Untitled - Gazi Üniversitesi Açık Arşiv

advertisement
ULUSLARARASI HUKUKTA KORUMA SORUMLULUĞU ve AFRİKA
KITASINDAKİ UYGULAMALARI
İzzettin ARTOKÇA
YÜKSEK LİSANS TEZİ
ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI
ORTADOĞU ve AFRİKA ÇALIŞMALARI BİLİM DALI
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMMUZ 2015
v
ULUSLARARASI HUKUKTA KORUMA SORUMLULUĞU ve AFRİKA
KITASINDAKİ UYGULAMALARI
Yüksek Lisans Tezi
İzzettin ARTOKÇA
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
Temmuz 2015
ÖZET
Uluslararası sistem, Westphalia’dan bu yana devletlerin egemen ve eşit olması ilkesine
dayanmıştır. Bu ilkelerde Soğuk Savaş’ın 1991 yılında bitişine dek bir sapma
görülmemiştir. Fakat Soğuk Savaş sonrası dönemde modern uluslararası sistem ilk defa tek
kutuplu bir yapıya bürünmüştür. Bu yapısal değişiklik, egemenlik anlayışına da yansımış,
ortaya çıkan insani krizler, uluslararası hukukta normatif ve pratik değişimleri zorunlu hâle
getirmiştir. Liberal değerler çerçevesinde Westphalia sisteminin dönüşümü büyük bir önem
kazanmıştır. Koruma Sorumluluğu doktrini, bu anlamda bir geçiş sürecini ifade etmektedir.
Egemenlik anlayışının ve insani müdahalenin bu yeni yorumu, uluslararası örgütlerin
yapısında değişimi beraberinde getirmektedir. Yüzyılın en şiddetli krizlerinin yaşandığı
Afrika kıtası da doktrinin ilk uygulama alanı olmuş, bölgesel bir örgüt olan Afrika Birliği
bu doğrultuda çeşitli tedbirler almıştır. Bu tezde değişen müdahale konsepti birincil
kaynaklar üzerinden ele alınacak, değişen konseptin Afrika’ya yansımaları Darfur, Kongo
ve Kenya örnekleri üzerinden incelenecektir.
Bilim Kodu
:
Anahtar Kelimeler :
Sayfa Adedi
Tez Danışmanı
:
:
1141
Uluslararası Hukuk, Koruma Sorumluluğu, İnsani Müdahale,
Egemenlik, Afrika.
126
Doç. Dr. Kürşad TURAN
vi
RESPONSIBILTY to PROTECT and ITS IMPLEMENTATIONS IN AFRICA
M.S. Thesis
İzzettin ARTOKÇA
GAZİ UNIVERSITY
GRADUATE SCHOOL OF SOCIAL SCIENCES
July 2015
ABSTRACT
Beginning form the Treaty of Westphalia the international system based on the principles
of sovereignty and equality of states. There was no deviation observed about this principles
till the end of the Cold War in 1991. In the post-Cold War period the modern international
system has taken a unipolar structure for the first time. This structural change was reflected
on the concept of sovereignty. Emerging humanitarian crisis made normative and practical
changes in international law a mandatory manner. The transformation of the Westphalian
system within the framework of liberal values has gained a great importance.
Responsibility to Protect doctrine represents a transitional process in this regard. This new
interpretation of the concept of sovereignty and humanitarian interveniton brings about
changes for the structure and activities of international organizations. African continent
experiencing the most severe crisis of the century is the first area of implication for the
doctrine. African Union has taken various measures in this direction as a regional
organization. This thesis will discuss the changing concept of intervention through primary
resources; reflections of changing concept on Africa will be studied through the cases of
Darfur, Democratic Republic of Kongo and Kenya.
Bilim Kodu
: 1141
Anahtar Kelimeler
Sayfa Adedi
: International Law, Responsibility
Intervention, Sovereignty, Africa.
: 126
Tez Danışmanı
: Assoc. Prof. Kürşad TURAN
to
Protect,
Humanitarian
vii
TEŞEKKÜR
Öncelikli olarak bu tezin hazırlık, yazım ve incelenme aşamasında emeği geçen ve
desteklerini esirgemeyen, vaktinden çokça çaldığım tez danışmanım Doç.Dr. Kürşad
Turan’a teşekkürü bir borç bilirim.
İlk günden son güne dek gerek tez konusunda gerekse yaşama dair her konuda
desteklerini esirgemeyen, zor zamanlarda yanımda bulunarak benim için sözcüklerle ifade
edilemeyecek birçok fedakârlıkta bulunan arkadaşlarım Gülin Merve Ayaz, Veysel Atalay,
R. Onur Karadeniz, Engin Barış, Nurullah Ayyılmaz, Onur Durum ve Ekrem Korkut’un
şahsında Kara Harp Okulu’ndaki tüm arkadaşlarım teşekkürden çok daha fazlasını hak
ediyor. Tezimi bitirmem için gerekli imkânları sağlayan ve hatalarımı görmezden gelen
değerli komutanım Dr.İs.Alb. Haluk Karadağ’a, mesai sırasında bana gösterdikleri
sabırdan ve fedakârlıklarından ötürü değerli komutanım P.Ütğm. İsmail Yaşar’a, M. Esat
Aksoy’a ve Şaban Özkan’a kalpten teşekkür ederim. Huzurlu bir çalışma ortamı sağlayan
arkadaşlarım Dr. Ayşe Duygu Vigo, Dr. Ahu Şenses, Menekşe Sözbilir, Tuğçe Kelleci,
Kasım Timur ve Ahmet İnneci’nin şahsında Çukurova Üniversitesi İ.İ.B.F.’de görev yapan
arkadaşlarıma ve hocalarıma teşekkürü bir borç bilirim. Artık bir aile gibi olduğum çok
değerli arkadaşlarım Uğur Yaşar, Gizem Güner Yaşar, Hakan Vural, Fırat Bıçak, M. Akif
Aydın, Doğukan Bahşi, Tevfik Mehmet Korucu, Hüseyin İncetaş, Rıdvan Aslan, S. Alp
Toptaş, Hasan Peker, Bilgehan Solak, Carlos Labana ve Asilbek Kokejan’a ne kadar
teşekkür etsem azdır.
Mülkiye’den bu yana her alanda beni teşvik eden, bir baba şefkatiyle yaklaşan ve
kendisinden çok şey öğrendiğim, öğrenmeye de devam edeceğim kıymetli hocam
Büyükelçi Sn. Aydın Nurhan’a yol göstericiliğinden ve asla söz konusu etmememi istediği
iyiliklerinden dolayı çok teşekkür ederim.
Tabii ki yaşamımda iyi olan her şeyden ve bana katlanmalarından ötürü annem
Emel Artokça’ya, babam Mehmet Artokça’ya ve kardeşim Yasemin Artokça’ya teşekkür
ederim.
Tezim daha iyi olsaydı da layıkıyla teşekkür etmiş olsaydım dediğim ve bu tezi
yazarken vefat haberini aldığım, yaşamımda herkesten farklı bir yeri bulunan sevgili
babaanneciğim Zekiye Artokça’ya tezimi ithaf ediyorum.
viii
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET .........................................................................................................................
v
ABSTRACT .............................................................................................................
vi
TEŞEKKÜR ..............................................................................................................
vii
İÇİNDEKİLER .........................................................................................................
viii
ÇİZELGELERİN LİSTESİ ........................................................................................
xi
ŞEKİLLERİN LİSTESİ .............................................................................................
xii
KISALTMALAR .......................................................................................................
xiii
1. GİRİŞ ...................................................................................................
1
2. KORUMA SORUMLULUĞU KAVRAMININ KÖKENİ ................................
5
2.1. Müdahale Nedir?.............................................................................................
6
2.2. Bölgesel Müdahale Anlayışları .............................................................................
6
2.2.1. Doğu kültüründe müdahale anlayışı .......................................................
7
2.2.2. Batı kültüründe müdahale anlayışı .........................................................
9
2.2.3. Westphalia Barışı öncesinde Batı’da haklı savaş düşüncesi....................
10
2.2.4. Westphalia Antlaşması ve yeni egemenlik anlayışı ................................
15
2.2.5. 19. yüzyılda uluslararası müdahale ........................................................
18
2.2.6. 20.yüzyılda uluslararası müdahale .........................................................
21
2.2.6.1. Milletler Cemiyeti Misakı ve Briand-Kellogg Paktı ..................
22
2.2.6.2. Birleşmiş Milletler Antlaşması ..................................................
24
2.3. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Kuvvet Kullanılması Yasağına Yönelik Alternatif
Arayışlar .................................................................................................................... 29
3. KORUMA SORUMLULUĞU ............................................................................
33
3.1. ICISS’in Yapısı ve Yeni Bir Yaklaşım Olarak Koruma Sorumluluğu ...............
33
ix
3.2. Önleme Sorumluluğu .............................................................................................
35
3.3. Harekete Geçme Sorumluluğu ...............................................................................
37
3.4. İnşa Sorumluluğu....................................................................................................
43
3.5. Birleşmiş Milletler’in Koruma Sorumluluğu Konusunda Attığı Adımlar ..........
46
3.5.1. Tehditler, Zorluklar ve Değişim Yüksek Düzeyli Paneli “Daha Güvenli
Dünya: Paylaştığımız Sorumluluklar” raporu ......................................................
47
3.5.2. 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi’nin 138., 139. ve 140. maddeleri ....
48
3.5.3. BM Genel Sekreteri’nin 2008 Berlin konuşması .......................................
51
3.5.4. BM Genel Sekreteri’nin 2009 Koruma Sorumluluğu’nun Uygulanması
raporu ......................................................................................................................
53
3.6. Koruma Sorumluluğu’na Yönelik Eleştiriler ........................................................
56
3.7. Devletlerin Koruma Sorumluluğuna Yönelik Yaklaşımları ................................
68
3.7.1. P5+1 ve koruma sorumluluğu .....................................................................
69
3.7.1.1. ABD ve koruma sorumluluğu ...................................................
69
3.7.1.2. Rusya Federasyonu ve koruma sorumluluğu .............................
70
3.7.1.3. Çin Halk Cumhuriyeti ve koruma sorumluluğu .........................
71
3.7.1.4. Fransa ve koruma sorumluluğu .................................................
71
3.7.1.5. Birleşik Krallık ve koruma sorumluluğu ...................................
72
3.7.1.6. Almanya ve koruma sorumluluğu .............................................
73
3.7.2. Gelişmekte olan ülkeler ve koruma sorumluluğu ......................................
73
3.7.2.1. Hindistan ve koruma sorumluluğu ............................................
73
3.7.2.2. Brezilya ve koruma sorumluluğu ..............................................
74
3.7.2.3. Güney Afrika ve koruma sorumluluğu ......................................
75
4.
KORUMA
SORUMLULUĞU’NUN
AFRİKA
KITASINA
YANSIMALARI ........................................................................................................... 77
4.1. 2000’li Yıllarda Afrika ve Afrika Birliği’nin Değişen Yapısı.............................
77
x
4.2. Afrika Birliği’nin Müdahale Anlayışı ...................................................................
83
4.3. Darfur Krizi.............................................................................................................
87
4.4. Kongo Krizi ............................................................................................................
92
4.5. Kenya Krizi .............................................................................................................
96
4. SONUÇ ....................................................................................................................... 105
KAYNAKLAR .......................................................................................................... 111
ÖZGEÇMİŞ ........................................................................................................................ 127
xi
ÇİZELGELERİN LİSTESİ
Çizelge 1.Yapısal ve Doğrudan Önleme Seçenekleri…………..……………………… 37
Çizelge 2. 2005 Yılından Bu Yana İnsani Krizler ve Koruma Sorumluluğu…………..
87
xii
ŞEKİLLERİN LİSTESİ
Şekil 1. BM ve Afrika Birliği Misyonlarındaki Afrikalı Sayısı…………………………. 79
Şekil 2. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Misyonları…………… 80
Şekil 3. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Onaylı Misyonlar……. 81
Şekil 4. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Tarafından Tanınan
Misyonlar………………………………………………………………………………… 82
Şekil 5. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasında BM Misyonu Olmayan
Misyonlar…………………………………………………………………………………. 82
xiii
KISALTMALAR
Bu çalışmada kullanılmış kısaltmalar, açıklamaları ile birlikte aşağıda sunulmuştur.
Kısaltmalar
Açıklamalar
AB
Avrupa Birliği
ABD
Amerika Birleşik Devletler
AFISMA
African-led International Support Mission for Mali
AI
Amnesty International
AMIB
African Union Mission in Burundi
AMIS
African Union Mission in Sudan
AMISEC
African Union Mission for Support to the Election in
Comoros
AMISOM
African Union Mission in Somalia
AU
African Union / Afrika Birliği
BM
Birleşmiş Milletler
BMGK
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
BMMYK
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Kurulu
BRICS
Brazil, Russia, India, China, South Africa
CARE
Cooperative for Assistance and Relief Everywhere
CEWS
The Continental Early Warning System
CNDP
Congrès National pour la Défense du Peuple
ECOWAS
Economic Community of West African States
FDLR
Hutu Forces Démocratiques de Libération du Rwanda
FIDH
Human Rights Organisations Throughout The World
HRW
Human Rights Watch
ICG
International Crisis Group
ICISS
International Commission on Independence and State
Sovereignty
IDP
Internally Displaced Persons / Ülke İçinde Yerinden
Edilmiş Kişiler
xiv
IMF
International Monetary Fund / Uluslararası Para Fonu
IPK
Islamic Party of Kenya / Kenya İslami Partisi
IPPG
Inter-Parties’ Parliamentary Group / Partiler Arası
Parlamenterler Grubu
JEM
Justice and Equality Movement
KADU
Kenya Afrika Demokratik Birliği / Kenya African
Democratic Union
KANU
Kenya Afrika Ulusal Birliği / Kenya African National
Unity
KPU
Kenya Halk Birliği / Kenya People Union
MAES
African Union Electoral and Security Mission to
Somalia
MINUSCA
United
Nations
Multidimensional
Integrated
Stabilization Mission in the Central African Republic
MINUSMA
United
Nations
Multidimensional
Integrated
Stabilization Mission in Mali
MISCA
African-led International Support Mission to the
Central African Republic
MIOC
African Union Military Observer Mission in Comoros
MONUC
Mission
des
Démocratique
Nations
du
Unies
Congo
/
en
République
United
Nations
Organization Mission in the Democratic Republic of
the Congo
MONUSCO
Mission de l’Organisation des Nations Unies pour la
stabilisation en RD Congo
NARC
National Alliance Rainbow Coalition / Ulusal Birlik
Gökkuşağı Koalisyonu
NATO
North Atlantic Treaty Organisation
NCEC
Ulusal
Kongre
Yürütme
Konseyi
/
National
Convention Executive Council
OAS
Organisation of American States
OAU
Organisation of African Unity / Afrika Birliği Örgütü
OCHA
Office for the Coordination of Humanitarian Affairs
ODP
Orange Democratic Party
xv
OSCE
Organization for Security and Co-operation in Europe
ONUB
United Nations Operation in Burundi
OXFAM
Oxford Committee for Famine Relief
P5
Permanent Five / Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nin Beş Daimi Temsilcisi
PoC
Protection of Civilians
PNU
Kenya Party of National Unity
R2P
Responsibility to Protect
RwP
Responsibility while Protecting
SLA
Sudan Liberation Army
SSCB
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
UCM
Uluslararası Ceza Mahkemesi
UNAMID
United Nations Mission in Darfur
UNAMIR
United Nations Mission in Rwanda
UNAMSIL
United Nations Mission in Sierra Leone
UNHRC
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi
UNICEF
United Nations International Children's Emergency
Fund / Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu
UNISFA
United Nations Interim Security Force for Abyei
UNMIL
United Nations Mission in Liberia
UNMIS
United Nations Mission in Somalia
UNMISS
United Nations Mission in South Sudan
UNOCI
United Nations Operation in Côte d'Ivoire
UNPREDEP
United Nations Preventive Deployment Force
1
1. Giriş
Uluslararası müdahale, devletlerin kurulduğu günden bu yana var olan bir olgudur.
Bu olgu, ilk olarak, bir ya da birden fazla devletin çeşitli nedenlerle başka bir devlete karşı
askeri kuvvet kullanımı, bir diğer deyişle savaş olarak yorumlanmıştır. Bunun yanında güç
kullanımını içermeyen, karışma ya da dolaylı müdahale olarak nitelendirilebilecek
müdahaleler de uluslararası müdahalenin birer parçası olarak görülmüşlerdir.
Egemenlik ve müdahale kavramları genellikle bir arada ele alınmaktadır.
Egemenlik kavramı ilk defa Fransız düşünür Jean Bodin tarafından kullanılmıştır. Bodin,
egemenliğin devletin özü olduğunu, egemenlik olmadan bir devlet yapısından
bahsedilemeyeceğini ifade etmiştir. Mutlak, sürekli, bölünemez ve devredilemez olarak
nitelediği egemenliği, bir ülkede yaşayan tüm unsurların üzerinde kanunla kısıtlanamayan
en üst iktidar olarak nitelendirmiştir. (Ağaoğulları ve Köker'den aktaran Kiraz, 2012)
Tarihsel süreç içerisinde gerek devletlerin gerek toplumların gerekse de uluslararası
sistemin yapısında meydana gelen değişimler, müdahale kavramında değişime yol
açmıştır. Önce Otuz Yıl Savaşları’nın ertesinde savaşan Avrupa devletleri tarafından
yapılan Westphalia Antlaşması (1648) ile şekillenen modern devletler sisteminde,
devletlerin mutlak egemenliği ilkesi kabul edilmiştir. Bu ilke ile birlikte devletlerin
uluslararası siyasette egemen ve eşit aktörler olarak yer alması kabul edilmiştir. Devletlerin
birbirlerinin iç işlerine karışmaları yasaklanmıştır.
Egemenlik kavramı, ilk hâliyle monarşi ile yönetilen devletleri, mevcut hâliyle
modern devletleri bir ülke içerisinde en yüksek bağımsız otorite olarak kabul etmektedir.
Buna paralel olarak devlet, kendi içerisinde kamu düzenini özellikle siyasi, ekonomik ve
sosyal alanlarda belirleme yetkisine sahip olmaktadır. Ülke toprakları dışında ise
egemenlik, her bir devletin diğer bir devletten ya da devletler topluluğundan bağımsızlığı
olarak anlaşılmaktadır. Buna bağlı olarak devletlerin, devletlerarası ilişkilere ya da
uluslararası ilişkilere kendi iradesine dayanarak serbestçe girişebilmesini ifade etmektedir.
Girişilecek ilişkinin boyutlarını ve içeriğini belirlemede devletler mutlak söz sahibidir
(Arsava, 2011).
19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde, müdahalenin insani niteliği ön plana çıkmaya
başlamıştır. Devletlerin egemenliğinin ihlaline yönelik kısıtlamalar, müdahalenin insani
boyutları öne sürülerek aşındırılmıştır. Yine de devletlerin mutlak egemenliği ilkesinden
bir kopuş olmamış, bu müdahale türü hukuksal bir çerçeveye kavuşmamıştır (Telli, 2012).
2
İki büyük savaşa sahne olan 20.yüzyılda insani müdahalelerin sayısının arttığı
görülmektedir. Bununla birlikte kuvvet kullanımının sınırlanması yönünde çeşitli adımlar
atılmıştır. Bu adımlardan ilki 1907 yılında gerçekleştirilen La Haye Konferansı’nda ortaya
konulan Drago Porter Doktrini’dir. Doktrinin ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde, teamül
hâline gelmiş olan “bir devletin dış borçlarını ödeyememesi durumunda alacaklı devlet
tarafından bu devlete karşı askeri kuvvet kullanılması” yasaklanmıştır (Oralli, 2014).
İdealist yaklaşım ışığında kurulan Milletler Cemiyeti ve liberal değerler etrafında
kurulan Birleşmiş Milletler, askeri kuvvet kullanımına yönelik çeşitli düzenlemeler
getirmiştir. Milletler Cemiyeti Misakı savaşları, meşru ve gayrimeşru savaşlar olarak
kategorize ederken Birleşmiş Milletler Antlaşması askeri kuvvet kullanımını istisnaî
durumlar dışında yasaklamıştır. Çoğunlukla Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri
arasındaki çıkar çatışmaları nedeniyle Soğuk Savaş boyunca kuvvet kullanımı konusunda
Antlaşma dışına çıkılmamıştır. Soğuk Savaş sonrası dönem ise sistemin tek-kutuplu hâle
büründüğü ve Roma İmparatorluğu’ndan sonra tarihte ilk defa ortaya çıkan bu yapıya dair
belirsizliklerin şiddetle hissedildiği bir dönem olmuştur. Dolayısıyla bu dönemde, bir
önceki döneme ait uluslararası ve ulusal yapılarda çözülmeler yaşanmıştır. Çözülmeler ise
büyük insani krizleri beraberinde getirmiştir.
Dönüşüm, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde bir zorunluluk hâline gelirken,
BM ve ABD tarafından egemen devletlerin içerisinde gerçekleşen etnisite, din ve mezhep
temelli insani krizlere yönelik net bir tutum ortaya konulamamıştır. Uluslararası sistemdeki
dönüşümün yanı sıra müdahalesizlik ve karışmama durumunun etkisiyle kuvvet kullanımı,
egemenlik ve insani müdahale konuları sorgulanır hâle gelmiştir. Bu sorgulama, tek
hegemon gücün hegemonyasının devamı açısından hem fırsat doğurmuş hem de tehdit
oluşturmuştur. Böylece hegemonyayı sağlayan teorik çerçeve içerisinde çeşitli kavramsal
ve hukuki değişikliklere gidilmesi bu anlamda hem bir zorunluluk hem de bir ihtiyaç
hâline gelmiştir. İnsani müdahalelerin etkisizliği, egemen devletlerin uluslararası sistemin
yeni yapısına ayak uydurmakta zorlanmaları, ulus-devletlerin başarısız olmakla itham
edilmesi küresel ve bölgesel aktörleri yeni bir konsept arayışına itmiştir.
Koruma Sorumluluğu doktrini bu çerçevede liberal değerlerin yanı sıra hegemonik
düzenin korunması adına atılan ilk adım olmuştur. “Liberal düşünceye göre devletlerin ve
hükümetlerin temel amacı bireyin haklarını korumaktır. Bunun dışında davrananlar
uluslararası hukuk tarafından negatif bir şekilde ele alınarak cezalandırılmalıdır.
Devletlerin egemenliği bu anlamda araçsal öneme sahiptir. İnsan haklarına saldıranlar
3
egemenlik kalkanıyla korunmamalıdır. Tiranlık ve anarşi egemenliğin ahlaki çöküşü
demektir” (Abiew, 2010).
Yeni konsept, bireyin ve toplumun temel insan haklarına vurgu yapmakta ve bireyi
öncelemektedir. Westphalia’dan bu yana kabul edilen devletlerin egemen eşitliği ve
içişlerine karışılmaması ilkelerine küreselleşen dünyada yeni bir form kazandırmaktadır.
Kofi Annan’ın 1999 yılında ifade ettiği, bireylerin “egemenlik” olarak nitelendirilebilecek
hak ve özgürlüklerinin başkaları tarafından suiistimal edilmesinin önüne geçmeyi, halkın
isteklerine saygı duyulmasını, demokrasi ve insan haklarına dayalı yönetişim anlayışı (J.
M. Welsh, 2013) ön plana çıkarmaktadır.
Afrika kıtası ise yüzyıllar süren sömürgecilik düzeninden 20.yy’da çıkmışsa da
hâlen kıtada başarılı ulus-devlet ve tam anlamıyla kurumsallaşmış bürokratik devlet
yapılarını görmek
mümkün olmamaktadır.
Kıta,
insani
felaketlerle
anılmaktan
kurtulamamıştır. Bu istikrarsız görünümden ötürü uluslararası toplum, dikkatini kıtaya
yöneltmiştir. Kıtadaki güç boşluğu, süregiden krizler, otokratik yönetimler, insan hakları
ihlalleri ve uluslararası sistemin değişmekte olan yapısı, yeni konsept çerçevesinde
gerçekleştirilecek faaliyetlerin odak noktalarından birinin de Afrika kıtası olacağını
göstermektedir. Bu tezde müdahale kavramının zaman içerisinde geçirdiği değişimler
öncelikli olarak ele alınacaktır. Sonrasında ise 21.yy’ın yeni müdahale konsepti Koruma
Sorumluluğu; ICISS Raporu, BM raporları ve akademisyenlerin düşünceleri üzerinden
incelenecektir. Son bölümde ise Koruma Sorumluluğu ile iç içe anılan Darfur, Kongo ve
Kenya krizleri, Afrika’ya dair istatistiksel veriler ve Afrika Birliği’nin politikaları
çerçevesinde anlatılarak doktrinin mevcut konumu gözden geçirilecektir.
4
5
2. KORUMA SORUMLULUĞU KAVRAMININ KÖKENİ
21.yüzyılda egemenlik ve müdahale anlayışının değişimini yansıtan Koruma
Sorumluluğu doktrini incelenmeden önce, doktrinin tarihsel ve bölgesel arka planının
değerlendirilmesi gerekmektedir. Doktrin, esasen Batılı haklı savaş düşüncesinin bir
devamı olarak faydacı liberal müdahaleci yaklaşımla ve liberal değerler çerçevesi
içerisinde oluşturulmuştur. Pragmatik liberal müdahalecilik, müdahaleyi gerçekleştiren
devletin ya da devletlerin ulusal çıkar motivasyonuyla hareket ettiğini kabul etmektedir.
Fakat bu müdahalelerin temel çıkış noktası; Batı kültüründe geniş kabul gören insan-odaklı
yaklaşımdır. Dışarıda insan ve değer odaklı yaklaşım sergileyen devletlerin, kendi
içlerinde de yine zamanla insan haklarına odaklı normatif bir anlayışı benimseyeceklerini
kabul etmektedir. Böylelikle dışarıda sergilenen tavır egemen ülkelerin içlerine sirayet
edecek ve devletler, kitlelerin devlet eliyle katledilmesinin önüne geçeceklerdir. Doğal
olarak, böyle bir tavır sergileyecek devletlerin, liberal devletler olması gerekmektedir
(Graubart, 2013).
Yeni egemenlik ve müdahale anlayışının temeli güçlü devletlere asalet ödevi
(noblesse oblige) olarak zayıf devletleri korumayı yükleyen paternalist muhafazakâr
düşünce çerçevesinde sosyal uyum ve beraberliğe ilişkin daha geniş menfaatler adında
daha düşük seviyede olana karşı bir sorumluluğun varlığı kabul edilmektedir (Heywood,
2013: 220). Dolayısıyla doktrinin liberal değerleri paternalist muhafazakâr düşünce kalıbı
içerisinde savunduğu söylenebilmektedir.
Bu bölümde müdahalenin tanımı yapılarak, tarihsel süreç içerisinde kavramın
geçirdiği değişimler ele alınacaktır. Öncelikle Doğu ve Batı kültürlerinin müdahale ve
egemenlik anlayışları incelenecek, ardından egemenlik anlayışı açısından bir dönüm
noktası olarak görülen Westphalia Antlaşması’nın öncesinde ve sonrasında ünlü
düşünürlerin müdahale konusunda uluslararası hukuk sistematiğine yaptığı katkılar gözden
geçirilecektir. 20. yüzyıla gelindiğinde söz konusu kavramlardaki değişim ve dönüşüm bu
dönemde kurulan uluslararası örgütler ve uluslararası hukuk metinleri üzerinden
değerlendirilecektir. Son olarak, Koruma Sorumluluğu doktrinine giden yolda Soğuk Savaş
sonrası dönemde, egemenlik ve müdahale konusundaki alternatif arayışları incelenecektir.
6
2.1. Müdahale Nedir?
21.yüzyılın yeni müdahale konsepti Koruma Sorumluluğu, 20. yüzyılın bir
paradigması olan İnsani Müdahale kavramıyla aynı tarihsel kökene sahiptir.
Zaman
içerisinde teşkilatlı toplum yapısının ve bürokratik organlarıyla devletin ortaya çıkmasıyla
pek çok düşünür “müdahale” kavramına yönelik yeni açıklamalar getirmiştir.
Müdahale kavramının doğrudan kendisi üzerine yapılmış ve uluslararası hukuk
açısından geçerli olan net ve tek bir tanım bulunmamaktadır. Fakat kısaca, egemen bir
devletin ya da devletler topluluğunun başka bir devlete ya da devletler topluluğuna,
egemenlik alanı içerisinde farklı ölçeklerde karışması olarak tanımlanabilmektedir.
Dolayısıyla siyasi veya ekonomik yaptırımları olan bütün eylemler, askeri unsurlar
kullanılsın ya da kullanılmasın müdahale olarak nitelendirilebilmektedir. (Hancılar, 2011)
Koruma Sorumluluğu anlayışının kökenini oluşturan insani müdahale kavramının
birden fazla tanımı bulunmaktadır. En öz ifadeyle insan hakları ihlallerinin yaşanması
hâlinde egemen devletlerin ya da uluslararası örgütlerin, bu ihlalleri önlemek amacıyla izin
almaksızın başka bir egemen devlete karşı askeri kuvvet kullanmasıdır. Bu tür
müdahalenin gerçekleştirilmesindeki temel amaç, zarar gören sivillerin korunmasıdır.
İnsani müdahale, mevcut uluslararası sistemin temel kuralı olan kuvvet kullanma yasağının
bir istisnası olarak görülmektedir.(Müdüroğlu, 2007)
2.2. Bölgesel Müdahale Anlayışları
Genel olarak bakıldığında Westphalia Antlaşması’na dek müdahale, daha çok “tek
ya da çok taraflı olarak ilan edilen savaş” olarak görülmüştür. Antik Çağ’da ve İlk Çağ’da
eski
Mısırlıların,
Yunanlıların,
Türklerin,
Çinlilerin,
Makedonyalıların,
Hintlerin,
Romalıların,
Perslilerin,
Cermenlerin,
İliryalıların,
Japonların
Eski
farklılaşan
inançlardan kaynaklanan ve çevresel koşullardan etkilenen yönetim anlayışlarına sahip
olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla dünyanın hemen her bölgesinde özgün savaş ve
müdahale anlayışları ortaya çıkmıştır.
Bu bölümde Doğu ve Batı kültürlerinde müdahale anlayışı Westphalian öncesi ve
sonrası perspektiften ele alınacaktır.
7
2.2.1.Doğu kültüründe müdahale anlayışı
Doğu kültüründe savaş ve müdahale anlayışını genellikle dinsel ve ahlaksal
unsurlar belirlemiştir. Orta ve Doğu Asya’da güçlü konumda bulunan Hint ve Çin
medeniyetlerinde bu kapsamda çeşitli savaş ve müdahale anlayışları ortaya çıkmıştır. Bu
anlayışlardan üç tanesi, Budizm, Hinduizm ve Konfüçyanizm Doğu kültüründe ve yönetim
anlayışında çoğunlukla belirleyici olmuştur. Bunların dışında konjonktürel olarak da dinsel
ve ahlaksal nedenlerden soyutlanmış bir savaş ve müdahale anlayışının var olduğunu göz
ardı etmemek gerekmektedir.
Hindistan’ın doğusundaki Asya ülkelerinin devlet yönetiminde etkili bir
yönlendirici olan Budizm, bugün Nepal sınırları içerisinde olan Lumbini kentinde M.Ö.
624 yılında ortaya çıkmıştır (“History of Buddhism,” 2015).
Budizm’in ortaya koyduğu yaşam felsefesi, doğrudan ve dolaylı olarak yönetici
hanedanları da etkilemiştir. Temel olarak kişilerin kendi iç barışlarına, huzura
kavuşmalarının sağlamayı hedeflerken kendi sistematiği içerisinde bir “haklı savaş”
(dharma yuddha) kavramı ortaya koymuştur. Budist haklı savaş anlayışına göre Budist
yöneticiler ancak Budizm’e karşı savaş açanlara ve Budizm’i yok etmeye çalışanlara karşı
savaşma yetkisine sahiptirler. Bu anlayışın dışındaki her savaş türü kabul edilemezdir.
Buda’dan sonra ortaya konan bu görüşü reddeden görüşün savunucuları, haklı savaş
kavramının Buda’nın düşüncelerinden uzak olduğunu ve Buda’nın savaşta yaralananların
cennette yeniden doğacakları inancını reddettiğini, savaşları, nefretin birer yansıması
olarak gördüğünü savunmaktadırlar. Hatta hangi şartta olursa olsun Buda’nın savaşmak
isteyenleri, problemlerinin barışçıl ve uzlaşmacı yöntemlerle çözmeye davet ettiğini
savunmaktadırlar (Premasiri, 2003). Dolayısıyla Budist kültürün yaygın olduğu bölgelerde
savaşa yönelik bakış açısının tamamen negatif olduğu görülmektedir.
Doğu kültürünü etkisi altına alan bir diğer inanç ise, Hint medeniyetine ve
Hindistan bölgesinin siyasal ve sosyal yapısına doğrudan etki eden Hinduizm’dir.
Dünyanın en eski dinlerinden biri olduğu bilinen Hinduizm’in ne zaman ortaya çıktığına,
kurucusunun kim olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır (“Basics of
Hinduism,” 2015). Mistik bir inanç olarak nitelendirilen Hinduizm’de ise savaş, haklı ve
haksız savaş boyutlarıyla Hinduizm’in temel kaynakları olan Vedalar, Puranalar,
Smartisler, Mahabbarata ve Ramayana kitaplarının çeşitli bölümlerinde kendisine yer
bulmuştur. Bu kaynaklarda devletlerarası ilişkileri düzenleyen çeşitli kurallar da ortaya
8
konulmuştur. Kozmik düzende hukukun ve barışın korunması temel hedef olarak
belirlenmiştir. Bu kapsamda diplomasinin kullanılmasına öncelik veren Hint kültürü;
uzlaşma, ödül vererek sakinleştirme, örtülü tehdit ve güç kullanma gibi yöntemleri de dış
politika aracı olarak benimsemektedir. Hindu hukuk anlayışına göre Hindular savaşmaya
karar verdiklerinde, savaşacakları tarafa elçi yoluyla mektup göndererek niyetlerini ifade
etmek zorundadırlar. Bütün savaşlar ancak ilan edilerek başlatılabilmektedir ve savaş
sırasında olabildiğince insancıl davranılmalıdır (Subedi, 2003). Böylelikle Hint kültüründe
savaşın, son çare olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Savaşa girilmesi ise hâlinde
değerlerden ödün verilmeden savaşılması benimsenmiştir.
Çin medeniyetini, kültürünü ve toplumunu etkisi altına alan Konfüçyanizm bir
inançtan daha çok sosyal ve ahlaki bir sistem olarak kabul edilmektedir. (Berling, 1982).
Savaşa
müsamaha
gösterdiği
gerekçesiyle
sıklıkla
eleştirilmektedir.
Nitekim
Konfüçyanizm’in ‘Büyük Öğreti’sinin sekiz basamak olarak nitelendirilen ilkelerinin,
savaş ve kaos arasında bir kısır döngünün ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği eleştirileri,
Konfüçyanizme yöneltilen eleştirilen başında gelmektedir. Bu eleştirinin dayanak
noktalarından birisi de Konfüçyanizmin politikacılar tarafından tahrif edildiği iddiasıdır.
İstatistiksel veriler de Çin’in, Konfüçyanizm’i kabul etmesinden sonra daha çok savaştığını
göstermektedir. Buna rağmen Konfüçyanizm, bireysel çıkarlardan çok toplumsal çıkarlara
vurgu yapmakta ve bu anlamda pasifist bir görüntü vermektedir. Dünya adaletini
sağlamak, fethetmek, yok etmek gibi hedefleri bulunmamaktadır. Nitekim savunmaya
dayalı olmayan savaşı bir savaş suçu olarak kabul etmiştir. Bu tür savaşları
gerçekleştirenlere verilen ölüm cezasını dahi yetersiz bir yaptırım olarak görmüştür (Hu,
2007). Ahlak kavramına büyük bir önem atfeden Konfüçyan öğreti, Konfüçyan imparatora,
herhangi bir devlette bir kaos hâlinin ortaya çıkması durumunda, -bunun bu devletin
liderinin ahlaksızlığının doğal bir sonucu olduğu iddiasına dayanarak- “haklı savaş”
yürütme görevini vermiştir. Bu noktada Konfüçyanizm’in siyasal sorunlardan çok ahlaki
sorunlara önem verdiği sonucu çıkartılmakta ve Konfüçyan devletin diğer devletlere
müdahalesi, müdahale yapılacak devlette ahlaksızlığın baş göstermesi sebebine
dayandırılmaktadır. Öğretide, halkın, iç işlerinde kendilerini iyi idare etmeyen idarecilerini
devirerek yerine başkalarını getirme hakkı bulunmaktadır (Yao, 2011). Bu anlamda,
Konfüçyanizm’in, savaşı, bir haktan çok bir görev olarak görmesi bu öğretiyi diğerlerinden
ayırmaktadır.
9
2.2.2.Batı kültüründe müdahale anlayışı
Batı kültüründe savaş ve müdahale anlayışı, Rönesans ve Reform hareketlerine dek
dinsel unsurlar tarafından belirlenmiştir. 16.yüzyıldan sonraki dönemde ise oluşan
uluslararası
hukuk
kuralları
çerçevesinde
seküler
bir
yaklaşımın
benimsendiği
görülmektedir. Aynı dönemde yaygınlaşan ve devletler tarafından güçlü bir şekilde
desteklenmeye başlayan egemenlik anlayışı da müdahale ve savaş gibi konulara yönelik
bakış açısını değiştirmiştir.
Musevilikte, Tevrat’ın savaş konusunda koyduğu kurallar, kuramsal bir
belirleyiciliğe sahiptir. Tarih içerisinde kuramsal çerçeve yalnızca Davud ve Süleyman
döneminde uygulama alanı bulmuştur. Takip eden dönemler Musevilerin siyasal ve
toplumsal olarak istikrarsızlıklarla mücadele ettiği dönemlerdir. Bu nedenle mevcut
kurallar, 20. yüzyılda İsrail Devleti kurulana dek uygulama sahası bulamamıştır.
Musevilerin, tanrı tarafından seçilmiş olduklarına inandıkları, toplumlar arasında bir
hiyerarşi oluşturulduğunda kendilerini bu hiyerarşinin en üst kısmına koydukları
görülmektedir. Bu inanış, Musevilerin savaş anlayışlarına da etki etmiştir. Tanrının her
zaman kendilerini koruduğuna inanan Museviler, dinlerini savunma adına savaşmayı
meşru görmenin yanı sıra vaat edilmiş toprakların ele geçirilmesi için yapılan savaşları da
kutsal, haklı ve meşru görmektedirler. Kutsal Kitap’ın Tesniye ve Göç bölümlerinde,
İsrail’e düşman devletlerin İsrail’e teslim olmaları gerektiği ifade edilmektedir. Ayrıca
savaşın, Museviler dışındaki topluluklara karşı savunma amaçlı da olsa saldırı amaçlı da
olsa gerçekleştirebileceği anlaşılmaktadır (Russell, 1975). Bunun yanında Musevilik,
“komşusunda savaş olan kişinin bundan kendisini uzak tutamayacağını, insanların keyfî
olarak öldürülmemesi gerektiğini, takip edilenin takip edenden kurtarılmasını”
emretmektedir. Bu kapsamda gerçekleştirilen savaşlar, dış müdahaleler “süregelen birer
cinayet” olarak nitelendirilmektedir. Birincil öncelik her zaman savaşların ve de
müdahalelerin önlenmesidir. Bu nedenle Darfur’da yaşanan olaylar sırasında, İsrail’in en
azından ülke içinde yerinden edilmiş kişilere yardım etmesi, ölümleri engellemesi
gerektiğini savunan Musevi yazarlar olmuştur (Dorfman & Messinger, 2009). Kısacası
Musevilikteki savaş anlayışının devlet ve birey bazında ayrı ayrı değerlendirilmesi
mümkündür. Çevrede yaşanan felaketlere duyarsız kalınamayacağı, masumların eziyet
görmesinin ve haksız yere öldürülmelerinin önüne geçilmesi gerektiği savunulurken
devletin
kutsal amaçlar
bulunmamaktadır.
uğruna
savaş
açmasının
önünde
herhangi
bir
engel
10
Hristiyanlıkta savaştan ve müdahaleden, Roma’nın resmî dini olmasından önceki
dönemde teorik olarak bahsedilmiştir. Roma döneminde ve Roma sonrası dönemde ise
sıklıkla karşı karşıya kalınan savaşlar, savaş/müdahale kavramına geniş bir literatür
kazandırmıştır. Zaman içerisinde filozofların ve devlet adamlarının katkılarıyla mevcut
çerçeve daha da genişlemiştir. Erken dönemlerde savaş tamamen haksız bir fiil, askerlik
ise dine aykırı bir meslek ya da bir görev olarak görülmüştür. Roma’nın Hıristiyanlığı
kabul etmesinden sonra ise günümüzde insani müdahalelerin ve de koruma
sorumluluğunun temeli olarak görülen haklı savaş konsepti ortaya çıkmıştır (Massingham,
2009). Bu yeni anlayışla; savaşların hak mücadelesi uğruna yapılması durumunda,
askerliğin ve savaşa katılmanın dine herhangi bir aykırılık oluşturmayacağı kabul görmeye
başlamıştır (Iancu, 2014).
2.2.3.Westphalia Barışı öncesinde Batı’da haklı savaş düşüncesi
Batı’da haklı savaş düşüncesine yönelik çalışmalar, Cicero ile başlamıştır.
Westphalia Antlaşması ile devletlerin, modern ulus-devletler olarak egemen, eşit ve
seküler olmayı kabul etmesine dek bu çalışmalar devam etmiş, uluslararası hukukun
temelleri bu dönemde atılmıştır. Bu çalışmalar, bir silsile içerisinde devam etmiştir.
Cicero, müdahaleyi savaştan ibaret görmüştür. Savaş üzerine yaptığı çalışmalarda,
savaşın temel amacının, “güvenliği sağlamak ve devletin onurunu korumak” olduğunu
ifade etmiştir. Nihaî olarak ise savaşın sonunda barışın tesis edilmesi gerektiğini, tesis
edilen barışın da sürdürülebilir olmasının esas amaç olduğunu söylemiştir. Fakat
Cicero’nun Roma’nın yaptığı tüm savaşları, barış ve adalet getirdiği gerekçesiyle bu
kapsamda ele alması, ortaya koyduğu ilkelerin manipüle edilebilirliğini artırmıştır (Hoş,
2011). Cicero’ya göre yerinde bir nedene dayanmayan bütün savaşlar haksızdır. Düşmanı
cezalandırma ya da püskürtme amacı taşıyan savaşlar haksız savaş olarak görülemezler.
İdeal devletler, onurlarını koruma ve güvenliklerini sağlama amaçları olmaksızın savaş ilan
etmezler (Brown, 2008: 76-78).
Orta Çağ Hıristiyan teolojisinde ise arkasında Kilise desteği olsa bile savaşlar ve
düşmanı öldürme tanrı tarafından yasaklanmış eylemler olarak kabul görmüştür. Hatta
savaşlarda adam öldüren ve savaştan sağ kurtulan savaşçıların, savaş sonrasında kefaret
ödemeleri zorunlu kılınmıştır (Asad, 2010). Haklı savaş düşüncesine St. Augustinus,
Thomas Aquinas, Francisco de Vitoria, Hugo Grotius ve Vattel (Iancu, 2014) gibi
düşünürler tarafından hukuki bir sistematik kazandırılmıştır.
11
Cicero’nun, savaşın meşrulaştırılması amacıyla yetki ve haklı neden konusunda
yaptığı çalışmalar St. Augustinus’u etkilemiştir. St. Augustine, Batılı haklı savaş teorisinin
kurucusu olarak bilinmektedir (Mattox, 2006: 1). Jus ad bellum çerçevesinde ortaya
koyduğu haklı nedenler, bir ulusun ya da devletin bir diğerine savaş açması, yanlış
davranışlarda bulunan vatandaşlarını cezalandırmaması, müsadere ettiği (Elif Uzun,
2010)yanlışlıkla ele geçirdiği bir şeyi iade etmekten sakınmasıdır (Mattox, 2006: 46).
Bunun yanında kamu düzenini korumak için güç kullanmak da devletlerin görevleri ve
yetkileri arasında sayılmıştır (A. J. Bellamy & Williams, 2006). Böylece temel amaç
Tanrıya itaat olduğundan, savaş açan devletin haklı bir nedene dayanması gerekmektedir
(Mattox, 2006: 47-48). İyi doğalı bir insanın, toprak işgal etme gibi bir kaygısı olamaz,
akıllı insanlar ancak haklı savaş ilan ederler. Politik olarak egemen olan kişiler, Tanrı’nın
yeryüzündeki askerleridir. Dolayısıyla ancak bu kişilerin açtıkları savaşlar Tanrı’nın
isteklerini yerine getirmeye yönelik olmaktadır (Mattox, 2006: 57-58).
St. Augustine’e göre jus in bello çerçevesinde uyulması gereken ilkeler; orantılılık,
ayrımcılık ve iyi niyettir. Orantılılık ilkesi, askeri gerekliliklere uygun olarak, insani
duyguları kaybetmeden, daha fazla kan akmasını engellemeyi ve ihtiyaç duyulandan fazla
güç kullanmayı ifade etmektedir. Ayrımcılık ilkesine göre ise askerlerin ahlaki
durumlarına, muharip olmayan kişilere ve din adamlarının durumuna vurgu yapmaktadır.
Askerler, sadece devletin amaçları doğrultusunda başkalarının yaşamasına engel
olabilirler. Bunun dışındaki bütün öldürme fiilleri günahtır. Dolayısıyla muharip olmayan
kişilere ve din adamlarına da bu kapsamda iyi muamele edilmelidir. İyi niyet ilkesi
gereğince düşmana yöneltilen saldırılar kötü amaçlar içermemelidir (Mattox, 2006: 59-65).
St. Augustine’e göre; iyi niyetin ve haklı nedenin varlığının yanında Kral ancak adaleti
sağlamak ve barışı korumak amacıyla savaş açabilecektir. Dolayısıyla kralın yaptığı
savaşlar esasen bir gereklilikten kaynaklanmalıdır (Kalpokas, 2013). Kısacası St.
Augustinus, savaşı, meşruiyeti kabul edilmiş bir güç tarafından haklı nedenlere dayalı
olarak ve iyi niyetli gerçekleştirilmişse ve sonucunda barışın gerçekleşmesi hedefleniyorsa
haklı savaş olarak nitelendirmektedir. Bu kapsamda, özellikle yetki, siyasi istek ve
operasyonel kapasite gibi sorunlar ele alındığında St. Augustine’in görüşlerinin çağdaş
döneme hitap etmediği değerlendirilmektedir (Weiss, Macfarlane, & Thielking, 2004).
St. Augustinus’tan yaklaşık 900 yıl sonra, Thomas Aquinas (1225-1274), haklı
savaş üzerine yapılan bu çalışmaları devam ettirmiş, haklı savaş kavramını belirli ilkeler
bağlamında bir düzleme oturtmuştur. Bunun yanında jus ad bellum kavramı üzerinden
12
savaş sebeplerini bir sistematik içerisinde ele almıştır. Thomas Aquinas’a göre; Tanrı’nın
kanun koyduğu ve normlar oluşturduğu bu sistemde (Kalpokas, 2013) savaşlar her zaman
günah olarak görülemez.
Thomas Aquinas, savaşın haklı bir savaş olarak nitelendirilebilmesi için üç temel
ölçüte uyması gerektiğini ifade etmiştir. Buna göre savaş, doğru kişi ya da devlet
tarafından haklı bir nedene dayanılarak iyi niyetli bir şekilde açılmalıdır (ICISS, 2001b).
Dolayısıyla öncelikli olarak, savaş ilan edecek otoritenin meşruiyet konusunda herhangi bir
sorgulamaya maruz kalmaması gerekmektedir. Haklı neden ölçütü, savaşın açılmasında
adaletin sağlanması amacını çıkış noktası olarak ele almaktadır. İyi niyet ölçütü ise savaşın
ortaya çıkışını ve savaşa giden olaylardaki ana niyeti sorgulamaktadır (Williams, 2012:
44). Bunlara ek olarak, savaşa girecek kişilerin manevi motivasyonları, kimin adına savaşa
katıldıkları, savaşa katılmadaki amaçları savaşların meşruiyetini belirleyen ölçütlerdendir.
Savaşçılar, iyiliğin yayılması ve kötülüğün giderilmesi amacını taşımıyorlarsa girilen savaş
haklı bulunamaz ve de meşru olarak kabul edilemez (Elif Uzun, 2010). Aquinas, haklı
nedene dayanan savaşlara direnç gösterenlerin toplumda çekişmeleri ortaya çıkardıklarını
bu nedenle de günah işlediklerini savunmuştur (Rodin & Shue, 2008: 14-15).
Genel olarak bakıldığında Thomas Aquinas tarafından Hıristiyanlıkta meşru
görülecek bir savaş ilanı için koşulların esnetildiği anlaşılmaktadır. Fakat niyet konusunun
savaşın koşulu olarak sunulması meselenin vicdani boyutunun ön plana çıktığını da açıkça
göstermektedir (Elif Uzun, 2010).
Francisco de Vitoria (1492-1506) haklı savaş ve doğal hukuk konusunda çalışmalar
yapmıştır. Vitoria; “medeni devletlerin, yamyamlık ve insan kurban etme gibi özellikleri
olan geri kalmış devletlere müdahale etme ve Hıristiyanlığı yayma” görevinin olduğunu
ifade etmiştir (Massingham, 2009). Vitoria’ya göre savaşların hukuken haklı olması için
tek bir neden bulunmaktadır. Bu neden, yanlış eylemde bulunmaktır. Bunun yanında
toplumun esenliğini sağlamak, kayıpları tazmin etmek, saldırganı cezalandırmak savaşı
meşrulaştırıcı eylemler arasında saymıştır (O’Donnovan, 2003: 48-49).
Vitoria, önleyici nitelikteki savaşlarda gereklilik hususunun ön plana çıkması
gerektiğini savunmuştur. önleyici savaşları, doğal hukukun bir parçası olarak görmüştür.
Hükümdarlar, toplumu korumak, barışı ve güvenliği sağlamak adına gereken her şeyi
yapmakla görevlidir. Dolayısıyla gerektiğinde önleme amacıyla geniş çaplı savaş açma
hakkına sahiptirler (Kaufman, 2005).
13
Jean Bodin (1530–1596), egemenliğin tanımını yapan ilk düşünür olarak
bilinmektedir. Bodin’e göre; devletin temel olarak üç karakteristik özelliği bulunmaktadır.
Birincisi doğanın yasaları gereğince istediğini yapma yetkisine sahip olan bir yapıdır.
Doğal, insani ve ilahi olanı ve egemen için iyi olanı yapma amacına sahiptir. İkincisi, bir
aileye benzer şekilde bir lider tarafından yönetilmektedir. Üçüncüsü, egemen bir gücün
varlığına karinesini oluşturmaktadır. Bu egemenlik mutlaktır ve kalıcıdır. Egemen
yetkilerini kimseyle paylaşmak istemez ve kendi kuralları tarafından sınırlandırılamaz.
Egemen, kurallarla sınırlanamasa da kural koyma ve yasa yapma konusunda engellenemez.
Devlet olmanın ön koşulu egemen olmaktır (Minkkinen, 2007).
Bodin’in egemenlik anlayışı mutlak egemenlik anlayışıdır. Nitekim içinde
bulunduğu dönem Avrupa’nın birçok yerinde iç karışıklıkların yaşandığı bir dönemdir.
Egemenlik, devlet ve hükümet yapısından farklı bir siyasi yapıya sahiptir. Bunun yanında
Bodin, despotizmle tiranlık arasında bir ayrıma gitmiştir. Despot, gerektiğinde haklı
savaşlara girebilmekte ve düşmanlarını mağlup etmektedir. Bu yasal ve meşru kabul
edilmektedir. Fakat tiranlık hiçbir şekilde meşru değildir, doğal hukuka ve ilahi yasalara
aykırıdır. Egemen, sivil hukuka ya da pozitif hukuka değil doğal hukuka ve ilahi yasalara
tâbi olmalıdır (Nagan & Haddad, 2012).
Hugo Grotius (1583-1645), uluslararası hukukun başlangıç noktası olarak
nitelendirilen 1625 tarihli Savaş ve Barış Hukuku adlı kitabında (Muravchik, 2005) halkına
karşı saldırgan bir tutum sergileyen yönetimlere karşı direnme hakkının olamayacağını
savunmakla birlikte (Hendrickson, 2014) başka bir devlete yönelik müdahale için
putperestlik, ateistlik ve cinsel ahlaksızlık ölçütlerini haklılaştırıcı nedenler olarak
eklemiştir (Massingham, 2009).
Grotius’a göre haklı savaş için pek çok neden bulunmaktadır. Bunların başında
vatandaşların yaşamlarına ve özel mülkiyetlerine saldırı gelmektedir. Uluslararası toplum,
devlet tarafından vatandaşlara yöneltilen yanlış eylemlerin önlenmesi için müdahale etme
yetkisine sahiptir (Stevie Martin, 2011).
Grotius, çağındaki merkantilist politikaların da etkisiyle egemenliğin sadece
yurtiçindeki egemenlik olmadığını devletlerin uluslararası politikada da egemen bir
konuma hukuken sahip olduklarını ifade etmiştir. Egemenliği, kimse tarafından
kaldırılamayacak veya yok sayılamayacak bir güç olarak nitelendirmiştir. Egemenin
14
gücünü ise sivil devlete yani insanların mükemmel organizasyonuna dayandırmıştır
(Minkkinen, 2007).
Grotius, devletlerin, saldırıya uğrayan bireylerin haklarını korumak için toplumdan
yetki aldığını ifade etmektedir. Böylece bireylerin maruz kaldıkları saldırılardan korunması
için devletlerin güç kullanma da dâhil olmak üzere pek çok hakkı bulunmaktadır (Kardaş,
2001). Fakat kendi halkına karşı saldırı eylemine girişen devletler için ceza yönteminin
benimsenmesi gerektiğini savunmuştur. Bu devletlerin cezalandırılmasının doğal hukukun
bir gereği olduğunu belirtmiştir (Reed, 2013).
Grotius, tiranlığın egemen olduğu ve halka yönelik saldırıların yaşandığı komşu
devletlere müdahale edilmesini yasal kabul etmiştir. Bu durum 19. yüzyıl boyunca ve 20.
yüzyılın ilk diliminde uluslararası hukukta insani müdahalenin yasal olarak görülmesine
neden olmuştur (Glanville, 2010).
Hobbes, Bodin’in egemenlik anlayışından daha katı bir mutlak egemenlik anlayışı
benimsemiştir. Hobbes’a göre, tek bir bireyin dahi otoriteye uymaması, iç karışıklığa
sebebiyet verebilir. Bu nedenle egemen güçlü olmalı ve egemenin üstünde bir otoritenin
varlığına
olanak
tanınmamalıdır.
Devletler,
bireyleri,
kendi
kötü
doğalarından
kaynaklanacak zararlardan korumak üzere kurulmuştur (Nagan & Haddad, 2012).
Hobbes’un egemenlik anlayışını ‘doğa hâli’ kavramı belirlemiştir. Doğa hâlinde
süregelen bir korku ve ölüm tehlikesi bulunmaktadır.
Bireyler, bu durumdan
korunmalarını sağlayacak haklara ancak toplumsal sözleşme üzerinden sahip olabilirler.
Bireyler, devlet denilen devasa mekanizmaya boyun eğerek bu mekanizmaya uyacaklarını
kabul etmek zorunda kalmaktadır. Ancak devlet, toplumsal sözleşmenin bir tarafı
olmayacağı için Hobbes’un egemenlik anlayışı, egemenin topluma ve bireylere karşı bir
yükümlülük altına girmeyeceği bir egemenlik anlayışı olarak yorumlanmaktadır. Fakat
egemenin işlevini yitirmesi durumunda, siviller egemene boyun eğmeyeceğinden egemen
‘egemenliğini’ kaybedecektir. Egemenliğin yitirilmesinin önüne geçmek için egemen
sınırsız güce sahip olmak zorundadır. Halk da bu anlamda güvenliklerinin, özgürlüklerinin
ve refahlarının sağlanması adına egemene tam yetki vermelidir (Stevie Martin, 2011).
Thomas Hobbes egemen devlet yapısının önemine dikkat çekerek çağdaşı
Grotius’un yanında yer almıştır (Hendrickson, 2014). Hobbes, iç savaşlarda kimin haklı
kimin haksız kimin iyi kimin kötü olduğunun anlaşılamayacağını, herkesin doğal olarak
15
birbirinin düşmanı olduğunu, doğa kurallarının geçerli olduğu her yerde temel amacın
barışı aramak olduğunu söylemiştir. Otorite ise halkın güvenliğini ve refahını sağladığı
sürece etkilidir. Egemen gücün, ortak iyiyi koruma sorumluluğu bulunmaktadır (Orford,
2011: 111-117).
Jean Bodin ve Thomas Hobbes egemenlik ile doğal hukuk ve sivillerin korunması
arasında denge kurmaya çalışmışlarsa da Fransız Devrimi sürecinde bireyler, güvenlik
konularının ayrılmaz birer parçaları hâline gelmişlerdir (Brown, 2011).
18.yy’da Emerich de Vattel, ulusların eşit ve bağımsız olduklarını, savaşta iki
tarafın da haklı yanlarının bulunabileceğini, hangisinin haksız olduğu konusunda bazı
şüphelerin ortaya çıkabileceğini savunmuştur. Bu nedenle içerisinde savaşın gerekliliğine
ve hak unsuruna yönelik şüpheler bulunan savaşların, hukuki olarak nitelendirilmesi
mümkün değildir. Vattel’e göre; uluslar, kendi varlıklarını ve yaşam tarzlarını koruma
hakkına sahiptirler. Bu nedenle de kendi ülkeleri dışındaki ulusları, kendilerini
ilgilendirmeyen konularda, kendi kararlarına ve yaşam tarzlarına saygı göstermeye davet
etmelidirler (J. M. Welsh, 2013).
2.2.4.Westphalia Antlaşması ve yeni egemenlik anlayışı
1648 yılında Avrupa’da otuz yıl süren din savaşlarının tarafı olan devletler arasında
imzalanan Westphalia Barışı ile egemen tarafından kendi halkı üzerinde egemenliğin
kurulması ve dış müdahalelere karşı egemenlik alanındaki toprakların korunması ilkeleri
kabul edilmiştir. Böylelikle egemen bir devletin sınırları içerisinde gerçekleşen olaylara
başka bir devletin ya da başka bir devletin halkının karışması yasaklanmıştır (Cooper &
Kohler, 2009: 3). Egemenlik, Westphalia ile belirlenen sınırlar içerisinde yüzyıllar
boyunca devletler tarafından ‘öldürme yetkisi’ olarak görülmüştür (Cooper & Kohler,
2009: 16). Diplomasinin altın kuralı olarak nitelendirilmiştir (Axworthy & Rock, 2009).
Devletlerin egemenlik alanlarına müdahale bir yandan ahlak dışı görülürken diğer yandan
egemenliğe yönelik saldırılar kabul edilemez bulunmuştur (P. R. Williams, Ulbrick, &
Worboys, 2012).
Pozitif uluslararası hukuk da Westphalia çerçevesinde egemenin kendi sınırları
içerisinde istediği gibi hareket edebilmesini ve bu ilkenin diğer devletler için de kabul
edilebilir
olmasını
vurgulamıştır.
Barış
kavramı
‘savaşın
olmaması’
olarak
değerlendirilmiştir. Savaş ise anarşinin bir sonucudur (Kühn, 2012). Buna dayanılarak
16
savaşların azaltılması hedeflenmiş ve hatta bu kapsamda tiranlık yönetimlerine dahi
müsamaha gösterilmesi gerektiği öngörülmüştür. Böylelikle ahlaki sorunlara karşı
geliştirilen çağdaş doğal hukuk teorilerinin yerini korumacı bir yaklaşım gösteren yasal
pozitivizm almıştır (A. J. Bellamy, 2004). “1948 yılında İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin kabul edilmesi, uluslararası politikada, devlet egemenliğinin hâkim olduğu
300 yıllık bir dönemi sona erdirmiştir.” (Heywood, 2011: 365) 1999 yılında
gerçekleştirilen Kosova müdahalesi Westphalia sisteminden kopuş olarak nitelendirilmiştir
(Alexan, 2012). Westphalia’nın meydana getirdiği devletler arası sistemden toplulukları
merkezine alan uluslararası hukuk anlayışına ve insan hakları odaklı yaklaşıma geçişi
temsil etmektedir (Pellet, 2000). Aynı dönemde uluslararası hukukçular da Westphalia’nın
dar şekilde yorumlanması, egemenliğin devletlerin kötü davranışlarına imkân tanımaması,
devletlerin vatandaşlarına karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği yönündeki
düşünceleri uluslararası alanda zemin kazanmıştır (Brooks, 2012).
Westphalia sonrası dönemde John Locke (1632-1704), Jean-Jacques Rousseau
(1712-1778) ve John Austin’in (1790-1859) egemenlik ve müdahale anlayışı üzerine
çalışmalar yaptığı görülmektedir.
Locke’un (1632-1704) egemenlik anlayışını tıpkı Hobbes’un egemenlik anlayışını
belirlediği gibi doğa hâli kavramı belirlemiştir. Fakat Locke’un doğa hâli tanımı
Hobbes’un tanımından farklıdır. Doğa hâlini, kimsenin bir diğerinden üstün olarak
doğmadığı ve yaşam içerisinde eşit olduğu, mükemmel bir özgürlük hâli olarak
nitelendirmiştir. Bireyler, birbirlerinin haklarına karşılıklı olarak saygı duymaktadır. Bu
anlayış içerisinde sivil toplumun önemli bir yeri bulunmaktadır. Bireyler, doğa hâli
içerisinde haklarını güvence altına almak ve kendi aralarındaki sorunları gidermek için
sivil topluma ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç, onların rıza yoluyla sivil toplum içerisine
girmelerini sağlamaktadır. Devlet, bu anlamda bireylerin kendi haklarını garanti altına
almak ve korunmak adına güvenebilecekleri tek yapı olarak ortaya çıkmaktadır. Güven,
devlete, birey üzerinde yetkilerini kullanmaya imkân vermektedir. Devlet, egemenliğini
kendisine duyulan güven üzerinden inşa etmekte ve bu doğrultuda çeşitli sorumluluklara
sahip olmaktadır (Stevie Martin, 2011).
Rousseau, Hobbes ve Locke’a benzer şekilde doğa hali üzerinden egemenliği
yorumlamıştır. Rousseau’nun doğa hali anlayışı bireyler arasında eşitsizlik olduğu
görüşüne dayanmaktadır. Eşitsizlikten ötürü bireyler rekabet hâlindedir, bu da şiddeti
17
ortaya çıkarmaktadır. Bireyin sivil toplum içerisinde yer alma isteği genellikle çıkarından
kaynaklanmaktadır. Birey, sivil topluma girdikçe kendisini geliştirme imkânı elde
etmektedir. Devleti ise bireyin güvenliğiyle gücün takası olarak görmektedir. Devlet,
bireyleri toplumsal sözleşme ile koruma altına almalıdır. Toplumsal sözleşmenin
gereklerini yerine getiremeyen devlet, egemenliğini yok etmiş sayılmaktadır. Çünkü
egemenliğini toplumsal sözleşme üzerinden inşa etmiştir. Bunun yanında Rousseau’nun
egemenliği, halkın egemenliği ve devletin egemenliği olarak ikiye ayırdığı görülmektedir.
Halkın
egemenliği
sınırlandırılamamakta,
devletin
egemenliğinin
sınırlarını
belirlemektedir. Devletin temel yükümlülüğü, bireyin doğa hâlinden kaynaklanan
özgürlüklerini korumaktır. Devlet, hiçbir durumda haklı bir nedene dayanmadan kendi
vatandaşlarına zarar vermemek zorundadır. Çıkarları ise hiçbir şekilde halkın çıkarıyla
uyuşmazlık içerisinde olmamalıdır (Stevie Martin, 2011).
Westphalia sonrası dönemde John Austin’in egemenlik üzerine gerçekleştirdiği
çalışmalar dikkat çekmiştir. Austin analitik pozitivizm olarak nitelendirilen hukuk
kuramını sistematik olarak ortaya koyan ilk kişidir. Buna göre hukukun kaynağı egemenin
buyruklarıdır ve hukuk ahlaki olarak tarafsız bir şekilde ele alınmalıdır. Egemenin varlığı
için ahlaki ya da rasyonel bir gerekçe yoktur. Hukuk zorlayıcı gücünü yaptırımlardan
almaktadır (Ertuğrul Uzun, 2013). Austin, doğal hukukun yeniden tanımlanması için
pozitivist araçlar kullanarak yeni bir hukuk teorisi geliştirmiştir. Buna göre hukuk,
egemenin egemenliğini pekiştirmek için kullandığı bir yaptırım aracıdır. Üzerinde
hegemonya kurulan toplumun bireyleri doğrudan bu yaptırımların muhatabıdır. Dolayısıyla
devletler, hukukun kaynağıdır. Devletler, yapılması gerekeni yaptırmak ya da yapılmaması
gerekenin yapılmasını önlemek için güç kullanabilirler (Nagan & Haddad, 2012).
Austin’in egemenlik için olması gerektiğini belirttiği ortam, halkın büyük bir
çoğunluğunun itaat kültürüne sahip olduğu bir politik toplumdur. Buna binaen bağımsız
olarak nitelendirilebilmek için hiç kimseye ya da hiçbir gruba itaat etmemektir. Böylece
ancak toplumdaki egemen kişilerin ya da grupların bağımsızlığından söz etmek mümkün
olmaktadır. Austin de egemenin çok güçlü yetkilere sahip olması gerektiğini ifade etmiştir.
Egemen, bağımlı olmamalı, sınırsız yetkilere sahip olmalı, tek ve bölünemez olmalıdır
(Ertuğrul Uzun, 2013).
Sonuç olarak Westphalia Antlaşması, modern uluslararası hukukun ve ulusdevletler sisteminin kurucusu olarak görülmektedir. Egemenliğin tanınması, karışmamanın
18
kabulü ve uluslararası politikada dinin etkisinin azaltılması ilkeleri üzerine kurulmuştur
(Himes, 2004). Egemen ulus-devletlerin net bir şekilde tanımlanmış sınırlara ve toprak
bütünlüğüne sahip olması ilkeleri benimsenmiştir (Noesselt, 2013). Bu ilkeler belirlenirken
uluslararası sistemin yapısının anarşik olduğu düşüncesinden yola çıkılmıştır. Anarşi, inşa
edilebilen, kaçınılamayan ve belirleyici role sahip olan bir unsur olarak görülmüştür
(Toope & Brunnee, 2006). Devleti oluşturan temel unsurlar ise ülke, yetki ve nüfustur.
Koruma Sorumluluğu ise bu üç unsura yeni bir unsur daha eklemiştir. Bu dördüncü unsur
insan haklarına saygıdır (Weiss, 2004b).
2.2.5.On dokuzuncu yüzyılda uluslararası müdahale
On dokuzuncu yüzyılın başında 1815 yılında gerçekleştirilen Viyana Kongresi,
Avrupa devletleri arasında karşılıklı uyumu beraberinde getirmiştir. Kongre ile Avrupa
devletlerinin sınırları yeniden belirlenmiş, devletler uluslararası politikada anarşik bir
durumun ortaya çıkmaması adına güç dengesi oluşturmuşlardır. Sorunlu bölgelerin,
dengeyi bozma ihtimaline karşın bu bölgelere tarafsız statüsü kazandırmışlardır. Böylelikle
devletlerin egemenliğine yönelik müdahaleler siyasal olarak olabildiğince sınırlanmaya
çalışılmıştır. Doğrudan uluslararası müdahalelerin asgariye indirilmeye çalışıldığı böyle bir
ortamda diğer devletlerdeki insani krizler ilgi çekmeye başlamıştır. Bugüne kadar politik
mi insani mi olduğu tartışılagelen insani müdahaleler bu dönemin ürünüdür (Abbenhuis,
2013).
On dokuzuncu yüzyılda, uluslararası müdahaleye yeni bir boyut kazandıran insani
müdahale kavramı, İngiliz hukukçu William Edward Hall tarafından literatüre
kazandırılmıştır (Heraclides, 2012). Kavram, katliam ya da can kaybı tehlikesi altındaki
sivillere yönelik tehdit oluşturan devletlerin durdurulması amacıyla diğer devletler
tarafından gerçekleştirilen müdahaleleri ifade etmiştir (Hilpold, 2015: 65).
Bu kapsamda insani müdahalenin gerçekleştirilebilmesi için altı ölçüt genel kabul
görmüştür. Buna göre; “silahsız sivillere karşı geniş saldırıların gerçekleştirilmesi,
müdahale etmesi istenen devletin vatandaşlarının, devlete, diğer devletteki acıları
hafifletmek için müdahale edilmesi konusunda baskı yapması, barışın gerçekleştirilmesi
için geniş ölçekli askeri müdahalenin benimsenmesi ve askeri güç unsurlarının
kullanılması, müdahale öncesinde ve sonucunda insani nedenlerin öncelikli olarak göz
önünde bulundurulması, zarar gören sivillerin müdahaleden yarar sağlaması ve müdahale
eden devletin, müdahaleyi fırsat bilerek işgal yoluna gitmemesi ve müdahaleden büyük
19
çıkarlar sağlamaması” insani müdahalenin olmazsa olmaz bileşenleri olarak kabul
edilmiştir (Heraclides, 2012).
Liberal değerler bakımında bu ölçütlerin müdahale için yeterli olmasını sağlayan
yargılar bulunmaktadır. Bunlardan ilki, devletlerin, bireylerin haklarını ve çıkarlarını
korumak için kuruldukları düşüncesidir. İkincisi, tiranlık yönetimlerinin uluslararası hukuk
tarafından kendilerine tanınan korumayı kaybettikleri düşüncesidir. Devletlerin hem iç
hem de dış politikada insan haklarına saygı ilkesini benimsemeleri, benimsemedikleri
takdirde ise anarşinin ortaya çıkacağı ve bunun da bireyleri birer kurban hâline getireceği
düşünülmüştür. Dördüncü yargı ise insani müdahalenin, anarşiyi ve tiranlığı önlemesi
halinde haklılaştırılabileceğidir. Tiranlığın ve anarşinin mağdurları da insani müdahaleyi
desteklemelidir. Tüm demokratik devletler de insani müdahalenin tarafında olmalıdır
(Tesòn, 2006).
Avrupa’da ulusçu ve mezhepçi akımların yaygınlaşması ile insani müdahale
kavramının ortaya çıkışı paralellik göstermiştir. Bu doğrultuda kavramın ilk muhatabı da
birden fazla etnik ve dinsel grubun yer aldığı Osmanlı Devleti olmuştur (Hilpold, 2015:
62). İnsani amaçları ön plana çıkarılan ilk müdahalelerin, Batılılar tarafından Osmanlı
Devleti’nin topraklarına yönelik olarak gerçekleştirildiği görülmektedir. 1827-1830
yıllarında Yunanistan’a, 1860-1861 yıllarında Şam bölgesine ve 1866-1868 yıllarında
Girit’e yönelik müdahaleler, uluslararası hukuk açısından bir yapılageliş oluşturulmasının
başlangıç aşamasını oluşturmuştur (Gilligan, 2013).
Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’nın, öncesinde Yunanistan’a sonrasında ise
Girit’e müdahalesi, Osmanlı yönetiminin Yunan halkına karşı şiddet kullanmasının önüne
geçme ve Yunanistan için özerklik sağlama olmak üzere iki meşrulaştırıcı nedene
dayandırılmıştır. Fransa’nın Şam bölgesine müdahalesi ise Marunîler ile Dürziler arasında
yaşanan iç savaşın bastırılması amacına yönelik olarak gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti de
Fransa’nın müdahalesine rıza göstermiştir. Bu anlamda birçok yazar tarafından Fransa’nın
bu müdahalesi tamamen insanî amaçlı bir müdahale olarak nitelendirilmiştir (Hancılar,
2011). Bunun dışında farklı toplumlar da Osmanlı Devleti içerisinde yaşanan insanlık
krizlerine yönelik devletlerin müdahaleci bir tutum benimsemesi gerektiğini ifade etmiştir.
Buna en iyi örnek Amerikan toplumunun ABD Hükümeti nezdinde yaptığı girişimlerdir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde gayrimüslim sivillere ve Hıristiyan misyonerlere yönelik
saldırılar, Amerikan toplumunun farklı kesimlerinin, misyonerlerin korunması için
20
Anadolu’ya müdahale edilmesi gerektiği yönündeki düşüncelerini dile getirmesine neden
olmuştur (Kendrick, 2014). Bu kapsamda Osmanlı Devleti’nin, insani müdahaleye, çağdaş
anlamına yakın bir şekilde konu olan ilk devlet olduğu kabul edilmektedir. Bunun yanında
ABD’nin 1898 yılında Küba’ya yönelik müdahalesi de ABD’nin toprak işgali nedeniyle
her ne kadar tartışmalı olsa da insani müdahale kapsamında ele alınmaktadır (Heraclides,
2012).
Bir yandan insani müdahale olarak nitelendirilen uluslararası müdahaleler
gerçekleştirilirken diğer yandan da müdahalenin kuralları belirlenmeye çalışılmıştır. Bu
kapsamda Uluslararası Kızılhaç Örgütü kurulmuştur. Ertesinde 1864 yılında Cenevre
Sözleşmesi ve hemen arkasından Lahey Sözleşmesi imzalanmıştır (Halliyadde, 2015).
Uluslararası hukuk açısından incelendiğinde, önceki yüzyıllara hâkim olan doğal
hukuk görüşünün, özellikle Avrupa içerisindeki savaşlarda devletler tarafından
haklılaştırıcı olarak kullanılması nedeniyle, on dokuzuncu yüzyılda yerini yasal
pozitivizme bıraktığı görülmektedir. Devletlerin yine on dokuzuncu yüzyılda imzalanan
Westphalia Antlaşması’nda belirtildiği şekliyle egemenliğini ön planda tutan ve devletleri
uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul eden (Pourmokhtari, 2013) pozitif
uluslararası hukuk anlayışı, süregiden savaşların önlenmesi ve doğal hukuk görüşünün
sınırlarının belirlenmesi için daha fazla dikkate alınmıştır. Böylece uluslararası insancıl
müdahalelerin bir hukuk sistematiğine sahip olmasının temelleri atılmıştır (A. J. Bellamy,
2004). Günümüze dek insani müdahalelerin hukuksal boyutu üzerine geliştirilen kuramsal
ve politik yaklaşımların temelinde on dokuzuncu yüzyılda gerçekleştirilen kuramsal
tartışmalar ve müdahale pratikleri bulunmaktadır (Andreopoulos & Lantsman, 2010).
Genel olarak ele alındığında; on dokuzuncu yüzyıldaki müdahale anlayışı,
günümüzdeki Koruma Sorumluluğu anlayışına yakın bir uluslararası müdahale anlayışını
yansıtmaktadır. Öncelikle geçiş çaplı kitle kıyımlarının, uluslararası müdahaleyi
gerektirdiği kabul görmüştür. Fakat bu müdahale anlayışı tam olarak sistematik hâle
getirilememiştir. Bunun yanında insani müdahalenin başarıya ulaşmasını sağlamak için
müşterek müdahale yöntemi benimsenmiştir. Böylece insani amaçlı müdahalenin
suiistimal edilmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır (Hilpold, 2015: 102).
On dokuzuncu yüzyılda insan hakları konusunda uluslararası hukukta herhangi bir
yapılagelişin olmadığı, bunun yanında insani müdahalelerin, güçlü devletler içerisinde
önemli bir potansiyel güce sahip olmaya başlayan insan hakları lobilerinin baskılarının
21
etkisiyle gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Dönemin şartları içerisinde askeri müdahalelere
çeşitli kısıtlamaların getirilmeye çalışılsa da güç politikalarının temel belirleyici unsur
olduğu yadsınamaz bir gerçektir (Kahler, 2011). Yine de on dokuzuncu yüzyıl insan
haklarının, uluslararası hukuk ve uluslararası politika bazında ele alınmaya başladığı bir
dönüm noktası olarak kabul edilmektedir (Hilpold, 2015: 88).
2.2.6.Yirminci yüzyılda uluslararası müdahale
Yirminci yüzyıl, uluslararası müdahalenin ve egemenlik anlayışının çokça
tartışıldığı ve uluslararası hukuk metinlerinde tanımlandığı bir yüzyıl olması nedeniyle bir
dönüm noktası oluşturmaktadır. 20. yüzyılın ilk yarısında iki dünya savaşı ve anarşik
yapıdan kaynaklanan krizler sonucunda soykırım, katliam gibi insanlık dışı eylemlerden
ötürü yaşamlarını kaybedenlerin sayısı 170 milyona ulaşmıştır. Yaklaşık 20 milyon insan
ise farklı ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır (Blum, Stanton, Sagi, & Richter, 2007).
İnsanlık krizleri, siyasi ve hukuki çözüm çabalarını beraberinde getirmiştir. Bu nedenle
öncelikli olarak uluslararası örgütlerin kurulması yoluyla ve kurulan bu örgütlerin kurucu
antlaşmalarını
hukuki dayanak göstererek insan haklarının korunması
yöntemi
benimsenmiştir.
Yirminci yüzyılda uluslararası sistem içerisinde hukukun üstünlüğünü sağlamak
temel amaçlardan biri olarak görülmüştür. Bu dönemde devletlerin işbirliğini artırmaları ve
bir düzen içerisinde bir arada yaşamaları benimsenmiştir. Savaşları önlemek için çokkültürlü bir uluslararası sistematik yapı öngörülmüştür. Devletlerin davranışları
olabildiğince yasal ve pozitivist yaklaşım çerçevesinde sınırlandırılmaya çalışılmıştır
(Jubilut, 2012).
Devletlerin kuvvet kullanması sınırlandırılmaya çalışılmışsa da uluslararası insancıl
hukuk ve evrensel insan hakları konusunda yeterli hukuki adımlar atılamamıştır
(Halliyadde, 2015). Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler’in kurucu antlaşmaları, iki
örgüt arasında imzalanan Briand-Kellogg Paktı insani krizlerin önlenmesi, kuvvet
kullanılmasının sınırlandırılması çabalarını yansıtmaktadır. Westphalia anlayışının
devamlılığı söz konusu olduğundan, devletlerin egemenliği ilkesinden ödün verilmeden
insani krizlerin sonlandırılması amaçlanmıştır.
22
2.2.6.1. Milletler Cemiyeti Misakı ve Briand-Kellogg Paktı
20.yüzyılın özellikle ilk yarısı insani felaketlerin doruğa çıktığı yıllar olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte ve doğrudan savaş içerisinde yaşanan insani krizleri
ve uluslararası alanda askeri kuvvet kullanılmasına yönelik sorunları gidermek amacıyla
uluslararası sistemin aktörleri, uluslararası antlaşmalar yoluyla uluslararası örgütler
kurmuşlardır. “Milletler Cemiyeti Misakı (1919) ve Briand-Kellogg Paktı’nın (1928) yanı
sıra 1928 yılından BM Antlaşması’nın imzalandığı 1945 yılına dek geçen süre içerisinde
devletlerin uygulamaları, çeşitli istisnalar dışında devletlerin kuvvet kullanımını
yasaklayan bir örf ve adet kuralının varlığını göstermiştir” (Yapıcı, 2006).
ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın girişimleriyle ve idealizmin etkisiyle kurulan
bir uluslararası örgüt olan Milletler Cemiyeti, birçoklarına göre haklı savaş düşüncesini
canlandırmak amacıyla kurulmuştur. Bu açıdan “Milletler Cemiyeti kilisenin, genel
sekreter papanın, müşterek güvenlik anlayışı ise azizler topluluğunun” yerini alarak haklı
savaş anlayışını sekülerleştirmiştir. Bu bağlamda haksız savaşların önlenmesi ya da kontrol
altına alınması devletlerin gerçek amaçlarıdır (Inis L. Claude, 1980). Nihayetinde Milletler
Cemiyeti’nin
kurucu
antlaşması,
uluslararası
işbirliği
ile
barış
ve
güvenliği
gerçekleştirmeyi hedef edinmiştir. Her ne kadar Misak’ın görüşülmesi esnasında kuvvet
kullanımı ve savaşın yasaklanması tartışılsa da Misak savaşı tamamen yasaklamamıştır.
Savaşların önlenmesini bir hedef olarak belirlemiştir (Çağıran, 2014:53-54).
Milletler Cemiyeti Misakı, uluslararası hukukta temel olarak iki yeniliği
beraberinde getirmiştir. Birincisi, Milletler Cemiyeti Misakı çerçevesinde uyuşmazlıklarda
barışçıl çözüm yollarının benimsenmesi zorunluluğunu getirmiştir. Bu çözüm çabalarının
başarısızlıkla sonuçlanması durumunda devletlerin savaşa başvurma hakkını ifade etmiştir
(Krylov, 1995). Antlaşmada savaş tanımının yapılmamasının, kuvvet kullanılmasına ilişkin
sorunlarda muğlaklığa neden olduğu düşünülmektedir. Sorunların iyi niyet ilkesi
çerçevesinde hakemlik, mahkeme veya Milletler Cemiyeti Konseyi yoluyla çözülmesi
kuralını getirmiştir (Keskin, 2002). Böylelikle Milletler Cemiyeti sisteminde devletlerin
savaş yapmaları konusunda ancak bir sınırlandırma getirilebilmiştir. İkinci yenilik ise
Misak çerçevesinde devletlerin ilk defa savaşın hukukiliğini değerlendirme imkânına sahip
olmasıdır. Hukuka aykırı davranan devletler için böylelikle yaptırım uygulanabilmesi
imkânı ortaya çıkmıştır (Krylov, 1995). Milletler Cemiyeti, ABD gibi büyük bir devleti
sistem içerisinde tutmaması, büyük devletlere uluslararası barışı ve güvenliği koruma gibi
23
yükümlülük getirmemesi, saldırıyı kesin bir şekilde yasaklamaması, karar alma
süreçlerinin çeşitli zorluklarla karşı karşıya olması ve insan hakları, demokrasi, kalkınma
gibi konulara yönelik yeterli adımlar atmaması nedeniyle başarısız olmuştur (Sur, 2013).
Sonuçta Misak ile bir yandan siyasi olarak ele alınan uluslararası müdahale ve
savaş kavramlarına hukuki bir boyut kazandırılırken diğer yandan da tüm askeri ittifaklar
için de bir çerçeve belirlenmiştir (Kunz, 1947). Hepsinden öte çoğunlukla egemenlik
kavramının bir bileşeni olarak görülen savaş hakkının, tarihte ilk defa bir uluslararası
hukuk metniyle sınırlandırılmış olması Misak’ın uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk
açısından bir dönüm noktası olarak görülmesine neden olmaktadır (Çağıran, 2014:54).
Kuvvet kullanımına yönelik düzenleme getiren ikinci belge olan ve 27 Ağustos
1928 tarihinde ABD, Almanya, Belçika, Birleşik Krallık, Çekoslovakya, İtalya, Japonya,
Polonya ve Romanya tarafından Paris’te imzalanan Briand-Kellogg Paktı, savaşı “genel
olarak ve kesin bir şekilde” yasaklamıştır (Keskin, 2002). Paktın başlangıç bölümünde
“savaşın bir ulusal çıkarın uygulanmasını sağlayan politik bir araç olarak görülmesinden
vazgeçilmesi gerektiği” ifade edilmiştir.
Paktın tarafları öncelikli olarak uluslararası sorunların çözümünde savaşın bir
yöntem olarak kullanılmasını kınamışlardır. Nitekim Paktın ilk maddesi, “tarafların
uluslararası anlaşmazlıkların çözülmesi için savaşa başvurmasını reddetmekte ve birbiriyle
olan ilişkilerinde, savaşı, ulusal politikanın bir aracı olarak kullanmaktan vazgeçtiklerini”
ifade etmektedir. İkinci maddesi ise “tarafların niteliği ve kaynağı ne olursa olsun
anlaşmazlıkların
ve
çatışmaların
çözümünü
barışçı
yollar
dışında
bir
yolda
aramayacaklarını belirtmektedir. (Thakur, 2006: 29)
Pakt, savaşa başvurmayı, meşru müdafaa kapsamı içerisine girecek olaylar ve
Milletler Cemiyeti girişimi dışında yasaklasa da (Keskin, 2002) savaşa yönelik bir tanım
getirmemiştir. Bununla birlikte bu yasağa uymayacak devletlere yönelik bir önlemi ya da
yaptırımı konu edinmemiştir. Fakat uluslararası kamuoyunun bu devletlere yönelik bakış
açısını belirleme veya değiştirme gibi bir yaptırıma sahip olduğu düşünülmüştür (Stimson,
1932). Paktın bir diğer özelliği de, Milletler Cemiyeti Misakı gibi, savaş dışındaki kuvvet
kullanma yollarını ele almamış olmasıdır. Paktın ortaya koyduğu ilkeler, Mihver
devletlerin ortaya çıkışıyla aşınmaya uğramışsa da arka planındaki düşünce Birleşmiş
Milletler’in kurulmasına zemin hazırlamıştır (S. D. Murphy, 2013).
24
Paktın dar bir savaş anlayışına bağlı olarak savaşı yasaklaması, ulusal çıkarlardan
söz edip uluslararası boyuttaki çıkarları göz ardı ederek savaşla dış politika ilişkisini
gerektiği gibi ele almaması, meşru savunma anlayışının hukuksal boyutlarına yer
vermeden meşru savunma hakkını ortaya koyması Paktın zayıf yönleri olarak
değerlendirilmektedir. (Hekimoğlu, 2013)
Günümüzde halen geçerliliğini korumakta olan Pakt, savaşı yasaklayan bir belge
olması açısından önemli bir yere sahiptir. (Ata, 1998)
2.2.6.2. Birleşmiş Milletler Antlaşması
Milletler Cemiyeti deneyiminin başarısız olması ve bu başarısızlığın İkinci Dünya
Savaşı’na giden yolu açması nedeniyle devletler, savaş sırasında yeni bir kurumsal yapıya
ve yeni bir mevzuata sahip bir uluslararası örgüt kurulması düşüncesini ortaya
koymuşlardır. 1942 yılında bu doğrultuda başlayan girişimler 26 Haziran 1945 tarihinde
imzalanan San Francisco Antlaşması ile son bulmuştur.
Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna dek geçen dönemde bir yandan savaşların
önlenmesine yönelik devletler tarafından girişimler devam ettirilirken diğer yandan da
halklar ve bireyler sivil ve siyasi haklarını elde etmeye yönelik mücadele vermişlerdir. Bu
mücadeleler, BM’nin ve diğer uluslararası örgütlerin, 1945-1991 yılları arasında, özellikle
insan hakları alanında aktif bir çalışma yürütmesi için ilham kaynağı olmuştur. Bu
dönemde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948), Savaş Zamanında Esirlere
Yapılacak Muameleye ve Sivillerin Korunmasına İlişkin Cenevre Sözleşmeleri (1949),
İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme (1950), Soykırım
Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme (1951), Mültecilerin
Statüleriyle İlgili Sözleşme (1954), Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (1966),
Bütün Irksal Ayrımcılık Türlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme (1969),
İşkence Deklarasyonu (1975), Kadınlara Yönelik Tüm Ayrımcılık Türlerinin Ortadan
Kaldırılmasına İlişkin Sözleşme (1981), İşkencenin ve Diğer Acımasız, İnsanlık Dışı ve
Küçük Düşürücü Muamelenin ya da Cezalandırılmaların Yasaklanmasına İlişkin Sözleşme
(1984) ve Çocuk Hakları Sözleşmesi (1990) imzalanmıştır (Heywood, 2011).
1945 yılında BM’nin kurulmasıyla tarihte ilk defa çok geniş yetkilerle donatılmış
ve neredeyse tüm devletlerin ortak katılımının sağlandığı bir uluslararası örgüt uluslararası
politik arenada yerini almıştır (Sur, 2013). BM’nin kurulması, insan haklarına yönelik
25
çalışmaları hızlandırmasının yanı sıra uluslararası müdahale ve kuvvet kullanma
konusunda bir kurallar bütününün benimsenmesini sağlamıştır. Bu noktada BM
Antlaşması’nın 2/4, 2/7, 39., 42. ve 51. maddeleri bu konulara yönelik bir çerçeve ortaya
koymuştur.
BM Antlaşması’nın 2/4. maddesinde ise; “tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde
gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı,
gerek Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet
kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” (Birleşmiş
Milletler Antlaşması, 1945) denilmiştir. Bu fıkra, herhangi bir devletin ya da bir devletler
topluluğunun herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına kuvvet
kullanma yoluyla müdahale etmekten ya da kuvvet kullanma tehdidine başvurmaktan
kaçınacağını belirtmektedir. Bu noktada BM’nin amaçları vurgulanarak, aslında Örgütün
oynayacağı role dikkat çekilmek istenmiş ve ortaya bir norm koyulmuştur.
Kuvvet kullanılmasını ve kuvvet kullanma tehdidinde bulunulmasını yasaklayan
2/4. maddede “savaş” ifadesinin kullanılmaması, barış zamanı askeri zararla karşılık gibi
savaşa varmayan kuvvete dayalı önlemler dâhil her türlü ulus-ötesi silahlı çatışmaların
yasağın kapsamına girmesini sağlamak içindir (Taşdemir, 2006). 2/4. maddede kuvvet
kullanımı yasaklanmasına rağmen birçok hukukçu, Antlaşma’nın giriş bölümünde yer alan
“temel insan haklarına bağlılık” ifadesinin, bu maddeye tezat oluşturduğunu ifade etmiştir.
Baskın görüş, Antlaşma’nın hiçbir şekilde insani müdahaleyi göz önünde bulundurmadığı
yönündedir. İlkesel olarak da devletlerin, sivillerin korunmasını amaçlasa dahi kuvvet
kullanılmasını desteklemediği görülmektedir. Aynı şekilde Uluslararası Adalet Divanı da
müdahale hakkının uluslararası hukuk açısından kabul edilebilir olmadığını açıkça
belirtmiştir. Devletler de insani müdahaleleri Soğuk Savaş içerisinde istisnai durumlar
dışında benimsememiştir. 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’na dek Güvenlik Konseyi’nin,
kararlarında, insani nedenlere vurgu yapmadığı görülmektedir (Massingham, 2009).
Antlaşmanın 2/7. maddesinde “İşbu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş
Milletlere herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi
vermediği gibi üyeleri de bu türden konuları işbu Antlaşma uyarınca bir çözüme
bağlamaya zorlayamaz; ancak, bu ilke VII. Bölümde öngörülmüş olan zorlayıcı önlemlerin
uygulanmasını hiçbir biçimde engellemez.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945)
denilmiştir. Böylece Antlaşmanın herhangi bir hükmünün Birleşmiş Milletlere ya da BM
26
üyelerinden herhangi birine, herhangi bir devlete karşı, devletin egemenliği ilkesine aykırı
olarak, o devletin içişlerine müdahale yetkisi vermediği belirtilmiş fakat bu devlete karşı
zorlayıcı önlemlerin kullanılması bakımından Antlaşmanın yedinci bölümü bu duruma
istisna olarak gösterilmiştir.
Antlaşmanın yedinci bölümünde; barışın tehdit edilmesi, bozulması ve saldırı
durumunda alınacak önlemler yer almıştır. Bölümün ilk maddesi olan 39. maddede
“Güvenlik Konseyi, barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu ya da bir saldırı eylemi
olduğunu saptar ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması
için tavsiyelerde bulunur veya 41. ve 42. maddeler uyarınca hangi önlemler alınacağını
kararlaştırır.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) denilmiştir. Antlaşmanın 41.
Maddesinde ise Güvenlik Konseyi’nin kuvvet kullanma dışında alabileceği önlemler ifade
edilerek “Güvenlik Konseyi, kararlarını yürütmek için silahlı kuvvet kullanımını
içermeyen ne gibi önlemler alınması gerektiğini kararlaştırabilir ve Bileşmiş Milletler
üyelerini bu önlemleri uygulamaya çağırabilir. Bu önlemler, ekonomik ilişkilerin ve
demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim ve ulaştırma araçlarının
tümüyle ya da bir bölümüyle kesintiye uğratılmasını, diplomatik ilişkilerin kesilmesini
içerebilir.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) Bu maddeyle silahlı kuvvet kullanımını
içermeyen önlemlerin belirlenerek, bu önlemlerin alınmasının kararlaştırılması, BM
üyelerine bu önlemleri uygulama yönünde çağrıda bulunma yetkisi Güvenlik Konseyi’ne
verilmiştir.
Antlaşmanın 42. maddesi ise;
41. maddede ortaya konulan önlemlerin etkili
olmaması durumunda ortaya konulacak önlemleri açıklamaktadır. Buna göre “Güvenlik
Konseyi, 41. maddede öngörülen önlemlerin yetersiz kalacağı ya da kaldığı kanısına
varırsa, uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava,
deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunabilir. Bu
girişimler gösterileri, ablukayı ve Birleşmiş Milletler üyelerinin hava, deniz ya da kara
kuvvetlerince yapılacak başka operasyonları içerebilir.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması,
1945) Madde, Güvenlik Konseyi’ne, uluslararası barışın ve güvenliği koruması ya da
yeniden tesis etmesi için gerekli her türlü girişimde bulunma yetkisini vermiştir. Ancak
Güvenlik Konseyi’nin bu tür girişimlerde bulunabilmesi için temel koşul; 41. maddede
bahsi geçen önlemlerin yetersiz kalması ya da üyelerde bu önlemlerin yetersiz kaldığına
dair bir kanının oluşması gerekmektedir. Güvenlik Konseyi’nin 41. maddenin yetersiz
kalması ya da yetersiz kaldığına dair kanının oluşması durumunda yapacağı girişimler;
27
deniz, hava ve kara kuvvetleriyle yapılacak fiili müdahaleyi içermektedir. Bu müdahaleler,
gösterileri, ablukayı veya bu üç kuvvet üzerinden yapılacak askeri operasyonları
kapsamaktadır.
Antlaşmanın, meşru müdafaa hakkını ortaya koyan 51. maddesi ise sıklıkla dünya
gündemine gelen ve silahlı müdahalenin temelini oluşturan maddedir. “Bu Antlaşma’nın
hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması
halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli
önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına
halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen
Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’in işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve
güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an
hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması,
1945) Böylece herhangi bir üye saldırıya uğradığı takdirde, kendisine karşı girişilen silahlı
saldırıyı önlemek amacıyla, bireysel ya da diğer devletlerle müşterek olarak meşru
müdafaa hakkına sahip olmuştur.
51. maddede, bireysel ve ortak meşru müdafaa doğal bir hak olarak görülmüştür.
Herhangi bir devletin, diğer herhangi bir devlete saldırısı, uluslararası barışı ve güvenliği
tehdit eden bir olay olarak algılanmaktadır. Böylece devletler arasındaki savaşlar veya
çatışmalar, sadece ilgili devletleri değil uluslararası toplumun tüm aktörlerini etkileyen
birer olgu haline gelmiştir. Maddede saldırıya uğrayan devletlerin meşru müdafaa haklarını
kullanırken alacakları önlemleri Güvenlik Konseyi’ne ‘hemen’ bildirmeleri kural olarak
kabul edilmiştir. Bununla birlikte saldırıya uğrayan devletler tarafından alınan önlemlerin,
Güvenlik Konseyi’nin BM Antlaşmasından kaynaklanan her an hareket etme yetkisini ve
görevlerini hiçbir şekilde etkilemeyeceği de ifade edilmiştir. Güvenlik Konseyi’nin bu
yetkileri ve görevleri, bir yandan uluslararası barışın ve güvenliğin korunmasını içermekle
birlikte diğer yandan da uluslararası barışın ve güvenliğin yeniden kurulmasını da
kapsamaktadır. 51. madde, kuvvet kullanma yasağını ortaya koyan 2/7. maddede belirtilen
istisnayı oluşturmaktadır. Başta son dönemdeki Libya müdahalesi olmak üzere BM
tarafından alınan tüm askeri müdahale kararları 51. maddeye dayanılarak hazırlanmıştır.
Zaman içerisinde devletlerin insan haklarını ihlal etmeleri ve düşman tanımlarının
değişmesi maddenin yorumlanmasına dair yenilikleri beraberinde getirmiştir (Sen, 2012).
Böylece bu maddelerle Antlaşma, uluslararası hukuk için jus ad bellum oluşturmuştur (S.
D. Murphy, 2013).
28
Tartışılan bir konu olan insani müdahalenin Soğuk Savaş boyunca istisnai durumlar
dışında gündeme gelmediği görülmektedir. 20.yüzyılın ikinci yarısında insani müdahale
olmayan fakat içerisinde insani unsurlar bulunduran iki müdahale, insani müdahale olarak
nitelendirilebilecek yedi müdahale örneği bulunmaktadır. İçerisinde insani özellikler
bulunduran askeri müdahalelerden ilki, 1971 yılında Doğu ve Batı Pakistan arasındaki
savaşa ve yaşanan insanlık krizine son vermek için Hindistan’ın müdahale etmesidir.
İkincisi ise 1978 yılında Kamboçya’da yaklaşık üç milyon insanın ölümüne sebebiyet
veren Pol Pot rejimini yıkmak üzere Vietnam’ın Kamboçya’ya yönelik müdahalesidir.
İnsani müdahale olarak nitelendirilen müdahaleler ise Soğuk Savaş sonrası
dönemde gerçekleşmiştir. Bunlar 1991 Kuzey Irak, 1992 Somali, 1994 Haiti, 1994
Ruanda, 1999 Kosova, 1999 Doğu Timor ve 2000 Sierra Leone müdahaleleridir.
Müdahalenin temel aktörleri ise BM, ABD ve NATO olmuştur (Heywood, 2011: 380381).
1991 yılında BM Güvenlik Konseyi’nin 688 sayılı kararıyla Kuzey Irak’a yönelik
müdahale, insani krizden dolayı ülke içinde yerinden edilmiş Irak vatandaşlarına insani
yardım sağlamak üzere gerçekleştirilmiştir. Müdahale, Soğuk Savaş sonrası dönemde bir
devletin içişlerini ve doğrudan egemenliğini hedef alan ilk müdahale olarak görülse de
insani yardımın sağlanması bakımından başarılı bulunmaktadır. 1992 yılında Somali’ye
yönelik gerçekleştirilen askeri müdahale de ülke içerisindeki rejim değişikliğinden
kaynaklanan iç çalkantıları önlemek için BM’nin 733 ve 746 sayılı kararlarının bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır (Howorth, 2013). Fakat özellikle ABD Ordusunun aldığı kayıplar
ve gereken insani yardımın sağlanamaması nedeniyle başarısız bir müdahale olarak
değerlendirilmektedir. 1994 Haiti müdahalesi ise Haiti’de ordu güçleri tarafından
demokrasinin rafa kaldırılmasından ötürü ABD’nin BM’yi harekete geçirerek 19
müttefikiyle Haiti’ye müdahale etmesiyle ortaya çıkmıştır. Askeri müdahale sonrasında
politik inşa süreci başlatılmıştır. İnsani müdahaleden daha çok ABD’nin dış politika aracı
niteliğinde bir müdahale olmakla eleştirilmektedir (Kreps, 2007).
1994 Ruanda
müdahalesi ise Hutular ile Tutsiler arasındaki iç savaşta bir milyona yakın insanın
soykırıma uğraması ve milyonlarca insanın da ülke içinde yerinden edilmesi nedeniyle
gündeme gelmişse de Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplumun diğer aktörleri uzun
süre Ruanda’ya müdahale etmemişlerdir. Sonrasında Fransızların öncülük ettiği askeri
müdahale ise sorunu çözmeye ve can kayıplarını önlemeye yetmemiştir. NATO’nun 1999
yılında Kosova’ya yönelik müdahalesi, insani bir müdahale olmasına rağmen alan-dışılık
29
ve BMGK’nin onayını almaması nedeniyle uluslararası hukuka aykırı fakat meşru bir
müdahale olarak görülmüştür (Ata, 2009). 1999 yılında gerçekleştirilen Doğu Timor
müdahalesi, Güvenlik Konseyi’nin bölgesel örgütlere ve devletlere verdiği müdahale
yetkisine binaen gerçekleştirilmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 1264 sayılı kararıyla,
Avustralya öncülüğündeki koalisyon, referandumla Endonezya’dan bağımsızlığını kazanan
Doğu Timor’a müdahale ederek barış gücü birlikleriyle bölgede konuşlanmıştır (“UN
Approves Timor Force,” 1999). 2000 yılında Sierra Leone’ye yönelik gerçekleştirilen
müdahale ise yine BM Güvenlik Konseyi’nin onayıyla ECOWAS (Economic Community
of West African Countries) tarafından gerçekleştirilmiştir (Massingham, 2009). Ülkede
çıkan iç savaş ve ayaklanma sonucunda çatışmanın taraflarının gerçekleştirdiği katliamlar
ve tecavüz olayları insani müdahale için haklılaştırıcı sebepler olarak gösterilmiştir (Millar,
2013).
Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan bu şiddetli insani krizler, Bosna ve
Ruanda’daki müdahalesizlik özelinde BM nezdinde değerlendirmeye tutulmuştur.
Egemenlik, askeri müdahale ve insani krizler arasında mevcut dengenin insani krizlere
sebebiyet verdiğinden hareketle alternatif arayışlara gidilmiştir. Bu arayışlar, günümüzde
insani müdahalenin tartışılan formatına giden yolu açmıştır.
2.3. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Kuvvet Kullanılması Yasağına Yönelik
Alternatif Arayışlar
Soğuk Savaş’ın bitmesiyle 1990’lı yılların hemen başında ortaya çıkan insanlık
dramları, BM’yi, karışmama (non-intervention) ilkesine yönelik yeni genişletici yorumlar
getirmeye sevk etmiştir. Özellikle 1999 yılında Kosova müdahalesinin ertesinde Batılı
devletler, BM Antlaşması’nın müdahaleye ilişkin konularının gözden geçirilmesi
gerektiğini ifade etmişlerdir. Zira Kosova müdahalesinin yasal dayanaktan yoksun olduğu
bilinirken müdahale edilmemesi durumunda insani felaketin büyüme ihtimali devletleri bu
yönde bir girişime sevk etmiştir. Liberal barış düşüncesinin gerçekleşmesi, demokrasinin
sağlanması ve insan haklarının korunması için meşruiyeti bulunan yasal dayanakların
sağlanması gerektiğine dair inanç günden güne artmıştır. İnsani nedenlerin göz önünde
bulundurulduğu Kosova müdahalesi, uluslararası hukuk konusunda reformist düşünmeyen
Batılı olmayan devletlerin de “insani” unsurların göz önünde bulundurularak yeni
düzenlemeler yapılması fikrini çekinceleriyle birlikte benimsemelerine neden olmuştur.
Bununla birlikte BM Antlaşması’ndan kaynaklanan kuvvet kullanılmasına yönelik
30
sınırlamaların sadece uluslararası hukuk kurallarının meşruiyetine değil Soğuk Savaş
döneminin dengesine de bağlı olduğu görülmüştür (Chandler, 2004).
Nihayetinde yeni uluslararası sistem, “evrensel liberal demokratik değerler”
bağlamında (Lyon, 2009) BM Antlaşması’nın yeniden yorumlanmasını, kuvvet kullanımı,
insani müdahale gibi temel konuların yeniden düzenlenmesini zorunlu kılmıştır. Değişiklik
arzusu bizzat BM Genel Sekreterleri tarafından dile getirilmiştir. Böylece yeni bir konsept
için çalışmaların başlatılmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır.
Bu amaçla BM Genel Sekreteri Boutros Boutros-Ghali tarafından, yaklaşık 25
milyon ülke içinde yerinden edilmiş kişinin (Internally Displaced Person-IDP) var olduğu
bilinen 1993 yılında (A. J. Bellamy, 2008), Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişiler
Temsilcisi olarak atanan ve Sudanlı bir diplomat olan Francis Deng, insani müdahale
kavramı üzerine BM içerisinde çalışmalar yürütmüştür. Geçirgen olmayan egemenlik
kavramının yerine egemenliği bir sorumluluk olarak addeden yeni bir konsept üzerinde
çalışmıştır. Egemenliği bir sorumluluk olarak kabul eden bu yeni anlayışı oluştururken
Hugo Grotius’ un ve John Locke’ un devletle vatandaş arasındaki güvene vurgu yapan ve
bunu bir koruyucu yapıtaşı olarak gören egemenlik teorilerinden etkilenmiştir (A. Bellamy
& Williams, 2005). Deng; öncelikle “sahip oldukları farklılaştırıcı ve ötekileştirilmeye
müsait özellikleri nedeniyle toplumlar arasında ya da toplum içerisinde çatışmaya
sürüklenebilecek alanların belirlenerek ulusal ve uluslararası düzeyde sağlanacak katkılarla
Ruanda, Somali, Sierra Leone ve Sudan gibi ülkelerde ortaya çıkan insanlık dışı olayların
ekonomik, sosyal ve siyasal araçlar kullanılarak savuşturulmasını” hedeflemiştir (Gilligan,
2013). Bir diğer deyişle sorunların kökenlerinin tespit edilerek bunların çözümlerine
odaklanılmasının barışın ve güvenliğin sağlanması adına daha faydalı olduğunu
savunmuştur. Yerinden edilmiş insanların sorunlarına çözüm bulmak için de hükümetlerin
sürekli diyalog ve iletişim kanallarını açık tutması gerektiğine inanmıştır (Mooney, 2010).
Deng’in çalışmaları, uluslararası toplumun da desteğiyle konsept değişikliğinin ön
hazırlayıcısı olmuştur. Yapılan çalışmalar, önleme, harekete geçme ve yeniden inşa
boyutlarıyla ICISS tarafından ana çerçeve olarak kullanılmıştır (Gilligan, 2013).
Bu dönemde Deng’in çalışmalarına katkı sağlayacak şekilde birçok devlet adamı ve
akademisyen tarafından çeşitli çalışmalar yürütülmüştür.
1980’li yılların başında insani krizlerin yoğunlaştığı alanlara insani yardım
ulaştırılması yönünde sivil toplum kuruluşları ulusal ve uluslararası düzeyde ciddi
31
girişimlerde bulunmuşlardır. Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü,
Uluslararası Kızılhaç Komitesi, CARE (Cooperative for Assistance and Relief
Everywhere) ve OXFAM (Oxford Committee for Famine Relief) bu sivil toplum
kuruluşlarının başında gelmiştir (Ortega, 2001). Özellikle Bernard Kouchner’in ve Mario
Bettati’nin eş başkanlığını yaptığı Fransız entelektüeller, Médecins Sans Frontiéres isimli
sivil toplum kuruluşu çerçevesinde (Cristina Gabriela Badescu, 2011) müdahale hakkının
(droit d’ingérence) tanımlanmasına yönelik çalışmalarını sıklaştırmıştır (Stuenkel &
Tourinho, 2014). “Ölmelerine izin vermeyin” sloganıyla hareket eden Fransız
entelektüeller, egemenlik kavramının korunması üzerinden dayanarak sağlanarak sivillerin
katledilemeyeceğini savunmuşlardır. Şiddet uygulayan devlet izin vermese dahi devletlerin
şiddet uygulayan devletin vatandaşlarına insani yardım gönderme hakkı olduğunu dile
getirmişlerdir (Vanlandingham, 2006). Kuruluşun çalışmaları, özellikle müdahaleyi
emperyalist bir araç olarak gören güney ülkelerinde yankı yapmadıysa da dünya genelinde
insani yardım konusunda farkındalık oluşturmuştur (Domestici-Met, 2010).
1998 yılında, yaygınlaşan insani krizler nedeniyle BM Genel Sekreteri, BM
Antlaşması’na en üst düzeyden yeni bir açılım kazandırmıştır. Annan’a göre iki tür
egemenlik bulunmaktadır. BM Antlaşması devletler ya da hükümetler adına değil halklar
adına imzalanıp onaylanmıştır. Dolayısıyla Antlaşma, esasen halkın egemenliğini
korumayı ilke edinmiştir. Bu nedenle de egemenliğin, “devletler tarafından insan
haklarının ve çoğulculuğun ihlal edilebileceği, halkın katliamlara maruz bırakılabileceği”
şeklinde yorumlanması yanlıştır. Egemenlik, sadece güç olarak anlaşılmamalı aynı
zamanda egemenliğin devletlere sorumluluk yüklediği hatırlanmalıdır.(Lyon, 2009) Annan
bu görüşlerini 2000 yılında yayınladığı Milenyum Raporu’nda ve 2001 yılında Nobel Barış
Ödülü’nü aldığı sırada yaptığı konuşmada da ifade etmiştir. Devletlerin egemenliğinin
artık insan haklarının ağır ihlallerinde kalkan olarak kullanılmasının önüne geçilmesi
gerektiğini belirtmiştir. Aksi halde Bosna ve Ruanda’daki katliamların tekrar yaşanması
ihtimalinden bahsetmiştir. (Herron, 2012) Fakat aynı şekilde insani müdahaleler için de
açık ölçütlerin konulması gerektiğini, muğlak ölçütlerin suiistimal edilmeye müsait
olduğunu vurgulamıştır. (Wheeler, 2001)
Kosova krizi sırasında İngiltere Başbakanı Tony Blair, kendi halkına saldıran
diktatörlere karşı değer odaklı bir mücadele verilmesi gerektiğini söylemiştir. Blair’e göre
sivillerin güvenliğinin sağlanabilmesi için barışı ve güvenliği tesis etme amacıyla kurulan
32
barış güçleri temel öneme sahiptir. Bu nedenle ahlaki değerleri ve insani yardım ve
müdahaleleri ön plana çıkaran yaklaşımların desteklenmesi gerekmektedir. (Pugh, 2004)
ABD’de Clinton yönetimi, aynı dönemde kitle imha silahlarına ve halkına şiddet
uygulayıp otoriter eğilimlere sahip olan devletlere ve haydut devletlere karşı “durdurma”
politikasının uygulamıştır. Bu politika, Ulusal Güvenlik Stratejisi içerisine alınmıştır (A.
Bellamy & Williams, 2005). Nitekim Clinton’a göre kitlelerin etnik, dinsel ve ırksal
nedenlerle kıyıma uğraması durdurulmalıdır. Clinton’ın bu tutumu genellikle NeoWilsoncu bir asalet ödevinin parçası olarak görülmüştür. Noam Chomsky ve Tarek Ali gibi
aydınlar, Clinton’un bu söyleminin hegemonya inşası sürecinin bir parçası olduğu
gerekçesiyle müdahale karşıtı bir duruş sergileseler de bu dönemde Amerikan dış
politikasında insani müdahale ve sivillerin korunması yanlısı bir tutumunun benimsendiği
görülmektedir. (Mertus, 2001)
Kısacası “devlet dışı aktörlere sınırlı uluslararası hukuk kişiliği verilmesini ve
devletin kısmi egemenliğini” ifade eden (Engle, 2004) ve post-Westphalian dönem olarak
nitelendirilen yeni dönemde küreselleşme ve kozmopolitanizmin de etkisiyle uluslararası
müdahale konusunda esnek yorumların getirilmesi, liberal değerlerin yeniden inşa edilerek
insan haklarının devletlerin egemenliğine dair çekincelere rağmen korunması ve küresel
güçler başta olmak üzere tüm devletlerin bireylerin haklarını koruma konusunda harekete
geçmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır (MacQueen, 2011: 67-69). 2001 yılında kurulan
Müdahale ve Devlet Egemenliği Uluslararası Komisyonu (International Commission on
Intervention and State Sovereignty – ICISS) bu doğrultuda zamanın ruhuna uygun yeni bir
paradigmanın ortaya çıkması için kuramsal çalışmalar başlatmıştır.
33
3. KORUMA SORUMLULUĞU
Koruma Sorumluluğu, özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan insani krizlerin etkisiyle,
insani müdahale açısından yeni bir form oluşturmak üzere ortaya konulmuş bir kavramdır.
ICISS’in 2001 yılında kavrama ilişkin ortaya koyduğu çerçeve, uluslararası toplumun
birçok aktörü tarafından ele alınmıştır. Bu çerçeve, egemenliğin, devletler tarafından yeni
bir anlayışla tekrar ele alınmasını gerektirmiştir. Bu nedenle öncelikle ICISS’in ortaya
koyduğu ilkelere yönelik olarak devletler çeşitli tutumlar geliştirmişlerdir. Sonrasında ise
Birleşmiş Milletler, Genel Sekreter’in yoğun diplomatik faaliyetleri sonucunda kavramı
gündemine almıştır. 2005 yılında kavram, devletlerin ortak tutumuyla ve ICISS’in ortaya
koyduğu ilkelerin bir anlamda güncellenmesiyle uluslararası toplumun uyması gereken
meşru kurallar bütünü haline gelmiştir.
Bu bölümde öncelikle kavramı ortaya koyan ICISS incelenecektir. Sonrasında ise
Komisyonun, kavrama yönelik olarak geliştirdiği üç yaklaşım önleme, harekete geçme ve
inşa sorumlulukları ele alınacaktır. Ardından 2005 Dünya Zirvesi’nde alınan ilke kararlar
çerçevesinde kavramın gelişimi incelenecektir. BM’nin kavramın gelişimine yaptığı
katkılar ise BM Genel Sekreteri’nin kavrama yönelik olarak hazırladığı raporlar ve
konuşmalar üzerinden anlatılacaktır. Kavram üzerine çalışma yapan birçok akademisyenin
olumlu ve olumsuz eleştirilerine yer verilecektir. Son olarak devletlerin kavrama yönelik
tutumları, devletler, gelişmişliklerine göre kategorize edilerek değerlendirilecektir.
3.1. ICISS’in Yapısı ve Yeni Bir Yaklaşım Olarak Koruma Sorumluluğu
2000 yılında NATO’nun Kosova müdahalesinin ertesinde Kanada Hükümeti’nin
girişimiyle ve finansal desteğiyle kurulan ve “bağımsız” (ICISS, 2001a) olarak
nitelendirilen Komisyon, Avustralya Dışişleri Eski Bakanı ve Uluslararası Kriz Grubu
(International Crisis Group – ICG) Başkanı Gareth Evans ve BM Genel Sekreteri Özel
Danışmanı ve Cezayirli diplomat Muhammed Sahnoon’un eş başkanlığında toplantılar
düzenlemiştir.
Evans ve Sahnoon’un başkanlık ettiği Komisyonun diğer üyelerinin asker, hukuk,
akademi, siyaset camiasından olmasına ve farklı ülkelerin vatandaşlarından oluşmasına
önem verilmiştir (Massingham, 2009). Komisyonun diğer üyeleri insan hakları uzmanı ve
Uluslararası İnsan Hakları ve Demokratik Gelişim Merkezi başkanı Kanadalı Profesör
Gisele Cote-Harper (“Gisele Cote-Harper,” 2015), Amerikan Temsilciler Meclisi eski
34
üyesi Lee Hamilton (“Lee H. Hamilton Biography,” 2015), Kanada Kraliçe Konseyi üyesi
yazar, politikacı, Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Michael Ignatieff (“Michael
Ignatieff Profile,” 2015), Rus aktivist, SSCB Yüksek Uluslararası İlişkiler Komitesi eski
üyesi, Rusya’nın eski ABD Büyükelçisi ve aktivist Vladimir Lukin, NATO Askeri
Komitesi eski başkanı Orgeneral Klaus Naumann (“General Klaus Naumann Former
Chairman of the Military Committee,” 2002), Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı
Yardımcısı, Afrika Ulusal Kongresi eski Genel Sekreteri ve apartheid rejiminin sona
ermesine yönelik müzakerelerde öne çıkan bir isim olan Cyril Ramaphosa (“Matamela
Cyril Ramaphosa,” 2015), Filipinler tarihindeki en etkili kişiler arasında sayılan eski
Devlet Başkanı General Fidel Ramos (Britannica, 2014), Uluslararası Kızılhaç Komitesi
eski Başkanı ve Karl Popper Foundation Başkanı İtalyan Profesör Cornelio Sommaruga
(“Dr. Cornelio Sommaruga,” 2015), Guatemala Dışişleri eski Bakanı Eduardo Stein
(“Eduardo Stein - Biographical Information,” 2014) ve United Nations University Rektör
Yardımcısı ve Avustralya Devlet Üniversitesi öğretim üyesi Hindistanlı siyaset bilimci
Profesör Ramesh Thakur (“Ramesh Thakur,” 2014)’dur. (ICISS, 2001a)
Beş defa toplanan ve ulusal ve bölgesel yuvarlak masa toplantıları gerçekleştiren
Komisyona Princeton Üniversitesi Ralph Bunche Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü
Direktörü Thomas Weiss (“Thomas G. Weiss,” 2015) ve Zimbabveli hukukçu ve gazeteci
Dr. Stanlake Samkange (“Stanlake Samkange: On Trial for My Country,” 2014) tarafından
öncülük edilen bir uluslararası araştırma ekibi destek olmuştur (Massingham, 2009).
Koruma Sorumluluğu’na neden ihtiyaç duyulduğunun sorgulanması gerekmektedir.
Soğuk Savaş boyunca BMGK, daimi üyelerin veto hakkı nedeniyle birçok kez insani
müdahale gerçekleştirememiştir. Örneğin 1970 yılında Burundi, Nepal, Sierra Leone,
Suriye ve Zambiya’nın Güney Rodezya’ya (UNSC Resolution S/9696, 1970); 1975 yılında
Guyana, Irak, Moritanya, Kamerun ve Tanzanya’nın Namibya’ya (UNSC Resolution
S/11713, 1975) müdahale edilmesi yönündeki talepleri BMGK tarafından reddedilmiştir.
Bu dönemde Konsey’in onayı olmaksızın müdahale yapılması gerektiğini düşünen çevreler
olsa da bu, uluslararası hukuk çerçevesinde mümkün olmamıştır. Soğuk Savaş’ın bitişiyle
birlikte insani müdahaleler için ümitler artsa da BMGK, Soğuk Savaş sürecindeki
yapısından kurtulamadığı için bu konuda herhangi bir değişim yaşanmamıştır. Bu durum
da mevcut sistemde alternatif arayışlara neden olmuştur (S. D. Murphy, 2013).
35
Alternatif arayışlara ilk olarak Kanada Hükümeti tarafından öncülük edilen ICISS
tarafından normatif bir çerçeve kazandırılmıştır. Komisyon’un ortaya attığı Koruma
Sorumluluğu doktriniyle uluslararası toplum tarafından egemen devletlere halklarını insani
felaketlere karşı koruma sorumluluğu yüklenmiştir.
Doktrin, önleme sorumluluğu,
harekete geçme sorumluluğu ve inşa sorumluluğu olmak üzere üç sütuna dayandırılmıştır.
3.2. Önleme Sorumluluğu
ICISS, koruma sorumluluğunun üç aşamasında biri olan “önleme sorumluluğunun”
müdahaleden daha çok kabul gören ve daha önemli bir sorumluluk olduğunu ifade etmiştir.
İnsan kaynaklı felaketlerin ya da ölümcül çatışmaların önlenmesi görevi; öncelikli
olarak, “kurumlarıyla ve halkıyla egemen devletlere” verilmiştir. Önleyicilik açısından
bazı normlar ve kavramlar hayati öneme sahiptir. Bunlar; hesap verilebilirlik, iyi
yönetişim, insan haklarının korunması, sosyal ve ekonomik kalkınmanın sağlanması,
kaynakların adil dağıtılması olarak sıralanmıştır (ICISS, 2001a). Bu kavramlar, raporda,
uluslararası boyutları olan çatışmaların önlenmesi konusuna destekleyici yönde etkisi olan
kavramlar olarak görülmüştür. Bu kavramların birer ilke olarak devlet yönetiminde esas
alınması cezai müeyyidelerin uygulanmasının önüne geçecek bir gelişme olarak
görülmüştür. Önleyici sorumlulukta ana hedef; çatışmaları azaltmak ve hatta yok etmek
olarak belirlenmiştir (ICISS, 2001a). Önleyici tedbirlere yönelik çeşitli çalışmalar
gerçekleştirilmiştir. BM, bu doğrultuda, 2000 yılında bir dizi karar almış ve etkinliğini
artırma sözü vermiştir. Bunun yanı sıra Barış Operasyonları Paneli raporunu, 2001 yılında
Genel Sekreterin öncülüğünde Silahlı Çatışmaların Önlenmesi raporunu yayınlamıştır.
BM’nin bu yöndeki faaliyetleri Afrika Birliği ve OSCE (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği
Teşkilatı / Organization for Security and Co-operation in Europe) gibi diğer örgütler
tarafından da desteklenmiştir.
Raporda çatışmaların önlenmesi için kullanılacak yöntemlerin etkinlik kazanması;
erken uyarı sisteminin oluşturulması, önleyici siyasi tedbirlerin hayata geçirilmesi ve siyasi
isteğin elde edilmesi olmak üzere üç temel şarta bağlanmıştır. Komisyon, öngörmenin ve
erken analizin önemli olduğunu fakat başta modelleme olmak üzere öngörü sağlamaya
yönelik yöntemler konusunda yapısal eksiklikler olduğunu ifade etmiştir. Bu eksikliklerin
başında da koordinasyonsuzluk gelmektedir. Elçilikler, istihbarat örgütleri, sivil toplum
kuruluşları, ICG (International Crisis Group / Uluslararası Kriz Grubu), AI (Uluslararası
Af Örgütü / Amnesty International) , HRW (İnsan Hakları İzleme Örgütü / Human Rights
36
Watch), FIDH (Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu / The International Federation for
Human Rights) gibi insan hakları örgütleri, barış güçleri, dini gruplar, akil insanlar ve
medya ortak bir tutum belirleyememektedir. Aynı şekilde çözüme katkı sağlaması
beklenen kuruluşlar, ihtiyaç duydukları uzman kişileri yeterince istihdam edememektedir.
(ICISS, 2001a)
Raporda BM’nin, BM Antlaşmasının 99. Maddesinin gerekleri doğrultusunda erken
uyarı mekanizmasını oluşturma konusunda başarıya ulaşamadığı belirtilmişse de
başarısızlığın nedenlerine yönelik bir açıklama yapılmamış, yakın bir gelecekte de bu
konuda başarı beklenemeyeceği ifade edilmiştir. Önleyici stratejilerin uygulanması bir
gerekliliktir ve bunun için de çatışmaların kökenine inilmesi gerekmektedir. Genel olarak,
çatışmaların kökenlerinde yoksulluk, siyasi baskı ve kaynakların eşit dağılmaması
sorunları bulunmaktadır. Erken uyarı mekanizması oluşturulması aşamasında, veriler
kullanılırken kültürel farklılıklara dikkat edilmesi, veriler yorumlanırken de hassas
ölçütlerin kullanılması temel esaslar olarak kabul edilmiştir (ICISS, 2001a).
Sorunların çok-boyutlu olmasına paralel olarak, getirilecek tedbirlerin de çokboyutlu olması gerekmektedir. Tedbirler, diplomatik ve siyasi, ekonomik, hukuki ve askeri
boyutta ele alınmalıdır. Diplomatik ve siyasi tedbirler, BM Genel Sekreteri’nin
yönlendirmesiyle gerçekleştirilecek pozitif ve negatif tedbirleri kapsamaktadır. Ekonomik
tedbirin da negatif ve pozitif boyutları bulunmaktadır. Negatif ekonomik tedbir yaptırımı,
pozitif ekonomik tedbir ise yatırımı ifade etmektedir. Hukuki tedbir, uzlaşma,
arabuluculuk, gözlemcilerin görevlendirilmesi gibi yöntemleri içermektedir. Uluslararası
hukuki yaptırımlar konusunda Yugoslavya, Ruanda, Sierra Leone Mahkemeleri, ICISS
tarafından önleyici birer ‘hatıra’ olarak anılmıştır. Askeri boyut ise tıpkı Makedonya’da
UNPREDEP’in (United Nations Preventive Deployment Force) konuşlandırılmasında
olduğu gibi önleyici amaçlı asker konuşlandırılmasını içermektedir. Komisyon, tedbirlerin
yaratacağı muhtemel olumsuz algıların; büyük devletlerin hassasiyeti, doğru zamanlaması
ve tehdit algılayan devletlerin işbirliği yapmasıyla yok edilebileceğini ifade etmiştir. Bir
diğer endişe ise çatışmaların, önleyici tedbirler yoluyla hız ve meşruiyet kazanmasına
yöneliktir. Komisyon, kişiler ve gruplarla, devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne
saygı çerçevesinde kalarak kurulacak irtibat sayesinde bunun da önleneceğini ifade
etmiştir. Uygulanacak tedbirlerin belirli bir program dâhilinde yapılması önemli bir
gerekliliktir. Bu noktada BM organlarının ve Genel Sekreter’in çabalarıyla ulusal, bölgesel
ve uluslararası bazda planlamaların yapılması faydalı olacaktır. Bu çabalarla ilgili Genel
37
Sekreter’e, üyeler tarafından sunulacak raporlar, bilginin pratiğe dönüşmesine ve etkin bir
çözüme olanak sağlayacaktır. Kolektif bir anlayışla Dünya Bankası’nın ve IMF’nin
önleyici çabalara etkin katılımı çatışmaların önlenmesi adına önemli bir yere sahip
olacaktır (ICISS, 2001a).
Fakat önleyici sorumluluğun uygulanması ile her zaman başarı sağlanamamaktadır.
Bu tür durumlar, insani amaçlı müdahaleyi kaçınılmaz hâle getirmektedir. Dolayısıyla
ICISS, önleyici çabaların başarısız olması durumunda askeri güç kullanımını meşru ve
koruma sorumluluğunun bir parçası olarak görmektedir. Komisyon, bu nedenle müdahale
konusunda da düzenlemeler getirmeyi bir zorunluluk olarak ele almıştır. Müdahale konusu,
‘Harekete Geçme Sorumluluğu’ başlığı altında ele alınmıştır.
Çizelge 1. Yapısal ve Doğrudan Önleme Seçenekleri (ICISS, 2001b)
Rızaya Dayalı Önleme
Zorlayıcı Önleme
Yoksulluğun Ortadan Kaldırılması
“Sorunun
Kökenine” Ekonomik Büyüme ve Yatırım
Yönelik Yapısal Önleyicilik
Demokratik Gelişim
Eğitim ve Kapasite İnşası
Kolluk reformu
Doğrudan Önleyicilik
Diyalog ve Özel Elçi
Diplomatik Yaptırım
Ekonomik teşvikler
Ekonomik Yaptırım
Arabuluculuk ve Hakemlik
Savaş Suçları Mahkemeleri
Önleyici Konuşlanma
Silah Ambargosu
Güç Kullanma Tehdidi
3.3. Harekete Geçme Sorumluluğu
ICISS, önleyici tedbirleri etraflıca açıkladıktan sonra, önleyici tedbirlerin yetersiz
kalması durumunda ne gibi tedbirlere başvurulacağını da yöntemleriyle birlikte
38
açıklamıştır.
“Müdahale
tedbirleri” adı
verilen bu tedbirler,
“harekete geçme
sorumluluğunun” birer parçaları olarak kabul edilmiştir.
Komisyon, müdahale tedbirlerinin alınması konusunda “geniş devletler topluluğu”
olarak nitelendirdiği fakat kimlerden oluştuğu konusunda muğlaklığı gidermediği
devletlere sorumluluk yüklemiştir. Bu tedbirler; siyasi, ekonomik ve hukuki tedbirlerin
yanı sıra –sadece olağanüstü durumlarda-
askerî bir
harekâtı da bünyesinde
bulundurmaktadır (ICISS, 2001a). Bir diğer deyişle harekete geçme sorumluluğu, askeri
müdahaleden ibaret değildir ve aşamalı olarak uygulanması gereken tedbirleri
içermektedir. Çeşitli düzeylere ayrılan tedbirlerin caydırıcılık sırasına göre düşük
düzeyliden
başlanarak
Komisyon’un,
önleyici
uygulanması
ilke
olarak
tedbirlerin
yetersiz
benimsenmiştir.
kalmasındaki
Bu
ölçütleri
konularda
izah
etmesi
gerekmektedir. Aynı şekilde ‘geniş devletler topluluğu’ olarak ifade edilen devletler
topluluğunun, BM Güvenlik Konseyi üyesi olmayan ülkelerden müteşekkil olması
durumunda hukukiliğin ve meşruiyetin nasıl ele alınacağı ifade edilmemiştir. Bir diğer
yandan da bu tanımın BM’nin devre dışı bırakılmasına neden olacak bir tanım olduğu da
söylenebilir. Bunun yanında düşük düzeyli tedbirlerin, insanlığa karşı suç gibi suçları
işleyen tarafa zaman kazandıracağından söz etmek de mümkündür.
Askeri müdahaleler, harekete geçme sorumluluğunun bir parçası olarak ele
alınmaktadır. Koruma sorumluluğu kapsamında bir devlete müdahale edilebilmesi için
“devletlerin kendi vatandaşlarını korumaması ya da apaçık bir şekilde korumaktan aciz
olması” gerekmektedir. Önleyici tüm çabaların ve ekonomik ve siyasi yaptırımların ve
önlemlerin
başarısızlığa
uğraması
sonucunda
gerçekleştirilmesi
öngörülmektedir.
Dolayısıyla insani müdahale olarak nitelendirilen müdahale türü de harekete geçme
sorumluluğunun kapsamı içerisindedir (Pattison, 2010: 13,251). Komisyon’a göre; askeri
müdahalenin gerçekleştirilebilmesi için oluşması gereken şartlar konusunda eşik yüksek
tutulmalı ve tüm aşamalar teker teker geçilmelidir. Böylece müdahalenin saldırgan değil
aksine savunmacı ya da işleyen ve kabul edilebilir bir pratik olmasının önü açılacaktır
(ICISS, 2001a). Fakat aşamalar konusunda net bir tanım getirilmemiştir. Yalnızca askeri
olmayan yöntemlerin başarısız olması ve daha sonra uygulanacak yöntemlerin bir yarar
sağlamayacağı
kanaati
oluştuğunda
askeri
müdahalenin
gerçekleştirilebileceği
savunulmaktadır. Bu müdahale de süre, yoğunluk ve ölçek bakımından sadece insani
ihtiyaçları karşılamaya yönelik olmak zorundadır (Thakur, 2002b).
39
Koruma sorumluluğunun pratiğe dönüştürülmesi çalışmalarında üç temel engel
ortaya çıkmaktadır. Birincisi; beş daimi üye, kendilerini müdahaleye zorlayabilecek ya da
veto haklarını kullanmalarına engel olabilecek ilkelere direnç göstermektedir. İkincisi,
gelişmekte
olan
ülkeler,
Batı-tipi
emperyalizmin,
müdahaleler
yoluyla
tekrar
yayılmasından çekinmektedir. Üçüncüsü, koruma sorumluluğunun Irak Savaşındaki
meşrulaştırıcı rolüne dikkat çeken Batılı olmayan ülkeler, BM Antlaşmasında ifadesini
bulan kuvvet kullanma yasağını ihlal edebileceği gerekçesiyle doktrine şüpheyle
yaklaşmaktadırlar. Kavram, doğası gereği, “sert güç” kullanımına eğilimli olmadığından
uygulama aşamasında bazı sorunlar ortaya çıkmaktadır. Buna paralel olarak, günümüzdeki
örneklerinde de görülebileceği gibi kimi devletler ya da devletler grubu önleyici tedbirlerin
uygulanmasına karşı bir direnç göstermektedir (J. Welsh, 2009).
Komisyon, önleyici tedbirlerin başarısız ya da yetersiz olmasının, doğrudan askeri
müdahaleyi gerektirmediğini savunmuştur. Nitekim olabildiğince politik, ekonomik ve
askeri yaptırımları kapsayan, askeri müdahale yönünden eksik olan caydırıcı tedbirlerin
alınması
gerekmektedir.
Yaptırımlar,
otoriter
devletlerin
nepotist
yapısı
da
düşünüldüğünde devlet yetkililerinin ikna edilmesi amacını taşımaktadır. Askeri olmayan
tedbirlerde sivillerin zarar görmemesi için özen gösterilmelidir. Zira geçmişte uygulanan
ekonomik tedbirler halklara zarar vermiştir ve zamanla yaptırımların istismarı söz konusu
olmaktadır. Irak, Sierra Leone, Yugoslavya ve Darfur’da merkezi hükümetlere yönelik
siyasi tavrı gösteren yaptırımlar, sivil halkın zarar görmesini ve bu ülkelerin de
istikrarsızlık içerisine girmesine neden olmuştur. İnsani krizlerin ortadan kalkması için
belirlenen yaptırımlar, sivillerin günlük hayatlarını etkilemekte, hayat pahalılığı, işsizlik
gibi sorunlardan kaynaklanan daha büyük çaplı istikrarsızlıkları beraberinde getirmektedir.
(Heine-Ellison, 2001)
Yaptırımların temel olarak, askeri, ekonomik ve politik/diplomatik olmak üzere üç
alanda çeşitli hedefleri bulunmaktadır. Askeri alandaki hedefleri; silah ambargosunun
uygulanması ve askeri işbirliğinin ve eğitim programlarının sonlandırılmasıdır. Ekonomi
alanındaki hedefleri ise; ülkenin dış varlıklarını ya da terör örgütü liderlerinin dışarıdaki
mallarını hedef alan finansal yaptırımları, gelir getiren faaliyetlere yönelik kısıtlamaları,
sivillere ve yerel ekonomiye etki etme ihtimali bulunmasına rağmen petrol ürünlerine
erişim noktasında getirilecek sınırlamaları ve havacılık yasaklamalarını içermektedir.
Politika ve diplomasi alanındaki hedefler; sınır dışı etmeyi de kapsayan bir şekilde
diplomatik temsil konusunda sınırlamaları, bireysel ve ailevî seyahat sınırlamalarını,
40
üyeliğin askıya alınmasını, uluslararası ve bölgesel örgütlerden çıkarılmayı, bu örgütlerden
gelen teknik ve malî yardımın kesilmesini, üye olmak istediği örgüt tarafından
reddedilmeyi kapsamaktadır. Tüm bu yaptırım çeşitlerinin başlangıç noktası “müdahale
etmeme” ilkesidir (ICISS, 2001a). Bu noktada Komisyon’un, BM Antlaşması’nda ortaya
konan ilkelerin başında gelen kuvvet kullanmama ilkesini ihlal etmeme yönünde ısrarcı bir
görüntü verme isteği bulunmaktadır. Müdahale etmeme ilkesi, Komisyon tarafından
“kültürleri ve halkları koruyan, toplumların dini, etnik ve medeniyet farklılıklarını koruma
altına alan bir olgu” olarak kabul edilmiştir. Öncelikli hedef zarar vermemektir. Fakat
olağanüstü durumlarda, bu kuralların istisnaî hâle gelmesi istenmektedir. Söz konusu
olayların insanlığın vicdanını şok etmesi ve uluslararası güvenliğe tehdit oluşturması
gerekmektedir. Askeri müdahaleleri gerçekleştirilmesi için de geniş uzlaşmayla bir görev
tanımı oluşturulmalı ve belirli ölçütler ortaya konulmalıdır. Komisyon, ölçütler konusunda
tam bir uzlaşı sağlanamayacağını kabul etse de “söylemle eylem/gerçeklik arasındaki
boşluğu doldurmak” istemiştir (Massingham, 2009). Komisyon bu ölçütleri altı başlık
altında toplamıştır. Bunlar; “doğru otorite, haklı sebep, iyi niyet, son çare, orantılı araçlar,
makul beklentiler” olarak belirlenmiştir. Askeri müdahalenin meşrulaştırılabilmesi için
spesifik olarak şu olayları içermesi gerekmektedir:
“-
1948 Cenevre Sözleşmesinde belirtilen geniş ölçekli kitle ölümleri ya da buna yönelik bir
tehdidin ortaya çıkması
-
Devletin fiili müdahalesini içersin ya da içermesin, soykırım niyetiyle ya da bu niyet
olmaksızın gerçekleştirilen kitle kıyımları ya da buna yönelik bir tehdidin ortaya çıkması
-
Bir grubun üyelerini sistematik olarak yok etmeye, belirli bir bölgedeki varlıklarını yok
etmeye, belirli bir coğrafi alanda belirli bir grubun sistematik bir şekilde fiziksel olarak ortadan
kaldırılmasına, insanları kaçmaya zorlamaya yönelik terör faaliyetleri, belirli bir grubun kadınlarına siyasi
amaçlarla tecavüz edilmesi gibi etnik temizlik olayları
-
Cenevre Sözleşmesinde ve Ek Protokollerinde belirtildiği şekliyle işlenen insanlığa karşı
suçlar ve savaş hukuku ihlalleri, geniş kitle kıyımları ya da etnik temizlikler
-
Devletin çökmesi, kitlesel açlıkların ortaya çıkması ya da iç savaş hali
-
Doğal ve çevresel felaketlerin ortaya çıkması, devletin bunlarla baş edememesi ya da baş
etmek istememesi, ileri derecede can kayıpları ya da can kayıplarının oluşmasına yönelik tehditlerin varlığı.”
(ICISS, 2001a)
Tüm bu ifadelere rağmen Komisyon, doğrudan bir suç tanımı yapılmasına karşı
çıkmıştır. Zira Komisyon, önleyici tedbirlerin öncelenmesini hedeflemektedir. Komisyon,
41
bunlara ek olarak, demokratik hükümetlerin askeri yöntemlerle devrilmesi durumunda,
askeri destek istendiği takdirde BM Antlaşması’nın 51. maddesi kapsamında bir
uluslararası müdahalenin gerçekleştirilebileceğini kabul etmiştir. Fakat yine de bunun
geniş ölçekli kitle kıyımı ya da bu nitelikte bir kıyımın gerçekleşmesi tehdidinin ortaya
çıkması ile sınırlandırılmasını savunmuştur. Müdahalenin gerçekleştirilmesi konusunda bir
uzlaşmanın sağlanması durumunda, ölçütlere uyulup uyulmadığının kapsamlı bir şekilde
araştırılması gerekmektedir. Bu noktada da dışarıdan gelen bilgilerin doğruluğunun
incelenmesi önem arz etmektedir. (ICISS, 2001a)
Koruma sorumluluğu kapsamında askeri müdahalenin yapılması için gerekli olan
şartların oluşması durumunda devletler, çoğunlukla BM Güvenlik Konseyinden onay
alarak müdahaleye girişebilmektedir. Teoride Güvenlik Konseyi’nin müdahale izni ya da
müdahale kararı vermesi gerekirken, uygulamada geçmişte birtakım farklılıklar görülmüş,
askeri müdahalenin gerçekleştirilmesi sonrasında, müdahale kararı alınması için Güvenlik
Konseyi’ne sonradan başvuru yapıldığı da olmuştur. Güvenlik Konseyinden müdahale
kararı çıkması aşamasında, özellikle 1999 yılındaki Yugoslavya müdahalesinden bu yana
veto hakkından kaynaklanan çeşitli sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunları gidermek
adına askeri müdahale konusunda çeşitli modellemeler yapılmıştır. Bu modellemeler
genellikle zora dayalı ve rızaya dayalı modeller olarak iki kısma ayrılmaktadır. Rızaya
dayandırılan modeller; özgür bir şekilde rıza gösterilen ve rıza göstermeye zorlanılan
modeller olarak iki alt gruba ayrılmaktadır. Özgür bir şekilde rıza gösterilen modellerde,
kriz yaşanan bölgelerde hükümetin ve/veya silahlı grupların kendiliğinden rıza göstermesi
beklenirken; tarafların rıza göstermeye zorlandığı modellerde hükümetin ve/veya silahlı
grupların ödül ya da caydırıcı tedbirlerle cezalandırılma tehdidi yöntemiyle askeri
müdahaleye rıza göstermesi beklenmektedir. Zora dayandırılan modellemeler ise rızanın
oluşmadığı durumlarda BM’nin ele alacağı süreçlere dayandırılmıştır. BM Antlaşmasının
yedinci maddesine uygun olarak yürütülen bu süreçlerin oluşturduğu modellemede;
Güvenlik Konseyi’nin yetkisi, küresel bir jüri olarak Güvenlik Konseyi, Genel Kurul’un
yetkisi, bölgesel düzenlemeler ve gönüllüler koalisyonu zora dayandırılan modellemelerin
temel parçaları olarak gösterilmektedir (Wheeler, 2008).
Bir bütün olarak müdahale konusu incelendiğinde, uluslararası müdahalenin
önleyici sorumluluk ve inşa sorumluluğu ele alınmaksızın gerçekleştirilmesi durumunda
müdahale edenin etkisini kıracağı değerlendirilmektedir (Pattison, 2010: 80). Bunun
yanında iç çatışmaların ve insani krizlerin çözümü için yapılacak işbirliğinin, küreselleşen
42
dünyada bütün ülkelerin çıkarına olacağı kabul edilmiştir. İşbirliğinin sağlanamadığı
durumlarda askeri müdahalenin ölçeği, süresi ve yoğunluğu insani amaçlara uygun
olmalıdır. Müdahalenin, ülkenin siyasal sistemine vereceği zarar minimize edilmeli,
hedefler konusunda bir sıralama yapılmalıdır. Müdahale sırasında insancıl hukuk
kurallarının gözetilmesi, bu alanda yeni standartların kazandırılmasını sağlayacaktır.
Komisyon, tartışma getirecek bir şekilde askeri müdahalenin, amacına ulaşma şansı
yüksekse hukukî sayılacağını, buna paralel olarak Güvenlik Konseyi’nin beş daimi
üyesinden herhangi birine yapılacak müdahalenin de hukuksuz sayılabileceğini ifade
etmiştir. Bu kural, diğer büyük güçlere yapılacak saldırılar için de geçerli olacaktır. Büyük
güçlere karşı müdahale yerine çeşitli baskı yöntemlerinin uygulanması daha kabul
edilebilirdir (ICISS, 2001a).
Komisyon, harekete geçme sorumluluğuna dair, her ne kadar detaylı açıklamalar
yapsa da akıllarda bazı soru işaretleri kalmaktadır. Yaptırımlar konusunda, devlete yönelik
yaptırımların başlangıçta doğrudan şahıslara uygulanması ya da sorumlu şahıslara yönelik
tedbir alınması, sorunların çözümünü kolaylaştırabilir. Zira yaptırımlardan, tıpkı devletçi
ekonominin uygulanması sırasında burjuvanın daha da zenginleşmesi gibi, bürokratik ve
oligarşik yapıların kâr sağlaması muhtemel bir tehdit olarak göze çarpmaktadır. Aynı
şekilde plütokratik ve otokratik yapıların kişisel yaptırımlardan etkilenmeyeceği de
savunulabilmektedir. Yaptırımların devletlerce uygulandığı varsayılsa bile başta askeri
savunma sanayi olmak üzere çok-uluslu karmaşık ticari ve endüstriyel yapıların
faaliyetlerinin engellenmesi zor görünmektedir. Bu nedenle yaptırımı delen şirketlere etkin
önlemler uygulanması çözümün sağlanmasında etkili olabilecektir. Yaptırım konusunda,
idealist
politikaların
realist
politikalara
mahkûm
edilmesi
kuvvetle
muhtemel
görülmektedir. Nitekim petrol ihraç eden ülkelere yaptırım uygulanması pek tercih
edilebilir bir seçenek olmazken, kolektif uzlaşmanın sağlanarak bu ülkelere yönelik kuvvet
kullanımının gerçekleştirilmesi daha kolay benimsenebilen bir politikadır. Politika ve
diplomasi alanında uygulanacak
yaptırımlar
konusunda da,
kendisine
yaptırım
uygulanacak ülkenin her anlamda kapalı bir devlete sahip olması durumunda yaptırımların
etkisini sorgulanır hâle getirmektedir.
Raporun müdahaleye ilişkin bölümleri de çeşitli soru işaretlerinin ortaya çıkmasına
neden olmaktadır. Kriterlerin sağlanması konusunda, siyasi krize ilişkin bilgilerin yanlış
olması durumunda ve bu bilgiye binaen yapılacak müdahalelerin ortaya çıkaracağı
maliyetten ve sorumluların yükümlülüklerinden hiçbir surette bahsedilmemiştir. Aynı
43
zamanda alandan elde edilecek bilgilerin doğru ve yanlış olarak kesinliğini belirleyecek bir
denetim mekanizması da öngörülmemiştir. Yanlış bilginin ya da propaganda unsuru
bilginin yayılmasını önlemeye yönelik bir prosedür de belirlenmemiştir. Ayrıca
Uluslararası Kızılhaç Komitesi gibi uluslararası kuruluşların müdahale için gerekli olan
kriterleri araştırması ya da bu konuda incelemeler yapması, bu tür kuruluşların hükümetdışı kuruluş olmaktan çıkıp birer hükümet merkezli hareket eden sahte sivil toplum
kuruluşlarına dönüşeceğine dair şüphelerin ifade edilmesine neden olmuştur. BM’nin
müdahale alanı kâğıt üstünde oldukça geniş görünse de bütün riskli bölgelere BM
gözlemcilerinin gönderilmesi ya da yerleştirilmesi hususu yine Komisyon’un belirttiği
nedenlerle pek mümkün gözükmemektedir. Gözlemcilerin yerleştirilmesi durumunda dahi
bu kişilerin denetlenmesi de ayrı bir sorun teşkil etmektedir. Ortaya çıkan soru
işaretlerinde biri de müdahalenin uluslararası siyasetin bir parçası olması nedeniyle
müdahale için kimin en yetkili aktör olacağı konusunda dile getirilmiştir. Bu bağlamda
NATO’nun Kosova müdahalesi sıklıkla ele alınmıştır. Nitekim Komisyon da bu
müdahaleyi “meşru fakat hukuka aykırı müdahale” olarak nitelendirmiştir. Fakat tektaraflı bir müdahale fikrine Komisyon sıcak bakmamıştır. (Gilligan, 2013)
Sonuç olarak, ICISS’in harekete geçme sorumluluğu, insani ihtiyaçlara yaptırımlar
ve hukuki önlem yolu ve son aşamada askeri müdahale de dâhil olmak üzere caydırıcı
yöntemlerle cevap verilmesi, bunun da önleyici sorumluluk ve inşa sorumluluğu ile
bağlantılı bir şekilde ele alınmasını içeren bir sorumluluk türü olarak nitelendirilmektedir
(Puley, 2005) . Hukuki zemini bulunmayan fakat devletlerin insan haklarını koruma
konusunda yetersiz kaldığı ya da bu hakları koruma isteğine sahip olmadığı durumlarda
uluslararası toplum meşru bir görev yüklenmesinin sonucudur (Massingham, 2009).
Önleyiciliğin başarısız olduğu durumlarda müdahale öngörülürken müdahalenin
başarıya ulaştığı durumlarda barışın inşası önem kazanmaktadır. ICISS, önleyicilik ve
hareket sütunlarından sonra müdahale sonrasında yapılması gerekenleri üçüncü bir
sütunda, ‘inşa sorumluluğu’ sütununda ele almıştır.
3.4. İnşa Sorumluluğu
ICISS tarafından ortaya konulan Koruma Sorumluluğu doktrininin üçüncü sütunu
inşa sorumluluğu; barışı koruma, güvenlik, adalet ve uzlaşma, kalkınma, BM yetkisi
altında idare, yerel sahiplenme ve işgal sınırlamaları, egemenlik, yerel sahiplenmenin
başarılması başlıkları altında incelenmiştir.
44
İnşa sorumluluğunun yerine getirilebilmesi için öncelikle toplumsal zeminde bir
uzlaşma sağlanmalıdır. Müdahaleyi ortaya çıkaran koşulları yok etmeye yönelik stratejiler
belirlenmeli, en başta da “bir çıkış stratejisi” oluşturulmalıdır. Komisyon, müdahalenin
sonrası için üç ana hedef belirlemiştir: “sürdürülebilir barış, iyi yönetişim ve sürdürülebilir
kalkınma.” Koruma sorumluluğu kapsamında bu hedeflere ulaşılabilmesi için müdahale
edene verilen yetki ve görevlerden biri de yerel yöneticilerle ortak hareket ederek kamu
düzenini ve güvenliğini sağlamaktır. Bir yandan müdahale edilen ülkede askeri olarak
konuşlanmak gerekirken diğer yandan da hedeflerin ve görevlerin yerine getirilebilmesi
için fonlara ihtiyaç duyulacaktır. Müdahale sonrası dönemde, güvenliğin sağlanmasıyla
ilişkili tedbirlerin başında, “rövanşist eylemlere ve zıt yöndeki kıyımlara dikkat etmek,
daha önce suç işlemiş azınlıkları kontrol altında tutmak” gelmektedir. Müdahale sonrası
dönemde en temel güvenlikleştirici yöntemler; “silahsızlanma, seferberlik halinin
sonlandırılması ve yerel güçlerin yeniden bir araya getirilmesi” olarak belirlenmiştir. Bu
aşamanın en zorlu konusunun “yerel güçlerin yeniden bir araya getirilmesi” olduğu, bu
başarılmadan kalıcı bir başarıdan bahsedilemeyeceği vurgulanmıştır. Müdahale sonrası
dönemde güvenliğin sağlanması için, “her ne kadar hassas ve uzun vadeli bir çaba olarak
görülse de”, yeni silahlı kuvvetlerin ve polis gücünün oluşturulması gerekmektedir (ICISS,
2001a). Müdahale sırasında askeri gücün önemi büyük iken, müdahale sonrasında iç
güvenliğin sağlanması açısından polis gücüne ekstra önem atfedilmiştir.
Adalet ve uzlaşma konusunda, askeri müdahalenin gerçekleştiği ülkede, kesintisiz
işleyen bir yargı sisteminin olmaması ya da adalet mekanizmalarının tahrip edilmiş ya da
yok edilmiş olması veyahut da bu tür bir mekanizmanın hiç kurulmamış olması, şiddetin
sorumlularını ortaya çıkarmanın veya yargılamanın neredeyse imkânsız olduğunu
göstermektedir. Hükümet dışı birçok kuruluş, bu gerçeği görerek, bu sorunun
giderilmesine yönelik adalet paketleri hazırlamıştır. Komisyon, bu paketlerin, “standartlara
uygun ceza kanunlarını içermesinde fayda olduğunu, bu kanunların da müdahaleyle
birlikte uygulanmaya başlamasını, azınlıkları korumasını, müdahaleyi gerçekleştiren
güçlere, suçlu kişileri tutuklama yetkisi vermesi gerektiğini” dile getirmiştir. Ek olarak,
birçok engellemelerle karşılaşılmasına rağmen “yurtlarına geri dönen mültecilerin hakları”
çerçevesinde etnik ya da diğer azınlıkların haklarının ele alınması gerektiği savunmuştur.
Hatta bu kişiler için konutlar inşa edilmeli ve ayrımcılığı gözler önüne seren idari ve
bürokratik engeller ortadan kaldırılmalıdır. Bu noktada etkinliğin sağlanması için; geri
dönüşlerde sürdürülebilirliğin sağlanması, sosyal ve ekonomik koşulların iyileştirilmesi,
45
sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimin kolaylaştırılması, iyi yönetişimin sağlanması,
ülkenin ekonomik olarak yenilenmesi elzem görülmüştür. (ICISS, 2001a)
Kalkınma konusunda; Komisyon, barışı inşa sorumluluğunun, ekonomik büyüme,
piyasa inşası ve sürdürülebilir kalkınmayı kapsaması gerektiğini ve buna bağlı olarak da
ekonomik tedbirlerin kaldırılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu noktada sivil inisiyatiflerin
rol alması gerekmektedir. Komisyona göre; müdahaleyi gerçekleştiren devletler, kalkınma
sorumluluğunu ve proje uygulamalarını, yerel yönetime ve ulusal ve uluslararası ajanslarla
çalışan yerel aktörlere devretmelidir. Gelir getirecek projeler gerçekleştirilmeli, demobilize
savaşçılar bu projelere yönlendirilerek sivil hayata alıştırılmalıdır. Komisyon, BM yetkisi
altında idare konusunda BM Antlaşmasının 12. Bölümünün inşa faaliyetleri açısından bir
rehber niteliğinde olduğunu, bu faaliyetlere de uluslararası toplumun destek ve katkı
sunması gerektiğini ifade etmiştir. Devletlerin amacı ise tekrar sivil toplumun oluşmasını
sağlamak ve altyapıyı rehabilite etmek olmalıdır. Bu nedenle koruma sorumluluğu, daha
geniş siyasi özerklik, self-determinasyon, ülke içindeki grupların bağımsızlığı gibi
hedefleri olan bir politikanın aracı değildir ve asla böyle olmamalıdır. Müdahale, ayrılıkçı
fikirlerin oluşmasına zemin hazırlamamalıdır. (ICISS, 2001a)
Egemenlik konusunda Komisyon, müdahale edenin ülke içerisinde otorite
kurmasının barışı, istikrarı ve iyi yönetişimi beraberinde getireceğini savunmuştur.
Komisyona göre; kurulacak otorite, geçici nitelikte olmalı ve mevcut anayasayı korumayı
kendisine ilke edinmelidir. Yerel elitlerin mevcut koşullardan faydalanmasına imkân
verilmemeli, bunun yanında yönetilen insanlara düşman muamelesi yapılmamalıdır.
Müdahaleyi gerçekleştirenlerin “zengin” ülkeler olmaması, geçiş döneminin uzun olmasına
neden olacaktır. Bu da büyük maddi zararlara yol açabilir. Bu nedenle müdahale eden ile
müdahale edilen arasında çıkar birlikteliğinin sağlanması gerekli görülmüştür. (ICISS,
2001a)
Yerel
sahiplenmenin
başarılması,
Komisyon’un
büyük
önem
atfettiği
konulardandır. Bu noktada Komisyon, uluslararası ve yerel aktörler arasında denge
oluşturulmasını zaruri bir ihtiyaç olarak görmüştür. Nitekim uluslararası aktörler
güvenliğin sağlanması ve inşa faaliyetlerine girişilmesini sağlayacak önemli kaynaklara
sahiptirler. Bu kaynakların etkin bir şekilde kullanılmasını sağlamak için bu aktörlerin,
alanda siyasi sorumluluk almaları gerekmektedir. Çatışan gruplarla etnik gruplar arasında
işbirliğini destekleyecek siyasi süreçler, çeşitli riskler de göz önünde bulundurularak
46
hazırlanmalıdır. Bu noktada iki risk ön plana çıkmaktadır. Bu riskler; süreç başlamadan
çatışmaların tekrar başlaması ve yerel aktörlerin siyasal sorumluluk üstlenmemesidir.
Nihayetinde uluslararası aktörlerin uzun vadedeki hedefi, kendilerini devre dışı bırakmak
olmalıdır ve sorumluluk devredilmelidir. Böylece müdahale de meşruiyetini sağlamış
olacak,
müdahalelerin
neo-kolonyal
bir
emperyalist
girişim olarak algılanması
engellenecektir (ICISS, 2001a).
3.5. Birleşmiş Milletler’in Koruma Sorumluluğu Konusunda Attığı Adımlar
Koruma Sorumluluğu’nun uluslararası gündeme sokulması BM’nin yoğun
faaliyetleri sonucunda gerçekleşmiştir. Nitekim BM Antlaşması’nın müdahale konusunda
Güvenlik Konseyi’ne verdiği yetkiler, egemenlik kavramına yine BM Antlaşması’nda
yapılan vurgu, hepsinden öte BM’nin uluslararası siyasette bir anlamda bir üst otorite
olarak görülmesi, kavramın BM nezdinde incelenmesini gerektirmiştir. BM tarafından
hazırlanan raporlar ve BM’nin aldığı kararlar, doktrinin kat ettiği aşamaları göstermesi
nedeniyle önemlidir. 2004 yılında yayınlan Tehditler, Zorluklar ve Değişim Yüksek
Düzeyli Paneli “Daha Güvenli Dünya: Paylaştığımız Sorumluluklar” raporu küresel
güvenlik sorunlarını saptaması ve doktrinin bu sorunlara uygulanabilirliğini ele alan ilk
rapor olması bakımından önemli bir yere sahiptir. 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi,
uluslararası toplumun ortak uzlaşısıyla doktrinin uygulanmasına yönelik bir çerçeve
hazırlaması, birçok yazara göre doktrine yasal zemin sağlaması ve mevcut koruma
sorumluluğu anlayışını yansıtması bakımından incelenmesi zorunlu bir belgedir. Ban Ki
Moon’un 2008 yılında Berlin’de yaptığı konuşma, kavramın BM’nin politik bir aracı
hâline
getirilmesini,
en
yüksek
ağızdan
tanımının
yapılmasını
ve
doktrinin
karşılaşabileceği muhtemel sorunların ortaya konulmasını sağlamıştır. Son olarak 2009
yılında
BM
Genel
Sekreteri
tarafından
hazırlanan
“Koruma
Sorumluluğu’nun
Uygulanması” raporu, 2005 Belgesi çerçevesinde yeni bir operasyonel bir çerçevenin
ortaya konulması gerekliliğini ve bunun unsurlarını ele alması bakımından teoriden pratiğe
geçişi yansıtmaktadır.(“Core Documents: Understanding RtoP,” 2015)
Bu bölümde Koruma Sorumluluğu’nun uluslararası toplum tarafından ele alınışında
ortaya çıkan değişimler, BM Genel Sekreteri tarafından hazırlanan raporlar ve 2005 Dünya
Zirvesi çerçevesinde ele alınacaktır.
47
3.5.1. Tehditler, Zorluklar ve Değişim Yüksek Düzeyli Paneli “Daha Güvenli
Dünya: Paylaştığımız Sorumluluklar” raporu
11 Eylül saldırıları sonrasında bariz bir hâle gelen küresel terör sorununun
uluslararası politikanın merkezine yerleşmesi, Birleşmiş Milletler’in güvenlik eksenli yeni
girişimlerine kapı aralamıştır. Genel Sekreter Kofi Annan’ın girişimiyle 2004 yılında
gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Panel’de küresel siyasetin karşılaştığı zorluklar ele
alınmış, bununla birlikte BM’nin devam etmekte olan ve gelecekte de devam etmesi
beklenen barış gücü operasyonları ve bu kapsamda ihtiyaç duyulan konsept değişiklikleri
de ele alınmıştır.
Panel sonunda hazırlanan sonuç raporu dört konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Birinci
bölümde; yeni güvenlik konsensüsü, ikinci bölümde; ortak güvenlik ve önleyicilik, üçüncü
bölümünde; ortak güvenlik ve kuvvet kullanımı, dördüncü bölümde ise Birleşmiş
Milletler’in 21. yy’ın küresel politik yapısına uygun bir teşkilat yapısına kavuşturulması
konusu ele alınmıştır. Rapora göre; BM’yi şekillendiren temel unsur dekolonizasyondur.
Dekolonizasyon süreci sistem içerisinde istikrarsızlıklara, insani krizlere neden olmuştur.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ise BM’nin rolü değişmiş, BM, Kuveyt ve Somali
örneklerinde olduğu gibi insani amaçlı müdahalelere onay vermiştir. Buna rağmen daha
barışçıl bir dünya hayal edilirken dünyanın farklı bölgelerinde meydana gelen kitle
kıyımları ve takip eden süreçte 11 Eylül saldırıları, BM’nin 1373 sayılı kararla devletleri
terörizme karşı mücadele etmeye çağırmasına sebep olmuştur. Buna göre “tehditler artık
belirli bir yerden gelmemektedir ve sınır aşmaktadır”. Dünya ekonomisine yapılan bu
saldırılar zamanla nükleer terörist faaliyetlere dönüşecektir. İstisnasız tüm devletler,
tehditlere karşı kendilerini tek başına koruyamayacaklardır. Devletlerin, kendilerini
koruyamamaları ve güvenliği sağlayacak kurumlara sahip olmamaları hem doğrudan söz
konusu devletlere hem de bulundukları bölgeye yönelik bir tehdit oluşturacaktır. Bunun
için işbirliğine önem verilmelidir. BM Antlaşması, taraflara, egemenlik hakkı vermesinin
yanı sıra kendi halkını koruma ve komşularına zarar vermeme sorumluluklarını da
yüklemiştir.
Raporda Afrika kıtası spesifik bir konu olarak ele alınmıştır. Rapora göre;
yoksulluk ve salgın hastalıklar en çok Afrika kıtasını etkisi altına almaktadır. Bu nedenle
genç nüfus, güvenlik konusunda kıtaya yönelik en büyük tehdit olarak görülmüştür.
Afrika’nın başta gelen sorunlarının çözülmesi için 2000 yılında belirlenen Milenyum
48
Kalkınma Hedefleri doğrultusunda bütün devletler, yoksulluğun üstesinden gelmek,
ekonomik kalkınmayı sağlamak ve sürdürülebilir bir kalkınmanın gerçekleştirilmesi için
harekete geçmeye karar vermiş olsa da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Bu nedenle
hedeflerin revize edilmesi ve bu doğrultuda çalışmaların başlatılması gerekmektedir
(Annan, 2004).
Devletlerarası çatışmalar, bölgesel sorunların çözülememesi nedeniyle halen devam
etmektedir. BM’nin barışı inşa çabaları da beklenen başarıyı yakalayamamıştır.
Başarısızlıkların çoğu etnik kıyım ve soykırım ile mücadele konusunda olmuştur. Bu
nedenle bu tür suçlara karşı mücadelede yeni bir çerçevenin ve yeni normların belirlenmesi
gerekmektedir. Bu nedenle Güvenlik Konseyi’nin yapması gerekenlerden biri de Roma
Statüsü altında elde ettiği yetkilerle Uluslararası Ceza Mahkemesi ile işbirliği yapmasıdır.
Fakat bunun yanında yasal mekanizmaların güçlendirilmesi için çalışmalar yapılmalıdır.
BM, hukukun üstünlüğü ilkesini baz alarak yerel otoritelerle, uluslararası finans
kurumlarıyla, sivil toplum örgütleriyle ve özel sektör temsilcileriyle bir araya gelerek
çatışma yaşayan ya da böyle bir tehdit yaşayan ülkelerde norm ortaya koymaya
çalışmalıdır (Annan, 2004).
3.5.2. 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi’nin 138., 139. ve 140. maddeleri
2005 Dünya Zirvesi, Koruma Sorumluluğu yaklaşımı açısından adeta bir dönüm
noktasıdır. Komisyon çalışmalarının yanı sıra her iki BM Genel Sekreteri’nin yoğun
faaliyetlerinin bir meyvesi olarak 2005 yılında gerçekleştirilen Dünya Zirvesi’nde
kavramın uygulama boyutu ele alınmış ve Koruma Sorumluluğu’na ilişkin ilkeler 192 ülke
tarafından belirlenmiştir (Susan Martin, 2010). Kuvvet kullanma ve ülke içerisinde
yerinden edilmiş insanlara yönelik konular (Mooney, 2010) başta olmak üzere birçok
uluslararası sorunu ele alan Sonuç Belgesi’nin 138., 139. ve 140. maddeleri, koruma
sorumluluğuna yeni bir boyut kazandırmıştır.
Sonuç Belgesi’nde, ilk defa, Koruma Sorumluluğu doktrininin uygulanabilir hâle
gelmesi için suç çeşitleri belirlenmiştir. Buna göre; soykırım, etnik temizlik, insanlığa karşı
suç ve savaş suçları, devletlerin koruma sorumluluklarını ortaya çıkaran dört ana suç
kategorisini oluşturmuştur. Buna göre; her devlet, kendi halkını soykırımdan, savaş
suçlarından, etnik temizlikten ve insanlığa karşı işlenen suçlardan korumakla sorumludur.
Bu sorumluluk, sadece salt bir koruma faaliyetini içermemektedir. Bununla birlikte her
egemen devlet, bu suçların işlenmesini önleyecek faaliyetlerde bulunmak, bu doğrultuda
49
bir politika yürütmek, bu tür suçların teşvik edilmesini de engellemek de devletlerin
sorumluluklarından biri olarak sayılmıştır. Devletler, bu yönde çaba sarf ederken uygun ve
gerekli her türlü araçları kullanmaya da yetkilendirilmişlerdir. Belgede tüm devletler, bu
sorumluluğu kabul ettiklerini ve de buna uygun olarak davranacaklarını ifade etmişlerdir
(2005 World Summit Outcome, 2005).
Belge ile devletler, çokça tartışılan bir kavram olan uluslararası topluma da,
“devletlere sorumluluklarını yerine getirme hususunda yardımcı olmasını ve Birleşmiş
Milletler’in erken uyarı kapasitesi inşası çalışmalarına da destek vermesini” istemişlerdir.
Uluslararası toplumun, bu sorumluluğunu yerine getirirken BM Antlaşması’nın altıncı ve
yedinci bölümlerine uygun hareket edeceği aynı zamanda uygun diplomatik, insani ve
barışçıl araçları kullanarak bu sorumluluğunu yerine getireceği belirtilmiştir. BM üyeleri,
bu bağlamda, ihtiyaç duyulan durumlarda, Güvenlik Konseyi aracılığıyla, zamanında ve
kararlı bir şekilde toplu hareket edecektir. Toplu hareket etme esnasında BM
Antlaşması’na özellikle sekizinci bölümün hükümleri esas alınarak riayet edilecektir.
Bununla birlikte ilgili görülen ve uygun nitelikteki diğer bölgesel örgütlerle de işbirliği
yapılacaktır. Belgede, toplu bir karar alma yerine, her olay için, belirtilen ilkeler
doğrultusunda ayrıca karar verilmesi benimsenmiştir. Barışçıl araçların yetersiz kalması ve
ulusal otoritelerin ya da bir diğer devletlerin, açık bir şekilde, halklarını, belirtilen
suçlardan koruyamaması müdahaleye yol açacak olan ana neden olarak kabul edilmiştir.
Belgede, Genel Kurul’un, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı ve uluslararası hukuku
gözeterek, belirtilen dört ana suç kategorisinden sivilleri koruma sorumluluğunu ele
almasına ihtiyaç duyulduğu da ifade edilmiştir. Devletler, gerekli ve uygun olduğu
müddetçe, devletlere, halklarını, belirtilen bu dört ana su kategorisinden korumak için
kapasite inşası konusunda ve de çatışma tehlikesiyle karşı karşıya olanlara bu tehlike
gerçekleşmeden yardımcı olacaklarını vurgulamışlardır. Belgenin Koruma Sorumluluğu ile
ilgili son metninde devletler, BM Genel Sekreteri Özel Temsilcisinin soykırımı önleme
konusundaki misyonuna tam destek sunduklarını dile getirmişlerdir (2005 World Summit
Outcome, 2005).
Her üç madde tüm üye ülkeler tarafından resmî olarak kabul edilse de söz konusu
maddelere yönelik eleştirilerde bulunan devletler, doktrine dair yasal zeminin sağlanıp
sağlanmadığı konusunda tereddütlerini ifade etmişlerdir. Buna rağmen 139. Paragraf,
siyasi isteğin oluşması durumunda harekete geçilebileceğini öngörerek müdahale etmeme
nedenlerinden birini ortadan kaldırmıştır. Aynı zamanda her olay için ayrı bir kolektif
50
tutum benimsenmesi de bu paragrafla kabul edilmiştir (C. G. Badescu & Bergholm, 2009).
139. Paragrafın en önemli özelliklerinden biri de insani müdahale konusundaki
suiistimalleri sınırlamaya çalışmak olmuştur. En somut örnek olarak; Fransa’nın Ruanda
soykırımı esnasında zamanında müdahale etmemesini, daha fazla can kaybını önleme
imkânı varken politik amaçlarını göz önünde bulundurarak ve insani olmayan nedenlerden
ötürü müdahaleyi geciktirmesini göstermek mümkündür. Bu paragrafla bunu önlemek için
Güvenlik Konseyi’nin kendi müdahale prosedürlerini ortaya koyması gerektiği
belirtilmiştir (A. J. Bellamy, 2008).
2005 Dünya Zirvesi Belgesine yönelik eleştirilerden biri de BM Güvenlik
Konseyi’nin, hızlı müdahaleye ihtiyaç duyulan durumlarda müdahaleden çekinmesi ya da
müdahale konusunda bir oydaşmanın sağlanamaması durumunda koruma sorumluluğunu
yerine getirecek alternatif bir mekanizma ortaya koyamadığı yönündedir (C. G. Badescu &
Bergholm, 2009). Dolayısıyla müdahalenin kim tarafından gerçekleştirileceği konusunda
bir belirsizliğin ortaya çıkması muhtemel görünmektedir. Bilindiği gibi Belge; savaş
suçları, soykırım, insanlığa karşı suç ve etnik temizliği doktrinin uygulanmasını gerektiren
ana suçlar olarak sıralamıştır. Fakat doktrin öncesinde kurulan Uluslararası Ceza
Mahkemesi gibi yargı organlarına ve yargılamaya yönelik süreçlere ilişkin bir norm ortaya
koymamıştır. Belirtilen suç türlerini gerçekleştirenlerin yargılanmasından çok bu suçları
önlemeye odaklanmıştır. Belgenin bir diğer önemli yanı ise inşa sorumluluğuna herhangi
bir vurgu yapmamasıdır (J. F. Murphy, 2012). Dolayısıyla müdahaleyi temel çıkış noktası
olarak ele almıştır.
Belge, egemenliğin, sivillerin tehlike altında olduğu durumlarda, sivillerin
korunması önünde bir kalkan olarak kullanılmasını engellemiştir (Sara Ellen Davies,
2010). Dolayısıyla birçok düşünür için egemenliğin Westphalia’da tanımlandığı hâlinden
bir kopuşu ifade etmiştir. Mutlak egemenliğin yerini böylece sivilleri korumakla yükümlü
bir egemenlik anlayışı almıştır.
Zirve’nin Sonuç Bildirisi ile ICISS’in raporu arasında bazı ilkesel farklılıklar ortaya
çıkmıştır. Sonuç Bildirisi’nde koruma sorumluluğunun uygulanması için müdahale
konusunda karar alma sürecini belirleyecek ölçütler ortaya konmadığı gibi veto konusuna
da çözüm getirilmemiştir. Aynı şekilde Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmayan insani
müdahaleler konusuna da açıklık getirilmemiştir. Bunun yanında koruma sorumluluğunun
devletten uluslararası topluma kayması için, egemen devletin açık bir şekilde sivil
51
vatandaşlarını koruma yetisinden yoksun olması ya da koruma konusunda isteksizlik
göstermesi bir ön şart olarak kabul edilmiştir. En önemlisi de olaylara göre tutum
belirlenmesi kabul edilerek uluslararası toplum kavramı üzerinde Güvenlik Konseyi’ne
“her an müdahaleye hazırlıklı olma” görevi verilmiştir (A. J. Bellamy, 2008). 138, 139 ve
140. paragrafların, devletler için BM onayı olmaksızın insani krizlerde müdahale
yükümlülüğü getirdiği savunulsa da 78. ve 79. paragrafların BM Antlaşması’na yaptığı
vurgu üzerinden bir devlete doğrudan saldırı olmadığı takdirde o devlet için müdahale
etme imkânının olamayacağını savunanlar da bulunmaktadır.(O’Connell, 2010).
Belge, her ne kadar Birleşmiş Milletler’in harekete geçme konusunda başarısız
olması durumunda bölgesel ya da tek taraflı hareket edilebileceğini savunsa da BM’nin
yapısal sorunlarla karşı karşıya bulunduğu göz ardı edilmemelidir. BM, krizlere kararlı bir
şekilde zamanında cevap verme konusunda yetersizdir. Bunun yanında Belge, egemenlik
konusunda önemli sınırlamaları beraberinde getirmiştir. Zirve’de de tıpkı ICISS
Raporu’nda olduğu gibi egemenliği sorumluluk olarak kabul etmiştir. Birleşmiş Milletler
ve uluslararası toplum kitle kıyımlarını önleme görevi vermiştir. Tek taraflı müdahaleleri
önlemek adına insan hakları ihlallerine ilişkin suçları sınırlandırmıştır. İkincil ve üçüncül
hakların ihlalinde müdahale öngörmemiştir. Müdahale türleri arasında bir hiyerarşi
oluşturarak iyi niyetli BM müdahalelerini tek taraflı müdahalelerin üzerinde, barışçıl
eylemleri de şiddet içeren eylemlerin üzerinde konumlandırmıştır. Olumlu yanlarına
rağmen Belge’nin, işgal amacıyla yapılan tek taraflı müdahalelerde, kendi ortaya koyduğu
çerçevenin meşrulaştırıcı ve haklılaştırıcı olarak kullanılmasının önüne geçemediğini
söylemek mümkündür (Bannon, 2006).
Kısacası, Belge, nihayetinde yumuşak bir hukuk kuralı olarak görülmektedir. Ek bir
yasal yükümlülük getirmemekte ve korumanın sağlanması için yeni bir uluslararası otorite
ortaya çıkarmamaktadır. Sadece mevcut olanı yeniden yorumlamaktadır (J. M. Welsh,
2013). Belge, kuvvet kullanmama ilkesine ciddi bir meydan okuma olarak da
görülmektedir. Bu nedenle uluslararası toplumun tüm aktörleri tarafından hâlihazırda
ciddiyetle ele alınmaktadır.
3.5.3. BM Genel Sekreteri’nin 2008 Berlin konuşması
2005 yılında kamuoyuyla paylaşılan Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi, Koruma
Sorumluluğu etrafında gelişen tartışmaları alevlendirmiştir. BM Genel Sekreteri Ban KiMoon, Koruma Sorumluluğu’na yönelik ilk kapsamlı açıklamasını, 15 Temmuz 2008
52
tarihinde, Berlin’deki Bertelsmann Foundation’da yapmıştır. Konuşmanın Almanya’da
gerçekleştirilmiş olması, sembolik açıdan konuşmayı daha da anlamlı kılmıştır. Nitekim
Ban Ki-Moon da konuşmasında, saldırgan ve sorumsuz egemenlik anlayışının 20. yy’da
yol açtığı sorunların asla unutulmaması gerektiğini vurgulamıştır. Moon’a göre; Koruma
Sorumluluğu, bir doktrin olarak, insani müdahaleye yönelik devrimci bir metin olarak
görülmemelidir. Aksine egemenliği bir sorumluluk olarak algılayan olumlu bir fikirdir.
Aynı şekilde, kavram, insani güvenlik kavramıyla da eş anlamlı olarak
görülmemelidir. Kavrama göre çift taraflı bir şekilde tüm politikalar olası tehditlere karşı
devletlerin yanı sıra insanların güvenliğinin sağlanmasını da esas almalıdır. Genel
Sekreter, devletlerin 2005 yılında aldıkları ortak kararla, savaş suçlarına, soykırıma,
insanlığa karşı işlenen suçlara ve etnik temizliğe karşı mücadele etmeyi kabul ettiklerini,
bu korumayı da kendi vatandaşları olsun olmasın tüm sivillere sağlayacaklarını ifade
etmişlerdir. Devletler, böylece sivilleri korumayı öncelikli yasal yükümlülük hâline
getirmişlerdir. Bunun için de erken ve önleyici tedbirlerin alınması gerekmektedir. BM, bu
tür tedbirlerin alınması için devletlere, kurumsal gücünden ve sahip olduğu ayrıcalıklardan
faydalanarak her türlü destekte bulunmayı hedef olarak benimsemiştir. Devletler ise
zamanında ve kararlı bir şekilde sorumluluklarını BM Antlaşmasına uygun olarak yerine
getirmeyi kabul etmişlerdir. Altıncı, yedinci ve sekizinci bölümler kapsamında alınacak
tedbirlerle, her bir olaya uygun olarak erken ve esnek karşılıkların verilmesi kabul
edilmiştir (Moon, 2008).
Genel Sekreter’e göre, Koruma Sorumluluğunun sadece belirtilen dört suç türünün
oluşması hâlinde uygulanması öngörülerek, kapsamı kasten oldukça dar tutulmuştur. Zira
doktrinin kabul edilen zeminin dışına çıkılarak doğal afetler, hastalıklar gibi olaylarda
kullanılmaya çalışılması, kavramı uygulanamaz hâle getirerek işlevsiz yapacaktır. Moon,
önleme ve koruma konularında üye devletlerin, sivil toplum kuruluşlarının, bölgesel ve altbölgesel örgütlerin birlikte hareket etmesi gerektiğini vurgulamıştır. BM’nin erken uyarı
sistemleri geliştirilmesi ve bilgi alma ve uygulama alanlarında yenilikçi çözümlerin ortaya
konması gerekmektedir. Devletlerin kapasitelerinin güçlendirilmesi ise başlı başına bir
önleyici ve koruyucu faaliyettir. Kapasite inşası kavramı ise endişelenildiği gibi yeni
bürokratik
formların
ortaya
çıkarılmasına
ya
da
BM
programlarının
yeniden
canlandırılmasına yönelik değil, var olan çabaları koruma sorumluluğuyla desteklemeye
yöneliktir. Moon, bunun en iyi örneğinin Kenya’da yaşanan kriz sırasında görüldüğünü
savunmuştur.
Moon’a
göre;
“devletlerin,
bir
kriz
sırasında
topluca
koruma
53
sorumluluklarını yerine getirdikleri görülürse diğer devletlerin yaşadığı krizler, çok daha
fazla büyümeden atlatılabilecektir”. Aynı şekilde devletlerin, koruma sorumluluklarını
istismar etmeleri bu örnekten yola çıkılarak engellenmiş olacaktır (Moon, 2008).
Koruma sorumluluğunun uygulamaya geçirilmesi, kuvvet kullanma yasağının
delinmesi anlamına gelmeyecektir. BM’nin konuyla alakalı tüm mekanizmalarının
güçlendirilerek
hukukun
üstünlüğünün
sağlanması
ve
çok
taraflı
girişimlerin
gerçekleştirilmesi, kavramın ana hedeflerindendir. Ban Ki-Moon, kavramın, Batılıların ya
da Kuzeylilerin, Güneye bazı politikaların dayatılması amacıyla ortaya atıldığına ilişkin
iddiaların hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığını ifade etmiştir. Zira egemenlik ve insani
müdahale kavramlarına ilişkin reformist çalışmalar, Afrikalı iki Genel Sekreter Boutros
Boutros-Ghali ve Kofi Annan dönemlerinde başlatılmıştır. Bununla birlikte koruma
sorumluluğu kavramının ortaya çıkmasından önce, 2000 yılında, Afrika Birliği, Birliğin
savaş suçlar, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar karşısında müdahale hakkını
tanımıştır. Genel Sekreter, Koruma Sorumluluğu’nun egemenlikle çeliştiği görüşüne de
katılmamıştır. Nitekim güçlü devletler her zaman için vatandaşlarını bu tür felaketlerden
koruyabilirken zayıf devletlerde ise bu kapsamda birçok kriz ortaya çıkmaktadır. Koruyucu
çabalar, tam anlamıyla devletlerin ve Westphalia sisteminin güçlendirilmesine yöneliktir.
Böylece Moon’a göre doktrinin esas amacının egemenliği güçlendirmek olduğu rahatlıkla
söylenebilir (Moon, 2008).
3.5.4. BM Genel Sekreteri’nin 2009 “Koruma Sorumluluğu’nun Uygulanması”
raporu
2008 yılında Berlin’de yaptığı konuşmayla Koruma Sorumluluğu doktrinini,
“insani felaketlerin önlenmesi ve uluslararası güvenliğin sağlanması” açısından kritik
olarak gören Ban Ki Moon, 2009 yılında yeni bir raporu BM Genel Kurulu’nun 63.
oturumunda Genel Kurul’a sunmuştur. Genel Sekreter, yetki konusu başta olmak üzere
Doktrinin üç sütunu ve gelecekte atılabilecek adımlara yönelik kapsayıcı bir çalışma ortaya
koymuştur. Raporun ekinde ise erken uyarı mekanizmasının oluşturulması üzerine
değerlendirmelere yer vermiştir.
Raporda ilk olarak; etnik temizlik kavramından bahsedilmiştir. Rapora göre;
soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar ve savaş suçları uluslararası hukukta yer alan
kavramlardan iken etnik temizlik suçu bu kapsamda değildir. Etnik temizlik, diğer üç suç
türünün oluşmasına sebep olmak bakımından bu suçlarla aynı kefeye konulabilmektedir.
54
Bu suçların çıkış aşamasında üç tür belirti tespit edilmiştir. Birincisi, krizin yaşanacağına
dair belirtiler ortaya çıkmakta, sonrasında ilgili devlet hangi devletse, o devletin hükümeti
siyasi nedenlerle belirtileri yok saymakta ve aynı şekilde uluslararası alanda da krizler
küçümsenmektedir. Üçüncü aşamada ise Birleşmiş Milletler, kendi kurucu metninden
doğan yükümlülüklerini yerine getirme konusunda başarılı olamamaktadır. Moon’a göre;
insani müdahale kavramı, en ilkel biçimiyle, “masum insanların öldürülmesine göz
yummak ya da zorlayıcı askeri müdahalede bulunmak seçeneklerinden birisini tercih
etmekten başka bir çare bırakmamıştır”. Rapora göre; “devletler, koruma sorumluluğunun
çekirdeğini oluştursa da egemenlikten kaynaklanan sorumluluklarını yerine getiremedikleri
takdirde uluslararası toplum devreye girmelidir”. Önleme, öncelikli olarak bir iç meseledir
ve devletlerin kendi sivil halklarını korumaları, devletin ve egemenliğin inşası anlamına
gelmektedir. Genel Sekreter raporda; devletlerin, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Konseyi’ne (UNHRC) kriz bölgelerinde yardımcı olmasının bir gereklilik olduğunu
vurgulamıştır. Böylece kavramın ortaya koyduğu amaçlara, insan hakları konusunda
gözlem ve koruma sağlayabilecek bir mekanizma üzerinden ulaşılması sağlanacaktır.
Devletler, başta Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü olmak üzere koruma
sorumluluğunun uygulanmasına kolaylık sağlayacak nitelikteki uluslararası hukuk
metinlerine taraf olmalıdır. Genel Sekreter, raporda, toplumların da, dört ana suçun
önlenmesi açısından bir oto-kontrol mekanizması ile kendilerini ve mümkün surette
komşularını sürekli olarak krizlere karşı denetleyerek barışın tesis edilmesinde etkin bir rol
oynayabileceğini savunmuştur. Afrika Hakemlik Mekanizması’nın, bu anlamda iyi bir
örnek oluşturduğunu belirtmiştir. Bunun yanında bireylerin de bireysel sorumluluklarını
güçlendirerek kitlesel şiddet olaylarını engelleyebileceğini diğer uluslararası aktörlerin de
bireylerin değerler çerçevesinde verdikleri tepkileri desteklemesi gerektiğini ifade
etmişlerdir (Moon, 2009).
Genel Sekreter Moon, ikinci olarak, uluslararası yardım ve kapasite inşası sütununu
ele almıştır. Genel Sekreter’e göre gerek bireysel gerekse bölgesel farkındalığın
sağlanmasına yönelik girişimler, uluslararası yardım kapsamında yapılacak en akıllı
yatırımlar olacaktır. Devletler için gerçekleştirilebilecek yardımlardan birisi de, acil
durumlarda kullanılmak üzere hükümetlerle sivil toplum kuruluşlarının oluşturacağı bir
mekanizma ile hızlı bir şekilde krizlere müdahale edecek bir kuvvetin oluşturulmasıdır.
Dört suçtan herhangi birinin devlet-dışı aktörler tarafından gerçekleştirilmesi durumunda,
ilgili devletin egemenliğinin tekrar inşa edilmesi için toplu olarak askeri yardımda
55
bulunulması bir yükümlülüktür. Buna göre olağanüstü durumlarda devletler, bu
yükümlülüklerini yerine getirmekten çekinmeyeceklerdir. En yoksul ülkelere yapılacak
mali yardımlar da dört suç kategorisinin ortaya çıkmasını önleyecektir. Tabii ki bu
yardımların, toplum içerisindeki azınlıkları ve yoksul kesimi kapsaması gerekmektedir.
Fakat birden çok grubun az gelişmiş olduğu toplumlarda, yapılacak yardımların mevcut
istikrarı sağlayan dengede ani değişimler yapmamasına dikkat edilmelidir. Aksi takdirde
yapılacak yardımlar, çatışmaların fitilini ateşlemek dışında bir işleve sahip olmayacaktır.
Önleme, kapasite inşa etme ve koruma adına yapılabilecek her ne varsa, bu ağlar, kurum,
ülke ve bölge bazında harekete geçmelidir. Üye devletlerden gelecek talep üzerine beş tür
kapasite ya da barış inşası sürecinin uygulanması doğru olacaktır. Bu süreçler; “hassas
bölgelerdeki gelişmelerin analizi, yerel arabuluculuk kapasitesi inşası, uzlaşma ve diyalog
kanallarının işler hâle getirilmesi, yerel ihtilaf konularının çözülmesi, kapasitenin
güçlendirilmesi” süreçleridir. Rapora göre; bu süreçlerin yanı sıra her üye devlet polis ve
asker teşkilatını güçlendirerek sivillere karşı oluşabilecek muhtemel bir olumsuzluğun
önüne geçmelidir. BM, kurduğu Barış İnşası Komisyonu ile devletlere, yükümlülüklerini
yerine getirmesi konusunda yardımcı olacaktır. Komisyon’a bağlı olarak kurulacak Barışı
İnşası Fonu da acil durumlarda kullanılmak üzere kaynak sağlayacaktır (Moon, 2009).
Genel Sekreter Moon üçüncü sütunda; zamanında ve kararlı karşılık verme
konusunu da ele almıştır. Moon’ a göre; “138. paragraf hükmünün yerine getirilmesi ve
Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsüne uygulanabilirlik kazandırılması uluslararası
toplumun görevidir”. Bu kapsamda nefret suçuna ve ırkçılığa karşı da tavır almak
gerekmektedir. Özellikle liderlerin bu tür suçlara tevessül etmesinin önüne geçilmelidir.
BM ve misyonları, bunu medya yoluyla toplumun her kesimine duyurmakla görevlidir.
Karşılık verme noktasında hedeflenen yaptırımların, Güvenlik Konseyi onayıyla ve
olaydan olaya göre değişecek şekilde belirlenmesi doğru olacaktır. Güvenlik Konseyi,
yaptırımların belirlenmesi konusunda ilgili bölgesel örgütlerden destek alabilir. Zira BM
Antlaşması’nın 41.ve 53. maddeleri ile 2005 Sonuç Belgesi’nin 139. paragrafı buna imkân
vermektedir. Aynı şekilde Genel Kurul da, her ne kadar hukuki bağlayıcılığı olmasa da,
‘Barış İçin Birleşme’ kapsamında bu nitelikte kararlar alabilmektedir. Veto yetkisini elinde
tutan beş daimi üyeye de önemli sorumluluklar düşmektedir. Güvenlik Konseyi’nin daimi
üyeleri, devletlerin, sorumluluklarını açık bir şekilde yerine getirmedikleri ya da değişen
nedenlerle yerine getiremedikleri durumlarda veto yetkilerini kullanmamalıdır. Veto
yetkisi asla bir politika aracı olarak kullanmamalıdır. Genel Sekreter’e göre Birleşmiş
56
Milletler’in itibarı ve etkinliği, koruma sorumluluğunun uygulanmasıyla doğrudan
bağlantılıdır. Bu aşamada üye devletlerin, koruma sorumluluğuna yönelik teorik katkıları
da, özellikle zorlayıcı gücün kullanılması konusunda BM’ye güç kazandıracaktır. BM,
uzun yıllar boyunca bir birikim elde etmesine rağmen halen krizlere süratli bir karşılık
verecek bir kapasiteye ulaşamamıştır. Bu nedenle doktrin, “eğitim ve komuta-kontrol
alanında yapılan çalışmaların artırılması ve hatta uluslararasılaştırılması” gerekli
görmüştür. Bu bağlamda bölgesel ve alt-bölgesel örgütlerle birlikte kapasite inşası ya da
kapasite paylaşımı çalışmaları gerçekleştirilmelidir. Genel Sekreter Moon, küresel ve
bölgesel mekanizmalar arasında sürekli mekik bağlantısının kurulmasını faydalı bulmuştur
(Moon, 2009).
Raporun en çok dikkat çeken yanı; oluşturulan üç sütun üzerinden bölgesel ve altbölgesel örgütlerin öneminin vurgulanmasıdır. Küresel, bölgesel ve alt-bölgesel örgütlerin
işbirliği doktrini güçlendirecektir (Rose, 2014). Böylece müdahaleler üzerinden BM’nin
yapısının ve meşruiyetinin sorgulanmasının önüne geçilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Devletler, 2009 yılında gerçekleştirilen Genel Kurul’da koruma sorumluluğunun
tek-taraflı bir müdahaleye yol açmaması konusundaki ısrarlı görüşlerini dile getirmişlerdir
(Orford, 2011). Moon’un, doktrini güçlendirmek adına ortaya attığı fikirlere Ekvador, Irak,
İran, Küba, Sudan, Suriye ve Venezuela “güçlü devletlerin zayıf devletleri ezmesine izin
vereceği” gerekçesiyle karşı çıkmıştır (Domestici-Met, 2010). Bu bağlamda devletlerin
oluşturulan doktriner çerçeveye yönelik yaklaşımları fikirlerin geçerliliği ve geleceği
açısından önem kazanmıştır.
3.6. Koruma Sorumluluğu’na Yönelik Eleştiriler
Koruma sorumluluğu kavramının, ICISS raporuyla ve 2005 Dünya Zirvesinde tüm
liderlerin katkılarıyla uluslararası ilişkiler gündeminde yer edinmesi, gerek uluslararası
hukukçuların gerekse de uluslararası ilişkiler disiplini üzerine çalışma yapanların kavrama
dair yaptığı analizlerin sayısında artışa neden olmuştur. Kavram, uluslararası insani
müdahale, insan hakları, sivillerin korunması, devletlerin egemenliği, kapasite inşası gibi
konulardaki tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Victoria Üniversitesi’nden Patricia Weber; Koruma Sorumluluğunun 11 Eylül
sonrasındaki yapısal değişiklikleri okumakta yetersiz kaldığını, mevcut uluslararası siyasi
yapıyı tam olarak yansıtamadığını savunarak doktrini eleştirmiştir. ICISS raporunda ve
57
2005 Dünya Zirvesinde, Güvenlik Konseyi’nin, koruma sorumluluğunun uygulanması
hususunda karar alıcı otorite olarak kabul edilmesinin büyük bir yanlış olduğunu söyleyen
Weber, Konsey’in uluslararası müdahale konusunda genellikle etkisiz ve yetersiz kaldığını
ve güçlü ve etkin bir askeri yapı oluşturulması hususunda başarılı olamadığını
savunmuştur. Weber’e göre; koruma sorumluluğu, “devletlerin sadece kendi çıkarları
doğrultusunda hareket edecekleri gerçeğini yansıtmaktan uzak kalarak realist yaklaşımı
göz ardı etmektedir”. Uluslararası müdahalelerin çıkarlardan yoksun olduğu, bütünüyle
haklı nedenlere ve iyi niyete dayalı girişimler olduğuna inanmak gerçekçi değildir. Bunun
yanında koruma sorumluluğu, siyasi niteliği daha baskın bir görüşü yansıtarak uluslararası
hukuku tali bir hâle getirmiştir. Weber’e göre bu yaklaşım, yükselen güçlerin önünü kesip,
doktrinin güç kazanmak için bir araç olarak kullanılması yoluyla büyük güçlerin daha da
güçlenmesine neden olabilecek bir yaklaşımdır. Buna paralel olarak güçlü devletleri, zayıf
devletlerin halkları üzerinde doğrudan söz sahibi yapmaktadır. Doktrin siyasi bir yaklaşım
iken siyasi yapıyı tam olarak yansıtamamıştır. Zira doktrin, güç tanımını Batılı bir
anlayışla yapmıştır ve bu tanım üzerinden insan hayatına ve sivillerin korunmasına yönelik
bir politikayı merkezine almaktadır (Weber, 2009).
Avustralya Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi ve ICISS üyesi Ramesh Thakur,
2002 yılında yazdığı makalesinde doktrinin üç çıkmazı bulunduğunu ifade etmiştir. İlk
olarak; egemenliğe sürekli olarak saygı duyulması bazen insani trajedilere ortak olunması
anlamına gelmektedir. İkincisi; BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin veto yetkisi ve
Konsey’in uluslararası insani müdahalelere rıza gösterebilecek yegâne birim olarak ele
alınması göz önünde bulundurulduğunda, müdahaleye karar verilmesi konusunda siyasi
tıkanmanın yaşanması, bunun da pasifliğe ve kayıtsız duruşa sebep olması kuvvetle
muhtemel gözükmektedir. Üçüncüsü, Birleşmiş Milletler’in oluru alınmaksızın güç
kullanılmasına imkân verilmesi, uluslararası hukukun ihlali olarak görülebilecektir. Bu tür
bir yaklaşım, aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni dünyanın muhafızı
olarak gören ve BM’yi, dünyanın vicdanı olarak nitelendiren mevcut dünya düzeninin de
zayıflaması olarak algılanmasına neden olacaktır (Thakur, 2002a).
Hobart & William Smith Colleges öğretim üyelerinden Stefanie Fishel, koruma
sorumluluğunun, egemenlik tanımının egemene verdiği istediğini öldürme yetkisinin
yerine halka sorumluluk duygusuyla yaklaşarak, halkın sorunlarının ve ihtiyaçlarının
giderilmesi gibi bir görev yüklediğini savunmuştur. Fishel, bunu açıklarken Foucault’nun
“egemenliğin bir disiplin olarak öldürdüğünü ya da yaşamaya izin verdiğini, düzenleyici
58
olarak ise yaşamaya yardım ettiğini ya da öldürülmeye izin verdiğini” savunan görüşünü
temel almıştır. Fishel, eleştirisinin odağına ICISS raporunu almıştır. Fishel’a göre ICISS
raporu, “yapısal şiddet, aktüel şiddet ve savaş arasındaki karmaşık kapitalist formları
açıklamaktan uzak” görünmektedir. Raporun bu bağlamdaki yetersizliği, doktrinin
meşruiyetini azaltan bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır ve bu nedenle doktrinin krizlere
cevap verme kapasitesi zayıflamaktadır. Fishel, doktrinin zayıf olarak algılanmasının
baştan gelen sebeplerinden birisi olarak da henüz tam olarak tanımı yapılmamış olan
“uluslararası toplum” kavramına sık sık vurgu yapmasını göstermiştir (Fishel, 2013).
Daniel Warner, egemenlik konusunun halen merkezi bir öneme sahip olduğunu
savunurken, ICISS’in, ortaya koyduğu doktrinle devlet-merkezli uluslararası hukuk
modeline dönüş yaptığını ifade etmiştir. Warner’a göre; “bir devletin, kendi sınırları
içerisindeki bireyleri korumaya yönelik yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda
müdahale yoluyla uluslararası insani yardım almaktadır. Bu yardım, herkesin anladığı
şekilde bir müdahale olarak değil bir hükümet değişikliği olarak görülmelidir”. Sonuçta
müdahale olarak algılanan olay bir değişiklikten ibarettir. Çünkü mevcut yerel güç ya
sorumluluklarını yerine getirememekte ya da sorumluluklarını yerine getirmek
istememektedir. Dolayısıyla bu türden bir devletin karşılıkta bulunmasından bahsetmek
mümkün gözükmemektedir. Tüm bu çerçeveden müdahale ya da yardım olarak görülen
yaklaşıma bakıldığında, sorumlu ve meşru bir otorite sağlanana kadar geçici nitelikte bir
hareket olduğu anlaşılmaktadır. Warner, bu noktada, “ICISS’i müdahale/yardım
sorumluluğu ve devletlerin yetkileri konularında bir tartışma getirememiş olması ve yanlış
umutların ortaya çıkmasına sebep olması” nedeniyle eleştirmektedir. Warner, aynı şekilde,
uluslararası toplumun tamamen başarısız devletleri değiştiremeyeceğinin farkında
olduğunu, doktrinin süreklilik açısından zaafları olduğunu çünkü uluslararası camianın
uzun vadede sivilleri koruma görevini yerine getiremeyeceğini savunmuştur. Warner’a
göre; uluslararası camia ve egemen devletler, insan hakları konusunda bazı sınırlamalarla
karşı karşıya bulunmaktadır. “İnsan hakları apolitik haklar olarak ele alınmalıdır. Zira
insan hakları, bireylere aittir ve zamanla veya mekânla sınırlanamaz.” Bununla birlikte
hakların doğasından kaynaklanan bir şekilde insan haklarının uygulanması noktasında
sorunlar yaşanmaktadır. En önemlisi de insan hakları, devletler tarafından, mağdurların
korunmasından
çok
ulusal
ve
uluslararası
çıkarların
gerçekleştirilmesi
için
kullanılmaktadır, bu nedenle de uluslararası toplum ve devletler, bireylerin haklarını
yerinde ve zamanında koruyamamaktadır (Warner, 2003).
59
Noam Chomsky, davetli olarak yer aldığı BM Genel Kurulu toplantısında yaptığı
konuşmada, koruma sorumluluğunun insani müdahaleden pek bir farkının bulunmadığını
ve doktrinin retorik olarak da bir yenilik getirmediğini savunmuştur. Chomsky’ye göre
koruma sorumluluğu, insani müdahalenin bir alt konusu olarak görülmektedir. Chomsky
de doktrinin birtakım açmazlara sahip olduğunu düşünmektedir. Doktrin, bölgesel
örgütlere uluslararası müdahaleler konusunda yetki verirken, bu örgütlerin, kendi kurucu
antlaşmalarında yetki konusunu farklı bir biçimde düzenleyebileceği gerçeğini arka plana
atmıştır. Güvenlik Konseyi’nin uluslararası müdahale konusunda karar alıcı mekanizma
olarak belirlenmesi bir açmazdır. Bunun üstesinden gelmenin yollarından biri de veto
hakkını kaldırmaktır. Chomsky, ABD’nin rızaya dayalı bir hegemonya politikası
izlemesini ve çoğunluğun istekleri doğrultusunda hareket etmesini isteyen düşünürlerin ve
politika
yapıcıların
da
bu
görüşü
desteklediklerini
dile
getirmiştir.
Koruma
sorumluluğunun, son dönemde sivillerin korunmasına yönelik bir çabanın ürünü ve aynı
zamanda çıkış noktası olduğunu söyleyen Chomsky, bunun umut verici olduğunu ve
koruma sorumluluğunun bu hususta etkili bir araç olarak rol oynayabileceğini savunmuştur
(Chomsky, 2009).
Edward C. Luck, koruma sorumluluğunun 2005 yılından itibaren, Güvenlik
Konseyi onayı alınmaksızın ve üzerinde tam olarak uzlaşılmamış bir müdahale şeklini hem
yasallaştırdığını hem de meşrulaştırdığını savunmuştur. Luck’a göre; “egemen devletler,
koruma sorumluluğunu daha çok insani müdahaleyi meşrulaştırmanın karmaşık bir
yöntemi olarak algılamaktadırlar. Koruma sorumluluğu malî risklerin azaltılması için
koruma sorumluluğu yardımcı bir rol oynama imkânına sahip gözükmektedir”. Luck’a
göre; aynı şekilde, “politika yapıcıların askeri yöntemler konusundaki isteklerini
bastırabilme, bununla birlikte insani amaçlı olarak daha önceden konuşlandırılmış askeri
kuvvetlerin etkisinin ve kapasitesinin artırılmasını sağlayarak önleyicilik açısından fayda
sağlama
noktasında
değerlendirilmesi”
de
mümkündür.
Doktrin
bu
kapsamda
incelendiğinde, Luck tarafından, uluslararası ilişkilerdeki ve uluslararası hukuktaki
ilerlemelerin ve değişen önceliklerin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Fakat Luck,
koruma sorumluluğunun sivillerin korunması konusunda sınırlı bir katkı sağladığını
düşünmektedir. Sivillerin korunması konusunda başarının sağlanması siyasi istekliliğe
bağlıdır (Luck, 2010).
ICISS üyelerinde Thomas G. Weiss, ICISS raporuna yönelik eleştirilere çeşitli
argümanlarla cevap vermiştir. Raporun gelecekteki siyasi yapıyı dizayn etmeye yönelik bir
60
yaklaşımın sonucu olduğu eleştirisini dile getirenler karşı, Weiss, raporun kesinlikle ileriye
yönelik yapılmış planlamaların zeminini oluşturma gibi bir amacın mevcut olmadığını
savunmuştur. Weiss’a göre; rapor, birçok düşünür tarafından iddia edildiği gibi gelişmiş
ülkelerin çıkarlarını savunacak şekilde daha çok insani müdahale yapılmasını değil bilakis
insani müdahale şeklinde yapılan ve realist çıkarları gerçekleştirmeye yönelik bir çabanın
ürünü olan müdahalelerin azaltılmasını hedeflemektedir. Weiss, doktrinin büyük güçlerin
emellerine hizmet edecek bir Truva atına dönüşeceği yönündeki endişelerin de yersiz
olduğunu savunmuştur. BM Güvenlik Konseyi’nin müdahale konusunda oynayacağı role
yönelik düşüncelere karşın esas sorunun “ABD’nin diğer egemen devletlerle kurduğu
ilişkilerden kaynaklanan sorunların çözülememesi” olduğunu dile getirmiştir. Dolayısıyla
Weiss’a göre; Güvenlik Konseyi’nin yapısını değiştirme çabalarından ziyade “ABD’nin
lider rolünü tartışılması ve karşılıklı ilişkilerinin yeniden tanımlanması” doktrinin rolünün
etkinleştirilmesi açısından daha doğru olacaktır. Weiss, doktrinin uluslararası hukuk
literatürüne yaptığı en önemli katkının egemenlik ve insan hakları alanında olduğunu dile
getirmiştir. Koruma sorumluluğu, 1648 Westphalia Barışından bu yana toprak, halk ve
otorite unsurlarından oluşan egemenlik kavramına, insan haklarına saygı unsurunu da
eklemiştir. Bununla birlikte Weiss’a göre doktrin, dış unsurların müdahale hakkını
tanımlamaktan daha çok savaştan ve şiddetten etkilenen sivil halkı kendisine konu
edinmiştir. Komisyon üyelerinin zannettikleri kadar yenilikçi bir kavram olmayan koruma
sorumluluğu, daha önce ortaya atılmış benzer nitelikteki fikirlerin birikiminin bir sonucu
olarak uluslararası hukuk çerçevesindeki yerini almıştır (Weiss, 2004a).
Berkeley Üniversitesi’nden David Chandler, koruma sorumluluğu üzerine yapılan
tartışmaların üç yöne evrilmesinde fayda olduğunu belirtmiştir. Buna göre, koruma
sorumluluğu bir kavram olarak, askeri müdahaleye karşı çıkan insan hakları örgütlerinin
yatıştırılmasına yönelik olarak hazırlanmamıştır. Kavramın bu şekilde algılanması
yanlıştır. İkincisi, müdahale, egemenlikle taban tabana zıt değil aksine uyumlu bir kavram
olarak görülmelidir. Üçüncüsü, kavramın amacının iyi anlaşılması gerekmektedir. Kavram,
alternatif bir otorite kurmaktansa Güvenlik Konseyi’ni daha da güçlendirmeyi ve Konseyin
daha iyi çalışmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Kavramın ICISS boyutunda ise,
Komisyon’un liberal bir barış tesis etme amacının varlığı görülmektedir. Komisyon’un
çabası, insani müdahale kavramını 11 Eylül sonrası dönemin “terörizme karşı savaş”
yaklaşımından ayırt etmek üzerine yoğunlaşmıştır. Koruma sorumluluğu, belki de idealist
bir perspektif olarak görülebilecek bir şekilde, egemen devletlere adeta ahlak bekçisi
61
görevini yüklemiştir. “Müdahale hakkı”, müdahale edeni merkeze koyan ve mağdurları ve
muhtaçları göz ardı eden bir anlayışın ürünü olmuş, egemenlikle tamamen zıt bir görüntü
vermiştir. Konuları tamamen askeri açıdan ele almış ve önleyici çabaları ve müdahale
sonrası yardım konusunu içermeyerek eksik bir yaklaşım olmuştur. Koruma sorumluluğu
kavramıyla birlikte getirilen terminolojik değişikliğin, bakış açısındaki ve söylemdeki
değişimi göstermesinin yanı sıra, egemenliğin bir sorumluluk olarak ele alınması da hesap
verilebilirliğin bir göstergesidir. Müdahale için belirli ölçütlerin oluşturulması, kavramın
teorik ve pratik yönden güçlenmesini sağlarken ölçütlerin yorumlanmasındaki farklılıklar
uygulama safhasına çeşitli sorunlar oluşturabilecek niteliktedir. Nihayetinde Chandler’a
göre insani amaçlar içeren koruma sorumluluğu, bu bakımdan “reelpolitiğe karşı verilmiş
ciddi bir pragmatik cevap” olarak uluslararası ilişkilerdeki yerini almıştır (Chandler, 2004).
Kavramın sorumluluk başlığına da değinen Chandler; sorumluluğun herkes için geçerli
olduğunu, bu nedenle de müdahalenin sadece Batılılardan beklenildiği anlayışın yerini
Batılıların sorumluluklarının daha da sınırlandığı bir anlayışın aldığını ifade etmiştir.
Kavramın getirdiği kitlelere yönelik şiddet olaylarının bireysel nedenlerle ortaya çıktığı
yönündeki yaklaşımın ortaya konmasının, doğru bir kurumsal anlayışın uygulama alanı
bulmasının, siyasi aktörleri çatışmadan uzak kalarak işbirliğini tercih etmeye zorlayacağını
ve hatta siyasi aktörlerin işbirliği yönünde atacağı adımları daha da güçlendireceğini
savunmuştur (Chandler, 2010).
Avustralya Kızılhaç Örgütü’nden Eve Massingham, koruma sorumluluğunu
sivillerin korunması yönünde “harika bir adım” olarak nitelendirmiştir. Komisyon, insani
müdahale konusunda var olan literatüre yeni pozitif katkılar sağlayan doktrinin bir
emperyalizm aracı olmadığını zaten yeterince izah etmiştir. Nitekim ICISS raporu,
vatandaşların korunmasına öncelik verilen ve başka yerlere müdahalenin pek de revaçta
olmadığı bir dönemde, 2001 yılında yayınlanmıştır. Massingham’a göre koruma
sorumluluğu, “medenileşmekte zorlanan ya da medenileşemeyen bazı toplumların ya da bu
nitelikteki devletlerin, güvenliği ilgilendiren konular başta olmak üzere birçok alanda
barışa yönelik bir tehdit oluşturacağı yönünde evrensel bir kabulün oluşmasını”
sağlamıştır. Doktrin, sivilleri korumayı vaat etmektedir. Bu vaat mevcut uluslararası
yapılar tarafından başarısızlığa uğratılmadığı takdirde gerçekçi bir vaattir (Massingham,
2009).
Raoul Wallenberg İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk Enstitüsü’nden Diana Amneus,
ICISS’i “hukuki bir oluşum olarak görmektense siyasi bir oluşum” olarak görmenin daha
62
doğru olacağını vurgulamıştır. Komisyonun beklentilerinin karşılanmasının, ancak BM
Antlaşması’nda belirtilen kolektif güvenlik anlayışının değiştirilmesiyle mümkün
olduğunu iddia etmiştir. Amneus’a göre caydırıcı güç kullanılması, her egemen devlet
tarafından farklı şekillerde yorumlanabilecek özelliktedir ve bu nedenle istismar edilmeye
açık görünmektedir. Amneus, koruma sorumluluğunun meşruiyetine ve hukukiliğine
yönelik tartışmaları da değerlendirerek, doktrinin hukukiliğinden çok meşruiyet yönünün
irdelenmesinin doktrine katkı sağlayacağını ifade etmiştir. Zira Amneus’a göre doktrine
konu olayların meşruiyet bakımından sorgulanması, devletlerin siyasi niyetlerinin
anlaşılması açısından daha uygun olacaktır. Bununla birlikte koruma sorumluluğunun
devletler tarafından istismar edilmesine ya da yanlış kullanılmasına yönelik davranışların
engellenmesi gerekmektedir. Bu tür davranışların engellenmesi için de en geçerli ve
doğrudan sonuç getirecek yol, buna yönelik yasal süreçlerin net bir şekilde ortaya
konulmasıdır. Bu sayede uluslararası toplumun, kitlelere yönelik suçların önüne geçmesi
sağlanabilecektir (Amneus, 2012).
ICISS üyelerinden ve Griffith Üniversitesi öğretim üyesi Alex J. Bellamy,
ICISS’in, insani müdahale kavramına yönelik tartışmaların seyrini, devletin öncelikli
sorumluluğunun vatandaşlarını korumak olduğu bir anlayışı hâkim kılarak değiştirdiğini
belirtmiştir. Soykırımın önlenmesi, kitle kıyımlarının engellenmesi, tehlike altındaki sivil
nüfusun korunması hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik söylem, kavrama yönelik
şüpheleri ortadan kaldırmamakla birlikte kavrama yönelik bakış açısını olumlu yönde bir
değişim getirmiştir. 2005 yılında gerçekleştirilen Dünya Zirvesi ise ICISS’in ortaya
koyduğu koruma sorumluluğu doktrinini başkalaştırmıştır. Dünya Zirvesi, dört suç tanımı
yaparak kavramın ölçeğini belirlemiştir. Tanımlanan suçların yasal zeminleri ise Soykırım
Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü, Yugoslavya ve Ruanda
Mahkemeleri yargılamaları üzerine oturtulmuştur. Bununla birlikte koruma sorumluluğuna
ilişkin roller ve sorumluluklar belirlenmiştir. Müdahaleci dilin yeniden dirilmesini
önlemek adına, koruma sorumluluğu krizi ya da koruma sorumluluğu olayı gibi bir kavram
ortaya atılmamıştır. 2006 yılında Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen koruma
sorumluluğu tanımı, bu konu hakkında söz söyleyenler için temel referans noktası hâline
gelmiştir. Tüm bunlarla birlikte güncel olaylar, koruma sorumluluğuna dair yeni şüpheleri
beraberinde getirmektedir. Egemen devletler, üzerinde mutabık kalamadıkları insani
nitelikli müdahalelerden çekinmenin yanı sıra koruma sorumluluğunu da müdahaleleri
meşrulaştırma görevini üstlenen bir Truva atı olarak görmektedir. Bellamy’ye göre askeri
63
müdahaleye dair sorunların çözülmesinde koruma sorumluluğu üç katkıda bulunabilir.
Birincisi, “müdahaleyle birlikte ortaya çıkması muhtemel zararların giderilmesine yardım
edebilir”. İkincisi, “askeri sorunlar başta olmak üzere karmaşık problemlerin ortadan
kaldırılmasına yönelik olarak politik ve diplomatik stratejiler üretilmesini sağlayabilir”.
Üçüncüsü, “sivillerin korunmasına dikkat çekerek korumanın uygulanabilirliği konusunda
yeni bir bakış açısı oluşturulmasını sağlamak konusunda ivmelendirici olabilir” (A. J.
Bellamy, 2008).
Liberal barış teorilerinin önde gelen isimlerinden Michael W. Doyle, koruma
sorumluluğunun uluslararası hukukla çatışmalı bir kavram olduğunu fakat liberal
uluslararası etik anlayışıyla benzerlik gösterdiğini ifade etmiştir. Doyle’a göre kavram,
“dünya siyasetinin normatif yapısındaki çoğulculuğa katkıda bulunmuştur”. Bu da kafa
karışıklığı yaratmıştır. Yaşanan bu kafa karışıklığı, koruma sorumluluğunun ortaya
koyduğu ya da koymak istediği normların, yapılagelişin bir parçası olmasıyla ve
uluslararası etik kurallarını biçimlendirmesiyle zaman içerisinde giderilecektir. Koruma
sorumluluğu kavramı ile birlikte belirlenen dört suç çeşidi, uluslararası hukuk tarafından
hâlihazırda suç olarak belirlenmiş olmasına rağmen bu konu üzerine yapılan tartışmalar,
genellikle Güvenlik Konseyi’nin bu suçları önlemeye yönelik olarak kullandığı
yöntemlerin irdelenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. BM’nin uygulamalarıyla bazı
uluslararası örgütlerin uygulamaları kimi zaman çelişki arz etmektedir. Bunun en bilinen
örneği ise Afrika Birliği ile BM arasındadır. Soykırımın önlenmesi konusunda BM
Antlaşması ile Afrika Birliği’nin metinleri çelişmektedir. Koruma sorumluluğunun ortaya
çıkması bu tür ihtilafların uzlaştırılması noktasında fayda sağlayacaktır. Doyle’a göre
kavram, neo-emperyalist bir kavram değildir. BM, kavramın bu nitelikte bir kavram
olmadığını, 2008 yılında kasırga felaketiyle yüzleşen Myanmar’a müdahale etmeyerek
göstermiştir. BM’nin Myanmar konusunda belirlediği tutum, koruma sorumluluğuna
yönelik desteği artırmıştır. 2008 yılında Kenya’da yaşanan kriz, koruma sorumluluğu
çerçevesinde çözülmüştür. Böylelikle kavrama olumlu bakanların sayısı artmıştır.
Kavramın sorumluluk kelimesini içermesi, doktrine “normatif bir güç” kazandırmaktadır.
Koruma sorumluluğu, hukuka uygunluk açısından sorunlu görünse de 2005 yılında
gerçekleştirilen Dünya Zirvesi’nden sonra “meşruiyet sağlayıcı” özelliğe sahip olmuştur.
Nitekim ABD’nin 2003 yılında Irak’a müdahalesi ve Rusya’nın 2008 yılındaki Gürcistan
müdahalesi, koruma sorumluluğunun haklılaştırmasıyla gerçekleştirilmiştir. Doyle’a göre
kavram, genel olarak liberalizmle bağlantılı olmakla birlikte sosyalistlerin ve realistlerin de
64
uluslararası etik anlayışı adına kendilerinden bir şeyler bulabilecekleri niteliktedir (Doyle,
2011).
Texas Üniversitesi öğretim üyesi Alan J. Kuperman, koruma sorumluluğu
kavramını, işlevleri ve sonuçları bakımından incelenmiştir. Kuperman’a göre koruma
sorumluluğu, soykırımla sonuçlanması kuvvetle muhtemel şiddet olaylarının ortaya
çıkmasına neden olmaktadır. Kavram, belirli bir meşru otorite tarafından yönetilen fakat
bastırılmış ya da ezilmiş hâlde bulunan topluluklara uluslararası güvence sağlamaktadır.
Sağlanan bu uluslararası güvence ise bu toplulukların silahlı mücadelelerine destek
sağlamakta ve mücadelenin aktif bir şekilde devam etmesine neden olmaktadır. Böylece
müzakere yöntemi kabul edilebilirliğini yitirmekte ve taraflar olaylara makul bir şekilde
bakamamaktadır. Bu nedenle kavram, tehlike altındaki sivilleri korumaktan uzaktır ve
istemsiz bir şekilde hassas durumdaki diğer toplulukları da tehlikeye sokmaktadır.
Engellemek istediği “trajedilerin ortaya çıkmasına sebep olmakta, isyancı hareketleri
güçlendirmekte ve egemen otoriteyi soykırıma varacak şekilde şiddetli bir misilleme
yapmak zorunda bırakmaktadır”. Bosna, Kosova, Ruanda ve Darfur’da yaşananlar bu
anlayışın doğrudan ortaya çıkmış birer sonucudur. Nitekim Kosova’da ve Bosna’da
liderler, dış yardım beklentisiyle mücadeleye kalkıştıklarını ifade etmişlerdir. Kavram,
kendilerini korumaktan aciz olan sivillerin riskli davranışlarını teşvik etmekte ve
provokatif eylemleri ödüllendirmektedir. Nitekim bilimsel olarak da “soykırımla
sonuçlanan şiddet olaylarının büyük bir çoğunluğunun, asimetrik bir şekilde, şiddete
meyilli isyancı gruplar tarafından başlatıldığı” ispatlanmıştır. Bu gruplar, şiddetin
militerleşmesine neden olmaktadır. Müdahale, zamanla isyancı grupların siyasi çıkarlarına
hizmet etmektedir. Kuperman, içerik açısından insani müdahale ile koruma sorumluluğu
kavramları arasında kayda değer bir farklılığın olmadığını ifade etmiştir. Koruma
sorumluluğu, liberal kurumsalcılığın bir ürünüdür. Kavramın tamamen ortadan
kaldırılması yanlıştır, bunun yerine kavram dönüştürülmelidir. Kavramın özellikle askeri
müdahaleyi gerçekleştirecek kuvvetlerin yapısı ve diplomatik, ekonomik ve siyasi
müdahale stratejilerinin belirlenmesi konularında yenilenmeye ihtiyacı bulunmaktadır.
Devletlerin müdahale zamanlarını belirleyebilecek herhangi bir uluslararası örgüt yoktur.
Bazı devletler, provokatif nitelikte eylemler gerçekleştiren isyancıları destekleyerek
barışçıl hareket eden grupları dışlayabilmektedir. Henüz yeni bir kavram olarak
görülebilecek olan koruma sorumluluğunun bu aşamada değiştirilmesi mümkün
65
gözükmektedir. ABD, kavramı geliştirerek daha doğru bir şekilde uygulanmasına öncülük
etmelidir (Kuperman, 2009).
Bellamy ve Paul Williams birlikte yazdıkları makalede, insani müdahale ve koruma
sorumluluğu kavramlarını eş anlamlı kavramlar olarak görmenin yanlış olduğunu ifade
etmişlerdir. “Koruma sorumluluğu, tehlike altındaki grupların kendileri için savaştıklarını
iddia eden silahlı gruplara yardım etmelerine imkân tanımamaktadır. Bu da devletlerin
soykırıma yönelik hareketlere girişmesi gibi bir sonucu doğurmamaktadır. Sürecin böyle
devam etmesi hâlinde silahlı grupların devletlere yönelik saldırılarında artış olacağı
yönündeki iddiaların gerçeği yansıtmamaktadır. İstatistikler, koruma sorumluluğunun,
çatışmaları artırdığına dair herhangi bir belirtinin olmadığını hatta aksine çatışmalara
neden olan sorunlarda bir azalma olduğunu göstermektedir. Buna göre; 1996 yılında
toplam 48 çatışma yaşanırken bu sayı 2011 yılında 33’e, 2008 yılında ise 26’ya düşmüştür.
Büyük ölçekli çatışmaların sayısı ise 1996 yılında 29 iken, 2005 yılında 18’e, 2008 yılında
ise 13’e düşmüştür (A. J. Bellamy & Williams, 2012).
California Üniversitesi öğretim üyesi Robert Rauchhaus; “zarar tehlikesinin, sistem
unsurlarının örtülü faaliyetlerde bulunma fırsatını elde ettiğinde ortaya çıktığını”
savunmuştur.
Üçüncü
taraflar,
mevcut
sorunları
bilerek
ya
da
bilmeyerek
derinleştirebilmektedirler. İnsani müdahale konusunda, elde edilen bilgiler ve yapısal
katkılar, mevcut riskleri göz ardı ederse, politika yapıcıların yanlış yönlendirilmesi
kaçınılmaz olmaktadır. Arabuluculuk ya da müzakere gibi çabaların yerine, devletleri
misilleme yapmaya zorlayan silahlı grupları cezalandırmaya yönelik yeni stratejilerin
üretilmesi gerekmektedir. Müdahale eden devletler, her zaman için müdahalede bulunulan
devletlerin durumunun daha da kötüleşeceği gerçeğini göz önünde bulundurmak
zorundadırlar. Bu noktada hangi şartlar altında insani müdahalenin daha yararlı olacağı
üzerine çalışmaların yapılması gerekmektedir (Rauchhaus, 2005).
BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği; Eski Kanada Yüksek Mahkemesi
Başsavcısı ve eski Yugoslavya Cumhuriyeti için kurulan Uluslararası Savaş Suçları
Mahkemesi ile Ruanda Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi savcısı Louise Arbour
(“Louise Arbour,” 2011), “koruma sorumluluğunun doğru anlaşılıp doğru uygulanması
durumunda kavramsal ve pratik olarak çeşitli kolaylıklar sağlayacağını” dile getirmiştir.
Arbour’a göre bu kolaylıklar, “tehditlerin ölçeği ile insan güvenliği arasındaki asimetrik
boşluğu dolduracaktır”. Koruma sorumluluğundan çok daha önce Soykırım Sözleşmesi
66
devletlere, soykırımı önleme sorumluluğu yüklemiştir. Bu sorumluluk, ilgili devletin
soykırımı önlemeye yönelik tedbir alma konusunda başarısız olması durumunda ortaya
çıkan bir yükümlülük olarak ele alınmıştır. Aynı şekilde Roma Statüsü de savaş
suçlularının ve insanlığa karşı işlenen suçların cezalandırılmasını öngörmüştür. Arbour’a
göre, potansiyel müdahaleciler, koruma sorumluluğunun getirdiği normlara olumlu
yaklaşırken, müdahale edilme riskiyle karşı karşıya bulunan devletler bu normlara karşı
çıkmaktadırlar. Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi, dünyanın her yerinde, sivilleri
korumaya yönelik önlemlerin alınması konusunda daha fazla sorumluluk üstlenmelidir.
Veto yetkisi, insani müdahale konusunda bir engel olarak algılansa da, koruma
sorumluluğu kapsamında, kullanımına sınırlamalar getirmek uygun olacaktır. Uluslararası
ortak menfaatlerin gerçekleştirilmesi adına egemen devletlerin, koruma sorumluluğu
kapsamına alınan suçların önlenmesi için gerekli adımları atması, bu adımları atamadıkları
takdirde de diğer devletlerin, sorumluluklarını yerine getirme hususunda gösterdikleri
çabayı boşa çıkarmaya yönelik bir tavırdan uzak durması gerekmektedir.. Erken uyarı
mekanizmasının oluşturulması ve etkili bir önleme faaliyetinin izlenmesi için İnsan
Hakları Konseyi’ne yetki verilmesi gerekmektedir. Sonuçta, koruma sorumluluğunun
diplomatik, caydırıcı ve zorlayıcı tedbirleri ve inşa anlayışı, Güvenlik Konseyi’nin aynı
alanlardaki bakış açısıyla ve anlayışıyla örtüşmektedir (Arbour, 2008).
Bükreş Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi Ruxandra Ivan, “koruma
sorumluluğunun ortaya koyduğu ve çeşitli anlamlar ve değerler yüklediği kavramlara dair
belirsizlikleri giderebilmek için koruma sorumluluğunun kodifiye edilmesi gerektiğine”
dikkat çekmiştir. Kavramdaki değişimi ele alan Ivan, müdahale sözcüğünün devletler
tarafından çekingenlikle karşılanan bir kavram olduğunu, sorumluluk kavramının ise
egemenlik kavramıyla müdahale kavramını birleştiren bir kavram olduğunu ifade etmiştir.
Ivan’a göre; kavramın üç sütunundan ikisi olan önleme ve yardım ve kapasite inşası
hedefleri gerçekleştirilmesi en zor hedeflerdir. Çünkü bu hedeflerin gerçekleştirilebilmesi
için “karmaşık ve de tam olarak belirlenmiş stratejilere” ihtiyaç duyulmaktadır. Dört suç
unsurunun ortaya konması muğlaklığa neden olmaktadır. Zira ortaya konan suç unsurları
ya da dört suç tanımı, “entelektüel bir çabadan ziyade politik kanaatlerle anlaşılabilecek
nitelikte” kavramlardır. Pek tabii herhangi bir devletin soykırım olarak gördüğü bir olayı
diğer herhangi bir devlet soykırım olarak görmeyebilecektir. Müdahale konusundaki
ölçütlerin net olmaması, uluslararası toplumun, harekete geçme konusunda yasal
yükümlülüklere sahip olmasının önüne geçmektedir. Politika yapıcılar ve uluslararası
67
hukukçular arasında koruma sorumluluğunun içeriğine dair bir uzlaşma sağlanamamıştır.
Kavram bu nedenle gerçek anlamıyla bir uluslararası hukuk kavramı değildir. Nitekim
halen yeteri kadar netleştirilememiştir ve yeterli bir şekilde tanımlanmamıştır. Kavramın
gerçekçiliği de büyük güçlerin ekonomik ve stratejik çıkarlarıyla sınırlanmıştır. Siyasi
irade olmadan, kavram, hiçbir anlam ifade edememektedir. Güvenlik Konseyi, kavramın
yetersizliğinden dolayı olaya göre karar almaya devam etmektedir. Kavramın uygulanabilir
bir yasal norm hâline gelebilmesi için mesafe kat etmesi gerekmektedir. Buna rağmen
kavram, müdahaleleri meşrulaştırma konusunda etkin bir rol oynama imkânına sahiptir
(Ivan, 2012).
Barış inşası ve çatışma çözümlemesi üzerine çalışmalarıyla bilinen Melissa Labonte
koruma sorumluluğunu, “normatif olarak hırslı fakat yüksek düzeyde siyasileşmiş ve
pürüzlü olmakla” eleştirmiştir. Labonte’nin diğer eleştirisi, kavramın, müşterek müdahale
anlayışına olumsuz etkide bulunması ihtimaline dayanmaktadır. Labonte, kavramın olumlu
yanının ise “sivillerin korunması konusundaki beklentileri artırması” olduğunu fakat
“gerekli desteğin sağlanmaması hâlinde bu beklentilerin de boşa çıkacağı” yönünde
endişesi olduğunu vurgulamıştır (Labonte, 2012).
Güney Sudan’daki BM Polis Gücü’nde siyasi danışman olarak görev yapan Scott
Woodward, koruma sorumluluğu kavramındaki “sorumluluğun” doğru anlaşılması
gerektiğini savunmuştur. Sorumluluk, ilk olarak devletlerin iç sorumluluğunu, sonra
hariçtekilerin sorumluluğunu ortaya koymaktadır ve geçici nitelikte değildir. Komisyon’un
çabası, “devlet odaklı bir yaklaşımdan insan hakları odaklı bir yaklaşıma geçmektir”.
Koruma sorumluluğunun eksik yanı, krizlere, kimin müdahale etmesi gerektiğini tam
olarak açıklayamamasıdır. Sorumluluklarını yerine getirecek belirli aktörlerin olması
gerekmektedir. Böylece etki ve kapasite artırımı konusunda hem devletlerin hem de
uluslararası toplumun çalışmalar yapmasının önü açılacaktır. Koruma sorumluluğunun
görünen en büyük amacı; “koyduğu ilkeleri, devlet, toplum ve halk için devletin doğası ve
yükümlülüğü hâline getirmektir” (Woodward, 2012).
Helsinki Üniversitesi’nden Touko Piiparinen, koruma sorumluluğunun “yasal bir
normdan çok politik bir yapıyı ortaya koyduğunu” savunmuştur. Piiparinen’e göre koruma
sorumluluğu, ilk olarak diplomatik bir jargona sahip olmuştur ve güvenlik uzmanları
arasında yayılmıştır. Sonrasında ise uluslararası kuruluşlar, hükümet dışı kuruluşlar ve
bölgesel örgütler arasında geniş ağlar kurulmasını sağlamıştır. Doktrin için yapılan dört
68
suç tanımıyla bir normlar hiyerarşisi ortaya çıkmıştır. Foucaultcu bakışla kavram ele
alındığında; modern toplumun tüm kavramları şiddet süreçlerini içermektedir. Bu
kapsamda koruma sorumluluğu da bu süreçlerin ürünüdür. İnsan hakları ihlallerine yönelik
evrensel bir ölçüt oluşturma çabasıyla McDonaldlaştırma mantığını iyi bir şekilde
yansıtmaktadır. Bununla birlikte kavramın tanımı ile uygulaması arasındaki uyumsuzluk,
“McDonaldlaştırma bağlamında mükemmellik
yanılsamasının bir örneği olarak”
karşımızda durmaktadır. Aynı şekilde kavramın otomasyonu da net bir yanılgı olarak
görülmektedir. Sonuçta kavram, uluslararası politikadaki belirsizliklere kurban gitmektedir
ve uygulama alanı bulmakta zorlanmaktadır. İnsani güvenliğe yönelik normlara olumlu
katkıda bulunmaktadır. Fakat bu hâliyle ancak tamamlayıcı olabilmekte ve dönüşüm
sağlayabilme potansiyeline sahip olmaktadır. Devletlerin egemenliği kavramına, sivilleri
koruma bağlamında katkıda bulunan bir siyasi söylem olarak ele alınabilse de “Foucaultcu
perspektiften bakıldığında egemenliğin McDonaldlaştırılması” olarak görülmektedir. Yine
bu açıdan bakıldığında; devletlerin egemenliğini, “liberal, demokratik ve evrensel ilkeler”
bağlamında ele almak istediği anlaşılmaktadır (Piiparinen, 2012).
3.7. Devletlerin Koruma Sorumluluğuna Yönelik Yaklaşımları
Koruma Sorumluluğu, 2001 yılında ilan edildikten sonra ilk olarak ABD, Büyük
Britanya, Japonya, Kanada, Yeni Zelanda, Güney Afrika, Avrupa Birliği, Ruanda ve
Kenya tarafından desteklenmiştir (Tiewa, 2012). Doktrine İran, Venezuela ve Kuzey Kore
tepki göstermiş ve doktrini neo-emperyalist bir araç olarak nitelendirmişlerdir. Bununla
birlikte 75 devlet de doktrini desteklemekle birlikte doktrinin uygulanmasına yönelik bariz
eksikliklerin olduğunu dile getirmişlerdir. Timor-Leste ve Bosna Hersek gibi geçmişte
büyük insani krizlerle karşılaşmış olan devletler, doktrine, tarihsel süreçleri de göz önünde
bulundurarak hararetli bir şekilde destek vermiştir (Gilligan, 2013). BM üyesi devletlerin
doktrine yönelik yaklaşımları ICISS Raporu’nun yayınlandığı 2001 yılından bu yana
birçok değişim göstermiştir. 2005 Dünya Zirvesi’nde alınan ilkesel kararlara rağmen
Sahra-altı Afrika ülkeleri, Arap ülkeleri ve Latin Amerika devletleri koruma
sorumluluğuna verdikleri desteği, uluslararası toplumun Darfur Krizi’ndeki etkisizliğini ve
başarısızlığını göz önünde bulundurarak azaltmışlardır (Gilligan, 2013). 2008 yılında;
Koruma Sorumluluğu kavramının fikir babası olarak görülebilecek olan Francis Deng’in
BM Soykırımın ve Kitle Kıyımlarının Önlenmesinden Sorumlu Genel Sekreter
Yardımcılığına ve Bağlantısızlık Hareketi’ne üye ülkelerin Koruma Sorumluluğu
doktrinine dair şüphelerinin giderilmesi için Columbia Üniversitesi’nden Edward Luck’ın
69
BM Genel Sekreteri Özel Danışmanlığı’na getirilmesi, devletler açısından dikkate değer
bir diğer gelişme olmuştur (Gilligan, 2013).
Devletler, değişen dış koşullara ve kendi dış politikalarına göre doktrine yönelik
tutumlarında dönüşüme gitmişlerdir. Bu bölümde küresel ve bölgesel güçlerin doktrine
yönelik yaklaşımları ele alınmıştır.
3.7.1. P5+1 ve koruma sorumluluğu
BMGK’nin beş daimi üyesinin her birinin ayrı ayrı tutumları, koruma sorumluluğu
konusunda izlenecek yol haritasını belirlemektedir. BM Antlaşması çerçevesinde müdahale
etmeye yetkili olan BMGK, bu yetkisini çoğunlukla üyeleri üzerinden yerine
getirmektedir. Sağlanan siyasal ve finansal desteğin boyutu, doktrinin uygulanabilirliğini
artırabilmekte ya da azaltabilmektedir. BMGK’nin daimi üyelerinin yanı sıra Avrupa’nın
gelişmiş ülkelerinden olan ve küresel bir oyuncu olarak kabul edilen Almanya’nın
tutumları, uluslararası müdahaleleri şekillendirmektedir. Bu nedenle küresel güçler olarak
nitelendirilen bu güçlerin doktrine yönelik tutumlarının incelenmesi gerekmektedir.
3.7.1.1. ABD ve koruma sorumluluğu
ABD, Soğuk Savaş döneminde barış gücü misyonlarında sayısal olarak çok fazla
yer almasa da bu misyonların finansmanına katkı sağlamış ve Birleşmiş Milletler’in talep
ettiği gerekli desteği vermiştir. Yine gerektiğinde, tıpkı 1956 Arap-İsrail Savaşı’nda
olduğu gibi BMGK üzerinden barış gücü operasyonlarına, realist dış politika yaklaşımı
çerçevesinde onay vermiştir. ABD’nin bu noktadaki politikası beş daimi üyenin inisiyatif
alma yetkisini korumak olmuştur. (Thakur, 2006).
ABD’nin Koruma Sorumluluğu doktrinine yönelik yaklaşımı ise zaman içerisinde
değişimler geçirmiştir. Doktrinin ilanından çok önce ABD’de, Clinton döneminde
önleyicilik çalışmaları başlatılmıştır. Bosna, Ruanda, Kosova olayları neticesinde Kitle
Katliamlarının Önlenmesi Kuruluşu’nun kurulmasıyla önleyicilik açısından ABD’nin attığı
ilk adım olmuştur. 2001 yılında doktrinin ilan edilmesiyle doktrine destek verilirken temel
olarak iki kuşkusunu dile getirmiştir (Feinstein & Bruin, 2009: 180-187). ABD’nin
doktrine yönelik kuşkularından ilki, doktrinin Güvenlik Konseyi’nin müdahale hakkına
yasal bir dayanak sağlamaması, ikincisi ise BMGK’nin onayı alınmadan yapılan
müdahalelerde nasıl bir tutum benimseneceğine dair bir kuralın ortaya konmamasıdır
(Pingeot & Obenland, 2014). Hatta ilk dönemlerde kendi hareket alanını sınırlayacağı
70
gerekçesiyle ABD’li politika yapıcılarından doktrine karşı olumsuz bir tavır sergileyenler
olmuştur (A. J. Bellamy, 2008). Başkan George Bush, göreve geldiği ilk günlerde
“soykırıma, insanlık suçlarına olduğu kadar insani müdahalelere de karşı” olduğunu ifade
etmişse de 11 Eylül saldırılarından sonraki dönemde doktrinin getirdiği ilkelere destek
vermiştir (Feinstein & Bruin, 2009: 180-187). 2005 yılından sonra doktrinin uluslararası
toplum tarafından da desteklenmesiyle doktrine olan desteğini artırmıştır. Hatta Darfur
krizi sırasında başta Dışişleri Bakanı Rice olmak üzere Amerikan yetkililer koruma
sorumluluğuna vurgu yaparak uluslararası toplumu harekete geçirmeye çalışmışlardır
(Feinstein & Bruin, 2009). Bush yönetiminin ardından göreve başlayan Obama yönetimi
de koruma sorumluluğunu benimseyerek, doktrini, Libya örneğinde görülebileceği
şekliyle, bir dış politika aracı hâline getirmiştir. Buna rağmen ABD’nin Westphalia’dan bu
yana sürdürülen devletlerin egemenliği anlayışını, özellikle sistemin tek dominant unsuru
olduğu bir dönemde değiştirmek istemediği anlaşılmaktadır (Hendrickson, 2014). Bu da
kimi zaman ABD’nin doktrine yönelik yaklaşımında muğlaklık olduğuna dair bir görüşün
hâkim olmasına neden olmuştur. Zira 2011 yılında Suriye’de yaşanan halk hareketi Suriye
devleti tarafından kanlı bir şekilde bastırılırken ABD, etkili bir diplomasi ve askeri
caydırıcılık sağlayamamıştır. Obama yönetimi, kimyasal gazların kullanılması hâlinde
ülkeye müdahale edeceğini dile getirse de bu kriter aşılmasına rağmen Suriye politikasında
bir değişikliğe gitmemiştir. Bu da ABD’nin doktrine yönelik tutumunun halen belirsiz
olduğu şeklinde yorumlanmıştır (O’Donnell, 2014).
3.7.1.2. Rusya Federasyonu ve koruma sorumluluğu
Rusya, doktrinin ilan edilmesinden sonra sivilleri koruma yükümlülüğünü reddeden
bir yaklaşım göstermiştir. Batılı bir kavram olarak gördüğü doktrini, bir anlamda Batı’nın
içinden gözlemektedir. Batı’nın demokratik barış teorisinin bir uzantısı olarak gördüğü
müdahale ile rejimleri değiştirme yöntemini benimsememektedir. Rusya, bir yandan
doktrine karşı BM Antlaşması’nın sürdürülmesini savunurken diğer yandan komşu
ülkelerdeki Rusların ve Rusça konuşan kişilerin haklarını çeşitli yollardan savunmaya
çalışarak iki taraflı bir siyaset yürütmektedir. Rus politika yapıcıları, tutumlarını, “liberal
doktrinin karşısında devletlerin kendi vatandaşlarını koruma sorumluluğunu benimseme,
BMGK’nin daimi bir üyesi olarak uluslararası hukuka saygılı olma ve temsil edilemeyen
ülkeleri temsil etme” olarak nitelendirmektedir (Kurowska, 2014).
Rusya her ne kadar doktrine yönelik mesafeli tavrını korumaya çalıştıysa da 2005
Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi’ni imzalamış, hatta sonrasında alınan müdahale kararlarında
71
çekimser oy ya da kabul oyu kullanmıştır (O’Donnell, 2014). Bu tutumunu daha da ileri
götüren Rusya, 2008 yılındaki Gürcistan müdahalesinin “koruma sorumluluğu”
çerçevesinde gerçekleştirdiğini savunmuştur.
3.7.1.3.Çin Halk Cumhuriyeti ve koruma sorumluluğu
Koruma Sorumluluğu kavramına Çin Halk Cumhuriyeti’nin yaklaşımının ana
çizgilerini ulusal egemenlik kavramı çizmiştir (Noesselt, 2013). Çin, insani müdahalelerin
egemenliğin geleneksel tanımlarına saygılı bir şekilde uygulanması gerektiğini
savunmaktadır (O’Donnell, 2014). Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ile
doktrinin, Güvenlik Konseyi’nin gücünü azaltacağını savunsa de (Bellamy, 2008) nihaî
olarak karar vericinin Güvenlik Konseyi olması Çin’i ‘olaya göre karar alma’ yolunu
benimsemeye itmiştir. Böylelikle 2005’te Darfur konusunda müdahale yanlısı bir tutum
sergilenmiştir (Noesselt, 2013). Bununla birlikte Çin’in aynı yıl gerçekleştirilen Dünya
Zirvesi’nde doktrinin uygulanmasına yönelik ilkeleri desteklediğini ve Zirve’nin Sonuç
Belgesi’ni imzaladığını belirtmekte fayda vardır (Tiewa, 2012). Çin, aynı dönemde barış
güçlerinde aktif görev almaya devam etmiştir. Hatta 2007 yılında Batı Sahra’daki BM
Barış Gücü’nün komutası Çin’e geçmiştir. Çin ve BMGK’nin diğer üyeleri arasında denge
sağlayan bu yaklaşım, 2011 yılında Çin’in, Libya’ya yönelik müdahaleye, Libya’nın
“egemenliğinin, toprak bütünlüğünün, birliğinin ve bağımsızlığının korunması” şartıyla
yeşil ışık yakmasını sağlamıştır. Bunun yanında Libya krizi örneğinde görüldüğü gibi
bölgesel örgütlerin diplomatik çabalarına ekstra önem vermiştir (Noesselt, 2013). Nitekim
Çinli dış politika yapıcılarına göre; koruma sorumluluğunun birinci sütunu uygulanmalı ve
bölgesel krizlerde bölgesel ve alt-bölgesel örgütlere daha aktif rol verilmelidir (Verhoeven,
Murthy, & Oliveira, 2014). Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda belirtilen ilkelerin
korunmasına ve sürdürülmesine önem veren Çin’in doktrini, iç politik nedenlerin de
etkisiyle doktrinin içeriğine yönelik eleştirilerine ve yorum farklılıklarına rağmen doktrini
desteklemeye devam etmektedir. (Noesselt, 2013).
3.7.1.4. Fransa ve koruma sorumluluğu
Fransa tarafından Fransa’nın geçmişten gelen medenileştirme görevinin (mission
civilisatrice) tamamlayıcısı olarak algılanan doktrin Fransa tarafından benimsenmiştir
(Brockmeier, Kurtz, & Junk, 2014). Doktrinin Fransa tarafından benimsenmesinde insani
müdahale ve insani yardım konularında 1980’li ve 1990’lı yıllarda aktif bir şekilde sivil
toplum faaliyeti yürüten Bernard Kouchner’in Fransa Dışişleri Bakanı olmasının payı
büyüktür.
72
Doktrin, Kouchner döneminde Fransa tarafından sahiplenilmiştir. Myanmar’da
Nargis kasırgasının sebep olduğu doğal afet sonucunda 138.000 insanın yaşamını
kaybettiği, 1,5 milyon insanın da göç etmek zorunda kaldığı insani felaket sonrasında
Myanmar Devletinin soruna çözüm bulamaması üzerine Kouchner, BM’ye “koruma
sorumluluğunu harekete geçirme” çağrısı yapmıştır. Bu çağrı, birçok devlet tarafından,
koruma sorumluluğunun doğal afet durumunda uygulanamayacağı yönündeki cevapla
reddedilse de Fransa’nın doktrini benimsediğini göstermesi açısından önemlidir (A. J.
Bellamy & Drummond, 2011). Fransa, 2010 yılında Fildişi Sahilleri’nde, 2011 yılında
Libya’da yaşanan krizlerin çözülmesi için koruma sorumluluğunu işletmeye çalışmıştır.
Özellikle Libya’da uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve milis grupların hükümet olarak
tanınması gibi konularda İngiltere ile birlikte uluslararası toplumu harekete geçirmeye
çalışmıştır (A. J. Bellamy & Williams, 2011).
Sonuç olarak Fransa, gerek doktrinin ilan edilmesinden önce gerek sonra insani
müdahale taraftarı bir tutum benimsemiştir. Koruma sorumluluğu doktrinin insani
felaketlerde uygulanması için çaba göstermekte, BM’yi bu doğrultuda hareket etmeye
zorlamaktadır.
3.7.1.5. Birleşik Krallık ve koruma sorumluluğu
Birleşik Krallık’ın koruma sorumluluğuna yönelik tutumunu Kosova, Irak
müdahaleleri sırasında Başbakan Tony Blair’in müdahale yanlısı politikaları belirlemiştir.
Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı “insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesi amacıyla”
doktrini desteklediğini ifade etmiştir (Sara Ellen Davies, 2010). Bu doğrultuda Tony
Blair’in
müdahaleci
dış
politika
yaklaşımının
bir
bileşeni
olarak
NATO’nun
Balkanlar’daki harekâtlarını desteklemiştir. İnsani felaketlerin önlenmesinin öncelikli bir
görev olduğu düşüncesini dış politikada bir söylem olarak benimsemiştir.
Doktrin, her ne kadar İngiltere Hükümeti tarafından desteklense de doktrinin askeri
müdahale için uygulanması aşamasında iç politik unsurların müdahil olabildiği ve
müdahalenin frenlendiği görülmektedir. Nitekim 2013 yılında Suriye yönetimin Suriyeli
sivillere karşı kimyasal gaz kullanması sonucunda İngiltere Hükümeti tarafından Suriye’ye
askeri olarak müdahale edilmesini ele alan taslak metin Britanya Parlamentosu tarafından
reddedilmiştir (O’Donnell, 2014). Bu nedenle Birleşik Krallık’ın koruma sorumluluğuna
yönelik
yaklaşımının,
normatif anlamda olumlu olmasına rağmen uygulamada
konjonktürel değişim gösterdiğini söylemek mümkündür.
73
3.7.1.6. Almanya ve koruma sorumluluğu
Almanya
Güvenlik
Konseyi’nin daimi üyesi olmamasından kaynaklanan
çekincelerine rağmen en başından beri koruma sorumluluğunun destekleyicisi olmuştur.
Bu desteğini Koruma Sorumluluğu Dostları Grubu’na üye olarak ve Dışişleri Bakanlığı
bünyesinde Koruma Sorumluluğu Şubesi açarak göstermiştir. BMGK’nin Libya ve Fildişi
Sahili kararlarında, Konsey’i dışarıdan desteklemiştir. Önleyici çabalara vurgu yapan
Almanya doktrinin daha çok geliştirilmesi ve daha uygulanabilir hâle getirilmesi
gerektiğini ifade etmiştir. Alman iç politik unsurlarında da doktrine yönelik olumlu bakış,
doktrinin içeriğinin anlaşılmasına yönelik birtakım farklılıklara rağmen değişmemektedir
(Pingeot & Obenland, 2014).
Almanya’nın doktrini destekleyici yöndeki bakış açısı Avrupa Birliği’nin de genel
olarak doktrini uluslararası hukuk ve çok-taraflılık perspektifi içerisinde ele almasını
sağlamıştır (Brockmeier et al., 2014). Bunun yanında Almanya kavramın geniş bir şekilde
yorumlanması taraftarıdır.
3.7.2. Gelişmekte olan ülkeler ve koruma sorumluluğu
Yükselen güçler Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika “egemenlik” kavramı
üzerinden kaygılarını dile getirerek koruma sorumluluğuna karşı mesafeli bir duruş
sergilemiştir. Bu ülkeler, insani müdahalelerin Batı kaynaklı olmasını ve Batının hedefleri
doğrultusunda gerçekleştirildiklerini savunmuşlardır. NATO’nun Libya müdahalesinden
sonra da bu kavrama yönelik eleştirilerini artırmışlardır (Ziegler, 2014).
Uluslararası politikada yaşanması muhtemel değişimler ve gelişmekte olan
ülkelerin tutumları, koruma sorumluluğunun siyasal ve hukuki açıdan gelişimi konusunda
fikir vermektedir. Bu nedenle bu güçlerin doktrine yönelik tutumlarının incelenmesi
önemlidir.
3.7.2.1. Hindistan ve koruma sorumluluğu
İnsani müdahaleye, tarihsel nedenleri göz önünde bulundurarak mesafeli duran
Hindistan (Bloomfield, 2015), 2005 Dünya Zirvesi’nde açıklanan ilkelere karşı mesafeli
bir tutum benimsemiştir. Nitekim Hindistan’ın dış politikada Westphalian ilkeleri
savunduğu görülmektedir. Egemenlik ve iç işlerine karışmama konusunda Hindistan
dikkatli davranmaktadır. Bu nedenle de koruma sorumluluğunu, dış politikadaki krizlerde,
temel çıkış ve referans noktası olarak görmemiştir. Bu, Hindistan’ın, doktrini tamamen
dışladığı anlamına gelmemektedir. Zira doktrine yönelik yaklaşımda üç dönemden
74
bahsetmek doğru olacaktır. İlk dönem Hindistan’ın BM nezdindeki anti-emperyalist
eğilimli Daimi Temsilcisi Nirupam Sen ile Hindistan Hükümeti arasında Koruma
Sorumluluğu doktrinine yönelik görüş ayrılığı yaşanan 2005 - Haziran 2009 dönemidir.
İkinci dönem ise Temmuz 2009’da BM Genel Kurulu’ndan doktrine yönelik tartışmalarda,
Hindistan yönetiminin egemenliği bir sorumluluk olarak kabul etmesiyle başlamış Şubat
2011’de Libya’ya müdahaleyi kabul eden 1970 sayılı kararla doktrine yönelik olumsuz bir
yaklaşımın benimsenmemesiyle noktalanmıştır (Jaganathan & Kurtz, 2014). Hindistan, bu
yaklaşımın bir sonucu olarak 1973 sayılı kararın oylamasında çekimser oy kullanmıştır
(Bloomfield, 2015). Üçüncü dönem ise 2011 yılının şubat ayında başlayan ve hâlihazırda
devam etmekte olan dönemdir.
Genel olarak bakıldığında Hindistan’ın uluslararası politik dengeleri göz önünde
bulundurarak doktrine temkinli yaklaştığı, uluslararası toplumda konsensüsün oluştuğu
anlarda ise ana akım görüşün dışına çıkmadığı görülmektedir (Jaganathan & Kurtz, 2014).
Bunun yanında doktrinin Hindistan’daki geleceğini, reelpolitiğin yanı sıra kendisini
uluslararası sistemde konumlandırdığı yer de belirleyecektir. Zira Hindistan, kendi
içerisinde değişen liberal-demokratik, anti-emperyalist ve büyük güç kimliklerinin
oluşturduğu algıya göre tutumunu değiştirebilmektedir (Bloomfield, 2015).
3.7.2.2. Brezilya ve koruma sorumluluğu
Uluslararası müdahalenin, uluslararası politikadaki genel geçer kabulün tam aksine
sömürgeciliğe açılan bir kapı olduğunu savunan Brezilya, ICISS Raporu’nun
açıklanmasının hemen ertesinde; raporun, insani olaylarda, “Güvenlik Konseyi’nin etkin
olmaması durumunda uluslararası mekanizmaların izleyeceği prosedüre dair net bir görüş
ortaya koyamadığını” belirtmiş ve raporu bu yönüyle eleştirmiştir (Stuenkel & Tourinho,
2014). Asıl çekincesi ise “yetki” ve “uygulama” konularında olmuştur. Buna göre
müdahale konusunda sadece büyük devletlere yetki verilmesi, güçlü devletlerin, realist
politikalar çerçevesinde farklı nedenlere dayanarak kendilerine müdahale hakkı
tanımalarına ve istemedikleri rejimleri değiştirme imkânına sahip olmalarına yol
açabilecektir. Aynı şekilde kuvvet kullanımının istenen başarıya ulaşması da zorlaşacaktır
(Kenkel, 2015).
Brezilya, 2011 yılında Koruma Sorumluluğunun suiistimal edilmesinin önüne
geçmek için -responsibility while protecting-(RwP) doktrinini açıklamıştır. Doktrin kısaca,
önleyiciliğe vurgu yaparak “kuvvet kullanılmasından önce bütün diplomatik yolların
75
kullanılmasını, olaylara göre tutum belirlenmesini, BMGK’nin gözlem faaliyetlerine
ağırlık vermesini ve resmî ve sistematik yöntemler belirlenmesini” kapsamaktadır.
Bununla
birlikte Brezilya, doktrinin,
Koruma Sorumluluğu’na alternatif olarak
görülmemesini, aksine mevcut doktrinin bir tamamlayıcısı olarak görülmesi gerektiğini
ifade etmiştir (Prawde, 2014). Bu tutum kimi yazarlarca müdahale yanlısı Batılı güçler ile
müdahalelere karşı pozitif bir yaklaşım benimsemeyen Rusya ve Çin gibi devletler
arasında arabulucu bir rol oynama isteği olarak yorumlanmıştır. 2005 yılında Darfur’a
müdahale edilmesine yönelik 1593 sayılı kararın görüşmelerin çekimser oy kullanan
Brezilya, Libya’ya müdahaleyi onaylayan 1973 sayılı kararı desteklemiştir (Noesselt,
2013). Fakat ABD ve Birleşik Krallık başta olmak üzere büyük güçlerin Libya’daki
müdahalesinin doğrudan rejim değişikliğine neden olacak bir yapıya bürünmesi
Brezilya’nın tepki göstermesine neden olmuştur. Libya’daki olayların seyri üzerine
Brezilya, Suriye’ye yönelik olası BMGK müdahalesine karşı çıkacağını sıklıkla ifade
etmiştir (Prawde, 2014).
Kısaca özetlemek gerekirse Brezilya, insancıl hukuk kuralları çerçevesinde, “insan
haklarının korunmasını sağlayacak şekilde güç kullanımının sınırlandırılmasını”, bunun
yanında güç kullanımında tam bir uzlaşma sağlanarak suiistimallerin engellenmesi için
“BMGK’nin yapısında bütün kıtaların temsil edilmesini sağlayacak reformların
gerçekleştirilmesini” savunmaktadır (Saliba, Lopes, & Vieira, 2015). Normun istismara
açık olduğu düşüncesinden hareketle, uluslararası hukuk ve çok-taraflı kurumlar tarafından
denetleyici ve düzenleyici mekanizmalar oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir (Stuenkel
& Tourinho, 2014).
3.7.2.3. Güney Afrika ve koruma sorumluluğu
Güney Afrika, ülkede uzun yıllar hâkim olan apartheid rejiminin ve kıtasal bir güç
olma yönündeki politikasının etkisiyle koruma sorumluluğunun esnek yorumlanmasına
karşı çıkmıştır. Fakat sadece Afrika’yı ilgilendiren sorunlarda olaylara müdahil olma
yöntemini benimsemiştir. Kıtanın güç dengesini değiştirmesi beklenen Libya olayları
sırasında da Güney Afrika yönetimi bu tutumunu devam ettirmiş, öncelikle Libya’da
savaşan tarafların müzakere yoluyla uzlaştırılması yönünde çaba göstermiştir. Bunun
başarısızlığa uğraması sonucunda ise Libya’ya yönelik insani müdahaleyi ele alan
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararını onaylamıştır. Güney
Afrika’nın bu kararı almasında koruma sorumluluğunu müdahaleci bir yaklaşım olarak
76
benimsemesinden çok uluslararası sisteme muhalif hareket etmeme isteği belirleyici rol
oynamıştır (Verhoeven et al., 2014).
Güney Afrika’nın, Libya olayı örneğinde olduğu gibi bir değerler bütünü olarak
koruma sorumluluğuna destek verdiği, kavramın egemenlikle arasındaki ilişkiye yönelik
olarak eleştirel bir tavır ortaya koymadığı fakat reelpolitik çerçevesinde dış politikadaki
çıkarlarını, doktrinin önüne koyabildiği görülmektedir.
77
4.
KORUMA
SORUMLULUĞU’NUN
AFRİKA
KITASINA
YANSIMALARI
Afrika kıtası, yarım asırdan fazla bir süredir BM’nin insani faaliyetler yürüttüğü bir
alandır. BM, 1960 yılında gerçekleştirdiği Kongo müdahalesiyle bölgeye girmiş, kıtadaki
askeri ve siyasi varlığını günümüze dek devam ettirmiştir (MacQueen, 2011: 93).
Soğuk Savaş sonrası dönemde Afrika’daki ulus-devlet yapıları içerisindeki
mücadelelerde artış görülmüştür. Bu artış beraberinde soykırım, insanlığa karşı suç ve
etnik temizlik gibi vahşet olaylarını beraberinde getirmiştir. Kıtada tarihin en büyük
soykırım felaketlerinden biri yaşanmıştır. Bu nedenle uluslararası toplum, Afrika kıtasında
yaşanan insanlık sorunlarını yakından takip etmektedir. Sivillerin korunması, göç, ülke
içinde yerinden edilme, açlık, kıtlık, bulaşıcı hastalıklar, etnik çatışmalar, terörist
faaliyetler Afrika kıtasının topyekûn sorunlarıdır.
Koruma Sorumluluğu, özellikle 2005 yılında belirlenen ilkelerle birlikte Afrika
kıtasının sorunlarına yönelik olarak uluslararası müdahaleler çerçevesinde çözümler
üretilmesini beraberinde getirmiştir. Doktrinin Afrika’daki uygulaması, bir yandan iç
çatışmalarla boğuşan ülkelerde yaşanan insanlık sorunlarının giderilmesini diğer yandan da
bu ülkelerin uluslararası sisteme entegre edilerek anarşinin azaltılmasını ve uluslararası
sistemin istikrarını sağlamaya yöneliktir. Bu kapsamda hem bölgesel hem de uluslararası
çapta çeşitli girişimler başlatılmıştır. Birleşmiş Milletler ve Afrika Birliği, kıtada yaşanan
insani krizlerin sonlandırılması, sorunların kökenine inilmesi ve gerektiğinde acil
durumlarda askeri olarak bölgede konuşlanılmasını gündemine almaktadır. Keza var olan
askeri unsurlar içerisinde yapısal dönüşümler sağlanarak doktrinin uygulanabilirliği
artırılmaya çalışılmaktadır.
Bu bölümde ilk olarak Afrika’nın uluslararası politikadaki konumu ele alınacak,
ardından egemenlik ve müdahale anlayışı çerçevesinde Afrika Birliği’nin yeni yapısı
incelenecektir. Sonrasında ise Koruma Sorumluluğu’nun uygulanması açısından farklılık
gösteren Darfur, Kongo ve Kenya krizleri değerlendirilecektir.
4.1. 2000’li Yıllarda Afrika ve Afrika Birliği’nin Değişen Yapısı
Freedom House’un 2015 yılında hazırladığı rapora göre; yeryüzündeki 48 özgür
olmayan (not free) ülkeden 25’i Afrika kıtasında bulunmaktadır. Bunlar; Gambiya, Batı
78
Sahra, Moritanya, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan, Eritre, Cibuti, Somali, Etiyopya, Çad,
Orta Afrika Cumhuriyeti, Ekvatoral Gine, Kamerun, Güney Sudan, Uganda, Ruanda,
Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Kongo, Gabon, Angola, Burundi, Svaziland ve
Zimbabve’dir. Buna karşılık 88 özgür ülkeden sadece 11 tanesi Afrika kıtasında yer
almaktadır (“Freedom in the World 2015 Findings,” 2015). Nüfusa oranlandığında ise
Avrupa kıtası nüfusunun %88’i özgürken, Sahra Altı Afrika’daki nüfusun sadece
%12’sinin özgür olarak nitelendirildiği görülmektedir (“Freedom in the World 2015:
Regional Status by Population,” 2015).
Soğuk Savaş’ın bitişinden 2005 yılına dek dünya üzerindeki çatışmalarda %40’lık
bir düşüş görülse de (Sarkin, 2009) 2013 yılı verilerine göre en çok can kaybına neden olan
iç savaşlar Afrika kıtasında yaşanmıştır. Cezayir, Sudan, Somali ve Kongo Demokratik
Cumhuriyeti’ndeki iç savaşlarda 100.000’den fazla insan hayatını kaybederken, Nijerya’da
da bu sayının 100.000’e yaklaştığı, Güney Sudan, Kenya, Etiyopya ve Mali’deki
çatışmalarda ise her ülkede 1.000 ila 10.000 arasında insan hayatını kaybetmiştir
(Ploughshares Annual Report 2013, 2013).
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Kurulu’nun (BMMYK) istatistiklerine göre;
dünyadaki göçmen nüfusun %25’i Sahra altı Afrika’da yaşamakta, yalnızca BMMYK
kıtada 7,6 milyon ülke içinde yerinden edilmiş insana yardım sağlamaktadır. Bu sayı,
BMMYK’nin dünya çapında yaptığı yardımların üçte birine denk gelmektedir. Bölgedeki
göçmenlerin ve mültecilerin sayısı 2012 yılında 3,1 milyondan 2013 yılında 3,3 milyona
(UNHCR Global Report 2013, 2014), 2014 yılında ise 3,4 milyona çıkmıştır. 2014 yılında
BMMYK’nin Afrika’daki yardım faaliyetleri 5,4 milyon ülke içinde yerinden edilmiş
insanla birlikte 11 milyon kişiye ulaşmıştır. Bu yardım faaliyetlerinde Kongo Demokratik
Cumhuriyeti, Mali, Somali ve Sudan’a ağırlık verilmiştir. Kurul’un 2006 yılında Afrika’ya
ayırdığı bütçe 700 milyon dolar civarındayken 2007 yılındaki azalmaya rağmen 2012
yılına dek bütçede artış görülmüştür. 2012 yılında bu miktar 2 milyar Amerikan dolarına
yaklaşmış sonraki yıllarda ise az da olsa kademeli olarak bir azalma göstermiştir. 2014
yılında 1.893.466.222 dolar olarak belirlenen bütçe 2015 yılında 1.815.002.606 dolara
gerilemiştir 2010-2015 yılları arasındaki bütçe, ağırlıklı olarak göçmen programlarına
harcanırken bunu ülke içinde yerinden edilmiş insanlara yönelik projeler takip etmiştir
(UNHCR Global Appeal 2014-2015, 2015).
79
1955-2001 yılları arasında Afrika kıtasında 80 başarılı, 108 başarısız darbe girişimi
olmuştur. Bu darbelerden 50’si 1990’lı yıllarda yaşanırken, bu 50 darbeden 13’ü başarıya
ulaşabilmiştir (Sarkin, 2009). Siyasal istikrarsızlıklara yol açan askeri darbelerin
sonucunda Afrika kıtası, BM’nin barış gücü faaliyetleri açısından önemli bir merkez hâline
gelmiştir.
Afrika’daki kriz bölgelerinin ciddi tehditler ortaya çıkarması BM’nin bu bölgelerde
ağırlığını giderek artırma çabalarını beraberinde getirmiştir. BM’nin Darfur’daki ve Kongo
Demokratik Cumhuriyeti’ndeki barış gücü personelinin sayısı, diğer ülkelerdeki toplam
personel sayısının iki katından fazladır. Darfur’da 25.248 barış gücü personeli bulunurken
Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde bu sayı 23,622’dir (2012 United Nations Peace
Operations: Year In Review, 2013). BM’nin barış güçlerindeki askeri ve sivil Afrikalı
personelin sayısı da günden güne artış göstermektedir (P. D. Williams & Boutellis, 2014).
Şekil 1. BM ve Afrika Birliği Misyonlarındaki Asker Sayılarıı (P. D. Williams & Boutellis, 2014).
http://www.un.org/en/peacekeeping/resources/statistics/contributors_archive.shtml
120.000
100.000
80.000
BM Misyonlarındaki Afrikalı
Asker Sayısı
60.000
Afrika Birliği
Misyonlarındaki Afrikalı
Asker Sayısı
40.000
BM Misyonlarındaki Toplam
Asker Sayısı
20.000
0
Birleşmiş Milletler, kurucu Antlaşma’nın yedinci bölümüne uygun olarak Afrika
kıtasında; Sierra Leone’de UNAMSIL (1999-2005), Liberya’da UNMIL (2003-), Fildişi
Sahilleri’nde UNOCI (2004-), Burundi’de ONUB (2004-2006), Sudan’da UNMIS (20052011), Darfur’da UNAMID (2007-), Abyei’de UNISFA (2011-), Güney Sudan’da
UNMISS (2011-), Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde MONUSCO (2010-), Mali’de
80
MINUSMA (2013-) ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde MINUSCA (2014-) barış güçlerini
görevlendirmiştir. BMGK, görevlendirmelerde genel amaç olarak “sivillerin korunması”
terimini kullanmaya özen göstermiştir (Sloan, 2014). Böylelikle siyasal amaçlardan çok
değerlere ve haklara vurgu yaparken ana sorunu işaret etmiştir.
Afrika Birliği ise; kendi içerisindeki yapısal değişikliğin ertesindeki bir döneme
denk gelen 2003-2013 yılları arasında, sırasıyla, barış inşası amacıyla AMIB (AU Mission
in Burundi) güçleriyle Burundi’ye, gözlem amacıyla MIOC (AU Military Observer
Mission in the Comoros) güçleriyle Komor Adaları’na, barışı ve sivilleri koruma amacıyla
AMIS (AU Mission in Sudan) güçleriyle Sudan’a, devlet adamlarını korumak amacıyla
Burundi Özel Görev Gücü ile Burundi’ye ve seçimlerde gözlem yapmak üzere AMISEC
(AU Mission for Support to the Elections in the Comoros) güçleriyle Burundi’ye, rejimi
korumak ve isyana karşı mücadele etmek amacıyla AMISOM (AU Mission in Somalia)
güçleriyle Somali’ye, seçimleri desteklemek amacıyla MAES (AU Electoral and Security
Assistance Mission to Somalia) ve meşru olmayan rejimi değiştirmek için Komor
Demokrasi Operasyonu ile Komor Adaları’na, istikrarı sağlamak ve silahlı isyancılara
karşı savaşmak amacıyla AFISMA (African-led International Support Mission for Mali)
güçleriyle Mali’ye ve son olarak da istikrarı sağlamak amacıyla MISCA (African-led
International Support Mission to the Central African Republic) güçleriyle Orta Afrika
Cumhuriyeti’ne yönelik olarak barış operasyonları gerçekleştirmiştir (P. D. Williams &
Boutellis, 2014).
Şekil 2.1. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Misyonları (P. D. Williams, 2013)
Misyon
Bölge
Tarih
Personel
MINURSO
Batı Sahra
1991-
237
MINURCA
Orta Afrika Cumhuriyeti
1998-2000
1.350
MONUC
Kongo Demokratik Cumhuriyeti
1999-2010
21.000
UNAMSIL
Sierra Leone
1999-2005
17.670
UNMEE
Etiyopya, Eritre
2000-2008
4.200
SAPSD
Burundi
2001-2009
754
MINUCI
Fildişi Sahili
2003-2004
76
81
UNMIL
Liberya
2003-
16.115
ONUB
Burundi
2004-2006
5.770
UNOCI
Fildişi Sahili
2004-
10.954
UNMIS
Sudan
2005-2011
10.519
MINURCAT
Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti
2007-2010
5.525
UNAMID
Sudan
2008-
21.600
MONUSCO
Kongo Demokratik Cumhuriyeti
2010
22.016
UNMISS
Güney Sudan
2011
7.900
UNISFA
Sudan
2011
4.250
MINUSMA
Mali
2013
12.600
Şekil 2.2. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Onaylı Misyonlar (P. D. Williams,
2013)
Misyon
Bölge
Tarih
Personel
ECOMICI
Fildişi Sahili
2002-2004
1.500
Operation Licorne
Fildişi Sahili
2002-
4.000
ECOMIL
Liberya
2003
3.600
IEMF
Kongo Demokratik Cumhuriyeti
2003
2.205
EUFOR
Kongo Demokratik Cumhuriyeti
2006
2.275
AMISOM
Somali
2007-
17.781
EUFOR
Çad
2008-2009
3.700
EUTM Somali
Somali-Uganda
2010-
125
Operation Odyssey Dawn
Libya
2011
8.000
RCI-LRA
KDC-OAC-Güney Sudan-Uganda
2011-
4.500
AFISMA
Mali
2012-
9.620
82
Operation Serval
Mali
2013-
4.000
EUTM
Mali
2013-
450
Şekil 2.3.Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasındaki BM Tarafından Tanınan Misyonlar (P. D.
Williams, 2013)
Misyon
Bölge
Tarih
Personel
ECOMOG
Sierra Leone
1997-2000
7.000
OAU JMC
Kongo Demokratik Cumhuriyeti
1999-2000
43
OLMEE/AULMEE
Etiyopya, Eritre
2000-2008
43
Operation Palliser
Sierra Leone
2000
1.300
FOMUC
Orta Afrika Cumhuriyeti
2002-2008
380
Operation Boali
Orta Afrika Cumhuriyeti
2002-
450
AMIB
Burundi
2003-2004
3.250
AMIS
Sudan
2004-2007
7.700
EUSEC-CONGO
Kongo Demokratik Cumhuriyeti
2005-
50
EU SSR
Gine-Bissau
2008-2010
33
MISSANG-GB
Gine-Bisseau
2011-2012
200
ECOMIB
Gine-Bisseau
2012-
629
Şekil 2.4. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Afrika Kıtasında BM Misyonu Olmayan Misyonlar (P. D.
Williams, 2013)
Misyon
Bölge
Tarih
Personel
OMIC 2
Komor Adaları
2001-2002
14
CEN-SAD
Orta Afrika Cumhuriyeti
2001-2002
300
JCM ve IMU
Sudan
2002-2005
24
83
OMIC 3
Komor Adaları
2002
39
MIOC
Komor Adaları
2004
41
AB destekli AMIS 2
Sudan
2005-2007
50
AMISEC
Komor Adaları
2006
1.260
MAES
Komor Adaları
2007-2008
356
Operation Democracy
Komor Adaları
2008
1.800
MICOPAX
Orta Afrika Cumhuriyeti
2008-
2.000
4.2. Afrika Birliği’nin Müdahale Anlayışı
Beş uluslararası örgüt, insani amaçlı müdahalede bulunma isteğini alenen ifade
etmiştir. Bunlar; Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, ECOWAS (Economic
Community of West African States- Batı Afrika Ekonomik Topluluğu) ve Afrika
Birliği’dir (A. J. Bellamy & Williams, 2010). Bu bölümde Afrika Birliği’nin insanî amaçlı
müdahaleleri mevzuat ve olaylar kapsamında, koruma sorumluluğu ışığında incelenecektir.
Afrika yüzyıllar boyunca sömürgecilikle yönetilmiştir. Dış müdahaleler ve yerel
temsilin olmadığı ya da nadiren bulunduğu kolonyal yönetimler, Afrika’nın tarihsel ve
toplumsal yapısına etki etmiştir. Ulus-devlet yapılanmalarının getirdiği fiziksel ayrılıklar,
kıtanın bir bütün olarak ele alınmasının önüne geçememiştir. Afrika’da yer alan devletler
de ulusal kimliklerinden ziyade “Afrikalı” kimliklerini benimsemişler ve çoğunlukla panAfrikacılığı bir ülkü ve bir siyaset tarzı olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla farklılıkların
belirgin olmadığı bağımsızlık sonrası dönemde Afrika devletleri, uluslararası politikadaki
gelişmeleri 1963 yılında kurulan Afrika Birliği Örgütü (Organisation of Africa Unity /
OAU) üzerinden takip etmeye çalışmışlardır. Afrika Birliği Örgütü’nün kurulduğu
dönemde Afrika ülkeleri, iç çatışmaların emperyalizm nedeniyle çözümlenemediğini
savunmuştur (Dembinski & Schott, 2014). Bir diğer anlamda Afrika devletleri temel
ilkeler
olarak;
“anti-emperyalizmi,
pan-Afrikanizmi
ve
self-determinasyonu”
benimsemiştir (P. D. Williams, 2007). Örgüt, baştan beri müdahale etmeme ilkesini
benimsese de Ruanda Krizi gibi yüzyılın en büyük katliamlarından birinde can kayıplarının
önüne geçememesi ve uluslararası siyaset açısından başarısız olması nedeniyle müdahale
84
konusunda yeni bir bakış açısı getirme ihtiyacı ortaya çıkmıştır (Dembinski & Schott,
2014).
1998 yılında BM, Afrika’da artan iç çatışmalara karşı Afrika Birliği ile işbirliğine
gitme yönünde adımlar atmıştır. İlk olarak kıtadaki mevcut barış gücü birliklerinin
başarısızlıkları ve çeşitli suiistimalleri BM’nin, bu misyonlarda Afrika Birliği Örgütü’nün
etkinliğini artırma ve çatışmaların bölgesel bazda ele alınması çalışmalarını beraberinde
getirmiştir. Bu noktada BMGK tarafından 1998 yılında Afrika’daki bölgesel ve altbölgesel örgütlerin güçlendirilerek barış gücü birlikleri içerisinde yer edinmesi niteliğinde
bir tavsiye karar alınmıştır (Barrios, 2014). BM’nin bu çabaları Afrika Birliği Örgütü
tarafından da karşılık görmüştür.
1963 yılında kurulan ve kıta içerisindeki çatışmaları önlemekte başarısız olan
Afrika Birliği Örgütü’nün (“Organization of African Unity (OAU) / African Union (AU),”
2002) yerine 2000 yılında Togo’nun başkenti Lome’de yeni bir bölgesel örgüt olarak
Afrika Birliği (African Union) kurulmuştur. Afrika Birliği, Koruma Sorumluluğu’nun
ilkelerine, kuruluş antlaşması içerisinde yer veren ilk bölgesel örgüt olmuştur. Fakat bu
ilkeler, koruma sorumluluğunun ana belirleyicisi olan ICISS’in raporundan önce, 2000
yılında ortaya konulmuştur. Bu anlamda Afrika Birliği Örgütü’nden Afrika Birliği’ne
geçişte Afrika devletlerinin temel siyaset ilkelerinde de değişim görülmüştür. Zamanın
ruhuna ve kıta siyasetinin gidişatına uygun olarak Afrikalı devletler; anayasal nitelikten
yoksun yönetim değişikliklerine karşı çıkmanın yanı sıra Birlik’in, ciddiyet taşıyan
koşullarda müdahale etme hakkına sahip olması gerektiğini düşünmüşlerdir (P. D.
Williams, 2007). Bu noktada birebir aynılıktan değil benzerlikten söz etmek
gerekmektedir.
53 ülke tarafından kurucu metni imzalanan Afrika Birliği’nin temel görevleri
arasında üye devletlerin egemenliğini korumanın yanı sıra üye devletlere bazı özel
durumlarda askeri müdahalede bulunmak da sayılmıştır. Birliği kuran Antlaşma’nın
özellikle 4. maddesi Afrika devletlerinin değişen güvenlik anlayışını yansıtmıştır.
Dördüncü maddede yer alan fıkralara göre; “üye devletler egemen ve eşittir, müdahale
etmeme ilkesi benimsenmiştir. Anti-emperyalist yaklaşımla sorunlar öncelikli olarak
Afrika içerisinde çözülmelidir. Bağımsızlığını kazanan devletlerin egemenlik sınırları,
kolonyal dönemdeki sınırlarıyla aynı olacaktır (uti possidetis). Kuvvet kullanmaktan
kaçınılacak ve anlaşmazlıkların barışçıl yöntemlerle çözülmesine gayret gösterilecektir,
85
hükümetlerin anayasal olmayan yollar kullanılarak değiştirilmesi kınanacaktır” (P. D.
Williams, 2007). Afrika Birliği Kurucu Antlaşması’nın en önemli maddesi ise 4/h
maddesidir. Söz konusu madde, Birliğin “savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suç gibi
vahim durumların ortaya çıkması hâlinde, Kurul kararının da alınmasıyla üye devletlere
müdahale etme hakkının” bulunduğunu ifade etmiştir (A. J. Bellamy & Williams, 2010).
4/j maddesinde ise “üye devletlere, barışın ve güvenliğin sağlanması için Birlik’ ten
müdahale talebinde bulunma hakkı” ve verilmiştir. Buna ek olarak; Birlik içerisinde 10’u
iki yıllık bir, 5’i ise üç yıllık bir dönem için seçilen (Murithi, 2007) 15 üye devletten
oluşan Barış ve Güvenlik Konseyi oluşturulmuş ve bu Konsey’e çatışmaların önlenmesi,
barış yapımı, barış inşası, barışa destek ve çatışma sonrası inşa görevleri verilmiştir
(Zähringer, 2013). Barış ve Güvenlik Konseyi’ni kuran Protokol’ün 7/e maddesinde
Konsey’in “bir üye devlette uluslararası sözleşmeler ve belgeler tarafından tanımlandığı
şekliyle savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suçlar olmak üzere vahim durumların
ortaya çıkması durumunda Birlik adına Devlet Başkanları Kurulu’na müdahale için
tavsiyede bulunma” yetkisi verilmiştir (Murithi, 2007). Konseyi destekleyici nitelikte
Afrika Birliği Komisyonu Akil Adamlar Kurulu kurulmuştur. Güçlü bir önleyicilik
sağlamak açısından kıtasal erken uyarı sistemi CEWS (The Continental Early Warning
System) ve Afrika Bekleme Gücü (African Standby Force) adındaki askeri gücün
yapılandırılması ise devam etmektedir (Zähringer, 2013). Birliğin Kurucu Metni doğrudan
harekete geçme sorumluluğuna yönelik olarak hazırlanmışken, Barış ve Güvenlik
Konseyi’ni kuran Protokol, önleme ve inşa sorumluluğunu da Birliğin görev kapsamı
içerisine almıştır. Barış ve Güvenlik Konseyi, günümüze dek hiçbir iç çatışmayı “vahim
durum” olarak nitelendirmemiş ve bu doğrultuda bir müdahalede bulunmamıştır.
Teorik anlamda Afrika Birliği Kurucu Antlaşması’nın egemenlik ile insani
müdahale arasındaki dengeyi tam oturtamadığı savunulmaktadır. 4(h) maddesinin
uygulanmasının, müdahale edilecek olan ülkenin rızası olmadan yapılacağı, bununla
birlikte insani müdahalede bulunacak ülkelerden birinin ya da birkaçının kendi ülkesi
içerisinde otoriter rejimlerle yönetilen devletler olabileceği ifade edilmiştir. Bir diğer
negatif
değerlendirme
ise
Afrika
Birliği’nin
kurumsal
başarısızlığından
kaynaklanmaktadır. Birlik, mevcut hâliyle konsepte uygun bir müdahale gerçekleştirme
etkinliğinden yoksun olmasının yanı sıra önleyici diplomasi faaliyetleri açısından da
yetersizdir. Bunun en iyi örnekleri 2004 yılında Darfur’da ve 2011 yılında Libya’da
görülmüştür (Kabau, 2012).
86
Bununla birlikte Afrika Birliği son dönemde, koruma sorumluluğunu gayri resmî
kanallarla “kurumsal açıdan ölü” olarak nitelendirmiştir. Bunun yerine “sivillerin
korunması” (Protection of Civilians – PoC) kavramına ağırlık vermiştir. Nitekim 2011
yılında Taslak Kurallar belirleyerek sivillerin korunmasının “risk altındaki halkların ve
bireylerin güvenliğinin geliştirilmesi ve grupların ve bireylerin haklarının tamamen garanti
altına alınması” anlamına geldiğini ifade etmiştir. Böylece henüz uluslararası alanda
tanımlanmış ve kesin bir şekilde devletler tarafından kabul edilmiş bir kurallar dizisine
sahip olmayan bir kavram üzerinden insani müdahaleleri ve uluslararası insancıl hukuk
kurallarını değerlendirme ve kendisine barış gücü birliklerini bu yönde yapılandırma
yolunu benimsemiştir (Zähringer, 2013). Bunların dışında Afrika Birliği, göçten
kaynaklanan insani krizlerin önlenmesi için Avrupa Birliği ile ortak istişare mekanizmaları
kurmaktadır. Bu mekanizma günden güne güçlenmektedir ve ECOWAS gibi alt-bölgesel
örgütlerin de bu konudaki sorunları giderme yönündeki çabalarına rehberlik etmektedir
(Haddad, 2010). 2010 yılında da merkezi Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da olan ve
kıtada ortaya çıkması muhtemel krizlere her an cevap verme kapasitesine sahip olması
beklenen, polis gücünden ve sivil güçlerden de müteşekkil Afrika Bekleme Gücü (African
Standby Force) kurulmuştur. Afrika Bekleme Gücü doğu, batı, merkezi, güney ve kuzey
olmak üzere beş tugaydan oluşmaktadır. Bu planlama, harekete geçme sorumluluğu ve
müdahale sonrası barış ve devlet inşası faaliyetlerini kapsayan inşa sorumluluğu
kapsayacak bir yapı oluşturmayı hedeflemektedir. Bu gücün, koruma sorumluluğunun
yerine getirilmesinin yanı sıra uzun yıllardır Afrika ülkelerinin mottosu hâline gelmiş olan
‘Afrika’nın sorunlarına Afrikalı çözümler’ düşüncesinin de hayata geçirilmesine katkı
sağlayacağı düşünülmektedir (Pattison, 2010: 206).
Afrika Birliği’nin Koruma Sorumluluğu doktrinine sağlayacağı destek, doktrinin
geleceği açısından kritik olarak görülmektedir (Cristina Gabriela Badescu, 2011). Afrika
Bekleme Gücü’nün kapasitesinin artırılması, daha önce yaşanmış olan Afrikalı barış gücü
görevlilerinin yerel halkı istismar etmesinin önüne geçilmesi, askeri güçlerin finansal
sorunlarının önüne geçilmesi, bu alanda çalışma yapan diğer uluslararası örgütlerle mevcut
işbirliğinin ilerletilmesi Birlik’in etkisi artıracaktır (Pattison, 2010: 237-238). Aynı
zamanda doktrinin yaygınlaşması için ilham verecektir.
Afrika Birliği’nin değişen yapısı kıta çapındaki krizlere yaklaşımını da
değiştirmiştir. Birlik, mevzuatındaki değişiklik sayesinde ve koruma sorumluluğundan
ilham alarak artık askeri müdahalede bulunma yetkisine sahip olmuştur. Bu dönüşümün
87
etkileri, Darfur, Kongo ve Kenya’da açık bir şekilde görülmüştür. Bundan sonraki
bölümlerde koruma sorumluluğu ve BM ve Afrika Birliği’nin yaklaşımları çerçevesinde
sırasıyla Darfur, Kongo ve Kenya krizleri incelenecektir. Darfur Krizi koruma
sorumluluğunun uygulanamadığı, Kenya ise doktrinin etkili bir şekilde uygulandığı
örneklerdir (Luck, 2010).
Çizelge 2. 2005 Yılından Bu Yana İnsani Krizler ve Koruma Sorumluluğu (A. J. Bellamy, 2010)
Olay
Koruma Sorumluluğu
Uluslararası Toplumun
Çerçevesinde Girişimde
Tutumu
Sonuç
Bulunanlar
Darfur (2003-?)
BM Güvenlik Konseyi
Kayda değer bir
UNAMID’in
anlaşmazlık yok
konuşlanması
Sivillerin korunması
çalışmaları
UCM’nin krizi ele
alması
Kongo Demokratik
BM Temsilcileri
Cumhuriyeti
Konunun geniş bir şekilde
MONUC’un
ele alınmaması
konuşlanması
Anlaşmazlığın çözülmesi
Sivillerin korunması
yolunda ortak noktaların
çabaları
bulunamaması
Kenya (2007-2008)
Kofi Annan, Francis Deng
Geniş Destek
Uluslararası toplumun
Afrika Birliği’nin
katkısıyla arabuluculuk
komisyon kurarak sorunu
çabalarının sonuç
ele alması
vermesi ve şiddet
olaylarının durması
4.3. Darfur Krizi
2003 yılında Sudan’da, Sudan Özgürlük Ordusu’nun (Sudan Liberation Army /
SLA) ve Adalet ve Eşitlik Hareketi’nin (Justice and Equality Movement / JEM) güçlerinin
Sudan Ordusu’na ait tesislere saldırmasıyla başlayan (Bellamy and Williams, 2005) ve
2005 yılında dek devam eden şiddet hareketleri, Koruma Sorumluluğu doktrininin
sorgulanmasına neden olmuştur. Doktrinin ilk testi olarak görülen krizde, doktrinin
savunucularının uluslararası toplumdan yeterli desteği alamamaları, krize yönelik
88
yaklaşımların bir stratejiden yoksun olması, doktrinin başarısız olduğu şeklinde
yorumlanmıştır (Gilligan, 2013).
Darfur’ da meydan gelen kriz, kısa zaman içerisinde uluslararası toplumun temel
gündem konularından birisi hâline gelmiştir. Nitekim isyan hareketi olarak görülen
toplumsal olaylara, Sudan Ordusu, Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in talimatı ve
yönlendirmesiyle sert bir şekilde müdahale etmiştir. Hükümete bağlı Janjaweed isimli
milis grubun şiddet kullanmasının yanı sıra askeri uçakların da kullanılmasıyla kısa zaman
içerisinde ölü sayısı 30.000’i bulmuştur. İlerleyen dönemde şiddet olaylarından
kaynaklanan ölü sayısı 400.000’i, savaştan olumsuz etkilenenlerin sayısı ise 2,9 milyonu
bulmuştur (Cristina Gabriela Badescu, 2011). . Şiddet olayları, gerisinde sadece can
kayıpları bırakmamıştır. Kısa bir süre içerisinde 1,2 milyondan fazla insan yurtlarından göç
etmek zorunda kalmıştır. Şiddetin ulaştığı boyut, BM Güvenlik Konseyi, Avrupa Birliği
gibi uluslararası mekanizmaları harekete geçirmiştir. Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası
Kriz Grubu, İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi sivil toplum kuruluşları da Sudan
hükümetinin insanlığa karşı suç işlediklerini ve etnik temizliğe giriştiğini savunmuştur.
İnsan Hakları ve Adalet için Afrika’daki Fizikçiler Örgütü, olayları soykırım olarak
nitelendirmiştir. Nitekim ABD Hükümeti de, Sudan’da bir soykırım yaşandığını ifade
etmiştir. Buna rağmen Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Sudan’a yönelik bir eylem planı
hazırlamamıştır (C. G. Badescu & Bergholm, 2009).
Uluslararası
toplumun
baskısıyla
BM
inisiyatifinde
çeşitli
girişimler
gerçekleştirilmiştir. Fakat olaylar yaşanırken Sudan’ın, Afrika ülkeleri tarafından BM
İnsan Hakları Komisyonu üyeliğine seçilmesi, bu girişimlerin başarısızlığa uğrayacağının
ilk habercisi olmuştur. Genel Kurul’da Sudan’daki insanlık krizi ile ilgili gerçekleştirilen
oturumda Darfur’daki soykırımın görüşülmesi talebi, çoğunlukla Müslüman ülkelerin ve
Afrika ülkelerinin oylarıyla reddedilmiştir (Thakur, 2006).
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ise ilk olarak 11 Haziran 2004 tarihinde
Darfur’ u gündemine almış ve 1547 sayılı kararla, tarafları acilen silah bırakmaya ve siyasi
bir anlaşma sağlamaya çağırmıştır. 30 Temmuz 2004 tarihli 1556 sayılı kararda ise
tarafların 30 gün içerisinde silah bırakmaması durumunda silah ambargosu uygulanacağı
ve BM Antlaşması’nın 41. Maddesinin yürürlüğe sokulacağı ifade edilmiştir. BM
Güvenlik Konseyi’nin bu kararı; gerçekçi olmaması, Sudan Devleti’ne, kapasitesinin
üstünde bir rol vermesi, Rusya’nın ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin (C. G. Badescu &
89
Bergholm, 2009) Sudan’a yüklü miktarda silah satışı, petrol antlaşmaları gibi uluslararası
politik gerçekleri göz ardı etmesi ve insan hakları ihlalleri konusunda ileri gidememesi
nedeniyle sıklıkla eleştirilmiştir. Nitekim Sudan Hükümeti de, kararın yaptırımlardan uzak
olmasını fırsat bilerek Janjaweed milislerini düzenli ordu hâline getirmiştir (Bellamy and
Williams, 2005). BM Güvenlik Konseyi’nin Darfur Krizi’ne dair tek önemli ve gerçekçi
kararı, 25 Haziran 2005 tarihinde alınan, Janjaweed birliklerinin insanlığa karşı suç ve
savaş suçları işledikleri nedeniyle Sudan Hükümeti’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde
yargılanmasını onaylayan kararıdır. BM Genel Sekreteri de Sudan Hükümeti’nin rızası
alınmadan bir müdahalede bulunulmasının yanlış olacağını, askeri müdahalenin söz
konusu olması durumunda bunun ortaya çıkaracağı lojistik ihtiyaçların, Batılı müttefiklerin
Irak’taki ve Afganistan’daki askeri varlıkları da göz önünde bulundurulduğunda,
karşılanamayacağını öne sürmüştür (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). Neticede BM, iki
yıl boyunca Darfur’a askeri olarak müdahale edememiştir (Sara Ellen Davies & Glanville,
2010).
Afrika Birliği, Sudan’daki insan hakları ihlallerine karşı herhangi bir müdahalede
bulunmayı kolaylıkla kabul etmemiştir. Hepsinden önce Birleşmiş Milletler’in, Darfur
Krizi’ne, Afrika Birliği’nin bir barış gücü operasyonuyla müdahale etmesini hararetli bir
şekilde savunduğunu belirtmek gerekmektedir. Buna rağmen Afrika Birliği, Sudan’ın
rızası alınmadan bir askeri müdahalede bulunmanın yanlış olacağı kanaatini ifade etmiştir
(A. Bellamy & Williams, 2005).
Darfur Krizi süresince, 2005 Dünya Zirvesi’nden çıkan kararların etkisiyle
Güvenlik Konseyi’nin, koruma sorumluluğunu içeren 1674 sayılı kararıyla AMIS ve
UNAMID adında, her ne kadar kriz sonrasında zayıf müdahaleleri içerse de iki barış
operasyonu ortaya çıkmıştır. Afrika Birliği’nin AMIS adındaki barış gücü oluşumu Sudan
Hükümeti’nin rızasına dayanmıştır (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). AMIS, Avrupa
Birliği tarafından da uzun yıllar boyunca finansal olarak desteklenmiştir (Olsen, 2009).
Egemenlik konusunun, özellikle müdahaleye açık halde bulunan Afrika devletlerinin siyasi
geleceğini ve aynı zamanda mevcudiyetlerini de etkileyecek olması rızanın alınmasını ön
plana çıkarmıştır. 2.200 personelli bir görev gücü olan AMIS’in oluşturulması da koruma
sorumluluğu çerçevesi içerisinde insan hakları ihlallerinin yaşanmasıyla birebir
ilintilendirilmiştir. AMIS’in görev tanımı da koruma sorumluluğuna uygun bir şekilde
belirlenmiştir. Görevler; “Darfur’daki mevcut durumu yakından takip etmek, ateşkesi ihlal
eden grupları rapor etmek, güven-inşası sürecine yardımcı olmak, insani yardımların
90
sağlanabilmesi için gerekli güvenlik ortamını sağlamak, kaynak ve kapasite dâhilinde çok
yakın tehdit altında olan sivilleri korumak” olarak sayılmıştır. Egemenlik konusunda
gösterilen hassasiyet, AMIS’in görev tanımında da gösterilmiş ve sivil halkın korunması
görevinin esasen Sudan Hükümeti’nde olduğu ifade edilmiştir. Yine de koruma
sorumluluğunun etkin bir şekilde uygulanması hususunda AMIS’in etkisiz olduğunu
söylemek mümkündür. Zira sivillerin korunması hususunda zamanında müdahalede
bulunmamış, müdahalede bulunduğunda da sembolik bir anlam ifade etmenin ötesine
geçememiştir. Tecrübeden yoksun ve yetersiz teçhizatlarla donatılmış olan askerler, Sudan
Ordusu’nun sivillere yönelik saldırılarına karşı etkin bir koruma gerçekleştirememiştir.
AMIS’in Sudan Hükümeti’ne yönelik kınama kararları ve danışmanlık faaliyetleri Sudan
Hükümeti tarafından hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır (C. G. Badescu & Bergholm,
2009).
5 Mayıs 2006’da imzalanan Darfur Barış Antlaşması’nın başarısızlığa uğraması ve
on beş ayrı fraksiyona ayrılan isyancıların saldırıları tekrar başlatmasıyla AMIS’in varlığı
da sorgulanmaya başlamıştır. AMIS’in donör ülkeleri, askeri ve siyasi yetersizliklerinden
dolayı AMIS’in görevinin sonlandırılmasını ve BM’nin etkin bir planlama ile bu insanlık
krizini sonlandırmasını istemiştir. BM Güvenlik Konseyi, 31 Ağustos 2006 tarihinde 1706
sayılı kararıyla bu çağrıya kulak vermiştir (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). 2005 Sonuç
Belgesi’ nin 138 ve 139 maddelerine atıf yapılan 1706 sayılı kararla Sudan Hükümeti,
“krizin sonlandırılması için BM’nin girişimde bulunmasına rıza göstermeye” davet
edilmiştir. Bunun yanında Afrika Birliği Misyonu’nun yerini 20.000 personelle BM Barış
Gücü’nün alması planlanmıştır (Cristina Gabriela Badescu, 2011). Aynı kararda
Sudan’daki
güney-kuzey
mücadelesinin
sonlandırılması
amacıyla
UNMIS’
in
görevlendirildiği, UNMIS’ in gerektiğinde asker konuşlandırma ve kuvvet kullanma
yetkisine sahip olacağı ifade edilmiştir. (Sloan, 2014).
Koruma Sorumluluğu’ndan kaynaklanan korumanın operasyonel hâle getirilmesi,
uluslararası toplumun katkıda bulunduğu barış güçlerinin faaliyetleriyle doğrudan
bağlantılıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler tarafından görevlendirilen Darfur Soykırımını
Soruşturma Komisyonu, kriz döneminde 2.500 kişilik bir kuvvete sahip olan UNAMIR’ın
soykırımı engelleyebilecek ya da can kayıplarını sınırlayabilecekken etkin bir şekilde
görev yapmadığını belirlemiştir. Bunun yanında 20.yy’da oluşturulan tüm barış güçlerinin
“tarafsız” olması benimsenmiştir. İnsan haklarını ve sivilleri koruma görevi ise ancak
Darfur ile ilgili koruma sorumluluğuna atıf yapılan 1706 sayılı Güvenlik Konseyi kararı ile
91
barış güçlerinin görevleri arasına girmiştir. Bu karardan sonra BMGK, koruma
sorumluluğuna, barışı koruma operasyonları için alınan tüm kararlarda atıf yapmış ve barış
güçlerini bu doğrultuda oluşturmuştur. Mevcut barış güçlerini de bu misyona uygun olarak
yeniden yapılandırmış, birçoğunun personel sayısını misyonun ihtiyaç duyduğu kapasite ve
kabiliyetler doğrultusunda artırmış, barış güçlerinin görev tanımlarındaki sınırlamaları
kaldırmıştır (ICISS, 2001b).
Sudan Hükümeti, hukuk dışı bulduğu 1706 sayılı karardaki bu daveti de reddetmiş
ve “kendi otoritesini zayıflatacak ya da yok edecek tüm dış müdahalelere kapısını
kapattığını” belirtmiştir. Bunun üzerine ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti Afrika Birliği ve
Birleşmiş Milletler’ den oluşan karma bir gücün oluşturulması üzerinde uzlaşmaya varınca
Sudan Hükümeti dış müdahaleyi, daha fazla zarar görmemek amacıyla kabullenmek
zorunda kalmıştır. 2006 yılında Sudan Hükümeti’nin rızanın alınmasına rağmen BM’nin
etkin bir politika yürütemediği görülmektedir. Güvenlik Konseyi ancak 31 Temmuz 2007
tarihinde 1769 sayılı kararla, Darfur Barış Antlaşması’ nın uygulanması ve sivillerin ve
BM personelinin korunması amacıyla BM Antlaşması’ nın yedinci bölümüne uygun olarak
Birleşmiş Milletler-Afrika Birliği Darfur Misyonu’ nu (AU/UN Hybrid Operation in
Darfur - UNAMID) kurmuştur (C. G. Badescu & Bergholm, 2009). Sudan Devleti’nin,
egemenlik ve içişlerine karışılmaması yönündeki tepkileri 1769 sayılı karardan, 138 ve
139. maddelerle bağlantı kuran hükümleri çıkararak dindirmeye çalışmıştır (Sloan, 2014).
Misyon ancak 2008 yılında aktif hâle gelebilmiştir (C. G. Badescu & Bergholm, 2009).
2009 yılında bu defa uluslararası toplumundan gelen tepkileri dindirmek için Uluslararası
Ceza Mahkemesi, Ömer El Beşir hakkınsa savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten
ötürü yakalama kararı çıkardıysa da El Beşir buna, Sudan’da görev yapan 13 yabancı ülke
diplomatını ve bazı sivil toplum kuruluşu temsilcilerini sınır dışı ederek cevap vermiştir
(Cristina Gabriela Badescu, 2011).
Genel olarak bakıldığında Darfur’a yönelik genel müdahalesizlik, uluslararası
hukuk ilkelerinden daha çok uluslararası politik nedenlerden kaynaklanmıştır. Bunlardan
en önemlileri, Batı’nın “Terörizme Karşı Savaş” konsepti içerisinde insan haklarını
istismar etmesi, Darfur Krizi’nin uluslararası politik anlamda bu konseptin dışında kalması
ve Sudan ve bölgesinde kısa süreli de olsa bir istikrar sağlayan Naivasha Düzeni’ nin
ortadan kalkma ihtimalidir (Bellamy and Williams, 2005). Darfur’a yönelik müdahalesizlik
ya da yetersiz müdahale, birçok düşünür tarafından Koruma Sorumluluğunun başarısızlığı
olarak kabul edilse de aksi yönde düşünenler de mevcuttur. Doktrinin, Darfur’ da başarısız
92
sayılamayacağını düşününler, müdahalelerin Koruma Sorumluluğu doktrininin merkezinde
yer almadığı düşüncesinden hareketle; ilk olarak, siyasi süreçlerin daha önemli olduğunu
ve müdahale olmadan çözüm sağlanmasının daha uygun olduğunu, 2005 Zirvesi’nin
doktrinin uygulanabilirliğini daha da zorlaştırdığını ifade etmektedir. İkinci unsur ise
müdahale edilmesi beklenen Sudan’ın iç politik yapısındaki karışıklıkların yanı sıra krizin
aslında güçlü bir tarihsel arka planının bulunmasıdır (C. G. Badescu & Bergholm, 2009).
UNAMID, halen BM içerisindeki en büyük barış gücü birliği olma özelliğine
sahiptir. Toplam 19.994 personelle (Approved Resources for Peacekeeping Operations for
the Period from 1 July 2014 to 30 June 2015, 2015) 1.153.611.300 dolar bütçesiyle
(United Nations Peacekeeping Operations Fact Sheet: 31 January 2015, 2015) barış gücü
misyonları içerisindeki en devasa kapasiteyi ve bütçeyi içermektedir.
Afrika Birliği’nin Darfur’daki olaylara yeterli bir ölçekte müdahale edememesi,
ileride ortaya çıkabilecek Batılı müdahalelerin önünün alınması açısından bir
başarısızlıktır. Aynı şekilde “Afrika’nın sorunlarına Afrikalı çözümler” sloganının da
hayata geçirilememesi hayal kırıklığı yaşatmıştır (Bellamy and Williams, 2005). Darfur
olayları sırasında Afrika Birliği zamanında müdahale etmemekle, böylece bölgesel bir göç
sorununa sebebiyet vermekle suçlanmıştır. Geç kalınmasının yanı sıra bölgeye gönderilen
birliklerin hiçbir silahlı çatışmaya girmedikleri, cesetleri toplamak dışında bir görev
üstlenmedikleri iddia edilmiştir. Benzer şekilde kamplarda kötü durumda bulunan
insanlara da insani yardım ulaştırılamamıştır (Okechukwu, 2011). Bu açılardan hem BM,
hem Afrika Birliği hem de Koruma Sorumluluğu doktrini ciddi eleştirilerle karşılaşmıştır.
Doktrinin geleceği güçlü bir şekilde sorgulanmıştır.
4.4. Kongo Krizi
Kongo’da ilk ayaklanma 1996 yılında gerçekleşmiştir. O dönemdeki adıyla Zaire,
Mobutu rejiminin Ruanda’da Hutulara verdiği destek nedeniyle Ruanda, Burundi ve
Uganda’dan oluşan ve zamanla beş ülkenin daha katılımıyla genişleyen bir koalisyonun
işgaline maruz kalmıştır. Bununla birlikte Doğu Kongo’da ve Ruanda’da yaşanan
olaylardan sonra “Zaire’ye yerleşen kişiler, yerel milisler, Kongolu olmayan isyancılar,
etnik gruplar ve diğer sosyal ve politik gruplar” arasında da değişen ittifak ilişkileri
nedeniyle iç mücadeleler yaşanmıştır. Bunun sonucunda 2003 yılına dek Zaire nüfusunun
yaklaşık %7’sini oluşturan 3,5 milyonluk bir insan kitlesi saldırılar sonucunda hayatını
kaybetmiştir. Bu can kaybı, kayıtlara İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde
93
gerçekleşen en büyük kayıp olarak geçmiştir (Carayannis, 2003). Savaşın bir türlü
sonuçlandırılamaması ve hatta Birinci (1996-1998), İkinci (1998-2003) ve Üçüncü Savaş
olarak sınıflandırılabilecek bir hâle gelmesi neticesinde can kaybının 5,4 milyona ulaştığı
resmi ağızlardan dile getirilmektedir (Hawkins, 2009).
Yaşanan insani felaket, BM’yi Kongo konusunu ele almaya zorlamıştır. Kofi
Annan 1999 yılında “Kongo’daki Tutsi topluluğun korunması için devletler topluluğunun
elinden geleni yapmaya hazır olduğunu” ifade etmiştir (Hoffman, 2010). Ertesinde
Kongo’da savaşan taraflar arasında gerçekleştirilen 1999 Lusaka Antlaşması ile; Uganda
ve Ruanda askerlerinin de katkı sağlayacağı ve gözlem görevi üstlenen bir barış gücünün
oluşturulması fikri kabul edilmiştir. Böylece MONUC (Mission des Nations Unies en
République Démocratique du Congo / United Nations Organization Mission in the
Democratic Republic of the Congo) güçlerinin Kongo’ya yerleşmesi önünde hiçbir engel
kalmamıştır. Başlangıçta ateşkesi sağlama ve buna bağlı olarak gözlem yapma
faaliyetlerini yürüten MONUC’un görev ve yetkileri zaman içerisinde değişmiştir.
MONUC misyonunun birinci dönemi olarak nitelendirilen 1999-2002 yılları
arasında
“Lusaka
Antlaşması’nın
uygulanması,
işgal
güçlerinin
çekilmesi,
silahsızlanmanın ve silah bırakışmasının sağlanması ve silahlı grupların topluma yeniden
kazandırılması” Misyonun başlıca görevleri olmuştur. 2000 yılında BM Güvenlik
Konseyi’nin aldığı kararla, MONUC, “ihtiyaç duyulan hallerde yakın tehdit altında olan
sivillerin korunması için piyade taburlarını konuşlandırma” yetkisine sahip olmuştur. Bu
yetkiye rağmen Kisangani, Orientale ve Bukavu bölgelerinde yaşanan katliamları önleme
başarısını gösterememiştir. Bu nedenle İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün ve Uluslararası
Kriz Grubu’nun yoğun eleştirilerine maruz kalmıştır. İkinci dönem ise 2002 yılının aralık
ayında
imzalanan
ve
Pretoria
Anlaşması
olarak
bilinen
“Demokratik
Kongo
Cumhuriyeti’nin Dönüşümüne İlişkin Küresel Anlaşma” ile başlayıp Mobutu karşıtı
muhaliflerin önde gelen ismi olan Joseph Kabila’nın 2006 yılında cumhurbaşkanı
seçilmesine dek geçen dönemi ifade etmektedir. Bu dönem, söz konusu Anlaşmanın
adından da anlaşılacağı üzere Kongo’da yönetimsel geçiş döneminin idaresini ifade
etmektedir (Doss, 2014).
MONUC, insani müdahale kapsamında Kongo’da barış gücü faaliyetlerini
yürütürken çeşitli hatalar yapmıştır. Luanda Antlaşması sonrasında 2002 yılının eylül
ayından itibaren Uganda Ordusu, ele geçirdiği bölgelerden çekilmiştir. MONUC’un ısrarla
94
gerçekleştirmek istediği bu geri çekiliş sonucunda Bunia’da ve Nyankunde’de milis güçler
kontrolü ele geçirmiştir. Bu nedenle binlerce kişi Kuzey Kivu’ ya göç etmek zorunda
kalmıştır (Pottier, 2008). Böylece ülkede demografik hareketlilikten kaynaklanan kaotik
bir ortama girilmiş ve savaş uzamıştır. Bu başarısızlığın etkisiyle MONUC’un yapısında
ve görev tanımında değişiklik yapılması gündeme gelmiştir. Koruma Sorumluluğu
doktrininin BM tarafından sahiplenilmesi ve bu kapsamda yerel uygulamaların
değiştirilmesiyle birlikte Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin doğusunda görev yapan
MONUC, 2005 yılında İturi bölgesinde silahsızlandırma görevini üstlenmiştir. Güvenlik
Konseyi, MONUC’a yasadışı silahlı gruplara karşı mücadele etme yetkisi de vermiştir
Yaklaşık 15.000 savaşçının bulunduğu düşünülen bölgede, silahsızlanmaya direnen
grupların varlığına rağmen MONUC Barış Gücü askerleri bölgenin silahlardan
arındırılmasını sağlamak için “sivillere yönelik tehdit oluşturdukları gerekçesiyle” ihtiyaç
duyulan anlarda operasyon dahi yapmıştır 2005 yılının ekim ayında MONUC güçleri
Güney Kivu’ yu silahsızlandırması için Ruanda’daki soykırımla ilişkilendirilen FDLR’ ye
bir çağrıda bulunsa da Örgüt bu çağrıyı reddetmiştir. Örgütün bu tutumu üzerine MONUC,
elindeki yetkiyi kullanarak FDLR’a (Hutu Forces Démocratiques de Libération du
Rwanda – FDLR) karşı operasyonlar yürütmüştür (A. J. Bellamy, 2008). Hatta bu
operasyonlarda uluslararası cezaî sorumluluk doğuracak bir şekilde, helikopterlerden Hutu
Ruanda Demokratik Özgürlük Hareketi’ne ait kamplara ateş açılmıştır (Hunt & Bellamy,
2011). Yine de kayda değer bir başarı sağlanamamıştır. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen
Örgüt ile diyalog yolları açık tutulmuştur. Devam eden müzakereler ve operasyonlar
sonucunda Ituri’ deki milisler silah bırakmayı kabul etmişlerdir. 2007 yılının ağustos
ayında son milis grup da silah bırakmıştır. Fakat bu defa yeni bir problem ortaya çıkmıştır:
ülke içinde yerinden edilmiş kişiler (Internally Displaced Persons - IDP). Savaş sırasında
yerinden edilmiş olan yaklaşık 200.000 kişinin yurtlarına dönmesi yeni toplumsal riskleri
beraberinde getirmiştir (Pottier, 2008).
MONUC’un evrilmesi aşamasında üçüncü dönem 2007 yılında başlamıştır. Yeni
bir hükümetin oluşturulması ve parlamentonun toplanması ile uzun süren iç savaşın
yaralarını sarma aşamasına girilmiştir. Özellikle Doğu bölgesinde istikrarın saplanması ve
demokrasinin daha kurumsal hâle getirilmesi başlıca görevler arasında yer almıştır (Doss,
2014). 2008 yılında BMGK’nin aldığı 1856 sayılı kararla “çatışan tarafların şiddet
eylemlerine karşı sivilleri korumak” MONUC’un görevleri arasında sayılarak barış
gücünün, merkezî hükümetin olası şiddet eylemlerine karşı konumlanabilmesi de kabul
95
edilmiştir (Steenberghe, 2014). Koruma Sorumluluğu’ nun uygulama alanına sahip olduğu
bu dönemde BM, Kongo’da, “farklı kurumların uzmanlık alanlarına giren konularda
çalışma yapmasını” ve acil durumlarda çabuk çözümler getirmesini beklediği “kümesel
yaklaşımı” benimseyerek koruma sorumluluğunu operatif hâle getirmeyi amaçlamıştır.
MONUC, bu kapsamda, gün geçtikçe devasa boyutlara ulaşan yerinden edilme
(displacement) sorununu çözmek için UNHCR’ın çalışmaları için uygun zemin
hazırlamıştır. MONUC ve UNHCR’ın işbirliğine zamanla UNICEF, OCHA, Uluslararası
Kızılhaç Komitesi ve diğer uluslararası sivil toplum kuruluşları dâhil olmuştur. Böylelikle
ilk defa bir barış gücü birliği, sivil halkın ihtiyaçlarına yönelik olarak bir uzman kurumla
ortak hareket etmiş ve bunu kurumsal hâle getirmiştir. Bu oluşum Kongo Demokratik
Cumhuriyeti’nde özellikle güvenlik ve hukuksal açıdan kurumsal ve yapısal kapasitenin
artırılmasına çaba göstererek inşa sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmıştır. Fakat
sorumluluğu yerine getirmeye yönelik bu çabanın karşısında çeşitli zorluklar yer
almaktadır. Birincisi; “Güney Kivu bölgesinin hassas yapısı ve çeşitlilik gösteren sorunlar
ve de her bir yerel grubun farklı yönelimler göstermesi stratejik hamleleri
zorlaştırmaktadır.” İkincisi, “bölgede barışçıl bir ortamın tam olarak tesis edilememesi
nedeniyle
uzman
gruplar
aktif
ve
düzenli
olarak
bölgenin
sorunlarıyla
ilgilenememektedirler.” Üçüncüsü, “yeterli sayıda nitelikli eleman olmaması liderlik
sorununu beraberinde getirmektedir. Son olarak da kümesel yaklaşım için yeterli kurumsal
destek sağlanamamaktadır” (Murthy, 2007).
Yine 2008 yılında MONUC destekli FARDC ile FDLR arasında yaşanan
mücadelelere sahne olan ve FDLR için güçlü bir organizasyon alanı olan Kivu bölgesinin
istikrarlı ve gelişmiş bir yapıya sahip olması için ABD, ABD, BM ve Kongo Hükümeti
arasında sağlanan bir uzlaşmayla bir konferans toplanmıştır (H. F. Weiss, 2009: 126).
Devletlerin de müdahil olduğu diplomatik girişimlerin sonucunda 23 Mart 2009 tarihinde
imzalanan Anlaşma ile savaşan taraflara silah bıraktırılarak siyasal partiler olarak devletle
bütünleşmelerinin sağlanmasıyla BM barış gücü görevinde dönüşümün sağlanması zorunlu
hâle gelmiştir. Kongo Demokratik Cumhuriyeti, BM Güvenlik Konseyi ve BM Genel
Sekreteri arasında sağlanan konsensüs ile Kongo’nun bağımsızlığını elde etmesinin 50. yılı
şerefine yeni bir başlangıç yapma fikriyle birçoklarına göre tarihin en militerleşmiş barış
gücü olan (Sloan, 2014) MONUC’un görevi sonlandırılarak yerine MONUSCO (UN
Stabilization Mission in the Congo) kurulmuştur. Ülkenin doğusu ile batısı arasındaki
güvenlik ortamının farklılaşması, yeni konsepte de yansımıştır. Nispeten güvenli olan
96
batıda güvenliğin sağlanması görevi Kongo Hükümeti’ne verilirken, doğuda bu görev
MONUSCO’ya bağlı birliklere verilmiştir. Bu kapsamda MONUSCO’ya yüklenen ilk
görev ise sivillerin korunması olmuştur. MONUSCO bu doğrultuda faaliyetlerini
yürütürken 2010 yılının ağustos ayında Kuzey Kivu’da toplu tecavüz olayları yaşanmaya
başlamıştır. Devamında oluşturulmaya çalışılan istikrarlı yapıya bir darbe de daha önce
Kivu bölgesinde faaliyet gösteren bir silahlı grup olan CNDP (Congrès National pour la
Défense du Peuple) unsurlarından gelmiştir. Siyasi hayata entegre edilen CNDP’nin bazı
üyeleri yeni bir örgüt kurarak şehirlere yönelik saldırılar düzenlemişlerdir. Olaylar kısa bir
süre içerisinde sınırlı bir müdahale, silahsızlanmanın sağlanması ve uçuşa yasak bölge ilan
edilmesi ile aşılabilecekken günümüze de güçlü bir şekilde sirayet eden bir insanlık dramı
hâline gelmiştir (O’Donnell, 2014). BMGK, buna MONUSCO’nun yetkilerini genişleterek
ve MONUSCO’ya “silahlı grupları nötrleştirme” görevi vererek cevap vermiştir (Doss,
2014).
Kongo Sorunu, tüm çıkmazlarıyla, hassas ve kırılgan yapısıyla günümüzde de
devam etmektedir. Her ne kadar retorik ve birtakım yapısal değişimler yaşansa da bu
değişiklikler barış faaliyetlerinin özüne etki edememiştir. BM İturi Tugayı Komutanı JanGunnar Isberg’ün belirttiği gibi Misyon, yeterli donanıma, teçhizata ve kapasiteye sahip
değildir (Berdal & Ucko, 2015). Olması da çok mümkün görünmemektedir. Zira
yüzölçümü olarak oldukça büyük olan ülkede birden fazla etnik gruba karşı mücadele
vermek ve barışı korumak oldukça zordur (ICISS, 2001b). Kimilerine göre koruma
sorumluluğuna Kongo’da çok fazla önem verilmemesi krizin çözümsüzlüğüne katkı
sağlamıştır. Batılı ülkeler MONUC’a gereken desteği vermekten çekinmişlerdir. Bu
nedenle de MONUC, bulunduğu ülkenin hacminin çok altında personelle barışı kurmaya
çalışmıştır (H. F. Weiss, 2009: 127). Bunda da doğal olarak başarısız olmuştur.
4.5. Kenya Krizi
Kenya, Afrika’nın doğusunda yer alan ve Afrika Boynuzu olarak adlandırılan
bölgeye komşu konumdaki bir ülkedir. Kenya’nın kuzeyinde Etiyopya, batısında Somali
ve Hint Okyanusu, güneyinde Tanzanya, doğusunda Uganda ve kuzeydoğusunda ise
Güney Sudan yer almaktadır (CIA, 2014).
45 milyonu aşkın bir nüfusa sahip olan Kenya’daki etnik yapı, Afrika kıtasında
kurulan birçok ulus-devlette olduğu gibi Kenya’da da iç mücadelelere neden olmaktadır.
Kenya’yı diğer Doğu ve Batı Afrika ülkelerinden ayıran en önemli nokta, ülkede hiçbir
97
etnik unsurun ezici çoğunluğu teşkil edememesidir. 42 etnik gruptan oluştuğu saptanan
Kenya toplumunda, nüfusun %22’sini Kikuyular, %14’ünü Luhyalar, %13’ünü Luolar,
%11’ini Kalenjinler, yine %11’ini Kambalar, %6’sını Kisiiler, %6’sını Merular
oluştururken geriye kalan dilim içerisinde birçok yerel grup yer almaktadır (Langer, 2011).
Kenya nüfusu dinsel açıdan incelendiğinde; ülkenin yaklaşık %80’inin Hıristiyan
olduğu anlaşılmaktadır. Hıristiyan nüfusun büyük bir çoğunluğunu ise Protestanlar
oluşturmaktadır. Kenyalı Müslümanlar ise nüfusun %11’ini oluşturmaktadır. Nüfusun geri
kalan kısmını ise yerel dinlere inananlar oluşturmaktadır (Mwangi, 2012).
1926 yılında Büyük Britanya’ya bağlı bir ülke olarak 225.000 mil karelik bir
alanda, bugünkü Kenya Devleti’nin de sınırlarını belirleyen Kenya Hamiliği ve Kolonisi
kurulmuştur. Kraliyet Kolonisi olarak da adlandırılan bu ülke 1963 yılına dek Britanya’ya
bağlı kalmıştır. Bu süreçte Kenya’da siyasi örgütlenmeler de başlamıştır. Kenya Afrika
Ulusal Birliği (Kenya African National Union – KANU) ve Kenya Afrika Demokratik
Birliği (Kenya African Democratic Union – KADU) bu dönemde Kenya’da siyasi
faaliyetler yönlendiren iki hareket olmuştur (Throup, 1993). Zamanla bağımsızlığın
kazanılması yönünde artan siyasi faaliyetler neticesinde 1 Haziran 1963 tarihinde önce
özerklik ilan edilmiş, sonrasında ise KANU ile İngiliz temsilciler arasında gerçekleştirilen
ve Kenya’nın ilk cumhurbaşkanı olacak olan Kikuyu kökenli Jomo Kenyatta’nın da
katıldığı Bağımsızlık Konferansı’nda (Kyle, 1997), Kenya’nın bağımsız bir devlet olması
kabul edilmiştir. Bağımsızlık tarihi ise 12 Aralık 1963 olarak belirlenmiştir (Singh, 1965).
1963 yılında bağımsızlığını kazanan Kenya’da çok-partili ilk seçim 1992 yılında
gerçekleştirilmiştir. Sekiz adayın katıldığı bu seçimlerde Daniel Arap Moi, oyların
%37’sini alarak devlet başkanı seçilmiştir.
Moi döneminde etnik çatışmalar tırmanmıştır. Çok partili siyasal hayata geçişle
birlikte Moi’ye destek verilmesi için farklı etnik gruplara yapılan baskılar ters tepki
oluşturmuştur. Rift Vadisi’ndeki göçmenlere, Narok şehrinin kuzeyinde yoğun olarak
yerleşmiş bulunan Kikuyulara yapılan saldırılar, Kenya’da iç göç hareketlerinin ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Maasai kökenli saldırganların Kikuyulara saldırması sonucunda
yaklaşık 30.000 insan göç etmek zorunda kalmıştır. 1991-1998 yılları arasında meydana
gelen etnik temelli şiddet olaylarında 6 binden kişinin çeşitli nedenlerle hayatını
kaybetmiştir (Rutten & Owuor, 1994).
98
Moi’nin 2002 yılında görev süresinin dolması üzerine gerçekleştirilen seçimlerde,
Kenya’nın kuruluşundan itibaren süregiden KANU iktidarı sonlanmıştır. Ulusal Müttefik
Gökkuşağı Koalisyonu’nun (National Alliance Rainbow Coalition – NARC) adayı Emilio
Mwai Kibaki 27 Aralık 2002 tarihinde gerçekleştirilen seçimlerde %62 oranında oy alarak
devlet başkanı seçilmiştir. (Steeves, 2006).
Koruma sorumluluğuna konu olan ve 2007-2008 Krizi ya da Seçim-Sonrası Kriz
olarak bilinen Kenya Krizi, Kibaki’nin ilk devlet başkanlığı süresinin dolması nedeniyle
yapılan seçimlerin ertesinde gerçekleşmiştir. Kriz, 22 Aralık 2007 tarihinde Portakal
Demokratik Partisi (Orange Democratic Party – ODP) adayı Odinga ile Ulusal Birlik
Partisi (Party of National Unity – PNU) adayı Kibaki arasında geçen devlet başkanlığı
mücadelesini Kibaki’nin kazandığının ilan edilmesiyle başlamıştır.
Hepsinden önce başlıca neden olarak seçimlerde hile yapıldığına dair iddialar
gösterilse de bunun dışında krizin ortaya çıkmasına neden olan beş temel unsur
bulunmaktadır. Birincisi, kitlelerin etnik, dinsel, mezhepsel ve bölgesel farklılıklara
yapılan vurguyla harekete geçirilmeye çalışılmasıdır. İkincisi, suç çetelerinin ve etkinlik
kazanmaya çalışan çeşitli toplum liderlerinin gençlere yönelik kışkırtıcı ve şiddete teşvik
etme yönündeki faaliyetleridir. Üçüncüsü, Rift Vadisi’ndeki tarihten kalan bir miras olan
arazi sorununun çözülememesidir. Son unsur, devlet yönetimindeki kişilerin halk
tarafından güvenilir bulunmamasıdır (Aina, 2008). Bu nedenle sorunun bir kökene sahip
olduğu ve bu sorunlara Kenya devletinin çözüm bulamadığı anlaşılmaktadır.
Seçim krizi ise Sayım sırasında Odinga önde giderken Kenya Seçim
Komisyonu’nun Kibaki’yi cumhurbaşkanı olarak ilan edilmesiyle başlamıştır. Kenya
Seçim Komisyonu, 27 Aralık 2007 tarihinde 210 seçim bölgesinden 159’unda sayım
işleminin tamamlandığını açıklamıştır. Sayım işlemi sonucunda Odinga’nın 3,7 milyon,
Kibaki’nin ise 3,4 milyon oya sahip olduğunu ifade etmiştir. Ertesi gün, kalan sayım
işlemlerinin de tamamlanmasıyla Kibaki’nin aldığı oy sayısını 4.584.721, Odinga’nın
aldığı oy sayısını ise 4.352.993 (Khadiagala, 2009) olduğunu, bu nedenle de Kibaki’nin
%60 oy oranıyla tekrar devlet başkanı seçildiğini 31 Aralık’ta ilan etmiştir (Linke, 2013).
Kibaki’nin seçimleri kazandığı yönündeki resmi açıklamanın ardından Odinga, önce
oyların tekrar sayılmasını sonrasında ise seçimlerin yenilenmesini istemiştir. Hükümet ise
bu talebe, bağımsız bir soruşturma komisyonu kurulması önerisiyle cevap vermiş ve diğer
99
önerileri reddetmiştir (Modi & Shekhawat, 2007). Odinga ise isteklerinde ısrarcı olmuş ve
hükümetten gelen bu öneriyi kabul edilemez bulmuştur (Linke, 2013).
Tarafların, tutumlarında ısrarcı olmaları destekçi kitleleri harekete geçirmiştir.
Odinga yanlıları yaşanan olaylar üzerine örgütlü bir şekilde sokak gösterilerine başlamıştır.
Kikuyuların çoğunlukta olduğu güvenlik güçleri, Odinga yanlılarının ve özellikle
Kalenjinlerin sokak gösterilerine, sert bir şekilde müdahale etmiştir (Cristina Gabriela
Badescu, 2011). Gösteriler birkaç gün içerisinde yerini şiddetli çatışmalara bırakmıştır.
Kısa süre içerisinde etnik grupların mücadelesini içine alan bir insanlık krizi hâline
dönüşme riskini beraberinde getirmiştir. Kikuyuların saldırılarına Luolar şiddet
eylemleriyle karşılık vermiştir. Odinga yanlıları da Kibaki yanlısı Kikuyulara saldırmıştır
(Linke, 2013).
Olaylar, özellikle Kisumu, Kakamega, Eldoret ve Naivasha gibi kentlerde
tırmanmıştır. Tarihsel bir soruna ev sahipliği yapan Rift Vadisi ise zamanla bu olayların
merkezi hâline gelmişlerdir (Goldstein & Rotich, 2008). Seçimlerin hemen sonrasında
başlayan şiddet olayları, etnik ve dinsel çatışmaya dönüşme eğilimi göstermiştir.
Kiliselerin yakılması gibi olayların da yaşandığı şiddet olaylarının sonucunda Rift
Vadisi’nde Kikuyu, Luo ve Kalenjin etnik gruplarına mensup (Kore, 2014) 1.000-1.500
insan yaşamını kaybetmiş, 300.000 ila 600.000 arasında insan da ülke içinde yerinden
edilmiştir. (Evans, 2008: 51)
Yaşanan olaylar karşısında öncelikli olarak iç önlemler alınmış, devreye daha sonra
uluslararası toplum girmiştir. İç politikada Kenya Hükümeti, 2005 Dünya Zirvesi’nde
ortaya konan dört suçun işlenmesi tehlikesinin ortaya çıktığını kabul etmiş ve bu suçların
önlenmesine yönelik yasal değişiklikler gerçekleştirmiştir. İkinci olarak ise egemenlikten
doğan sorumluluklarını yerine getiremeyeceğini uluslararası ve bölgesel örgütlere deklare
etmiştir. Bundan sonraki aşama ise bu örgütlerin devreye girmesiyle başlamıştır. BM,
Afrika Birliği, Avrupa Birliği ve ABD’nin başını çektiği büyük devletler, şiddet olaylarının
kitle kıyımlarına dönüşmemesi için yeni bir girişimin acilen başlatılması gerektiğini ifade
etmişlerdir (J. F. Murphy, 2012).
Ülke içerisinde en güçlü tepkiyi yerel liderler vermiştir. Bethwell Kiplagat ve
Lazarus Sumbeiywo öncülüğündeki Barış Yanlıları Birliği soruna müzakereler yoluyla bir
çözüm bulunmasını istemişlerdir. Bu girişim Nobel Barış Ödülü sahibi Güney Afrika
Başpiskoposu Emeritus Desmond Tutu tarafından desteklenmiştir (Khadiagala, 2009).
100
Tutu, “Kenya’da yaşanan olayların, doğrudan doğruya koruma sorumluluğunun
uygulanmasını gerektiren olaylar olduğunu” günlük bir gazetede yayımlanan makalesinde
dile getirmiş ve arabuluculuk çağrısı yağmıştır (Evans, 2008: 51). Bu çabalar Odinga
yanlıları tarafından vakit kaybı olarak nitelendirilmiştir (Juma, 2009).
Uluslararası alanda ilk olarak Koruma Sorumluluğu doktrininin öncülerinden
Bernard Kouchner ve BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon krizin daha da derinleşmesinin
önüne geçmek için BM’yi harekete geçirmiştir (Kore, 2014). Ban Ki Moon; “olayların
büyümesi hâlinde tarafların uluslararası hukuk çerçevesinde sorumluluklarının doğacağını
ve yargı önünde hesap vereceklerini” ifade etmiştir (Sara Ellen Davies & Glanville, 2010).
Moon’un ardından BM Genel Sekreteri’nin soykırımın önlenmesi konusundaki özel
danışmanı Francis Deng, Kenyalı liderleri koruma sorumluluğuna uygun bir şekilde
hareket etmeye davet etmiştir. BM Güvenlik Konseyi de Konsey’e üye ülkelerin devlet
başkanlarının imzaladığı çağrıyla “krize siyasi çözüm bulunması konusunun kendi
sorumlulukları içerisinde olduğunu ifade etmişlerdir. BM’nin Kenya Hükümeti’ne ve
Kenya toplumuna yönelik çağrıları karşılık bulmuşsa da krizin çözülmesine yönelik en
kapsamlı girişimi yeni barış ve güvenlik mimarisi kapsamında Afrika Birliği başlatmıştır
(A. J. Bellamy, 2010).
Afrika Birliği Genel Sekreteri ve Gana Devlet Başkanı John Kufuor krizin
boyutlarının büyümemesi için krizin başlangıcından itibaren büyük çaba harcamıştır.
Kufuor’un çabaları zaman içerisinde bölgesel seferberliğe dönüşmüştür. Tanzanya,
Zambiya, Mozambik ve Botsvana devlet başkanları da taraflar arasında arabuluculuk
yapmaya çalışmışlardır. Her ne kadar bu çabalardan bir sonuç çıkmasa da iyi niyetli
girişimler, Devlet Başkanı Kibaki’nin Kufuor’u, krize çözüm bulması amacıyla ocak
ayında Nairobi’ye davet etmesiyle sonuçlanmıştır. (Kore, 2014)
Her ne kadar Afrika Birliği Komiseri Jean Ping, katliamların Koruma
Sorumluluğunun uygulanması için görece küçük ölçekli olduğunu savunsa da BMGK’nin
Afrika Birliği’nin arabuluculuk faaliyetlerine rıza göstermesi doktrinin uygulanabilir hâle
gelmesine yardımcı olmuştur. Dışarıdan girişimlerin etkinlik kazanmasıyla taraflar
karşılıklı olarak Afrika Birliği şemsiyesi altında (Juma, 2009) müzakereleri başlatma kararı
almışlardır. (A. J. Bellamy, 2010)
Kufuor, Nairobi’deki müzakerelerin başarıya ulaşabilmesi için Afrikalı Ünlü
Kişiler grubunun oluşturulmasını savunmuştur. Bu düşünce, Afrika Birliği’nin diğer
101
üyeleri arasında kabul görmüştür. Afrika Birliği Barış ve Güvenlik Konseyi tarafından
görevlendirilen (Bergholm, 2010) Kufuor’un ve Kufuor’un belirlediği Afrikalı Ünlü
Kişiler grubunun oluşturduğu ve Kofi Annan’ın öncülük ettiği komisyon, 10 Ocak 2008
tarihinde Kufuor, Kibaki, Odinga, Birleşik Krallık Yüksek Komiseri Adam Wood, ABD
Büyükelçisi Michael Ranneberger, AB temsilcisi Elisabeth Barbier tarafından bir Çerçeve
Anlaşma’nın imzalanmasını sağlamıştır. Buna göre; hukukun üstünlüğünü ve istikrarı
sağlayacak adımlar atılacaktır. Seçim sonuçlarının açıklanması noktasında çeşitli sorunları
ortaya çıktığı anlaşılmaktadır, bu nedenle bu konuda bağımsız bir soruşturma
yürütülecektir. Yeni bir güç paylaşımı yapılacaktır. Böylece önce 22 Ocak 2008 tarihinde
Kibaki ile Odinga arasında krizin çözülmesi için iç politik ve hukuki adımların atılmasına
yönelik bir anlaşma, sonrasında ise 28 Şubat 2008 tarihinde etnik nedenli sorunların
kökenine inilerek bu sorunların giderilmesine yönelik hususların da yer aldığı Güç
Paylaşımı Anlaşması yapılmıştır. Böylelikle bir yandan Kibaki’nin devlet başkanı olarak
kalması, Odinga’nın ise başbakanlık görevini üstlenmesi kabul edilirken diğer yandan
seçime dair sorunların giderilmesi için Bağımsız Gözlem Komisyonu, şiddet olaylarını
araştırmak için Seçim-Sonrası Şiddeti Soruşturma Komisyonu ve polis teşkilatının yeniden
düzenlenmesini
sağlamak
için
Ulusal
Görev
Gücü
oluşturulmuştur.
Önleme
sorumluluğunun yerine getirilmesi için ek polis alımı kabul edilmiş ve polislerin kişilere
değil devlete hizmet etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Oluşturulan komisyonların başarılı
çalışmalar yürütmesi ve çeşitli bulgulara ulaşması, Kenya’nın devlet sisteminin
yenilenmesini sağlamıştır. (Kore, 2014)
Yeni bir anayasa yapılarak bu anayasanın 2010 yılının ağustos ayında yürürlüğe
girmesi kabul edilmiştir (Kore, 2014). 17 Nisan 2008 tarihinde de Odinga genişletilmiş
başbakanlık yetkileriyle donatılmış bir başbakan olarak yemin ederek görevine başlamıştır
(Cristina Gabriela Badescu, 2011). Yeni anayasanın göze çarpan yanları; kuvvetler ayrılığı
ilkesinin benimsenmesi, otoriter bir devlet yapısından uzaklaşılarak kurumsal bir devlet
yapısının sağlanmaya çalışılması, azınlık haklarının tanınması, nefret suçunun bir suç
olarak kabul edilmesi olmuştur. Böylelikle ciddi suçların ortaya çıkması engellenmiş ve
ülkede göreceli bir istikrar sağlanmıştır. Kenya, Kofi Annan’ın da vurguladığı gibi koruma
sorumluluğunun en önemli parçası olan önleme sorumluluğunun başarılı bir şekilde
uygulandığı ilk devlet olmuştur (Kore, 2014).
Kenya krizi, Koruma Sorumluluğu’nun uygulanabildiği tek örnek olarak ele
alınmaktadır. Ban Ki Moon, BM Genel Sekreteri olarak krizin doktrin çerçevesinde
102
çözümlenebilmesi için büyük çaba sarf etmiştir. Diplomatik ve siyasal çözümler bulma
çabasına girişirken 1.500 insanın yaşamını kaybetmesine, 600.000 insanın da ülke
içerisinde yerinden edilmesine engel olamamıştır. Dolayısıyla doktrinin önleyicilik
boyutunun başarılı olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır. Doktrine yapılan vurgu
esasen krizin şiddet ve yerinden edilme boyutlarıyla ciddiyetini göstermeyi amaçlamıştır.
Nitekim Moon da krizin tarafı olan liderlere çağrıda bulunarak krizin derinleşmesi ve
şiddet olaylarını desteklemeleri durumunda uluslararası hukuk karşısında sorumlu
olacaklarını ifade etmiştir. Doktrinin uygulanmasını sağlamak için Annan’ın arabuluculuk
faaliyetlerini desteklemiş, Afrika Birliği’nin, ABD’nin ve diğer büyük güçlerin krize
müdahil olmasını olumlu karşılamıştır. Krizin çözülmesini sağlayan unsur da temel olarak
müşterek hareket tarzının benimsenmesidir. (Cohen, 2010)
Kenya krizi uluslararası toplum tarafından retrospektif bir koruma sorumluluğu
olayı olarak görülmüştür. Nitekim Annan, Kenya’daki dış inisiyatifin, koruma
sorumluluğunun çalışabilir olduğunu gösteren bir olgu olduğunu ifade ederken Ban Ki
Moon krizlere karşı erken önlem almanın, güç kullanımının önüne geçtiğini, uluslararası
ve bölgesel aktörlerin sadece “Koruma Sorumluluğu’ çerçevesinde hareket etikleri
Kenya’nın bu konuda iyi örnek olduğunu ifade etmiştir (Kabau, 2012).
Birleşmiş Milletler’in, 2005 Dünya Zirvesi’nden sonra ortaya çıkan bu krize
koruma sorumluluğu çerçevesinde müdahale etmeyi kararlaştırması, atılacak adımlar için
kurulu ve yeterli mekanizmalar olmasa da bir çerçeve belirlemesinin yanı sıra arabulucu
rolündeki kişilerin yüklerini azaltmış ve bu kişilere güvence sağlamıştır. Ban Ki Moon’un
ve Kofi Annan’ın krizin derinleşmesini önlemeye vurgu yapan arabuluculuk çalışmaları
taraflar açısından güvenilir bir ortamın kurulmasını sağlamıştır. Nitekim Kenya’da,
doktrinin öngördüğü yapısal önleyicilik başarıya ulaşamamış ancak kriz ortaya çıktıktan
sonra müdahale edilebilmiştir. Kısacası durumun kötüleşmesinden ziyade kötü olan bir
durumun daha kötü bir vaziyet alması engellenmiştir. (Luck, 2010)
Bunun yanında koruma sorumluluğunun uygulanması aşamasında sadece normların
değil reelpolitiğin de başarının belirlenmesinde etkili olduğu görülmektedir. Uluslararası
bir örgüt olan BM, bölgesel bir örgüt olan Afrika Birliği, Kenya’ya komşu devletler
(Cristina Gabriela Badescu, 2011), uluslararası sistemin tek kutbu ABD ve diğer Batılı
güçlerin sağladığı uzlaşı başarıyı beraberinde getirmiştir. Bu anlamda doktrinin,
arabuluculuk için normatif bir çerçeve oluşturarak kolaylaştırıcı bir rol oynadığı
103
görülmektedir. Doktrinin başarısını sağlayan bir diğer unsur da ülke içinde yerinden
edilmiş insanlarla koruma faaliyetini sınırlandırmasıdır. Böylelikle alan daraltılarak
mücadele kolaylaştırılmıştır (Sara Ellen Davies & Glanville, 2010). Fakat sağlanan
başarının kalıcılığı tartışmalı olmuştur. Zira 2010 yılında yine güç paylaşımından
kaynaklanan anlaşmazlıklar barışı çökme noktasına getirmiştir. Dolayısıyla koruma
sorumluluğunun barışı tesis etmekle kalmayıp sonradan da sürekli gözetim ve denetim
altında tutması ve aynı zamanda hassas siyasi dengeleri gözetmesi gerekmektedir (Cristina
Gabriela Badescu, 2011).
Kofi Annan, Kenya’da yaşanan krizi, “Koruma Sorumluluğu’nun uygulanması
açısından bir fırsat” olarak nitelendirmiş ve ahlaki bir araç olarak doktrine barışın
sağlanması konusunda borçlu olduğunu ifade etmiştir (Cohen, 2010). Uluslararası
toplumun krize müdahale etmemesi durumunda, Kenya Hükümeti krizi yönetemeyeceği ve
halkını koruyamayacağı için, daha büyük çapta insani krizlerin yaşanmasının kaçınılmaz
olacaktır. Müdahale denildiğinde askeri müdahalenin gündeme gelmesi Annan’a göre
yanlıştır. Askeri kuvvet kullanımı her zaman son çare olarak görülmelidir (A. J. Bellamy,
2010).
Benzer şekilde ülke içinde yerinden edilmiş insanlara (IDP) yönelik olarak
geliştirilmesi planlanan BM stratejileri açısından da özellikle önleme ve kapasite inşası
boyutlarıyla yol gösterici nitelikte olmuştur. En önemlisi de soykırım, insanlığa karşı suç,
savaş suçları ve etnik temizlik riski altındaki bireylerin korunması açısından önemli bir
köşe taşı oluşturmaktadır. (Cohen, 2010)
Doktrinin uygulamadaki başarısına dair iki temel görüş öne sürülmektedir.
Bunlardan ilki, Kenyalı devlet yetkililerinin, uluslararası ve bölgesel aktörlere, içişlerine
müdahale edilmesi için rıza göstermeleri sayesinde doktrinin başarılı olduğu yönündeki
görüştür. İkincisi ise müdahale ve yaptırım içermemesi nedeniyle doktrinin, Güvenlik
Konseyi onayına ihtiyaç duyulmaksızın doğrudan Genel Sekreter’in girişimleriyle
uygulanabilir hâle gelmesidir. Konseyin devre dışı bırakılması sayesinde risk altında
bulunmayan
daimi
üyeler
de
doktrinin
uygulanması
önünde
engel
oluşturmamışlardır.(Cohen, 2010)
İnşa sorumluluğu çerçevesinde ise BM Barış İnşası Komisyonu tarafından Rift
Vadisi’ne yönelik olarak insani yardım sağlamak üzere bir program başlatılmıştır. 2008
104
yılında başlatılan bu program, genellikle yeterli görülmese de doktrinin uygulanmasına
örnek teşkil etmesi açısından önemlidir. (Cohen, 2010)
Tüm bunlara rağmen Koruma Sorumluluğu’nun uygulanmasına karşı ortaya
çıkabilecek zorluklar varlıklarını korumaktadır. Bu anlamda üç temel zorluk göze
çarpmaktadır. İlki, koruma sorumluluğunun tam anlamıyla nasıl uygulanacağına dair bir
sınırlama ya da çerçeve hâlen net olarak ortaya çıkmamıştır. İkincisi uluslararası örgütlerin
kapasiteleri ve kurumsal yapıları doktrini uygulamaya elverişli gözükmemektedir. Yapısal
sorunlara hâlen çözüm getirilebilmiş değildir. Üçüncü olarak da krizlere yönelik alınacak
siyasi
tedbirler
konusunda
devletler
ve
uluslararası
örgütler
bir
uzlaşma
sağlayamamışlardır.(Evans, 2008: 54)
Kenya Krizi’nin belki de en önemli mirası, ülkede krizlerin son bulmasına yönelik
bir diyalog ve sorgulanabilirlik kültürünü ortaya çıkarmasıdır. 2014 yılının ekim ayında,
Kenya’da 2008 yılında meydana gelen şiddet olaylarında rolü olduğu gerekçesiyle
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından 2013 yılından bu yana Kenya Devlet
Başkanlığı görevini yürüten Uhuru Kenyatta hakkında soruşturma başlatılmıştır. Kenyatta
2007 yılındaki seçimlerde Kibaki’nin yanında yer almıştır. UCM’nin suçlaması
Kenyatta’nın Kikuyuları ve Mungikileri diğer etnik gruplara karşı silahlı mücadele etmek
üzere organize ettiği yönünde olmuştur. Kenyatta, bu suçlamalara karşı UCM’de sanık
sandalyesinde oturmayı kabul etmiştir. Görevini, yardımcısı William Samoei Arap Ruto’ya
devrederek 8 Ekim 2014 tarihinde Mahkeme’de kendisini savunmuştur (“Uhuru Kenyatta
at ICC: Kenyans Greet Returning President,” 2014). Tarihte ilk defa bir devlet başkanı rıza
göstererek
Uluslararası
Ceza
Mahkemesi’nde
yargılanabilmiştir.
Koruma
Sorumluluğu’nun geleceği ve Afrika devletlerinin insan hakları konusundaki işbirliği
(Mindzie, 2010) açısından bu gibi adımlar ümit verici bulunmaktadır.
105
SONUÇ
Uluslararası alanda egemenlik hakkının bir ihlali olarak görülen uluslararası
müdahale ya da askeri kuvvet kullanımı tartışılagelen bir kavramdır. Uluslararası
müdahaleye ilişkin görüşler çeşitlilik göstermektedir. Bu tür müdahalenin faydalı ve ahlaki
olarak gerekli olduğunu savunan da, yaşanacakları sadece erteleyebileceğini dile getirenler
de olmuştur. (Kuperman, 2013).
Koruma Sorumluluğu’na yönelik düşünceler de bu minvalde değişiklik arz
etmektedir. Doktrinin haklı savaş geleneğinin bir devamı ve zamanın ruhunu yansıtan yeni
bir güvenlik anlayışının ürünü olduğunu savunmak mümkündür. Doğrudan geleneksel
anlamıyla jus ad bellum ve jus in bello kavramlarının uygulanması değişen çatışma
şartlarında tekrar ele alınmaya muhtaç görülmektedir (Asad, 2010). Ahlaki görevleri insani
krizlere karşı kullanılabilir hâle getirecek normlara ihtiyaç duyulduğu kesindir. Bunun için
de olumu katkı sağlayacak tartışmaların sürdürülmesi gerekmektedir (Pape, 2013). Nitekim
doktrin, Soğuk Savaş’ın bitişinin ertesinde ve Güvenlik Konseyi’nin insani krizleri
önleyememesi nedeniyle ortaya çıkmıştır (S. D. Murphy, 2013). Soğuk Savaş’ın sona
ermesinin ardından devletler arasındaki savaşların devlet-içi savaşlar hâline gelmesiyle
liberal değerler olan birey, insan hakları ve insanî güvenlik kavramları, geleneksel devletmerkezli yaklaşımların yerine merkeze alınmıştır. Bu yeni bakış açısında klasik egemenlik
anlayışından sıyrılarak egemenliğin devletlere sorumluluk yükleyen bir unsur olduğu kabul
edilmiştir (Iancu, 2014). Bu kapsamda doktrinin, insani müdahale anlayışını değiştirmesi
beklenmektedir. Müdahaleyi düzenlemesinin de ötesinde devletlere sosyo-ekonomik
zorluklara karşı mücadele verme yükümlülüğü getirmektedir. Aynı şekilde iç savaşlardan
henüz kurtulmuş devletler için de sosyo-ekonomik gelişimi teşvik edicidir. BM’yi de
esasen etkin bir gözlemcilik ve diyalog faaliyeti yürütmeye teşvik etmektedir (Moore,
2012). Doktrin, BM’nin ve uluslararası toplumun diğer aktörlerinin sivillerin krizlerden
korunması adına attığı adımların ulaştığı son nokta olarak görülebilir (Rose, 2014).
Doktrin, kimilerine göre Westphalia sistemine karşı bir meydan okuma olarak
görülse de meydan okumanın esasen BM Antlaşması’na karşı olduğunu ifade edenler de
mevcuttur (Moore, 2012). Fakat bu noktada bir meydan okumadan daha çok zamanın
ruhuna uygun değişim ihtiyacının yumuşak bir şekilde karşılanması gayreti göze
çarpmaktadır. Doktrinin egemenlik kavramına yaklaşımı üzerinden devletlerin etkisinin
106
azaldığı düşüncesi ise kısmen doğru bulunmamaktadır. Devletler, nihaî olarak karar verici
pozisyonlarını yitirmeyeceklerdir (Cook, 2015).
Koruma Sorumluluğu’nun uluslararası hukuka ve uluslararası politikaya katkıları
yadsınamamaktadır. Fakat doktrinin hâlen tam olarak yer edinemediği ve değişime
uğrayabileceği anlaşılmaktadır. Kavramın devletlerden çok sivil toplum kuruluşlarından
destek gördüğü ifade edilmektedir (Steenberghe, 2014). Bugüne kadar insani müdahalenin
hiçbir formu üzerinde yasallık ve meşruiyet açısından bir uzlaşının sağlanamadığını da
söylemek gerekmektedir. Uluslararası örgütlere yetki vermesi açısından doktrinin önemli
bir yeri bulunmaktadır. Bir diğer yandan müdahaleyle ilgili bir karar verme mekanizması
kurmakta ve de egemenlikle insan hakları arasında bir denge oluşturmaktadır (Jubilut,
2012).
Doktrinin ortaya çıkış nedenlerinin iyi bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. İlk
olarak, BM gibi evrensel nitelikteki kuruluşlar ve Afrika Birliği gibi bölgesel örgütler,
egemen devletler içerisinde meydana gelen insanlık krizlerine cevap verme gibi bir yasal
hakka sahip değildirler. Ruanda, Bosna ve Kosova’da yaşanan olaylarda mevcut
uluslararası mevzuatlar, insanlık krizlerinin önlenmesi önünde bir engel olarak
görülmüştür. Nitekim öyle de olmuştur. Kosova olayı, müdahalede meşruiyetin hukuki
nedenlerin önüne geçtiğini gösteren bir örnektir. Meşruiyet, en büyük güç olarak
görülmüştür. Bu nedenle de insanlık krizlerinin önüne geçilmesi için gerekirse hukuk
dışına çıkılabilmektedir. Her ne kadar pratikte masum insanların haklarının korunması
öncelikli olarak faydalı bulunsa da mevcut sistemin oluşturduğu yapının çıkılması
hegemonik güç ilişkilerinin yürütülmesi açısından sakıncalı görülmektedir.
Sistemin kaotik bir hâl almasından başta küresel güç ABD olmak üzere karşılıklı
bağımlılık ağlarıyla siyasi ve ekonomik olarak birbirine bağlanmış olan uluslararası,
bölgesel ve yerel güçler çekinmektedir. Sistemdeki istikrarsızlıklar ya daha büyük
savaşlara yol açacaktır ya da devletler kendi içlerinde hak taleplerinin önüne geçmek için
otoriter tutum sergileyeceklerdir. Bu da doğal olarak egemen devlet yapısına zarar
verecektir. Bu açıdan doktrinin ortaya konulması, devletlerin kendi rızalarıyla, uluslararası
sistemin devamlılığını sağlama ve diğer devletlerin insan hakları ilkelerini benimseyerek
egemenliklerini güçlendirmelerine zorlanması yönündeki bir irade beyanı olarak
görülebilir.
107
11 Eylül sonrası dönemde yaşanan olaylar göz önüne alındığında ABD’nin zora
dayalı bir hegemonya inşa etmeye çalıştığı görülmektedir. Obama döneminde ise bu
hegemonyanın rızaya dayanması süreci başlamıştır. Zora dayalı bir hegemonya modeli
oldukça maliyetlidir ve sürdürülebilirliği tartışılır bulunmaktadır. Dolayısıyla gerek realist
bir dış politika aracı olarak kullanılsın gerekse tamamen insani amaçlar uğruna yapılsın
kuvvet kullanımının yarattığı ekonomik tahribat, kuvvet kullanımının getirisinden daha
fazladır. Ekonomik açıdan bakıldığında maliyetin dağıtılması merkezdeki güç için daha
makuldür. Siyasi olarak bakıldığında insani krizlere müdahale edemeyen bir hegemonik
gücün devamlılığı mümkün gözükmemektedir. Böyle bir ortamda sisteme meydan okuyan
birçok unsur ortaya çıkacaktır. Bu da uluslararası sistemin anarşik bir yapıya bürünmesine
neden olacaktır. Zira ekonomik ağırlık merkezi değişmedikçe siyasi ağırlık merkezinin
değişmesi mümkün olmayacaktır. ABD’nin, bu bağlamda ön almak amacıyla doktrini
benimsediği görülmektedir.
Koruma Sorumluluğu, Batı’nın haklı savaş düşüncesinin bir yansımasıdır. 11 Eylül
saldırılarının ertesinde başta Amerikan politika yapıcıları olmak üzere kamuyu etkileme
gücüne sahip birçok insan tarafından haklı savaşın dile getirilmesi bunun en iyi
göstergesidir. Dolayısıyla Batı’nın çıkarlarını ve dolayısıyla liberal ekonomi politikalarının
devamlılığını merkezine alması kaçınılmazdır. Bu nedenle haklı savaşın yeni bir formu ve
liberal demokrasilerin savaşı haklılaştırma aracı olarak görülmesi de doğaldır. Doktrine ait
kavramlar, özellikle terörizmle mücadelede sıklıkla kullanılmaktadır. (Asad, 2010).
Aynı şekilde Birleşmiş Milletler’in de evrensel bir kuruluş olarak insani olaylarda
yetersiz kaldığı görülmektedir. Yetersiz kalmasının yanında veto hakkının getirdiği krizler,
son Suriye krizinde de görüldüğü gibi BM’nin meşruiyetini de sorgulanır hâle getirmiştir.
Doktrinin getirileriyle BM, müdahale için ana organ olmaktan çıkacaktır. Bölgesel
örgütler, BM’nin üzerindeki baskının dağılmasında yardımcı olacaklardır. Doktrin
çerçevesinde müdahale, hak ve görev olarak iki yapıya ayrılmıştır. Koruma Sorumluluğu
çerçevesinde yeterli meşruiyete, haklı bir nedene sahip olan her güç, müdahale hakkına
sahiptir. Müdahale ile görevlendirilen kuruluşlar ise genellikle BM ve NATO gibi Batı
orijinli kuruluşlardır. Bunların bu görevi yapamaz hâle gelmesi durumunda ise görev,
bunlardan sonraki en meşru müdahaleciye düşmektedir (Pattison, 2010: 200-212). Ki bu
genellikle Afrika Birliği gibi bir bölgesel örgüt ya da bölgesel bir güç olmaktadır.
Afrika Birliği’nin Afrika Bekleme Gücü’nü oluşturması örneğinden görülebileceği
gibi, uluslararası örgütler ve devletler, insani müdahaleyi zamanın şartların uyarlama
108
çabası içerisindedir. Bu alandaki çalışmalar ve tartışmalar gün be gün devam etmektedir.
Özellikle terörist faaliyetlere karşı yürütülen savaşlar, insani müdahalenin boyutunun
değişmekte olduğunun ve aynı zamanda gelecekte de değişeceğinin sinyallerini
vermektedir. Devletlerin artmakta olan askeri kapasiteleri, son dönemde ortaya çıkan
müdahaleler ve dünya düzenine yönelik tartışmalar insani müdahalenin yeni boyutlarıyla
önem kazandığını göstermektedir. İnsani müdahale, koruma sorumluluğunun hem
doktriner olarak hem de pratik olarak bir parçasıdır. İnsani müdahalenin daha az
vurgulandığı koruma sorumluluğu, büyük siyasi destek toplamaktadır. Doktrin esasen
devletlerin egemenliğine aykırı olarak görülse de insan haklarının korunması, devletlerin
müdahaleyi önlemek için insan haklarını öncelemesi, devlet olma kapasitelerini artırması,
erken uyarı ve önleme mekanizmalarını geliştirmesi açısından egemenliği güçlendirici
yönlere de sahiptir (Pattison, 2010: 247-253).
Afrika’nın uluslararası sistemdeki konumu halen pek çok bilinmeyenle doludur. Bir
yandan Afrika’nın ekonomik olarak 21. yy’da büyük bir ivmelenmeye sahip olacağı
savunulurken diğer yandan mevcut göstergelerin yanıltıcı olduğunu, kıtanın kalkınması
önünde başta siyasi ve ekonomik engeller olmak üzere birçok engelin olduğu da dile
getirilmektedir. Bu yüzyılın savaşlarının Afrika’da yaşanacağını savunanların sayısı da bir
hayli fazladır. Belirtmek gerekir ki, kıta toprakları en az 400 yıl sömürgecilikle
yönetilmiştir. Dolayısıyla kıta dışı devletlerin merkezi konumuna karşın bir çevre
görüntüsü vermiştir. 20.yy’da büyük hak mücadelelerinin ve uluslararası sistemin
yapısındaki değişimlerin etkisiyle kıta toplumları bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Siyasi
bağımsızlık ekonomik bağımsızlığı beraberinde getirmemiştir. Yeni ulus-devletler bir
yandan sistemli bir devlet yapısı kurmaya çalışırken diğer yandan da eski sömürgecileriyle
çeşitli zorunluluklardan kaynaklanan ekonomik ilişkiler kurmuşlardır. Böylece bağımlılık
ilişkisi ekonomi üzerinden güncellenmiştir. Soğuk Savaş’ın etkisiyle iki süper gücün
Afrika’daki faaliyetleri, kıta ülkelerini kendi ekonomik yapılarına entegre etmeyi ve kıtada
oluşan güç boşluğunu yeni unsurlarla doldurmayı hedeflemiştir. Savaşın liberal
ekonominin galibiyetiyle sonlanması, yeni dönemde Afrika’nın neo-liberal ekonomiye
entegrasyonuna hız kazandırmıştır. Bu entegrasyon süreci oldukça sancılı bir süreç hâline
gelmiştir ki daha önce de bahsedildiği gibi rejim değişikliklerinin birçoğu bu dönemde
yaşanmıştır. Bu süreç günümüzde de devam etmektedir. Yeni yükselen güçlerin kıtadaki
faaliyetlerinin kıtada rekabeti ve çatışmayı artırması kuvvetle muhtemeldir. Buna ek olarak
ulus-devlet yapılarının başarılı olamaması, artan işsizlik, dışa bağımlılık, otoriter
109
yönetimler, toplumsal ayrışmalar, terörizm tehdidinin büyük bir zemine sahip olması kıta
ülkelerini, kendi varlıklarını korumaya itmiştir. Bu nedenle Afrika devletleri, müdahaleyi
ele alan bir metin üzerinde uzlaşmaya varabilmişlerdir. Afrika Birliği’ne geçiş bu anlamda
yeni yüzyılın tehditlerine karşı Afrika devletlerinin aldığı bir önlemdir.
Koruma Sorumluluğu’nun, kurucu metni desteklemesi, Afrika Birliği’nin doktrine
destek vermesini sağlamıştır. Afrika Birliği’nin güçlü bir kurumsal yapıya ve bunun yanı
sıra her an askeri müdahalede bulunabilecek bir güce sahip olması doktrinin Afrika’da
başarılı olabilmesi açısından bir gerekliliktir 2011 yılında Fransa’nın Fildişi Sahili’ne,
NATO’nun da Libya’ya müdahalesi, Afrika Birliği’nin yetersiz kaldığı noktalarda, ortaya
çıkan suçların kıta dışı müdahaleleri haklılaştırdığını göstermektedir. Bu anlamda
Afrika’ya yönelik dış müdahalelerin engellenmesi için Afrika Birliği’nin her anlamda daha
aktif ve daha etkin olması gerekmektedir. Zira 4(h) maddesinin uygulanması aşamasında
yaşanan aksaklıklar uluslararası toplumun kendisine vazife çıkarmasına neden olmaktadır
(Kabau, 2012). İnsani güvenliğin küreselleşmeyle birlikte yerelleşme ihtimali de
bulunmaktadır. Bu nedenle devletler, olası müdahaleleri engellemek için tedbir
alacaklardır (Curley, 2012). Saygılı korumacılık anlayışı, insan haklarının küreselleştiği ve
karşılıklı bağımlılığın arttığı bir dünyada müdahalelerin de artacağı öngörüldüğünde Afrika
Birliği’nin teori ve pratikte güçlü olmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Mevcut ve geçmiş
örnekler de Birlik’in bu anlamda günden güne mesafe kat ettiğini göstermektedir (Kabau,
2012).
Afrika Birliği, kurulduğu günden bu yana gelişen normlardan ve uluslararası
politikadaki
gelişmelerden
ilham
alarak
Afrika
çapında
barış
operasyonları
gerçekleştirmektedir. Müdahale konusunda, işbirliği içerisinde olduğu BM ile meşruiyete
dair ihtilaflar yaşamaktadır. Barış ve Güvenlik Konseyi’nin müdahale isteği ile Afrika
Birliği’nin müdahale kapasitesi arasında geniş bir uçurumun olduğunu söylemek
mümkündür. Bu noktada BM ile Afrika Birliği arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması
beklenebilir (P. D. Williams & Boutellis, 2014).
Koruma Sorumluluğu’nun başarısı ele alındığında ise Kenya örneğinden yola
çıkılarak önleyici diplomasiye verilen önemden dolayı savaşların ve iç çatışmaların
önlenmesi adına gelecek için ümit verici olduğu görülmektedir. Kongo’da ise doktrinin
tüm unsurlarıyla uygulanması gerekliliği gözler önüne serilmiştir. Darfur’da doktrinin
uygulanamaması büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Doktrinin önleme sorumluluğuna ilişkin
110
koyduğu kurallara uyulması ve konunun odak noktasının müdahaleden önleyici
diplomasiye kaydırılması, doktrinin geleceği ve başarısı açısından olumlu bir katkı
olacaktır. Koruma sorumluluğunun benimsenmeye başladığı ve barış güçlerinin yeniden
yapılandırıldığı bir döneme denk gelen 2003 yılı sonrasında, önceki dönemlere nazaran
sivil can kayıplarının azaldığı görülmektedir (A. J. Bellamy, 2008).
11 Eylül saldırıları sonrası uluslararası toplumda oluşan hava ve ABD’nin
müdahaleci tutumu doktrinin kuşkuyla karşılanmasına neden olmuştur. Batı karşıtı ülkeler,
global güney ülkeleri doktrini yeni-emperyalizm için bir araç olarak görmüşlerdir. Benzer
şekilde Batılıların, Batılı olmayanlara müdahalesini kolaylaştıran bir Truva atı benzetmesi
de yapılmıştır. Bütün müdahaleler gibi müdahalenin bu çeşidi de büyük güçler tarafından
suiistimal edilmeye, reelpolitiğin bir aracı olmaya açıktır. (Lyon, 2009).
Doktrinin
özellikle
Libya
müdahalesinden
sonra
dönüşüme
uğradığı
savunulmaktadır. Çünkü müdahale liberal müdahaleciliğin dışına çıkmıştır. Bu nedenle
acilen önleyici askeri müdahaleden arındırılmaya çalışılmalıdır. Esasen doktrinin sürekli
Batı’ya dayandırılması Batı’ya ekstra sorumluluklar yüklese de Batı’nın umursamaz
davrandığına inanılmaktadır (Chandler, 2015). Suriye’de yaşanan olaylar, doktrine yönelik
güveni azaltabilir. Bunun yanında yükselen güçlerin gün geçtikçe güç kazanması
uluslararası sistemde dengeleri değiştirebilecektir. Dolayısıyla bu güçlerin tutumu da
doktrinin geleceğini belirleyecektir (Bloomfield, 2015).
111
KAYNAKÇA
2005 World Summit Outcome. (2005) (pp. 1–38). New York.
2012 United Nations Peace Operations: Year In Review. (2013) (p. 61). New York.
Abbenhuis, M. M. (2013). A Most Useful Tool for Diplomacy and Statecraft: Neutrality
and Europe in the “Long” Nineteenth Century, 1815-1914. The International History
Review, 35(1), 1–22. doi:10.1080/07075332.2012.737350
Abiew, F. K. (2010). Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect:
Redefining a Role for “‘ Kind-hearted Gunmen .’” Criminal Justice Ethics, 29(2), 93–
109. doi:10.1080/0731129X.2010.498246
Aina, T. A. (2008). The Kenyan Crisis 2007-2008 and the Re-making of an Elite
Consensus- Pathways and Pitfalls. Public Forum. Nairobi: Public Forum.
Alexan, O. D. (2012). Carving Out a Niche for Humanitarianism within the Responsibility
to Protect. The Macalester Review, 2(1), 1–23.
Amneus, D. (2012). Responsibility to Protect: Emerging Rules On Humanitarian
Intervention? Global Security, 26(2), 241–276.
Andreopoulos, G. J., & Lantsman, L. (2010). The Evolving Discourse on Human
Protection.
Criminal
Justice
Ethics,
29(2),
73–92.
doi:10.1080/0731129X.2010.504423
Annan, K. (2004). “A more secure world: Our shared responsibility” - Report of the Highlevel Panel on Threats and Change. United Nations (pp. 1–131).
doi:10.2307/20034356
Approved Resources for Peacekeeping Operations for the Period from 1 July 2014 to 30
June 2015. (2015). (No. A/C.5/69/17) (pp. 1–3). New York.
Arbour, L. (2008). The Responsibility to Protect As A Duty of Care In International Law
and Practice. Review of International Studies, 34, 445–458.
Arsava, A. F. (2011). Egemenlı̇ k ve Koruma Sorumluluğu. Gazi Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, 15(1), 101–124.
Asad, T. (2010). Thinking About Terrorism and Just War. Cambridge Review of
International Affairs, 23(1), 3–24. doi:10.1080/09557570902956580
Ata, F. K. (1998). Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş, Karışma ve Birleşmiş
Milletler (1. Bası.). Ankara: Siyasal Kitabevi.
Ata, F. K. (2009). Darfur: Koruma Yükümlülüğü ve İnsancıl Müdahale Kavramları
Çerçevesinde Bir İnceleme. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 6(21), 67–88.
112
Axworthy, L., & Rock, A. (2009). R2P: A New and Unfinished Agenda. Global
Responsibility to Protect, 1, 54–69. doi:10.1163/187598409X405479
Badescu, C. G. (2011). Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect (pp.
99–168). Oxon: Routledge.
Badescu, C. G., & Bergholm, L. (2009). The Responsibility To Protect and the Conflict in
Darfur:
The
Big
Let-Down.
Security
Dialogue,
40(3),
287–309.
doi:10.1177/0967010609336198
Bannon, A. L. (2006). The Responsibility to Protect : The U.N. World Summit and the
Question of Unilateralism. The Yale Law Journal, 115(5), 1157–1165.
Barrios, M. de L. (2014). The Role of the European Union and Other International
Organizations in the Process of the Regionalisation of the Peacekeeping Operations.
Romanian Review of Social Sciences, 7, 2–22.
Basics
of
Hinduism.
(2015).
Retrieved
April
20,
https://www.himalayanacademy.com/readlearn/basics/nine-beliefs
2015,
from
Bellamy, A. J. (2004). Ethics and Intervention: The “Humanitarian Exception” and the
Problem of Abuse in the Case of Iraq. Journal of Peace Research, 41(2), 131–147.
doi:10.1177/0022343304041777
Bellamy, A. J. (2008). The Responsibility to Protect and the problem of military
intervention. International Affairs, 84(4), 615–639.
Bellamy, A. J. (2010). The Responsibility to Protect—Five Years On. Ethics &
International Affairs, 2(2), 143–169.
Bellamy, A. J., & Drummond, C. (2011). The Responsibility to Protect in Southeast Asia:
Between Non-Interference and Sovereignty as Responsibility. The Pacific Review,
24(2),
179–200.
doi:http://www.tandfonline.com/action/showCitFormats?doi=10.1080/09512748.2011
.560958
Bellamy, A. J., & Williams, P. D. (2006). The UN Security Council and the Question of
Humanitarian Intervention in Darfur. Journal of Military Ethics, 5(2), 144–161.
doi:10.1080/15027570600707680
Bellamy, A. J., & Williams, P. D. (2010). Protecting Civilians in Uncivil Wars. In S. E.
Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility
to Protect (pp. 127–163). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff.
Bellamy, A. J., & Williams, P. D. (2011). The New Politics of Protection? Côte d’Ivoire,
Libya and the Responsibility to Protect. International Affairs, 87(4), 825–850.
Bellamy, A. J., & Williams, P. D. (2012). On the Limits of Moral Hazard: The
Responsibility to Protect, Armed Conflict and Mass Atrocities. European Journal of
International Relations, 18(3), 539–571.
113
Bellamy, A., & Williams, P. (2005). The Responsibility To Protect and the Crisis in
Darfur. Security Dialogue, 36(1), 27–47. doi:10.1177/0967010605051922
Berdal, M., & Ucko, D. H. (2015). The Use of Force in UN Peacekeeping Operations. The
RUSI Journal, 160(1), 6–12. doi:10.1080/03071847.2015.1016718
Bergholm, L. (2010). The African Union ,The United Nations and Civilian Protection
Challenges in Darfur (No. 63) (p. 9). London.
Berling, J. A. (1982). Confucianism. Focus on Asian Studies, 2(1), 5–7.
Birleşmiş Milletler Antlaşması (1945).
Bloomfield, A. (2015). India and the Libyan Crisis: Flirting with the Responsibility to
Protect , Retreating to the Sovereignty Norm. Contemporary Security Policy, 36(1),
27–55. doi:10.1080/13523260.2015.1012347
Blum, R., Stanton, G. H., Sagi, S., & Richter, E. D. (2007). “Ethnic Cleansing” Bleaches
the Atrocities of Genocide. European Journal of Public Health, 18(2), 204–209.
doi:10.1093/eurpub/ckm011
Britannica, T. E. of E. (2014). Fidel Ramos, President of Philippines. Retrieved May 25,
2015, from http://www.britannica.com/EBchecked/topic/490745/Fidel-Ramos
Brockmeier, S., Kurtz, G., & Junk, J. (2014). Emerging Norm and Rhetorical Tool: Europe
and a Responsibility to Protect. Conflict, Security & Development, 14(4), 429–460.
doi:10.1080/14678802.2014.930587
Brooks, R. (2012). Lessons for International Law from the Arab Spring. American
University International Law Review, 28(3), 713–732.
Brown, D. (2008). The Sword, The Cross, And The Eagle (First.). Lanham, Maryland:
Rowman& Littlefield Publishers.
Brown, D. (2011). Judging the Judges: Evaluating Challenges to Proper Authority In Just
War
Theory.
Journal
of
Military
Ethics,
10(3),
133–147.
doi:10.1080/15027570.2011.608491
Carayannis, T. (2003). The Complex Wars of The Congo: Towards A New Analytical
Approach. Journal of Asian and African Studies, 38, 232–255.
doi:10.1177/002190960303800206
Chandler, D. (2004). The Responsibility to Protect? Imposing the “ Liberal Peace .”
International Peacekeeping, 11(1), 59–81. doi:10.1080/1353331042000228454
Chandler, D. (2010). Responsibility to Protect or Not Responsibility to Protect? More
Statebuilding Less Responsibility. Global Responsibility to Protect, 2(1), 161–166.
doi:10.1163/187598410X12602515137617
114
Chandler, D. (2015). The R2P Is Dead, Long Live the R2P: The Successful Separation of
Military Intervention from the Responsibility to Protect. International Peacekeeping,
22(1), 1–5. doi:10.1080/13533312.2014.992572
Chomsky, N. (2009). Text of Lecture Given at UN General Assembly. Retrieved April 20,
2014, from http://www.chomsky.info/talks/20090723.htm
CIA. (2014). Kenya. Retrieved from https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/geos/print/country/countrypdf_ke.pdf
Cohen, R. (2010). Reconciling R2P with IDP Protection. In S. E. Davies & L. Glanville
(Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility to Protect (pp. 35–
59). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff Publishers.
Cook, A. D. B. (2015). Subsidiarity or Sites of Illegitimacy? Regional Organisations and
the Responsibility to Protect. In Voices from Outside: Re-shaping International
Relations Theory and Practice in an Era of Global Transformation (pp. 1–12).
Singapore.
Cooper, R. H., & Kohler, J. V. (2009). Responsibility to Protect, The Global Moral
Compact for the 21st Century. (R. H. Cooper & J. V. Kohler, Eds.)Responsibility to
Protect: The Global Moral Compact for the 21st Century (First.). New York:
Palgrave Macmillan.
Core Documents: Understanding RtoP. (2015). Retrieved June 3, 2015, from
http://www.responsibilitytoprotect.org/index.php/publications/core-rtop-documents
Curley, M. (2012). Human security ’s Future in Regional Cooperation and Governance ?
Australian Journal of International Affairs, 66(5), 527–541.
Çağıran, M. E. (2014). Uluslararası Örgütler (2. Bası.). Ankara: Turhan Kitabevi.
Davies, S. E. (2010). A Responsibility to Protect Persons in the Event of Natural Disasters.
In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the
Responsibility to Protect. Leiden-Boston: Martinus Nijhoff.
Davies, S. E., & Glanville, L. (2010). Protecting the Displaced, Deepening the
Responsibility to Protect. (S. E. Davies & L. Glanville, Eds.)Martinus Nijhoff
Publishers. Leiden-Boston: Martinus Nijhoff.
Dembinski, M., & Schott, B. (2014). Regional Security Arrangements As A Filter For
Norm Diffusion: The African Union, The European Union and The Responsibility to
Protect. Cambridge Review of International Affairs, 27(2), 362–380.
doi:10.180/09557571.2013.868406
Domestici-Met, M.-J. (2010). Humanitarian Action – A Scope for the Responsibility to
Protect: Part II: Responsibility to Protect – A Legal Device Ready for Use?
Goettingen Journal of Interntational Law, 2(3), 951–980. doi:10.3249/1868-1581-23-domestici-met
115
Dorfman, A., & Messinger, R. (2009). Toward A Jewish Argument for the Responsibility
to Protect. In R. H. Cooper & J. V. Kohler (Eds.), Responsibility to Protect: The
Global Moral Compact for the 21st Century (1st ed., pp. 61–75). New York: Palgrave
Macmillan.
Doss, A. (2014). In the Footsteps of Dr Bunche: The Congo, UN Peacekeeping and the
Use
of
Force.
Journal
of
Strategic
Studies,
37(5),
703–735.
doi:10.1080/01402390.2014.908284
Doyle, M. W. (2011). International Ethics and Responsibility to Protect. International
Studies Review, 13, 25–34.
Dr.
Cornelio
Sommaruga.
(2015).
Retrieved
May
http://www.gichd.org/who-we-are/governance/dr-corneliosommaruga/#.VWNetU_tmko
25,
2015,
from
Eduardo Stein - Biographical Information. (2014). Retrieved May 25, 2015, from
http://www.g-l-f.org/index.cfm?id=41515
Engle, E. A. (2004). The Transformation of the International Legal System: The PostWestphalian Legal Order. Quinnipiac Law Review, 23, 45.
Evans, G. (2008). The Responsibility to Protect, Ending Mass Atrocity Crimes Once and
For All (First edit.). Washington: The Brookings Institution.
Feinstein, L., & Bruin, E. De. (2009). Beyond Words: U.S. Policy and the Responsibility
to Protect. In R. H. Cooper & J. V. Kohler (Eds.), Responsibility to Protect: The
Global Moral Compact for the 21st Century (1st ed., pp. 179–198). New York:
Palgrave Macmillan.
Fishel, S. (2013). Theorizing Violence In The Responsibility to Protect. Critical Studies on
Security, 1(2), 215.
Freedom in the World 2015 Findings. (2015). Retrieved April 18, 2015, from
https://freedomhouse.org/sites/default/files/FITW_World_Map_24x16_fa_GF2015.pd
f
Freedom in the World 2015: Regional Status by Population. (2015). Retrieved April 18,
2015,
from
https://freedomhouse.org/report/freedom-world2015/maps#.VTJ5lSG8PGd
General Klaus Naumann Former Chairman of the Military Committee. (2002). Retrieved
May 25, 2015, from http://www.nato.int/cv/milcom/nauman-e.htm
Gilligan, E. (2013). Redefining Humanitarian Intervention. Journal of Human Rights,
12(1), 21–39. doi:10.1080/14754835.2013.754290
Gisele Cote-Harper. (2015). Retrieved May 25, 2015, from http://unac.org/1995/09/giselecote-harper/
116
Glanville, L. (2010). The International Community’s Responsibility to Protect. In S. E.
Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the Responsibility
to Protect (pp. 185–205). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff.
Goldstein, J., & Rotich, J. (2008). Digitally Networked Technology in Kenya’s 2007 –
2008 Post-Election Crisis (No. 2008-09) (pp. 1–10). Boston.
Graubart, J. (2013). R2P and Pragmatic Liberal Interventionism: Values in the Service of
Interests. Human Rights Quarterly, 35(1), 60–90.
Haddad, E. (2010). EU Migration Policy: Evolving Ideas of Responsibility and Protection.
In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening the
Responsibility to Protect (pp. 85–101). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff.
Halliyadde, M. (2015). The Meaning of the Responsibility to Protect: An Analysis of the
R2P Principle in International Law, 2001-2013. Theses and Dissertations, 14, 1–10.
Hancılar, Ö. (2011). Uluslararası Hukukta İnsanî Müdahale. Çankaya Üniversitesi Hukuk
Dergisi, 7(2), 97–124.
Hawkins, V. (2009). National Interest or Business Interest: Coverage of Conflict in the
Democratic Republic of Congo in the Australian Newspaper. Media, War & Conflict,
2(1), 67–84. doi:10.1177/1750635208101352
Heine-Ellison, S. (2001). The Impact and Effectiveness of Multilateral Economic
Sanctions: A Comparative Study. The International Journal of Human Rights, 5(1),
81–112.
Hekimoğlu, M. M. (2013). ABD’nin Irak İşgaline Uluslararası Hukuk Açısından Eleştirel
Bir Bakış. Uluslararası Hukuk ve Politika, 9(34), 61–86.
Hendrickson, D. C. (2014). The New Interventionism. The National Interest, 53–58.
Heraclides, A. (2012). Humanitarian Intervention in the 19th Century: The Heyday of a
Controversial
Concept.
Global
Society,
26(2),
215–240.
doi:http://www.tandfonline.com/action/showCitFormats?doi=10.1080/13600826.2012
.656262
Herron, J. (2012). Responsibility to Protect: Moral Triumph or Gateway to Allowing
Powerful States to Invade Weaker States in Violation of the UN Charter? Temple
International & Comparative Law Journal, 26(2), 367–390.
Heywood, A. (2011). Küresel Siyaset (3rd ed., pp. 363–391). Ankara: Ayrıntı Yayınları.
Heywood, A. (2013). Siyaset (8. Baskı.). Ankara: Adres Yayınları.
Hilpold, P. (2015). R2P and Humanitarian Intervention in a Historical Perspective. In P.
Hilpold (Ed.), Responsibility to Protect (R2P): A New Paradigm of International Law
(Digital., pp. 60–123). Leiden-Boston: Brill Nijhoff.
117
Himes, K. R. (2004). Intervention, Just War, and U.S. National Security. Theological
Studies, 65, 141–157.
History
of
Buddhism.
(2015).
Retrieved
April
http://www.aboutbuddhism.org/history-of-buddhism.htm/
20,
2015,
from
Hoffman, K. (2010). The ethics of child-soldiering in the Congo. Young, 18(3), 339–358.
doi:10.1177/110330881001800306
Hoş, H. S. (2011). Haklı Savaş ve İnsancıl Hukuk. Ankara Üniversitesi.
Howorth, J. (2013). Humanitarian Intervention In the Post-Cold War Era: A Provisional
Balance-sheet in light of Libya, Syria and Mali (No. 21). Santiago.
Hu, S. (2007). Confucianism and Contemporary Chinese Politics. Politics & Policy, 35(1),
136–153.
Hunt, C. T., & Bellamy, A. J. (2011). Mainstreaming the Responsibility to Protect in Peace
Operations. Civil Wars, 13(1), 1–20. doi:10.1080/13698249.2011.555688
Iancu, A. (2014). The Responsibility to Protect. A Just War Theory Based Analysis.
Practical Application of Science, 2(5), 341–348.
ICISS. (2001a). The Responsibility To Protect (pp. 1–91). Ottawa.
ICISS. (2001b). The Responsibility to Protect: Research, Bibliography, Background;
Supplementary Volume to The Report of The International Commission on
Intervention and State Sovereignty. (T. G. Weiss & D. Hubert, Eds.) (1st ed., pp. 1–
399). Ottawa: International Development Research Center.
Inis L. Claude, J. (1980). Just Wars: Doctrines and Institutions. Political Science
Quarterly, 95(1), 83–96.
Ivan, R. (2012). Whose Responsibility to Protect Whom? The Notion of Responsibility to
Protect In International Politics. Romanian Political Science Review, 12(2), 309–323.
Jaganathan, M. M., & Kurtz, G. (2014). Singing The Tune Of Sovereignty? India and The
Responsibility to Protect. Conflict, Security & Development, 14(4), 461–487.
doi:10.1080/14678802.2014.930591
Jubilut, L. L. (2012). Has the “Responsibility to Protect” Been a Real Change in
Humanitarian Intervention? An Analysis from the Crisis in Libya. International
Community Law Review, 14, 309–335. doi:10.1163/18719732-12341234
Juma, M. K. (2009). African Mediation of the Kenyan Post-2007 Election Crisis. Journal
of Contemporary African Studies, 27(3), 407–430.
Kabau, T. (2012). The Responsibility to Protect and the Role of Regional Organizations:
An Appraisal of the African Union’s Interventions. Goettingen Journal of
Interntational Law, 4(1), 49–92. doi:10.3249/1868-1581-4-1-kabau
118
Kahler, M. (2011). Legitimacy, humanitarian intervention, and international institutions.
Politics, Philosophy & Economics, 10(20), 20–45.
Kalpokas, I. (2013). Saint George , the Dragonslayer: The Symbolism of “Responsibility
to Protect.” Almanack of Policy Studies (Politikos Mokslu Almanachas), (14), 63–89.
Kardaş, Ş. (2001). Humanitarian Intervention: The Evolution of the Idea and Practice.
Perceptions, 6(2), 1–11.
Kaufman, W. (2005). What ’s Wrong with Preventive War? The Moral and Legal Basis for
the Preventive Use of Force. Ethics & International Affairs, 19(3), 23–38.
Kendrick, S. (2014). “A Crime Too Terrible for Contemplation:” Samuel Ralph Harlow
and Missionary Influence on the History of the Responsibility to Protect. University
of New Orleans.
Kenkel, K. M. (2015). Brazil and the Responsibility to Protect. AP R2P Brief, 5(1), 1–11.
Keskin, F. (2002). BM ve Kuvvet Kullanımı. Avrasya Dosyası, 8(1), 149–174.
Khadiagala, G. M. (2009). Regionalism and Conflict Resolution: Lessons from the Kenyan
Crisis. Journal of Contemporary African Studies, 27(3), 431–444.
Kiraz, S. (2012). Uluslararası İlişkilerde Egemenliğin Değişen Yüzü. Niğde Üniversitesi
İİBF Dergisi, 5(1), 93–102.
Kore, J. P. (2014). Responsibility to Protect Under International Law: A Case For
Entrenchment In Treaty Law. The University of Nairobi.
Kreps, S. E. (2007). The 1994 Haiti Intervention: A Unilateral Operation in Multilateral
Clothes. The Journal of Strategic Studies, 30(3), 449 – 474.
Krylov, N. (1995). Humanitarian Intervention: Pros and Cons. Loyola of Los Angeles
International and Comparative Law Review, 17(2), 365–406.
Kunz, J. L. (1947). Individual and Collective Self-Defense in Article 51 of the Charter of
the United Nations. The American Journal of International Law, 41(4), 872–879.
Kuperman, A. J. (2009). Rethinking the Responsibility to Protect. The Whitehead Journal
of Diplomacy and International Relations, 33, 19–29.
Kuperman, A. J. (2013). A Model Humanitarian Intervention? Reassessing NATO’s Libya
Campaign. International Security, 38(1), 105–136. doi:10.1162/ISEC
Kurowska, X. (2014). Multipolarity As Resistance to Liberal Norms: Russia’s Position on
Responsibility to Protect. Conflict, Security & Development, 14(4), 489–508.
doi:10.1080/14678802.2014.930589
Kühn, F. P. (2012). The Peace Prefix: Ambiguities of the Word “Peace.” International
Peacekeeping, 19(4), 396–409. doi:10.1080/13533312.2012.709785
119
Kyle, K. (1997). The Politics of Independence of Kenya. Contemporary British History,
11(4), 55–77.
Labonte, M. (2012). Whose Responsibility to Protect? The Implications of Double
Manifest Failure for Civilian Protection. The International Journal of Human Rights,
16(7), 982–1002.
Langer, J. (2011). The Responsibility to Protect: Kenya’s Post-Electoral Crisis. Journal of
International Service, (Fall), 1–18.
Lee
H. Hamilton Biography. (2015). Retrieved May
http://www.centeroncongress.org/lee-h-hamilton-biography
25,
2015,
from
Linke, A. M. (2013). The Aftermath of an Election Crisis: Kenyan Attitudes and the
Influence of Individual-Level and Locality Violence. Political Geography, 37, 5–17.
Louise
Arbour.
(2011).
Retrieved
June
3,
2015,
http://www.fondationchirac.eu/en/2011/10/louise-arbour-laureate-of-the-2011special-jury-prize/
from
Luck, E. C. (2010). The Responsibility to Protect: Growing Pains or Early Promise? Ethics
& International Affairs, 24(4), 349–365.
Lyon, A. J. (2009). Global Good Samaritans: When Do We Heed “the Responsibility to
Protect”?
Irish
Studies
in
International
Affairs,
20,
41–54.
doi:10.3318/ISIA.2009.20.41
MacQueen, N. (2011). Humanitarian Intervention and the United Nations (eBook ed.).
Edinburgh: Edinburgh University Press.
Martin, Susan (2010). Forced Migration, the Refugee Regime and the Responsibility to
Protect. In S. E. Davies & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced: Deepening
the Responsibility to Protect (pp. 13–35). Leiden-Boston: Martinus Nijhoff.
Martin, Stevie (2011). Sovereignty and the Responsibility to Protect. Griffith Law Review,
20(1), 153–187. doi:10.1080/10383441.2011.10854694
Massingham, E. (2009). Military Intervention for Humanitarian Purposes: Does the
Responsibility to Protect Doctrine Advance the Legality of the Use of Force for
Humanitarian Ends ? International Review of the Red Cross, 91(876), 803–831.
doi:10.1017/S1816383110000068
Matamela Cyril Ramaphosa. (2015). Retrieved
http://whoswho.co.za/cyril-ramaphosa-1113
May
25,
2015,
from
Mattox, J. M. (2006). Saint Augustine and the Theory of Just War (First.). London - New
York: Continuum.
Mertus, J. A. (2001). Legitimizing the Use of Force in Kosovo. Ethics & International
Affairs, 15(1), 136–137.
120
Michael
Ignatieff
Profile.
(2015).
Retrieved
May
25,
2015,
http://www.hks.harvard.edu/about/faculty-staff-directory/michael-ignatieff
from
Millar, G. (2013). Expectations and Experiences of Peacebuilding in Sierra Leone: Parallel
Peacebuilding Processes and Compound Friction. International Peacekeeping, 20(2),
189–203. doi:10.1080/13533312.2013.791564
Mindzie, M. A. (2010). Intervention and Protection in African Crisis Situations : Evolution
and Ethical Challenges.
Criminal Justice Ethics, 29(2), 174–193.
doi:10.1080/0731129X.2010.498260
Minkkinen, P. (2007). The Ethos of Sovereignty : A Critical Appraisal. Human Rights
Review, (January-March), 33–52.
Modi, R., & Shekhawat, S. (2007). The Kenyan Crisis : Post December 2007 Elections
(No. 1) (pp. 1–32). Vidyanagari, Santacruz.
Moon, B. K. (2008). Secretary-General Defends, Clarifies “Responsibility to Protect” at
Berlin Event On “Responsible Sovereignty: International Cooperation for A Changed
World.”
Retrieved
January
17,
2014,
from
http://www.un.org/press/en/2008/sgsm11701.doc.htm
Moon, B. K. (2009). Implementing the Responsibility to Protect. United Nations.
Mooney, E. D. (2010). Something Old, Something New, Something Borrowed...
Something Blue? The Protection Potential of a Marriage of Concepts between R2P
and IDPs Protection. In S. E. Davis & L. Glanville (Eds.), Protecting the Displaced:
Deepening the Responsibility to Protect (pp. 59–85). Leiden-Boston: Martinus
Nijhoff.
Moore, J. (2012). Implementing the Responsibility to Protect Through the Millennium
Development Goals. Denver Journal of International Law and Policy, 40(1), 204–
221.
Muravchik, J. (2005). Protection Racket: “Responsibility to Protect” Becomes a Doctrine.
World Affairs, (July/August 2011), 25–35.
Murithi, D. T. (2007). The Responsibility To Protect, As Enshrined in Article 4 of The
Constitutive Act of the African Union. African Security Review, 16(3), 14–24.
doi:10.1080/10246029.2007.9627428
Murphy, J. F. (2012). Responsibility to Protect (R2P) Comes of Age? A Sceptic’s View.
ILSA Journal of International & Comparative Law, 18(2), 413–443.
Murphy, S. D. (2013). Jus Ad Bellum, Values, and the Contemporary Structure of
International Law. Journal of Religious Ethics, 41(1), 20–26.
Murthy, J. (2007). Responsibility to Protect: Lessons From South Kivu. Forced Migration
Review, (28), 11–13.
121
Müdüroğlu, N. (2007). Birleşmiş Milletler ve İnsani Müdahale. Ankara Üniversitesi.
Mwangi, I. (2012). Open door for terrorism: Christian-Muslim tensions in Kenya. The
Christian Century, 129(22), 1–15.
Nagan, W. P., & Haddad, A. M. (2012). Sovereignty in Theory and Practice. San Diego
International Law Journal, 13, 430–464.
Noesselt, N. (2013). China and Brazil in Global Norm Building: International Law and the
International Criminal Court. Papel Politico, 18(2), 701–718.
O’Connell, M. E. (2010). Responsibility to Peace: A Critique of R2P. Journal of
Intervention and Statebuilding, 4(1), 39–52. doi:10.1080/17502970903541671
O’Donnell, C. (2014). The Development of the Responsibility to Protect: An Examination
of the Debate over the Legality of Humanitarian Intervention. Duke Journal of
Comparative & International Law, 24, 557–590.
O’Donnovan, O. (2003). The Just War Revisited (First.). New York: Cambridge Universty
Press.
Okechukwu, G.-P. (2011). The Politics and Failures of Ethics of Humanitarian
Intervention in African Conflicts. Journal of Alternative Perspectives in the Social
Sciences, 3(3), 581–606.
Olsen, G. R. (2009). The EU and Military Conflict Management in Africa: For the Good of
Africa or Europe? International Peacekeeping, 16(2), 245–260.
Oralli, L. E. (2014). Uluslararası Hukukta ve BM Sisteminde Askeri Müdahale Olgusu.
Tesam Akademi Dergisi, 1(1), 102–127.
Orford, A. (2011). International Authority and the Responsibility to Protect (1st ed., pp. 1–
210). New York: Cambridge Universty Press.
Organization of African Unity (OAU) / African Union (AU). (2002). Retrieved February
20, 2015, from http://www.dfa.gov.za/foreign/Multilateral/africa/oau.htm
Ortega, M. (2001). Military Intervention and the European Union (No. 45) (pp. 46–47).
Paris.
Pape, R. A. (2013). Correspondence: Humanitarian Intervention and the Responsibility to
Protect. International Security, 37(4), 208–214. doi:10.1162/ISEC_c_00119
Pattison, J. (2010). Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect (1st ed.,
pp. 1–36). Oxford: Oxford University Press.
Pellet, A. (2000). Brief Remarks on the Unilateral Use of Force. European Journal of
International Law, 11(2), 385–392.
122
Piiparinen, T. (2012). McDonaldisation of Sovereignty: A Foucauldian Analysis of
Responsibility to Protect. Global Society, 26(4), 473–493.
Pingeot, L., & Obenland, W. (2014). In Whose Name? A Critical View on the
Responsibility to Protect (pp. 1–65). Bonn.
Ploughshares Annual Report 2013. (2013) (p. 9). North Waterloo.
Pottier, J. (2008). Displacement and Ethnic Reintegration in Ituri, DR Congo: Challenges
Ahead. The Journal of Modern African Studies, 46(3), 427–450.
doi:10.1017/S0022278X08003364
Pourmokhtari, N. (2013). A Postcolonial Critique of State Sovereignty in International
Relations: The Contradictory Legacy of a “West-Centric” Discipline. Third World
Quarterly, 34(10), 1767–1793. doi:10.1080/01436597.2013.851888
Prawde, A. (2014). The Contribution of Brazil’s “Responsibility while Protecting”
Proposal to the “Responsibility to Protect” Doctrine. Maryland Journal of
International Law, 29(1), 184–209.
Premasiri, P. D. (2003). The Place for a Righteous War in Buddhism. Journal of Buddhist
Ethics, 10, 153–166.
Pugh, M. (2004). Peacekeeping and Critical Theory. International Peacekeeping, 11(1),
39–58. doi:10.1080/1353331042000228445
Puley, G. (2005). The Responsibility to Protect: East, West, and Southern African
Perspectives on Preventing and Responding to Humanitarian Crisi (No. 5) (p. 31).
Waterloo.
Ramesh
Thakur.
(2014).
Retrieved
http://archive.unu.edu/hq/personnel/thakur.html
May
25,
2015,
from
Rauchhaus, R. W. (2005). Conflict Management and the Misimplication of Moral Hazard
Theory. Global Review of Ethnopolitics, 4(2), 222.
Reed, E. D. (2013). Responsibility to Protect and Militarized Humanitarian Intervention.
Journal of Religious Ethics, 41(1), 183–208.
Rodin, D., & Shue, H. (2008). Just and Unjust Warriors, The Moral and Legal Status of
Soldiers. (D. Rodin & H. Shue, Eds.) (First.). New York: Oxford University Press.
Rose, S. J. (2014). Moving Forward with the Responsibility to Protect: Using Political
Inertia to Protect Civilians. International & Comparative Law Review, 37(1), 209–
240.
Russell, F. H. (1975). Just War In The Middle Ages (1st ed., pp. 8–9). Cambridge:
Cambridge Universty Press.
123
Rutten, M., & Owuor, S. (1994). Weapons of Mass Destruction: Land, Ethnicity and the
2007 Eelctions in Kenya. Journal of Contemporary African Studies, 37(1), 75–82.
Saliba, A. T., Lopes, D. B., & Vieira, P. (2015). Brazil’s Rendition of the “Responsibility
to Protect” Doctrine. Brasiliana - Journal for Brazilian Studies, 3(2), 32–55.
Sarkin, J. (2009). The Role of the United Nations, the African Union and Africa’s SubRegional Organizations in Dealing with Africa's Human Rights Problems: Connecting
Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect. Journal of African Law,
53(1), 1–33. doi:10.1017/S0021855309000011
Sen, R. (2012). Use of Force and The “Humanitarian” Face of Intervention In The 21st
Century. Wisconsin International Law Journal, 258(1992), 457–484.
Singh, C. (1965). The Republican Constitution of Kenya: Historical Background and
Analysis. The International and Comparative Law Quarterly, 14(3), 879–897.
Sloan, J. (2014). The Evolution of the Use of Force in UN Peacekeeping. Journal of
Strategic Studies, 1–29. doi:10.1080/01402390.2014.921853
Stanlake Samkange: On Trial for My Country. (2014). Retrieved May 25, 2015, from
http://www.worldtrek.org/odyssey/africa/072899/072899teambooks.html
Steenberghe, R. van. (2014). The Notions of the Responsibility to Protect and the
Protection of Civilians in Armed Conflict: Detecting Their Association and Its Impact
Upon International Law. Goettingen Journal of Interntational Law, 6(1), 81–114.
doi:10.3249/1868-1581-6-1-steenberghe
Steeves, J. (2006). Beyond Democratic Consolidation in Kenya: Ethnicity, Leadership and
‘Unbounded Politics. African Identities, 4(2), 200–203.
Stimson, H. L. (1932). The Pact of Paris: Three Years of Development. Foreign Affairs,
11(1).
Stuenkel, O., & Tourinho, M. (2014). Regulating Intervention: Brazil and the
Responsibility to Protect. Conflict, Security & Development, (February 2015), 1–24.
doi:10.1080/14678802.2014.930593
Subedi, S. P. (2003). The Concept in Hinduism of “Just War.” Journal of Conflict &
Security Law, 8(2), 339–361.
Sur, M. (2013). Birleşmiş Milletler Örgütü’nün Gelişimi ve Geleceği. Journal of Yasar
University, 8, 2535–2550.
Taşdemir, F. (2006). Uluslararası Anarşiye Giden Yol: Uluslararası Hukuk Açısından
Önleyici Meşru Müdafaa Hakkı. Uluslararası Hukuk ve Politika, 2(5), 75–89.
Telli, A. (2012). İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Geçiş: Eski Sorun, Yeni
Kavram. NEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1, 206–220.
124
Tesòn, F. R. (2006). Eight Principles for Humanitarian Intervention. Journal of Military
Ethics, 5(2), 93–113. doi:10.1080/15027570600707698
Thakur, R. (2002a). Intervention, Sovereignty and the Responsibility to Protect:
Experiences From ICISS. Security Dialogue, 33(3), 324–325.
Thakur, R. (2002b). Outlook: Intervention, Sovereignty and the Responsibility to Protect:
Experiences
from
ICISS.
Security
Dialogue,
33(3),
323–340.
doi:10.1177/0967010602033003007
Thakur, R. (2006). The United Nations, Peace and Security (1st ed., pp. 50–355).
Cambridge: Cambridge Universty Press.
Thomas
G.
Weiss.
(2015).
Retrieved
May
25,
http://www.gc.cuny.edu/Faculty/Core-Bios/Thomas-G-Weiss
2015,
from
Throup, D. (1993). Elections and Political Legitimacy in Kenya. Africa: Journal of the
International African Institute, 63(3), 371–396.
Tiewa, L. (2012). China and Responsibility to Protect: Maintenance and Change of Its
Policy
for
Intervention.
The
Pacific
Review,
25(1),
153–173.
doi:10.1080/09512748.2011.632978
Toope, S. J., & Brunnee, J. (2006). Norms, Institutions and UN Reform: The
Responsibility to Protect. Behind the Headlines, 63(3), 1–20.
Uhuru Kenyatta at ICC: Kenyans Greet Returning President. (2014). Retrieved April 23,
2015, from http://www.bbc.com/news/world-africa-29548753
UN
Approves Timor Force. (1999). Retrieved
http://news.bbc.co.uk/2/hi/asia-pacific/447639.stm
June
10,
2015,
from
UNHCR Global Appeal 2014-2015. (2015) (pp. 91–95). New York.
UNHCR Global Report 2013. (2014) (p. 134). New York.
United Nations Peacekeeping Operations Fact Sheet: 31 January 2015. (2015) (pp. 1–2).
New York.
UNSC Resolution S/11713. (1975). (No. S/11713). New York.
UNSC Resolution S/9696. (1970). (No. S/9696). New York.
Uzun, Elif (2010). Haklı Savaş Düşüncesinin Batılı Kökleri İlk Çağlardan Yirminci
Yüzyıla Jus Ad Bellum Kavramı. Uluslararası Hukuk ve Politika, 6(21), 19–33.
Uzun, Ertuğrul (2013). John Austin: Analitik Pozitivizm. Retrieved May 23, 2015, from
http://erugrulu.home.anadolu.edu.tr/hfdersnotu_austin.pdf
125
Vanlandingham, R. (2006). Politics or Law? The Dual Nature of the Responsibility to
Protect. Denver Journal of International Law and Policy, 41(1), 63–86.
Verhoeven, H., Murthy, C. S. R., & Oliveira, R. S. de. (2014). “Our identity is our
currency”: South Africa, the responsibility to protect and the logic of African
intervention.
Conflict,
Security
&
Development,
1–26.
doi:10.1080./14678802.2014.930594
Warner, D. (2003). The Responsibility to Protect and Irresponsible Cynical Engagement.
Millennium Journal of International Studies, 32(109), 109–121.
Weber, P. (2009). Too Political or Not Political Enough? A Foucauldian Reading of
Responsibility to Protect. The International Journal of Human Rights, 13(4), 581–
590.
Weiss, T. G. (2004a). The Sunset of Humanitarian Interevention? The Responsibility to
Protect In A Unipolar Era. Security Dialogue, 35(2), 135–150.
Weiss, T. G. (2004b). The Sunset of Humanitarian Intervention? The Responsibility to
Protect
in a Unipolar
Era.
Security Dialogue,
35(2),
135–153.
doi:10.1177/0967010604044973
Weiss, T. G., Macfarlane, S. N., & Thielking, C. J. (2004). The Responsibility to Protect:
Is Anyone Interested in Humanitarian Intervention ? Third World Quarterly, 25(5),
977–992. doi:10.1080/0143659042000232063
Welsh, J. (2009). Implementing the Responsibility to Protect. Oxford Institute for Ethics,
Law and Armed Conflict (pp. 2–9). Oxford.
Welsh, J. M. (2013). Norm Contestation and the Responsibility to Protect. Global
Responsibility to Protect, 5, 365–396. doi:10.1163/1875984X-00504002
Wheeler, N. J. (2001). Legitimating Humanitarian Intervention. Melbourne Journal of
International Law, 2, 1–18.
Wheeler, N. J. (2008). Operationalising the Responsibility to Protect: The Continuing
Debate Over Where Authortity Should Be Located for the Use of Force. Norwegian
Institute of International Affairs, 3, 10.
Williams, H. (2012). Kant and the End of War, A Critique of Just War Theory (First Edit.).
New York: Palgrave Macmillan.
Williams, P. D. (2007). From Non-Intervention to Non-Indifference: The Origins and
Development of the Arican Union’s Security Culture. African Affairs, 106(423), 253–
279. doi:10.1093/afraf/adm001
Williams, P. D. (2013). Peace Operations in Africa: Lessons Learned Since 2000 (No. 25)
(p. 4). Washington.
126
Williams, P. D., & Boutellis, A. (2014). Partnership Peacekeeping: Challenges and
Opportunities in the United Nations-African Union Relationship. African Affairs,
113(451), 254–278. doi:10.1093/afraf/adu021
Williams, P. R., Ulbrick, J. T., & Worboys, J. (2012). Preventing Mass Atrocity Crimes:
The Responsibility to Protect and the Syria Crisis. Case Western Reserve Journal of
International Law, 45, 474–503.
Woodward, S. (2012). The Responsibility to Protect: The Time Is Now. The
Meditarranean Quarterly, 23(3), 82–97.
Yao, F. (2011). War and Confucianism. Journal of Asian Philosophy, 21(2), 213–226.
Yapıcı, U. (2006). Uluslararası Hukukta Terörizme Karşı Kuvvet Kullanımı Sorunu.
Uluslararası Hukuk ve Politika, 2(7), 21–40.
Zähringer, N. (2013). Norm Evolution Within and Across the African Union and the
United Nations: The Responsibility to Protect (R2P) As A Contested Norm. South
African
Journal
of
International
Affairs,
20(2),
187–205.
doi:10.1080/10220461.2013.811336
Ziegler, C. E. (2014). Contesting the Responsibility to Protect. International Studies
Perspectives, 15(3), 1–23. doi:10.1111/insp.12085
127
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Soyadı, adı
: Artokça, İzzettin
Uyruğu
: Türkiye Cumhuriyeti
Doğum tarihi ve yeri
: 11.06.1989 Seyhan
Medeni hali
: Bekâr
Telefon
: +90 533 453 91 13
Faks
:-
e-mail
: [email protected]
Eğitim
Derece
Yüksek lisans
Eğitim Birimi
Mezuniyet tarihi
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
2015
Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Ortadoğu ve
Lisans
Afrika Çalışmaları Bilim Dalı
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
2011
Lise
Uluslararası İlişkiler Bölümü
ATO Anadolu Lisesi
2007
İş Deneyimi
Yıl
Yer
2012
Kara Harp Okulu
Görev
Öğretim Görevlisi – Öğ.Tğm.
Yabancı Dil
İngilizce
Yayınlar
İzzettin ARTOKÇA, “Eş Şebab ve Boko Haram Terör Örgütlerinin Özellikleri ve
Afrika Siyasetindeki Yerleri”, İsmail Ermağan (ed.), Dünya Siyasetinde Afrika – 1,
İstanbul, Nobel Yayınları, 2014, ss. 201-236.
İzzettin ARTOKÇA & Soyalp TAMÇELİK, “Amerika Birleşik Devletleri’nin
Doğu Afrika Politikasında Cibuti’nin Yeri ve Stratejik Önemi”, Soyalp Tamçelik (ed.),
Küresel Politikada Yükselen Afrika, Ankara, Gazi Kitabevi, 2014, ss. 273-317.
128
GAZİ GELECEKTİR...
Download