www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 22 • SAYI: 185 • MART 2016 • Fiyatı: 8 TL Hacı Bayram-ı Velî Camii Sultan II. Murat Han Ankara deyince Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri gelir akıllara. Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile II. Murat arasındaki bir mülakat geçer. 00185 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ 185 başyazı Kemal DEMİR Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri Somuncu Baba Hazretleri’nin halifesi, manevî âlemde “Sultanu’l-arifin, kulubu’l-aşıkîn” olan Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri; Ankara yakınlarındaki Zü’l-Fadl Köyü’nde dünyaya gelir. Asıl adı Numan’dır. İlmî tahsilini tamamladıktan sonra, Ankara’daki Kara Medrese Müderrisliği’ne kadar yükselir. Bursa’daki Çelebi Sultan Medresesi’nde de bir müddet müderrislik yapar. Anadolu erenlerinden “Kutbul-Arifin” diye anılan, Somuncu Baba adıyla maruf Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri ile Hacı Bayram-ı Velî arasındaki manevî yakınlık Kayseri’de başlar Darende’ye kadar devam eder. Bu yakınlaşma oldukça önemlidir. Bir gün Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri Şeyh Şücaüddin Karamanî’ye şöyle bir talimat verir: “Engüri’de Hacı Bayram adlı bir müderris vardır. Onu davet eyleyin de, buraya gelsin.” Somuncu Baba’nın adına davet eden Şucauddin Karamanî’nin davetine icabet eden Müderris Numan, Kayseri’ye gelir. Şeyh Hamid-i Velî ile olan bu ilk görüşmesi bir bayram gününe rastladığı için, mürşidi ona “Bayram” diye hitap eder ve böylece Müderris Numan, bütün Anadolu’yu manevîyatı ile ayakta tutan Hacı Bayram-ı Velî şeklinde tezahür etmiş olur. Müderris Numan kendini davet eden maneviyat önderinin mertebelerinin yüksekliğini manen müşahede edince tasavvuf yolunu tercih eder ve Somuncu Baba Hazretleri’nin bağlılarından olur. Hacı Bayram-ı Velî on yıl kadar Somuncu Baba Hazretleri’ne hizmet eder ve manevî sohbetlerinden istifade eder. Hacı Bayram-ı Velî Somuncu Baba Hazretleri’nin nezdinde hizmet, sohbet, murakabe ve taatle geçen yıllardan sonra önemli bir manevî makama kavuşur. Ankara’da kabr-i şerifi bulanan Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri; Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri’nin manevî feyzinden istifade etmiş, ondan aldığı güzellikleri etrafına yaymıştır. Onun için de bu mübarek zatların isimleri unutulmamış, yüzyıllar sonra hatıraları dillerde hürmetle yâd edilmektedir. Dergimizin bu ay ki kapak konusu Ankara Hacı Bayram-ı Velî Camii olarak seçildi. Konuyla ilgili olarak M. Nihat Malkoç, Hacı Bayram-I Velî Camii başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yine Mustafa Özçelik Ankara’da Bir Sufi-Şair: Hacı Bayram Velî başlıklı yazısında Hazret’in şairlik yönünü anlattı bizlere. Yine Resul Kesenceli Maneviyatın Tarihi Yönlendirmesi: Sultan II. Murat Han başlıklı yazısında bizlere Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile II. Murat arasındaki münasebetleri anlattı. Dergimizde ayrıca Prof. Dr. Ali Akpınar’ın “Hz. Hârûn’un (a.s.) Fesâhati ve İhtiyatlı Kararları”, Prof. Dr. Ramazan Altıntaş’ın “Amelde İhlas”, Prof. Dr. Kadir Özköse’nin “Halvetiyye Devrânı”, Prof. Dr. Enbiya Yıldırım “Enâniyet -Gururla Beslenen Bir Hastalık”, Prof. Dr. Bilal Kemikli’nin “Gençlik: İnsanın Bahar Hâli” başlıklı yazılarıyla birlikte bir çok değişik konulardaki yazıları da okuyabilirsiniz. Selam ile… Hadji Bairam Wali Hadji Bairam Wali (k.s), The Khalifa of Somuncu Baba (Sheikh Hamid Wali) and known as “Sultanu’l- Arifin (Sultan of Intellectuals), Kulubu’l –Aşıkîn” among Sufis, was born in Village of Zü’l Fadl near Ankara. His name is Numan. After his education, he became the Mudarris of Kara Madrasa in Ankara. He also taught as a mudarris in Çelebi Sultan Madrasa in Bursa. Since his first meeting with his Sheikh Hamid Wali was on a bairam morning, his sheikh called him as “ Bairam”, and thus, Mudarris Numan was known as “Hadji Bairam Wali” from that time on in Anatolia, which was enlightened and sustained by his spirituality. Hadji Bairam Wali, whose tomb is in Ankara, benefitted from the education and spiritual light of Sheikh Hamid Wali, and spread this beauty around. That’s why those kinds of people are never forgotten and always remembered with respect. Best regards... somuncubaba 1 künye Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır. Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ Basım Tarihi: 01 Mart 2016 Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Kemal DEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü M. Hulusi ERDEMİR Yayın Editörleri M. Nazmi DEĞİRMENCİ Musa TEKTAŞ Kapak Fotoğraf Atakan ESER Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected] HACI BAYRAM-I VELÎ CAMİİ 16 Yapım Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803 Yıl: 22 Sayı: 185 - Mart 2016 içindekiler Genel Sanat Yönetmeni Serkan ÖZTÜRK Sanat Yönetmeni Enes İSLAM 48 Baskı ve Üretim Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti. Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı No: 95/1 İskitler/ANKARA Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50 6 Ali AKPINAR 38 Danışma Kurulu Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Prof. Dr. Mahmut YEŞİL Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK ABONE İLETİŞİM HATTI 444 36 61 (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 Vedat Ali TOK Ahmed Yüknekî eserini Hakaniye Türkçesiyle yazmıştır. Bilginin faydası, cehaletin zararları... Resul KESENCELİ Somuncu Baba Hazretleri’nden itibaren bütün mürşitlerin devlet ricali ile... SA’D BİN EBÎ VAKKAS (r.a.) AHMED YÜKNEKÎ VE HAKİKATLERİN EŞİĞİ Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK Prof. Dr. Ali YILMAZ Prof. Dr. Sebahat DENİZ Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN Prof. Dr. Ali AKPINAR Takiyüddin Efendi, Sultan III. Murad’ın takdirini kazanarak önce 1571’de... MANEVİYATIN TARİHİ YÖNLENDİRMESİ: SULTAN II. MURAT HAN Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir. Yayın Kurulu OSMANLI ASTRONOMİSİNİN ZİRVESİ: TAKİYÜDDİN İsmail ÇOLAK Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isteği üzere Yüce Rabb’imiz kardeşi Hârûn’u da peygamber olarak görevlendirdi. /SomuncuBabaDergisi Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız. Ankara’nın kutbu Hacı Bayram-ı Velî, tasavvuf terbiyesi almıştır. HZ. HÂRÛN’UN (A.S.) FESÂHATİ VE İHTİYATLI KARARLARI www.grafiturk.com.tr Kurum Abone : 140 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 M. Nihat MALKOÇ 54 Yusuf HALICI Hayatında iken cennetle müjdelenen 10 sahabeden biri olan Sa’d bin Ebî Vakkas... 77 Amelde İhlas 10 • Hacı Bayram-ı Velî 15 • Öğrendikçe Sen 23 • Halvetiyye Devrânı 24 • Ehlullah Allah’ın Kılıcıdır 28 • Enâniyet Gururla Beslenen Bir Hastalık 34 • Gençlik: İnsanın Bahar Hâli 42 • İslâm’da Yoksulluk Sorununa Karşı Mücadele 44 • Gönül 47 • Şüpheli Şeylerden Sakınmak! 52 • Çanakkale’de O Gün 57 • Sosyal Medya Ahlâkı 58 • İnsanların Elindekilerden Ümitlerini Kessinler 64 • Tevekkülün Kilometre Taşı: Sabır 68 • Ankara’da Bir Sufi-Şair: Hacı Bayram-I Velî 72 • Hacı Bayram-ı Velî Camii 79 • Televizyonun Çocuklara, Gençlere ve Aile Bireylerine Yönelik Olumsuz Etkileri 80 • Gözyaşı 84 • Onların Modelleri Farklı 86 1. Rişte-i cânım senin gönlündeki berdâra bend Kalb-i mahzûnum velî cânındaki esrâra bend 2. Gurbet ilde bu mükedder gönlümün sermâyesi Nutk-ı pâkinden çıkan her lü’lü-i şehvâra bend 3. Gâlibâ bir güftünüz cân nakdinin emsâlidir Kurb-ı vicdânın garîk-i dîde-i enhâra bend 4. Vahdet-i feyz-i vücûdu hak-şinâs olan dilin Bu mezâkın âşinâsı vuslat-ı dil-dâra bend 5. Bir güher gencînesidir mahzen-i akl u fikir Aşk-ı Hak hep câmi’-i esrâr olan bir yâra bend Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî 6. Ahmed’im dûnum velî her ma’denin men kânıyım Çünkü sulbüm bilmiş ol kim Ahmed-i Muhtâr’a bend İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR* HZ. HÂRÛN’UN R (a.s.) FESÂHATİ VE İHTİYATLI KARARLARI “Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isteği üzere Yüce Rabb’imiz kardeşi Hârûn’u da peygamber olarak görevlendirdi. İkisi de tabandan tavana insanları Allah’ın dinine çağırmaya başladılar. Allah’tan aldıkları güçle Fir’avun’u da doğru yola davet ettiler.” ahmetinin en açık göstergesi olarak Yüce Rabb’imiz, insanları peygambersiz bırakmamıştır. Gönderdiği peygamberleri vasıtasıyla onları doğru yola çağırmaya ve doğru yolda tutmaya devam etmiştir. Zaman olmuş farklı toplumlara aynı zamanda birden fazla peygamber göndermiş; zaman olmuş aynı topluma birden fazla peygamber göndererek onlara lütufta bulunmuştur. Son Peygamber (s.a.v.)’den önce bu ilâhî yasa hep böyle işlemiştir. Evrensel elçi olarak gönderilen Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ise bütün insanlığa, bütün zamanlara ve bütün coğrafyalara tek peygamber olarak gönderilmiştir. Yüce Rabb’imiz, İsrailoğullarına Hz. Mûsâ Peygamber’ini elçi olarak gönderdi. Hz. Mûsâ, peygamber olmadan önce birbirleriyle kavga eden iki kişiyi aralama girişiminde birinin ölümüne sebep olduğu için oradan ayrılmıştı. Onlara elçi olarak görevlendirildiğinde bunu gerekçe göstermiş ve kendisine kardeşi Hârûn’un yardımcı olarak görevlendirilmesini istemişti. Çünkü Hz. Hârûn, toplum nezdinde bu konuda kendisinden daha şâibesiz bir kimse idi. Bu, Hz. Mûsâ’nın kardeşine olan düşkünlüğünün de bir delilidir. Genelde kardeşler birbirlerini kıskanırlar. Hz. Mûsâ’nın bu talebi, kıskançlık kurdunun esâreti altında olan kardeşler için de bir uyarıdır. Yüce Allah’ın lütfu, keremi herkese yetecek kadar geniştir. O’ndan istemelidir. Ayrıca bu talepte Hz. Mûsâ’nın kendisine tevdi edilen görevin ağırlığının farkında oluşu ve sorumluluğunun bilincinde bir kişi oluşuna işaret vardır. Kişi ne kadar donanımlı ve yetenekli olursa olsun, Yüce Allah’ın yardımına muhtaçtır. Yapılması gerekenleri yaptıktan sonra O’ndan yardım dilemesini bilmelidir. Yine Hz. Mûsâ’nın bu talebi, davet yolunda tertemiz bir geçmişe sahip olmanın gereğine de açık bir işaretti. Onun kardeşini kendisine yardımcı istemesinin bir nedeni ise, kardeşinin daha fasih bir dile sahip olmasıydı. Bu konudaki âyetler şöyledir: 6 MART 2016 “Mûsâ: ‘Rabb’im! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Hârûn’u bana vezir yap, beni onunla destekle, onu görevimde ortak kıl ki, Seni daha çok tesbîh edelim ve çokça analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin.’ dedi.”1 “Mûsâ: ‘Rabb’im! Doğrusu beni yalanlamalarından korkuyorum; göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor. Onun için Hârûn’a da elçilik ver. Onların bana isnâd ettikleri bir suç da var. Beni öldürmelerinden korkuyorum.’ demişti.”2 “Mûsâ: ‘Rabb’im! Doğrusu ben onlardan bir cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkarım. Kardeşim Hârûn’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarından korkarım.’ dedi.”3 Âyetlere göre Hz. Mûsâ, dilindeki tutukluluğu gerekçe göstermekte ve kardeşinin daha fasih bir lisana sahip olduğunu ileri sürerek onu da kendisine vezir kılmasını istemektedir. Hz. Mûsâ’nın dilindeki tutukluluk ve kardeşinin fesâhati konusunda farklı yorumlar yapılmıştır. Şöyle ki: O sırada Hz. Mûsâ’nın dilinde bir tutukluk vardı, onun için daha düzgün konuşan kardeşini yardımcı olmasını istedi. Zira davetçi, akıcı bir üslûba ve düzgün bir dile sahip olmalıydı. Nitekim Mûsâ (a.s.)’ın dilindeki bu tutukluk, ilk âyette geçen “Rabbi’şrah lî” duasını okuyunca izâle oldu. Bir başka görüşe göre, şehirde ve sarayda yetişen genç Mûsâ, şehri terk etmek zorunda kalınca, yıllarca Medyen’de kaldı. Kırsal bölgede kalmakla şehir dilinden uzaklaşmış oldu. Kardeşi Hârûn ise şehirde yaşamakla şehir dilini iyi bilmekteydi. Davet için ise şehir dili çok önemliydi. Onun için o, kardeşini kendine vezir kılmasını Rabb’inden istedi. Zaten peygamberler şehirli kimselerden seçiliyor ve şehirlerde peygamber olarak görevlendiriliyordu. Bu ilâhî yasa, İslâmî hareketin şehir merkezli başladığının da kanıtıdır. somuncubaba 7 Hz. Hârûn Peygamber’in Tedbir Adamı Oluşu Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isteği üzere Yüce Rabb’imiz kardeşi Hârûn’u da peygamber olarak görevlendirdi. İkisi de tabandan tavana insanları Allah’ın dinine çağırmaya başladılar. Allah’tan aldıkları güçle Fir’avun’u da doğru yola davet ettiler. Olumsuz cevap alınca, Yüce Mevlâ’nın emri ile terk-i diyâr eylediler. Peşlerine düşen Fir’avun ve askerleri denizde boğuldular, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’a inanan İsrailoğulları ise sâhil-i selâmete erdiler. Mûsâ Peygamber, kavminin belli bir seviyeye geldiğini düşünerek ilâhî emirleri/yasaları almak üzere Rabb’i ile buluşmaya Tur’a gitti. Kırk gün ve gece sürecek olan bu buluşma süresince kavminin başına Hz. Hârûn’u görevlendirdi. Hârûn (a.s.), Hz. Mûsâ dönünceye kadar kavmi istikâmette tutacak ve onları idare edecekti. Bu süre zarfında putçu Sâmirî’nin iğvâsı sonucu kavmi yoldan çıktı ve buzağı heykeline tapmaya başladı. Hârûn Peygamber, bu kötü gidişâta mâni olmak için elinden geleni gösterdi, ancak kavmi arasında büyük fitnelerin çıkmasından endişe duyarak, durumu Hz. Mûsâ’nın gelip düzelteceğini düşünerek bekledi. Mûsâ (a.s.), Rabb’inden aldığı levhalarla kavmine döndü. Büyük hayallerle dönen Peygamber’in sevinci kursağında, kutsal levhalar elinde kalakaldı. Önce kavmini sorguladı, zira sapan bir toplumda en başta gelen sorumlu sapanların kendisi idi. Ardından kardeşi Hârûn’a bu yaşananların hesabını sordu. Çünkü yönetici de sorumlu idi. Üçüncü olarak Sâmirî’ye bunun hesabını sordu. Sâmirî de saptırıcı olarak sorumlu idi. Hz. Mûsâ’nın kardeşini sorgulamasının sebebi, onun kendi vekili olarak sorumlu olması ve bu sorumluluğunun gereğini yerine getire- memesiydi. Hz. Mûsâ, işin önem ve ciddiyeti sebebiyle kardeşinin saçından sakalından tutup sert davranmıştır. Hz. Hârun’un, babamın oğlu diye değil de anamın oğlu diyerek kardeşini yumuşak davranmaya davet edişi de dikkatlerimizi çekmektedir. Zira bu ifade muhâtabı daha şefkatli olmaya sevk etmektedir. Yine Hz. Hârûn’un kavminin tehditlerinden çekinmesi, kavmin arasına ayrılık girmesinden korkması, bunun için Hz. Mûsâ’nın dönüşünü beklemeyi uygun görmesi, onun toplumsal bir meselede ne kadar ihtiyatlı davrandığını gösterir. Zira kamuyu ilgilendiren konularda acele kararlar, verimli sonuçlar doğurmayabilir. Bunun için sorumluluk sahibi kişiler alacakları karaların getirisini ve götürüsünü iyi hesap etmelidirler. Bu hususlar âyetlerde şöyle anlatılır: “Mûsâ’ya otuz gece vâde verip sonra buna on gece daha kattık; böylece Rabb’inin tayin ettiği müddet kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a, ‘Milletim içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna gitme.’ dedi.”4 “Mûsâ, milletine, kızgın ve üzgün olarak dönünce ‘Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz! Rabb’inizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?’ dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekti. Hârûn, ‘Ey annem oğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana, düşmanları sevindirecek şekilde davranma beni bu zâlim milletle bir sayma.’ dedi.”5 “Mûsâ gelince ve onların sapıttığını görünce: ‘Hârûn! ‘Seni benim yolumdan gitmekten alıkoyan nedir? Benim emrime karşı mı geldin?’ dedi. 8 MART 2016 Hârûn, ‘Ey Annemoğlu! Saçımdan sakalımdan tutma; doğrusu İsrailoğulları arasına ayrılık koydun, sözüme bakmadın demenden korktum.’ dedi.”6 Mûsâ ve Hârûn kardeşler, Kur’ân’da okunan kıssalarıyla bizlere ölümsüz mesajlar sunmaya devam ediyorlar. Davet yolunda iki kardeşin elbirliği, gönül birliği içinde oluşları… Hayır ve hakta birbirlerine yardımcı ve destek oluşları… Birbirlerini tamamlamaları… Birbirlerini sorgulamaları ve birbirlerine hesap vermeleri… Birbirlerinin hep hayrını-iyiliğini düşünmeleri… Kavimlerinin hidâyeti için azimli ve kararlı çırpınışları… Ve diğer pek çok yönleriyle kalıcı mesajlarını sunmaya devam ediyorlar. “And olsun ki Mûsâ ve Hârûn’a da iyilikte bulunmuştuk. İkisini ve milletlerini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık. Onlara yardım etmiştik de üstün gelmişlerdi. Her ikisine de, apaçık anlaşılan bir Kitap vermiştik. Her ikisini de doğru yola eriştirmiştik. Sonra gelenler içinde ‘Mûsâ ve Hârûn’a selam olsun.’ diye iyi birer ün bıraktık. Doğrusu Biz, iyileri böylece mükâfatlandırırız. İkisi de şüphesiz inanmış kullarımızdandı.”7 Dipnot * Prof. Dr. Ali AKPINAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 20/Tahâ, 20-35. 26/Şuarâ, 12-14. 28/Kasas, 33-34. 7/A’râf, 142 7/A’râf, 150 20/Tâhâ, 92-94 37/Sâffât, 114-122 somuncubaba 9 İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ* İ hlâs, sadece imanın değil, aynı zamanda ibadetlerin de ayrılmaz bir parçasıdır. İbadet, meşru bir çerçevede Allah’ı razı etme adına yapılan ister bir şarta, ister bir vakte bağlı olsun isterse olmasın bir Müslüman’ın gündelik hayatında yaptığı her türlü meşrû faaliyetin ortak adıdır. İslâm inancına göre Allah katında insanın yaptığı sâlih amellerin ve din hizmetlerinin makbul ve memdûh olmasının yolu ‘ihlâs’tan, yani, samîmî dindarlıktan geçmektedir. Âhirette kurtuluşa erecek olanlar, inanç ve amelî hayatta yaşadıkları dini, salt Allah’a özgü kılanlardır. Kur’an’ın pek çok âyetinde ibadetlerde samîmiyet vurgulanmıştır: “(Ey Rasûlüm!) De ki: ‘Bana dini yalnız Allah’a has kılarak O’na ibadet etmem emredildi.”1 İkinci şahıs ise, “Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim ama bana hiç yüz vermedi. Fakat bir kıtlık senesinde elime düştü. Ona kendini teslim etmesi karşılığında yüz yirmi dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nâil olacağım sırada, ‘Allah’tan kork da iffetime dokunma!’ dedi. Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu hâlde onu bıraktım, verdiğim parayı da geri almadım. Allah’ım! Eğer bunu Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!” diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir amel olarak Allah’a arz eder. Taş bir miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir. Amellerde samîmiyeti en güzel anlatan rivâyetler arasında “Mağara Hadis”i gelir. Bu rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.) mağarada kalan üç kişiden bahseder. Bu üç kişi, yağmurlu bir günde yolculuk yapmaktadırlar ve yağmur iyice şiddetlenince, bir mağaraya sığınırlar. Mağaraya sığınan bu üç kişi, dağdan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp mağara çıkışını kapayınca oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları bir ameli vesile kılarak Cenâb-ı Hak’tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. AMELDE İHLÂS “İbadetlerde şekil boyutu kadar, samimiyet boyutu da önemlidir. Bunlardan birisi eksikse, ibadetlerden pozitif yönde beklenen ahlâkî ve ruhsal değişim gerçekleşemez.” Foto: Orhan Dinç 10 MART 2016 Birinci şahıs şöyle der: “Benim yaşlı ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ailemden ve hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü. Uyandılar ve karınlarını doyurdum. Allah’ım! Şâyet bunu Senin rızan için yapmışsam, yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!” Taş bir miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir. Üçüncü şahıs da şöyle dua eder: ‘Rabb’im, yanımda bir işçi çalıştırdım. Diğer işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de ödemek istedim. Hâlbuki o, teklif ettiğim ücreti azımsadı ve ‘Ben bunu almam.’ deyip gitti. Onunla bir koyuna anlaşmıştık. O gidince ben de koyunun somuncubaba 11 ayrı üremesine zemin hazırladım. Seneler geçti ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline geldi. Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o sürüyü göstererek, ‘İşte bunlar senin hakkındır.’ dedim. ‘Ben fakir bir insanım, benimle alay etme!’ deyince; ‘Vallâhi, alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o koyun işte bu hâle geldi. Şimdi al götür.’ dedim. Sevine sevine bütün sürüyü alıp götürdü. Rabb’im, bunu ben Senin için yaptım. Eğer bu amelimden razıysan mağaranın ağzını aç!” Bu duadan sonra, amellerinde samîmî oldukları için taş sonuna kadar kayar, mağaranın ağzı açılır ve hep beraber dışarıya çıkarlar ve kurtulurlar.2 Âhiret Ameliyle Dünyevî Bir Çıkar Gözetmek Bilindiği gibi amellerde ihlâsın zıddı, riyâ/gösteriştir. Riyâ, dinî uygulamalarda ortaya çıkar. Bu bağlamda riyâ, âhiret ameliyle dünyevî bir çıkar ve maksat gözetmek demektir. Âhiret amelinden gaye; söz, beden ve malla yapılan tüm ibadetlerdir. Allah adına yapılan ibadetlerin makbul olması, her türlü riyâ/gösteriş ve desinler düşün- 12 MART 2016 cesinden uzak, salt Allah’ı râzı etme hedefine odaklanmaya bağlıdır. Biz Müslümanlar günde kırk defa bu gerçeği tekrar ederiz: “Yalnız sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz.”3 Herhangi bir Müslüman namaz kılarken, zekât verirken, Kur’an okurken, bir yoksulu doyururken, kendisi için “Ne güzel namaz kılıyor, ne çok zekât veriyor, ne güzel Kur’an okuyor, mâşâallah bir de yoksulları doyuruyor.” denilmesini aklından geçiriyor ve bunu hareket noktalarından biri olarak kabul ediyorsa riyâya, yani gösterişe düşmüş olur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.) riyâyı, “küçük şirk” kabul etmiş ve ümmeti hakkında en çok korktuğu şeylerden biri olduğunu söylemiştir.4 İslâm’da ibadet, tapmak, boyun eğmek, itâat etmek; başka bir deyişle zihnini, gönlünü ve tüm benliğini Yüce Allah’a teslim etmekle yerine getirilir. Hiç kuşkusuz böyle bir kulluk sergileme, her insan için düşünülebilecek en büyük cömertlik, en büyük özveride bulunmadır. Böylesi bir teslimiyet, ancak yüceler yücesi olan Allah’a yapılabilir. Kulluk sadece Allah rızası için îfâ edilir. Eğer kulluk, sadece O’na sunulursa sahibini, ulaşabileceği en yüksek noktaya yükseltir, eğer dünya menfaatiyle karışırsa sahibini aşağılara düşürür.5 gününde üç kişi ilk olarak sorguya çekileceklerdir: Bunlardan birisi, savaş esnasında ölen kimsedir. Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah, kendisine verilmiş olan nimetleri önüne serer. O da, bunlara nâil olduğunu itiraf eder. Bunun üzerine, Allah kendisine: ‘Bu sahip olduğun nimetler içerisinde ne yaptın?’ diye sorar. O da: ‘Senin yolunda şehîd oluncaya kadar savaştım.’ cevabını verir. Allahu Teâlâ: ‘Yalan söylüyorsun; sen ‘yiğit/cesur’ desinler diye savaştın. Nitekim bu söz de söylenmiştir.’ buyurur. Sonra meleklerin kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır. İkincisi, ilim tahsil edip başkasına da öğreten ve Kur’ân okuyan kimse Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilmiş olan nimetleri bir bir sayar ve önüne serer. O da bunları tasdîk ve itiraf eder. Ve Allah kendisine: ‘Bu eriştiğin nimetler karşılığında ne yaptın?’ diye sorar. O da: ‘İlim tahsil ettim, ilmi başkasına öğrettim ve senin rızan için Kur’ân okudum.’ diye karşılık verir. Bu cevap üzerine Allah kendisine: ‘Yalan söylüyorsun, sen ilmi, ‘âlim’ desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da ‘güzel Kur’ân okuyan kişi’ desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir.’ buyurur. Sonra meleklere kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır. Bir gün sahâbiden birisi, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelerek: “Ey Allah’ın Elçisi, ben Allah yolunda birçok savaşa katıldım. Gösterdiğim gayretin insanlar tarafından da söz ve davranış olarak takdir edilmesini istiyorum. Buna ne dersiniz? İsteğim ma’kul müdür?” diye sorunca, daha Hz. Peygamber (s.a.v.) cevap vermeye kalmadan şu âyetin indiği rivâyet edilir: “Kim Rabb’ine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabb’ine ibadette kimseyi ortak koşmasın.”6 İşte ubûdiyette tevhîdin esası, böyle bir ihlâsa ve böyle bir samîmiyete dayanır. Üçüncüsü de, Allah’ın kendisine bolluk verdiği, malların her çeşidini ihsan ettiği zengin kimse Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilen nimetleri karşısına çıkarır. O da bütün bunların kendisine verildiğini kabul eder ve Allah (c.c) ona: ‘Şu nâil olduğun nimetlerle ne yaptın?’ diye sorar. O da: ‘Verilmesini istediğin ne kadar yer varsa, hep o yerlerde ve o yolda dağıttım.’ diye cevap verir. Allahu Teâlâ: ‘Yalan söylüyorsun. Sen bütün bunları kendine ‘ne cömert adam!’ dedirtmek için yaptın, bu söz de söylenmiştir.’ der, sonra meleklere onu almalarını emreder. Ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır.”7 Yine Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir başka hadiste de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) amellerdeki samîmiyeti yok eden riyâ üzerinde durmuş ve bu konuda ümmetini sakındırmıştır: “Kıyamet Bu uzun rivâyetten anladığımız kadarıyla her üç kişinin böyle bir sonuçla karşılaşmaları, yaptıkları işlere gösteriş karıştırmalarından ve amellerinde samîmî davranmadıklarından dolayıdır. İhlâs, Bütün İbadetlerin İliğidir İbadetlerde şekil boyutu kadar, samîmiyet boyutu da önemlidir. Bunlardan birisi eksikse, ibadetlerden pozitif yönde beklenen ahlâkî ve ruhsal değişim gerçekleşemez. İbadet hayatının ruh ve mânâsını; iyi niyet, huşû, ihsân, ihlâs, takvâ ve her şeklin sembolik anlamını kavramak oluşturur. Bundan dolayı bir Müslümanın, ibadetle âdeti birbirinden ayırması gerekir. Bu da ancak doğru bilgi, sahih niyet ve samîmî yönelişle olur. İbadetlerin ruhunu teşkîl ve tahkîm eden niyet, samîmiyet ve ihlâs, bütün ibadetlerin iliğidir. Dolayısıyla, ibadetlerden elde edeceğimiz sevabı yok eden âdetleştirilmeye dayalı, gösterişçi ve desinler türü dindarlıklardan uzak durulmalıdır. “Onların etleri ve kanları aslâ Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır.”8 âyetinde bu ihlâs durumu ve samîmî dindarlığın nasıllığı vurgulanır. Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen: “Nice oruç tutanlar vardır ki, onların oruçtan payları sadece aç ve susuz kalmalarıdır.”9 rivâyeti de bu gerçeği vurgular. Yine bir başka rivâyette ibadetlerin ruhunun samîmî dindarlık olduğuna dikkatlerimiz çekilir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Müflis bir adam, dünyada yaptığı bütün ibadetlerin sevâbı ile kıyamet gününde Allah’ın huzuruna gelir. Bu adam dünyada birçok hayırlar, ibadetler yapmış olmakla birlikte başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kiminin gönlünü kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş. İşte somuncubaba 13 hak sahiplerinin hepsi o adamın çevresine toplanacaklar, haklarını isteyecekler. ‘Bana dünyada iken şöyle yaptı, hakkımı al Ya Rab!’ diye davacı olacaklar. Allah bunun hayır ve iyiliklerinden elde edilen sevapları davacılara dağıtacak fakat yine de onlara olan borcu kapanmayacaktır. Nihâyet davacıların günahlarını bunun üzerine yükleyecek ve böylece onu cehenneme gönderecektir. İşte asıl iflâs etmiş olan böyle bir adamdır.”10 Öte yandan, ne yazık ki günümüzde her şeyde görsellik, hayatımızda korkunç bir hegemonya kurmuştur. Artık üretimin, tüketimin, eğitimin, ahlâkın, siyasetin olduğu kadar ibadetin de görselliğin dünyası içinde yeniden üretildiği bir kültürel ortamda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda dindarlık ve ibadetin klasik tanımının içerik olarak, anlam kaybına uğramaktan kurtulamadığını görüyoruz. Görsellik, egemen olduğu bir toplumsal hayatta din ve dindarlığa olan etkisini, Müslümanın dinî faaliyetlerini belirgin şekilde formatlayarak göstermektedir. Gösteri toplumu, aynı zamanda “teşhirci” bir toplum olma özelliği taşır.11 Kur’ân-ı Kerim’de geçen şu âyette, gösterişin ibadetlerdeki samîmiyeti yok edip bitireceği çok güzel tasvîr edilir: “Ey inananlar! Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkâr eden kimseleri doğru yola eriştirmez.”12 Dinimizde haram olarak kabul edilen gösteriş, salt ibadet alanıyla sınırlı kalmamış, yaptığı hizmetler de dâhil, Müslümanın hayatının her alanına yansıtılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle bir ameli Allah’ın kabul etmeyeceğini şöyle buyurur: “Her kim yaptığı bir hayrı/hizmeti (şöhret kazanmak için) halka (çeşitli vasıtalarla) duyurursa, Allah onu rezil ve rüsvây eder.”13 Bir başka rivâyette de ibadetlerde samîmiyetin ölçüsünün iyi niyet olduğuna işaret edilir: “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. 14 MART 2016 Ama o sizin kalbinize ve işlerinize bakar.”14 Görüldüğü gibi bu rivâyetlerde de amellerin kabul edilme şartının samîmiyet olduğu îfâde edilmektedir. Sonuç Netice itibariyle, iman ve amelde samîmiyet gerçek kulluğun temel ilkesidir. Bu sebeple bir Müslüman’ın inanç, ibadet ve tüm amellerinde ihlas olmalıdır. İhlâslı olmayan bir faaliyette ve hizmette hayır yoktur. Allah’ın rızası, dini O’na has kılmada aranmalıdır. İşte o zaman, Yüce Allah ihlâsla yoğrulan dinî hizmetlerimizi bereketlendirecek ve faaliyetlerimiz somut anlamda üretime dönüşecektir. Bu noktada Allah’ın rızâsından başka bir rızâ gözetilmeyen sâlih ameller, kişinin daha dünyada iken Sırat’ı geçmesine ve Cennet’e girmesine zemin hazırlayacaktır. Kaynakça Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut: Müessesetu’r-Risâle, 1999. Aslan, Abdurrahman, Yeni Bir Anlam Arayışı, Van, 2004. Buhârî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahih, İstanbul, 1315. Ebu Davud, Müsned, thk. Muhammed b. ’Abdü’l-Muhsin etTürkî, Mısır: Dâru Hicr, 1419/1999. Gazzâli, Ebû Hamid Muhammed, el-Erbaîn fi Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988. Isfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 221. İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, Kahire, ts. Müslim, Ebu’l-Huseyin el-Haccac, Sahih, Kahire, 1955. Nevevî, Muhyiddin, Riyâzü’s-Sâlihin, terc. H.H. Erdem, Ankara: DİB Yayınları, 1976. Tirmizi, Ebu İsa Muhammed, Sünen, İstanbul, 1356. Topaloğlu, Bekir-Y. Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslâm İnanç Esasları, İstanbul, 1998 Dipnot * Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ 1. 39/Zümer, 11.Bkz. 4/Nisâ, 146. 2. Buhârî “Enbiyâ”, 50; “Edeb”, 5; “Büyû”, 98; Müslim, “Zikir”, 100; Ebû Dâvûd, “Büyû”, 29. 3. 1/Fâtiha, 4. 4. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429. 5. Topaloğlu, Bekir-Y. Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslam İnanç Esasları, İstanbul, 1998, s. 108. 6. 18/Kehf, 110. 7. Müslim, “İmare”, 152. 8. 22/Hac, 37. 9. İbn Mâce, “Sıyâm”, 21. 10. Müslim, “Birr”, 60; Tirmizî, “Kıyamet”, 2. 11. Abdurrahman Aslan, Yeni Bir Anlam Arayışı, Van, 2004, s. 52. 12. 2/Bakara, 264. 13. Nevevî, Muhyiddin, Riyâzü’s-Sâlihin, terc. H.H. Erdem, Ankara: DİB yayınları, 1976, III, 190. 14. Müslim “Birr” 33; İbn Mâce “Zühd” 9. Hacı Bayram-ı Velî Ankara’nın sâhibi, Hacı Bayram-ı Velî Kutup Yıldızı gibi, Hacı Bayram-ı Velî Bir Bayram günü idi, Bayram adı verildi Hâmid Velî müridi, Hacı Bayram-ı Velî Toprağı ekti, biçti; helâlden yedi içti İlâhî aşkı seçti, Hacı Bayram-ı Velî Gönlünü dile döktü, emmâre nefsi söktü Kalplere îman ekti, Hacı Bayram-ı Velî Dünyâyla âhireti, güzelce dengeledi Bayrâmîler mürşidi, Hacı Bayram-ı Velî “Hamd ü senâlar” virdi, “N’oldu bu gönlüm” dedi “Yâr ile Bayram” şimdi, Hacı Bayram-ı Velî Hakk’ın Velî kulları, Dost’a varır yolları Hepsi vesîle imdi, Hacı Bayram-ı Velî… Bekir OĞUZBAŞARAN somuncubaba 15 CAMİİ GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ HACI BAYRAM-I VELÎ CAMİİ “Ankara’nın kutbu Hacı Bayram-ı Velî, tasavvuf terbiyesi almıştır. O, zamanın meşhur din ve tasavvuf âlimlerinden biri olan Şeyh Hamîdüddîn Velî/Somucu Baba tarafından Kayseri’ye çağrılır.” A nkara deyince Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri gelir akıllara. O ki kesret âleminde düşenin elinden tutan bir hak ve hakikat dostudur. İlâhî sevdaları tutuşturan çıradır. Anadolu toprağına ruh üfleyendir. O, bir maneviyat gözesidir, ilâhî sevdanın membaıdır. Buz tutmuş gönülleri ısıtan ve kapkaranlık yürekleri ışıtandır. O, bugünkü payitahtın manevî dinamiklerinin en başında gelmektedir. O da tıpkı Yunus Emre gibi, yaratılanı Yaradan’dan ötürü seven ulu bir zattır. Dergâhlarda uhuvveti bâkî kılan ve sohbet halkalarıyla gönülleri doyurandır o... Bozkırın göklerinde adeta bir kutup yıldızı gibi zulmete meydan okuyan Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri, Ankara’nın Solfasol Köyünde doğmuştur. Hacı Bayram-ı Velî’nin doğum tarihi, kesin olmamakla birlikte kaynaklarda H.753/M.1352-53 yılları olarak belirtilir. Asıl adı “Numan” olan bu Allah dostu Koyunlucalı Ahmet’le Fatma Hanım’ın oğludur. Son yıllarda bu büyük zatın Solfasol’da doğduğu ve yaşadığı evi restore edilerek ziyaretçilere açılmıştır. Hacı Bayram-ı Velî donanımlı bir Hak dostuydu. O, gençlik yıllarında çok iyi bir medrese eğitimi almış; bu dönemde tefsir, fıkıh, hadis, matematik, felsefe, edebiyat, Arapça ve Farsça gibi çeşitli dersler okumuştur. Hacı Bayram-ı Velî talebelik hayatından sonra doğup büyüdüğü Ankara’daki Kara Medrese’de, bugünkü karşılığı profesörlük olan, müderrislik vazifesinde “Nâgehân bir şâra vardım Ol şârı yapılır gördüm Ben dahi bile yapıldım Taş u toprak arasında” Hacı Bayram-ı Velî Foto: Cemil ŞAHİN 16 MART 2016 somuncubaba 17 bulunmuştur. Burada görev yaptığı sürede talebelerinin zihinlerini inşa etmiştir. Ankara’nın Kutbu Ankara’nın kutbu Hacı Bayram-ı Velî, tasavvuf terbiyesi almıştır. O, zamanın meşhur din ve tasavvuf âlimlerinden biri olan Şeyh Hamîdüddîn Velî/Somuncu Baba tarafından Kayseri’ye çağrılır. Hacı Bayram-ı Velî’nin, bir Halvetî şeyhi olan Şeyh Hamîdüddîn Velîile karşılaşması Kurban Bayramı günü olduğu için şeyh kendisine “Bayram” adını verir. O vakitten sonra da “Numan” ismi yerine “Bayram” ismini kullanır. Böylece kendisini tasavvuf ilmine vererek Somuncu Baba’nın talebesi olur. Şeyhiyle birlikte Bursa’ya gider. Orada Çelebi Sultan Mehmet(Yeşil Medrese) Medresesi’nde müderrislik yapar. 1400 yılında şeyhi ile Bursa’dan ayrılan Hacı Bayram-ı Velî; üç yıl süren Şam, Mekke ve Medine’yi kapsayan hac yolculuğuna çıkar. Geri döndüklerinde Hamîdüddîn Velî Hazretleri manevî emanetini Hacı Bayram-ı Velî’ye bırakır; 1412 tarihinde de Darende’de vefat eder. Allah’a kulluğu ve manevî terbiyeyi her şeyin önünde tutan Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya döndüğünde Bayramîlik tarikatının şeyhi olarak vazife yapar. 1415 senesinde bugünkü Ulus Meydanı’nda yüksekçe bir tepe olan eski Hıristiyan Augustus (Ogüst) mabedine bitişik yerde, Bayramîlik tarikatı tekkesini inşa ettirir. Bu tekkenin ilk imamı Hacı Bayram-ı Velî’nin sadık talebesi ve müstakbel damadı Eşrefoğlu Rûmî’dir. Anadolu’nun derin uykularda yüzen ruhunu kıyama kaldıran Hacı Bayram-ı Velî’nin Ankara’ya manevî bir elbise giydirdiği bir hakikattir. Ankara onunla yeni bir kimlik ve kişilik kazanmıştır. Bu yüzden onun bu şehirdeki sevenleri her geçen gün çığ gibi artar. Birçok insan geçer rahle-i tedrisatından. Hak ve hakikat dostu Hacı Bayram-ı Velî, İstanbul’un fethine giden yolları açan Akşemseddin’in de hocasıdır. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in hocası olacak olan Akşemseddin de Ankara’ya gelerek 18 MART 2016 Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olur. Bayramîlik tarikatının iyice yaygınlaştığı o yıllarda (1421) Sultan II. Murad Han, Osmanlı’nın payitahtı Edirne’de tahta geçer. Bayramîliğin dikkat çekici düzeyde yaygınlaşması ve bir kısım kıskançlık menşeli ve kasıtlı şikâyetler üzerine II. Murad, Hacı Bayram-ı Velî’yi Edirne’ye huzuruna çağırır. O da talebesi Akşemseddin’le Edirne’ye gider. Padişah II. Murad Han, Hacı Bayram-ı Velî’den etkilenir. Şikâyetlerin asılsız ve kasıtlı olduğu kanaatine varır. İnsanların malına mülküne değil, gönüllerine talip olan bu hak ve hakikat dostu iki ay Edirne’de kalır, Edirne Eski Camii’nde halka vaaz eder. 1426’da tekrar Edirne’ye gider. Bugünkü tarihî Uzunköprü’nün temeli dualarla atılır. 1429 yılında Edirne’ye son yolculuğunu gerçekleştirir. Gelecekte “Fatih” olacak olan II. Mehmed’i orada görür. O; İstanbul’un, oğlu II. Mehmed tarafından fethedileceği müjdesini II. Murad’a verir. 1430 yılında Ankara’da vefat eder. Yerine halife olarak Akşemseddin’i ve Bıçakçı Ömer’i bırakır. Hacı Bayram-ı Velî Camii, Ankara’nın Eyyûb Sultan’ıdır Hemen her şehrin Hak ve halk katında kıymetli manevî mekânları vardır. Şehir bu uhrevî mekânlarla manevî doyuma erişir. Söz konusu İstanbul’sa, Eyyûb Sultan Camii akla gelir. Şayet Ankara’dan bahsediyorsanız söz dönüp dolaşıp mutlaka Hacı Bayram-ı Velî Camii’ne gelecektir. Zira Ankara’nın nabzının attığı mekândır Hacı Bayram-ı Velî Camii. Yakaran ruhların sığınağıdır bu mütevazı mabet. Dosta giden yolun güzergâhıdır. Gecenin sessizliğine düşen haykırıştır. Zifirî karanlıkları bertaraf eden ayın huzmeleridir. Kadim zamanın şahidi olan bu kutlu mabet, Hacı Bayram-ı Velî’nin vefatından iki yıl önce H.831/M.1427-28 yılında inşa edilmiştir. Caminin ilk mimarının Mimar Mehmet Bey olduğu söylenmektedir. Fakat bu kişinin hayatı hakkında malumatımız yoktur. Dikdörtgen bir plana somuncubaba 19 sahip olan söz konusu cami, taş kaideli, tuğla duvarlı ve kiremit çatılıdır. Bu güzel mabedin zemin katının 437 metrekare, üstteki mahfilinin ise 263 metrekare alanı mevcuttur. Ankara’nın manevî mekânlarının başında gelen bu güzel cami, ismini camiye bitişik türbede sonsuzluk uykusunu uyumakta olan büyük Allah dostu Hacı Bayram-ı Velî’den almaktadır. Hacı Bayram-ı Velî Camii, Ankara’nın Altındağ ilçesine bağlı tarihî Ulus semtinde yer almaktadır. Bu tarihî cami kadim Augustus (Ogüst) tapınağının yanında bulunmaktadır. Şehre tepeden bakan Ankara Kalesi’yle nice asırlardan beri hâl diliyle söyleşmektedir. Bahsi geçen cami 1714 yılında tamir ettirilmiştir. Camiyi tamir eden şahıs “Mehmet Baba” olarak bilinen bir kişidir. Mehmet Baba’nın Hacı Bayram-ı Velî’nin torunlarından biri olduğu bilinmektedir. Bu dönemden sonra bu tarihî cami Cumhuriyet döneminde de iki defa yenilenmiştir. Cami, 1940 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir. En son 2011 yılında yenilenmiş ve bu çalışmalar sırasında tarihî özelliğini kaybetmemesine dikkat edilmiştir. Camiye adını veren ve uzun yıllar boyunca burayı tekke(dergâh) olarak kullanan Foto: Cemil ŞAHİN 20 MART 2016 Hacı Bayrâm-ı Velî’nin türbesi, caminin mihrap duvarına bitişiktir. Türbe her gün yüzlerce kişi tarafından ziyaret edilmektedir. M. Baha Tanman, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Hacı Bayrâm-ı Velî Külliyesi” maddesinde “Cami kitlesinden tamamen bağımsız olarak türbenin güneydoğu köşesinde yükselen minarenin, camiden kısa bir süre sonra inşa edilmiş olan türbeden bile daha sonra yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Bu arada Ekrem Hakkı Ayverdi’nin işaret ettiği gibi söz konusu minarenin sadece selâtin camilerinin minarelerine has bir ayrıcalık olan iki şerefe ile donatılmış olması dikkat çekicidir. Bu husus, Osmanlıların Hacı Bayrâm-ı Velî’ye duydukları büyük saygı ile açıklanabileceği gibi minarenin bizzat bir padişah tarafından ilâve ettirilmiş olması ihtimalini de hatıra getirmektedir.” demektedir. Hacı Bayram-ı Velî Camii, uzunlamasına dikdörtgen bir plana sahiptir. Kuzeydeki ve batıdaki son cemaat yeri sonradan ilâve edilmiştir. Türbenin güneydoğu duvarında kare planlı taş kaideli, silindirik tuğla gövdeli ve iki şerefeli minare bulunmaktadır. Caminin son cemaat yerinin güneye bakan çıkıntı duvarında sülüsle yazılmış kelime-i tevhid mevcuttur. Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde ahşabın ve tuğlanın saltanatı hüküm sürmektedir. Tek sahınlı iç mekân ahşap tavan ile örtülüdür. Tavanın ortasındaki altıgen biçimli büyük rozet, altı sıra çiçekli bordürle çevrelenmiştir. Aynı rozet daha küçük ölçüde kadınlar mahfilinin batısındaki ek mekân tavanının ortasındaki dikdörtgen panoda da bulunmaktadır. Caminin iç mekân tavanındaki pervazlarda yer alan çiçek desenleri dikkat çekmektedir. Kadınlar mahfilinde de aynı tip pervazlar kullanılmıştır. Caminin alt pencereleri dikdörtgen biçimindedir ve demir parmaklıklıdır. Dışta sivri kemerli nişlerle kuşatılmıştır. Üst pencereler sivri kemerli, alçı şebekeli ve vitraylı olup etrafları kalemişi bitkisel desenlerle çevrilidir. Ankara’nın ruhunu canlı tutan Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin iç mekânın duvarlarındaki Kütahya çinileri pencere üstlerine kadar yerleştirilmiştir. Çinilerden sonra kalemişi palmetli bordürle düz duvara geçilir. Alçı mihrap kalıplama tekniği ile yapılmıştır ve mukarnas nişlidir. Mihrap alınlığında beş sıra halinde nesih yazılı Kur’an sureleri yer almaktadır. Kelime-i tevhid yazısını süsleme olarak mihrap bordürlerinde de görebiliriz. Boyalı minber kündekârî tekniği ile yapılmıştır ve güzel bir işçilik sergilemekte- dir. Camideki ahşap üzerine boyama nakışlar Nakkaş Mustafa’ya aittir. Cami her yönüyle bir sanat eseridir. Hacı Bayram-ı Velî Camii, milletin manevî değerlerinin en güzel sembolüdür. Bu tarihî mabet, öneminden hiçbir şey kaybetmeden, yedi asırdan beri bütün manevî haşmetiyle yaşamaktadır. Bazı dönemlerde bazı kesimler onu görmezden gelse de o hiçbir zaman boynu bükük olmamıştır. Müslümanlar baskı dönemlerinde onun gölgesine sığınarak kavurucu ateşlerden kendilerini korumuşlardır. Yeri gelince hâl diliyle onunla söyleşmişlerdir. Onu boynu bükük bırakmak isteyenlerin boynu bükülmüş; zelil ve rezil olmuşlardır. Bu mabet dün ne kadar önemliyse, bugün de o kadar önemlidir; yarın da o kadar önemli kalacaktır. Bir tarihtir Hacı Bayram-ı Velî Camii. Ankara’nın sadık yoldaşıdır. Bu şehrin en karanlık günlerinde güneş, gecelerinde dolunay olmuştur ona. Polatlı’ya kadar yaklaşan düşmanların korkulu rüyasıdır bu yüce mabet. O ki top seslerine “Allah Allah” nidalarıyla cevap verendir. Cumhuriyeti kuran Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde kılınan Cuma namazı sonrasında dualarla ve somuncubaba 21 tekbirlerle açılmıştır. Açılış öncesi büyük bir huşuyla hatm-i şerifler indirilmiş, salât-ı tefriciyeler getirilmiştir. Sonra kurbanlar kesilmiştir. Tabir caizse açılış öncesi tam bir manevî şölen gerçekleştirilmiştir. Özgürlüğün ve bağımsızlığın fitili buradaki iman ateşiyle tutuşturulmuştur. Meclis, gücünü bu caminin minarelerinden okunan kutlu ezan sesinden almıştır. O ezan, cesaretleri bilemiştir. Ankara’ya Bambaşka Bir Manevî Hava Yeni Türkiye’nin başkenti Ankara’ya bambaşka bir manevî hava katan Hacı Bayram-ı Velî Camii, çeşitli zamanlarda restore edilse de, etrafı bakımsız ve virane hâldeydi. Son yıllarda Ankara Büyükşehir Belediyesi yaptığı yenileme çalışmalarıyla bu tarihî caminin kadim dokusunu ortaya çıkarmıştır. Etrafındaki ahşap binalar aslına uygun olarak onarılmış, bazıları da büyük bir titizlikle yeniden inşa ve ihya edilmiştir. Caminin tuvalet, lavabo gibi müştemilatında her türlü detay düşünülmüş, modernle geleneksel anlayış birleştirilmiştir. Ankara’nın uhrevî saadet makamı olan tarihî Hacı Bayram-ı Velî Camii ve çevresi nice kadim hadiselere şahittir. Çağ açıp çağ kapayan Fatih’in hocası Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğu yıllarda burada yaşamıştır. Ankara’nın manevî tapusu olan Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin aslına uygun olarak yeniden düzenlenmesi dinî değerlere ve ecdada saygının en bariz göstergesidir. Bu saygı bir zamanlar milletimizden esirgenmiştir. Hacı Bayram-ı Velî Camii ve çevresi 15 sene evvel kaderine terkedilmişti. Burası eskiden o kadar bakımsızdı ki adeta bir mezbeleliği ve viraneyi andırıyordu. Bu kutlu mabedin çevresi tekin olmayan yerler arasında sayılıyordu. Artık bu mekân ve çevresi kitapçılarıyla, turistik eşya satan dükkânlarıyla ve çay bahçeleriyle şanına lâyık bir yer hâline getirilmiştir. Çok şükür ki günümüzde burası Ankara’nın yüz akı mekânları arasında yerini almıştır. Ankara’nın manevî mimarı Hacı Bayram-ı Velî’nin şanına lâyık bir yer olmuştur. Burası birbirinden güzel ahşap evleriyle Safranbolu’yu ve Beypazarı’nı andırmaktadır. Hacı Bayram-ı Velî Camii eski Ankara’nın maneviyat merkezidir. Şehrin ruhunu taşıyan gerçek Ankara burasıdır. Mü’minler bu tarihî mabette rükûlarda ve secdelerde kendilerini bulmaktadır. Asırlık çınarlar caminin avlusunda bağdaş kurmuş, günde beş vakit okunan ezanları dinlemektedir. Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin geniş avlusunda mü’minler kardeş olduklarının bilinciyle ruhlarını yenilemekte ve dünyevî kirlerinden arınmaktadır. Ankara bir gülistan, Hacı Bayram-ı Velî o gül bahçesinin bağbanıdır. Hacı Bayram-ı Velî Camii de bozkırın solmayan gülüdür. O gülün rayihasıyla Ankara sermest olur seher vakitlerinde. Nice gönüller ilâhî aşkın çırasıyla tutuşmuştur bu hak ve hakikat dergâhında. Hacı Bayram-ı Velî Camii, ruhları coşturan bir mabettir. Gönülleri birleştiren bu cami, yüzyıllardan beri Ankara Kalesi’ne nazar kılmaktadır. Ona sırlarını açmakta, dertlerini onunla paylaşmaktadır. Bir de beş vakit(te) müdavimi olan tertemiz kalpli mü’minleriyle... 22 MART 2016 Öğrendikçe Sen Aşılmaz dağları düz göreceksin Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen Her varlıkta haktan iz göreceksin Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen Cahillik, tembellik ne işe yarar? Haydi kalk yerinden! Boş durmak zarar Ruhunu, kalbini bir huzur sarar Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen Benlikten geçersin, zandan kaçarsın Manevi deryaya yelken açarsın Tebessüm ederek umut saçarsın Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen Korkutamaz seni hiç bir karanlık Ne tahtadan binek, ne kabristanlık Hayatı anlarsın dersin bir anlık Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen En kıymetli servet kalpteki iman Mevlanın aşkıyla köşk olur zindan Bulacaksın elbet derdine derman Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen Sırtında dünyanın yükü var sanki Şimdi mavi küre, sana dar sanki Dersin kara toprak bana yar sanki Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen Bu dünya geçici inan ki bomboş Beşikten mezara ilme doğru koş Zaman öldürmeyi görürsün nahoş Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen Emine Yılmaz DERECİ somuncubaba 23 SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE* H HALVETİYYE DEVRÂNI “Topluca yüksek sesle okunan özel tavırlı salavâttan sonra şeyhin, ‘Yâ Allah Hû’ veya ‘Allah Yâ Hû’ yahut ‘Hû Mevlâm Hû’ şeklinde seslenmesiyle devrânî zikre başlanır.” 24 MART 2016 alvetiyye devrânı iki aşamalıdır. Devrân önce oturarak başlar. Meydan açılıp oturarak yapılan birinci aşama bitirildikten sonra şeyhin ellerini yere vurarak kalkması ile topluca ayağa kalkılır ve kalabalığa göre iç içe geçmiş halkalar oluşturulur. Şeyh de halkaya dâhildir. Zikre ilâhi okuyarak ve vurmalı sazları çalarak eşlik edecek olan zâkirler, kendilerine ayrılmış olan zâkir maksûresinde veya halkanın ortasında yer alırlar. Yere serili postlar meydancı ve yardımcıları tarafından toplanır. Önce cumhur ilâhi okunur. Bazen ilâhinin sonunda nutuk/ güfte sahibi için Fâtiha okunur. Bundan sonra şeyhin üç kez “İsm-i Pâk, Cism-i Pâk, Nesl-i Pâk Hz. Muhammed Mustafa râ Salavât” demesi ile topluca yüksek sesle okunan özel tavırlı salavâttan sonra şeyhin, “Yâ Allah Hû” veya “Allah Yâ Hû” yahut “Hû Mevlâm Hû” şeklinde seslenmesiyle devrânî zikre başlanır. Dervişler sağ elleri yukarıya, sol elleri aşağıya bakar şekilde el ele tutuşurken birbirlerinin ellerini öperek, sol tarafa doğru dairesel yürümeye başlarlar. Bu sırada başlarını da adımlara uygun olarak sağa ve sola çevirirler. Her adımda bir kez olmak üzere “Hû” ismi tekrar edilmeye başlanır. Sol ayak sola atılırken sağdan sola doğru döndürülür ve “Hû” denir. Bedenin ağırlığı sol ayak üzerine verilip sağ ayak solun yanına çekilirken baş sağa döndürülür ve nefes alınır. Devrân halkası böylece yürümeye başlar. Zâkirler üçüncü “Hû” ile birlikte zikrin perde ve ritmine uygun bir ilâhi okumaya başlarlar. İlâhinin güfte sahibinin ismi okunduğunda, şeyh ellerini yere vurarak ve ritmi biraz ağırlaştırarak “Hayy” diye seslenir ve işaretle dervişler “Hû” ismi yerine “Hay” ismi zikrine geçerler. “Hayy” zikri çekilirken dervişler el ele tutuşmayı bırakıp sol kollarını solundakinin sol omuzuna, sağ kollarını da sağındakinin beline koyarlar. Buna “kol atmak” denir. “Hayy” ismi zikrine başlandığında zâkirler; bendir, mazhar, kudüm, halîle ve nevbe gibi vurmalı ritim sazlarını çalmaya başlarlar. Nevbenin eğer varsa misafir şeyhlere, halîlenin de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in torunları olan seyyidlere ikram edilmesi bir tarîkat terbiyesi ve edebidir. Muharrem ayında yapılan âyinlerde saz kullanılmaması da Hz. Hüseyin ve Kerbelâ şehidlerine duyulan saygının bir ifadesi olarak yine tarîkat edebi ve erkânı gereğidir. “Hayy” zikrine geçildiğinde şeyh ve halîfeler tâc-ı şeriflerini ve hırkalarını çıkarırlar. El ele tutuşulduğu zaman iki eli de aşağıya doğru olarak iki yanındakinin elini tutmakta olan şeyh, kol atıldığında iki kolunu birden iki yanındakinin omuzuna atar. Veya isterse halkadan ayrılıp yüzü kıbleye dönük olarak ve “kutup-hâne” denen zikir halkasının ortasında yer alarak âyini idare edebilir. Türbeli meydan denen ve o tekkenin eski şeyhlerinin türbelerinin tevhîd-hâne ile bitişik olduğu tekkelerde, şeyhin yüzü bazen kıbleye, bazen sandukalara doğrudur. Zâkirbaşı, eğer halkaya katılmış ise kol atılmakla birlikte halkadan ayrılıp devrândan çıkar ve zâkir maksûresine gider. Kıyam âyininde olduğu gibi kıyâm reisine benzer bir görevli, devrânda yoktur. Devrânın yürütülmesi ve idaresi bütünüyle şeyhe aittir. Zikir ve devrân devam ederken, zâkirler ilâhi okumayı ve ritim vurmayı sürdürürler. Ritim kendi içinde ve genellikle ilâhiden ilâhiye geçerken yavaş yavaş hızlanır. Devrân hızlandığında ayak atma tavrı da değiştirilir ve sol ayağın yanına çekilmekte olan sağ ayak, artık sol ayağın arkasına atılır. Yani sağ ayak halkanın içine, sol dışına doğru atılmış olur. Okunmakta olan ilâhilerin arasında bir zâkir tarafından somuncubaba 25 kısa kasideler okunarak taksim yapılır. Gereğinde taksimle makam da değiştirilir. “Hayy” zikri kalbîye döndürülebilir, kalbî zikirde taksimler “ney” ile de yapılabilir. Taksimler genellikle kutup-hânede ara sıra da zâkir maksûresinde yapılır. Devrânın temposu arttığında şeyh ayaklarını yere vurarak devrânın hızını yavaşlatır. Esmâ okuma tarzı değiştirilir, “Hayy” sesli, “Allah” zikri kalbî halde okunur. Devranda daha çok “Hû” ve “Hay” isimleriyle zikir gerçekleşir. Ancak “Hû” ve “Hayy” zikirlerinin okuma tarzları değişiktir. Mesela Devrânî İlâhisi diye tanınan özel besteli “A sultanım sen vâr iken” ilâhisi okunduğunda terennüm bölümünde “Ya Hay” diye ayak vurularak, öteki bölümlerde “Yâ” demeden “Hay” ismine devam edilerek devrân sürdürülür. Devrân, bazen Bedevî Topu’yla bitirilir, bazen de şeyhin “İllallah” diye seslenmesiyle biter. Devrân bittiğinde zikreden dervişler kıble tarafı açık kalacak şekilde hilâl biçiminde sıralanırlar. Şeyhin işaretiyle ikişerli söyleyiş halinde “Hû” isminin zikri başlar, bu sırada zâkirler özel bestesiyle “Lâ ilahe illallah Muhammed Rasûlullâh. Sâllâllahu aleyhi ve sellimû teslîmâ”yı okurlar. Bunun bitiminde bir zâkir devrânda okunan ilâhilerin makamı ile özel bitiş duasını okur. Duanın bitiminde şeyhin “İllâ Hû” sesi ile “Hû” zikrine son verilir. “Hû” zikri sonrasında oturulup okunan Kur’an-ı Kerim dinlenir, kısa bir dua yapılır ve “Fâtiha” denir. Misafir şeyhlere ya da görev ve kıdemlerine göre halîfelere “Fâtiha” demeleri ikram olunur. Daha sonra hep birlikte salavât ve tekbir oku- 26 MART 2016 nur. Tekbirden sonra gülbank çekilir. Gülbankı şeyh veya ikram ettiği kişi çekerken, hazır bulunanların hepsi sesli olarak “Allah Allah” diyerek gülbankı dinlerler. Gülbankın sonunda “Dem-i Hazret-i Pîr” denildiğinde, hep beraber “Ya Allah Hû” denilip yer öpülerek ayağa kalkılır. Türbeli tekkelerde topluca türbeye doğru dönülüp Fâtiha okunur. Sonra şeyhin yüksek sesle verdiği selâm, her tarîkatın kendi usûlüne göre Sertarîk ve Aşçıbaşı gibi görevlilerden biri tarafından yüksek sesle alınır. Öteki kişiler sessizce selâm alırlar. Daha sonra sessizce ve saygılı bir biçimde tevhid-hâneden çıkılır. Bazen de, “İllâ Hû”dan sonra oturulmadan ayakta gülbank çekilip âyine son verilebilir.1 Halvetiyye’nin kolları arasında devrânın icrası kısmen değişiklik arzedebilmektedir. Mesela Halvetîliğin siyâsî kolunda, âyin sırasında devrâna kalkıldığında dervişler önce kendi etraflarında dönerek semâ ederler, daha sonra devrân halkası oluşturulur. Semâ etme sırasında “Hay Allah” diye zikredilir.2 Halvetîliğin Sünbülî kolunda Kocamustafapaşa’daki Sünbül Efendi Tekkesi’nde her hafta devrâna kalkılırken hep aynı ilâhi okunmuştur. “Safha-i sadrında dâim âşıkın efkârı Hû” diye başlayan Cemaleddîn-i Halvetî’ye ait bu ilâhinin her beytinin sonunda perde yükseltilir ve ritim hızlandırılır. Güftenin sonunda “Şeyh Cemâlî” sözüne sıra geldiğinde “Hû” ismi “Hayy”a çevrilir. Daha sonra Halvetî devranı aynen sürdürülür. 10 Muharrem günü öğle namazından sonra, İstanbul ve civarından gelen misafir şeyh ve dervişlerle birlikte kılınan namazdan sonra mevlid, mersiye ve Ehl-i beyt sevgisini yansıtan kasîdeler okunur. Akşam yemeğinde aşure yenir ve yatsı namazından sonra en kıdemli şeyhin idaresinde yetmiş bin Kelime-i Tevhîd çekilir ve sonra devrân yapılır. 3 ki zikir halkasından ayrılan dervişler, sol tarafları Halvetîliğin Gülşeniyye kolunda “Gülşenî Savtı” diye bilinen özel besteli eserler kullanılır. Müzik ile okunan şiir anlamına gelen savt, kısa güfteli, ağır tempolu, çok tekrarlanan özel bestelerdir. Savt okunurken genel devrân adımları ile döndürülmekte olan zikir halkası, savtlar bitip hareketli ilâhiler okunmaya başlandığında değişik adım atma tarzı ile döndürülür. El ele tutuşmuş sola doğru dairesel yürüyüş yapmakta olan dervişler, sol ayaklarını kutup-hâne denen zikir halkasının merkezine doğru, sağ ayaklarını ise ters yöne doğru atarlarken, sol ayakla beraber bedenlerini öne doğru eğer, sağ ayakla doğrulurlar. Bu hareket, yukarıdan izlendiğinde bir gül goncasının açılması ve kapanması gibi görünür.4 sağ ayaklarını yere vurarak ve düz adımlarla ters Halvetiyye’nin Cerrâhiyye kolundaki devrân “Tavaf Tevhîdi” diye adlandırılmıştır. Devrân, “Yâ Hay” ismi ile devam ederken devrânı yöneten şeyh “Üçer üçer saf” diye seslendiğinde, en içte- kutup-hâneye gelecek biçimde birbiri ardınca üçer kişilik saf oluştururlar. Safların dışındaki halkadakiler yine sola doğru devrânı döndürmeye devam etmektedirler. Üçlü saftakiler ise yönde yürürler. Şeyh tam ortada kutup-hânede bulunmaktadır ve sola doğru kendi etrafında dönmekte, semâ etmektedir. Hatta isterse Mevlevîler gibi kol da açabilir. Kurban Bayramı Arife günü ikindi vakti yapılan âyin ise o vakitte Arafat’ta icra edilen “Vakfe”ye gönül yolu ve vakfe biçimi ile katılmak arzusunu ifade etmektedir. Arafat’taki hacılar gibi, telbiye, tekbîr ve salavât okunup dua edildikten sonra kısa bir devrân yapılarak âyin bitirilir.5 Dipnot * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE 1. Ömer Tuğrul İnançer, “Osmanlı Tarihinde Sûfîlik Âyin ve Erkânları”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler Kaynaklar-Doktrin-Ayin ve Erkan-Tarikatlar-Edebiyat-Mimari-İkonografi-Modernizm, Haz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2014, s. 152-155. 2. İnançer, “Âyin ve Erkânları”, s. 156. 3. İnançer, “Âyin ve Erkânları”, s. 156. 4. İnançer, “Âyin ve Erkânları”, s. 157. 5. İnançer, “Âyin ve Erkânları”, s. 158-159. somuncubaba 27 EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ EHLULLAH ALLAH’IN KILICIDIR Seyf-i meslûl-i İlâhîdir ehlu’llâh Her umûrunda Muîn’dir Allâh Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) İ nsan-ı kâmiller, kalpleri ihya eden ve bozulan dinî yaşantıyı ıslah ile görevli olan Allah dostlarıdır. Onlar insanları Kur’an ve sünnet edebine göre en güzel şekilde yetiştirirler. Yunus Suresi 62. ayette şöyle buyrulur: “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”1 Ehlullahın bir kısmı, en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu kimse Allahu Teâlâ’nın kendisini velâyeti için (seçip) kullandığı bir kuldur. O Allahu Teâlâ’nın (kabzasında) özel himayesinde hareket eder. O’nunla konuşur, O’nunla görünür, O’nunla tutar. O’nunla anlar (akleder). Allah, onun yeryüzünde sânını (ve irşadını) yaymış; kendisini halkın, Velîler sancağının sahibi; yer ehlinin emniyeti, gök ehlinin nazar yeri, gönüllerin reyhanı, Allah’ın has dostu, nazargâh-ı ilâhî, Rabbanî sırların madeni; yeryüzünde Zât-ı Bârî’nin (adalet) kamçısı yapmıştır. Allahu Teâlâ, onun vasıtasıyla kullarını terbiye eder. Onun nazarıyla ölü kalpleri diriltir. Halkı kendi yoluna çevirir. Onunla hukuk-ı ilâhîyeyi ayakta tutar. O, hidâyet anahtarı; yeryüzünün süruru; ehlullahın emini ve imamıdır. Allah’ın dostları olan Velî kullarına itaat etmek gerekir. Bu hususta Nakşbendî yolunun büyüklerinden ikinci bin yılın müceddidi İmam Rabbanî (k.s.) demiştir ki: “Kâmil bir şeyh bulan kimse, ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi kendisini ona teslim etmelidir. İlk fenâ hâli (nefsin şer arzularından vazgeçip hakka teslimiyetinin ilk ispatı) mürşit- 28 MART 2016 te olur. Bu, fenâfillah (her şeyi ile Allah’a teslim ve emrine tabi olma) hâline ulaşmaya bir vesiledir.” “Mutmainne makamını geçmiş, her hâli ile Rabbinin emirlerine teslim olmuş ve Yüce Allah tarafından sevilmiş bir Velîye itiraz, Allah’a itiraz gibi olur. Çünkü bu hâle ulaşan Velînin bütün arzusu Allah’ın muradıdır. O, nefsi adına bir his ve hareket içine girmez.” İçtenlikle Sadakat ve Teslimiyet Arifibillah İmam Sühreverdî (k.s.), teslimiyetin bu yoldaki ehemmiyetini şöyle belirtmiştir: “İşin başı, hak yolda imam seçilen mürşide içtenlikle sadakat ve teslimiyettir. Çünkü mürşide itiraz, mürit için öldürücü bir zehirdir. Mürşidine itiraz edip de kurtuluşa eren yok denecek kadar azdır.” Abdülganî Nablusî (k.s.) de şöyle demiştir: “Mürid, tam sadakat hâline ulaştığı zaman, kalpten kalbe ilham ve intikal vasıtasıyla feyz alır. Müridin çeşitli yollardan mürşidinden feyz alması için tam sadık olması lazımdır. Karşılıklı sadakat tam gerçekleşmeden bunlar olmaz.” Büyük Velî İmam Şa’rânî (k.s.): “Mürşide samimi bir niyetle gelen kimse onun ehli arasına girer, kendisine ilahî sır ve ilimlerin açılması mümkün olur. Aksi durumda, mürit boşuna yorulur.” buyurmuştur. Mürid, sadık olduğunda mürşidinin gözbebeği olur. Sadık müridi, mürşit Allah için gözü gibi sever. somuncubaba 29 Aslında, Kur’an ve sünnette işlenen, İslâm’ın birlik anlayışı, imam-cemaat hukuku iyi incelense mesele çözülür, kâmil mürşitlere gösterilen teslimiyetin sebebi anlaşılırdı. Şöyle ki: Tasavvufta mürşide karşı istenen mutlak teslimiyet, ashab-ı kiram’dan istenen teslimiyete benzer. Mü’minlerden, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i nefislerinden daha fazla sevmeleri istenmiştir. Her mü’minden istenen teslimiyetin şekli ayette şöyle belirlenmiştir: “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve kadınlara onun dışında bir şeyi seçme hakkı yoktur.”2 Çünkü Allah ve Rasûlü’nün verdiği hüküm, kulun dünyası ve ahireti için en güzel olanıdır. Nefsin, bu hükmün dışındaki tercihleri ise hürriyet değil, zillettir. Nefsin her istediğini vermek, zehirli bir elma şekerini yemek isteyen çocuğu hevesiyle baş başa bırakmak demektir. Bu, ona karşı şefkat değil, ihanettir. Sonuç, hayat değil cinayettir. Gerçek hürriyet, nefsin keyfine değil, Yüce Mevlâ’nın emrine uymaktır. Her mü’min, içi ve dışıyla, kalbi, aklı, nefsi ve hissi ile Allah’ın Rasûlü’ne tabi olmadıkça gerçek mü’min olamaz. Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Bir mü’min, bütün his ve duyguları ile benim getirdiğim şeylere tâbi oluncaya kadar kâmil mü’min olamaz.”3 Bu derecede bir itaat, tasavvuf terbiyesinde “fenâfir’r-rasûl” diye isimlendirilen hâlin elde edilmesiyle gerçekleşebilir. Bu seviyede bir teslimiyet için, Efendimiz (s.a.v.) bizlerden şu derecede bir sevgi istemektedir: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz beni nefsinden, anne babasından, ehlinden, evlâdından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe (gerçek manada) iman etmiş olmaz!”4 Kınından Sıyrılmış Yalın Kılıç Gibi Hulûsi Efendi Hazretleri bir gün buyururlar ki: “Cenab-ı Allah (c.c.)’ın kılıcı arşta asılı durur, kıymaz ki bir kulunun boynunu vursun. Fakat kul gelir kendini o kılıca çalarsa biz ne yapalım.” der. Bu hususta Hulûsi Efendi, Dîvân’ındaki bir beyitte ise şöyle buyurmaktadır: Seyf-i meslûl-i İlâhîdir ehlu’llâh Her umûrunda Muîn’dirAllâh5 (Allah dostları, kınından sıyrılmış yalın kılıç gibi keskindir. Onun her işinde yardımcısı Allah’tır.) Tasavvuf büyüklerine, evliyaullaha dil uzatanlar, dillerinden; el uzatanlar ellerinden, onların sırlarına baş vermeyenler de başlarından olmaktadır. Tarihte şöyle bir hadise yaşanmıştır. Halet Efendi, Mevlevî Tarikatı bağlısıdır. Halidiyye kolunun kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hazretleri’ni Osmanlı padişahı Sultan II. Mahmud’a şikâyet eder. Bunu duyan Mevlânâ Hâlid (k.s.): “Halet Efendi’nin durumu tarikatının pîri Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî‘ye havale edilmiştir. O, Halet Efendi‘yi tarafına çekerek layık olduğu cezayı verir.” buyurur. Aradan biraz zaman geçince bu sözün sırrı açıklık kazanır. Çünkü Sultan II. Mahmud, Halet Efendi’ye öfkelenip onu Konya’ya sürgün eder ve orada idam edilmesine dair ferman çıkarılır. Halet Efendi idam edilir. Aslında büyükler kimsenin kötülüğünü istemezler ancak Allahu Teâlâ sevdiklerine yapılan hakaretlere gücenir de öyle ceza almış olurlar. Bu tür olayların bir benzerini Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatında bulmak mümkün. “Utbe bin Ebî Leheb peygamberlikten önce Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in mübarek kızlarından Hz. Rukiye (r.anha) ile nişanlanmıştı. Nübüvvetten sonra İslâm dinine olan düşmanlıklarından dolayı başta babası Ebû Leheb olmak üzere ailesinin de baskılarıyla Hz. Rukiye’yi boşamıştı. Utbe, Necm Suresi indiği zaman, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.)’e gelerek küfrünü açıklamış, hakaretlerde bulunmuştu. Peygamber Efendimiz de ‘Allah’ım, ona pençeli bir hayvanını musallat et.’ demişti. Abdullah İbn-i Abbas’dan yapılan rivayete göre bu olaydan sonra Utbe ticaret kafilesi ile birlikte Şam’a gitmek üzere yola çıktı. Kervan Şam yolu üzerinde bulunan Ğadıra Vadisi’nde geceyi geçirmek üzere konakladı. Oradaki yerliler onlara, geceleri vahşi hayvanların geldiğini söylediler. Ebu Leheb arkadaşlarına, ‘Ey Kureyşliler, oğlumu korumak için bir tedbir alın. Çünkü Hz. Muhammed ona şöyle şöyle demişti.’ dedi. Bunun üzerine, kafilede bulunanlar bir saf halinde dizildi ve Utbe de bu safın ortasına 30 MART 2016 alındı. Develer de arka ve öne yerleştirilerek bir kalkan oluşturuldu. Kafilede bulunan Hebbar bin Esved şöyle der: ‘Gece bir arslan develerin arasından gelerek sıra ile herkesi kokladı. Sıra Utbe’ye geldiğinde onu pençeleri arasına alarak parçaladı.”6 Hak Dostlarını İmtihan Etme! Şah-ı Nakşbend Hazretleri, Buhara köylerinden birinde Hüsrev isimli bir zatın evine misafir olmuştu. Akşam sohbet sırasında ev sahibine: “Bak bakalım dışarıda kim var?” dedi. Ev sahibi dışarı çıktığında, kapının önünde elinde bir tabak armut olan bir şahısla karşılaştı. Köy halkından Yusuf ismindeki bu şahıs, elindeki armutları Şeyh Hazretleri’yle müritlerine hediye olarak getirdiğini söylüyordu. Adam içeri alındı ve armut dolu tabak Hazret’in önüne konuldu. Şahı Nakşbend Hazretleri tabağın içindeki armutları karıştırıp birisini armudu getiren adama verdi. Arkasından: somuncubaba 31 “Bu armutları bize getirmenin sebebi nedir?” diye sordu. Adam: “Köyümüze Velî bir zatın geldiğini duydum. Bu armutları aldım ve içinden birini işaretledim. Eğer gerçek bir Velîyse, benim armutlardan birisini işaretlediğimi bilir diye düşündüm. O maksatla getirmiştim.” dedi. Nakşbend Hazretleri: “Bak bakalım; eline verdiğim armut senin işaretlediğin armut mudur?” diye sordu. Adam baktı ki, işaretlediği armut elinde. “Evet, odur.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Muhammed Bahaeddin Hazretleri: “Allah’ın Velîlerini imtihan etmeye kalkışmayınız. Bu işaretlediğin armudu eline vermem, keramet göstermek için değildir. Senin, bizim hakkımızda kötü bir düşünceye sahip olmaman içindir. Eğer öyle yapmasaydık sen bizim hakkımızda yanlış düşüncelere sahip olur ve zarara uğrardın. Senin zarar görmemen için böyle hareket ettik.” buyurdu. Allah erleri bazen keramet gösterebilirler. Ama onlar, her istedikleri vakit ya da gösteri olsun diye değil, fitne çıkmasın diye bunu Allah’ın izniyle yapabilirler. Kimse bu mübarekleri denemeye kalkışmamalı, çünkü vebali büyüktür. Kişi önce kendini imtihan etmeli, çünkü buna daha çok ihtiyacı vardır. Hocasına İtiraz Edince Şah-ı Nakşbend Bahâeddîn Buharî (k.s.) Hazretleri birkaç talebesiyle bir eve yemeğe gitmişlerdi. Sofra hazırlandı. Büyük velî ve talebeleri kalkıp sofraya oturdular. Ancak biri oturmadı. Mübarek zât: - Sen niçin sofraya gelmiyorsun, diye sordu. 32 MART 2016 O talebe: - Bu gün oruca niyet ettim, dedi. - Farz orucu mu? - Hayır nafile. - Öyleyse bozabilirsin evlâdım. Haydi, gel, bizden ayrılma. Ancak talebenin gelmeye niyeti yoktu. Hocası bir daha: - Gel, bizimle ye, buyurdu. Yine gitmedi. Açıkça inat ve itiraz ediyordu hocasına. O zaman büyük velî, diğerlerine dönüp: - Bu adamı terk edin. Bu, Allah’tan uzaktır, buyurdu. Adam bir Allah dostunu incitmişti. Hem de hocasını. Onun bu itirazı, felâketine sebep oldu. Nitekim sonraları tamamen namazı, niyazı ibadeti de bıraktı. Bağdat’a Gelen Üç Arkadaş Bağdat’a gelen üç arkadaş, büyük mutasavvıf Yusuf-ı Hemedanî Hazretleri’ni ziyaret etmeye karar verdiler. Tabi hepsinin ziyaret etme niyetleri farklıydı Yolda giderken İbn-üs-Sakkâ ilminin verdiği kibirle: “Yusuf-ı Hemedanî’ye öyle bir soru soracağım ki, asla cevabını veremeyecek.” dedi Ebu Said Abdullah da: “Ben de bir soru soracağım. Bakalım nasıl cevap verecek?” dedi. O zaman henüz genç yaşında olan Abdülkâdir Geylanî ise: “O zatı denemek kastıyla soru sormaktan Allah’a sığınırım. Benim niyetim, onu görüp şereflenmek, meclisinde bulunup bereketinden istifade etmektir.” dedi Yusuf-ı Hemedanî Hazretleri’nin bulunduğu yere vardıklarında, Hazret orada olmadığı için beklediler Yusuf-ı Hemedanî bir saat kadar sonra geldi ve içeri girer girmez İbnü’s-Sakkâ’ya bakıp hiddetle: “Ey İbnü’s-Sakkâ! Yazıklar olsun sana! Demek bana bir soru soracaksın, ben de cevabını bilemeyeceğim öyle mi? Senin soracağın soru şudur, cevabı da budur.” buyurduktan sonra: “Sende küfür ateşinin parladığını görüyorum.” dedi Sonra Ebu Said Abdullah’a dönerek: “Ey Abdullah! Bir sual soracaksın ve nasıl cevaplayacağıma bakacaksın öyle mi? Soracağın sual şudur, cevabı da budur. Fakat edebe riayet etmediğin için, dünya malına boğulacaksın. Parayla pulla uğraşmaktan maneviyatına vakit ayıramayacaksın.” buyurdu. Sonra Abdülkâdir Geylanî’ye döndü, ona ikramda bulundu ve yanına alarak dedi ki: “Ey Abdülkâdir! Edepli tavrınla Allah’ı ve Rasûlü’nü hoşnut ettin Ben şu anda senin Bağdat’ta bir kürsü üzerinde büyük bir topluluğa hitap ettiğini görür gibiyim.” buyurdu. Sonra birden gözden kayboldu. Kendisini bir daha hiç göremediler. “Git Onu Düştüğü Durumlardan Kurtar.” Büyüklerin merhamet tarafı elbette gazap tarafından çok fazladır. Bir örnekle yazımızı tamamlayalım: Tahminen yirmi adım uzakta aynı hizada büyük bir kaya vardı. Mevlânâ Hâlid o taşa bir kere nazar buyurduklarında taş birden önlerine geldi. Sonra yanında bulunan halifesine: Bağdat’ta Mevlânâ Hâlid Hazretlerini inkâr eden, ona karşı çıkıp aleyhinde konuşan ve bazı insanları yanına toplayarak hatm-i hâcegânla alay eden bir kimse vardı. Yine bir gün arkadaşlarını etrafına toplayarak hatm-i hâcegânda olduğu gibi halka oldular. Kendisi istihza etmek üzere, onlara teveccüh etmek için ayağa kalktığı anda birden cinnet getirip delirdi. Bunun üzerine bütün elbiselerini çıkararak üryan bir vaziyette sahraya çıkıp gitti. O sırada Şeyh Mevlânâ Hâlid (k.s.) de halifeleriyle beraber Bağdad’ın dışında bulunuyorlardı. Söz konusu kişinin çocukları ve yakınları ağlayarak Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’ye gelip durumu anlatıp teveccüh etmelerini istediler. “Kalbini Sıddık-ı Ekber’e rabt ederek o taşı yerine döndür.” dedi. Onları dinleyen Mevlânâ Hâlid (k.s.) o kişinin yanına getirilmesini istedi. Yakalanıp getirildi. Mevlânâ Hâlid halifelerden Musa el-Cubûrî elBağdâdî’nin elinden tutup insanlardan uzak bir yere gittiler. Sonra bu halifeye “Otur.” diye emir buyurdular. Dipnot Halife de o şekilde râbıta ederek taşı yerine götürdü. Bunun üzerine Mevlânâ Hâlid halifesine şöyle buyurdu: “O mecnunun şifa bulacağından hiç şüphe etme.” Çünkü halifenin kalbinde o sırada uygun olmayan bir düşünce vardı. Hemen Mevlânâ Hâlid (k.s.)’in ayaklarına kapandı. Mevlânâ Hâlid buyurdular ki: “Git o deliye teveccüh et, onu düştüğü durumlardan kurtar.” Halife de gidip teveccüh ettiklerinde gerçekten söz konusu kişi şifa buldu ve günahlarından tevbe istiğfar etti. 1. 10/Yunus, 62. 2. 33/Ahzap, 36. 3. Beğavî, Şerhu’s-sünne, I, 160. 4. Buhâri, İman 8 5. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvan-ı Hulûsî-i Darendevî, Ank, 2006¸ s. 406. 6. Bkz. İbn Battal, Şerhu’l-Buharî-el-Mektebetu’ş-Şamile, VIII/80. somuncubaba 33 KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM* Y ENÂNİYET GURURLA BESLENEN BİR HASTALIK aşamış olduğumuz dönemin pek çok değerimizi kaybettiğimiz bir süreç olduğunu hepimiz kabul etmekteyiz. Bundan otuz yıl öncesi ile günümüzü karşılaştırdığımızda büyük bir savrulma yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bu durum bütün İslâm ülkelerindeki genel hâldir. Ümmet çağın getirdiği sorunlara cevap üretmede yetersiz kalmakta veya reçete olarak sunmaya çalıştığı çözümler daha fazla sorunun ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Görünen tabloya baktığımızda, İslâm dünyasının büyük bir bunalım sürecinden geçtiğini söylemek hatâ olmayacaktır. Var olduğu gözlenen dindarlıklar bile yanıltıcıdır, bunların altında ruh fakirliği vardır. Bunu söylerken farklı kültürlerdeki insanların durumlarının bizden daha kötü olduğunu hatırlatmaya bile gerek yoktur. Özellikle Batı’da değerlerin tükenme noktasında olduğu herkesin kabul ettiği bir husustur. Bu süreç, dindar olsun-olmasın, genel olarak bütün insanımızı etkilemektedir. Hatta bireyleri içine kapanık, kendisiyle yetinen biri hâline getirmekte, yalnızlaştırmakta ve bunalıma sürüklemektedir. Milyonlar arasında yaşamasına rağmen vatandaşlar bir adada tek başınaymış gibi yaşamaktadırlar. “İnsanın içine düşmüş olduğu çukurdan daha aşağılara yuvarlanmadan çıkabilmesinin yolu, önce Rabb’iyle olan ilişkisini yeniden düzenlemesidir. Ne olduğunu hatırlaması ve Yaratan’ı karşısındaki konumunun ne kadar küçük olduğunu aklında tutmasıdır.” 34 MART 2016 Bu durumun sebepleri üzerinde söylenecek çok şey vardır ancak İslâmî değerlerin insanlarımıza özümsetilemeyişi, sözün eyleme geçemeyişi, dindarlığın görünürde kalması bunda büyük bir etkiye sahiptir. Hayat açıkgözlük, gününü gün etme ve ne şekilde olursa olsun dünyalık yığma üzerine inşâ edilmektedir. İhlas, ibadete düşkünlük, nâfilelere önem vermek, haramlardan kaçınmak, kul hakkından korkmak, zekât vermek, yılın her dönemi fakir fukarâyı düşünmek, gıybet etmemek, mâlâyani konuşmaktan uzak durmak, fesat çıkarmaktan kaçınmak, hangi şekilde olursa olsun kamuya ait bir şeye zarar vermemek gibi hususlar neredeyse sadece kitaplarda zikredilen meseleler hâline dönüşmüştür. Bunların insanımızın hayatında çok fazla yer tutmadığına ve hatta dinin emrettiği veya sakındırdığı hususların sı- radanlaştığına şahit olmaktayız. Böylece ahlâk dediğimiz şey, sadece öğrenilen bir bilgi konumuna inmiştir. Dememiz o ki, ülkemiz Müslümanlarının esas sınavı şimdi başlamıştır. İnsanların maddî imkânlarının yerinde olmadığı ve herkesin birbirine muhtaç olduğu dönemlerde fakirlik üzerine kurulmuş olan bir dinî hayatı yaşamak oldukça kolaydı. Çünkü içinde bulundukları sınavda para çok fazla yer tutmuyordu. Ayrıca fakirlik dayanışmayı zorunlu kıldığından dolayı böylesi bir dinî hayatı yaşamanın meyvelerini herkes devşiriyordu. Dolayısıyla işin bir de menfaat boyutu vardı. Gerçi insanlar bu süreçte çok daha fazla samimiydiler ve İslâm’a çok daha fazla bağlıydılar. Lâkin parayla sınanmamışlardı. Oysa esas sınav daha başlamamıştı. Bu da para öncesi sınavı para sonrası sınava göre basitleştiriyordu. Ne zamanki dindarlar parayla tanıştılar ve hayatlarını daha lüks bir şekilde yaşamaya başladılar, değerlerden kopma da o zaman başladı. Öyleyse birlikte olmanın kaçınılmaz olduğu dönemlerdeki dindarlık özümsenmiş bir dindarlık değildi. Bu sebeple, esas dindarlık insanların birbirlerine fazla ihtiyaçları olmadığı zamandaki dindarlıktır. Önceleri sınanmamızı gerektirecek durumlar az oluyordu. Çünkü kimse parayı bulamamıştı. Bu sebeple bireyselleşmenin zirve yaptığı şu dönemde, İslâm’ın değerlerini hayatında tatbîk eden ve Müslüman kardeşleriyle arasındaki hukuka halel getirmeyen insan, somuncubaba 35 gerçek anlamda sınavını başaran insandır. Daha doğrusu çağın getirdiği ve insanın üzerine boca ettiği pisliklerden kendisini koruyandır. Mesela kendimize bir bakalım: Maddî imkânlarımız arttıkça dindarlığımız en azından eski durumunu korudu mu? Yoksa parayla sınanmamızın ardından başta eşimiz ve arkadaş çevremiz olmak üzere insanlarla olan ilişkilerimizde bir değişim görülmeye başlandı mı? Etrafımızdakilere bakışımız acaba eskisi gibi mi? Konuşma tarzımız yukarıdan mı? Civarımızdakileri sözlerimizle eziyor muyuz? Maddenin verdiği güçle bulunduğumuz meclislerde hep önde olmayı mı istiyoruz? Birlikte olduklarımızdan daha farklı bir saygı mı beklemeye başladık? Bu tür soruları nefsimize yönelttiğimizde, kendimizdeki değişimin boyutlarını da anlamaya başlayacağız. Bahsettiğim hususu en çok tecrübe ettiğimiz yerlerden birisi de apartman hayatıdır. İnsanlar apartman hayatını sadece yaşayacakları bir dört duvar arası olarak görmeye başladık- larından beri komşularına ihtiyaçlarının olmadığını düşünmekteler. Bu yüzden daireler arası komşuluk ağı ortadan kalkmıştır. Çünkü her istediğini parayla alabileceğini düşünen kişi apartmandaki komşuları kaçınılması gereken, selam vermeye değmez ve baş ağrıtmaması gereken kimseler olarak görmeye başlar. Bu tamamen kibir ile beslenen müstağnîlik hâlidir. Tevâzuun hayattan çekilmesidir. Düşmez kalkmaz bir Allah’ı unutmaktır. Trafikte araç kullananlara, alışveriş merkezlerinde bir şeyler alanlara veya para ödenen yerlerdeki şahıslara ve onların tutumlarına bir bakın, kendilerini büyük bir insan olarak gördüklerini anlayacaksınız. Para vererek bir iş yaptıran veya bir işi görülen insanlardaki bu müstağnîlik kibri zirvededir. Aynı şekilde insanların sıraya girdikleri ödeme noktalarında veya başka yerlerde, başkalarına hak devri, yerini verme, nezâket gösterip siz buyurun demek artık göremediğimiz durumlardır. Enâniyet sebebiyle herkes kendisini her zaman bir numaraya koymaktadır. Kendimizi bir de camiye taşıyalım. Cemâatle namazlar mü’minlerin en çok kaynaşmaları gereken yerlerdir. Yan yana, birbirimize omuz vererek, saf düzeninde dizilmemizin sebeplerinden biri de budur. Ancak cemâat rûhunu tatmamız gereken camide bile insanlar birbirlerinden kopuktur. Namazını kılan hemen caminin kapısını hedeflemektedir. “Büyük şehirde, kocaman camide kimseyi tanımıyorum, kiminle konuşacağım.” diyenlerimiz olabilir. Ancak etrafımızdakilere karşı ilgili miyiz, değil miyiz, buna bir bakalım? Cami cemâatine güler yüz gösteriyor muyuz, yoksa kimseyi umursamıyor muyuz? Mü’minlerin cami içinde bizleri rahatsız edebilecek tavır ve konuşmalarına tahammüllü müyüz? Cami kapısı kalabalık olduğunda, en önce benim çıkmam lazım diyerek herkesi itiyor muyuz, yoksa sıramızın bir şekilde gelmesini mi bekliyoruz? Esasında nefsânî dürtülerimizi ve azgınlıklarımızı en fazla atmamız gereken yer olan Allah’ın evinde bile enâniyetimizden ve müstağnîliğimizden kurtulamadığımızı, kendimizi her hâlükârda öncelediğimizi görürüz. Hâlbuki bütün bir kulluk hayatının özü, insanın kendisini mahviyet içerisinde görerek Rabb’i karşısındaki zelilliğini unutmamasıdır. Bunu başarabildiğinde bu güzel hâli insanlarla ilişkilerine de yansıyacak ve tevazuu elden bırakmayacaktır. Nitekim zenginleştikçe insanlarla ilişkileri daha fazla insanîleşen nice mütevâzı zevât görürüz. Onların bu güzel durumu bizi etkisi altına alır ve muhabbetimiz artar. İnsanın içine düşmüş olduğu bu çukurdan daha aşağılara yuvarlanmadan çıkabilmesinin yolu, önce Rabb’iyle olan ilişkisini yeniden düzenlemesidir. Ne olduğunu hatırlaması ve Yaratan’ı karşısındaki konumunun ne kadar küçük olduğunu aklında tutmasıdır. Bütün bir evren içinde bir nokta dahi olmadığını ve taş çatlasa yaşayacağı 110 yıllık ömürden sonra toprağın içine gireceğini gözünün önüne getirmelidir. O enâniyet, o istiğnâ, o en büyük benim hâlleri, evet hepsi buhar olup gidecektir. Kısa süre sonra da adı da unutulacaktır. 36 MART 2016 Ne kadar zengin olursak olalım, dünyayı yerinden oynattığı söylenen zenginler kadar olamayız. Ne oldu o ihtişamlı hayatların sonu? Ölüm. Bizi de farklı bir şey bekliyor mu? Rabb’imiz bir şeyi hatırlatıyor: “İnsanoğlu kendini müstağnî sayarak azgınlık eder. (Oysa ey insanoğlu!) Dönüş, şüphesiz ki Rabb’inedir.” (96/Alak, 6-8). Peki, ölüm sonrası hayatı göz önünde bulundurduğumuzda değer mi Kârun gibi salına salına gezmeye, etraftakilere caka satmaya, paranın gücüyle dostları küçük görüp tepeden bakmaya? Elbette değmez. Ancak vakit geçmiş değil. Hamdolsun ki, hâlâ nefes alıyoruz ve tevbe imkânımız var. Sonuç olarak, kibirle beslenen bu istiğnâ hâlimizi İslâm’ın bizlere tavsiye ettiği gerçek istiğnâya dönüştürmemiz gerekir. O da dünyaya hak ettiğinden fazla ehemmiyet vermemek, elimizde var olana şükretmek, yetinmeyi bilmek, haram-helal demeden azmamak ve onurlu yaşamak, tevâzuu kuşanmaktır. Dipnot *Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM somuncubaba 37 TARİH / Resul KESENCELİ Balkanlardaki Durum Resim: Ertuğrul Ateş MANEVİYATIN TARİHİ YÖNLENDİRMESİ: SULTAN II. MURAT HAN “Somuncu Baba Hazretleri’nden itibaren bütün mürşitlerin devlet ricali ile ve hükümdarlarla iyi ilişkiler içerisinde oldukları hatta onları irşad ettikleri görülmektedir. İşte Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile II. Murat arasındaki bir mülakat çok önemlidir.” 38 MART 2016 Hem Anadolu hem Balkanlar’da askerî ve siyasî mücadeleler veren II. Murat yorgun düşmüş, Karamanoğullarının Haçlılarla ittifakı ve küçük mağlubiyetler sonrası Edirne/Segedin Antlaşması’nı 1444’te imzalamıştır. Taraflar kendi kutsal kitapları üzerine (Osmanlı-Kur’an-ı Kerim, Haçlılar-İncil ) yemin ederek sulhu bozmayacaklarına dair söz vermişlerdir. Bunun üzerine Sultan Murat Edirne’ye dönmeyip hükümdarlığı hayatta kalan tek oğlu Mehmet’e bırakmıştır. Sultan Murat’ın tahttan çekilmesi Osmanlı başkentinde büyük heyecan uyandırmıştır. Müslüman-Türk halkı çok endişelenmiş, henüz 13 yaşında olan bu çocuğun Devlet-i Âli Osman’ı nasıl yöneteceği, Haçlı saldırısı olursa nasıl mukavemet edeceği insanları düşündürmüş, bir yenilgi olursa vaziyetin olumsuzluklarını göz önüne getiren halk sınır boylarından iç alanlara göç etmeye başlamışlardır. Gerçekten de düşünüldüğü gibi olmuştur. Karamanoğlu Beyliği’nin Haçlılara yazdığı mektupta “Bundan iyi fırsat mı bulursunuz ki, Osmanoğlu tahta bir çocuğu çıkarttı. Osmanoğlu’nun dimağı bozuldu. Taze yetişmekte bulunan bu çocuk henüz savaş yüzü görmemiştir. Savaş meydanlarında at sürmemiştir. Bu fırsat bir daha ele geçmez.” diyerek kışkırtıcılık yapmıştır. Hıristiyan âleminin ruhanî lideri olan Papa da tahta 13 yaşında bir çocuğun geçtiğini görünce Hıristiyan krallara baskı yaparak antlaşmanın mutlak bozulmasının gerekliliğini söylerken bundan daha iyi bir fırsatın yakalanamayacağı doğrultusunda yönlendirmeler yapmıştır. Bunların sonucunda Haçlı tarafı antlaşmayı bozmuştur. Aslında taraflar kendi din ve kitapları üzerine yemin etmişlerdi. Böylece Hıristiyan dünyasının kendi din ve kitaplarına ne kadar değer verdiklerini tüm dünya ve tarih görmüştür. Yakaladıkları fırsatı ganimet zannederek menfaatleri uğruna yaptıkları antlaşmayı bozmuşlar, sözlerini çiğnemişlerdir. II. Murat’ın bu taht değişikliğindeki gayesi ise kendi ifadesiyle şu idi; “Oğlumu hal-i haya- tımda tahta geçireyim ta ki gözüm bakarken görem ne veçhile padişahlık eder.” Böylece Hacı Bayram-ı Velî’nin verdiği müjdeyi de görmek istemiştir. Bu ise Osmanlı yöneticileri üzerindeki manevî etkinin ne kadar büyük olduğunu, Osmanlı hükümdarlarının maneviyat büyüklerine ne kadar sadık olduklarını, sözlerini tuttuklarını bizlere göstermektedir. Manevî Düşüncenin Tarihi Yönlendirmesi Haçlı İttifakı’na karşı Osmanlı Devleti’nin tedbiri ve Varna Savaşı Balkanlar’da bulunan uluslardan Macar, Bohemya, Eflak, Hırvat ve Lehler hemen ittifak kurmuşlar bunları ise Almanya ve Venedik desteklemiş, Papa’nın da desteğiyle büyük bir Haçlı Ordusu oluşturulmuştur. Osmanlı sınırlarına doğru ilerlemeye başlayan bu Haçlı İttifakı Osmanlı merkezini heyecanlandırmış, savaş kaybedilirse çok büyük felaketlerin yaşanacağını düşünmüşler, tek çareyi II. Murat’ı tekrar tahta çıkarmakta bulmuşlardır. Bu durum üzerine II. Murat başkente bir mektup göndermiştir. Bu mektupta “Biz oğlumuz Mehmet Han’a hilafet umurunu ve saltanat tahtını bunun için bıraktık, bundan böyle asayiş ve huzur içinde olalım. Kendisi bu pak nesilden olup hariçten gelme değildir. Padişahlık kendisine lazım ise din ve devleti korusun.” buyurmuşlardır. Bu mektup Edirne’ye ulaşınca devlet erkânı durumu müşavere ettikten sonra Sultan Murat’a bir mektup gönderdiler. Bu sırada genç padişah II. Mehmet de padişah babasına bir mektup yazdı. Devlet erkânının gönderdiği mektupta şunlar yazıyordu: “Kendileri cihan sultanı iseler düşmanı bu topraklardan atmaları kendilerine farz-ı ayındır. Ulu’l emre itaat lüzumu aydınlık kalplerinin malumudur. Zamanının gerektirdiği odur ki geç kalınmaya, İslâm âlemi bundan zarar görmeye!” II. Mehmet’in gönderdiği mektupta ise şunlar yazılıdır: “Eğer padişah biz isek size emrediyoruz, gelip ordunuzun başına geçin, yok siz iseniz gelip devletinizi müdafaa edin.” Bu mektuplardan sonra Sultan Murat Manisa’dan Edirne’ye hareket etti. Dev- somuncubaba 39 letin büyük tehlike altında olduğunu görmüş, oğlunun yeterliliğini anlamış fakat tecrübesiz olduğu için ordunun başına kendisi geçmiş, II. Mehmet’i ise tahttan indirmemiştir. Başkomutan sıfatıyla Haçlı İttifakı’nın üzerine yürümüştür. Bu durum ise Osmanlı Ordusu’nun maneviyatını yükseltmiştir. Varna Savaşı başladığında Haçlılar şiddetli bir şekilde hücuma geçmişler. Osmanlı Ordusu’nun sağ ve sol kolları dağılmış, bozulmalar olmuştur. Fakat Sultan Murat maneviyatını bozmamış hatta Cenabı Hakk’a şu şekilde dua etmiştir. “Hazreti Peygamber (s.a.v.)’in temiz ruhlarının safası, yüce yaratılmışlar cenabının aydınlık ruhlarının parlaklığı için İslâm askerini sapıkların ayakları altına alma. Gazilerimizi din düşmanları karşısında perişan hâle getirme. Mü’minlere yardım etmek ise üstümüze bir haktır. İslâm dininin bayrağını yükselt Allah’ım.” Merkez ordusunun başında bulunan II. Murat’ın dirayetli olması ordunun toparlanmasını sağlamış, büyüklerin himmet ve bereketiyle Haçlı Ordusu dağılmış, zaferi İslâm ordusu kazanmıştır. Savaşta şu enstantane yaşanmıştır: Osmanlı’nın savaşta zor duruma düştüğü anda 40 MART 2016 Macar Kralı Ladislas II. Murad’ı öldürmek için askerleriyle birlikte hücum etmiştir. Bu saldırıyı Osmanlı askeri önlediği gibi kral da Koca Hızır denilen bir asker tarafından öldürülmüştür. Başı kesilen kralın; başı bir mızrak ucuna takılmıştır. Bu ise düşman askerinin tüm maneviyatını bozmuş, Osmanlı Ordusu ise bozulan Haçlı Ordusu üzerine saldırarak zafer kazanmıştır. İşte bu zaferde büyüklerin manevî etkisi ve desteği görülmektedir. Durumun farkında olan II. Murat ise Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’ne tazimde hiç hata etmemiş, onun sözleri doğrultusunda hareket etmiş, oğlu II. Mehmet’i ise yetiştirmesi için Hacı Bayram-ı Velî’nin yetiştirmiş olduğu Akşeyh Hazretleri’ne emanet etmiştir. II. Murat ve II. Kosova Sultan Murat Varna Zaferi’nden sonra Edirne’ye dönmüş, devlet erkânı ve askerin de isteğiyle tekrar ikinci kez Osmanlı tahtına çıkmıştır. II. Mehmet’in otoritesini sarsmamak için çok dikkatli davranan Sultan Murat ise bunda muvaffak olmuştur. Balkanları tekrar düzene sokmaya çalışan II. Murat bunu da başarmıştır. Fakat Haçlı İttifakı Osmanlı’nın Balkanlar’daki faaliyetlerinden çok rahatsız olduğu için tekrar bir Haçlı Ordusu kurarak Osmanlı üzerine yürümüş bu kez de İslâm Ordusu Haçlı İttifakı’yla Kosova’da karşılaşmıştır. Osmanlı Ordusu 1448’de Haçlı Ordusu’nu ikinci kez yenmiştir. Böylece tüm Balkanlar’da kesin Türk hâkimiyeti sağlanırken İslâmlaşma süreci de tamamlanmıştır. Balkan hâkimiyetinde ise Allah dostlarının himmet, dua ve nazarları bulunmaktadır. Sultan Murat Türk tarihinde ebedî bir minnettarlık halesiyle kuşatılmış bir padişahtır. Türk milletinin şükranlarını kazanan bu Koca Padişah üzerinde şüphesiz Hacı Bayram-ı Velî’nin ve onu yetiştiren Somuncu Baba Hazretleri’nin çok büyük etkisi vardır. Eski bir Osmanlıca eserdeki ifadeyle Somuncu Baba için “Nazar u himmetleriyle Devlet-i Ali Osman günden güne kuvvetlendi ve büyüdü.” denilmektedir. Bu ise kendisi ve talebelerinin etkisinin genişliğini ve derinliğini anlatmaya kâfidir. İşte bu manevi- yat erenlerinin etkisiyle ve desteğiyle Fatih’ler, Yavuz’lar, Bayezit’ler, Kanunî’ler yetişmiştir. Böylece Türk tarihine Osmanlı Devleti’nin damgasını vurdukları gibi Osmanlı Devleti’ni cihan imparatorluğu hâline getirmişlerdir. Tüm bunların oluşmasına etki eden yüce Velî ise Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ve onu yetiştiren Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri’dir. Bu şekilde Osmanlı Devleti’nin inkişaf etmesindeki manevî temel sebep ortaya çıkmıştır. Bu devlet ki cihan imparatorluğu olduğu gibi tüm İslâm âleminin muhafızlığını üstlenmiş, tarihe ise muhteşem izler bırakmıştır. Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ve II. Murat Somuncu Baba Hazretleri’nden itibaren bütün mürşitlerin devlet ricali ile ve hükümdarlarla iyi ilişkiler içerisinde oldukları hatta onları irşad ettikleri görülmektedir. İşte Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile II. Murat arasındaki bir mülakat ve gelişme şu şekildedir: II. Murad bir sohbet sırasında Hacı Bayram-ı Velî’ye “Şeyhim, aylardır zihnimi bir kurt gibi kemiren bir mesele vardır. İstanbul’un fethi meselesi? Allah’ın izniyle İstanbul’u almak murad ederim. Büyükbabam Yıldırım Bayezid, amcam Musa Çelebi tarafından birkaç kere almaya teşebbüs edilen, tarafımdan bir kere muhasara edilen İstanbul’u almak mümkün olmadı. Himmet edin de şehri alalım.” dedi. Hacı Bayram-ı Velî bir müddet murakabe hâlinden sonra “Hünkârım, bana öyle gelir ki bu Şehr-i Kostantiniyye’yi senin şehzaden Mehmet ile benim köse el ele vererek alacaklardır.” demiş ve fethin müjdesini vermiştir. Hacı Bayram-ı Velî bunu söylerken beşikteki Şehzade Mehmet ile Akşemseddin’i işaret etmiştir. Sultan Murat ise bu mülakattan sonra bir daha İstanbul’u kuşatmamıştır. Ancak oğlu Mehmed’i ise sık sık “Sen Akşemseddin’le birlikte İstanbul’u alacaksın.” diye bu işe teşvikten geri durmamıştır. Gerçekten de Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin himmeti, tasarrufu, kerametiyle fetih, Fatih ve Akşeyh’e nasip olmuştur. Kurbandaki Hikmet Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murat Han’ın verdiği fermanla geldi. Fermanda, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pek çok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın malî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan tarafından, Hacı Bayram-ı Velî’nin talebelerinin bir listesinin verilmesi istendi. Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve “Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın.” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî, “Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin.” buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmak için talebe görünenler; “Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik.” diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, elinde keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî, “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve askerlik yapmak suretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir.” buyurdu. BİBLİYOGRAFYA Ahmet Cevdet, Kısas-ı Enbiya, c. VI, (Hz: Mahir İz),Ankara 1985. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. I, Ankara 1972. İsmet Miroğlu, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, “Fetret Devrinden II. Bayezid’e kadar Osmanlı Siyasî Tarihi”, İstanbul 1990. Mehmet Hemdemi, Solakzade Tarihi, c. I, (Hz: Vahid Çabuk), Ankara 1989. Padişahlar Ansiklopedisi, C. I, İstanbul. Seyyid Abdulbakî Efendi, H. 1156 tarihli Tabakat Kitabı, Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplığı, Kitap No: 650, Tasnif No: 297. Tahsin Ünal, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, İstanbul 2007. somuncubaba 41 KÜLTÜR / Bilal KEMİKLİ* GENÇLİK: İNSANIN BAHAR HÂLİ S evgili kızım, eski belgelerin arasında bir dosya ararken, beş-altı sene öncelerinde yazdığım bazı yazılar çıkıverdi önüme... Eskiye döndüm. Kırklı yaşların ilk yıllarında, bir erguvan mevsiminde gençlik, şairlik ve dil üzerine yazmışım. Şimdi ellilerde bir hoş seda olarak kalan o yazılardan birini senin için yeniden yazıyorum. Nedir Gençlik? Şunları söylemişim… ağaç dalı arayan güvercinler. Derken yapraklar dökülür birer birer kaldırımlara, çınarlar, söğüt ağaçları ve akasyalar gerdanlıklarını çıkarıverir orta yerine şehrin; ama o genç şair hâlâ işbaşındadır, bitmek tükenmek bilmeyen umudun eşliğinde yürür kaldırımlarda. Sonra ansızın gelir karakış, kar yağar… Zemherinin dondurucu soğuğunda buz tutarken Nedir gençlik? Kimdir genç? Bir bahar sabahı bu sorulara muhatap olursanız; elbette soruyu baharla, akan derelerle, yağan yağmurla, açan çiçekle birlikte cevaplandırırsınız. Mesela dersiniz ki, gençlik, insanın bahar hâlidir. yollar, akan sular, o içindeki yangına teslim ol- Biraz şairane bir tanım oldu; ama öyle… Gençlik, insanın bahar hâlidir. Delikanlı tabiri de buna işaret etmez mi? Kanlı… Diri, canlı insan. Ama nasıl kanlı? Deli kanlı; karların erimesiyle coşkuyla akan dereler gibi… Yerinde durmayan, şarıl şarıl akan ve bazen sele de dönüşen dere. Bitmek tükenmek bilmez gençlikte şiir… Genç yerinde durmaz… Durduramazsınız onu. Hele bir de sevdalandı mı? Aşk derdine düştü mü? Gönlünü bir ceylan bakışlı güzel çalıverdi mi? Yahut bir yiğidin ateşi gönle düştü mü? Durdur, durdurabilirsen. O vakit genç adeta şelâle olur, çağıldaya çağıldaya akar. 42 MART 2016 şiirin doğuşuna tanıklık edecektir, gölgelik bir muştur; lapa lapa yağan kara inat kelimeler arar sokak lambalarının altında. Gençlikte Şiir Uçan kuş, açan çiçek, kuruyan yapraklar; hepsi, ama hepsi birer dil olur, şairin ilhamına hayat verir. Zaten aşktan öte dil mi var? Zaten aşkın dili sükût değil midir? Zaten işaret diliyle konuşmaz mı sevgili? Yollar dildir, kaldırımlar dil… Açılan kalemler, tükenen kâğıt ve umutlar. Şimdi bahar, erguvanlar açtı… Daha dün kutladık Erguvan Bayramı’nı ve aşk ocağının körükçüsü Emir Sultan’ı. Emir Sultan ki, erguvanı merhametin, sevginin, birliğin ve aşkın sembolü kıldı. Şimdi şiir zamanı… Erguvanlara dokunup şi- İşte ilk gençlik şiirleri tam da bu hâl içinde doğar. Sevda şiirleridir; ayakları yere basmayan, küçük serçeciğin yürek atışı gibi… ire hayat vermeli. Vermeli, vermeli de lakin o İlk gençlik şiirine ilham veren ne kadar da çok şey vardır; bir bakış, bir görüş, bir naz ve bir eda. Ne kadar da çok yazılır şiir… Bahardan kışa, dört mevsimde yazılan şiirler vardır. Yağmurun altında, karakışta lapa lapa yağan karda ve nisan yağmurlarında ıslanır genç şair. Ağustos sıcağında herkes o boğucu sıcaktan kaçarken, şair iş başındadır; sararmış ekin tarlalarının arasında yahut bir park köşesinde salkım söğüdün altında kalemini yontmaktadır. Birazdan bir Sahi, aşk nerede? Gençlik nerede? gençlik, o delice akan aşk ırmağı nerede? Nerede dokunduğu her şeyi dile dönüştüren iksir? Evet, sevgili kızım, bu sorularla bitmiş yazı… Bu derin anlamlar içeren sorularla. Bazen geriye dönüp bakmak, eski yazılara, notlara göz atmak lazım. Bu seni hem yeniler, hem de umutlandırır. Yazmaktan, not almaktan ve geriye dönüp bakmaktan korkma! Dipnot *Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ somuncubaba 43 KÜLTÜR / Ali SEYYAR* Yoksullara Sosyal Yardımda Bulunmak Farzdır İSLÂM’DA YOKSULLUK SORUNUNA KARŞI MÜCADELE “Hangi sebepten dolayı olursa olsun maddî yoksulluk, İslâm’a göre hem sosyo-ekonomik, hem de manevî bir risktir. Böyle bir yoksulluk, insanı sefalete ve açlığa sevk edebileceği gibi hem Allah’a karşı kulluk görevini unutturabilmekte, hem de toplumsal ahlâk açısından sosyal sapkınlıklara da itebilmektedir.” Allah (c.c.), kitabında zekâttan yararlanma hakkına sahip olanları sıralarken, ilk önce yoksulları belirlemiştir. İlgili âyet şu şekildedir: “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler (yoksullar), miskinler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”1 Pekiyi, kimdir bu yoksullar ve Kur’an-ı Kerim, neden yoksulları hemen ilk sırada sosyal koruma kapsamına almak istemektedir? Modern dünyamızda yoksulluk (fakirlik, muhtaçlık) ve yoksul (fakir, yardıma muhtaç) kavramlarını farklı kriterler bakımından ele almak ve farklı şekillerde tanımlamak mümkündür. En geniş yaklaşımla yoksulluk, temel ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamama, kazanç ve gelirden mahrum olmaya bağlı olarak mutlak ya da nisbî bakımdan yetersiz olma durumudur. Yoksulluk, buna bağlı olarak mutlak anlamda veya göreceli olarak maddî yetersizlikler içinde bulunmaktır. Yoksulluk içinde yaşayan yardıma muhtaç insanlar da yoksullar olarak tanımlanmaktadır.2 Böylelikle yoksullar, bazen yaşayabilecek kadar belirli bir miktar mala veya gelire sahip olabileceği gibi bütünüyle bu nimetlerden de mahrum olabilmektedir. İslâmî bir yaklaşımla yoksullar, nisaba malik olmamakla beraber az bir şeye sahip olduğu hâlde yine de asgari hayat standardının altında kalan, maddî yetersizlik durumlarına göre az veya çok yardıma muhtaç olan kişilerdir.3 Bu bilgilerden yola çıkarak, yoksulları bugünümüzün sosyo-ekonomik şartları doğrultusunda değerlendirmek mümkündür. İşgücü sahibi olup emek piyasasında çalışmak istedikleri hâlde sırf iş bulamadıkları için, gelirden 44 MART 2016 mahrum kalan işsizler, mutlak yoksulluğa itilebilmektedir. Emek piyasasında çalıştığı hâlde, yeterince ücret alamadığından dolayı geçinemeyen işçiler ve aile fertleri de nisbî yoksullardan sayılmaktadır. Yaşlılık veya engellilik gibi bazı fizikî-fizyolojik sebeplerden dolayı işgücü niteliği taşıyamayan ve dolayısıyla emek piyasasında çalışamayan insanlar da yoksul olabilmektedir. Kısacası işgücü niteliği taşısın veya taşımasın işsiz veya gayri ihtiyari olarak gelirsiz durumda olan bu yoksul kesime geçinecek kadar gelir transferinde bulunmak, duruma göre Müslüman topluluklar veya sosyal devletler için önemli bir görevdir. İşgücü niteliği taşıyan işsiz yoksullara iş imkânı sağlamak suretiyle onların geçimlerini temin etmelerini sağlamanın, onlara zekât ve sadaka gibi sürekli olarak sosyal transferde bulunmaktan daha faydalı bir yöntem olacağı da dikkatlerden kaçmamalıdır. Ancak kişinin tam, bazen de kısmî olarak çalışma gücünün olmaması durumunda sosyal yardımların mutlak surette devreye sokulması, dayanışma topluluğu tesis etmek adına da kaçınılmazdır. Manevî Bir Risk Olan Yoksullukla Mücadele Etmek Dinin Bir Gereğidir Hangi sebepten dolayı olursa olsun maddî yoksulluk, İslâm’a göre hem sosyo-ekonomik, hem de manevî bir risktir. Böyle bir yoksulluk, insanı sefalete ve açlığa sevk edebileceği gibi hem Allah’a karşı kulluk görevini unutturabilmekte, hem de toplumsal ahlâk açısından sosyal sapkınlıklara da itebilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak, maddî yoksulluğun kişiyi küfre ve manevî sapkınlığa götürebileceğini ve fitnelere (toplumsal çalkantılara) sebebiyet verebileceğini bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) dillendirmiştir. Nitekim bir seferinde Hz. Peygamber (s.a.v.), “Allah’ım, yoksulluktan ve küfürden Sana sığınırım.” diye dua edince, bir adam; “İkisini birbirine denk mi kabul ediyorsun?” mealinde bir soru yöneltmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Evet.” cevabını vermiştir.4 somuncubaba 45 Dualarında ise Hz. Peygamber (s.a.v.), muhtemelen maddî ve manevî olumsuz yönlerini ve sonuçlarını düşünerek, yoksulluktan Allah’a sığınmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şu duaları ve tavsiyeleri, bu çerçevede değerlendirebilir: “Yoksulluk fitnesinin şerrinden Allah’a sığınırım.”5, “Yoksulluktan, kıtlıktan, zilletten ve zulüm (kötülük) etmekten, zulme (kötülüğe) uğramaktan Allah’a sığının.”6, “Allah’ım, bize verdiklerini artır, eksiltme. Bize ikramda bulun, bizi zelil kılma. Bize ver, bizi mahrum etme.”7 Bunun ötesinde Hz. Peygamber (s.a.v.), maddî yoksulluğun açacağı manevî tehlikeleri bildiği için, yardım istemek maksadıyla kendisine gelen yoksulların ihtiyaçlarını bazen de beytü’l-mal (zekât fonu) kaynaklarından gidermiştir. Beytü’l-malda yeterince kaynak olmadığı dönemlerde ise ya kendi imkânlarıyla, ya da zengin sahabilerin desteği ile yoksullara infakta bulunmuştur. Görüldüğü üzere asr-ı saadette yaşamış olan yoksullar, maddî sıkıntılarını gizlemeden taleplerini doğruca Hz. Peygamber (s.a.v.)’e iletebilmişler, Hz. Peygamber (s.a.v.) de yoksul kişilerin psiko-sosyal veya fizikî durumlarına göre maddî ve manevî destekte bulunmuştur. Yoksul İşsizlere İş İmkânı Sağlamak Sünnetin Bir Gereğidir Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de, işgücü niteliği taşıdığı hâlde kendisinden bir şeyler isteyen yoksul bir Ensarî’ye girişimci veya iş sahibi olması yönünde bazı yöntemler göstermiştir. Hz. Enes’ten rivayet edilen olay şu şekilde gelişmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.): “Evinde hiçbir şey yok mu?” Yoksul: “Evet, dedi. Bir çulumuz var. Bir kısmıyla örtünüp, bir kısmını da yaygı olarak yere seriyoruz! Bir de su içtiğimiz kabımız var.” Hz. Peygamber (s.a.v.), “Onları bana getir!” diye emrettiler. Yoksul, gidip getirdikten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.): “Şunları satın alacak yok mu?” buyurdular. Bir adam: “Ben bir dirheme satın alıyorum” dedi. Rasûlullah (s.a.v.): “Bir dirhemden fazla veren yok mu?” dedi ve iki üç sefer tekrarladı. Orada bulunan bir adam: “Ben onlara iki 46 MART 2016 dirhem veriyorum” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.), eşyaları ona sattı. İki dirhemi alıp Ensarî’ye verdi ve: “Bunun biriyle ailen için yiyecek al, ailene ver. Diğeriyle de bir balta al bana getir!” buyurdular. Yoksul gidip bir balta alıp getirdi. Rasûlullah (s.a.v.), ona eliyle bir saplık geçirdi. Sonra: “Git, odun eyle, sat ve on beş gün bana gözükme!” buyurdu. Adam aynen böyle yaptı, sonra yanına geldi. Bu esnada on dirhem kazanmış, bunun bir kısmıyla giyecek, bir kısmıyla da yiyecek satın almıştı. Rasûlullah (s.a.v.): “Bak, bu senin için, kıyamet günü alnında dilenme lekesiyle gelmenden daha hayırlıdır!” buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti: “Dilenmek, sersefil, fakra düşmüş veya rüsva edici borca batmış veya elem verici kana bulaşmış insanlar dışında, kimseye caiz değildir.”8 Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, asr-ı saadette muhtaç durumda olan yoksulların himaye altına alınmasına çok önem verilmiştir. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet, yoksullukla mücadele edilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Yoksullara, durumlarına göre ya maddî desteğin, ya da kendilerine iş imkânının sağlanması sosyal barış açısından önemlidir. Böylelikle muhtaç durumda olan yoksullara sağlanan sosyal desteklerle yoksulluğun kişi ve toplum üzerindeki olumsuz etkileri de azaltılmış olmaktadır. Buradan hareketle yoksullara yönelik sosyal korumanın sadece belirli bir dönem için değil insanın var olduğu her dönemde, her yerde ve her zaman önem taşıdığı görülmektedir. Gönül Kaldırma başını, yükseğe gönül Neylesen göklere, çıkamazsın ki Kıvırsan da burun, üstten baksan da Dostun ırmağında, akamazsın ki Mağrur bakışlarla, süzme etrafı Doldurma kibirle, gönülde rafı Kalma ikilikte, düşün ârafı Kalırsan gönlünü, yakamazsın ki Gönlünü engin tut, çağlasın yürek Güller kokusuyla, çek aşka kürek İnsana dünyada, insanlık gerek Olmazsan yarına, bakamazsın ki Kulun arzuhâli, yalandır yalan Gönlünü kul için, eyleme talan Yaşarken olmazsan, gönüller alan Doğruluk tacını, takamazsın ki Geldin gidiyorsun, boştur bu dünya Belki kör nefsine, hoştur bu dünya Meylin dünyalıksa, loştur bu dünya Şimşek olup gökte, çakamazsın ki Hasadın yok ise, sevgiden yana Aşkı koymadıysan, yüreğe, cana Muhtaçsan huzurdan, bir lahza âna Huzur fidanını, dikemezsin ki Kendine şahit ol, kendini topla Vaktinde kendine, sen hançer sapla Bugünü yarını, iyi hesapla Hesapsız çiviyi, sökemezsin ki Meylini verdiysen, şöhrete, şana Aldandıysan sözde, özsüz nişana Tapıyorsan mala, hep yana yana Günahı gönlünden, dökemezsin ki Hakk’a kul değilsen, kullara kulsan Yaşarken cihanda, muratlar bulsan Beşerî en yüce, makamda olsan Kendi bileğini, bükemezsin ki Celalettin KURT Dipnot *Prof. Dr. Ali SEYYAR 1. 9/Tevbe, 60. 2. Seyyar, Ali; Sosyal Siyaset Terimleri (Ansiklopedik Sözlük); Beta Yay.; İstanbul; 2002; s. 171. 3. Muhammed Ali Es-Sâbûnî; Safvetü’t-Tefâsîr; C. 2; Ensar Neşriyat; 2012; s. 474. 4. Ebu Davud; Sünen-i Ebu Davud, İstanbul: Şamil Yayınları; 2009; s. 101. 5. Ahmet b. Hanbel, Müsned; III, Çağrı Yayınları; İstanbul; 1982; s. 207. 6. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II; s. 540. 7. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I; s. 34. 8. Ebu Davud, Zekât, 26. somuncubaba 47 TARİH / İsmail ÇOLAK OSMANLI ASTRONOMİSİNİN ZİRVESİ: TAKİYÜDDİN “Takiyüddin Efendi, Sultan III. Murad’ın takdirini kazanarak önce 1571’de Müneccimbaşı Mustafa Çelebi’nin vefatıyla boşalan Müneccimbaşılık görevine tayin edildi. Hoca Saadeddin Efendi ve Sokullu Mehmed Paşa’nın destekleriyle Osmanlı’nın ilk rasathanesi olan “İstanbul Rasathanesi”ni, Galata-Saray’ı civarında Cihangir ve Tophane sırtlarında kurdu.” O smanlı’nın, ilk astronomi âlimi Kadızâde Rûmî; ilk gerçek astronomi âlimi Ali Kuşçu kabul edilirken, astronomi ilminin zirvesi/güneşi olarak da Takîyüddîn Râsıt (1521-1587) kabul edilir. Eğitimini Mısır, Şam ve İstanbul’da tamamladıktan sonra Mısır’daki bazı medreselerde müderrislik yaptı. Yavuz Sultan Selim zamanında İstanbul’a döndü ve ilim tarihine geçen keşif ve eserlerini burada gerçekleştirdi. İlk Osmanlı Rasathanesi Takiyüddin Efendi, Sultan III. Murad’ın takdirini kazanarak önce 1571’de Müneccimbaşı Mustafa Çelebi’nin vefatıyla boşalan Müneccimbaşılık görevine tayin edildi. Hoca Saadeddin Efendi ve Sokullu Mehmed Paşa’nın destekleriyle Osmanlı’nın ilk rasathanesi olan “İstanbul Rasathanesi”ni, Galata-Saray’ı civarında Cihangir ve Tophane sırtlarında kurdu. 6 Haziran 1575 tarihli belgeden anlaşıldığına göre gözlemevi aslında 1575’te kurulmuş; fakat âletlerin ve bölümlerin tamamlanması 1577’yi bulmuştur. Meraga ve Semerkant Rasathanelerinden sonra İslâm âleminin 3. büyük rasathanesi olarak görülmüştür. Rasathane kurulmadan önce rasat hesaplamaları eski ziclere göre düzenleniyordu ve her zaman doğru sonuçlar vermiyordu. Yeni gözlem ve hesaplamalar yapılabilmesi için ilmî bir müesseseye ihtiyaç vardı. Sultan III. Murad bunu gördü ve Takiyüddin’e, rasathanenin yapımında kullanmak üzere 10 bin akçe, açıldıktan sonra ihtiyaçları için 46 bin akçe ve kendisine de 3 bin akçe maaş tahsis etti. Ayrıca Padişah, Şehnâme’sinde belirttiğine göre Takiyüddin’e yardım etmek amacıyla 15 ilim ehli personel ile hizmetlerini görmek için 5 kişi görevlendirdi. III. Murad, Takiyüddin’e verdiği beratta, rasathanenin kuruluş amacını, öyküsünü ve sunulan maddî imkânları şöyle açıklamıştır: “Namaz, oruç, hac gibi farizaların edası için vakit ve saatlerin bilinmesi önemli işlerden sayılmak gerektiği halde, geçmiş zamanlarda yetişmiş 48 MART 2016 bazı büyük âlimler tarafından hazırlanmış ziclere göre tanzim olunan takvimlerle iktifa olunarak, aslında güç bir iş olan, yeni rasat yoluna gidilmedi. Ecdad-ı izamımdan (büyük atalarımın) hiçbirisine nasip olmayan bu önemli iş, saltanatım zamanında başarılmış oldu... Heyet (astronomi) ve nücum (yıldız) bilginlerinin en ulusu, hikmet ve takvim erbabının baş tacı, Güneş ve Ay menzillerinin ve 12 burcun bilgisine vakıf, rasat ilminin en önemli mümessili (temsilcisi) Takiyüddin... Rumeli’nde 10 bin akçe zeamete ilaveten Konya Sancağı Ereğli nahiyesinde 46 bin akçe zeametin rasat hizmetine tahsis olunduğu beyan olunur.” Kullandığı ve İcat Ettiği Âletler Rasathane, sabit ve taşınabilir durumdaki birçok gözlem aracıyla donatıldı. Bunların bir kısmı eski âletlerin geliştirilmiş şekli olduğu gibi bir kısmı da bizzat Takiyüddin tarafından ilk defa icat edilmiştir. “Âlât-ı Rasadiye Li Zic-i Şehinşahiye” isimli, yazarı meçhul kitapta tanıtılan, rasathanedeki âletlerin isimleri şöyledir: Zâtü’l-Halak (Halkalı Araç), Libne (Duvar Kadranı), Zâtü’s-Semt ve’l İrtifâ (Azimut Yarım Halkası), Zâtü’s-Şu’beteyn (Cetvelli Araç), Rub-ı Mıstar (Tahta Kadran), İtidal Halkası, Zât’ül-Sakbeteyn (İki Delikli Araç), Zâtü’l-Ceyb (İki Delikli Cetvel), Zâtü’l-Evtâr (Kirişli Araç), Müşebbehetü bi’lMonâtık (Sextant), Bengam-ı Rasad (Mekanik Saat), Sindî CetVelî. Türkiye’de astronomiyle ilgili en fazla ilmî çalışma yapanlardan biri olan Prof. Sevim Tekeli, İstanbul Rasathanesi’ndeki araçların, Danimarkalı astronom Tycho Brahe’nin (1546-1601) rasathanesindekilerle boy ölçüşebilecek seviyede olduğuna dikkat çekmiştir. Adnan Adıvar’ın konuyla alakalı serdettiği ilmî tespitler, Takiyüddin’in rasathanesinin daha ileride olduğuna işaret etmektedir: “Yunan çağından beri her rasathanede inşa edilen araçlar bir yana bırakılarak, özellikle Duvar Kadranı, Azimut Yarım Halkası, Sextant ve Mekanik Saat ele alınarak Takiyüddin rasathanesinin önemi belirtilebilir ve Tycho Brahe’nin rasathanesiyle kıyaslanabilecek nitelikte olduğu ortaya konabilir.” somuncubaba 49 Takiyüddin’in kullandığı Libne (Duvar Kadranı) ve Zâtü’s-Semt ve’l İrtifâ (Azimut Yarım Halkası), Tycho Brahe’nin rasathanesi kuruluncaya kadar Avrupa’da bilinmiyordu. Müşebbehetü bi’l-Monâtık (Sextant) ve Zâtü’l-Evtâr âletlerini İslâm âleminde ilk defa Takiyüddin kullandı. Kendi icat ettiği “Bengam-ı Rasad” adlı mekanik saatle gözlem yapmayı, Doğu’da ve Batı’da yine ilk o başlattı. Böylece Takiyüddin, astronomi ilminde çok önemli bir aşama kaydetmiştir. Brahe mi Takiyüddin mi? Âlet yapma ve kullanma önceliği ve üstünlüğünün Takiyüddin’de olduğu ilim adamlarının ekseriyeti tarafından tasdik edilmiştir. Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun tahlilleri bu noktada oldukça isabetlidir: “Takiyüddin Brahe ile karşılaştırıldığında daha net ve dakik rasatlar yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca rasathanesinde bulunan bazı âletler, Brahe’nin âletlerinden daha üstündür. Ancak Takiyüddin rasatlarını tamamlayamazken, Brahe uzun süre rasat yapmış ve 777 yıldızın yerini tespit etmiştir.” Konuyla ilgili bilim tarihi otoritelerinden Prof. Fuat Sezgin’in görüş ve tespitleri şöyledir: “Takiyüddîn’in rasathanesinde kullanılan âletler, Merağa Rasathanesi’nde kullanılan âletler örnek alınarak yapılmıştı. Brahe tarafından kurulan rasathanenin âletleri de Merağa Rasathanesi’nden alınmıştı… Takiyüddin’in kullandığı âletlerle Brahe’nin kullandığı âletler arasında büyük benzerlik vardır. Avrupalılar maalesef Brahe’nin 10 âleti birden icat ettiğini savunma garabetine girmektedirler. Hâlbuki bir insan 10 âleti birden bire icat edemez ki! Brahe bunların üçünü Takiyyüddîn’den, yedisini Merağa Rasathanesi’nden öğrenip tatbik etmiştir.” Prof. Muammer Dizer’in tespitleri ise şu şekildedir: “Brahe ve Takiyüddin’in âletleri arasında şayanı hayret derecede bir benzerlikle karşılaşıyoruz. Tycho çok sayıda gözlem aracı yapmış ise de, birçoğunu (Batlamyus’un) Almageste’de söz edilen âletlerle aynı grupta toplamak mümkündür. Böylece geriye 1-2 özgün gözlem aracı kalmaktadır. Takiyüddin ise, her gruptan birer âlet yapmıştır. Libne’si, Tycho’nun Duvar 50 MART 2016 Kadranı’na; Zâtü’s-Semt ve’l İrtifâ’sı da, Büyük Azamet Halkası’na tekabül eder.” Zaten Brahe, Takiyüddin’in eserlerini okuduğunu, ondan ilham aldığını ve başarılarının büyük kısmını ona borçlu olduğunu 1598’de yazdığı “Astronomiae Instauratae Mechanicae” (Gözden Geçirilmiş Mekanik Astronomi) isimli eserinde dile getirmiştir. Rasathanenin Talihsizliği Osmanlı astronomisinin “güneşi” olarak nitelendirilen bu rasathane ne yazık ki, 1580 yılında tam olarak bilinemeyen sebeplerden ötürü talihsiz bir şekilde kapatılmıştır. Ayvansaraylı Hafız Hüseyin’in yazdığı “Hadikat’ül Cevami” adlı kitapta geçen bilgiyi esas alırsak, kısmen yıkılmış ve metruk bir biçimde kalmıştır. 11 Eylül 1577’de görülen kuyruklu yıldızı rasat edip, Padişah III. Murad ve Şeyhülislam Aziz Efendi’ye sunduğu rapor üzerine, rasathanenin ve burada yapılan çalışmaların, o sırada baş gösteren veba salgını gibi uğursuzluk getirdiğine inanılmasının yıkımda rol oynadığı iddia edilse de, Salih Zeki, Muammer Dizer gibi konunun uzmanı bilim adamlarınca ispat edilemeyen bir görüş şeklinde nitelendirilmiştir. Yıldızın görüldüğü yıl ile rasathanenin kapatıldığı yıl arasındaki zaman farkı bunun en büyük delillerindendir. Şeyhülislam Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin fetvasının, yıkıma cevaz verdiği ileri sürülse de, fetvanın aslı bulunamadığından ihtiyatla yaklaşılmaktadır. Hesaplar ve Eserlerinin İlmî Değeri *Meraga ve Semerkant astronomi ekollerini şahsında birleştirmiş; yeni geliştirdiği teknikler ve âletler vasıtasıyla gözlemlerinde yeni uygulamalar ve astronomi problemlerinde orijinal çözümler getirmiştir. *Rasathanede ilk olarak Uluğ Bey Zic’indeki yanlışları düzeltmeye gayret etmiştir. Güneş ve Ay tutulmaları ile çeşitli gözlemler yapmıştır. Güneş ile ilgili cetvellerini tamamlayabilmişse de Ay ile ilgili cetvelleri tamamlayamamıştır. *Tycho Brahe ve Kopernik gibi Güneş parametrelerinin (değişkenlerinin) hesabında “üç gözlem noktası” yöntemini kullanarak doğru neticelere erişmiştir. Her üç astronomun, Güneş’in eksantrisitesi (dış merkezliği) ve apojesinin (genişleme) hareketiyle ilgili ölçümleri şöyledir: Eksantrisite: Takiyüddin, 2° 0’; Tycho Brahe, 2° 9’ 2’’; Kopernik, 1° 56’. Apoje: Takiyüddin, 63”; Tycho Brahe, 45”; Kopernik, 24”. Güneş parametrelerinin 16. yüzyılda en doğru hesabı, Takiyüddin tarafından tespit edilmiştir. *Meyl-i külliyi (gökcisminin yörüngesinden tam sapması) 33° 26’ 48” olarak bulmuştur. Bu hesap, günümüzdeki değerden sadece 36 saniye küçüktür. Tycho Brahe ise bunu iki misli hatayla, 1’ 46” olarak bulmuştur. Takiyüddin, Güneş’in sapmasını 2.5 saniye farkla 1° 55’ 9.3” olarak hesaplarken, Brahe ise 3-4 kat hatayla hesap etmiştir. *Gök cisimlerinin meridyen geçişlerini saatle tespit etmesi, rektesansiyon (ekvatoryal koordinat sisteminin iki açısından biri) tayinleri ve çok duyarlı âletlerle gözlem yapması Takiyüddin’i, gerçek astronomlar arasına sokmaya yetecek ilmî delillerdendir. *Meridyenler arası zamanı ilk defa ölçen; Güneş, Ay ve yıldızların doğuş yerlerini; yıldızların enlem, boylam, doğuş ve eğim metotlarını ilk defa ortaya koyan ve kullanan Takiyüddin’dir. Sidret’ül Münteha’da açıkladığı üzere “Bengam-ı Rasad” saatini kullanarak yıldızların ekvatoryal koordinatlarını bulmuştur. *Müşebbehetü bi’l-Monâtık (Sextant) âletini kullanarak iki yıldız arasındaki açı uzaklığını ölçmesi, uygulamalı astronomi alanında atılmış en önemli adımlardandır. Bu âletle, Koç Takımyıldızı içindeki iki yıldızın açı uzaklığı ölçülmüştür. Teleskop Kullandı mı? Bilindiği üzere teleskop, uzaktaki nesneleri yakınlaştıran optik bir âlettir. Takiyüddin, “Kitâbu Nûr-i Hadakati’l-Ebsâr ve Nûr-i Hadîkati’l-Enzâr” (Göz ve Bakış Bahçelerinin Işığı Üzerine Kitap) adlı eserinde bundan şu şekilde bahsetmiştir: “Ben uzakta bulunmaları nedeniyle görülemez eşyayı en ince ayrıntılarıyla gösterebilen ve ortalama uzaklıkta bulunan gemilerin yelkenlerini bir ucundan tek bir gözle baktığımızda görebileceğimiz ve Yunanlı bilginlerin yapıp, İskenderiye Kulesi’ne yerleştirmiş olduklarına benzer bir billur (mercek) yaptım.” Prof. Hüseyin Topdemir ve Prof. Yavuz Unat’ın bilimsel çalışmaları buna ışık tutmaktadır. Teleskopun bulunduğu en erken tarih, 1600’lü yıllardır. Astronomik amaçlı kullanımı 1609’da Galilei (1564-1642) tarafından gerçekleştirilmiştir. Takiyüddin ise söz konusu kitabını 1574 başlarında yazmıştır. Ancak Takiyüddin’in belirttiği yerde böyle bir âletin olduğuna dair kayıt bulunamamıştır. Takiyüddin’in kullandığı âletin teleskop olmayıp, bir gözlem borusu (sighting tube) olma ihtimali daha yüksektir. Kaynakça: Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi, Ankara, 1969; Sevim Tekeli, “Nasîrüddin, Takiyüddin ve Tycho Brahe’nin Rasar Âletlerinin Mukayesesi”, A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Sayı: 3-4/1958; Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1982; İrfan Yılmaz, Yitik Hazinenin Kâşifi Fuat Sezgin, İstanbul, 2014; Muammer Dizer, Takiyüddin, Ankara 1990; Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, c.1, İstanbul, 1997; Yavuz Unat, “Takiyyüddîn ve İstanbul Gözlemevi”, Türkler, c.11, Ankara, 2002; Hüseyin Topdemir, Takîyüddîn’in Optik Kitabı, Ankara, 1999. somuncubaba 51 HADİS / Bünyamin ERUL* “(Bazen) aileme döndüğümde yatağımın üzerinde -veya evinde- düşmüş bir hurma bulur, yemek için onu yerden alırım. Fakat sonradan onun sadaka olmasından korkarak elimden bırakırım.”1 Hadis, Peygamberimiz (s.a.v.)’in, şüpheli şeylerden nasıl sakındığını ve bu tür konularda nasıl vera ve takva ile hareket ettiğini anlatmaktadır. Kendi evinde bulduğu bir hurmayı, sırf zekât mallarından olma ihtimali ile yemediğini belirtmek suretiyle, bir taraftan kendi hassasiyetini ifade ederken, diğer taraftan da Müslümanlara aynı anda iki farklı ders vermektedir. Bunlardan birisi, vera ve takva cihetiyle hareket etmek isteyenlerin, benzer durumlarda şüpheli şeylerden sakınmalarına örneklik etmesidir. Helal-haram konusunda eğer şüphe söz konusu ise, isteyenler takvayı seçerek bu şüpheli şeylerden uzak kalmalıdırlar. İkincisi ise, yerde bulunan bir hurma tanesi de olsa alınıp yenilmesi, israf edilmemesidir. Zira hadisten açıkça anlaşılmaktadır ki, şayet o hurmada zekât mallarından olma şüphesi olmasaydı, Hz. Peygamber (s.a.v.) onu yiyecekti. ŞÜPHELİ ŞEYLERDEN SAKINMAK! “Hz. Peygamber (s.a.v.) bulunduğu konum itibarıyla hem kendisini hem de yakınlarını zekâttan uzak tutmuş, ganimetlerden kendine ayrılan pay ile yetinmişlerdir. O, bu kararıyla hem risalet ve riyaset makamına hem de şahsına ve yakınlarına karşı ortaya çıkabilecek çeşitli şaibe, spekülasyon, itham ve iftiraların önünü almak istemiştir.” 52 MART 2016 Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendi evinde bulduğu bir hurmayı yemekten bu kadar çekinmesinin sebebi, bazen evinde ya da mescitte dağıttığı zekât mallarından olması veya köle, cariye vb. hizmetçilerine verilmiş bir zekât ya da sadaka olması ihtimalidir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.), cariyelerinden Cuveyriye ve Berîre veya başkalarına zekât olarak verilmiş bulunan bazı yiyeceklerin, zekât olarak yerlerine ulaştığını, bunun onlar için zekât, kendisi içinse hediye olduğunu belirterek onların ikram ettiği yiyecekleri yemekte bir mahzur görmemiştir.2 “Biz Zekât Yemeyiz” Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ganimetlerin beşte biri tahsis edilmiş3 ve hem kendisi hem de ailesi bu pay ile yetinmiştir. Hadis kaynaklarımızda yer alan çeşitli rivayetlere göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisi zekât ve sadaka yemediği gibi, akrabalarının da yemesine müsaade etmemiştir. Bu konuda gelen rivayetlerden bazısında “Biz zekât yemeyiz.” denilirken4 bazısında “Muhammed’in akrabasına yaraşmaz.”5 bazılarında ise daha açık bir ifade ile “helal olmaz” denilmekte6, hatta bazı muahhar kaynaklarda ise “haramdır” ifadesi kullanılmaktadır.7 Hz. Peygamber (s.a.v.), hem rasûl olarak, hem de devletin başkanı/ toplumun lideri olarak şahsının ve yakınlarının zekât yemeyeceğini bir prensip kararı olarak ileri sürülmüş, sahip oldukları konum itibarıyla zekât almanın kendilerine yakışmayacağını ifade etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.), hem kendisini hem de yakınlarını zekâttan uzak tutmuş, ganimetlerden kendine ayrılan pay ile yetinmişlerdir. O, bu kararıyla hem risalet ve riyaset makamına hem de şahsına ve yakınlarına karşı ortaya çıkabilecek çeşitli şaibe, spekülasyon, itham ve iftiraların önünü almak istemiştir. Dolaysıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu kararı helal ve haram şeklinde şer’i bir hüküm olmaktan ziyade siyasî ve ahlakî ideal bir karar, güzel bir örnektir. Nitekim aynı anlayıştan hareket eden Hz. Ömer’in bilmeden içmiş olduğu sütün, zekât develerinden sağılmış olduğunu duyar duymaz kusması8 bir devlet başkanı olarak onun da aynı prensiple hareket ettiğini ve bu husustaki hassasiyetini gösterir. Hadisten, hurma, meyve vb. fazla kıymeti olmayan buluntu şeylerin ilan edilmesine gerek duyulmayacağı, bozulmaya terk edilmektense tüketilmesinin daha uygun olacağı sonucu çıkartılmaktadır. Şayet buluntu, ilan edilmeyi, emanet olarak muhafaza etmeyi gerekli kılacak kadar değerli bir şey değilse ve iade edilmediği takdirde mal sahibinin fazla bir kaybı olmayacağı veya bunu önemsemeyeceği tahmin ediliyorsa, mal sahibinin hakkı mahfuz olmakla beraber uzun süre beklemeye gerek kalmadan kullanılabileceği belirtilmiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz değnek, kamçı, ip gibi çok değerli olmayan şeylerin kullanılmasına izin vermiştir.9 Dipnot *Prof. Dr. Bünyamin ERUL 1. Hemmâm, Sahîfe, no: 94; Abdurrazzâk, IV: 52; Buhârî, Lukata, 6; Buyu, 4; Müslim, Zekât, 163; Ahmed b. Hanbel, Musned, II. 317. 2. Müslim, Zekât, 169-174. 3. 8/Enfâl, 1, 41; 59/Haşr, 7. 4. Buhârî, Zekât, 60, 57; Müslim, Zekât, 161. 5. Müslim, Zekât, 167; Ahmed b. Hanbel, Musned, IV. 166. 6. Müslim, Zekât, 168; EbûDâvûd, İmâre, 20; Nesâî, Zekât, 95. 7. Taberânî, el-Mucemul-Kebîr, XI. 300. 8. Mâlik, Zekât, 31. 9. Ebu Davud, Lukata, 1. somuncubaba 53 EDEBİYAT / Vedat Ali TOK T ürklerin İslâmiyet ile müşerref olmalarından sonra peş peşe yazılan birkaç eserden biri de Atabetü’l-Hakayık’tır. Günümüz Türkçesiyle bu eserin adı “Hakikatler Eşiği” anlamına geliyor. Eser, Türkistan’ın Yüknek şehrine nispetle anılan Ahmed Yüknekî tarafından yazılmıştır. Kaynaklarda doğuştan âmâ olduğu belirtilen Edib Ahmed Yüknekî’nin kalp gözünün açık olduğunu Ali Şir Nevâî, şöyle dile getiriyor: “Edib Ahmed Türk ilindenmiş. Derler ki, gözü körmüş ve asla görmezmiş. Basîrmiş, başka basirler gibi değilmiş. Ama gayet akıllı, zekî, zahit ve müttekî kişiymiş. Hak Subhanallahu ve Teâlâ gerçi zahir gözünü kapalı yaratmıştır ama gönül gözünü gayet parlak kılmıştır.” AHMED YÜKNEKÎ VE HAKİKATLERİN EŞİĞİ “Ahmed Yüknekî eserini Hakaniye Türkçesiyle yazmıştır. Bilginin faydası, cehaletin zararları, cömertlik, cimrilik, iyi ve kötü huylar gibi birbirine zıt kavramlarla okuyanları bilgilendirmek istemiştir.” Ahmed Yüknekî, etrafında sevilen ve itibar gören bir kişiliğe sahipmiş. Halka vaaz ü nasihatlerde bulunurmuş. Sözü dinlenir bir bilge imiş. Zaten eseri okunduğu zaman da onun bilgece söylenmiş veciz değerinde mısralarına, beyitlerine rastlanır. Yazar, eserini Hakaniye Türkçesiyle yazmıştır. Bilginin faydası, cehaletin zararları, cömertlik, cimrilik, iyi ve kötü huylar gibi birbirine zıt kavramlarla okuyanları bilgilendirmek istemiştir. Eserde Arapça ve Farsça kelimelere rastlanır. On dört bölümden oluşan Atabetü’lHakayık’takırk beyit, yüz bir dörtlük bulunmaktadır, eserin tamamı 484 mısradır. Daha sonra yazılacak olan eserlerde artık klasik bir forum oluşturacak olan bir sıralamanın ilk örnekleri de yine Atabetü’l-Hakayık’ta görülür. Yani esere önce Allah’a övgü ve yalvarma ile başlanır. Peygamber Efendimiz’e, dört 54 MART 2016 halifeye ve eseri takdim ettiği Emir Muhammed Dâd Sipehsalar’a övgü eserin devamında yer alan bölümlerdir. Kitabın yazılış sebebi (sebeb-i telif) belirtildikten sonra bilginin yararı, bilgisizliğin zararı, dilini tutmanın erdemi, dünyanın dönekliği, cömertliğin övülmesi, cimriliğin yerilmesi, kibir, harislik gibi konuların işlendiği bölümler yer alır. Atabetü’l-Hakâyık’ın baş kısmındaki övgü ve sebeb-i telif kısımları kaside şeklinde yazılmıştır. Aruz ölçüsünün yeni kullanılmaya başlanması sebebiyle eserde vezin hatalarına sık rastlanmaktadır. Aşağıya eserin dil özelliğini de yansıtmak amacıyla orijinal söyleyişi ve bugünün Türkçesiyle birkaç örnek alalım: Allah’a hamd İlâhî öküş hamd ayur men sanga Sening rahmetingdin umar men onga (İlâhî, Sana pek çok hamd ederim, Senin rahmetinden hayır umarım.) Senamu ayugay seza bu tilim Unarça ayaym yan bir manga (Seni bu dilim övebilir mi? Bana yardım et ki seni öveyim.) Sening barlıkmg katanukluk birür Cemad canvar uçgan yügürgen nenge (Senin varlığına tanıklık verir;canlı, cansız, uçan, koşuşan her şey...) somuncubaba 55 Çanakkale’de O Gün Bindokuzyüzonbeş, Çanakkale’de Bulut ağlar, toprak ağlar, yol ağlar. Bir metre kareye “altı bin mermi” Vatan ağlar, millet ağlar, kul ağlar. Beklenmedik anda başladı savaş Birinde top tüfek, birinde telaş “Ya! Allah” deyince “iki yüz on beş” Namlu ağlar, mermi ağlar, mil ağlar. Aman Allah aman bu nasıl sefer Ner’deyse cephede kalmadı nefer Yırtık bir elbise yamuk bir miğfer Gurbet ağlar, sıla ağlar, yıl ağlar. Sening birlikingke delil arkagan Bulur bir neng içre deliller minge (Senin birliğine delil arayan, bir şey içinde binlerce deli bulur.) Peygamberimizin Vasıfları (Günümüz Türkçesiyle) O, yaratılanların en seçkini ve insanların en kutlusudur. Bil ki, yaratılanlar arasında onun eşi ve dengi yoktur. Rasûller beyaz bir yüzdür; o ise, bu yüzün gözüdür. Yahut onlar al bir yanaktır; o ise, bu yanağın benidir. Bilginin Faydası ve Bilgisizliğin Zararı Hakkında Ey dost, bilgiden sözüme temel atarım. Bilgiliye yaklaşmaya çalış; saadet yolu bilgi ile bulunur, bilgi edin ve saadet yolunu bul. Kemik için ilik ne ise, insan için bilgi odur. İnsanın ziyneti akıldır, kemiğinki ise, iliktir; bilgisiz kimse, iliksiz kemik gibi, boştur; iliksiz kemiğe kimse el uzatmaz. İnsan bilgisi ile tanınır; bilgisiz, hayatta iken, kaybolmuş sayılır; bilgili adam ölür, (fakat) adı kalır, bilgisiz, sağ iken, adı ölüdür. Bilginin ağırlığını tartan kimseye göre bir bilgili bin bilgisize denktir; şimdi, anlayarak ve sınayarak, etrafa bakıver, bilgi kadar faydalı Allah nidâları düşmez dilinden Dünyada cennetin koklar gülünden “Ölse de tüfeğin vermez elinden” Feryat ağlar, figan ağlar, tel ağlar. Cûşa gelmiş, silah tepmiş haber yok Yağmur gibi, yağan topmuş haber yok “Tetik çeken, parmak kopmuş” haber yok Ağıt ağlar, gökler ağlar, yel ağlar. Kim durur ki, Mehmetçiğin önünde Haçlı sürüleri kaçtı sonunda Anafartalar’da, Arıburnun’da Zırhlı ağlar, gemi ağlar, sal ağlar... Boğduk hâinleri gemiyle suda Küfrün askerine ders oldu bu da Yer yerinden oynar, Gelibolu’da Bülbül ağlar, Gülşen ağlar, gül ağlar. Seyit Onbaşı’yı bilmem yer, yer mi? Melekler kabirde, “Rabb’in kim” der mi? “Havada çarpışır” atılan mermi Tüfek ağlar, kılıç ağlar, kol ağlar. başka ne var? Âlim bilgi ile yükseldi, bilgisizlik insanı aşağı Hanifi KARA düşürdü; bilgiyi ara, usanma; bil ki o Hak Rasûl: “Bilgiyi, Çin’de bile olsa, arayınız.” dedi. … Atabetü’l-Hakâyık, zamanındaki insanlara aklın ve ilmin faydaları, cahilliğin zararları başta Bilgili insan-kıymetli dinardır, cahil ve bilgisiz adam değersiz bir akçedir. olmak üzere birçok konuda nasihatte bulunan Bilgili ile bilgisiz eşit olur mu? Bilgili dişi, erkek; cahil erkek, dişidir. sihat kitabıdır. Eser, güncelliğini bugün de mu- 56 MART 2016 Mehmetçik cephede dâima önde Dünya dilin yuttu, bil ki “o gün”de Vurulan düşüyor Conkbayırı’nda Şehit ağlar, gâzi ağlar, dil ağlar Kumkale, Kanlısırt denilen yerde Arada kalmadı ölümle perde Cana can, dişe diş, Seddülbahir’de Anam ağlar, bacım ağlar, el ağlar. veciz değerdeki mısralardan müteşekkil bir nahafaza etmektedir. somuncubaba 57 FIKIH / Abdullah KAHRAMAN* SOSYAL MEDYA AHLÂKI “Müslümanlar en yüce ahlâk sahibi ve ahlâk abidesi bir peygamberin ümmeti oldukları için her konuda edeb ve ahlâk sahibi olmak zorundadırlar. Edepsiz ve ahlâksız bir Müslüman düşünülemez.” A 58 MART 2016 hlâk denilince akla edeb gelir. Edeb, “bütün hatâlardan kaçınmayı sağlayacak bilgiyi elde etmek”tir. Elde ettikten sonra da fiilen kötülüklerden, hatâlardan ve çirkinliklerden kaçınmaktır. Ahlâk ise, insanın benliğinde yerleşmiş bulunan bir yapıdır. Bu yapı sayesinde düşünüp taşınmaya gerek kalmadan fiil ve hareketler kolayca meydana gelir. Kolaylıkla meydana gelen bu fiiller ise, “güzel ahlâk”tan, çirkin ise “kötü ahlâk”tan, yani ahlâksızlıktan bahsedilir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Edeb nerede olursa orayı süsler, nerede bulunmaz ise orası çirkin olur.” buyurmuştur. Şâirler de edebin önemini şöyle anlatmışlardır: İslâm edeb ve ahlâk dini olduğu için her şeyin bir edebi vardır. Abdestin, namazın, orucun, haccın, zekâtın, cihadın, yemenin, içmenin, konuşmanın, yatmanın, kalkmanın, haberleşmenin, yazışmanın hep âdâbı vardır. Âdâb bunları güzel, sevimli ve çekici hâle getirir. Âdâbına uygun yapılmadıkları zaman ise bunlar çirkin ve sevimsiz olurlar. Mesela abdestte suyu yüze çarpmak, namazda gerinmek ve esnemek, oruç tutarken abdest dışında ağzına su alıp boşaltmak, zekât verirken fakiri rencide edici davranışta bulunmak, hac esnasında başkalarıyla tartışmaya girmek mekruhtur. Bütün bu mekruhlar o ibadetlerin sevabını azaltır ve fazîletini eksiltir. Aynı durum konuşma, yazışma ve haberleşmede de söz konusudur. Bunun için Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (k.s.) Hazretleri de şöyle diyor: Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hudâ’dan Giy ol tâcı, emin ol her belâdan Güzeli güzel yapan edebdir Edepse güzeli sevmeye sebeptir. Ehl-i irfân meclisinde aradım kıldım taleb Her hüner makbûl imiş illâ edep illâ edeb “Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.” Kur’ân, bize Hz. Peygamber (s.a.v.)’in iki temel özelliğini anlatır. Bunlardan biri onun rahmet ve merhamet peygamberi olması, diğeri ise ahlâk peygamberi olmasıdır. Üstelik Yüce Rabb’imiz Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkını en yüce ahlâk olarak anlatmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Ben yüce ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmakta ve ahlâk peygamberi olduğunu ifade etmektedir. Onun yüce ahlâkı somuncubaba 59 tamamlaması iki şekilde anlaşılabilir: Birincisi, eksik olan taraflarını tamamlamak, ikincisi de daha mükemmel hale getirmektir. Peygamberimiz döneminde insanlar bazı konularda ahlâkı terk etmiş, bazı konularda da eksik ve yanlış anlamışlardı. İşte Allah Rasûlü (s.a.v.) bütün bu eksikleri giderdi ve güzel ahlâkı tamamladı. Aynı zamanda kendi döneminde ahlâkı güncellemiş oldu. Onun sünneti ve sîreti bizim için en büyük ahlâk numûnesidir. Bu sebeple Yüce Rabb’imiz, “Allah’ın Rasûlü’nde sizin için ‘üsve-i hasene’ vardır.” buyurmaktadır. Üsve-i hasene, güzel ahlâkta en güzel örnek ve rol-model demektir. Bunun için Kur’ân yanında sünnet Müslümanların vazgeçilmezidir. Çünkü Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in ne dediği, yanında nasıl yaptığı da önem arz etmektedir. Ayrıca Kur’ân’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tâbi olmayı emrederken onu model şahsiyet olarak sunması fiilî sünnetin dindeki yerine de işaret etmektedir. Müslümanlar en yüce ahlâk sahibi ve ahlâk âbidesi bir peygamberin ümmeti oldukları için her konuda edeb ve ahlâk sahibi olmak zorundadırlar. Edepsiz ve ahlâksız bir Müslüman düşünülemez. Tekkelerde yer alan ve yol işareti niteliğindeki levhalardan biri “Edep yâ hu”dur. Bunun için İslâm terbiyesi almış her mü’min aynı zamanda ahlâk sahibi olmalıdır. Peygamber (s.a.v.)’e tâbi olmak ve onu örnek almak ancak bu yolla ortaya çıkar. Sosyal Medya Ahlâkı Sosyal medya, bu yüzyılın başlarında dünya gündemine giren bir kavramdır. Sosyal medya denince, internet temeline dayalı özel iletişim kanalları kastedilmektedir. Bu kapsamda, messenger, twitter, facebook, viber, instagram gibi iletişim yolları insanların gündemine girmiştir. Müslümanlar da bu dünyaya çok kısa sürede ve yoğun olarak adapte olmuşlardır. Bu iletişim kanallarında resimler, yazılar, yemekler, nişan, düğün merasimleri, çeşitli içerikli mesajlar, sohbetler sürekli paylaşılmaktadır. Tabîî bu paylaşımlarda bir ölçü de bulunmuyor. Giderek bu dünya Müslümanların değerlerini, erdemlerini kısacası ahlâklarını örseleyen ve zedeleyen bir hâl almaktadır. Özellikle bazı paylaşımlarda dînen ve ahlâken aslâ tasvip edilemeyecek manzaralar ortaya çıkmaktadır. Bunun için de şu soru fıkhî olarak da sorulmaktadır: Bir Müslüman erkek veya bayanın sosyal medyada hesap açıp burada paylaşımda bulunması câiz midir? Şimdi bu soruya kısaca cevap vermek gerekecektir. Bir şeyi dînen yasaklayabilmek için önce onun “haram” olduğunu belirleyebilmek gerekir. Bazı şeyler doğrudan bazıları ise dolaylı yoldan haram olur. Mesela zina, adam öldürmek, fâiz ve kumar doğrudan haramdır. Eşkıyaya silah, cellada bıçak, şarapçıya üzüm satmak ise dolaylı olarak haramdır. Bazen de bir şeyin haram ve yasak olması, zararının faydasından çok olmasından dolayı olur. Nitekim Kur’ân’da içki ve kumarın insanlara bir takım faydaları olduğundan da bahsedilir. Fakat zararı yararından fazla olduğu için bunlar kesin olarak yasaklanır. 60 MART 2016 Sosyal medyaya da bu açıdan baktığımız zaman şunu söyleyebiliriz: Sosyal medyanın hemen ve doğrudan haram olduğu söylenemez. Aynı şekilde faydasız olduğundan da bahsedilemez. Çünkü faydası da inkâr edilemez. O hâlde bu medyayı helal ve haram olarak değerlendirmek kişilerin bireysel davranışlarına bağlı olacaktır. Yapılan paylaşımlar, atılan mesajlar ve servis edilen konuşmalar eğer dinî değerlerimize uygunsa bu âlet doğru kullanılıyor demektir. O zaman bundan istifâdenin haram olduğu söylenemez. Şayet yapılan paylaşımlar dinî değerlerimizi rencide edecek mâhiyette ise, o zaman da bu davranışı gösteren hesap sahiplerinin günah işledikleri söylenebilir. Yani sosyal medyanın helalliğini ve haramlığını kişilerin davranışları belirlemektedir. O zaman harama düşmemek için Müslümanların bu medyayı belli bir ahlâk ve hassasiyet kurallarına uygun olarak kullanmaları gerekir. Sosyal medyanın ahlâk kurallarına uygun kullanılması için şu hususlara mutlaka dikkat etmek gerekir: 1. Emânet anlayışı. Yazı, söz, göz, sağlık her şey bize emânettir. Yerinde kullanmak gerekir. 2. Tecessüs yasağı. Mesaj ve paylaşımlarda başkalarının özel hayatını ihlal edecek bir duruma düşmemek gerekir. Başkalarının ayıplarını araştırmamak ve bunları ortaya dökmemek lazım gelir. 3. Mahremiyetlere mutlaka riâyet etmek gerekir. Mesela karı-koca ve aile arasında kalması gereken mahrem ilişkilerin herkese açık hâle getirilmesi dinen sakıncalı ve günaha sebep olan davranışlardır. 4. Başkalarını özendirecek, rencide edecek paylaşımlardan kaçınmak gerekir. Mesela yiyecek ve giyecek paylaşımları bu kısma girer. 5. Sırların korunması gerekir. Sırlar aslâ sosyal medyada paylaşılmamalıdır. Bütün bunlar göstermektedir ki, bir âleti kullanma, bir imkândan ve nimetten yararlanma noktasında Müslümanların farklı yaklaşımları vardır. Müslüman belli değerler sistemine bağlı olduğu için herkes gibi olamaz. Onun için bu kurallara âdâb ve ahlâka riâyet etmesi gerekir. Şunu da ifade etmek gerekir ki; bu sosyal medyayı kuranların farklı hedefleri vardır. Bu hedeflerin maalesef insanlığı iyiye götürmek olmadığı anlaşılmaktadır. Zira gelinen nokta ve sosyal medyanın sebep olduğu olumsuzluklar bunu göstermektedir. Mesela aile fertlerinin aynı evin içinde birbirinden kopuk yaşamaları gibi bir durum ortaya çıkarabilmektedir. Ayrıca maalesef iradesine sahip olamayan insanların, ahlâken sakıncalı, gayr-i meşru ve harama yönlendirici mecralara kolayca denetimsiz olarak ulaşmaları sonucunu doğurmaktadır. Bunu yok etmek mümkün olmadığına göre usulüne ve âdâbına göre ve güzelliklere ulaşmak noktasında kullanmak gerekir. Sosyal medya kurucularının temel hedefi özel hayatı ihlal etmek ve bu özellik ve mahremiyet anlayışını yıkmaktır. Bu aslında eski Roma hukuku ve toplumunun bir anlayışıdır. Çünkü o toplumda ve hukukta mahremiyet mahrûmiyet olarak anlaşılıyordu. Yani “Ne kadar mahremiyetiniz olursa insan haklarından o kadar mahrûm olursunuz.” diye bir anlayış vardı. Hâlbuki İslâm mahremiyeti teşvîk etmektedir. Bugün sosyal medyada da insanlar bir şeylerini paylaştıkça özgür olduklarına inanmaya başladılar. Bu, aslında ilkele doğru bir gidiştir. Bir başka husus da şudur: Sosyal medyayı oluşturanlar bu medya kanalıyla oluşan bilgi bankalarını kendi mülkü olarak kabul edip korkunç paralarla satmaktadır. Bu da İslâm’a aykırı bir durumdur. İşte bütün bu olumsuzluklara düşmemek için sosyal medya ahlâkı oluşturup bunu o ahlâk ve âdâb dâhilinde kullanmak gerekir. Dipnot *Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN somuncubaba 61 KİTAP / Meryem Aybike SİNAN Türkler Müslüman Oluyor ni “bozkırda kış mevsimi” adıyla isimlendirmiş. HAKAN Bu sebeple adı geçen bölümün hemen girişinde harika bir kış tefekkürü eşliğinde adeta kış mevsiminin felsefesini yapmış. Türklerin İslam’la tanışma sürecini bahar “Hakan” romanı, Nesil caminin büyüsü bir anda mevsimine benzeten yazar bu bölümü ise “boz- Yayınları arasında “Türkler Artuç’u olduğu gibi Kaşgar’ı kırda bahar” olarak isimlendirmiş. Aynı şekilde Müslüman Oluyor” alt baş- da tesiri altına almış ve bu bu bölümün girişi de nefis bir bahar tefekkürü- lığıyla çıktı. süreçte bu nahiyenin vergi- ne desen olmuştur. “Bozkırda yaz mevsimi” bö- Mür- lerini toplamakla sorumlu lümünde İslam’ın Türk boyları arasında hızla ya- sel Gündoğdu, Türk Cihan olan Abdülkerim Satuk Buğ- yılıp başak verişi konu edilirken aynı zamanda Hâkimiyeti ra Han, duyduğu ezandan bu bölümün girişinde yaz mevsiminin sımsıcak Karahan- ve kılınan namazdan etkile- bir tefekkürü ve ilgi çekici yorumu da yapılmış- lı Hükümdarı Abdülkerim nerek Müslüman olmuştur. tır. “Bozkırda sonbahar” bölümünde ise hüznün Satuk Buğra Kara Han’ın Bu olay, dünya tarihinin yö- bozkıra yüklediği bütün renklerin seçkin keli- Müslüman süreci- nünü ve havzasını değişti- melerle raksına şahit oluyoruz. kalmamış ren en önemli olaylarından Hak ettiği Hakanlığı kendisine bir türlü iade aynı zamanda bu gözü pek birine kapı aralamıştır. Zira etmeyen amcasını kendisine baskın yapmak Hakan’ın Asya’nın içlerinde bu süreç Asya’nın içlerinde yaşayan Türkleri İslâm’la yaşayan Türk boylarının bö- üzereyken karşı bir baskınla deviren ve ilk Müs- Bu romanında mimarı ni Mefkûresi’nin olan oluş anlatmakla tanış ve biliş kılma mücadelesinin nefes kesen lük bölük Müslüman oluşuna şahitlik etmekle hikâyesini de kaleme almış. kalmamış aynı zamanda Türk boylarının hemen Yazar Mürsel Gündoğdu, romana giriş mahiyetinde yazdığı ilk iki bölümün diyalogların- hemen tamamının İslam oluşuyla neticelenmiştir. da aynı zamanda Peygamberimiz’den bu yana Yazar Mürsel Gündoğdu Hakan’da, bozkıra Türklerin Araplarla ilişkilerini ve Türklerin Müs- İslâm’ın mayasını çalan cesur bir hükümdarın lüman oluş merhalelerini büyük bir ustalıkla dünya tarihinin en önemli olaylarından birisine tartışıyor. imza atışını olanca büyüsüyle sunmakla yetin- Çetin kış şartlarına rağmen İslâm’ın Asya’nın miyor. Aynı zamanda Tanrı Dağları’nın dorukla- içlerine yayılması için gördüğü esrarengiz bir rında ve uçsuz bucaksız İç Asya steplerinde hü- rüyanın izini sürerek bu çileye gönüllü yazı- küm süren serüvenler ve bozkırda yankılanan lan bir Samani şehzadesi ve aynı zamanda bir ezan sesleriyle de eserini bezeyerek oldukça gönül sultanı olan Ebu Nasr Samani’nin Kaşgar akıcı bir dil ve üslupla bu çalışmasını okuyucu- sınırlarında yaptığı ribatla romanın asıl bölü- suna sunmayı başarıyor. müne yapılan giriş, Ebu Nasr Samani’nin ma- Bu romanı en ilginç kılan hususlardan biri- nevi rehberliğinde İslâm’ın tuğunu yürütme ve si de yazarın Türklerin Müslüman oluş sürecini göklere yükseltme azminin çetin bir hikâyesi dört mevsimle açıklamaya çalışması ve yorum- olarak gönülleri aydınlatmaya devam ediyor. lamasıdır. Samani Şehzadesi Ebu Nasr Samani’nin Türklerin yaşadığı İç Asya’nın küfür diyarı Karahanlılara sığınıp kabul görmesinin ardın- olarak adlandırıldığı dönemi yazar Gündoğdu dan görevlendirildiği Artuç beldesinde yaptığı kış mevsimi ile izah etmiş ve bu bölümün girişi- 62 MART 2016 KİTAPLIK lüman Türk Devleti olan Karahanlıları kuran Abdülkerim Satuk Buğra Kara Han’ın devleti kuruş şifreleri ve adaleti tesis edişinin can alıcı noktalarına da parmak basan yazar, kullandığı dil Dervişin Günlüğü Prof. Dr. Kadir Özköse Mavi Yayıncılık 0 212 635 83 95 Çocuklar ve Gençlere Peygamberler Tarihi Ahmet Efe Akçağ Yayınları 0 312 431 75 19 Bu da Geçer ya Hû Ferudun Özdemir Az Yayıncılık 0 212 512 86 64 ve tefekküre sevk eden çarpıcı benzetmeleri ve seçkin üslubuyla dikkat çekiyor. Tarihin derinlerinde yaşanan olayları edebiyatın en berrak sularının parıltısıyla okuyucusuna sunmayı başaran Mürsel Gündoğdu, bu romanıyla aynı zamanda Türk tarihinin en bakir alanlarından birine ışık tutarak medeniyetimize ait büyük bir kültürel hizmette de bulunuyor. Çocuklarımızın Başarısı Elimizde Prof. Dr. Sefa Saygılı Türdav Yayınları 0 212 446 08 08 Raflardaki yerini alan ve henüz buğusu üzerinde tüten Hakan’ın güçlü satırlarında, ilk Müslüman Türk Devleti Karahanlılar’ın gözü pek Kağan’ı Abdülkerim Satuk Buğra Kara Han’ın olağanüstü çabalarını Yazar Mürsel Gündoğdu’nun destansı kaleminden okuyacak, bozkırın orta yerinde yankılanan ezan seslerine Fatih Hatıratı M. Fatih Çıtlak Nesil Yayınları 0 212 551 32 25 ve dünya tarihinin en önemli olaylarından birisine tanıklık edeceksiniz. somuncubaba 63 KÜLTÜR / Mürsel GÜNDOĞDU Somuncu Baba Hazretleri’nin Nasihatleri-6 İNSANLARIN ELİNDEKİLERDEN ÜMİTLERİNİ KESSİNLER Mü’min, Sadece Allah’a Güvenip Sığınır Kâinattaki tek güç ve hüküm sahibi, şüphesiz ki âlemlerin Rabb’i olan Yüce Allah’tır. Bu sebepledir ki mü’min, yaşadığı sürece sadece Allah’a güvenip sığınır, sadece O’na ibadet eder ve sadece O’ndan medet umar. Dünya hapishanesinde darlandığı zaman gönlünü Rabb’ine açar ve her türlü ihtiyacını, sıkıntısını kâinatın yegâne hâkimi olan Yüce Mevlâ’ya havale eder. İslâm dini, kula kulluk eden sistemlerin hepsini tasfiye ederek insanların sadece Allah’a kulluk etmesini vaz eden bir dindir. İslâmiyet’te mü’min, sadece Allah’ı dost ve vekil edinmekle mükelleftir. Dara düştüğü zaman sığınacağı tek liman, Yüce Allah’ın şefkati ve merhametidir. Bu sebepledir ki bu uçsuz bucaksız rahmet ummanında ne sihrin, ne büyünün ne de düğümlere üfüren kadınların hiçbir güçleri, etkileri ve tesirleri yoktur. “De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden, Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden, Sabahın Rabb’ine sığınırım.” Foto: Orhan Dinç 64 MART 2016 (113/Felak, 1-4) Gelip geçici olan şu fani dünyada bir Müslüman için en tehlikeli durum; hırsına yenilmek, tamahkârlık çukurunda boğulmak, çoklukla övünmek ve bedenî şehvetlerine mağlup olmaktır. Bu durumda olan insanlar parayı, malı ve mülkü bir imtihan vesilesi değil de iftihar abidesi olarak baş tacı yapmaktadır. Hayatı Yüce Rabb’imizin buyrukları doğrultusunda değil de dünya sevgisini gönüllerine nakşeden bir anlayışın esaretinde yorumlayan günümüz insanlığı, zaruri ihtiyaçlarından daha fazla servet talebinde bulunmakla kalmamış, bunun neticesinde dünyevî emellerine ulaşabilmek için başkalarına el açmaya da mahkûm olmuştur. Modern çağın bu en büyük yangını ne yazık ki Müslümanları da hızla kuşatmış ve ateş çemberinin içine almıştır. Bu yangın, sahip olmadığı şeyleri ele geçirmeye heveslenmekle başlayıp sahip olduğu şeyleri artırabilmek arzusuyla daha da alevlenen ve isteklerinden bazılarına kavuşabilmek için her işi mubah görmeye başlayan iflah olmaz bir ateş sarmalıdır. Bu şehvet bataklığı, biz insanları hak etmeden kazanmaya ve hatta bu gayeye ulaşmak için yalvarıp dilenmeye dahası da malın mülkün hizmetçisi ve kölesi hâline getirmeye ayarlanmıştır. Şimdi İslâm’ın aydınlığında kendimize şu suali sormanın zamanıdır; “Dünyanın değeri ne kadardır ki bir Müslüman kendi şerefini onun rehini hâline getirsin ve aklıyla, gönlüyle dünyaya mahkûm olsun?” Hasbüna’l-lahü veni’me’l-vekil Bir Müslüman için her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak yegâne merci, Allahu Teâlâ’dır. Fatiha Suresi 4. ayet-i kerimede ifadesini bulan “Yalnızca sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” ilahî buyruğunun muhatabı olan Müslüman’ın Allahu Teâlâ’dan başkasından yardım dilemesi söz konusu dahi olamaz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz’in ve yaşadıkları asırlarda onun yolunun yılmaz savunucuları ve takipçileri olan gönül sultanlarımızın nasihatleri, Yüce Rabb’imizin bu temel prensibinin insanların yüreklerinde ve yaşadıkları toplumlarda yeşerip filizlenmesini temin etmek içindir. Hz. Aişe Annemiz’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz’in; “Allah’ım! Temiz, hoş ve mübarek ismin hakkı için senden istiyorum.” diye dua buyurduğu rivayet edilmektedir. Osmanlı’nın manevî mimarlarından birisi olan ve insanlığın kurtuluşuna dair nasihat parıltıları günümüze kadar ulaşan, göz ile gönül ışığının mükemmel yansımaları Anadolu’nun her köşesinde maneviyat iklimlerini demleyen Somuncu Baba Hazretleri’nin arkadaşlarına ve yolundan gidenlere tavsiyelerinden altıncısı olan “İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler.” nasihatini bu manada değerlendirmek lazımdır. somuncubaba 65 Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri gibi gönül erleri asırlar boyunca Yüce Rabb’imizin emir buyurdukları ve Sevgili Peygamberimiz’in bizzat yaşayarak İslâm toplumlarına ve bütün insanlığa önder oldukları eşsiz ilahî buyrukların kültürümüz ve medeniyetimiz için vazgeçilmez temel taşlardan birisi olmaları için hizmette bulunmuşlardır. Onların bu samimi gayretleri neticesinde bu eşsiz coğrafyada “Bize Allah (c.c) yeter, o ne güzel vekildir.” ilkesi yerleşip kökleşmiş ve Müslümanların gönül yangınlarına savrulma tehlikesi bertaraf edilmiştir. Güvensizlik çölünün seraplarından Müslümanı güvenilir limanlara taşıyan bu yaklaşım, kör kuyular misali insanın gözünü ve gönlünü karartan bu dünyanın tehlikelerinden, ışığı çağları aşan bir mana erinin aydınlık dergâhına sığınmak ve nurun kaynağına doğru sabırla, sebatla, ümitle ve güvenle yol almaktan başka nedir ki? Rasûlullah Efendimiz’in Az ve Öz Tavsiyesi Sevgili Peygamberimiz’i nashabıyla birlikte olduğu bir vakittir. Peygamber Efendimiz, sahabilere, İslâm’ın temel prensipleri hakkında bilgiler vermekte ve onları eğitmektedir. Tam o esnada bir kişi yanlarına gelerek Efendimiz’e şöyle der: “Ya Rasûlallah! Bana öz ve kısa bir şekilde tavsiyede bulunun.” Peygamber Efendimiz bu suale karşılık olarak o kişiye şöyle buyurur: “Namaza kalktığın vakit dünyaya veda edecek birisi gibi namazını kıl. Yarın özür dilemek zorunda kalacağın bir söz söyleme ve halkın elindekilerden de kesinlikle ümidini kes.” Sevgili Peygamberimiz’in bu sözleri, namazı huşuyla kılmanın ve sözlerine azami surette dikkat etmenin yanında dünya hayatında karşılaştığı her türlü zorluk, rızk ve geçim dâhil her türlü sıkıntıda insanlardan medet ummayı terk ederek sadece Allah’a dayanıp güvenmeyi salık vermektedir. Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki “halkın elindekilerden ümit kesmek” insanları başkalarına el açacak bir kölelik zihniyetinden kurtarıp Yüce Allah’ın sonsuz rahmet ve mağfiret limanına kavuşturacak, imanî ve toplumsal anlamda kurtuluşa sevk edecek temel bir ölçüdür. Mal, mülk ve lüks şehvetinin insanlığı inim inim inlettiği bir asırda bütün talepleri Yüce Rabb’imize çeviren bu yaklaşım, Sevgili Peygamberimiz’in yol göstericiliğinde gönül sultanlarımızın da yolundan gidenlerinin kalplerine nakış nakış işlediği bir hakikat olagelmiştir. Her türlü hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, yaratılmış bütün mahlûkatın rızkının Rabb’imizin elinde olduğuna iman eden bir Müslüman, gözünü ve gönlünü diğer insanların üzerinden çekecek ve bu sayede ruhumuzun kafeste olduğu dünya hapishanesinden hürriyetlerin diyarı olan Yüce Mevlâ’mızın huzuruna 66 MART 2016 kanatlanacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz İbn Abbas’a yaptığı bir nasihatinde şöyle buyurur: “Bir şey istediğin vakit Allah’tan iste. Yardım dilediğin vakit Allah’tan dile. Şunu bil ki, bütün insanlar el birliğiyle sana bir fayda ve menfaat sağlamak isteseler, Allah’ın sana yazdığından fazla bir şey sağlayamazlar. Aynı şekilde bütün insanlar el birliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah’ın sana takdir ettiği zarardan fazlasını yapamazlar.” Mü’min, Allah’ın Yardımına Karşı Ümitvar Olmalıdır. İnsan için şu fani hayatta dünyevî lezzetler olduğu gibi acılar ve sıkıntılar da vardır. Bir yolcu olan insanoğlu, dünyalık seyahatlerinde olduğu gibi gönül yolculuğunda da inişlerle, çıkışlarla karşılaşabilir. Sağlıklı olduğu vakitler gibi hastalıklarla, gençlik enerjisiyle dolu olduğu günler gibi ihtiyarlığın çaresizlikleriyle de karşılaşabilir. Çok güçlü olduğu günler de yaşar, takatinin kesildiği anlara da şahit olabilir. İnsan, iyi günlerinde dostluk gösterenlerin kötü günlerinde kendisini yapayalnız bıraktığına pek çok kereler şahitlik edenlerin yürek yakan anılarını dinleyerek büyür. Aynı şekilde zenginlik, para, makam ve mevki katlarında refah içinde yaşarken alabora olan nice hayatların hikâyeleri dolanır ahalinin arasında. Böyle durumlarda insan, kime el uzatsa geri çevrilir, kimden medet umsa suratına kapılar kapatılır. Yalnızlığın, kimsesizliğin acısını tatmayan yoktur bu dünyada aslında. İşte böyle anlarda karşılık beklemeyen bir dost sese ve bir şifalı nasihat nefesine ne kadar da ihtiyacımız olur. Yüce dinimiz İslâm, karşılaştığı hiçbir durumda ye’se ve ümitsizliğe düşmesini istemez insanoğlunun. Zira mü’min, dünyevî hırslarına ve gelecek kaygılarına düşmeden Rabb’ine yönelmeyi ve sadece ondan yardım istemeyi bilen Foto: Orhan Dinç kişidir. Yine mü’min, insanlardan gelenin kendisine vereceği zillete karşılık Yüce Allah’tan gelenin kendisine kazandıracağı izzetin farkındadır. Ve samimi bir Müslüman bilir ve inanır ki Allah, kendisine daha güzelini, daha hayırlısını hem dünyada hem de ahirette verecektir. Arkadaşlarının ve yolundan gidenlerin göklerin rahmet ırmaklarından istifade ederek kendilerini bereketli gül bahçelerine çevirmeleri için onları nasihat yağmurlarıyla sulayan gönül sultanlarımızdan biridir Somuncu Baba Hazretleri. Ve o, “İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler.” tavsiyesiyle bu güzel coğrafyada mutlu insan, mutlu ve huzurlu toplum oluşturabilmenin çabasına gönüllü yazılmış ve bu mümbit coğrafyayı ilâhî emirlerin bereketiyle daha mamur hale getirmeyi hedeflemiştir. Bizlere düşen bu nasihat yağmurlarında ıslanmak ve gönlümüzü arındırmak değil midir? somuncubaba 67 EĞİTİM / Hakan UĞUR S özlüğe baktığımız vakit sabır kelimesine biçilen mananın acıya katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek gibi dar kalıplara sokulduğunu görmekteyiz. Oysaki sabır kelimesi bu sığ kalıplara sığdırılamayacak kadar geniş manalara intisab etmektedir. Sabır tek başına acıya katlanmak olsaydı eğer Hazreti Eyyûb (a.s.)’ı, Hazreti Muhammed (s.a.v.)’i, Hazreti Yusuf (a.s.)’ı ve sabrın mümessili olmuş daha nicelerini, şirazesi bozuk olan bu terazinin hangi kefesine koyabilirdik? Müslüman bir bireyin en zor anlarında gösterdiği sabır, soğukkanlılıkla tahammül etmekten çok daha farklıdır çünkü tahammülde ancak imansız bireylerin tevekkülsüzlüğü, ümitsizliği, acizliği ve bunlara bağlı olarak da bitmeyen şikâyetleri vardır. Sabır dediğimiz kavramda ise bunun tam tersi olarak yalnızca salih bir iman ve tevekkül bulunur. Bu yüzdendir ki gerçek sabır, ehliyet gerektirir. Ehliyet şüphesizdir ki İslâm’dır ve ehliyeti olmayana sabır verilmez. TEVEKKÜLÜN KİLOMETRE TAŞI: SABIR “Sabır musibetlere karşı gösterilen duruş olması açısından değerlendirildiğinde; birisi zehir, diğeri ise panzehirdir. Sabır etkili bir panzehir olmasına rağmen etkisini uzun vadede hissettirir.” Foto: Orhan Dinç 68 MART 2016 İslâm tarihine de baktığımız zaman en çetrefilli musibet ve belaların peygamberlere ve onların yolundan şaşmayan takva sahibi insanlara verildiğini görüyoruz. Onların bu bela ve musibetler karşısında sergiledikleri samimi ve teslimiyetçi duruş kutsal kitaplarda anlatılmış, bu vesile ile diğer insanlara, örnek bir model teşkil etmesi amaçlanmıştır. Dünya imtihan yeridir, imtihan süreci şiddetlendikçe metanet ve sabır göstermek de o derece zor olmakta ve zor oldukça alınan mükâfat da büyük olmaktadır. Nitekim Kuran-ı Kerim’de, “Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”, “Şimdi sen onların dediklerine sabret.”, “Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlardan yana üzülme. Tuzak kurmalarından dolayı da sıkıntıya düşme.” denilmektedir. Kuran-ı Kerim’de doksan kadar ayet, sabrı anlatmaktadır ve ayrıca Peygamber Efendimiz hadislerinde; “Dünya dar’ü-l meşakkattir.” buyurmaktadır. Dolayısıyla sabır kavramı araştırılacağı zaman salt manada sözlük içeriği ile değil, sabır ile bütünleşmiş olan peygamberlerin ve onların izinden ayrılmayan takva sahibi öncü insanların hayatlarına bakılarak araştırılmalıdır. Hazreti Enes‘in anlattıklarını Buhârî şöyle aktarıyor: Rasûlullah, çocuğu ölen ve bunun için ağlamakta olan bir kadına rastladı ve ona “Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu. Bunun üzerine kadın “Benim başıma gelenlerden sana ne?” dedi. Allah’ın Resulü oradan uzaklaşınca kadına, kendisiyle konuşanın Rasûlullah olduğu söylendi. Kadın, ölen çocuğuna üzüldüğü kadar da söylediği yakışıksız sözlerden dolayı utanıp üzüldü. Dayanamayıp Rasûlullah’ın yanına gitti “Ey Allah’ın Rasûlü ben o sözleri sizi tanımadan söyledim.” diyerek özür diledi. Bunun üzerine Rasûlullah, “Makul sabır, musibetle karşılaştığın ilk andakidir.” buyurdular. Musibet ayrım yapılmaksızın herkese veriliyordu ve buna karşı gösterilecek sabır yalnız başına bir şey ifade etmediği gibi, halis bir iman ile birleştiğinde, tevekkülün altın anahtarını içinde barındıran envai çeşit kilit ile sıkı sıkıya kilitlenmiş bir kutuya dönüşüyordu. Bu kilitleri açmak imkânsız görünebilir, fakat ihtiva ettiği cevhere ulaşabilmek için çekilen her sıkıntı ona bir adım daha yaklaşılmasını sağlıyordu. Sabır musibetlere karşı gösterilen duruş olması açısından değerlendirildiğinde; birisi zehir, diğeri ise panzehirdir. Sabır etkili bir panzehir olmasına rağmen etkisini uzun vadede hissettirir. Musibetlere karşı sabrı panzehir yapanlar mutlak şekilde müreffeh olmuşlardır. Türlü musibetler, çeşitli zamanlarda başımıza gelmektedir. Bu musibetlere karşı pek çoğumuz sabrederek dik bir duruş sergileyemiyoruz. Burada akıllarda çark etmesi gereken tek ayrıntı, hayrın da şerrin de yalnızca Allah’tan geldiği hususudur ki bu hususlar, keşmekeş birtakım maksatlar ışığında ilmek ilmek gözenmiştir. somuncubaba 69 Çekilen her sıkıntının Allah’tan geldiği, Allah’tan gelenin imtihan olduğu, imtihanın da bela ile mukayese olunduğu hususunda maksat, aslında sorudur. Sorudaki maksat ise bu soruya doğru cevabı bulabilmektir. Cevap ise Hz. Âdem’den beri, kimilerince mal ile mülk ile kimilerince makam ile mevkii ile kimilerince de dert ile derman ile aranır durur… Sabır ile İpekböceği Atlastan Kumaşa Döner… Hazreti Eyyûb, İsa Peygamber’in doğumundan tam sekiz yüz yıl evvel ömür sürmüştür. Eşi de Hazreti Yusuf’un oğlu Efraim’in kızı Rahime’dir. Hazreti Eyyûb, bolluk içinde yaşar ama her zaman yoksulu gözler, düşküne ihsanda bulunurdu. Bu hâl üzere tam seksen sene yaşar ve nihayet onun sorusu da gelir çatar… Bir gün ailesi ile beraberce iken evi başına çöktü, tam on evladına mezar oldu yaşadığı yer. Kalbi paramparça oldu, ciğeri yandı Eyyûb’ün; ama daha sorusu tam anlamıyla bitmedi. Bir gecede tüm hayvanları telef oldu, yetmedi bir sabah uyandı ki tüm vücudu yaralar içinde kaldı, ne doğudan ne batıdan ne kuzeyden ne de güneyden, dünyanın hiçbir hekimi bu yaralara merhem bulamadılar. Gün geçtikçe tüm vücudunu kapladı derin yaralar. Nasıl ki ipekböceği sabır ile kozasına sarılır da sonunda atlastan kumaşa döner, o da yaralarına öyle sarıldı ve hiçbir şikâyete dili varmadı. Aylar, yıllar geçti aradan, tam on sekiz sene boyunca birbiri üstüne açılan bu yaralar onun tüm vücudunu sarmış vaziyetteydi… Bir gün zevcesi Rahime, Hazreti Eyyûb’ün yanına gelerek “Ey Eyyûb, yetmez mi çektiğin bu çile? Rabb’ime bir dua et de seni bu çektiğin acılardan kurtarsın.” dedi. O zevcesi Rahime ki on sekiz yıl boyunca eşinin yanı başından bir adım öteye dahi gitmedi, ayrı tek bir nefes dahi almadı. Öyleydi ya, soru sadece Eyyûb’e sorulacak değildi, onun sorusu da buydu belli ki. Hazreti Eyyûb eşinin bu isteği üzerine ona dönüp buyurdu “ Ey kalp ışığım ben bunu nasıl dilerim Rabb’imden? O ki bana seksen yıl evlatlarım ile zengin bir hayat verdi, şimdi de az biraz zora koştu diye ona nasıl isyan ederim? Şimdi ne olursun bunu benden isteme.” dedi. Eyyûb (a.s.) soruya muhatap kılınmıştı ama imtihan olan aslında onun ashabıydı. Şeytan giriverdi araya, vazifesine koyuldu zaman kaybetmeden. Vazifesi pek mühimdi şeytanın; o, zaman kaybedecek olsa Eyyûb (a.s.)’a inananlar arasında nifak tohumlarını başka hangi varlık ekecekti? Hemen dolaşmaya atıldı inananlar arasında, etkisini kısa zaman içinde tesir ettirdi. Foto: Orhan Dinç 70 MART 2016 “Bizler isteriz ki peygamberlik alametini göstersin Hz. Eyyûb, körlerimizin gözünü iyi etsin, şifa arayanlara şifa versin, kötürüm olanlarımızı ayağa kaldırsın, yere bassın yerden su çıksın ama bu aciz kendi yarasındaki kurtlara bile hükmedemez durumda. Yere düşürür onları, yerden alıp yarasına tekrar koyar; “Yaralarına hükmedemeyen iki cihana nasıl hükmeder!” deyiverirler. Eyyûb (a.s.)’a inananlar bir bir ayrılıverir yanından, ama onlar bilmezler ki Hz. Eyyûb’ün yaralarından yere düşen her kurt onun çilesini hafifletir. Eyyûb (a.s.) ise çilesi hafiflesin istemez. Çektiği her çilenin Allah’tan gelen birer imtihan olduğunu bilir ve ondan gelmiş olan zengin bir hayata, bolluğa şikâyet etmediği gibi verilen çileye de şikâyet edemez, ses çıkaramazdı… Seneler birbirini kovaladı, Hazreti Eyyûb’ün acıları dinmedi, daha da arttı. Şikâyetçi değildi elbet, seksen yıl yaşamış olduğu bolluğun ardından kendisine hediye edilen çileyi bir seksen yıl daha çekmeye razıydı belki ama yaralar artık onun kalbine ve diline nüfuz etmeye başlamıştı, bu hâldeyken ne doğru olanı konuşur ne de kalbi ile onu tasdik edebilirdi. Ellerini açtı Rabb’ine, yakarmaya başladı. “Yâ Rabbi; senden gelen hoş gelir, sefa gelir ama bu bela dilime ve kalbime ulaşmıştır. Zararı artık bana olmuştur, dilim ile gerçeği halka söyleyemez oldum, dilim ile söylediğimi gönlüm ile ikrar edemez oldum, bu hâlde ne sana dilim ile zikir ne de dilim ile zikrettiğimi kalbim ile ikrar edebilirim; şifa sendendir, şifa yâ Rab!” der. Oracıkta kendisine nida gelir ve denilir ki “ Başını kaldır yâ Eyyûb, duan kabul olundu, ayağını yere vur!” Eyyûb (a.s.) ayağını yere vurur, yerden bir su kaynayıp çıkar ve onunla yıkanır, vücudundaki yaralardan eser kalmaz. Ayağını tekrar yere vurduğu vakit bir su daha kaynayıp çıkar yerden. Eyyûb (a.s.) bu suyu içer; dili ve kalbi sıhhat bulmuş, içinde hastalık adına hiçbir dert kalmamıştır. Hz. Eyyûb artık tamamen sıhhat bulmuş, gençlik ve güzelliği geri gelmiştir. Daha sonra vefat eden evlatlarının iki misli evladı dünyayı şereflendirmiştir. Bu hal üzere Hz. Eyyûb, kısa zamanda eski durumundan daha da iyi bir duruma gelmiştir. Eyyûb (a.s.)’ın duası şüphesiz ki ashabı içindir, onlara ikrar vermek adına Allah’a yalvarmış ve sıhhat bulmuştur. O, çektiği onca sıkıntıya rağmen bir kere olsun hayıflanmamış, “Neden ben?“ diye sormamıştır; çünkü soru aslında kendisine sorulmuştur. İmtihan demiştik, imti- han soru ile olacaktı ve bu sorudan maksat da doğru cevabı alabilmekti. Maksadımız bu soruya en uygun cevabı bulabilmek ise eğer, verilebilecek en uygun cevap da sabırdır o vakit… Hazreti Eyyûb bolluk içinde, on evladıyla birlikte yaşarken de vazifesini görürdü şeytan. Boş duracak değildi ya, o zaman da Hz. Eyyûb’ün bolluk içinde yaşamasından dem vururdu Âdemoğlunun nefsinde. Nefis bu, nerede hoşuna giden şey olsa insanın, şeytan da anında getirip koyuverir avuçlarına. Kul bilmez kulluğunu Rabb’ine karşı, kanıverir şeytanın kötü emellerine. Nefsinin istediğini elde etmesine bile lüzum kalmaz çoğu zaman ki düşüncesi bile kâfi gelir. Şeytan, bir nefse “Onda var da bende neden yok?” dedirttiği zaman, nifak tohumlarını çoktan ekmiştir. Nefis, kendisinde olmayana el uzattığında ise şüphe yoktur ki bu tohum filizlenecektir. Nitekim Hazreti Eyyûb’ün ashabına da böyle olmuştu, bir insan hem varlıklı hem de ahlaklı olunca şeytan da vazifesini görecekti. Hazreti Eyyûb hakkında “İnsan bu kadar varlıklı olduktan sonra elbette yoksulu gözler, malını dağıtır. Hem o varlık dağıtmak ile de bitmez ki; o varlık bende olacaktı, ben de dağıtırdım yoksula, düşküne…” dedikoduları da almış başını giderken, Allah, Eyyûb kulunun hak olana bağlılığının ve içinde beslediği samimiyetin farkındaydı. Bu samimiyetin gerçekliğini, şeytanın entrikalarına kanarak doymayan nefislere de göstermek istedi. Böylece Hazreti Eyyûb sağlık ve refah içindeyken Allah’ı unutmadığı gibi, yoksul ve hasta düşmüşken de ondan ümidini kesmedi. Adı yüzyıllar boyunca sabır ile birlikte anıldı. Sabır her neyse Hazreti Eyyûb de o olmuştur. Sözlüklere eğer sabrın manası yazılacaksa, dar ve sığ kalıpların kırılıp kelimenin tam karşısına Hazreti Eyyûb’ün adı yazılmalıdır. Bu gün en ufak bir güçlükle karşılaştığımızda “Allah’ım bana Eyyûb sabrı ver.” deriz. Bu da demek oluyor ki ashabına ikrar etmek için Allah’a yalvaran Hz. Eyyûb’ün çektiği çilenin her bir saniyesi, insanlığa ders olmuştur ve bu bağlamda da bizlere verilen ders büyük öneme haizdir. somuncubaba 71 EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK ANKARA’DA BİR SUFİ-ŞAİR: HACI BAYRAM-I Velî “Başta Ankara olmak üzere bütün bir Anadolu’nun gönül mimarlarının başında gelen Hacı Bayram-ı Velî, bir yandan geniş halk kitlelerini çiftçilik ve mesleklere yönelterek Anadolu’nun iktisadî hayatının gelişmesinde etkili olurken, bir sufi şair olarak da tasavvuf şiirimizin önemli isimlerinin başında gelmektedir.” Cihânun kutbı mâhı Hacı Bayram Cihânun şeyhi şâhı Hacı Bayram Yazıcıoğlu Mehmet K adim kültürümüzde tasavvufu şiirsiz, şiiri tasavvufsuz düşünmek mümkün değildir. Bu yüzden hemen her sufi şair şiir söylemiş, tasavvuf kültürü de kendini en iyi şiirle ifade etmiştir. Bu durum, Anadolu’da Türk şiirinin kurucu ismi sayabileceğimiz Yunus Emre’den itibaren hep böyle gerçekleşmiş, ortaya çok sayıda şair ve şiir çıkmıştır. Anadolu’da Yunus Emre yolunda şiir söyleyen büyük sufilerden biri de Hacı Bayram-ı Velî’dir. Onun bugüne kadar bilinen toplam beş şiiri bulunmaktadır. Yani ortada bir divanı yoktur. Fakat bu beş şiir, gerek muhtevasına gerekse dil ve üslubuna bakıldığında onu Anadolulu sufi şairleri arasında anmamız gereken özellikler taşır. Fakat bunlara geçmeden bu şiirlerin de anlaşılmasına bir imkân sağlaması düşüncesiyle kısaca hayatına ve misyonuna bakalım. Hem Âlim Hem Ârif Hacı Bayram-ı Velî’nin asıl adı Numan’dır. 1352 (?)’de Ankara’nın Solfasol (Zülfadl) köyünde doğmuş, 1430 (?)’da yine orada vefat etmiştir. Önce ciddi bir medrese eğitimi görmüş, Ankara’da Karamedrese’de müderris olarak dersler vermiştir. Fakat onu hem sufi hem de şair yapacak gelişme devrin büyük sufisi Somuncu Baba tarafından Kayseri’ye davet edilmesiyle başlamıştır. Bu daveti içtenlikle kabul eden müderris Numan, burada Somuncu Baba’ya intisap ederek onun dervişi olmuştur. Sufilik, yeni bir yola gitmek, bir başka ifadeyle bir doğuş hadisesinin kahramanı olmak demektir. Bu durum onun için de gerçekleşmiş, müderrisliği terkinin ardından şeyhi tarafından adı da değiştirilmiş ve bu buluşma bir bayram günü gerçekleştiği için kendisine “Bayram” adı verilmiş, daha sonra şeyhiyle birlikte gerçekleştirdiği hac ziyaretiyle adına bir de “Hacı” sıfat eklenmiştir. Hayatının bundan sonraki safhasına gelince, bir müddet şeyhinin yanında manevî eğitimine devam etmiş, onunla yolculuklara çıkmıştır. Onun vefatından sonra ise Ankara’ya dönerek birleştirici, bütünleştirici vasıflarıyla Halvetiyye 72 MART 2016 ve Nakşbendiyye Tarikatlarını bir araya getirmiş, Bayramiyye Tarikatı’nı kurmuştur. Bir Ahi Şeyhi Olarak Hacı Bayram-ı Velî Her büyük mutasavvıfın hitap ettiği kitle ve toplum içinde yaptığı hizmetler itibariyle öne çıkan bir yanı vardır. Bu durum Hacı Bayram-ı Velî’de şöyle tezahür eder. O her zaman halkın içinde olan bir sufidir. Çevresinde toplanan insanların büyük bir bölümü ziraatla uğraşan insanlardır. Bunlara yine bir meslekle iştigal eden esnafı da ilave edebiliriz. Böylece o, öncelikle çiftçi ve esnaflar arasında yaptığı irşadla bir ahi şeyhi vasfı kazanmıştır. Bunun anlamı şudur: Hacı Bayram-ı Velî, hitap ettiği zümre itibariyle Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış, böylece Anadolu’da Türk birliğinin tesisinde, Anadolu’nun iktisadî bakımdan gelişip kalkınmasında önemli bir rolün sahibi olmuştur. Dahası bu faaliyet neticesinde Anadolu’nun iktisadî hayatı bunu bir derviş ahlâkı ile yapan insanlar vasıtasıyla sağlam temeller üzerine kurulmuş, bu da devletin bu anlamda güçlenmesine imkân hazırlamıştır. Zira onun yetiştirdiği dervişler el emeği ile geçinmeye yani toprağı işlemeye ve el sanatlarına yönlendirilmiş kimselerdir. Bu manada kendisi de onlara buğday, arpa, burçak yetiştirerek örnek olmuştur. İmece usulünü hayata katarak birlik içinde hareket etmenin amelî dersini de vermiştir. Şairliği Hacı Bayram-ı Velî, yazının başında da belirttiğimiz gibi çok az sayıda şiiri bulunan bir isimdir. Bilinen beş şiirinden en ünlüsü şudur demek bir hayli zordur. Hepsi de söylendikleri günden bu yana çok sevilerek okunmuş şiirlerdir. Mana ve muhteva olarak bakıldığında ise bunlar, bir divan dolusu şiirle anlatılabilecek duygu ve düşünceleri muhtasar olarak anlatabilecek bir özellik taşımaktadırlar. Yine de bir önceleme yapacak olursak ilk sırayı herhâlde; somuncubaba 73 N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm Derd ü gam ile doldu bu gönlüm Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm Yanmada derman buldu bu gönlüm dörtlüğüyle başlayan ve Bayramı imdi Bayramı imdi Bayram idersin yar ile şimdi Hamd ü senalar hamd ü senalar Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm dörtlüğüyle biten yedi kıtalık şiirine vermek gerekir. İkinci olarak ise “Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde” mısraıyla başlayan şiirinden söz edilmelidir. Bu şiir görünüşte bir şehir inşasını hikâye eder. Bu şehir, asıl olarak gönül şehrinin imarını anlatırken farklı anlam katmanlarında Ankara’nın ve ülkenin inşasının da hikâyesi olarak okunmalıdır. Bu yüzden Ankara, her ne kadar üzeri örtülmek istense de kadim tarihi itibariyle bir ahi şehridir ve o şehrin minaresinde “Hacı Bayram kendi banlamaktadır.” Zira şiirin son beytinde kendisi öyle söylemektedir: Bu sözü arifler anlar cahiller bilmeyip tanlar Hacı Bayram kendi banlar ol şehrin minaresinde Diğer şiirleri ise “Bilmek istersen seni/Can içre ara canı”, “Hiç kimse çekebilmez güçtür feleğin yayı/Derdine gönül verme bir gün götürür vayı”, “Benim maksudum âlemde değildir lakin illa hu/Bu benim derdime derman değildir lakin illa hu” beyitleriyle başlayan şiirleridir. Onlar da tasavvuf düşüncesinin bütün bir dünyasını, en temel kavramlarını ifade den şiirlerdir. Şüphesiz bu şiirler dili itibariyle de önem arz ederler. Hacı Bayram-ı Velî şiirlerinde devrinin Arapça ve Farsçayı önceleyen dil anlayışı karşısında Türkçeyi tercih etmiş, böylece Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanmasında etkili olmuştur. Yetiştirdiği Şairler Hacı Bayram-ı Velî, sayıca çok az şiir söylemekle birlikte, asıl eser olarak insan yetiştirmeyi kendine şiar edinmiş bir Velîdir. Bunu da en çok yetiştirdiği şair-sufilerde görmekteyiz. Bu bereketli ocakta yetişen şairler, Türkçe sufi şiirin en büyük isimleri olmuşlardır. Bunlar arasında sözü edilmesi gereken ilk büyük isim “Eşrefzade” olarak da bilinen Eşrefoğlu Rumî’dir. Onu takip eden isimler ise başta Akşemseddin Hazretleri olmak üzere Dede Ömer Sikkini, Akbıyık Sultan, Kızılca Bedreddin’dir. Bu isimlerden Eşrefoğlu üzerinde biraz daha durmak gerekir. Zira o, Yunus Emre’den sonra bu sahada eser veren ikinci büyük Anadolu şairidir. Hem divanı hem de mensur eserleri bulunmaktadır. Kendisi Fetret Dönemi’nde yaşamış, yaptığı hizmetlerle Anadolu birliğinin derlenip toparlanmasında büyük pay sahibi olmuştur. 74 MART 2016 Onu Yunus Emre misyonunda bir şair olarak görmemiz de işte bu yüzdendir. Eşrefoğlu’nun bir özelliği de şeyhi Hacı Bayram’ın aynı zamanda damadı olmasıdır. Doğrudan Hacı Bayram’ın döneminde ve dergâhında yetişmemekle birlikte Akşemseddin’in talebelerinden olarak Bayramiye geleneğini sürdüren ve Bayramiye-Şemsiye Tarikatı’nın Tennuriye kolunu kuran İbrahim Tennnurî, daha uzak bir tarihte Halvetiye şeyhi olarak hizmet veren Dede Ömer Ruşenî ve Gülşenîye kolunu kuran İbrahim Gülşenî de köken olarak Hacı Bayram’ın açtığı yoldan yürüyen şairler/halifeler olarak anılabilir. Hacı Bayram’ın dervişi ve aynı zamanda kardeş olan iki önemli halifesinden daha söz etmemiz gerekir. Bunlar Yazıcıoğlu Mehmet ve kardeşi Ahmed-i Bîcan’dır. Bilhassa Yazıcıoğlu Mehmet, Muhammediye adlı eseriyle Anadolu İslâm kültüründe hayli etkili olmuş bir şahsiyettir. Yine Ahmet Bican’ın Envâr’ül-Aşıkîn adlı eseri de bir hayli şöhret bulmuştur. Hacı Bayram dergâhının Türk edebiyatına armağan ettiği bir şair de Divan edebiyatının korucu şairlerinden olan Germiyanoğlu Şeyhî’dir. Asıl mesleği göz hekimliği olduğu için Hekîm Sinân adıyla şöhret kazanan bu büyük şair, Tıp tahsilini yaptığı İran’dan dönüşü sırasında Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’ye intisap etmiştir. Sonuç Yerine Başta Ankara olmak üzere bütün bir Anadolu’nun gönül mimarlarının başında gelen Hacı Bayram-ı Velî, bir yandan geniş halk kitlelerini çiftçilik ve mesleklere yönelterek Anadolu’nun iktisadî hayatının gelişmesinde etkili olurken, bir sufi şair olarak da -bunlar sayıca fazla olmasa bile- tasavvuf şiirimizin önemli isimlerinin başında gelmektedir. Özellikle Türkçeyi tercih etmesi de o dönemdeki birliğin tesisinde çok önemli bir rol oynamıştır. Onun asıl eseri ise Eşrefoğlu, Şeyhi, Akşemseddin gibi şairler ve halifeleri olmuştur. somuncubaba 75 ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI SA’D BİN EBÎ VAKKAS (r.a.) H ayatında iken cennetle müjdelenen 10 sahabeden biri olan Sa’d bin Ebî Vakkas Hazretleri, Hz. Ebu Bekir (r.a.) vasıtasıyla Müslüman olmuş sahabe-i kiramın büyüklerindendir. İlk Müslümanların yedincisidir ve henüz on yedi yaşındadır. Müslüman olmadan önce şöyle bir rüya görür: Kendisi zifiri bir karanlığın içinde iken, birdenbire her tarafı aydınlatan parlak bir ay doğar. Ayın aydınlattığı yolu takip ederken aynı yolda Zeyd bin Haris, Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in önünden ilerlediğini görür. Kendilerine “Siz ne zaman buraya geldiniz?” diye sorar. Onlar da “Şimdi.” diye cevap verirler. Gördüğü bu rüyayı üç gün tabir etmeye çalışır fakat bir sonuca ulaşamaz. Hz. Ebu Bekir’e giderek gördüğü rüyayı anlatır ve tabirini sorar. Hz. Ebu Bekir (r.a.), “Gel benimle, seni cihanı aydınlatan nura götüreyim! Rüyanın tabiri budur.” diyerek kendisini Peygamberimiz (s.a.v.)’in huzuruna getirir. Peygamber Efendimiz’in, kendisine kelime-i şehâdet getirmesini emir buyurur. O da Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda kelime-i şehâdet getirerek İslâm’la şereflenir. İslâm’a bütün kalbiyle inanmış, emirlerine canla başla sarılmış ve tam bir iman eri, bir İslâm fedaisi olan Sa’d (r.a.) anne tarafından Peygamberimiz’in akrabası olduğu için, “İşte benim dayım Sa’d. Böyle bir dayısı olan var mı?” şeklinde iltifatlarına mazhar olmuştur. Onun Müslüman olması, namaz kılması, Peygamberimiz’e gönül verip onun sevgisini her şeyden üstün tutması, ona bağlılığı, annesini rahatsız etmişti. Onu dininden döndürebilmek için çeşitli yollara başvurdu. Fakat ikna edemeyince oğlunun en zayıf noktasını yakaladı. Sa’d (r.a.), annesine karşı son derece bağlı, saygıda kusur etmeyen biriydi. Annesi, “Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?” dedi. Hz. Sa’d da “Evet.” dedi. Bunun üzerine annesi putları 76 MART 2016 adına yemin ederek: “Sa’d, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben ne bir şey yerim, ne de içerim!” dedi. Böylece oğlunu dininden döndürebileceğini ümit ediyordu. Birkaç gün ne yemek yedi, ne de bir şey içti. Fakat umduğunu bulamadı. Tam aksiyle karşılaştı. Birkaç gün sonra ondan şu kararlı cevabı aldı: “Vallahi anne iyi bil ki, 100 tane canın olsa ve her birini dinimden dönmem için versen, ben yine de dinimden dönmem! Artık sen bilirsin. İster ye, ister yeme.” Annesi Hz. Sa’d’ın dinine bağlılığını, imanındaki sebatını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı ve açlık grevinden vazgeçti. Bu hadiseden sonra Allahu Teâlâ evladın anne ve babaya hangi hallerde tâbi olacağını, hangi hallerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût Suresi, sekizinci âyet-i kerimesini göndererek; “Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilah olduğuna dair hiçbir delil bulunmayan bir şeyi Bana ortak koşman için seni zorlayacak olurlarsa onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim.” buyurdu. İslâm’ın ilk yıllarında Mekke müşrikleri, sayıları çok az olan Müslümanlara işkenceler ediyor, çeşitli hakaretlerde bulunuyorlardı. Öyle ki, rahatça ibadet etmelerine dahi müsaade etmiyorlardı. Sa’d (r.a.) birkaç sahabeyle beraber, Ebû Düb denilen bir vadiye giderek ibadet etmeye başladılar. Bunları gören bazı müşriklerde yanlarına gelerek kendileriyle ve yaptıklarıyla alay etmeye başladılar. Ebî Vakkas (r.a.) daha fazla dayanamadı. Eline geçirdiği bir deve kemiğiyle onları uzaklaştırmaya çalışırken birinin kafasını kanattı. Diğer sahabeler de harekete geçince müşrikler kaçışmaya başladı. Böylece Hz. Sa’d, “Allah yolunda ilk kan akıtan sahabe” olma şerefini kazandı. “Allah yolunda ilk ok atma” faziletinin de sahibi olan Hz. Sa’d, aynı zamanda İslâm’ın kahraman bir mücahidiydi. Katıldığı her savaşta müşriklere kan kusturdu. Özellikle Uhud Savaşı’nın somuncubaba 77 en tehlikeli zamanında Peygamberimiz’in etrafında etten bir duvar ören sahabelerden birisi de oydu. Peygamberimiz, Hz. Sa’d’ın düşmana karşı verdiği cansiperane mücadele karşısında elindeki okları ona veriyor, bir yandan da: “At ya Sa’d! Anam, babam sana feda olsun!” diye iltifatta bulunuyordu. Peygamberimiz daha önce bu sözleri hiç kimseye söylememişti. Yine her ok atışında, “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult. Allah’ım sana dua ettiğinde Sa’d’ın duasını kabul eyle.” diye dua da ediyordu. Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) gazvelerin birinde, geceleyin Medine’ye geldiğinde, “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir silah sesi duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim, Sa’d bin Ebî Vakkas.” dedi. Peygamberimiz, “Seni buraya hangi şey getirdi, niçin geldin?” buyurdu. Sa’d (r.a.): “İçimden bir ses Rasûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Bunun için sizi korumağa ve hizmetinize geldim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah ona dua etti ve uyudu. Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katılan Sa’d (r.a.), Hz. Ömer zamanında da İslâm Orduları başkumandanı olmuş, tarihe Kadisiye Zaferi olarak geçen savaştan sonra Sasanî Devleti’ni ortadan kaldırarak bütün İran’ın İslâm toprakları olmasını sağlamıştır. Sa’d bin Ebî Vakkas Hazretleri bütün güzel vasıfları şahsında toplamış, mümtaz bir insandı. Yanında hiç kimsenin çekiştirilmesine razı olmaz, birilerini çekiştirmeye kalkışan şahsı hemen sustururdu. Cesur, sözü, özü doğru büyük bir zattı. Çok cömertti, onca makam ve mevkie rağmen çok sade hayatı severdi. Uhud Savaşı’nda Peygamberimiz’in duasına mazhar olduğu için duası makbul birisiydi. Bu sebeple halk onun bedduasına uğramaktan sakınırdı. Hacı Bayram-ı Velî Camii Ankara’nın bağrında yükselen abidesin Gönülleri şad eder, günde beş vakit sesin Vefayı taç eyleyen müminlerin var senin Zemheri ayazında, yüreğinde hâr senin Hz. Sa’d, hilafet makamına liyakati olan bir sahabeydi. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra birçok kimse, kendisini halife seçmek Karanlık gecelerde süzülen ışıksın sen!... Ey Ankara’nın kalbi, Mevlâ’ya âşıksın sen!... istediklerini söylemelerine rağmen kendisi bu tekliflere hiç iltifat etmedi. Senin yüzün gülerse, hilâlin yüzü güler Müezzinlerin piri, Bilal’in yüzü güler Birçok hadisin bize kadar gelmesinde büyük emeği olan Hz. Sa’d, 270 hadis rivayet etti. Bunlardan birisi mealen şöyledir: “Mü’minin hâline hayret ediyorum! Bir iyilikle karşılaşsa Allah’a hamd ve şükreder. Bir musibetle karşılaştığında da hamd ve sabreder. Böylece her işinde sevap kazanır. Hattâ hanımının ağzına koyduğu lokmadan dahi sevaba erer.” Hicret’in 55. yılında Hakk’ın rahmetine kavuşan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, vasiyeti üzerine Bedir Savaşı’nda giydiği gömlekle kefenlendi. ‘Aşere-i Mübeşşere’den en son vefat edendir ve Medine-i Münevvere’de medfûndur. 78 MART 2016 Ey bahtımın yıldızı, kim demiş ki nâçârsın? Sadece müminlere, sırlarını açarsın Batıla inen tokat, mümine gurursun sen!... Ankara Kalesi’yle söyleşir durursun sen!... İslâm’ın gülen yüzü; haysiyetsin, vakarsın Bir çağlayan misali, gönüllere akarsın Dirilişe çağıran ezanların var senin Destanını ezelden yazanların var senin Toprağında saklıdır kadim medeniyetler Secdeye giden kalpten taşar halis niyetler Gecemize ışıksın, sönmeyen bir meşale… Dalgalanırken bayrak, göz kırparsın hilâle Ey mum misali mabet, tüketirsin kendini!... Mübarek ezanların yıksın zulmün bendini!... Çölleşmiş yüreklere, can veren nehirsin sen!... Gönlümün payitahtı, sanki bir şiirsin sen!... Ezan vakti gelince minarelerin güler Hacı Bayram Velî’yle neler bölüştün neler? Sen konuştuğun vakit, Ankara dile gelir Hak dostun dergâhında bülbüller güle gelir Bozkırın ortasında, ilelebet hürsün sen!... Ankara’nın kalbine vurulan mühürsün sen!... M. Nihat MALKOÇ somuncubaba 79 PSİKOLOJİ / Mustafa Doğan KARAÇOŞKUN* TELEVİZYONUN ÇOCUKLARA, GENÇLERE VE AİLE BİREYLERİNE YÖNELİK OLUMSUZ ETKİLERİ “Televizyondaki taklit kaynağı tipler ve yaşam tarzları, çocuk ve gençlerin toplumun kültürel değerlerini yaşatabilmeleri açısından ayrı bir önem arz etmektedir. Buradaki model kelimesi kişinin kendini özdeş tuttuğu ve duyuş, düşünüş ve davranışlarını taklit etmeye çalıştığı kimseleri ifade etmektedir.” T elevizyonların çocuk ve gençler üzerindeki etkisi, toplumun diğer kesimlerine oranla çok daha fazladır. Bu etki televizyonların sadece bilgi aktarmaları yoluyla olmayıp daha ziyade belli davranış modelleri sunmaları suretiyle cereyan etmektedir. Bu tipler özellikle çocuklar için büyük bir taklit kaynağı olan modellerdir.1 Bireylerin ruhsal gelişiminde ve insan ilişkilerinin oluşumunda oldukça önemli bir işleve sahip olan taklit etme, televizyonun temel öğretme biçimine uygun düşmektedir.2 Ancak bilinçsiz özentiyle taklit söz konusu olduğundan ve taklit kaynağı tiplerin millî değerlerin güçlenmesi bağlamında, olumsuz yönleri özendirildiğinden, çocuk ve gençler yaratıcı güçlerini ortaya çıkaramamakta ve düşünme yeteneklerini kullanmada ciddi sorunlar yaşamaktadırlar.3 Televizyondaki taklit kaynağı tipler ve yaşam tarzları, çocuk ve gençlerin toplumun kültürel değerlerini yaşatabilmeleri açısından ayrı bir önem arz etmektedir. Buradaki model kelimesi kişinin kendini özdeş tuttuğu ve duyuş, düşünüş ve davranışlarını taklit etmeye çalıştığı kimseleri ifade etmektedir.4 Buna karşılık televizyon yapımcı ve yayıncılarının bu hususta yeterli hassasiyeti gösterdiklerini söyleme imkânına sahip değiliz. Bu görüşümüzün daha iyi anlaşılabilmesi için sadece bazı TV yayınlarına göz atmamız yeterli olacaktır. Bugün televizyonlarda gösterilen yabancı filmlerden bir kısmında Hıristiyan ve Musevî dinî motifleri yoğunluktadır. Özellikle Hıristiyanlığın dinî kutsalları, dinî pratikleri(dua vb. ayinler) sempatik gösterilirken, kendi inanç değerlerimiz göz ardı edilmektedir. Hafta içi yayınlanan Güney Amerika dizileri yoluyla, kültürümüzün temel koruyucu ve taşıyıcısı olan aile yapımızı çözülmeye götürecek oldukça farklı bir yaşam tarzının özendirildiği görülmektedir. Televizyonların olumlu yönde kullanılması gereken etkileri de, bu tarz filmler yoluyla olumsuz olmaktadır. Bu filmlerde, kahramanların hayat tarzları kültürel yapımıza son derece zıt- 80 MART 2016 tır. Üstelik bu filmlerdeki karakterler ve yaşam tarzları sadece çocukları değil, ailenin diğer üyeleri ve onların kendi aralarındaki ilişkileri de etkilemektedir. Bu karakterlerin genel özelliği bolca eşya tüketmek, karşı cinsten arkadaş edinmek ve istedikleri her şeyi yapabilmektir.5 Yabancı filmlerde genel durum bu iken, yerli filmler de pek iç açıcı değildir. Bunu sayısız örneklerle açıklama imkânı vardır. Örneğin televizyonun çok seyredilen ve en uzun süre devam eden yerli filmlerinden “Bizimkiler” dizisini ele alarak somutlaştırabiliriz. Adı geçen film bir apartmanda yaşayan insanların kendi aile bireyleri, arkadaşlık ve komşuluk ilişkileri vb. açısından gündelik yaşantılarını konu almaktadır. Ancak eğer bu insanlar, gözetilmesi gereken millî değerler çerçevesinde, Türk toplumunun tesadüfî birer tiplemesiyse, koca bir apartman binasında yaşayan bunca insan ve diğer kişilerin en yaygın davranış biçimleri olarak bol miktarda içki içmeleri, genelde para ve kişisel menfaati önde tutmaları ve insanlarla ilişkilerinde çoğunlukla ikiyüzlü olmaları ne derece doğaldır? Aşağı yukarı hepsinin evinde var olan içki köşesi, evlerine gelenlere öncelikle içki teklif etmeleri ve misafirlerin bu durumu hiç yadsımamaları hangi kültürel değerlerimizle bağdaşmaktadır? Yine filmdeki “katil” rolündeki kişinin, ailelerin yaşadığı bir apartmanda evinde nikâhsız bir kadın bulundurarak, onunla somuncubaba 81 aileler arasında yaşamasının, genelde hoş görülmesi şeklindeki bir yaşam tarzı, toplum bireylerimizin genelinin gündelik yaşam biçimine ve kültürümüze ne derece uygun düşmektedir? Çocuklar açısından televizyon yayınlarına baktığımızda genel itibariyle çocuğun dünyasını ve lisanını geliştirmesi, eğitimine yardımcı olması, zihinsel ve yaratıcı aktivitelerini yönlendirmesi gibi pek çok olumlu etkiler olması gerektiğini düşünebiliriz. Oysa günümüzde yayınlanan çocuk programlarının pek çoğunda çizgi filmler, çocuk dizileri ve diğer çocuk programları genelde eğitici olmaktan uzak, hayalci, fantastik, sadist öğelerle bezeli ve sırf eğlendirmeye yönelik yapımlardır. Örneğin maskeyi takınca her şeye gücü yeten bir adam, He-man ismindeki en büyük olarak takdim edilen bir kahraman tiplemesi ve şiddet öğeleri taşıyan diğer çizgi filmler, çocuğun düşünce ve hayal dünyasına etki ederek, henüz gelişme çağında olan zihinlerini doldurmaktadır. Bunların etkisiyle çocuk, kendisine anlatılan -Türk kültürü- nün bütünleştirici unsurlarının en önemlilerinden- Allah’ın en büyük ve en güçlü olduğu6 fikrini kabullenmekte güçlük çekebilmektedir. Ayrıca, sevgi, saygı ve ahlâkî gelişme bağlamında çok az çocuk programı olması, çocukların kültürü devralmaları anlamına gelebilecek olan sosyalleşmelerinde ciddi problemler ve çatışmalara yol açmaktadır. Televizyonun büyüsüne kapılmış ve onu kontrolden aciz olduğumuz göz önünde bulundurulduğunda, çocukların sosyalleşme sürecine olumlu bir şekilde katılmaları yerine, televizyonlaşma sürecini yaşadıklarını7 söyleyebiliriz. Bu süreç ise, okuma ve özgür düşünme yeteneğini kısıtlayan kendi başına düşünme ve araştırma imkânını yok edip bireyi uyuşturan bir süreçtir.8 Çocuklar ve gençler arasında oldukça önemli bir konu da şiddet ve cinsel içerikli yayınlardır. Bu tür yayınlar çocukları henüz erken dönemde yetişkin problemleriyle karşı karşıya bırakma, kendi dönemiyle arada çatışma yaşamaya itmenin yanı sıra, özellikle ergenlik dönemi gençlerini aşırı uyarmakta, gelişim çağlarına uygun davranışlar yerine, sadist davranışları özendirmektedir. Bu tür yayınlar, günümüz televizyon yayıncılarının en sık kullandıkları yayınlardır. Bu yayınlar sonucudur ki, saldırgan davranışlar idealize edilmekte ve çocuklarda bu eğilim güçlendirilmektedir.9 Nitekim yapılan pek çok araştırma, TV’lerdeki saldırgan davranışları izleyenlerin, saldırgan tepkilerinde artış olduğunu doğrular.10 Bu eğilimin gerçek bir güce dönüşeceği konusundan da emin olmayan yahut deneyimleri sonucu gücünün sınırını anlayan çocuklar, bir büyüme korkusuna da kapılabilmektedir. Bu korku da çocukların içtenlikli ve güvenli bir duygusal yaşama sahip olmalarını, kendi duygularını kendilerine göre geliştirme kapasitelerini kısıtlamaktadır.11 Yoğunlukla nefret ve düşmanlık duyguları ve intikam hisleri pekiştirilerek, sosyal hayatta her dış tepkiye bu hislerle karşılık verme davranışı yerleştirilmektedir. Bunun sonucunda bencil ve sadist bir kişilik oluşmakta ve ileriki yaşamda kendi kendisine ve çevresine yabancı bireyler yetişmektedir. Kültürel değerleri ve insanî erdemleri yozlaştıran diğer bir tür program da “reklamlardır”. Reklamlar özenti ve israfa yol açmaları nedeniyle, ailelerin dağılmasına yol açmalarının yanında, çocukların zihinsel ve sosyal gelişimlerini de olumsuz etkilemektedir. Aynı zamanda genel yaşam tarzımıza ters bazı ürünleri süsleyerek sunmak suretiyle de, kültürel dejenerasyona katkıda bulunmaktadır. Fromm’un ifadesiyle insanlar âdeta sadece sahip olduklarıyla var olacakları, aksi halde bir hiç olacakları düşüncesine itilmektedirler.12 Bu düşünceyi besleyen ve destekleyen reklamlar yoluyla yapay gereksinimler üretilerek, insan doyumsuzluğa yönlendirilmektedir.13Ayrıca maddî imkânı yetersiz ailelerde çocukların, hatta aile büyüklerinin doyumsuz isteklerinin pekiştirilmesi ve daha fazla şeyi elde etme etki- 82 MART 2016 siyle suç işlemeleri söz konusu olabilmektedir. Çünkü çocuklar izledikleri reklamların etkisiyle daha fazla talepte bulunmakta ve özellikle dar gelirli aileler bu talepleri asgari düzeyde bile karşılamakta zorlanmaktadırlar. Gelir düzeyi düşük olmayanlar da, çocuğun her istediğini almayı doğru bulmayarak talepleri geri çevirebilmektedirler. Bu durum, çocukta yoksunluk ve kırgınlık duygusu oluşturabilmektedir. Tüketim kapitalizminin sanal formu14 diye nitelenen reklamlar, bütün bu olumsuzlukları peşinde getirmektedir. “Radyo ve Televizyon Yayınları Yayın Esas ve Usulleri Hakkındaki Yönetmelik”in 9. maddesi gereğince “... televizyonlarda, halkın ruh sağlığını bozacak, sebepsiz korkular ve çelişkili duygular yaratacak, insanları kaderciliğe yöneltecek şekilde yayın yapılamayacağı”nın yasal güvence altına alınmış olmasına karşın15, problem artarak sürmektedir. Her şeye karşın reklamlar, belki de masalların yerini doldurduğundan çocukların TV’de seyrettikleri en vazgeçilmez programların başında gelir. Dipnot * Prof. Dr. Mustafa Doğan KARAÇOŞKUN 1. Haluk Yavuzer, Çocuk ve Suç, 8. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996, s.116. 2. İbrahim Alaattin Gövsa, Çocuk Psikolojisi, , Hayat Yayıncılık, İstanbul 1998, s.84. 3. Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, 23. Basım, Özgür Yay., İstanbul 1998, s.100. 4. Yavuzer, a.g.e.,s. 114. 5. Yusuf Kaplan, Enformatik Devrim Efsanesi, Rey Yayıncılık, İstanbul 1991, s.52. 6. Sadık K. Tural, Kültürel Kimlik Üzerine Düşünceler, Kültür Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, s.8. 7. Sedat Cereci, Televizyonun Sosyolojik Boyutu, Şule Yayınları, İstanbul 1986, s.57. 8. Mustafa Köylü, “Televizyonun Olumsuz Etkileri”, Din Eğitimi Dergisi., Sayı 25, s.78. 9. Aytekin Can, Çocuk ve Çizgi Film, Öz Eğitim Yayınları, Konya, trs., s.138; Köylü, a.g.m., s. 78. 10. Ali Dönmez , “Televizyon ve Saldırganlık”, Hitler İsteseydi (Sosyal Psikoloji Yazıları), Gündoğan Yayınları, Ankara 1994, s.71. 11. Kaplan, a.g.e., s.50. 12. Fromm, Sahip Olmak Ya da Olmak, Arıtan Yayınevi, İstanbul 1994, s. 62. 13. Abdulkerim Bahadır, “Günümüz Kitle İletişim Araçlarının, Ruhsal ve Toplumsal Hayatımız Üzerindeki Olumsuz Etkileri ve Korunma Yolları”, Selçuk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı, 7, Konya 1997, s. 488. 14. Kaplan, a.g.e., s.86. 15. Cengiz Özdiker, “Televizyonda Dini Haber ve Yorumlar”, Diyanet İlmi Dergi, c. 37, sayı, 4, Aralık-2001, s. 125. somuncubaba 83 DENEME / Muammer YILMAZ G GÖZYAŞI öz ve gözyaşı Yüce Yaratıcı’nın tüm canlılara en büyük bahşişidir. Bu ufacık et parçası, bakmasını ve görmesini bilenlerin elinde vezir, kalpleri mühürlü, ruhları zincire vurulmuşların elinde rezil olur. Gözün sermayesi yaşıdır. Onu kurumaktan kurtarmakla kalmaz, ona kuvvet ve kudret verir; gerçek sahibine daha da yaklaştırır. Gözyaşının kuruması bir bedbahtlık alâmetidir. Gözleri kuruyan insanın içi de, ruhu da kurumuştur. Gözyaşı, duâların en üstünüdür. İnsanoğlunun helâl lokmasına, içtiği suyuna, her nefesine, sağlığına ve varlığına katıktır. Gözyaşından büyük temizleyici yoktur. Siyim siyim inen gözyaşının her damlası ruh inceliğinin şahididir. Şerha şerha yaraların, göğe açılan kolların, kurumuş dil ve dudakların merhemi, kevseridir. Gözyaşının özü sudur. Ateşte kaynarsa cevher, gönüle düşerse hem yakar, hem yıkar. Gözyaşı; fazilettir, diyettir. Eritir, temizler, gizler. Bu yüzden denilir ki, gözyaşı “Yiğitler kârıdır ve civanmertler vakarıdır.” Gözyaşı bir kültürdür. Gözyaşının vatanı Doğu’dur derler. Doğu’dan kasıt İslâm’dır. İslâm Medeniyeti’nin temelidir. Onun için bizim medeniyetimiz “Merhamet ve Gözyaşı Medeniyeti”dir. “Gözyaşı İslâm’ın buluşu, Müslümanlığın duyuşu, şefkat ve merhamet pınarı, Peygamberlik motifidir.” Nitekim İki Cihan Güneşi, “Allah’ım, yaşları ile kalbe şifa veren sel gibi akıcı iki göz ver bana.” buyuruyor. dünyadan küçüğüne gelmenin çile, ıstırap çekeceğinin, ihmal edileceğinin, başına geleceklerin sancısı ile ağlar. Bulutlar da ağlar. Rüzgârın önünden savrulan Gözyaşı insanın Miracı, cehennem ateşinin sigortasıdır, zırhıdır. Cehennem kıvılcımları mahşerde insanları kovaladığı zaman Cebrail mü’minlerin gözyaşı olan bir bardak su ile cehennemin ateşini söndürmeye çalışır. sıcak ve soğuklar içinde kavrulan bulutlar; yaz Ağlayan sadece insanlar değildir. Her canlı ağlar. Bitkilerin, ağaçların, hayvanların ağlaması bir başkadır. İrfan ve izan sahibi olanlara (olana) çok şeyler anlatırlar. fağında kalkıp yüzlerini ve gönüllerini yıkayacak En çok ayakları cennet damgalı, cefakâr ve fedakâr analar ağlar. Şehit düşen Mehmet’ine, Aslı’sını verip aldığı Kerem’ine; garipliğine, ihmal edildiklerine, kem talihine... 84 MART 2016 Dünyaya adımını atan her yavru da büyük demez, kış demez, bahar demez, güz demez daima ağlar. Gözyaşını seccadeler de iyi tanır. Sabahın şaolanlar için dikilirler. Ve açılmayı beklerler. Dudaklarından duâyı, yüzünden tebessümü eksik etmeyen, ince, merhametli, duygulu insan yüzünü ve gözünü gözyaşları ile yıkayan insandır. Acımasız, duygusuz, içi sızlamayan ve kirpiği ıslanmayan “kem talih” hoyratlarıdır. somuncubaba 85 EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ T ONLARIN MODELLERİ FARKLI oplumların temellerini aileler oluşturmakta, ancak ailelerin üzerinde oluşturulan sosyal baskılar, çözülmelerin de temelini oluşturmaktadır. Şehirlerdeki toplumsal duyarsızlık, kent hayatının büyük aileleri çekirdek aile yaparak minimize etmesi ve bu minik ailelerin de uzun ömürlü olmayan evlilik münasebetleri, sonuçta parçalanmış aileler ve ortada kalmış, perişan olmuş çocuklarla karşı karşıya kalan bir toplum meydana getirmektedir. Zıtlar, Olgular, Modeller… Türk toplumu Doğu ve Batı arasında bocalamakta, ya da modernite ile geleneksel kültür arasında çatallı bir yol ağzında bırakılmış vaziyettedir. Bu gidiş zıtlar arasında yapılan yarışın temelini oluşturmaktadır. Birbirine zıt demişken görülen olgular üzerinde durmak gerekir. Sosyal hayatın farklı yaşanması, inanç temelli yaklaşımlarda ‘uç’lar arasında gidip gelmeler, kültürel farklılıkların günlük hayatı fazlasıyla meşgul etmesi, hatta inanç grupları arasında yükselen ‘Daha iyi Müslüman benim!...’ feryatları, dahası mezhep temelli yaklaşımları, Kur’an’ın üzerinde görme çırpınışları, insanları davranış bozukluklarına kadar götürmektedir. Toplumların temellerini aileler oluşturmakta, ancak ailelerin üzerinde oluşturulan sosyal baskılar, çözülmelerin de temelini oluşturmaktadır. Şehirlerdeki toplumsal duyarsızlık, kent hayatının büyük aileleri çekirdek aile yaparak minimize etmesi ve bu minik ailelerin de uzun ömürlü olmayan evlilik münasebetleri, sonuçta parçalanmış aileler ve ortada kalmış, perişan olmuş çocuklarla karşı karşıya kalan bir toplum meydana getirmektedir. Eğitim düzeyi yüksek olsa bile modernitenin bencil anlayışı en ufak tartışmayı mahkeme kapılarına sürüklemektedir. Adaletsiz bir gelir dağılımı, buna karşın tüketim kültürünün zorlamasıyla doyumsuz olan, kanaat etmeyi unutmuş aileleri şarkı ve şiirlere temel oluşturmuş ‘sevgi’ ve ‘aşk’ kavramları bile mutlu etmiyor. Bir TV dizisinin profilini kabaca çıkardığımız zaman karşımıza şunlar çıkmaktadır: Zengin patron, fakir kız, ya da tam tersi, kabadayı adam, her türlü silah, zorbalık, şiddet, aldatma, çarpık ilişkiler, hile yapma yollarının topluma öğretilmesi… 86 MART 2016 Bütün bunlarla dolan zihinlerin sapmalar yaşaması beklenen bir durumdur. Hele bu durumun küçük yaşlardaki çocukların depolama yeri olan ‘bilinçaltı’nı nasıl etkileyeceğini tahayyül edebilirsiniz. Bu kadar medya baskısının götüreceği son durak; evlenmeyi denedik olmadı, şimdi de boşanıyoruz olacaktır. Bu kadar kötü uyaranlar karşısında bazı yetişkinler yollarını kaybetmişken, çocukların ilgisiz ve sevgisiz kalmasına, küskün ve kırgın büyümesine ortam hazırlamaktadır. Aileler bunu kapatmak için çocuğun her dediğini yapmak zorunda kalarak, olumsuzlukları kapatma yoluna gitmektedir. Hâlbuki ailelerin çocuklarına yapacakları en büyük kötülük, onun her istediğini almaktır. En pahalı oyuncakların hiçbiri gerçek oyunun yerini tutmaz. Çocuklara sus payı olarak alınan eşyaların beraberinde doyumsuz bir çocuk, mutsuz bir kişilik yaratacağını akıldan çıkarmamak gerekir. Tüketim endeksli bu davranışlar, çocuklar arasında yaygınlık kazandıkça, hayatı algılamada bakış açısı değişmekte, zamanla küresel markalar aileden çok çocukları hedef kitle olarak seçmektedir. Bu durum, “tüket ama sorgulama” anlayışını oluşturmaktadır. Unutulan ama ciddi araştırmaların yapılmadığı bir diğer durum da, sınıfta eğitim görmek istemeyen, duvarları hapishane hücresi gibi gören, şımarık bir kuşakla karşı karşıya olduğumuzdur. Çekirdek ailenin zulmü, tek çocuklu olmak, onun her talebini emek harcamadan yerine getirmek… Tek olmanın getirdiği avantajlarla büyümüş, kaprisli ve şımartılmış bu çocuklara karşı, öğretmenin yapacağı fazla bir şey olmadığından, tek yol öğrenciyi memnun etmek, onun suyunca akmak gibi hiç de doğru olmayan, mecburi bir davranışın içine girmekteler. Lise düzeyinde dik başlı, kabadayı karakterlerin okumanın, ülkeye faydalı olmanın, ailenin yükünü omuzlamanın ne demek olduğunu idrak edemeyen erken olmuşların, sınıfta bir ders saati durmaları bile önemli bir başarıdır. Onların modelleri dizilerin kahramanları, kaportası güzel kızlar, lüks araba ile hava atan patron çocuklarıdır. Her yönden budanmış, sefil, mazlum ve uygulamalar arasında takati tükenmiş öğretmenler, onlar için model değildir. İlmine hürmet edilen öğretmenler, mal üreten vardiya elemanı durumuna düşürülmüştür. somuncubaba 87 2016 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın. Onların da abone olmasını sağlayın. 2016 Yılı Aile ve Çocuk Ekiyle Birlikte Yıllık Abone Bedeli 95 Türkiye : 95 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir. ABONE İLETİŞİM HATTI Adı / Soyadı: 444 36 61 Kurum Adı: (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 Ünvan: Dergi Teslim Adresi: Posta Kodu: Şehir Telefon: Faks: E-posta: Vergi Dairesi: Vergi No: Abone Başlangıç Tarihi: İmza: Faturayı adıma kesiniz Faturayı şirket adına kesiniz Visan İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 44700 Darende Malatya Tel: (422) 615 15 00 Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79 [email protected] www.somuncubaba.net Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23 Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız. Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz. Aile Eki ÇIKTI Aile Eğitiminde Mütevazi Olmak Sümeyye Büşra YILDIZ Telefonun, SMS ve İnternet Çocukları M. Emin KARABACAK Bir Hakikat Körlüğü: Kibir Halide YENEN Hazret-i Sümeyye (R.anha) Nagehan Nida DURAN Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected] 444 36 61 (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44