referandumun ardından - Yeni Dünya İçin Çağrı

advertisement
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MAYIS/HAZİRAN 2017/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X187
REFERANDUMUN ARDINDAN:
HAYIRSIZ GELİŞMELER…
EKİM DEVRİMİ VE ULUSAL
SORUN
“ERMENİ SORUNU”NDA
KIVILCIMLI’NIN TAVRI
“ASIL HASTALIK
HOMOFOBİDİR!”
•
editörden - içindekiler
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Asmalımescit Mah. Terkoz Çıkmazı Sok.
Terkoz İşhanı, No: 1/62 Beyoğlu/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 2511191 • Sayı: 187· Mayıs/Haziran 2017 • ISSN 1301-692X187• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye
Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli •
www.ydicagri.com • [email protected][email protected] • facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI•twitter.com/ydicagri
gündem
REFERANDUMUN ARDINDAN
HAYIRSIZ GELİŞMELER
Referandum’da Erdoğan faktörü, Evet’in kazanmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Referandumun
Evet sonucu ile, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçiminde aldığı oy oranı hemen hemen örtüşmektedir.
Görülen odur ki, Erdoğan’ın oy desteği, AKP’nin oy desteğinden fazladır.
1
7 Nisan’a Kuzey Kürdistan/Türkiye halkları yürütülen gürültülü bir referandum kampanyası ertesinde yapılan Anayasa değişikliği referandumunda
az farkla evet ile uyandı.
Referandum sonuçlarına itirazlar var. Bu referandum sonuçlarının gerçek sonuçlar olmadığı, aslında Hayır’ın kazandığı, referandum
sonuçlarının geçersiz olduğu, YSK‘nun
aldığı ve seçim yasası ile çelişen kimi
kararlarının bu sonucu ortaya
çıkardığı, sonucun meşru
olmadığı, referandumun
iptal edilmesi gerektiği vb. itirazları
var. Bunun dışında kimi
sandık
so-
nuçlarına
i t i r a z l a r,
yeniden sayım talepleri var.
Bunların olmaması
şaşırtıcı olurdu. Bu itirazlardan bir sonuç çıkmayacağı, ilan edilen kesin
sonuçların da Evet- Hayır konusunda sonucu değiştirmeyeceği
de şaşırtıcı değildir. Nitekim YSK,
seçim yasasına aykırı olmasına rağmen,
kimi sandıklarda mühürsüz zarf ve oy pusulası ile oy kullanıldığı gerekçesi ile yapılan referandu-
mun iptal edilmesi başvurularını reddetti.
YSK’nun tüm itirazlara, protesto eylemlerine rağmen, referandumdan iki hafta sonra açıkladığı kesin sonuçlar şöyle:
Kayıtlı seçmen sayısı: 58.291.898
Oy kullananların sayısı: 49.798.855
Katılım oranı: %85,43
Geçerli oy: 48.936.604
Geçersiz oy: 862.251
Evet: 25.157.463 %51,41
Hayır:
23.779.141
%48,59
Kesin referandum sonuçlarına göre, %
51,4’ lük
b i r
ç o ğ unluğun
onayı
ile
bir dahaki seçimden
itibaren
T.C.’nin yönetim sistemi adı Cumhurbaşkanlığı
sistemi olan, alaturka bir başkanlık sistemi ile yönetilecek. Doğrudan halk tarafından seçilen başkanın atadığı yürütme, bugüne göre, yasama
ve yargı tarafından denetlenmesi iyice zorlaştırılmış, çok güçlü bir konuma gelecek. Türk burjuvazisinin bağımlılıktan mümkün olduğunca kurtularak, kendi çıkarlarını merkeze koyan bir siyaseti
izleyebilmesi için gerekli gördüğü bir yönetim sistemi
değişikliği bu.
3
gündem
Kesin Sonuçlar Temelinde Şu Tespitler
Yapılabilir:
Evet’in eşitsiz, dengesiz, bütün devlet imkanlarının Evet kampanyası için sonuna kadar kullanıldığı,
HDP’nin seçim kampanyası yürütmesi şartlarının
neredeyse ortadan kaldırıldığı, medya desteği açısından Evet kampanyasının, Hayır kampanyasına göre
çok büyük imkanlara sahip olduğu, olağanüstü hal
şartlarında, korku imparatorluğunun kurulduğu bir
ortamda yapılan referandum oylamasında kazanmış
olması normal sonuçtur. Bu şartlarda yapılan bir seçimde yüzde 3’den az bir farkla kazanılan bir “zafer”
bir Pirüs zaferidir.
Evet kampanyasının esas taşıyıcısı olan AKP,
MHP’nin seçimlerde aldığı toplam oyunun en az
% 10’luk bir kesimi bu referandumda tercihlerini
Hayır’dan yana kullanmıştır. Bu kesim, Hayır’cı partilerin tabanından Evet yönünde oy kullananların oranı
ölçüsünde büyüyen bir kesimdir.
Referandum’da Erdoğan faktörü, Evet’in kazanmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Referandumun
Evet sonucu ile, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçiminde aldığı oy oranı hemen hemen örtüşmektedir.
Görülen odur ki, Erdoğan’ın oy desteği, AKP’nin oy
desteğinden fazladır.
Hayır’ın, bütün olumsuz ve eşitsiz şartlara rağmen
yarıya yakın bir oy alması bir başarıdır. Fakat tabii ki
sonuçta bu başarı, Hayır kampanyasının önüne koyduğu hedefle karşılaştırıldığında, hele hele son güne
kadar dillendirilen “açık arayla kazanma” vb. iddialarıyla karşılaştırıldığında, esas fonksiyonu ileriki mücadele için “motivasyon” olan bir başarıdır.
Hayır’ın öncelikle İstanbul’da ve Ankara’da Evet’lerin az farkla da olsa önünde olması, bir anti AKP/anti
Erdoğan cephesinin, Cumhurbaşkanlığı seçiminde
ortak bir adayda anlaşması halinde, -ki seçimde birinci turda hiç bir adayın % 50+1 oy almaması halinde bu
zaten kendiliğinden oluşacak bir durumdur- az da
olsa, seçimlerle Erdoğan’ın başkanlığını önlemenin sıfır ihtimal olmadığını gösteriyor. Ancak diğer yandan
Erdoğan’ın halk içinde andaki desteğine sahip herhangi bir başka kişinin de olmadığını gösteriyor.
Partiler Açısından Muhtemel Gelişmeler:
4
Evet Cephesinin başat partileri açısından:
*AKP kendi içinde bir yeniden yapılanmaya gidecek,
Referandum’un kesin sonuçları açıklandıktan sonra hemen yürürlüğe girecek olan cumhurbaşkanının
partisi ile ilişiği olabilir hükmü devreye sokulacak,
Erdoğan AKP’nin başına resmen de geçecektir.
AKP içinde bu Referandum kampanyasında aktif
olarak Evet’ten yana tavır takınmayanlar ve Fethullah
Gülen Örgütüne karşı mücadelede -17/25 Aralık 2013
sonrası- aktif yer almayanlar tasfiye edilecektir.
Bu kesimin seçmen bazındaki karşılığı %5-10 arasında olabilir. Ancak bunların ayrı bir parti olarak ortaya çıkmaları zor, AKP’ne gerçek anlamda alternatif
olmaları imkansızdır. AKP’nin tabanının büyük çoğunluğu Erdoğan’cıdır.
*MHP’de açıkça Hayır için çalışanların şimdiye kadar partiden atılmamış olanları da tasfiye edilecek,
Hayır’cılar –ki görünen bunların tabanda, iç Anadolu
dışındaki bölgelerde Bahçeli/Merkez takımına göre
güçlü olduklarıdır- kendi partilerini kuracaktır.
MHP’nin % 13 civarındaki oy tabanının büyük
çoğunluğu bu referandumda parti Merkezi’nin aldığı
Evet kararına uymamıştır. Bu sonuçla MHP’nin bölünmesinin resmi hale gelmesi artık kaçınılmazdır.
*MHP’den tasfiye edilen kesimin, AKP küskünleri/
dıştalanmışları ile birleşmeleri ve AKP’ne alternatif
bir “Merkez Partisi” yaratılması öncelikle TÜSİAD
içinde birleşen burjuva kesiminin umudu ve isteğidir.
Böyle bir parti kurulması ihtimal dışı değildir. Ancak böyle bir parti üzerinden demokratik yollarla AKP
iktidarını devirmek en azından önümüzdeki kısa dönemde -bir, iki seçim döneminde- bir hayal olarak görünmektedir.
Hayır Cephesi’nin başat partileri açısından:
*Bu referandum sonucu CHP’nin andaki yönetimi
açısından başarı olarak yorumlanacaktır. Sonuçta
CHP’nin seçimlerde aldığı oyun neredeyse iki misline
yakın Hayır oyu vardır. CHP Kılıçdaroğlu yönetimi,
Hayır Kampanyasının başını çeken partinin yönetimi
olarak bunu kendine halkın verdiği güvenoyu olarak
değerlendirecektir. Referandumda açık fark olsa idi,
CHP’nin bugünkü yönetiminin bir şey olmamış gibi
yola devam etmesi imkansız olacak, CHP içinde yeni
yönetim arayışlarının gündeme gelmesi kaçınılmaz
olacaktı. Bu sonuçlarla, CHP içinde Kılıçdaroğlu, en
azından bir dahaki seçimlere kadar yerini garantiye
almış görünmektedir. Kurultay vs. gündeme gelse bile,
ki bu sonuçla az ihtimalidir, Kılıçdaroğlu yerine yeni
bir yönetim gelmesi beklenmemelidir.
*HDP açısından biz aslında bu sonucu önceden görerek de, doğru tavrın boykot tavrı olması gerektiğini,
Kısa Dönemde Muhtemel Gelişmeler
*Anti AKP/Erdoğan cephesi Referandum sonuçlarının şaibeli olduğu, meşru olmadığı tezini savunarak
bu temelde bir hareketlenme yaratmaya çalışacaktır.
Bu konudaki tartışma ve olası eylemlilikler önümüzdeki haftalarda gündemin önemli maddelerinden biri
olacaktır.
Bizim açımızdan olağanüstü hal şartlarında ve olağanüstü eşitsiz şartlarda yapılmak istenen referandum en baştan red edilmesi gereken bir seçimdi. Bunu
baştan red etmeyip, bu oyunun içinde, hem de açık ara
kazanma iddiasıyla halkı iki faşist Anayasa arasında
tercih anlamına gelen bir yarışta oy kullanmaya çağıranların, sonuç ortaya çıktıktan sonra yakınmalarının
fazla anlamı yoktur. Bugünkü şartlarda bu meşruiyet
tartışması, kesin sonuçlar açıklandıktan bir süre sonra
gündemden düşecektir.
*Sonuçlar aslında bir yanı ile AKP/Erdoğan ikti-
darına bir ihtardır aynı zamanda. AKP seçmeninin
bir bölümü de AKP’/Erdoğan’ın mağrur siyasetinden
duyduğu rahatsızlığı açıkça ifade etmiştir. AKP’nin
“reisten çok reisçi” amigolarının kendinden olmayan
herkesi şeytanlaştırma tavrının AKP’nin tabanında
belli bir rahatsızlığı beraberinde getirdiği bu sonuçlarla ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu AKP/Erdoğan’ın
önümüzdeki dönemde –özde bir değişiklik yapmaksızın- söylemde bugüne göre daha az kutuplaştırıcı bir
siyaset izlemesi sonucunu doğurabilir.
Özde, Erdoğan/AKP en azından bundan sonraki
Cumhurbaşkanlığı/parlamento seçimlerine kadar,
andaki MHP’nin Bahçeli takımıyla ittifak siyasetini,
yani açık Türkçü/şovenist siyasetini, Kürt ulusal hareketine karşı yoğun savaş siyasetini, dışta Suriye’de
YPG/PYD ye düşmanlık siyasetini sürdürecektir.
Bu siyasette en azından seçimlere kadar bir değişiklik beklenmemelidir. Bu savaşı sürdürmenin yanında
el altından görüşmeler yapılmasını dıştalamaz.
Fethullah örgütünün bütünüyle tasfiyesi işi önümüzdeki dönemde de –yaşın yanında kurunun da yanması göze alınarak- yoğunlaştırılarak sürdürülecektir.
Bu tasfiye işinde Kemalistlerin “ulusalcı” bölümü ile
AKP’nin ortaklığı -her iki taraf açısından kerhen de
olsa- sürmeye devam edecektir.
Gülen örgütü de elindeki tüm imkanları kullanarak,
AKP/Erdoğan’ı devirmek için mücadelesini sürdürecektir. Ancak bu mücadelede 15 Temmuz ertesinde
Gülen Cemaatinin gücü epey zayıflamış durumdadır.
*AKP/Erdoğan’ın ajandasında bunların yanında kesin sonuçlar ilan edildikten sonra iki ay içinde Hakimler ve Savcılar Kurumunun yeniden yapılandırılması,
önümüzdeki kısa dönem içinde Anayasa değişikliğinin
yasalara yansıtılması için meclisi yoğun bir yasama
çalışması dönemine sokma vardır. Muhalefetin hızlı
yasama işini engelleme imkanlarını sınırlandıracak
Meclis iç tüzüğü değişikliği acil olarak gündemdedir.
Ardından değişikliklere uygun yasa değişikliklerine
gelecektir sıra. Bu bağlamda seçim yasası önemlidir.
AKP’nin daha önce gündeme getirdiği dar bölge veya
daraltılmış bölgeler sistemlerinin, buna bağlı olarak
seçim barajının % 10 dan geri çekilmesinin yeniden
piyasaya sürülmesi muhtemeldir.
Bütün bunlardan bağımsız olarak ‘idam cezası’nın
yeniden yasalara sokulması yönünde yasa teklifinin
ilk tekliflerden biri olarak meclise getirilmesi de gündemdedir.
Görünen odur ki, AKP/Erdoğan’ın bu konuda meydanlarda bağırıp çağırması, sadece demagojik bir gös-
gündem
olağanüstü hal şartlarında, seçimin iki faşist anayasa
arasında tercih olarak dayatıldığı, HDP’nin önüne her
türlü engelin çıkarıldığı, yönetiminin hapislere atıldığı, seçilmiş belediye başkanlarının tutuklandığı, yerlerine kayyumlar atandığı vs. şartlarda seçimde Hayır
cephesinde yer almanın yanlış olduğunu ortaya koyduk. HDP bütün imkansızlıklara, engellemelere rağmen yürütebileceği kampanyayı yürüttü. Kendisini
Hayır cephesinin açık karşı devrimci unsurlarından
ayırmaya da çaba sarf etti. Pratik tavır olarak fakat sonuçta Hayır cephesinin bir parçası oldu. Referandumda da, HDP’nin güçlü olduğu Kuzey Kürdistan bölgesinde Hayır açık ara önde çıktı ve Türkiye genelinde
Hayır oylarına HDP’nin % 10 civarında katkısı oldu.
Bu HDP’nin gücünü, Türkiye’de HDP’yi bitirmek gibi
bir siyasetin boş laf olduğunu bir kez daha gösterdi.
Fakat bunu göstermenin daha doğru bir yolu da vardı:
Boykot. Halkın “biz sizin oyununuzun parçası değiliz” anlamına gelen pratik boykot tavrı da, HDP açısından aynı sonucu verirdi.
HDP açısından kesin sonuçlar ortaya çıktıktan
sonra değerlendirilmesi gereken bir sorun şudur:
HDP’nin kalelerinde Hayır oylarının oranı, HDP’nin
genel seçimlerde aldığı oy oranına göre ortalama %
10‘a yakın bir gerileme gösteriyor. Bunda faşist baskı,
katliamlar, zoraki göçler, seçim çalışmalarının yoğun
engellenmesi gibi faktörlerin oynadığı belirleyici rolün yanında, HDP’nin siyaseti ile ilgili bir yanın da
olup olmadığı tartışılmak zorundadır.
5
gündem
6
teri değildir. Bunlar eğer CHP 367’yi tamamlayacak
desteği vermezse, MHP’ ile 330 eşiğini aşacak bir
Anayasa değişikliğini referanduma sunarak idam
cezasını yeniden getirme konusunda kararlıdır.İdam
cezası ilerde öncelikle devrimcilere ve fakat aynı zamanda askeri darbecilere karşı kullanılacak bir silah
olarak düşünülmektedir. Halka göz dağı vermenin
bir aracıdır. İdam cezası yasal hale getirilse bile, bu
yasa geriye dönük olarak cezası kesinleşmiş davalar
için uygulanamaz. Henüz kesinleşmiş karara bağlanmamış, süren davalarda idam cezası çıkması halinde,
burjuva hukuku biraz çarpıtılarak -ki bu konuda uzmandırlar- uygulanabilir. Yani eğer bu karar kısa sürede alınırsa, Fetöcü-darbeci olmakla suçlananların
bir bölümünün idamı da gündeme gelebilir.
“İdam cezası ister misiniz” sorulu bir referandumun sonucu bugünün Kuzey Kürdistan/Türkiye şartlarında aslında baştan bellidir. Böyle bir referandum,
aslında en temel insan hakkı olan, yaşama hakkının
oylamaya sunulmasıdır ve en baştan kategorik olarak
red edilmelidir.
İdam cezasının aceleyle gündeme getirilmesinin bir
nedeni de kuşkusuz gündemi belirleme kaygısıdır. Diğer yandan bunu gündeme getirenler, AB ile ilişkiler
bağlamında böyle bir adımın AB’ne üyelik görüşmelerinin bitişi anlamına geleceğini de bilmekte,bilinçli
olarak bu adımı atmaktadırlar. Tavır, AB’nin sınırlı
da olsa denetiminden de kurtulmak için takınılan bir
tavırdır. AKP/Erdoğan iktidarı kendini “batılı Hıristiyan değerlerin savunucusu” olarak da tanımlayan
AB’nin, kendi emperyal hayalleri olan bir Türkiye’yi
üye almasının zaten söz konusu olmadığının kesin bilincinde, “inceldiği yerden kopsun” noktasına gelmiştir. AB’ne üyelik görüşmelerini sonlandırmak demek,
tabii ki AB ülkeleri ile bütün ilişkilerin bıçakla keser
gibi kesileceği anlamına gelmemektedir. Karşılıklı
olarak hem AB ülkelerinin Türkiye ile ilişkilerde çıkarları, hem de Türkiye’nin çeşitli Avrupa ülkeleri ile
ilişkilerde çıkarları vardır. Bunlar şu veya bu düzeyde sürdürülecektir. Fakat hem AB açısından, hem de
öncelikle AKP/Erdoğan yönetimi açısından “maskeli
balo sona ermiştir”. İdam cezasının şimdi acilen gündeme getirilmesi bunun ilanı olacaktır.
*Egemen sınıflar, onların siyasi temsilcileri arasındaki iktidar dalaşında AKP/Erdoğan bu referandum
sonuçlarıyla önemli bir eşiği, seçimde geçerli oy kullanan halkın yarısından çoğununun desteğiyle atlamayı
başarmıştır. Şimdi o önümüzdeki dönemde iktidarını tahkim etme yönünde gerekli yasal değişiklikleri
yapıp “durmak yok yola devam” etmek istemektedir.
Bunun için istikrara ihtiyacı vardır. Görünen odur ki,
AKP eğer becerebilirse önümüzde 3 Kasım 2019’a kadar olan 30 aylık dönemi, gerekli yasal değişiklikleri
yapmak, bu arada bozulan ekonomik yapıyı düzeltmek, belli büyük yapı projelerini sonlandırmak için
kullanmak istemektedir. Aslında anda erken seçim
yapma niyeti yoktur. AKP/Erdoğan şu anda istediği yasayı çıkarabilecek meclis çoğunluğuna sahiptir.
Erdoğan’ın partinin başına doğrudan geçmesi ile, işler
daha da hızlanacak, başkanlık sistemi “partili başkan”
önderliğinde işletilecektir.
Buna karşı burjuva muhalefet elinden geldiğince
Türkiye’nin AKP tarafından yönetilemez olduğunu
ispatlamaya çalışacak eylemlere yönelecektir. Burada
AB’nin açık desteği -duruma göre ABD’nin de olabilirarkasında olacaktır.
Türkiye’de bir kaos ortamının ortaya çıkması halinde seçimin 2019 Kasım’ından önceye alınması, AKP/
Erdoğan’ın başvuracağı bir operasyon olabilir.
Ne Yapmalıyız?
Biz egemenlerin arasındaki bu iktidar dalaşında,
halkın bu iktidar dalaşının dayanağı olarak kullanılmasını engellemek için elimizden geleni yapmalıyız.
Biz egemenlerin iktidar dalaşında bunların birinin
yanında, diğerine karşı yer almayız.
Biz işçi sınıfı ve emekçi yığınların, bütün ezilenlerin kurtuluşunun kendi iktidarlarında olduğunu, egemenler içinde kötünün daha az kötüsünü tercih etmenin çözüm olmadığını anlatmak zorundayız.
Bizim görevimiz, işçi sınıfı önderliğinde gerçek
demokrasiyi kazanabilmek için, sosyalizmin yolunu
açacak halk devrimi için örgütlenmek ve mücadele
etmektir.
Bizim düşmanımız bir bütün olarak Türkiye’de bugün egemen burjuvazinin olan faşist düzenidir. Bu
düzenin savunucusu bütün partileridir.
Alternatif düzen partileri değil, işçi sınıfının partisidir. Görev devrime önderlik edecek bu sınıf partisinin inşasının derinleştirilmesine dört elle sarılmaktır.
Görev sınıf eksenli ve sınıf içinde siyasete, sınıfı aydınlatmaya örgütlenmeye dört elle sarılmaktır.
Bu görev, hele bugünkü şartlarda, zor ve meşakkatlidir. Fakat demokrasiyi kazanmak, sosyalizmin yolunu açmak için bu görevi yerine getirmekten başka yol,
başka çare yoktur.
28.04.2017
1
6 Nisan’da ipler kopuyor. Daha doğrusu bir şey
olacağı yok da ‘olacakmış‘ gibi bir anlayış yarattılar halklarımızın üzerinde. HAYIRCILAR ve EVETÇİLER olmak üzere Sömüreni- sömürüleni ikiye bölündü. Nutuklar atılıyor, pankartlar açılıyor, asılıyor,
ilanlar dört yanı sarmış ha bire boş buldukları her duvara, her direğe yapıştırılıyor. EVET! HAYIR!
Bu referandum olayı gerçekten bir bakıma iyi de
oldu diyebilirim. Kitleler uyuşukluklarını ve üzerlerine çökmüş biraz umutsuzluk, biraz da ‘bana ne’ ruh
halini silkeleyip attılar. Hani Gezi Parkı olaylarında
olduğu gibi bir durum söz konusu.
Yine bu referandum olayı tıpkı gezi parkında olduğu gibi Marksist Leninist ilkelerle yola çıkan, hedefine
aksayan reformları değil de devrimi koyan ve komünist devrimin propagandasını yapan önderlikten yoksun olarak gerçekleşiyor.
Aslında HAYIR diye haykıran halklar ve bu halkları oluşturan elleri ve ayakları prangalanmış, iliklerine
kadar sömürülen ve sömürülmekte olan kitleler anayasaya HAYIR diye haykırmıyorlar! Onların eski-yeni
anayasa falan umurlarında değil. Onlar aslında AKP
iktidarına, RT Erdoğan’a HAYIR diyorlar. Tahammül son noktasına, ta gırtlağa kadar gelmiş dayanmış.
Hani ‘Bıçak kemiğe dayandı’ diye bir söylem vardır ya!
İşsizlik, sefalet, adaletsizlik en doruk noktasında alarm
veriyor. İktidar Kuzey Kürdistan’da cephe açmış, hergün onlarca asker- sivil can veriyor. Savaş tüm şidde-
tiyle devam ediyor. Yer yer katliamlar yaşanıyor. Zindanlar tıka- basa devrimci, demokrat, yurtseverlerle
dolu. Yeni yeni modern hapishaneler ‘ha bre‘ süratle
yapılıyor. Bizden topladıkları paraların büyük bir
kısmını Lüks harcamalara, haksız savaşa, hapishane
yapmaya ve gereksiz emniyet teşkilatı harcamalarına
adeta savruluyor. Lüks harcama dedikse bir dakika
durup düşünmek gerekir.. Yüzlerce son model çelik
kasalı Mercedesler düşünün.. Bu lüks harcamalarda
bir damla sadece.. Elim varmıyor yazmaya.. Hoş sizler de biliyorsunuzdur birazcık sanırım. Bunlar artık
apaçık ortada.
25 Mart Cumartesi İzmir Narlıdere’de İzmir/Narlıdere Demokrasi Platformu’nun Demokrasi Evi açılışı yapıldı.
Saat 15.00’de yapılan açılış şöleninde 400’ü aşkın
bir katılım Mithatpaşa caddesinin kenarlarına kadar
taşıyordu. Açılış şöleninin iki tane çok önemli olumlaması şunlardı: Birincisi: Yeni Kapı Tiyatro gurubunun genç oyuncuları oynadıkları bir kaç güzel,
anlamlı skeçlerini Enternasyonel marşı ile kapatmalarıydı. İkincisi ise kitlelerde iktidara karşı olan nefretlerinin artık somutlaşması, pratiğe yığınsal olarak
yansıması olgusuydu.
Ancak kitleler henüz doğru bir önderlikten yoksun, bilinçleri gerçekten eksik hatta yanlış tam demokratik diyemeyeceğimiz reformist-gerici şeylerle
karartılıyor.
Bunun için en büyük eksiğin güçlü bir Marksist
Leninist önderliğin Henüz gerçekleştirilememiş olması, böyle bir önderliğin bırakın kitleleri öncüyü de
yeterince kucaklıyamamış olması gerçeğidir.
Başarılması gerekli bir görevle karşı karşıya olduğumuz muhakkak.
Bu ezgi nasıl da yüreklerimizin atışını hızlandırdı,
sıkılmış yumruklarımız bir kaya sertliğindeydi.
Derin uykudaydık/ Sesine uyandım/Ter içinde
kaldım/Uyku tutmadı
Yolun ortasında/Henüz onaltısında/Vuruyorlar
oysa/Bir şey yapmadı
Sanki onlar hancı/Halkına yabancı/Biz ise kiracı-
gündem
SOSYAL MEDYADAN
REFERANDUM’A DOĞRU
7
gündem
yız da/Evden atmalı
Birisi oy peşinde/Öteki rant peşinde/Kıyamet değilse bile/Bir şey kopmalı
Bir şey yapmalı hey/Bir şey yapmalı hey/Bir şey
yapmalı hey/Bir şey yapmalı hey
Yürüdük Mithatpaşa caddesi boyunca.. Içimizde
fışkırmış bir umut, bir heyecan, bir sevinç.
Mutlaka bir şeyler yapmalıyız. Sadece İnsanlığı
değil, Antroposen çağına kapitalizmin kâr hırsı yüzünden girmiş dünyamızı tüm canlı ve cansızlarıyla
birlik kurtarmak için bir şeyler yapmalıyız.
Bir şeyler yapmalıyız, bir şeyler yapmalıyız!
25.03.2017
YDİ ÇAĞRI okuru/İzmir
HÜKÜMETTEN ÇİFTE STANDART: FİĞEN
YÜKSEKDAĞ’IN VEKİLLİĞİ DÜŞÜRÜLDÜ!
H
8
DP Eş Genel Başkanı, Van Milletvekili Figen
Yüksekdağ’ın vekilliği, Başbakanlık tezkeresinin Meclis Genel Kurulu’nda okunmasıyla düşürüldü.
Figen Yüksekdağ hakkında “terör örgütü propagandası” yaptığı iddiasıyla eski Adana 7. Ağır Ceza
Mahkemesi tarafından 2013 yılı Kasım ayında verilen 10 ay hapis cezası, Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından 22 Eylül 2016 tarihinde onaylandı.
Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin imzasını taşıyan, 8 Şubat tarihli tezkerenin Meclis genel
Kurulu’nda okunmasıyla, Yüksekdağ’ın vekilliği
düşmüş oldu.
Anayasa’nın 76. Ve 84. maddesine göre, milletvekili seçilmeye engel bir suça ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararı Meclis Genel Kurulunda okunan üyenin
milletvekilliği, oylamaya gerek kalmaksızın düşmüş
oluyor.
Figen Yüksekdağ’ın vekilliğinin düşürülmesi siyasi bir edimdir. AKP hükümetinin HDP’yi bir bütün
olarak baskı altına alma siyasetinin ürünüdür.
Fezlekeler konusunda uygulama (DEP’li vekillerin tutuklanması hariç) bugüne kadar şöyleydi: Her
yasama döneminde vekiller hakkında fezlekeler düzenleniyordu. Fezlekeler ilgili yerlere iletiliyor, fakat
Meclis’te gündeme alınmıyor, yasama döneminin sonuna bırakılıyordu.
Bu uygulama hükümetin görüşmeler yoluyla Kürt
sorununu çözme siyasetini bir kenara bırakıp, içeride ve dışarıda savaş siyasetine geçmesiyle terk edildi. HDP hedef tahtasına konuldu. Başta Eşbaşkanlar
olmak üzere, seçilmiş vekiller tutuklandı. Binlerce
HDP yöneticisi, üyesi gözaltına alındı, tutuklandı.
Milletvekili seçilmeden önce aldığı bir ceza nedeniyle, seçilmiş bir vekilin vekilliğinin düşürülmesi
anti demokratik bir uygulamadır. Vekili seçen halkın iradesinin yok sayılmasıdır. Bu uygulama aynı
zamanda AKP hükümetinin çifte standartçılığına
da bir örnektir. Söz konusu HDP’li vekiller olunca,
bugün onlar hakkında düzenlenen fezlekeler yasama
döneminin sonuna bırakılmıyor, meclis gündemine
getiriliyor.
Demokratik siyaset yürüten HDP üzerinde faşist
terör uygulanıyor.
Tahliye edildikten iki gün sonra Şırnak vekili Ferhat Encü tekrar tutuklandı. 21 gün önce tahliye edilen Amed vekili İdris Baluken tekrar tutuklandı.
Baskılar, terör amacına ulaşamayacak, son sözü direnenler söyleyecek!
T.C devleti halklar hapishanesi bir devlettir. Halkların eşit, özgür bir şekilde yaşaması için sömürgeci, faşist devletin işçi sınıfı önderliğinde demokratik
halk devrimiyle yıkılması mutlak zorunluluktur.
Sömürgecilik, faşizm, sermayenin iktidarı yıkılmadan gerçek barış, özgürlük, eşitlik gelmeyecektir.
Bunun için diyoruz ki:
Faşizme ölüm tek yol devrim!
HDP üzerindeki baskılara son!
21.02.2017
A
dana Dersimliler Derneği’nde, 19 Mart Pazar
günü, YDİ Çağrı okurları tarafından egemenlerin ve işbirlikçilerinin 16 Nisan 2017’de yapacağı
referandum üzerine bir söyleşi düzenlendi. Söyleşiye
YDİ Çağrı okurlarının yanı sıra, dernek üyeleri, çeşitli semtlerden işçiler, bazı devrimci kurumlardan
yaklaşık 35 kişi katıldı. Saat 14’te başlayan söyleşi
16’ya kadar devam etti.
YDİ Çağrı Gazetesi adına yapılan açılış konuşmasında mevcut durumu değerlendirirken, esas olanın
1923 yılından beri yapılan anayasaların asıl tek bir
maddeye dayandığı, kendi dilinden, kendi dininden,
kendi ırkından başka hiç kimseyi tanımayan faşist
Kemalist ideolojinin bürokratik işleyiş tarzı olduğu,
Mustafa Suphilerin katlinden Cumartesi annelerine
kadar esasta hiç bir hak hukuk tanınmadığı, 19 Aralık katliamlarının sorumlusunun dönemin Başbakanı Bülent Ecevit olduğu, Çorum, Maraş, Sivas, Roboski katliamlarının mevcut anayasalar ile katillerin
meşrulaştırıldığı dile getirildi.
15 yıllık AKP iktidarının, gözaltılarla, baskılarla,
sürgünlerle, ihraçlarla, halklar üzerinde büyük bir
korku imparatorluğu yarattığını, yapılan değişikliğe
evet veya hayır demenin devrimciler açısından doğru olmadığı, hayır demenin 12 Eylül 1980 faşist anayasasına evet demek anlamına geleceği, bu iki tercih
esasında esasta bir fark olmadığı, AKP ve MHP’nin
bu dayatmasının kendi çıkarları temelinde yapıldığı, yapılan değişiklikler ile partili Cumhurbaşkanı
olmanın önünün açıldığı, Başbakanlık makamının
kaldırıldığı, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin daha
da genişletildiği, yapılan bu değişikliklerin işçi ve
emekçiler, ezilen halklar açısından esasta bir değişiklik yaratmadığı işçi ve emekçilerin asıl yapması
gerekenin veba ve kolera arasında bir tercih yerine,
referandumu boykot olması gerektiği vurgulandı.
Söyleşi TC’nin kuruluşundan bu yana işçi, emekçi
ve ezilen ulus ve milliyetlere, mezheplere uyguladığı baskı ve asimilasyon politikalarını uyguladığı, bu
sistemde bu kesimler için gerçek bir kurtuluş olamayacağı ve bu sistemdeki her türlü değişikliğe işçi sını-
fının bakış açısı ile yaklaşılması gerektiği ile başladı.
Ardından referandum ile yapılmak istenen değişiklikler maddeler halinde anlatıldı.
YDİ Çağrı Gazetesi adına temsilcimiz 18 maddelik
anayasa değişikliklerini sıralayarak, tüm maddeleri
önceki durum ile karşılaştırmalı olarak anlattı.
Yapılan değişikliklerin esasa ilişkin olmadığı, anayasanın faşist özünün korunduğu, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların penceresinden baktığımızda,
esas olarak bu anlamda hiçbir şeyin değişmediğini,
faşizmin devam ettiğini, bu nedenle yeni demokratik
bir anayasa talebinin dile getirilerek, referandumun
boykot edilmesi ve devrimci mücadelenin yükseltilmesini gerektiğini belirtti.
Sunum CHP’li olduklarını söyleyen bazı katılımcıların “boykot AKP’ye ve Erdoğan’a destektir” şeklindeki provokatif söylemleriyle yer yer kesilse de devam etti. Yine bir katılımcının salonu terk ederken
“siz faşistsiniz” diye bağırması tepkilere neden oldu.
Ancak bu provokasyona rağmen YDİ Çağrı okurları
sakinliğini koruyarak, söyleşiye devam ettiler. Ayrıca
sunum yapan arkadaş bu olay karşısında YDİ Çağrı
olarak devrimciler arası şiddete ilkesel olarak karşı
olduklarını, esas olanın görüşlerin özgürce paylaşılması ve demokratik bir ortamın yaratılması olduğunu vurguladı.
Sunum referandum sahtekarlığı ile sınıf açısından hiçbir şeyin değişmeyip faşizmin devam edeceği, bu nedenle tüm işçi ve emekçilerin kurtuluşun
egemenler arasındaki bu iktidar dalaşından medet
ummadan, sınıfsal mücadeleyi yükseltmeleri gerektiği, devrimcilerin bu ortamdaki misyonunun işçi ve
emekçilere doğru bir bilinç aktarmak olduğu, iktidar
dalaşındaki sahtekarlığa alet olmadan devrim için
örgütlenmek ve referandumu boykot etmek gerektiği
vurgulanarak söyleyişi sonlandırıldı.
Söyleşi katılanların teşekkür etmesi ile saat 16’ya
doğru bitti. Söyleşinin düzenlenmesi için bize kapılarını açan Adana Dersimliler Derneği’ne ve değerli
yöneticilerine teşekkür ederiz.
20.03.2017
YDİ Çağrı / Adana
gündem
ADANA’DA REFERANDUM ÜZERİNE
SÖYLEŞİ
9
gündem
10
B
PARTİZAN’A AÇIK ÇAĞRI
ir süreden beri kamuoyuna yayınlanan yazılar,
açıklamalar üzerinden Partizan içinde bir ayrışmanın, bölünmenin yaşandığı biliniyor. Ayrışmada anladığımız kadarıyla iki taraf var. Bir taraf öbür
tarafı “Yurt Dışı Merkezli Hizip” olarak değerlendiriyor. Diğer taraf öbür tarafı “Tasfiyeci, darbeci, çeteci
güruh” olarak değerlendiriyor. İki tarafta Partizan’ın
tek meşru temsilcisi olduğunu iddia ediyor. İki taraf
arasında yaşanılan sorunlar, “değerlere” sahip çıkma
adına şiddet kullanma noktasına varmıştır.
Partizan, Özgür Gelecek, Yeni Demokrat Gençlik
adına 26 Şubat’ta yapılan açıklama şöyledir:
“Ocak 2017 tarihinde saflarımızdan ayrıldığını ilan
eden sağ tasfiyeci hizip, bugün itibari ile Özgür Gelecek ve Partizan dergisinin Aksaray’daki merkez bürosunu basarak iki yoldaşımızı dövmüş ve büromuz
işgal edilmiştir. Bu unsurlar yoldaşlarımızı döverek
bir yere varacaklarını sanıyorlarsa fena halde yanılıyorlar. Bu saldırı ve taciz ilk defa yapılmıyor. Bundan
bir süre önce de aynı unsurlar defalarca büromuza
gelerek aynı yöntemle yoldaşlarımızı tehdit edip gitmişlerdi. Biz devrimci sorumluluğumuz gereği bu
durumu kamuoyuna yansıtmamıştık.
Devrimci kamuoyuna açık ve net olarak ifade ediyoruz ki, geleneğimiz ve ilkelerimiz devrimciler arası
şiddeti kesin olarak red etmektedir. Devrimciler kendi aralarındaki şiddetten çok zarar gördü. Biz tüm
taraftarlarımızı sükûnete davet ettiğimizi bir daha
belirtiyoruz. Ancak, tüm iyi niyetimize rağmen sabrımızı tes edenler bunun da bir sınırının olduğunu
bilmelidirler.
Büromuzu işgal edenlere sesleniyoruz; seçtiğiniz
yöntem düşmana hizmet etmektedir. Devrimci olmayan bu tutumunuzdan vazgeçin ve büromuzu derhal
terk edin
Tüm devrimci dergileri, parti ve örgütleri uygulanan bu şiddete karşı tavır almaya çağırıyoruz!”
“Değerlere sahip çıkma” adına gazete bürosunun
zorla işgal edilmesini, büro içinde bulunan iki insana
açıklamada belirtilen iddia doğru ise şiddet kullanılmasını yanlış buluyoruz.
Açıklamada “hizip”in uyguladığı şiddet eleştirilirken, şiddet ilkesel olarak reddedilmemekte, “sabrın
bir sınırı olduğu” belirtilmekte, büronun derhal terk
edilmesi istenmektedir. Bu tavır da şiddeti çağrıştırmaktadır.
Nedeni ve gerekçesi ne olursa olsun örgütsel ayrılıklarda şiddet kullanımı devrimci hareketin kanayan
yarasıdır. Bu konuda onlarca olumsuz örnek vardır.
Bölünmelerde yaşanılan olumsuzluklar, Partizan
içindeki bölünmede de yaşanmaya başlanmıştır.
İki tarafta Partizan ismini kullanmakta, iki tarafta
Partizan’ın tek meşru temsilcisi kendisinin olduğunu
söylemektedir. Anlayış bu olduğu için de gazete büroları işgal edilmektedir. Tarafların kullandığı dil, birbirlerini tanımlamaları şiddet kullanılmasına zemin
hazırlamaktadır.
İKİ TARAFA DA SESLENİYORUZ:
Arkadaşlar! Partizan’ı siyasi çizgisindeki bütün
yanlışlarına rağmen devrimci bir grup olarak gördük
görüyoruz. İki tarafı da devrimci olarak değerlendiriyoruz. Nedeni ne olursa olsun sorunlarınızı çözme de
şiddet kullanımı ilkesel olarak reddedin. Sorunların
çözümünde ideolojik mücadeleyi, barışçıl yöntemlerini esas alın. Sorunların çözümünde kullanılacak
şiddet sadece Partizan’a zarar vermez. Devrimci hareketin bütününe zarar verir. Devrimciler arasında
şiddet kullanımı devrime değil karşı devrime yarar.
İki tarafın da Partizan’ın tek meşru temsilcisi olduğunu iddia etmesi de doğru değildir. Ortada bölünme, iki taraf varsa, taraflardan hiç biri tek başına
eskiden içinde birlikte çalışılan örgüt değildir. Taraflar daha önce birlikte çalışılan örgütü değil, yalnızca
kendini temsil etmektedir.
“Yaratılan değerler” de sadece bir tarafın değil iki
tarafın da emeği vardır. Bu nedenle “değerlere” bir
tarafın sahip olmak istemesi doğru bir tutum değildir. Ortak yaratılan “değerler” tarafların gücüne göre
paylaştırılmalıdır. Doğru tutum budur. Yaratılan değerlerin paylaştırılması konusunda taraflar anlaşamıyorsa, o zaman bu paylaşma iki tarafın da devrimci
olarak gördüğü grupların temsilcilerinden oluşturulacak bir komisyon tarafından yapılabilir.
Devrimciler arasında şiddet kullanımı, taktik bir
sorun değil ilkesel bir meseledir.
İki tarafı da sorunlarında şiddet kullanımı ilkesel
olarak reddettiklerini, sorunları barışçıl temelde çözmeyi esas aldıklarını açıklamaya çağırıyoruz.
27.02.2017
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI
R
eferanduma sunulan Anayasa değişiklik paketi üzerine yapılan tartışmalarda, değişikliklere
karşı olanların bir bölümünün getirdiği bir argüman
da Anayasa değişiklikleri sandıktan geçerse T.C’nin
rejimin değişeceği argümanıdır.
Bugün T.C devleti rejiminin nasıl bir rejim olduğunu, rejimin değişip değişmeyeceğini anlamak için
geçmişe gitmek, T.C’nin kuruluşundan bu yana kat
ettiği mesafeleri kısaca irdelemek gerekiyor. Geçmişi bilmeden, bugün var olanı doğru yorumlamadan,
gelmekte olanı doğru tahlil etmek mümkün değildir.
T.C’nin kuruluşundan bu yana sistem:
*Türkiye’de T.C devleti kurulduktan, 1925 Takriri
Sükun Kanunu ile Kemalist diktatörlük iktidarını
sağlamlaştırdıktan bu yana faşizm hüküm sürmektedir. Faşizm üstten, emperyalizmle işbirliği içinde
olan asker, sivil bürokratik elit tarafından uygulana
gelmektedir. Parlamenter demokrasi faşizmin, gerekli görüldüğünde yer yer kaldırılıp atılan maskesi
olagelmiştir.
*T.C’nin “laik, demokratik, sosyal bir hukuk” devleti olduğu büyük bir yalandır.
T.C. hiçbir zaman gerçek anlamda laik bir devlet
olmamıştır. T.C bir Müslüman devleti olarak kurulmuştur. Laiklik Anayasaya CHP’nin 1936’da yapılan
Kongresinde programlaştırdığı 6 okun biri olarak
girmiştir. Devlet bu Müslümanlığın da nasıl yorumlanacağını, devletin ilk ve en önemli kurumlarından
biri olarak 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından belirlemiştir. T.C devleti içeriği
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından belirlenen Sünni İslam devletidir. Adına laiklik denen şey budur.
T.C hiç bir zaman demokratik olmamış, askerin
doğrudan yönetime el koyduğu dönemler dışında
üzeri yer yer parlamenter yönetim ile örtülmeye çalışılan faşist bir devlet olmuştur.
T.C hiç bir zaman sosyal bir devlet olmamış, bütün
burjuva devletler gibi sosyalliği burjuvazinin çıkarlarını en iyi şekilde savunmak biçiminde anlamış ve
uygulamıştır.
T.C hiçbir zaman bir hukuk devleti olmamış, hukuk her zaman burjuva devletin, onu anda elinde bulunduran kliklerin hukuku olmuştur.
*Türkiye’de 1946’ya kadar tek parti, tek şef -önce
Ebedi Şef Atatürk, sonra Milli Şef İnönü- iktidarı
vardır. Devlet, CHP devleti konumundadır. CHP’nin
şefi, devletin şefidir. CHP’nin programı, devletin
programıdır. Parlamento faşizmin üzerini örten ince
bir şaldır. Bu dönemde uygulanan yönetim sistemi
aslında şimdi AKP’nin yapmaya çalıştığına benzer
alaturka başkanlık dönemidir.
*1946’da geçilen çok partili dönemde de tekçi 1924
Anayasasında özsel hiçbir değişiklik yoktur. Burjuvazinin ve toprak beylerinin bir bölümünün 1950’de
“Yeter Söz Milletin” sloganıyla çoğunluğu kazanıp
işbaşına geçen partisi Demokrat Parti döneminin ilk
yıllarında burjuva demokrasisi yönünde atılan küçük
adımlar kısa sürede durdurulmuş, DP’de kendi iktidarını verili faşist yapı ve yasaları kullanarak tahkim
etme yolunu seçmiş, bu dönemde de millet egemenliği adı altında, parlamenter demokrasi maskeli faşizm
sürmüştür.
*1960’da, DP’nin devlet bürokrasisini bütünüyle
kendine göre dizayn etme ve bu arada Türk burjuvazisini büyütme adına yeni müttefikler arama çabaları, yerleşik Kemalist bürokrat elitin askeri darbesiyle
karşılanmış, Milli Birlik Komitesi adına iktidara el
koyan askeri cunta parlamenter demokrasi maskesini
geçici olarak yırtıp atmıştır.
*1960 cuntasının dikte ettiği Anayasa ile –çokça solun bir kesimi tarafından Türkiye’nin en demokratik
Anayasası diye anılır- sivil, seçilmiş yönetimler resmen atanmış devlet bürokrasisinin en başta da askerin Anayasal vesayetine sokulmuştur.
*12 Mart 1971 muhtırası ile ordu, Türkiye’de iktidarın kimde olduğunu göstermiş, sivil seçilmiş siyasetin yönünü belirlemiştir. Parlamenter demokratik
sistem denen sistem, gerçekte özünde merkezinde askeri bürokrasinin durduğu devlet bürokratik elitinin
faşist sistemidir. Parlamento bu sisteme demokratik
meşruiyet kazandırma işlevini gören ve her an vaz geçilebilir bir araçtır yalnızca.
gündem
KURULUŞUNDAN BU YANA T.C’NİN
YÖNETİM SİSTEMİ ÜZERİNE TEZLER
11
gündem
12
*Bu 1980 12 Eylül askeri darbesinde bir kez daha
görülmüştür. Burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamayan Parlamento beş general tarafından tatile çıkarılmış, partiler geçici olarak yasaklanmış, Cuntanın
dikte ettiği 1982 Anayasası ile faşist düzene yeniden
çeki düzen verilmiştir.
*Daha sonra da ordu ve yargı bürokrasisi eliyle
parlamenter demokrasiye bir çok kez sınırları gösterilmiştir. 28 Şubat 1997 muhtırası ile Erbakan-Çiller
hükümeti devrilmiş, 27 Nisan 2007 muhtırası sonrasında bir yargı hokkabazlığı ile Abdullah Gül’ün parlamentoda Cumhurbaşkanı seçilmesi engellenmiştir.
*1982 Anayasası, onlarca kez değiştirilmiş olmasına
rağmen, onun “Atatürk milliyetçiliği”ni temel alan,
Türk olmayan milliyetleri tanımayan, hepsini zorla Türk milleti adı altında toplayan, “vatanı ve milleti ile bölünmezliği” değişmez, değiştirilmesi teklif
edilemez hüküm haline getiren tekçi, aşırı merkezci
faşist özü olduğu gibi durmaktadır. AKP/Erdoğan
yönetimi, özellikle 2010’dan bu yana tehdit altında
gördüğü iktidarını koruma çabası içinde giderek artan bir şekilde bu faşist Anayasa’ya dayanarak faşizmi
yoğunlaştırmaktadır. Özellikle 2015 Temmuz’unda
Kuzey Kürdistan’da yeniden başlayan ve yoğunlaşan
sömürgeci savaş, 2016 15 Temmuz Fethullahçı darbe
girişiminin bastırılması, Türk ordusunun Suriye’deki savaşa doğrudan katılımı ile bu yoğunlaşma daha
da koyulaşmıştır.
*Bugün Türkiye’de/Kuzey Kürdistan’da
yaşanan süreç, burjuva demokrasisinden faşizme geçme süreci değil, bütün cumhuriyet tarihi boyunca süren,
yer
yer gerileyen faşizmin, yeniden bu kez sivil seçilmiş
bir yönetim eliyle yoğunlaştırılması sürecidir.
*Şu anda var olan sistem, gerçekte seçilmiş bir
Cumhurbaşkanının siyasi hiçbir sorumluluk taşımaksızın, hiçbir parlamenter demokratik yönetim
sisteminde olmayan olağanüstü yetkilerle donatılmış
olduğu ne idüğü belirsiz sistem olup başkanlık sistemine parlamenter sistemden daha yakın olan bir sistemdir. Uygulamada Erdoğan seçimlerde söz vermiş
olduğu gibi, ”yetkilerini sonuna kadar”, hatta sınırları yer yer aşıp, zorlayarak kullandığı bir başkanlık
sistemidir.
*Bu sistemin açıkça alaturka başkanlık sistemine
dönüştürülmesi ile, böyle kalması arasında, Erdoğan
cumhurbaşkanı olduğu ve AKP’nin ve mecliste hükümet çıkaracak çoğunluğa sahip olduğu sürece özde
bir fark yoktur. Alaturka başkanlığın andaki duruma
göre, Erdoğan açısından tek yararı, “Anayasaya aykırı
hareket etme” suçlamalarının temelinin ortadan kaldırılması olur.
* Nisan ayında yapılacak referanduma sunulan
Anayasa değişiklikleri ile T.C’de rejim değiştirilmiyor. Değiştirilmek istenen yönetim sistemidir.
Türkiye’de hüküm süren burjuvazinin diktatörlüğü
biçim değiştiriyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetimi merkezinde ordunun durduğu atanmış bürokrasinin elinden alınıp, seçilmiş sivil siyasetin eline verilmek isteniyor. Kağıt üzerinde var olan parlamenter
sistem yerine alaturka bir başkanlık sistemi getirilmek isteniyor. Değiştirilmek istenen yönetim sisteminin burjuva demokrasisi ile ne kadar ilgisi varsa, getirilmek istenenin de ilgisi o
kadardır. İkisi de tekçi, merkeziyetçi,
şoven milliyetçi, ikisi de faşisttir.
Şubat 2017
2
017 yılında, Ekim Devriminin 100. Yıldönümünde Ekim Devriminin kazanımlarından öğrenmeye devam ediyoruz.
26 Mart Pazar günü Güney Kültür Merkezinde,
Yeni Kadın Dünyası olarak, Ekim Devriminin kadın
sorunundaki kazanımları konulu bir panel gerçekleştirdik.
Proleter devriminin bu alandaki tüm kazanımlarını bir panele sığdırmak mümkün olmadığından kendimizi esas olarak iki ana başlık ile sınırladık.
Kadın ve politika. Kadın, toplumsal ahlak ve aile.
Ekim devriminin kazanımlarına geçmeden önce,
bir kadın arkadaş, Rus proletaryasının iktidarı ele
geçirmesinden önceki, Çarlık Rusya’sında kadının
durumunun ne olduğunu ortaya koydu.
Çarlık döneminde kadınlar adeta köle olarak görülüyordu. Bu kölelik yasal hale getirilmişti. Kadınların
her türlü özgürlükten yoksun, adeta bir eşya gibi muamele gördüğü bir dönemdi.
Örneğin erkeğin izni olmadan kadının yer değiştirmesi ya da pasaport alması mümkün değildi. Kadının, ailenin reisi olarak erkeğin tüm isteklerine boyun eğmesi, Çarlık yasaları tarafından güvence altına
alınmıştı.
Evlilik dışı annelik çok büyük bir ahlaksızlık olarak
değerlendiriliyor ve kürtaj kürek cezası ile cezalandırılıyordu.
Ekim Devrimi ve politika ile ilgili konuşan kadın
arkadaş kısaca şunları dile getirdi:
Çarlık döneminde kadınlar hiç bir siyasal ve sosyal hakka sahip değillerdi.
Seçme ve seçilme hakkı olmadığı gibi
birçok meslek kadınlara tamamen kapalıydı.
Devrimci mücadele yükseldikçe işçi
kadınlar da bu mücadelede yerlerini almaya başladılar. “Laferme İsyanı” bunlardan sadece birisidir.
Ezilen kadın yığınlarının da aktif
olarak yer aldığı Ekim Devriminin ardından proletarya iktidarı, kadının
kurtuluşunun yolunu açacak ilk yasa kararnamelerini çıkardı.
Partinin kadınların politikleşmesi için önüne koyduğu hedeflerden en önemlileri partisiz kadınların
parti içerisinde örgütlenmesi ve partili kadınların
yönetim organlarında temsil edilmesi göreviydi.
Oluşturulan kadın seksiyonları ve kadın delege toplantıları ile kadınları hem partiye hem de toplumsal
faaliyete çekmek için çok önemli mücadeleler verildi.
Partinin önüne koyduğu en önemli hedeflerden birisi emekçi kadınların devletin yönetimine doğrudan
katılımını sağlamak idi.
Lenin’in “her aşçı kadın devleti yönetebilmeli” şiarı ile yola çıkan komünist partisi, kadınlar politikaya
çekilmeksizin yığınların politikaya çekilemeyeceğini
bilen komünistler yürüttükleri olağanüstü çabalar
sayesinde 1934 yılına gelindiğinde kadınların Sovyet
seçimine katılım oranları, kırlarda %80,3, şehirlerde
%89.4’lere varmıştı.
Kadın, toplumsal ahlak ve aile konusunda sunum
yapan kadın arkadaş sunumunda şunlara değindi:
Proletarya, iktidarı ele geçirdikten sadece iki ay
sonra “Boşanma hakkında kararname” ve “medeni
evlilik, çocuklar ve nüfus kütüğünün yürürlüğe konulması üzerine” iki kararname çıkarıldı.
Bu kararnameler ile boşanmalar son derece kolaylaştırıldı.
Eşit mal paylaşımı düzenlemesi, eşit oy hakkı, eşit
gündem
EKİM DEVRİMİ VE KADIN
ETKİNLİĞİ
13
gündem
14
işe eşit ücret, çocuklar üzerinde eşit söz hakkı, kilise
evliliğinin geçersiz kılınması, evlilik içi doğan çocuklar ile evlilik dışı doğan çocukların yasa önünde
eşit haklara sahip olması bu kararnamelerde yer alan
düzenlemelerden sadece bazıları idi.
1918, 1920 ve 1921 yıllarında bu alanda yapılan
yeni yasalarla kadınların yasalar önünde tam eşitliği
sağlanırken pratikte henüz çok uzun ve
sabırlı bir mücadelenin
verile-
si gerekiyordu.
Sovyetler Birliğindeki deneyimlere, kazanımlara
bakıldığında, özellikle toplumsal ahlak, aşk ve sevgi
ilişkileri ve aile yapısı meseleleri en zor ve en karmaşık meselelerdi. Çarlık Rusya’sının despotizminden
kurtulan geniş işçi ve emekçi yığınlarının bilinç ve
kültür seviyeleri yasal alanda atılan adımların pratiğe
uygulanmasına henüz izin vermiyordu. Bu nedenle
zaman zaman geri adımların atılması, eksikliklerin
ve hataların gündeme gelmesi kaçınılmaz oluyordu.
Fakat Sovyet Devleti bu alanda attığı her adımda işçi
ve emekçi kadınların ve sosyalist toplumun çıkarlarını merkezine koyuyordu. Gerek 1930’lu yıllardan
sonra izlenen kürtaj siyaseti gerekse 1940’lı yıllardan
sonra Sovyet ailesinin güçlendirilmesi siyaseti hep bu
iki olgu göz önünde bulundurularak belirlendi.
Sovyet devletinin bu alandaki mücadelesinin
merkezinde duran diğer bir konu fuhuşa karşı
mücadele idi. Bu konudaki gerçek hiçbir zaman
gizlenmiyor, örneğin 1938 yılında yapılan bir
açıklamada savaştan önce 20 bin fahişenin olduğu Moskova’da hala 400 tane fahişenin olduğu
belirtiliyordu.
Bir diğer önemli mücadele alanı erkek şovenizmine karşı idi. Özellikle aile içerisindeki erkek egemenliğine karşı çok zorlu bir mücadele
yürütüldü.
Sonuç olarak:
Sovyet Sosyalist Devlet açısından öne konan hedef kadın cinsinin bin yıllar süren
köleliğinin ortadan kaldırılması ve kadın
cinsinin ezilen cins olmaktan çıkarılması
idi.
Bu aynı zamanda yeni insanı, yepyeni
bir kadın-erkek neslinin yaratılması mücadelesiydi.
Bu çok büyük ve çetin bir işti.
Sovyetlerin önünde ne yazık ki yararlanabileceği olumlu bir deneyim
yoktu. Her şeyi pratikte sınayarak,
zaman zaman ileri adımlar atarken
zaman zaman da geriye gitmek zorunda kaldı.
Fakat tüm bunlara rağmen elde
edilen kazanımlar ve dünya komünistlerine bırakılan miras muazzamdır.
Sunumların ardından soru cevap ve tartışma bölümüne geçildi. Bu bölümde özellikle Sovyetlerde
izlenen kürtaj siyasetinin doğru olup olmadığı, parti
kademelerinde kadınların temsili, aşk, sevgi ilişkileri
ve komünist ahlak üzerine tartışmalar yürütüldü.
Güney Kültür Merkezinin Ekim devriminin kazanımlarını konu edinen kısa bir tiyatro gösterisi ilgi
ile izlendi. Ardından kadın arkadaşların, söylediği
kadın şarkıları ve kadın marşı ile etkinlik sona erdirildi.
26.03.2017
gündem
AKP HÜKÜMETİ İLE AB ARASINDA
ÇELİŞMELER SERTLEŞİYOR...
AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE!
1
6 Nisan’da Anayasa değişiklikleri üzerine referandum yapılacak. AKP hükümetinin bakanları, AKP yetkilileri Avrupa ülkelerinde propaganda çalışması yapmak istiyor. Almanya, Hollanda,
Avusturya AKP’li bakanların propaganda toplantıları yapmalarına izin vermedi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya karayolu
ile Almanya üzerinden Hollanda Rotterdam’a gitti.
Türkiye Konsolosluğu’na yakın bir noktada polis tarafından konvoyu durduruldu ve konsolosluğa gitmesine izin verilmedi. Hollanda’ya geldiği ülke olan
Almanya’ya sınır dışı edildi. Dışişleri Bakanı Mevlüt
Çavuşoğlu’nun uçağının Hollanda’ya inmesine izin
verilmedi. Türkiye Rotterdam Konsolosluğu önünde
toplanan kitle polis tarafından zor kullanılarak dağıtıldı.
Cumhurbaşkanı RT Erdoğan, AKP hükümeti konu
hakkında “gereken yapılacak, misliyle karşılık vereceğiz” açıklamaları yaptılar. Hollanda elçiliği ve konsolosluğu önünde AKP yanlısı gösteriler yapılmaya
başlandı.
AKP hükümeti ile Avrupa Birliği arasında çelişmeler sertleşiyor. AB’nin Avrupa’da AKP’li bakanların
referandum çalışmasına gösterdiği tepki siyasi bir tavırdır. AKP hükümetinin batı nezdinde istenmeyen
bir hükümet olması ile ilgilidir.
Bunun yanında iç kamuoyuna dönük olarak, şimdi bütün burjuva partilerin faşist partiler tarafından
kullanılan islamofobik ve “yabancı” düşmanı siyasetleri ile güçlenmesi sonucu, onlarla aynı kulvarda yarışa girmesi de gelişmelerde rol oynuyor. 15 Mart’ta
Hollanda’da Genel Seçim var. Fransa ve Almanya’da
da seçimler sırada. “Yabancı” düşmanlığı ve islamofobi oy getirici konular.
AB AKP’Yİ NEDEN İSTEMİYOR?
AKP iktidarının ilk döneminde, özellikle 20042008 yılları arasında Türkiye/AB ilişkileri görünürde
gayet iyi idi. Bu dönemde AKP, hükümet olmasına
rağmen henüz iktidar önemli ölçüde yerleşik Kema-
list bürokratik elitin elinde olduğu, bürokratik elitin geriletilmesinde AKP’nin Avrupa’nın desteğine
ihtiyacı olduğu için, AB’nin verdiği “ev ödevleri”ni
yerine getiren “uysal” bir resim çiziyordu. Fakat bu
dönemde de Avrupa’daki, öncelikle Hristiyan demokrat/tutucu ve açık faşist siyasetçiler ki bunlar AB
kurumlarında egemen idiler, Müslüman/doğulu bir
ülke olarak gördükleri Türkiye’nin AB’ne tam üye
olmasına açıkça karşı idiler.Buna karşı Türkiye’de de
oldukça güçlü bir anti- Avrupacı akım vardı.
Sonraki gelişme aşamasında AKP, Gezi hareketi,
17-25 Aralık 2013 olayları ve 15 Temmuz 2016’da yapılan askeri darbe girişimini kendisine karşı, batının
desteğinde, bilgisi dahilinde yapılan hareketler olarak değerlendirerek batıya karşı eleştiriler getirmeye
başladı. Batıyı ikiyüzlü olmakla, terörizme destek
vermekle suçladı. Bu suçlamalara karşı batıdan tepkiler gelmeye başladı. AKP ile batı arasında bugün güven ilişkileri yoktur. Batı nezdinde AKP istenmeyen
bir hükümettir. Emperyalistler, AKP’nin alternatifini
bulsalar AKP’yi götürmek için her yola başvuracaklardır. Alternatifini bulamadıkları için, aralarındaki
çelişmeleri de gözönüne alarak AKP hükümeti ile
kerhen idare etmeye çalışıyorlar. Uluslararası büyük
güçler açısından Erdoğan, AKP hükümeti güvenilir,
kontrol edilir bir hükümet olmaktan çoktan çıkmıştır. Uluslararası alanda batılı emperyalistler AKP’yi
tecrit etmeye yönelen bir siyaset izlemektedir.
Batılı emperyalistler ekonomik alanda da AKP hükümetini baskı altına almaktadır. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının AKP hükümetine
karşı resmen saldırıya geçmesi ekonomiyi etkileyebilecek gelişmelerdir. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları, Türkiye’nin kredi notunu siyasi saiklerle düşürüyor. Uluslararası kredi derecelendirme
kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi,
doğrudan doğruya AKP hükümetini ekonomik baskı
altına almaya, zayıflatmaya çalışan bir edimdir. Uluslararası sermaye, Türk hükümetini ekonomik olarak
sıkıştırmak için adımlar atıyor. Atılan bu adımlar
etkisini gösteriyor. Uluslararası kredi derecelendir-
15
gündem
ler -Afganistan, Irak- işgal edilir. AB
ile AKP’nin arası iyi olsaydı bu tepkiyi göstermeyeceklerdi! Bu nedenle
AB’nin tavrı iki yüzlüdür. İnsan hakları, demokrasi ile alakası yoktur.
AKP NE YAPIYOR?
16
me kuruluşları esasında verdiğiniz krediler geri dönmeyebilir mesajı veriyor. Bu resmen Türkiye’ye karşı
ekonomik savaştır. AKP hükümeti, uluslararası sermayenin ekonomik savaşına karşı direnmeye çalışıyor! Bakanlar kamuoyuna moral vermeye çalışıyor!
Batılı emperyalistlerin elinde en önemli kozlardan
biri ekonomiyi bozmaktır. Türkiye bugün gelinen
yerde, batılı emperyalistlerin dedikleri doğrultuda
hareket eden bir ekonomik politikaya sahip değildir.
Türkiye kendi çizdiği ekonomik politikayı uyguluyor.
Ve bu bağlamda batı, Türkiye’yi baskı altına almak
için her türlü aracı deniyor.
AKP hükümeti emperyalizme bağımlılıktan kurtulmak için adımlar atıyor. Ortadoğu’nun yeniden
paylaşımında masada olmak istiyor. Bunun için
Suriye’de savaş yürütüyor. Irak’ta askeri güç bulunduruyor. Ortadoğu’da yayılmacı siyaset izliyor, büyük güç olmak istiyor. Çıkarları emperyalistlerin
çıkarları ile çatıştığında kendi çıkarlarının mücadelesini veriyor. Gelinen noktada emperyalist emelleri
olan bir ülkedir Türkiye! Bütün bunlar batılı emperyalistlerin hiç hoşuna gitmiyor. Kendi dikte ettikleri
siyaseti izlemeyen, ekonomik programı uygulamayan
AKP hükümetini istemiyorlar.
AKP hükümetinin Avrupa’da yapmak istediği referandum çalışmasına AB’nin gösterdiği tepkinin arka
planında bu gelişmeler yatmaktadır. AB’nin gösterdiği tepkinin insan hakları, demokrasi, özgürlüklerle
bir alakası yoktur. Emperyalizmde belirleyici olan
dostluk değil çıkarlardır. Çıkarlar neyi gerektiriyorsa
o yapılır. Çıkarlar gerektiriyorsa Mısır’da olduğu gibi
askeri darbe desteklenir. Çıkarlar gerektirdiğinde
insan hakları, demokrasi maskesi kullanılarak ülke-
AKP hükümeti AB’nin iki yüzlü
tavırlarını eleştirirken, bir toplantının yasaklanması tavrını faşist tavır
olarak değerlendirirken, Hollanda ve
Almanya’yı Nazizmle suçlarken kendisi ne yapıyor?
AB’de burjuva demokrasisi faşist
tedbirlerle el ele yürüyen bir yönetim
biçimidir. Türkiye’de ise AKP hükümeti tarafından
koyu bir faşizm uygulanmaktadır. T.C devleti faşist
bir devlettir.
Kuzey Kürdistan Türkiye’de faşizmi koyulaştıran,
sıradan basın açıklamalarına bile tahammül edemeyen AKP hükümetidir. AKP hükümeti ülkeyi Kanun
Hükmünde Kararnamelerle yönetmektedir. Kendisine muhalif olan kesimlerin sesi her türlü araç kullanılarak kesilmek istenmektedir. Tv kanalları, gazeteler, dergiler, dernekler, vakıflar kapatıldı. Seçilmiş
belediye yöneticileri, milletvekilleri tutuklandı. İlçeler yakıldı yıkıldı. İnsanlar vahşice bodrumlarda diri
diri katledildi. Yürüyüş, basın açıklamaları yasaklandı, yasaklanıyor. AKP hükümeti açık faşist terör
uyguluyor.
Almanya’da bir toplantının engellenmesi, izin verilmemesi faşist edim ise AKP’nin sıraladığımız kimi
uygulamaları ise faşizmin daniskasıdır.
AKP hükümeti AB’nin gösterdiği tavrı, çelişmeleri
referandumda Evet oylarına dönüştürmek için kullanacaktır. AKP’nin “mağdur” pozisyonu kendisine
hep oy getiren bir etken vazifesi görmüştür. AB’nin
Hayır Cephesinin bir unsuru olarak devreye girmesi,
her ne kadar Hayır Cephesi için sevindirici bir durum olsa da, getirisinin kime olacağı sonuç olarak
16 Nisan’da görülecektir. Bu dalaştan oy bazında
AKP’nin kazançlı çıkacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok!
Emperyalist bir birlik olan AB ile emperyalizmin
işbirlikçisi AKP hükümeti arasında ki dalaşta; taraf
tutulacak bir durum söz konusu değildir. Böyle olduğu için de al birini vur ötekine diyoruz.
13.03.2017
güncel
“ERMENİ SORUNU”NDA
KIVILCIMLI’NIN TAVRI
Kıvılcımlı özel olarak soykırım
hakkında tavır takınmamaktadır.
Onun ele aldığı mesele “Türkiye’de
ulusal sorun”dur. Bu konuda ise
Kıvılcımlı, Ermeni ulusal sorununu
emperyalizmin yayılmacı siyasetine,
somut olarak da İngiliz ve Çarlık
Rusyası emperyalistleri arasındaki
dalaş ve Kürt-Ermeni karşıtlığı
temelinde ele almaktadır.
S
on yıllarda soykırımla ilgili yapılan kimi panel veya seminerlerde Kuzey Kürdistan-Türkiye devrimci ve komünist hareketinin soykırımla
ilgili tavırları üzerine yürüyen tartışmalarda, yer
yer kimi katılımcılar, soykırım konusunda Hikmet
Kıvılcımlı’nın ilk tavır takınanlardan biri olduğu görüşünü dile getirdi. Biz de dergimizin 181. sayısında
TKP’nin soykırım hakkındaki tavrını -elimizdeki
belgeler çerçevesinde- ortaya koyduk. Bunu yaparken
Kıvılcımlı’nın tavrı hakkında şu tespiti yaptık:
“Bu dönemde Hikmet Kıvılcımlı’nın cezaevindeyken
takındığı tavır, söz konusu yazılarının kamuoyuna yayınlanmaması ve TKP içinde de tartışmaya sunulmaması sonucu, ‘Ermeni sorunu’nda TKP’nin tavrının
geliştirilmesi açısından herhangi bir rol oynamamıştır.
Kıvılcımlı’nın söz konusu yazılarından ulusal sorunla
ilgili olanı ‘Şark Meselesi’ adıyla 1978’de yayınlanmış,
yazıların tümü ise ‘YOL’ başlığıyla ancak 1992 yılında yayınlanıp kamuoyuna sunulmuştur. Kıvılcımlı’nın
kendisi söz konusu yazıların ‘yok edildiği’nden yola
çıkmaktadır. Sonuçta TKP Merkez Komitesi’nin söz
konusu yazıları gerek TKP içinde gerekse de devrimci
kamuoyunda tartışmaya sunmamasının yanlışlığı ortadadır. Kıvılcımlı’nın ‘Ermeni sorunu’ndaki tavrının
değerlendirilmesi ise bu makalenin sınırlarını aşmaktadır. Bu görevi bir başka makalede yerine getirmeye
çalışacağız.” (YDİ Çağrı, sayı 181, sayfa 33-34)
Bu makalemizde hem okurlarımıza verdiğimiz
sözü yerine getirmeye hem de TKP’nin tavrının bir
parçası olarak Kıvılcımlı’nın özellikle “Türkiye’de
ulusal sorun” başlıklı yazısında “Ermenilik” meselesiyle ilgili görüşlerinin bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Burada şunu da belirtmeyi gerekli görüyoruz: Kıvılcımlı’nın yazılarının tümünü okumuş
değiliz. Değerlendirmemiz “YOL” başlığıyla 1992 yılında yayınlanan iki ciltlik yazılara, somut olarak da
ulusal sorun bağlamında takındığı tavıra dayanmaktadır. Okurlarımızdan talebimiz ve ricamız, ellerinde
bu konuda Kıvılcımlı’nın başka tavrı varsa eğer, bize
17
güncel
iletmeleri ya da kaynak göstermeleridir.
Kıvılcımlı hakkında yazılanlara baktığımızda söz
konusu bu yazıların 1933 sonlarında ya da 1934 başlarında TKP Merkez Komitesine teslim edildiğidir.
“YOL” yazılarını yayınlayanların verdiği bilgiye göre
Kıvılcımlı’nın kendisi bu yazıların, ona göre “araştırmaların” yok edildiği düşüncesindedir. Bu konuda
ortaya çıkan soruların başında, eğer Kıvılcımlı söz
konusu yazıların yok edildiğini düşünüyorsa -haklı da olabilirdi- neden 1930’lu yıllardan sonraki dönemde, öldüğü 1971 yılına kadar bu konuda herhangi
bir tavır takınmadığı sorusudur. Tüm yazılarını okumadığımızı belirtme kaydıyla, okuduklarımız arasında bu konuda herhangi bir tavır takınmadığını söyleme durumundayız. Eğer tersini ispat etme durumu
yoksa, Kıvılcımlı’nın bu konuyu 1930’lar sonrasında
önemsemediği değerlendirmesini yapmak doğru olacaktır.
Okurlarımızın Kıvılcımlı’nın bu konudaki tavrını bütünlük içinde okuyabilmesi ve değerlendirme
yapabilmesi için de söz konusu “Ermenilik” başlıklı
bölümün tümünü aktarıyoruz. Bu bölümden önce
Kıvılcımlı’nın yaptığı açıklama, Kıvılcımlı için esas
sorunun Kürt sorunu olduğunu ve bu nedenle de “Ermenilik” meselesine “kısaca bir işaret edelim” diyerek “Ermeni sorunu”nu tali bir sorun olarak gördüğünü göstermektedir. “Kısaca bir işaret”i ise aşağıdaki
gibidir.
“Ermenilik
18
Osmanlı İmparatorluğu’nda, Çarlık Rusyası ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üzerinde başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Doğu illerinde bir Ermenistan hükümeti ya da
özerkliği kurup kurmamak sorunuydu. Bu soruna bir
zamanlar ‘Şark Meselesi’ denirdi. Osmanlı İmparatorluğu derebeyi saltanat şeklini koruduğu sürece Doğu
illerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha çok derebeyi klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset
dışı bir kalabalık şeklindeydi. 2- Ermenilik: Genellikle
burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla
sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç
Asya’ya taşımakla görevli bir küçük-burjuva çoğunluğu üzerinde kurulmuş bezirganlık sistemi demekti.
Emperyalist çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen Kürt-Ermeni karşıtlığı, bu
iki zümre insanın arasındaki din, dil vb. farklarından
çok, adeta bu rejim farkından doğma bir derebeyi-burjuva karşıtlığı oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupasında
geniş çapta rol oynayan müslüman-hıristiyan (derebeyi-burjuva) karşıtlığı, daha çok tarihsel ve konumsal
koşullar yüzünden Doğu illerinde, Balkanlar’dakinin
tersine, ikincilerin yenilgisiyle çözümlendi.
Meşrutiyet burjuvazisi Doğu sorununun terörü altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe
çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış uluslar içinde -Balkanlar bir yana bırakılırsa- siyasal bilinç
ve örgüte kavuşmuş en keskin istemler ileri süren yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi, Ermeni ulusçuluğuna karşı da derebeylikle elele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki
ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutulan Kürt
derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet aygıtı yasadışı
bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler
halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri,
dünyada ender görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk Meşrutiyet
burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla
yararlananlar Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da
derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni
mallarıyla biraz daha şişman oldu.
Bugün Ermeni sorunu deyince ne anlıyoruz? Verilen
resmi rakamlara inanmak gerekirse, Ermenistan’da
900.000, Türkiye’de 75.000, Suriye’de 150.000,
Yunanistan’da 35.000 kadar Ermeni vardır. Bugün
Doğu illerinin ‘mesame’leri içinde gizlenip kalmış
Ermeni ırkından bir hayli insan var. Fakat bunlar,
dinleriyle birlikte dillerini de günden güne kayıp
ediyor ve egemen Kürt psikolojisi ve etkisi altında
Kürtleşiyorlar. Doğu illerinde ‘dönme’ sıfatıyla tanınan
eski Ermeniler, adeta yaşamlarını kurtaranların bir
tür gönüllü köleliğini unutmak ve unutturmak için,
Ermeniliklerini henüz unutmamış olmalarına karşın,
eski anılarına karşı bir ölüm sessizliğiyle duyarlı olmak
zorunluluğundadırlar. Birkaç kuşak sonra herşeyi
unutmaya mahkum olan bu ‘dönme’ler, bugün Doğu
illerinin en yoksul demirbaş marabaları halinde, bugün bile zaten aralarında daha çok bir din farkı olan
ve ırk ve kültürce aynı kökten geldikleri, yüzyıllarca
aynı doğal ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle kaynaşmış ve Ermeniden çok Kürtleşmiş bir durumdadır. Onun için bu dönmeleri Doğu illerinin Kürt
toplumundan ayırmak oldukça yapay ve güç olacaktır.
Bu artık Kürtleşmiş sayılabilecek olan Ermeniler dışındaki gerçek Ermenilere gelince, yukarıdaki rakamlar
bunlar hakkında yeterli bir fikir verebilir. Genel olarak
sosyal-demokrat partilerde olduğu gibi, Ermeni sosyal
demokrasisinde de sağ ve sol akımlar elbet olmuştur.
Bu sayede bugün bir Ermeni komünistliği, Ermenistan
dışında da gücünü hissettiriyor. Bunun en canlı örneklerini, Ermenistan dışında Ermeniliğin en kalabalık
ve çokluk -sayıca resmen varolan Ermenilerin sekizde
birinin (%12,9)- bulunduğu Suriye’de görüyoruz. O
Suriye’de ki, Ermeni halkı oraya Türk burjuvazisi ile
Kürt derebeylerinin kılıcından canını kurtarmak için
kaçmıştı; orada Ermeni proletaryası, dünya proletaryasının bilinçli bir parçası olduğunu gösterircesine,
sınıf niteliğini ulusal kinin üstünde tutmayı biliyor.
Bugün Yakındoğu işçi sınıflarına örnek olacak bu sınıf
bilincine, nasılsa burjuva basınına sızmış iki habercik
tanık olsun:
1- Taşnakların Hınçaklara Saldırısı: “Suriye’den
verilen haberlere göre Beyrut’ta Ezenak isminde çıkan, Taşnak Komitesi yanlısı bir gazete, Le Liban
isminde diğer bir Ermeni gazetesi aleyhine önemli
bir makale yazmıştır. Bu makalenin çıktığı günün
akşamı Taşnaklar sözkonusu gazete yönetimini basmışlar, hurufatı dağıtmışlar ve malzemeleri tahrip
etmişler. Mürettiplere ve yazarlara adamakıllı bir
dayak atmışlardır.” Doğruluk derecesi belli olmayan
bu haberin sonu şöyle bitiyor: “Le Liban gazetesi Hınçak Komitesine mensup olduğundan bu komiteye
mensup Ermeni işçi Taşnaklara diş bilemekteymişler.” (Cumhuriyet, 2.12.1931)
2- Komünistlerin Taşnaklara Saldırısı: “Ermenistan
bağımsızlığının 13. yıl dönümü münasebetiyle Beyrut’taki Ermenilerden Taşnak cemiyetine mensup
olanlarla komünist Ermeniler arasında karşılıklı
gösteriler olmuştur. Taşnakların bulundukları kilise komünistler tarafından taşa tutulmuş, arbedede
3 kişi ölmüştür.”
B- Sovyet Devriminin Rolü: Ermenistan Cumhuriyeti dışında kalan Ermeniler arasındaki hoşnutsuzluğu emperyalizm, daima kendi tarafına yontan bir
nalıncı keseri haline getirmeye uğraşmış ve uğraşmaktadır. Özellikle Irak, Suriye, Türkiye sınırları emperyalizmin bu türden tahriklerinin gerek ekonomik gerek
siyasal çeşitlerine sahiptir. Bu bölgelerde Kürtlük gibi
Ermenilik de, kimi Suriye, kimi Irak, kimi Kürt ulusal
hareketlerine karşı Fransız ve İngiliz emperyalizmleri ve onların yerli uşakları tarafından -eski zamanda
kale duvarlarını delmeye yarayan koçbaşı gibi- ikide
birde kullanılır. Burjuva basınında sık sık şöyle haberlere rastlarız:
“Halep, 21 (Özel)- Suriye içindeki Deyrizör’den
güncel
komünizm ve özel olarak Sovyet Devrimi, bütün uluslar davası gibi Ermenilik sorununu da fiilen çözmüş
durumdadır. Bir defa sayıca Ermenilerin dörtte üçünden fazlası (%77,9) Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne
girmiştir. Böylece dünyada biricik işçi ve köylü devleti,
Ermenilerin yurt sorununu kökünden çözmüş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet burjuvazisinin Sovyet devrimine yalnız bu sorunda borçlu olduğu huzur, bundan ibaret değildir. Komünizm ve Sovyetler devrimi,
emperyalizmi sevindiren, komünizme ve Türkiye’nin
başına bela olabilecek bir Ermeni sorununu tamamen
tasfiye etme yolunda bulunuyor. Bu tasfiyenin yönünü
çağdaş sınıf mücadelesi şöyle meydana çıkarıyor:
A- Komünizmin Rolü: Ermeni ulusu ezilen olduğu
kadar kahraman bir yığındır. Fakat kuşkusuz bu kahramanlık örnekleri içinde en büyük yararlığı gösteren,
bütün değerlerin yaratıcısı olan sınıf, yani Ermeni çalışkanlarıdır. Ermeni proletaryası da, bütün ülkelerin
işçi sınıfları gibi, sosyal sömürüden olduğu kadar, ulusal baskılardan da kurtulmuş yaşamak ülküsünü taşımakta haklıdır. Onun için bütün yeryüzünde, bütün
ulusal baskıların manivelası, yine ve daima sınıf zulmünün itici gücüyle işlemektedir. Sınıf bilincine kavuşan her kitle gibi Ermeni proletaryası da, bütün zulümlere karşı girişilecek biricik mücadelenin sınıf savaşı
olduğunu öğrenmiştir. Komünizm, Ermeni çalışkanlar
sınıflarına madde ve manevi örneklerle göstermiştir ki,
gerek ulusal gerek sosyal kurtuluşta, düşman sınıfların
ve emperyalizmin oyuncağı olmamak için, gerçekçi ve
dünya ölçüsünde bir görüş ufku ve Leninist bir taktik
zorunludur. Bu taktikle Türk burjuvazisinin Ermeni
halkına yaptığı zulmü unutmak sözkonusu bile değil.
Fakat Türk burjuvazisinden alınacak en büyük intikamın, Türkiye çalışkan yığınlarıyla ve dünya proletaryasıyla elele vererek, başta bizzat Ermeni burjuvazisi
gelmek üzere Türkiye kapitalizmini, tüm dünya emperyalizmini tepesi aşağıya getirmek olduğunu unutmamak gereklidir.
Bu bakışın, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti dışında kalmış Ermeni çalışkan sınıfları arasında günden
güne yerleştiğine her gün yeni ve anlamlı örnekler
görüyoruz. Ermeni proletaryasının bir Pilsudski Lehistanı kurmaya ne kadar düşman oldukları, emperyalizmin Ermeni yiğitliğini sömürmek için çevirmek
istediği manevralar karşısında takındığı tavır ve açtığı
kavgalarla besbelli oluyor. Eskiden beri Ermeni siyasi
partileri iki önemli koldu: 1- Taşnakyanlar (Milliyetçi Ermeni Örgütü); 2- Hınçakyanlar (Sosyal-demokrat Ermeni örgütü). Dünya devrimleri çağında bütün
19
güncel
20
son günlerde Hasiç kasabasına gönderilip yerleştirilen yüzelli kişilik silahlı bir Ermeni kafilesi kanlı
bir isyan çıkarmıştır. Ermeniler kasabanın hükümet konağına hücum ederek, Suriye Cumhuriyet
bayrağını indirmişler, sonra ‘istiklal isteriz’ diye
bağırmışlar, yaygaralar koparmışlardır. Bu isyana
önayak olanların birkaçı tutuklanmış, fakat az sonra Fransızların müdahalesi üzerine serbest bırakılmışlardır. Vb...” (Son Posta, 22.9.1932)
Ermeni burjuvazisinin bu tür gösterilerden ne beklediği bilinemez. Belki de onun amacı, Doğu illerinde
öteden beri içinden tanıdığı ekonomik ilişkiler sürecinde rol oynamak, kaçakçılık ticaretini sistemleştirmektir. Bununla birlikte bu gösterilerden bizim anladığımız şu iki sonuçtur:
1- Ermeni halkını yok yere emperyalizmin damataşı ve safrası haline getirmek: Yukarıdaki Hasiç olayı, Fransa’nın Türkiye ile Suriye ... (orijinalinde eksil
-BN) karşı oynadığı bir oyundur. Ondan bir yıl önce
Irak hükümeti Irak Kürtlerine karşı, kuzey Irak’da
(Musul ve Kerkük’de) ‘bir hıristiyan çoğunluğu vücuda getirmek’ için ‘Kürt, Asuri, Ermeni kardeşliği
fikri’ni ortaya atarken, gerçekte Kürt akınına Ermeni
seddini siper etmekten başka ne yapıyordu? Yazık ki,
orada ölenler hiç kuşkusuz Ermeni burjuvaları ve zenginleri değil, yine Ermeni fukarası ve işçisidir.
2- Kürt hareketine diken olmak: Gördük, Irak
hükümeti Barzan Kürtlerinin önüne geçmek için
Ermenileri kullanıyordu. Ağrı Dağı isyanı sırasında
şöyle bir haber görülüyor: “Beyrut’tan Adana gazetelerine bildirildiğine göre, Taşnaklar tarafından
Romanya, Bulgaristan, Fransa ve Yunanistan’dan
gelen temsilcilerin de katılımıyla Lübnan’ın Tecemdun köyünde bir toplantı yapmışlar, bu toplantıda
kısaca, Kürt devriminin Ermeni yurdu davasına
bağlı olup olmadığı sorunu ve diğer konular
görüşülmüştür.” (Cumhuriyet, 27.9.1930)
Bu kısa haber bize gösteriyor ki, Ağrı olayı gibi ne
olacağı büsbütün belirsiz ve ikinci derecede bir harekette Ermeni burjuvazisi, ortada ne fol ne yumurta olmamasına karşın paçaları sıvıyor. Yarın daha önemli
bir harekette Kürt ve Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği bundan anlaşılmaz mı? Ermeni burjuvazisinin Taşnak Cemiyeti bu psikolojiyle her gün yeni bir
macera aramaya ve biraz daha çok anarşiye ve nihilizme dökülmeye doğru gidiyor. Son zamanlarda Makedonya komitecileriyle de şansını denemeye varıyor.
Uğurlar olsun. Bizi ilgilendiren Ermeni kapitalistleri ve emperyalizmin uşakları değil, Ermeni halkı, Er-
meni proletaryasıdır. Sorunu bu açıdan koyarsak, hiç
olmazsa Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde, salt bir
Ermeni yoksul hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamıyla uzaktır. Başka bir deyişle, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik
sorunu Türkiye içinde olanaksızdır. Türkiye’nin dışında ve komşularındaki Ermeniliğe gelince, yukarıda
değindiğimiz Ermenilik ve komünizm noktası, Ermeni
proletaryasıyla burada vermek istediğimiz Sovyetler
Birliği’nin rolü, o sorunu da belli başlı bir taktik ya da
strateji davası olmaktan çıkarıyor. Sovyetler Birliği,
yıllardan beri bir barınak arayan mülteci Ermeni proletaryasına ve çalışkan halkına kucağını açtı ve özgür
bir yurt sunuyor. Balkanlar’da, Suriye’de emperyalizmin kancık oyunlarına kurban gitmemeye layık olan
Ermeni çalışkanlarını Sovyet vatandaşlığına çağırıyor.
Bu çağrı olumlu ve açıktır, daha 1931 yılı sonlarında
İstanbul’a Ermenistan Ticaret Komiseri Şahurdikyan
bu iş için gelmişti. Gazeteler sorunu şöyle anlattılar:
Sovyetler temsilcisi şurada burada “sık sık sınır
olaylarına neden olan Ermenileri de Ermenistan’a
götürmek için girişimde bulunacaktır. Gerek Suriye, gerekse Yunanistan’da bulunan Ermenilerin
Batum’a kadar nakil masraflarını Cemiyet-i Akvam
sağlamaktadır. Sevkedilecek genç Ermeni işçileri
Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’da açılmış
olan çeşitli fabrikalarda çalışma hakları 50 Rubleden 300 Rubleye kadar ücret alacaklardır.” (Cumhuriyet, 8.11.1931)
Bu sorunda da kemalizm dünya proletaryasının ve
Bolşevizmin bir daha elini öpsün der, asıl konumuza
geçeriz.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol 2, Bibliotek Yayınları, Mayıs 1992, s. 320-325)
Kıvılcımlı’nın “Ermenilik”, yani Ermeni ulusal sorunu hakkındaki bütünlüklü tavrı böyledir. Bunun
dışında “YOL”daki yazılarda hem Kürt ulusal sorunu
konusunda karşılaştırma yaparken hem de “Düşman:
Burjuvazi” bölümünde Türk burjuvazisinin gelişmesi
anlatılırken Ermenilerin katliama uğratıldığı, sürgün
ve imha edildiği yönlü tespitler de yapmaktadır.
Yanlış gördüğümüz tüm konulara değinme yerine
bu tavırlarda öne çıkan kimi konulara baktığımızda
karşımıza şöyle bir durum çıkmaktadır:
Kıvılcımlı özel olarak soykırım hakkında tavır takınmamaktadır. Onun ele aldığı mesele “Türkiye’de
ulusal sorun”dur. Bu konuda ise Kıvılcımlı, Ermeni
ulusal sorununu emperyalizmin yayılmacı siyasetine,
somut olarak da İngiliz ve Çarlık Rusyası emperyalistleri arasındaki dalaş ve Kürt-Ermeni karşıtlığı te-
sosyalist devrim mücadelesine dönüştürülmesini ve
ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkını, bağımsızlığını, kayıtsız şartsız savunması gerekirken; Kıvılcımlı “Ermeni sorunu”nu Türkiye’nin başına bela olacak
bir sorun olarak görmektedir. Bu yaklaşımı anlaşılır
dile çevirdiğimizde, Kıvılcımlı Türk devletinin varlığını ve bütünlüğünü savunmakta ve böylece Batı
Ermenistan’ın ilhakından yana olan bir tavrın savunucusu konumundadır. Bu temel yaklaşımla da Türk
burjuvazisinin Sovyet devrimine borçlu olduğunu savunmaktadır. Ermeni ulusal sorununun komünizme
niye bela olabileceği ise Kıvılcımlı’nın ortaya koymadığı bir gizdir.
Değişik uluslardan işçilerin birliği ve ortak mücadelesini savunurken Kıvılcımlı’nın öne çıkardığı
Ermeni ulusundan işçilerin Türkiye işçi sınıfıyla birliğidir. Kuşkusuz Ermeni ulusundan işçilerin Türk,
Kürt ve diğer ulus ve milliyetlerden işçilerle birliğini
savunmak doğrudur. İyi de, ezen ve ezilen ulusların
söz konusu olduğu yerde ezen ulustan komünistlerin
ulusal sorundaki esas görevi nedir? Ezen ulustan bir
komünistin esas görevi, mızrağın sivri ucunu ezen
ulus şovenizmine yöneltmek, ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkı başta olmak üzere ulusal demokratik
taleplerine sahip çıkmak ve bunun için ezen ulustan
işçi sınıfına bu bilinci taşımak; somut konuda da soykırıma uğramış bir ulusun işçilerinin güvenini kazanmak için mücadeledir. Kıvılcımlı bu yaklaşıma
uygun bir tavır içinde değildir. O, sorunu, emperyalizmin oyuncağı olmamak ve “Türk burjuvazisinden
alınacak en büyük intikam” çerçevesinde tartışmaktadır ve işçi sınıfının birliği adına Ermeni ulusunun
demokratik haklarını yok saymaktadır. Sonuçta değişik uluslardan işçilerin birliğinin nasıl sağlanacağına cevap vermemektedir.
Kıvılcımlı’nın Ermeni ulusundan işçilerin -Sovyet
Ermenistanı dışındakilerin- komünistlik bilincine
vardığı konusunda verdiği örnekler ve yorumları da,
bu konuda TKP’nin yanlış siyasetinin dışına çıkılmadığını göstermektedir.
Taşnakların Hınçaklara saldırısı ya da komünistlerin Taşnaklara saldırısı, Kıvılcımlı için komünistlik bilincine varmada “Yakındoğu işçi sınıflarına
örnek” teşkil etmektedir. Bu değerlendirmenin perde arkasında Kıvılcımlı’nın Taşnakları Ermeni burjuvazisi olarak değerlendirmesi yatmaktadır. Bu da
1918-1920 yılları döneminde Doğu Ermenistan’da
Taşnakların iktidarda olması, onların anti-komünist
ve emperyalist güçlerle işbirliği siyasetini, Osmanlı
güncel
melinde ele almaktadır. “Şark Meselesi”nin temelinde
ulusal baskı olduğunu tespit etme yerine, emperyalistlerin “Şark Meselesi”ni yarattığı savunulmaktadır.
“Meşrutiyet burjuvazisi” ya da İttihat ve Terakki’ye
ise Kürt derebeyliğiyle elele verme rolünü vermektedir. Bu elele verme tespiti olgu olsa da soykırımda
esas sorumlunun kim olduğu ortaya konmadığı yerde, esas sorumlu ve suçlunun Osmanlı/ Türk devleti
olduğu gerçeğinin üzeri örtülmektedir.
Kıvılcımlı, Ermeni ulusunun ezilen ulus olduğunu söylemesine rağmen, Ermeni ulusal sorununun esas temelinin ulusal baskı olduğu, Osmanlı
ve Rus İmparatorluğu’nun sömürgeci güçler olarak
Ermenistan’ı -Batı ve Doğu Ermenistan olarak- ilhak
ettikleri, burjuva temelde de olsa Ermenilerin ulusal
baskıya karşı kurtuluş mücadelesi vermelerinin meşru ve haklı bir mücadele olduğu yönlü düşüncenin
yanından bile geçmemektedir.
Soruna işçi sınıfının bakış açısıyla yaklaşma adına,
Ermeni ulusunun bağımsızlık mücadelesi ve buna
bağlı olarak gündeme gelen demokratik haklarının
savunulması söz konusu değildir.
Sovyetler Birliği’nin Ermeni ulusal sorununu
çözdüğü düşüncesiyle Batı Ermenistan’da, Batı
Ermenistan’ın Türk devleti tarafından ilhak edilmiş olması olgusu sonucu da, Türkiye’de Ermeni
ulusal sorununun halledildiğini savunmaktadır. Bu
yaklaşım ise esasında Batı Ermenistan’ın varlığının
ve soykırım sonucunda gündeme gelen Ermenilerin haklı taleplerinin reddi temelinde yükselmektedir. Sovyetler Birliği’nin Ermeni ulusal sorununu
Doğu Ermenistan’da çözüme ulaştırmasının, Batı
Ermenistan’da Ermeni ulusal sorununu -soykırımla
Ermeniler bu coğrafyada neredeyse tümüyle imha
edilse de, ulus olmaktan çıkarılıp milli azınlık konumuna getirilse de- ortadan kaldırmadığı gerçeği
görülmemektedir. Sonuç olarak Kıvılcımlı için de
Türkiye’de bir “Ermeni ulusal sorunu” yoktur. Bu
tavrıyla Kıvılcımlı esas olarak TKP’nin çizgisinin dışına çıkmamaktadır.
İşçi sınıfının bakış açısı ve çıkarlarını savunma
adına Kıvılcımlı, “Ermeni sorunu”nu “emperyalizmi
sevindiren, komünizme ve Türkiye’nin başına bela
olabilecek” bir sorun olarak değerlendirmektedir.
TKP’nin Türk milliyetçisi yaklaşımı Kıvılcımlı’da
kendisini böyle gösteriyor. Kendisine komünist diyen
birinin ezilen bir ulusun ulusal baskıya, ilhaka karşı
mücadelesinin meşru ve haklı olduğunu, bu mücadelenin komünist örgütün önderliğinde, demokratik ve
21
güncel
22
İmparatorluğu’nun zulmüne karşı demokratik hakları için mücadele eden Taşnakların siyasetiyle bir ve
aynı gösterilmesi yaklaşımı temelinde yükselmektedir. Soruna ayrımcı biçimde yaklaşılmamaktadır.
Şöyle ki, anti-komünist ve emperyalistlerle işbirliği siyasetini uygulayan Taşnaklar ile, Osmanlı
İmparatorluğu’nun zulmüne karşı ulusal demokratik haklarını talep eden, soykırım sonrasında da Batı
Ermenistan’ın ilhakına karşı mücadele eden Taşnakların siyaseti ve konumu bir ve aynı şey değildir. Sadece isimlerinin bir olduğuna bakılarak bu ayrımın
göz ardı edilmesi, yanlış bir siyasetin savunuculuğuna götürmüştür. Bu yanlış yaklaşım, Kıvılcımlı’nın
Cumhuriyet gazetesinin “Taşnakların bulundukları
kilise komünistler tarafından taşa” tutulduğu haberini, Ermeni ulusundan işçilerin komünistlik bilincine
vardığına örnek olarak vermeye götürmektedir.
Bir diğer yanlış ise, Taşnaklar burjuvazi ile eşitlendiği için (Taşnakların siyasi çizgisinin burjuva ya da
milliyetçi bir çizgi olarak değerlendirilmesi ile onların sınıf olarak burjuvazi olduğu değerlendirmesi
farklı şeylerdir, Kıvılcımlı bunu karıştırıyor), onların, Ağrı İsyanı döneminde “Kürt devriminin Ermeni yurdu davasına bağlı olup olmadığı sorunu”nu
tartışmasını, “Ermeni burjuvazisi”nin paçaları sıvaması olarak değerlendirilmesidir. Burada burjuvaziye
karşı mücadele adına “Ermeni yurdu”nun, yani Batı
Ermenistan davasının reddedilmesi söz konusudur.
Kıvılcımlı bu “davayı” reddettiği için de, gelecekte
Ağrı İsyanı’ndan “daha önemli bir harekette Kürt ve
Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği” konusuna
dikkat çekmektedir.
Sonuçta Ermenilerin “Ermeni yurdu davası” için
verdikleri mücadele, emperyalistlerin oyunu ve Kürt
hareketine engel, diken olmak olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım da TKP’nin yaklaşımına uygundur. Emperyalistlere karşı mücadele adına Türk
milliyetçisi bir konumun savunuculuğu söz konusudur. Kıvılcımlı somutunda, Ermeni ulusal sorununa
karşı tavırda, Türk milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliği
elele vermiştir.
Kıvılcımlı “ulusallık sorunu”nun TKP’nin “en zayıf cephesi” (age., sayfa 325) olduğunu tespit ediyor.
Kürt ulusal sorununda TKP’nin siyasetini geliştirmeye, düzeltmeye çalışıyor. Bu konuda Kıvılcımlı TKP
içinde doğruya en yakın tavır takınan biri olarak değerlendirilebilir. Fakat Ermeni ulusal sorununa karşı
tavırda, Kıvılcımlı da TKP’nin “en zayıf cephesi”nden
kopamıyor.
Burada ortaya koyduğumuz düşünceleri, yaklaşımı toparladığımızda, Kıvılcımlı’nın “Türkiye’de
ulusal sorun” yazısında Ermeni ulusal sorununa da
değinmesinin ve “YOL” yazılarında Ermenilerin
katliama uğratıldığını, imha edildiğini vb. tespit etmesinin olumlu olduğunu, fakat genel yaklaşımda
Kıvılcımlı’nın, TKP’nin yanlış, Türk milliyetçisi, şovenist yaklaşımından kopmadığını tespit etme durumundayız.
Makalemizi bitirirken şu konuyu da bilince çıkarmayı gerekli görüyoruz: Ermenilere yönelik soykırım
konusunda soykırım kavramı kullanılmadan -ki soykırım kavramı İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde
kullanılmaya başlandı-, Ermenilerin sürgün edildiği,
katliama uğratıldığı ve evet neredeyse tümüyle imha
edildiği konusundaki tespitler, daha soykırım sonrası
dönemden itibaren birçok kesim ya da kişi tarafından yapılmıştır. Bunu TKP somutunda dergimizin
181. sayısında da ortaya koyduk. Bu konuda “ölü sessizliği” olarak adlandırılabilecek dönem esasta İkinci
Dünya Savaşı sonrası dönemdir.
Bu bağlamda kuşkusuz ki, Ermenilerin katliama
uğratılmasının -günümüzde bunun adı soykırıma
uğratılmasıdır- ya da imha edilmesinin olgu olarak
tespit edilmesi önemlidir. Ama bunu tespit edip orada kalmak yetmez. Mesele o dönemde soykırım kavramının kullanılıp kullanılmadığı meselesi değildir.
Bu mesele kimin ilk önce tavır takındığı meselesi ise
hiç değildir. Bizim TKP ya da başkalarına eleştirimiz,
1920’li-1940’lı yıllarda neden soykırım kavramını
kullanmadığı eleştirisi de değildir.
Eleştirimiz, soykırım sonucu gündeme gelen sorunları doğru biçimde tespit ve analiz etmemeleri,
bu sorulara marksist-leninist temelde cevap vermemeleri, Ermenilerin demokratik ve haklı taleplerine
sahip çıkmamaları ve bunların çözümü için mücadele etmemelerinedir. Meselenin özünü oluşturan bu
noktadır ve bu noktada TKP gibi Kıvılcımlı da yanlış
konumdadır.
Kıvılcımlı’nın “Ermenilik” meselesindeki tavrını
değerlendirmeyi, Türkiye devrimci ve komünist hareketinin bu konudaki yanlışlarını bilince çıkarmak
ve bu yanlışlardan kopma mücadelesinin ve tarihle
yüzleşmenin bir parçası olarak görüyoruz. Bu mücadelenin bitmediğinin bilincinde olarak okurlarımızı
tartışmaya, görüşlerini bize ulaştırmaya çağırıyoruz.
102. Yıldönümünde de soykırımı unutmadığımızı,
unutturmayacağımızı da bir kez daha ilan ediyoruz.
20.04.2017
panorama
PA NOR A M A
BAŞKAN
LENİN!
- EKVADOR -
Lasso ve Viteri başkanlık adayı olarak rakip olsalar da savundukları siyaset esasta
aynıydı. Propagandalarında öne çıkardıkları vaatler patronlar için vergilerin
yüksek oranda düşürülmesi, bir milyon iş alanı sağlamak, kamu giderlerinin
azaltılması vb. idi.
E
vet, evet, yanlış okumadınız, Lenin Başkan
oldu! Ekvador’da seçimlerin, Rusya’da Ekim
Devrimi’ne giden yolu açan ve ikili iktidarı gündeme getiren Şubat Devrimi’nin ve Lenin’in demokratik
devrimden sosyalist devrime geçişi savunan “Nisan
Tezleri”nin 100. yıldönümüne rastlaması bir tesadüftür, ama yine de Lenin adı okunduğunda ya da duyulduğunda, ilk tepki, Lenin 1924 yılında ölmüştü nasıl
başkan olur ya, şaka mı yapıyorsunuz vb. biçiminde
olabiliyor. Bu arada tabii ki 100 yıl önce Rusya’da
devrim(ler)in gerçekleştiği de bilince çıkıyor yeniden. Ve biz de kimseyle şaka yapmıyoruz. Bu başlıkla bir olguyu ifade ediyoruz. Söz konusu olan bu
Lenin, bizim komünist Lenin değil. Söz konusu olan,
Ekvador’lu ve kendilerini “21. yüzyıl sosyalizmi” savunucusu olarak lanse eden, gerçekte ulusal burjuvazinin siyasetini savunan sosyal-demokrat Correa’nın
önderlik ettiği “Ülkenin Birliği”nin (Alianza Pais)
başkan adayı olan ve seçimler sonucunda başkanlık
seçimlerini kazanan, Lenin Moreno’dur.
19 Şubat 2017 tarihinde Ekvador’da başkanlık ve
parlamento seçimleri yapıldı. Aynı zamanda AndParlamentosu için de (And devletlerinin ortak parlamentosu) beş milletvekilinin seçimi ile Başkan
Correa’nın vergi kaçakçılığını, yiyiciliği vb. önlemek
için referanduma sunduğu ve müstahdemlerle siyasetçilerin “vergi cennetleri”nde yatırım yapmasını ya
da herhangi bir mülke sahip olmasını yasaklayan tasarı hakkında karar vermek de söz konusuydu.
Gündemin esas konusu ya da öne çıkarılanı ise başkanlık seçimleriydi. Başkanlık seçiminde öne çıkan
ve gündemi belirleyen esas soru, “Correaizm” olarak
da adlandırılan ve hala başkanlık koltuğunda oturan
Correa tarafından “vatandaş devrimi” olarak lanse edilen; neoliberal ekonomik siyasete karşı çıkan,
2007 yılından beri Ekvador’da uygulanan siyasetin
devamına mı, yoksa neoliberal ekonomik siyasete
geri dönüş mü sorusuydu.
Bilindiği gibi 2000’li yılların başlarından itibaren,
özellikle Venezüella’da Chavez’in başkan seçilmesi
23
panorama
24
sonrasında, Latin Amerika’da “sol rüzgarlar” esmeye başlamıştı. Kimilerinin “Bolivarcı Devrim” olarak tanımladığı Venezüella’daki gelişmelerin etkisi,
“21. yüzyıl sosyalizmi” retoriğiyle daha da yaygınlaşıyordu. Bu “rüzgarlar” Ekvador’u da etkilemiş ve
Correa’nın başkan seçilmesini beraberinde getirmişti. Buna bağlı olarak 26 Kasım 2006 tarihinde yapılan ikinci tur başkanlık seçimlerini Correa, oyların
%56,67’sini alarak başkan seçilmiş ve 15 Ocak 2007
tarihinde görevine başlamıştı. Correa 2009 ve 2013
yıllarında yapılan seçimlerde de başkan seçildi ve 24
Mayıs 2017’de görevi sona erecek.
Correa da Chavez veya Morales gibi “21. yüzyıl
sosyalizmi”nden dem vuruyordu. “Ülke Birliği”nin
sloganı “İyi Yaşam Sosyalizmi” idi. Gerçekte ise bunların siyasetinin sosyalizmle herhangi bir ilişkisi
yoktu, yoktur. Siyasi ve ekonomik olarak bağımsızlık
isteyen ulusal burjuvazinin, emperyalizmle iş birliği
içinde olan burjuvaziye karşı mücadelesi söz konusuydu. Bu mücadelede asgari bir başarı sağlayabilmek
için de kitlelerin kimi sorunlarına sahip çıkılması
gerekiyordu. Sonuçta kapitalizmin kimi aşırı uçlarının törpülendiği, ama sömürü sisteminin temellerine
dokunulmadığı bir “sosyalleştirilmiş kapitalizm”in
savunusu söz konusuydu.
Bu temelde de kitleler için kimi olumlu adımlar
atıldı. Devlet sübvansiyonlarıyla yoksulların yaşamı
iyileştirilmeye çalışıldı. Somut olarak Ekvador’a baktığımızda, Correa’nın başkanlığı döneminde 20072016 yıllarında yoksulluk oranı %37’den %24’e düşürüldü. Aşırı yoksulluk ise yarı yarıya azaltıldı. Asgari
ücret 375 ABD Doları düzeyine yükseltildi. Correa
öncesi döneme göre ele alındığında Ekvador’da asgari ücret yükselmişti. Bu asgari ücretin oranı ise, diğer
Latin Amerika ülkelerinin çoğundaki asgari ücretlerin daha da düşük olmasıyla karşılaştırıldığında
yüksek gösterilmektedir. Yoksul kitleler için olumlu
olarak değiştirilen diğer kimi koşullar ise, eğitim ve
sağlık alanlarındaki değişiklikler olmuştur. Yoksullara eğitim ve sağlık hizmetleri -özel okul veya hastahaneler dışında- parasız sunulmaktadır. Tüm bu hizmetler, esasta devletin zenginlere karşı vergilendirme
siyaseti temelindeki önlemlerle ve özellikle petrol ihracatıyla elde ettiği gelirlerin bir bölümünün sosyal
giderlere ayrılması temelinde gerçekleştirilmektedir.
Son yıllarda başta petrol fiyatlarının düşmesi olmak üzere, dış ticaretin gerilemesi, ABD Doları’nın
değerinin yükseltilmesi ve deprem gibi doğal felaketin yaşanması vb. gelişmeler, Ekvador’un ekonomik
durumunu iyice kötüleştirdi. Son iki yıla (2015-2016
yıllarına) bakıldığında, ekonominin durumu, krizde
olan bir durumdu. Bu durumda yönetimin, kitlelerin
sosyal alanlardaki ihtiyaçlarını karşılaması da zorlaşmaktadır. Kırsal alandaki aşırı yoksulluk varlığını sürdürmekte ve ekonominin “iyi” gittiği ortamda,
yaşam koşulları iyileştirilen kesimlerin durumları da
kötüleşmektedir.
Somut gelişmeleri değerlendiren kimi medya mensupları, Ekvador’daki ekonomik durumun gelişmesi
ve iyileştirilmesi için, şimdiye kadar yürütülen ekonomik siyasetin yetersiz olduğunu ve “modern burjuvaziye” gereksinim olduğunu savunmaktadır. Bunun
açıklaması ise, Ekvador’da andaki durumda “azınlıkta olan modern işveren ekonomisi ile çoğunlukta
olan kişisel ve köylü ekonomisi ve çok az oranda da
dayanışmacı ekonomi”nin karşı karşıya olması durumudur. Buna göre birinciler verimli ve yüksek kazanç
sağlarken, çoğunlukta olan ikincilerin ise verimsiz ve
düşük gelir getirdiği ve bu durumun eşitsizliğin egemenliğinin sürmesine yol açtığı vb. düşünceler savunulmaktadır.
Kapitalist üretim biçimi ve ilişkileri çerçevesinde
ele alındığında, verimlilik ve kazanç ya da daha fazla kàr elde edebilmek için modern üretim araçları ile
üretimin yapılması, “modern işveren ekonomisi”nin
savunulması; devlet sübvansiyonlarıyla kitlelerin ihtiyaçlarını sürekli sağlayabileceğini düşünen “21. yüzyıl sosyalizmi”nden dem vuranların tavırlarına göre
daha gerçekçidir. Kapitalizmin temellerine dokunmadan ve devlet kapitalizmini sosyalizm olarak lanse
edenlerin gidiş yönünün çıkmaz sokak olduğu, Latin
Amerika’nın kimi ülkelerinde son yıllarda yaşananlar
tarafından da onaylanmıştır. “Sol rüzgarlar”ın yerini
“sağ rüzgarlara” bıraktığı ve açık sağcı, emperyalizmle iş birliğini ve neoliberalizmi savunanların iktidarı
yeniden ele geçirmeye başladığı, Arjantin ve Brezilya
örnekleriyle de belgelidir. “Bolivarcı Devrim”in merkezi sayılan Venezüella’da muhalefet parlamentoda
çoğunluğa sahip ve Chavezciler iktidarlarını ancak
kararnamelerle koruyabilmektedirler.
Bu sağa kayışı engellemek ve “solun” yeniden canlanmasına etkide bulunmak için, Nikaragua’da
Ortega’nın 2016 Kasım ayı başında yeniden başkan
seçilmesinden sonra, Ekvador’da da Lenin’in seçimi kazanması gerektiği yönlü propaganda, “sol
rüzgar”cıların yaklaşımıydı. Buna bağlı olarak Ekvador’daki başkanlık seçimi, sadece Ekvador için değil,
tüm Latin Amerika’daki gelişmeler için çok önemli
Seçimler ve Sonuçlar
Başkanlık seçimi için aday olanlardan dördünün
ikinci tur seçim için şanslı olduğu yönlü tahminler yapılıyordu. Bunlar, Correa ile birlikte “Ülke
Birliği”nin kurucularından ve 2007-2013 yıllarında
Başkan Correa’nın yardımcılığını yapmış olan Lenin
Moreno; eski bankacı ve ülkenin en zenginlerinden
biri, neoliberal siyasetin savunucusu ve CREO-Suma
adlı partinin/ hareketin başkanı Guillermo Lasso;
Hıristiyan Sosyal Parti (PSC) adayı, Venezüella’da
Maduro yönetimine karşı mücadele eden muhalefetle sıkı ilişkiler içinde bulunan Cynthia Viteri ve eski
Genelkurmay Başkanı, sonradan milletvekilliği ve
belediye başkanlığı yapan, “sol” muhalefetin çoğunluğunun -sosyal-demokrat, ortanın solu’ndan, kendisine sosyalist diyenlere ve Ekvador Marksist-Leninist
Komünist Partisi’ne kadar değişik güçlerin- desteklediği Demokratik Sol’un (ID) adayı, emekli Paco Moncayos idi.
Seçim kampanyası 3 Ocak 2017 tarihinde başladı 17
Şubat’a kadar sürdü. Seçimin birinci turunda başkan
seçilebilmek için ya oyların %50’sini almak ya da oyların %40’nı alıp ikinci sıradaki adayla da en az %10
fark sağlamak gerekiyordu. Lenin’in hedefi birinci
turda oyların %40’nı alıp ikinci sıradaki adayla %10
farkını sağlayarak başkan olmaktı. Neoliberal siyaset yanlısı muhalefetin hedefi ise ikinci tur seçimleri
sağlamak ve ikinci turda seçimi kazanmaktı. Lenin,
Correa’nın başkanlık dönemindeki siyasetin devamından yana iken, muhalefet bu siyasete son vermekten yanaydı.
Lasso ve Viteri başkanlık adayı olarak rakip olsalar da savundukları siyaset esasta aynıydı. Propagandalarında öne çıkardıkları vaatler patronlar için
vergilerin yüksek oranda düşürülmesi, bir milyon iş
alanı sağlamak, kamu giderlerinin azaltılması vb. idi.
Ekvador’un ALBA’ya üyeliği soru işareti haline getirilirken Wikileaks kurucusu Assange’nin, Ekvador’un
Londra’daki elçilik binasında kalmasına son verilmesi vb. de öne çıkarılıyordu. Lasso önderliğindeki
muhalefet açısından bilince çıkarılması gereken bir
nokta, kendisi seçimi kazanmadığı durumda, seçim
sonucunu tanımama ve taraftarlarını daha seçim ön-
cesinde protestolara ve çatışmalara hazırlama yönlü
yaklaşımı ve tavrıdır.
Seçim öncesinde daha önceki seçimlerde yaşanmayan ve seçim havasında huzursuzluk yaratan bir
gelişme, kimi kişilere, meclis başkanı ve gazetecilere,
patlayıcı madde içeren zarfların postalanması durumuydu. Zarfların patlayıcı madde içerdiğinin fark
edilmesi sonucu söz konusu kişiler herhangi bir zarar
görmedi ama, bu gelişme de muhalefetin seçim havasını ve sürecini kargaşaya dönüştürme yönündeki
çabalarının bir işaretiydi.
Seçmen sayısı 12,8 Milyon idi. 19 Şubat’taki seçimlere katılım oranı ise %82 olarak verildi. Buna göre
Lenin açık farkla öndeydi. Yüksek Seçim Kurulu kesin sonuçların 22 Şubat’ta açıklanacağını ilan etti.
Nedenini ise az sayıda da olsa kimi oy pusulalarında
sorumlu seçim başkanının imzasının olmaması nedeniyle, söz konusu oy pusulalarının daha dikkatlice incelenmesi vb. durumuyla açıkladı. Daha bu
açıklama yapılmadan Lasso yanlıları sosyal medya
üzerinden protestolara ve yer yer de açıkça şiddet
eylemlerine çağrıda bulundular. Bunlara göre seçim
komisyonu ikinci tur seçimi engellemek için oy pusulalarını yok ederek seçim sahtekarlığı yapıyordu
vb. Saldırı tehditleri nedeniyle 20 Şubat’ta seçim komitesinin bulunduğu bina boşaltıldı ve çalışanları
güvenli bir yere götürüldü. “Ülke Birliği” ittifakının
hükümet binasına bombalı saldırı tehditleri nedeniyle kolluk güçleri müdahalede bulundu. Lasso yanlısı
muhalefetle birçok şehirde çatışmalar, seçim görevlilerine saldırılar yaşandı. Hatta Lenin’in kazanması
durumunda Başkent Quito’yu ateşe verme tehditleri
de savuruldu. 22 Şubat’ta Yüksek Seçim Kurulu binası önünde Lasso yanlılarının yaptığı protestoda,
Lasso’nun seçilmesi durumunda başkan yardımcılığına getirilmesi düşünülen Anres Paez, doğrudan
ordunun başı General Castro’ya, ordunun müdahale etmesi çağrısında bulundu. Bu çağrı sonrasında
Castro’nun Genelkurmay’ın seçim sonrası durumu
görüşmesi için özel oturum talep ettiği bilgisi medyaya yansıdı. Söz konusu özel oturumun yapılıp yapılmadığı belli değil, ama General Castro Savunma
Bakanlığınca görevinden alındı.
Güney Amerika Devletler Birliği’nin (Unasur) 47
kişilik seçim gözlemcisi komisyonu ile Amerika Devletleri Örgütü (OAS) seçim gözlemcilerinin yaptığı
açıklamalara göre, kimi seçim bürosunun gecikmeli
açılması dışında herhangi bir tersliğin söz konusu olmadığı ve seçimlerin meşruluğunun soru işareti hali-
panorama
görüldü, gösterildi.
“Correaizm” karşıtı olanların da “değişim” vadettiği, “kendimizi değişime açalım” ya da “olumlu değişim” vb. sloganlarını attıkları bir ortamda seçimlere
gidildi.
25
panorama
26
ne getirilemeyeceği bir durum söz konusuydu.
Sonuçta Yüksek Seçim Kurulu sonuçları açıkladı.
Buna göre Lenin %39,36; Lasso %28,09; Viteri %16,3
ve Moncayo ise %6,72 oranında oy almışlardı. Lenin,
Lasso ile aradaki fark %10’dan fazla olmasına rağmen, %40 oy oranına ulaşamadığı için birinci turda
başkan seçilememişti.
Parlamento seçimlerinde toplam 137 milletvekilinin seçimi söz konusuydu. “Ülke Birliği” yine birinci
parti oldu ama milletvekili sayısı azaldı. Kesin olmayan bilgilere göre 77/ 78 milletvekili ile çoğunluğa sahip ama daha önce 100 milletvekili ile sahip olduğu
üçte iki çoğunluğunu kaybetti. And-Parlamentosu
için seçimde de birinci oldu ve vergi kaçakçılığını, yiyiciliği önlemek için referanduma sunulan tasarı %55
oy oranıyla kabul edildi.
Lenin ile Lasso arasında yapılacak ikinci tur seçimin tarihi ise, 2 Nisan 2017 idi. Viteri daha seçim
sonuçları kesinleşmeden önce ikinci turda Lasso’yu
destekleyeceğini ilan etti. Moncayo ise ikinci turda
herhangi bir adayı destekleme çağrısı yapmayacağını
açıkladı. Sonradan verilen bilgilere göre ise, Lasso’ya
destek vermiştir. Lenin’e karşı Lasso’yu destekleyenlerin sloganlarının başında ise “bir bankacı bir diktatörden yeğdir” diye ifade edilebilecek slogan geliyordu.
10 Mart ile 30 Mart tarihleri arasında ikinci tur seçim kampanyası yürütüldü. İçerikte özde bir değişiklik yoktu. Bir taraf için Correa ile 2007’de başlayan
“vatandaş devrimi”nin sürdürülmesi için Lenin’in
seçilmesi gerekiyordu, diğer taraf için ise bu duruma
son verilmesi, “değişimin” yaşanması için Lasso’nun
seçilmesi gerekiyordu. Bu dönemde Lasso hakkında,
1999 yılında bankaların, kredi kurumlarının iflas
ettiği dönemde, “süper bakan” olarak ekonomi ve
enerji bakanlığı yaptığı ve konumunu, zenginleşmek
için kullandığı iddiaları gündeme geldi. Özellikle
Arjantinli bir gazetenin yayınladığı kimi belgeler,
Lasso’nun kendisinin yiyiciler, spekülatörler arasında
yer aldığını, vergi kaçakçılığı yaptığını gösteriyordu.
İkinci tur seçimi planlandığı gibi 2 Nisan’da yapıldı. İki adayın örgütleri bu sefer tüm seçim bürolarında gözlemci olarak yer aldılar. Hala başkan olan Correa ise seçim gününün bir demokratik bayram olması
ve kim tarafından gelirse gelsin şiddet eylemlerinin
reddedilmesi gerektiğini, alçak gönüllülükle kazanmayı bilmek gibi onurlu biçimde yenilmeyi de bilmek
gerektiğini açıkladı. Muhalefetin seçim sonuçlarını
tanımama ve şiddete çağrıları karşısında ise vatan-
daşlara uyanık olmaları çağrısını yaptı.
İkinci tur seçimin sonucunda Lenin oyların
%51,16’sını alarak Başkan seçildi. Buna göre Lasso
%48,84 oranında oy almıştı. Somut olarak verilen
oyların sayısı ise şöyledir: Lenin, 5.057.149; Lasso,
4.927.743. Buna göre aradaki oy farkı 129.406’dır.
Toplam seçmen sayısının 12,8 Milyon olduğuna göre
seçime katılım oranı %83 civarındadır.
Az bir farkla da olsa Lenin Başkan olmaya hak kazandı ve 24 Mayıs 2017 tarihinde Correa’dan görevi
devralacak. Seçim bitti ama sorunlar bitmedi. Lasso
ve taraftarları yenilgiyi kabul etmiyorlar. Daha oyların sayılması sürecinde Lasso’nun seçimi kazandığı
ilan edilmediği takdirde, şiddetli protesto tehditlerini
savurdular. Seçim günü ne Lasso’cuların ne de Lenin’cilerin seçimde herhangi bir terslik yaşandığı konusunda bir itirazı olmamıştır. Buna rağmen seçimde sahtekarlık yapıldığı iddia edilerek birçok şehirde
saldırılarda bulunuldu ve yakıp yıkma eylemleri (ne
yaktıkları konusunda medyaya bilgi yansımadı) gerçekleştirildi. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’na, internet üzerinden ölüm tehditleri savuruldu vb. vb.
Correa muhalefetin yenilgiyi kabul etmemesi karşısında haklı olarak, “Kendileri seçimi kazanmadığı
zaman, seçim sahtekarlığı yapıldığını iddia edip demokrasiyi tanımamaktadırlar” biçiminde değerlendirmede bulundu.
Sonuçta Lasso’nun ellerinde 4.200 oyun usulsüz
kullanıldığına dair kanıt bulunduğunu ilan ve tüm
oyların yeniden sayılmasını talep etmesi karşısında,
Yüksek Seçim Kurulu, ihtilaflı oyların gözden geçirileceği ve bunun için 1,3 Milyon oyun yeniden sayılacağı yönünde karar verdi.
İhtilaflı oyların gözden geçirilmesi ve 1,3 Milyon
oyun yeniden sayılması da sonucu değiştirmedi. Lenin 24 Mayıs’da başkanlık koltuğuna oturacak. Esas
mesele muhalefetin yenilgisini kabul etmeme tavrını
sürdürmesi durumunda -ki şimdilik böyle görünüyor- yönetimin tavrının ne olacağı ve şimdilik küçük
boyutlarda olan şiddet eylemlerinin daha büyük çatışmalara dönüşüp dönüşmeyeceği meselesidir. Bunun cevabını da önümüzdeki dönemde yaşanacak
gelişmelerin kendisinden alacağız. Görünen odur ki,
“vatandaş devrimi” savunucularının iktidarı sallantıdadır. Şimdilik Lenin’in seçimi kazanması ve herhangi bir sürpriz olmazsa dört sene başkanlık görevini
sürdürmesi durumu da, iktidarlarını korumalarının
zorluğunu ortadan kaldırmamaktadır.
18.04.2017
panorama
AB’DEN RESMİ
ÇIKIŞ BAŞVURUSU
YAPILDI
- BÜYÜK BRİTANYA -
Büyük Britanya ile AB arasındaki tartışmalardan biri de, Büyük Britanya’nın
“üçüncü” ülkelerle ticaret anlaşması yapması konusundaydı. Bu konuda AB
yetkilileri açık ve sert tavır takınarak Büyük Britanya’yı AB üyesi olduğu sürece
böylesi anlaşmalar yapmaya kalkışmaması gerektiği konusunda uyardılar.
D
ergimizin 183. sayısında Büyük Britanya’nın
AB üyeliğinden çıkışı (Brexit) konusunda, 23
Haziran 2016 tarihinde yapılan referandum ve sonucuna değinmiş, referandum sonrasındaki kimi
gelişmeleri ortaya koymuştuk. Cameron’un yerine
Başbakan olan May yönetimindeki yeni hükümetin
AB’nin tüm baskı ve zorlamalarına rağmen, Lizabon
Anlaşması’nın 50. Maddesi’ne göre resmi başvuruyu ne zaman yapacaklarına kendilerinin karar vereceğini ve 2016 yılında çıkış başvurusunun yapılmayacağını savunduklarını da belirtmiştik. Buna
göre kendileri AB kurumlarıyla pazarlıklar için ne
zaman hazır olduklarına karar verirlerse, başvuruyu
da yapacaklardı. Ekim 2016 başlarında yapılan açıklamaya göre söz konusu başvuru, Mart 2017 sonuna kadar yapılacaktı. Öyle de yapıldı. 29 Mart 2017
tarihinde Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkma
başvurusu resmen yapıldı, başvuru mektubu, Büyük
Britanya’nın AB-Elçisi Tim Barrow tarafından, AB
Konseyi Başkanı Donald Tusk’a verildi. Böylece Brexit süreci resmen başlatılmış oldu.
Bu yazımızda, 23.08.2016 tarihli yazımızdan sonraki süreçte öne çıkan kimi tavırlara değineceğiz.
Bunu yapmadan önce ama söz konusu yazımızda
eksik bıraktığımız önemli bir noktayı bilince çıkaralım.
Söz konusu yazımızda referanduma giden süreci
ortaya koyarken, Cameron’un iç siyaset açısından,
2013 yılında gelecek seçimlerde (Mayıs 2015) yeniden seçilebilmek için referandum sözü verdiğini, seçildikten sonra da bu sözünü tuttuğunu ortaya koymuştuk. Eksik bıraktığımız nokta ise, referandumun
AB ile pazarlıklar için de bir koz olarak kullanılmasıydı.
AB ile yapılan pazarlıklar sonucunda Büyük Britanya diğer AB üyesi ülkelerden farklı olarak kimi
özel haklar elde etmiş ve hakların geçerli sayılması ise referandumun sonucuna bağlı kılınmıştı.
Cameron’un ve hükümetinin hesabı esasta AB üyesi
olarak kalınacağı hesabıydı, ama bu hesap tutmadı.
Buna bağlı olarak da pazarlıklar sonucu elde edilen
özel haklar geçersiz kaldı.
Referandumun sonucu AB üyeliğini sürdürme
yönünde olsaydı, Büyük Britanya AB üyesi olarak
Avro Bölgesi’ne üye olmak zorunda değildi. Avro
Bölgesi’nin, Avro Bölgesi’nde yer almayan devletleri
olumsuz etkileyecek kararları konusunda bir danışma mekanizması sağlanmış olacaktı, böylece Büyük
27
panorama
28
Britanya söz konusu kararlardan olumsuz etkilenmeyecekti... Londra’nın mali merkez olma konumu
garantilenmiş olacaktı. Büyük Britanya’ya işgücü
göçünün sınırlandırılması için bir “acil mekanizma
”ya izin verilmiş olacaktı. Buna bağlı olarak diğer AB
üyesi devletlerden işçilerin ayrımcılığa ve kimi sosyal
haklarının kısıtlanmasına maruz kalması söz konusu olacaktı. Ayrıca AB üyesi devletler arasında daha
sıkı bir siyasi birlik için geçerli olan yükümlülükler,
Büyük Britanya için geçerli olmayacaktı.
Bu ve benzeri özel haklar göz önüne alınarak Brexit
referandumu öncesinde AB yetkililerinin Büyük Britanya hükümetini, olası bir Brexit kararından sonra
Büyük Britanya’nın Cameron’un söz konusu anlaşma ile elde ettiği haklardan daha iyi bir anlaşmanın
mümkün olmayacağı yönünde uyarmaları, bu olgunun dile getirilmesiydi. Deyim yerinde ise Cameron
ve hükümeti kendi kalesine gol atmıştı...
Öne Çıkan Kimi Gelişmeler ve Tavırlar
Brexit referandumundan önce, referandumda AB
üyeliğine evet sonucu çıkacağını düşünen Brexit yanlısı kimi ırkçıların internet üzerinden referandumun
yenilenmesi için açtıkları imza kampanyası, Brexit
kararından sonra, Brexit karşıtlarının platformuna
dönüştü. Dört milyondan fazla kişinin imzalaması
sonucunda, parlamentonun konuyu görüşmesi durumu ortaya çıktı. 5 Eylül 2016 tarihinde yapılan görüşmelerin sonucunda, ikinci bir referandum reddedildi. Sonraki dönemde de eski başbakanlardan Tony
Blair gibi Brexit karşıtları yeni referandum talebini
dile getirdiler. Bu talep her seferinde sert biçimde ve
hükümet “halkın dediğini yapacak” denerek reddedildi. Başbakan May sadece “halkçı” kesilmemişti!
5 Ekim 2016 tarihinde yapılan Muhafazakar’ların
kongresinde “işçici” de kesildi. Büyük Britanya’nın
adil olmadığını söyleyerek işçi sınıfından ve haklarından dem vurdu! İşçi Partisi’nin (Labour) kendisine işçi partisi deme hakkını yitirdiğini, gerçek işçi
partisinin kendileri olduğunu söyleyerek adaletten
ve eşit haklardan ve eşcinsellere de eşit hakların verilmesi gerektiğinden bahsedip “işçi sınıfının doğal
insanları”na hitap etmeye yöneldi... Görünen odur
ki, May’ın Brexit sürecinde işçilerin de desteğine ihtiyacı var! Bu tavrıyla May, Büyük Britanya işçi sınıfını milliyetçi temelde peşine takma siyasetini de
yürüttüğünü göstermektedir.
Ayrıca May’ın bu tavrı takındığı dönemde, kimi
uzmanların anti-kapitalist içerikli isyan veya karga-
şa çıkabileceği konusunda uyarılarda bulunduğu da
medyaya yansıyan bilgiler arasındaydı. Söz konusu
uyarılar ciddiye alınmış olacak ki, hükümet Brexit’in
sonuçlarının dar gelirlilerin durumunu daha da kötüleştirmesine karşı önlemler almaya başladı. Bunun ilk adımı Kasım 2016 sonlarına doğru atıldı. 23
Kasım’da Maliye Bakanı Philip Hammond saat başı
asgari ücrete 30 Pence zam yapıldığını, (böylece asgari saat ücreti 7,5 Pfund oldu) dar gelirlilerin vergilendirmede daha az vergi ödeyeceklerini, 40.000
dairenin inşasını teşvik etmek için plan yapıldığını
ve ev satın alınması durumunda ödenmesi gereken
vergilerin düşürüleceğini vb. ilan etti.
Brexit başvurusu resmen yapılana kadarki dönemde savunulan görüşler çok çeşitliydi. Herkesin
kendisine göre bir hesabı ve sonucu vardı. Tüm bu
hesaplar içinde gelişmelere damgasını vuran ise,
tehditler, uyarılar, baskılar, blöf ve karşılıklı oyunlardı. Kimi “sert Brexit”ten, kimi “hafif Brexit”ten
ve kimi de “kirli Brexit”ten söz eder oldu. “Sert Brexit”, Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıktığı gibi,
AB iç pazarından (ortak pazar da deniyor), Gümrük Birliği’nden ve Avrupa Yüksek Mahkemesi’nden
(Adalet Divanı) de vb. çıkmak, yani AB ile bağları
-sonradan yapılacak anlaşmalarla sağlanacak ilişkilerden bağımsız olarak- koparmaktı. “Hafif Brexit”
ise AB üyeliğinden çıkmak, ama AB iç pazarından,
Gümrük Birliği’nden çıkmamak, bunun önkoşulu olarak da AB’nin “dört temel özgürlüğü”nü, yani
“metaların, hizmet sektörüne ait hizmetlerin, sermayenin ve insanların (siz bunu meta olarak iş gücünün
diye okuyun) serbest dolaşımı”nın kabul edilmesi ve
buna uyulması gerekiyordu. Büyük Britanya yönetimi ise insanların serbest dolaşımını kısıtlamaktan
yanaydı, yanadır. Ki bu konu, Brexit kararının verilmesinde rol oynayan en önemli konuydu. “Kirli Brexit” ise, çıkış başvurusu yapıldıktan sonra tarafların
yürüteceği pazarlıklar sonucunda herhangi bir anlaşma sağlanmadığı koşullarda, Büyük Britanya’nın
üyelikten çıkmasıydı. Bu da esasında Büyük Britanya
hükümetinin “Anlaşmasız çıkmak, kötü bir anlaşmadan iyidir” yönlü tavrına dayanılarak gündeme
gelen bir değerlendirmeydi.
Şimdiye kadarki verilerin ortaya koyduğu durum,
“hafif Brexit”in söz konusu olmayacağıdır. Pazarlıklar sonuçlanmadan hangi seçeneğin gerçekleşeceğini
ya da bunlardan başka bir seçeneğin söz konusu olup
olmayacağını söylemek zordur. Buna rağmen Büyük
Britanya hükümetinin özellikle işçi göçünü sınır-
marasına danışma ve onayını almaya gerek yoktu.
May takındığı sert ve kararlı görünen tavırlarıyla
yeni bir “Demir Lady” olduğunu gösteriyordu.
Bu durum, Yüksek Mahkeme’ye yapılan şikayet/
başvuru sonucu Yüksek Mahkeme’nin verdiği kararla değişti. Yüksek Mahkeme 3 Kasım 2016 tarihinde
Brexit başvurusu yapılmadan önce parlamentonun
onayı gerektiği yönünde karar verdi. Bu karara medyadaki kimi tepkiler, yargıçların “halk düşmanı” ve
“halka karşı” oldukları biçimindeydi. Hükümet bu
karara itiraz etti ve Yüksek Mahkeme 24 Ocak 2017
tarihinde yeniden aynı kararı verdi. Bunun sonucunda May, parlamentonun onayını almak zorunda kaldı. May “Demir Lady”liğini bu süreçte de gösterdi.
Şöyle ki, Avam Kamarası’nda yürütülen tartışmalarda getirilen hiçbir öneri söz konusu karar tasarısına
alınmadı. Lordlar Kamarası, Büyük Britanya’da çalışan AB üyesi devletlerden gelen işçilerin oturum ve
çalışma haklarını koruması yönünde değişiklik yaparak tasarıyı yine Avam Kamarası’na yolladı. Avam
Kamarası’nda bu değişiklik de, tek taraflı koruma
hakkı ilan edilmeyeceği gerekçesiyle, reddedildi.
May, söz konusu değişiklik önerisine öncülük yapan
ve aynı zamanda altı senedir hükümet danışmanlığı
yapan Michael Heseltine’yi bu nedenle görevinden
azletti.
Bu gel-gitler sonucunda 13 Mart 2017 tarihinde her
iki kamaranın da onayı alındı. Alınan, ya da onaylanan karar, Başbakanın Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkış amacını, AB Anlaşması’nın 50. maddesine göre açıklama, ilan etme hakkına sahip olduğu
biçimindeydi. Kraliçe’nin de 16 Mart’ta söz konusu
kararı onaylamasıyla Brexit başvurusunun yolu açıldı. Yüksek Mahkeme’nin verdiği karara göre, pazarlıklar sonucunda ortaya çıkacak anlaşmanın da,
yürürlüğe girmeden önce parlamento tarafından
onaylanması gerekiyor.
Bu gelişmeler dışında medyaya yansıyan kimi konular da şunlardı:
Londra’nın AB’nin mali merkezi ve söz konusu
mali işlemlerden gelen vergilerin Büyük Britanya’nın
devlet olarak en önemli gelir kaynağı olmasından
kaynaklı sorunlar ve Brexit sonrası neler olabileceğine yönelik tartışmalar, mali ve ekonomi sorunlarla
ilgili tartışmaların önde gelen konularından biriydi.
Referandumdan Brexit kararı çıktığından beri Londra yerine nerenin AB’nin mali merkezi olacağı konusundaki dalaş tüm hızıyla sürmektedir. Söz konusu
olan merkezler Almanya/ Frankfurt, Fransa/ Paris,
panorama
lama tavrı ile buna karşı AB yetkililerinin AB’nin
“dört temel özgürlüğü” üzerine pazarlık yapılmaz
vb. tavırlarına bakıldığında; herhangi bir anlaşma
yapılmadan Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden
çıkmasının da ondan sonraki dönemde yapılmak
istenen ticaret anlaşmasını zora sokacağından; tüm
bunlara ek olarak AB yetkililerinin AB üyeliğinden
çıkmak isteyebilecek diğer ülkelere örnek olmaması
için Brexit örneğinde sert davranılması gerektiği ve
böylece AB’nin dağılmasını engelleme amaçları da
bilindiğinde, eğilimin “sert Brexit”ten yana olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. AB yetkilileri tarafından takınılan tüm tavırlar, AB üyeliğinden çıkmanın kalmaktan daha zararlı olduğunu gösterme
yönündedir.
AB’nin yetkilileri değişik biçimlerde Başbakan
May ve hükümetine bir an önce kararınızı verin yönlü baskı yaparken, May ve hükümeti “Brexit Brexit
demektir” tekerlemesinden öteye, Brexit planlarının
ne olduğu konusunda herhangi bir bilgi vermeme siyasetini sürdürdü. Kimi hükümet mensuplarının genel lafları ve yorumları dışında, somut olarak ne yapılacağı konusunda, Büyük Britanya parlamentosuna
da, kamuoyuna da ciddi bir bilgi verilmedi. Ekim ayı
başında yapılan açıklama, çıkış başvurusunun Mart
2017 sonuna kadar yapılacağıydı. Bu durum esasında
17 Ocak 2017’ye kadar sürdü. 17 Ocak 2017 tarihinde,
muhalefetin de baskıları sonucu Başbakan May, 12
başlıktan oluşan planı özetle açıkladı. Bu bilgilendirmeyi yetersiz bulan parlamento üyelerinin dayatması
sonucunda da 2 Şubat 2017 tarihinde, parlamentoya
77 sayfadan oluşan bir “Beyaz Kitap” sunuldu. İçerik olarak, 12 başlıktan oluşan planın anlatılmasının
ötesinde yeni bir bilgi yoktu. Sonuçta May, bilgi vermeme siyasetinde tam başarılı olmasa da, gerçekte ne
yapmak istedikleri konusunda parlamento üyelerine
bile yeterli bilgi verilmemiştir. Sözkonusu verilen kısıtlı bilgi de, parlamenterlerin Brexit başvurusunun
Mart ayı sonunda yapılmasını ve böylece AB üyeliğinden çıkış görüşmelerinin başlatılmasını engellememe önkoşuluyla verildi.
May’ın öne çıkan bir başka tavrı da, Brexit başvurusu konusunda Parlamento’nun onayına başvurmama tavrıydı. May’ın yaklaşımına göre Brexit kararı,
hükümete, hükümetin başı olarak da May’a Brexit
konusunda atılacak adımlar ve pazarlıklar konusunda yetki vermişti. Hükümet de “Kraliyet” tarafından
onaylanmıştı. Bu durumda parlamentonun ne üst
(Lordlar Kamarası) ne de alt (Avam Kamarası) ka-
29
panorama
30
Avusturya/ Viyana ve İrlanda/ Dublin gibi yerlerdir. Her devlet ve mali merkez olmaya çalışan şehir,
bankaları, sigorta şirketlerini vd. kendisine çekmek
için yoğun bir uğraş içindedir. Buna karşı Büyük
Britanya’nın siyaseti ise vergi oranlarını önemli ölçüde düşürme vaatlerini yayma yönündedir. Bu da taraflar arasında söz dalaşına yol açmakta, AB yetkililerinin Büyük Britanya’yı uyarmalarını beraberinde
getirmektedir. Bu tartışmalar arasında yapılan kimi
hesaplar da, Brexit sonucu hangi devletin ya da devletlerin mali kayba uğrayacağı, kimin karlı çıkacağı
vb. konularla ilgiliydi.
Büyük Britanya ile AB arasındaki tartışmalardan
biri de, Büyük Britanya’nın “üçüncü” ülkelerle ticaret anlaşması yapması konusundaydı. Bu konuda AB yetkilileri açık ve sert tavır takınarak Büyük
Britanya’yı AB üyesi olduğu sürece böylesi anlaşmalar yapmaya kalkışmaması gerektiği konusunda
uyardılar. AB Komisyonu Başkanı Junker Şubat 2017
ortalarında açıkça ticaret anlaşmaları için yetkinin
AB’ye ait olduğunu, üye olduğu sürece hiç kimsenin
kendi başına iki taraflı ticaret anlaşması yapmaya
hakkı yoktur tespitini yaptı ve böylesi ticaret anlaşmalarını ancak Brexit sonrasında yapabileceğini
söyleyerek Büyük Britanya’yı uyardı. Aynı biçimde
Büyük Britanya ile AB arasında yapılmak istenen ticaret anlaşmasının da Brexit görüşmeleriyle paralel
yürütülmeyeceği, önce Brexit konusunda anlaşılması
gerektiği belirtildi.
Çoook demokratik AB’nin yetkililerinin böylesi uyarıları da, Büyük Britanya yetkililerinin Brexit
kararı ile Büyük Britanya’nın yeniden bağımsızlığına
kavuştuğu, egemen devlet haline geldiği, kendileri
hakkındaki kararların yeniden kendileri tarafından
verildiği vb. temelde demagoji yapmasına imkan
tanımaktadır. Gerçekte iki taraf da sahtekarlık yapmaktadır. Ne AB demokratiktir, ne de Büyük Britanya bağımlıydı, ya da şimdi bağımsız oldu! Yaşanan,
emperyalist güçler arasındaki çıkar dalaşıdır.
Bu tartışmalar arasında Büyük Britanya’nın üyelikten çıksa da yükümlülüklerini yerine getirmesi
gerektiği, bu yükümlülükler arasında 60 milyar Avro
kadar bir nakiti ödemesi gerektiği de hatırlatıldı.
May ise üyelikten çıktıktan sonra herhangi bir ödeme yapmayacaklarını açıkladı. Brexit görüşmelerinde bu konu da ele alınacak. Brexit başvurusundan
sonra AB Parlamentosu bu konuyu, görüşmeleri bloke etmenin şartlarından biri olduğunu açıkladı.
Büyük Britanya’nın Brexit sürecinde karşı karşı-
ya geldiği iç sorunlardan biri de İskoçya’nın Brexit
karşısındaki tavrı ve AB iç pazarının parçası olarak
kalma isteği ve buna bağlı olarak yeniden gündeme
getirdiği Büyük Britanya’dan ayrılma referandumu
sorunudur. İskoçya referandumda %62 oy oranıyla
Brexit’e karşı çıkmıştı. Büyük Britanya’dan ayrılma
konusunda 2014’te yapılan referandumda %55 oy
oranıyla ayrılmama kararı verilmişti. Fakat şimdi
durum değiştiğinden, Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkma kararının İskoçya’nın kararına ters
olduğundan yeni bir referandumun gerektiği savunulmaktadır. Yürütülen tartışmalar sonrasında
İskoçya parlamentosu 28 Mart’ta, çoğunlukla referanduma karar verdi. Referandumun gerçekleşmesi
için Büyük Britanya hükümetinin onayı gerekiyor.
May bu konuyu Brexit sürecinde tartışmak istemediğini, Brexit sonrasında bu konunun ele alınacağını
ilan etti. Çelişkinin nasıl çözüleceği soru işaretidir.
İskoçya’nın Büyük Britanya’dan ayrılması durumunda otomatikman AB üyesi olmayacağı bilindiğinde,
yerel yönetim için kimi yetkilerin elde edilmesiyle de
bu çelişkinin çözülme olasılığı vardır.
İrlanda ile Kuzey İrlanda arasındaki sınır sorunu
da yine Brexit gündemindeki sorunlardan biridir.
Brexit başvurusu yapıldıktan sonra gündeme gelen bir sorun da Büyük Britanya ile İspanya arasında eskiden beri varolan Cebelitarık ile ilgili sorun
oldu. Sorun AB’nin Brexit konusunda ortaya koyduğu kurallar taslağında Cebelitarık ile ilgili herhangi bir anlaşma konusunda İspanya’ya veto hakkı verilmesinden kaynaklandı. Söz konusu kurallar
daha tartışma aşamasındadır ama buna rağmen AB
ile Büyük Britanya arasında yapılacak herhangi bir
anlaşmanın Cebelitarık için ancak İspanya ile Büyük
Britanya’nın anlaşması durumunda geçerli olacağına
yönelik tavır, sorunu kızıştırdı...
Bunun dışında bu süreçte AB bağlamında gündeme gelen, fakat ayrı bir yazı konusu olan gelişme ise,
AB’nin geleceği ile ilgili olan tartışmadır. 25 Mart
2017 tarihinde AB üyesi 27 ülkenin Roma’daki toplantısına sunulan “Beyaz Kitap”ta, 2025 yılına kadar
nasıl bir AB olabileceği üzerine beş senaryo tartışmaya sunuldu. Ortaya konan senaryolar AB’nin daha da
geliştirilmesi ve birliğin güçlendirilmesi için olsa da,
bu belge, gidişatın andaki gibi sürmesi durumunda,
AB’nin dağılma olasılığının söz konusu olabileceğini
göstermektedir. Bu tartışma sonrasında -esasta 2019
yılında yapılacak AB parlamento seçimleri öncesinde- nasıl bir AB istendiği konusunda karar verilmesi
panorama
isteniyor. Ortaya konan beş senaryonun hiç birinde
“Birleşik Avrupa Devletleri” diye bir devletin oluşması söz konusu bile değil. Tartışma sürecinde AB
Komisyonu’nun değişik konulardaki görüşlerinin
tartışmaya sunulacağı belirtilmektedir. Brexit kararı
AB egemenlerini, AB’nin geleceği konusunda tartışmaya zorlamıştır.
Pazarlık Sürecinin Takvimi
29 Mart 2017 tarihinde Brexit başvurusunun resmen yapılması, bu konudaki görüşmelerin de başlatılmasının yolunu açtı.
29 Nisan’da 27 AB ülkesi özel bir zirve toplantısında
görüşmelerin başlatılması ve pazarlıkların yapılması
için müzakere prensiplerini/ yönergelerini belirleyecek. Aynı zamanda AB adına pazarlık görüşmelerini
yürütecek olan -önceden belirlenmiş kişiler- formel
olarak onaylanacak. Pazarlık yapacakların şefi Fransız kökenli Michel Barnier ve yardımcısı Alman kökenli Sabine Veyand’dır. Büyük Britanya’nın pazarlık şefi ise David Davis’dir.
Büyük Britanya’nın Mayıs-Haziran aylarında AB
yasalarının üstünlüğü ilkesini geri çeken karar tasarısını parlamentoya sunup onaylamasından sonra
karşılıklı pazarlıkların başlayacağı belirtiliyor.
Barnier, ilk görüşmelerin Aralık 2017’ye kadar son-
landırılması gerektiğini ve 2018 Ekim ayına kadar
sonuçlanması gerektiğini açıkladı. Görüşmelerin bu
tarihte bitirilmek istenmesi, gerçekte biteceği anlamına gelmiyor.
Ocak-Şubat 2019’da anlaşma tarafların onayına
sunulmak isteniyor. Bu durumda Büyük Britanya’da
Lordlar ve Avam Kamarası, AB’de ise AB Konseyi ve
AB Parlamentosu’nun onayı gerekiyor.
Pazarlıkların kısa takvimi şimdilik böyledir. Ama
bu takvimin tutup tutmayacağı soru işaretidir. İki
senelik pazarlık süreci sonunda, tarafların anlaşmadığı bir durumda yine tarafların karşılıklı onayıyla
bu süreç uzatılabilir. Bu süreçte diğer konulardaki
pazarlıkları bir kenara bıraksak bile, 20.000’den fazla kanun ve kuralın değiştirilmesi gerektiği gözönüne alındığında, iki yıllık pazarlık sürecinin sonunda
anlaşma sağlanması zor görünmektedir.
Pazarlıkların nasıl sonuçlanabileceği konusunda
birçok olasılık vardır... Hangisinin gerçekleşeceğini
ise en gecinde 2019 yılı başlarında öğreneceğiz. Şimdiden belli olan şey, pazarlıkların sert geçeceğidir.
Yazımızı bitirirken Başbakan May’ın, 8 Haziran’da
erken seçime gitme kararı aldıkları haberi medyaya
yansıdı. Parlamentonun onaylaması durumunda seçimler yapılacak.
19.04.2017
31
panorama
İCOR
DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU
MARUTİ-SUZUKİ-İŞÇİLERİNE
ÖZGÜRLÜK! YAŞASIN İŞÇİLERİN
ULUSLARARASI BİRLİĞİ!
8
32
Mart 2017 günü Hindistan’daki Japon-Hint hol- rarası birliğini geliştirmek için bu günde dünya çadingi Maruti-Suzuki’nin 13 işçisi tezgâhlanan pında dayanışma ve protesto eylemleri düzenlemeye
bir cinayet iddianamesiyle müebbet hapis cezası- çağırır. İşçilerin deneyimleri uluslararası alanda kana, 18’i ise uzun yıllar tutan ağır hapis cezalarına barmakta olan mücadelelerinin koordinasyonunu
mahkûm edildiler. Daha bundan birkaç saat sonra- gerekli kılmaktadır:
sında 35.000 işçi bu skandal karara karşı greve baş-Gukowo’daki bir fabrikanın kapısına kilit vurulladılar. 4 Nisan günü ülke çapında bir grev
duktan sonraki telafiler için “King Coal”in Rus
gününe çağırdılar. İCOR bu grev gümaden işçilerinin haklı mücadelelerine
MarutiSuzukinünü destekliyor ve dünya çapınkarşı Rus devleti, polisi ve askeri güçda dayanışma eylemleri yürütleriyle müdahale ediyor. Onlar kenişçilerine yapılan
meye çağırıyor. Bu işçilerin
ti bloke ediyor, maden işçilerine
bu
saldırı
tüm
uluslararası
tüm ”cürümleri”, “kadrolu
saldırıyorlar.
işçiler” olarak 2012’de
-Opel’in PSA tarafından
proletaryaya yapılan bir
taşeron işçilerin işten
birlikte Alsaldırıdır. İCOR –dört kıtadaki 50 devralınmasıyla
çıkarılmalarına
karşı
manya ve Fransa’da on binüye parti ve örgütle birlikte devrimci lerce işyeri tehdit altındadır;
uluslararası alanda ilk ve
çok önemli bir grev yümücadeleci işçiler ülkeleri
dünya
örgütü–
kendisinin
tam
rütmüş olmaları ve tüm
kapsayıcı mücadeleden yana
dayanışma içinde olduğunu açıklar, tavır koymaktadırlar.
baskılara karşın mücadeleci sendika MSWU’yu bu kararların derhal kaldırılmasını
Pratik işbirliği ve koordiinşa etmiş olmalarından
nasyonun örgütü olarak İCOR
ve siyasi tutukluların derhal
ibarettir.
Karl Marx ve W. İ. Lenin’in
Maruti-Suzuki-işçilerine
“Tüm
ülkelerin işçileri, birleşin!”
serbest bırakılmasını talep
yapılan bu saldırı tüm ulusşiarına uygun olarak işçi sınıfının
eder
lararası proletaryaya yapılan bir
ülkeler aşırı mücadelesini teşvik edisaldırıdır. İCOR –dört kıtadaki 50
yor ve diğerlerinin yanında Uluslararası
üye parti ve örgütle birlikte devrimci dünya
Otomotiv İşçileri Koordinasyonunu (www.iaar.
örgütü– kendisinin tam dayanışma içinde olduğunu de/index.php/de/) ve Uluslararası Maden İşçileri Koaçıklar, bu kararların derhal kaldırılmasını ve siyasi ordinasyonunu (www.minersconference.org/index.
tutukluların derhal serbest bırakılmasını talep eder.
php/) destekliyor.
O (İCOR–ÇN) Hintli sendikacıların 4 Nisan’ı uluRusya’daki 1917 muzaffer Ekim Devriminden 100
sal bir grev günü olarak ilan etmeleri çağrısını des- yıl sonra onun en önemli derslerini benimsiyoruz:
tekler ve ultra gerici Hint-faşist Modi-hükümetine İşçi sınıfı toplum değiştirici mücadelede, devrimci
karşı enternasyonal dayanışmayı ve işçilerin ulusla- hareket içinde önderliğe sahip olmak zorundadır!
(31. 03. 2017 tarihi itibariyle) İmzalayanlar (hâlâ
imzalamak mümkündür):
1. ORC – Kongo’nun Devrimci Örgütü, Kongo Demokratik Cumhuriyeti
2. MMLPL – Faslı Marksist-Leninistler – Proleter
Çizgi
3. CPSA (ML) – Güney Afrika Komünist Partisi
(Marksist-Leninistler)
4. PPDS – Yurtsever Demokratik Sosyalist Parti,
Tunus
5. MLOA – Afganistan Marksist-Leninist Örgütü
6. CPB – Bangladeş Komünist Partisi
7. CPİ (ML) Red Star – Hindistan Komünist Partisi
(Marksist-Leninistler) Kızıl Yıldız
8. İran İşçi Partisi
9. NCP (Mashal) – Nepal Komünist Partisi (Mashal)
10. APTUF – Tüm Pakistan Sendika Federasyonu
11. NDMLP – Yeni Demokratik Marksist-Leninist
Parti, Sri Lanka
12. “KrasnyjKlin” (Kızıl Kama) Komünist Devrimciler Grubu, Beyaz Rusya
13. BKP- Bulgaristan Komünist Partisi
14. MLPD – Almanya Marksist-Leninist Partisi
15. KOE – Yunanistan Komünist Örgütü
16. RM –Şafak, Hollanda
17. MLP – Marksist- Leninist Platform, Rusya
18. MLGS – Marksist- Leninist Grup, İsviçre
19. PR – Emek Partisi (eski) Yugoslavya
20. PR – ByH – Emek Partisi Bosna Hersek
21. PCC-M – Kolombiya Komünist Partisi (Maoist)
22. PC (ML) Komünist Partisi (Marksist-Leninist),
Dominik Cumhuriyeti
23. PC (ML) Komünist Partisi (Marksist-Leninist),
Panama
24. PCP (independiente) – Paraguay Komünist Partisi (bağımsız)
25. PML del Peru – Peru Marksist-Leninist Partisi
26. PPP Peru İşçi Partisi
27. KOL – Lüksemburg Komünist Örgütü
28. BP (NK-T) –Bolşevik Parti Kuzey KürdistanTürkiye
panorama
İşçiler ancak sağlamca pekişmiş güçlü bir devrimci
önderlikle, devrimci ve Marksist-Leninist partilerle
muzafferdir!
İşçilerin uluslararası birliğini ve uluslararası işçi
koordinasyonu güçlendirin!
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar, birleşin!
İCOR’u güçlendirin!
Yayımlandıktan sonra imzalayan:
29. NPCH (ML) – Haiti Yeni Komünist Partisi
(Marksist-Leninist)
(İCOR üyesi olmayan) diğer imzalayanlar:
Her Şeye Rağmen!, Almanya
31 Mart 2017
33
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
EKİM DEVRİMİ VE ULUSAL SORUN
Ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının
savunulması, ulusları birbirinden
ayırma anlamına gelmez. Komünistler,
özgür ve eşit ulusların sıkı, sağlam bir
birliğinden yanadır. Ama komünistlerin
istediği birlik zoraki birlik değil, eşit,
özgür halkların özgür iradeleri temelinde
gerçekleştirecekleri devrimci bir
birliktir. Özgür birliğin ön şartı, ayrılma
özgürlüğünün tanınmasıdır.
Halklar Hapishanesi Çarlık Rusya’sı
34
Rus çarlarının politikası, fetih/yağma üzerine kurulu idi.
Birinci Petro zamanında, Estonya, Letonya, Finlandiya’nın
bir kısmı ve Hazar Denizi’nin Kafkasya kıyıları ele geçirildi. İkinci Katerina, Karadeniz’in kuzey kıyılarını, Kırım’ı,
Dinyeper’in batısında Ukrayna’yı, Beyaz Rusya’yı, Letonya ve
Kurland’ı ilhak etti. Birinci Aleksander Finlandiya’yı İsveç’ten,
Baserabya’yı Türklerden, Napolyon ile savaştan sonra Varşova
dahil Polonya’nın bir kısmını ele geçirdi. Ayrıca yine bu çar
zamanında, Rusya, Gürcistan’a yerleşti. Kafkasya’nın dağlık
bölgelerinde yaşayan halkı köleleştirmek için bitip tükenmez
savaşlara girişti. Ve bu savaş, I. Nikola’nın hükümdarlığı boyunca sürdü gitti. İkinci Aleksander, Kafkasya’nın boyunduruk altına alınmasını tamamladı. Çin’ den Amur ve Ussuri
bölgelerini kopardı. Orta Asya’ da geniş toprakları ilhak etti.
Rus çarlarının sonuncusu olan II. Nikola, babalarının politikasını izledi. Mançurya ile Kore’yi ilhaka kalkıştı. Ardından,
İstanbul’u, Batı Ermenistan’ı, Kuzey İran’ı ve Galiçya’yı işgal
etmek amacıyla Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Rus çarlarının
her adımı, ateşle, kanla ve kırımla damgalıydı.
Çarlık hükümetleri, fethedilmiş topraklardaki tüm nüfusu
yok etmekte ya da başka bölgelere sürmekte tereddüt etmiyordu. Yerli halkın ellerinden alınan toprak, Rus subayları ile
toprak ağaları ve kulaklar arasında bölüşülüyordu. Volga başkırlarından yağma edilen topraklar üzerinde binlerce zengin
malikane yaratılıyordu. Kafkasya’da, Kırım’da, Orta Asya’da,
çar ile prenslere ait büyük, lüks malikaneler kuruluyordu. Fethedilen topraklarda uygulanan “tarım reformu” ile “serflik”
kurumu at başı gidiyordu. Birinci Petro, serfliği Baltık eyaletlerinde, Il. Katerina Ukrayna’da başlattı. Birinci Nikola da
serfliği Kafkasya’da sağlamlaştırmak için elinden geleni yaptı.
Çarlık generallerinin peşinden, Rus toprak beyleri ile tüccarları
ve imalatçıları fethedilmiş topraklara doluştular. Çeşitli ulusların toprakları, Rus askerleri, jandarmalar ve yüksek devlet memurları tarafından yağmalandı.
Ordu ve devlet mekanizmasının yardımı ile çarlık hükümetleri Ruslaştırma politikasını acımasızca sürdürdüler.
Çarlık Rusya’sında, medeni haklardan en yoksun olan halk
Yahudilerdi. Bunların oturdukları yerler ile hareket alanları
son derece kısıtlıydı. Ancak zengin Yahudiler ile servet sahibi
tüccarlar ve üniversite mezunu olanlar bu kısıtlama dışında tutuluyordu. Çarlık hükümetinin güttüğü sınıfsal politika, ulusal
Şubat 1917 Devrimi’nde çarlık yıkıldı, ikili bir iktidar ortaya çıktı. Devrimi yapanlar, askeri üniforma
içindeki işçiler ile köylülerdi; ama, devrimin meyvelerinden yararlanamadılar. Sovyetler ile yan yana,
burjuvazinin bir hükümeti ortaya çıktı. Bir yanda
emperyalist burjuvazinin önderliğinde “Geçici Hükümet”; diğer yanda ise işçilerin-köylülerin, askerlerin iktidar organı olan İşçi-Köylü Asker Sovyetleri.
Lenin, 1917 Şubat Devrimi hakkında şöyle yazıyordu: “İkili iktidar neden ibarettir? Geçici Hükümet’in,
burjuvazinin hükümetinin yanı sıra, gerçi henüz zayıf, henüz rüşeym halinde olan, ama buna rağmen hiç
kuşkusuz gerçekten var olan ve güçlenen bir ikinci hükümetin; İşçi Köylü Temsilcileri Sovyetlerinin ortaya
çıkmış olmasından ibarettir.” (“Seçme Eserler Cilt VI”,
Lenin, s. 40, İnter Yayınları, Kasım 1995, İstanbul)
Çarlıkla mücadeleden zaferle çıkan işçiler /köylüler tarafından yaratılan ama Menşeviklerin öncülük ettiği Sovyetler, ‘Geçici Hükümetin’ otoritesini
gönüllü olarak kabul edip ve askerler ile işçilerin
kazandıkları iktidarı yine gönüllü olarak burjuvaziye teslim ettiler.
Çünkü, bir sınıf olarak burjuvazi, proletarya ve
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
1917 Şubat Devrimi
köylüler ile kıyaslanamayacak ölçüde daha iyi organize oldu ve savaş sırasında daha da örgütlü hale geldi. Otokratik rejim ile savaş ve yaklaşan devrim konularında çatışma halinde olan burjuvazi gelecekteki
iktidar mekanizmasını yaratmıştı. Proletarya, iktidarı ele almak için, burjuvaziden daha az hazırlıklı
olduğunu gösterdi. Bolşevik Parti’nin siyasi olarak
gelişmiş kadroları ya dış ülkelerde ya da Sibirya’nın
uzak köşelerinde sürgünde bulunuyorlardı. Çarlık
boyunduruğunun müthiş baskısı altında bulunan
küçük burjuvazi, aslında sayı bakımından proletaryadan çok daha fazlaydı. Siyasi bakımdan bilinçlenmiş proletarya, bu geniş küçük burjuva denizinde
neredeyse boğulmuş gibiydi. İşçilerin pek çoğu, küçük burjuvazinin uzlaşmacı ve aza kanaat eden tutumundan etkilenmiş durumdaydı. Devrimci işçiler
ve köylüler tarafından kazanılan zaferin meyveleri,
burjuvazinin ellerine düştü. Barikatlarda savaşanların öncüleri ve ön saflarda mücadele verenler Bolşevikler olduğu halde, Sovyetlerde ezici çoğunluğu
oluşturanlar, Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerdi.
Sovyetlerin bileşimini belirleyen şey küçük burjuvazinin yarattığı dalga olduğu gibi, harekete yine küçük
burjuva liderleri egemen oldular.
Şubat Devrimi’nden sonra, Finlandiya ayrılmayı
talep etti. “Geçici Hükümet”, Finlandiya’nın ayrılıp
ayrı devlet kurma hakkını tanımadı. Lenin, “Geçici
Hükümet”in bu uygulamalarının çarlığın uygulamalarından bir farkının olmadığını belirterek şöyle
diyordu:
“Rusya’ya mensup tüm uluslara serbestçe ayrılma ve
bağımsız bir devlet kurma hakkı tanınmak zorundadır. Bu hakkın yadsınması ve onun fiilen hayata geçirilmesini garantileyen önlemlerden vazgeçilmesi, fetih
ve ilhak politikasının desteklenmesiyle eşanlamlıdır.
Sadece ulusların ayrılma hakkının proletarya tarafından tanınması, çeşitli ulusların işçilerinin tam dayanışmasını garanti eder ve ulusların gerçekten demokratik yakınlaşmasını teşvik eder.
Şu anda Finlandiya ile Rus Geçici Hükümeti arasında patlak vermiş olan çatışma, serbestçe ayrılma
hakkını yadsımanın çarlığın politikasını doğrudan
sürdürmeye yol açtığını özellikle açık göstermektedir.”
(“Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine”, Lenin, s. 507, İnter Yayınları, Aralık 1998, İstanbul)
Burjuva Geçici Hükümet’i, ulusal azınlıkların ezilmesi ve sömürülmesini içeren eski çarlık politikasını
devam ettirdi. Çarlık döneminde olduğu gibi burjuva Geçici Hükümet döneminde de ulusal hareketler
✒
sorunlarda da kendini gösteriyordu. Rus olmayan halkın yalnız zengin tabakasına bazı nispi ayrıcalıklar tanınıyordu. Yine
de egemen Rus ulusuna mensup burjuva ya da toprak beylerine kıyasla, Yahudi, Ermeni tüccarlara tanınan haklar kısıtlıydı.
Okullarda, Yahudilere belli bir kontenjan ayrılıyor, ancak bunlara devlet hizmetlerinde, demiryolu ve benzeri kuruluşlarda
yer verilmiyordu. Yahudiler ancak çarlığın belirlediği yerlerde oturmak zorundaydılar. Polonya’nın, Litvanya’nın, Beyaz
Rusya’nın, Ukrayna’nın bazı kesimlerinde, müthiş kalabalık
kentlerde sıkışıp kalan Yahudilerin büyük bir kısmı umutsuz
bir yoksulluğa mahkûm olmuşlardı.
Rus olmayan halk, çarlığın ileri gelen memurlarınca soyuluyordu. Çarlık Rusya’sında yaygın bulunan rüşvet, uzak sınır
bölgelerinde inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Gözü doymaz
devlet memurları sürüsü, ezilen ulusların emekçi nüfusunun
son kırıntılarını çekirge sürüsü gibi mideye indiriyordu. Çarlık
Rusya’sı çok sayıda ezilen ulusu ve milliyeti bünyesinde barındıran bir halklar hapishanesi idi. Ruslar ayrıcalıklı ulustu! Rus
olmayan uluslar ve azınlıklar ulusal haklardan yoksundu. Rus
olmayan öteki uluslar çarlık monarşisi tarafından
ulusal baskı altında tutuluyordu. Çarlık hükümetleri,
Ruslaştırma politikalarını acımasızca sürdürüyorlardı.
35
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
36
üzerindeki baskı devam etti. “Birleşmiş ve bölünmez
Rusya” sloganı, burjuva ve küçük burjuva partilerinin
temel ilkesi oldu. Geçici Hükümet, ulusal sorunun
çözümü için hiçbir şey yapmadı. Çarlık yönetiminin
sınır bölgelerindeki merkezi bürokratik mekanizması
aynen bırakıldı. Rusça, bütün uluslarda resmi dil olmaya devam ediyordu. Ezilen ulusların ulusal hakları
konusunda yaptıkları talepler reddediliyordu.
Ulusal Sorunda İlk Adımlar
25 Ekim (7 Kasım) 1917’de Ekim Devrimi zafere
ulaştı. Ekim Devrimi, ulusal baskının esas taşıyıcısı
olan toprak beyleri ve kapitalistlerin iktidarına son
verdi. Toprak beyleri ve kapitalistlerin iktidarına son
verilmesi, ulusal baskı zincirinin kırıldığı, halklar
arasında kardeşçe iş birliği yolunun açıldığı anlamına geliyordu. Ekim Devrimi, halklar hapishanesini,
halkların dostluğunun ortak ülkesi haline getirmenin ilk adımlarını attı.
Ekim Devrimi sırasında toplanan II. Tüm-Rusya
Sovyet Kongresi, Halk Komiserleri Konseyi’ni
(Bir çeşit bakanlar kurulu) seçti. Halk Komiserleri Konseyi’nin başkanlığına Lenin seçildi. Kurulan
en önemli komiserliklerden biri, “Milliyetler Halk
Komiserliği”ydi. Ülkede birçok ulusun yaşadığı görüşüyle bu devlet birimi çok önemli bir role sahipti. Milliyetler Halk Komiserliği başkanlığına Stalin
getirildi. Diğer komiserlikler gibi “Milliyetler Halk
Komiserliği” de Smolny’de faaliyet göstermeye başladı. Çeşitli bölümlerin bulunduğu bir odaya bir
masa yerleştirildi ve üzerindeki duvara “Milliyetler
Halk Komiserliği” yazan bir tabela asıldı. 1917 sonlarına kadar “Milliyetler Halk Komiserliği”nin kadrosu üç kişiden oluşuyordu. Bu komiserliğin “Genel
Direktörü” Feliks Senyuta adında bir Bolşevikti.
Ekim Devrimi’nin ilk günlerinde “Milliyetler Halk
Komiserliği”, ulusal konularda Sovyet hükümetinin
politikasını belirleyen kuralları ortaya koydu. “Milliyetler Halk Komiserliği”nin ilk icraatlarından biri,
2 Kasım’da Stalin tarafından kaleme alınan, Lenin
ve Stalin tarafından imzalanan “Rusya Halklarının
Hakları Bildirgesi”nin yayınlanmasıydı. Bildirgede
şöyle deniliyordu:
“Bundan böyle bu siyasetin yerini, Rusya’daki uluslar arasında karşılıklı tam bir güvene götürecek içten
ve dürüst bir siyaset almalıdır.
Rusya’daki milliyetlerin dürüst ve sağlam birliği ancak böyle bir güven temeli üzerinde kurulabilir.
Rusya’daki milliyetlerin işçileri ve köylüleri, emperyalist ve ilhakçı burjuvazinin tüm saldırılarına karşı
koyabilecek tek bir devrimci örgüt içinde ancak böyle
bir birlik temelinde kaynaşabilir.
Bu yılın Temmuz ayında toplanan Birinci Sovyetler
Kongresi, Rusya uluslarının kendi kaderlerini özgürce
tayin etmeye hakları olduğunu ilan etmiştir.
Sovyetlerin Ekim ayında yapılan İkinci Kongresi
Rusya uluslarının bu devrolunamaz hakkını daha kesinlikle ve kararlılıkla ortaya koymuştur.
Bu Kongre’nin kararları doğrultusunda davranan
Halk Komiserleri Konseyi Rusya’daki milliyetlere ilişkin girişimlerini aşağıdaki ilkelere dayandıracaktır.
Rusya’daki milliyetlerin eşitliği ve egemenliği
Rusya’daki milliyetlerin, ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı dahil olmak üzere kendi kaderlerini
özgürce belirleme hakkına sahip olmaları
Ulusal ve ulusal-dinsel her türlü ayrıcalık ve sınırlamanın kaldırılması
Rusya’nın sınırları içinde yaşayan ulusal azınlıkların ve etnik grupların özgür gelişmesi
Milliyetler Kurulu kurulur kurulmaz bu ilkelere uygun somut kararlar alınacaktır.
Halk Komiserleri Konseyi Başkanı Lenin
Milliyetler Sorunları Komiseri Stalin”
(“Ulusal Sorun Üzerine Eğitim Notları”, Yeni Dünya İçin Yayınları, s. 120-121, Mart 1994, İstanbul)
Bu bildirgede ortaya konulanlar tüm milliyetlerin özgür gelişmesinin yolunu açıyordu. Bu bildirge, zoraki birliğin parçalanacağı ve uluslar arasında
hak eşitliğinin sağlanacağı anlamına geliyordu. Bu
bildirge, çarlık döneminde uygulanan ulusal baskı,
ulusal kışkırtma politikalarına son verildiğini açıklıyordu. Rusya’da yaşayan halkların birbirine güven
duymaları için açıklık politikasının uygulanacağına
vurgu yapılıyordu. Bu bildirgenin yayınlandığı gün
Moskova’da sosyalist devrimin zaferi ilan ediliyordu.
22 Kasım 1917’de, Lenin ve Stalin’in imzasını taşıyan “Doğu’nun ve Rusya’nın Müslüman Emekçilerine” çağrısı yayınlandı. Çağrıda şöyle deniliyordu:
“Yoldaşlar! Kardeşler!
Rusya’da büyük olaylar olmakta. Yabancı ülkeleri
bölmek amacıyla başlatılan kanlı savaş bir sona yaklaştı. Dünya halklarını köleleştiren bu korsanların
kuralları sendelemekte. Rus devriminin darbeleriyle
kölelik kurumu parçalanmıştır. Zulüm ve baskı dünyası son günlerini yaşıyor. Yeni bir dünya doğuyor,
emekçilerin ve özgür olmak isteyenlerin dünyası.
Bu devrimin başında Rus işçi ve köylü hükümeti, Halk
Finlandiya’nın Ayrılma İsteği Kabul
Ediliyor
Ekim Devrimi ertesinde ulusal sorunda atılan
adımlar, devrimden önce Bolşeviklerin ortaya koydukları çizginin sonuçları idi. Lenin, “Parti Programının Revizyonuna İlişkin” başlıklı makalesinde
şöyle diyordu:
“İktidarı ele geçirdikten sonra biz bu hakkı (ayrılıp
ayrı devlet kurma hakkı –BN) kayıtsız koşulsuz Finlandiya için olduğu gibi Ukrayna, Ermenistan için olduğu gibi, Çarlık (ve Büyük Rus Burjuvazisi) tarafından ezilen tüm milliyetler için tanıyacağız. Fakat biz
kendi adımıza ayrılık istemiyoruz. Biz mümkün olduğunca büyük bir devlet, Büyük Ruslarla komşu olan
mümkün olduğunca çok sayıda ulusla mümkün olduğunca sıkı bir ittifakı istiyoruz. Biz bunu demokrasinin
ve sosyalizmin çıkarları için istiyoruz.
Biz devrimci-proleter bir birlik istiyoruz. Parçalanma değil birleşme istiyoruz. Fakat biz devrimci bir birlik istiyoruz. Bu yüzden de tüm devletlerin birleşmesi
şiarını ileri sürmüyoruz. Çünkü sosyal devrim yalnızca sosyalizme geçmiş veya geçmekte olan devletlerin ve
kurtulan sömürgelerin birleşmesini gündeme getiriyor.
Biz özgür bir birleşme istiyoruz. Ve bu yüzden biz ayrılma hakkını tanıma yükümlülüğüne sahibiz (ayrılma özgürlüğü olmaksızın birleşme, özgür birleşme
olarak adlandırılamaz.) (“Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine”, Lenin, s. 519-520, İnter Yayınları,
Aralık 1998, İstanbul)
Ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının savunulması,
ulusları birbirinden ayırma anlamına gelmez. Komünistler, özgür ve eşit ulusların sıkı, sağlam bir birliğinden yanadır. Ama komünistlerin istediği birlik
zoraki birlik değil, eşit, özgür halkların özgür iradeleri temelinde gerçekleştirecekleri devrimci bir birliktir. Özgür birliğin ön şartı, ayrılma özgürlüğünün
tanınmasıdır. Ayrılma hakkının tanınmadığı bir birleşme özgür bir birleşme değildir. Ayrılma hakkının
savunulması, bir ulusun nasıl yaşayacağına kendisinin karar vermesi demektir. Bir ulus ayrılma hakkına
sahip değilse, birliğin biçimlerinden birisini seçmek
zorunda bırakılıyorsa, o ulusun kendi kaderini kendisinin özgürce belirleme hakkından söz edilemez.
Lenin’in anlattığı tam da budur.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
namesi izledi: “ ... Rusya’daki İşçi ve Köylü Hükümeti
Rusya tarafından işgal edilen Türk Ermenistan’ındaki
Ermenilerin haklarını desteklemektedir.” (Age. s, 580)
✒
Komiserleri Konseyi ... yürümektedir.
Kapitalist sömürü ve zulmün saltanatı parçalanmaktadır. Emperyalist soyguncuların ayaklarının altındaki toprak yanmaktadır.
Bu büyük olayların arasında, Rusya ve doğunun sahipsiz Müslümanlarına sesleniyoruz.
Rusya’nın Müslümanları, Volga ve Crimea’nın Tatarları, Sibirya ve Türkistan’ın Kırgızları ve Sartları,
Trans-Kafkasya’nın Türkleri ve Tatarları, Çeçenler ve
Kafkasya’nın Gortsileri, Rus Çar’ı ve zorbaları tarafından dinleri, örf ve adetleri ayaklar altına alınan,
camileri ve mescitleri yok edilenler!
Bundan böyle örf ve adetleriniz, ulusal ve kültürel
kurumlarınız serbest ve dokunulmaz ilan edilmişlerdir. Ulusal hayatınızı istediğiniz gibi şekillendirin.
Bu sizin hakkınız. Tüm haklarınızın Rusya’nın diğer
halklarının hakları gibi İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri
Sovyetleri tarafından korunacaktır.
Bu devrimi ve yetkili hükümetini destekleyin.” (“1917
Sovyet Devrimi Cilt 2”, s. 560, Evrensel Basım Yayın,
Ağustos 2004, İstanbul)
Müslümanlara tanınan haklar, emperyalistlerle
Sovyet ulusal politikaları arasındaki nitel farklılığı
açığa çıkardı. Çarlık Rusya’sı, doğu komşularının
kan emicisiydi. Türkiye, İran ve diğer doğu ülkelerinin Müslüman insanları, Türkistan ve TransKafkasya’nın kaderini paylaşarak dehşet içinde
yaşıyorlardı. Ekim Devrimi, Çarlık Rusya’sının emperyalist politikalarına son verdi. Sovyet hükümetinin “Türk Ermenistan”ı ile ilgili kararı Rusya dışındaki ezilen halklar tarafından coşkuyla karşılandı.
Aralık 1917’de Milliyetler Halk Komiseri Stalin şu iyi
niyet mektubunu yayınladı:
“Türk Ermenistan’ının Rusya’nın savaş hakkıyla işgal ettiği tek ülke olduğuna inanıyorum. Bu “cennetin”
bir parçası yıllardır (ve hâlâ) batının doymak bilmez
diplomatik iştahının ve doğu yönetimindeki kanlı
uygulamaların elinde. Bir elde Ermeni katliamları ve
soykırımları, diğer elde yeni katliamlara zemin hazırlayan tüm ülkelerin farazi diplomatik müdahaleleri ve aldatılmış, kana bulanmış, köleleştirilmiş Ermenistan. Rus halklarının kaderi özellikle de Ermeni
halkın kaderi Ekim Devrimi’nin kaderine sıkı sıkıya
bağlıdır. Ekim Devrimi ulusal baskı zincirlerini kırdı.
Bu devrim Rusya’daki halkların özgürlüğünü sonuna
kadar savunacaktır.” (“1917 Sovyet Devrimi, Cilt 2”,
s. 580, Evrensel Basım Yayın, Ağustos 2004, İstanbul)
Stalin’in bu bildirisini 29 Aralık 1917 tarihli Halk
Komiserleri Konseyi’nin “Türk Ermenistan’ı” karar-
37
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
38
Ekim Devrimi’nden sonra Aralık 1917’de Finlandiya bağımsızlık deklarasyonunu Bolşevik Hükümeti’ne
sunar. Finli bir heyet Smolny’ye gider. Heyet içerisinde Finlandiya başbakanı Pehr Evind Svinhufvund da
yer alır. Finli bakan Karl İdman anılarında şöyle der:
“Petrograd’a yapılan ikinci yolculuğa senatör Enckell
ve benim dışımda, senato temsilcisi olarak Başbakan
Svinhufvund da katıldı. (...)
Sabırsızlıkla Halk Komiserleri Kurulu’nun kararını
hangi yılda, 1917’de mi yoksa 1918’de mi vereceğini
bekliyorduk.
Gece yarısına birkaç dakika kala kapı açıldı, Bonç
Bruyeviç odaya girdi ve bize Halk Komiserlerinin imzaladıkları bir belgeyi uzattı. Şöyle deniyordu:
‘...Halk Komiserleri Kurulu, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinden hareketle oybirliğiyle şu kararı almıştır:
Merkez Yürütme Komitesi’ne şu öneri sunulacaktır:
Finlandiya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının tanınması ve;
Finlandiya hükümetiyle mutabık kaldıktan sonra
Finlandiya’nın Rusya’dan ayrılmasıyla doğacak pratik
önlemlerin belirlenmesi için iki tarafın temsilcilerinden oluşan bir özel komisyonun kurulması...’
O zaman Hukuk İşleri Halk Komiseri Steinberg, anılarında Halk Komiserleri Kurulu üyelerinin bu belgeyi
imzalamalarından bahsediyor:
‘Peş peşe ayağa kalkıyor ve özel bir memnuniyet
duygusuyla Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıyan
imzaları atıyorduk. Çarlık döneminde sürgün edilen
Finlandiya’nın bugünkü kahramanı Svinhufvud’un,
katıksız toplumsal düşmanımız olduğunu biliyorduk
elbette. Fakat Finlandiya’yı Rusya’nın baskısından
kurtardığımız için dünya sahnesinden bir tarihi haksızlık silinmiş oldu.’
Tarafımıza verilen karar metni çeyrek sayfa büyüklüğündeki bir ipekli kâğıda yazılmıştı.
Belgeyi aldığımızda, biraz şaşırmıştık, çünkü tanımanın bu kadar hızlı gerçekleşeceğini tahmin etmemiştik.
Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıyan belgeyi aldığımızda, ne kadar büyük bir haz ve sevinç duyduğumuzu anlatmaya gerek yok. Tüm Finlandiya halkının
özlemle beklediği şey gerçekleşmişti. Doğal olarak,
halkımızın bağımsızlığını koşulsuz tanıyan Lenin’in
hükümetine karşı derin bir minnettarlık duygusuyla
dolmuştuk. Bizzat Lenin’e teşekkür etmek istiyorduk.
Enckell, Bonç-Bruyeviç’e bu dileğimizi iletti. İlkin karşı
çıktı. Lenin, o sırada kurul toplantısındaydı. Enckell,
dileğimizi bir kez daha tekrarladı, belki Lenin birkaç
dakikacık da olsa zaman bulabilir ve yanımıza gelebilirdi. Bir dakika sonra Lenin odadan çıktı. Gülümseyerek memnun kalıp kalmadığımızı sordu. ‘Hem de çok
memnunuz’, diye yanıtladı Svinhufvud.” (“Yönetmeyi
Nasıl Öğrendik”, s. 50-51, Evrensel Basın Yayın, 3.
Basım, Haziran 2010, İstanbul)
Sovyet hükümeti, 18 Aralık 1917’de Finlandiya’nın
bağımsızlığını tanıdı. Karl İdman’ın da anlattığı
gibi 18 Aralık 1917’de, Fin burjuva hükümetinin şefi
Svinhufvud’a, Halk Komiserleri Konseyi’nin kararı
iletilir. Fin heyeti, böyle bir kararı beklemediği için
şaşkındır! 22 Aralık 1917’de (4 Ocak 1918) Halk Komiserleri Konseyi’nin Finlandiya hakkındaki kararı,
Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesi’nin toplantısında onaylanır. Lenin şöyle der:
“Finlandiya’ya bakın: Demokratik, bizden daha gelişmiş, kültürel seviyesi daha yüksek bir ülke. Orada
proletaryanın kristalizasyonu, ayrışması süreci gerçekleşiyor; bu süreç orada son derece kendine özgü,
bizden daha sancılı bir seyir izliyor. Finlandiyalılar
Almanya’nın diktatörlüğünü tattılar, şimdi Antant’ın
diktatörlüğünden geçiyorlar ve bizim ulusların kendi
kaderini tayin hakkını tanımamız gerçeği sayesinde
orada ayrışma süreci kolaylaştı. Orada cellat rolü oynayan Finlandiya burjuvazisinin temsilcisi Svinhufvud’a
(Rusça’da “domuzbaş” demektir) Smolny’de belgeyi
nasıl teslim ettiğimi çok iyi anımsıyorum. Svinhufvud
elimi nazikçe sıkmış, birbirimize karşılıklı iltifatlar
yapmıştık. Ne kadar nahoştu! Fakat bunu yapmak zorundaydık, çünkü bu burjuvazi o zaman halkı, emekçi
kitleleri Moskofların, şövenistlerin, Büyük Rusların
Finlandiyalıları boğmak istediğini anlatarak aldatıyordu. Yani bunu yapmak zorundaydık.” (“Ulusal ve
Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine”, Lenin, s. 539, İnter Yayınları, Aralık 1998, İstanbul)
Birinci Dünya Savaşı sırasında Finlandiya, Çarlık
Rusya’sının bir parçası olarak savaştan etkilenmişti.
Çarlık Rusya’sı ve Alman emperyalizmi Finlandiya’ya
özel önem veriyorlardı. Bu yüzden Finlandiya toprakları meydan muharebelerine maruz kalmıştı. Lenin,
Finlandiya’nın “Almanya’nın diktatörlüğünü tattılar”
demesi bu yüzdendir. 1918 baharında Finlandiya’da,
işçi nüfusunu temsil eden Kızıllar ile burjuva ve toprak sahiplerini temsil eden Beyazlar arasında iç savaş
çıktı. Mayıs 1918’de, Beyaz terör hakimiyetini perçinledi. Fin burjuvazisinin temsilcisi Svinhufvud, Kızıl Muhafızların cellatlığı rolüne soyundu. Lenin’in
Svinhufvud’u cellat olarak nitelendirmesi bu yüzden-
3 Ocak 1918’de, Lenin tarafından “Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi“ Tüm-Rusya
Merkezi Yönetim Komitesi’ne sunuldu, bu komitede
taslak metin bazı değişikliklerle oybirliği ile kabul
edildi. (“Seçme Eserler, cilt VI, Lenin, s. 468-470, İnter Yayınları, İstanbul)
Bildirge, 4 Ocak’ta Pravda’da yayınlandı. 5 Ocak
1918’de, Bildirge, Bolşevik fraksiyon tarafından Sovyet iktidarı adına tartışılması için Kurucu Meclis’e
sunuldu. Karşıdevrimci Kurucu Meclis, Bildirgeyi
tartışmayı reddetti, bunun üzerine Bolşevik fraksiyon Kurucu Meclis’i terk etti. 12 Ocak 1918’de, III.
Bütün Rusya Sovyet Kongresi toplantısında bildirge
kabul edildi. Bu bildirge; “Rusya Sovyetler Cumhuriyeti, özgür ulusların özgür birliği temelinde Ulusal
Sovyet Cumhuriyetlerinin Federasyonu olarak kurulur” tespitine yer verdi. Bolşevik Parti, Sovyet devletinin nasıl olması gerektiği üzerine dönem dönem tartışmıştı. Bildirgede; federatif devlet yapısında karar
kılmıştı. Sovyet federal devlet anlayışı, burjuvazinin
federatif devlet anlayışından tamamen farklıydı. Sovyet federasyonu, ulusların gönüllü birliği üzerinden
yükseliyordu.
Nisan 1918’de, Bütün Rusya Merkezi Yürütme Ko-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin
Kuruluşu
mitesi tarafından Stalin’in önderliğinde oluşturulan
Anayasa Komisyonu bir taslak hazırladı. Bu taslak,
Bolşevik Parti Merkez Komitesi’nin Lenin önderliğindeki özel bir komisyonunda incelenip onaylandı.
4 Temmuz 1918’de, V. Bütün Rusya Sovyet Kongresi
toplandı. Bu Kongre’de, Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin (RSFSC) Anayasası kabul edildi.
Anayasa, proletarya diktatörlüğünün yasama yetkisine sahip olduğunu belirtiyordu. Merkezi ve yerel
iktidar, Sovyet devletinin siyasi temelini oluşturan
işçi, asker ve köylü temsilcilerinin Sovyetlerine veriliyordu. Anayasa, Sovyet devletinin ekonomik temelinin ilkelerini yasal olarak teyit ediyordu. Anayasa,
özgür ulusların özgür ittifakı temelinde kurulmuş
olan Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’ni
devlet inşası için temel ilke olarak kabul ediyordu.
Anayasa demokratik merkeziyetçilik temelinde inşa
edilmiş devlet egemenliğinin yerel ve merkezi organlarının oluşum ve faaliyet sistemini tespit etti.
1918 Anayasa’sı, emekçiler için en geniş demokratik
hakları ve özgürlükleri güvence altına alıyordu. Seçme ve bütün devlet organlarına seçilme hakkı vardı.
1918 Anayasa’sında yer alan seçim hakkının bir özelliği vardı. Anayasa, seçim hakkını, bütün sömürücülere, ruhban takımına, eski polis ve jandarmalara
veya eski düzeni savunduğu bilinen kişilere vermiyordu. Bu sınırlandırmalar, Sovyet ülkesinin anda
içerisinde bulunduğu koşullardan kaynaklanıyordu.
Proletarya devletine karşı savaşanlar, emperyalizmle
iş birliği içerisinde bulunanlara seçilme hakkı tanınmıyordu. Bu unsurlara seçim hakkı tanımamak, Sovyet devletinin onlara karşı yürüttüğü mücadelenin
bir biçimiydi.
Bu anayasada yer alan seçim hakkının başka bir
özelliği daha vardı. Bu özellik de tarihi koşullardan
kaynaklanıyordu. İşçilerin sayısal olarak az, köylülerin çok olmasından dolayı işçi ve köylü temsilcileri,
Sovyet seçimlerinde eşit normlara göre seçilmiyorlardı. Sovyet iktidarı, Sovyetlerdeki işçilerin payını
artırmayı ve devlet yönetiminde işçi sınıfının rolünü
garantilemeyi amaçlıyordu. Böylelikle; eşit olmayan
seçimlerle Sovyet devleti, devlet yönetiminde işçi sınıfının önder rolünü pekiştirmeyi amaçlıyordu. Ama
bu tedbirin geçici bir tedbir olduğu da sürekli vurgulanıyordu.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin oluşturulması için 1922’nin ikinci yarısında canlı bir siyasi
kampanya yürütüldü. Lenin ve Stalin’in inisiyatifi
üzerine 1922 yılı sonunda Sovyet halklarının gönül-
✒
dir.
Sovyet hükümeti, sadece Finlandiya’nın bağımsızlığını değil, 4 Aralık 1917’de Ukrayna Halk
Cumhuriyeti’nin de bağımsızlığını tanıdı. Lenin, “Biz
kesinlikle Ukrayna halkının tam ve sınırsız özgürlüğünden yanayız. Kapitalist zalimlerin Rusya’sının diğer halklara karşı cellat rolünü oynadığı eski, kanlı ve
kirli geçmişten kopmalıyız. Bu geçmişi ortadan kaldıracağız. Bu geçmişten taş üstünde taş bırakmayacağız“
tespitlerini yapıyordu. (Age. s. 527)
Halk Komiserleri Konseyi, ayrılmak istediğini referandumla belirleyen Finlandiya somutunda, ayrı bir
devlet kurmak isteyen Ukrayna somutunda bu kararları tanımakta tereddüt etmiyordu. Halk Komiserleri
Konseyi, proletarya diktatörlüğü altında ulusal barış
ve ulusal özgürlüğün güvence altına alınabileceğini
gösteriyordu. Zoraki birliğin parçalanması sonucu,
Rusya’da özgür birliktelik devrimin gelişme süreci
içerisinde daha alt biçimlerden üst biçimlere doğru gelişme gösteriyordu. Tüm bu gelişmeler Ekim
Devrimi’nin sonuçları idi.
39
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
lü devletsel birliği sağlandı. Aralık 1922’de, Birinci
Tüm-Birlik Sovyet Kongresi toplandı. 30 Aralık’ta,
Lenin ve Stalin’in önerisi üzerine, Sovyet halklarının gönüllü bir devlet birliği, yani Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB) kuruldu. SSCB’ de dış
ticaret, ordu ve donanma, dışişleri, ulaştırma işleri,
posta ve haberleşme işleri komiserliklerinin, yalnızca
Merkezi Birleşik Devletin Halk Komiserleri Konseyi düzeyinde kurulması öngörülüyordu. Buna karşı,
maliye, ekonomi, beslenme, çalışma, kontrol komiserlikleri birlik anlaşmasını imzalayan devletlere
bırakıldı. Her milliyetin birlikten özgürce ayrılma
hakkı vardı. Kurulan birleşik devlet, yeni katılmalara
açıktı.
1924 Anayasası
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulmasından sonra, Stalin önderliğinde SSCB’nin
ilk Anayasa’sının hazırlık çalışması başladı. Bu çalışmanın sonuçları Merkezi Yürütme Komitesi’nin
6.7.1923 tarihli oturumunda aldığı kararla yürürlüğe
konuldu. 31 Ocak 1924’te, İkinci Bütün Birlik Kongresi, Anayasa’yı onayladı.1924 Anayasa’sı, eşit haklara sahip birlik cumhuriyetlerinde emekçi yığınların
aktif katılımıyla hazırlandı. Bu Anayasa eşit haklara sahip cumhuriyetlerin özgür birlikleri üzerinde
kurulmuş bir yapının hukuki ifadesi idi. Anayasaya
göre Sovyetler Birliği’nin en yüksek devlet iktidar
organı SSCB Sovyet Kongresi idi. Sovyet Kongresi
kendi içinden iki kongre arasında ülkeyi yönetmekle
görevlendirdiği SSCB Merkez Yürütme Komitesi ve
onun başkanlığını seçiyordu. Benzer bir yapı tek tek
cumhuriyetlerde işliyordu. Olağan Sovyet Kongreleri
1927’ye kadar yılda bir, 1927 sonrasında iki yılda bir
toplanıyordu. Merkez Yürütme Komitesi eşit sayıda
temsilciye ve eşit haklara sahip iki bölümden oluşuyordu. Birlik Sovyeti ve Milliyetler Sovyeti. Birlik
Sovyeti SSCB Sovyet Kongresi’nde seçiliyor, Milliyetler Sovyeti ise cumhuriyetler ve ulusal bölgeler tarafından seçilip, gönderiliyor ve SSCB Sovyet Kongresi
tarafından onaylanıyordu.
1936 Anayasası
40
Şubat 1935’te, SSCB’nin VII. Sovyet Kongresi 1924
Anayasa’sının değiştirilmesi kararını aldı. Yeni
Anayasa’nın hazırlanması için Stalin önderliğinde
bir Anayasa Komisyonu kuruldu. Anayasa Komisyo-
nu, Mayıs 1936’da Anayasa taslağını hazırladı ve 11
Haziran 1936’da genel tartışmaya sundu. Bu Anayasa
taslağı üzerine tartışmaya 51,5 milyon insan katıldı.
Tartışma boyunca, ülkenin her köşesinde sayısı 1,5
milyona varan yeni öneriler, düzeltmeler vs. getirildi.
25 Kasım 1936’da SSCB’nin Olağanüstü VII. Sovyet
Kongresi toplandı. Stalin, bu kongrede yeni Anayasa
taslağı üzerine bir rapor sundu. Kongre, taslak üzerine tam 10 gün tartıştı ve 5 Aralık 1936’da SSCB’nin
yeni Anayasa’sını karara bağladı.
1936 Anayasasına göre; SSCB Yüksek Sovyeti iki
kamaradan oluşuyordu. Birlik Sovyeti ve Milliyetler
Sovyeti. Birlik Sovyeti SSCB vatandaşları tarafından
seçim bölgelerine göre seçiliyordu. Norm 300 bin kişiye bir temsilci idi. Milliyetler Sovyeti Birlik Cumhuriyetleri, özerk cumhuriyetler, özerk bölgeler ve milli
bölgeler temelinde SSCB vatandaşları tarafından seçiliyordu. Birlik Cumhuriyetleri, Özerk Cumhuriyetler ve milli bölgelerin nüfusları birbirinden farklıydı.
SSCB Yüksek Sovyetine her birlik cumhuriyeti 25,
özerk cumhuriyetler 11, özerk bölgeler 5, milli bölgeler 1 temsilci gönderme hakkına sahipti. Milliyetler
Sovyeti genel eşit oy hakkı temelinde seçilen Birlik
Sovyeti ile eşit haklara sahipti. Geçmişin ezilen ulusları, bütün ülkenin kaderini belirlemede eşit haklarla,
hatta nüfusu büyük uluslara göre, küçük nüfusa sahip uluslara daha fazla hak tanıyan bir temelde yer
almaktadır. Böyle bir siyaset milliyetleri birbirine yakınlaştırmada önemli bir rol oynuyordu.
Ekim Devrimi’nin Sonuçları
Ekim Devrimi, Çarlık Rusya’sında yaşayan onlarca ulusun ve etnik topluluğun yaşamını ve kaderini
değiştirdi. Ekim Devrimi, ulusal sorunun gerçek çözümünün, ezilen ulusların kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu pratikte de gösterdi. Ekim Devrimi, bir
dizi ezilen ulusu içinde barındıran Rusya’da ezilen
ulusların kurtuluşu için burjuva milliyetçiliğin yerine
proleter enternasyonalizmini, burjuva önderliğin yerine proletaryanın önderliğini geçirerek bu alanda da
çığır açtı. Ekim Devrimi, halklara ırkçılığı ve şövenizmi değil, proleter enternasyonalizmini getirdi. Ekim
Devrimi, emperyalizmin ırkçı, şoven barbarlığının
tek gerçek alternatifinin sosyalizm olduğunu pratikte
gösterdi. Ekim Devrimi, ulusal özgürlük mücadelesinin ancak sosyalizm için mücadeleye tabii kılındığında gerçek kurtuluşa götüreceğini gösterdi.
Sovyetler Birliği’nde, sosyalizm döneminde izlenen
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
sayısı yüzde 2 idi. Türkmenistan’da okuma-yazma
oranı1950’de %99’a çıktı. Ermenistan’da okumayazma oranı %30’dan %100’e çıkarıldı. Tacikistan’da
okuma-yazma oranı %0,5’ten %100’e vardırıldı. Sovyetler Birliği büyük oranda sanayi ülkesine dönüştürüldü. Sovyetler Birliği’ndeki tüm kazanımlar, Ekim
Devrimi’nin sonuçlarıdır.
Ekim Devrimi’nin zaferi ile birlikte, Rusya’da ulusların ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı tanındı.
Çarlık politikası tarafından beslenen ulusal baskı ve
düşmanlıklar maddi zeminini yitirdi. Ekim Devrimi,
Finlilerin bağımsızlık iradesini destekledi. Azerbaycan ve Ermenistan’da Sovyet Cumhuriyeti kuruldu.
Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan halklar bölgesel özerklik temelinde örgütlendi. Özerk bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal koşullar göz önüne
alınarak bu bölgelerde yaşayan nüfusun kendisi tarafından belirlendi. Bolşevik Parti, ulusal azınlıklar
sorununda da tam hak eşitliğini kabul ettiğini ilan
etti. Ekim Devrimi, Rus olmayan ulus ve azınlıkların
ekonomilerinin geliştirilmesi için bilinçli, planlı bir
siyaset izledi. Rus olmayan halkların kendi dilleri ve
kültürleri ile donanmış yerli kadroların yetiştirilmesi,
ana dilde basın, tiyatro, okul gibi eğitim kurumlarının kurulması için olanaklar yaratıldı. 1930’lu yıllarda başlatılan kolektifleştirme hareketi Sovyet ulusları
arasındaki dayanışma ve kardeşliği pekiştirdi.
Ekim Devrimi’nin ulusal sorundaki kimi kazanımları şöyledir:
Ekim Devrimi, hiçbir ulusa imtiyaz ve ayrıcalıklar
tanımamıştır. Ekim Devrimi, tüm uluslara ve ulusal
azınlıklara tam hak eşitliği sağlamıştır. Ekim Devrimi, her ulus ve azınlıkların kendi dillerinde konuşma,
eğitim yapma, bütün ilişkilerde dillerini kullanma
hakkını tanımıştır. Ekim Devrimi, zorunlu devlet
dilini reddetmiştir. Ekim Devrimi, hiçbir dilin başka
diller üzerinde imtiyaz kurmasına izin vermemiş ve
diller arasında tam bir eşitlik sağlanmıştır. Ekim Devrimi, ulusal baskıya son vermiş, bütün milliyetlerin
kendi “ulusal” kültürlerini geliştirmelerinin imkanlarını yaratmıştır. Ekim Devrimi, zoraki birliği ortadan
kaldırmış, ayrılmak isteyen uluslara imkân tanımış ve
gönüllü birliği esas almıştır. Ekim Devrimi’nin kazanımları, bugün hiçbir emperyalist ve gerici ülkelerde
gerçekleşmesi mümkün olmayan kazanımlardır. Emperyalist barbarlığın sürdüğü günümüz dünyasında,
Yeni Ekimlere ihtiyaç vardır. Görev Yeni Ekimler için
mücadeledir.
15.04.2017
✒
doğru bir milliyetler politikası temelinde halkların
barış içinde bir arada yaşamalarının temelleri yaratıldı. Ekim Devrimi ulus ve milliyetlerin kurtuluşu
yönünde muazzam adımlar attı. Sovyetler Birliği eşit
haklara sahip ulus ve milliyetlerin eşit haklara sahip
cumhuriyetler ve özerk bölgelerde gönüllü birliktelikleri temelinde kurulan ilk çok uluslu birlik devleti oldu. Finlandiya, bir halk oylamasında ayrı devlet
olarak yaşamaya karar verdiğinde, Bolşevik devlet
bu karara itirazsız saygı gösterdi. Günlük hayatta her
milliyet kendi dilini, kültürünü serbestçe yaşıyor ve
geliştiriyordu.
“Sovyetler Birliği’nde ulusal sorunda kat edilen muazzam başarılar vardır. Marksist-Leninist teori önderliğinde proletarya diktatörlüğü devleti dene­yi koşullarında
kat edilen mesafe ulusal sorunun çözümünde tarihin en
ileri adımıdır. Birkaç on yıllık Sovyet deneyi ulusların
hayatının tamamen olumlu yönde değiştiğini gösterdi.
Sovyetler Birliği’nde Ekim Devrimi sonrasında, devrim öncesi varlığı bile bilinmeyen birçok ulus milliyet
ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasının esas temeliyse
ulusal baskının, siyasal eşitsizliğin devrim sonrasında
kaldırılmış olması, ulus ve milliyetlerin eşitliği, kardeşlik ilkesine uygun siyasetin pratiğe geçirilmiş olmasıdır.
Anna Louise Strong “Stalin Dönemi” adlı kitabında
ulusal so­run bağlamında şunları belirtiyor:
“Daha geri uluslar arasında, çok daha büyük
değişik­likler oldu. Sovyetler Birliği her türlü gelişme
aşamasın­da yüz elli ulustan oluşuyor. Ren geyiği yetiştiren Eskimolardan, koyun yetiştiren göçebe Kırgızlara, Ermeniler ve Gürcüler gibi eski uygarlıklara sahip
halklara kadar. Sovyet politikası, ekonomi sosyalizme
doğru ilerle­diği sürece, bütün ulusal kültürleri gelişmeye bırakmış­tı. Ne var ki, elli sekiz ulusun, kitap bir
yana, alfabesi bi­le yoktu. Bilim adamları bunlar için
yazılı diller geliştirdi­ler ve Sovyetler Birliği’nde, birinci Beş Yıllık Planın so­nunda, yayınlanan kitap sayısı,
Almanya, Fransa ve İn­giltere’de yayımlananların toplamından daha fazla ola­na dek Moskova’da tam yüz
elli dilde kitap basıldı.” (“Stalin Dönemi”, Anna Louise
Strong, s. 72, Onur yayınları, Mart 1988, Ankara)
150 dilde basılan kitapların önemli bir bölümü
de Ekim Devrimi öncesinde alfabesi bile olmayan
ve okuma-yazma oranı sıfır düzeyinde olan ulus ve
milliyetlerin dillerinde yayınlandı. Kültürel alanda
ilerlemenin temeli de okuma-yazma oranının yükseltilmesi idi. Rusya’da, 1897’de yapılan genel nüfus
sayımında Türkmenlerin yüzde 96’sı eğitimsizdi. Şehirlerde yaşayan zenginler arasında eğitim görenlerin
41
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
42
KIZIL EKİM AYAKLANMASI
Aradan yüzyıl geçti. Yüzyıl önce Petrograd’da bir
fırtına koptu. Paris Komünü’nden sonra ilk defa proletarya iktidara el koyuyordu. Bugün imkânsız/ütopya olduğu söylenen bir gerçeklik yüzyıl önce ortaya
çıkıyordu. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP)
1898’de kuruldu. Ekim 1917’ye gelene kadar, Bolşeviklerin iki devrim tecrübesi vardı. 1905 Devrimi yenilgiye uğradı. 1917 Şubat Devriminde Çarlık yıkıldı. Çarlık yıkılmıştı ama iktidar işçilerin/köylülerin
eline geçmedi. İkili bir iktidar ortaya çıktı. “Geçici
hükümet”in yanı sıra İşçi Köylü Sovyetleri iktidarı da
vardı. İşçi Köylü Sovyetlerinde Bolşevikler azınlıktaydı. Çoğunluk Menşevik ve Sosyal Devrimciler de
idi. Bolşevikler sekiz aylık süre içerisinde işçi sınıfının çoğunluğunu kazandı. RSDİP (B), kuruluşundan
19 yıl sonra uygun anın geldiğini görerek ayaklanma
kararı aldı. Petrograd’da ortaya çıkan kıvılcım giderek tüm Rusya’yı tutuşturdu. Dünyanın altıda biri
emperyalist sömürü imparatorluğundan kurtarıldı.
Rusya’da, başarıya ulaşan devrimin etkileri dalga
dalga tüm dünyaya yayıldı. 24/25 Ekim (6/7 Kasım)
1917’de, neler olduğunu anımsamak, anımsatmak istiyoruz.
24 Ekim (6 Kasım) 1917 sabahı, Bolşevik Parti
Merkez Organı Pravda’nın basıldığı tesisler basıldı.
Askeri Eğitim Okulu öğrencileri eşliğinde yapılan
baskında, gazete tesislerinin kapatılması tebliğ edildi. Gazetenin gece editörü, sadece Askeri Devrim
Komitesi tarafından imzalanmış bir emri kabul edeceğini belirterek getirilen emri reddetti. Askeri okul
öğrencileri bekçi olarak fabrikanın kapısına yerleştirildi. Pravda’nın kapatılmak istendiği ve Askeri Eğitim Okulu öğrencileri tarafından işgal edildiği haberi
kısa sürede Petrograd’a yayıldı. İşçiler, gazetenin basımının durdurulmasına şiddetle karşı çıktılar. Kızgın kalabalıklar akın akın Pravda tesislerine gitmeye
başladı. İşçiler, Askeri Eğitim Okulu öğrencilerinin
etrafını kuşattı. Kızıl Muhafız üyeleri kalabalığın
içine karıştı. Kızıl Muhafız üyelerinden biri partinin
Rozdestvenski Bölge Komitesi’ne telefon ederek, askeri öğrencilerin fabrikayı harabe haline getirdiği haberini verdi. Meşçeryakov bölge parti örgütçüsü, derhal
bölge komite üyelerini bilgilendirdi. Gazetenin editörü Stalin’e telefon ederek olup biteni anlattı. Karşıdevrim cephesi Pravda tesislerini basmakla ayaklanmanın işaret fişeğini ateşlemişti. Ayaklanmadan geri
dönüş artık mümkün değildi.
Smolny’de Askeri Devrim Komitesi toplantı halinde idi. Smolny, önceden soylu kadınların eğitimi için
bir enstitü konumunda idi. 150 yıl boyunca Tanrı’ya
itaat ve monarşiye bağlılık eğitimi veren bir okul
olarak hizmet vermişti Smolny. Gün gelmiş devran
dönmüştü. Smolny, Proleter Devrimin Genelkurmay
karargâhı haline gelmişti. Smolny tamamen Bolşeviklerin elindeydi. Pravda baskı tesislerinin işgal
haberi herkesi ayaklandırdı. Pravda gazetesi, baskılar
nedeni ile ismini sık sık değiştirmek zorunda kaldı.
Ekim ayaklanması sırasında Pravda’nın ismi Raboçi
Put (İşçi Yolu)’tu. Askeri öğrenciler Raboçi Put baskı
merkezini mühürleyip sekiz bin adet sabah baskısına
el koydular.
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Merkez Komitesi acilen Smolny’de toplandı. Neler
olup bittiği hakkında bilgi aldı. Tartışmalar, konuşmalar uzun tutulmadı. Toplanın uzun tutulması ve
akıp giden tartışmalarla zamanın uzatılmasının sırası değildi. Neler yapılması gerektiği konusunda somut
kararlar alındı. Ayaklanmanın başladığı ve doğru bir
önderliğin yapılması gerektiği konusunda Merkez
Komitesi üyeleri hem fikirdi. Tüpten çıkmış macunun tekrar tüpe sokulması mümkün değildi. Ayaklanmanın merkezi Smolny idi. Merkez Komitesi üyeleri Smolny’de kalmaya karar verdi. Raboçi Put baskı
merkezine muhafızların gönderilmesi ve gazetenin
gelecek sayısının çıkması için gerekli tedbirler alındı.
Her Merkez Komitesi üyesinin neler yapacağı, hangi
görevleri üstleneceği kararları alındı.
İkinci Sovyet Kongresi toplantısını sabote eden
Rusya Merkez İdari Komite Bürosu ile ilişkilerin koparılması ve birleşik hareket için “Sol” Sosyalist Devrimciler ile anlaşma yapma kararı alındı. Sverdlov,
Bolşevik Partisi Merkez Komitesi kararlarını Askeri Devrim Komitesi’ne hemen iletti. Askeri Devrim
Komitesi, Raboçi Put baskı merkezinin açılması,
matbaa personelinin gazetenin basımına devam
etmesini ve baskı merkezinin karşıdevrimcilerden
korunması için Litvanya Alayı Altıncı Yedek İstihdam Taburuna görev verdi. 6 Kasım’da saat 11’de
Askeri Devrim Komitesi’nin emirleri uygulandı.
Raboçi Put gazetesinin basımı yeniden başladı. Askeri komiserler ve askeri komitelere emirler verildi. Petrograd Sovyeti’nin tehlike içinde olduğu ve
tüm birliklerin hazır tutulması emredildi. Litvanya
birliğinin askerleri ve istihkâm askerleri Smolny’ye
çağrıldı. Peter ve Paul kalesi komiserine Garnizon
Komitesi’ne harekete geçmek için hazırlanılması ve
kapılara en güvenilir muhafızların yerleştirilmesi
emri verildi. Askeri birimler ve Askeri Devrim Komitesi tarafından verilen geçiş izinleri dışında hiç
kimsenin Peter/Paul Kalesi’ne giriş çıkış yapılmaması talimatı verildi. Kızıl Muhafız Genelkurmayına acilen Smolny’ye 1500-2000 işçi sevk etmeleri, tüm taşıma olanaklarının seferber edilmesi,
bölgedeki tüm kilit noktalarının ele geçirilmesi,
fabrikaların korunmasını organize etmek ve hükümet bürolarının işgal edilmesi için güç toplanması emredildi.
Ayaklanmaya başkentin proleter bölgesi hazırdı.
İşyeri ve fabrikalara ayaklanmanın başladığı haberleri ulaştığında faaliyetler hızlandı. Putilov Çalışma Komitesi, Smolny’ye Kızıl Muhafızlar gönderdi.
Devrimin ana karargâhının korunması gerekiyordu.
Schlüsselburg fabrikası 200 kişilik bir birlik oluşturdu. Viborg bölgesindeki Kızıl Muhafız subayları,
ayaklanmanın başladığı haberini bölgedeki tüm işyerlerine iletti. Çalışma komitelerine tüm motorlu
araçların toplanması emri verildi. Rus Renault fabrikasındaki Kızıl Muhafızlar Preobrazenski Alayı’na
onları taraf değiştirmeye ikna etmek için gitti. Ortada kalan ve kesin tavır belirlemeyen askeri gruplar da
vardı. Bolşeviklerin görevi tarafsız/kararsız kalanları ikna etmekti. Preobrazenski Alayı’nın askerleri
ayaklanmaya katılmaya hazır olduklarını ifade ettiler. Nevskaya Zastava bölgesindeki Kızıl Muhafızlar
şehrin tüm girişlerini tuttu. Smolenskoye köyünden
Nikolayevski tren istasyonuna kadar tüm yollara askeri devriyeler yerleştirildi. Daha küçük fabrikalardan gelen küçük birlikler Petrograd bölge binasının
önüne yığıldı. Kızıl Muhafızlar ve askerlerle dolu
kamyonlar Smolny’ye varıyordu. Askeri devriyeler
görevlerini bir an önce almak için farklı yönlere yöneldi. İki grup Litvanyalı Smolny’e geldi. Bunların bir
43
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
44
grubu binanın önüne, bir kısmı binanın içerisine yerleştirildi. Kızıl Muhafız birimleri tüm çıkışları tuttu.
Smolny’nin çatısına makineli tüfekler yerleştirildi.
Petrograd Sovyeti’ni korumak için Altıncı İstihkâm
Taburundan bir müfreze geldi. Askeri Devrim Komitesi, en yakındaki ordu birliklerine temsilcilerini
göndererek yedek tüfek ve cephane istedi. Aynı emir
sadece tüfekli birliklere değil, aynı zamanda teknik
tabur kumandanlıklarına da gönderildi.
Parti Merkez Komite üyeleri, Stalin, Sverdlov ve
Cerzinski, Askeri Devrim Komitesi’nde ayaklanmanın hazırlıklarını yönetiyordu. Telefon santralı ve
telgraf büroları işgal edildi. Askeri Devrim Komitesi, merkez ve bölgelerle iletişimi sürdürebilmek için
birimlere Neva köprüsünün korunması emrini verdi.
Silahlı ayaklanma plânları Lenin’in direktifleri doğrultusunda yürütülüyordu. Lenin, Eylül ve Ekim aylarında Bolşevik Parti Petrograd Komitesi ve Merkez
Komitesi’ne gönderdiği mektuplarda ayaklanmanın
ana ilkelerini belirlemişti. Bu ilkeler, Petrograd’ın
yollarını kesmek, donanma, işçi ve süvari birliklerinin ortaklaşa taarruzu ile şehri ele geçirmekti.
Lenin’in plânı, telefon santralı, telgraf bürosu, tren istasyonu, köprüler ve hükümet ofisleri gibi başkentin
kilit noktalarının işgal edilmesini içeriyordu. Plânın
ana noktalarından biri Kışlık Sarayı kuşatmak ve Geçici Hükümet üyelerini tutuklamaktı.
Birçok fabrikada, 24 Ekim (6 Kasım) öğleye doğru
işçilerin Geçici Hükümete karşı baş kaldırmaya hazır olduklarını açıklayan mitingler yapıldı. Putilov
fabrikasında ikinci vardiya işçileri, ayaklanmadan
yana tavrını açıkladı. Petrograd bölgesi Askeri Tıbbi
Malzeme Tedarik fabrikasında çalışan işçiler derhal
devrimi savunmak için çalışmaya ve Kızıl Muhafızlara katılmaya karar verdi. İki gün içinde
bu fabrikada çalışan yaklaşık
500 işçi Kızıl Muhafızlara katıldı. Petrograd, Bolşevik Bölge
Komitesi üyelerini bölgedeki çeşitli savaş birimlerine yerleştirdi. Narva Bölgesi Metal İşçileri
Birliği tüm işçilerini Smolny’ de
çalışmak üzere gönderdi. Devrimci kuvvetler her geçen dakika büyüyordu. Yüzlerce işçi
fabrikalarda, fabrika komitelerinin ofislerinde ve Kızıl Muhafız
karargâhlarında toplandı. İşçi
sınıfının yaşadığı bölgeyle şehrin merkezini birleştiren on köprüden dokuzu Bolşeviklerin elinde idi. Kızıl Muhafız devriyeleri tüm
şehirde görevlendirilmişti ve bunlar giderek Kışlık
Saray’ın çevresinde kurulan birinci hatta yaklaştılar.
Varşova/Baltık demiryolu boyunca Petrograd’ı
ve aynı zamanda Peterhov yolunu korumak için
Moskovskaya Zastava ve Narvskaya Zastava bölgelerinden ve İsmailovski ve Petrograd birliklerinden
karma Kızıl Muhafız birlikleri oluşturuldu. Volinia
Alayı birimlerine, Birinci Litvanya Takviye Alayı ve
Altıncı İstihkam Taburuna Smolny’ye en yakın geçişleri işgal etmeleri emredildi. Böylece Kışlık Saray’ı
kuşatan ikinci halka da kurulmuş oldu.
Savaş gemileri ve Baltık donanmasının mürettebatı Petrograd Kızıl Muhafızlarına ve devrimci askeri
birimlere yardım için çağrıldı. Aynı gün Petrograd’a
gelen Kronstadt İdari Komitesi’nin iki temsilcisi,
Kronstadt ile iletişimi sürdürmek için görevlendirildi. Baltık Dananınası’nın gemilerine Neva’ya doğru
yola çıkmaları ve Petrograd’a giden ana yollara ağır
silahlarını dizmeleri talimatı verildi. Baltık Donanması, Oranyenbaum, Peterhov ve Strelna askeri
öğrenci gruplarını temizlemeleri ve Baltık demiryolunu ele geçirmesi gerekiyordu. Petrograd’a karaya
çıkmak üzere beş bin Kronstadt’lı denizcinin gelmesi
planlanıyordu. Birçok gemi Neva Nehrine yanaştı ve
silahlarını Kışlık Saraya doğrulttu.
Ayaklanmanın hazırlıkları Lenin tarafından yönetiliyordu. Bu sıralarda Lenin Viborg semtinde, Margarita Vassilyevna Fofanova’nın evinde saklanıyordu.
Lenin, tüm hazırlıklardan haberdardı. Böyle bir durumda kendisinin gelişmelere uzak kalmak zorunda
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
burlarının bulunduğu Kameno-Ostrovski bölgesi ve
Bolşaya Dvoryanskaya caddesindeki Troyski köprüsü
ve Şesinska Konağı’nı gören bir şekilde kalenin duvarlarına kuruldu. Askeri devriyeler tüm yönlere dağıtıldı. Muhafızlar takviye edildi. Bir müfreze Halk
Sarayı’nın kubbesine yerleştirildi. Kale komutanı
ve yardımcısı tutuklandı. Kronverk cephane deposu
ambarları Kızıl Muhafızların kullanımına verildi.
Kaledeki yüz bin silahlık cephanelik işçi birliklerini
silahlandırmada ana merkez oldu. Fabrikalardan gelen işçilere silahlar dağıtıldı. Silahlarını alan birlikler
ayaklanma planına uygun olarak askerî harekâtı yürütmeye gittiler. Petrograd, Bolşevik Bölge Komitesi
üyelerini bölgedeki çeşitli savaş birimlerine yerleştirdi. Narva Bölgesi Metal İşçileri Birliği, tüm işçilerini
Smolny’ de çalışmak üzere gönderdi.
Lenin saklandığı evden nadiren ayrılma durumunda kalıyordu. Lenin her sabah bir yığın gazete okumakta, Pravda için makale/yorumlar ve Merkez Komite için mesajlar kaleme alıyordu. 24 Ekim sabahı
Lenin her zaman olduğu gibi gazeteleri dikkatle inceledi. Tüm gelişmeler devrimin yaklaştığının habercisi idi. Lenin, Merkez Komitesi’ne şu mektubu yazdı:
“Yoldaşlar,
Bu satırları size 24 Ekim akşamı yazıyorum. Durum
son derece kritik, açık görülüyor ki ayaklanmadaki bir
gecikme ölümcül olabilir.
Tüm ikna gücümle ben yoldaşlarıma her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunu, kongre ve konferanslarla, hatta Sovyet Konferansıyla bile bu problemlerin
çözülemeyeceğini, çözümün insanların, yığınların ve
silahlı birliklerin çabasın bağlı olduğunu göstermek
istiyorum.
Kornilovcuların burjuva saldırısı ve Verkovski’nin
azledilmesi bize beklemememiz gerektiğini göstermektedir. Ne pahasına olursa olsun hemen bu akşam, bu
gece hükümeti tutuklamalı ve öncelikle askeri öğrencileri silahsızlandırmalıyız.
Beklememeliyiz! Her şeyi kaybedebiliriz!
İktidarın hemen ele geçirilmesinin faydası, halkı insanları (kongreyi değil ilk etapta halkı, orduyu ve köylüleri) Verkovski’yi görevinden uzaklaştıran ve ikinci
bir Kornilov komplosu hazırlığında olan Konilovcu
hükümete karşı koruyacak olmamızdır.
İktidarı kim almalı?
Bunun şu an bir önemi yok. Bırakalım iktidarı insanların, Askeri Devrim Komitesi alsın veya iktidarı
halkın çıkarlarını, askerlerin çıkarlarını (acil bir barış önerisi), köylülerin çıkarlarını (toprağa derhal el
✒
kalması ona acı veriyordu. Güvenlik nedeniyle daire
sadece Lenin’i eşi Nadezda Konstantinovna Krupskaya ve kız kardeşi Maria İlyiniçna tarafından ziyaret ediliyordu. Lenin ve Stalin arasındaki toplantılar
ve Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’yle yapılan konferanslar farklı mekânlarda düzenleniyordu. Merkez
Komitesi’nin talimatlarıyla partinin Viborg Bölge
Komitesi’nde görevli sivil kıyafetli Kızıl Muhafızlar Lenin’in yaşadığı evi gözetliyorlardı. Harekât
plânı ile ilgili detaylı bilgiler Lenin’e gönderiliyordu.
24 Ekim (6 Kasım) öğleden sonra Askeri Devrim Komitesi Aurora kruvazörünün radyo istasyonu aracılığıyla şu emirleri yayınladı:
“1. Petrograd’a geçişleri koruyan birlikler tamamen
harekete hazır olmalı.
2. Tren istasyonundaki muhafızlar takviye edilmeli.
3. Harekata karşı tutumu belirsiz olan tek bir askeri
birim bile Petrograd’a alınmamalı.
Eğer ikna edilemezlerse Kornilov’un taburu engellenmelidir. Sert bir şekilde hareket edin ama dikkatli
olun, gerektiği yerde güç kullanın.
Tüm tabur hareketlerini Petrograd’daki Smolny
Enstitüsü’nün Askeri Devrim Komitesi’ne hemen
bildirin ve anlaşma amacıyla yerel Rus ve askeri komitelerden oraya temsilciler gönderin. Ruslar
daimî toplantılarda bulunmalılar.” (“1917 Sovyet Devrimi cilt 2”, Evrensel Basım Yayın, s. 189)
Bu, radyonun Ekim ayaklanmasında emekçiler tarafından ilk kullanımı idi. Radyo, Askeri Devrim
Komitesi’nin ülkenin her tarafıyla bağlantı kurmasını ve Geçici Hükümet’in askeri taburları Petrograd
önlerine gönderme çalışmalarına karşı askerlerin ve
demiryolu çalışanlarının direnmesinde büyük çapta
birlik sağlanmasına yardımcı oldu. Viborg’da Beşinci Kuban Kazak Birliği’nin yolu kesildi. Reval’de
Üçüncü Süvari Tümeni’nin güvenilmez askerleri tesirsiz hale getirildi. Tsarskoye Selo’da şok taburu
neferleri durduruldu. Peterhov’da Birinci Peterhov
Askeri Okulu öğrencileri tutuklandı. Saat 4’te Kışlık
Sarayda muhafız görevindeki devriye birimindeki
erler görevlerini bıraktı.. Aynı gün içinde Peter/Paul
kalesindeki kuvvetler ayaklanmacıların tarafına geçti. Saat 5’te kaledeki kararsız son birlik olan motorlu
birlikler tüm iktidarı Sovyetler lehinde üstlendiklerini beyan etti. Böylece kale garnizonundaki son kararsız birim de Askeri Devrim Komitesi’nin tarafına
geçmiş oldu.
Askeri Devrim Komitesi’nin emirleriyle kale
harekât için hazırlandı. Makineli tüfekler şok ta-
45
güncel
46
konulması ve özel mülkiyetin kaldırılması) gerçekten
savunan temsilcilere vereceğini açıklayan ‘bir başka
kurum’.
Gecikme ölümcül olacaktır.” (“Nisan Tezleri Ve
Ekim Devrimi Üzerine”, V. İ. Lenin, s. 233, İnter Yayınları, Ekim 1997, İstanbul)
Bu mektup yazıldığı dakikalarda, Stalin, Lenin’i
Merkez Komitesi’nin Smolny’ye davet eden mektubu
gönderdi. Lenin ile parti örgütü arasında bağlantıyı
Finli Eino Rahya sağlıyordu. Lenin, Eino’dan Stalin’i
kendisine getirmesini istedi. Lenin’in bu isteğinin karşılanması mümkün değildi. Geçici Hükümet, devriyelerin sayısını arttırmıştı. Lenin, Smolny’ye gitmeye
karar verdi. 24 Ekim gece yarısından sonra Smolny’ye
varan Lenin merdivenleri çıkarak bir odaya girdi.
Cam kenarına oturup yoldaşını, Stalin’e geldiğini bildirmek için gönderdi. Az sonra Stalin bir grup yoldaşı eşliğinde odaya geldi. Gelişmeler hakkında Lenin
bilgilendirildi. Stalin, Merkez Komitesi’nin aldığı son
kararları anlattı. Artık Lenin devrimin karargâhında
idi. Proleter Devrimin Genelkurmayı durumundaki
Smolny tamamen Bolşeviklerin elindeydi. Krupskaya
Smolny’deki durumu şöyle anlatıyor:
“Pırıl pırıl aydınlatılmış Smolny bir arı kovanını andırıyordu. Kentin tüm semtlerinden Kızıl Muhafızlar,
işçi ve asker temsilcileri talimat almak için geliyordu.
Daktilolar tıkırdıyor, telefonlar çalıyor, genç kadın yoldaşlarımız dağ gibi telgrafları çözüyorlardı. Üçüncü
katta Devrimci Askeri Komite kesintisiz toplantı halindeydi. Smolny’nin önündeki alanda panzerler görülüyordu, üçlük bir top mevziiye yerleştirilmişti, barikat
kurmak gerektiğinde, odun yığınları hazır bekliyordu.
Kapının önünde makinalı tüfekler ve toplar duruyordu, girişte nöbetçiler vardı.” (“Lenin’den Anılar”, N.
Krupskaya, s. 360, İnter Yayınları, Temmuz 1990, İstanbul)
Smolny, askeri bir kampa dönüştürüldü. Devrimin
ana karargâhının korunması gerekiyordu. Devriyeler kapıya yerleştirildi. İşçi grupları, Kızıl Muhafızlar
binanın dışındaki meydanı doldurdu. Lenin Smolny’
de, Geçici Hükümet’in son kalesi Kışlık Sarayın ele
geçirilmesi için plân ve hazırlıklar yapmaya başladı.
Kışlık Saray’ın, Zimnaya Kanava ve Moyka nehrinden Marinski Sarayı’na ve oradan Neva’ya ve giderek
saray meydanına varan sokak çıkışlarına doğru uzanan bir hatla kuşatılmasına karar verildi. Kızıl Muhafızların en iyileri, savaş gemisi mürettebatı ve muhafız alaylarının en devrimcileri, Keksholm, Petrograd,
İsmailovski, Pavlovski ve Şasür alayları, 25 Ekim öğle
üzeri bitirilecek bu operasyonda görevlendirildi.
Lenin’in Smolny’ye gelmesi ile Askeri Devrim Komitesi faaliyetlerini büyük oranda genişletti. Ayaklanmanın tüm ipleri, proleter devrimin önderi Lenin
ve en yakın yardımcıları Stalin ve Sverdlov’un elindeydi. 25 Ekim akşamı (7 Kasım) birçok işçi ve asker
Kızıl Muhafız komutanı, Lenin’i Smolny’de ziyaret
etti. Lenin, Putilov Fabrikası Komitesi ve Narvskaya
Zastava Sovyeti temsilcilerine bölgelerinde iktidarın bütünüyle ele geçirilmesi işini nasıl örgütleyecekleri hakkında ayrıntılı talimatlar verdi.
Devrimci birlikler elektrik santrali, telefon santrali
ve şehirdeki önemli diğer kurumları işgal etti. İşçiler, Tramvay Hizmetleri Merkezi Güç İstasyonunda
muhafızları görevlendirdi. Askeri Devrim Komitesi,
Aurora kruvazörüne şu mesajı gönderdi:
“Aurora kruvazörü Petrograd İşçi ve Asker Vekilieri
Sovyeti Devrim Komitesi komiserine:
Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti Askeri Devrim Komitesi tarafından, size komutanız altındaki
tüm araçlarla Nikolayevski köprüsündeki trafiği düzenlemeniz emredilmektedir.” (“1917 Sovyet Devrimi
Cilt II”, s. 213, Evrensel Basım Yayın, Ağustos 2004,
İstanbul)
Telefon santralı işgal edilir edilmez Kışlık Saray ve
Petrograd Askeri Bölge Karargâhının telefon bağlantıları kesildi. Bu büyük ölçüde hükümetin ve Askeri
Bölge Karargâhı birlikleri ve yönetim birimleriyle
irtibat sağlamasını engelledi. Motorlu kuryeleri kullanmak zorunda kaldılar, fakat bu irtibat şekli bile
kısa sürede Kızıl Muhafız devriyeleri ve devrimci birlikler tarafından kesildi.
Kızıl Muhafız birlikleri, denizciler ve askerler hayati önemi olan merkezleri ve başkentteki en önemli
taktik noktalarını basamak basamak ele geçirdiler. İlerlemenin her basamağı Smolny’ye rapor edildi. Her 10-15 dakikada bir Askeri Devrim Komitesi,
devrimci güçlerin amaçlarına başarıyla ulaştıkları
haberini aldı. Tüm şehir görevli muhafızlar tarafından kuşatıldı. Merkez Telefon Santralı Bolşeviklerin
elindeydi. Kışlık Saray kuşatılmıştı. Devrim inanılmaz bir güçle yayılıyordu. Ayaklanmanın muzaffer
ilerleyişine dayanmaya çalışan Geçici Hükümet’in
her teşebbüsü hemen etkisiz hale getiriliyordu. Bakanlar Kurulu kendini Kışlık Saraya kapatmış, hiçbir
şey yapmadan cepheden gelecek birlikleri bekliyordu!
25 Ekim (7 Kasım) sabahı Bolşevikler başkentin
stratejik noktalarını ellerinde bulunduruyordu. Sadece Petrograd Askeri Bölgesi ve Kışlık Saray hükü-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
leri saray meydanına ulaşıyordu. Kışlık Saray, burjuva Geçici Hükümet’in son kalesi de düştü. Geçici
Hükümet’in saklandığı salon derhal devrimci güçler
tarafından işgal edildi. Ayakta dikilmiş bulunan solgun ve şaşkın bakanlar da aynı şekilde tutuklandı.
Kışlık Saray’ın düşüşüyle Geçici Hükümet’in gücü
tamamen yok oldu. Büyük proleter devrim başkentte zafer kazanmıştı. Kerenski kadın kılığına girerek
kaçmak zorunda kaldı.
Yüzyıl önce emperyalist dünyanın kalbinde büyük
bir yara açıldı. Çarlık Rusya’sı emperyalist bir ülke
olmasına rağmen geri kalmış bir ülke idi. Ekim Devrimi silahlı ayaklanma taktiklerinin klasik bir örneği olarak tarihe geçti. Kuşkusuz devrimin önderi,
yol göstericisi büyük deha Lenin’di. Ekim Devrimi,
dünya proleterlerinin mücadelesinin tecrübesiyle birleştirildi. Petrograd proleterlerinin cesur mücadelesi,
silahlı ayaklanmanın, politik mücadelenin özel bir
şekli olduğunu ve özel kurallara tabi olduğunu bir
kez daha kanıtladı.
Ekim Proleter Devrimi, silahlı ayaklanmanın
Marksist teorisinin pratik uygulamasına çok iyi bir
örnekti. Kendiliğinden bir zaferin gelmesi olanaksızdı. Zafer, ancak örgütlü, plânlı bir mücadelenin ertesinde gelebilirdi. Zaferin arkasında çok dikkatli bir
hazırlığın olması gerekiyordu. Bu hazırlığın mimarı
Bolşevik Parti idi. Bolşevikler, Sosyalist Devrimcilerden ve Menşeviklerden uzak olan yığınları kazandı.
Bolşevik Parti, orduyu kazanmada olağanüstü bir
yetenek sergiledi. Devrim, orduyu karşıdevrimcilerin elinden çekip aldı. Burjuva hükümetini ise sadece,
Beyaz Muhafızlar olarak adlandırılan Kadetler, şok
taburları ve subay birlikleri destekledi.
Proleterler, Ekim 1917’de eski kapitalist sistemi yok
etmek ve Bolşevik Parti liderliğinde yeni bir sosyalist
toplum oluşturmak için iktidarı ele geçirdi. Büyük
Ekim Sosyalist Devrimi, dünya tarihinde yeni bir çağ
açtı. Dünyanın altıda birini kaplayan bir coğrafyada
sosyalizmin kurulmasını sağladı.
Aradan yüzyıl geçti. Ekim Devrimi’nden öğrenmek
insanlığın görevidir. Kapitalist/emperyalist burjuvazi
büyük insanlığı barbarlığa doğru sürüklüyor. Büyük
insanlığın önünde iki yol vardır. Ya yaşadığımız gezegenin barbarlığa doğru sürüklenmesini kabul edeceğiz, ya da Yeni Ekimlerin yapılması için çalışacağız.
Ekim Devrimi silahının kullanılması, yaygınlaştırılması ve örgütlenmesinden başka kurtuluş yolu yoktur. Görev Yeni Ekimlerin yapılması için çalışmaktır.
Şubat 2017
✒
metin elinde kalmıştı. Ayaklanma başarılıydı. Saat
l0’da Askeri Devrim Komitesi Rus vatandaşlarına şu
bildiriyi yayımladı:
“Geçici Hükümet devrilmiştir. Devlet güçleri Petrograd proleterleri ve garnizonun başındaki Petrograd İşçi ve Askeri Vekilleri Sovyeti organına -Askeri
Devrim Komitesi- geçmiştir. İnsanların uğruna savaştıkları amacın başarısı, demokratik barışın sağlanması, özel mülk sahiplerinin bertaraf edilmesi,
sanayide işçi kontrolünün kurumsallaşması ve Sovyet
Hükümeti’nin kuruluşu sağlanmıştır.
Yaşasın işçilerin, askerlerin ve köylülerin devrimi!”
(“Lenin’den Anılar”, N. Krupskaya, s.360, İnter Yayınları, Temmuz 1990, İstanbul)
Bu satırlar ayaklanmanın önderi tarafından kaleme
alınmıştı. Aynı sabah bildiri tüm sanayi merkezlerine telgrafla yollandı. Bu, tüm ülkede çalışan kesim
üzerinde çok büyük boyutta devrimci etki yarattı ve
iktidarın yerel Sovyetlere geçmesine olanak verdi.
Askeri Devrim Komitesi kuvvetleri gittikçe büyüyordu. Tüm bölgeler, devrim kıvılcımının başladığı
Petrograd’a birlik gönderiyordu. Ulaşım olanakları,
silah ve erzak stokları sağlandı. Silahlar hızla Peter/
Paul Kalesindeki teçhizat deposundan alınıp farklı
fabrikalara gönderildi.
Lenin’e göre Geçici Hükümet’in sığındığı son yerler
-Kışlık Saray ve Petrograd Askeri Bölge Karargâhıolabildiğince çabuk ele geçirilmeli idi. Askeri Devrim Komitesi’nin temsilcileri fabrikalara giriyor,
işçileri toplayıp Kızıl Muhafızlar için yeni birlikler
örgütlemeye çalışıyordu.
Petrograd garnizonunun en güçlü birliklerine Kışlık Saray’ı işgal etme talimatı verildi. 25 Ekim saat
ll’de uçaksavar silahları Smolny’ye getirildi. Askeri
Devrim Komitesi tarafından gelen Zırhlı Araçlar Birliği de Smolny’ye geldi ve derhal saraya gönderildi.
Aurora kruvazörü Ekim ayaklanmasında önemli
rol oynadı. 23 Ekim 1917’de, Kerenski hükûmeti Aurora kruvazörüne Neva Nehri’ni terk etmesini emretti. Aurora kruvazörü Kerenski hükümetinin Neva
Nehri’ni terk etmesi emrini reddetti. Aurora, Kışlık
Sarayı topları ile dövmesi sonucu devrimin sembolü
haline geldi. Aurora, 25 Ekim 1917 saat 9.45’te ön kesimindeki top ile Kışlık Saraya atışa başladı. Bu top
atışlarıyla Kerenski hükûmetinin bulunduğu Kışlık
Saraya karşı saldırılar başladı. Aurora’nın projektörleri karanlığa vurdukça, duvarları kanla boyanmış
gibi kıpkırmızı duran saraya bol ışık saçıyordu. İyi
aydınlatılmış odaların pencerelerinden ışık huzme-
47
gündem
“ASIL HASTALIK HOMOFOBİDİR!”
LGBTİ BİREYLERİN MÜCADELESİNE
KOMÜNİSTLER SAHİP ÇIKMAK
ZORUNDADIR!
Bütün samimiyetimizle şunu teslim etmeliyiz ki, devrimci ve komünist saflarda da heteroseksist ve
erkek şovenisti zihniyet ve yaklaşımlar yeterince sorgulanmış ve henüz aşılmış değildir. Sorun, salt
LGBTİ bireylerin toplumsal varlığına “tahammül etmek“ değil, onların toplumun farklı ama eşit
bireyler olarak kabul edilmesi ve onlar üzerindeki her türden baskı ve ayrımcılığa karşı kararlı bir
şekilde mücadele edilmesindedir.
T
48
oplumlar ne kadar erkek egemen ve antidemokratik ise farklı cinsel yönelimde olan bireylere karşı
saldırı, nefret ve ayrımcılık da o denli koyu oluyor.
Burjuva demokrasisinin gelişkin olduğu bazı ülkelerde eşcinsel evliliklerden evlat edinmeye kadar
yasal haklarda kazanımlar sözkonusuyken, ülkelerin
çoğunluğunda LGBTI bireylerin haklarını tanımayan
ve onlara cinsel yönelimlerinden dolayı en ağır
cezaları mübah gören bir baskılama gündemdedir.
Ve esas olan şu ki, tek tek ülkelerde varolan yasalar ne
olursa olsun, bugün dünyanın her yerinde LGBTİ’ler
(Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İnterseksüel) ağır
saldırı ve aşağılanmalara, toplumsal ayrımcılığa
maruz kalabiliyorlar.
2001 yılında Hollanda’da, dünya yüzünde ilk kez
olmak üzere, eşcinsel evliliğin yasal hale gelmesinin
ardından, bunu başka ülkeler de izledi.
Günümüzde Fransa, Belçika, Finlanda, İrlanda,
İzlanda, Lüksemburg, Danimarka, Norveç, Portekiz,
İsveç, İspanya, Arjantin, Brazilya, Kolombiya, Uruguay, Kanada, ABD ve Güney Afrika’da da eşcinsel
evlilik yasallaşmış durumda. Almanya, Avusturya,
İsviçre, İngiltere, Meksika ve Avusturalya’da ise
eşcinsel evlilikler sadece “medeni birliktelik“ düzeyinde tanındığından, bu ve diğer ülkelerde eşcinsel
evliliğin tam kabulü için girişimler sürüyor.
Bunun karşısında LGBTİ’lerin haklarının
tanınması bir yana, onlara yaşam hakkı dahi
tanımayan, ya da varlığını dahi kabul etmeyen
büyük bir ülkeler çoğunluğu duruyor. Yemen, İran,
Irak, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Birleşik
Arap Emirlikleri, Nijerya, ve Moritanya’da ceza
yasalarında eşcinsellik resmen suç kabul ediliyor ve
eşcinseller şeria yasalarına göre taşlanarak öldürülebiliyor, ya da idam edilebiliyor. Bunlar uç noktadaki örnekler... Diğer ülkelerde idam cezası olmasa
dahi, bunların çoğunluğunda eşcinsellik “suç”, “gayri
tabii”, “anormal”, “sapkınlık”, “tedavi edilmesi gereken psiko-seksüel hastalık” olarak kabul edilmektedir.
Türkiye’de gerçi yetişkin bireyler arasındaki eşcinsel
ilişki yasalarca suç sayılmamaktadır, fakat bu çok da
fazla bir şey ifade etmemektedir. Yasalar ne eşcinsel
evliliği ne de herhangi biçimde eşcinsel birlikteliği
kabul etmemektedir. Türkiye’de eşcinsel erkekler
askerlikten men edilmektedir. Askeriyede eşcinsellik
“gayri tabii mukarenet” ve “suç” olarak görülmekte ve eşcinselliği ortaya çıkan subaylar TSK’dan
uzaklaştırılmaktadır. LGBTİ bireylerin aynı şekilde
devlet memuriyetinden atılmaları da sözkonusudur.
Özel sektörde de birçok durumda açığa çıktıklarında
işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
Çünkü bir bütün olarak toplum heteroseksisttir, yani
sadece erkek ile kadın arasındaki cinsel ilişkiyi olumlayan bunun dışındaki yetişkin bireyler arasındaki
eşcinsel ve trans ilişkileri “anormal” ve “sapkınlık”
sayan bir zihniyete sahiptir. Bunun en çarpıcı kanıtını
Farklı cinsel yönelim “anormallik” değil,
bireysel tercihtir!
„Eşcinsellik, aynı cinsiyetten bireylerin birbirlerine
yönelik romantik ve cinsel çekimini ifade eder. Biseksüellik ise bir bireyin hem karşı cinsten hem de kendi
cinsinden birine romantik/cinsel ilgi duyabileceğini
ifade eder. Heteroseksüellik de bireyin karşı cinsten
kişilere romantik/cinsel çekim hissetmesidir. Bunların
her üçü de insanlarda görülen cinsel yönelimlerdir ve
herhangi biri diğerinden daha “normal” veya “anormal” değildir.
Translık ise bireylerin kendilerini hangi cinsiyete ait
hissettikleri ile ilgilidir ve bu hissiyat yaşamın ilk yıllarından itibaren kendini gösterir. Yani bazı bireyler
kendilerini üreme organlarına göre tanımlanmış olan
cinsiyetlerine ait hissederken, bazıları bunun tersini
hissederler. Bunlardan biri ya da diğeri daha “doğal”,
“normal” veya “olumlu” değildir. Bu nedenle trans
varoluşlar hiçbir şekilde “hastalık” veya “bozukluk”
olarak görülemez.“ (http://www.lambdaistanbul.org/s/
etkinlik/homofobik-ve-transfobik-psikolojipsikiyatri-k
itaplari-ve-uygulamalari-hakkinda-aciklama)
Geçen yüzyılın ortalarından beri eşcinsellik ve
çeşitli cinsel yönelimin nasıl değerlendirilmesi
gerektiği noktasında bilim dünyasında büyük
değişiklikler oldu. Bir dönemler “anormallik”, “kişilik
bozukluğu ve psikolojik rahatsızlık” kategorisinde ele
alınan eşcinsellik, artık bilim ve tıb dünyasında böyle
değerlendirilmiyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)
resmen eşcinselliği, biseksüelliği, transseksüelliği
heteroseksüellikle eşdeğer tutuyor ve bunları “çeşitli
cinsel yönelimler”den biri olarak değerlendiriyor. Bu,
“norm kadın ile erkek arasındaki ilişkidir, geri kalan norm dışıdır!” eski bakış açısından gerçekten de
köklü bir kopuştur. Fakat, bilim dünyasının “norm
dışı” değil, cinsel yönelimlerden biri olarak kabul
etmesi ve tek tek ülkelerde LGBTİ’lerin bireysel hak
ve özgürlüklerinin yasalarca kabul edilmiş olması,
toplumsal olarak kabullenişin aynı düzeyde olduğu
anlamına gelmemektedir.
Maalesef toplumsal olarak hâlâ erkek egemenliğinin/
erkek şovenizminin norm olduğu bir dünyada
yaşıyoruz! Böyle olduğu için de günlük yaşantımızda
bilimin ne dediği değil, çoğunluğun nasıl gördüğü
karşımıza engel olarak çıkıyor.
Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de, LGBTİ bireyler olarak açıkça ortaya çıkanlar son derece küçük bir
azınlıktır ve onlar sayılarına tamamen ters orantıda
hakları ve özgür yaşamları için muazzam bir ONUR
MÜCADELESİ vermektedirler.
1990’lardan beri örgütlenerek ortaya çıkan LGBTİ
hareketi, kadın hareketi, anti militarizm ve savaş
karşıtlığı, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin mücadelesi, faşizme karşı mücadele ve çevre hareketi, insan
hakları hareketi vb. gibi bütün demokrasi mücadelelerinde doğru tarafta saf tutmuş ve varlık göstermiştir.
Onların bu kararlı mücadelelerine karşın, LGBTİ
hareketinin “sol”-devrimci hareketler tarafından
“görülmesi”, “fark edilmesi” önemli ölçüde “gezi
direnişi” döneminde olmuştur. Özelde trans yaşam
alanlarına yönelik bir tehdit olarak “Kentsel Dönüşüm
Projeleri”ne karşı en başından itibaren mücadele
yürüten LGBTİ Hareketi, Gezi Direnişi dönemindeki duruşlarıyla, çok yönlü militan mücadeleleriyle
tarihsel bir kırılmayı sağlamışlardır. İlk kez 2003
yılında İstanbul’da 30 kişinin düzenlediği “Onur
Yürüyüşü”, 2013’de Gezi Direnişi’nin de etkisiyle
onbinlerce kişinin katılımıyla gerçekleştirilmiştir
ve böylece Türkiye tarihinde ilk kez LGBTİ
hareketinin bir yürüyüşüne heteroseksüellerin yoğun
gündem
yapılan bir araştırma ortaya koymaktadır: Bahçeşehir
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in
2009 yılındaki bir araştırması kapsamında 34 ilde
1715 kişiye sorulan “Kiminle komşu olmak istemezdiniz?” sorusuna katılımcıların yüzde 87’si “eşcinsel
kişiler” olarak yanıt vermiştir. (https://tr.wikipedia.
org/wiki/Türkiye’de_LGBT_hakları)
LGBTİ’ler bizzat devletin polisi, güvenlik güçleri,
tıbbi personeli vb. tarafından en ağır saldırılara
maruz kalabilmektedir, genel olarak toplumsal
aşağılanma/ayrımcılık had safhadadır. Eşcinsel ve
trans ilişkilerin toplumsal aşağılanmasından kaynaklanan homofobi (eşcinsellik korkusu ve nefreti) son
derece yaygındır.
Bütün bu nedenlerle, bugün ülkelerimizde
eşcinsel ve trans ilişkiler maalesef çoğunlukla
açıktan değil, gizli olarak yaşanmaktadır. Dinin etkisi ve muhafazakarlığın hakimiyeti gözönünde
tutulduğunda bu noktada kısa vadede büyük bir
değişiklik beklemek de ne yazık ki pek mümkün
değildir. Hatta belki de tam tersi! Bu konudaki tabunun yoğunluğuyla kolkola giden bir toplumsal ikiyüzlülük hakimdir: Eşcinsel ilişkiyi “anormal” olarak
damgalayan erkek şovenizmi, fırsatını bulduğunda
“ibne” olarak aşağıladığı bireylere tecavüzü “erkeklik” saymaktan geri durmamaktadır.
49
panorama
50
katılımı – hatta çoğunlukta oldukları bir katılım!
– gerçekleşebilmiştir. LGBTİ hareketinin Gezi
Direnişindeki muazzam performansları sonuç vermiş
ve bundan sonra Kuzey Kürdistan/Türkiye‘nin birçok
yerinde LGBTİ bireylerin örgütleri oluşmuştur.
Türkiye’deki LGBTİ örgütlerinin en başında
şunları saymak gerekir: Lambda İstanbul, Kaos GL,
MorEL Eskişehir LGBTT Oluşumu, Pembe Hayat,
Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği. Amed’de kurulan (2009) ilk Kürt LGBTT grubu “Piramid”, “Kürt
eşçinsel ve transeksüeller vardır” sloganıyla 2011’de
“Hevjin” adlı Kürtçe-Türkçe yayın organı çıkarmaya
başlamışlardır.
İktidarın ve elindeki medyası ve tüm kurumlarıyla
egemen kültürün bütün inkar ve nefret söylemine
karşın LGBTİ’ler “görünür” olmak için azimli ve
başarılı bir mücadele yürütmektedirler.
Onların ve destekçilerinin verdiği bu mücadele
özde demokrasi mücadelesidir. Bu, gerici ahlak ve
değer yargılarıyla şekillenmiş bir toplumda farklı
cinsel yönelim ve yaşam biçimlerinin varlık mücadelesidir, kendisine yaşam alanı açma mücadelesidir.
Bu mücadeleyi dikkate almayan, onu küçümseyen,
‘sınıfın dağ gibi sorunları dururken, bunlarla mı
uğraşacağız’ türünden argümanlara meyleden, objektif olarak demokrasi mücadelesinden hiçbir şey
anlamamış demektir!
LGBTİ’lerin bireysel hak ve özgürlükleri için mücadelesine devrimci ve komünistler sahip çıkmak
zorundadır.
Bütün samimiyetimizle şunu teslim etmeliyiz ki,
devrimci ve komünist saflarda da heteroseksist ve
erkek şovenisti zihniyet ve yaklaşımlar yeterince
sorgulanmış ve henüz aşılmış değildir. Sorun, salt
LGBTİ bireylerin toplumsal varlığına “tahammül
etmek“ değil, onların toplumun farklı ama eşit bireyler olarak kabul edilmesi ve onlar üzerindeki her
türden baskı ve ayrımcılığa karşı kararlı bir şekilde
mücadele edilmesindedir. Devrimci ve komünistler saflarındaki homofobiye/transfobiye karşı mücadele etmek, dillerini ve zihinlerini heteroseksist zehirlenmeden arındırmak zorundadırlar. Bizler, salt
kadın ile erkeğin değil, cinsel yönelimleri ne olursa
olsun yetişkin bireylerin özgür ilişkilerinin savunucusu olduğumuzu teori ve pratiğimizle kanıtlamak
zorundayız.
Eşcinsellik, biseksüellik, trans ve interseksüellik
“tedavi edilmesi gereken bir hastalık“ vb. değil, bireylerin kendi tercihleridir! Anne-baba, öğretmen, polis,
doktor... devlet... hiç kimsenin cinsel yönelimdeki bu
tercihe müdahale etme hakkı yoktur! “Yanlış” olanlar LGBTİ’ler değil, büyük bir ikiyüzlülükle onları
aşağılayan ve baskılayan toplumdur, heteroseksist
düzendir!
10.04.2017
ERMENİLERE YÖNELİK SOYKIRIMIN 102. YILINDA:
Download