Hacı Bayram-ı Velî Camii Sultan II. Murat Han

advertisement
www.somuncubaba.net
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
YIL: 22 • SAYI: 185 • MART 2016 • Fiyatı: 8 TL
Hacı Bayram-ı Velî Camii
Sultan II. Murat Han
Ankara deyince Hacı Bayram-ı Velî
Hazretleri gelir akıllara.
Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile
II. Murat arasındaki bir mülakat geçer.
00185
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
185
başyazı
Kemal DEMİR
Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri
Somuncu Baba Hazretleri’nin halifesi, manevî âlemde “Sultanu’l-arifin, kulubu’l-aşıkîn” olan Hacı
Bayram-ı Velî Hazretleri; Ankara yakınlarındaki Zü’l-Fadl Köyü’nde dünyaya gelir. Asıl adı Numan’dır. İlmî
tahsilini tamamladıktan sonra, Ankara’daki Kara Medrese Müderrisliği’ne kadar yükselir. Bursa’daki Çelebi
Sultan Medresesi’nde de bir müddet müderrislik yapar.
Anadolu erenlerinden “Kutbul-Arifin” diye anılan, Somuncu Baba adıyla maruf Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri ile Hacı Bayram-ı Velî arasındaki manevî yakınlık Kayseri’de başlar Darende’ye kadar devam eder.
Bu yakınlaşma oldukça önemlidir. Bir gün Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri Şeyh Şücaüddin Karamanî’ye şöyle
bir talimat verir: “Engüri’de Hacı Bayram adlı bir müderris vardır. Onu davet eyleyin de, buraya gelsin.”
Somuncu Baba’nın adına davet eden Şucauddin Karamanî’nin davetine icabet eden Müderris Numan,
Kayseri’ye gelir. Şeyh Hamid-i Velî ile olan bu ilk görüşmesi bir bayram gününe rastladığı için, mürşidi
ona “Bayram” diye hitap eder ve böylece Müderris Numan, bütün Anadolu’yu manevîyatı ile ayakta tutan
Hacı Bayram-ı Velî şeklinde tezahür etmiş olur. Müderris Numan kendini davet eden maneviyat önderinin mertebelerinin yüksekliğini manen müşahede edince tasavvuf yolunu tercih eder ve Somuncu Baba
Hazretleri’nin bağlılarından olur.
Hacı Bayram-ı Velî on yıl kadar Somuncu Baba Hazretleri’ne hizmet eder ve manevî sohbetlerinden istifade eder. Hacı Bayram-ı Velî Somuncu Baba Hazretleri’nin nezdinde hizmet, sohbet, murakabe ve taatle
geçen yıllardan sonra önemli bir manevî makama kavuşur. Ankara’da kabr-i şerifi bulanan Hacı Bayram-ı
Velî Hazretleri; Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri’nin manevî feyzinden istifade etmiş, ondan aldığı güzellikleri
etrafına yaymıştır. Onun için de bu mübarek zatların isimleri unutulmamış, yüzyıllar sonra hatıraları dillerde hürmetle yâd edilmektedir.
Dergimizin bu ay ki kapak konusu Ankara Hacı Bayram-ı Velî Camii olarak seçildi. Konuyla ilgili olarak
M. Nihat Malkoç, Hacı Bayram-I Velî Camii başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yine Mustafa Özçelik Ankara’da
Bir Sufi-Şair: Hacı Bayram Velî başlıklı yazısında Hazret’in şairlik yönünü anlattı bizlere. Yine Resul Kesenceli Maneviyatın Tarihi Yönlendirmesi: Sultan II. Murat Han başlıklı yazısında bizlere Hacı Bayram-ı
Velî Hazretleri ile II. Murat arasındaki münasebetleri anlattı. Dergimizde ayrıca Prof. Dr. Ali Akpınar’ın “Hz.
Hârûn’un (a.s.) Fesâhati ve İhtiyatlı Kararları”, Prof. Dr. Ramazan Altıntaş’ın “Amelde İhlas”, Prof. Dr. Kadir
Özköse’nin “Halvetiyye Devrânı”, Prof. Dr. Enbiya Yıldırım “Enâniyet -Gururla Beslenen Bir Hastalık”, Prof.
Dr. Bilal Kemikli’nin “Gençlik: İnsanın Bahar Hâli” başlıklı yazılarıyla birlikte bir çok değişik konulardaki
yazıları da okuyabilirsiniz. Selam ile…
Hadji Bairam Wali
Hadji Bairam Wali (k.s), The Khalifa of Somuncu Baba (Sheikh Hamid Wali) and known as “Sultanu’l- Arifin (Sultan
of Intellectuals), Kulubu’l –Aşıkîn” among Sufis, was born in Village of Zü’l Fadl near Ankara. His name is Numan.
After his education, he became the Mudarris of Kara Madrasa in Ankara. He also taught as a mudarris in Çelebi Sultan
Madrasa in Bursa.
Since his first meeting with his Sheikh Hamid Wali was on a bairam morning, his sheikh called him as “ Bairam”,
and thus, Mudarris Numan was known as “Hadji Bairam Wali” from that time on in Anatolia, which was enlightened
and sustained by his spirituality.
Hadji Bairam Wali, whose tomb is in Ankara, benefitted from the education and spiritual light of Sheikh Hamid Wali,
and spread this beauty around. That’s why those kinds of people are never forgotten and always remembered with
respect.
Best regards...
somuncubaba 1
künye
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.
Kurucusu
A. Şemsettin ATEŞ
Basım Tarihi: 01 Mart 2016
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Kemal DEMİR
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
M. Hulusi ERDEMİR
Yayın Editörleri
M. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Kapak Fotoğraf
Atakan ESER
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama
VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • [email protected]
HACI BAYRAM-I VELÎ CAMİİ
16
Yapım
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 22 Sayı: 185 - Mart 2016
içindekiler
Genel Sanat Yönetmeni
Serkan ÖZTÜRK
Sanat Yönetmeni
Enes İSLAM
48
Baskı ve Üretim
Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.
Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı
No: 95/1 İskitler/ANKARA
Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50
6
Ali AKPINAR
38
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Prof. Dr. Mahmut YEŞİL
Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
ABONE İLETİŞİM HATTI
444 36 61
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
Vedat Ali TOK
Ahmed Yüknekî eserini
Hakaniye Türkçesiyle
yazmıştır. Bilginin faydası,
cehaletin zararları...
Resul KESENCELİ
Somuncu Baba
Hazretleri’nden itibaren
bütün mürşitlerin devlet
ricali ile...
SA’D BİN
EBÎ VAKKAS (r.a.)
AHMED YÜKNEKÎ VE
HAKİKATLERİN EŞİĞİ
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZ
Prof. Dr. Sebahat DENİZ
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Takiyüddin Efendi, Sultan III.
Murad’ın takdirini kazanarak
önce 1571’de...
MANEVİYATIN TARİHİ
YÖNLENDİRMESİ:
SULTAN II. MURAT HAN
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar
ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi
herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların
sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların
ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır.
Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi
İşletmesi’ne aittir.
Yayın Kurulu
OSMANLI
ASTRONOMİSİNİN
ZİRVESİ:
TAKİYÜDDİN
İsmail ÇOLAK
Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isteği üzere
Yüce Rabb’imiz kardeşi
Hârûn’u da peygamber
olarak görevlendirdi.
/SomuncuBabaDergisi
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Ankara’nın kutbu Hacı
Bayram-ı Velî, tasavvuf
terbiyesi almıştır.
HZ. HÂRÛN’UN (A.S.)
FESÂHATİ VE İHTİYATLI
KARARLARI
www.grafiturk.com.tr
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
M. Nihat MALKOÇ
54
Yusuf HALICI
Hayatında iken
cennetle müjdelenen
10 sahabeden biri olan
Sa’d bin Ebî Vakkas...
77
Amelde İhlas 10 • Hacı Bayram-ı Velî 15 • Öğrendikçe Sen 23 • Halvetiyye Devrânı 24 • Ehlullah Allah’ın Kılıcıdır 28 •
Enâniyet Gururla Beslenen Bir Hastalık 34 • Gençlik: İnsanın Bahar Hâli 42 • İslâm’da Yoksulluk Sorununa Karşı Mücadele 44
• Gönül 47 • Şüpheli Şeylerden Sakınmak! 52 • Çanakkale’de O Gün 57 • Sosyal Medya Ahlâkı 58 • İnsanların Elindekilerden
Ümitlerini Kessinler 64 • Tevekkülün Kilometre Taşı: Sabır 68 • Ankara’da Bir Sufi-Şair: Hacı Bayram-I Velî 72 • Hacı Bayram-ı
Velî Camii 79 • Televizyonun Çocuklara, Gençlere ve Aile Bireylerine Yönelik Olumsuz Etkileri 80 • Gözyaşı 84 • Onların
Modelleri Farklı 86
1. Rişte-i cânım senin gönlündeki berdâra bend
Kalb-i mahzûnum velî cânındaki esrâra bend
2. Gurbet ilde bu mükedder gönlümün sermâyesi
Nutk-ı pâkinden çıkan her lü’lü-i şehvâra bend
3. Gâlibâ bir güftünüz cân nakdinin emsâlidir
Kurb-ı vicdânın garîk-i dîde-i enhâra bend
4. Vahdet-i feyz-i vücûdu hak-şinâs olan dilin
Bu mezâkın âşinâsı vuslat-ı dil-dâra bend
5. Bir güher gencînesidir mahzen-i akl u fikir
Aşk-ı Hak hep câmi’-i esrâr olan bir yâra bend
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
6. Ahmed’im dûnum velî her ma’denin men kânıyım
Çünkü sulbüm bilmiş ol kim Ahmed-i Muhtâr’a bend
İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*
HZ. HÂRÛN’UN
R
(a.s.)
FESÂHATİ VE İHTİYATLI KARARLARI
“Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isteği üzere Yüce Rabb’imiz kardeşi Hârûn’u
da peygamber olarak görevlendirdi. İkisi de tabandan tavana
insanları Allah’ın dinine çağırmaya başladılar. Allah’tan aldıkları
güçle Fir’avun’u da doğru yola davet ettiler.”
ahmetinin en açık göstergesi olarak Yüce
Rabb’imiz, insanları peygambersiz bırakmamıştır. Gönderdiği peygamberleri vasıtasıyla onları doğru yola çağırmaya ve
doğru yolda tutmaya devam etmiştir. Zaman
olmuş farklı toplumlara aynı zamanda birden
fazla peygamber göndermiş; zaman olmuş aynı
topluma birden fazla peygamber göndererek
onlara lütufta bulunmuştur. Son Peygamber
(s.a.v.)’den önce bu ilâhî yasa hep böyle işlemiştir. Evrensel elçi olarak gönderilen Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ise bütün insanlığa, bütün zamanlara ve bütün coğrafyalara tek
peygamber olarak gönderilmiştir.
Yüce Rabb’imiz, İsrailoğullarına Hz. Mûsâ
Peygamber’ini elçi olarak gönderdi. Hz. Mûsâ,
peygamber olmadan önce birbirleriyle kavga
eden iki kişiyi aralama girişiminde birinin ölümüne sebep olduğu için oradan ayrılmıştı. Onlara elçi olarak görevlendirildiğinde bunu gerekçe göstermiş ve kendisine kardeşi Hârûn’un
yardımcı olarak görevlendirilmesini istemişti.
Çünkü Hz. Hârûn, toplum nezdinde bu konuda kendisinden daha şâibesiz bir kimse idi. Bu,
Hz. Mûsâ’nın kardeşine olan düşkünlüğünün
de bir delilidir. Genelde kardeşler birbirlerini
kıskanırlar. Hz. Mûsâ’nın bu talebi, kıskançlık
kurdunun esâreti altında olan kardeşler için de
bir uyarıdır. Yüce Allah’ın lütfu, keremi herkese
yetecek kadar geniştir. O’ndan istemelidir.
Ayrıca bu talepte Hz. Mûsâ’nın kendisine
tevdi edilen görevin ağırlığının farkında oluşu
ve sorumluluğunun bilincinde bir kişi oluşuna
işaret vardır.
Kişi ne kadar donanımlı ve yetenekli olursa
olsun, Yüce Allah’ın yardımına muhtaçtır. Yapılması gerekenleri yaptıktan sonra O’ndan yardım dilemesini bilmelidir.
Yine Hz. Mûsâ’nın bu talebi, davet yolunda
tertemiz bir geçmişe sahip olmanın gereğine
de açık bir işaretti. Onun kardeşini kendisine
yardımcı istemesinin bir nedeni ise, kardeşinin
daha fasih bir dile sahip olmasıydı. Bu konudaki
âyetler şöyledir:
6 MART 2016
“Mûsâ: ‘Rabb’im! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Hârûn’u bana vezir
yap, beni onunla destekle, onu görevimde ortak
kıl ki, Seni daha çok tesbîh edelim ve çokça analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin.’ dedi.”1
“Mûsâ: ‘Rabb’im! Doğrusu beni yalanlamalarından korkuyorum; göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor. Onun için Hârûn’a da elçilik ver. Onların
bana isnâd ettikleri bir suç da var. Beni öldürmelerinden korkuyorum.’ demişti.”2
“Mûsâ: ‘Rabb’im! Doğrusu ben onlardan bir
cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkarım.
Kardeşim Hârûn’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarından korkarım.’ dedi.”3
Âyetlere göre Hz. Mûsâ, dilindeki tutukluluğu gerekçe göstermekte ve kardeşinin daha
fasih bir lisana sahip olduğunu ileri sürerek
onu da kendisine vezir kılmasını istemektedir.
Hz. Mûsâ’nın dilindeki tutukluluk ve kardeşinin
fesâhati konusunda farklı yorumlar yapılmıştır.
Şöyle ki:
O sırada Hz. Mûsâ’nın dilinde bir tutukluk
vardı, onun için daha düzgün konuşan kardeşini yardımcı olmasını istedi. Zira davetçi, akıcı
bir üslûba ve düzgün bir dile sahip olmalıydı.
Nitekim Mûsâ (a.s.)’ın dilindeki bu tutukluk, ilk
âyette geçen “Rabbi’şrah lî” duasını okuyunca
izâle oldu.
Bir başka görüşe göre, şehirde ve sarayda
yetişen genç Mûsâ, şehri terk etmek zorunda
kalınca, yıllarca Medyen’de kaldı. Kırsal bölgede kalmakla şehir dilinden uzaklaşmış oldu.
Kardeşi Hârûn ise şehirde yaşamakla şehir dilini iyi bilmekteydi. Davet için ise şehir dili çok
önemliydi. Onun için o, kardeşini kendine vezir
kılmasını Rabb’inden istedi. Zaten peygamberler şehirli kimselerden seçiliyor ve şehirlerde
peygamber olarak görevlendiriliyordu. Bu ilâhî
yasa, İslâmî hareketin şehir merkezli başladığının da kanıtıdır.
somuncubaba 7
Hz. Hârûn Peygamber’in Tedbir Adamı Oluşu
Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isteği üzere Yüce Rabb’imiz
kardeşi Hârûn’u da peygamber olarak görevlendirdi. İkisi de tabandan tavana insanları
Allah’ın dinine çağırmaya başladılar. Allah’tan
aldıkları güçle Fir’avun’u da doğru yola davet
ettiler. Olumsuz cevap alınca, Yüce Mevlâ’nın
emri ile terk-i diyâr eylediler. Peşlerine düşen
Fir’avun ve askerleri denizde boğuldular, Hz.
Mûsâ ve Hz. Hârûn’a inanan İsrailoğulları ise
sâhil-i selâmete erdiler. Mûsâ Peygamber, kavminin belli bir seviyeye geldiğini düşünerek
ilâhî emirleri/yasaları almak üzere Rabb’i ile
buluşmaya Tur’a gitti. Kırk gün ve gece sürecek
olan bu buluşma süresince kavminin başına Hz.
Hârûn’u görevlendirdi. Hârûn (a.s.), Hz. Mûsâ
dönünceye kadar kavmi istikâmette tutacak ve
onları idare edecekti.
Bu süre zarfında putçu Sâmirî’nin iğvâsı sonucu kavmi yoldan çıktı ve buzağı heykeline
tapmaya başladı. Hârûn Peygamber, bu kötü
gidişâta mâni olmak için elinden geleni gösterdi, ancak kavmi arasında büyük fitnelerin çıkmasından endişe duyarak, durumu Hz. Mûsâ’nın
gelip düzelteceğini düşünerek bekledi. Mûsâ
(a.s.), Rabb’inden aldığı levhalarla kavmine
döndü. Büyük hayallerle dönen Peygamber’in
sevinci kursağında, kutsal levhalar elinde kalakaldı. Önce kavmini sorguladı, zira sapan bir
toplumda en başta gelen sorumlu sapanların
kendisi idi. Ardından kardeşi Hârûn’a bu yaşananların hesabını sordu. Çünkü yönetici de sorumlu idi. Üçüncü olarak Sâmirî’ye bunun hesabını sordu. Sâmirî de saptırıcı olarak sorumlu
idi.
Hz. Mûsâ’nın kardeşini sorgulamasının sebebi, onun kendi vekili olarak sorumlu olması
ve bu sorumluluğunun gereğini yerine getire-
memesiydi. Hz. Mûsâ, işin önem ve ciddiyeti
sebebiyle kardeşinin saçından sakalından tutup sert davranmıştır. Hz. Hârun’un, babamın
oğlu diye değil de anamın oğlu diyerek kardeşini yumuşak davranmaya davet edişi de dikkatlerimizi çekmektedir. Zira bu ifade muhâtabı
daha şefkatli olmaya sevk etmektedir. Yine Hz.
Hârûn’un kavminin tehditlerinden çekinmesi,
kavmin arasına ayrılık girmesinden korkması,
bunun için Hz. Mûsâ’nın dönüşünü beklemeyi
uygun görmesi, onun toplumsal bir meselede
ne kadar ihtiyatlı davrandığını gösterir. Zira
kamuyu ilgilendiren konularda acele kararlar,
verimli sonuçlar doğurmayabilir. Bunun için sorumluluk sahibi kişiler alacakları karaların getirisini ve götürüsünü iyi hesap etmelidirler. Bu
hususlar âyetlerde şöyle anlatılır:
“Mûsâ’ya otuz gece vâde verip sonra buna on
gece daha kattık; böylece Rabb’inin tayin ettiği
müddet kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi
Hârûn’a, ‘Milletim içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna gitme.’ dedi.”4
“Mûsâ, milletine, kızgın ve üzgün olarak dönünce ‘Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz!
Rabb’inizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?’ dedi, levhaları attı ve kardeşinin
başından tutup kendine doğru çekti. Hârûn, ‘Ey
annem oğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın
öldürüyorlardı. Bana, düşmanları sevindirecek
şekilde davranma beni bu zâlim milletle bir sayma.’ dedi.”5
“Mûsâ gelince ve onların sapıttığını görünce:
‘Hârûn! ‘Seni benim yolumdan gitmekten alıkoyan nedir? Benim emrime karşı mı geldin?’ dedi.
8 MART 2016
Hârûn,
‘Ey
Annemoğlu! Saçımdan
sakalımdan
tutma; doğrusu İsrailoğulları arasına ayrılık koydun, sözüme
bakmadın demenden korktum.’ dedi.”6
Mûsâ ve Hârûn kardeşler, Kur’ân’da okunan
kıssalarıyla bizlere ölümsüz mesajlar sunmaya
devam ediyorlar. Davet yolunda iki kardeşin
elbirliği, gönül birliği içinde oluşları… Hayır
ve hakta birbirlerine yardımcı ve destek oluşları… Birbirlerini tamamlamaları… Birbirlerini
sorgulamaları ve birbirlerine hesap vermeleri…
Birbirlerinin hep hayrını-iyiliğini düşünmeleri… Kavimlerinin hidâyeti için azimli ve kararlı
çırpınışları… Ve diğer pek çok yönleriyle kalıcı
mesajlarını sunmaya devam ediyorlar.
“And olsun ki Mûsâ ve Hârûn’a da iyilikte bulunmuştuk. İkisini ve milletlerini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık. Onlara yardım etmiştik de üstün gelmişlerdi. Her ikisine de, apaçık anlaşılan
bir Kitap vermiştik. Her ikisini de doğru yola eriştirmiştik. Sonra gelenler içinde ‘Mûsâ ve Hârûn’a
selam olsun.’ diye iyi birer ün bıraktık. Doğrusu
Biz, iyileri böylece mükâfatlandırırız. İkisi de şüphesiz inanmış kullarımızdandı.”7
Dipnot
* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
20/Tahâ, 20-35.
26/Şuarâ, 12-14.
28/Kasas, 33-34.
7/A’râf, 142
7/A’râf, 150
20/Tâhâ, 92-94
37/Sâffât, 114-122
somuncubaba 9
İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ*
İ
hlâs, sadece imanın değil, aynı zamanda ibadetlerin de ayrılmaz bir parçasıdır. İbadet,
meşru bir çerçevede Allah’ı razı etme adına
yapılan ister bir şarta, ister bir vakte bağlı olsun isterse olmasın bir Müslüman’ın gündelik
hayatında yaptığı her türlü meşrû faaliyetin
ortak adıdır. İslâm inancına göre Allah katında
insanın yaptığı sâlih amellerin ve din hizmetlerinin makbul ve memdûh olmasının yolu
‘ihlâs’tan, yani, samîmî dindarlıktan geçmektedir. Âhirette kurtuluşa erecek olanlar, inanç ve
amelî hayatta yaşadıkları dini, salt Allah’a özgü
kılanlardır. Kur’an’ın pek çok âyetinde ibadetlerde samîmiyet vurgulanmıştır: “(Ey Rasûlüm!)
De ki: ‘Bana dini yalnız Allah’a has kılarak O’na
ibadet etmem emredildi.”1
İkinci şahıs ise, “Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim ama bana hiç yüz vermedi. Fakat bir
kıtlık senesinde elime düştü. Ona kendini teslim
etmesi karşılığında yüz yirmi dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nâil olacağım
sırada, ‘Allah’tan kork da iffetime dokunma!’ dedi.
Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en çok
sevdiğim kimse olduğu hâlde onu bıraktım, verdiğim parayı da geri almadım. Allah’ım! Eğer bunu
Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!” diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir
amel olarak Allah’a arz eder. Taş bir miktar açılır
ama çıkacakları kadar değildir.
Amellerde samîmiyeti en güzel anlatan
rivâyetler arasında “Mağara Hadis”i gelir. Bu
rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.) mağarada kalan üç kişiden bahseder. Bu üç kişi, yağmurlu
bir günde yolculuk yapmaktadırlar ve yağmur
iyice şiddetlenince, bir mağaraya sığınırlar. Mağaraya sığınan bu üç kişi, dağdan kopan büyük
bir kaya parçası yuvarlanıp mağara çıkışını kapayınca oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları
bir ameli vesile kılarak Cenâb-ı Hak’tan kayanın
yuvarlanıp gitmesini dilerler. AMELDE İHLÂS
“İbadetlerde şekil boyutu kadar, samimiyet boyutu da
önemlidir. Bunlardan birisi eksikse, ibadetlerden pozitif yönde
beklenen ahlâkî ve ruhsal değişim gerçekleşemez.”
Foto: Orhan Dinç
10 MART 2016
Birinci şahıs şöyle der: “Benim yaşlı ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca
onlardan önce ailemden ve hayvanlarımdan
hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde
ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım.
Hâlâ uyumakta idiler. Onları uyandırmaya da
kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum.
Derken şafak söktü. Uyandılar ve karınlarını doyurdum. Allah’ım! Şâyet bunu Senin rızan için
yapmışsam, yolumuzu kapayan şu taştan bizi
kurtar!” Taş bir miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir.
Üçüncü şahıs da şöyle dua eder: ‘Rabb’im,
yanımda bir işçi çalıştırdım. Diğer işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de ödemek
istedim. Hâlbuki o, teklif ettiğim ücreti azımsadı ve ‘Ben bunu almam.’ deyip gitti. Onunla bir
koyuna anlaşmıştık. O gidince ben de koyunun
somuncubaba 11
ayrı üremesine zemin hazırladım. Seneler geçti
ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline geldi.
Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o sürüyü göstererek,
‘İşte bunlar senin hakkındır.’ dedim. ‘Ben fakir bir
insanım, benimle alay etme!’ deyince; ‘Vallâhi,
alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o koyun
işte bu hâle geldi. Şimdi al götür.’ dedim. Sevine sevine bütün sürüyü alıp götürdü. Rabb’im,
bunu ben Senin için yaptım. Eğer bu amelimden
razıysan mağaranın ağzını aç!” Bu duadan sonra, amellerinde samîmî oldukları için taş sonuna
kadar kayar, mağaranın ağzı açılır ve hep beraber
dışarıya çıkarlar ve kurtulurlar.2
Âhiret Ameliyle Dünyevî Bir Çıkar Gözetmek
Bilindiği gibi amellerde ihlâsın zıddı, riyâ/gösteriştir. Riyâ, dinî uygulamalarda ortaya çıkar. Bu
bağlamda riyâ, âhiret ameliyle dünyevî bir çıkar
ve maksat gözetmek demektir. Âhiret amelinden
gaye; söz, beden ve malla yapılan tüm ibadetlerdir. Allah adına yapılan ibadetlerin makbul olması, her türlü riyâ/gösteriş ve desinler düşün-
12 MART 2016
cesinden uzak, salt Allah’ı râzı etme hedefine
odaklanmaya bağlıdır. Biz Müslümanlar günde
kırk defa bu gerçeği tekrar ederiz: “Yalnız sana
ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz.”3
Herhangi bir Müslüman namaz kılarken,
zekât verirken, Kur’an okurken, bir yoksulu doyururken, kendisi için “Ne güzel namaz kılıyor,
ne çok zekât veriyor, ne güzel Kur’an okuyor,
mâşâallah bir de yoksulları doyuruyor.” denilmesini aklından geçiriyor ve bunu hareket
noktalarından biri olarak kabul ediyorsa riyâya,
yani gösterişe düşmüş olur. Bu sebeple Hz.
Peygamber (s.a.v.) riyâyı, “küçük şirk” kabul etmiş ve ümmeti hakkında en çok korktuğu şeylerden biri olduğunu söylemiştir.4
İslâm’da ibadet, tapmak, boyun eğmek, itâat
etmek; başka bir deyişle zihnini, gönlünü ve
tüm benliğini Yüce Allah’a teslim etmekle yerine getirilir. Hiç kuşkusuz böyle bir kulluk sergileme, her insan için düşünülebilecek en büyük
cömertlik, en büyük özveride bulunmadır. Böylesi bir teslimiyet, ancak yüceler yücesi olan
Allah’a yapılabilir. Kulluk sadece Allah rızası
için îfâ edilir. Eğer kulluk, sadece O’na sunulursa sahibini, ulaşabileceği en yüksek noktaya
yükseltir, eğer dünya menfaatiyle karışırsa sahibini aşağılara düşürür.5
gününde üç kişi ilk olarak sorguya çekileceklerdir:
Bunlardan birisi, savaş esnasında ölen kimsedir.
Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah, kendisine verilmiş olan nimetleri önüne serer. O da, bunlara nâil
olduğunu itiraf eder. Bunun üzerine, Allah kendisine: ‘Bu sahip olduğun nimetler içerisinde ne yaptın?’ diye sorar. O da: ‘Senin yolunda şehîd oluncaya kadar savaştım.’ cevabını verir. Allahu Teâlâ:
‘Yalan söylüyorsun; sen ‘yiğit/cesur’ desinler diye
savaştın. Nitekim bu söz de söylenmiştir.’ buyurur.
Sonra meleklerin kendisini almalarını emreder ve
yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır.
İkincisi, ilim tahsil edip başkasına da öğreten
ve Kur’ân okuyan kimse Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilmiş olan nimetleri bir
bir sayar ve önüne serer. O da bunları tasdîk ve
itiraf eder. Ve Allah kendisine: ‘Bu eriştiğin nimetler karşılığında ne yaptın?’ diye sorar. O da: ‘İlim
tahsil ettim, ilmi başkasına öğrettim ve senin rızan için Kur’ân okudum.’ diye karşılık verir. Bu cevap üzerine Allah kendisine: ‘Yalan söylüyorsun,
sen ilmi, ‘âlim’ desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da
‘güzel Kur’ân okuyan kişi’ desinler diye okudun.
Nitekim bu söz de söylenmiştir.’ buyurur. Sonra
meleklere kendisini almalarını emreder ve yüz
üstü sürüklenerek cehenneme atılır.
Bir gün sahâbiden birisi, Hz. Muhammed
(s.a.v.)’e gelerek: “Ey Allah’ın Elçisi, ben Allah
yolunda birçok savaşa katıldım. Gösterdiğim
gayretin insanlar tarafından da söz ve davranış olarak takdir edilmesini istiyorum. Buna ne
dersiniz? İsteğim ma’kul müdür?” diye sorunca, daha Hz. Peygamber (s.a.v.) cevap vermeye
kalmadan şu âyetin indiği rivâyet edilir: “Kim
Rabb’ine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabb’ine ibadette kimseyi ortak koşmasın.”6 İşte ubûdiyette tevhîdin esası, böyle bir
ihlâsa ve böyle bir samîmiyete dayanır.
Üçüncüsü de, Allah’ın kendisine bolluk verdiği, malların her çeşidini ihsan ettiği zengin kimse
Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilen nimetleri karşısına çıkarır. O da bütün bunların
kendisine verildiğini kabul eder ve Allah (c.c) ona:
‘Şu nâil olduğun nimetlerle ne yaptın?’ diye sorar.
O da: ‘Verilmesini istediğin ne kadar yer varsa, hep
o yerlerde ve o yolda dağıttım.’ diye cevap verir. Allahu Teâlâ: ‘Yalan söylüyorsun. Sen bütün bunları
kendine ‘ne cömert adam!’ dedirtmek için yaptın,
bu söz de söylenmiştir.’ der, sonra meleklere onu
almalarını emreder. Ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır.”7
Yine Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir başka hadiste de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) amellerdeki
samîmiyeti yok eden riyâ üzerinde durmuş ve
bu konuda ümmetini sakındırmıştır: “Kıyamet
Bu uzun rivâyetten anladığımız kadarıyla her
üç kişinin böyle bir sonuçla karşılaşmaları, yaptıkları işlere gösteriş karıştırmalarından ve amellerinde samîmî davranmadıklarından dolayıdır.
İhlâs, Bütün İbadetlerin İliğidir
İbadetlerde şekil boyutu kadar, samîmiyet
boyutu da önemlidir. Bunlardan birisi eksikse,
ibadetlerden pozitif yönde beklenen ahlâkî ve
ruhsal değişim gerçekleşemez. İbadet hayatının
ruh ve mânâsını; iyi niyet, huşû, ihsân, ihlâs, takvâ
ve her şeklin sembolik anlamını kavramak oluşturur. Bundan dolayı bir Müslümanın, ibadetle
âdeti birbirinden ayırması gerekir. Bu da ancak
doğru bilgi, sahih niyet ve samîmî yönelişle olur.
İbadetlerin ruhunu teşkîl ve tahkîm eden niyet,
samîmiyet ve ihlâs, bütün ibadetlerin iliğidir.
Dolayısıyla, ibadetlerden elde edeceğimiz sevabı yok eden âdetleştirilmeye dayalı, gösterişçi
ve desinler türü dindarlıklardan uzak durulmalıdır. “Onların etleri ve kanları aslâ Allah’a ulaşmaz.
Fakat ona sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten
sakınmanız) ulaşır.”8 âyetinde bu ihlâs durumu
ve samîmî dindarlığın nasıllığı vurgulanır. Yine
Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen: “Nice oruç tutanlar vardır ki, onların oruçtan payları sadece aç
ve susuz kalmalarıdır.”9 rivâyeti de bu gerçeği
vurgular. Yine bir başka rivâyette ibadetlerin ruhunun samîmî dindarlık olduğuna dikkatlerimiz
çekilir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuşlardır: “Müflis bir adam, dünyada yaptığı bütün ibadetlerin sevâbı ile kıyamet gününde
Allah’ın huzuruna gelir. Bu adam dünyada birçok
hayırlar, ibadetler yapmış olmakla birlikte başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kiminin gönlünü
kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş. İşte
somuncubaba 13
hak sahiplerinin hepsi o adamın çevresine toplanacaklar, haklarını isteyecekler. ‘Bana dünyada
iken şöyle yaptı, hakkımı al Ya Rab!’ diye davacı
olacaklar. Allah bunun hayır ve iyiliklerinden elde
edilen sevapları davacılara dağıtacak fakat yine
de onlara olan borcu kapanmayacaktır. Nihâyet
davacıların günahlarını bunun üzerine yükleyecek
ve böylece onu cehenneme gönderecektir. İşte asıl
iflâs etmiş olan böyle bir adamdır.”10
Öte yandan, ne yazık ki günümüzde her
şeyde görsellik, hayatımızda korkunç bir hegemonya kurmuştur. Artık üretimin, tüketimin,
eğitimin, ahlâkın, siyasetin olduğu kadar ibadetin de görselliğin dünyası içinde yeniden üretildiği bir kültürel ortamda yaşıyoruz. Böyle bir
ortamda dindarlık ve ibadetin klasik tanımının
içerik olarak, anlam kaybına uğramaktan kurtulamadığını görüyoruz. Görsellik, egemen olduğu bir toplumsal hayatta din ve dindarlığa olan
etkisini, Müslümanın dinî faaliyetlerini belirgin
şekilde formatlayarak göstermektedir. Gösteri toplumu, aynı zamanda “teşhirci” bir toplum
olma özelliği taşır.11 Kur’ân-ı Kerim’de geçen şu
âyette, gösterişin ibadetlerdeki samîmiyeti yok
edip bitireceği çok güzel tasvîr edilir: “Ey inananlar! Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi,
sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle boşa
çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur
yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkâr eden
kimseleri doğru yola eriştirmez.”12
Dinimizde haram olarak kabul edilen gösteriş, salt ibadet alanıyla sınırlı kalmamış, yaptığı
hizmetler de dâhil, Müslümanın hayatının her
alanına yansıtılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)
böyle bir ameli Allah’ın kabul etmeyeceğini
şöyle buyurur: “Her kim yaptığı bir hayrı/hizmeti
(şöhret kazanmak için) halka (çeşitli vasıtalarla)
duyurursa, Allah onu rezil ve rüsvây eder.”13 Bir
başka rivâyette de ibadetlerde samîmiyetin ölçüsünün iyi niyet olduğuna işaret edilir: “Allah
sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz.
14 MART 2016
Ama o sizin kalbinize ve işlerinize bakar.”14 Görüldüğü gibi bu rivâyetlerde de amellerin kabul
edilme şartının samîmiyet olduğu îfâde edilmektedir.
Sonuç
Netice itibariyle, iman ve amelde samîmiyet
gerçek kulluğun temel ilkesidir. Bu sebeple bir
Müslüman’ın inanç, ibadet ve tüm amellerinde
ihlas olmalıdır. İhlâslı olmayan bir faaliyette ve
hizmette hayır yoktur. Allah’ın rızası, dini O’na
has kılmada aranmalıdır. İşte o zaman, Yüce Allah
ihlâsla yoğrulan dinî hizmetlerimizi bereketlendirecek ve faaliyetlerimiz somut anlamda üretime dönüşecektir. Bu noktada Allah’ın rızâsından
başka bir rızâ gözetilmeyen sâlih ameller, kişinin daha dünyada iken Sırat’ı geçmesine ve
Cennet’e girmesine zemin hazırlayacaktır.
Kaynakça
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut: Müessesetu’r-Risâle, 1999.
Aslan, Abdurrahman, Yeni Bir Anlam Arayışı, Van, 2004.
Buhârî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahih, İstanbul, 1315.
Ebu Davud, Müsned, thk. Muhammed b. ’Abdü’l-Muhsin etTürkî, Mısır: Dâru Hicr, 1419/1999.
Gazzâli, Ebû Hamid Muhammed, el-Erbaîn fi Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988.
Isfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 221.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, Kahire, ts.
Müslim, Ebu’l-Huseyin el-Haccac, Sahih, Kahire, 1955.
Nevevî, Muhyiddin, Riyâzü’s-Sâlihin, terc. H.H. Erdem, Ankara:
DİB Yayınları, 1976.
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed, Sünen, İstanbul, 1356.
Topaloğlu, Bekir-Y. Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslâm İnanç Esasları, İstanbul, 1998
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. 39/Zümer, 11.Bkz. 4/Nisâ, 146.
2. Buhârî “Enbiyâ”, 50; “Edeb”, 5; “Büyû”, 98; Müslim, “Zikir”,
100; Ebû Dâvûd, “Büyû”, 29.
3. 1/Fâtiha, 4.
4. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429.
5. Topaloğlu, Bekir-Y. Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslam İnanç
Esasları, İstanbul, 1998, s. 108.
6. 18/Kehf, 110.
7. Müslim, “İmare”, 152.
8. 22/Hac, 37.
9. İbn Mâce, “Sıyâm”, 21.
10. Müslim, “Birr”, 60; Tirmizî, “Kıyamet”, 2.
11. Abdurrahman Aslan, Yeni Bir Anlam Arayışı, Van, 2004, s. 52.
12. 2/Bakara, 264.
13. Nevevî, Muhyiddin, Riyâzü’s-Sâlihin, terc. H.H. Erdem, Ankara: DİB yayınları, 1976, III, 190.
14. Müslim “Birr” 33; İbn Mâce “Zühd” 9.
Hacı Bayram-ı Velî
Ankara’nın sâhibi, Hacı Bayram-ı Velî
Kutup Yıldızı gibi, Hacı Bayram-ı Velî
Bir Bayram günü idi, Bayram adı verildi
Hâmid Velî müridi, Hacı Bayram-ı Velî
Toprağı ekti, biçti; helâlden yedi içti
İlâhî aşkı seçti, Hacı Bayram-ı Velî
Gönlünü dile döktü, emmâre nefsi söktü
Kalplere îman ekti, Hacı Bayram-ı Velî
Dünyâyla âhireti, güzelce dengeledi
Bayrâmîler mürşidi, Hacı Bayram-ı Velî
“Hamd ü senâlar” virdi, “N’oldu bu gönlüm”
dedi
“Yâr ile Bayram” şimdi, Hacı Bayram-ı Velî
Hakk’ın Velî kulları, Dost’a varır yolları
Hepsi vesîle imdi, Hacı Bayram-ı Velî…
Bekir OĞUZBAŞARAN
somuncubaba 15
CAMİİ GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ
HACI BAYRAM-I VELÎ
CAMİİ
“Ankara’nın kutbu Hacı Bayram-ı Velî, tasavvuf terbiyesi
almıştır. O, zamanın meşhur din ve tasavvuf âlimlerinden
biri olan Şeyh Hamîdüddîn Velî/Somucu Baba tarafından
Kayseri’ye çağrılır.”
A
nkara deyince Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri gelir akıllara. O ki kesret âleminde
düşenin elinden tutan bir hak ve hakikat dostudur. İlâhî sevdaları tutuşturan çıradır.
Anadolu toprağına ruh üfleyendir. O, bir maneviyat gözesidir, ilâhî sevdanın membaıdır. Buz
tutmuş gönülleri ısıtan ve kapkaranlık yürekleri
ışıtandır. O, bugünkü payitahtın manevî dinamiklerinin en başında gelmektedir. O da tıpkı
Yunus Emre gibi, yaratılanı Yaradan’dan ötürü
seven ulu bir zattır. Dergâhlarda uhuvveti bâkî kılan ve sohbet halkalarıyla
gönülleri doyurandır o...
Bozkırın göklerinde adeta bir kutup yıldızı gibi zulmete meydan okuyan Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri,
Ankara’nın Solfasol Köyünde doğmuştur. Hacı
Bayram-ı Velî’nin doğum tarihi, kesin olmamakla birlikte kaynaklarda H.753/M.1352-53 yılları
olarak belirtilir. Asıl adı “Numan” olan bu Allah
dostu Koyunlucalı Ahmet’le Fatma Hanım’ın oğludur. Son yıllarda bu büyük zatın Solfasol’da
doğduğu ve yaşadığı evi restore edilerek ziyaretçilere açılmıştır.
Hacı Bayram-ı Velî donanımlı bir Hak dostuydu. O, gençlik yıllarında çok iyi bir medrese
eğitimi almış; bu dönemde tefsir, fıkıh, hadis,
matematik, felsefe, edebiyat, Arapça ve Farsça
gibi çeşitli dersler okumuştur. Hacı Bayram-ı
Velî talebelik hayatından sonra doğup büyüdüğü Ankara’daki Kara Medrese’de, bugünkü karşılığı profesörlük olan, müderrislik vazifesinde
“Nâgehân bir şâra vardım
Ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş u toprak arasında”
Hacı Bayram-ı Velî
Foto: Cemil ŞAHİN
16 MART 2016
somuncubaba 17
bulunmuştur. Burada görev yaptığı sürede talebelerinin zihinlerini inşa etmiştir.
Ankara’nın Kutbu
Ankara’nın kutbu Hacı Bayram-ı Velî, tasavvuf
terbiyesi almıştır. O, zamanın meşhur din ve tasavvuf âlimlerinden biri olan Şeyh Hamîdüddîn
Velî/Somuncu Baba tarafından Kayseri’ye çağrılır. Hacı Bayram-ı Velî’nin, bir Halvetî şeyhi olan
Şeyh Hamîdüddîn Velîile karşılaşması Kurban
Bayramı günü olduğu için şeyh kendisine “Bayram” adını verir. O vakitten sonra da “Numan”
ismi yerine “Bayram” ismini kullanır. Böylece
kendisini tasavvuf ilmine vererek Somuncu
Baba’nın talebesi olur. Şeyhiyle birlikte Bursa’ya
gider. Orada Çelebi Sultan Mehmet(Yeşil Medrese) Medresesi’nde müderrislik yapar. 1400 yılında şeyhi ile Bursa’dan ayrılan Hacı Bayram-ı Velî;
üç yıl süren Şam, Mekke ve Medine’yi kapsayan hac yolculuğuna çıkar. Geri döndüklerinde
Hamîdüddîn Velî Hazretleri manevî emanetini
Hacı Bayram-ı Velî’ye bırakır; 1412 tarihinde de
Darende’de vefat eder.
Allah’a kulluğu ve manevî terbiyeyi her şeyin önünde tutan Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya
döndüğünde Bayramîlik tarikatının şeyhi olarak
vazife yapar. 1415 senesinde bugünkü Ulus
Meydanı’nda yüksekçe bir tepe olan eski Hıristiyan Augustus (Ogüst) mabedine bitişik yerde, Bayramîlik tarikatı tekkesini inşa ettirir. Bu
tekkenin ilk imamı Hacı Bayram-ı Velî’nin sadık talebesi ve müstakbel damadı Eşrefoğlu
Rûmî’dir.
Anadolu’nun derin uykularda yüzen ruhunu kıyama kaldıran Hacı Bayram-ı Velî’nin
Ankara’ya manevî bir elbise giydirdiği bir hakikattir. Ankara onunla yeni bir kimlik ve kişilik
kazanmıştır. Bu yüzden onun bu şehirdeki sevenleri her geçen gün çığ gibi artar. Birçok insan geçer rahle-i tedrisatından. Hak ve hakikat
dostu Hacı Bayram-ı Velî, İstanbul’un fethine
giden yolları açan Akşemseddin’in de hocasıdır. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in hocası
olacak olan Akşemseddin de Ankara’ya gelerek
18 MART 2016
Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olur. Bayramîlik
tarikatının iyice yaygınlaştığı o yıllarda (1421)
Sultan II. Murad Han, Osmanlı’nın payitahtı
Edirne’de tahta geçer. Bayramîliğin dikkat çekici düzeyde yaygınlaşması ve bir kısım kıskançlık menşeli ve kasıtlı şikâyetler üzerine II. Murad, Hacı Bayram-ı Velî’yi Edirne’ye huzuruna
çağırır. O da talebesi Akşemseddin’le Edirne’ye
gider. Padişah II. Murad Han, Hacı Bayram-ı
Velî’den etkilenir. Şikâyetlerin asılsız ve kasıtlı
olduğu kanaatine varır.
İnsanların malına mülküne değil, gönüllerine talip olan bu hak ve hakikat dostu iki ay Edirne’de kalır, Edirne Eski Camii’nde halka vaaz eder. 1426’da tekrar Edirne’ye gider.
Bugünkü tarihî Uzunköprü’nün temeli dualarla
atılır. 1429 yılında Edirne’ye son yolculuğunu
gerçekleştirir. Gelecekte “Fatih” olacak olan II.
Mehmed’i orada görür. O; İstanbul’un, oğlu II.
Mehmed tarafından fethedileceği müjdesini
II. Murad’a verir. 1430 yılında Ankara’da vefat
eder. Yerine halife olarak Akşemseddin’i ve Bıçakçı Ömer’i bırakır.
Hacı Bayram-ı Velî Camii, Ankara’nın Eyyûb Sultan’ıdır
Hemen her şehrin Hak ve halk katında kıymetli manevî mekânları vardır. Şehir bu uhrevî
mekânlarla manevî doyuma erişir. Söz konusu
İstanbul’sa, Eyyûb Sultan Camii akla gelir. Şayet
Ankara’dan bahsediyorsanız söz dönüp dolaşıp
mutlaka Hacı Bayram-ı Velî Camii’ne gelecektir.
Zira Ankara’nın nabzının attığı mekândır Hacı
Bayram-ı Velî Camii.
Yakaran ruhların sığınağıdır bu mütevazı
mabet. Dosta giden yolun güzergâhıdır. Gecenin sessizliğine düşen haykırıştır. Zifirî karanlıkları bertaraf eden ayın huzmeleridir.
Kadim zamanın şahidi olan bu kutlu mabet,
Hacı Bayram-ı Velî’nin vefatından iki yıl önce
H.831/M.1427-28 yılında inşa edilmiştir. Caminin ilk mimarının Mimar Mehmet Bey olduğu
söylenmektedir. Fakat bu kişinin hayatı hakkında malumatımız yoktur. Dikdörtgen bir plana
somuncubaba 19
sahip olan söz konusu cami, taş kaideli, tuğla
duvarlı ve kiremit çatılıdır. Bu güzel mabedin
zemin katının 437 metrekare, üstteki mahfilinin
ise 263 metrekare alanı mevcuttur. Ankara’nın
manevî mekânlarının başında gelen bu güzel
cami, ismini camiye bitişik türbede sonsuzluk
uykusunu uyumakta olan büyük Allah dostu
Hacı Bayram-ı Velî’den almaktadır.
Hacı Bayram-ı Velî Camii, Ankara’nın Altındağ
ilçesine bağlı tarihî Ulus semtinde yer almaktadır. Bu tarihî cami kadim Augustus (Ogüst) tapınağının yanında bulunmaktadır. Şehre tepeden
bakan Ankara Kalesi’yle nice asırlardan beri hâl
diliyle söyleşmektedir. Bahsi geçen cami 1714
yılında tamir ettirilmiştir. Camiyi tamir eden
şahıs “Mehmet Baba” olarak bilinen bir kişidir.
Mehmet Baba’nın Hacı Bayram-ı Velî’nin torunlarından biri olduğu bilinmektedir. Bu dönemden sonra bu tarihî cami Cumhuriyet döneminde de iki defa yenilenmiştir. Cami, 1940 yılında
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore
edilmiştir. En son 2011 yılında yenilenmiş ve
bu çalışmalar sırasında tarihî özelliğini kaybetmemesine dikkat edilmiştir.
Camiye adını veren ve uzun yıllar boyunca burayı tekke(dergâh) olarak kullanan
Foto: Cemil ŞAHİN
20 MART 2016
Hacı Bayrâm-ı Velî’nin türbesi, caminin mihrap duvarına bitişiktir. Türbe her gün yüzlerce
kişi tarafından ziyaret edilmektedir. M. Baha
Tanman, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Hacı
Bayrâm-ı Velî Külliyesi” maddesinde “Cami
kitlesinden tamamen bağımsız olarak türbenin
güneydoğu köşesinde yükselen minarenin, camiden kısa bir süre sonra inşa edilmiş olan türbeden bile daha sonra yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Bu arada Ekrem Hakkı Ayverdi’nin işaret
ettiği gibi söz konusu minarenin sadece selâtin
camilerinin minarelerine has bir ayrıcalık olan
iki şerefe ile donatılmış olması dikkat çekicidir.
Bu husus, Osmanlıların Hacı Bayrâm-ı Velî’ye
duydukları büyük saygı ile açıklanabileceği gibi
minarenin bizzat bir padişah tarafından ilâve
ettirilmiş olması ihtimalini de hatıra getirmektedir.” demektedir.
Hacı Bayram-ı Velî Camii, uzunlamasına dikdörtgen bir plana sahiptir. Kuzeydeki ve batıdaki son cemaat yeri sonradan ilâve edilmiştir.
Türbenin güneydoğu duvarında kare planlı taş
kaideli, silindirik tuğla gövdeli ve iki şerefeli minare bulunmaktadır. Caminin son cemaat
yerinin güneye bakan çıkıntı duvarında sülüsle
yazılmış kelime-i tevhid mevcuttur.
Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde ahşabın ve
tuğlanın saltanatı hüküm sürmektedir. Tek sahınlı iç mekân ahşap tavan ile örtülüdür. Tavanın ortasındaki altıgen biçimli büyük rozet,
altı sıra çiçekli bordürle çevrelenmiştir. Aynı
rozet daha küçük ölçüde kadınlar mahfilinin
batısındaki ek mekân tavanının ortasındaki dikdörtgen panoda da bulunmaktadır. Caminin iç
mekân tavanındaki pervazlarda yer alan çiçek
desenleri dikkat çekmektedir. Kadınlar mahfilinde de aynı tip pervazlar kullanılmıştır. Caminin alt pencereleri dikdörtgen biçimindedir ve
demir parmaklıklıdır. Dışta sivri kemerli nişlerle
kuşatılmıştır. Üst pencereler sivri kemerli, alçı
şebekeli ve vitraylı olup etrafları kalemişi bitkisel desenlerle çevrilidir.
Ankara’nın ruhunu canlı tutan Hacı Bayram-ı
Velî Camii’nin iç mekânın duvarlarındaki Kütahya çinileri pencere üstlerine kadar yerleştirilmiştir. Çinilerden sonra kalemişi palmetli
bordürle düz duvara geçilir. Alçı mihrap kalıplama tekniği ile yapılmıştır ve mukarnas nişlidir.
Mihrap alınlığında beş sıra halinde nesih yazılı
Kur’an sureleri yer almaktadır. Kelime-i tevhid
yazısını süsleme olarak mihrap bordürlerinde
de görebiliriz. Boyalı minber kündekârî tekniği
ile yapılmıştır ve güzel bir işçilik sergilemekte-
dir. Camideki ahşap üzerine boyama nakışlar
Nakkaş Mustafa’ya aittir. Cami her yönüyle bir
sanat eseridir.
Hacı Bayram-ı Velî Camii, milletin manevî
değerlerinin en güzel sembolüdür. Bu tarihî
mabet, öneminden hiçbir şey kaybetmeden,
yedi asırdan beri bütün manevî haşmetiyle yaşamaktadır. Bazı dönemlerde bazı kesimler onu
görmezden gelse de o hiçbir zaman boynu bükük olmamıştır. Müslümanlar baskı dönemlerinde onun gölgesine sığınarak kavurucu ateşlerden kendilerini korumuşlardır. Yeri gelince
hâl diliyle onunla söyleşmişlerdir. Onu boynu
bükük bırakmak isteyenlerin boynu bükülmüş;
zelil ve rezil olmuşlardır. Bu mabet dün ne kadar önemliyse, bugün de o kadar önemlidir; yarın da o kadar önemli kalacaktır.
Bir tarihtir Hacı Bayram-ı Velî Camii.
Ankara’nın sadık yoldaşıdır. Bu şehrin en karanlık günlerinde güneş, gecelerinde dolunay
olmuştur ona. Polatlı’ya kadar yaklaşan düşmanların korkulu rüyasıdır bu yüce mabet. O
ki top seslerine “Allah Allah” nidalarıyla cevap
verendir. Cumhuriyeti kuran Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde
kılınan Cuma namazı sonrasında dualarla ve
somuncubaba 21
tekbirlerle açılmıştır. Açılış öncesi büyük bir
huşuyla hatm-i şerifler indirilmiş, salât-ı tefriciyeler getirilmiştir. Sonra kurbanlar kesilmiştir.
Tabir caizse açılış öncesi tam bir manevî şölen
gerçekleştirilmiştir. Özgürlüğün ve bağımsızlığın fitili buradaki iman ateşiyle tutuşturulmuştur. Meclis, gücünü bu caminin minarelerinden
okunan kutlu ezan sesinden almıştır. O ezan,
cesaretleri bilemiştir.
Ankara’ya Bambaşka Bir Manevî Hava
Yeni Türkiye’nin başkenti Ankara’ya bambaşka bir manevî hava katan Hacı Bayram-ı Velî
Camii, çeşitli zamanlarda restore edilse de, etrafı bakımsız ve virane hâldeydi. Son yıllarda
Ankara Büyükşehir Belediyesi yaptığı yenileme
çalışmalarıyla bu tarihî caminin kadim dokusunu ortaya çıkarmıştır. Etrafındaki ahşap binalar
aslına uygun olarak onarılmış, bazıları da büyük
bir titizlikle yeniden inşa ve ihya edilmiştir. Caminin tuvalet, lavabo gibi müştemilatında her
türlü detay düşünülmüş, modernle geleneksel
anlayış birleştirilmiştir.
Ankara’nın uhrevî saadet makamı olan tarihî
Hacı Bayram-ı Velî Camii ve çevresi nice kadim hadiselere şahittir. Çağ açıp çağ kapayan
Fatih’in hocası Akşemseddin, Hacı Bayram-ı
Velî’nin talebesi olduğu yıllarda burada yaşamıştır. Ankara’nın manevî tapusu olan Hacı
Bayram-ı Velî Camii’nin aslına uygun olarak yeniden düzenlenmesi dinî değerlere ve ecdada
saygının en bariz göstergesidir. Bu saygı bir zamanlar milletimizden esirgenmiştir.
Hacı Bayram-ı Velî Camii ve çevresi 15 sene
evvel kaderine terkedilmişti. Burası eskiden o
kadar bakımsızdı ki adeta bir mezbeleliği ve
viraneyi andırıyordu. Bu kutlu mabedin çevresi
tekin olmayan yerler arasında sayılıyordu. Artık bu mekân ve çevresi kitapçılarıyla, turistik
eşya satan dükkânlarıyla ve çay bahçeleriyle şanına lâyık bir yer hâline getirilmiştir. Çok
şükür ki günümüzde burası Ankara’nın yüz akı
mekânları arasında yerini almıştır. Ankara’nın
manevî mimarı Hacı Bayram-ı Velî’nin şanına
lâyık bir yer olmuştur. Burası birbirinden güzel
ahşap evleriyle Safranbolu’yu ve Beypazarı’nı
andırmaktadır.
Hacı Bayram-ı Velî Camii eski Ankara’nın
maneviyat merkezidir. Şehrin ruhunu taşıyan
gerçek Ankara burasıdır. Mü’minler bu tarihî
mabette rükûlarda ve secdelerde kendilerini
bulmaktadır. Asırlık çınarlar caminin avlusunda
bağdaş kurmuş, günde beş vakit okunan ezanları dinlemektedir. Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin
geniş avlusunda mü’minler kardeş olduklarının
bilinciyle ruhlarını yenilemekte ve dünyevî kirlerinden arınmaktadır.
Ankara bir gülistan, Hacı Bayram-ı Velî o gül
bahçesinin bağbanıdır. Hacı Bayram-ı Velî Camii de bozkırın solmayan gülüdür. O gülün rayihasıyla Ankara sermest olur seher vakitlerinde.
Nice gönüller ilâhî aşkın çırasıyla tutuşmuştur
bu hak ve hakikat dergâhında.
Hacı Bayram-ı Velî Camii, ruhları coşturan bir
mabettir. Gönülleri birleştiren bu cami, yüzyıllardan beri Ankara Kalesi’ne nazar kılmaktadır.
Ona sırlarını açmakta, dertlerini onunla paylaşmaktadır. Bir de beş vakit(te) müdavimi olan
tertemiz kalpli mü’minleriyle...
22 MART 2016
Öğrendikçe Sen
Aşılmaz dağları düz göreceksin
Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen
Her varlıkta haktan iz göreceksin
Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen
Cahillik, tembellik ne işe yarar?
Haydi kalk yerinden! Boş durmak zarar
Ruhunu, kalbini bir huzur sarar
Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen
Benlikten geçersin, zandan kaçarsın
Manevi deryaya yelken açarsın
Tebessüm ederek umut saçarsın
Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen
Korkutamaz seni hiç bir karanlık
Ne tahtadan binek, ne kabristanlık
Hayatı anlarsın dersin bir anlık
Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen
En kıymetli servet kalpteki iman
Mevlanın aşkıyla köşk olur zindan
Bulacaksın elbet derdine derman
Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen
Sırtında dünyanın yükü var sanki
Şimdi mavi küre, sana dar sanki
Dersin kara toprak bana yar sanki
Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen
Bu dünya geçici inan ki bomboş
Beşikten mezara ilme doğru koş
Zaman öldürmeyi görürsün nahoş
Farz kılınan ilmi öğrendikçe sen
Emine Yılmaz DERECİ
somuncubaba 23
SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*
H
HALVETİYYE DEVRÂNI
“Topluca yüksek sesle okunan özel tavırlı salavâttan sonra şeyhin,
‘Yâ Allah Hû’ veya ‘Allah Yâ Hû’ yahut ‘Hû Mevlâm Hû’ şeklinde
seslenmesiyle devrânî zikre başlanır.”
24 MART 2016
alvetiyye devrânı iki aşamalıdır. Devrân
önce oturarak başlar. Meydan açılıp oturarak yapılan birinci aşama bitirildikten
sonra şeyhin ellerini yere vurarak kalkması ile
topluca ayağa kalkılır ve kalabalığa göre iç içe
geçmiş halkalar oluşturulur. Şeyh de halkaya
dâhildir. Zikre ilâhi okuyarak ve vurmalı sazları
çalarak eşlik edecek olan zâkirler, kendilerine
ayrılmış olan zâkir maksûresinde veya halkanın
ortasında yer alırlar. Yere serili postlar meydancı
ve yardımcıları tarafından toplanır. Önce cumhur ilâhi okunur. Bazen ilâhinin sonunda nutuk/
güfte sahibi için Fâtiha okunur. Bundan sonra
şeyhin üç kez “İsm-i Pâk, Cism-i Pâk, Nesl-i Pâk
Hz. Muhammed Mustafa râ Salavât” demesi
ile topluca yüksek sesle okunan özel tavırlı
salavâttan sonra şeyhin, “Yâ Allah Hû” veya
“Allah Yâ Hû” yahut “Hû
Mevlâm Hû” şeklinde
seslenmesiyle devrânî
zikre başlanır. Dervişler sağ elleri yukarıya,
sol elleri aşağıya bakar
şekilde el ele tutuşurken birbirlerinin ellerini öperek, sol tarafa doğru dairesel yürümeye
başlarlar. Bu sırada başlarını da adımlara uygun
olarak sağa ve sola çevirirler. Her adımda bir kez
olmak üzere “Hû” ismi tekrar edilmeye başlanır.
Sol ayak sola atılırken sağdan sola doğru döndürülür ve “Hû” denir. Bedenin ağırlığı sol ayak
üzerine verilip sağ ayak solun yanına çekilirken
baş sağa döndürülür ve nefes alınır. Devrân halkası böylece yürümeye başlar. Zâkirler üçüncü
“Hû” ile birlikte zikrin perde ve ritmine uygun
bir ilâhi okumaya başlarlar. İlâhinin güfte sahibinin ismi okunduğunda, şeyh ellerini yere
vurarak ve ritmi biraz ağırlaştırarak “Hayy” diye
seslenir ve işaretle dervişler “Hû” ismi yerine
“Hay” ismi zikrine geçerler. “Hayy” zikri çekilirken dervişler el ele tutuşmayı bırakıp sol kollarını solundakinin sol omuzuna, sağ kollarını
da sağındakinin beline koyarlar. Buna “kol atmak” denir. “Hayy” ismi zikrine başlandığında
zâkirler; bendir, mazhar, kudüm, halîle ve nevbe
gibi vurmalı ritim sazlarını çalmaya başlarlar.
Nevbenin eğer varsa misafir şeyhlere, halîlenin
de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in torunları olan seyyidlere ikram edilmesi bir tarîkat terbiyesi ve
edebidir. Muharrem ayında yapılan âyinlerde
saz kullanılmaması da Hz. Hüseyin ve Kerbelâ
şehidlerine duyulan saygının bir ifadesi olarak
yine tarîkat edebi ve erkânı gereğidir. “Hayy”
zikrine geçildiğinde şeyh ve halîfeler tâc-ı şeriflerini ve hırkalarını çıkarırlar. El ele tutuşulduğu
zaman iki eli de aşağıya doğru olarak iki yanındakinin elini tutmakta
olan şeyh, kol atıldığında iki kolunu birden iki
yanındakinin omuzuna
atar. Veya isterse halkadan ayrılıp yüzü kıbleye dönük olarak ve
“kutup-hâne”
denen
zikir halkasının ortasında yer alarak âyini idare
edebilir. Türbeli meydan denen ve o tekkenin eski şeyhlerinin türbelerinin tevhîd-hâne
ile bitişik olduğu tekkelerde, şeyhin yüzü bazen
kıbleye, bazen sandukalara doğrudur. Zâkirbaşı,
eğer halkaya katılmış ise kol atılmakla birlikte halkadan ayrılıp devrândan çıkar ve zâkir
maksûresine gider. Kıyam âyininde olduğu gibi
kıyâm reisine benzer bir görevli, devrânda yoktur. Devrânın yürütülmesi ve idaresi bütünüyle
şeyhe aittir.
Zikir ve devrân devam ederken, zâkirler
ilâhi okumayı ve ritim vurmayı sürdürürler. Ritim kendi içinde ve genellikle ilâhiden ilâhiye
geçerken yavaş yavaş hızlanır. Devrân hızlandığında ayak atma tavrı da değiştirilir ve sol
ayağın yanına çekilmekte olan sağ ayak, artık
sol ayağın arkasına atılır. Yani sağ ayak halkanın
içine, sol dışına doğru atılmış olur. Okunmakta olan ilâhilerin arasında bir zâkir tarafından
somuncubaba 25
kısa kasideler okunarak taksim yapılır. Gereğinde taksimle makam da değiştirilir. “Hayy” zikri
kalbîye döndürülebilir, kalbî zikirde taksimler
“ney” ile de yapılabilir. Taksimler genellikle
kutup-hânede ara sıra da zâkir maksûresinde
yapılır.
Devrânın temposu arttığında şeyh ayaklarını yere vurarak devrânın hızını yavaşlatır. Esmâ
okuma tarzı değiştirilir, “Hayy” sesli, “Allah” zikri
kalbî halde okunur. Devranda daha çok “Hû” ve
“Hay” isimleriyle zikir gerçekleşir. Ancak “Hû”
ve “Hayy” zikirlerinin okuma tarzları değişiktir.
Mesela Devrânî İlâhisi diye tanınan özel besteli
“A sultanım sen vâr iken” ilâhisi okunduğunda
terennüm bölümünde “Ya Hay” diye ayak vurularak, öteki bölümlerde “Yâ” demeden “Hay”
ismine devam edilerek devrân sürdürülür.
Devrân, bazen Bedevî Topu’yla bitirilir, bazen
de şeyhin “İllallah” diye seslenmesiyle biter.
Devrân bittiğinde zikreden dervişler kıble
tarafı açık kalacak şekilde hilâl biçiminde sıralanırlar. Şeyhin işaretiyle ikişerli söyleyiş halinde “Hû” isminin zikri başlar, bu sırada zâkirler
özel bestesiyle “Lâ ilahe illallah Muhammed Rasûlullâh. Sâllâllahu aleyhi ve sellimû
teslîmâ”yı okurlar. Bunun bitiminde bir zâkir
devrânda okunan ilâhilerin makamı ile özel bitiş duasını okur. Duanın bitiminde şeyhin “İllâ
Hû” sesi ile “Hû” zikrine son verilir. “Hû” zikri sonrasında oturulup okunan Kur’an-ı Kerim
dinlenir, kısa bir dua yapılır ve “Fâtiha” denir.
Misafir şeyhlere ya da görev ve kıdemlerine
göre halîfelere “Fâtiha” demeleri ikram olunur.
Daha sonra hep birlikte salavât ve tekbir oku-
26 MART 2016
nur. Tekbirden sonra gülbank çekilir. Gülbankı
şeyh veya ikram ettiği kişi çekerken, hazır bulunanların hepsi sesli olarak “Allah Allah” diyerek
gülbankı dinlerler. Gülbankın sonunda “Dem-i
Hazret-i Pîr” denildiğinde, hep beraber “Ya Allah Hû” denilip yer öpülerek ayağa kalkılır. Türbeli tekkelerde topluca türbeye doğru dönülüp
Fâtiha okunur. Sonra şeyhin yüksek sesle verdiği selâm, her tarîkatın kendi usûlüne göre Sertarîk ve Aşçıbaşı gibi görevlilerden biri tarafından yüksek sesle alınır. Öteki kişiler sessizce
selâm alırlar. Daha sonra sessizce ve saygılı bir
biçimde tevhid-hâneden çıkılır. Bazen de, “İllâ
Hû”dan sonra oturulmadan ayakta gülbank çekilip âyine son verilebilir.1
Halvetiyye’nin kolları arasında devrânın icrası kısmen değişiklik arzedebilmektedir. Mesela Halvetîliğin siyâsî kolunda, âyin sırasında
devrâna kalkıldığında dervişler önce kendi etraflarında dönerek semâ ederler, daha sonra
devrân halkası oluşturulur. Semâ etme sırasında “Hay Allah” diye zikredilir.2
Halvetîliğin Sünbülî kolunda Kocamustafapaşa’daki Sünbül Efendi Tekkesi’nde her hafta
devrâna kalkılırken hep aynı ilâhi okunmuştur.
“Safha-i sadrında dâim âşıkın efkârı Hû” diye
başlayan Cemaleddîn-i Halvetî’ye ait bu ilâhinin
her beytinin sonunda perde yükseltilir ve ritim
hızlandırılır. Güftenin sonunda “Şeyh Cemâlî”
sözüne sıra geldiğinde “Hû” ismi “Hayy”a çevrilir. Daha sonra Halvetî devranı aynen sürdürülür. 10 Muharrem günü öğle namazından sonra, İstanbul ve civarından gelen misafir şeyh
ve dervişlerle birlikte kılınan namazdan sonra
mevlid, mersiye ve Ehl-i beyt sevgisini yansıtan kasîdeler okunur. Akşam yemeğinde aşure
yenir ve yatsı namazından sonra en kıdemli
şeyhin idaresinde yetmiş bin Kelime-i Tevhîd
çekilir ve sonra devrân yapılır. 3
ki zikir halkasından ayrılan dervişler, sol tarafları
Halvetîliğin Gülşeniyye kolunda “Gülşenî
Savtı” diye bilinen özel besteli eserler kullanılır. Müzik ile okunan şiir anlamına gelen savt,
kısa güfteli, ağır tempolu, çok tekrarlanan özel
bestelerdir. Savt okunurken genel devrân adımları ile döndürülmekte olan zikir halkası, savtlar
bitip hareketli ilâhiler okunmaya başlandığında
değişik adım atma tarzı ile döndürülür. El ele
tutuşmuş sola doğru dairesel yürüyüş yapmakta olan dervişler, sol ayaklarını kutup-hâne denen zikir halkasının merkezine doğru, sağ ayaklarını ise ters yöne doğru atarlarken, sol ayakla
beraber bedenlerini öne doğru eğer, sağ ayakla
doğrulurlar. Bu hareket, yukarıdan izlendiğinde
bir gül goncasının açılması ve kapanması gibi
görünür.4
sağ ayaklarını yere vurarak ve düz adımlarla ters
Halvetiyye’nin Cerrâhiyye kolundaki devrân
“Tavaf Tevhîdi” diye adlandırılmıştır. Devrân, “Yâ
Hay” ismi ile devam ederken devrânı yöneten
şeyh “Üçer üçer saf” diye seslendiğinde, en içte-
kutup-hâneye gelecek biçimde birbiri ardınca
üçer kişilik saf oluştururlar. Safların dışındaki
halkadakiler yine sola doğru devrânı döndürmeye devam etmektedirler. Üçlü saftakiler ise
yönde yürürler. Şeyh tam ortada kutup-hânede
bulunmaktadır ve sola doğru kendi etrafında dönmekte, semâ etmektedir. Hatta isterse
Mevlevîler gibi kol da açabilir. Kurban Bayramı
Arife günü ikindi vakti yapılan âyin ise o vakitte
Arafat’ta icra edilen “Vakfe”ye gönül yolu ve vakfe biçimi ile katılmak arzusunu ifade etmektedir.
Arafat’taki hacılar gibi, telbiye, tekbîr ve salavât
okunup dua edildikten sonra kısa bir devrân yapılarak âyin bitirilir.5
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
1. Ömer Tuğrul İnançer, “Osmanlı Tarihinde Sûfîlik Âyin ve Erkânları”,
Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler Kaynaklar-Doktrin-Ayin ve
Erkan-Tarikatlar-Edebiyat-Mimari-İkonografi-Modernizm, Haz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2014,
s. 152-155.
2. İnançer, “Âyin ve Erkânları”, s. 156.
3. İnançer, “Âyin ve Erkânları”, s. 156.
4. İnançer, “Âyin ve Erkânları”, s. 157.
5. İnançer, “Âyin ve Erkânları”, s. 158-159.
somuncubaba 27
EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ
EHLULLAH ALLAH’IN
KILICIDIR
Seyf-i meslûl-i İlâhîdir ehlu’llâh
Her umûrunda Muîn’dir Allâh
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
İ
nsan-ı kâmiller, kalpleri ihya eden ve bozulan dinî yaşantıyı ıslah ile görevli olan Allah
dostlarıdır. Onlar insanları Kur’an ve sünnet
edebine göre en güzel şekilde yetiştirirler.
Yunus Suresi 62. ayette şöyle buyrulur: “İyi
bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir.”1
Ehlullahın bir kısmı, en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu kimse Allahu Teâlâ’nın
kendisini velâyeti için (seçip) kullandığı bir kuldur. O Allahu Teâlâ’nın (kabzasında) özel himayesinde hareket eder. O’nunla konuşur, O’nunla
görünür, O’nunla tutar. O’nunla anlar (akleder).
Allah, onun yeryüzünde sânını (ve irşadını) yaymış; kendisini halkın, Velîler sancağının sahibi;
yer ehlinin emniyeti, gök ehlinin nazar yeri, gönüllerin reyhanı, Allah’ın has dostu, nazargâh-ı
ilâhî, Rabbanî sırların madeni; yeryüzünde Zât-ı
Bârî’nin (adalet) kamçısı yapmıştır. Allahu Teâlâ,
onun vasıtasıyla kullarını terbiye eder. Onun
nazarıyla ölü kalpleri diriltir. Halkı kendi yoluna
çevirir. Onunla hukuk-ı ilâhîyeyi ayakta tutar. O,
hidâyet anahtarı; yeryüzünün süruru; ehlullahın emini ve imamıdır.
Allah’ın dostları olan Velî kullarına itaat etmek gerekir. Bu hususta Nakşbendî yolunun
büyüklerinden ikinci bin yılın müceddidi İmam
Rabbanî (k.s.) demiştir ki:
“Kâmil bir şeyh bulan kimse, ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi kendisini ona teslim
etmelidir. İlk fenâ hâli (nefsin şer arzularından
vazgeçip hakka teslimiyetinin ilk ispatı) mürşit-
28 MART 2016
te olur. Bu, fenâfillah (her şeyi ile Allah’a teslim
ve emrine tabi olma) hâline ulaşmaya bir vesiledir.”
“Mutmainne makamını geçmiş, her hâli ile
Rabbinin emirlerine teslim olmuş ve Yüce Allah
tarafından sevilmiş bir Velîye itiraz, Allah’a itiraz gibi olur. Çünkü bu hâle ulaşan Velînin bütün arzusu Allah’ın muradıdır. O, nefsi adına bir
his ve hareket içine girmez.”
İçtenlikle Sadakat ve Teslimiyet
Arifibillah İmam Sühreverdî (k.s.), teslimiyetin bu yoldaki ehemmiyetini şöyle belirtmiştir:
“İşin başı, hak yolda imam seçilen mürşide içtenlikle sadakat ve teslimiyettir. Çünkü mürşide itiraz, mürit için öldürücü bir zehirdir. Mürşidine itiraz edip de kurtuluşa eren yok denecek
kadar azdır.”
Abdülganî Nablusî (k.s.) de şöyle demiştir: “Mürid, tam sadakat hâline ulaştığı zaman,
kalpten kalbe ilham ve intikal vasıtasıyla feyz
alır. Müridin çeşitli yollardan mürşidinden feyz
alması için tam sadık olması lazımdır. Karşılıklı
sadakat tam gerçekleşmeden bunlar olmaz.”
Büyük Velî İmam Şa’rânî (k.s.): “Mürşide samimi bir niyetle gelen kimse onun ehli arasına girer, kendisine ilahî sır ve ilimlerin açılması
mümkün olur. Aksi durumda, mürit boşuna yorulur.” buyurmuştur.
Mürid, sadık olduğunda mürşidinin gözbebeği olur. Sadık müridi, mürşit Allah için gözü
gibi sever.
somuncubaba 29
Aslında, Kur’an ve sünnette işlenen, İslâm’ın
birlik anlayışı, imam-cemaat hukuku iyi incelense mesele çözülür, kâmil mürşitlere gösterilen teslimiyetin sebebi anlaşılırdı. Şöyle ki:
Tasavvufta mürşide karşı istenen mutlak
teslimiyet, ashab-ı kiram’dan istenen teslimiyete benzer. Mü’minlerden, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i nefislerinden daha fazla sevmeleri
istenmiştir. Her mü’minden istenen teslimiyetin şekli ayette şöyle belirlenmiştir: “Allah ve
Rasûlü bir işe hüküm verdikleri zaman, mü’min
erkek ve kadınlara onun dışında bir şeyi seçme
hakkı yoktur.”2
Çünkü Allah ve Rasûlü’nün verdiği hüküm,
kulun dünyası ve ahireti için en güzel olanıdır.
Nefsin, bu hükmün dışındaki tercihleri ise hürriyet değil, zillettir. Nefsin her istediğini vermek,
zehirli bir elma şekerini yemek isteyen çocuğu
hevesiyle baş başa bırakmak demektir. Bu, ona
karşı şefkat değil, ihanettir. Sonuç, hayat değil
cinayettir. Gerçek hürriyet, nefsin keyfine değil,
Yüce Mevlâ’nın emrine uymaktır.
Her mü’min, içi ve dışıyla, kalbi, aklı, nefsi
ve hissi ile Allah’ın Rasûlü’ne tabi olmadıkça
gerçek mü’min olamaz. Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Bir mü’min, bütün his ve duyguları
ile benim getirdiğim şeylere tâbi oluncaya kadar
kâmil mü’min olamaz.”3
Bu derecede bir itaat, tasavvuf terbiyesinde “fenâfir’r-rasûl” diye isimlendirilen hâlin
elde edilmesiyle gerçekleşebilir. Bu seviyede
bir teslimiyet için, Efendimiz (s.a.v.) bizlerden
şu derecede bir sevgi istemektedir: “Nefsim
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz beni nefsinden, anne babasından, ehlinden,
evlâdından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe (gerçek manada) iman etmiş olmaz!”4
Kınından Sıyrılmış Yalın Kılıç Gibi
Hulûsi Efendi Hazretleri bir gün buyururlar
ki: “Cenab-ı Allah (c.c.)’ın kılıcı arşta asılı durur,
kıymaz ki bir kulunun boynunu vursun. Fakat
kul gelir kendini o kılıca çalarsa biz ne yapalım.”
der. Bu hususta Hulûsi Efendi, Dîvân’ındaki bir
beyitte ise şöyle buyurmaktadır:
Seyf-i meslûl-i İlâhîdir ehlu’llâh
Her umûrunda Muîn’dirAllâh5
(Allah dostları, kınından sıyrılmış yalın kılıç gibi
keskindir. Onun her işinde yardımcısı Allah’tır.)
Tasavvuf büyüklerine, evliyaullaha dil uzatanlar, dillerinden; el uzatanlar ellerinden, onların sırlarına baş vermeyenler de başlarından
olmaktadır. Tarihte şöyle bir hadise yaşanmıştır.
Halet Efendi, Mevlevî Tarikatı bağlısıdır.
Halidiyye kolunun kurucusu Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî Hazretleri’ni Osmanlı padişahı Sultan II. Mahmud’a şikâyet eder. Bunu duyan
Mevlânâ Hâlid (k.s.):
“Halet Efendi’nin durumu tarikatının pîri
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî‘ye havale edilmiştir. O, Halet Efendi‘yi tarafına çekerek layık olduğu cezayı verir.” buyurur.
Aradan biraz zaman geçince bu sözün sırrı
açıklık kazanır. Çünkü Sultan II. Mahmud, Halet
Efendi’ye öfkelenip onu Konya’ya sürgün eder
ve orada idam edilmesine dair ferman çıkarılır.
Halet Efendi idam edilir.
Aslında büyükler kimsenin kötülüğünü istemezler ancak Allahu Teâlâ sevdiklerine yapılan
hakaretlere gücenir de öyle ceza almış olurlar.
Bu tür olayların bir benzerini Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatında bulmak
mümkün.
“Utbe bin Ebî Leheb peygamberlikten önce
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in mübarek kızlarından Hz. Rukiye (r.anha) ile nişanlanmıştı. Nübüvvetten sonra İslâm dinine olan düşmanlıklarından dolayı başta babası Ebû Leheb olmak
üzere ailesinin de baskılarıyla Hz. Rukiye’yi boşamıştı.
Utbe, Necm Suresi indiği zaman, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.)’e gelerek küfrünü açıklamış, hakaretlerde bulunmuştu. Peygamber
Efendimiz de ‘Allah’ım, ona pençeli bir hayvanını musallat et.’ demişti.
Abdullah İbn-i Abbas’dan yapılan rivayete
göre bu olaydan sonra Utbe ticaret kafilesi ile
birlikte Şam’a gitmek üzere yola çıktı. Kervan
Şam yolu üzerinde bulunan Ğadıra Vadisi’nde
geceyi geçirmek üzere konakladı. Oradaki yerliler onlara, geceleri vahşi hayvanların geldiğini
söylediler. Ebu Leheb arkadaşlarına, ‘Ey Kureyşliler, oğlumu korumak için bir tedbir alın.
Çünkü Hz. Muhammed ona şöyle şöyle demişti.’ dedi. Bunun üzerine, kafilede bulunanlar bir
saf halinde dizildi ve Utbe de bu safın ortasına
30 MART 2016
alındı. Develer de arka ve öne yerleştirilerek bir
kalkan oluşturuldu. Kafilede bulunan Hebbar
bin Esved şöyle der: ‘Gece bir arslan develerin
arasından gelerek sıra ile herkesi kokladı. Sıra
Utbe’ye geldiğinde onu pençeleri arasına alarak parçaladı.”6
Hak Dostlarını İmtihan Etme!
Şah-ı Nakşbend Hazretleri, Buhara köylerinden birinde Hüsrev isimli bir zatın evine misafir
olmuştu.
Akşam sohbet sırasında ev sahibine: “Bak
bakalım dışarıda kim var?” dedi.
Ev sahibi dışarı çıktığında, kapının önünde
elinde bir tabak armut olan bir şahısla karşılaştı. Köy halkından Yusuf ismindeki bu şahıs,
elindeki armutları Şeyh Hazretleri’yle müritlerine hediye olarak getirdiğini söylüyordu. Adam
içeri alındı ve armut dolu tabak Hazret’in önüne konuldu. Şahı Nakşbend Hazretleri tabağın
içindeki armutları karıştırıp birisini armudu getiren adama verdi. Arkasından:
somuncubaba 31
“Bu armutları bize getirmenin sebebi nedir?” diye sordu.
Adam:
“Köyümüze Velî bir zatın geldiğini duydum.
Bu armutları aldım ve içinden birini işaretledim.
Eğer gerçek bir Velîyse, benim armutlardan birisini işaretlediğimi bilir diye düşündüm. O maksatla getirmiştim.” dedi.
Nakşbend Hazretleri:
“Bak bakalım; eline verdiğim armut senin
işaretlediğin armut mudur?” diye sordu.
Adam baktı ki, işaretlediği armut elinde.
“Evet, odur.” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Muhammed Bahaeddin Hazretleri:
“Allah’ın Velîlerini imtihan etmeye kalkışmayınız. Bu işaretlediğin armudu eline vermem,
keramet göstermek için değildir. Senin, bizim
hakkımızda kötü bir düşünceye sahip olmaman
içindir. Eğer öyle yapmasaydık sen bizim hakkımızda yanlış düşüncelere sahip olur ve zarara
uğrardın. Senin zarar görmemen için böyle hareket ettik.” buyurdu.
Allah erleri bazen keramet gösterebilirler.
Ama onlar, her istedikleri vakit ya da gösteri olsun diye değil, fitne çıkmasın diye bunu Allah’ın
izniyle yapabilirler. Kimse bu mübarekleri denemeye kalkışmamalı, çünkü vebali büyüktür.
Kişi önce kendini imtihan etmeli, çünkü buna
daha çok ihtiyacı vardır.
Hocasına İtiraz Edince
Şah-ı Nakşbend Bahâeddîn Buharî (k.s.) Hazretleri birkaç talebesiyle bir eve yemeğe gitmişlerdi.
Sofra hazırlandı. Büyük velî ve talebeleri
kalkıp sofraya oturdular. Ancak biri oturmadı.
Mübarek zât:
- Sen niçin sofraya gelmiyorsun, diye sordu.
32 MART 2016
O talebe:
- Bu gün oruca niyet ettim, dedi.
- Farz orucu mu?
- Hayır nafile.
- Öyleyse bozabilirsin evlâdım. Haydi, gel,
bizden ayrılma.
Ancak talebenin gelmeye niyeti yoktu. Hocası bir daha:
- Gel, bizimle ye, buyurdu.
Yine gitmedi. Açıkça inat ve itiraz ediyordu
hocasına. O zaman büyük velî, diğerlerine dönüp:
- Bu adamı terk edin. Bu, Allah’tan uzaktır,
buyurdu.
Adam bir Allah dostunu incitmişti. Hem
de hocasını. Onun bu itirazı, felâketine sebep
oldu. Nitekim sonraları tamamen namazı, niyazı
ibadeti de bıraktı.
Bağdat’a Gelen Üç Arkadaş
Bağdat’a gelen üç arkadaş, büyük mutasavvıf Yusuf-ı Hemedanî Hazretleri’ni ziyaret etmeye karar verdiler. Tabi hepsinin ziyaret etme
niyetleri farklıydı Yolda giderken İbn-üs-Sakkâ
ilminin verdiği kibirle: “Yusuf-ı Hemedanî’ye
öyle bir soru soracağım ki, asla cevabını veremeyecek.” dedi Ebu Said Abdullah da: “Ben de
bir soru soracağım. Bakalım nasıl cevap verecek?” dedi. O zaman henüz genç yaşında olan
Abdülkâdir Geylanî ise: “O zatı denemek kastıyla soru sormaktan Allah’a sığınırım. Benim
niyetim, onu görüp şereflenmek, meclisinde
bulunup bereketinden istifade etmektir.” dedi
Yusuf-ı Hemedanî Hazretleri’nin bulunduğu
yere vardıklarında, Hazret orada olmadığı için
beklediler Yusuf-ı Hemedanî bir saat kadar
sonra geldi ve içeri girer girmez İbnü’s-Sakkâ’ya
bakıp hiddetle:
“Ey İbnü’s-Sakkâ! Yazıklar olsun sana! Demek
bana bir soru soracaksın, ben de cevabını bilemeyeceğim öyle mi? Senin soracağın soru şudur,
cevabı da budur.” buyurduktan sonra: “Sende
küfür ateşinin parladığını görüyorum.” dedi
Sonra Ebu Said Abdullah’a dönerek: “Ey Abdullah! Bir sual soracaksın ve nasıl cevaplayacağıma bakacaksın öyle mi? Soracağın sual şudur, cevabı da budur. Fakat edebe riayet etmediğin için, dünya malına boğulacaksın. Parayla
pulla uğraşmaktan maneviyatına vakit ayıramayacaksın.” buyurdu.
Sonra Abdülkâdir Geylanî’ye döndü, ona ikramda bulundu ve yanına alarak dedi ki:
“Ey Abdülkâdir! Edepli tavrınla Allah’ı ve
Rasûlü’nü hoşnut ettin Ben şu anda senin
Bağdat’ta bir kürsü üzerinde büyük bir topluluğa hitap ettiğini görür gibiyim.” buyurdu. Sonra
birden gözden kayboldu. Kendisini bir daha hiç
göremediler.
“Git Onu Düştüğü Durumlardan Kurtar.”
Büyüklerin merhamet tarafı elbette gazap
tarafından çok fazladır. Bir örnekle yazımızı tamamlayalım:
Tahminen yirmi adım uzakta aynı hizada büyük bir kaya vardı. Mevlânâ Hâlid o taşa bir kere
nazar buyurduklarında taş birden önlerine geldi. Sonra yanında bulunan halifesine:
Bağdat’ta Mevlânâ Hâlid Hazretlerini inkâr
eden, ona karşı çıkıp aleyhinde konuşan ve bazı
insanları yanına toplayarak hatm-i hâcegânla
alay eden bir kimse vardı. Yine bir gün arkadaşlarını etrafına toplayarak hatm-i hâcegânda
olduğu gibi halka oldular. Kendisi istihza etmek
üzere, onlara teveccüh etmek için ayağa kalktığı
anda birden cinnet getirip delirdi. Bunun üzerine bütün elbiselerini çıkararak üryan bir vaziyette sahraya çıkıp gitti. O sırada Şeyh Mevlânâ
Hâlid (k.s.) de halifeleriyle beraber Bağdad’ın
dışında bulunuyorlardı. Söz konusu kişinin çocukları ve yakınları ağlayarak Mevlânâ Hâlid
el-Bağdâdî’ye gelip durumu anlatıp teveccüh
etmelerini istediler.
“Kalbini Sıddık-ı Ekber’e rabt ederek o taşı
yerine döndür.” dedi.
Onları dinleyen Mevlânâ Hâlid (k.s.) o kişinin
yanına getirilmesini istedi. Yakalanıp getirildi.
Mevlânâ Hâlid halifelerden Musa el-Cubûrî elBağdâdî’nin elinden tutup insanlardan uzak bir
yere gittiler. Sonra bu halifeye “Otur.” diye emir
buyurdular.
Dipnot
Halife de o şekilde râbıta ederek taşı yerine
götürdü. Bunun üzerine Mevlânâ Hâlid halifesine şöyle buyurdu:
“O mecnunun şifa bulacağından hiç şüphe
etme.” Çünkü halifenin kalbinde o sırada uygun
olmayan bir düşünce vardı. Hemen Mevlânâ
Hâlid (k.s.)’in ayaklarına kapandı. Mevlânâ Hâlid
buyurdular ki: “Git o deliye teveccüh et, onu
düştüğü durumlardan kurtar.”
Halife de gidip teveccüh ettiklerinde gerçekten söz konusu kişi şifa buldu ve günahlarından tevbe istiğfar etti.
1.
10/Yunus, 62.
2.
33/Ahzap, 36.
3.
Beğavî, Şerhu’s-sünne, I, 160.
4.
Buhâri, İman 8
5.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvan-ı Hulûsî-i Darendevî, Ank, 2006¸
s. 406.
6.
Bkz. İbn Battal, Şerhu’l-Buharî-el-Mektebetu’ş-Şamile, VIII/80.
somuncubaba 33
KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM*
Y
ENÂNİYET
GURURLA BESLENEN BİR HASTALIK
aşamış olduğumuz dönemin pek çok
değerimizi kaybettiğimiz bir süreç olduğunu hepimiz kabul etmekteyiz. Bundan
otuz yıl öncesi ile günümüzü karşılaştırdığımızda büyük bir savrulma yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bu durum bütün İslâm ülkelerindeki genel
hâldir. Ümmet çağın getirdiği sorunlara cevap
üretmede yetersiz kalmakta veya reçete olarak
sunmaya çalıştığı çözümler daha fazla sorunun
ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Görünen
tabloya baktığımızda, İslâm dünyasının büyük
bir bunalım sürecinden geçtiğini söylemek
hatâ olmayacaktır. Var olduğu gözlenen dindarlıklar bile yanıltıcıdır, bunların altında ruh fakirliği vardır. Bunu söylerken farklı kültürlerdeki
insanların durumlarının bizden daha kötü olduğunu hatırlatmaya bile gerek yoktur. Özellikle
Batı’da değerlerin tükenme noktasında olduğu
herkesin kabul ettiği bir husustur.
Bu süreç, dindar olsun-olmasın, genel olarak
bütün insanımızı etkilemektedir. Hatta bireyleri içine kapanık, kendisiyle yetinen biri hâline
getirmekte, yalnızlaştırmakta ve bunalıma sürüklemektedir. Milyonlar arasında yaşamasına
rağmen vatandaşlar bir adada tek başınaymış
gibi yaşamaktadırlar.
“İnsanın içine düşmüş olduğu çukurdan daha aşağılara
yuvarlanmadan çıkabilmesinin yolu, önce Rabb’iyle olan ilişkisini
yeniden düzenlemesidir. Ne olduğunu hatırlaması ve Yaratan’ı
karşısındaki konumunun ne kadar küçük olduğunu aklında
tutmasıdır.”
34 MART 2016
Bu durumun sebepleri üzerinde söylenecek çok şey vardır ancak İslâmî değerlerin insanlarımıza özümsetilemeyişi, sözün eyleme
geçemeyişi, dindarlığın görünürde kalması
bunda büyük bir etkiye sahiptir. Hayat açıkgözlük, gününü gün etme ve ne şekilde olursa
olsun dünyalık yığma üzerine inşâ edilmektedir. İhlas, ibadete düşkünlük, nâfilelere önem
vermek, haramlardan kaçınmak, kul hakkından
korkmak, zekât vermek, yılın her dönemi fakir
fukarâyı düşünmek, gıybet etmemek, mâlâyani
konuşmaktan uzak durmak, fesat çıkarmaktan
kaçınmak, hangi şekilde olursa olsun kamuya
ait bir şeye zarar vermemek gibi hususlar neredeyse sadece kitaplarda zikredilen meseleler hâline dönüşmüştür. Bunların insanımızın
hayatında çok fazla yer tutmadığına ve hatta
dinin emrettiği veya sakındırdığı hususların sı-
radanlaştığına şahit olmaktayız. Böylece ahlâk
dediğimiz şey, sadece öğrenilen bir bilgi konumuna inmiştir.
Dememiz o ki, ülkemiz Müslümanlarının
esas sınavı şimdi başlamıştır. İnsanların maddî
imkânlarının yerinde olmadığı ve herkesin
birbirine muhtaç olduğu dönemlerde fakirlik
üzerine kurulmuş olan bir dinî hayatı yaşamak
oldukça kolaydı. Çünkü içinde bulundukları
sınavda para çok fazla yer tutmuyordu. Ayrıca
fakirlik dayanışmayı zorunlu kıldığından dolayı böylesi bir dinî hayatı yaşamanın meyvelerini herkes devşiriyordu. Dolayısıyla işin bir de
menfaat boyutu vardı. Gerçi insanlar bu süreçte çok daha fazla samimiydiler ve İslâm’a çok
daha fazla bağlıydılar. Lâkin parayla sınanmamışlardı. Oysa esas sınav daha başlamamıştı.
Bu da para öncesi sınavı para sonrası sınava
göre basitleştiriyordu.
Ne zamanki dindarlar parayla tanıştılar ve
hayatlarını daha lüks bir şekilde yaşamaya başladılar, değerlerden kopma da o zaman başladı.
Öyleyse birlikte olmanın kaçınılmaz olduğu dönemlerdeki dindarlık özümsenmiş bir dindarlık
değildi. Bu sebeple, esas dindarlık insanların
birbirlerine fazla ihtiyaçları olmadığı zamandaki dindarlıktır. Önceleri sınanmamızı gerektirecek durumlar az oluyordu. Çünkü kimse parayı bulamamıştı. Bu sebeple bireyselleşmenin
zirve yaptığı şu dönemde, İslâm’ın değerlerini
hayatında tatbîk eden ve Müslüman kardeşleriyle arasındaki hukuka halel getirmeyen insan,
somuncubaba 35
gerçek anlamda sınavını başaran insandır. Daha
doğrusu çağın getirdiği ve insanın üzerine boca
ettiği pisliklerden kendisini koruyandır.
Mesela kendimize bir bakalım: Maddî
imkânlarımız arttıkça dindarlığımız en azından
eski durumunu korudu mu? Yoksa parayla sınanmamızın ardından başta eşimiz ve arkadaş
çevremiz olmak üzere insanlarla olan ilişkilerimizde bir değişim görülmeye başlandı mı?
Etrafımızdakilere bakışımız acaba eskisi gibi
mi? Konuşma tarzımız yukarıdan mı? Civarımızdakileri sözlerimizle eziyor muyuz? Maddenin
verdiği güçle bulunduğumuz meclislerde hep
önde olmayı mı istiyoruz? Birlikte olduklarımızdan daha farklı bir saygı mı beklemeye başladık? Bu tür soruları nefsimize yönelttiğimizde,
kendimizdeki değişimin boyutlarını da anlamaya başlayacağız.
Bahsettiğim hususu en çok tecrübe ettiğimiz yerlerden birisi de apartman hayatıdır. İnsanlar apartman hayatını sadece yaşayacakları
bir dört duvar arası olarak görmeye başladık-
larından beri komşularına ihtiyaçlarının olmadığını düşünmekteler. Bu yüzden daireler arası komşuluk ağı ortadan kalkmıştır. Çünkü her
istediğini parayla alabileceğini düşünen kişi
apartmandaki komşuları kaçınılması gereken,
selam vermeye değmez ve baş ağrıtmaması
gereken kimseler olarak görmeye başlar. Bu tamamen kibir ile beslenen müstağnîlik hâlidir.
Tevâzuun hayattan çekilmesidir. Düşmez kalkmaz bir Allah’ı unutmaktır. Trafikte araç kullananlara, alışveriş merkezlerinde bir şeyler alanlara veya para ödenen yerlerdeki şahıslara ve
onların tutumlarına bir bakın, kendilerini büyük
bir insan olarak gördüklerini anlayacaksınız.
Para vererek bir iş yaptıran veya bir işi görülen
insanlardaki bu müstağnîlik kibri zirvededir.
Aynı şekilde insanların sıraya girdikleri ödeme
noktalarında veya başka yerlerde, başkalarına
hak devri, yerini verme, nezâket gösterip siz buyurun demek artık göremediğimiz durumlardır.
Enâniyet sebebiyle herkes kendisini her zaman
bir numaraya koymaktadır.
Kendimizi bir de camiye taşıyalım. Cemâatle
namazlar mü’minlerin en çok kaynaşmaları gereken yerlerdir. Yan yana, birbirimize omuz vererek, saf düzeninde dizilmemizin sebeplerinden biri de budur. Ancak cemâat rûhunu tatmamız gereken camide bile insanlar birbirlerinden
kopuktur. Namazını kılan hemen caminin kapısını hedeflemektedir. “Büyük şehirde, kocaman
camide kimseyi tanımıyorum, kiminle konuşacağım.” diyenlerimiz olabilir. Ancak etrafımızdakilere karşı ilgili miyiz, değil miyiz, buna bir
bakalım? Cami cemâatine güler yüz gösteriyor
muyuz, yoksa kimseyi umursamıyor muyuz?
Mü’minlerin cami içinde bizleri rahatsız edebilecek tavır ve konuşmalarına tahammüllü müyüz? Cami kapısı kalabalık olduğunda, en önce
benim çıkmam lazım diyerek herkesi itiyor muyuz, yoksa sıramızın bir şekilde gelmesini mi
bekliyoruz? Esasında nefsânî dürtülerimizi ve
azgınlıklarımızı en fazla atmamız gereken yer
olan Allah’ın evinde bile enâniyetimizden ve
müstağnîliğimizden kurtulamadığımızı, kendimizi her hâlükârda öncelediğimizi görürüz.
Hâlbuki bütün bir kulluk hayatının özü, insanın kendisini mahviyet içerisinde görerek
Rabb’i karşısındaki zelilliğini unutmamasıdır.
Bunu başarabildiğinde bu güzel hâli insanlarla
ilişkilerine de yansıyacak ve tevazuu elden bırakmayacaktır. Nitekim zenginleştikçe insanlarla ilişkileri daha fazla insanîleşen nice mütevâzı
zevât görürüz. Onların bu güzel durumu bizi etkisi altına alır ve muhabbetimiz artar.
İnsanın içine düşmüş olduğu bu çukurdan
daha aşağılara yuvarlanmadan çıkabilmesinin yolu, önce Rabb’iyle olan ilişkisini yeniden düzenlemesidir. Ne olduğunu hatırlaması
ve Yaratan’ı karşısındaki konumunun ne kadar
küçük olduğunu aklında tutmasıdır. Bütün bir
evren içinde bir nokta dahi olmadığını ve taş
çatlasa yaşayacağı 110 yıllık ömürden sonra
toprağın içine gireceğini gözünün önüne getirmelidir. O enâniyet, o istiğnâ, o en büyük benim
hâlleri, evet hepsi buhar olup gidecektir. Kısa
süre sonra da adı da unutulacaktır.
36 MART 2016
Ne kadar zengin olursak olalım, dünyayı yerinden oynattığı söylenen zenginler kadar olamayız. Ne oldu o ihtişamlı hayatların
sonu? Ölüm. Bizi de farklı bir şey bekliyor mu?
Rabb’imiz bir şeyi hatırlatıyor: “İnsanoğlu kendini müstağnî sayarak azgınlık eder. (Oysa ey insanoğlu!) Dönüş, şüphesiz ki Rabb’inedir.” (96/Alak,
6-8).
Peki, ölüm sonrası hayatı göz önünde bulundurduğumuzda değer mi Kârun gibi salına
salına gezmeye, etraftakilere caka satmaya,
paranın gücüyle dostları küçük görüp tepeden
bakmaya? Elbette değmez. Ancak vakit geçmiş
değil. Hamdolsun ki, hâlâ nefes alıyoruz ve tevbe imkânımız var.
Sonuç olarak, kibirle beslenen bu istiğnâ
hâlimizi İslâm’ın bizlere tavsiye ettiği gerçek
istiğnâya dönüştürmemiz gerekir. O da dünyaya hak ettiğinden fazla ehemmiyet vermemek,
elimizde var olana şükretmek, yetinmeyi bilmek, haram-helal demeden azmamak ve onurlu yaşamak, tevâzuu kuşanmaktır.
Dipnot
*Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
somuncubaba 37
TARİH / Resul KESENCELİ
Balkanlardaki Durum
Resim: Ertuğrul Ateş
MANEVİYATIN TARİHİ
YÖNLENDİRMESİ:
SULTAN II. MURAT HAN
“Somuncu Baba Hazretleri’nden itibaren bütün mürşitlerin devlet ricali
ile ve hükümdarlarla iyi ilişkiler içerisinde oldukları hatta onları irşad
ettikleri görülmektedir. İşte Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile II. Murat
arasındaki bir mülakat çok önemlidir.”
38 MART 2016
Hem Anadolu hem Balkanlar’da askerî ve
siyasî mücadeleler veren II. Murat yorgun düşmüş, Karamanoğullarının Haçlılarla ittifakı ve
küçük mağlubiyetler sonrası Edirne/Segedin
Antlaşması’nı 1444’te imzalamıştır. Taraflar
kendi kutsal kitapları üzerine (Osmanlı-Kur’an-ı
Kerim, Haçlılar-İncil ) yemin ederek sulhu bozmayacaklarına dair söz vermişlerdir. Bunun
üzerine Sultan Murat Edirne’ye dönmeyip hükümdarlığı hayatta kalan tek oğlu Mehmet’e
bırakmıştır. Sultan Murat’ın tahttan çekilmesi
Osmanlı başkentinde büyük heyecan uyandırmıştır. Müslüman-Türk halkı çok endişelenmiş,
henüz 13 yaşında olan bu çocuğun Devlet-i Âli
Osman’ı nasıl yöneteceği, Haçlı saldırısı olursa
nasıl mukavemet edeceği insanları düşündürmüş, bir yenilgi olursa vaziyetin olumsuzluklarını göz önüne getiren halk sınır boylarından iç
alanlara göç etmeye başlamışlardır. Gerçekten
de düşünüldüğü gibi olmuştur. Karamanoğlu
Beyliği’nin Haçlılara yazdığı mektupta “Bundan
iyi fırsat mı bulursunuz ki, Osmanoğlu tahta bir
çocuğu çıkarttı. Osmanoğlu’nun dimağı bozuldu. Taze yetişmekte bulunan bu çocuk henüz
savaş yüzü görmemiştir. Savaş meydanlarında at sürmemiştir. Bu fırsat bir daha ele geçmez.” diyerek kışkırtıcılık yapmıştır. Hıristiyan
âleminin ruhanî lideri olan Papa da tahta 13 yaşında bir çocuğun geçtiğini görünce Hıristiyan
krallara baskı yaparak antlaşmanın mutlak bozulmasının gerekliliğini söylerken bundan daha
iyi bir fırsatın yakalanamayacağı doğrultusunda
yönlendirmeler yapmıştır. Bunların sonucunda
Haçlı tarafı antlaşmayı bozmuştur. Aslında taraflar kendi din ve kitapları üzerine yemin etmişlerdi. Böylece Hıristiyan dünyasının kendi
din ve kitaplarına ne kadar değer verdiklerini
tüm dünya ve tarih görmüştür. Yakaladıkları
fırsatı ganimet zannederek menfaatleri uğruna
yaptıkları antlaşmayı bozmuşlar, sözlerini çiğnemişlerdir.
II. Murat’ın bu taht değişikliğindeki gayesi
ise kendi ifadesiyle şu idi; “Oğlumu hal-i haya-
tımda tahta geçireyim ta ki gözüm bakarken görem ne veçhile padişahlık eder.” Böylece Hacı
Bayram-ı Velî’nin verdiği müjdeyi de görmek istemiştir. Bu ise Osmanlı yöneticileri üzerindeki
manevî etkinin ne kadar büyük olduğunu, Osmanlı hükümdarlarının maneviyat büyüklerine
ne kadar sadık olduklarını, sözlerini tuttuklarını
bizlere göstermektedir.
Manevî Düşüncenin Tarihi Yönlendirmesi
Haçlı İttifakı’na karşı Osmanlı Devleti’nin
tedbiri ve Varna Savaşı Balkanlar’da bulunan
uluslardan Macar, Bohemya, Eflak, Hırvat ve
Lehler hemen ittifak kurmuşlar bunları ise Almanya ve Venedik desteklemiş, Papa’nın da
desteğiyle büyük bir Haçlı Ordusu oluşturulmuştur. Osmanlı sınırlarına doğru ilerlemeye
başlayan bu Haçlı İttifakı Osmanlı merkezini
heyecanlandırmış, savaş kaybedilirse çok büyük felaketlerin yaşanacağını düşünmüşler, tek
çareyi II. Murat’ı tekrar tahta çıkarmakta bulmuşlardır. Bu durum üzerine II. Murat başkente
bir mektup göndermiştir. Bu mektupta “Biz oğlumuz Mehmet Han’a hilafet umurunu ve saltanat tahtını bunun için bıraktık, bundan böyle
asayiş ve huzur içinde olalım. Kendisi bu pak
nesilden olup hariçten gelme değildir. Padişahlık kendisine lazım ise din ve devleti korusun.”
buyurmuşlardır. Bu mektup Edirne’ye ulaşınca
devlet erkânı durumu müşavere ettikten sonra
Sultan Murat’a bir mektup gönderdiler. Bu sırada genç padişah II. Mehmet de padişah babasına bir mektup yazdı. Devlet erkânının gönderdiği mektupta şunlar yazıyordu: “Kendileri cihan
sultanı iseler düşmanı bu topraklardan atmaları
kendilerine farz-ı ayındır. Ulu’l emre itaat lüzumu aydınlık kalplerinin malumudur. Zamanının
gerektirdiği odur ki geç kalınmaya, İslâm âlemi
bundan zarar görmeye!” II. Mehmet’in gönderdiği mektupta ise şunlar yazılıdır: “Eğer padişah biz isek size emrediyoruz, gelip ordunuzun
başına geçin, yok siz iseniz gelip devletinizi
müdafaa edin.” Bu mektuplardan sonra Sultan
Murat Manisa’dan Edirne’ye hareket etti. Dev-
somuncubaba 39
letin büyük tehlike altında olduğunu görmüş,
oğlunun yeterliliğini anlamış fakat tecrübesiz
olduğu için ordunun başına kendisi geçmiş, II.
Mehmet’i ise tahttan indirmemiştir. Başkomutan sıfatıyla Haçlı İttifakı’nın üzerine yürümüştür. Bu durum ise Osmanlı Ordusu’nun maneviyatını yükseltmiştir. Varna Savaşı başladığında
Haçlılar şiddetli bir şekilde hücuma geçmişler.
Osmanlı Ordusu’nun sağ ve sol kolları dağılmış, bozulmalar olmuştur. Fakat Sultan Murat
maneviyatını bozmamış hatta Cenabı Hakk’a
şu şekilde dua etmiştir. “Hazreti Peygamber
(s.a.v.)’in temiz ruhlarının safası, yüce yaratılmışlar cenabının aydınlık ruhlarının parlaklığı için İslâm askerini sapıkların ayakları altına
alma. Gazilerimizi din düşmanları karşısında
perişan hâle getirme. Mü’minlere yardım etmek
ise üstümüze bir haktır. İslâm dininin bayrağını
yükselt Allah’ım.” Merkez ordusunun başında
bulunan II. Murat’ın dirayetli olması ordunun
toparlanmasını sağlamış, büyüklerin himmet ve
bereketiyle Haçlı Ordusu dağılmış, zaferi İslâm
ordusu kazanmıştır.
Savaşta
şu
enstantane
yaşanmıştır:
Osmanlı’nın savaşta zor duruma düştüğü anda
40 MART 2016
Macar Kralı Ladislas II. Murad’ı öldürmek için
askerleriyle birlikte hücum etmiştir. Bu saldırıyı
Osmanlı askeri önlediği gibi kral da Koca Hızır
denilen bir asker tarafından öldürülmüştür. Başı
kesilen kralın; başı bir mızrak ucuna takılmıştır. Bu ise düşman askerinin tüm maneviyatını
bozmuş, Osmanlı Ordusu ise bozulan Haçlı Ordusu üzerine saldırarak zafer kazanmıştır. İşte
bu zaferde büyüklerin manevî etkisi ve desteği
görülmektedir. Durumun farkında olan II. Murat
ise Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’ne tazimde
hiç hata etmemiş, onun sözleri doğrultusunda
hareket etmiş, oğlu II. Mehmet’i ise yetiştirmesi
için Hacı Bayram-ı Velî’nin yetiştirmiş olduğu
Akşeyh Hazretleri’ne emanet etmiştir.
II. Murat ve II. Kosova
Sultan Murat Varna Zaferi’nden sonra
Edirne’ye dönmüş, devlet erkânı ve askerin de
isteğiyle tekrar ikinci kez Osmanlı tahtına çıkmıştır. II. Mehmet’in otoritesini sarsmamak için
çok dikkatli davranan Sultan Murat ise bunda
muvaffak olmuştur. Balkanları tekrar düzene
sokmaya çalışan II. Murat bunu da başarmıştır.
Fakat Haçlı İttifakı Osmanlı’nın Balkanlar’daki
faaliyetlerinden çok rahatsız olduğu için tekrar
bir Haçlı Ordusu kurarak Osmanlı üzerine yürümüş bu kez de İslâm Ordusu Haçlı İttifakı’yla
Kosova’da karşılaşmıştır. Osmanlı Ordusu
1448’de Haçlı Ordusu’nu ikinci kez yenmiştir.
Böylece tüm Balkanlar’da kesin Türk hâkimiyeti
sağlanırken İslâmlaşma süreci de tamamlanmıştır. Balkan hâkimiyetinde ise Allah dostlarının himmet, dua ve nazarları bulunmaktadır.
Sultan Murat Türk tarihinde ebedî bir minnettarlık halesiyle kuşatılmış bir padişahtır. Türk
milletinin şükranlarını kazanan bu Koca Padişah üzerinde şüphesiz Hacı Bayram-ı Velî’nin
ve onu yetiştiren Somuncu Baba Hazretleri’nin
çok büyük etkisi vardır. Eski bir Osmanlıca
eserdeki ifadeyle Somuncu Baba için “Nazar u
himmetleriyle Devlet-i Ali Osman günden güne
kuvvetlendi ve büyüdü.” denilmektedir. Bu ise
kendisi ve talebelerinin etkisinin genişliğini ve
derinliğini anlatmaya kâfidir. İşte bu manevi-
yat erenlerinin etkisiyle ve desteğiyle Fatih’ler,
Yavuz’lar, Bayezit’ler, Kanunî’ler yetişmiştir.
Böylece Türk tarihine Osmanlı Devleti’nin damgasını vurdukları gibi Osmanlı Devleti’ni cihan
imparatorluğu hâline getirmişlerdir. Tüm bunların oluşmasına etki eden yüce Velî ise Hacı
Bayram-ı Velî Hazretleri ve onu yetiştiren Şeyh
Hamid-i Velî Hazretleri’dir. Bu şekilde Osmanlı
Devleti’nin inkişaf etmesindeki manevî temel
sebep ortaya çıkmıştır. Bu devlet ki cihan imparatorluğu olduğu gibi tüm İslâm âleminin muhafızlığını üstlenmiş, tarihe ise muhteşem izler
bırakmıştır.
Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri
ve II. Murat
Somuncu Baba Hazretleri’nden itibaren bütün mürşitlerin devlet ricali ile ve hükümdarlarla iyi ilişkiler içerisinde oldukları hatta onları
irşad ettikleri görülmektedir. İşte Hacı Bayram-ı
Velî Hazretleri ile II. Murat arasındaki bir mülakat ve gelişme şu şekildedir:
II. Murad bir sohbet sırasında Hacı Bayram-ı
Velî’ye “Şeyhim, aylardır zihnimi bir kurt gibi
kemiren bir mesele vardır. İstanbul’un fethi meselesi? Allah’ın izniyle İstanbul’u almak
murad ederim. Büyükbabam Yıldırım Bayezid,
amcam Musa Çelebi tarafından birkaç kere
almaya teşebbüs edilen, tarafımdan bir kere
muhasara edilen İstanbul’u almak mümkün olmadı. Himmet edin de şehri alalım.” dedi. Hacı
Bayram-ı Velî bir müddet murakabe hâlinden
sonra “Hünkârım, bana öyle gelir ki bu Şehr-i
Kostantiniyye’yi senin şehzaden Mehmet ile
benim köse el ele vererek alacaklardır.” demiş
ve fethin müjdesini vermiştir. Hacı Bayram-ı
Velî bunu söylerken beşikteki Şehzade Mehmet
ile Akşemseddin’i işaret etmiştir. Sultan Murat
ise bu mülakattan sonra bir daha İstanbul’u
kuşatmamıştır. Ancak oğlu Mehmed’i ise sık
sık “Sen Akşemseddin’le birlikte İstanbul’u alacaksın.” diye bu işe teşvikten geri durmamıştır.
Gerçekten de Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin
himmeti, tasarrufu, kerametiyle fetih, Fatih ve
Akşeyh’e nasip olmuştur.
Kurbandaki Hikmet
Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya Sultan Murat
Han’ın verdiği fermanla geldi. Fermanda, Hacı
Bayram-ı Velî Hazretleri’nin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için, onların vergi ve
askerlikten muaf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu
duyan pek çok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı
ki, Ankara’nın malî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan tarafından, Hacı Bayram-ı Velî’nin
talebelerinin bir listesinin verilmesi istendi. Hacı
Bayram-ı Velî de, Ankara’nın Kanlıgöl mevkiinde
bir çadır kurdu ve “Bize intisâb edenler, talebe
olanlar burada toplansın.” diye ilân etti. Hacı
Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen
herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı
Bayram-ı Velî, “Dervişlerim, müridlerim! Bana
intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban
etmem emrolundu. Canını, malını bana feda
eden, çadıra girsin.” buyurdu. Bütün talebeleri bir
korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmak
için talebe görünenler; “Bu ne biçim mürşit; bu
nasıl müritlik.” diye söylenip duruyorlardı. Hacı
Bayram-ı Velî de, elinde keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak
doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı
Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan,
çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen
kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî, “Anladık ki, bu kadar
talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve askerlik yapmak suretiyle, devlete
olan borcunu ödemelidir.” buyurdu.
BİBLİYOGRAFYA
Ahmet Cevdet, Kısas-ı Enbiya, c. VI, (Hz: Mahir İz),Ankara 1985.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. I, Ankara 1972.
İsmet Miroğlu, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, “Fetret Devrinden II. Bayezid’e kadar Osmanlı Siyasî Tarihi”,
İstanbul 1990.
Mehmet Hemdemi, Solakzade Tarihi, c. I, (Hz: Vahid Çabuk),
Ankara 1989.
Padişahlar Ansiklopedisi, C. I, İstanbul.
Seyyid Abdulbakî Efendi, H. 1156 tarihli Tabakat Kitabı,
Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplığı, Kitap No: 650, Tasnif No: 297.
Tahsin Ünal, Osmanlılarda Fazilet Mücadelesi, İstanbul 2007.
somuncubaba 41
KÜLTÜR / Bilal KEMİKLİ*
GENÇLİK: İNSANIN
BAHAR HÂLİ
S
evgili kızım, eski belgelerin arasında bir
dosya ararken, beş-altı sene öncelerinde
yazdığım bazı yazılar çıkıverdi önüme...
Eskiye döndüm. Kırklı yaşların ilk yıllarında, bir
erguvan mevsiminde gençlik, şairlik ve dil üzerine yazmışım. Şimdi ellilerde bir hoş seda olarak kalan o yazılardan birini senin için yeniden
yazıyorum.
Nedir Gençlik?
Şunları söylemişim…
ağaç dalı arayan güvercinler.
Derken yapraklar dökülür birer birer kaldırımlara, çınarlar, söğüt ağaçları ve akasyalar
gerdanlıklarını çıkarıverir orta yerine şehrin;
ama o genç şair hâlâ işbaşındadır, bitmek tükenmek bilmeyen umudun eşliğinde yürür kaldırımlarda.
Sonra ansızın gelir karakış, kar yağar… Zemherinin dondurucu soğuğunda buz tutarken
Nedir gençlik? Kimdir genç? Bir bahar sabahı bu sorulara muhatap olursanız; elbette soruyu baharla, akan derelerle, yağan yağmurla,
açan çiçekle birlikte cevaplandırırsınız. Mesela
dersiniz ki, gençlik, insanın bahar hâlidir.
yollar, akan sular, o içindeki yangına teslim ol-
Biraz şairane bir tanım oldu; ama öyle…
Gençlik, insanın bahar hâlidir. Delikanlı tabiri de buna işaret etmez mi? Kanlı… Diri, canlı
insan. Ama nasıl kanlı? Deli kanlı; karların erimesiyle coşkuyla akan dereler gibi… Yerinde
durmayan, şarıl şarıl akan ve bazen sele de dönüşen dere.
Bitmek tükenmek bilmez gençlikte şiir…
Genç yerinde durmaz… Durduramazsınız
onu. Hele bir de sevdalandı mı? Aşk derdine
düştü mü? Gönlünü bir ceylan bakışlı güzel çalıverdi mi? Yahut bir yiğidin ateşi gönle düştü
mü? Durdur, durdurabilirsen. O vakit genç adeta şelâle olur, çağıldaya çağıldaya akar.
42 MART 2016
şiirin doğuşuna tanıklık edecektir, gölgelik bir
muştur; lapa lapa yağan kara inat kelimeler arar
sokak lambalarının altında.
Gençlikte Şiir
Uçan kuş, açan çiçek, kuruyan yapraklar; hepsi,
ama hepsi birer dil olur, şairin ilhamına hayat
verir. Zaten aşktan öte dil mi var? Zaten aşkın
dili sükût değil midir? Zaten işaret diliyle konuşmaz mı sevgili? Yollar dildir, kaldırımlar dil…
Açılan kalemler, tükenen kâğıt ve umutlar.
Şimdi bahar, erguvanlar açtı… Daha dün kutladık Erguvan Bayramı’nı ve aşk ocağının körükçüsü Emir Sultan’ı. Emir Sultan ki, erguvanı
merhametin, sevginin, birliğin ve aşkın sembolü kıldı.
Şimdi şiir zamanı… Erguvanlara dokunup şi-
İşte ilk gençlik şiirleri tam da bu hâl içinde
doğar. Sevda şiirleridir; ayakları yere basmayan,
küçük serçeciğin yürek atışı gibi… ire hayat vermeli. Vermeli, vermeli de lakin o
İlk gençlik şiirine ilham veren ne kadar da
çok şey vardır; bir bakış, bir görüş, bir naz ve
bir eda. Ne kadar da çok yazılır şiir… Bahardan
kışa, dört mevsimde yazılan şiirler vardır. Yağmurun altında, karakışta lapa lapa yağan karda
ve nisan yağmurlarında ıslanır genç şair. Ağustos sıcağında herkes o boğucu sıcaktan kaçarken, şair iş başındadır; sararmış ekin tarlalarının
arasında yahut bir park köşesinde salkım söğüdün altında kalemini yontmaktadır. Birazdan bir
Sahi, aşk nerede? Gençlik nerede?
gençlik, o delice akan aşk ırmağı nerede? Nerede dokunduğu her şeyi dile dönüştüren iksir?
Evet, sevgili kızım, bu sorularla bitmiş yazı…
Bu derin anlamlar içeren sorularla. Bazen geriye
dönüp bakmak, eski yazılara, notlara göz atmak
lazım. Bu seni hem yeniler, hem de umutlandırır. Yazmaktan, not almaktan ve geriye dönüp
bakmaktan korkma!
Dipnot
*Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
somuncubaba 43
KÜLTÜR / Ali SEYYAR*
Yoksullara Sosyal Yardımda
Bulunmak Farzdır
İSLÂM’DA YOKSULLUK
SORUNUNA KARŞI MÜCADELE
“Hangi sebepten dolayı olursa olsun maddî yoksulluk, İslâm’a göre
hem sosyo-ekonomik, hem de manevî bir risktir. Böyle bir yoksulluk,
insanı sefalete ve açlığa sevk edebileceği gibi hem Allah’a karşı kulluk
görevini unutturabilmekte, hem de toplumsal ahlâk açısından sosyal
sapkınlıklara da itebilmektedir.”
Allah (c.c.), kitabında zekâttan yararlanma
hakkına sahip olanları sıralarken, ilk önce yoksulları belirlemiştir. İlgili âyet şu şekildedir:
“Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak
ancak fakirler (yoksullar), miskinler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler ve yolda kalmış
yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm
ve hikmet sahibidir.”1
Pekiyi, kimdir bu yoksullar ve Kur’an-ı Kerim, neden yoksulları hemen ilk sırada sosyal
koruma kapsamına almak istemektedir? Modern dünyamızda yoksulluk (fakirlik, muhtaçlık) ve yoksul (fakir, yardıma muhtaç) kavramlarını farklı kriterler bakımından ele almak ve
farklı şekillerde tanımlamak mümkündür. En
geniş yaklaşımla yoksulluk, temel ve zorunlu
ihtiyaçlarını karşılayamama, kazanç ve gelirden mahrum olmaya bağlı olarak mutlak ya
da nisbî bakımdan yetersiz olma durumudur.
Yoksulluk, buna bağlı olarak mutlak anlamda veya göreceli olarak maddî yetersizlikler
içinde bulunmaktır. Yoksulluk içinde yaşayan
yardıma muhtaç insanlar da yoksullar olarak
tanımlanmaktadır.2
Böylelikle yoksullar, bazen yaşayabilecek
kadar belirli bir miktar mala veya gelire sahip
olabileceği gibi bütünüyle bu nimetlerden de
mahrum olabilmektedir. İslâmî bir yaklaşımla
yoksullar, nisaba malik olmamakla beraber az
bir şeye sahip olduğu hâlde yine de asgari hayat standardının altında kalan, maddî yetersizlik durumlarına göre az veya çok yardıma muhtaç olan kişilerdir.3
Bu bilgilerden yola çıkarak, yoksulları bugünümüzün sosyo-ekonomik şartları doğrultusunda değerlendirmek mümkündür. İşgücü
sahibi olup emek piyasasında çalışmak istedikleri hâlde sırf iş bulamadıkları için, gelirden
44 MART 2016
mahrum kalan işsizler, mutlak yoksulluğa itilebilmektedir. Emek piyasasında çalıştığı hâlde,
yeterince ücret alamadığından dolayı geçinemeyen işçiler ve aile fertleri de nisbî yoksullardan sayılmaktadır. Yaşlılık veya engellilik gibi
bazı fizikî-fizyolojik sebeplerden dolayı işgücü
niteliği taşıyamayan ve dolayısıyla emek piyasasında çalışamayan insanlar da yoksul olabilmektedir. Kısacası işgücü niteliği taşısın veya
taşımasın işsiz veya gayri ihtiyari olarak gelirsiz
durumda olan bu yoksul kesime geçinecek kadar gelir transferinde bulunmak, duruma göre
Müslüman topluluklar veya sosyal devletler
için önemli bir görevdir.
İşgücü niteliği taşıyan işsiz yoksullara iş
imkânı sağlamak suretiyle onların geçimlerini
temin etmelerini sağlamanın, onlara zekât ve
sadaka gibi sürekli olarak sosyal transferde bulunmaktan daha faydalı bir yöntem olacağı da
dikkatlerden kaçmamalıdır. Ancak kişinin tam,
bazen de kısmî olarak çalışma gücünün olmaması durumunda sosyal yardımların mutlak surette devreye sokulması, dayanışma topluluğu
tesis etmek adına da kaçınılmazdır.
Manevî Bir Risk Olan Yoksullukla
Mücadele Etmek Dinin Bir Gereğidir
Hangi sebepten dolayı olursa olsun maddî
yoksulluk, İslâm’a göre hem sosyo-ekonomik,
hem de manevî bir risktir. Böyle bir yoksulluk,
insanı sefalete ve açlığa sevk edebileceği gibi
hem Allah’a karşı kulluk görevini unutturabilmekte, hem de toplumsal ahlâk açısından sosyal sapkınlıklara da itebilmektedir. Bu konu ile
ilgili olarak, maddî yoksulluğun kişiyi küfre ve
manevî sapkınlığa götürebileceğini ve fitnelere
(toplumsal çalkantılara) sebebiyet verebileceğini bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) dillendirmiştir. Nitekim bir seferinde Hz. Peygamber (s.a.v.),
“Allah’ım, yoksulluktan ve küfürden Sana sığınırım.” diye dua edince, bir adam; “İkisini birbirine denk mi kabul ediyorsun?” mealinde bir
soru yöneltmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Evet.” cevabını vermiştir.4
somuncubaba 45
Dualarında ise Hz. Peygamber (s.a.v.), muhtemelen maddî ve manevî olumsuz yönlerini
ve sonuçlarını düşünerek, yoksulluktan Allah’a
sığınmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şu duaları
ve tavsiyeleri, bu çerçevede değerlendirebilir:
“Yoksulluk fitnesinin şerrinden Allah’a sığınırım.”5, “Yoksulluktan, kıtlıktan, zilletten ve zulüm
(kötülük) etmekten, zulme (kötülüğe) uğramaktan Allah’a sığının.”6, “Allah’ım, bize verdiklerini
artır, eksiltme. Bize ikramda bulun, bizi zelil kılma. Bize ver, bizi mahrum etme.”7
Bunun ötesinde Hz. Peygamber (s.a.v.),
maddî yoksulluğun açacağı manevî tehlikeleri
bildiği için, yardım istemek maksadıyla kendisine gelen yoksulların ihtiyaçlarını bazen de
beytü’l-mal (zekât fonu) kaynaklarından gidermiştir. Beytü’l-malda yeterince kaynak olmadığı dönemlerde ise ya kendi imkânlarıyla, ya da
zengin sahabilerin desteği ile yoksullara infakta bulunmuştur. Görüldüğü üzere asr-ı saadette yaşamış olan yoksullar, maddî sıkıntılarını
gizlemeden taleplerini doğruca Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e iletebilmişler, Hz. Peygamber (s.a.v.) de
yoksul kişilerin psiko-sosyal veya fizikî durumlarına göre maddî ve manevî destekte bulunmuştur.
Yoksul İşsizlere İş İmkânı Sağlamak
Sünnetin Bir Gereğidir
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de, işgücü niteliği taşıdığı hâlde kendisinden bir şeyler isteyen yoksul bir Ensarî’ye girişimci veya iş sahibi
olması yönünde bazı yöntemler göstermiştir.
Hz. Enes’ten rivayet edilen olay şu şekilde gelişmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.): “Evinde hiçbir
şey yok mu?” Yoksul: “Evet, dedi. Bir çulumuz var.
Bir kısmıyla örtünüp, bir kısmını da yaygı olarak
yere seriyoruz! Bir de su içtiğimiz kabımız var.” Hz.
Peygamber (s.a.v.), “Onları bana getir!” diye emrettiler. Yoksul, gidip getirdikten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.): “Şunları satın alacak yok mu?”
buyurdular. Bir adam: “Ben bir dirheme satın alıyorum” dedi. Rasûlullah (s.a.v.): “Bir dirhemden
fazla veren yok mu?” dedi ve iki üç sefer tekrarladı. Orada bulunan bir adam: “Ben onlara iki
46 MART 2016
dirhem veriyorum” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.),
eşyaları ona sattı. İki dirhemi alıp Ensarî’ye
verdi ve: “Bunun biriyle ailen için yiyecek al,
ailene ver. Diğeriyle de bir balta al bana getir!”
buyurdular. Yoksul gidip bir balta alıp getirdi.
Rasûlullah (s.a.v.), ona eliyle bir saplık geçirdi.
Sonra: “Git, odun eyle, sat ve on beş gün bana
gözükme!” buyurdu. Adam aynen böyle yaptı,
sonra yanına geldi. Bu esnada on dirhem kazanmış, bunun bir kısmıyla giyecek, bir kısmıyla
da yiyecek satın almıştı. Rasûlullah (s.a.v.): “Bak,
bu senin için, kıyamet günü alnında dilenme lekesiyle gelmenden daha hayırlıdır!” buyurdu ve
sözlerine şöyle devam etti: “Dilenmek, sersefil,
fakra düşmüş veya rüsva edici borca batmış veya
elem verici kana bulaşmış insanlar dışında, kimseye caiz değildir.”8
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi,
asr-ı saadette muhtaç durumda olan yoksulların himaye altına alınmasına çok önem verilmiştir. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet, yoksullukla
mücadele edilmesi gerektiğini açıkça ortaya
koymuştur. Yoksullara, durumlarına göre ya
maddî desteğin, ya da kendilerine iş imkânının
sağlanması sosyal barış açısından önemlidir.
Böylelikle muhtaç durumda olan yoksullara
sağlanan sosyal desteklerle yoksulluğun kişi ve
toplum üzerindeki olumsuz etkileri de azaltılmış olmaktadır. Buradan hareketle yoksullara
yönelik sosyal korumanın sadece belirli bir dönem için değil insanın var olduğu her dönemde, her yerde ve her zaman önem taşıdığı görülmektedir.
Gönül
Kaldırma başını, yükseğe gönül
Neylesen göklere, çıkamazsın ki
Kıvırsan da burun, üstten baksan da
Dostun ırmağında, akamazsın ki
Mağrur bakışlarla, süzme etrafı
Doldurma kibirle, gönülde rafı
Kalma ikilikte, düşün ârafı
Kalırsan gönlünü, yakamazsın ki
Gönlünü engin tut, çağlasın yürek
Güller kokusuyla, çek aşka kürek
İnsana dünyada, insanlık gerek
Olmazsan yarına, bakamazsın ki
Kulun arzuhâli, yalandır yalan
Gönlünü kul için, eyleme talan
Yaşarken olmazsan, gönüller alan
Doğruluk tacını, takamazsın ki
Geldin gidiyorsun, boştur bu dünya
Belki kör nefsine, hoştur bu dünya
Meylin dünyalıksa, loştur bu dünya
Şimşek olup gökte, çakamazsın ki
Hasadın yok ise, sevgiden yana
Aşkı koymadıysan, yüreğe, cana
Muhtaçsan huzurdan, bir lahza âna
Huzur fidanını, dikemezsin ki
Kendine şahit ol, kendini topla
Vaktinde kendine, sen hançer sapla
Bugünü yarını, iyi hesapla
Hesapsız çiviyi, sökemezsin ki
Meylini verdiysen, şöhrete, şana
Aldandıysan sözde, özsüz nişana
Tapıyorsan mala, hep yana yana
Günahı gönlünden, dökemezsin ki
Hakk’a kul değilsen, kullara kulsan
Yaşarken cihanda, muratlar bulsan
Beşerî en yüce, makamda olsan
Kendi bileğini, bükemezsin ki
Celalettin KURT
Dipnot
*Prof. Dr. Ali SEYYAR
1. 9/Tevbe, 60.
2. Seyyar, Ali; Sosyal Siyaset Terimleri (Ansiklopedik Sözlük);
Beta Yay.; İstanbul; 2002; s. 171.
3. Muhammed Ali Es-Sâbûnî; Safvetü’t-Tefâsîr; C. 2; Ensar
Neşriyat; 2012; s. 474.
4. Ebu Davud; Sünen-i Ebu Davud, İstanbul: Şamil Yayınları;
2009; s. 101.
5. Ahmet b. Hanbel, Müsned; III, Çağrı Yayınları; İstanbul;
1982; s. 207.
6. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II; s. 540.
7. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I; s. 34.
8. Ebu Davud, Zekât, 26.
somuncubaba 47
TARİH / İsmail ÇOLAK
OSMANLI ASTRONOMİSİNİN ZİRVESİ:
TAKİYÜDDİN
“Takiyüddin Efendi, Sultan III. Murad’ın takdirini
kazanarak önce 1571’de Müneccimbaşı Mustafa
Çelebi’nin vefatıyla boşalan Müneccimbaşılık görevine
tayin edildi. Hoca Saadeddin Efendi ve Sokullu Mehmed
Paşa’nın destekleriyle Osmanlı’nın ilk rasathanesi
olan “İstanbul Rasathanesi”ni, Galata-Saray’ı civarında
Cihangir ve Tophane sırtlarında kurdu.”
O
smanlı’nın, ilk astronomi âlimi Kadızâde
Rûmî; ilk gerçek astronomi âlimi Ali
Kuşçu kabul edilirken, astronomi ilminin zirvesi/güneşi olarak da Takîyüddîn Râsıt
(1521-1587) kabul edilir. Eğitimini Mısır, Şam
ve İstanbul’da tamamladıktan sonra Mısır’daki bazı medreselerde müderrislik yaptı. Yavuz
Sultan Selim zamanında İstanbul’a döndü ve
ilim tarihine geçen keşif ve eserlerini burada
gerçekleştirdi.
İlk Osmanlı Rasathanesi
Takiyüddin Efendi, Sultan III. Murad’ın takdirini kazanarak önce 1571’de Müneccimbaşı
Mustafa Çelebi’nin vefatıyla boşalan Müneccimbaşılık görevine tayin edildi. Hoca Saadeddin Efendi ve Sokullu Mehmed Paşa’nın destekleriyle Osmanlı’nın ilk rasathanesi olan “İstanbul Rasathanesi”ni, Galata-Saray’ı civarında Cihangir ve Tophane sırtlarında kurdu. 6 Haziran
1575 tarihli belgeden anlaşıldığına göre gözlemevi aslında 1575’te kurulmuş; fakat âletlerin
ve bölümlerin tamamlanması 1577’yi bulmuştur. Meraga ve Semerkant Rasathanelerinden
sonra İslâm âleminin 3. büyük rasathanesi olarak görülmüştür.
Rasathane kurulmadan önce rasat hesaplamaları eski ziclere göre düzenleniyordu ve
her zaman doğru sonuçlar vermiyordu. Yeni
gözlem ve hesaplamalar yapılabilmesi için ilmî
bir müesseseye ihtiyaç vardı. Sultan III. Murad
bunu gördü ve Takiyüddin’e, rasathanenin yapımında kullanmak üzere 10 bin akçe, açıldıktan
sonra ihtiyaçları için 46 bin akçe ve kendisine
de 3 bin akçe maaş tahsis etti. Ayrıca Padişah,
Şehnâme’sinde belirttiğine göre Takiyüddin’e
yardım etmek amacıyla 15 ilim ehli personel ile
hizmetlerini görmek için 5 kişi görevlendirdi.
III. Murad, Takiyüddin’e verdiği beratta, rasathanenin kuruluş amacını, öyküsünü ve sunulan maddî imkânları şöyle açıklamıştır: “Namaz, oruç, hac gibi farizaların edası için vakit
ve saatlerin bilinmesi önemli işlerden sayılmak
gerektiği halde, geçmiş zamanlarda yetişmiş
48 MART 2016
bazı büyük âlimler tarafından hazırlanmış ziclere göre tanzim olunan takvimlerle iktifa olunarak, aslında güç bir iş olan, yeni rasat yoluna gidilmedi. Ecdad-ı izamımdan (büyük atalarımın)
hiçbirisine nasip olmayan bu önemli iş, saltanatım zamanında başarılmış oldu... Heyet (astronomi) ve nücum (yıldız) bilginlerinin en ulusu,
hikmet ve takvim erbabının baş tacı, Güneş ve
Ay menzillerinin ve 12 burcun bilgisine vakıf,
rasat ilminin en önemli mümessili (temsilcisi)
Takiyüddin... Rumeli’nde 10 bin akçe zeamete
ilaveten Konya Sancağı Ereğli nahiyesinde 46
bin akçe zeametin rasat hizmetine tahsis olunduğu beyan olunur.”
Kullandığı ve İcat Ettiği Âletler
Rasathane, sabit ve taşınabilir durumdaki
birçok gözlem aracıyla donatıldı. Bunların bir
kısmı eski âletlerin geliştirilmiş şekli olduğu
gibi bir kısmı da bizzat Takiyüddin tarafından
ilk defa icat edilmiştir. “Âlât-ı Rasadiye Li Zic-i
Şehinşahiye” isimli, yazarı meçhul kitapta tanıtılan, rasathanedeki âletlerin isimleri şöyledir:
Zâtü’l-Halak (Halkalı Araç), Libne (Duvar Kadranı), Zâtü’s-Semt ve’l İrtifâ (Azimut Yarım Halkası), Zâtü’s-Şu’beteyn (Cetvelli Araç), Rub-ı Mıstar
(Tahta Kadran), İtidal Halkası, Zât’ül-Sakbeteyn
(İki Delikli Araç), Zâtü’l-Ceyb (İki Delikli Cetvel),
Zâtü’l-Evtâr (Kirişli Araç), Müşebbehetü bi’lMonâtık (Sextant), Bengam-ı Rasad (Mekanik
Saat), Sindî CetVelî.
Türkiye’de astronomiyle ilgili en fazla ilmî çalışma yapanlardan biri olan Prof. Sevim Tekeli, İstanbul Rasathanesi’ndeki araçların, Danimarkalı
astronom Tycho Brahe’nin (1546-1601) rasathanesindekilerle boy ölçüşebilecek seviyede olduğuna dikkat çekmiştir. Adnan Adıvar’ın konuyla alakalı serdettiği ilmî tespitler, Takiyüddin’in
rasathanesinin daha ileride olduğuna işaret etmektedir: “Yunan çağından beri her rasathanede
inşa edilen araçlar bir yana bırakılarak, özellikle
Duvar Kadranı, Azimut Yarım Halkası, Sextant ve
Mekanik Saat ele alınarak Takiyüddin rasathanesinin önemi belirtilebilir ve Tycho Brahe’nin
rasathanesiyle kıyaslanabilecek nitelikte olduğu
ortaya konabilir.”
somuncubaba 49
Takiyüddin’in kullandığı Libne (Duvar Kadranı) ve Zâtü’s-Semt ve’l İrtifâ (Azimut Yarım Halkası), Tycho Brahe’nin rasathanesi kuruluncaya
kadar Avrupa’da bilinmiyordu. Müşebbehetü
bi’l-Monâtık (Sextant) ve Zâtü’l-Evtâr âletlerini
İslâm âleminde ilk defa Takiyüddin kullandı.
Kendi icat ettiği “Bengam-ı Rasad” adlı mekanik
saatle gözlem yapmayı, Doğu’da ve Batı’da yine
ilk o başlattı. Böylece Takiyüddin, astronomi ilminde çok önemli bir aşama kaydetmiştir.
Brahe mi Takiyüddin mi?
Âlet yapma ve kullanma önceliği ve üstünlüğünün Takiyüddin’de olduğu ilim adamlarının
ekseriyeti tarafından tasdik edilmiştir. Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun tahlilleri bu noktada
oldukça isabetlidir: “Takiyüddin Brahe ile karşılaştırıldığında daha net ve dakik rasatlar yaptığı
ortaya çıkmaktadır. Ayrıca rasathanesinde bulunan bazı âletler, Brahe’nin âletlerinden daha
üstündür. Ancak Takiyüddin rasatlarını tamamlayamazken, Brahe uzun süre rasat yapmış ve
777 yıldızın yerini tespit etmiştir.”
Konuyla ilgili bilim tarihi otoritelerinden
Prof. Fuat Sezgin’in görüş ve tespitleri şöyledir: “Takiyüddîn’in rasathanesinde kullanılan
âletler, Merağa Rasathanesi’nde kullanılan
âletler örnek alınarak yapılmıştı. Brahe tarafından kurulan rasathanenin âletleri de Merağa Rasathanesi’nden alınmıştı… Takiyüddin’in
kullandığı âletlerle Brahe’nin kullandığı âletler
arasında büyük benzerlik vardır. Avrupalılar
maalesef Brahe’nin 10 âleti birden icat ettiğini
savunma garabetine girmektedirler. Hâlbuki bir
insan 10 âleti birden bire icat edemez ki! Brahe
bunların üçünü Takiyyüddîn’den, yedisini Merağa Rasathanesi’nden öğrenip tatbik etmiştir.”
Prof. Muammer Dizer’in tespitleri ise şu şekildedir: “Brahe ve Takiyüddin’in âletleri arasında şayanı hayret derecede bir benzerlikle karşılaşıyoruz. Tycho çok sayıda gözlem aracı yapmış
ise de, birçoğunu (Batlamyus’un) Almageste’de
söz edilen âletlerle aynı grupta toplamak mümkündür. Böylece geriye 1-2 özgün gözlem aracı kalmaktadır. Takiyüddin ise, her gruptan birer âlet yapmıştır. Libne’si, Tycho’nun Duvar
50 MART 2016
Kadranı’na; Zâtü’s-Semt ve’l İrtifâ’sı da, Büyük
Azamet Halkası’na tekabül eder.”
Zaten Brahe, Takiyüddin’in eserlerini okuduğunu, ondan ilham aldığını ve başarılarının
büyük kısmını ona borçlu olduğunu 1598’de
yazdığı “Astronomiae Instauratae Mechanicae”
(Gözden Geçirilmiş Mekanik Astronomi) isimli
eserinde dile getirmiştir.
Rasathanenin Talihsizliği
Osmanlı astronomisinin “güneşi” olarak nitelendirilen bu rasathane ne yazık ki, 1580 yılında tam olarak bilinemeyen sebeplerden ötürü talihsiz bir şekilde kapatılmıştır. Ayvansaraylı Hafız Hüseyin’in yazdığı “Hadikat’ül Cevami”
adlı kitapta geçen bilgiyi esas alırsak, kısmen
yıkılmış ve metruk bir biçimde kalmıştır.
11 Eylül 1577’de görülen kuyruklu yıldızı
rasat edip, Padişah III. Murad ve Şeyhülislam
Aziz Efendi’ye sunduğu rapor üzerine, rasathanenin ve burada yapılan çalışmaların, o sırada
baş gösteren veba salgını gibi uğursuzluk getirdiğine inanılmasının yıkımda rol oynadığı iddia edilse de, Salih Zeki, Muammer Dizer gibi
konunun uzmanı bilim adamlarınca ispat edilemeyen bir görüş şeklinde nitelendirilmiştir.
Yıldızın görüldüğü yıl ile rasathanenin kapatıldığı yıl arasındaki zaman farkı bunun en büyük
delillerindendir. Şeyhülislam Kadızâde Ahmed
Şemseddin Efendi’nin fetvasının, yıkıma cevaz
verdiği ileri sürülse de, fetvanın aslı bulunamadığından ihtiyatla yaklaşılmaktadır.
Hesaplar ve Eserlerinin İlmî Değeri
*Meraga ve Semerkant astronomi ekollerini
şahsında birleştirmiş; yeni geliştirdiği teknikler
ve âletler vasıtasıyla gözlemlerinde yeni uygulamalar ve astronomi problemlerinde orijinal
çözümler getirmiştir.
*Rasathanede ilk olarak Uluğ Bey Zic’indeki
yanlışları düzeltmeye gayret etmiştir. Güneş ve
Ay tutulmaları ile çeşitli gözlemler yapmıştır.
Güneş ile ilgili cetvellerini tamamlayabilmişse
de Ay ile ilgili cetvelleri tamamlayamamıştır. *Tycho Brahe ve Kopernik gibi Güneş parametrelerinin (değişkenlerinin) hesabında “üç
gözlem noktası” yöntemini kullanarak doğru neticelere erişmiştir. Her üç astronomun,
Güneş’in eksantrisitesi (dış merkezliği) ve apojesinin (genişleme) hareketiyle ilgili ölçümleri
şöyledir: Eksantrisite: Takiyüddin, 2° 0’; Tycho
Brahe, 2° 9’ 2’’; Kopernik, 1° 56’. Apoje: Takiyüddin, 63”; Tycho Brahe, 45”; Kopernik, 24”.
Güneş parametrelerinin 16. yüzyılda en doğru
hesabı, Takiyüddin tarafından tespit edilmiştir.
*Meyl-i külliyi (gökcisminin yörüngesinden tam
sapması) 33° 26’ 48” olarak bulmuştur. Bu hesap,
günümüzdeki değerden sadece 36 saniye küçüktür. Tycho Brahe ise bunu iki misli hatayla, 1’ 46”
olarak bulmuştur. Takiyüddin, Güneş’in sapmasını
2.5 saniye farkla 1° 55’ 9.3” olarak hesaplarken,
Brahe ise 3-4 kat hatayla hesap etmiştir.
*Gök cisimlerinin meridyen geçişlerini saatle tespit etmesi, rektesansiyon (ekvatoryal
koordinat sisteminin iki açısından biri) tayinleri ve çok duyarlı âletlerle gözlem yapması
Takiyüddin’i, gerçek astronomlar arasına sokmaya yetecek ilmî delillerdendir.
*Meridyenler arası zamanı ilk defa ölçen;
Güneş, Ay ve yıldızların doğuş yerlerini; yıldızların enlem, boylam, doğuş ve eğim metotlarını ilk defa ortaya koyan ve kullanan
Takiyüddin’dir. Sidret’ül Münteha’da açıkladığı
üzere “Bengam-ı Rasad” saatini kullanarak yıldızların ekvatoryal koordinatlarını bulmuştur.
*Müşebbehetü bi’l-Monâtık (Sextant) âletini
kullanarak iki yıldız arasındaki açı uzaklığını ölçmesi, uygulamalı astronomi alanında atılmış en
önemli adımlardandır. Bu âletle, Koç Takımyıldızı
içindeki iki yıldızın açı uzaklığı ölçülmüştür.
Teleskop Kullandı mı?
Bilindiği üzere teleskop, uzaktaki nesneleri yakınlaştıran optik bir âlettir. Takiyüddin, “Kitâbu Nûr-i Hadakati’l-Ebsâr ve Nûr-i
Hadîkati’l-Enzâr” (Göz ve Bakış Bahçelerinin
Işığı Üzerine Kitap) adlı eserinde bundan şu şekilde bahsetmiştir: “Ben uzakta bulunmaları nedeniyle görülemez eşyayı en ince ayrıntılarıyla
gösterebilen ve ortalama uzaklıkta bulunan gemilerin yelkenlerini bir ucundan tek bir gözle
baktığımızda görebileceğimiz ve Yunanlı bilginlerin yapıp, İskenderiye Kulesi’ne yerleştirmiş
olduklarına benzer bir billur (mercek) yaptım.”
Prof. Hüseyin Topdemir ve Prof. Yavuz
Unat’ın bilimsel çalışmaları buna ışık tutmaktadır. Teleskopun bulunduğu en erken tarih,
1600’lü yıllardır. Astronomik amaçlı kullanımı
1609’da Galilei (1564-1642) tarafından gerçekleştirilmiştir. Takiyüddin ise söz konusu kitabını
1574 başlarında yazmıştır. Ancak Takiyüddin’in
belirttiği yerde böyle bir âletin olduğuna dair
kayıt bulunamamıştır. Takiyüddin’in kullandığı âletin teleskop olmayıp, bir gözlem borusu
(sighting tube) olma ihtimali daha yüksektir.
Kaynakça:
Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi, Ankara, 1969; Sevim Tekeli, “Nasîrüddin, Takiyüddin ve Tycho Brahe’nin Rasar Âletlerinin
Mukayesesi”, A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Sayı:
3-4/1958; Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1982;
İrfan Yılmaz, Yitik Hazinenin Kâşifi Fuat Sezgin, İstanbul, 2014; Muammer Dizer, Takiyüddin, Ankara 1990; Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, c.1, İstanbul, 1997; Yavuz Unat,
“Takiyyüddîn ve İstanbul Gözlemevi”, Türkler, c.11, Ankara, 2002;
Hüseyin Topdemir, Takîyüddîn’in Optik Kitabı, Ankara, 1999.
somuncubaba 51
HADİS / Bünyamin ERUL*
“(Bazen) aileme döndüğümde yatağımın üzerinde -veya evinde- düşmüş bir hurma bulur, yemek
için onu yerden alırım. Fakat sonradan onun sadaka olmasından korkarak elimden bırakırım.”1
Hadis, Peygamberimiz (s.a.v.)’in, şüpheli şeylerden nasıl sakındığını ve bu tür konularda nasıl
vera ve takva ile hareket ettiğini anlatmaktadır.
Kendi evinde bulduğu bir hurmayı, sırf zekât mallarından olma ihtimali ile yemediğini belirtmek
suretiyle, bir taraftan kendi hassasiyetini ifade
ederken, diğer taraftan da Müslümanlara aynı
anda iki farklı ders vermektedir. Bunlardan birisi,
vera ve takva cihetiyle hareket etmek isteyenlerin, benzer durumlarda şüpheli şeylerden sakınmalarına örneklik etmesidir. Helal-haram konusunda eğer şüphe söz konusu ise, isteyenler takvayı seçerek bu şüpheli şeylerden uzak kalmalıdırlar. İkincisi ise, yerde bulunan bir hurma tanesi
de olsa alınıp yenilmesi, israf edilmemesidir. Zira
hadisten açıkça anlaşılmaktadır ki, şayet o hurmada zekât mallarından olma şüphesi olmasaydı, Hz.
Peygamber (s.a.v.) onu yiyecekti.
ŞÜPHELİ
ŞEYLERDEN
SAKINMAK!
“Hz. Peygamber (s.a.v.) bulunduğu konum itibarıyla hem kendisini
hem de yakınlarını zekâttan uzak tutmuş, ganimetlerden kendine
ayrılan pay ile yetinmişlerdir. O, bu kararıyla hem risalet ve riyaset
makamına hem de şahsına ve yakınlarına karşı ortaya çıkabilecek
çeşitli şaibe, spekülasyon, itham ve iftiraların önünü almak
istemiştir.”
52 MART 2016
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendi evinde bulduğu
bir hurmayı yemekten bu kadar çekinmesinin sebebi, bazen evinde ya da mescitte dağıttığı zekât
mallarından olması veya köle, cariye vb. hizmetçilerine verilmiş bir zekât ya da sadaka olması
ihtimalidir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.), cariyelerinden Cuveyriye ve Berîre veya başkalarına zekât
olarak verilmiş bulunan bazı yiyeceklerin, zekât
olarak yerlerine ulaştığını, bunun onlar için zekât,
kendisi içinse hediye olduğunu belirterek onların
ikram ettiği yiyecekleri yemekte bir mahzur görmemiştir.2
“Biz Zekât Yemeyiz”
Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
ganimetlerin beşte biri tahsis edilmiş3 ve hem
kendisi hem de ailesi bu pay ile yetinmiştir. Hadis
kaynaklarımızda yer alan çeşitli rivayetlere göre,
Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisi zekât ve sadaka
yemediği gibi, akrabalarının da yemesine müsaade etmemiştir. Bu konuda gelen rivayetlerden
bazısında “Biz zekât yemeyiz.” denilirken4 bazısında “Muhammed’in akrabasına yaraşmaz.”5 bazılarında ise daha açık bir ifade ile “helal olmaz”
denilmekte6, hatta bazı muahhar kaynaklarda ise
“haramdır” ifadesi kullanılmaktadır.7
Hz. Peygamber (s.a.v.), hem rasûl olarak, hem
de devletin başkanı/ toplumun lideri olarak
şahsının ve yakınlarının zekât yemeyeceğini bir
prensip kararı olarak ileri sürülmüş, sahip oldukları konum itibarıyla zekât almanın kendilerine
yakışmayacağını ifade etmiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v.), hem kendisini hem de yakınlarını zekâttan
uzak tutmuş, ganimetlerden kendine ayrılan pay
ile yetinmişlerdir. O, bu kararıyla hem risalet ve
riyaset makamına hem de şahsına ve yakınlarına
karşı ortaya çıkabilecek çeşitli şaibe, spekülasyon, itham ve iftiraların önünü almak istemiştir.
Dolaysıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu kararı helal ve haram şeklinde şer’i bir hüküm olmaktan
ziyade siyasî ve ahlakî ideal bir karar, güzel bir
örnektir. Nitekim aynı anlayıştan hareket eden
Hz. Ömer’in bilmeden içmiş olduğu sütün, zekât
develerinden sağılmış olduğunu duyar duymaz
kusması8 bir devlet başkanı olarak onun da aynı
prensiple hareket ettiğini ve bu husustaki hassasiyetini gösterir.
Hadisten, hurma, meyve vb. fazla kıymeti olmayan buluntu şeylerin ilan edilmesine gerek
duyulmayacağı, bozulmaya terk edilmektense
tüketilmesinin daha uygun olacağı sonucu çıkartılmaktadır. Şayet buluntu, ilan edilmeyi, emanet
olarak muhafaza etmeyi gerekli kılacak kadar değerli bir şey değilse ve iade edilmediği takdirde
mal sahibinin fazla bir kaybı olmayacağı veya
bunu önemsemeyeceği tahmin ediliyorsa, mal
sahibinin hakkı mahfuz olmakla beraber uzun
süre beklemeye gerek kalmadan kullanılabileceği belirtilmiştir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz
değnek, kamçı, ip gibi çok değerli olmayan şeylerin kullanılmasına izin vermiştir.9
Dipnot
*Prof. Dr. Bünyamin ERUL
1. Hemmâm, Sahîfe, no: 94; Abdurrazzâk, IV: 52; Buhârî, Lukata, 6; Buyu, 4; Müslim, Zekât, 163; Ahmed b. Hanbel, Musned,
II. 317.
2. Müslim, Zekât, 169-174.
3. 8/Enfâl, 1, 41; 59/Haşr, 7.
4. Buhârî, Zekât, 60, 57; Müslim, Zekât, 161.
5. Müslim, Zekât, 167; Ahmed b. Hanbel, Musned, IV. 166.
6. Müslim, Zekât, 168; EbûDâvûd, İmâre, 20; Nesâî, Zekât, 95.
7. Taberânî, el-Mucemul-Kebîr, XI. 300.
8. Mâlik, Zekât, 31.
9. Ebu Davud, Lukata, 1.
somuncubaba 53
EDEBİYAT / Vedat Ali TOK
T
ürklerin İslâmiyet ile müşerref olmalarından sonra peş peşe yazılan birkaç eserden biri de Atabetü’l-Hakayık’tır. Günümüz Türkçesiyle bu eserin adı “Hakikatler Eşiği”
anlamına geliyor. Eser, Türkistan’ın Yüknek şehrine nispetle anılan Ahmed Yüknekî tarafından
yazılmıştır.
Kaynaklarda doğuştan âmâ olduğu belirtilen Edib Ahmed Yüknekî’nin kalp gözünün
açık olduğunu Ali Şir Nevâî, şöyle dile getiriyor:
“Edib Ahmed Türk ilindenmiş. Derler ki, gözü
körmüş ve asla görmezmiş.
Basîrmiş, başka basirler gibi
değilmiş. Ama gayet akıllı,
zekî, zahit ve müttekî kişiymiş. Hak Subhanallahu ve
Teâlâ gerçi zahir gözünü kapalı yaratmıştır ama gönül
gözünü gayet parlak kılmıştır.”
AHMED YÜKNEKÎ VE
HAKİKATLERİN EŞİĞİ
“Ahmed Yüknekî eserini Hakaniye Türkçesiyle yazmıştır. Bilginin
faydası, cehaletin zararları, cömertlik, cimrilik, iyi ve kötü
huylar gibi birbirine zıt kavramlarla okuyanları bilgilendirmek
istemiştir.”
Ahmed Yüknekî, etrafında sevilen ve itibar gören bir kişiliğe sahipmiş.
Halka vaaz ü nasihatlerde
bulunurmuş. Sözü dinlenir
bir bilge imiş. Zaten eseri
okunduğu zaman da onun
bilgece söylenmiş veciz değerinde mısralarına, beyitlerine rastlanır.
Yazar, eserini Hakaniye Türkçesiyle yazmıştır. Bilginin faydası, cehaletin zararları, cömertlik, cimrilik, iyi ve kötü huylar gibi birbirine zıt kavramlarla okuyanları bilgilendirmek
istemiştir. Eserde Arapça ve Farsça kelimelere
rastlanır. On dört bölümden oluşan Atabetü’lHakayık’takırk beyit, yüz bir dörtlük bulunmaktadır, eserin tamamı 484 mısradır.
Daha sonra yazılacak olan eserlerde artık
klasik bir forum oluşturacak olan bir sıralamanın ilk örnekleri de yine Atabetü’l-Hakayık’ta
görülür. Yani esere önce Allah’a övgü ve yalvarma ile başlanır. Peygamber Efendimiz’e, dört
54 MART 2016
halifeye ve eseri takdim ettiği Emir Muhammed
Dâd Sipehsalar’a övgü eserin devamında yer
alan bölümlerdir.
Kitabın yazılış sebebi (sebeb-i telif) belirtildikten sonra bilginin yararı, bilgisizliğin zararı,
dilini tutmanın erdemi, dünyanın dönekliği, cömertliğin övülmesi, cimriliğin yerilmesi, kibir,
harislik gibi konuların işlendiği bölümler yer
alır.
Atabetü’l-Hakâyık’ın baş kısmındaki övgü
ve sebeb-i telif kısımları kaside şeklinde yazılmıştır. Aruz ölçüsünün
yeni kullanılmaya başlanması sebebiyle eserde vezin hatalarına sık
rastlanmaktadır.
Aşağıya eserin dil
özelliğini de yansıtmak
amacıyla orijinal söyleyişi ve bugünün Türkçesiyle birkaç örnek alalım:
Allah’a hamd
İlâhî öküş hamd ayur
men sanga
Sening rahmetingdin
umar men onga
(İlâhî, Sana pek çok hamd ederim, Senin rahmetinden hayır umarım.)
Senamu ayugay seza bu tilim
Unarça ayaym yan bir manga
(Seni bu dilim övebilir mi? Bana yardım et ki
seni öveyim.)
Sening barlıkmg katanukluk birür
Cemad canvar uçgan yügürgen nenge
(Senin varlığına tanıklık verir;canlı, cansız,
uçan, koşuşan her şey...)
somuncubaba 55
Çanakkale’de O Gün
Bindokuzyüzonbeş, Çanakkale’de
Bulut ağlar, toprak ağlar, yol ağlar.
Bir metre kareye “altı bin mermi”
Vatan ağlar, millet ağlar, kul ağlar.
Beklenmedik anda başladı savaş
Birinde top tüfek, birinde telaş
“Ya! Allah” deyince “iki yüz on beş”
Namlu ağlar, mermi ağlar, mil ağlar.
Aman Allah aman bu nasıl sefer
Ner’deyse cephede kalmadı nefer
Yırtık bir elbise yamuk bir miğfer
Gurbet ağlar, sıla ağlar, yıl ağlar.
Sening birlikingke delil arkagan
Bulur bir neng içre deliller minge
(Senin birliğine delil arayan, bir şey içinde
binlerce deli bulur.)
Peygamberimizin Vasıfları (Günümüz Türkçesiyle)
O, yaratılanların en seçkini ve insanların en
kutlusudur.
Bil ki, yaratılanlar arasında onun eşi ve dengi
yoktur.
Rasûller beyaz bir yüzdür; o ise, bu yüzün gözüdür.
Yahut onlar al bir yanaktır; o ise, bu yanağın
benidir.
Bilginin Faydası ve Bilgisizliğin Zararı Hakkında
Ey dost, bilgiden sözüme temel atarım. Bilgiliye yaklaşmaya çalış; saadet yolu bilgi ile bulunur, bilgi edin ve saadet yolunu bul.
Kemik için ilik ne ise, insan için bilgi odur.
İnsanın ziyneti akıldır, kemiğinki ise, iliktir;
bilgisiz kimse, iliksiz kemik gibi, boştur; iliksiz
kemiğe kimse el uzatmaz.
İnsan bilgisi ile tanınır; bilgisiz, hayatta iken,
kaybolmuş sayılır; bilgili adam ölür, (fakat) adı
kalır, bilgisiz, sağ iken, adı ölüdür.
Bilginin ağırlığını tartan kimseye göre bir
bilgili bin bilgisize denktir; şimdi, anlayarak
ve sınayarak, etrafa bakıver, bilgi kadar faydalı
Allah nidâları düşmez dilinden
Dünyada cennetin koklar gülünden
“Ölse de tüfeğin vermez elinden”
Feryat ağlar, figan ağlar, tel ağlar.
Cûşa gelmiş, silah tepmiş haber yok
Yağmur gibi, yağan topmuş haber yok
“Tetik çeken, parmak kopmuş” haber yok
Ağıt ağlar, gökler ağlar, yel ağlar.
Kim durur ki, Mehmetçiğin önünde
Haçlı sürüleri kaçtı sonunda
Anafartalar’da, Arıburnun’da
Zırhlı ağlar, gemi ağlar, sal ağlar...
Boğduk hâinleri gemiyle suda
Küfrün askerine ders oldu bu da
Yer yerinden oynar, Gelibolu’da
Bülbül ağlar, Gülşen ağlar, gül ağlar.
Seyit Onbaşı’yı bilmem yer, yer mi?
Melekler kabirde, “Rabb’in kim” der mi?
“Havada çarpışır” atılan mermi
Tüfek ağlar, kılıç ağlar, kol ağlar.
başka ne var?
Âlim bilgi ile yükseldi, bilgisizlik insanı aşağı
Hanifi KARA
düşürdü; bilgiyi ara, usanma; bil ki o Hak Rasûl:
“Bilgiyi, Çin’de bile olsa, arayınız.” dedi.
…
Atabetü’l-Hakâyık, zamanındaki insanlara
aklın ve ilmin faydaları, cahilliğin zararları başta
Bilgili insan-kıymetli dinardır, cahil ve bilgisiz adam değersiz bir akçedir.
olmak üzere birçok konuda nasihatte bulunan
Bilgili ile bilgisiz eşit olur mu? Bilgili dişi, erkek; cahil erkek, dişidir.
sihat kitabıdır. Eser, güncelliğini bugün de mu-
56 MART 2016
Mehmetçik cephede dâima önde
Dünya dilin yuttu, bil ki “o gün”de
Vurulan düşüyor Conkbayırı’nda
Şehit ağlar, gâzi ağlar, dil ağlar
Kumkale, Kanlısırt denilen yerde
Arada kalmadı ölümle perde
Cana can, dişe diş, Seddülbahir’de
Anam ağlar, bacım ağlar, el ağlar.
veciz değerdeki mısralardan müteşekkil bir nahafaza etmektedir.
somuncubaba 57
FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*
SOSYAL MEDYA AHLÂKI
“Müslümanlar en yüce ahlâk sahibi ve ahlâk abidesi bir
peygamberin ümmeti oldukları için her konuda edeb ve ahlâk
sahibi olmak zorundadırlar. Edepsiz ve ahlâksız bir Müslüman
düşünülemez.”
A
58 MART 2016
hlâk denilince akla edeb gelir. Edeb,
“bütün hatâlardan kaçınmayı sağlayacak bilgiyi elde etmek”tir. Elde ettikten
sonra da fiilen kötülüklerden, hatâlardan ve
çirkinliklerden kaçınmaktır. Ahlâk ise, insanın
benliğinde yerleşmiş bulunan bir yapıdır. Bu
yapı sayesinde düşünüp taşınmaya gerek kalmadan fiil ve hareketler kolayca meydana gelir.
Kolaylıkla meydana gelen bu fiiller ise, “güzel ahlâk”tan, çirkin ise “kötü ahlâk”tan, yani
ahlâksızlıktan bahsedilir.
Hz. Peygamber (s.a.v.): “Edeb nerede olursa orayı süsler, nerede bulunmaz ise orası çirkin olur.”
buyurmuştur. Şâirler de edebin önemini şöyle
anlatmışlardır:
İslâm edeb ve ahlâk dini olduğu için her
şeyin bir edebi vardır. Abdestin, namazın, orucun, haccın, zekâtın, cihadın, yemenin, içmenin, konuşmanın, yatmanın, kalkmanın, haberleşmenin, yazışmanın hep âdâbı vardır. Âdâb
bunları güzel, sevimli ve çekici hâle getirir.
Âdâbına uygun yapılmadıkları zaman ise bunlar çirkin ve sevimsiz olurlar. Mesela abdestte
suyu yüze çarpmak, namazda gerinmek ve esnemek, oruç tutarken abdest dışında ağzına
su alıp boşaltmak, zekât verirken fakiri rencide
edici davranışta bulunmak, hac esnasında başkalarıyla tartışmaya girmek mekruhtur. Bütün
bu mekruhlar o ibadetlerin sevabını azaltır ve
fazîletini eksiltir. Aynı durum konuşma, yazışma
ve haberleşmede de söz konusudur. Bunun için
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (k.s.) Hazretleri
de şöyle diyor:
Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hudâ’dan
Giy ol tâcı, emin ol her belâdan
Güzeli güzel yapan edebdir
Edepse güzeli sevmeye sebeptir.
Ehl-i irfân meclisinde aradım kıldım taleb
Her hüner makbûl imiş illâ edep illâ edeb
“Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim.
Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş
olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.” Kur’ân, bize Hz. Peygamber (s.a.v.)’in iki temel özelliğini anlatır. Bunlardan biri onun rahmet ve merhamet peygamberi olması, diğeri
ise ahlâk peygamberi olmasıdır. Üstelik Yüce
Rabb’imiz Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkını en
yüce ahlâk olarak anlatmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Ben yüce ahlâkı tamamlamak için
gönderildim.” buyurmakta ve ahlâk peygamberi
olduğunu ifade etmektedir. Onun yüce ahlâkı
somuncubaba 59
tamamlaması iki şekilde anlaşılabilir: Birincisi,
eksik olan taraflarını tamamlamak, ikincisi de
daha mükemmel hale getirmektir. Peygamberimiz döneminde insanlar bazı konularda ahlâkı
terk etmiş, bazı konularda da eksik ve yanlış
anlamışlardı. İşte Allah Rasûlü (s.a.v.) bütün
bu eksikleri giderdi ve güzel ahlâkı tamamladı.
Aynı zamanda kendi döneminde ahlâkı güncellemiş oldu. Onun sünneti ve sîreti bizim için
en büyük ahlâk numûnesidir. Bu sebeple Yüce
Rabb’imiz, “Allah’ın Rasûlü’nde sizin için ‘üsve-i
hasene’ vardır.” buyurmaktadır. Üsve-i hasene, güzel ahlâkta en güzel örnek ve rol-model
demektir. Bunun için Kur’ân yanında sünnet
Müslümanların vazgeçilmezidir. Çünkü Rasûl-i
Ekrem (s.a.v.)’in ne dediği, yanında nasıl yaptığı da önem arz etmektedir. Ayrıca Kur’ân’ın Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e tâbi olmayı emrederken
onu model şahsiyet olarak sunması fiilî sünnetin dindeki yerine de işaret etmektedir.
Müslümanlar en yüce ahlâk sahibi ve ahlâk
âbidesi bir peygamberin ümmeti oldukları için
her konuda edeb ve ahlâk sahibi olmak zorundadırlar. Edepsiz ve ahlâksız bir Müslüman düşünülemez. Tekkelerde yer alan ve yol işareti
niteliğindeki levhalardan biri “Edep yâ hu”dur.
Bunun için İslâm terbiyesi almış her mü’min
aynı zamanda ahlâk sahibi olmalıdır. Peygamber (s.a.v.)’e tâbi olmak ve onu örnek almak ancak bu yolla ortaya çıkar.
Sosyal Medya Ahlâkı
Sosyal medya, bu yüzyılın başlarında dünya
gündemine giren bir kavramdır. Sosyal medya
denince, internet temeline dayalı özel iletişim
kanalları kastedilmektedir. Bu kapsamda, messenger, twitter, facebook, viber, instagram gibi
iletişim yolları insanların gündemine girmiştir.
Müslümanlar da bu dünyaya çok kısa sürede
ve yoğun olarak adapte olmuşlardır. Bu iletişim kanallarında resimler, yazılar, yemekler,
nişan, düğün merasimleri, çeşitli içerikli mesajlar, sohbetler sürekli paylaşılmaktadır. Tabîî bu
paylaşımlarda bir ölçü de bulunmuyor. Giderek
bu dünya Müslümanların değerlerini, erdemlerini kısacası ahlâklarını örseleyen ve zedeleyen
bir hâl almaktadır. Özellikle bazı paylaşımlarda dînen ve ahlâken aslâ tasvip edilemeyecek
manzaralar ortaya çıkmaktadır. Bunun için de
şu soru fıkhî olarak da sorulmaktadır: Bir Müslüman erkek veya bayanın sosyal medyada hesap
açıp burada paylaşımda bulunması câiz midir?
Şimdi bu soruya kısaca cevap vermek gerekecektir. Bir şeyi dînen yasaklayabilmek için
önce onun “haram” olduğunu belirleyebilmek
gerekir. Bazı şeyler doğrudan bazıları ise dolaylı yoldan haram olur. Mesela zina, adam öldürmek, fâiz ve kumar doğrudan haramdır. Eşkıyaya silah, cellada bıçak, şarapçıya üzüm satmak
ise dolaylı olarak haramdır. Bazen de bir şeyin
haram ve yasak olması, zararının faydasından
çok olmasından dolayı olur. Nitekim Kur’ân’da
içki ve kumarın insanlara bir takım faydaları olduğundan da bahsedilir. Fakat zararı yararından
fazla olduğu için bunlar kesin olarak yasaklanır.
60 MART 2016
Sosyal medyaya da bu açıdan baktığımız
zaman şunu söyleyebiliriz: Sosyal medyanın
hemen ve doğrudan haram olduğu söylenemez. Aynı şekilde faydasız olduğundan da bahsedilemez. Çünkü faydası da inkâr edilemez.
O hâlde bu medyayı helal ve haram olarak değerlendirmek kişilerin bireysel davranışlarına
bağlı olacaktır. Yapılan paylaşımlar, atılan mesajlar ve servis edilen konuşmalar eğer dinî değerlerimize uygunsa bu âlet doğru kullanılıyor
demektir. O zaman bundan istifâdenin haram
olduğu söylenemez. Şayet yapılan paylaşımlar
dinî değerlerimizi rencide edecek mâhiyette
ise, o zaman da bu davranışı gösteren hesap
sahiplerinin günah işledikleri söylenebilir. Yani
sosyal medyanın helalliğini ve haramlığını kişilerin davranışları belirlemektedir. O zaman harama düşmemek için Müslümanların bu medyayı belli bir ahlâk ve hassasiyet kurallarına
uygun olarak kullanmaları gerekir.
Sosyal medyanın ahlâk kurallarına uygun
kullanılması için şu hususlara mutlaka dikkat
etmek gerekir:
1. Emânet anlayışı. Yazı, söz, göz, sağlık her şey
bize emânettir. Yerinde kullanmak gerekir.
2. Tecessüs yasağı. Mesaj ve paylaşımlarda
başkalarının özel hayatını ihlal edecek bir
duruma düşmemek gerekir. Başkalarının
ayıplarını araştırmamak ve bunları ortaya
dökmemek lazım gelir.
3. Mahremiyetlere mutlaka riâyet etmek gerekir. Mesela karı-koca ve aile arasında kalması gereken mahrem ilişkilerin herkese açık
hâle getirilmesi dinen sakıncalı ve günaha
sebep olan davranışlardır.
4. Başkalarını özendirecek, rencide edecek
paylaşımlardan kaçınmak gerekir. Mesela
yiyecek ve giyecek paylaşımları bu kısma girer.
5. Sırların korunması gerekir. Sırlar aslâ sosyal
medyada paylaşılmamalıdır.
Bütün bunlar göstermektedir ki, bir âleti kullanma, bir imkândan ve nimetten yararlanma
noktasında Müslümanların farklı yaklaşımları
vardır. Müslüman belli değerler sistemine bağlı olduğu için herkes gibi olamaz. Onun için bu
kurallara âdâb ve ahlâka riâyet etmesi gerekir.
Şunu da ifade etmek gerekir ki; bu sosyal
medyayı kuranların farklı hedefleri vardır. Bu
hedeflerin maalesef insanlığı iyiye götürmek
olmadığı anlaşılmaktadır. Zira gelinen nokta ve
sosyal medyanın sebep olduğu olumsuzluklar
bunu göstermektedir. Mesela aile fertlerinin
aynı evin içinde birbirinden kopuk yaşamaları
gibi bir durum ortaya çıkarabilmektedir. Ayrıca
maalesef iradesine sahip olamayan insanların,
ahlâken sakıncalı, gayr-i meşru ve harama yönlendirici mecralara kolayca denetimsiz olarak
ulaşmaları sonucunu doğurmaktadır. Bunu yok
etmek mümkün olmadığına göre usulüne ve
âdâbına göre ve güzelliklere ulaşmak noktasında kullanmak gerekir.
Sosyal medya kurucularının temel hedefi
özel hayatı ihlal etmek ve bu özellik ve mahremiyet anlayışını yıkmaktır. Bu aslında eski
Roma hukuku ve toplumunun bir anlayışıdır.
Çünkü o toplumda ve hukukta mahremiyet
mahrûmiyet olarak anlaşılıyordu. Yani “Ne kadar mahremiyetiniz olursa insan haklarından o
kadar mahrûm olursunuz.” diye bir anlayış vardı. Hâlbuki İslâm mahremiyeti teşvîk etmektedir. Bugün sosyal medyada da insanlar bir şeylerini paylaştıkça özgür olduklarına inanmaya
başladılar. Bu, aslında ilkele doğru bir gidiştir.
Bir başka husus da şudur: Sosyal medyayı
oluşturanlar bu medya kanalıyla oluşan bilgi
bankalarını kendi mülkü olarak kabul edip korkunç paralarla satmaktadır. Bu da İslâm’a aykırı
bir durumdur.
İşte bütün bu olumsuzluklara düşmemek
için sosyal medya ahlâkı oluşturup bunu o
ahlâk ve âdâb dâhilinde kullanmak gerekir.
Dipnot
*Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
somuncubaba 61
KİTAP / Meryem Aybike SİNAN
Türkler Müslüman Oluyor
ni “bozkırda kış mevsimi” adıyla isimlendirmiş.
HAKAN
Bu sebeple adı geçen bölümün hemen girişinde harika bir kış tefekkürü eşliğinde adeta kış
mevsiminin felsefesini yapmış.
Türklerin İslam’la tanışma sürecini bahar
“Hakan” romanı, Nesil
caminin büyüsü bir anda
mevsimine benzeten yazar bu bölümü ise “boz-
Yayınları arasında “Türkler
Artuç’u olduğu gibi Kaşgar’ı
kırda bahar” olarak isimlendirmiş. Aynı şekilde
Müslüman Oluyor” alt baş-
da tesiri altına almış ve bu
bu bölümün girişi de nefis bir bahar tefekkürü-
lığıyla çıktı.
süreçte bu nahiyenin vergi-
ne desen olmuştur. “Bozkırda yaz mevsimi” bö-
Mür-
lerini toplamakla sorumlu
lümünde İslam’ın Türk boyları arasında hızla ya-
sel Gündoğdu, Türk Cihan
olan Abdülkerim Satuk Buğ-
yılıp başak verişi konu edilirken aynı zamanda
Hâkimiyeti
ra Han, duyduğu ezandan
bu bölümün girişinde yaz mevsiminin sımsıcak
Karahan-
ve kılınan namazdan etkile-
bir tefekkürü ve ilgi çekici yorumu da yapılmış-
lı Hükümdarı Abdülkerim
nerek Müslüman olmuştur.
tır. “Bozkırda sonbahar” bölümünde ise hüznün
Satuk Buğra Kara Han’ın
Bu olay, dünya tarihinin yö-
bozkıra yüklediği bütün renklerin seçkin keli-
Müslüman
süreci-
nünü ve havzasını değişti-
melerle raksına şahit oluyoruz.
kalmamış
ren en önemli olaylarından
Hak ettiği Hakanlığı kendisine bir türlü iade
aynı zamanda bu gözü pek
birine kapı aralamıştır. Zira
etmeyen amcasını kendisine baskın yapmak
Hakan’ın Asya’nın içlerinde
bu süreç Asya’nın içlerinde
yaşayan Türkleri İslâm’la
yaşayan Türk boylarının bö-
üzereyken karşı bir baskınla deviren ve ilk Müs-
Bu
romanında
mimarı
ni
Mefkûresi’nin
olan
oluş
anlatmakla
tanış ve biliş kılma mücadelesinin nefes kesen
lük bölük Müslüman oluşuna şahitlik etmekle
hikâyesini de kaleme almış.
kalmamış aynı zamanda Türk boylarının hemen
Yazar Mürsel Gündoğdu, romana giriş mahiyetinde yazdığı ilk iki bölümün diyalogların-
hemen tamamının İslam oluşuyla neticelenmiştir.
da aynı zamanda Peygamberimiz’den bu yana
Yazar Mürsel Gündoğdu Hakan’da, bozkıra
Türklerin Araplarla ilişkilerini ve Türklerin Müs-
İslâm’ın mayasını çalan cesur bir hükümdarın
lüman oluş merhalelerini büyük bir ustalıkla
dünya tarihinin en önemli olaylarından birisine
tartışıyor.
imza atışını olanca büyüsüyle sunmakla yetin-
Çetin kış şartlarına rağmen İslâm’ın Asya’nın
miyor. Aynı zamanda Tanrı Dağları’nın dorukla-
içlerine yayılması için gördüğü esrarengiz bir
rında ve uçsuz bucaksız İç Asya steplerinde hü-
rüyanın izini sürerek bu çileye gönüllü yazı-
küm süren serüvenler ve bozkırda yankılanan
lan bir Samani şehzadesi ve aynı zamanda bir
ezan sesleriyle de eserini bezeyerek oldukça
gönül sultanı olan Ebu Nasr Samani’nin Kaşgar
akıcı bir dil ve üslupla bu çalışmasını okuyucu-
sınırlarında yaptığı ribatla romanın asıl bölü-
suna sunmayı başarıyor.
müne yapılan giriş, Ebu Nasr Samani’nin ma-
Bu romanı en ilginç kılan hususlardan biri-
nevi rehberliğinde İslâm’ın tuğunu yürütme ve
si de yazarın Türklerin Müslüman oluş sürecini
göklere yükseltme azminin çetin bir hikâyesi
dört mevsimle açıklamaya çalışması ve yorum-
olarak gönülleri aydınlatmaya devam ediyor.
lamasıdır.
Samani Şehzadesi Ebu Nasr Samani’nin
Türklerin yaşadığı İç Asya’nın küfür diyarı
Karahanlılara sığınıp kabul görmesinin ardın-
olarak adlandırıldığı dönemi yazar Gündoğdu
dan görevlendirildiği Artuç beldesinde yaptığı
kış mevsimi ile izah etmiş ve bu bölümün girişi-
62 MART 2016
KİTAPLIK
lüman Türk Devleti olan Karahanlıları kuran Abdülkerim Satuk Buğra Kara Han’ın devleti kuruş
şifreleri ve adaleti tesis edişinin can alıcı noktalarına da parmak basan yazar, kullandığı dil
Dervişin Günlüğü
Prof. Dr. Kadir Özköse
Mavi Yayıncılık
0 212 635 83 95
Çocuklar ve Gençlere
Peygamberler Tarihi
Ahmet Efe
Akçağ Yayınları
0 312 431 75 19
Bu da Geçer ya Hû
Ferudun Özdemir
Az Yayıncılık
0 212 512 86 64
ve tefekküre sevk eden çarpıcı benzetmeleri ve
seçkin üslubuyla dikkat çekiyor.
Tarihin derinlerinde yaşanan olayları edebiyatın en berrak sularının parıltısıyla okuyucusuna sunmayı başaran Mürsel Gündoğdu, bu
romanıyla aynı zamanda Türk tarihinin en bakir
alanlarından birine ışık tutarak medeniyetimize
ait büyük bir kültürel hizmette de bulunuyor.
Çocuklarımızın
Başarısı Elimizde
Prof. Dr. Sefa Saygılı
Türdav Yayınları
0 212 446 08 08
Raflardaki yerini alan ve henüz buğusu
üzerinde tüten Hakan’ın güçlü satırlarında, ilk
Müslüman Türk Devleti Karahanlılar’ın gözü
pek Kağan’ı Abdülkerim Satuk Buğra Kara
Han’ın olağanüstü çabalarını Yazar Mürsel
Gündoğdu’nun destansı kaleminden okuyacak,
bozkırın orta yerinde yankılanan ezan seslerine
Fatih Hatıratı
M. Fatih Çıtlak
Nesil Yayınları
0 212 551 32 25
ve dünya tarihinin en önemli olaylarından birisine tanıklık edeceksiniz.
somuncubaba 63
KÜLTÜR / Mürsel GÜNDOĞDU
Somuncu Baba Hazretleri’nin Nasihatleri-6
İNSANLARIN
ELİNDEKİLERDEN
ÜMİTLERİNİ KESSİNLER
Mü’min, Sadece Allah’a Güvenip Sığınır
Kâinattaki tek güç ve hüküm sahibi, şüphesiz ki âlemlerin Rabb’i olan Yüce Allah’tır. Bu
sebepledir ki mü’min, yaşadığı sürece sadece Allah’a güvenip sığınır, sadece O’na ibadet
eder ve sadece O’ndan medet umar. Dünya
hapishanesinde darlandığı zaman gönlünü
Rabb’ine açar ve her türlü ihtiyacını, sıkıntısını kâinatın yegâne hâkimi olan Yüce Mevlâ’ya
havale eder.
İslâm dini, kula kulluk eden sistemlerin hepsini tasfiye ederek insanların sadece Allah’a
kulluk etmesini vaz eden bir dindir.
İslâmiyet’te mü’min, sadece Allah’ı dost ve
vekil edinmekle mükelleftir. Dara düştüğü zaman sığınacağı tek liman, Yüce Allah’ın şefkati
ve merhametidir. Bu sebepledir ki bu uçsuz bucaksız rahmet ummanında ne sihrin, ne büyünün ne de düğümlere üfüren kadınların hiçbir
güçleri, etkileri ve tesirleri yoktur.
“De ki:
Yarattığı şeylerin şerrinden,
Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,
Sabahın Rabb’ine sığınırım.”
Foto: Orhan Dinç
64 MART 2016
(113/Felak, 1-4)
Gelip geçici olan şu fani dünyada bir Müslüman için en tehlikeli durum; hırsına yenilmek,
tamahkârlık çukurunda boğulmak, çoklukla
övünmek ve bedenî şehvetlerine mağlup olmaktır. Bu durumda olan insanlar parayı, malı
ve mülkü bir imtihan vesilesi değil de iftihar
abidesi olarak baş tacı yapmaktadır. Hayatı
Yüce Rabb’imizin buyrukları doğrultusunda değil de dünya sevgisini gönüllerine nakşeden bir
anlayışın esaretinde yorumlayan günümüz insanlığı, zaruri ihtiyaçlarından daha fazla servet
talebinde bulunmakla kalmamış, bunun neticesinde dünyevî emellerine ulaşabilmek için başkalarına el açmaya da mahkûm olmuştur.
Modern çağın bu en büyük yangını ne yazık
ki Müslümanları da hızla kuşatmış ve ateş çemberinin içine almıştır.
Bu yangın, sahip olmadığı şeyleri ele geçirmeye heveslenmekle başlayıp sahip olduğu
şeyleri artırabilmek arzusuyla daha da alevlenen ve isteklerinden bazılarına kavuşabilmek
için her işi mubah görmeye başlayan iflah olmaz bir ateş sarmalıdır. Bu şehvet bataklığı, biz
insanları hak etmeden kazanmaya ve hatta bu
gayeye ulaşmak için yalvarıp dilenmeye dahası
da malın mülkün hizmetçisi ve kölesi hâline getirmeye ayarlanmıştır.
Şimdi İslâm’ın aydınlığında kendimize şu
suali sormanın zamanıdır; “Dünyanın değeri ne
kadardır ki bir Müslüman kendi şerefini onun
rehini hâline getirsin ve aklıyla, gönlüyle dünyaya mahkûm olsun?”
Hasbüna’l-lahü veni’me’l-vekil
Bir Müslüman için her türlü yardımın kaynağı
ve başvurulacak yegâne merci, Allahu Teâlâ’dır.
Fatiha Suresi 4. ayet-i kerimede ifadesini bulan “Yalnızca sana ibadet eder ve yalnız senden
yardım dileriz.” ilahî buyruğunun muhatabı olan
Müslüman’ın Allahu Teâlâ’dan başkasından yardım dilemesi söz konusu dahi olamaz.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz’in ve yaşadıkları asırlarda
onun yolunun yılmaz savunucuları ve takipçileri olan gönül sultanlarımızın nasihatleri, Yüce
Rabb’imizin bu temel prensibinin insanların yüreklerinde ve yaşadıkları toplumlarda yeşerip
filizlenmesini temin etmek içindir.
Hz. Aişe Annemiz’den rivayet edilen bir
hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz’in;
“Allah’ım! Temiz, hoş ve mübarek ismin hakkı için
senden istiyorum.” diye dua buyurduğu rivayet
edilmektedir.
Osmanlı’nın manevî mimarlarından birisi
olan ve insanlığın kurtuluşuna dair nasihat parıltıları günümüze kadar ulaşan, göz ile gönül
ışığının mükemmel yansımaları Anadolu’nun
her köşesinde maneviyat iklimlerini demleyen
Somuncu Baba Hazretleri’nin arkadaşlarına ve
yolundan gidenlere tavsiyelerinden altıncısı
olan “İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler.” nasihatini bu manada değerlendirmek
lazımdır.
somuncubaba 65
Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri gibi gönül erleri asırlar boyunca Yüce Rabb’imizin emir
buyurdukları ve Sevgili Peygamberimiz’in bizzat yaşayarak İslâm toplumlarına ve bütün insanlığa önder oldukları eşsiz ilahî buyrukların
kültürümüz ve medeniyetimiz için vazgeçilmez
temel taşlardan birisi olmaları için hizmette bulunmuşlardır.
Onların bu samimi gayretleri neticesinde bu
eşsiz coğrafyada “Bize Allah (c.c) yeter, o ne güzel vekildir.” ilkesi yerleşip kökleşmiş ve Müslümanların gönül yangınlarına savrulma tehlikesi
bertaraf edilmiştir.
Güvensizlik çölünün seraplarından Müslümanı güvenilir limanlara taşıyan bu yaklaşım,
kör kuyular misali insanın gözünü ve gönlünü karartan bu dünyanın tehlikelerinden, ışığı
çağları aşan bir mana erinin aydınlık dergâhına
sığınmak ve nurun kaynağına doğru sabırla,
sebatla, ümitle ve güvenle yol almaktan başka
nedir ki?
Rasûlullah Efendimiz’in Az ve Öz Tavsiyesi
Sevgili Peygamberimiz’i nashabıyla birlikte
olduğu bir vakittir. Peygamber Efendimiz, sahabilere, İslâm’ın temel prensipleri hakkında
bilgiler vermekte ve onları eğitmektedir. Tam
o esnada bir kişi yanlarına gelerek Efendimiz’e
şöyle der: “Ya Rasûlallah! Bana öz ve kısa bir şekilde tavsiyede bulunun.”
Peygamber Efendimiz bu suale karşılık olarak o kişiye şöyle buyurur:
“Namaza kalktığın vakit dünyaya veda edecek
birisi gibi namazını kıl. Yarın özür dilemek zorunda kalacağın bir söz söyleme ve halkın elindekilerden de kesinlikle ümidini kes.” Sevgili Peygamberimiz’in bu sözleri, namazı huşuyla kılmanın ve sözlerine azami surette
dikkat etmenin yanında dünya hayatında karşılaştığı her türlü zorluk, rızk ve geçim dâhil her
türlü sıkıntıda insanlardan medet ummayı terk
ederek sadece Allah’a dayanıp güvenmeyi salık vermektedir. Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki
“halkın elindekilerden ümit kesmek” insanları
başkalarına el açacak bir kölelik zihniyetinden
kurtarıp Yüce Allah’ın sonsuz rahmet ve mağfiret limanına kavuşturacak, imanî ve toplumsal
anlamda kurtuluşa sevk edecek temel bir ölçüdür.
Mal, mülk ve lüks şehvetinin insanlığı
inim inim inlettiği bir asırda bütün talepleri
Yüce Rabb’imize çeviren bu yaklaşım, Sevgili
Peygamberimiz’in yol göstericiliğinde gönül
sultanlarımızın da yolundan gidenlerinin kalplerine nakış nakış işlediği bir hakikat olagelmiştir.
Her türlü hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, yaratılmış bütün mahlûkatın rızkının
Rabb’imizin elinde olduğuna iman eden bir
Müslüman, gözünü ve gönlünü diğer insanların
üzerinden çekecek ve bu sayede ruhumuzun
kafeste olduğu dünya hapishanesinden hürriyetlerin diyarı olan Yüce Mevlâ’mızın huzuruna
66 MART 2016
kanatlanacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz
İbn Abbas’a yaptığı bir nasihatinde şöyle buyurur: “Bir şey istediğin vakit Allah’tan iste. Yardım
dilediğin vakit Allah’tan dile. Şunu bil ki, bütün
insanlar el birliğiyle sana bir fayda ve menfaat
sağlamak isteseler, Allah’ın sana yazdığından
fazla bir şey sağlayamazlar. Aynı şekilde bütün
insanlar el birliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah’ın sana takdir ettiği zarardan fazlasını
yapamazlar.” Mü’min, Allah’ın Yardımına Karşı
Ümitvar Olmalıdır.
İnsan için şu fani hayatta dünyevî lezzetler
olduğu gibi acılar ve sıkıntılar da vardır.
Bir yolcu olan insanoğlu, dünyalık seyahatlerinde olduğu gibi gönül yolculuğunda da inişlerle, çıkışlarla karşılaşabilir. Sağlıklı olduğu vakitler gibi hastalıklarla, gençlik enerjisiyle dolu
olduğu günler gibi ihtiyarlığın çaresizlikleriyle
de karşılaşabilir. Çok güçlü olduğu günler de
yaşar, takatinin kesildiği anlara da şahit olabilir.
İnsan, iyi günlerinde dostluk gösterenlerin
kötü günlerinde kendisini yapayalnız bıraktığına pek çok kereler şahitlik edenlerin yürek
yakan anılarını dinleyerek büyür. Aynı şekilde
zenginlik, para, makam ve mevki katlarında refah içinde yaşarken alabora olan nice hayatların hikâyeleri dolanır ahalinin arasında. Böyle
durumlarda insan, kime el uzatsa geri çevrilir,
kimden medet umsa suratına kapılar kapatılır.
Yalnızlığın, kimsesizliğin acısını tatmayan
yoktur bu dünyada aslında.
İşte böyle anlarda karşılık beklemeyen bir
dost sese ve bir şifalı nasihat nefesine ne kadar
da ihtiyacımız olur.
Yüce dinimiz İslâm, karşılaştığı hiçbir durumda ye’se ve ümitsizliğe düşmesini istemez
insanoğlunun. Zira mü’min, dünyevî hırslarına
ve gelecek kaygılarına düşmeden Rabb’ine yönelmeyi ve sadece ondan yardım istemeyi bilen
Foto: Orhan Dinç
kişidir. Yine mü’min, insanlardan gelenin kendisine vereceği zillete karşılık Yüce Allah’tan
gelenin kendisine kazandıracağı izzetin farkındadır. Ve samimi bir Müslüman bilir ve inanır ki
Allah, kendisine daha güzelini, daha hayırlısını
hem dünyada hem de ahirette verecektir.
Arkadaşlarının ve yolundan gidenlerin göklerin rahmet ırmaklarından istifade ederek kendilerini bereketli gül bahçelerine çevirmeleri
için onları nasihat yağmurlarıyla sulayan gönül
sultanlarımızdan biridir Somuncu Baba Hazretleri. Ve o, “İnsanların elindekilerden ümitlerini
kessinler.” tavsiyesiyle bu güzel coğrafyada
mutlu insan, mutlu ve huzurlu toplum oluşturabilmenin çabasına gönüllü yazılmış ve bu
mümbit coğrafyayı ilâhî emirlerin bereketiyle
daha mamur hale getirmeyi hedeflemiştir.
Bizlere düşen bu nasihat yağmurlarında ıslanmak ve gönlümüzü arındırmak değil midir?
somuncubaba 67
EĞİTİM / Hakan UĞUR
S
özlüğe baktığımız vakit sabır kelimesine
biçilen mananın acıya katlanmak, sıkıntı
ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etmek, aklın ve dinin gösterdiği yolda
sebat etmek gibi dar kalıplara sokulduğunu görmekteyiz. Oysaki sabır kelimesi bu sığ kalıplara
sığdırılamayacak kadar geniş manalara intisab
etmektedir. Sabır tek başına acıya katlanmak
olsaydı eğer Hazreti Eyyûb (a.s.)’ı, Hazreti Muhammed (s.a.v.)’i, Hazreti Yusuf (a.s.)’ı ve sabrın
mümessili olmuş daha nicelerini, şirazesi bozuk
olan bu terazinin hangi kefesine koyabilirdik?
Müslüman bir bireyin en zor anlarında gösterdiği sabır, soğukkanlılıkla tahammül etmekten çok daha farklıdır çünkü tahammülde ancak
imansız bireylerin tevekkülsüzlüğü, ümitsizliği,
acizliği ve bunlara bağlı olarak da bitmeyen
şikâyetleri vardır. Sabır dediğimiz kavramda ise
bunun tam tersi olarak yalnızca salih bir iman
ve tevekkül bulunur. Bu yüzdendir ki gerçek
sabır, ehliyet gerektirir. Ehliyet şüphesizdir ki
İslâm’dır ve ehliyeti olmayana sabır verilmez.
TEVEKKÜLÜN KİLOMETRE TAŞI:
SABIR
“Sabır musibetlere karşı gösterilen duruş olması açısından
değerlendirildiğinde; birisi zehir, diğeri ise panzehirdir. Sabır etkili bir
panzehir olmasına rağmen etkisini uzun vadede hissettirir.”
Foto: Orhan Dinç
68 MART 2016
İslâm tarihine de baktığımız zaman en çetrefilli musibet ve belaların peygamberlere ve
onların yolundan şaşmayan takva sahibi insanlara verildiğini görüyoruz. Onların bu bela ve
musibetler karşısında sergiledikleri samimi ve
teslimiyetçi duruş kutsal kitaplarda anlatılmış,
bu vesile ile diğer insanlara, örnek bir model
teşkil etmesi amaçlanmıştır. Dünya imtihan yeridir, imtihan süreci şiddetlendikçe metanet ve
sabır göstermek de o derece zor olmakta ve zor
oldukça alınan mükâfat da büyük olmaktadır.
Nitekim Kuran-ı Kerim’de, “Andolsun biz sizi
biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”, “Şimdi sen onların
dediklerine sabret.”, “Sabret! Senin sabrın ancak
Allah’ın yardımı iledir. Onlardan yana üzülme.
Tuzak kurmalarından dolayı da sıkıntıya düşme.”
denilmektedir.
Kuran-ı Kerim’de doksan kadar ayet, sabrı
anlatmaktadır ve ayrıca Peygamber Efendimiz
hadislerinde; “Dünya dar’ü-l meşakkattir.” buyurmaktadır. Dolayısıyla sabır kavramı araştırılacağı zaman salt manada sözlük içeriği ile
değil, sabır ile bütünleşmiş olan peygamberlerin ve onların izinden ayrılmayan takva sahibi öncü insanların hayatlarına bakılarak araştırılmalıdır.
Hazreti Enes‘in anlattıklarını Buhârî şöyle
aktarıyor: Rasûlullah, çocuğu ölen ve bunun
için ağlamakta olan bir kadına rastladı ve ona
“Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu. Bunun üzerine kadın “Benim başıma gelenlerden sana ne?”
dedi. Allah’ın Resulü oradan uzaklaşınca kadına, kendisiyle konuşanın Rasûlullah olduğu
söylendi. Kadın, ölen çocuğuna üzüldüğü kadar
da söylediği yakışıksız sözlerden dolayı utanıp
üzüldü. Dayanamayıp Rasûlullah’ın yanına gitti
“Ey Allah’ın Rasûlü ben o sözleri sizi tanımadan
söyledim.” diyerek özür diledi. Bunun üzerine
Rasûlullah, “Makul sabır, musibetle karşılaştığın
ilk andakidir.” buyurdular.
Musibet ayrım yapılmaksızın herkese veriliyordu ve buna karşı gösterilecek sabır yalnız
başına bir şey ifade etmediği gibi, halis bir iman
ile birleştiğinde, tevekkülün altın anahtarını
içinde barındıran envai çeşit kilit ile sıkı sıkıya
kilitlenmiş bir kutuya dönüşüyordu. Bu kilitleri
açmak imkânsız görünebilir, fakat ihtiva ettiği
cevhere ulaşabilmek için çekilen her sıkıntı ona
bir adım daha yaklaşılmasını sağlıyordu.
Sabır musibetlere karşı gösterilen duruş
olması açısından değerlendirildiğinde; birisi zehir, diğeri ise panzehirdir. Sabır etkili bir
panzehir olmasına rağmen etkisini uzun vadede hissettirir. Musibetlere karşı sabrı panzehir
yapanlar mutlak şekilde müreffeh olmuşlardır.
Türlü musibetler, çeşitli zamanlarda başımıza
gelmektedir. Bu musibetlere karşı pek çoğumuz
sabrederek dik bir duruş sergileyemiyoruz. Burada akıllarda çark etmesi gereken tek ayrıntı,
hayrın da şerrin de yalnızca Allah’tan geldiği
hususudur ki bu hususlar, keşmekeş birtakım
maksatlar ışığında ilmek ilmek gözenmiştir.
somuncubaba 69
Çekilen her sıkıntının Allah’tan geldiği,
Allah’tan gelenin imtihan olduğu, imtihanın da
bela ile mukayese olunduğu hususunda maksat, aslında sorudur. Sorudaki maksat ise bu
soruya doğru cevabı bulabilmektir. Cevap ise
Hz. Âdem’den beri, kimilerince mal ile mülk ile
kimilerince makam ile mevkii ile kimilerince de
dert ile derman ile aranır durur…
Sabır ile İpekböceği
Atlastan Kumaşa Döner…
Hazreti Eyyûb, İsa Peygamber’in doğumundan tam sekiz yüz yıl evvel ömür sürmüştür.
Eşi de Hazreti Yusuf’un oğlu Efraim’in kızı
Rahime’dir. Hazreti Eyyûb, bolluk içinde yaşar
ama her zaman yoksulu gözler, düşküne ihsanda bulunurdu. Bu hâl üzere tam seksen sene
yaşar ve nihayet onun sorusu da gelir çatar…
Bir gün ailesi ile beraberce iken evi başına
çöktü, tam on evladına mezar oldu yaşadığı yer.
Kalbi paramparça oldu, ciğeri yandı Eyyûb’ün;
ama daha sorusu tam anlamıyla bitmedi. Bir
gecede tüm hayvanları telef oldu, yetmedi bir
sabah uyandı ki tüm vücudu yaralar içinde kaldı, ne doğudan ne batıdan ne kuzeyden ne de
güneyden, dünyanın hiçbir hekimi bu yaralara
merhem bulamadılar. Gün geçtikçe tüm vücudunu kapladı derin yaralar. Nasıl ki ipekböceği
sabır ile kozasına sarılır da sonunda atlastan
kumaşa döner, o da yaralarına öyle sarıldı ve
hiçbir şikâyete dili varmadı. Aylar, yıllar geçti
aradan, tam on sekiz sene boyunca birbiri üstüne açılan bu yaralar onun tüm vücudunu sarmış
vaziyetteydi…
Bir gün zevcesi Rahime, Hazreti Eyyûb’ün
yanına gelerek “Ey Eyyûb, yetmez mi çektiğin
bu çile? Rabb’ime bir dua et de seni bu çektiğin
acılardan kurtarsın.” dedi. O zevcesi Rahime ki
on sekiz yıl boyunca eşinin yanı başından bir
adım öteye dahi gitmedi, ayrı tek bir nefes dahi
almadı. Öyleydi ya, soru sadece Eyyûb’e sorulacak değildi, onun sorusu da buydu belli ki. Hazreti Eyyûb eşinin bu isteği üzerine ona dönüp
buyurdu “ Ey kalp ışığım ben bunu nasıl dilerim
Rabb’imden? O ki bana seksen yıl evlatlarım ile
zengin bir hayat verdi, şimdi de az biraz zora koştu diye ona nasıl isyan ederim? Şimdi ne olursun
bunu benden isteme.” dedi.
Eyyûb (a.s.) soruya muhatap kılınmıştı ama
imtihan olan aslında onun ashabıydı. Şeytan
giriverdi araya, vazifesine koyuldu zaman kaybetmeden. Vazifesi pek mühimdi şeytanın; o,
zaman kaybedecek olsa Eyyûb (a.s.)’a inananlar
arasında nifak tohumlarını başka hangi varlık
ekecekti? Hemen dolaşmaya atıldı inananlar
arasında, etkisini kısa zaman içinde tesir ettirdi.
Foto: Orhan Dinç
70 MART 2016
“Bizler isteriz ki peygamberlik alametini
göstersin Hz. Eyyûb, körlerimizin gözünü iyi
etsin, şifa arayanlara şifa versin, kötürüm olanlarımızı ayağa kaldırsın, yere bassın yerden su
çıksın ama bu aciz kendi yarasındaki kurtlara
bile hükmedemez durumda. Yere düşürür onları, yerden alıp yarasına tekrar koyar; “Yaralarına hükmedemeyen iki cihana nasıl hükmeder!” deyiverirler. Eyyûb (a.s.)’a inananlar bir
bir ayrılıverir yanından, ama onlar bilmezler ki
Hz. Eyyûb’ün yaralarından yere düşen her kurt
onun çilesini hafifletir. Eyyûb (a.s.) ise çilesi
hafiflesin istemez. Çektiği her çilenin Allah’tan
gelen birer imtihan olduğunu bilir ve ondan
gelmiş olan zengin bir hayata, bolluğa şikâyet
etmediği gibi verilen çileye de şikâyet edemez,
ses çıkaramazdı…
Seneler birbirini kovaladı, Hazreti Eyyûb’ün
acıları dinmedi, daha da arttı. Şikâyetçi değildi
elbet, seksen yıl yaşamış olduğu bolluğun ardından kendisine hediye edilen çileyi bir seksen yıl daha çekmeye razıydı belki ama yaralar
artık onun kalbine ve diline nüfuz etmeye başlamıştı, bu hâldeyken ne doğru olanı konuşur
ne de kalbi ile onu tasdik edebilirdi. Ellerini açtı
Rabb’ine, yakarmaya başladı.
“Yâ Rabbi; senden gelen hoş gelir, sefa gelir
ama bu bela dilime ve kalbime ulaşmıştır. Zararı
artık bana olmuştur, dilim ile gerçeği halka söyleyemez oldum, dilim ile söylediğimi gönlüm ile
ikrar edemez oldum, bu hâlde ne sana dilim ile zikir ne de dilim ile zikrettiğimi kalbim ile ikrar edebilirim; şifa sendendir, şifa yâ Rab!” der. Oracıkta
kendisine nida gelir ve denilir ki “ Başını kaldır
yâ Eyyûb, duan kabul olundu, ayağını yere vur!”
Eyyûb (a.s.) ayağını yere vurur, yerden bir su
kaynayıp çıkar ve onunla yıkanır, vücudundaki
yaralardan eser kalmaz. Ayağını tekrar yere vurduğu vakit bir su daha kaynayıp çıkar yerden.
Eyyûb (a.s.) bu suyu içer; dili ve kalbi sıhhat
bulmuş, içinde hastalık adına hiçbir dert kalmamıştır. Hz. Eyyûb artık tamamen sıhhat bulmuş,
gençlik ve güzelliği geri gelmiştir. Daha sonra
vefat eden evlatlarının iki misli evladı dünyayı
şereflendirmiştir. Bu hal üzere Hz. Eyyûb, kısa
zamanda eski durumundan daha da iyi bir duruma gelmiştir.
Eyyûb (a.s.)’ın duası şüphesiz ki ashabı içindir, onlara ikrar vermek adına Allah’a yalvarmış
ve sıhhat bulmuştur. O, çektiği onca sıkıntıya
rağmen bir kere olsun hayıflanmamış, “Neden
ben?“ diye sormamıştır; çünkü soru aslında
kendisine sorulmuştur. İmtihan demiştik, imti-
han soru ile olacaktı ve bu sorudan maksat da
doğru cevabı alabilmekti. Maksadımız bu soruya en uygun cevabı bulabilmek ise eğer, verilebilecek en uygun cevap da sabırdır o vakit…
Hazreti Eyyûb bolluk içinde, on evladıyla
birlikte yaşarken de vazifesini görürdü şeytan. Boş duracak değildi ya, o zaman da Hz.
Eyyûb’ün bolluk içinde yaşamasından dem vururdu Âdemoğlunun nefsinde. Nefis bu, nerede
hoşuna giden şey olsa insanın, şeytan da anında getirip koyuverir avuçlarına. Kul bilmez kulluğunu Rabb’ine karşı, kanıverir şeytanın kötü
emellerine. Nefsinin istediğini elde etmesine
bile lüzum kalmaz çoğu zaman ki düşüncesi bile
kâfi gelir. Şeytan, bir nefse “Onda var da bende
neden yok?” dedirttiği zaman, nifak tohumlarını
çoktan ekmiştir. Nefis, kendisinde olmayana el
uzattığında ise şüphe yoktur ki bu tohum filizlenecektir. Nitekim Hazreti Eyyûb’ün ashabına
da böyle olmuştu, bir insan hem varlıklı hem de
ahlaklı olunca şeytan da vazifesini görecekti.
Hazreti Eyyûb hakkında “İnsan bu kadar varlıklı olduktan sonra elbette yoksulu gözler, malını
dağıtır. Hem o varlık dağıtmak ile de bitmez ki; o
varlık bende olacaktı, ben de dağıtırdım yoksula,
düşküne…” dedikoduları da almış başını giderken, Allah, Eyyûb kulunun hak olana bağlılığının
ve içinde beslediği samimiyetin farkındaydı. Bu
samimiyetin gerçekliğini, şeytanın entrikalarına kanarak doymayan nefislere de göstermek
istedi. Böylece Hazreti Eyyûb sağlık ve refah
içindeyken Allah’ı unutmadığı gibi, yoksul ve
hasta düşmüşken de ondan ümidini kesmedi.
Adı yüzyıllar boyunca sabır ile birlikte anıldı.
Sabır her neyse Hazreti Eyyûb de o olmuştur. Sözlüklere eğer sabrın manası yazılacaksa,
dar ve sığ kalıpların kırılıp kelimenin tam karşısına Hazreti Eyyûb’ün adı yazılmalıdır. Bu gün
en ufak bir güçlükle karşılaştığımızda “Allah’ım
bana Eyyûb sabrı ver.” deriz. Bu da demek oluyor ki ashabına ikrar etmek için Allah’a yalvaran
Hz. Eyyûb’ün çektiği çilenin her bir saniyesi, insanlığa ders olmuştur ve bu bağlamda da bizlere verilen ders büyük öneme haizdir.
somuncubaba 71
EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK
ANKARA’DA BİR SUFİ-ŞAİR:
HACI BAYRAM-I Velî
“Başta Ankara olmak üzere bütün bir Anadolu’nun gönül
mimarlarının başında gelen Hacı Bayram-ı Velî, bir yandan geniş
halk kitlelerini çiftçilik ve mesleklere yönelterek Anadolu’nun
iktisadî hayatının gelişmesinde etkili olurken, bir sufi şair olarak
da tasavvuf şiirimizin önemli isimlerinin başında gelmektedir.”
Cihânun kutbı mâhı Hacı Bayram
Cihânun şeyhi şâhı Hacı Bayram
Yazıcıoğlu Mehmet
K
adim kültürümüzde tasavvufu şiirsiz,
şiiri tasavvufsuz düşünmek mümkün
değildir. Bu yüzden hemen her sufi şair
şiir söylemiş, tasavvuf kültürü de kendini en
iyi şiirle ifade etmiştir. Bu durum, Anadolu’da
Türk şiirinin kurucu ismi sayabileceğimiz Yunus
Emre’den itibaren hep böyle gerçekleşmiş, ortaya çok sayıda şair ve şiir çıkmıştır.
Anadolu’da Yunus Emre yolunda şiir söyleyen büyük sufilerden biri de Hacı Bayram-ı
Velî’dir. Onun bugüne kadar bilinen toplam beş
şiiri bulunmaktadır. Yani ortada bir divanı yoktur. Fakat bu beş şiir, gerek muhtevasına gerekse dil ve üslubuna bakıldığında onu Anadolulu
sufi şairleri arasında anmamız gereken özellikler taşır. Fakat bunlara geçmeden bu şiirlerin de
anlaşılmasına bir imkân sağlaması düşüncesiyle kısaca hayatına ve misyonuna bakalım.
Hem Âlim Hem Ârif
Hacı Bayram-ı Velî’nin asıl adı Numan’dır.
1352 (?)’de Ankara’nın Solfasol (Zülfadl) köyünde doğmuş, 1430 (?)’da yine orada vefat
etmiştir. Önce ciddi bir medrese eğitimi görmüş, Ankara’da Karamedrese’de müderris olarak dersler vermiştir. Fakat onu hem sufi hem
de şair yapacak gelişme devrin büyük sufisi
Somuncu Baba tarafından Kayseri’ye davet
edilmesiyle başlamıştır. Bu daveti içtenlikle
kabul eden müderris Numan, burada Somuncu
Baba’ya intisap ederek onun dervişi olmuştur.
Sufilik, yeni bir yola gitmek, bir başka ifadeyle
bir doğuş hadisesinin kahramanı olmak demektir.
Bu durum onun için de gerçekleşmiş, müderrisliği
terkinin ardından şeyhi tarafından adı da değiştirilmiş ve bu buluşma bir bayram günü gerçekleştiği için kendisine “Bayram” adı verilmiş, daha
sonra şeyhiyle birlikte gerçekleştirdiği hac ziyaretiyle adına bir de “Hacı” sıfat eklenmiştir.
Hayatının bundan sonraki safhasına gelince,
bir müddet şeyhinin yanında manevî eğitimine devam etmiş, onunla yolculuklara çıkmıştır.
Onun vefatından sonra ise Ankara’ya dönerek
birleştirici, bütünleştirici vasıflarıyla Halvetiyye
72 MART 2016
ve Nakşbendiyye Tarikatlarını bir araya getirmiş, Bayramiyye Tarikatı’nı kurmuştur.
Bir Ahi Şeyhi Olarak Hacı Bayram-ı Velî
Her büyük mutasavvıfın hitap ettiği kitle ve
toplum içinde yaptığı hizmetler itibariyle öne
çıkan bir yanı vardır. Bu durum Hacı Bayram-ı
Velî’de şöyle tezahür eder. O her zaman halkın
içinde olan bir sufidir. Çevresinde toplanan insanların büyük bir bölümü ziraatla uğraşan insanlardır. Bunlara yine bir meslekle iştigal eden
esnafı da ilave edebiliriz. Böylece o, öncelikle
çiftçi ve esnaflar arasında yaptığı irşadla bir ahi
şeyhi vasfı kazanmıştır.
Bunun anlamı şudur: Hacı Bayram-ı Velî, hitap ettiği zümre itibariyle Orta Asya’dan gelen
Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış, böylece Anadolu’da Türk birliğinin tesisinde, Anadolu’nun iktisadî bakımdan gelişip
kalkınmasında önemli bir rolün sahibi olmuştur. Dahası bu faaliyet neticesinde Anadolu’nun
iktisadî hayatı bunu bir derviş ahlâkı ile yapan
insanlar vasıtasıyla sağlam temeller üzerine kurulmuş, bu da devletin bu anlamda güçlenmesine imkân hazırlamıştır. Zira onun yetiştirdiği
dervişler el emeği ile geçinmeye yani toprağı
işlemeye ve el sanatlarına yönlendirilmiş kimselerdir. Bu manada kendisi de onlara buğday,
arpa, burçak yetiştirerek örnek olmuştur. İmece
usulünü hayata katarak birlik içinde hareket etmenin amelî dersini de vermiştir.
Şairliği
Hacı Bayram-ı Velî, yazının başında da belirttiğimiz gibi çok az sayıda şiiri bulunan bir
isimdir. Bilinen beş şiirinden en ünlüsü şudur
demek bir hayli zordur. Hepsi de söylendikleri
günden bu yana çok sevilerek okunmuş şiirlerdir. Mana ve muhteva olarak bakıldığında ise
bunlar, bir divan dolusu şiirle anlatılabilecek
duygu ve düşünceleri muhtasar olarak anlatabilecek bir özellik taşımaktadırlar.
Yine de bir önceleme yapacak olursak ilk sırayı herhâlde;
somuncubaba 73
N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm
Derd ü gam ile doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
dörtlüğüyle başlayan ve
Bayramı imdi Bayramı imdi
Bayram idersin yar ile şimdi
Hamd ü senalar hamd ü senalar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm
dörtlüğüyle biten yedi kıtalık şiirine vermek gerekir.
İkinci olarak ise “Çalabım bir şar yaratmış iki
cihan aresinde” mısraıyla başlayan şiirinden söz
edilmelidir. Bu şiir görünüşte bir şehir inşasını
hikâye eder. Bu şehir, asıl olarak gönül şehrinin
imarını anlatırken farklı anlam katmanlarında
Ankara’nın ve ülkenin inşasının da hikâyesi
olarak okunmalıdır. Bu yüzden Ankara, her ne
kadar üzeri örtülmek istense de kadim tarihi itibariyle bir ahi şehridir ve o şehrin minaresinde
“Hacı Bayram kendi banlamaktadır.” Zira şiirin
son beytinde kendisi öyle söylemektedir:
Bu sözü arifler anlar cahiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayram kendi banlar ol şehrin minaresinde
Diğer şiirleri ise “Bilmek istersen seni/Can
içre ara canı”, “Hiç kimse çekebilmez güçtür feleğin yayı/Derdine gönül verme bir gün götürür
vayı”, “Benim maksudum âlemde değildir lakin
illa hu/Bu benim derdime derman değildir lakin
illa hu” beyitleriyle başlayan şiirleridir. Onlar da
tasavvuf düşüncesinin bütün bir dünyasını, en
temel kavramlarını ifade den şiirlerdir.
Şüphesiz bu şiirler dili itibariyle de önem arz
ederler. Hacı Bayram-ı Velî şiirlerinde devrinin
Arapça ve Farsçayı önceleyen dil anlayışı karşısında Türkçeyi tercih etmiş, böylece Anadolu’da
dil ve kültür birliğinin sağlanmasında etkili olmuştur.
Yetiştirdiği Şairler
Hacı Bayram-ı Velî, sayıca çok az şiir söylemekle birlikte, asıl eser olarak insan yetiştirmeyi kendine şiar edinmiş bir Velîdir. Bunu da en
çok yetiştirdiği şair-sufilerde görmekteyiz. Bu
bereketli ocakta yetişen şairler, Türkçe sufi şiirin en büyük isimleri olmuşlardır.
Bunlar arasında sözü edilmesi gereken ilk
büyük isim “Eşrefzade” olarak da bilinen Eşrefoğlu Rumî’dir. Onu takip eden isimler ise
başta Akşemseddin Hazretleri olmak üzere Dede Ömer Sikkini, Akbıyık Sultan, Kızılca
Bedreddin’dir.
Bu isimlerden Eşrefoğlu üzerinde biraz daha
durmak gerekir. Zira o, Yunus Emre’den sonra
bu sahada eser veren ikinci büyük Anadolu şairidir. Hem divanı hem de mensur eserleri bulunmaktadır. Kendisi Fetret Dönemi’nde yaşamış,
yaptığı hizmetlerle Anadolu birliğinin derlenip
toparlanmasında büyük pay sahibi olmuştur.
74 MART 2016
Onu Yunus Emre misyonunda bir şair olarak
görmemiz de işte bu yüzdendir. Eşrefoğlu’nun
bir özelliği de şeyhi Hacı Bayram’ın aynı zamanda damadı olmasıdır.
Doğrudan Hacı Bayram’ın döneminde ve dergâhında yetişmemekle birlikte
Akşemseddin’in talebelerinden olarak Bayramiye geleneğini sürdüren ve Bayramiye-Şemsiye Tarikatı’nın Tennuriye kolunu kuran İbrahim Tennnurî, daha uzak bir tarihte Halvetiye
şeyhi olarak hizmet veren Dede Ömer Ruşenî
ve Gülşenîye kolunu kuran İbrahim Gülşenî de
köken olarak Hacı Bayram’ın açtığı yoldan yürüyen şairler/halifeler olarak anılabilir.
Hacı Bayram’ın dervişi ve aynı zamanda kardeş olan iki önemli halifesinden daha söz etmemiz gerekir. Bunlar Yazıcıoğlu Mehmet ve
kardeşi Ahmed-i Bîcan’dır. Bilhassa Yazıcıoğlu
Mehmet, Muhammediye adlı eseriyle Anadolu
İslâm kültüründe hayli etkili olmuş bir şahsiyettir. Yine Ahmet Bican’ın Envâr’ül-Aşıkîn adlı
eseri de bir hayli şöhret bulmuştur.
Hacı Bayram dergâhının Türk edebiyatına armağan ettiği bir şair de Divan edebiyatının korucu şairlerinden olan Germiyanoğlu Şeyhî’dir.
Asıl mesleği göz hekimliği olduğu için Hekîm
Sinân adıyla şöhret kazanan bu büyük şair,
Tıp tahsilini yaptığı İran’dan dönüşü sırasında
Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’ye intisap etmiştir.
Sonuç Yerine
Başta Ankara olmak üzere bütün bir
Anadolu’nun gönül mimarlarının başında gelen Hacı Bayram-ı Velî, bir yandan geniş halk
kitlelerini çiftçilik ve mesleklere yönelterek
Anadolu’nun iktisadî hayatının gelişmesinde
etkili olurken, bir sufi şair olarak da -bunlar
sayıca fazla olmasa bile- tasavvuf şiirimizin
önemli isimlerinin başında gelmektedir. Özellikle Türkçeyi tercih etmesi de o dönemdeki
birliğin tesisinde çok önemli bir rol oynamıştır.
Onun asıl eseri ise Eşrefoğlu, Şeyhi, Akşemseddin gibi şairler ve halifeleri olmuştur.
somuncubaba 75
ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI
SA’D BİN
EBÎ VAKKAS (r.a.)
H
ayatında iken cennetle müjdelenen 10
sahabeden biri olan Sa’d bin Ebî Vakkas
Hazretleri, Hz. Ebu Bekir (r.a.) vasıtasıyla
Müslüman olmuş sahabe-i kiramın büyüklerindendir. İlk Müslümanların yedincisidir ve henüz
on yedi yaşındadır.
Müslüman olmadan önce şöyle bir rüya
görür: Kendisi zifiri bir karanlığın içinde iken,
birdenbire her tarafı aydınlatan parlak bir ay
doğar. Ayın aydınlattığı yolu takip ederken aynı
yolda Zeyd bin Haris, Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir
(r.a.)’in önünden ilerlediğini görür. Kendilerine “Siz ne zaman buraya geldiniz?” diye sorar.
Onlar da “Şimdi.” diye cevap verirler. Gördüğü
bu rüyayı üç gün tabir etmeye çalışır fakat bir
sonuca ulaşamaz. Hz. Ebu Bekir’e giderek gördüğü rüyayı anlatır ve tabirini sorar. Hz. Ebu
Bekir (r.a.), “Gel benimle, seni cihanı aydınlatan
nura götüreyim! Rüyanın tabiri budur.” diyerek kendisini Peygamberimiz (s.a.v.)’in huzuruna getirir. Peygamber Efendimiz’in, kendisine
kelime-i şehâdet getirmesini emir buyurur.
O da Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda kelime-i
şehâdet getirerek İslâm’la şereflenir.
İslâm’a bütün kalbiyle inanmış, emirlerine canla başla sarılmış ve tam bir iman eri, bir
İslâm fedaisi olan Sa’d (r.a.) anne tarafından
Peygamberimiz’in akrabası olduğu için, “İşte
benim dayım Sa’d. Böyle bir dayısı olan var mı?”
şeklinde iltifatlarına mazhar olmuştur.
Onun Müslüman olması, namaz kılması,
Peygamberimiz’e gönül verip onun sevgisini
her şeyden üstün tutması, ona bağlılığı, annesini rahatsız etmişti. Onu dininden döndürebilmek için çeşitli yollara başvurdu. Fakat
ikna edemeyince oğlunun en zayıf noktasını
yakaladı. Sa’d (r.a.), annesine karşı son derece
bağlı, saygıda kusur etmeyen biriydi. Annesi,
“Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?” dedi. Hz. Sa’d
da “Evet.” dedi. Bunun üzerine annesi putları
76 MART 2016
adına yemin ederek: “Sa’d, sen Muhammed’in
getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben ne bir şey
yerim, ne de içerim!” dedi. Böylece oğlunu dininden döndürebileceğini ümit ediyordu. Birkaç gün ne yemek yedi, ne de bir şey içti. Fakat umduğunu bulamadı. Tam aksiyle karşılaştı.
Birkaç gün sonra ondan şu kararlı cevabı aldı:
“Vallahi anne iyi bil ki, 100 tane canın olsa ve
her birini dinimden dönmem için versen, ben
yine de dinimden dönmem! Artık sen bilirsin.
İster ye, ister yeme.” Annesi Hz. Sa’d’ın dinine
bağlılığını, imanındaki sebatını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı ve açlık grevinden vazgeçti.
Bu hadiseden sonra Allahu Teâlâ evladın anne
ve babaya hangi hallerde tâbi olacağını, hangi
hallerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût
Suresi, sekizinci âyet-i kerimesini göndererek;
“Biz insana, anne ve babasına güzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilah olduğuna dair hiçbir delil bulunmayan bir şeyi Bana ortak koşman
için seni zorlayacak olurlarsa onlara itaat etme.
Dönüşünüz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben
size haber vereceğim.” buyurdu.
İslâm’ın ilk yıllarında Mekke müşrikleri, sayıları çok az olan Müslümanlara işkenceler ediyor, çeşitli hakaretlerde bulunuyorlardı. Öyle
ki, rahatça ibadet etmelerine dahi müsaade etmiyorlardı. Sa’d (r.a.) birkaç sahabeyle beraber,
Ebû Düb denilen bir vadiye giderek ibadet etmeye başladılar. Bunları gören bazı müşriklerde
yanlarına gelerek kendileriyle ve yaptıklarıyla
alay etmeye başladılar. Ebî Vakkas (r.a.) daha
fazla dayanamadı. Eline geçirdiği bir deve kemiğiyle onları uzaklaştırmaya çalışırken birinin
kafasını kanattı. Diğer sahabeler de harekete
geçince müşrikler kaçışmaya başladı. Böylece
Hz. Sa’d, “Allah yolunda ilk kan akıtan sahabe”
olma şerefini kazandı.
“Allah yolunda ilk ok atma” faziletinin de sahibi olan Hz. Sa’d, aynı zamanda İslâm’ın kahraman bir mücahidiydi. Katıldığı her savaşta müşriklere kan kusturdu. Özellikle Uhud Savaşı’nın
somuncubaba 77
en tehlikeli zamanında Peygamberimiz’in etrafında etten bir duvar ören sahabelerden birisi
de oydu. Peygamberimiz, Hz. Sa’d’ın düşmana
karşı verdiği cansiperane mücadele karşısında
elindeki okları ona veriyor, bir yandan da: “At ya
Sa’d! Anam, babam sana feda olsun!” diye iltifatta bulunuyordu. Peygamberimiz daha önce bu
sözleri hiç kimseye söylememişti. Yine her ok
atışında, “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult.
Allah’ım sana dua ettiğinde Sa’d’ın duasını kabul
eyle.” diye dua da ediyordu.
Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Rasûlullah
(s.a.v.) gazvelerin birinde, geceleyin Medine’ye
geldiğinde, “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir
silah sesi duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim, Sa’d bin Ebî Vakkas.” dedi. Peygamberimiz,
“Seni buraya hangi şey getirdi, niçin geldin?”
buyurdu. Sa’d (r.a.): “İçimden bir ses Rasûlullah
yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir
sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Bunun için sizi
korumağa ve hizmetinize geldim.” dedi. Bunun
üzerine Rasûlullah ona dua etti ve uyudu.
Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara
katılan Sa’d (r.a.), Hz. Ömer zamanında da İslâm
Orduları başkumandanı olmuş, tarihe Kadisiye Zaferi olarak geçen savaştan sonra Sasanî
Devleti’ni ortadan kaldırarak bütün İran’ın İslâm
toprakları olmasını sağlamıştır.
Sa’d bin Ebî Vakkas Hazretleri bütün güzel
vasıfları şahsında toplamış, mümtaz bir insandı. Yanında hiç kimsenin çekiştirilmesine razı
olmaz, birilerini çekiştirmeye kalkışan şahsı hemen sustururdu. Cesur, sözü, özü doğru
büyük bir zattı. Çok cömertti, onca makam ve
mevkie rağmen çok sade hayatı severdi. Uhud
Savaşı’nda Peygamberimiz’in duasına mazhar
olduğu için duası makbul birisiydi. Bu sebeple
halk onun bedduasına uğramaktan sakınırdı.
Hacı Bayram-ı Velî Camii
Ankara’nın bağrında yükselen abidesin
Gönülleri şad eder, günde beş vakit sesin
Vefayı taç eyleyen müminlerin var senin
Zemheri ayazında, yüreğinde hâr senin
Hz. Sa’d, hilafet makamına liyakati olan bir
sahabeydi. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden
sonra birçok kimse, kendisini halife seçmek
Karanlık gecelerde süzülen ışıksın sen!...
Ey Ankara’nın kalbi, Mevlâ’ya âşıksın sen!...
istediklerini söylemelerine rağmen kendisi bu
tekliflere hiç iltifat etmedi.
Senin yüzün gülerse, hilâlin yüzü güler
Müezzinlerin piri, Bilal’in yüzü güler
Birçok hadisin bize kadar gelmesinde büyük
emeği olan Hz. Sa’d, 270 hadis rivayet etti. Bunlardan birisi mealen şöyledir:
“Mü’minin hâline hayret ediyorum! Bir iyilikle
karşılaşsa Allah’a hamd ve şükreder. Bir musibetle karşılaştığında da hamd ve sabreder. Böylece
her işinde sevap kazanır. Hattâ hanımının ağzına
koyduğu lokmadan dahi sevaba erer.”
Hicret’in 55. yılında Hakk’ın rahmetine kavuşan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, vasiyeti üzerine
Bedir Savaşı’nda giydiği gömlekle kefenlendi.
‘Aşere-i Mübeşşere’den en son vefat edendir
ve Medine-i Münevvere’de medfûndur.
78 MART 2016
Ey bahtımın yıldızı, kim demiş ki nâçârsın?
Sadece müminlere, sırlarını açarsın
Batıla inen tokat, mümine gurursun sen!...
Ankara Kalesi’yle söyleşir durursun sen!...
İslâm’ın gülen yüzü; haysiyetsin, vakarsın
Bir çağlayan misali, gönüllere akarsın
Dirilişe çağıran ezanların var senin
Destanını ezelden yazanların var senin
Toprağında saklıdır kadim medeniyetler
Secdeye giden kalpten taşar halis niyetler
Gecemize ışıksın, sönmeyen bir meşale…
Dalgalanırken bayrak, göz kırparsın hilâle
Ey mum misali mabet, tüketirsin kendini!...
Mübarek ezanların yıksın zulmün bendini!...
Çölleşmiş yüreklere, can veren nehirsin
sen!...
Gönlümün payitahtı, sanki bir şiirsin sen!...
Ezan vakti gelince minarelerin güler
Hacı Bayram Velî’yle neler bölüştün neler?
Sen konuştuğun vakit, Ankara dile gelir
Hak dostun dergâhında bülbüller güle gelir
Bozkırın ortasında, ilelebet hürsün sen!...
Ankara’nın kalbine vurulan mühürsün sen!...
M. Nihat MALKOÇ
somuncubaba 79
PSİKOLOJİ / Mustafa Doğan KARAÇOŞKUN*
TELEVİZYONUN ÇOCUKLARA,
GENÇLERE VE AİLE BİREYLERİNE
YÖNELİK OLUMSUZ ETKİLERİ
“Televizyondaki taklit kaynağı tipler ve yaşam tarzları,
çocuk ve gençlerin toplumun kültürel değerlerini
yaşatabilmeleri açısından ayrı bir önem arz etmektedir.
Buradaki model kelimesi kişinin kendini özdeş tuttuğu ve
duyuş, düşünüş ve davranışlarını taklit etmeye çalıştığı
kimseleri ifade etmektedir.”
T
elevizyonların çocuk ve gençler üzerindeki etkisi, toplumun diğer kesimlerine
oranla çok daha fazladır. Bu etki televizyonların sadece bilgi aktarmaları yoluyla olmayıp daha ziyade belli davranış modelleri sunmaları suretiyle cereyan etmektedir. Bu tipler
özellikle çocuklar için büyük bir taklit kaynağı
olan modellerdir.1
Bireylerin ruhsal gelişiminde ve insan ilişkilerinin oluşumunda oldukça önemli bir işleve
sahip olan taklit etme, televizyonun temel öğretme biçimine uygun düşmektedir.2 Ancak bilinçsiz özentiyle taklit söz konusu olduğundan
ve taklit kaynağı tiplerin millî değerlerin güçlenmesi bağlamında, olumsuz yönleri özendirildiğinden, çocuk ve gençler yaratıcı güçlerini
ortaya çıkaramamakta ve düşünme yeteneklerini kullanmada ciddi sorunlar yaşamaktadırlar.3
Televizyondaki taklit kaynağı tipler ve yaşam tarzları, çocuk ve gençlerin toplumun kültürel değerlerini yaşatabilmeleri açısından ayrı
bir önem arz etmektedir. Buradaki model kelimesi kişinin kendini özdeş tuttuğu ve duyuş,
düşünüş ve davranışlarını taklit etmeye çalıştığı kimseleri ifade etmektedir.4 Buna karşılık
televizyon yapımcı ve yayıncılarının bu hususta yeterli hassasiyeti gösterdiklerini söyleme
imkânına sahip değiliz. Bu görüşümüzün daha
iyi anlaşılabilmesi için sadece bazı TV yayınlarına göz atmamız yeterli olacaktır.
Bugün televizyonlarda gösterilen yabancı
filmlerden bir kısmında Hıristiyan ve Musevî
dinî motifleri yoğunluktadır. Özellikle Hıristiyanlığın dinî kutsalları, dinî pratikleri(dua vb.
ayinler) sempatik gösterilirken, kendi inanç değerlerimiz göz ardı edilmektedir. Hafta içi yayınlanan Güney Amerika dizileri yoluyla, kültürümüzün temel koruyucu ve taşıyıcısı olan aile
yapımızı çözülmeye götürecek oldukça farklı
bir yaşam tarzının özendirildiği görülmektedir.
Televizyonların olumlu yönde kullanılması gereken etkileri de, bu tarz filmler yoluyla olumsuz olmaktadır. Bu filmlerde, kahramanların
hayat tarzları kültürel yapımıza son derece zıt-
80 MART 2016
tır. Üstelik bu filmlerdeki karakterler ve yaşam
tarzları sadece çocukları değil, ailenin diğer
üyeleri ve onların kendi aralarındaki ilişkileri
de etkilemektedir. Bu karakterlerin genel özelliği bolca eşya tüketmek, karşı cinsten arkadaş
edinmek ve istedikleri her şeyi yapabilmektir.5
Yabancı filmlerde genel durum bu iken, yerli filmler de pek iç açıcı değildir. Bunu sayısız
örneklerle açıklama imkânı vardır. Örneğin
televizyonun çok seyredilen ve en uzun süre
devam eden yerli filmlerinden “Bizimkiler” dizisini ele alarak somutlaştırabiliriz. Adı geçen
film bir apartmanda yaşayan insanların kendi
aile bireyleri, arkadaşlık ve komşuluk ilişkileri
vb. açısından gündelik yaşantılarını konu almaktadır. Ancak eğer bu insanlar, gözetilmesi gereken millî değerler çerçevesinde, Türk
toplumunun tesadüfî birer tiplemesiyse, koca
bir apartman binasında yaşayan bunca insan
ve diğer kişilerin en yaygın davranış biçimleri
olarak bol miktarda içki içmeleri, genelde para
ve kişisel menfaati önde tutmaları ve insanlarla ilişkilerinde çoğunlukla ikiyüzlü olmaları ne
derece doğaldır? Aşağı yukarı hepsinin evinde
var olan içki köşesi, evlerine gelenlere öncelikle içki teklif etmeleri ve misafirlerin bu durumu
hiç yadsımamaları hangi kültürel değerlerimizle bağdaşmaktadır? Yine filmdeki “katil” rolündeki kişinin, ailelerin yaşadığı bir apartmanda
evinde nikâhsız bir kadın bulundurarak, onunla
somuncubaba 81
aileler arasında yaşamasının, genelde hoş görülmesi şeklindeki bir yaşam tarzı, toplum bireylerimizin genelinin gündelik yaşam biçimine
ve kültürümüze ne derece uygun düşmektedir?
Çocuklar açısından televizyon yayınlarına
baktığımızda genel itibariyle çocuğun dünyasını ve lisanını geliştirmesi, eğitimine yardımcı
olması, zihinsel ve yaratıcı aktivitelerini yönlendirmesi gibi pek çok olumlu etkiler olması
gerektiğini düşünebiliriz. Oysa günümüzde
yayınlanan çocuk programlarının pek çoğunda
çizgi filmler, çocuk dizileri ve diğer çocuk programları genelde eğitici olmaktan uzak, hayalci,
fantastik, sadist öğelerle bezeli ve sırf eğlendirmeye yönelik yapımlardır. Örneğin maskeyi
takınca her şeye gücü yeten bir adam, He-man
ismindeki en büyük olarak takdim edilen bir
kahraman tiplemesi ve şiddet öğeleri taşıyan
diğer çizgi filmler, çocuğun düşünce ve hayal
dünyasına etki ederek, henüz gelişme çağında
olan zihinlerini doldurmaktadır. Bunların etkisiyle çocuk, kendisine anlatılan -Türk kültürü-
nün bütünleştirici unsurlarının en önemlilerinden- Allah’ın en büyük ve en güçlü olduğu6
fikrini kabullenmekte güçlük çekebilmektedir.
Ayrıca, sevgi, saygı ve ahlâkî gelişme bağlamında çok az çocuk programı olması, çocukların
kültürü devralmaları anlamına gelebilecek olan
sosyalleşmelerinde ciddi problemler ve çatışmalara yol açmaktadır. Televizyonun büyüsüne
kapılmış ve onu kontrolden aciz olduğumuz
göz önünde bulundurulduğunda, çocukların
sosyalleşme sürecine olumlu bir şekilde katılmaları yerine, televizyonlaşma sürecini yaşadıklarını7 söyleyebiliriz.
Bu süreç ise, okuma ve özgür düşünme yeteneğini kısıtlayan kendi başına düşünme ve
araştırma imkânını yok edip bireyi uyuşturan
bir süreçtir.8
Çocuklar ve gençler arasında oldukça önemli bir konu da şiddet ve cinsel içerikli yayınlardır. Bu tür yayınlar çocukları henüz erken
dönemde yetişkin problemleriyle karşı karşıya
bırakma, kendi dönemiyle arada çatışma yaşamaya itmenin yanı sıra, özellikle ergenlik dönemi gençlerini aşırı uyarmakta, gelişim çağlarına
uygun davranışlar yerine, sadist davranışları
özendirmektedir. Bu tür yayınlar, günümüz televizyon yayıncılarının en sık kullandıkları yayınlardır. Bu yayınlar sonucudur ki, saldırgan
davranışlar idealize edilmekte ve çocuklarda
bu eğilim güçlendirilmektedir.9 Nitekim yapılan pek çok araştırma, TV’lerdeki saldırgan
davranışları izleyenlerin, saldırgan tepkilerinde
artış olduğunu doğrular.10 Bu eğilimin gerçek
bir güce dönüşeceği konusundan da emin olmayan yahut deneyimleri sonucu gücünün sınırını anlayan çocuklar, bir büyüme korkusuna
da kapılabilmektedir. Bu korku da çocukların
içtenlikli ve güvenli bir duygusal yaşama sahip
olmalarını, kendi duygularını kendilerine göre
geliştirme kapasitelerini kısıtlamaktadır.11 Yoğunlukla nefret ve düşmanlık duyguları ve intikam hisleri pekiştirilerek, sosyal hayatta her
dış tepkiye bu hislerle karşılık verme davranışı
yerleştirilmektedir. Bunun sonucunda bencil ve
sadist bir kişilik oluşmakta ve ileriki yaşamda
kendi kendisine ve çevresine yabancı bireyler
yetişmektedir.
Kültürel değerleri ve insanî erdemleri yozlaştıran diğer bir tür program da “reklamlardır”.
Reklamlar özenti ve israfa yol açmaları nedeniyle, ailelerin dağılmasına yol açmalarının yanında, çocukların zihinsel ve sosyal gelişimlerini de olumsuz etkilemektedir. Aynı zamanda
genel yaşam tarzımıza ters bazı ürünleri süsleyerek sunmak suretiyle de, kültürel dejenerasyona katkıda bulunmaktadır.
Fromm’un ifadesiyle insanlar âdeta sadece
sahip olduklarıyla var olacakları, aksi halde bir
hiç olacakları düşüncesine itilmektedirler.12 Bu
düşünceyi besleyen ve destekleyen reklamlar
yoluyla yapay gereksinimler üretilerek, insan
doyumsuzluğa
yönlendirilmektedir.13Ayrıca
maddî imkânı yetersiz ailelerde çocukların, hatta aile büyüklerinin doyumsuz isteklerinin pekiştirilmesi ve daha fazla şeyi elde etme etki-
82 MART 2016
siyle suç işlemeleri söz konusu olabilmektedir.
Çünkü çocuklar izledikleri reklamların etkisiyle
daha fazla talepte bulunmakta ve özellikle dar
gelirli aileler bu talepleri asgari düzeyde bile
karşılamakta zorlanmaktadırlar. Gelir düzeyi
düşük olmayanlar da, çocuğun her istediğini
almayı doğru bulmayarak talepleri geri çevirebilmektedirler. Bu durum, çocukta yoksunluk
ve kırgınlık duygusu oluşturabilmektedir. Tüketim kapitalizminin sanal formu14 diye nitelenen
reklamlar, bütün bu olumsuzlukları peşinde getirmektedir. “Radyo ve Televizyon Yayınları Yayın Esas ve Usulleri Hakkındaki Yönetmelik”in
9. maddesi gereğince “... televizyonlarda, halkın
ruh sağlığını bozacak, sebepsiz korkular ve çelişkili duygular yaratacak, insanları kaderciliğe
yöneltecek şekilde yayın yapılamayacağı”nın
yasal güvence altına alınmış olmasına karşın15,
problem artarak sürmektedir. Her şeye karşın
reklamlar, belki de masalların yerini doldurduğundan çocukların TV’de seyrettikleri en vazgeçilmez programların başında gelir.
Dipnot
* Prof. Dr. Mustafa Doğan KARAÇOŞKUN
1. Haluk Yavuzer, Çocuk ve Suç, 8. Basım, Remzi Kitabevi,
İstanbul 1996, s.116.
2. İbrahim Alaattin Gövsa, Çocuk Psikolojisi, , Hayat Yayıncılık,
İstanbul 1998, s.84.
3. Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, 23. Basım, Özgür Yay.,
İstanbul 1998, s.100.
4. Yavuzer, a.g.e.,s. 114.
5. Yusuf Kaplan, Enformatik Devrim Efsanesi, Rey Yayıncılık,
İstanbul 1991, s.52.
6. Sadık K. Tural, Kültürel Kimlik Üzerine Düşünceler, Kültür
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, s.8.
7. Sedat Cereci, Televizyonun Sosyolojik Boyutu, Şule
Yayınları, İstanbul 1986, s.57.
8. Mustafa Köylü, “Televizyonun Olumsuz Etkileri”, Din
Eğitimi Dergisi., Sayı 25, s.78.
9. Aytekin Can, Çocuk ve Çizgi Film, Öz Eğitim Yayınları, Konya, trs., s.138; Köylü, a.g.m., s. 78.
10. Ali Dönmez , “Televizyon ve Saldırganlık”, Hitler İsteseydi
(Sosyal Psikoloji Yazıları), Gündoğan Yayınları, Ankara
1994, s.71.
11. Kaplan, a.g.e., s.50.
12. Fromm, Sahip Olmak Ya da Olmak, Arıtan Yayınevi, İstanbul
1994, s. 62.
13. Abdulkerim Bahadır, “Günümüz Kitle İletişim Araçlarının,
Ruhsal ve Toplumsal Hayatımız Üzerindeki Olumsuz Etkileri ve Korunma Yolları”, Selçuk Üniversitesi, İlahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı, 7, Konya 1997, s. 488.
14. Kaplan, a.g.e., s.86.
15. Cengiz Özdiker, “Televizyonda Dini Haber ve Yorumlar”,
Diyanet İlmi Dergi, c. 37, sayı, 4, Aralık-2001, s. 125.
somuncubaba 83
DENEME / Muammer YILMAZ
G
GÖZYAŞI
öz ve gözyaşı Yüce Yaratıcı’nın tüm canlılara en büyük bahşişidir. Bu ufacık et
parçası, bakmasını ve görmesini bilenlerin elinde vezir, kalpleri mühürlü, ruhları zincire
vurulmuşların elinde rezil olur.
Gözün sermayesi yaşıdır. Onu kurumaktan
kurtarmakla kalmaz, ona kuvvet ve kudret verir;
gerçek sahibine daha da yaklaştırır. Gözyaşının
kuruması bir bedbahtlık alâmetidir. Gözleri kuruyan insanın içi de, ruhu da kurumuştur.
Gözyaşı, duâların en üstünüdür. İnsanoğlunun helâl lokmasına, içtiği suyuna, her nefesine,
sağlığına ve varlığına katıktır.
Gözyaşından büyük temizleyici yoktur. Siyim
siyim inen gözyaşının her damlası ruh inceliğinin
şahididir. Şerha şerha yaraların, göğe açılan kolların, kurumuş dil ve dudakların merhemi, kevseridir.
Gözyaşının özü sudur. Ateşte kaynarsa cevher, gönüle düşerse hem yakar, hem yıkar.
Gözyaşı; fazilettir, diyettir. Eritir, temizler, gizler. Bu yüzden denilir ki, gözyaşı “Yiğitler kârıdır
ve civanmertler vakarıdır.”
Gözyaşı bir kültürdür. Gözyaşının vatanı
Doğu’dur derler. Doğu’dan kasıt İslâm’dır. İslâm
Medeniyeti’nin temelidir. Onun için bizim medeniyetimiz “Merhamet ve Gözyaşı Medeniyeti”dir.
“Gözyaşı İslâm’ın buluşu, Müslümanlığın duyuşu, şefkat ve merhamet pınarı, Peygamberlik
motifidir.” Nitekim İki Cihan Güneşi, “Allah’ım,
yaşları ile kalbe şifa veren sel gibi akıcı iki göz
ver bana.” buyuruyor.
dünyadan küçüğüne gelmenin çile, ıstırap çekeceğinin, ihmal edileceğinin, başına geleceklerin
sancısı ile ağlar.
Bulutlar da ağlar. Rüzgârın önünden savrulan
Gözyaşı insanın Miracı, cehennem ateşinin sigortasıdır, zırhıdır. Cehennem kıvılcımları
mahşerde insanları kovaladığı zaman Cebrail
mü’minlerin gözyaşı olan bir bardak su ile cehennemin ateşini söndürmeye çalışır.
sıcak ve soğuklar içinde kavrulan bulutlar; yaz
Ağlayan sadece insanlar değildir. Her canlı
ağlar. Bitkilerin, ağaçların, hayvanların ağlaması
bir başkadır. İrfan ve izan sahibi olanlara (olana)
çok şeyler anlatırlar.
fağında kalkıp yüzlerini ve gönüllerini yıkayacak
En çok ayakları cennet damgalı, cefakâr ve
fedakâr analar ağlar. Şehit düşen Mehmet’ine,
Aslı’sını verip aldığı Kerem’ine; garipliğine, ihmal
edildiklerine, kem talihine...
84 MART 2016
Dünyaya adımını atan her yavru da büyük
demez, kış demez, bahar demez, güz demez daima ağlar.
Gözyaşını seccadeler de iyi tanır. Sabahın şaolanlar için dikilirler. Ve açılmayı beklerler.
Dudaklarından duâyı, yüzünden tebessümü
eksik etmeyen, ince, merhametli, duygulu insan
yüzünü ve gözünü gözyaşları ile yıkayan insandır. Acımasız, duygusuz, içi sızlamayan ve kirpiği
ıslanmayan “kem talih” hoyratlarıdır.
somuncubaba 85
EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ
T
ONLARIN MODELLERİ
FARKLI
oplumların temellerini aileler oluşturmakta, ancak ailelerin üzerinde oluşturulan
sosyal baskılar, çözülmelerin de temelini
oluşturmaktadır. Şehirlerdeki toplumsal duyarsızlık, kent hayatının büyük aileleri çekirdek aile
yaparak minimize etmesi ve bu minik ailelerin
de uzun ömürlü olmayan evlilik münasebetleri,
sonuçta parçalanmış aileler ve ortada kalmış,
perişan olmuş çocuklarla karşı karşıya kalan bir
toplum meydana getirmektedir.
Zıtlar, Olgular, Modeller…
Türk toplumu Doğu ve Batı arasında bocalamakta, ya da modernite ile geleneksel kültür
arasında çatallı bir yol ağzında bırakılmış vaziyettedir. Bu gidiş zıtlar arasında yapılan yarışın
temelini oluşturmaktadır. Birbirine zıt demişken
görülen olgular üzerinde durmak gerekir. Sosyal
hayatın farklı yaşanması, inanç temelli yaklaşımlarda ‘uç’lar arasında gidip gelmeler, kültürel farklılıkların günlük hayatı fazlasıyla meşgul
etmesi, hatta inanç grupları arasında yükselen
‘Daha iyi Müslüman benim!...’ feryatları, dahası
mezhep temelli yaklaşımları, Kur’an’ın üzerinde
görme çırpınışları, insanları davranış bozukluklarına kadar götürmektedir.
Toplumların temellerini aileler oluşturmakta, ancak ailelerin üzerinde oluşturulan sosyal
baskılar, çözülmelerin de temelini oluşturmaktadır. Şehirlerdeki toplumsal duyarsızlık, kent
hayatının büyük aileleri çekirdek aile yaparak
minimize etmesi ve bu minik ailelerin de uzun
ömürlü olmayan evlilik münasebetleri, sonuçta parçalanmış aileler ve ortada kalmış, perişan
olmuş çocuklarla karşı karşıya kalan bir toplum
meydana getirmektedir. Eğitim düzeyi yüksek
olsa bile modernitenin bencil anlayışı en ufak
tartışmayı mahkeme kapılarına sürüklemektedir.
Adaletsiz bir gelir dağılımı, buna karşın tüketim
kültürünün zorlamasıyla doyumsuz olan, kanaat
etmeyi unutmuş aileleri şarkı ve şiirlere temel
oluşturmuş ‘sevgi’ ve ‘aşk’ kavramları bile mutlu
etmiyor.
Bir TV dizisinin profilini kabaca çıkardığımız
zaman karşımıza şunlar çıkmaktadır: Zengin patron, fakir kız, ya da tam tersi, kabadayı adam, her
türlü silah, zorbalık, şiddet, aldatma, çarpık ilişkiler, hile yapma yollarının topluma öğretilmesi…
86 MART 2016
Bütün bunlarla dolan zihinlerin sapmalar yaşaması beklenen bir durumdur. Hele bu durumun
küçük yaşlardaki çocukların depolama yeri olan
‘bilinçaltı’nı nasıl etkileyeceğini tahayyül edebilirsiniz. Bu kadar medya baskısının götüreceği
son durak; evlenmeyi denedik olmadı, şimdi de
boşanıyoruz olacaktır. Bu kadar kötü uyaranlar
karşısında bazı yetişkinler yollarını kaybetmişken, çocukların ilgisiz ve sevgisiz kalmasına,
küskün ve kırgın büyümesine ortam hazırlamaktadır. Aileler bunu kapatmak için çocuğun her
dediğini yapmak zorunda kalarak, olumsuzlukları kapatma yoluna gitmektedir. Hâlbuki ailelerin
çocuklarına yapacakları en büyük kötülük, onun
her istediğini almaktır. En pahalı oyuncakların
hiçbiri gerçek oyunun yerini tutmaz. Çocuklara
sus payı olarak alınan eşyaların beraberinde doyumsuz bir çocuk, mutsuz bir kişilik yaratacağını
akıldan çıkarmamak gerekir. Tüketim endeksli bu
davranışlar, çocuklar arasında yaygınlık kazandıkça, hayatı algılamada bakış açısı değişmekte,
zamanla küresel markalar aileden çok çocukları
hedef kitle olarak seçmektedir. Bu durum, “tüket
ama sorgulama” anlayışını oluşturmaktadır.
Unutulan ama ciddi araştırmaların yapılmadığı bir diğer durum da, sınıfta eğitim görmek istemeyen, duvarları hapishane hücresi gibi gören,
şımarık bir kuşakla karşı karşıya olduğumuzdur.
Çekirdek ailenin zulmü, tek çocuklu olmak, onun
her talebini emek harcamadan yerine getirmek…
Tek olmanın getirdiği avantajlarla büyümüş, kaprisli ve şımartılmış bu çocuklara karşı, öğretmenin yapacağı fazla bir şey olmadığından, tek yol
öğrenciyi memnun etmek, onun suyunca akmak
gibi hiç de doğru olmayan, mecburi bir davranışın içine girmekteler.
Lise düzeyinde dik başlı, kabadayı karakterlerin okumanın, ülkeye faydalı olmanın, ailenin
yükünü omuzlamanın ne demek olduğunu idrak
edemeyen erken olmuşların, sınıfta bir ders saati durmaları bile önemli bir başarıdır. Onların
modelleri dizilerin kahramanları, kaportası güzel
kızlar, lüks araba ile hava atan patron çocuklarıdır. Her yönden budanmış, sefil, mazlum ve uygulamalar arasında takati tükenmiş öğretmenler,
onlar için model değildir. İlmine hürmet edilen
öğretmenler, mal üreten vardiya elemanı durumuna düşürülmüştür.
somuncubaba 87
2016 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
2016
Yılı
Aile ve Çocuk
Ekiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
95
Türkiye : 95
Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
ABONE İLETİŞİM HATTI
Adı / Soyadı:
444 36 61
Kurum Adı:
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu:
Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Visan İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende Malatya
Tel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44
Faks: (422) 615 28 79
[email protected]
www.somuncubaba.net
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Aile Eki
ÇIKTI
Aile Eğitiminde
Mütevazi Olmak
Sümeyye Büşra YILDIZ
Telefonun, SMS ve
İnternet Çocukları
M. Emin KARABACAK
Bir Hakikat
Körlüğü: Kibir
Halide YENEN
Hazret-i Sümeyye (R.anha)
Nagehan Nida DURAN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - [email protected]
444 36 61
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
Download