri
basın tarafından çok yakından takip edilir ve
sonrasında da değerlendirilir. Papa’nın Türkiye
ziyareti şuan değerlendirilme aşamasındadır. Bu
ziyaretten bahsedecek olursak, olumlu geçmiştir. Değerlendirmeler İslam Hristiyan birlikteliği,
daha doğrusu birlikte düşünerek müşterek
sorunlara çareler bulmak adına olumlu bir seyirde telakki edilmiştir. Orta Doğu’yla ilgili bu
kadar çok sıkıntının mevcut olduğu bir dönemde, Hristiyanlar için söyleyeyim böyle bir İslam
imajının olduğu bir dönemde ve hatta Afrika’dan
Asya’ya kadar olan bölge içinde Hristiyanlara
OCAK 2015
63
Papa Fransuva’nın Türkye zyaret ne anlam fade edyor?
Türkiye ziyaretinin evvela İstanbul Patriği Bartholomeos tarafından yapılan bir davet üzerine olduğu
söylenerek sanki Türkiye Cumhuriyeti’nin konumunun burada ikinci planda olduğu ifade edilmeye çalışıldı, bu yanlıştır. Doğrudur, Papa’nın bu ziyaretini
sayın Bartholomeos’un 30 Kasım’da gerçekleştirdikleri Aziz Andreas Yortusu’na denk getirmiş olması
Patrikhane’nin bir talebidir. Bir önceki Cumhurbaşkanımızın Papa’ya vaki daveti ilkbahar başında olmuştur. Kendileri de buna tarih belirtmeksizin müspet bir
cevap vermişler ama bu tarih biraz daha ileri zaman
diliminde Aziz Andreas Yortusu’na denk getirilecek
şekilde tasarlanmıştır.
karşı kendilerine Müslüman denilen örgütler tarafından yapılan bir takım hareketlerin bulunduğu bir
dönemde; Papa’nın buraya gelip hüsnü kabul görmesi, buradan yeni fikirlerle ve diyalog imkanlarını
çoğaltılarak geri dönmüş olması, Batı kamuoyunu
ziyadesiyle memnun etmiştir.
Çünkü Batıda sadece İslamafobiler yok. Batıda tüm
bunların son bulmasını isteyen yani İslam karşıtlığı
veya Hristiyan karşıtlığı gibi düşmanlıkların son bulmasını isteyen iyi bir entelektüel kadro ve buna ihtiyaç
duyan sosyal ve siyasi bir yapı var. Bu açıdan da
konu müspet olarak değerlendirilebilir. Ben Eylül ayı
başında, henüz büyükelçilik görevim devam ederken, Papa’nın yanından Allah’a ısmarladık demek
üzere ayrıldığımda bir Türk gazeteci arkadaş ile konuşmuştum. Kendisine Papa’nın Türkiye tarafından
beklendiğini ifade ettiğim zaman bunu haber olarak
yayınlamışlardı. O beklenti haberi, henüz resmi bir
talep olmamasına rağmen Batı dünyasını hatta bütün
dünyayı çok memnun etti. Washington Post’tan ElCezire’ye kadar yayıldı o haber. Papa bugün dünyada popülaritesi en yüksek şahsiyetlerden biridir.
Daha önceki Papalardan farklı bir durum arz ediyor.
Çünkü tahta çıkışının birinci yılının sonunda gördük
64
OCAK 2015
ki kendisine 75 devlet ya da hükümet başkanı müracaat ederek onunla görüşmek için randevu talebinde bulunmuşlar. Bu önemli bir rakamdır. Özelliklede
randevu talebinde bulunan ülkelerin Batılı ülkeler ve
Doğu’da hâkim ülke konumunda olan ülkeler olduğu göz önünde bulundurulunca. Bu gösteriyor ki
Vatikan’ın moral bir etkisi var. Zaten Papalık dünya
barış politikalarında bu durumunu gizlemiyor ve etkin
bir rol almak istediğini ifade ediyor. Bu barış politikaları inançlar arasında olabileceği gibi bazen ülkeler
arasında da olabiliyor ve hatta bazen bu ülkelerin
kendi temsilcileri gelip aracı olmaları için taleplerini
iletiyorlar.
Papalık bu haliyle dünya politikasında sadece Katolik Hristiyanların değil, ki sayıları bir milyar iki yüz
milyondur, bütün bir Hristiyan dünyasının hatta belki dindarlık adına ortaya çıkan pek çok dini alanın
bir sözcüsü şeklinde telakki ediliyor. Bu durum, iki
yüzyıldır dinlere karşı bir kayıtsızlığın yani dindarların
durumlarına karşı siyasi bir kayıtsızlığın bulunduğu
ülkeler için şaşırtıcıdır. Hristiyanların yapacağı politikalar üzerinde gittikçe artan bir etkisi bulunduğu
da açıktır.
Vatikan açısından ve Fener Patrikhane’si açısından
bu karşılaşma elbette önemlidir. Çünkü Vatikan siyaseti içerisinde Hristiyan birliği önemlidir. Bu siyasetin
içinde de Fener Patrikhanesi’nin büyük bir fonksiyonu vardır. Nitekim büyükelçiliğim sırasında ben sayın
Bartholomeos’a ne büyük bir saygı ve itibarın gösterildiğini kendim müşahede ettim. Mutlaka Papalık
makamının sağ tarafında bir makam şeklinde belirlenen koltuğa oturur. Sayın Bartholomeos da adeta
bunun cevabı olarak olumlu mesajlar vermiştir. Bu
noktada ülkemizi de bir vatandaşımız olarak yanlış
takdimden uzak olarak iyi bir itibar bırakacak şekilde ifade etmiştir. Son olarak Filistin barışı dolayısıyla
sayın Filistin Başkanı ve İsrail eski Cumhurbaşkanı
davet edildikleri zaman Papalık makamına orada sayın Bartholomeos da hazır bulunmuştur.
Papa Fransuva’nın tahta çıkışı sırasında, bundan bir
buçuk yıl önce, sayın Bartholomeos yine oradaydı.
Bu bölgemizle Vatikan arasındaki münasebetlerin
gelişmesi için olduğu kadar ülkemizin Avrupa’da
daha ön planda olması bakımından da üzerinde durulması gereken bir tezahürdür. Bunu ihmal
etmemek gerekir. Şimdi Türk basınında yanlış bir
şeyler ifade ediliyor. Mantık açısından bakıldığında
bunların yanlışlığı hemen anlaşılır. Doğrudur Vatikan Hristiyanlığın birliği politikası güdüyor ve bunun
içinde de Fener Patrikhanesi’nin önemli bir yeri var.
Vatikan’da bu Hristiyanlığın birliği meselesi için uzun
zamandır bakanlık seviyesinde bir teşkilatlanma var.
Ama bu birleşme kiliselerin birleşmesi diye söz konusu edilemez Hristiyanlıkta. Çünkü bunlar kilisedir.
Bunlar ayrı kurumdur, ayrı mezheptir. Dahası bizim
mezhepleri idrak ettiğimizden çok daha derin olarak,
neredeyse bir din gibi anlaşılırlar. Bir Vatikan Katolik
dünyası ile Ortodoks dünyasının birleşmesi demek
ne Vatikan’ın ortadan kalkması ne de Ortodoksluğun
ortadan kalkması demektir. Aksi halde kiliselerini ilga
etmeleri gerekir ki böyle bir şey mümkün değil. Peki,
Ortodoks dünyası Katolik dünyası ile birleşmeyi isteyebilecek midir? Burada karar verme yetkisi sadece
Patrik Bartholomeos’un değildir. Çünkü bilindiği gibi
sayın Bartholomeos ancak Fener Patrikhanesi’nin
başındadır.
Başta Moskova Patrikhanesi olmak üzere dünyadaki
bütün Patrikhaneler otosefal bir şekilde kendi kiliselerinin gerçek sahibidirler. Yani kendi başlarınadırlar.
Katolik teşkilatlanma ile Ortodoks teşkilatlanma arasındaki bu farkın üzerinde durulması gerekir. Şöyle
ki Vatikan Katoliklik dendiği zaman, bu ekümenik
anlamına gelir ve bundan tek bir teşkilatlanma altında
toplanmayı anlar. Yani Papa bütün Katoliklerin dini
lideridir. Fakat Ortodoks dünyasındaki otosefallik
buna tezattır. Dolayısıyla bir birleşme kararı alınacaksa ancak ve ancak Ortodoksluğun içinde bir araya
gelinerek karar verilebilir ki bu da mümkün değildir.
Vatikan’ın, Ortodoks dünya adına kendinden vazgeçmesi de mümkün değildir. Peki, Fener Patrikhanesi kendinden vazgeçerek Vatikan’a intikal edip
Katolik Kilise mahalline mi girecektir? Bu da mümkün
değildir. Yani konuyu Hristiyanlığın iç mantığı içinde değerlendirdiğimizde bunun mümkün olmadığı
anlaşılacaktır. Peki, Katolik ve Ortodoks Kiliseleri
arasında aranan şey nedir? Aranan şey birlikteliktir.
İfade edilen birlikte yol almaktır. Dünya meseleleri
karşısında, Hristiyanlığın karşı karşıya bulunduğu tehditler karşısında birlikte hareket etmektir. Bu farklı bir
şeydir, bir işbirliğidir. Fakat Papa bunu sadece Ortodoks dünyası veya Ortodoks dünyasındaki başat
kilise olan Fener Kilisesi ile yapmak istemiyor. Bunu
bütün dünya ile yapmak istiyor.
Büyük br kaos ve kargaşa çnde bulunan Orta Doğu’yu
huzura kavuşturacak en öneml faktörlerden br dn kavramı. Bu
anlamda Müslümanlara ve Hrstyanlara düşen roller nelerdr?
Vatkan ve İİT nasıl br rol oynamalıdır?
Çok güzel bir soru. Bu soruyu yanıtlamak için biraz geriye gitmemiz gerekir. Papalık 1960’lı yıllarda
gerçekleştirdiği II. Vatikan Konsili’nden sonra 23. Ioannes tarafından oluşturulmaya başlanmış olan kon-
OCAK 2015
65
silde önemli değişiklikler yapmıştır. Kendisi Türkiye ile
ilgilidir çünkü on yıla yakın bir süre Türkiye’de apostolik temsilci olarak görev yapmıştır. O yüzden Türk
Papa yani ‘Papa Turco’ olarak adlandırılır. Kendisinin Türklere olan muhabbeti eserlerinde mevcuttur.
Gerçekleştirilen II. Vatikan Konsili’nden sonra birçok
reform yaptı.
Farklı dinlere karşı olan tavrı da bu reformların içinde
yer alır. Bunun sonucu, farklı dinlerin de tanrı yolunda olabileceğine ilişkin bir saygı oluşturulması oldu.
Bunun somut hali de biz onlarla diyalog halinde olalım formülü oldu. Bunun siyasi arka planı var mıdır?
Batı emperyalizminin bir oyunu mudur? Bu tip siyasi
değerlendirmeleri bir tarafa bırakıp, ifade edilen niyet
neyse onun üzerinden bakalım. Kendimizi tanıtmak
ve onları tanıtmak adına diyalog başlatmalıyız, ifade
edilen niyet bu.
Vatikan, II. Jean Paul’den itibaren 1980’lerde Assisi
şehrinde -şimdiki Papa’da ismini burada yaşamış
olan Aziz Francesco’dan almıştır- Assisi ruhu denen
bir şey başlattı. Bu bütün dini gruplarla, bütün inanç
gruplarıyla ittifak halinde dünya barışını düşünmek…
Buna sadece Hristiyanlar arası bir veçhe vermedi
diğer iki büyük semavi din ve klasik doğu gelenekleri
açısından da bir devamlılık kazandırdı. Bu da yetmedi
laiklerde bunun içerisine girdi. Assisi toplantısı ikinci
defa yirmi beş yıl aradan sonra benim büyükelçiliğim
sırasında 2011 yılında tekrar yapıldı. Bu toplantıda
Diyanet İşleri Teşkilatı’mızı resmen temsil etmek adına şimdiki büyükelçimiz Prof. Dr. Mehmet Paçacı
Bey katılmıştı. Bu toplantıyı şunun için zikrediyorum;
sadece bütün dinlerin temsilcileri değil aynı zamanda
laiklerin ve ateistlerin temsilcileri de katıldı. O da bir
inanç grubu olarak değerlendirildi. Herkes inanca dayalı yaşam alanlarında dünya barışına nasıl katkıda
bulunabilir? Dini, manevi, fikri ve vicdani gelenekler
nasıl katkıda bulunabilirler? Bu alanların içinde bir
görüşme zemini oluşturuldu. Vatikan’ın bütün din
gruplarıyla ilişkisi olması, onun bu yoldaki siyaseti
gereğidir. Türkiye bu zaviyede başat konumda değerlendirilen bir ülkedir. Papa’nın Türkiye ziyareti bu
açıdan da ayrı bir önem içermektedir. Birinci sorunun
cevabında başladığım şeyi devam ettireyim. “Türkiye için değil Patrikhane için gelmiştir” sözü ne tam
doğrudur ne de dünya kamuoyu bunu sadece Patrikhane açısından algılamıştır. Dünya kamuoyunun
odaklandığı konu bir Müslüman ülkeyle Papa’nın
66
OCAK 2015
buluşması konusu ve çıkan mesajlardır. Mesajlar
harikulade idi.
Sıkça söz edlen ve Papa’nın da dle getrdğ dnler
arası dyalog kavramı hakkında neler düşünüyorsunuz? Szce
dnler arası dyalog Batı’da hızla yükselen İslamafob’nn
durdurulmasında etkn br rol oynayablr m?
Bu kavramın İslamafobi’yi durdurabileceğini söyleyemeyiz. Fakat İslamafobi’nin durdurulması için
yapılması gereken şeylerden biri olduğunu ifade
edebiliriz. Çünkü bu zaten elli yıla yakındır var olan,
on beş yıla yakın bir süredir de aktif olarak var olan
bir şeydir. Bu durum İslamafobi’nin yükselmesinde
engel oluşturmadı. Ama aynı şekilde onların da algıladığı başka bir nokta var: “Hristiyanlığa karşı husumet”. Bu cepheleri bir arada düşünmezsek işin
içinden çıkamayız. Herkes kendi şarkısını söylemiş
olur. Onlar da bunu bu şekilde ifade ediyorlar. Hatta
resmi Katolik makamlarının şöyle bir suçlamaları var;
“Neden İslam ülkeleri Müslüman diye nitelendirilen
-aslında olmadıklarını bizler de onlar da biliyor- terörist grupları yeterince kınamıyor?” diye bir yakınmaları
var. Bizim onları İslamafobi konusunda kınadığımız
türde. Şimdi, İslamafobi Vatikan ortamında söz konusu mudur? İslamafobi Batı’da aşırı muhafazakâr
kesimlerde var, Vatikan’da yok siyasi anlamda. Tam
tersine onların bu noktadaki zihniyetleri mümkün olduğu kadar İslam’ın asli tarafına başımızı çevirelim,
onların barışçıl yönleriyle kendilerini ifade etmelerine olanak tanıyalım ve bu şekilde İslamafobinin yok
edilmesini sağlayalım şeklindedir. Resmi siyasetleri
budur. Çünkü dikkat edecek olursak, bu da siyasi ve
sosyal Batılı hayat bakımından önemlidir. Kendilerini
bu manada da korurlar.
Papa’nın zyaretlern ve verdğ mesajları nasıl
değerlendryorsunuz? Gerçekten Papa Fransuva farklı br kşlğe
m sahp?
Bu soruya cevap vermeden ilk sorunuzu eksik cevaplandırdığım aklıma geldi. Buna geri dönmek istiyorum. “Dinlerin diyaloğu ve buradan barış adına
hâsıl olabilecek şey nedir?” diye doğrudan olmasa
da zımnen sordunuz. Şimdi yeni kavram şöyle, ben
de bunun üzerinde ısrar ediyorum yazılarımda. Dinlerin arasında değil de, dindarlar arasında diyaloğa
ihtiyacımız var. Dini tavırlar üzerinde kurulmuş kültürler arasında karşılıklı tanınmaya ihtiyaç var. Yani
dindarlar arası, dindarlıklar arası diyaloğa ihtiyaç var
çünkü dinler arası diyalog olmuyor. Çünkü her din
kendine ait kurallar taşıyor. Örneğin Hristiyan dünyası içinde Ortodoksluk, Katoliklik ve Protestanlık ayrı
birer bütün ve kendilerinden vazgeçmezler. Ama
onları yaşayan dindarların birbirleri ile karşılaşabilmeleri mümkün olabilir. O zaman karşılıklı kültürel
alışverişlerin ve tanınmaların, böyle bir diyalog için
vesile olmasını ümit edebiliriz. Ama daha üst mertebede ben dinler arası etikle meşgul olan bir felsefeci
olarak şunu söyleyebilirim: Her din kendi derununda,
kendi cevherinde var olan, ötekini öteki olarak ilan
etmeyip, ötekine açılan ve onu kucaklamaya çalışan ruhu, barış adına fark etmelidir. Burada hem
kendisine yabancılaşmayacak hem de kendi içindeki
evrensel mesajı yakalayacaktır. Eğer böyle yaparsak; gelecekte daha çok kendini hissettirecek olan
birlikte yaşama mecburiyetimizi, kendimize yabancılaşmadan ve birbirimizin lehine erimeden kendimizi
muhafaza ederek anlamlı bir birlikteliğe çevirebiliriz.
Ama ahenkli bir etik dayanağa ihtiyacımız var. Bu
dayanak laiklik olamadı. Laiklik bir kayıtsızlık olarak
ortaya çıktı. Bu etik dayanak her inancın kendi içinde
yakalaması ve keşfetmesi gereken bir evrenselleşme
ve birlikte var olma iradesi olmalıdır.
Fransuva sorusuna dönecek olursak. İki bin yıllık
gelenek içinde Papalar daha ziyade Avrupa kökenli
ve çoğunlukla da İtalyan kökenli oldu. Bir iki istisna
hariç... Bu da Katolik kilisesinde bir Avrupa merkezli (Eurocentric) yapı olduğunu göstermektedir.
Bu durum Hristiyan muhafazakârlığıyla elit seviyeden bir buluşmayı gerektiriyor. Şimdi bu papa bir
Latin Amerikalı -aslında menşei İtalyan- ve Avrupa
merkezci değil, daha bütünleyici bir tavra sahip.
Bunu asli Hristiyanlık değerleri olarak düşündüğü,
düşündürmek istediği tevazu ve sadelikle ifade etmeye çalıştı. Elitist Avrupacı zihniyetten daha farklı
bir zihniyettir. Halk kademesiyle daha fazla buluşan,
çocukların problemleriyle ilgilenen, gelen herkese
sempatik davranan, empati yapabilen ve sade bir
insanın nasıl yaşaması gerektiğini gösteren bir tavrı
var. Adını aldığı Fransuva da -12. ve 13. yy. başında
yaşamıştır- bununla ünlenmiştir ve Fransuva ismini
bunun için almıştır. Dolayısıyla temsil etmeye çalıştığı
bu sadelik ona çok önemli bir itibar sağlıyor.
Değerl vaktnz bze ayırdığınız ve sorularımızı
yanıtladığınız çn çok teşekkür ederz.
OCAK 2015
67
DIŞ POLİTİKA
Seçm sonuçları bu şeklde ken, sonuçlar kadar önem arz eden dğer br mevzu
da seçme katılım oranıydı. Seçmn lk aşamalarında katılım % 25-30’lar
sevyesnde kalmış olsa da, seçmn 5. aşamasında % 75 sevyelerne ulaşan
katılım son 25 yılın en büyük rakamlarına karşılık gelmş oldu. Böylece Mod
yönetm seçmlerde hedeflenen yüksek katılım hedefne ulaşarak bölgesel
meşruyet adına uluslararası topluma güçlü br mesaj vermş oldu.
Seçimde Yer Alan Taraflar
Keşmir Seçimleri ve
Bölgesel Yansımaları
Hayati ÜNLÜ
SDE Asistanı
H
indistan son 10 yıldaki ekonomik büyümesi
ve Batı’yla kurduğu pozitif ilişkiler sayesinde
yükselen bir güç olarak kendisini uluslararası
politika sahnesinde her geçen gün daha fazla hissettiren bir ülke. Özellikle Başbakan Modi’nin liderliğinde, “Make in India” ve “United India” kampanyalarıyla ortaya çıkarılan Modi Dalgası, sadece ulusal
anlamda değil, bölgesel ve uluslararası bir boyutta
da Yeni Delhi’yi merkeze koyma projesiyle ilişkilendiriliyor.
Yoluna böylesine iddialı devam etmeye çalışan
Hindistan’da geride bıraktığımız birkaç hafta boyunca gündemi ise, ülkenin kuzey kesiminde yer alan
Cemmu ve Keşmir Özerk Bölgesi’nde yapılan seçimler oluşturdu. Cemmu ve Keşmir gibi Müslüman
nüfusunun ağırlıkta olduğu ve uzun yıllardır Hindu
milliyetçileriyle Müslümanlar arasında çatışmala-
68
OCAK 2015
rın yaşandığı bir bölgede yapılan seçimler, katılım
oranları ve sonuçları bakımından hem Hindistan’ın
hem de bölgenin geleceğiyle ilgili ipuçları verebilme
özelliğinden dolayı büyük bir ilgiyle takip edildi.
BJP yönetimindeki Hindistan küresel siyasette önemli bir aktör olmak istiyordu, ancak birçok
BJP’li ideoloğun da dediği gibi Yeni Delhi böyle bir
hedef için başta Keşmir Bölgesi olmak üzere ülkeyi istikrarsızlığa sürükleyen tüm sorunlardan kurtulmak zorundaydı. Bu açıdan Cemmu ve Keşmir
seçimleri, bugün Hindistan’ı yöneten ve iktidara da
tüm azınlıkları sindirmeyi hedefleyen Hindutva ideolojisiyle gelen BJP’nin yeni dönemde bölgeye nasıl
yaklaşacağını test etme açısından büyük önem taşımaktaydı. Ayrıca seçimler toplumsal dinamiklerin
de bu yaklaşıma nasıl cevap vereceğini görme açısından da önemli bir kriter olacaktı.
Hindistan Halk Partisi (Bharatiya Janata PartyBJP): Hindistan politik sisteminin en büyük ulusal
iki partisinden biri olan BJP, şuan ki Meclis’te de
sağ görüşü temsil ederek en fazla sandalye sayısına sahip olan partidir. Hindu milliyetçiliği üzerinden
yıllarca Ulusal Yurtseverler Birliği gibi oluşumlarla
birlikte siyaset yapan BJP, ülkede koalisyon siyasetinin hâkim olmaya başladığı dönemlerden bu yana
Ulusal Demokratik İttifak’ın liderliğini üstlenmektedir. Cemmu ve Keşmir bölgesinde ise BJP’ye oy
verebilecek Hinduların azınlıkta olmasından dolayı
bugüne kadar önemli bir aktör olamamıştır.
Kongre Partisi: Hindistan politik sisteminin diğer
büyük partisi olan Kongre Partisi, aynı zamanda ülkenin kurucu partisidir. Gandi ve Nehru ailelerinin
kontrolünde görünen parti, Ulusal Meclis’te de BJP
sonrası en fazla sandalye sayısına sahip olan partidir. Birleşik İlerlemeci İttifak’ın liderliğini yürüten ve
ulusal anlamda merkez-sol siyaseti birleştirmeyi hedefleyen parti, Cemmu ve Keşmir bölgesinde BJP
gibi fazla etkin görünmemektedir.
Halkların Demokratik Partisi (People’s Democratic Party-PDP): Bölgenin en etkili iki partisinden
biri olan yerel parti, bölgede öz-yönetimi savunan
politikasıyla yerel halkın oyunu almayı çoğu zaman
başarmıştır. Ulusal anlamda genellikle Birleşik İlerlemeci İttifak’a katılan parti, başta Müfti ailesi olmak
üzere belirli ailelerin kontrolünde olduğu için eleştirilmektedir.
Ulusal Konferans: Bölgenin diğer etkili yerel partisi
olan Ulusal Konferans, ılımlı ayrılıkçı olduğu kadar,
Hindistan bütünlüğüne ve Keşmir’in entegrasyonuna da önem veren bir yaklaşım sergiliyor. Ulusal anlamda genellikle Ulusal Demokratik İttifak’a katılma-
sı beklenen parti, benzer şekilde Abdullah ailesinin
kontrolünde olmasıyla eleştirilir.
Seçim Stratejileri
Seçim sürecinin başladığı ilk andan bu yana Partilerin politikalarına baktığımızda, her şeyden önce
bölgede ayrılık taraftarı olan grupların tavrının, bu
politikaları belirlemede oldukça etkili olduğunu söylememiz gerekmektedir. Çünkü BJP ve Kongre
Partisi’ne oy vermeyen Radikal Ayrılıkçılar ve Liberal
Cephe olarak ikiye bölünen grupların büyük oranda
seçmen davranışını belirleyen söylemleri ürettikleri iddia edilebilir. Bu noktada Radikal Ayrılıkçılar’ın
anti-seçim kampanyalarıyla Keşmir’in sorunlarının
seçimlerle çözülemeyeceği iddiası üzerinden seçimi
boykot çağrısında bulundukları; Liberal Cephe’nin
ise seçimi sorunların çözümü olarak görmemelerine
rağmen, sandığa gidilmeme durumunda BJP’nin
zaferiyle karşılaşılabilir korkusuyla oy vermeye gittikleri söylenebilir.1
Seçmenlerin bu şekildeki davranış beklentilerinin
üzerinden parti politikalarına bakacak olursak, BJP
karşıtı olan yerel halktan büyük destek gören Halkların Demokratik Partisi ve Ulusal Konferans gibi
partilerin uzun bir dönemdir kurumsallaşmış politikalarında çok fazla değişikliğe gitmediği söylenebilir. Kongre Partisi ise en başından bu yana seçim
stratejisini, BJP eleştirisi üzerinden kurarak BJP’nin
izlemiş olduğu milliyetçi siyasetle ülkeyi bölünmeye
doğru sürüklediğini ve bölgenin kurtuluşunun seküler ve demokratik siyaset güden Kongre Partisi’ne
oy vermekten geçtiğini iddia etti.
Burada asıl merak konusu ise şüphesiz seçimi bu
kadar önemli hale getiren ve seçimden bir takım
beklentileri olan Modi yönetiminin nasıl bir strateji
takip edeceğiydi. Çünkü BJP’li stratejistlerin hedef-
OCAK 2015
69
Çok çekşmel geçen seçm yarışının ardından seçm sonuçları 23 Aralık tarhnde
resmen açıklandı. Sonuçlara göre 87 sandalyel Mecls’te Halkların Demokratk
Parts’nn 28, BJP’nn 25, Ulusal Konferans’ın 15 ve Kongre Parts’nn 12
sandalye kazandığı resmyet kazanmış oldu.
yen bölgesel stratejisi için önemli kazanımlar elde
ettiği söylenebilir.
leri, 1- seçimlere gelmiş geçmiş en büyük katılımı
sağlamak, 2- şiddetin gölgesinde bir seçim geçirmemek ve 3- BJP’nin şu ana kadar bölgedeki en iyi
performansını sergilemekti. Tabi buradaki gizli amacın Keşmir bölgesinin entegrasyonunu sağlamak
olduğunu da unutmamak lazımdır. Bu doğrultuda
Modi’nin özellikle bölgede yaptığı konuşmasında
temel vurgusu “kalkınma” üzerine oldu.2 Bölgenin
önde gelen ailelerinin güdümünde yapılan siyaseti
ve bu ailelerin sömürüsünü eleştiren Modi3, halka
kendisine bir şans verilmesi karşılığında kendi bölgesi olan “Gucerat Modeli”nin inşa edileceğini vaat
etti. Geçmişte bölge halkının sevgisini kazanan
başbakanlardan Atal Bihari Vajpayee’nin bölgesel
stratejisi olan “Demokrasi, İnsanlık ve Keşmirlilik”
sloganına atıf yapan Modi, sonuçta BJP’nin uzun
yıllardır takip ettiği ayrımcı politikalarında bir patikakırımına gidileceği sinyalini verdi.
Seçim Sonuçları
Çok çekişmeli geçen seçim yarışının ardından seçim sonuçları 23 Aralık tarihinde resmen açıklandı. Sonuçlara göre 87 sandalyeli Meclis’te Halkların Demokratik Partisi’nin 28, BJP’nin 25, Ulusal
Konferans’ın 15 ve Kongre Partisi’nin 12 sandalye kazandığı resmiyet kazanmış oldu.4 Seçim sonuçları bu şekilde iken, sonuçlar kadar önem arz
70
OCAK 2015
eden diğer bir mevzu da seçime katılım oranıydı.
Seçimin ilk aşamalarında katılım % 25-30’lar seviyesinde kalmış olsa da, seçimin 5. aşamasında %
75 seviyelerine ulaşan katılım son 25 yılın en büyük
rakamlarına karşılık gelmiş oldu. Böylece Modi yönetimi seçimlerde hedeflenen yüksek katılım hedefine ulaşarak bölgesel meşruiyet adına uluslararası
topluma güçlü bir mesaj vermiş oldu.
Seçim sonuçları açısından da bir değerlendirme
yapılacak olursa, “Mission 44+” stratejisiyle yola çıkan BJP, Halkların Demokratik Partisi’nin gerisinde
kalmıştı, ancak mevcut durum BJP adına tam bir
yenilgi anlamına gelmiyordu. Zaten seçim öncesi yapılan anketler Halkların Demokratik Partisi’nin
seçimden zaferle ayrılacağını gösteriyorken, BJP
bu noktadaki öncelikli hedefini tarihin en iyi performansını elde etmek olarak açıklamıştı. Bu konuda
hedeflediği başarıyı yakalamış görünen BJP, hem
katılım oranlarıyla hem de kazandığı 25 sandalye
ile Keşmir seçim tarihi açısından belki de büyük bir
patika-kırımına sebebiyet vermiş oldu. Böylece eskiden Keşmir siyasetinde pek görülemeyen BJP’nin
kazanmış olduğu bu yeni pozisyonla, Vajpayee’den
miras aldığı bölgesel partileri güçlendirmek, şiddet
taraftarlarını devre dışı bırakmak ve Pakistan’ı dâhil
etmek yoluyla Keşmir sorununu çözmeyi hedefle-
Bölgede bundan sonra tartışılacak konu ise şüphesiz hiçbir partinin çoğunluğu sağlayamamasından dolayı Halkların Demokratik Partisi’nin kiminle
ittifaka girişeceğidir. Bugüne kadar beklenen, zaten
Birleşik İlerlemeci İttifak’a katılmayı tercih eden partinin, yine bu doğrultuda Kongre Partisi’yle birlikte
hareket edeceğiydi. Ama böyle bir şartın olmadığını
deklare eden parti yetkililerinin herkesle görüşülebileceklerini açıklamaları sonrası, ortaya atılan BJP
ile görüşmeye başladıkları iddiaları her an her türlü
gelişmeyle karşılaşılabileceği algısını oluşturuyor.
Her ne kadar şu ana kadar başta BJP’li yetkililer
olmak üzere böyle bir görüşmenin olmadığı vurgulansa da, kurulacak bir BJP-HDP ittifakı hem yerel
hem de bölgesel siyasete büyük yansımaları olan
bir ittifak olacaktır.
sonrası Keşmir meselesi ve son zamanlarda bölgede yeniden yükselen terör meselesi üzerinden
iki ülkenin masaya oturması öngörülen gelişmeler
arasında. En son Modi yönetimi Pakistan’ın Yeni
Delhi Büyükelçisi’nin Keşmir’deki silahlı ayrılıkçı
gruplarla masaya oturduğunu iddia ederek diyalogu askıya almıştı. Pakistan ise planlanan diyalogun
tarihlerinin bile tespit edildiğini, dolayısıyla sorumluluğun Hindistan’da olduğu açıklayarak karşılık vermişti. BJP yeni dış politikasını izlemekte kararlıysa,
demokratik, karşılıklı bir diyalog kapısını kapatmamak zorunda. Ama her şeyden önce de Hindutva
ideolojisini bir kenara bırakarak ülke içerisinde tüm
sosyal grupları baskılardan kurtararak özgürlüğe
kavuşturmak zorunda. Bu açıdan Keşmir seçimleri
sonrası BJP’nin edindiği yeni konum aracılığıyla uygulamaya koyacağı yeni politikalar arzu ettiği bölgesel politikaların anahtarı olabilir.
Seçimin Bölgesel Gelişmelere Olası Etkisi
Dipnotlar
Hindistanlılar bugünlerde bir Modi Doktrini’yle karşı
karşıya olup olmadıklarını tartışıyor. Özellikle Putin’in
Hindistan ziyareti ve 26 Ocak’ta gerçekleşecek
Obama ziyareti, ülkenin özgüvenini iyice arttırmış
durumda. Modi’nin dış politikada öncelik verdiği iki
temel mesele ekonomik çıkarlar ve güvenlik meseleleriyken, bu alanlarda nasıl bir strateji takip edileceği
“Gujral Doktrini”ne5 dönüş tartışmaları üzerinden anlaşılabiliyor. Yani Hindistan, Türkiye’ye benzer şekilde, bölgesel bir güç olma öncesi tüm komşularıyla
iyi ilişkiler tesis etmek istiyor. Bu strateji daha önce
Çin ve Pakistan’a karşı ortaya atılmışken, şimdi onlar
da stratejinin içine dâhil edilmişe benziyor. Özellikle
Pakistan ile ilişkiler basında en çok tartışılan konuların
başında geliyor. İlişkilerde olası bir iyileşmenin yolu
ise ilk önce Keşmir Bölgesi’nden geçiyor.
BJP’nin Keşmir seçimlerinin olumlu atmosferde geçip maksimum performans elde etmek istemesiyle
alakalı stratejisi tüm bu sebeplerden dolayı yeni dış
politikası ile çelişmemek zorundaydı. Nitekim seçim
1
2
3
4
5
Gardnier Harris, Sameer Yasir, “Elections in Kashmir Draw Long Lines of Voter”, The New York Times,
14.12.2014.
Sandipan Sharma, “Modi’s Kashmir Speech Reveals
Why BJP Supporters Are Wrong About J&K Polls”,
FirstPost.com.
http://www.firstpost.com/politics/modis-kashmirspeech-reveals-why-bjp-supporters-are-wrong-aboutjk-elections-1826487.html.
“Modi Seeks End To Dynastic Rule in J&K”, The Times
of India, 23.12.2014, http://timesofindia.indiatimes.
com/india/Modi-seeks-end-to-dynastic-rule-in-JK/articleshow/45245463.cms.
Seçim Sonuçları için bkz. http://time.com/3646392/
map-modi-strength.
Gujral Doktrini: Hindistan’ın 13. Başbakanı olan Inder
Kumar Gujral’ın 5 maddeden oluşan dış politika doktrini. 1.madde, Komşularla karşılıklılık temelinde iyi niyet
ve güven içerisinde yaşama; 2. madde, hiçbir Güney
Asya ülkesinin, bölgenin diğer ülkelerinin çıkarlarına karşı kendi topraklarını kullandırmaması gerektiği; 3. madde, hiçbir komşunun birbirlerinin içişlerine karışmaması
prensibi; 4. madde, tüm Güney Asya ülkelerinin birbirlerinin sınır ve bağımsızlıklarına saygı duymaları gerektiği;
5. madde, tüm anlaşmazlıkların barışçıl ikili görüşmelerle
çözülmesi gerektiği.
OCAK 2015
71
Nçn Çerkezköy Organze Sanay?
Dr. Ceml Ertem
Öncelkl Dönüşüm Programları
2. Grup Eylem Planlarına Bakış
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
NİÇİN
ÇERKEZKÖY ORGANİZE SANAYİ?
Dr. Cemil ERTEM
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
Erdoğan’ın 3. AK Parti iktidarında
çok daha somut olarak ifade
ettiği yeni bir ekonomi çıkışının
2007 başında oligarşi tarafından
farkına varılmış ve AK Parti
olmasa da Erdoğan’ın hızla tasfiye
edilmesine karar verilmiştir. Ancak
bu farkındalık karşılıklı olmuştur.
Hemen hemen aynı tarihlerde
Erdoğan da, Derviş’ten kalma
GEGP gibi IMF reçeteleriyle çok
fazla iktidarda kalamayacağını
ve bu ekonomi programlarının
yüksek faizle ranta ve ithalata
dayalı bir borç-talan ekonomisi
oluşturduğunu, bunun güçsüz
ve siyasi erki elinden alınmış
iktidarlara yol açacağını anlamıştı.
Ancak yine de 2008’i bekledi…
74
OCAK 2015
Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi, 19 Aralık’da Onuncu 5 Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye sempozyumu düzenledi. Semyozyuma Kalkınma Bakanı Sayın
Cevdet Yılmaz da katıldı ve çok önemli bir konuşma
yaptı. Bu sempozyumda ayrıca Doç. Dr. Dündar Murat
Demiröz’ün aynı başlıkta, SDE için hazırladığı raporun
tanıtımı da yapıldı. Sayın Bakanın konuşmasına ve Doç.
Dr. Demiröz’ün raporuna geleceğim ama ilk önce biz
SDE olarak böyle bir sempozyumu neden Çerkezköy
Organize Sanayi Bölgesi’nde (ÇOSB) yaptık ve ÇOSB
Başkanı Sayın Ömer Sarıoğlu bizi niye heyecanla ağırladı buna değinmek istiyorum.
ÇOSB’nin hikâyesi ve oluşumu Türkiye’nin sanayileşmesinin hikâyesidir bir bakıma. ÇOSB’de 321 büyük
sanayi parseli (3.000 m2 üstü) bulunuyor ve bunlardan
284’ü üretim ve üretime geçme aşamasında. Bu tesislerden 29’u yabancı yatırımcılara ait. ÇOSB’nin istihdam hacmi şu an 60 bin kişi. ÇOSB, bu kapasitesine ve Türkiye sanayisinin temellerini atan sanayicileri
barındırmasına rağmen sesini duyuramıyor. Örneğin
Tekirdağ Sanayi Odası kurulması TOBB yönetimi tarafından engelleniyor. Biz, Türkiye’nin yeni dönemde,
Cumhurbaşkanımızın da işaret etttiği üzere, üretim ve
sanayi hatta bilgi toplumu odaklı bir büyüme ile kalkınacağını ve faizin merkez olduğu ribaya-ranta dayalı bir
ekonomiden çıkma yoluna gireceğini bekliyoruz. Ancak
bunun için, Türkiye’nin yeni bir büyüme yoluna girmesi,
ÇOSB gibi üretim odaklarının çoğalması ve buraların
Doğrudan Yabancı Yatırımları daha çok alması gerekiyor. İşte biz bu nedenlere bağlı olarak, bu sempozyumumuza Kalkınma Bakanımız Dr. Cevdet Yılmaz’ı
davet ettik ve Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz’ün çok
önemli açılımlar sunan raporunu ÇOSB’inde tanıttık.
Organize Sanayi Bölgeleri ve Üretim Odaklı
Bir Ekonomi
İstanbul sınırı nedeniyle Türkiye’nin en eski sanayi yerleşim alanlarından biri olan Çerkezköy’ü
aratmayan sanayi bölgeleri Anadolu’da, son
on yılda gerçekleşti. Türkiye’de sanayinin çok
önemli sorunları var ama bunların hiçbiri palyatif finans piyasası önlemleri ve aklı ile çözülecek sorunlar değil.
Bugün Türkiye ekonomisinin belkemiğini oluşturan imalatçı ve ihracatçı KOBİ’lerin en büyük
sorunu, ilk yatırım maliyetleri ve çok yüksek finansman maliyeti; yani arazi rantı ve faiz yükü. Peki; tam
şu sıralar Türkiye’ye küresel finans çevreleri ne öğüt
veriyor; aynen şunu; ‘enflasyon var; merkez bankası faiz artırsın, dış borç fazla gözüküyor, merkez
bankası kredi hacmine baksın. Bankalar kredileri
kıssın; yatırımları durdurun’. Peki, bunun sonucu
ne? Daha fazla arazi rantı, daha fazla ithalat, daha
fazla faiz ve tüketim. Tabii her yönüyle çürüyen bir
toplum... Bu yolu Türkiye, özellikle 2008 yılına kadar denedi.
Türkiye’yi önce 1994’te sonra da 2001’de krize
götüren, Erdoğan’ın da özellikle 2008’den beri değiştirmeye çalıştığı ve nihayet büyük ölçüde aşılan
bu model neydi? Kısaca bunu özetleyelim. Bu aynı
zamanda, Erdoğan Ekonomisi’nin neyi aşmaya çalıştığını bize anlatır.
Biten Büyüme Modeli
Türkiye’nin, 1980’lerin sonundan itibaren uyguladığı büyüme modeli basitçe şuydu: Devlet ekonomideki tekelci konumunu hızla terk edecek ve bu
konumunu özelleştirmelerle yine tekelci özel sermayeye devredecek, bu sermaye de yurt dışında
ortağı olduğu küresel yapıların belirlediği stratejiye
bağlı kalacak.
Mali piyasaların liberalizasyonu da, yine bu çerçevede derinliği olmayan ve dışarıya kaynak aktarılacak şekilde oluşturulacak. İşte sanayi ve mali piyasaların 1980’lerin sonundan itibaren oluşturulması
bu şekilde sağlanmıştı.
Ama burada, sanayide teknoloji verimliliği, mali yeniden yapılanmada da piyasa derinliği atlanmıştır ki,
bu aynı zamanda siyasi bir tercihtir de… Çünkü sanayide düşük ve orta teknoloji yoğun alanlarda ser-
ÇOSB’nin hikâyesi ve
oluşumu Türkiye’nin
sanayileşmesinin hikâyesidir bir
bakıma. ÇOSB’de 321 büyük sanayi
parseli (3.000 m2 üstü) bulunuyor
ve bunlardan 284’ü üretim ve
üretime geçme aşamasında.
Bu tesislerden 29’u yabancı
yatırımcılara ait. ÇOSB’nin
istihdam hacmi şu an
60 bin kişi.
mayeleşmek, sizin ancak Batı’nın terk ettiği üretim
alanlarına geçmenizi ve üst teknoloji alanlarında ise
tamamlayıcı olmanızı sağlar. Bunun zorunlu sonuçlarından birisi de çok yoğun bir taşeronlaştırma süreci, emek piyasalarında katılık ve buna bağlı emek
istismarı süreçleridir. Burada sanayi sağlıklı büyümez ve sanayinin kısır olduğu bir ekonomide de,
ranta dayalı bir ticaret gelişir. Bugün bazı çevrelerin
neden sanayiciyi ve belirleyici olan sivil toplum platformlarını istemediğini bu gerçeğe bağlayabiliriz.
Sanayi büyümesinde bu sıkışmanın finansal tarafı
çok daha çarpıcıdır. 1989’da 32 Sayılı Türk Parasını
Koruma Hakkında Karar yayınlanmış ve bu tarihten
itibaren mali piyasaların kuralsız ve sığ ‘liberalizasyonu’ oluşturulmuştur. Aynı zamanda, yüksek faize
dayanan dışarıya kaynak aktarma mekanizması da
ortaya çıkarılmıştır.
1994 krizi ve 1997’de 28 Şubat’tan geçerek 2001
krizini hazırlayan bütün yolların yapı taşlarını, sanayide ve mali piyasalarda atılan bu köksüz adımlar
döşemiştir.
Bu süreç hiç şüphesiz, kendisini tamamlayacak ve
sürekliliği sağlayacak para ve maliye politikalarını
da beraberinde getirmiştir. Gerek 2001 krizine giden süreçte uygulanan, örtülü bir kur -değerli TLhedeflemesi ile finansal istikrar sağlamaya çalışan
para politikası, gerekse 2001 sonrası dalgalı kur
rejimi uygulayan ancak yine dünya ortalamasının
üzerinde bir faiz oranı ile enflasyon hedeflemesi ya-
OCAK 2015
75
pan ve TL’yi aşırı değerli tutarak kısa vadeli sıcak
parayı çeken para politikası modeli arasında çok
fark yoktur.
Ancak 2001 sonrası para politikası, 1963’te Robert
Mundell’in bir milat olan makalesinin tam aksini yapar. Yani hem açık bir ekonomide dalgalı kur rejimi
uyguladığını iddia eder, buna ek olarak da faizi ve
kuru aynı anda piyasa dışı belirlemeye çalışır. Çünkü yukarıda anlattığımız sanayileşme(!) ve yoğun
emek sömürüsüne dayalı verimlilikle, küresel piyasalarda sanayiniz rekabet edemez ve döviz girişiniz
böylece zayıf olur. Bunun dışında zaten yerli paranız
gereksiz değerlidir. Bundan dolayı sıcak para bağımlısı olursunuz. Açıklarınız hep yüksek faiz sayesinde kapanır, kur ve enflasyon arasındaki ilişki hep
güçlüdür.
‘Güçlü Ekonomiye’ Geçiş Programı
2001 Krizi sonrası, bir IMF reçetesi olarak yürürlüğe koyulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
(GEGP), öncelikle dalgalı kur rejimini benimsiyor ve
IMF’ye verilen niyet mektuplarında, 2004’e değin
faiz dışı bütçe dengesinde milli gelire oran olarak
% 6,5 fazla oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak faiz
harcamaları milli gelirin yüzde 20’sinden fazlasını
götürüyordu. Böyle olunca, GEGP ancak eğitim,
sağlık gibi kamusal harcamaların hızla düşürülerek
ve ücretleri sabit tutarak emek verimliliğine yüklenilmesiyle sağlanacaktı. GEGP, finansal sistemde
ve banka sisteminde hızlı bir yeniden yapılandırmayı gündemine alıyor ve burayı düzenliyordu.
Batan bankaların borçlarının tahsil edilmesi için
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu işlevlendiriliyor ve
sisteme yeni kurallar getiriliyordu. Ancak aynı özen
sanayi için gösterilmeyecek ve buradaki reformlar,
2008’de IMF’nin Erdoğan tarafından kovulması ile
yapılmaya başlanacaktı.
Bu tarihe kadar, devlet üretim ve yatırım alanlarından
hızla çekildi ve özelleştirmeleri de lümpen mafyatik
kesimlere yağmalatmak olarak uyguladı. Bu aslında, 28 Şubat sonrasının bir devamı niteliğindeydi.
28 Şubat’tan 2000’li yılların başına dek, Türkiye’nin
neredeyse bütün stratejik kamu tesisleri İstanbullu
tekelci sermayenin denetiminde nereden çıktığı belli
olmayan mafyatik çevrelere dağıtıldı. Bu dönemde
Korkmaz Yiğitler, Cem Uzanlar, Erol Evciller ve bunların arkasındaki mafya grupları ‘iş dünyasında’(!)
76
OCAK 2015
boy göstermeye başlamışlardı. Ama bu mafyatik iş
adamlarının(!) arkasında İstanbullu tekelci sermaye
ve vesayet oligarşisi vardı. İşte bugün ÇOSB’indeki
sanayiciler o dönemde bu mafyatik -acayip- sermayenin gölgesinde kaldılar ve küçüldüler.
2002 Sonrası…
2002’deki AK Parti iktidarından sonra, Erdoğan her
fırsatta çetelerle mücadele edeceklerini söylemeye
başladı. Bu söylem, tekelci sermaye içinde Erdoğan
ile yola devam edilemeyeceği kanısını güçlendirdi.
Siyasi saldırılar ve medya hücumu da zaten hemen
başlamıştı. Ancak, GEGP’nı uygulamaya başlayan
hükümete ‘dışarısı’ avans verdi ve Erdoğan Hükümeti bu süreci bu sayede kazasız belasız atlattı.
Ama oligarşi ağlarını örüyordu. Erdoğan hükümeti
GEGP için IMF’ye ve küresel sermaye çevrelerine
pek güven vermiyordu ve ilk rahatsızlıklar eğitim
ve sağlık alanlarına giderek daha fazla bütçe payı
ayrılmasıyla kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Erdoğan 2008’e kadar sabredilmesini istiyordu. Nitekim 2007’de e-muhtıra geldi. 27 Nisan’da
verilen e-muhtıra, 2008’de gelecek olan kapatma
davası ve onu takip edecek darbe teşebbüslerinin öncüsüydü. AK Parti Kayseri Milletvekili, Darbe
ve Muhtıraları Araştırma 28 Şubat Alt Komisyonu
Başkanı Yaşar Karayel, 27 Nisan e-muhtırasının ülkeye verdiği ekonomik kaybı 5 milyar dolar olarak
değerlendiriyordu. Ancak Karayel 28 Şubat’ın batık
25 bankasındaki doğrudan soygunu ise 35,5 milyar
dolar olarak açıklıyordu. Ama GEGP’ndan ve IMF
reçetelerinden vazgeçeceği anlaşılan AK Parti’ye,
Karayel’in tespit ettiği komisyona göre 25 maddelik planla bir yok etme operasyonu başlatılmıştı. Bu
maddeler içinde Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na
suikastler, yüksek yargı üyelerine suikastler ve
Cumhuriyet mitinglerini takiben kapatma davası vardı. Ama bu 25 maddenin içinde en ilginci,
AK Parti iktidarlarının IMF reçetelerini ve GEGP’nı
delmesinin en somut ifadesi olan duble yollara ve
Bolu Tüneli’ne bomba konulması idi. (www.sde.org.
tr/tr/newsdetail/7-yildonumunde-e-muhtıra-ve-28-nisandurusu/3310 erişim tarihi: 7/7/2014)
Bütün bunlardan şu sonucu okuyabiliriz: Erdoğan’ın
3. AK Parti iktidarında çok daha somut olarak ifade
ettiği yeni bir ekonomi çıkışının 2007 başında oligarşi tarafından farkına varılmış ve AK Parti olmasa da
Erdoğan’ın hızla tasfiye edilmesine karar verilmiştir.
Ancak bu farkındalık karşılıklı olmuştur. Hemen hemen aynı tarihlerde Erdoğan da, Derviş’ten kalma
GEGP gibi IMF reçeteleriyle çok fazla iktidarda kalamayacağını ve bu ekonomi programlarının yüksek
faizle ranta ve ithalata dayalı bir borç-talan ekonomisi oluşturduğunu, bunun güçsüz ve siyasi erki
elinden alınmış iktidarlara yol açacağını anlamıştı.
Ancak yine de 2008’i bekledi…
Erdoğan Ekonomisi’nin Doğduğu Tarih: 2008
2008’de Erdoğan’dan beklenen hamle geldi. Süresi biten IMF’nin 19’uncu stand-by anlaşmasının 20.
stand-by ile yenilenmesi gerekiyordu. Başta TÜSİAD olmak üzere sermaye çevreleri, bildiğiniz medya, hatta akademinin büyük bir bölümü IMF ile anlaşma baskısını Erdoğan’a uygulamaya başladılar.
Hem siyasi, hem de ekonomik bir kıskaç söz konusuydu. Bilirsiniz bütün IMF paketlerinin temel yaklaşımı kamu harcamalarının kısılmasıdır. İşte bu IMF
tartışmalarının tam ortasında Mayıs 2008’de hükümet 4 yılı kapsayan GAP Eylem Planı’nı açıkladı.
Eylem Planı, adeta bir meydan okumaydı. Çünkü
teşvik politikalarından teknoparklara, sosyal gelişme kurumlarına, sulamadan enerjiye kadar çok
yaygın bir altyapıya toplam 27 milyar TL kaynak
ayrılıyor, bunun 14.5 milyar TL’sı da merkezi bütçeden öngörülen ek kaynak tahsisi olarak bütçeleniyordu. Örneğin daha önce sulama için ayrılan kaynak 80-85 milyon arasıyken, eylem planından sonra yalnız sulamaya 1,5 milyar TL tahsis yapılıyordu.
Bu, hem o zaman zaten diken üzerinde olan yerli
tekelci sermayeye, hem de IMF ile temsil edilen küresel sermayeye açık bir meydan okumaydı. Zaten
2009’daki darbe teşebbüsleri ve hükümete karşı
açılan bazı kampanyalar bu meydan okumanın sonucu olarak gelişti. Bu meydan okuma, Erdoğan’ın
3. Dönemi’nde somutlanan çözüm sürecinin ve kalıcı barış umudunun ilk önemli adımıydı.
İşte bunun için 2008 yılı Türkiye için de, AK Parti
için de bir kırılma yılıdır. Eğer ki, Başbakan o zaman
tekelci sermayenin istediği gibi IMF ile 20. stand-by
anlaşmasını yapsaydı, 2008 yılında açıklanan GAP
Eylem Planı rafa kaldırılacak ve Doğu’ya, Güney
Doğu’ya ayrılan kaynaklar yine Batı’da konuşlanan
bildik sermaye çevrelerine gidecekti. Tüm bunlar
olduğu takdirde ise barışın bugünkü ekonomik koşulları sağlanamayacaktı.
GAP Eylem Planı’nda, üniversitelerden devlet kurumlarına, ilgili KİT’lerden meslek kuruluşlarına,
Sivil Toplum Kuruluşları’na kadar çok ayrıntılı bir iş
bölümü vardı. Bölgede olan birçok yatırım, eğitim
kurumlarının projelendirilmesi ve gerçekleştirilmesi,
bölgenin kültür ve turizm potansiyelini ortaya çıkaracak adımların atılması GAP Eylem Planı’nın doğrudan ve dolaylı sonucu olarak gelişti.
Bugün Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusunda
yapılan yatırımların ve gelişimin ivmesine bakın. Bu
ivmenin 2008’in ikinci yarısından sonra hızlanarak
arttığını göreceksiniz. O halde bugünkü barış ortamını ve çözüm sürecini hazırlayan siyasi iradenin
2008’de IMF’ye kapıyı gösteren siyasi irade olduğunu söyleyebiliriz. Bu irade olmasaydı bugünkü
Adıyaman da, Gaziantep de olmayacaktı. Daha da
önemlisi bugün Doğu illerimizde olan umut da olmayacaktı. Aynı şekilde Çerkezköy’den başlayan
OCAK 2015
77
etkileri hala devam ediyor ama Türkiye bu kriz ortamında büyümeyi başaran bir ülke.’’
2008 yılı Türkiye için de,
SDE Raporu’nun vurguları:
AK Parti için de bir kırılma yılıdır.
Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz’ün SDE için
Eğer ki, Başbakan o zaman tekelci
hazırladığı rapor ise şu önemli vurguları yapısermayenin istediği gibi IMF ile 20.
yordu:
stand-by anlaşmasını yapsaydı, 2008
Cumhurbaşkanlığı Ekonomik
yılında açıklanan GAP Eylem Planı
Koordinasyon Kurulu
rafa kaldırılacak ve Doğu’ya, Güney
Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’da belirtilen teDoğu’ya ayrılan kaynaklar yine
mel idari görevi devlet organlarının eşgüdüm
Batı’da konuşlanan bildik sermaye
içerisinde ve uyumlu çalışmasını sağlamaktır.
Artık doğrudan halk tarafından seçilen bir cumçevrelerine gidecekti.
hurbaşkanı olacağı için, bu vazifesini seleflerinden
daha etkin bir şekilde gerçekleştirmesi de kaçınılmazdır.
ve Anadolu’ya yayılan üretim odaklı yeni bir ekonomi umudu da olmayacaktı.
Kalkınma Bakanı Yılmaz’ın Konuşması
İşte tam bu yüzden ÇOSB’indeki sempozyumda
Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, Türkiye’nin artık
değişimi yönetebilen bir ülke haline geldiğini söyledi.
Bizim yukarıda anlattıklarımız açısından, Yılmaz’ın
şu sözleri çok önemliydi: “Geçmişte kalan, işte katılımcı olmayan, merkeziyetçi dar bir çerçeveye
sıkışmış planlamayı elbette benimsememiz mümkün değil ancak bugünün şartlarına uygun stratejik bir çerçeveye sahip, herkesi kucaklayan hem
merkezde hem yerelde katkılarla şekillenen insan
odaklı bir planlama hepimizin arzu etmesi gereken
bir süreç. Biz de bu anlayışla planlamalarımızı hazırlıyoruz. Özellikle de küreselleşme süreci içinde
belirsizliklerin arttığı bir ortamda planlamanın bir
kat daha önem kazandığını vurgulamak istiyorum.
Oysa stratejiler geliştirip uzun vadeli bir takım hedefler koyup ileriye dönük değişiyorsanız değişimi
yönetiyorsunuz demektir. Türkiye’nin son 12 yılda
birçok başarısı var. Rakamsal olarak birçok alanda
mesafeleri sayabilirim ama onun ötesinde bunun
altında yatan temel değişim nedir diye sorarsanız
bana Türkiye artık değişimi yönetebilen bir ülke
haline geldi. Öz güven sahibi ve altyapısı olan bir
ülke haline geldi. Bakın bir küresel kriz yaşandı,
78
OCAK 2015
İktisadi politikanın bileşenlerini kısa, orta ve uzun
vade de belirlenen ortak hedefler doğrultusunda
çalıştırmak bir yana, aynı zamanda, bu hedeflerin
de belirleneceği bir üst kurul, örneğin Ekonomik
Koordinasyon Kurulu, aktifleştirilmeli ve Cumhurbaşkanı veya onu temsil eden bir şahsiyetin başkanlığında görev almalıdır.
EKK aynı zamanda kısa, orta ve uzun vadede ekonomik istikrarı tehdit eden etkenleri de tanımlamalı
ve Merkez Bankası ile Hükümet, Maliye ve Para Politikası ile Kur Rejimini bu tehditleri bertaraf edecek bir
şekilde tanımlayabilmelidir. EKK tabii ki, hükümetin
yetki alanına girmeyecektir. Zaten, böyle bir kurumun içinde hükümetin ilgili bakanlıklarının da bulunması gerekir. EKK sadece hedef belirleyecek ve
hedeflere giden ana yol haritasını çizecektir. EKK’nın
Cumhurbaşkanı’na bağlı olması onun meşrûiyetini
güçlendirecektir. Yani EKK’nın ana amacı Merkez
Bankası’nı hükümete bağlamak değil, onun hükümetle uyumlu çalışmasını sağlamaktır.
TL ve Rezerv Para
TL’nin küresel hâkim para olması şu anki koşullarda
mümkün değildir. Ancak Orta Doğu, Balkanlar ve
Orta Asya’da, yani Türkiye’nin tarihi hinterlandında
TL’nin bir rezerv para haline dönüşmesi Türkiye için
en önemli hedef olmalıdır.
Dalgalı Döviz Kuru rejiminden vazgeçilmemelidir.
Çünkü küreselleşmiş dünya ekonomisinde, bir
ekonomiyi dış şoklardan korumanın en sağlıklı yolu
dalgalı kur rejimidir. Ancak, bu kur rejiminin doğru işleyebilmesi için Merkez Bankası’nın görünüşte
enflasyon hedeflemesi ama esasında faiz hedeflemesi politikasından vazgeçmesi ve faizleri tamamen
serbest bırakması gerekmektedir.
Dolaylı Vergiler Sorunu
Dolaylı vergiler gelir eşitsizliği yaratmaktadır. Çünkü doğrudan vergiler beyan edilmiş şirket kârları
ve özel şahıs gelirlerinden alınırken, dolaylı vergiler
ağırlıklı olarak gıda, ilaç, benzin ve doğalgaza yapılan hanehalkı harcamalarından toplanmaktadır. Bu
yüzden dar ve orta gelirlilerin gelirlerine oranla ödedikleri toplam vergi yüksek gelir gruplarında olanlarınkine nispetle çok daha yüksek olmaktadır.
Dolaylı vergi, kişilerin vergi sonrası gelirlerinden yaptıkları harcamalar üzerinden alınmaktadır. Bu ise
vergilendirilmiş gelirlerin tekrar vergilendirilmesine
yol açmaktadır. Yani çok ciddi bir vergide adaletsizlik problemi oluşmaktadır.
Dolaylı vergilerin ağırlıkta olduğu bir sistemde Maliye Bakanlığı’nın bütçe gelirleri üzerindeki kontrol
gücü azalmaktadır. Bunun için doğrudan vergilerin
oranını artırmalı, dolaylı vergiler azıltılmalıdır.
Doğrudan vergilerin oranını arttırmak için:
• Bütün vergi mükelleflerini kayıt altına almak,
• Basit ve tek oranlı bir gelir vergisi belirlemek,
• Ağırlıklı olarak elektronik işlemleri yaygınlaştırmak
gerekmektedir.
Bankacılık ve Finans Sisteminde Yeniden
Örgütlenme
Türkiye’nin 21. yüzyıldaki hedeflerinden biri de,
İstanbul’un Türkiye’nin kendi “yaşam alanı” olan
Orta Doğu, Balkanlar ve Orta Asya’nın ortak finans
merkezi haline gelmesidir. Başka bir deyişle, Rusya,
Türkî Cumhuriyetler ve Arap Dünyası’nın başta petrol gelirleri olmak üzere mevduatları İstanbul’a akmalı, bu ülke firmalarının hisse senetleri BİST’ten türeyecek bir Avrasya Menkul Kıymetler Piyasası’nda
pazara sürülmeli ve Türkiye kendi yaşam alanında
kendi parasıyla ticaret yapabilmelidir.
Bu hedefleri hayata geçirebilmek için:
• İstanbul’da bir metal ve altın borsası nizami olarak
kurulmalıdır.
• İzmir’deki Vadeli İşlemler Borsa’sı geliştirilmeli ve
bütün türev ürünlerinin -buna faizsiz gelir enstrümanları da dahil- pazarlanabildiği organize bir borsaya dönüştürülmelidir.
• Acilen İstanbul Döviz Borsası kurulmalıdır.
• İstanbul’da belki KEİP Merkezli veya yeni kurulacak bir bölgesel ittifakla Orta Doğu, Balkanlar ve
Orta Asya’daki ülkelerin katılımıyla bir bölgesel “risk
derecelendirme firması” kurulmalıdır.
• Bölge ülkelerle milli paralar cinsinden ticaret anlaşmaları geliştirilmeli ve doların hâkimiyet alanından
özerk bir finans ağı oluşturulmalıdır.
• Mali suçları takip ve bölge ülkeleri arası kayıtdışı
para akışını kontrol etmek için yine İstanbul merkezli
Bölgesel Finans Denetim Kurumu oluşturulmalıdır.
• BDDK, Rekabet Kurumu ve SPK Türkiye’de
Bankacılık Sektörü’ndeki mevcut oligopolist yapıyı
kıracak önlemler almalı ve gerekirse regülasyon ve
kamulaştırma dahil alternatif politikaları süratle uygulayabilmelidir.
• İslami Bankacılık Sistemi’nin merkezinin İstanbul
olması hayati ehemmiyeti haizdir. Bunun için gerekli
düzenlemelerin yapılması hızla hayata geçirilmelidir.
• Halk Bankası ve Ziraat Bankası’nın mevcut yapıları korunmalıdır. Özelleştirme kapsamı içine alınmamalıdır.
Milli Savunma Sanayi’nin Geliştirilmesi
Milli Savunma Sanayi her ülke için zorunlu kamu
mal ve hizmeti üretir. Devletin ve milletin bekası, iç
ve dış güvenliğin tesisi ve ülkenin milli menfaatleri doğrultusunda “yumuşak gücünün” dayanacağı
sağlam bir “sert gücünün” olması için milli savunma
sanayinin gelişmesi zorunludur.
Bütün bu hedeflere ulaşmak için sadece özel sektör
yeterli olmayabilir. Hatta bazı durumlarda kamulaştırmalar bile düşünülebilmelidir. Özellikle Savunma
Sanayii’nde büyük bir devlet firmasının da kurulması düşünülebilir.
İşte bütün bunları gerçekleştirmek ve yukarıdaki
bölümlerde anlattığımız ribaya ve dışarıya kaynak
aktarmaya dayanan yağma ekonomisini aşabilmek
için bu sempozyumumuzu Türkiye’nin ilk ve en
önemli üretim merkezi olan ÇOSB’de yaptık.
OCAK 2015
79
EKONOMİ
ÖNCELİKLİ DÖNÜŞÜM PROGRAMLARI
2. GRUP EYLEM PLANLARINA BAKIŞ
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
G
eçtiğimiz haftalarda Onuncu Kalkınma Planı
çerçevesinde yapılması öngörülen Öncelikli Dönüşüm Programları’nın 2. Grup eylem
planları Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu tarafından açıklandı. İlk grupta açıklanan 9 maddenin ardından bu kez 8 farklı alanda yapılacak olan eylem
planlarını görme fırsatı bulduk. Bu grupta da oldukça önemli başlıklar ve detaylar var.
Her şeyden önce Onuncu Kalkınma Planı’nın hazırlanma sürecinin son derece detaylı bir şekilde gerçekleştirildiğini hatırlamakta fayda var. Zira bu plan
10 bini aşkın kişi ve kurumun görüşü alınarak, 66
özel ihtisas komisyonunun görüşleri doğrultusunda
hazırlandı. Bu bakımdan katılım açısından bugüne
kadar yapılanların en önemlisini oluşturuyor. Bilindiği üzere 25 maddeden oluşan eylem planının ilk
grubu 6 Kasım 2014 tarihinde kamuoyu ile paylaşılmıştı. İlk gruba ilave olarak bu kez 8 programdan
oluşan ikinci grup ise 18 Aralık 2014 tarihinde açıklanmış oldu. Hemen ikinci grupta yer alan yeni 8
adetlik programların başlıklarını kısaca hatırlatalım:
• Üretimde Verimliliğin Artırılması Programı
• Yurtiçi Tasarrufların Artırılması ve İsrafın Önlenmesi Programı
• İstanbul Uluslararası Finans Merkezi Programı
80
OCAK 2015
• Kamu Harcamalarının Rasyonelleştirilmesi
Programı
• Kamu Gelirlerinin Kalitesinin Artırılması Programı
• İş ve Yatırım Ortamının Geliştirilmesi Programı
• İstatistiki Bilgi Altyapısını Geliştirme Programı
• Kayıt Dışı Ekonominin Azaltılması Programı
Programlara ilişkin olarak Başbakan Sayın Ahmet
Davutoğlu oldukça detaylı bilgileri de kamuoyu ile
paylaştı. Biz de burada öne çıkan başlıkların kısaca
analizini yapacağız. Programda en çok dikkat çeken başlıkların başında “Yurtiçi Tasarrufların Artırılması ve İsrafın Önlenmesi” geliyor. Zira uzunca bir
süreden bu yana Türkiye ekonomisine ilişkin olarak
tartışılan en önemli konuların başında toplam tasarruflardaki düşüklük geliyor. Türkiye’nin toplam tasarruflarındaki söz konusu düşüklüğün yatırımların
finansmanında Türkiye’ye borçlanmaya itmesinin
yanında hane halklarının ithalata dayalı tüketimini
artırması gibi negatif bir etkisi de bulunmakta. Bu
bakımdan bu başlığın oldukça önemli bir şekilde ele
alınması gerekiyor.
2013 yılı itibariyle Türkiye’nin toplam tasarruflarının
GSYİH’ya oranı % 13,4 olarak gerçekleşmiş durumda. Bu oran hem Türkiye’nin içinde yer aldığı
gelişmekte olan ekonomileri için hem de Türkiye’nin
koyduğu 2023 hedeflerine ulaşabilmek için oldukça düşük olarak nitelendirilmektedir. Bu bakımdan bu oranın hızlı bir şekilde yukarılara çekilmesi
gerekmektedir. Programda hali hazırda devam
eden bireysel emeklilik desteklerinin artarak devam edeceği görülmektedir. Bununla birlikte kredi
kullanımın yeniden gözden geçirileceği de anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Türk halkının en önemli
alışkanlıklarından birisi haline gelen yastık altında
altın tutma davranışından yola çıkılarak da “altın
bankacılığı”nda adımlar atılacağı görülmektedir. Bu
programda dikkat çeken bir diğer unsur da lüks
ve ithalat yoğunluğu yüksek olan tüketim mallarına
caydırıcı vergiler geleceğinin açıkça ifade edilmesidir. Yerli üretime getirilecek bazı vergi istisnaları,
israfı önlemeye yönelik faaliyetler ve kamudaki tasarrufa ilişkin başlıklar bu süreçte ne kadar kararlı
olunduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Ancak bu noktadaki bir eksikliği tespit edip bir
de öneri de bulunmakta fayda var. Türkiye’de ve
özellikle Anadolu’da faiz hassasiyeti olan önemli bir
sermaye birikimi olduğu bilinmektedir. Bu hassasiyeti olan kişilerin veya kurumların faizli bankacılık
sistemine dâhil olmadığını ve esas iştigal konularından elde ettikleri karlarının önemli bir kısmını başka
alanlarda (inşaat sektörü vb.) yatırıma dönüştürdüğü görülmektedir. Bu bakımdan Anadolu’daki bu
ihtiyacın ivedilikle giderilmesi açısından faizsiz bankacılık ve İslami tahvillere dayalı yeni modellerin bir
an önce finans sistemimize monte edilmesi büyük
önem taşımaktadır. Bu hamlenin toplam tasarrufların artırılmasında büyük katkı sağlanacağı göz ardı
edilmemelidir.
Programdaki bir diğer önemli madde de “Kayıt Dışı
Ekonominin Azaltılması Programı”dır. Bu başlığa ilişkin olarak detaylı bilginin ileriki dönemlerde açıklanacağını ifade edilse de burada bazı önerileri belirtmekte fayda var. Türkiye vergi sisteminin belki de en çok
eleştirilen yönlerinden birisi dolaylı vergilerin toplam
vergiler içindeki payının oldukça yüksek olmasıdır.
Neredeyse % 70’lere varan dolaylı vergilerin mükelleflerin vergiden kaçınmasına ve vergi kaçırmasına
istek uyandırdığı gerçeği unutulmamalıdır. Bu bakımdan özellikle Türkiye’de % 25 civarında olan kayıt
dışı ekonomik faaliyetlerin oluşturduğu gelir kaybının
önüne geçilmesine yönelik olarak oldukça önemli bir
vergi reformuna ihtiyaç duyulacağı aşikardır.
Türkiye ekonomisi için önümüzdeki dönemde en
çok üzerinde durulması gereken başlığın ise “İstan-
bul Uluslararası Finans Merkezi Programı” olduğu
söylenebilir. İstanbul’un finans merkezi haline gelmesi konusu sadece Türkiye’deki sermaye açısından değil aynı zamanda Türkiye’nin çevresindeki
sermaye açısından da önemlidir. Bu noktada da
biraz önce belirttiğimiz faizsiz finans modelleri büyük önem taşımaktadır. Zira hem Türkiye içinde
hem de Türkiye dışında faiz hassasiyeti olan önemli
miktarlarda yatırımcı olduğu bilinmektedir. O halde
İstanbul’un finans merkezi haline gelmesi konusu
sadece neo-liberal bakış açısı ile ele alınacak bir
konu değildir. Bu program içerisinde de faizsiz finans modellerinin çok büyük önemi olacaktır.
İkinci grup eylem planlarının bir diğer önemli maddesi de Türkiye’deki tüm istatistiklerin tek çatı altında toplanmasının sağlanmasıdır. Bu şekilde daha
doğru ve güvenilir verileri elde ederken aynı zamanda da analiz açısından yeknesaklığın sağlanması
hedeflenmektedir.
Türkiye’deki yatırım ortamı ve yatırım yapabilmek
için karşı karşıya kalınan bürokratik süreç her zaman eleştirilen konulardan birisi olmuştur. Özellikle son dönemde liberalleşme sürecinde kamunun
yatırımlarda payının azaltılmaya ve özel sektör yatırımlarının teşvik edilmeye çalışılması çabaları devam ediyor. Bu bakımdan Türkiye’de iş ve yatırım
ortamının geliştirilmesi amacıyla programa 41 adet
eylem planı konulmuştur. Bu noktada dikkat çeken
en önemli başlıklar, yatırımların önündeki bürokratik süreçlerin azaltılması, süreçlerin hızlandırılması
ve hukuki alt yapının hazırlanması gibi eylemlerdir.
Önümüzdeki dönemde özellikle endüstri bölgeleri
ve organize sanayi bölgelerine daha da önem verileceği anlaşılmaktadır.
Elbette bu analizde yer veremediğimiz diğer başlıklar da büyük önem arz etmektedir. Ancak kısaca
özetlemek gerekirse Türkiye’nin 2001 krizinden bu
yana ekonomide kat ettiği mesafenin daha da değerlenmesi ve 2023 hedeflerine doğru daha emin
adımlarla hareket edebilmesi açısından söz konusu
eylem planlarının ivedilikle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu vesile ile son olarak Türkiye ekonomisi
açısından sadece neo-liberal ekonomi politikalarının
değil aynı zamanda faiz hassasiyeti olan sermayedar ve sanayicilerin ihtiyacını da karşılayabilecek
faizsiz İslami finans modellerinin de bir an önce
sistemi monte edilmesi gerektiğini de hatırlatmakta
fayda var.
OCAK 2015
81
Küresel Krz Ortamında
2014 Yılı Türk Dış Poltkası
2014’te
Savunma ve Güvenlk
2014 Yılı
Syasal Gelşmeler
2014 Yılı
Türkye Ekonoms
İnsan Hakları Açısından
2014 Yılının Değerlendrlmes
Prof. Dr. Brol Akgün
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Prof. Dr. Haluk Alkan
Dr. Tolga Dağlaroğlu
Selvet Çetn
2014 PANORAMA
Batı dünyasının hegemonyasını kaybetmeye başlamasının en önemli sonuçlarından biri bölgesel güçlerin kendi çıkarları temelinde uluslararası sistemden görece çok daha otonom dış politika arayışlarına girmesi olmuştur. Bu çerçevede 2014 yılı dünya
tarihine en önemli sistemik kırılma anlarından biri
olarak geçecek olaylara sahne olmuştur. Belirsizliklerin arttığı, geleneksel ittifak sistemlerinin flulaştığı,
sisteme yön veren liberal değerlerin sarsıldığı ve en
önemlisi de güç mücadelesine dayalı yeni jeopolitik hamlelerin hızlandığı bir yıl oldu. Bu bağlamda
Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’nın doğu kesimlerinin fiilen Moskova yörüngesine girmesi tarihi jeopolitik hamlelerdi. Buna karşın, ABD’nin Rusya’ya
karşı ekonomik ambargoya başvurması ve gücünü
kırmak için petrol fiyatlarını düşürme teşebbüsleri
ise karşı adımlar olarak okunabilir. Yine ABD’nin
uzun süredir ötekileştirdiği İran ve yakın coğrafyasındaki düşmanı Küba’ya yönelik izlediği açılım
politikaları da yeniden yapılanan küresel sistemdeki
kritik siyasi hamleler olarak görülmelidir.
Küresel Kriz Ortamında
2014 Yılı Türk Dış Politikası
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
M
odern uluslararası sistem 21. yüzyılın değişen ekonomi-politik dinamikleri çerçevesinde ciddi boyutlarda yeniden yapılanma
sürecinden geçiyor. Soğuk savaştan galip çıkan
ABD, özellikle 11 Eylül olayları sonrasında izlediği
yanlış savaş politikaları ve irrasyonel tercihleri nedeniyle ekonomik ve askeri olarak güç kaybederken, küresel sistemdeki ahlaki ve siyasi otoritesi de
zayıflamaktadır. Amerikalılar da ABD’nin dünya ile
bu kadar yaygın askeri angajmana girmesine kar-
84
OCAK 2015
şı çıkarak daha tecritçi bir dış politikaya dönüşü
desteklemeye başlamışlardır. Batı dünyasının diğer
parçası olan Avrupa da benzer bir ekonomik kriz
döngüsü içine girerken, siyasi elitlerde ciddi bir stratejik yorgunluk gözlenmektedir. Buna karşın, başta
Uzak Doğu Asya ülkeleri olmak üzere, uzun yıllardır
küresel sistemden dışlanan ama artık giderek güç
kapasitelerini artıran Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya
ve Türkiye gibi yükselen aktörler ise giderek kendi
ağırlıklarını hissettirmeye başladılar.
Buna karşın, Türkiye’yi de yakından etkileyen Orta
Doğu bölgesindeki gelişmeler ise bölgeyi neredeyse küresel sistemin kara deliği haline getirmiştir.
2014’ün yaz aylarında aniden ortaya çıkarak başta Musul olmak üzere Irak’ın özellikle Sünni bölgesini kontrol altına alan IŞİD örgütü, topraklarını
Suriye’nin içlerine kadar genişleterek bir yandan
Türkiye ile Suriye üzerinden komşu haline gelirken,
diğer yandan ilan ettiği “hilafet devleti” projesi ile
askeri, siyasi ve ideolojik bir bölgesel aktöre dönüşmüştür. ABD başkanı Obama arkasına körfez
ülkeleri gibi güçlerin de desteğini alarak küresel
düzlemde bir anti-IŞİD koalisyonu oluşturdu. Ancak Başkan Obama aynı kararlılığı Suriye’yi kana
bulayan ve yalnızca 2014 yılında 39 bin kişinin ölümüne neden olan Esed yönetimine veya Gazze’de
bin 500 kişiyi katledip on bin kişiyi yaralayan İsrail’e
karşı gösteremedi.
Türkiye’nin Dış Politikası Açısından 2014
Şüphesiz küresel dengelerdeki sistemik güç değişiminden en çok etkilenen ülkelerden birisi de
Türkiye’dir ve biz bunu son yıllarda daha güçlü
biçimde hissetmeye başladık. Denilebilir ki, Türkiye küresel ve bölgesel dönüşüm krizlerine oldukça
hazırlıklı yakalandı. Ekonomik ve siyasi istikrar ile
halkın artan demokratik bilinci ve son on yılda dış
Diğer yandan 2014 yılında
Türkiye açısından kritik olan iki
gelişmeyi de özellikle zikretmek
gerekir. Birincisi, ilişkilerimizin
çoktandır sıkıntılı olduğu
Özbekistan’ı sekiz yıl aradan
sonra ilk kez bir Türk
Dışişleri bakanının ziyaret
etmesi önemlidir. İkincisi ise,
Maliki döneminde kopma
aşamasına gelen Ankara-Bağdat
ilişkilerinin yeni Başbakan
Abadi ile birlikte yeniden eski
düzeyine çıkmış olmasıdır.
Türkiye ve AB ilişkileri ise, bir
yandan Avrupa’da yükselen
milliyetçilik dalgasının siyasi
gölgesi, diğer yandan Türkiye’yi
anlamakta zorlanan Avrupalı
siyasilerin olumsuz etkisiyle
karşılıklı üst düzey ziyaretlere
rağmen ciddi bir durağanlık
dönemine terk edilmiş
gözükmektedir.
politikada yaşanan zihniyet dönüşümü Türkiye’nin
kriz dönemini daha kolay atlatmasına sebep olmuştur. Bir yılda yaşanan iki ciddi seçim ile Gezi Parkı
ve paralel yapının 17-25 Aralık saldırılarının AK Parti
hükümeti üzerinde yarattığı siyasi baskıya rağmen
Türkiye, dış politikada 2014’te karşılaştığı sorunları
başarı ile yönetmesini bilmiştir.
Ukrayna krizinde Türkiye uluslararası siyaset ve
hukukun evrensel ilkeleri ve kuralları çerçevesinde
hareket etmiş; NATO müttefikleriyle birlikte Kırım’ın
Rusya’ya güç ve tehdit kullanılarak ilhakını tanımadığını açıkça beyan etmiştir. Kırım’daki Tatar Türklerinin haklarının korunması konusunda da açıkça
Rusya ile ikili diplomatik görüşmeler yapmış ve Tatar liderlerle yakın bir ilişki içinde olmuştur. Ancak
Türkiye, Suriye krizinin de öğrettiği dersle Batı ile
OCAK 2015
85
2014 PANORAMA
Batı dünyasının hegemonyasını
kaybetmeye başlamasının
en önemli sonuçlarından
biri bölgesel güçlerin kendi
çıkarları temelinde uluslararası
sistemden görece çok daha
otonom dış politika arayışlarına
girmesi olmuştur. Bu çerçevede
2014 yılı dünya tarihine
en önemli sistemik kırılma
anlarından biri olarak geçecek
olaylara sahne olmuştur.
Rusya arasındaki Ukrayna ve Kırım krizinin bir TürkRus krizine dönüşmesine izin vermeyecek kadar da
ihtiyatlı davranmıştır.
Türkiye’nin 2014’te başını ağrıtan en önemli kriz ise
şüphesiz IŞİD ile mücadele olmuştur. Türkiye’nin
Suriye’de faaliyet gösteren IŞİD ve El Nusra cephesini Bakanlar Kurulu kararları ile resmen terör örgütü listesine dâhil etmesine rağmen, içerideki bazı
grupların da katıldığı bir uluslararası propaganda
makinesi vasıtasıyla Türkiye, IŞİD’i desteklediğine
ilişkin ciddi bir algı operasyonuna maruz kalmıştır.
Hatta bu algı operasyonuna siyasi malzeme sağlamak amacıyla, MİT tarafından organize edilen
ve Türkmenlere insani yardım malzemesi taşıyan
TIR’lar silah taşıdığı iddiasıyla durdurulmuştur. Oysa
Türkiye IŞİD’in yükselişinden en fazla zarar gören
ülke olmuştur. Zira IŞİD’in yaptığı ilk siyasi şov Musul’daki Türk konsolosluğunda çalışan 48 kişinin rehin alınması ve aylarca Türkiye’ye karşı bir tehdit ve
pazarlık unsuru olarak kullanılmasıdır. Üç ay rehin
kaldıktan sonra rehinelerin Türkiye’ye salimen geri
dönmeleri ise büyük sevinçle karşılanmıştır.
Obama tarafından ironik bir şekilde 11 Eylül’ün yıldönümünde açıklanan anti-IŞİD koalisyonuna Türkiye siyasi destek açıklamış olmakla birlikte, operasyonel düzlemde bazı gerekçelerle katılmamıştır.
Bu konuda Türkiye’nin en önemli argümanı IŞİD’in
esasen Suriye’de Esed rejiminin sebep olduğu iç
savaşın bir sonucu olduğu ve eğer bir koalisyon
kurulacaksa bunun Suriye’deki Esed rejiminin de-
86
OCAK 2015
ğişmesini de içeren kapsamlı bir siyasi projeye dayanması gerektiğidir. Türkiye eğer Esed kalacaksa,
yeni göçleri önlemek için sınırların içinde güvenli
bölgeler ve uçuşa yasak bölgeler ilan edilmesi fikrini ısrarla savunmaktadır. Ancak henüz bu konuda dostlarından açık bir destek bulabilmiş değildir.
Son olarak IŞİD’in K. Irak ile Kobani’ye saldırması
ise Türkiye’yi zor durumda bırakmıştır. K. Irak’tan
binlerce Türkmen ve Ezidi Türkiye’ye sığınırken;
Kobani’de yaşayan 150 bine yakın Kürt nüfus da
bir gecede Türkiye’ye sığınmıştır. Bu son göçlerle
birlikte Türkiye’de yaşayan Suriyeli sayısının iki milyona yaklaştığı söylenmektedir.
Son olarak bazıları Türkiye’yi terör örgütünü destekleyen ülke olarak göstererek uluslararası sistemden
tecrit edilmesini beklerken, Tayyip Erdoğan’ın yerel
seçimleri ve ardından da % 52 oyla Cumhurbaşkanlığı seçimlerini açık bir farkla kazanması kendisine, hükümete ve Türkiye’ye önemli bir demokratik
meşruiyet sağlamıştır. Bu nedenledir ki, ne Türkiye
yalnızlaştırılabilmiş, ne de Erdoğan Chavez’leştirilebilmiştir. Tam tersine Türkiye, Mısır ve Suriye gibi zor
konulardaki ilkesel duruşu ve istikrarlı ekonomik ve
siyasi yapısıyla 2014’ün son çeyreğinde diplomatik
alanda yoğun bir trafik yaşamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan BM ve NATO zirvelerine katılmış, ikinci
Türk-Afrika zirvesine Ekvator Gine’sinde ev sahipliği
yapmış ve pek çok dünya liderini Ankara’da ağırlamıştır. Yılın son aylarında yolunu Ankara’ya düşüren
siyasiler arasında ABD başkan yardımcısı J. Biden,
Katolik dünyasının dini lideri Papa Fransuva, Rusya
Lideri V. Putin, İngiltere Başbakanı D. Cameron ve
İtalya Başbakanı M. Renzi de vardır.
Diğer yandan 2014 yılında Türkiye açısından kritik olan iki gelişmeyi de özellikle zikretmek gerekir. Birincisi, ilişkilerimizin çoktandır sıkıntılı olduğu
Özbekistan’ı sekiz yıl aradan sonra ilk kez bir Türk
Dışişleri bakanının ziyaret etmesi önemlidir. İkincisi ise, Maliki döneminde kopma aşamasına gelen
Ankara-Bağdat ilişkilerinin yeni Başbakan Abadi
ile birlikte yeniden eski düzeyine çıkmış olmasıdır.
Türkiye ve AB ilişkileri ise, bir yandan Avrupa’da
yükselen milliyetçilik dalgasının siyasi gölgesi, diğer
yandan Türkiye’yi anlamakta zorlanan Avrupalı siyasilerin olumsuz etkisiyle karşılıklı üst düzey ziyaretlere rağmen ciddi bir durağanlık dönemine terk
edilmiş gözükmektedir.
’te
SAVUNMA VE GÜVENLİK
Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA
SDE Savunma ve Güvenlik
Programı Koordinatörü
Cemaat Meselesi
C
emaatin bürokratik kurumlardaki gücünü ve
etkinliğini kullanarak siyasi iktidara istediğini yaptırabileceği düşüncesinden hareketle
aşırı özgüveni ve buna karşın hükümetin halk iradesinin paylaşılmazlığına olan bağlılığının yarattığı ve
uzun süre alttan alta gizlice süren büyük gerilim 1725 Aralık 2013 tarihlerinde, 4 Bakan’a ve Başbakan
Erdoğan’ın yakınlarına yönelik bir polis operasyonuyla ortaya çıktı. Emniyet Müdürü’nün, Vali’nin ya
da Bakan’ın haberi olmaksızın ‘yolsuzluk’ gibi haklı
gösterme potansiyeli oldukça yüksek bir meşrulaştırmayla yapılan polisiye operasyonlar demokratik
bir sistemin kaldıramayacağı derecede siyasal karar alma mekanizmalarını ‘hiçe sayan’ bir süreçle
gerçekleştirildi. Operasyonun yürütücüleri hayata
ve sivil siyasal alana son derece militer ve hiyerarşik
bir dizgeden baktıkları için bu yaptıklarının temelde
askeri vesayet zamanları ya da darbe dönemlerinde
olduğu gibi siyasal iktidara ve halkın iradesine rağmen ‘devlet mühendisliği’ ile gücü ve iktidarı elinde
tutma çabası olduğunu farkedemediler. Cemaat
asla hata ya da yanlış yapmaz gibi bir ‘kesin inanca’
sahip kesimler bu olan biteni meşrulaştırmak için
var gücüyle hükümet aleyhine kampanya başlattı.
Buna karşılık hükümet güvenlik ve yargı bürokrasisindeki ‘cemaat-yanlısı’ olan kişileri pasif görevlere
atayarak ve cemaatin toplum nezdindeki meşruiyetini zayıflatmak için siyasal adımlar attı. Buna karşın
görevden almalar ve yeni görevlendirmelerin bir güvenlik açığı yarattığı iddiaları dillendirildi ama bunun
gerçekte böyle olmadığı ortaya çıktı denebilir. 2014,
cemaatin hükümet karşıtlığını meşru bir zemine taşımak için ‘yolsuzlukları’ ve Kürtler ya da sol dünya
görüşüne mensup karşıtlarla işbirliği yaptığı, Mart’ta
yapılan yerel seçimlerde hükümetin büyük yara
alacağı inancıyla hareket ettiği ama bütün bunlara
rağmen demokratik süreçlerin işlediği, halkın seçilmişlerden yana tavır koyduğu bir yıl oldu. Yasadışı
dinlemelerin ve ‘özel hayatın gizliliği ihlallerinin’ son
bulacağı inancının doğduğu ve güç kazandığı bir yıl
oldu.
2014, Başbakanlığı devralan Davutoğlu’nun özgürlük-güvenlik dengesinden özgürlük-güvenlik uyumuna geçileceğini duyurduğu ve bu anlamda bir
paradigma değişikliğini getiren bir yıl oldu. ‘İç içe
geçmiş bir güvenlik-özgürlük uyumu’na yapılan vurgu, son derece önemliydi çünkü bu durum, polisin
OCAK 2015
87
2014’ün br dğer öneml başlığı çözüm sürecyd. Zaman zaman kesntlere uğrasa, dğer
gündemlern gölgesnde kalsa ve stenen vmey yakalayamamış, son bulacakmış gb göründüğü
olsa da sürecn br bçmde halka mal olduğu ortaya çıktı. Çözüm sürecne dar halkın desteğnn
gerek Batı’da gerekse Doğu’da sanılanın üzernde olduğu ve yaşanan kamu düzen ve şddet
problemlernn esasen çözümün geckmesnden duyulan gergnlğn dışavurumu olduğu görüldü.
görevinin sanılanın aksine sadece güvenlik, sadece
emniyet değil aynı anda ve iç içe geçmiş bir biçimde
‘özgürlükçü bir güvenlik’ olduğunu gösteren bir etkiye sahipti. Sürekli olarak, özgürlüklerin ve hukuktan kaynaklanan hakların yaşanırlığını amaç edinen
bir güvenlik ve emniyet anlayışında çalışan polisin,
bizatihi sivilleştirici, bizatihi özgürleştirici ve temel
hakların hayata geçirilmesinin en önemli güvencesi
olduğu gibi yeni bir anlayışa dikkat çekiyordu. Bu
yüzden, özgürlükle güvenliği ayrı ayrı değil sürekli
olarak iç içe geçmiş halde düşünmek ve her ikisini aynı anda dikkate alarak hareket etmek hem
siyasal iktidarların hem de sokaktaki iktidarı temsil
eden polisin demokratikliğinin en önemli göstergelerinden biri olacağı, bundan sonraki yıllarda bunun
etkilerinin görüleceği gibi yeni bir döneme girildi.
2014’ün bir diğer önemli başlığı çözüm süreciydi.
Zaman zaman kesintilere uğrasa, diğer gündemlerin gölgesinde kalsa ve istenen ivmeyi yakalaya-
88
OCAK 2015
mamış, son bulacakmış gibi göründüğü olsa da
sürecin bir biçimde halka mal olduğu ortaya çıktı. Çözüm sürecine dair halkın desteğinin gerek
Batı’da gerekse Doğu’da sanılanın üzerinde olduğu
ve yaşanan kamu düzeni ve şiddet problemlerinin
esasen çözümün gecikmesinden duyulan gerginliğin dışavurumu olduğu görüldü.
İç Güvenlik Reformu açıklandı ve gerekli yasalaştırma çalışmaları önemli ölçüde tamamlandı. Paketle, güvenlik anlamında Cumhuriyet tarihinin en
kapsamlı düzenlemelerinden biri sayılabilecek düzenlemeler gündeme geldi. Polisin ve idari amirlerin
gözaltı ve toplumsal eylemleri kontrol altına alma
konusundaki yetkileri arttırıldı. Emniyet teşkilatının iç yapısı ve yönetim biçiminde meydana gelen
hantallıkların ve yığılmaların önüne geçecek yeni bir
atama-terfi usulü getirilmesi tasarı haline geldi. Aynı
tasarıda polis eğitimin yeniden ele alınarak militer
olmaktan çıkarılıp sivilleştirilmesi, Kolluk Gözetim
Mekanizması kurularak polisin hukukun üstünlüğü
ve insan hakları açısından daha kontrol edilebilir ve
sivil gözetime açık bir kurum haline getirilmesinin
önü açılmış oldu.
bulundurmak, satmak ve kullanmak da ağırlaştırılmış ceza kapsamına alındı. Buna göre, bu yerlerdeki uyuşturucu suçlarına verilecek ceza yarı oranında
artırılarak uygulanacak.
Tasarıdaki bir başka önemli düzenleme olarak
Jandarma Genel Komutanlığı’nın ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın hâlihazırdaki iç hizmet kanunundan kaynaklanan siyasi etki alanının dışındaki
yapısının dönüştürülmesine yönelik adımlar atıldı.
Özellikle Jandarma’nın daha şeffaf, hesap verebilir ve personel bakımından daha profesyonel bir
yapıya dönüşmesi için İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını ön gören adımlara karşı, Genelkurmay’dan
gelen Jandarma’nın siyasallaşacağına dair eleştirel
mahiyetteki muallak atıflar, demokrasi ve güvenlik
kavramları hakkında yeni bir tartışma zeminini oluşturması açısından bile olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
Cumhurbaşkanlığı bünyesinde ABD’deki Ulusal
Güvenlik Konseyi’ne (National Security Council)
benzer bir biçimde yeni bir birim kuruldu. Cumhurbaşkanlığı teşkilat kararnamesiyle kurulan ‘Güvenlik
Politikaları Başkanlığı’nın ulusal güvenlik konularında
strateji ve politika geliştirmesi, Cumhurbaşkanı’na
danışmanlık hizmeti vermesi planlandı. Bu hizmet
kapsamında Çözüm Süreci, mülteciler meselesi ve
kamu düzeni gibi konularda araştırma ve politika
yönlendirici çalışmalar yapması öngörüldü.
2014’ün en önemli toplumsal sorunlarından biri de
uyuşturucu kullanımı oldu. Uyuşturucuyla mücadelede ulusal tedbirler alınırken güvenlik güçleri de
asayiş tedbirleri arttırıldı. 28-29 Kasım 2014 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen Uyuşturucuyla
Mücadele Şurası’nda görüşülen ve Uyuşturucuyla
Mücadele Eylem Planı’nın önde gelen projelerinden
biri olan NARKOTİM, Aralık ayında hayata geçti.
Başbakan Davutoğlu, NARKOTİM’in açılışına katılarak; “uyuşturucu bizim için terör gibi geleceğimizi tehdit eden sosyal dokumuzu ahlakımızı tehdit
eden bir tehlikedir. Yürüteceğiniz görevde mahallelere inerek okul çevrelerine kadar ineceğiniz görev
ulvi bir görevdir.” şeklindeki açıklamasıyla hükümetin bu konuya yönelik iradesini de ortaya koydu.
Ayrıca, İç Güvenlik Reformu’nda yapılan bir başka
değişiklikle de okul, yurt, hastane ya da ibadethanelerle birlikte kışla ve askeri tesislerde uyuşturucu
Türkiye’nin güvenlik sorunlarından bir kısmı da bölgesel sorunlara kaynaklı olarak ortaya çıktı. Başta
Suriye’deki iç savaş olmak üzere sınır komşularından sirayet eden huzursuzlukların başında sınır
güvenliği, terör ve göç konuları yer aldı. Özellikle,
Suriye’deki iç savaştan ve Kobani’ye olan IŞİD saldırılarından kaçanlara Türkiye’nin kapılarını açması
ile 2 milyona yakın bölge insanı ülkemize sığınmış
oldu. Bu durum kaçınılmaz olarak güvenlik ve kamu
düzeni açısından yönetilmesi zor durumlar oluşturdu. Sınır güvenliği ve Suriyeli göçmenler konusu
güvenlik alanındaki önemli başlıklardan biri olarak
tartışıldı.
Son olarak, 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı’nda savunma ve güvenlik bütçesi yaklaşık 52 milyar TL olarak yer buldu ve ilgili kurum ve
kuruluşlara ayrılan bütçe şöyle gerçekleşti: İçişleri
Bakanlığı: 3 milyar 898 milyon TL; Milli Savunma
Bakanlığı bütçesi 22 milyar 764 milyon TL; Milli İstihbarat Teşkilatı: 1 milyar 108 milyon TL; Emniyet
Genel Müdürlüğü: 17 milyar 623 milyon TL ve Jandarma Genel Komutanlığı: 6 milyar 490 milyon TL.
OCAK 2015
89
2014 PANORAMA
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
SİYASAL
GELİŞMELER
2014
yılı 2013’ten Türkiye’nin siyasal gündemi açısından üç önemli konuyu
devralarak başladı. Bunlardan ilki 17-25 Aralık operasyonları ile hükümet ve cemaat arasında görünür
hale gelen gerilimdi. İkincisi 2014 yılı içinde iki kritik
seçimin, 30 Mart Mahalli İdareler ve 10 Ağustos
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacak olmasıydı.
Üçüncüsü ise çözüm süreciydi.
Hükümet - Paralel Yapı Gerilimi
17-25 Aralık operasyonları gerek zamanlama, gerek
yargı ve emniyet arasındaki kapalı ilişkiler, gerekse
Samanyolu medya grubunun operasyonlara verdiği
destek nedeniyle hükümet tarafından başından beri
bir darbe girişimi ve yeni bir vesayet düzeninin ülkede tesis edilmesi çabası olarak görüldü. Daha önce
yaşanan 7 Şubat 2012’de Hakan Fidan’ın Oslo Gö-
90
OCAK 2015
rüşmeleri nedeniyle yargı marifetiyle tutuklanmak
istenmesi ve Gezi olayları AK Parti iktidarına karşı
yeni yöntemlerin ve aktörlerin devreye sokulduğunun bir göstergesiydi. Operasyonda görev alan
emniyet yetkililerinin fezlekede “dönemin Başbakanı” ve “örgüt lideri” gibi ifadelere yer verdiği iddiaları
ve kendi aralarındaki yazışmalarda “Kabineyi burada toplayacağız” şeklinde ifadeler kullanmaları, yine
Recep Tayyip Erdoğan ve kabine üyelerinin hatta
bazı bürokratların kriptolu telefonlarının dinlenmiş
olması, üzerinde oynanmış bazı tapelerin internet
sitelerine servis edilmesi gibi bazı gelişmeler 17-25
Aralık operasyonu ile ilgili kamuoyunda ciddi şüphelerin oluşmasına neden oldu. 1 Ocak 2014 tarihinde
Hatay’da ve 19 Ocak 2014 tarihinde Adana’da MİT
tırlarının durdurulup arama yapılmaya çalışılması da
yapılanmanın nerelere uzanabileceği ve uluslararası
bağlantıları konusunda yeni iddiaların gündeme gelmesine neden oldu. Paralel yapının sözde “Selam”
terör örgütü takibi kapsamında binlerce kişiyi dinlediği yıl ortalarında açıklandı. Dinlenenlerden bazılarını içeren listeler farklı haber organlarında yayınlandı. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, 7 Mart
2014’te yaptığı açıklamada 2012 ve 2013’te 509
bin kişinin dinlenmiş olduğunu, bu iki yılda telefon
dinlemek için 217.863 mahkeme kararı çıkarılmış
olduğunu belirtti.
2014 yılı bu anlamda devlet içinde yapılanmış ve
dışarıdan yönlendirilen paralel yapıya karşı bir dizi
operasyonun yaşandığı yıl oldu. Hükümetin karşı girişimi üç başlık etrafında şekillendi. İlk girişim
paralel yapının emniyet içindeki uzantılarına yönelik
olarak gerçekleştirildi. Bu çerçevede 2014 yılı içinde
4 Ocak’tan başlayarak 11 Eylül’e kadar geçen sürede toplam on bir operasyon hayata geçirildi. 18
Kasım’da açıklama yapan İçişleri Bakanı Efkan Ala,
o tarihe kadar 181 polise cezai işlem uygulandığını
ve 155 polisin meslekten ihraç edildiğini açıkladı.
Karşı operasyonun ikinci ayağı yargıya yönelikti.
Bu çerçevede 2013 yılı sonunda başlatılan 17-25
Aralık soruşturmalarına yeni savcılar atandı. Dosya
Savcı Muammer Akkaş’tan alındı, daha sonra soruşturmanın diğer kilit ismi Zekeriya Öz Bakırköy’e
Başsavcı vekili olarak atandı. Ocak, Şubat ve Haziran aylarında çok sayıda hâkim ve savcının görev
yerleri değiştirildi. Karşı operasyonun üçüncü ayağını ise idari ve yasal düzenlemeler oluşturmuştur. Bu
çerçevede Adli Koluk Yönetmeliği değiştirildi; Şubat
ayında TUBİTAK’ta görev değişiklikleri gerçekleştirildi; Mart ayında Ağır Ceza Mahkemeleri kaldırılarak, görevleri Sulh Ceza Mahkemelerine devredildi;
Aralık ayında Ceza Muhakemeleri kanununda yapılan değişiklikle arama yapılabilmesine karar verilebilmesi için makul şüphenin varlığını yeterli sayan
düzenleme yürürlüğe girdi.
Paralel yapılanmaya yönelik son operasyon yıl sonunda 14 Aralık’ta başlatıldı. Operasyon 2010 yılında Fethullah Gülen grubuna muhalefeti ile tanınan
başka bir grubun düzmece delillerle terör örgütü
takibatına uğratılmasına ilişkin yapılan şikâyet üzerine başlatıldı. Operasyon kapsamında aralarında
Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem
Dumanlı, Samanyolu Televizyonu Yayın Grubu
Başkanı Hidayet Karaca, Zaman Gazetesi eski yazarı Hüseyin Gülerce, Bugün Gazetesi yazarı Nuh
CHP ve MHP arasında ller
düzeynde değşen ttfaklar ve bu
ttfaklara Gülen grubunun verdğ
desteğe rağmen sonuçlar ttfak
temelnde sonuç almaya dönük
stratejlere karşı, seçmene dönük
poltka seçeneklerne, projelere
ağırlık veren stratejlern daha
başarılı olduğunu göstermştr.
AK Part % 45 oy oranında ülke
genelndek 1381 beledye ve büyük
şehr beledye başkanlığının, 818’n
almayı başarmıştır.
Gönültaş, bazı dizilerin yapımcı, yönetmen ve senaristleri ile emniyet mensuplarının bulunduğu toplam
31 kişi hakkında işlem yapıldı. Bu kişilerden 27’si
gözaltına alındı ve 12 kişi tutuklanma istemi ile mahkemeye sevk edildi. Haklarında tutuklama istenenlerden Hidayet Karaca ve üç kişinin tutuklanması
kararı verildi. Ayrıca savcılığın Fethullah Gülen hakkında istediği yakalama talebi mahkeme tarafından
kabul edildi. 14 Aralık operasyonu ile ilk kez paralel
yapının emniyet ve yargıdaki uzantıları değil, doğrudan cemaat mensupları ve liderinin hedef alınması
bu operasyonu yıl içindeki diğer operasyonlardan
farklı bir niteliğe büründürmektedir.
30 Mart ve 10 Ağustos Seçimleri
Belirtildiği gibi 2014 yılının siyaset açısından bir diğer önemi bu yılda iki kritik seçimin yapılacak olmasıydı. Gezi olayları ve 17-25 Aralık operasyonları ile
gündeme gelen yolsuzluk iddialarının ve devamında
hükümet ile cemaat arasında başlayan gerilimin AK
Parti’nin seçmen desteğine nasıl yansıyacağı sorusu yapılacak seçimleri önemli kılmaktaydı. 30 Mart
seçimleri bütün bu gelişmelere rağmen AK Parti’nin
seçmen tabanını önemli ölçüde koruduğunu göstermiştir. CHP ve MHP arasında iller düzeyinde
değişen ittifaklar ve bu ittifaklara Gülen grubunun
verdiği desteğe rağmen sonuçlar ittifak temelinde
sonuç almaya dönük stratejilere karşı, seçmene
dönük politika seçeneklerine, projelere ağırlık veren
stratejilerin daha başarılı olduğunu göstermiştir. AK
Parti % 45 oy oranında ülke genelindeki 1381 bele-
OCAK 2015
91
AK Parti’nin 2014 yılında yaşadığı sorun Hükümetparalel yapı gerilimine bağlı olarak AK Partili bazı
milletvekillerinin parti yönetimine karşıt bir tutuma
yönelmeleri çerçevesinde şekillenmiştir. 17-25 Aralık sürecinde aralarında bakanlık görevi yapmış üç
ismin bulunduğu dokuz milletvekili Parti’den istifa
etmiştir. Bu isimlerden ikisi, İdris Bal Demokratik
Gelişim Partisi’ni, İdris Naim Şahin ise Millet ve Adalet Partisi’ni kurdular.
diye ve büyük şehir belediye başkanlığının, 818’ini
almayı başarmıştır.
10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir kritik
seçim olmanın ötesinde siyasal hayatımız açısından
bir diğer önemi daha bulunmaktaydı. Bu seçimlerle,
1960 darbesi ile başlatılan vesayetçi rejim geleneğinin 1982 Anayasası’nda vesayetin merkez aktörüne
dönüştürdüğü Cumuhurbaşkanlığı makamına kimin
geçeceği ilk kez doğrudan halk tarafından belirlenmiş ve yapılan seçimler bir dönemin kapandığının
tescili olmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iki
temel strateji birbiri ile yarışmıştır. Bunlardan ilki 30
Mart yerel seçimlerinin kötü bir okumasına dayalı
olan ve CHP ile MHP’nin ittifak stratejisidir. CHP ve
MHP 30 Mart seçimlerinde oluşturmaya çalıştıkları
ittifakın aldığı toplam oy oranı ve muhtemelen destek bekledikleri diğer küçük partilerin katkısını esas
alarak stratejilerini geliştirdiler. Buna karşılık CHP
ve MHP kendi tabanlarının sıcak bakacağı ortak bir
aday belirlemek yerine, AK Parti tabanının sıcak bakacağı düşünülen ve muhtemelen dışarıdan empoze edilen, Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday
göstererek, kendi tabanlarında aday tartışmasının
yaşanmasına neden oldular. İkinci strateji, doğrudan siyasetten gelen ve partisi tarafından desteklenen adayların, öncelikle kendi seçmen tabanlarını
konsolide eden ve aynı zamanda daha geniş kitlelere doğru genişlemeyi hedefleyen bir nitelik taşımaktadır. Recep Tayyip Erdoğan ve Selahattin
Demirtaş’ın seçim stratejileri bu konsepte oturmuştu. Recep Tayyip Erdoğan, tekçil, statükoyu, korumacılığı ve içine kapanmayı temsil eden eskiye karşı
yürütülen mücadelenin yapılacak seçimlerle birlikte
92
OCAK 2015
yeni bir aşamaya taşınacağını, çoğulcu, liyakate
dayalı, estetiği esas alan bir değişimin medeniyet
konseptine dayalı olarak hayata geçirileceğini seçim kampanyası süresince vurgulamıştır. Yapılan
Seçimler sonucunda siyaset mühendisliğine dayanan siyasetin doğal süreçlerine dışarıdan müdahalelere açık bir siyaset yapma tarzının kaybedeceği
ortaya çıkmıştır. Seçimlerin ilk turunda geçerli oyların % 51,79’unu alan Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilmeyi başardı. İhsanoğlu % 38,44
oy alabilirken, seçim stratejini değişim üzerine bina
eden Demirtaş % 9,76 oranında oy almıştır. CHP
ve MHP’nin desteklediği İhsanoğlu, 30 Mart seçimlerinde bu iki partinin aldığı toplam oy oranının
beş puan gerisinde kalmıştır. Yapılan her iki seçim
cemaatin Türkiye’deki oy tabanının abartıldığı gibi
olmadığını da ortaya koymuştur.
Partiler
2014 yılında yapılan seçimler siyasal partilerde
bazı hareketlenmelerin yaşanmasına neden olmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Recep Tayyip
Erdoğan’ın kazanması, zorunlu olarak AK Parti yönetiminde ve kabinede revizyonu zorunlu kılmıştır.
27 Ağustos 2014 tarihinde gerçekleştirilen 1. Olağanüstü Kurultay’da AK Parti liderliğine ortak aday
gösterilen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu seçildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Ağustos’ta TBMM Genel
Kurulunda yemin ederek göreve başlamasından bir
gün sonra Ahmet Davutoğlu 64. Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetinin Başbakanı olarak atandı. Bu şekilde AK
Parti sorunsuz şekilde lider değişimini ve buna bağlı
olarak yeni hükümetin kuruluşunu gerçekleştirerek
geçiş sürecini başarı ile tamamlamış oldu.
Seçimlerin ana muhalefet partisi CHP üzerindeki
etkileri ise daha sarsıcı oldu. Parti içi muhalefetin
kurultay çağrılarına CHP yönetimi olumlu karşılık
verdi. Seçimde izlenen stratejiye ilk somut tepki Genel Başkan Kılıçdaroğlu’na yakın bir isimden
Grup başkan Vekili Muharrem İnce’den geldi. 18
Ağustos’ta görevinden istifa eden İnce, Kurultay’da
Genel başkanlığa aday olacağını açıkladı. 4 Eylül’de
toplanan Kurultay’da 177 delegenin imzasıyla aday
gösterilen Muharrem İnce yapılan seçimlerde 415
oy alarak Kılıçdaroğlu’na karşı seçimi kaybetmiştir.
31 Ekim 2014 tarihinde partinin eski Grup Başkan
Vekili Emine Ülker Tarhan CHP’den istifa etti. Tarhan 14 Kasım’da Anadolu Partisi’ni kurdu. Ülker’in
eleştirilerine sözleriyle destek veren Partinin eski
Genel sekreteri Süheyl Batum, 5 Kasım’da Parti
Yüksek Disiplin Kuruluna sevk edildi ve 11 Aralık’ta
CHP’den ihraç edildi. 15 Aralık’ta CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler, CHP yönetimini cemaat
ile ittifak yapmakla eleştirmesi üzerine disiplin kuruluna sevk istemiyle Parti Meclisi’ne sevk edildi. Bu
şekilde Parti politikaları konusunda CHP içindeki
tartışmaların 2015 yılına devredileceği söylenebilir.
2014 yılında ülkemizde yaşanan siyasal gelişmeler
2015 Genel seçimlerinin yine bir kritik seçim havasında geçeceğini göstermektedir. Seçimler sonrasında oluşacak yeni kabinenin bileşimi ve Cumhurbaşkanı-hükümet ilişkilerinin Türk siyasal hayatında
nasıl bir yöne verileceği konusunda da 2015 yılı
anahtar önemde olacaktır. Türkiye’de muhalefet
sorununun 2015 yılında da temel tartışma konularından birini oluşturacağı söylenebilir.
Çözüm Süreci
Çözüm süreci ile ilgili yıl içindeki gelişmeler Ekim ayına kadar yaşanan süreç ve sonrasında yaşananlar
olmak üzere iki ayrı başlık altında toplanabilir. Ekim
ayında Kobani’nin IŞİD tarafından kuşatılmasına
kadar geçen sürede bazı provokatif müdahalelere
rağmen müzakerelerin soğukkanlılıkla yürütüldüğü
bir süreç yaşanmıştır. 26 Nisan 2014 tarihinde MİT
Kanunu’nda, MİT mensuplarına farklı unsurlarla irtibata geçme imkânı tanıyan değişiklik yürürlüğe
girdi. 16 Temmuz’da ise çözüm sürecinin yasal dayanağı olarak kabul edilen “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine
Dair Kanun” yasalaştı. Yine yıl içinde tartışmalı KCK
Soruşturması kapsamında gözaltına alınan çok
sayıda kişinin tahliyesi gerçekleşti. Ağustos ayına
gelindiğinde hükümet-İmralı-Kandil arasında üçlü
müzakere sürecine geçilebileceği yönündeki açıklamalar, Ekim ayına gelindiğinde yerini karşılıklı sert
açıklamalara bıraktı.
Yaşanan gerginliğin temel nedeni Kuzey Suriye’deki
gelişmeleri merkeze alan HDP-Kandil ve İmralı’nın,
çözüm sürecini bölgede otonom bir yönetim kurulmasının aracına dönüştürme istekleriydi. Hükümetin her iki süreci birbirinden ayrı tutma isteğiyle
çelişen talepler, HDP yönetiminin sokağa çıkma
çağrıları sonucunda 6-7-8 Ekim tarihleri arasında
kanlı olayların yaşanmasına neden oldu. Olaylarda
34 kişi hayatını kaybederken, olaylar yer yer yağma ve Vandalizm’e varan boyutlara ulaştı. Sahada
ve kamuoyunda oluşan tepki sokak çağrısı yapan
grupların geri adım atmasına neden oldu. 9 Ekim’de
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Diyarbakır’da
basın toplantısı düzenleyerek olayların durdurulması çağrısı yaptı.
Yaşanan gerilim hükümetin bölgede güvenlik temelinde özgürlüklerin korunmasını esas alan bir
söyleme ve düzenlemelere yönelmesine kaynaklık
ederken, HDP, İmralı ve Kandil’in yerel özerklik temelinde bir reform süreci talebini öne çıkardığı görülmektedir.
Kasım ve Aralık ayları çözüm sürecinin yeniden
restore edilmesi çabaları ile geçti. Üçlü müzakere
süreci, sekretarya oluşturulması, tarafların dışında
sivil bir inisiyatifin sürece dâhil edilmesi gibi konular etrafında tartışmalar yaşandı. Abdullah Öcalan
tarafından dile getirilen “Demokratik Müzakere
Taslağı”nın Kandil tarafından kabul edilmesinden
sonra ve Başbakan Yardımcısı Akdoğan’ın çözüm
sürecinde nihai noktaya 2015 genel seçimlerinden
önce gelineceği yönündeki açıklamaları süreçte yaşanan yol kazasının atlatıldığına dair ümitleri 2015
yılına taşıyan gelişmeler oldu.
OCAK 2015
93
2014 PANORAMA
2013 Mayıs ayında ABD Merkez Bankasının (FED) geleneksel olmayan para poltkasını kapsamında
almış olduğu hazne bonosu ve konut kredlerne dayalı menkul kıymet alımlarında kademel olarak
aylık bazda 10 mlyar dolarlık azalıma gdeceğn lan etmes bu dönemde fnans pyasalarındak
hareketlern temel belrleycs olmuştur. Bu durum, başta Türkye olmak üzere Endonezya,
Güney Afrka ve Brezlya pyasalarında 22 Mayıs’tan tbaren Ağustos ayının sonuna kadar olan
dönemde fnansal pyasalarda dalgalanmaya neden olmuştur. Bu dönemde bu ekonomlerde
tahvl fazlernde yüzde 2,5 artış görülürken hsse senetler yüzde 13,25 değer kaybetmş ülke
para brmler yüzde 13,5 değer kaybetmş, bu ülkelern dövz rezervler yüzde 4,1 azalmıştır.
TÜRKİYE EKONOMİSİ
Dr. Tolga DAĞLAROĞLU*
Araştırma Görevlisi
G
lobal finansal kriz sonrasında sanayileşmiş
ülke merkez bankaları tarafından uygulana
aşırı gevşek para politikası Türkiye gibi gelişmekte olan piyasa ekonomilerine yönelik sermaye
akımlarının hızlanmasına neden olmuştur (Grafik-1).
Grafik-1: Gelişmekte Olan Piyasa Ekonomilerine Yönelik Sermaye
Akımları ve Gelişmekte Olan Piyasa Ekonomileri Döviz Kurlarındaki
Oynaklık
Kaynak: IMF
2013 Mayıs ayında ABD Merkez Bankası’nın (FED)
geleneksel olmayan para politikasının kapsamında
almış olduğu hazine bonosu ve konut kredilerine
dayalı menkul kıymet alımlarında kademeli olarak
aylık bazda 10 milyar dolarlık azalıma gideceğini ilan etmesi, bu dönemde finans piyasalarındaki
hareketlerin temel belirleyicisi olmuştur. Bu durum,
94
OCAK 2015
başta Türkiye olmak üzere Endonezya, Güney Afrika ve Brezilya piyasalarında 22 Mayıs’tan itibaren
Ağustos ayının sonuna kadar olan dönemde finansal piyasalarda dalgalanmaya neden olmuştur. Bu
dönemde bu ekonomilerde tahvil faizlerinde yüzde
2,5 artış görülürken hisse senetleri yüzde 13,25 değer kaybetmiş ülke para birimleri yüzde 13,5 değer
kaybetmiş, bu ülkelerin döviz rezervleri yüzde 4,1
azalmıştır.
Söz konusu ülkelerin merkez bankaları finansal piyasalarda istikrarı ve güveni yeniden sağlamak amacıyla para politikalarında sıkılaştırmaya gitmiştir. Bu
çerçevede Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın
(TCMB) 2014 yılı Ocak ayında Türkiye ekonomisine
yönelik sermaye akımlarındaki yavaşlama ve ülkeye
özgü artan belirsizlikler nedeniyle döviz kurları ve
finansal piyasalarda yaşanan oynaklığı, enflasyon
ve enflasyon beklentilerinde ortaya çıkan bozulmayı azaltmak amacıyla bir hafta vadeli repo piyasası
faiz oranlarında 550 baz puanlık önden yüklemeli
güçlü bir sıkılaştırmaya gitmiştir. 2010-2013 yılında
ortalama olarak enflasyon yüzde 7,9 cari işlemler
açığının GSYİH’a (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) oranı ise
7,5 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye ekonomisi 2013
yılında ise yüzde 4,1 büyüme kaydetmiştir.
Uluslararası Para Fonu’na (IMF) göre gelecek yıl
Türkiye ekonomisinin yüzde 3 civarında büyümesi
ve petrol fiyatlarının varil başına 99,4 $ olması varsayımından hareketle cari işlemler açığının 2014 yılı
sonunda GSYİH’nın 5,75’den yüzde 6’ya çıkması
beklenmektedir.
İlk çeyrekte yüzde 4,7 ve ikinci çeyrekte yüzde 2,1
büyüyen Türkiye ekonomisi 2014’ün ilk yarısında
yerel seçimler, parasal sıkılaşma ve makro ihtiyati
tedbirlerinde etkisiyle yüzde 3,3 düzeyinde büyümüştür. Üçüncü çeyrekte ise 0,4 büyüme gerçekleşirken yıllık bazda reel GSYİH’da meydana gelen
artış yüzde 1,7 olarak gerçekleşmiştir.
Jeopolitik risklere rağmen ihracat, ağırlıklı olarak
Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yapılmaktadır. Bu ülkelere yapılan ihracat 2012 yılında toplam
ihracatın yüzde 32,2’sinden yüzde 27,9’una düşmüştür. Türkiye’nin ihracatında Almanya’dan sonra
yüzde 8 gibi önemli bir oranda Irak ikinci sırada yer
almaktadır.
2013 yılının ikinci yarısında reel efektif döviz kuru
değer kaybetmiştir. TÜFE ve ÜFE bazlı reel döviz
kuru 2012 yılı ile karşılaştırdığımızda sırasıyla yüzde
10 ve yüzde 9 değer kaybetmiştir. Dış ticaret ortakları ile aramızdaki pozitif enflasyon Türkiye’nin dış
ticarette rekabetçiliği üzerinde baskı unsuru olmaya
devam etmektedir. 2011 yılının sonundan itibaren
nominal döviz kuru yüzde 13 değer kaybetmiştir.
Bu değer kaybı reel döviz kurundaki değerlenmeyi
engellemiş ve böylece reel döviz kurunun 2011 yılı
seviyesinde kalmasına yardımcı olmuştur.
Bu dönemde ülkemize GSYİH’nın yüzde 1,6 kadar
doğrudan yabancı sermaye girişi olmuştur. Doğrudan yabancı yatırımlardaki azalış Türkiye’ye özgü
bir trend değildir. Bu dönemde 2009 yılından günü-
müze tüm gelişmekte olan ülkelerde gözlemlenen
bir eğilimin bir sonucudur.
2014 yılının ilk yarısında iç talepteki yavaşlamaya
rağmen nispeten güçlü istihdam artışının devam ettiği görülmüştür. Fakat bu eğilim üçüncü çeyrekte
ekonomide gözlenen yavaşlama ve işgücüne katılım oranı son yıllardaki görece yüksek seviyesini koruması işsizlik oranlarının belirgin biçimde artmasına
neden olmuştur.
2013 yılının ilk sekiz ayında 231 milyon TL fazla
veren merkezi yönetim bütçe dengesi bu yılın aynı
döneminde faiz hariç harcamalardaki artış ve daralan iç talebe bağlı olarak düşük oranda artan vergi
gelirlerinin etkisiyle 2,7 milyar TL açık vermiştir. Yılın
ilk sekiz ayında toplam birincil gelirler yıllık bazda
yüzde 10 artmıştır. Bu artış bütçe tahminlerinin üzerinde bir artış olmaktadır. Merkezi yönetimin harcamaları ağustos ayı itibariyle yıllık bazda yüzde 13,5
artış göstermiştir. Kısacası bütçe dengesi yıl sonu
bütçe hedefiyle uyumlu bir görünüm göstermesi
beklenmektedir.
Kamu borç stoku göstergeleri 2014 yılının ilk sekiz
ayında olumlu seyrini korurken, finansal piyasalardaki dalgalanmalara rağmen borçlanma yapısında
önemli bir değişim gözlenmemiştir. 2014 yılının ilk
sekiz ayında kamu borç yükü azalmaya devam etmiş, borçlanmanın reel maliyeti düşük seviyelerde
gerçekleşmiş, borç stokunun ortalama vadesi uzamış ve borç stoku içinde faiz ve döviz kuruna duyarlı
borç senetlerinin payı azalmıştır. TL cinsinden sabit
faizli senetlerin payı Ocak - Ekim döneminde yüzde
67,6 olarak gerçekleşmiştir. Borçlanmanın vadesi
ise 2014’ün ilk on ayında 68,8 ay olarak gerçek-
OCAK 2015
95
leşmiştir. Borçlanmanın maliyeti ise bir önceki yıla
göre artış göstermesine karşılık birleşik faiz yüzde
9,9 olarak gerçekleşmiştir. 2014 yıl sonunda yüzde
33,1 olarak tahmin edilen AB tanımlı borç stokunun
GSYH’ye oranının 2015 yılında yüzde 31,8 olması
öngörülmektedir.
olarak faiz gelirlerindeki azalıştan kaynaklanmaktadır. Karlılıktaki azalışa rağmen sermaye yeterlilik
oranının yasal sınırın iki katı olması ve kredilerin takibe dönüşüm oranının oldukça düşük seviyelerde
olması bankacılık sektörünün sağlamlığının önemli
bir göstergesi olmaktadır.
Enerji ve gıda fiyatları küresel seviyede düşmesine
rağmen Türkiye’deki gıda fiyatlarının olumsuz hava
koşullarına bağlı olarak artması ve Türk lirasındaki
değer kayıpları enflasyonu olumsuz yönde etkilemiştir. Enflasyon öngörülemeyen ve kısmen geçici
faktörler nedeniyle yaz döneminde son iki yılın zirve
noktasını görmüştür. Bu artışta TL’deki değer kaybı
ve son 13 yılın en kurak yazının etkisiyle yükselen
gıda fiyatları etkili olmuştur. Tüketici fiyatları enflasyonunun yıl sonunda yüzde 9,4’e yükseleceği tahmin edilmektedir.
2014 yılının ilk dokuz ayında hane halkı yükümlülükleri, finansal varlıklarına kıyasla daha ılımlı bir artış
göstermiştir. Hane halkının yükümlülük/varlık dengesi kademeli olarak iyileşerek 2012 yılı seviyelerine gerilemiştir. Bu gelişmede, alınan makro ihtiyati
tedbirlerin hane halkı yükümlülüklerindeki artışı sınırlamasına karşın hane halkı varlıklarının büyük bir
kısmını oluşturan mevduatlardaki büyümenin görece güçlü seyretmeye devam etmesi etkili olmuştur.
Alınan makro ihtiyati tedbirlerin etkisiyle hane halkı
yükümlülüklerinin büyümesi 2014 yılının Mart ayından bu yana makul bir seyir izlemektedir.
Son yıllarda bankacılık sektörünün karlılığında görülen azalışa rağmen Bankacılık sektörü kısa vadeli likidite şoklarına dayanıklı yapısını korumaktadır.
Karlılıkta azalış net faiz gelirlerinde meydana gelen
azalıştan kaynaklanmaktadır. Özellikle kamunun
borçlanma ihtiyacında meydana gelen azalışa bağlı
Yükümlülüklerin büyük kısmını oluşturan bireysel
kredi kompozisyonunda, makro ihtiyati tedbirlere
konu olan taşıt kredileri ve kredi kartlarının payı gerilemiştir. Bireysel kredilerde 2013 yılında yaşanan
hızlı artış, 2014 yılı içinde önemli ölçüde güç kaybetmiştir. 13 haftalık hareketli ortalama ile bu yılın
ilk sekiz ayında bir önceki yılın aynı dönemine
göre tüketici kredilerinin artış hızı yüzde 13
olarak gerçekleşmiştir.
Reel sektörün yurt dışına olan finansal yükümlülüklerinin GSYİH’ye oranı son altı ayda
sınırlı bir düşüş göstermiştir. Reel sektörün
2014 yılı Aralık ayı ile 2015 yılı Eylül ayları arasında 11,2 milyar ABD Doları uzun
vadeli kredilerden, 1,9 milyar ABD Doları
da kısa vadeli kredilerden olmak üzere
toplam 13,1 milyar ABD Doları kredi
ödemesi bulunmaktadır. Fakat Reel
sektörün dış borç yenileme oranlarının
artış eğiliminde olması, firmaların dış finansman açısından bir sorun olmadığını göstermektedir.
Tablo-1, seçilmiş gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde borç, kaldıraç, banka
ve şirketler kesimine ilişkin büyüklükleri
göstermektedir. Ekim sonu verileri itibariyle
Türkiye ekonomisinin hem kamu hem de özel
sektör açısından güçlü konumunu sürdürdüğünü
göstermektedir.
96
OCAK 2015
İlk çeyrekte yüzde 4,7 ve knc çeyrekte yüzde 2,1 büyüyen Türkye ekonoms 2014’ün lk
yarısında yerel seçmler, parasal sıkılaşma ve makro htyat tedbrlernde etksyle yüzde
3,3 düzeynde büyümüştür. Üçüncü çeyrekte se 0,4 büyüme gerçekleşrken yıllık bazda reel
GSYİH’da meydana gelen artış yüzde 1,7 olarak gerçekleşmştr. Jeopoltk rsklere rağmen
hracat, ağırlıklı olarak Orta Doğu ve Kuzey Afrka ülkelerne yapılmaktadır. Bu ülkelere yapılan
hracat 2012 yılında toplam hracatın yüzde 32, 2’snden yüzde 27, 9’una düşmüştür. Türkye’nn
hracatında Almanya’dan sonra yüzde 8 gb öneml br oranda Irak knc sırada yer almaktadır.
Tablo-1: Seçilmiş Gelişmekte Olan Piyasa Ekonomilerinde Borç, Kaldıraç, Banka ve Şirketler Kesimine İlişkin Büyüklükler
(2013 yılı sonu itibariyle, GSYİH %, belirtilmedikçe)
BR
CO
ID
IN
MY
MX
PL
RU
SA
TH
TR
Brüt
66.0
22.0
67.0
26.0
58.0
46.0
57.0
13.0
45.0
45.0
36.0
Net
34.0
…
…
…
…
40.0
29.0
…
39.0
…
27.0
26.0
32.0
8.0
17.0
-57.0
-19.0
-12.0
35.0
45.0
80.0
20.0
…
71.0
12.0
29.0
…
23.0
58.0
27.0
78.0
118.0
27.0
Risk Primlerindeki Azalış 1/
-29.0
-3.0
-82.0
-81.0
-57.0
-19.0
-12.0
35.0
-78.0
Banka Kredileri
30.0
141.0
48.0
19.0
…
11.0
43.0
36.0
31.0
52.0
42.0
Kaldıraç Oranı:
Toplam Borç / Varlıklar (yüzde) 1/
77
50
83
66
39
59
39
60
32
57
47
Karlılık: Aktiflerin Getirisi (ROA)
3.4
2.5
3.0
4.8
2.6
4.3
2.2
3.1
4.9
3.9
3.0
Borç Ödeme Kapasitesi:
EBITDA / Faiz Ödemeleri
2.4
6.6
2.8
6.1
7.4
6.5
6.0
6.4
7.3
9.6
2.7
Finasal Olmayan Sektöre Açılan Krediler
70.0
133.0
51.0
128.0
16.0
51.0
47.0
67.0
117.0
54.0
Aktif Kalitesi: Brüt NPL Oranı 1/
2.9
1.0
4.0
1.7
1.8
3.2
8.6
6.0
7.3
9.6
2.7
Karlılık: Aktiflerin Getirisi (ROA) 1/
1.4
1.0
3.1
0.7
1.5
2.1
1.1
1.9
1.5
1.4
2.0
Mevduat Dışı Fonlamaya Olan İhtiyaç 2/
5.0
22.0
8.0
18.0
16.0
47.0
26.0
44.0
52.0
27.0
29.0
Merkezi Hükümetin Borcu
Hanehalkı Borçluluk Oranı
Brüt
Borç / Gelir (yüzde)
Finansal Olmayan Şirketler Kesimi
-109.0
Bankacılık Sektörü
BR= Brezilya; CO=Çin; ID=Hindistan; IN=Endonezya; MY=Malezya; MX=Meksika; PL=Polonya; RU=Rusya;
SA=Güney Afrika; TH=Tayland; TR= Türkiye
1/ 2014 Ekim ayı itibariyle
2/ Toplam Yükümlükler eksi Tier 1 Sermaye eksi Mevduatlar hepsini Toplam Yükümlüklere bölümü eksi Tier 1 Sermaye
Kaynak: Bloomberg ve Datastream
* Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakütlesi.
OCAK 2015
97
2014 PANORAMA
bir gelişme yaşandı. İnsan hakları alanındaki bu gelişmelere rağmen, başta sivil-özgürlükçü anayasa
meselesi olmak üzere yapısal sorunların 2014 yılında da devam ettiğini görmekteyiz. Kürt sorununda
çözüm sürecinin hız kazandığı ve kritik eşiğin aşıldığı
bir yılı geride bıraktık. Aynı zamanda sayıları yaklaşık
iki milyonu bulan Suriyeli Mültecilerin eğitim, sağlık,
barınma ve çalışma hakkından yararlandırıldığı düzenlemeler hayata geçirilmiş oldu. Askeri vesayetin
siyasal ve toplumsal yaşam üzerindeki etkisi ve belirleyici gücünü büyük ölçüde tasfiye etmeyi başaran hükümet, sivil görünümlü bir başka vesayetçi
güç olarak devlet içinde örgütlenen “paralel yapı” ile
de mücadelesini sürdürdü. Türkiye toplumu ilk kez
Cumhurbaşkanı’nı kendi iradesiyle seçme fırsatına
kavuştu. Böylece, halkın iradesi üzerindeki meclis
gölgesi kaldırılarak, seçme özgürlüğünün ve hukuk
önünde kanuni eşitlik ilkesinin hâkim olduğu paradigma değişikliğine gidilmesi yönünde güçlü bir irade sergilenmiş oldu.
Selvet ÇETİN*
Araştırmacı
T
ürkiye’nin temel meselelerinin kaynağını oluşturan insan hakları konusunda son on iki yılda
gerçekleşen ilerleme, hukuk sisteminde köklü
değişimlere yol açtı. AK Parti hükümetlerinin 20022014 yılları arasındaki insan hakları uygulamalarına
imkân hazırlayan elverişli bir siyasi zeminin varlığı,
birçok alanda reform niteliğinde yasal düzenleme-
98
OCAK 2015
lerin kapısını araladı. Temel hak ve özgürlüklerin
hukuki güvence altına alınması ve ihlallerin önlenmesi bakımından gerçekleştirilen bu reformlar, siyasal-toplumsal hayatımızı yeniden şekillendirmiş
oldu. Özellikle son iki yılda insan hakları rejimini
güçlendiren kurumsallaşma çalışmalarıyla denetim
ve yaptırım mekanizmalarının kapasitesinde belirgin
2014 yılında insan hakları mevzuatını etkilemesi beklenen en önemli konu olan yeni anayasa yapım sürecinde Meclis’te kayda değer bir ilerleme sağlanamadı. Bunun ana nedeni, siyasi partilerin yıl içinde yapılacak iki önemli seçime odaklanmaları ve anayasa
metni üzerinde uzlaşmaya varamamalarıydı. Nitekim
TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, yeni anayasa
için yaklaşık 60 maddede ön uzlaşma sağlamasına
karşın, anlaşmazlık devam etti ve 2013 yılının Aralık
ayında komisyon resmen feshedildi. Bu konuda siyasal iktidarın ortaya koyduğu tüm iyiniyetli çabaya rağmen muhalefet partilerinin gösterdiği direnç, uzlaşma
sağlanan maddelerin de yasalaşmasını engellemiştir.
Anayasa reform sürecinin 30 Mart Yerel Seçimleri
ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle zaten sağlıklı işlemeyeceği tahmin ediliyordu.
Yine de insan haklarına dayalı, sivil ve özgürlükçü bir
anayasanın yapımını sağlayacak güvenilir ve güçlü
bir siyasal zemin oluşmuştur. 2015 genel seçimlerine
gitmekte olan Türkiye’de önümüzdeki süreçte, kapsamlı istişareler yoluyla kamu-sivil toplum diyaloğuna
açık bir anayasa hazırlık çalışmasına tanıklık edebiliriz. Zira bütün toplumsal kesimlerin sabırsızlıkla beklediği yeni anayasanın hukuk ve eşitlik temelinde çok
önemli bir rolü olduğu konusunda herkes hemfikirdir.
Türkiye’nin en uzun süre çözülemeyen insan hakları meselesi haline gelen ve özellikle 1990’lı yıllardaki şiddet politikalarıyla iyice kördüğüm olan Kürt
Sorunu’nun barışçıl şekilde çözümünü kolaylaştırmak amacıyla 2014 yılında önemli gelişmeler sağlandı. Çözüm sürecinin daha sağlam bir zemine
oturtulması amacıyla, Meclis 10 Temmuz’da yasal
bir düzenleme yaptı. Terörün Sona Erdirilmesi ve
Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair
Kanun’un kabul edilmesiyle birlikte, sürecin doğrudan içinde yer alan ve kanun kapsamında görev
yapanların, bu görevleri dolayısıyla kovuşturmaya
uğramayacakları teminat altına alındı. Yasa, Kürt
sorununun şiddetten arındırılması, silah bırakan örgüt mensuplarının topluma kazandırılması ve geri
dönüşlerine yönelik önlemlerin alınması bakımından önemli hükümler içeriyor. Çözüm Sürecinin
temelini güçlendirici bir rolü bulunan yasal düzenlemeyle birlikte, hükümetin daha rahat hareket etmek ve hukuki güvencelere dayalı güçlü politikalar
üretmek için sahip olduğu fırsatlar artmış oldu. Herhangi bir yol kazasına uğramadığı takdirde, sürecin
genel seçimlere kadar somut çıktılarını görmemiz
mümkün olabilir. Kürt sorununun barışçıl yollardan
çözümü, insan haklarının eşit vatandaşlık temelinde hukuki güvenceye kavuşması yönüyle de ayrıca
önem taşıyor.
Yaşam hakkının korunması amacıyla işkence ve
kötü muameleye karşı son on yılda birçok düzenleme hayata geçirildi. 2011 yılında İşkenceyi Önleme
Sözleşmesi’nin İhtiyari Protokolüne (OPCAT) taraf
olan Türkiye’nin, bu konuda yükümlü olduğu Ulusal
Önleme Mekanizması’nı (UÖM), 2014 yılında İnsan
Hakları Kurumu bünyesinde harekete geçirmesinin
ardından yeni bir süreç başlamış oldu. İşkence ve
kötü muamele iddialarının tarafsız ve bağımsız bir
şekilde soruşturulması bakımından Türkiye İnsan
Hakları Kurumu (TİHK) önemli bir işlev görecek
olsa da sivil toplum tarafından oluşturulacak bir
denetim mekanizmasına ayrıca ihtiyaç var. İşkence
suçlarında zaman aşımını kaldıran Türkiye’nin cezasızlıkla mücadele bağlamında kaydettiği ilerleme
sevindiricidir. Bununla birlikte, 12 Eylül askeri darbesinden sonraki suçlar ve 1990’lı yıllarda Doğu ve
Güneydoğu’daki çatışmalı dönemde sivillere karşı
işlenen suçların da zaman aşımından etkilenmeden
yargılanması gerekmektedir. İfade özgürlüğünün
güçlendirilmesi amacıyla 2010 ve 2014 yıllarında
pek çok yasa da değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklere rağmen hâlâ ifade özgürlüğünü sınırlandıran hükümler mevcuttur. Özellikle Türk Ceza
OCAK 2015
99
Kanunu (TCK), Terörle Mücadele Kanunu (TMK), Siyasi
Partiler Kanunu, Toplantı ve
Gösteri Yürüyüşleri Kanunu,
Atatürk’ün Korunması Kanunu gibi yasalardaki kısıtlayıcı
hükümlerin çeşitli mağduriyetlere yol açtığı bilinmektedir. Diğer taraftan 2014
yılı başında “Temel Hak ve
Hürriyetlerin
Geliştirilmesi
Amacıyla Çeşitli Kanunlarda
Değişiklik Yapan Kanun” ile
yapılan yasal değişiklik neticesinde toplantı ve gösteri
özgürlüğünün sınırları genişletildiyse de uygulamada bu
hakkın kullanımıyla ilgili kolluk güçlerinin neden olduğu
birtakım ihlallerin yaşandığı
görülmektedir. Bu yıl içinde
yapılan bir başka yasal düzenlemeyle özel yetkili mahkemeler kapatılmasına rağmen, adil yargılamanın ihlal
edildiği birden fazla uygulamayla karşılaşılmıştır.
AK Parti
hükümetlerinin 2002-2014
yılları arasındaki insan
hakları uygulamalarına
imkân hazırlayan elverişli
bir siyasi zeminin
varlığı, birçok alanda
reform niteliğinde
yasal düzenlemelerin
kapısını araladı. Temel
hak ve özgürlüklerin
hukuki güvence altına
alınması ve ihlallerin
önlenmesi bakımından
gerçekleştirilen bu
reformlar, siyasaltoplumsal hayatımızı
yeniden şekillendirmiş
oldu. Özellikle son iki
yılda insan hakları
rejimini güçlendiren
kurumsallaşma
çalışmalarıyla
denetim ve yaptırım
mekanizmalarının
kapasitesinde belirgin bir
gelişme yaşandı.
Engelli ve sosyal bakımdan
korunmaya muhtaç kişilerin
durumlarının iyileştirilmesiyle ilgili Şubat 2014’te kabul
edilen mevzuat, eğitim ve
iş yaşamına katılım gibi iki
önemli konuda yeni hükümler içermektedir. Milli
Eğitim Temel Kanunu’nda ve İş Kanunu’nda, engelli bireylere ayrımcılık yapılamayacağı ilkesi net
olarak ifade edilmektedir. Dolayısıyla engelli bireylerin toplumsal hayata etkin katılımı, eğitim ve iş
fırsatlarından yararlanması için gerçekleşecek uygulamaların evrensel standartlara uygun hale getirilmesi amacıyla gereken yasal altyapı oluşmuş
durumdadır. Uzun süredir tartışılan nefret suçları
konusunda Türk Ceza Yasası’nda değişikliğe gidilmiştir. Mart 2014 tarihli düzenlemeyle yasanın 122.
maddesi “Nefret ve ayrımcılık” olarak değiştirilmiştir.
Sivil toplum kuruluşlarının hazırlık sürecinde yoğun
çaba harcadığı yasal düzenleme, nefret suçları ve
ayrımcılıkla ilgili önemli yaptırımlar içermekle birlikte,
100
OCAK 2015
nefret söylemi ve nefret suçları daha kapsamlı bir yasal
mevzuatın konusu olmalıdır.
Azınlık cemaat vakıflarının
mülkiyet haklarının korunmasıyla ilgili olarak taşınmazların
iadesi süreci 2014 yılında da
devam etmiştir. Nisan 2014
itibariyle Vakıflar Meclisi, 318
taşınmazın iadesine ve 21
taşınmaz için tazminat ödenmesine onay vermiştir. Lozan Anlaşması’nın yorumlanması doğrultusunda sadece
gayrimüslim
cemaatlerine
azınlık statüsü tanınmaktadır.
Bunun dışındaki etnik, dini
ve kültürel azınlık gruplarının
yasal statüleri bulunmamaktadır.
Başörtüsü yasağının eğitim
ve iş hayatındaki düzenlemelerle birlikte kaldırılması
sonucu, geçmişten bugüne
yaşanan ağır mağduriyetler
önemli ölçüde giderildi. Bu
konudaki son yasak alanı
olarak görülen TBMM’de,
bazı kadın milletvekillerinin
yönetmelikte yapılan değişiklik neticesinde, başörtülü
olarak meclis çalışmalarına
katılmasıyla, on yıllardır süren fiili yasaklar Meclis’te de sona ermiş oldu. Eylül
2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)
“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersinin zorunlu olmaktan çıkarılmasına ilişkin karar verdi. Aralık 2014
tarihinde, AİHM tarafından açıklanan diğer kararda
ise, Alevilerin inanç özgürlüğünün korunmasıyla
ilişkili olarak “Cemevlerinin ibadethane statüsünde
olduğu” açıklandı. Her iki mahkeme kararıyla ilgili
olarak kamu idaresinin bir takım yasal değişikliklere
gideceği ifade edildi.
Mülteci, sığınmacı ve göçmenlerin haklarını yakından ilgilendiren ve birçok açıdan gerekli ihtiyaçları
karşılayacak olan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” yürürlüğe girdi. Bu konuyla doğrudan
ilgili olarak Avrupa Birliği ile imzalanan Geri Kabul
Anlaşması’yla Türk vatandaşlarının vize muafiyeti karşılığında mülteci ve göçmenlerin geri kabulü
taahhüt edilmişti. Her iki yasal düzenlemeye ilişkin
uygulamaların izlenmesi ve mültecilerin temel haklarının korunması bakımından sivil topluma önemli
görevler düşmektedir. Türkiye’deki sayıları yaklaşık
2 milyona ulaşan Suriyeli sığınmacıların gıda, barınma, sağlık ve diğer ihtiyaçları için şu ana kadar yaklaşık 4 milyar dolar harcayan Türkiye’ye, BM tarafından taahhüt edilen yardımın sadece yüzde 28’inin
ulaşmış olması, külfet paylaşımındaki adaletsizliği
gözler önüne sermektedir. 900 kilometrelik Suriye
sınırında açık kapı politikasını sürdürmeye çalışan
Türkiye’de serbest ikamet yoluyla 1 milyondan fazla
Suriyeli farklı şehirlerde yaşamaktadır. Bazı kentlerde mültecilere yönelik fiziksel saldırı, nefret içerikli
söylem ve davranışların yaşanması, kaygı verici bir
durumdur. Suriyeli mültecilerin yaşam koşullarının
iyileştirilmesi ve güvenliklerinin sağlanması amacıyla
daha çok çaba harcanması gerekmektedir. Bunun
yanı sıra, Suriyeli mültecilerin hukuki statülerini belirleyen yönetmelik hükümlerinin tam olarak uygulamaya yansıtılması ve takibi de önem taşımaktadır.
Uluslararası insan hakları mevzuatını büyük ölçüde
onaylamış olan Türkiye’nin henüz taraf olmadığı
bazı uluslararası sözleşmeler ile çekinceli taraf olunan insan hakları belgeleri bulunmaktadır. Özellikle
BM Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi
gibi iki ana sözleşmedeki çekincelerin kaldırılması yönünde güçlü bir siyasi açılım gerekmektedir.
Bununla birlikte mültecilerin statüsünü yakından
ilgilendiren sözleşmedeki coğrafi çekincenin kaldırılmasıyla ilgili talepler, Türkiye’nin içinde bulunduğu
konum dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Hiçbir
siyasi ve ekonomik külfeti paylaşmadan Türkiye’nin
coğrafi çekinceyi kaldırmasını isteyen batılı çevrelerin tutumu, iyi niyetli bir yaklaşım olarak nitelendirilemez. Azınlıklar meselesinde de Türkiye’nin elini
kolunu bağlayan husus, Lozan belgeleridir. Azınlık
hukukunu uluslararası tanım ve standartlar bağlamında yeniden ele alması beklenen Türkiye’nin
öncelikle anayasa sorununu çözmesi gerekecektir.
Öte yandan, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran
Roma Statüsü’ne, UNESCO Eğitimde Ayrımcılığa
Karşı Sözleşmesi’ne, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel
Haklar Sözleşmesi’nin İhtiyari Protokolü’ne, Çocuk
Hakları Sözleşmesi’nin Seçmeli Protokolü’ne ve
Engelli Hakları Sözleşmesi’nin İhtiyari Protokolü’ne
taraf olması hususunda Türkiye’nin bir dizi hazırlık
yapması gerekecektir. Böylece ulusal insan hakları
mevzuatının uluslararası standartlara bir adım daha
yaklaşması mümkün olacaktır.
Sonuç
İnsan hakları alanında yaşanan her türlü gelişme
siyasi, ekonomik ve kültürel hayatımızı derinden
etkilemektedir. Bu yüzden insan hakları ihlalleriyle
mücadelenin hukuki altyapısını oluşturan anayasal
sistem, sivil ve özgürlükçü bir karakter taşımalıdır.
Türkiye’nin kadim insan hakları sorunlarının temelinde askeri rejimin ürünü olan 1982 Anayasası bulunmaktadır. 2010 referandumu sonrasında çok
geniş kesimlerin mutabakatıyla oluşan sivil anayasa ikliminden ne yazık ki erken çıkılmış ve egemen
güçlerin devreye girmesiyle anayasa yapım süreci
sekteye uğratılmıştır. Siyaset kurumu, toplumsal
beklentileri karşılamak bakımından sivil anayasa
çalışmalarının önünü açmalıdır. Çözüm süreci konusunda sonuç elde etmek açısından 2015 yılının
bir dönüm noktası olacağı anlaşılmaktadır. İnsan
haklarının bu sürece katkısı tartışılmaz bir değere
sahiptir. Kürtlerin eşit vatandaşlık temelinde insan
haklarının hukuki güvenceye kavuşturulmasıyla sorunun barışçıl yollardan çözülmesi arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Yaklaşık dört yıldır
ülkemizde bulunan Suriyeli mülteciler konusu ise
güncelliğini korumaktadır. Suriye’deki rejimin acımasızlığı ve zalimliği göz önüne alındığında, Suriyeli
mültecilerin insani trajedisinin ne yazık ki artarak büyüyeceği öngörülmelidir. Türkiye, uluslararası toplumun bütün duyarsızlığına rağmen mültecilere ev sahipliği yapmaya ve açık kapı politikasını sürdürmeye
devam etmeli, mültecilere yönelik önyargıların, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğün önlenmesi bakımından
gerekli tedbirleri almalıdır. Yargının bağımsızlığını ve
tarafsızlığını korumak amacıyla hukukun araçsallaştırılmasının önüne geçilmeli, her türlü vesayetçi
yapının tasfiyesi sağlanmalıdır. Devlet içinde örgütlenen imtiyazlı zümrelerin hukuk tanımazlığına ve
siyasi rant devşirme girişimlerine engel olunmalıdır.
Kamu kaynaklarının adalet ve eşitlik hukuku çerçevesinde değerlendirilmesi, şeffaf ve etkin denetim
mekanizmasına işlerlik kazandırılması ve yolsuzlukların önlenmesi için gerekli hassasiyetin gösterilmesi zorunludur.
* İnsan hakları hukuku ve Balkanlar konularında uzmandır.
OCAK 2015
101
V. Dn Şurası Üzerne
Prof. Dr. Talp Özdeş
Rusya’nın Yen Jeopoltğ ve
Türkye-Rusya İlşkler Panel
SDE Haber
Organze Suçların Yol Açtığı Mal,
Ekonomk ve Sosyal Etklern Tespt
ve Analz Sempozyumu
SDE Haber
Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı
Çerçevesnde Büyüyen Türkye Panel
SDE Haber
GENEL
Dünyamızın ve İslam âlemnn çersnde bulunduğu şartlar, İslam ülkelernn ve dünya
Müslümanlarının ülkemze olan güvenler, beklent ve talepler, ülkemzdek dn eğtm ve dyanet
hzmetlernn uluslararası boyuta taşınmasını gerekl kılmaktadır. V. Dn Şûra’sı, bu hedeflern
gerçekleştrlmesne yönelk ler adımların atılması çn öneml br dönüm noktası oluşturmaktadır.
faaliyete verdiği desteği göstermesi açısından anlamlıdır. İslam dünyasının dinamikleri, dini bilgi, dini
eğitim, dini temsil ve din hizmetleri konuları yanında,
11 Eylül hadisesinden sonra İslam dünyasına yönelik
saldırı, işgal, katliam ve tahribatların meydana getirdiği kaos ve istikrarsızlık ortamında ortaya çıkan,
modernitenin etkisi altında teşekkül ettiği kadar gelenekten de beslenen dini anlayışlar, dini-siyasi-kültürel
oluşumlar, mezhep olgusu, tefrika ve hizipleşmeler
bu şûrada ele alınıp müzakere edilen önemli konular
arasında olmuştur.
V. DİN ŞURASI ÜZERİNE
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
D
iyanet İşleri Başkanlığı tarafından 8-10 Aralık
2014 tarihleri arasında Ankara’da “Günümüzde Yeni Dini Anlayışlar; Dini Bilgi, Eğitim ve
Din Hizmetleri” başlığı altında yapılan V. Din Şûrası,
içerisinde Türkiye’nin de yer aldığı İslam dünyasının
104
OCAK 2015
din konusuyla bağlantılı olarak karşı karşıya kaldığı
olaylar ve problemlerle ilgili aktüel konuların ele alınıp
müzakere edildiği bir platform olmuştur. Şûra’nın açılışına Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da katılarak
bir konuşma yapması, devletin en üst makamının bu
V. Din Şûra’sı, Türkiye’nin âdeta bir ateş çemberi
ile çevrili olduğu, ülkenin görünür görünmez birçok
tehditlere muhatap olduğu bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Mevcut durum, Diyanet İşleri Başkanı’nın
da şura’nın açılış konuşmasında ifade ettiği gibi,
dini doğru anlama, yorumlama, yaşadığımız çağın
problemlerine çözüm getirme ve gelecek nesillerin ihtiyacına göre yeni bir medeniyet inşa etme
noktasında milletimize bir misyon yüklemektedir.
Afrika’dan Latin Amerika’ya ve Karayip Adaları’na
kadar dünyanın birçok bölgesinden İslam’ı öğrenmeye ve onun hakkında doğru bilgiler edinmeye
yönelik talepler dikkate alındığında, bu misyon, on
dört asırlık büyük bir mirasın günümüze taşınması; ilahi vahyin özüne ve ruhuna uygun bir şekilde
akıl, marifet, hikmet ve estetikle yoğrularak çağımıza sunulmasıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın küresel ölçekte hizmet sunan bir kurum haline gelmesi,
doğrudan bu misyonla bağlantılıdır. Ülkemiz ve İslam dünyası, dün olduğu gibi bugün de birtakım şer
güçler tarafından kendisine yönelen meydan okuma ve tehditlerle baş etmek durumundadır.
Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini gündeme getirmesinin ardından 11 Eylül 2001’de
New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan şaibeli
saldırının akabinde İslam dünyasına karşı başlatılan,
Afganistan ve Irak’ın işgal edilip tahrip edilmesiyle,
milyonlarca insanın öldürülüp, yaralanıp, tehcir edilmesiyle sonuçlanan Haçlı Seferi, ne yazık ki geriye
istikrarsızlaştırılıp kaos ve çatışma ortamına sürüklenen bir Orta Doğu, Arap ve İslam dünyası bırakmıştır. Ülkelere barış, özgürlük ve demokrasi getirme
vaatleriyle (!) ortaya çıkanlar, tamamen tahrip edilen,
yaşanamaz hale getirilen, kin ve nefretin sonuna kadar pompalandığı bir coğrafya terk etmişlerdir. Bunu,
İslam dünyasının mezhep, ırk, etnik yapı ve din üzerinden tefrikaya götürülüp kendi içerisinde çatışan
bir yapıya sürüklenmesi takip etmiştir. Arap Baharı
ile Müslüman halkların baskı rejimlerine ve totaliter
yapılara karşı demokratikleşme talepleri itibara alınmamış, aksine askeri darbeler, tiranlık ve diktatörlükler desteklenerek IŞID benzeri radikal hareketlerin güçlenmesine zemin hazırlanmıştır. Bu politika
ve stratejinin İslam’ı terörle bağdaştırarak özellikle
Batı dünyasında bir İslamafobia üretmeyi, İslam’ın
ve Müslümanların imajını kirletmeyi amaçladığı bilinmektedir. Söz konusu projenin belirli derecede bu
amacına ulaştığı söylenebilir.
Suriye’de Esed rejimine, Irak’ta Maliki’ye, Mısır’da
Sisi’ye destek verenlerin, İsrail’i İslam dünyasının
başına bela edenlerin, ülkemizde bir kaşık suda
fırtına kopararak mezhepçilik veya etnik milliyetçilik üzerinden tahrik edip yönlendirdikleri yapıları sokaklara döküp kaos yaratarak, 17 Aralık tipi
operasyonlara destek vererek halkın çoğunluğunun desteği ile iktidara gelen meşru bir hükümeti
anti-demokratik yollarla iktidardan düşürmeye çalıştıkları herkesin malumu. Bu bağlamda ılımlı gibi
görünen Müslüman bir cemaate destek vermeleri
bile malum stratejinin bir parçası gibi gözüküyor.
Gerek medeniyetler çatışması (!) projesinin din üzerinden uygulamaya sokulmak istenmesi ve gerekse
halkının çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu
ülkelerde kimliği yeniden keşfetme, İslamileşme ve
demokratikleşme yönündeki eğilimlerin yoğunluk
kazanması, din konusunun gelişmelerin odağında
yer almasını beraberinde getirmiştir.
Çağın getirdiği ruhi bunalımlar, ahlaki kokuşmuşluk,
değerlerin erozyona uğraması, insanın ilişkide bu-
OCAK 2015
105
İslam dünyasının dnamkler, dn blg, dn eğtm, dn temsl ve dn hzmetler konuları yanında,
11 Eylül hadsesnden sonra İslam dünyasına yönelk saldırı, şgal, katlam ve tahrbatların meydana
getrdğ kaos ve stkrarsızlık ortamında ortaya çıkan, moderntenn etks altında teşekkül ettğ
kadar gelenekten de beslenen dn anlayışlar, dn-syas-kültürel oluşumlar, mezhep olgusu,
tefrka ve hzpleşmeler bu şûrada ele alınıp müzakere edlen öneml konular arasında olmuştur.
lunduğu her alan ve boyutta insan eliyle gerçekleşen bozgunculuk, kirlenme ve zulüm, dünyanın her
yerinde arayış içerisinde bulunan insanların bütün
bu olumsuzlukların karşısında daha fazla dine yönelmelerine neden olmaktadır. Önümüzdeki dönemlerin dinlerin ve daha özelde İslam dininin birey
ve toplum hayatındaki önem ve etkinliğinin oldukça
artacağı bir yöne doğru seyrettiği söylenebilir. Bilim
ve teknolojinin gelişmesiyle insanın kutsalla olan bağının tamamen çözüleceği, dinin ortadan kalkacağı yönündeki pozitivist kehanet doğru çıkmamıştır.
Ancak tarih bize, dinden uzaklaşmanın, kutsaldan
kopmanın ve dünyevileşmenin insanlık için ne gibi
negatif sonuçlar ortaya çıkardığını gösterdiği gibi,
sahih bilgi ve yöntem üzerine oturmayan din algılarının ve dindarlıkların da ne büyük fitne ve tefrikalara,
kavga, çatışma, istismar ve harplere neden olduğunu gösteriyor. Yanlış bilgi ve yöntemlerle doğru
sonuçlara gidilemiyor.
Günümüzde İslam dünyasının değişik bölgelerinde
din bağlamında yaşanan bazı negatif olaylar, tefrika ve çatışmalar onların ortaya çıkmasına etki eden
birçok faktörün de devreye girmesiyle bu işaret edilen durumla da ilgili gözüküyor. Bugün İslam dünyası, Moğol istilasından beri ilk defa bu kadar büyük
bir kaosun içerisine düşmüştür. Tunus, Mısır, Libya ve Cezair’den Irak, Suriye, Yemen ve Filistin’e;
Afganistan, Pakistan, Arakan, Myanmar, Doğu
Türkistan’a kadar bütün bir İslam coğrafyası işgallere, karışıklıklara, baskılara, insan hakları ihlallerine,
terör ve çatışmalara muhatap! Kan ve gözyaşı hiç
durmuyor! Dün Osmanlı’nın yıkılışını takiben Baascılık, etnik milliyetçilik, laikçilik, sağcılık-solculuk, kapitalizm-sosyalizm üzerinden kuşatılıp kutuplaşmalara ve iç çatışmalara maruz bırakılan bir İslam coğ-
106
OCAK 2015
rafyası vardı. Bugün bizzat kendi sahip olduğu din
ve değerlerin yanlış yorumlanıp maniple edilmesiyle
zaafa uğratılıp mahkûm edilmeye, etnik milliyetçilik
ve mezhepçiliğe ek olarak fanatizm, düşmanlık ve
cehaletin beslediği ideolojik din algısı üzerinden,
farklı dini gruplar ve yapılanmalar üzerinden tefrikaya düşürülüp çatıştırılmaya çalışılan bir dünya var!
Barış, adalet, merhamet, güzel ahlak, sevgi ve kardeşlik dini İslam, 11 Eylül hadisesinden beri saldırı, işgal, katliam, gasp ve haddi tecavüzlerle kin ve
nefret pompalanarak oluşturulan bir atmosfer içinde kışkırtılıp terörize edilen birtakım gruplar üzerinden müthiş bir imaj kirlenmesine maruz bırakılıyor,
İslamafobia bütün dünyada güçlendirilmeye çalışılıyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın şûranın açılışında
ifade ettiği gibi, “Ölümlerin, vahşetin, dehşetin ve
şiddetin tüm korkunçluğu ile yaşadığı İslam coğrafyasının, her şeyden önce doğru bilgiye, hikmetli
söze ve derin irfana ihtiyacı vardır. Bugün kendisinden gururla bahsettiğimiz İslam medeniyeti bilgi,
hikmet ve marifetle yoğrularak iman, akıl ve ahlakla
inşa edilmiştir… Değerler algısı yıpranmış günümüz
İslam dünyası, ne kendi medeniyeti ve zenginliğinin
farkında ve ne de farklı dini anlayışları zenginliğe ve
medeniyete dönüştürme gücüne sahiptir. Kargaşayı körüklemek isteyenlerin elinde farklılıklarımız düşmanlıklara dönüşmüş, idraklerimiz tutulmuş, basiretimiz bağlanmıştır. Nice zamandır bilgiyle arasına
mesafe koyan İslam toplumları, her geçen gün maalesef cahiliye döneminin anlayışına bir adım daha
yaklaşmakta, gerek duygusal gerekse düşünsel anlamda birbirlerine yabancılaşmaktadır.”1
Modernitenin her şeyi donuklaştırıp maddeye ve
maddeciliğe irca ettiği; maneviyatı, vicdanı, mer-
hameti ve duyguları gerilettiği, dünyevileşmeyi, çıkarcılığı, ihtirasları ve sömürüyü olabildiğince teşvik
ettiği bir dünya atmosferinde din algısı sahih bilgi
üzerine kurulmayan, Kur’an ve sünnet’i lafzi ve
harfi okuyarak rivayetçiliği öne çıkaran, sünneti şekilciliğe indirgeyen, akıl, hikmet, marifet ve ictihadı
dışlayan, her yeniliği bidat kabul edip geleneği ve
kültürel zenginliği değersizleştiren, İslami düşünceyi
selefin yaşadığı tarihi dönemle donduran, estetikten
yoksun, kendi yorumunu İslam’la özdeşleştirerek
dini tekeline alan, Haricî bir mantıkla bütünleşerek
kendi dışında kalanları tekfir edip kanlarını ve mallarını helal kabul eden bir anlayış, global aktörlerin
ve savaş baronlarının elinde bizatihi İslam’ın kendisini hedef alan, onun imanı, bilgiyi, adaleti, merhameti, kardeşlik ve sevgiyi, sanat ve estetiği öne
çıkaran imajını bozan bir tehdide dönüşmüştür.
Hâlbuki İslâm medeniyeti, şûra’nın sonuç bildirisinde de ifade edildiği gibi, aynı kökten yetişen bu farklı
dalları tarihsel süreç içersinde bünyesinde tutmayı
başarmış, ötekileştirici ve dışlayıcı bir tutum sergilememiştir. Bu durum, İslâm’ın dinî düşünce alanında sağladığı özgürlük ortamını ve tevarüs ettiğimiz
kültürel çeşitlilik ve zenginliği ifade etmektedir. Bu
zenginlik korunmak, ihya edilmek ve geliştirilerek
sürdürülmek durumundadır.
Yukarıda işaret edilen böyle bir yanlış dini anlayışa ek olarak kökenlerini, İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren zaman içerisinde teşekkül ederek
kurumsallaşan tasavvuf geleneğinden alan birtakım
cemaat veya tarikat tipi yapılanmalar da ne yazık
ki modernite ve kapitalizmin yozlaştırıcı etkilerinden
yeterince nasiplerini almaktadırlar. İslam’ın asli kaynaklarının yanında geleneğin önderlerinin irşat ve
örnekliklerinden yola çıkan, bireylerin kendi nefislerini arındırıp ıslah etmelerini esas alarak toplumu
ıslah edip olgunlaştırmayı metot ve hedef edinen
tasavvufi düşünce ve örgütlenme şekli, toplumsal
bir olgu olarak tarihimizde hep yerini almış, ken-
di çapı ve misyonu içerisinde önemli hizmetlerde
bulunmuştur. Ancak, İslam inancına dayalı derin
düşünceyi, marifet ve hikmeti, güzel ahlakı, züht
ve takvayı, salih amelleri, Allah yolunda ihsana ve
samimiyete dayalı hizmeti öne çıkarması gereken
hareketlerin, -eğer mübalağa etmiyorsak- siyaset
ve ekonomiye bulaşarak politize olduklarında, asli
mihverlerinden saptıklarına, misyoner tipi örgütlenmeleri model alarak âdeta Protestanlaştıklarına,
gırtlaklarına kadar kapitalizme gömülüp zamanla
kapalı bir çıkar örgütüne dönüştüklerine, böylece
global aktörlerin ve kuvvet merkezlerinin inisiyatifine
girdiklerine şahit olmaktayız.
Problem olan şey, dini düşüncede farklı yaklaşım
ve yorumların, farklı geleneklerin olması değildir. Bu
durum İslam tarihi boyunca zaten her zaman için
olmuştur. Karşılıklı sevgi, saygı, tolerans, hoşgörü
ve tecrübe paylaşımı içerisinde olduğu müddetçe, farklılıklar meşru rekabeti, dinamizmi, içtihadı,
çeşitliliği, yenilenmeyi ve gelişmeyi teşvik eden bir
zenginliğe dönüşür. Problem olan durum, din konusunda sağlam ve sahih bilgilerin üretilememesi,
sağlıklı olmayan dini yorumların ideolojik ve politik
hale getirilmesi, farklılıkların ötekileştirmeye, tefrikaya ve fitneye dönüşmesidir. Şüphesiz böyle bir
durum din istismarını, tefrika ve çatışmaları beraberinde getirir. Dinin birleştirici ve bütünleştirici bir
fonksiyon icra etmesi, özellikle de söz konusu edilen bu din İslamiyet ise, onun ilahi vahye dayalı asli
kaynaklarına uygun olarak doğru anlaşılması; bireyler, sosyal gruplar, toplumlar ve kurumlar arasındaki
ilişkilerin organizasyonunda iman, ahlak, muamelat
ve hukuk planında öne çıkardığı ilke ve değerlerin
içselleştirilerek yaşanması ile mümkündür. İslam’ın
iman, ahlak, ibadet, muamelat ve hukuk alanlarında öne çıkardığı ilkeler ve değerler, diğer bütün aidiyetlerin üzerinde olmak durumundadır. Irk, etnik
yapı, aşiret, kabile, mezhep, meşrep, ideoloji gibi
alt aidiyetleri oluşturan durumlar üst aidiyetin yerine
OCAK 2015
107
haber
Rusya’nın Yeni Jeopolitiği ve
Türkiye-Rusya İlişkileri Paneli
V. Din Şurası’nda SDE Paneli
oturtulmaya çalışıldığında, tefrika ve çatışma kaçınılmaz olmaktadır.
Bugün dünyada ve İslam aleminde ortaya çıkan bütün bu durumları itibara alan, analiz edip sahih bilgi
üretimine dayalı çözümler üreten, ütopik olmayan
çabalara ihtiyaç vardır. Zihin ve kavram dünyası altüst olan, değer erozyonuna maruz kalan, sağlam
bilgiden yoksun bırakılan, dezenformasyonların
muhatabı haline gelen insanımızın yeniden inşası
gerekmektedir. Tarihte, Abbasi devletinin inkıraza
uğradığı dönemlerde ve Moğol istilasından sonra
da İslam dünyası, şartlar gereği ortaya çıkan değişik dini anlayışların, sapmaların, ideolojik ve politik
anlamda ortaya çıkan mezhep ve fırkaların tehdidine
maruz kalmıştır. Maturidi, Eş’ari, Tahavi, Gazali, Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli
gibi ilim, ahlak ve maneviyat önderleri savrulmaların,
tefrikaların, ifrat ve tefritlerin yaşandığı kriz dönemlerinde ortaya çıkarak ilahi vahye, sahih bilgiye, akıl
ve hikmete dayalı olarak İslam itikadının mihverine
oturtulmasında, dine yaklaşım ve yönelimlerde uzlaşma, itidal ve istikrar noktalarının oluşturulmasında,
ümmetin birliğini temsil eden ana gövdenin inşasında
çok önemli misyon üstlenmişlerdir. Günümüzde de
benzer misyonu yerine getirebilecek, geleneği çok iyi
bildiği kadar günümüzün dünyasını da çok iyi okuyup
analiz edebilecek, yaşanan problemler karşısında bütün ümmetin sahiplenebileceği çözümler sunabilecek
kimselerin yetişeceği, dini bilimlerle sosyal ve pozitif
108
OCAK 2015
bilimleri, felsefe ve mantığı beraber yoğuracak ilmi
merkezlere ihtiyaç vardır. İmam Hatip liseleri ve İlahiyat fakülteleri bu hedefi gerçekleştirecek bir yapı
ve gelişim süreci içerisine sokulabilir.
Ülkemizde din konusunda ilkokuldan üniversiteye
kadar eğitim veren, topluma hizmet sunan kurumlar, ülkemizin, coğrafyamızın ve İslam dünyasının
içerisinde bulunduğu durum ve gelişmeler, ülkemize ve İslam dünyasına yönelik meydan okuma ve
tehditler karşısında uygun yapılanmalara giderek
kendilerini yenileyip eksikliklerini tamamlamak durumundadırlar. Dinî hizmetlerin, toplumun sosyal ve
kültürel gelişimine uygun olarak sahih bilgiye dayalı
Müslüman kimliğinin inşasında, korunup geliştirilmesinde çocuğuyla, genciyle, kadınıyla, yaşlısıyla,
zenginiyle, fakiriyle, hastasıyla, mahkûmuyla, sokağa
terk edilenleriyle hayatın tamamını kuşatacak şekilde
yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Dünyamızın
ve İslam âleminin içerisinde bulunduğu şartlar, İslam
ülkelerinin ve dünya Müslümanlarının ülkemize olan
güvenleri, beklenti ve talepleri, ülkemizdeki din eğitimi
ve diyanet hizmetlerinin uluslararası boyuta taşınmasını gerekli kılmaktadır. V. Din Şûra’sı, bu hedeflerin
gerçekleştirilmesine yönelik ileri adımların atılması için
önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır.
Dipnot
1
Mehmet Görmez, Açış Konuşması, V: Din Şurası (Günümüzde Yeni Dini Anlayışlar; Dini Bilgi, Eğitim ve Din Hizmetleri) 08-10 Aralık 2014, Ankara.
SDE’de 1 Aralık 2014 Pazartesi günü Rusya’nın Yeni
Jeopolitiği ve Türkiye-Rusya İlişkileri konulu panel gerçekleştirilmiştir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in
geniş bir heyetle Türkiye’ye geldiği gün gerçekleştirilen
panele SDE Başkanı Birol Akgün, SDE Uzmanı Prof. Dr.
Haluk Alkan, Yrd. Doç. Dr. Halit Mammadov, Doç. Dr.
Turgut Demirtepe ve Doç. Dr. M. Akif Kireçci konuşmacı
olarak katılmışlardır. Panelin moderatörlüğünü ise SDE
İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü
Dr. Murat Yılmaz yapmıştır.
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün panelin açılış konuşmasında; Türkiye ile Rusya ilişkilerinin zirve yaptığını ve
son 10 yılda her iki tarafın, sorunların çözümünde işbirliği
içerisinde olduğunu belirtmiştir. Ayrıca son yıllarda Türkiye ve Rusya arasında turizmin arttığını ifade etmiştir.
Daha sonra söz alan Doç. Dr. Akif Kireçci, Türkiye ile
Rusya ilişkilerini Kırım üzerinden değerlendirmiş ve Osmanlı Devleti’nin Kırım’ı ilhakından Rus işgaline kadar
geçen sürecin kısa bir özetini yapmıştır.
Prof. Dr. Haluk Alkan ise Rusya’nın Kırım’ı topraklarına
katmasındaki amaçları üzerine kısa bir değerlendirme
yapmıştır. Rusya üzerinde bir baskı olduğunu ve bu
baskıyı askeri yollarla bertaraf etmeye çalıştığını ifade
etmiştir. Bunlara ek olarak Hazar Bölgesi’ndeki enerji
kaynaklarının korunmasına yönelik Rusya’nın politikalarından bahsetmiştir. SSCB ve Rusya’nın enerji politikalarını kıyaslamıştır.
Özellikle Putin Dönemi Rus Dış Politikası üzerine konuşan Yrd. Doç. Dr. Halit Mammadov, Rusya’nın Sovyet
Dönemi’nden sonra Batı’dan umduğunu bulamadığını
ifade etmiştir. Putin Dönemi Rus Dış Politikası’nın Avrasyacılık düşüncesi üzerine kurulduğunu, bu düşüncenin
ise sadece Rusya’daki değil, Rusya dışında yaşayan tüm
Rusların haklarının korunması anlamına geldiğini ifade
etmiştir.
Doç. Dr. Turgut Demirtepe ise Rusya’nın demografik
yapısı üzerine konuşma yapmıştır. Rusya’nın nüfusunun
giderek azaldığından, bu durumun nedenlerinden ve
sonuçlarından ve bu durumun düzelmesine yönelik uygulanan politikalardan söz etmiştir. Son 20 yıldaki nüfus
oranları grafikler üzerinden değerlendirilmiştir.
Panel, soru-cevap kısmının ardından son bulmuştur.
OCAK 2015
109
haber
Organize Suçların Yol Açtığı Mali,
Ekonomik ve Sosyal Etkilerin Tespiti ve
Analizi Sempozyumu
nin PKK teröründen dolayı yeterince gelişemediğini
vurguladı. Bunlara ek olarak Türkiye’nin, uluslararası kuruluşların gerçekleştirdiği terör ve organize
suçlarla ilgili faaliyetlere verdiği desteklere değindi.
Bunlarla birlikte suç gelirlerinin aklanmasının önemine vurgu yaptı. Türkiye’nin G-20 dönem başkanı olduğunun altını çizen Sayın Şimşek, bu görev
kapsamında organize suçlarla ilgili gerçekleşmesi
planlanan faaliyetlerle ilgili bilgiler verdi ve katılımcılara teşekkür ederek konuşmasını sonlandırmıştır.
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün açılış konuşmasında; sempozyumun amaç ve hedeflerinden
bahsettikten sonra küresel piyasa düzeni, serbest
ekonomi ve organize suçlara yönelik hukuki düzenlemelerden söz etmiştir.
MASAK Başkanı İbrahim Hakkı Polat ise açılış konuşmasında; organize suç örgütlerinin zararlarından, etkin olduğu alanlardan, organize suçlara karşı yürütülen faaliyetlerden ve bu suçlarla ilgili alınan
yasal tedbirlerden bahsetmiştir.
Sempozyumun ilk oturumu, SDE Başkanı Prof. Dr.
Birol Akgün başkanlığında gerçekleştirildi. İlk oturumda; Prof. Dr. Fatih Savaşan, Dr. Seda Öz Yıldız, Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca ve Sönmez Yalçın
“Organize Suç Kavramı ve Organize Suçların Oluşmasına neden olan Etkenler” konu başlığıyla ilgili
konuşmalarını yaptılar. Bu oturumda konuşmacılar
özellikle kayıt dışı ekonomiden ve terörün ekonomiye etkilerinden bahsettiler.
Sempozyumun ikinci oturumu ise, SDE Dış Politika ve
Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörlüğü’nden
Doç. Dr. Ahmet Uysal başkanlığında gerçekleştirildi.
İkinci oturumda; Prof. Dr. Muhsin Kar, Doç. Dr. Cemil
Ertem, Doç. Dr. Şafak Ertan Çomaklı ve Hüseyin
Gültekin konuşmalarını yaptılar. Konuşmacılar genel
olarak terörün ekonomiye etkilerinden ve anti tekel
düzenlemelerden bahsettiler.
Üçüncü ve son oturumda ise “Organize Suçlarla Mücadele SWOT Analizi” yapıldı. Bu oturumun
başkanlığını ise Doç. Dr. İbrahim Dursun yaptı.
Üçüncü oturumun ardından sempozyum sona ermiştir.
26 Aralık 2014 Cuma günü SDE ve Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) ortaklığında, Maliye
Bakanı Sayın Mehmet Şimşek’in teşrifleriyle Organize Suçların Yol Açtığı Mali, Ekonomik ve Sosyal
Etkilerin Tespiti ve Analizi başlıklı bir sempozyum
gerçekleştirildi.
Sempozyumun açılış konuşmalarını SDE Başkanı
Prof. Dr. Birol Akgün, Mali Suçları Araştırma Kurulu
Başkanı İbrahim Hakkı Polat ve Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek yaptılar.
Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek konuşmasında; organize suçların ülkelerin gelişmelerine olan
etkilerinden ve suç kavramından bahsetti. Ayrıca
Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikle güney bölgeleri-
110
OCAK 2015
OCAK 2015
111
haber
Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı
Çerçevesinde Büyüyen Türkiye Paneli
rektiğine vurgu yaptı. Planın kapsayıcı ve çok boyutlu bir bakış açısı olduğunu dile getiren Sayın Yılmaz,
planın hazırlık aşamasında ekonominin yanı sıra hukukun üstünlüğü, bilgi topluluğu, uluslararası rekabet ve
çevrenin korunması gibi konulara da önem verildiğini
kaydetti. Sayın Yılmaz konuşmasına, amaçlarının uluslararası değer zinciri hiyerarşisinde üst basamaklara
çıkmış, yüksek gelir grubundaki ülkeler arasına girmiş
ve mutlak yoksulluk sorununu çözmüş bir ülke konumuna gelmek olduğunu ve bunu beş yılda başarmak
istediklerini belirterek son verdi.
SDE ve Çerkezköy Organize Sanayi Bölge Müdürlüğü
tarafından 19 Aralık Cuma günü Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz’ın katılımıyla Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye konulu bir
panel düzenlendi. SDE Uzmanı Dr. M. Levent Yılmaz’ın
moderatörlüğünü yaptığı panelin konuşmacıları ise
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü Dr. Cemil Ertem
ve İstanbul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Dündar Murat
Demiröz’dü.
Panel’in açılış konuşmasını ÇOSB Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Sarıoğlu yaptı. Sayın Sarıoğlu’nun ardından
Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz, Onuncu Beş
Yıllık Kalkınma planı hakkında önemli bilgiler verdiği konuşmasını gerçekleştirdi.
Sayın Yılmaz, belirsizliklerin arttığı bir konjonktürde
planlamanın bir kat daha önem kazandığını vurgulayarak, açıklanan kalkınma planının nitelikli insan gücü,
yenilikçi üretim, mekansal boyut ve uluslararası işbirliği
olmak üzere dört temel saç ayağı olduğunu belirtti. Ayrıca, planı hızlı ve etkin bir şekilde hayata geçirebilmek
için devletin ve milletin bütün olarak hareket etmesi ge-
112
OCAK 2015
Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz’ın ardından Dr.
Cemil Ertem ve Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz konuşmalarını gerçekleştirdiler. Dr. Cemil Ertem konuşmasında
Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı ve güncel ekonomik
gelişmeler hakkında açıklamalarda bulunarak, dinleyicilere dünyada ve Türkiye’de ekonominin genel seyri
konusunda geniş bir perspektif çizdi. Doç. Dr. Dündar
Murat Demiröz ise yazarı olduğu ve SDE Yayınları bünyesinde yayınlanan Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye Raporu ışığında, açıklanan
plan hakkında ayrıntılı bir sunum gerçekleştirdi. Onuncu
Beş Yıllık Kalkınma Planı Çerçevesinde Büyüyen Türkiye
Paneli gerçekleşen konuşmaların ardından son buldu.
Download