Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! MAYIS/HAZİRAN 2017/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X187 REFERANDUMUN ARDINDAN: HAYIRSIZ GELİŞMELER… EKİM DEVRİMİ VE ULUSAL SORUN “ERMENİ SORUNU”NDA KIVILCIMLI’NIN TAVRI “ASIL HASTALIK HOMOFOBİDİR!” • editörden - içindekiler Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Asmalımescit Mah. Terkoz Çıkmazı Sok. Terkoz İşhanı, No: 1/62 Beyoğlu/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 2511191 • Sayı: 187· Mayıs/Haziran 2017 • ISSN 1301-692X187• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com • [email protected]• [email protected] • facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI•twitter.com/ydicagri gündem REFERANDUMUN ARDINDAN HAYIRSIZ GELİŞMELER Referandum’da Erdoğan faktörü, Evet’in kazanmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Referandumun Evet sonucu ile, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçiminde aldığı oy oranı hemen hemen örtüşmektedir. Görülen odur ki, Erdoğan’ın oy desteği, AKP’nin oy desteğinden fazladır. 1 7 Nisan’a Kuzey Kürdistan/Türkiye halkları yürütülen gürültülü bir referandum kampanyası ertesinde yapılan Anayasa değişikliği referandumunda az farkla evet ile uyandı. Referandum sonuçlarına itirazlar var. Bu referandum sonuçlarının gerçek sonuçlar olmadığı, aslında Hayır’ın kazandığı, referandum sonuçlarının geçersiz olduğu, YSK‘nun aldığı ve seçim yasası ile çelişen kimi kararlarının bu sonucu ortaya çıkardığı, sonucun meşru olmadığı, referandumun iptal edilmesi gerektiği vb. itirazları var. Bunun dışında kimi sandık so- nuçlarına i t i r a z l a r, yeniden sayım talepleri var. Bunların olmaması şaşırtıcı olurdu. Bu itirazlardan bir sonuç çıkmayacağı, ilan edilen kesin sonuçların da Evet- Hayır konusunda sonucu değiştirmeyeceği de şaşırtıcı değildir. Nitekim YSK, seçim yasasına aykırı olmasına rağmen, kimi sandıklarda mühürsüz zarf ve oy pusulası ile oy kullanıldığı gerekçesi ile yapılan referandu- mun iptal edilmesi başvurularını reddetti. YSK’nun tüm itirazlara, protesto eylemlerine rağmen, referandumdan iki hafta sonra açıkladığı kesin sonuçlar şöyle: Kayıtlı seçmen sayısı: 58.291.898 Oy kullananların sayısı: 49.798.855 Katılım oranı: %85,43 Geçerli oy: 48.936.604 Geçersiz oy: 862.251 Evet: 25.157.463 %51,41 Hayır: 23.779.141 %48,59 Kesin referandum sonuçlarına göre, % 51,4’ lük b i r ç o ğ unluğun onayı ile bir dahaki seçimden itibaren T.C.’nin yönetim sistemi adı Cumhurbaşkanlığı sistemi olan, alaturka bir başkanlık sistemi ile yönetilecek. Doğrudan halk tarafından seçilen başkanın atadığı yürütme, bugüne göre, yasama ve yargı tarafından denetlenmesi iyice zorlaştırılmış, çok güçlü bir konuma gelecek. Türk burjuvazisinin bağımlılıktan mümkün olduğunca kurtularak, kendi çıkarlarını merkeze koyan bir siyaseti izleyebilmesi için gerekli gördüğü bir yönetim sistemi değişikliği bu. 3 gündem Kesin Sonuçlar Temelinde Şu Tespitler Yapılabilir: Evet’in eşitsiz, dengesiz, bütün devlet imkanlarının Evet kampanyası için sonuna kadar kullanıldığı, HDP’nin seçim kampanyası yürütmesi şartlarının neredeyse ortadan kaldırıldığı, medya desteği açısından Evet kampanyasının, Hayır kampanyasına göre çok büyük imkanlara sahip olduğu, olağanüstü hal şartlarında, korku imparatorluğunun kurulduğu bir ortamda yapılan referandum oylamasında kazanmış olması normal sonuçtur. Bu şartlarda yapılan bir seçimde yüzde 3’den az bir farkla kazanılan bir “zafer” bir Pirüs zaferidir. Evet kampanyasının esas taşıyıcısı olan AKP, MHP’nin seçimlerde aldığı toplam oyunun en az % 10’luk bir kesimi bu referandumda tercihlerini Hayır’dan yana kullanmıştır. Bu kesim, Hayır’cı partilerin tabanından Evet yönünde oy kullananların oranı ölçüsünde büyüyen bir kesimdir. Referandum’da Erdoğan faktörü, Evet’in kazanmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Referandumun Evet sonucu ile, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçiminde aldığı oy oranı hemen hemen örtüşmektedir. Görülen odur ki, Erdoğan’ın oy desteği, AKP’nin oy desteğinden fazladır. Hayır’ın, bütün olumsuz ve eşitsiz şartlara rağmen yarıya yakın bir oy alması bir başarıdır. Fakat tabii ki sonuçta bu başarı, Hayır kampanyasının önüne koyduğu hedefle karşılaştırıldığında, hele hele son güne kadar dillendirilen “açık arayla kazanma” vb. iddialarıyla karşılaştırıldığında, esas fonksiyonu ileriki mücadele için “motivasyon” olan bir başarıdır. Hayır’ın öncelikle İstanbul’da ve Ankara’da Evet’lerin az farkla da olsa önünde olması, bir anti AKP/anti Erdoğan cephesinin, Cumhurbaşkanlığı seçiminde ortak bir adayda anlaşması halinde, -ki seçimde birinci turda hiç bir adayın % 50+1 oy almaması halinde bu zaten kendiliğinden oluşacak bir durumdur- az da olsa, seçimlerle Erdoğan’ın başkanlığını önlemenin sıfır ihtimal olmadığını gösteriyor. Ancak diğer yandan Erdoğan’ın halk içinde andaki desteğine sahip herhangi bir başka kişinin de olmadığını gösteriyor. Partiler Açısından Muhtemel Gelişmeler: 4 Evet Cephesinin başat partileri açısından: *AKP kendi içinde bir yeniden yapılanmaya gidecek, Referandum’un kesin sonuçları açıklandıktan sonra hemen yürürlüğe girecek olan cumhurbaşkanının partisi ile ilişiği olabilir hükmü devreye sokulacak, Erdoğan AKP’nin başına resmen de geçecektir. AKP içinde bu Referandum kampanyasında aktif olarak Evet’ten yana tavır takınmayanlar ve Fethullah Gülen Örgütüne karşı mücadelede -17/25 Aralık 2013 sonrası- aktif yer almayanlar tasfiye edilecektir. Bu kesimin seçmen bazındaki karşılığı %5-10 arasında olabilir. Ancak bunların ayrı bir parti olarak ortaya çıkmaları zor, AKP’ne gerçek anlamda alternatif olmaları imkansızdır. AKP’nin tabanının büyük çoğunluğu Erdoğan’cıdır. *MHP’de açıkça Hayır için çalışanların şimdiye kadar partiden atılmamış olanları da tasfiye edilecek, Hayır’cılar –ki görünen bunların tabanda, iç Anadolu dışındaki bölgelerde Bahçeli/Merkez takımına göre güçlü olduklarıdır- kendi partilerini kuracaktır. MHP’nin % 13 civarındaki oy tabanının büyük çoğunluğu bu referandumda parti Merkezi’nin aldığı Evet kararına uymamıştır. Bu sonuçla MHP’nin bölünmesinin resmi hale gelmesi artık kaçınılmazdır. *MHP’den tasfiye edilen kesimin, AKP küskünleri/ dıştalanmışları ile birleşmeleri ve AKP’ne alternatif bir “Merkez Partisi” yaratılması öncelikle TÜSİAD içinde birleşen burjuva kesiminin umudu ve isteğidir. Böyle bir parti kurulması ihtimal dışı değildir. Ancak böyle bir parti üzerinden demokratik yollarla AKP iktidarını devirmek en azından önümüzdeki kısa dönemde -bir, iki seçim döneminde- bir hayal olarak görünmektedir. Hayır Cephesi’nin başat partileri açısından: *Bu referandum sonucu CHP’nin andaki yönetimi açısından başarı olarak yorumlanacaktır. Sonuçta CHP’nin seçimlerde aldığı oyun neredeyse iki misline yakın Hayır oyu vardır. CHP Kılıçdaroğlu yönetimi, Hayır Kampanyasının başını çeken partinin yönetimi olarak bunu kendine halkın verdiği güvenoyu olarak değerlendirecektir. Referandumda açık fark olsa idi, CHP’nin bugünkü yönetiminin bir şey olmamış gibi yola devam etmesi imkansız olacak, CHP içinde yeni yönetim arayışlarının gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktı. Bu sonuçlarla, CHP içinde Kılıçdaroğlu, en azından bir dahaki seçimlere kadar yerini garantiye almış görünmektedir. Kurultay vs. gündeme gelse bile, ki bu sonuçla az ihtimalidir, Kılıçdaroğlu yerine yeni bir yönetim gelmesi beklenmemelidir. *HDP açısından biz aslında bu sonucu önceden görerek de, doğru tavrın boykot tavrı olması gerektiğini, Kısa Dönemde Muhtemel Gelişmeler *Anti AKP/Erdoğan cephesi Referandum sonuçlarının şaibeli olduğu, meşru olmadığı tezini savunarak bu temelde bir hareketlenme yaratmaya çalışacaktır. Bu konudaki tartışma ve olası eylemlilikler önümüzdeki haftalarda gündemin önemli maddelerinden biri olacaktır. Bizim açımızdan olağanüstü hal şartlarında ve olağanüstü eşitsiz şartlarda yapılmak istenen referandum en baştan red edilmesi gereken bir seçimdi. Bunu baştan red etmeyip, bu oyunun içinde, hem de açık ara kazanma iddiasıyla halkı iki faşist Anayasa arasında tercih anlamına gelen bir yarışta oy kullanmaya çağıranların, sonuç ortaya çıktıktan sonra yakınmalarının fazla anlamı yoktur. Bugünkü şartlarda bu meşruiyet tartışması, kesin sonuçlar açıklandıktan bir süre sonra gündemden düşecektir. *Sonuçlar aslında bir yanı ile AKP/Erdoğan ikti- darına bir ihtardır aynı zamanda. AKP seçmeninin bir bölümü de AKP’/Erdoğan’ın mağrur siyasetinden duyduğu rahatsızlığı açıkça ifade etmiştir. AKP’nin “reisten çok reisçi” amigolarının kendinden olmayan herkesi şeytanlaştırma tavrının AKP’nin tabanında belli bir rahatsızlığı beraberinde getirdiği bu sonuçlarla ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu AKP/Erdoğan’ın önümüzdeki dönemde –özde bir değişiklik yapmaksızın- söylemde bugüne göre daha az kutuplaştırıcı bir siyaset izlemesi sonucunu doğurabilir. Özde, Erdoğan/AKP en azından bundan sonraki Cumhurbaşkanlığı/parlamento seçimlerine kadar, andaki MHP’nin Bahçeli takımıyla ittifak siyasetini, yani açık Türkçü/şovenist siyasetini, Kürt ulusal hareketine karşı yoğun savaş siyasetini, dışta Suriye’de YPG/PYD ye düşmanlık siyasetini sürdürecektir. Bu siyasette en azından seçimlere kadar bir değişiklik beklenmemelidir. Bu savaşı sürdürmenin yanında el altından görüşmeler yapılmasını dıştalamaz. Fethullah örgütünün bütünüyle tasfiyesi işi önümüzdeki dönemde de –yaşın yanında kurunun da yanması göze alınarak- yoğunlaştırılarak sürdürülecektir. Bu tasfiye işinde Kemalistlerin “ulusalcı” bölümü ile AKP’nin ortaklığı -her iki taraf açısından kerhen de olsa- sürmeye devam edecektir. Gülen örgütü de elindeki tüm imkanları kullanarak, AKP/Erdoğan’ı devirmek için mücadelesini sürdürecektir. Ancak bu mücadelede 15 Temmuz ertesinde Gülen Cemaatinin gücü epey zayıflamış durumdadır. *AKP/Erdoğan’ın ajandasında bunların yanında kesin sonuçlar ilan edildikten sonra iki ay içinde Hakimler ve Savcılar Kurumunun yeniden yapılandırılması, önümüzdeki kısa dönem içinde Anayasa değişikliğinin yasalara yansıtılması için meclisi yoğun bir yasama çalışması dönemine sokma vardır. Muhalefetin hızlı yasama işini engelleme imkanlarını sınırlandıracak Meclis iç tüzüğü değişikliği acil olarak gündemdedir. Ardından değişikliklere uygun yasa değişikliklerine gelecektir sıra. Bu bağlamda seçim yasası önemlidir. AKP’nin daha önce gündeme getirdiği dar bölge veya daraltılmış bölgeler sistemlerinin, buna bağlı olarak seçim barajının % 10 dan geri çekilmesinin yeniden piyasaya sürülmesi muhtemeldir. Bütün bunlardan bağımsız olarak ‘idam cezası’nın yeniden yasalara sokulması yönünde yasa teklifinin ilk tekliflerden biri olarak meclise getirilmesi de gündemdedir. Görünen odur ki, AKP/Erdoğan’ın bu konuda meydanlarda bağırıp çağırması, sadece demagojik bir gös- gündem olağanüstü hal şartlarında, seçimin iki faşist anayasa arasında tercih olarak dayatıldığı, HDP’nin önüne her türlü engelin çıkarıldığı, yönetiminin hapislere atıldığı, seçilmiş belediye başkanlarının tutuklandığı, yerlerine kayyumlar atandığı vs. şartlarda seçimde Hayır cephesinde yer almanın yanlış olduğunu ortaya koyduk. HDP bütün imkansızlıklara, engellemelere rağmen yürütebileceği kampanyayı yürüttü. Kendisini Hayır cephesinin açık karşı devrimci unsurlarından ayırmaya da çaba sarf etti. Pratik tavır olarak fakat sonuçta Hayır cephesinin bir parçası oldu. Referandumda da, HDP’nin güçlü olduğu Kuzey Kürdistan bölgesinde Hayır açık ara önde çıktı ve Türkiye genelinde Hayır oylarına HDP’nin % 10 civarında katkısı oldu. Bu HDP’nin gücünü, Türkiye’de HDP’yi bitirmek gibi bir siyasetin boş laf olduğunu bir kez daha gösterdi. Fakat bunu göstermenin daha doğru bir yolu da vardı: Boykot. Halkın “biz sizin oyununuzun parçası değiliz” anlamına gelen pratik boykot tavrı da, HDP açısından aynı sonucu verirdi. HDP açısından kesin sonuçlar ortaya çıktıktan sonra değerlendirilmesi gereken bir sorun şudur: HDP’nin kalelerinde Hayır oylarının oranı, HDP’nin genel seçimlerde aldığı oy oranına göre ortalama % 10‘a yakın bir gerileme gösteriyor. Bunda faşist baskı, katliamlar, zoraki göçler, seçim çalışmalarının yoğun engellenmesi gibi faktörlerin oynadığı belirleyici rolün yanında, HDP’nin siyaseti ile ilgili bir yanın da olup olmadığı tartışılmak zorundadır. 5 gündem 6 teri değildir. Bunlar eğer CHP 367’yi tamamlayacak desteği vermezse, MHP’ ile 330 eşiğini aşacak bir Anayasa değişikliğini referanduma sunarak idam cezasını yeniden getirme konusunda kararlıdır.İdam cezası ilerde öncelikle devrimcilere ve fakat aynı zamanda askeri darbecilere karşı kullanılacak bir silah olarak düşünülmektedir. Halka göz dağı vermenin bir aracıdır. İdam cezası yasal hale getirilse bile, bu yasa geriye dönük olarak cezası kesinleşmiş davalar için uygulanamaz. Henüz kesinleşmiş karara bağlanmamış, süren davalarda idam cezası çıkması halinde, burjuva hukuku biraz çarpıtılarak -ki bu konuda uzmandırlar- uygulanabilir. Yani eğer bu karar kısa sürede alınırsa, Fetöcü-darbeci olmakla suçlananların bir bölümünün idamı da gündeme gelebilir. “İdam cezası ister misiniz” sorulu bir referandumun sonucu bugünün Kuzey Kürdistan/Türkiye şartlarında aslında baştan bellidir. Böyle bir referandum, aslında en temel insan hakkı olan, yaşama hakkının oylamaya sunulmasıdır ve en baştan kategorik olarak red edilmelidir. İdam cezasının aceleyle gündeme getirilmesinin bir nedeni de kuşkusuz gündemi belirleme kaygısıdır. Diğer yandan bunu gündeme getirenler, AB ile ilişkiler bağlamında böyle bir adımın AB’ne üyelik görüşmelerinin bitişi anlamına geleceğini de bilmekte,bilinçli olarak bu adımı atmaktadırlar. Tavır, AB’nin sınırlı da olsa denetiminden de kurtulmak için takınılan bir tavırdır. AKP/Erdoğan iktidarı kendini “batılı Hıristiyan değerlerin savunucusu” olarak da tanımlayan AB’nin, kendi emperyal hayalleri olan bir Türkiye’yi üye almasının zaten söz konusu olmadığının kesin bilincinde, “inceldiği yerden kopsun” noktasına gelmiştir. AB’ne üyelik görüşmelerini sonlandırmak demek, tabii ki AB ülkeleri ile bütün ilişkilerin bıçakla keser gibi kesileceği anlamına gelmemektedir. Karşılıklı olarak hem AB ülkelerinin Türkiye ile ilişkilerde çıkarları, hem de Türkiye’nin çeşitli Avrupa ülkeleri ile ilişkilerde çıkarları vardır. Bunlar şu veya bu düzeyde sürdürülecektir. Fakat hem AB açısından, hem de öncelikle AKP/Erdoğan yönetimi açısından “maskeli balo sona ermiştir”. İdam cezasının şimdi acilen gündeme getirilmesi bunun ilanı olacaktır. *Egemen sınıflar, onların siyasi temsilcileri arasındaki iktidar dalaşında AKP/Erdoğan bu referandum sonuçlarıyla önemli bir eşiği, seçimde geçerli oy kullanan halkın yarısından çoğununun desteğiyle atlamayı başarmıştır. Şimdi o önümüzdeki dönemde iktidarını tahkim etme yönünde gerekli yasal değişiklikleri yapıp “durmak yok yola devam” etmek istemektedir. Bunun için istikrara ihtiyacı vardır. Görünen odur ki, AKP eğer becerebilirse önümüzde 3 Kasım 2019’a kadar olan 30 aylık dönemi, gerekli yasal değişiklikleri yapmak, bu arada bozulan ekonomik yapıyı düzeltmek, belli büyük yapı projelerini sonlandırmak için kullanmak istemektedir. Aslında anda erken seçim yapma niyeti yoktur. AKP/Erdoğan şu anda istediği yasayı çıkarabilecek meclis çoğunluğuna sahiptir. Erdoğan’ın partinin başına doğrudan geçmesi ile, işler daha da hızlanacak, başkanlık sistemi “partili başkan” önderliğinde işletilecektir. Buna karşı burjuva muhalefet elinden geldiğince Türkiye’nin AKP tarafından yönetilemez olduğunu ispatlamaya çalışacak eylemlere yönelecektir. Burada AB’nin açık desteği -duruma göre ABD’nin de olabilirarkasında olacaktır. Türkiye’de bir kaos ortamının ortaya çıkması halinde seçimin 2019 Kasım’ından önceye alınması, AKP/ Erdoğan’ın başvuracağı bir operasyon olabilir. Ne Yapmalıyız? Biz egemenlerin arasındaki bu iktidar dalaşında, halkın bu iktidar dalaşının dayanağı olarak kullanılmasını engellemek için elimizden geleni yapmalıyız. Biz egemenlerin iktidar dalaşında bunların birinin yanında, diğerine karşı yer almayız. Biz işçi sınıfı ve emekçi yığınların, bütün ezilenlerin kurtuluşunun kendi iktidarlarında olduğunu, egemenler içinde kötünün daha az kötüsünü tercih etmenin çözüm olmadığını anlatmak zorundayız. Bizim görevimiz, işçi sınıfı önderliğinde gerçek demokrasiyi kazanabilmek için, sosyalizmin yolunu açacak halk devrimi için örgütlenmek ve mücadele etmektir. Bizim düşmanımız bir bütün olarak Türkiye’de bugün egemen burjuvazinin olan faşist düzenidir. Bu düzenin savunucusu bütün partileridir. Alternatif düzen partileri değil, işçi sınıfının partisidir. Görev devrime önderlik edecek bu sınıf partisinin inşasının derinleştirilmesine dört elle sarılmaktır. Görev sınıf eksenli ve sınıf içinde siyasete, sınıfı aydınlatmaya örgütlenmeye dört elle sarılmaktır. Bu görev, hele bugünkü şartlarda, zor ve meşakkatlidir. Fakat demokrasiyi kazanmak, sosyalizmin yolunu açmak için bu görevi yerine getirmekten başka yol, başka çare yoktur. 28.04.2017 1 6 Nisan’da ipler kopuyor. Daha doğrusu bir şey olacağı yok da ‘olacakmış‘ gibi bir anlayış yarattılar halklarımızın üzerinde. HAYIRCILAR ve EVETÇİLER olmak üzere Sömüreni- sömürüleni ikiye bölündü. Nutuklar atılıyor, pankartlar açılıyor, asılıyor, ilanlar dört yanı sarmış ha bire boş buldukları her duvara, her direğe yapıştırılıyor. EVET! HAYIR! Bu referandum olayı gerçekten bir bakıma iyi de oldu diyebilirim. Kitleler uyuşukluklarını ve üzerlerine çökmüş biraz umutsuzluk, biraz da ‘bana ne’ ruh halini silkeleyip attılar. Hani Gezi Parkı olaylarında olduğu gibi bir durum söz konusu. Yine bu referandum olayı tıpkı gezi parkında olduğu gibi Marksist Leninist ilkelerle yola çıkan, hedefine aksayan reformları değil de devrimi koyan ve komünist devrimin propagandasını yapan önderlikten yoksun olarak gerçekleşiyor. Aslında HAYIR diye haykıran halklar ve bu halkları oluşturan elleri ve ayakları prangalanmış, iliklerine kadar sömürülen ve sömürülmekte olan kitleler anayasaya HAYIR diye haykırmıyorlar! Onların eski-yeni anayasa falan umurlarında değil. Onlar aslında AKP iktidarına, RT Erdoğan’a HAYIR diyorlar. Tahammül son noktasına, ta gırtlağa kadar gelmiş dayanmış. Hani ‘Bıçak kemiğe dayandı’ diye bir söylem vardır ya! İşsizlik, sefalet, adaletsizlik en doruk noktasında alarm veriyor. İktidar Kuzey Kürdistan’da cephe açmış, hergün onlarca asker- sivil can veriyor. Savaş tüm şidde- tiyle devam ediyor. Yer yer katliamlar yaşanıyor. Zindanlar tıka- basa devrimci, demokrat, yurtseverlerle dolu. Yeni yeni modern hapishaneler ‘ha bre‘ süratle yapılıyor. Bizden topladıkları paraların büyük bir kısmını Lüks harcamalara, haksız savaşa, hapishane yapmaya ve gereksiz emniyet teşkilatı harcamalarına adeta savruluyor. Lüks harcama dedikse bir dakika durup düşünmek gerekir.. Yüzlerce son model çelik kasalı Mercedesler düşünün.. Bu lüks harcamalarda bir damla sadece.. Elim varmıyor yazmaya.. Hoş sizler de biliyorsunuzdur birazcık sanırım. Bunlar artık apaçık ortada. 25 Mart Cumartesi İzmir Narlıdere’de İzmir/Narlıdere Demokrasi Platformu’nun Demokrasi Evi açılışı yapıldı. Saat 15.00’de yapılan açılış şöleninde 400’ü aşkın bir katılım Mithatpaşa caddesinin kenarlarına kadar taşıyordu. Açılış şöleninin iki tane çok önemli olumlaması şunlardı: Birincisi: Yeni Kapı Tiyatro gurubunun genç oyuncuları oynadıkları bir kaç güzel, anlamlı skeçlerini Enternasyonel marşı ile kapatmalarıydı. İkincisi ise kitlelerde iktidara karşı olan nefretlerinin artık somutlaşması, pratiğe yığınsal olarak yansıması olgusuydu. Ancak kitleler henüz doğru bir önderlikten yoksun, bilinçleri gerçekten eksik hatta yanlış tam demokratik diyemeyeceğimiz reformist-gerici şeylerle karartılıyor. Bunun için en büyük eksiğin güçlü bir Marksist Leninist önderliğin Henüz gerçekleştirilememiş olması, böyle bir önderliğin bırakın kitleleri öncüyü de yeterince kucaklıyamamış olması gerçeğidir. Başarılması gerekli bir görevle karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Bu ezgi nasıl da yüreklerimizin atışını hızlandırdı, sıkılmış yumruklarımız bir kaya sertliğindeydi. Derin uykudaydık/ Sesine uyandım/Ter içinde kaldım/Uyku tutmadı Yolun ortasında/Henüz onaltısında/Vuruyorlar oysa/Bir şey yapmadı Sanki onlar hancı/Halkına yabancı/Biz ise kiracı- gündem SOSYAL MEDYADAN REFERANDUM’A DOĞRU 7 gündem yız da/Evden atmalı Birisi oy peşinde/Öteki rant peşinde/Kıyamet değilse bile/Bir şey kopmalı Bir şey yapmalı hey/Bir şey yapmalı hey/Bir şey yapmalı hey/Bir şey yapmalı hey Yürüdük Mithatpaşa caddesi boyunca.. Içimizde fışkırmış bir umut, bir heyecan, bir sevinç. Mutlaka bir şeyler yapmalıyız. Sadece İnsanlığı değil, Antroposen çağına kapitalizmin kâr hırsı yüzünden girmiş dünyamızı tüm canlı ve cansızlarıyla birlik kurtarmak için bir şeyler yapmalıyız. Bir şeyler yapmalıyız, bir şeyler yapmalıyız! 25.03.2017 YDİ ÇAĞRI okuru/İzmir HÜKÜMETTEN ÇİFTE STANDART: FİĞEN YÜKSEKDAĞ’IN VEKİLLİĞİ DÜŞÜRÜLDÜ! H 8 DP Eş Genel Başkanı, Van Milletvekili Figen Yüksekdağ’ın vekilliği, Başbakanlık tezkeresinin Meclis Genel Kurulu’nda okunmasıyla düşürüldü. Figen Yüksekdağ hakkında “terör örgütü propagandası” yaptığı iddiasıyla eski Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2013 yılı Kasım ayında verilen 10 ay hapis cezası, Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından 22 Eylül 2016 tarihinde onaylandı. Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin imzasını taşıyan, 8 Şubat tarihli tezkerenin Meclis genel Kurulu’nda okunmasıyla, Yüksekdağ’ın vekilliği düşmüş oldu. Anayasa’nın 76. Ve 84. maddesine göre, milletvekili seçilmeye engel bir suça ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararı Meclis Genel Kurulunda okunan üyenin milletvekilliği, oylamaya gerek kalmaksızın düşmüş oluyor. Figen Yüksekdağ’ın vekilliğinin düşürülmesi siyasi bir edimdir. AKP hükümetinin HDP’yi bir bütün olarak baskı altına alma siyasetinin ürünüdür. Fezlekeler konusunda uygulama (DEP’li vekillerin tutuklanması hariç) bugüne kadar şöyleydi: Her yasama döneminde vekiller hakkında fezlekeler düzenleniyordu. Fezlekeler ilgili yerlere iletiliyor, fakat Meclis’te gündeme alınmıyor, yasama döneminin sonuna bırakılıyordu. Bu uygulama hükümetin görüşmeler yoluyla Kürt sorununu çözme siyasetini bir kenara bırakıp, içeride ve dışarıda savaş siyasetine geçmesiyle terk edildi. HDP hedef tahtasına konuldu. Başta Eşbaşkanlar olmak üzere, seçilmiş vekiller tutuklandı. Binlerce HDP yöneticisi, üyesi gözaltına alındı, tutuklandı. Milletvekili seçilmeden önce aldığı bir ceza nedeniyle, seçilmiş bir vekilin vekilliğinin düşürülmesi anti demokratik bir uygulamadır. Vekili seçen halkın iradesinin yok sayılmasıdır. Bu uygulama aynı zamanda AKP hükümetinin çifte standartçılığına da bir örnektir. Söz konusu HDP’li vekiller olunca, bugün onlar hakkında düzenlenen fezlekeler yasama döneminin sonuna bırakılmıyor, meclis gündemine getiriliyor. Demokratik siyaset yürüten HDP üzerinde faşist terör uygulanıyor. Tahliye edildikten iki gün sonra Şırnak vekili Ferhat Encü tekrar tutuklandı. 21 gün önce tahliye edilen Amed vekili İdris Baluken tekrar tutuklandı. Baskılar, terör amacına ulaşamayacak, son sözü direnenler söyleyecek! T.C devleti halklar hapishanesi bir devlettir. Halkların eşit, özgür bir şekilde yaşaması için sömürgeci, faşist devletin işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimiyle yıkılması mutlak zorunluluktur. Sömürgecilik, faşizm, sermayenin iktidarı yıkılmadan gerçek barış, özgürlük, eşitlik gelmeyecektir. Bunun için diyoruz ki: Faşizme ölüm tek yol devrim! HDP üzerindeki baskılara son! 21.02.2017 A dana Dersimliler Derneği’nde, 19 Mart Pazar günü, YDİ Çağrı okurları tarafından egemenlerin ve işbirlikçilerinin 16 Nisan 2017’de yapacağı referandum üzerine bir söyleşi düzenlendi. Söyleşiye YDİ Çağrı okurlarının yanı sıra, dernek üyeleri, çeşitli semtlerden işçiler, bazı devrimci kurumlardan yaklaşık 35 kişi katıldı. Saat 14’te başlayan söyleşi 16’ya kadar devam etti. YDİ Çağrı Gazetesi adına yapılan açılış konuşmasında mevcut durumu değerlendirirken, esas olanın 1923 yılından beri yapılan anayasaların asıl tek bir maddeye dayandığı, kendi dilinden, kendi dininden, kendi ırkından başka hiç kimseyi tanımayan faşist Kemalist ideolojinin bürokratik işleyiş tarzı olduğu, Mustafa Suphilerin katlinden Cumartesi annelerine kadar esasta hiç bir hak hukuk tanınmadığı, 19 Aralık katliamlarının sorumlusunun dönemin Başbakanı Bülent Ecevit olduğu, Çorum, Maraş, Sivas, Roboski katliamlarının mevcut anayasalar ile katillerin meşrulaştırıldığı dile getirildi. 15 yıllık AKP iktidarının, gözaltılarla, baskılarla, sürgünlerle, ihraçlarla, halklar üzerinde büyük bir korku imparatorluğu yarattığını, yapılan değişikliğe evet veya hayır demenin devrimciler açısından doğru olmadığı, hayır demenin 12 Eylül 1980 faşist anayasasına evet demek anlamına geleceği, bu iki tercih esasında esasta bir fark olmadığı, AKP ve MHP’nin bu dayatmasının kendi çıkarları temelinde yapıldığı, yapılan değişiklikler ile partili Cumhurbaşkanı olmanın önünün açıldığı, Başbakanlık makamının kaldırıldığı, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin daha da genişletildiği, yapılan bu değişikliklerin işçi ve emekçiler, ezilen halklar açısından esasta bir değişiklik yaratmadığı işçi ve emekçilerin asıl yapması gerekenin veba ve kolera arasında bir tercih yerine, referandumu boykot olması gerektiği vurgulandı. Söyleşi TC’nin kuruluşundan bu yana işçi, emekçi ve ezilen ulus ve milliyetlere, mezheplere uyguladığı baskı ve asimilasyon politikalarını uyguladığı, bu sistemde bu kesimler için gerçek bir kurtuluş olamayacağı ve bu sistemdeki her türlü değişikliğe işçi sını- fının bakış açısı ile yaklaşılması gerektiği ile başladı. Ardından referandum ile yapılmak istenen değişiklikler maddeler halinde anlatıldı. YDİ Çağrı Gazetesi adına temsilcimiz 18 maddelik anayasa değişikliklerini sıralayarak, tüm maddeleri önceki durum ile karşılaştırmalı olarak anlattı. Yapılan değişikliklerin esasa ilişkin olmadığı, anayasanın faşist özünün korunduğu, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların penceresinden baktığımızda, esas olarak bu anlamda hiçbir şeyin değişmediğini, faşizmin devam ettiğini, bu nedenle yeni demokratik bir anayasa talebinin dile getirilerek, referandumun boykot edilmesi ve devrimci mücadelenin yükseltilmesini gerektiğini belirtti. Sunum CHP’li olduklarını söyleyen bazı katılımcıların “boykot AKP’ye ve Erdoğan’a destektir” şeklindeki provokatif söylemleriyle yer yer kesilse de devam etti. Yine bir katılımcının salonu terk ederken “siz faşistsiniz” diye bağırması tepkilere neden oldu. Ancak bu provokasyona rağmen YDİ Çağrı okurları sakinliğini koruyarak, söyleşiye devam ettiler. Ayrıca sunum yapan arkadaş bu olay karşısında YDİ Çağrı olarak devrimciler arası şiddete ilkesel olarak karşı olduklarını, esas olanın görüşlerin özgürce paylaşılması ve demokratik bir ortamın yaratılması olduğunu vurguladı. Sunum referandum sahtekarlığı ile sınıf açısından hiçbir şeyin değişmeyip faşizmin devam edeceği, bu nedenle tüm işçi ve emekçilerin kurtuluşun egemenler arasındaki bu iktidar dalaşından medet ummadan, sınıfsal mücadeleyi yükseltmeleri gerektiği, devrimcilerin bu ortamdaki misyonunun işçi ve emekçilere doğru bir bilinç aktarmak olduğu, iktidar dalaşındaki sahtekarlığa alet olmadan devrim için örgütlenmek ve referandumu boykot etmek gerektiği vurgulanarak söyleyişi sonlandırıldı. Söyleşi katılanların teşekkür etmesi ile saat 16’ya doğru bitti. Söyleşinin düzenlenmesi için bize kapılarını açan Adana Dersimliler Derneği’ne ve değerli yöneticilerine teşekkür ederiz. 20.03.2017 YDİ Çağrı / Adana gündem ADANA’DA REFERANDUM ÜZERİNE SÖYLEŞİ 9 gündem 10 B PARTİZAN’A AÇIK ÇAĞRI ir süreden beri kamuoyuna yayınlanan yazılar, açıklamalar üzerinden Partizan içinde bir ayrışmanın, bölünmenin yaşandığı biliniyor. Ayrışmada anladığımız kadarıyla iki taraf var. Bir taraf öbür tarafı “Yurt Dışı Merkezli Hizip” olarak değerlendiriyor. Diğer taraf öbür tarafı “Tasfiyeci, darbeci, çeteci güruh” olarak değerlendiriyor. İki tarafta Partizan’ın tek meşru temsilcisi olduğunu iddia ediyor. İki taraf arasında yaşanılan sorunlar, “değerlere” sahip çıkma adına şiddet kullanma noktasına varmıştır. Partizan, Özgür Gelecek, Yeni Demokrat Gençlik adına 26 Şubat’ta yapılan açıklama şöyledir: “Ocak 2017 tarihinde saflarımızdan ayrıldığını ilan eden sağ tasfiyeci hizip, bugün itibari ile Özgür Gelecek ve Partizan dergisinin Aksaray’daki merkez bürosunu basarak iki yoldaşımızı dövmüş ve büromuz işgal edilmiştir. Bu unsurlar yoldaşlarımızı döverek bir yere varacaklarını sanıyorlarsa fena halde yanılıyorlar. Bu saldırı ve taciz ilk defa yapılmıyor. Bundan bir süre önce de aynı unsurlar defalarca büromuza gelerek aynı yöntemle yoldaşlarımızı tehdit edip gitmişlerdi. Biz devrimci sorumluluğumuz gereği bu durumu kamuoyuna yansıtmamıştık. Devrimci kamuoyuna açık ve net olarak ifade ediyoruz ki, geleneğimiz ve ilkelerimiz devrimciler arası şiddeti kesin olarak red etmektedir. Devrimciler kendi aralarındaki şiddetten çok zarar gördü. Biz tüm taraftarlarımızı sükûnete davet ettiğimizi bir daha belirtiyoruz. Ancak, tüm iyi niyetimize rağmen sabrımızı tes edenler bunun da bir sınırının olduğunu bilmelidirler. Büromuzu işgal edenlere sesleniyoruz; seçtiğiniz yöntem düşmana hizmet etmektedir. Devrimci olmayan bu tutumunuzdan vazgeçin ve büromuzu derhal terk edin Tüm devrimci dergileri, parti ve örgütleri uygulanan bu şiddete karşı tavır almaya çağırıyoruz!” “Değerlere sahip çıkma” adına gazete bürosunun zorla işgal edilmesini, büro içinde bulunan iki insana açıklamada belirtilen iddia doğru ise şiddet kullanılmasını yanlış buluyoruz. Açıklamada “hizip”in uyguladığı şiddet eleştirilirken, şiddet ilkesel olarak reddedilmemekte, “sabrın bir sınırı olduğu” belirtilmekte, büronun derhal terk edilmesi istenmektedir. Bu tavır da şiddeti çağrıştırmaktadır. Nedeni ve gerekçesi ne olursa olsun örgütsel ayrılıklarda şiddet kullanımı devrimci hareketin kanayan yarasıdır. Bu konuda onlarca olumsuz örnek vardır. Bölünmelerde yaşanılan olumsuzluklar, Partizan içindeki bölünmede de yaşanmaya başlanmıştır. İki tarafta Partizan ismini kullanmakta, iki tarafta Partizan’ın tek meşru temsilcisi kendisinin olduğunu söylemektedir. Anlayış bu olduğu için de gazete büroları işgal edilmektedir. Tarafların kullandığı dil, birbirlerini tanımlamaları şiddet kullanılmasına zemin hazırlamaktadır. İKİ TARAFA DA SESLENİYORUZ: Arkadaşlar! Partizan’ı siyasi çizgisindeki bütün yanlışlarına rağmen devrimci bir grup olarak gördük görüyoruz. İki tarafı da devrimci olarak değerlendiriyoruz. Nedeni ne olursa olsun sorunlarınızı çözme de şiddet kullanımı ilkesel olarak reddedin. Sorunların çözümünde ideolojik mücadeleyi, barışçıl yöntemlerini esas alın. Sorunların çözümünde kullanılacak şiddet sadece Partizan’a zarar vermez. Devrimci hareketin bütününe zarar verir. Devrimciler arasında şiddet kullanımı devrime değil karşı devrime yarar. İki tarafın da Partizan’ın tek meşru temsilcisi olduğunu iddia etmesi de doğru değildir. Ortada bölünme, iki taraf varsa, taraflardan hiç biri tek başına eskiden içinde birlikte çalışılan örgüt değildir. Taraflar daha önce birlikte çalışılan örgütü değil, yalnızca kendini temsil etmektedir. “Yaratılan değerler” de sadece bir tarafın değil iki tarafın da emeği vardır. Bu nedenle “değerlere” bir tarafın sahip olmak istemesi doğru bir tutum değildir. Ortak yaratılan “değerler” tarafların gücüne göre paylaştırılmalıdır. Doğru tutum budur. Yaratılan değerlerin paylaştırılması konusunda taraflar anlaşamıyorsa, o zaman bu paylaşma iki tarafın da devrimci olarak gördüğü grupların temsilcilerinden oluşturulacak bir komisyon tarafından yapılabilir. Devrimciler arasında şiddet kullanımı, taktik bir sorun değil ilkesel bir meseledir. İki tarafı da sorunlarında şiddet kullanımı ilkesel olarak reddettiklerini, sorunları barışçıl temelde çözmeyi esas aldıklarını açıklamaya çağırıyoruz. 27.02.2017 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI R eferanduma sunulan Anayasa değişiklik paketi üzerine yapılan tartışmalarda, değişikliklere karşı olanların bir bölümünün getirdiği bir argüman da Anayasa değişiklikleri sandıktan geçerse T.C’nin rejimin değişeceği argümanıdır. Bugün T.C devleti rejiminin nasıl bir rejim olduğunu, rejimin değişip değişmeyeceğini anlamak için geçmişe gitmek, T.C’nin kuruluşundan bu yana kat ettiği mesafeleri kısaca irdelemek gerekiyor. Geçmişi bilmeden, bugün var olanı doğru yorumlamadan, gelmekte olanı doğru tahlil etmek mümkün değildir. T.C’nin kuruluşundan bu yana sistem: *Türkiye’de T.C devleti kurulduktan, 1925 Takriri Sükun Kanunu ile Kemalist diktatörlük iktidarını sağlamlaştırdıktan bu yana faşizm hüküm sürmektedir. Faşizm üstten, emperyalizmle işbirliği içinde olan asker, sivil bürokratik elit tarafından uygulana gelmektedir. Parlamenter demokrasi faşizmin, gerekli görüldüğünde yer yer kaldırılıp atılan maskesi olagelmiştir. *T.C’nin “laik, demokratik, sosyal bir hukuk” devleti olduğu büyük bir yalandır. T.C. hiçbir zaman gerçek anlamda laik bir devlet olmamıştır. T.C bir Müslüman devleti olarak kurulmuştur. Laiklik Anayasaya CHP’nin 1936’da yapılan Kongresinde programlaştırdığı 6 okun biri olarak girmiştir. Devlet bu Müslümanlığın da nasıl yorumlanacağını, devletin ilk ve en önemli kurumlarından biri olarak 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından belirlemiştir. T.C devleti içeriği Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından belirlenen Sünni İslam devletidir. Adına laiklik denen şey budur. T.C hiç bir zaman demokratik olmamış, askerin doğrudan yönetime el koyduğu dönemler dışında üzeri yer yer parlamenter yönetim ile örtülmeye çalışılan faşist bir devlet olmuştur. T.C hiç bir zaman sosyal bir devlet olmamış, bütün burjuva devletler gibi sosyalliği burjuvazinin çıkarlarını en iyi şekilde savunmak biçiminde anlamış ve uygulamıştır. T.C hiçbir zaman bir hukuk devleti olmamış, hukuk her zaman burjuva devletin, onu anda elinde bulunduran kliklerin hukuku olmuştur. *Türkiye’de 1946’ya kadar tek parti, tek şef -önce Ebedi Şef Atatürk, sonra Milli Şef İnönü- iktidarı vardır. Devlet, CHP devleti konumundadır. CHP’nin şefi, devletin şefidir. CHP’nin programı, devletin programıdır. Parlamento faşizmin üzerini örten ince bir şaldır. Bu dönemde uygulanan yönetim sistemi aslında şimdi AKP’nin yapmaya çalıştığına benzer alaturka başkanlık dönemidir. *1946’da geçilen çok partili dönemde de tekçi 1924 Anayasasında özsel hiçbir değişiklik yoktur. Burjuvazinin ve toprak beylerinin bir bölümünün 1950’de “Yeter Söz Milletin” sloganıyla çoğunluğu kazanıp işbaşına geçen partisi Demokrat Parti döneminin ilk yıllarında burjuva demokrasisi yönünde atılan küçük adımlar kısa sürede durdurulmuş, DP’de kendi iktidarını verili faşist yapı ve yasaları kullanarak tahkim etme yolunu seçmiş, bu dönemde de millet egemenliği adı altında, parlamenter demokrasi maskeli faşizm sürmüştür. *1960’da, DP’nin devlet bürokrasisini bütünüyle kendine göre dizayn etme ve bu arada Türk burjuvazisini büyütme adına yeni müttefikler arama çabaları, yerleşik Kemalist bürokrat elitin askeri darbesiyle karşılanmış, Milli Birlik Komitesi adına iktidara el koyan askeri cunta parlamenter demokrasi maskesini geçici olarak yırtıp atmıştır. *1960 cuntasının dikte ettiği Anayasa ile –çokça solun bir kesimi tarafından Türkiye’nin en demokratik Anayasası diye anılır- sivil, seçilmiş yönetimler resmen atanmış devlet bürokrasisinin en başta da askerin Anayasal vesayetine sokulmuştur. *12 Mart 1971 muhtırası ile ordu, Türkiye’de iktidarın kimde olduğunu göstermiş, sivil seçilmiş siyasetin yönünü belirlemiştir. Parlamenter demokratik sistem denen sistem, gerçekte özünde merkezinde askeri bürokrasinin durduğu devlet bürokratik elitinin faşist sistemidir. Parlamento bu sisteme demokratik meşruiyet kazandırma işlevini gören ve her an vaz geçilebilir bir araçtır yalnızca. gündem KURULUŞUNDAN BU YANA T.C’NİN YÖNETİM SİSTEMİ ÜZERİNE TEZLER 11 gündem 12 *Bu 1980 12 Eylül askeri darbesinde bir kez daha görülmüştür. Burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılamayan Parlamento beş general tarafından tatile çıkarılmış, partiler geçici olarak yasaklanmış, Cuntanın dikte ettiği 1982 Anayasası ile faşist düzene yeniden çeki düzen verilmiştir. *Daha sonra da ordu ve yargı bürokrasisi eliyle parlamenter demokrasiye bir çok kez sınırları gösterilmiştir. 28 Şubat 1997 muhtırası ile Erbakan-Çiller hükümeti devrilmiş, 27 Nisan 2007 muhtırası sonrasında bir yargı hokkabazlığı ile Abdullah Gül’ün parlamentoda Cumhurbaşkanı seçilmesi engellenmiştir. *1982 Anayasası, onlarca kez değiştirilmiş olmasına rağmen, onun “Atatürk milliyetçiliği”ni temel alan, Türk olmayan milliyetleri tanımayan, hepsini zorla Türk milleti adı altında toplayan, “vatanı ve milleti ile bölünmezliği” değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez hüküm haline getiren tekçi, aşırı merkezci faşist özü olduğu gibi durmaktadır. AKP/Erdoğan yönetimi, özellikle 2010’dan bu yana tehdit altında gördüğü iktidarını koruma çabası içinde giderek artan bir şekilde bu faşist Anayasa’ya dayanarak faşizmi yoğunlaştırmaktadır. Özellikle 2015 Temmuz’unda Kuzey Kürdistan’da yeniden başlayan ve yoğunlaşan sömürgeci savaş, 2016 15 Temmuz Fethullahçı darbe girişiminin bastırılması, Türk ordusunun Suriye’deki savaşa doğrudan katılımı ile bu yoğunlaşma daha da koyulaşmıştır. *Bugün Türkiye’de/Kuzey Kürdistan’da yaşanan süreç, burjuva demokrasisinden faşizme geçme süreci değil, bütün cumhuriyet tarihi boyunca süren, yer yer gerileyen faşizmin, yeniden bu kez sivil seçilmiş bir yönetim eliyle yoğunlaştırılması sürecidir. *Şu anda var olan sistem, gerçekte seçilmiş bir Cumhurbaşkanının siyasi hiçbir sorumluluk taşımaksızın, hiçbir parlamenter demokratik yönetim sisteminde olmayan olağanüstü yetkilerle donatılmış olduğu ne idüğü belirsiz sistem olup başkanlık sistemine parlamenter sistemden daha yakın olan bir sistemdir. Uygulamada Erdoğan seçimlerde söz vermiş olduğu gibi, ”yetkilerini sonuna kadar”, hatta sınırları yer yer aşıp, zorlayarak kullandığı bir başkanlık sistemidir. *Bu sistemin açıkça alaturka başkanlık sistemine dönüştürülmesi ile, böyle kalması arasında, Erdoğan cumhurbaşkanı olduğu ve AKP’nin ve mecliste hükümet çıkaracak çoğunluğa sahip olduğu sürece özde bir fark yoktur. Alaturka başkanlığın andaki duruma göre, Erdoğan açısından tek yararı, “Anayasaya aykırı hareket etme” suçlamalarının temelinin ortadan kaldırılması olur. * Nisan ayında yapılacak referanduma sunulan Anayasa değişiklikleri ile T.C’de rejim değiştirilmiyor. Değiştirilmek istenen yönetim sistemidir. Türkiye’de hüküm süren burjuvazinin diktatörlüğü biçim değiştiriyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetimi merkezinde ordunun durduğu atanmış bürokrasinin elinden alınıp, seçilmiş sivil siyasetin eline verilmek isteniyor. Kağıt üzerinde var olan parlamenter sistem yerine alaturka bir başkanlık sistemi getirilmek isteniyor. Değiştirilmek istenen yönetim sisteminin burjuva demokrasisi ile ne kadar ilgisi varsa, getirilmek istenenin de ilgisi o kadardır. İkisi de tekçi, merkeziyetçi, şoven milliyetçi, ikisi de faşisttir. Şubat 2017 2 017 yılında, Ekim Devriminin 100. Yıldönümünde Ekim Devriminin kazanımlarından öğrenmeye devam ediyoruz. 26 Mart Pazar günü Güney Kültür Merkezinde, Yeni Kadın Dünyası olarak, Ekim Devriminin kadın sorunundaki kazanımları konulu bir panel gerçekleştirdik. Proleter devriminin bu alandaki tüm kazanımlarını bir panele sığdırmak mümkün olmadığından kendimizi esas olarak iki ana başlık ile sınırladık. Kadın ve politika. Kadın, toplumsal ahlak ve aile. Ekim devriminin kazanımlarına geçmeden önce, bir kadın arkadaş, Rus proletaryasının iktidarı ele geçirmesinden önceki, Çarlık Rusya’sında kadının durumunun ne olduğunu ortaya koydu. Çarlık döneminde kadınlar adeta köle olarak görülüyordu. Bu kölelik yasal hale getirilmişti. Kadınların her türlü özgürlükten yoksun, adeta bir eşya gibi muamele gördüğü bir dönemdi. Örneğin erkeğin izni olmadan kadının yer değiştirmesi ya da pasaport alması mümkün değildi. Kadının, ailenin reisi olarak erkeğin tüm isteklerine boyun eğmesi, Çarlık yasaları tarafından güvence altına alınmıştı. Evlilik dışı annelik çok büyük bir ahlaksızlık olarak değerlendiriliyor ve kürtaj kürek cezası ile cezalandırılıyordu. Ekim Devrimi ve politika ile ilgili konuşan kadın arkadaş kısaca şunları dile getirdi: Çarlık döneminde kadınlar hiç bir siyasal ve sosyal hakka sahip değillerdi. Seçme ve seçilme hakkı olmadığı gibi birçok meslek kadınlara tamamen kapalıydı. Devrimci mücadele yükseldikçe işçi kadınlar da bu mücadelede yerlerini almaya başladılar. “Laferme İsyanı” bunlardan sadece birisidir. Ezilen kadın yığınlarının da aktif olarak yer aldığı Ekim Devriminin ardından proletarya iktidarı, kadının kurtuluşunun yolunu açacak ilk yasa kararnamelerini çıkardı. Partinin kadınların politikleşmesi için önüne koyduğu hedeflerden en önemlileri partisiz kadınların parti içerisinde örgütlenmesi ve partili kadınların yönetim organlarında temsil edilmesi göreviydi. Oluşturulan kadın seksiyonları ve kadın delege toplantıları ile kadınları hem partiye hem de toplumsal faaliyete çekmek için çok önemli mücadeleler verildi. Partinin önüne koyduğu en önemli hedeflerden birisi emekçi kadınların devletin yönetimine doğrudan katılımını sağlamak idi. Lenin’in “her aşçı kadın devleti yönetebilmeli” şiarı ile yola çıkan komünist partisi, kadınlar politikaya çekilmeksizin yığınların politikaya çekilemeyeceğini bilen komünistler yürüttükleri olağanüstü çabalar sayesinde 1934 yılına gelindiğinde kadınların Sovyet seçimine katılım oranları, kırlarda %80,3, şehirlerde %89.4’lere varmıştı. Kadın, toplumsal ahlak ve aile konusunda sunum yapan kadın arkadaş sunumunda şunlara değindi: Proletarya, iktidarı ele geçirdikten sadece iki ay sonra “Boşanma hakkında kararname” ve “medeni evlilik, çocuklar ve nüfus kütüğünün yürürlüğe konulması üzerine” iki kararname çıkarıldı. Bu kararnameler ile boşanmalar son derece kolaylaştırıldı. Eşit mal paylaşımı düzenlemesi, eşit oy hakkı, eşit gündem EKİM DEVRİMİ VE KADIN ETKİNLİĞİ 13 gündem 14 işe eşit ücret, çocuklar üzerinde eşit söz hakkı, kilise evliliğinin geçersiz kılınması, evlilik içi doğan çocuklar ile evlilik dışı doğan çocukların yasa önünde eşit haklara sahip olması bu kararnamelerde yer alan düzenlemelerden sadece bazıları idi. 1918, 1920 ve 1921 yıllarında bu alanda yapılan yeni yasalarla kadınların yasalar önünde tam eşitliği sağlanırken pratikte henüz çok uzun ve sabırlı bir mücadelenin verile- si gerekiyordu. Sovyetler Birliğindeki deneyimlere, kazanımlara bakıldığında, özellikle toplumsal ahlak, aşk ve sevgi ilişkileri ve aile yapısı meseleleri en zor ve en karmaşık meselelerdi. Çarlık Rusya’sının despotizminden kurtulan geniş işçi ve emekçi yığınlarının bilinç ve kültür seviyeleri yasal alanda atılan adımların pratiğe uygulanmasına henüz izin vermiyordu. Bu nedenle zaman zaman geri adımların atılması, eksikliklerin ve hataların gündeme gelmesi kaçınılmaz oluyordu. Fakat Sovyet Devleti bu alanda attığı her adımda işçi ve emekçi kadınların ve sosyalist toplumun çıkarlarını merkezine koyuyordu. Gerek 1930’lu yıllardan sonra izlenen kürtaj siyaseti gerekse 1940’lı yıllardan sonra Sovyet ailesinin güçlendirilmesi siyaseti hep bu iki olgu göz önünde bulundurularak belirlendi. Sovyet devletinin bu alandaki mücadelesinin merkezinde duran diğer bir konu fuhuşa karşı mücadele idi. Bu konudaki gerçek hiçbir zaman gizlenmiyor, örneğin 1938 yılında yapılan bir açıklamada savaştan önce 20 bin fahişenin olduğu Moskova’da hala 400 tane fahişenin olduğu belirtiliyordu. Bir diğer önemli mücadele alanı erkek şovenizmine karşı idi. Özellikle aile içerisindeki erkek egemenliğine karşı çok zorlu bir mücadele yürütüldü. Sonuç olarak: Sovyet Sosyalist Devlet açısından öne konan hedef kadın cinsinin bin yıllar süren köleliğinin ortadan kaldırılması ve kadın cinsinin ezilen cins olmaktan çıkarılması idi. Bu aynı zamanda yeni insanı, yepyeni bir kadın-erkek neslinin yaratılması mücadelesiydi. Bu çok büyük ve çetin bir işti. Sovyetlerin önünde ne yazık ki yararlanabileceği olumlu bir deneyim yoktu. Her şeyi pratikte sınayarak, zaman zaman ileri adımlar atarken zaman zaman da geriye gitmek zorunda kaldı. Fakat tüm bunlara rağmen elde edilen kazanımlar ve dünya komünistlerine bırakılan miras muazzamdır. Sunumların ardından soru cevap ve tartışma bölümüne geçildi. Bu bölümde özellikle Sovyetlerde izlenen kürtaj siyasetinin doğru olup olmadığı, parti kademelerinde kadınların temsili, aşk, sevgi ilişkileri ve komünist ahlak üzerine tartışmalar yürütüldü. Güney Kültür Merkezinin Ekim devriminin kazanımlarını konu edinen kısa bir tiyatro gösterisi ilgi ile izlendi. Ardından kadın arkadaşların, söylediği kadın şarkıları ve kadın marşı ile etkinlik sona erdirildi. 26.03.2017 gündem AKP HÜKÜMETİ İLE AB ARASINDA ÇELİŞMELER SERTLEŞİYOR... AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE! 1 6 Nisan’da Anayasa değişiklikleri üzerine referandum yapılacak. AKP hükümetinin bakanları, AKP yetkilileri Avrupa ülkelerinde propaganda çalışması yapmak istiyor. Almanya, Hollanda, Avusturya AKP’li bakanların propaganda toplantıları yapmalarına izin vermedi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya karayolu ile Almanya üzerinden Hollanda Rotterdam’a gitti. Türkiye Konsolosluğu’na yakın bir noktada polis tarafından konvoyu durduruldu ve konsolosluğa gitmesine izin verilmedi. Hollanda’ya geldiği ülke olan Almanya’ya sınır dışı edildi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun uçağının Hollanda’ya inmesine izin verilmedi. Türkiye Rotterdam Konsolosluğu önünde toplanan kitle polis tarafından zor kullanılarak dağıtıldı. Cumhurbaşkanı RT Erdoğan, AKP hükümeti konu hakkında “gereken yapılacak, misliyle karşılık vereceğiz” açıklamaları yaptılar. Hollanda elçiliği ve konsolosluğu önünde AKP yanlısı gösteriler yapılmaya başlandı. AKP hükümeti ile Avrupa Birliği arasında çelişmeler sertleşiyor. AB’nin Avrupa’da AKP’li bakanların referandum çalışmasına gösterdiği tepki siyasi bir tavırdır. AKP hükümetinin batı nezdinde istenmeyen bir hükümet olması ile ilgilidir. Bunun yanında iç kamuoyuna dönük olarak, şimdi bütün burjuva partilerin faşist partiler tarafından kullanılan islamofobik ve “yabancı” düşmanı siyasetleri ile güçlenmesi sonucu, onlarla aynı kulvarda yarışa girmesi de gelişmelerde rol oynuyor. 15 Mart’ta Hollanda’da Genel Seçim var. Fransa ve Almanya’da da seçimler sırada. “Yabancı” düşmanlığı ve islamofobi oy getirici konular. AB AKP’Yİ NEDEN İSTEMİYOR? AKP iktidarının ilk döneminde, özellikle 20042008 yılları arasında Türkiye/AB ilişkileri görünürde gayet iyi idi. Bu dönemde AKP, hükümet olmasına rağmen henüz iktidar önemli ölçüde yerleşik Kema- list bürokratik elitin elinde olduğu, bürokratik elitin geriletilmesinde AKP’nin Avrupa’nın desteğine ihtiyacı olduğu için, AB’nin verdiği “ev ödevleri”ni yerine getiren “uysal” bir resim çiziyordu. Fakat bu dönemde de Avrupa’daki, öncelikle Hristiyan demokrat/tutucu ve açık faşist siyasetçiler ki bunlar AB kurumlarında egemen idiler, Müslüman/doğulu bir ülke olarak gördükleri Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasına açıkça karşı idiler.Buna karşı Türkiye’de de oldukça güçlü bir anti- Avrupacı akım vardı. Sonraki gelişme aşamasında AKP, Gezi hareketi, 17-25 Aralık 2013 olayları ve 15 Temmuz 2016’da yapılan askeri darbe girişimini kendisine karşı, batının desteğinde, bilgisi dahilinde yapılan hareketler olarak değerlendirerek batıya karşı eleştiriler getirmeye başladı. Batıyı ikiyüzlü olmakla, terörizme destek vermekle suçladı. Bu suçlamalara karşı batıdan tepkiler gelmeye başladı. AKP ile batı arasında bugün güven ilişkileri yoktur. Batı nezdinde AKP istenmeyen bir hükümettir. Emperyalistler, AKP’nin alternatifini bulsalar AKP’yi götürmek için her yola başvuracaklardır. Alternatifini bulamadıkları için, aralarındaki çelişmeleri de gözönüne alarak AKP hükümeti ile kerhen idare etmeye çalışıyorlar. Uluslararası büyük güçler açısından Erdoğan, AKP hükümeti güvenilir, kontrol edilir bir hükümet olmaktan çoktan çıkmıştır. Uluslararası alanda batılı emperyalistler AKP’yi tecrit etmeye yönelen bir siyaset izlemektedir. Batılı emperyalistler ekonomik alanda da AKP hükümetini baskı altına almaktadır. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının AKP hükümetine karşı resmen saldırıya geçmesi ekonomiyi etkileyebilecek gelişmelerdir. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları, Türkiye’nin kredi notunu siyasi saiklerle düşürüyor. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi, doğrudan doğruya AKP hükümetini ekonomik baskı altına almaya, zayıflatmaya çalışan bir edimdir. Uluslararası sermaye, Türk hükümetini ekonomik olarak sıkıştırmak için adımlar atıyor. Atılan bu adımlar etkisini gösteriyor. Uluslararası kredi derecelendir- 15 gündem ler -Afganistan, Irak- işgal edilir. AB ile AKP’nin arası iyi olsaydı bu tepkiyi göstermeyeceklerdi! Bu nedenle AB’nin tavrı iki yüzlüdür. İnsan hakları, demokrasi ile alakası yoktur. AKP NE YAPIYOR? 16 me kuruluşları esasında verdiğiniz krediler geri dönmeyebilir mesajı veriyor. Bu resmen Türkiye’ye karşı ekonomik savaştır. AKP hükümeti, uluslararası sermayenin ekonomik savaşına karşı direnmeye çalışıyor! Bakanlar kamuoyuna moral vermeye çalışıyor! Batılı emperyalistlerin elinde en önemli kozlardan biri ekonomiyi bozmaktır. Türkiye bugün gelinen yerde, batılı emperyalistlerin dedikleri doğrultuda hareket eden bir ekonomik politikaya sahip değildir. Türkiye kendi çizdiği ekonomik politikayı uyguluyor. Ve bu bağlamda batı, Türkiye’yi baskı altına almak için her türlü aracı deniyor. AKP hükümeti emperyalizme bağımlılıktan kurtulmak için adımlar atıyor. Ortadoğu’nun yeniden paylaşımında masada olmak istiyor. Bunun için Suriye’de savaş yürütüyor. Irak’ta askeri güç bulunduruyor. Ortadoğu’da yayılmacı siyaset izliyor, büyük güç olmak istiyor. Çıkarları emperyalistlerin çıkarları ile çatıştığında kendi çıkarlarının mücadelesini veriyor. Gelinen noktada emperyalist emelleri olan bir ülkedir Türkiye! Bütün bunlar batılı emperyalistlerin hiç hoşuna gitmiyor. Kendi dikte ettikleri siyaseti izlemeyen, ekonomik programı uygulamayan AKP hükümetini istemiyorlar. AKP hükümetinin Avrupa’da yapmak istediği referandum çalışmasına AB’nin gösterdiği tepkinin arka planında bu gelişmeler yatmaktadır. AB’nin gösterdiği tepkinin insan hakları, demokrasi, özgürlüklerle bir alakası yoktur. Emperyalizmde belirleyici olan dostluk değil çıkarlardır. Çıkarlar neyi gerektiriyorsa o yapılır. Çıkarlar gerektiriyorsa Mısır’da olduğu gibi askeri darbe desteklenir. Çıkarlar gerektirdiğinde insan hakları, demokrasi maskesi kullanılarak ülke- AKP hükümeti AB’nin iki yüzlü tavırlarını eleştirirken, bir toplantının yasaklanması tavrını faşist tavır olarak değerlendirirken, Hollanda ve Almanya’yı Nazizmle suçlarken kendisi ne yapıyor? AB’de burjuva demokrasisi faşist tedbirlerle el ele yürüyen bir yönetim biçimidir. Türkiye’de ise AKP hükümeti tarafından koyu bir faşizm uygulanmaktadır. T.C devleti faşist bir devlettir. Kuzey Kürdistan Türkiye’de faşizmi koyulaştıran, sıradan basın açıklamalarına bile tahammül edemeyen AKP hükümetidir. AKP hükümeti ülkeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetmektedir. Kendisine muhalif olan kesimlerin sesi her türlü araç kullanılarak kesilmek istenmektedir. Tv kanalları, gazeteler, dergiler, dernekler, vakıflar kapatıldı. Seçilmiş belediye yöneticileri, milletvekilleri tutuklandı. İlçeler yakıldı yıkıldı. İnsanlar vahşice bodrumlarda diri diri katledildi. Yürüyüş, basın açıklamaları yasaklandı, yasaklanıyor. AKP hükümeti açık faşist terör uyguluyor. Almanya’da bir toplantının engellenmesi, izin verilmemesi faşist edim ise AKP’nin sıraladığımız kimi uygulamaları ise faşizmin daniskasıdır. AKP hükümeti AB’nin gösterdiği tavrı, çelişmeleri referandumda Evet oylarına dönüştürmek için kullanacaktır. AKP’nin “mağdur” pozisyonu kendisine hep oy getiren bir etken vazifesi görmüştür. AB’nin Hayır Cephesinin bir unsuru olarak devreye girmesi, her ne kadar Hayır Cephesi için sevindirici bir durum olsa da, getirisinin kime olacağı sonuç olarak 16 Nisan’da görülecektir. Bu dalaştan oy bazında AKP’nin kazançlı çıkacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok! Emperyalist bir birlik olan AB ile emperyalizmin işbirlikçisi AKP hükümeti arasında ki dalaşta; taraf tutulacak bir durum söz konusu değildir. Böyle olduğu için de al birini vur ötekine diyoruz. 13.03.2017 güncel “ERMENİ SORUNU”NDA KIVILCIMLI’NIN TAVRI Kıvılcımlı özel olarak soykırım hakkında tavır takınmamaktadır. Onun ele aldığı mesele “Türkiye’de ulusal sorun”dur. Bu konuda ise Kıvılcımlı, Ermeni ulusal sorununu emperyalizmin yayılmacı siyasetine, somut olarak da İngiliz ve Çarlık Rusyası emperyalistleri arasındaki dalaş ve Kürt-Ermeni karşıtlığı temelinde ele almaktadır. S on yıllarda soykırımla ilgili yapılan kimi panel veya seminerlerde Kuzey Kürdistan-Türkiye devrimci ve komünist hareketinin soykırımla ilgili tavırları üzerine yürüyen tartışmalarda, yer yer kimi katılımcılar, soykırım konusunda Hikmet Kıvılcımlı’nın ilk tavır takınanlardan biri olduğu görüşünü dile getirdi. Biz de dergimizin 181. sayısında TKP’nin soykırım hakkındaki tavrını -elimizdeki belgeler çerçevesinde- ortaya koyduk. Bunu yaparken Kıvılcımlı’nın tavrı hakkında şu tespiti yaptık: “Bu dönemde Hikmet Kıvılcımlı’nın cezaevindeyken takındığı tavır, söz konusu yazılarının kamuoyuna yayınlanmaması ve TKP içinde de tartışmaya sunulmaması sonucu, ‘Ermeni sorunu’nda TKP’nin tavrının geliştirilmesi açısından herhangi bir rol oynamamıştır. Kıvılcımlı’nın söz konusu yazılarından ulusal sorunla ilgili olanı ‘Şark Meselesi’ adıyla 1978’de yayınlanmış, yazıların tümü ise ‘YOL’ başlığıyla ancak 1992 yılında yayınlanıp kamuoyuna sunulmuştur. Kıvılcımlı’nın kendisi söz konusu yazıların ‘yok edildiği’nden yola çıkmaktadır. Sonuçta TKP Merkez Komitesi’nin söz konusu yazıları gerek TKP içinde gerekse de devrimci kamuoyunda tartışmaya sunmamasının yanlışlığı ortadadır. Kıvılcımlı’nın ‘Ermeni sorunu’ndaki tavrının değerlendirilmesi ise bu makalenin sınırlarını aşmaktadır. Bu görevi bir başka makalede yerine getirmeye çalışacağız.” (YDİ Çağrı, sayı 181, sayfa 33-34) Bu makalemizde hem okurlarımıza verdiğimiz sözü yerine getirmeye hem de TKP’nin tavrının bir parçası olarak Kıvılcımlı’nın özellikle “Türkiye’de ulusal sorun” başlıklı yazısında “Ermenilik” meselesiyle ilgili görüşlerinin bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Burada şunu da belirtmeyi gerekli görüyoruz: Kıvılcımlı’nın yazılarının tümünü okumuş değiliz. Değerlendirmemiz “YOL” başlığıyla 1992 yılında yayınlanan iki ciltlik yazılara, somut olarak da ulusal sorun bağlamında takındığı tavıra dayanmaktadır. Okurlarımızdan talebimiz ve ricamız, ellerinde bu konuda Kıvılcımlı’nın başka tavrı varsa eğer, bize 17 güncel iletmeleri ya da kaynak göstermeleridir. Kıvılcımlı hakkında yazılanlara baktığımızda söz konusu bu yazıların 1933 sonlarında ya da 1934 başlarında TKP Merkez Komitesine teslim edildiğidir. “YOL” yazılarını yayınlayanların verdiği bilgiye göre Kıvılcımlı’nın kendisi bu yazıların, ona göre “araştırmaların” yok edildiği düşüncesindedir. Bu konuda ortaya çıkan soruların başında, eğer Kıvılcımlı söz konusu yazıların yok edildiğini düşünüyorsa -haklı da olabilirdi- neden 1930’lu yıllardan sonraki dönemde, öldüğü 1971 yılına kadar bu konuda herhangi bir tavır takınmadığı sorusudur. Tüm yazılarını okumadığımızı belirtme kaydıyla, okuduklarımız arasında bu konuda herhangi bir tavır takınmadığını söyleme durumundayız. Eğer tersini ispat etme durumu yoksa, Kıvılcımlı’nın bu konuyu 1930’lar sonrasında önemsemediği değerlendirmesini yapmak doğru olacaktır. Okurlarımızın Kıvılcımlı’nın bu konudaki tavrını bütünlük içinde okuyabilmesi ve değerlendirme yapabilmesi için de söz konusu “Ermenilik” başlıklı bölümün tümünü aktarıyoruz. Bu bölümden önce Kıvılcımlı’nın yaptığı açıklama, Kıvılcımlı için esas sorunun Kürt sorunu olduğunu ve bu nedenle de “Ermenilik” meselesine “kısaca bir işaret edelim” diyerek “Ermeni sorunu”nu tali bir sorun olarak gördüğünü göstermektedir. “Kısaca bir işaret”i ise aşağıdaki gibidir. “Ermenilik 18 Osmanlı İmparatorluğu’nda, Çarlık Rusyası ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üzerinde başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Doğu illerinde bir Ermenistan hükümeti ya da özerkliği kurup kurmamak sorunuydu. Bu soruna bir zamanlar ‘Şark Meselesi’ denirdi. Osmanlı İmparatorluğu derebeyi saltanat şeklini koruduğu sürece Doğu illerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha çok derebeyi klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklindeydi. 2- Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç Asya’ya taşımakla görevli bir küçük-burjuva çoğunluğu üzerinde kurulmuş bezirganlık sistemi demekti. Emperyalist çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen Kürt-Ermeni karşıtlığı, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil vb. farklarından çok, adeta bu rejim farkından doğma bir derebeyi-burjuva karşıtlığı oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupasında geniş çapta rol oynayan müslüman-hıristiyan (derebeyi-burjuva) karşıtlığı, daha çok tarihsel ve konumsal koşullar yüzünden Doğu illerinde, Balkanlar’dakinin tersine, ikincilerin yenilgisiyle çözümlendi. Meşrutiyet burjuvazisi Doğu sorununun terörü altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış uluslar içinde -Balkanlar bir yana bırakılırsa- siyasal bilinç ve örgüte kavuşmuş en keskin istemler ileri süren yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet burjuvazisi, birçok alanda olduğu gibi, Ermeni ulusçuluğuna karşı da derebeylikle elele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığıyla Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet aygıtı yasadışı bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler halinde silahlandırıldı. Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada ender görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk Meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla yararlananlar Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu. Bugün Ermeni sorunu deyince ne anlıyoruz? Verilen resmi rakamlara inanmak gerekirse, Ermenistan’da 900.000, Türkiye’de 75.000, Suriye’de 150.000, Yunanistan’da 35.000 kadar Ermeni vardır. Bugün Doğu illerinin ‘mesame’leri içinde gizlenip kalmış Ermeni ırkından bir hayli insan var. Fakat bunlar, dinleriyle birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor ve egemen Kürt psikolojisi ve etkisi altında Kürtleşiyorlar. Doğu illerinde ‘dönme’ sıfatıyla tanınan eski Ermeniler, adeta yaşamlarını kurtaranların bir tür gönüllü köleliğini unutmak ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz unutmamış olmalarına karşın, eski anılarına karşı bir ölüm sessizliğiyle duyarlı olmak zorunluluğundadırlar. Birkaç kuşak sonra herşeyi unutmaya mahkum olan bu ‘dönme’ler, bugün Doğu illerinin en yoksul demirbaş marabaları halinde, bugün bile zaten aralarında daha çok bir din farkı olan ve ırk ve kültürce aynı kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı doğal ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle kaynaşmış ve Ermeniden çok Kürtleşmiş bir durumdadır. Onun için bu dönmeleri Doğu illerinin Kürt toplumundan ayırmak oldukça yapay ve güç olacaktır. Bu artık Kürtleşmiş sayılabilecek olan Ermeniler dışındaki gerçek Ermenilere gelince, yukarıdaki rakamlar bunlar hakkında yeterli bir fikir verebilir. Genel olarak sosyal-demokrat partilerde olduğu gibi, Ermeni sosyal demokrasisinde de sağ ve sol akımlar elbet olmuştur. Bu sayede bugün bir Ermeni komünistliği, Ermenistan dışında da gücünü hissettiriyor. Bunun en canlı örneklerini, Ermenistan dışında Ermeniliğin en kalabalık ve çokluk -sayıca resmen varolan Ermenilerin sekizde birinin (%12,9)- bulunduğu Suriye’de görüyoruz. O Suriye’de ki, Ermeni halkı oraya Türk burjuvazisi ile Kürt derebeylerinin kılıcından canını kurtarmak için kaçmıştı; orada Ermeni proletaryası, dünya proletaryasının bilinçli bir parçası olduğunu gösterircesine, sınıf niteliğini ulusal kinin üstünde tutmayı biliyor. Bugün Yakındoğu işçi sınıflarına örnek olacak bu sınıf bilincine, nasılsa burjuva basınına sızmış iki habercik tanık olsun: 1- Taşnakların Hınçaklara Saldırısı: “Suriye’den verilen haberlere göre Beyrut’ta Ezenak isminde çıkan, Taşnak Komitesi yanlısı bir gazete, Le Liban isminde diğer bir Ermeni gazetesi aleyhine önemli bir makale yazmıştır. Bu makalenin çıktığı günün akşamı Taşnaklar sözkonusu gazete yönetimini basmışlar, hurufatı dağıtmışlar ve malzemeleri tahrip etmişler. Mürettiplere ve yazarlara adamakıllı bir dayak atmışlardır.” Doğruluk derecesi belli olmayan bu haberin sonu şöyle bitiyor: “Le Liban gazetesi Hınçak Komitesine mensup olduğundan bu komiteye mensup Ermeni işçi Taşnaklara diş bilemekteymişler.” (Cumhuriyet, 2.12.1931) 2- Komünistlerin Taşnaklara Saldırısı: “Ermenistan bağımsızlığının 13. yıl dönümü münasebetiyle Beyrut’taki Ermenilerden Taşnak cemiyetine mensup olanlarla komünist Ermeniler arasında karşılıklı gösteriler olmuştur. Taşnakların bulundukları kilise komünistler tarafından taşa tutulmuş, arbedede 3 kişi ölmüştür.” B- Sovyet Devriminin Rolü: Ermenistan Cumhuriyeti dışında kalan Ermeniler arasındaki hoşnutsuzluğu emperyalizm, daima kendi tarafına yontan bir nalıncı keseri haline getirmeye uğraşmış ve uğraşmaktadır. Özellikle Irak, Suriye, Türkiye sınırları emperyalizmin bu türden tahriklerinin gerek ekonomik gerek siyasal çeşitlerine sahiptir. Bu bölgelerde Kürtlük gibi Ermenilik de, kimi Suriye, kimi Irak, kimi Kürt ulusal hareketlerine karşı Fransız ve İngiliz emperyalizmleri ve onların yerli uşakları tarafından -eski zamanda kale duvarlarını delmeye yarayan koçbaşı gibi- ikide birde kullanılır. Burjuva basınında sık sık şöyle haberlere rastlarız: “Halep, 21 (Özel)- Suriye içindeki Deyrizör’den güncel komünizm ve özel olarak Sovyet Devrimi, bütün uluslar davası gibi Ermenilik sorununu da fiilen çözmüş durumdadır. Bir defa sayıca Ermenilerin dörtte üçünden fazlası (%77,9) Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne girmiştir. Böylece dünyada biricik işçi ve köylü devleti, Ermenilerin yurt sorununu kökünden çözmüş bulunuyor. Fakat Cumhuriyet burjuvazisinin Sovyet devrimine yalnız bu sorunda borçlu olduğu huzur, bundan ibaret değildir. Komünizm ve Sovyetler devrimi, emperyalizmi sevindiren, komünizme ve Türkiye’nin başına bela olabilecek bir Ermeni sorununu tamamen tasfiye etme yolunda bulunuyor. Bu tasfiyenin yönünü çağdaş sınıf mücadelesi şöyle meydana çıkarıyor: A- Komünizmin Rolü: Ermeni ulusu ezilen olduğu kadar kahraman bir yığındır. Fakat kuşkusuz bu kahramanlık örnekleri içinde en büyük yararlığı gösteren, bütün değerlerin yaratıcısı olan sınıf, yani Ermeni çalışkanlarıdır. Ermeni proletaryası da, bütün ülkelerin işçi sınıfları gibi, sosyal sömürüden olduğu kadar, ulusal baskılardan da kurtulmuş yaşamak ülküsünü taşımakta haklıdır. Onun için bütün yeryüzünde, bütün ulusal baskıların manivelası, yine ve daima sınıf zulmünün itici gücüyle işlemektedir. Sınıf bilincine kavuşan her kitle gibi Ermeni proletaryası da, bütün zulümlere karşı girişilecek biricik mücadelenin sınıf savaşı olduğunu öğrenmiştir. Komünizm, Ermeni çalışkanlar sınıflarına madde ve manevi örneklerle göstermiştir ki, gerek ulusal gerek sosyal kurtuluşta, düşman sınıfların ve emperyalizmin oyuncağı olmamak için, gerçekçi ve dünya ölçüsünde bir görüş ufku ve Leninist bir taktik zorunludur. Bu taktikle Türk burjuvazisinin Ermeni halkına yaptığı zulmü unutmak sözkonusu bile değil. Fakat Türk burjuvazisinden alınacak en büyük intikamın, Türkiye çalışkan yığınlarıyla ve dünya proletaryasıyla elele vererek, başta bizzat Ermeni burjuvazisi gelmek üzere Türkiye kapitalizmini, tüm dünya emperyalizmini tepesi aşağıya getirmek olduğunu unutmamak gereklidir. Bu bakışın, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti dışında kalmış Ermeni çalışkan sınıfları arasında günden güne yerleştiğine her gün yeni ve anlamlı örnekler görüyoruz. Ermeni proletaryasının bir Pilsudski Lehistanı kurmaya ne kadar düşman oldukları, emperyalizmin Ermeni yiğitliğini sömürmek için çevirmek istediği manevralar karşısında takındığı tavır ve açtığı kavgalarla besbelli oluyor. Eskiden beri Ermeni siyasi partileri iki önemli koldu: 1- Taşnakyanlar (Milliyetçi Ermeni Örgütü); 2- Hınçakyanlar (Sosyal-demokrat Ermeni örgütü). Dünya devrimleri çağında bütün 19 güncel 20 son günlerde Hasiç kasabasına gönderilip yerleştirilen yüzelli kişilik silahlı bir Ermeni kafilesi kanlı bir isyan çıkarmıştır. Ermeniler kasabanın hükümet konağına hücum ederek, Suriye Cumhuriyet bayrağını indirmişler, sonra ‘istiklal isteriz’ diye bağırmışlar, yaygaralar koparmışlardır. Bu isyana önayak olanların birkaçı tutuklanmış, fakat az sonra Fransızların müdahalesi üzerine serbest bırakılmışlardır. Vb...” (Son Posta, 22.9.1932) Ermeni burjuvazisinin bu tür gösterilerden ne beklediği bilinemez. Belki de onun amacı, Doğu illerinde öteden beri içinden tanıdığı ekonomik ilişkiler sürecinde rol oynamak, kaçakçılık ticaretini sistemleştirmektir. Bununla birlikte bu gösterilerden bizim anladığımız şu iki sonuçtur: 1- Ermeni halkını yok yere emperyalizmin damataşı ve safrası haline getirmek: Yukarıdaki Hasiç olayı, Fransa’nın Türkiye ile Suriye ... (orijinalinde eksil -BN) karşı oynadığı bir oyundur. Ondan bir yıl önce Irak hükümeti Irak Kürtlerine karşı, kuzey Irak’da (Musul ve Kerkük’de) ‘bir hıristiyan çoğunluğu vücuda getirmek’ için ‘Kürt, Asuri, Ermeni kardeşliği fikri’ni ortaya atarken, gerçekte Kürt akınına Ermeni seddini siper etmekten başka ne yapıyordu? Yazık ki, orada ölenler hiç kuşkusuz Ermeni burjuvaları ve zenginleri değil, yine Ermeni fukarası ve işçisidir. 2- Kürt hareketine diken olmak: Gördük, Irak hükümeti Barzan Kürtlerinin önüne geçmek için Ermenileri kullanıyordu. Ağrı Dağı isyanı sırasında şöyle bir haber görülüyor: “Beyrut’tan Adana gazetelerine bildirildiğine göre, Taşnaklar tarafından Romanya, Bulgaristan, Fransa ve Yunanistan’dan gelen temsilcilerin de katılımıyla Lübnan’ın Tecemdun köyünde bir toplantı yapmışlar, bu toplantıda kısaca, Kürt devriminin Ermeni yurdu davasına bağlı olup olmadığı sorunu ve diğer konular görüşülmüştür.” (Cumhuriyet, 27.9.1930) Bu kısa haber bize gösteriyor ki, Ağrı olayı gibi ne olacağı büsbütün belirsiz ve ikinci derecede bir harekette Ermeni burjuvazisi, ortada ne fol ne yumurta olmamasına karşın paçaları sıvıyor. Yarın daha önemli bir harekette Kürt ve Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği bundan anlaşılmaz mı? Ermeni burjuvazisinin Taşnak Cemiyeti bu psikolojiyle her gün yeni bir macera aramaya ve biraz daha çok anarşiye ve nihilizme dökülmeye doğru gidiyor. Son zamanlarda Makedonya komitecileriyle de şansını denemeye varıyor. Uğurlar olsun. Bizi ilgilendiren Ermeni kapitalistleri ve emperyalizmin uşakları değil, Ermeni halkı, Er- meni proletaryasıdır. Sorunu bu açıdan koyarsak, hiç olmazsa Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde, salt bir Ermeni yoksul hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamıyla uzaktır. Başka bir deyişle, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik sorunu Türkiye içinde olanaksızdır. Türkiye’nin dışında ve komşularındaki Ermeniliğe gelince, yukarıda değindiğimiz Ermenilik ve komünizm noktası, Ermeni proletaryasıyla burada vermek istediğimiz Sovyetler Birliği’nin rolü, o sorunu da belli başlı bir taktik ya da strateji davası olmaktan çıkarıyor. Sovyetler Birliği, yıllardan beri bir barınak arayan mülteci Ermeni proletaryasına ve çalışkan halkına kucağını açtı ve özgür bir yurt sunuyor. Balkanlar’da, Suriye’de emperyalizmin kancık oyunlarına kurban gitmemeye layık olan Ermeni çalışkanlarını Sovyet vatandaşlığına çağırıyor. Bu çağrı olumlu ve açıktır, daha 1931 yılı sonlarında İstanbul’a Ermenistan Ticaret Komiseri Şahurdikyan bu iş için gelmişti. Gazeteler sorunu şöyle anlattılar: Sovyetler temsilcisi şurada burada “sık sık sınır olaylarına neden olan Ermenileri de Ermenistan’a götürmek için girişimde bulunacaktır. Gerek Suriye, gerekse Yunanistan’da bulunan Ermenilerin Batum’a kadar nakil masraflarını Cemiyet-i Akvam sağlamaktadır. Sevkedilecek genç Ermeni işçileri Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’da açılmış olan çeşitli fabrikalarda çalışma hakları 50 Rubleden 300 Rubleye kadar ücret alacaklardır.” (Cumhuriyet, 8.11.1931) Bu sorunda da kemalizm dünya proletaryasının ve Bolşevizmin bir daha elini öpsün der, asıl konumuza geçeriz.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol 2, Bibliotek Yayınları, Mayıs 1992, s. 320-325) Kıvılcımlı’nın “Ermenilik”, yani Ermeni ulusal sorunu hakkındaki bütünlüklü tavrı böyledir. Bunun dışında “YOL”daki yazılarda hem Kürt ulusal sorunu konusunda karşılaştırma yaparken hem de “Düşman: Burjuvazi” bölümünde Türk burjuvazisinin gelişmesi anlatılırken Ermenilerin katliama uğratıldığı, sürgün ve imha edildiği yönlü tespitler de yapmaktadır. Yanlış gördüğümüz tüm konulara değinme yerine bu tavırlarda öne çıkan kimi konulara baktığımızda karşımıza şöyle bir durum çıkmaktadır: Kıvılcımlı özel olarak soykırım hakkında tavır takınmamaktadır. Onun ele aldığı mesele “Türkiye’de ulusal sorun”dur. Bu konuda ise Kıvılcımlı, Ermeni ulusal sorununu emperyalizmin yayılmacı siyasetine, somut olarak da İngiliz ve Çarlık Rusyası emperyalistleri arasındaki dalaş ve Kürt-Ermeni karşıtlığı te- sosyalist devrim mücadelesine dönüştürülmesini ve ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkını, bağımsızlığını, kayıtsız şartsız savunması gerekirken; Kıvılcımlı “Ermeni sorunu”nu Türkiye’nin başına bela olacak bir sorun olarak görmektedir. Bu yaklaşımı anlaşılır dile çevirdiğimizde, Kıvılcımlı Türk devletinin varlığını ve bütünlüğünü savunmakta ve böylece Batı Ermenistan’ın ilhakından yana olan bir tavrın savunucusu konumundadır. Bu temel yaklaşımla da Türk burjuvazisinin Sovyet devrimine borçlu olduğunu savunmaktadır. Ermeni ulusal sorununun komünizme niye bela olabileceği ise Kıvılcımlı’nın ortaya koymadığı bir gizdir. Değişik uluslardan işçilerin birliği ve ortak mücadelesini savunurken Kıvılcımlı’nın öne çıkardığı Ermeni ulusundan işçilerin Türkiye işçi sınıfıyla birliğidir. Kuşkusuz Ermeni ulusundan işçilerin Türk, Kürt ve diğer ulus ve milliyetlerden işçilerle birliğini savunmak doğrudur. İyi de, ezen ve ezilen ulusların söz konusu olduğu yerde ezen ulustan komünistlerin ulusal sorundaki esas görevi nedir? Ezen ulustan bir komünistin esas görevi, mızrağın sivri ucunu ezen ulus şovenizmine yöneltmek, ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkı başta olmak üzere ulusal demokratik taleplerine sahip çıkmak ve bunun için ezen ulustan işçi sınıfına bu bilinci taşımak; somut konuda da soykırıma uğramış bir ulusun işçilerinin güvenini kazanmak için mücadeledir. Kıvılcımlı bu yaklaşıma uygun bir tavır içinde değildir. O, sorunu, emperyalizmin oyuncağı olmamak ve “Türk burjuvazisinden alınacak en büyük intikam” çerçevesinde tartışmaktadır ve işçi sınıfının birliği adına Ermeni ulusunun demokratik haklarını yok saymaktadır. Sonuçta değişik uluslardan işçilerin birliğinin nasıl sağlanacağına cevap vermemektedir. Kıvılcımlı’nın Ermeni ulusundan işçilerin -Sovyet Ermenistanı dışındakilerin- komünistlik bilincine vardığı konusunda verdiği örnekler ve yorumları da, bu konuda TKP’nin yanlış siyasetinin dışına çıkılmadığını göstermektedir. Taşnakların Hınçaklara saldırısı ya da komünistlerin Taşnaklara saldırısı, Kıvılcımlı için komünistlik bilincine varmada “Yakındoğu işçi sınıflarına örnek” teşkil etmektedir. Bu değerlendirmenin perde arkasında Kıvılcımlı’nın Taşnakları Ermeni burjuvazisi olarak değerlendirmesi yatmaktadır. Bu da 1918-1920 yılları döneminde Doğu Ermenistan’da Taşnakların iktidarda olması, onların anti-komünist ve emperyalist güçlerle işbirliği siyasetini, Osmanlı güncel melinde ele almaktadır. “Şark Meselesi”nin temelinde ulusal baskı olduğunu tespit etme yerine, emperyalistlerin “Şark Meselesi”ni yarattığı savunulmaktadır. “Meşrutiyet burjuvazisi” ya da İttihat ve Terakki’ye ise Kürt derebeyliğiyle elele verme rolünü vermektedir. Bu elele verme tespiti olgu olsa da soykırımda esas sorumlunun kim olduğu ortaya konmadığı yerde, esas sorumlu ve suçlunun Osmanlı/ Türk devleti olduğu gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Kıvılcımlı, Ermeni ulusunun ezilen ulus olduğunu söylemesine rağmen, Ermeni ulusal sorununun esas temelinin ulusal baskı olduğu, Osmanlı ve Rus İmparatorluğu’nun sömürgeci güçler olarak Ermenistan’ı -Batı ve Doğu Ermenistan olarak- ilhak ettikleri, burjuva temelde de olsa Ermenilerin ulusal baskıya karşı kurtuluş mücadelesi vermelerinin meşru ve haklı bir mücadele olduğu yönlü düşüncenin yanından bile geçmemektedir. Soruna işçi sınıfının bakış açısıyla yaklaşma adına, Ermeni ulusunun bağımsızlık mücadelesi ve buna bağlı olarak gündeme gelen demokratik haklarının savunulması söz konusu değildir. Sovyetler Birliği’nin Ermeni ulusal sorununu çözdüğü düşüncesiyle Batı Ermenistan’da, Batı Ermenistan’ın Türk devleti tarafından ilhak edilmiş olması olgusu sonucu da, Türkiye’de Ermeni ulusal sorununun halledildiğini savunmaktadır. Bu yaklaşım ise esasında Batı Ermenistan’ın varlığının ve soykırım sonucunda gündeme gelen Ermenilerin haklı taleplerinin reddi temelinde yükselmektedir. Sovyetler Birliği’nin Ermeni ulusal sorununu Doğu Ermenistan’da çözüme ulaştırmasının, Batı Ermenistan’da Ermeni ulusal sorununu -soykırımla Ermeniler bu coğrafyada neredeyse tümüyle imha edilse de, ulus olmaktan çıkarılıp milli azınlık konumuna getirilse de- ortadan kaldırmadığı gerçeği görülmemektedir. Sonuç olarak Kıvılcımlı için de Türkiye’de bir “Ermeni ulusal sorunu” yoktur. Bu tavrıyla Kıvılcımlı esas olarak TKP’nin çizgisinin dışına çıkmamaktadır. İşçi sınıfının bakış açısı ve çıkarlarını savunma adına Kıvılcımlı, “Ermeni sorunu”nu “emperyalizmi sevindiren, komünizme ve Türkiye’nin başına bela olabilecek” bir sorun olarak değerlendirmektedir. TKP’nin Türk milliyetçisi yaklaşımı Kıvılcımlı’da kendisini böyle gösteriyor. Kendisine komünist diyen birinin ezilen bir ulusun ulusal baskıya, ilhaka karşı mücadelesinin meşru ve haklı olduğunu, bu mücadelenin komünist örgütün önderliğinde, demokratik ve 21 güncel 22 İmparatorluğu’nun zulmüne karşı demokratik hakları için mücadele eden Taşnakların siyasetiyle bir ve aynı gösterilmesi yaklaşımı temelinde yükselmektedir. Soruna ayrımcı biçimde yaklaşılmamaktadır. Şöyle ki, anti-komünist ve emperyalistlerle işbirliği siyasetini uygulayan Taşnaklar ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun zulmüne karşı ulusal demokratik haklarını talep eden, soykırım sonrasında da Batı Ermenistan’ın ilhakına karşı mücadele eden Taşnakların siyaseti ve konumu bir ve aynı şey değildir. Sadece isimlerinin bir olduğuna bakılarak bu ayrımın göz ardı edilmesi, yanlış bir siyasetin savunuculuğuna götürmüştür. Bu yanlış yaklaşım, Kıvılcımlı’nın Cumhuriyet gazetesinin “Taşnakların bulundukları kilise komünistler tarafından taşa” tutulduğu haberini, Ermeni ulusundan işçilerin komünistlik bilincine vardığına örnek olarak vermeye götürmektedir. Bir diğer yanlış ise, Taşnaklar burjuvazi ile eşitlendiği için (Taşnakların siyasi çizgisinin burjuva ya da milliyetçi bir çizgi olarak değerlendirilmesi ile onların sınıf olarak burjuvazi olduğu değerlendirmesi farklı şeylerdir, Kıvılcımlı bunu karıştırıyor), onların, Ağrı İsyanı döneminde “Kürt devriminin Ermeni yurdu davasına bağlı olup olmadığı sorunu”nu tartışmasını, “Ermeni burjuvazisi”nin paçaları sıvaması olarak değerlendirilmesidir. Burada burjuvaziye karşı mücadele adına “Ermeni yurdu”nun, yani Batı Ermenistan davasının reddedilmesi söz konusudur. Kıvılcımlı bu “davayı” reddettiği için de, gelecekte Ağrı İsyanı’ndan “daha önemli bir harekette Kürt ve Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği” konusuna dikkat çekmektedir. Sonuçta Ermenilerin “Ermeni yurdu davası” için verdikleri mücadele, emperyalistlerin oyunu ve Kürt hareketine engel, diken olmak olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım da TKP’nin yaklaşımına uygundur. Emperyalistlere karşı mücadele adına Türk milliyetçisi bir konumun savunuculuğu söz konusudur. Kıvılcımlı somutunda, Ermeni ulusal sorununa karşı tavırda, Türk milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliği elele vermiştir. Kıvılcımlı “ulusallık sorunu”nun TKP’nin “en zayıf cephesi” (age., sayfa 325) olduğunu tespit ediyor. Kürt ulusal sorununda TKP’nin siyasetini geliştirmeye, düzeltmeye çalışıyor. Bu konuda Kıvılcımlı TKP içinde doğruya en yakın tavır takınan biri olarak değerlendirilebilir. Fakat Ermeni ulusal sorununa karşı tavırda, Kıvılcımlı da TKP’nin “en zayıf cephesi”nden kopamıyor. Burada ortaya koyduğumuz düşünceleri, yaklaşımı toparladığımızda, Kıvılcımlı’nın “Türkiye’de ulusal sorun” yazısında Ermeni ulusal sorununa da değinmesinin ve “YOL” yazılarında Ermenilerin katliama uğratıldığını, imha edildiğini vb. tespit etmesinin olumlu olduğunu, fakat genel yaklaşımda Kıvılcımlı’nın, TKP’nin yanlış, Türk milliyetçisi, şovenist yaklaşımından kopmadığını tespit etme durumundayız. Makalemizi bitirirken şu konuyu da bilince çıkarmayı gerekli görüyoruz: Ermenilere yönelik soykırım konusunda soykırım kavramı kullanılmadan -ki soykırım kavramı İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kullanılmaya başlandı-, Ermenilerin sürgün edildiği, katliama uğratıldığı ve evet neredeyse tümüyle imha edildiği konusundaki tespitler, daha soykırım sonrası dönemden itibaren birçok kesim ya da kişi tarafından yapılmıştır. Bunu TKP somutunda dergimizin 181. sayısında da ortaya koyduk. Bu konuda “ölü sessizliği” olarak adlandırılabilecek dönem esasta İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdir. Bu bağlamda kuşkusuz ki, Ermenilerin katliama uğratılmasının -günümüzde bunun adı soykırıma uğratılmasıdır- ya da imha edilmesinin olgu olarak tespit edilmesi önemlidir. Ama bunu tespit edip orada kalmak yetmez. Mesele o dönemde soykırım kavramının kullanılıp kullanılmadığı meselesi değildir. Bu mesele kimin ilk önce tavır takındığı meselesi ise hiç değildir. Bizim TKP ya da başkalarına eleştirimiz, 1920’li-1940’lı yıllarda neden soykırım kavramını kullanmadığı eleştirisi de değildir. Eleştirimiz, soykırım sonucu gündeme gelen sorunları doğru biçimde tespit ve analiz etmemeleri, bu sorulara marksist-leninist temelde cevap vermemeleri, Ermenilerin demokratik ve haklı taleplerine sahip çıkmamaları ve bunların çözümü için mücadele etmemelerinedir. Meselenin özünü oluşturan bu noktadır ve bu noktada TKP gibi Kıvılcımlı da yanlış konumdadır. Kıvılcımlı’nın “Ermenilik” meselesindeki tavrını değerlendirmeyi, Türkiye devrimci ve komünist hareketinin bu konudaki yanlışlarını bilince çıkarmak ve bu yanlışlardan kopma mücadelesinin ve tarihle yüzleşmenin bir parçası olarak görüyoruz. Bu mücadelenin bitmediğinin bilincinde olarak okurlarımızı tartışmaya, görüşlerini bize ulaştırmaya çağırıyoruz. 102. Yıldönümünde de soykırımı unutmadığımızı, unutturmayacağımızı da bir kez daha ilan ediyoruz. 20.04.2017 panorama PA NOR A M A BAŞKAN LENİN! - EKVADOR - Lasso ve Viteri başkanlık adayı olarak rakip olsalar da savundukları siyaset esasta aynıydı. Propagandalarında öne çıkardıkları vaatler patronlar için vergilerin yüksek oranda düşürülmesi, bir milyon iş alanı sağlamak, kamu giderlerinin azaltılması vb. idi. E vet, evet, yanlış okumadınız, Lenin Başkan oldu! Ekvador’da seçimlerin, Rusya’da Ekim Devrimi’ne giden yolu açan ve ikili iktidarı gündeme getiren Şubat Devrimi’nin ve Lenin’in demokratik devrimden sosyalist devrime geçişi savunan “Nisan Tezleri”nin 100. yıldönümüne rastlaması bir tesadüftür, ama yine de Lenin adı okunduğunda ya da duyulduğunda, ilk tepki, Lenin 1924 yılında ölmüştü nasıl başkan olur ya, şaka mı yapıyorsunuz vb. biçiminde olabiliyor. Bu arada tabii ki 100 yıl önce Rusya’da devrim(ler)in gerçekleştiği de bilince çıkıyor yeniden. Ve biz de kimseyle şaka yapmıyoruz. Bu başlıkla bir olguyu ifade ediyoruz. Söz konusu olan bu Lenin, bizim komünist Lenin değil. Söz konusu olan, Ekvador’lu ve kendilerini “21. yüzyıl sosyalizmi” savunucusu olarak lanse eden, gerçekte ulusal burjuvazinin siyasetini savunan sosyal-demokrat Correa’nın önderlik ettiği “Ülkenin Birliği”nin (Alianza Pais) başkan adayı olan ve seçimler sonucunda başkanlık seçimlerini kazanan, Lenin Moreno’dur. 19 Şubat 2017 tarihinde Ekvador’da başkanlık ve parlamento seçimleri yapıldı. Aynı zamanda AndParlamentosu için de (And devletlerinin ortak parlamentosu) beş milletvekilinin seçimi ile Başkan Correa’nın vergi kaçakçılığını, yiyiciliği vb. önlemek için referanduma sunduğu ve müstahdemlerle siyasetçilerin “vergi cennetleri”nde yatırım yapmasını ya da herhangi bir mülke sahip olmasını yasaklayan tasarı hakkında karar vermek de söz konusuydu. Gündemin esas konusu ya da öne çıkarılanı ise başkanlık seçimleriydi. Başkanlık seçiminde öne çıkan ve gündemi belirleyen esas soru, “Correaizm” olarak da adlandırılan ve hala başkanlık koltuğunda oturan Correa tarafından “vatandaş devrimi” olarak lanse edilen; neoliberal ekonomik siyasete karşı çıkan, 2007 yılından beri Ekvador’da uygulanan siyasetin devamına mı, yoksa neoliberal ekonomik siyasete geri dönüş mü sorusuydu. Bilindiği gibi 2000’li yılların başlarından itibaren, özellikle Venezüella’da Chavez’in başkan seçilmesi 23 panorama 24 sonrasında, Latin Amerika’da “sol rüzgarlar” esmeye başlamıştı. Kimilerinin “Bolivarcı Devrim” olarak tanımladığı Venezüella’daki gelişmelerin etkisi, “21. yüzyıl sosyalizmi” retoriğiyle daha da yaygınlaşıyordu. Bu “rüzgarlar” Ekvador’u da etkilemiş ve Correa’nın başkan seçilmesini beraberinde getirmişti. Buna bağlı olarak 26 Kasım 2006 tarihinde yapılan ikinci tur başkanlık seçimlerini Correa, oyların %56,67’sini alarak başkan seçilmiş ve 15 Ocak 2007 tarihinde görevine başlamıştı. Correa 2009 ve 2013 yıllarında yapılan seçimlerde de başkan seçildi ve 24 Mayıs 2017’de görevi sona erecek. Correa da Chavez veya Morales gibi “21. yüzyıl sosyalizmi”nden dem vuruyordu. “Ülke Birliği”nin sloganı “İyi Yaşam Sosyalizmi” idi. Gerçekte ise bunların siyasetinin sosyalizmle herhangi bir ilişkisi yoktu, yoktur. Siyasi ve ekonomik olarak bağımsızlık isteyen ulusal burjuvazinin, emperyalizmle iş birliği içinde olan burjuvaziye karşı mücadelesi söz konusuydu. Bu mücadelede asgari bir başarı sağlayabilmek için de kitlelerin kimi sorunlarına sahip çıkılması gerekiyordu. Sonuçta kapitalizmin kimi aşırı uçlarının törpülendiği, ama sömürü sisteminin temellerine dokunulmadığı bir “sosyalleştirilmiş kapitalizm”in savunusu söz konusuydu. Bu temelde de kitleler için kimi olumlu adımlar atıldı. Devlet sübvansiyonlarıyla yoksulların yaşamı iyileştirilmeye çalışıldı. Somut olarak Ekvador’a baktığımızda, Correa’nın başkanlığı döneminde 20072016 yıllarında yoksulluk oranı %37’den %24’e düşürüldü. Aşırı yoksulluk ise yarı yarıya azaltıldı. Asgari ücret 375 ABD Doları düzeyine yükseltildi. Correa öncesi döneme göre ele alındığında Ekvador’da asgari ücret yükselmişti. Bu asgari ücretin oranı ise, diğer Latin Amerika ülkelerinin çoğundaki asgari ücretlerin daha da düşük olmasıyla karşılaştırıldığında yüksek gösterilmektedir. Yoksul kitleler için olumlu olarak değiştirilen diğer kimi koşullar ise, eğitim ve sağlık alanlarındaki değişiklikler olmuştur. Yoksullara eğitim ve sağlık hizmetleri -özel okul veya hastahaneler dışında- parasız sunulmaktadır. Tüm bu hizmetler, esasta devletin zenginlere karşı vergilendirme siyaseti temelindeki önlemlerle ve özellikle petrol ihracatıyla elde ettiği gelirlerin bir bölümünün sosyal giderlere ayrılması temelinde gerçekleştirilmektedir. Son yıllarda başta petrol fiyatlarının düşmesi olmak üzere, dış ticaretin gerilemesi, ABD Doları’nın değerinin yükseltilmesi ve deprem gibi doğal felaketin yaşanması vb. gelişmeler, Ekvador’un ekonomik durumunu iyice kötüleştirdi. Son iki yıla (2015-2016 yıllarına) bakıldığında, ekonominin durumu, krizde olan bir durumdu. Bu durumda yönetimin, kitlelerin sosyal alanlardaki ihtiyaçlarını karşılaması da zorlaşmaktadır. Kırsal alandaki aşırı yoksulluk varlığını sürdürmekte ve ekonominin “iyi” gittiği ortamda, yaşam koşulları iyileştirilen kesimlerin durumları da kötüleşmektedir. Somut gelişmeleri değerlendiren kimi medya mensupları, Ekvador’daki ekonomik durumun gelişmesi ve iyileştirilmesi için, şimdiye kadar yürütülen ekonomik siyasetin yetersiz olduğunu ve “modern burjuvaziye” gereksinim olduğunu savunmaktadır. Bunun açıklaması ise, Ekvador’da andaki durumda “azınlıkta olan modern işveren ekonomisi ile çoğunlukta olan kişisel ve köylü ekonomisi ve çok az oranda da dayanışmacı ekonomi”nin karşı karşıya olması durumudur. Buna göre birinciler verimli ve yüksek kazanç sağlarken, çoğunlukta olan ikincilerin ise verimsiz ve düşük gelir getirdiği ve bu durumun eşitsizliğin egemenliğinin sürmesine yol açtığı vb. düşünceler savunulmaktadır. Kapitalist üretim biçimi ve ilişkileri çerçevesinde ele alındığında, verimlilik ve kazanç ya da daha fazla kàr elde edebilmek için modern üretim araçları ile üretimin yapılması, “modern işveren ekonomisi”nin savunulması; devlet sübvansiyonlarıyla kitlelerin ihtiyaçlarını sürekli sağlayabileceğini düşünen “21. yüzyıl sosyalizmi”nden dem vuranların tavırlarına göre daha gerçekçidir. Kapitalizmin temellerine dokunmadan ve devlet kapitalizmini sosyalizm olarak lanse edenlerin gidiş yönünün çıkmaz sokak olduğu, Latin Amerika’nın kimi ülkelerinde son yıllarda yaşananlar tarafından da onaylanmıştır. “Sol rüzgarlar”ın yerini “sağ rüzgarlara” bıraktığı ve açık sağcı, emperyalizmle iş birliğini ve neoliberalizmi savunanların iktidarı yeniden ele geçirmeye başladığı, Arjantin ve Brezilya örnekleriyle de belgelidir. “Bolivarcı Devrim”in merkezi sayılan Venezüella’da muhalefet parlamentoda çoğunluğa sahip ve Chavezciler iktidarlarını ancak kararnamelerle koruyabilmektedirler. Bu sağa kayışı engellemek ve “solun” yeniden canlanmasına etkide bulunmak için, Nikaragua’da Ortega’nın 2016 Kasım ayı başında yeniden başkan seçilmesinden sonra, Ekvador’da da Lenin’in seçimi kazanması gerektiği yönlü propaganda, “sol rüzgar”cıların yaklaşımıydı. Buna bağlı olarak Ekvador’daki başkanlık seçimi, sadece Ekvador için değil, tüm Latin Amerika’daki gelişmeler için çok önemli Seçimler ve Sonuçlar Başkanlık seçimi için aday olanlardan dördünün ikinci tur seçim için şanslı olduğu yönlü tahminler yapılıyordu. Bunlar, Correa ile birlikte “Ülke Birliği”nin kurucularından ve 2007-2013 yıllarında Başkan Correa’nın yardımcılığını yapmış olan Lenin Moreno; eski bankacı ve ülkenin en zenginlerinden biri, neoliberal siyasetin savunucusu ve CREO-Suma adlı partinin/ hareketin başkanı Guillermo Lasso; Hıristiyan Sosyal Parti (PSC) adayı, Venezüella’da Maduro yönetimine karşı mücadele eden muhalefetle sıkı ilişkiler içinde bulunan Cynthia Viteri ve eski Genelkurmay Başkanı, sonradan milletvekilliği ve belediye başkanlığı yapan, “sol” muhalefetin çoğunluğunun -sosyal-demokrat, ortanın solu’ndan, kendisine sosyalist diyenlere ve Ekvador Marksist-Leninist Komünist Partisi’ne kadar değişik güçlerin- desteklediği Demokratik Sol’un (ID) adayı, emekli Paco Moncayos idi. Seçim kampanyası 3 Ocak 2017 tarihinde başladı 17 Şubat’a kadar sürdü. Seçimin birinci turunda başkan seçilebilmek için ya oyların %50’sini almak ya da oyların %40’nı alıp ikinci sıradaki adayla da en az %10 fark sağlamak gerekiyordu. Lenin’in hedefi birinci turda oyların %40’nı alıp ikinci sıradaki adayla %10 farkını sağlayarak başkan olmaktı. Neoliberal siyaset yanlısı muhalefetin hedefi ise ikinci tur seçimleri sağlamak ve ikinci turda seçimi kazanmaktı. Lenin, Correa’nın başkanlık dönemindeki siyasetin devamından yana iken, muhalefet bu siyasete son vermekten yanaydı. Lasso ve Viteri başkanlık adayı olarak rakip olsalar da savundukları siyaset esasta aynıydı. Propagandalarında öne çıkardıkları vaatler patronlar için vergilerin yüksek oranda düşürülmesi, bir milyon iş alanı sağlamak, kamu giderlerinin azaltılması vb. idi. Ekvador’un ALBA’ya üyeliği soru işareti haline getirilirken Wikileaks kurucusu Assange’nin, Ekvador’un Londra’daki elçilik binasında kalmasına son verilmesi vb. de öne çıkarılıyordu. Lasso önderliğindeki muhalefet açısından bilince çıkarılması gereken bir nokta, kendisi seçimi kazanmadığı durumda, seçim sonucunu tanımama ve taraftarlarını daha seçim ön- cesinde protestolara ve çatışmalara hazırlama yönlü yaklaşımı ve tavrıdır. Seçim öncesinde daha önceki seçimlerde yaşanmayan ve seçim havasında huzursuzluk yaratan bir gelişme, kimi kişilere, meclis başkanı ve gazetecilere, patlayıcı madde içeren zarfların postalanması durumuydu. Zarfların patlayıcı madde içerdiğinin fark edilmesi sonucu söz konusu kişiler herhangi bir zarar görmedi ama, bu gelişme de muhalefetin seçim havasını ve sürecini kargaşaya dönüştürme yönündeki çabalarının bir işaretiydi. Seçmen sayısı 12,8 Milyon idi. 19 Şubat’taki seçimlere katılım oranı ise %82 olarak verildi. Buna göre Lenin açık farkla öndeydi. Yüksek Seçim Kurulu kesin sonuçların 22 Şubat’ta açıklanacağını ilan etti. Nedenini ise az sayıda da olsa kimi oy pusulalarında sorumlu seçim başkanının imzasının olmaması nedeniyle, söz konusu oy pusulalarının daha dikkatlice incelenmesi vb. durumuyla açıkladı. Daha bu açıklama yapılmadan Lasso yanlıları sosyal medya üzerinden protestolara ve yer yer de açıkça şiddet eylemlerine çağrıda bulundular. Bunlara göre seçim komisyonu ikinci tur seçimi engellemek için oy pusulalarını yok ederek seçim sahtekarlığı yapıyordu vb. Saldırı tehditleri nedeniyle 20 Şubat’ta seçim komitesinin bulunduğu bina boşaltıldı ve çalışanları güvenli bir yere götürüldü. “Ülke Birliği” ittifakının hükümet binasına bombalı saldırı tehditleri nedeniyle kolluk güçleri müdahalede bulundu. Lasso yanlısı muhalefetle birçok şehirde çatışmalar, seçim görevlilerine saldırılar yaşandı. Hatta Lenin’in kazanması durumunda Başkent Quito’yu ateşe verme tehditleri de savuruldu. 22 Şubat’ta Yüksek Seçim Kurulu binası önünde Lasso yanlılarının yaptığı protestoda, Lasso’nun seçilmesi durumunda başkan yardımcılığına getirilmesi düşünülen Anres Paez, doğrudan ordunun başı General Castro’ya, ordunun müdahale etmesi çağrısında bulundu. Bu çağrı sonrasında Castro’nun Genelkurmay’ın seçim sonrası durumu görüşmesi için özel oturum talep ettiği bilgisi medyaya yansıdı. Söz konusu özel oturumun yapılıp yapılmadığı belli değil, ama General Castro Savunma Bakanlığınca görevinden alındı. Güney Amerika Devletler Birliği’nin (Unasur) 47 kişilik seçim gözlemcisi komisyonu ile Amerika Devletleri Örgütü (OAS) seçim gözlemcilerinin yaptığı açıklamalara göre, kimi seçim bürosunun gecikmeli açılması dışında herhangi bir tersliğin söz konusu olmadığı ve seçimlerin meşruluğunun soru işareti hali- panorama görüldü, gösterildi. “Correaizm” karşıtı olanların da “değişim” vadettiği, “kendimizi değişime açalım” ya da “olumlu değişim” vb. sloganlarını attıkları bir ortamda seçimlere gidildi. 25 panorama 26 ne getirilemeyeceği bir durum söz konusuydu. Sonuçta Yüksek Seçim Kurulu sonuçları açıkladı. Buna göre Lenin %39,36; Lasso %28,09; Viteri %16,3 ve Moncayo ise %6,72 oranında oy almışlardı. Lenin, Lasso ile aradaki fark %10’dan fazla olmasına rağmen, %40 oy oranına ulaşamadığı için birinci turda başkan seçilememişti. Parlamento seçimlerinde toplam 137 milletvekilinin seçimi söz konusuydu. “Ülke Birliği” yine birinci parti oldu ama milletvekili sayısı azaldı. Kesin olmayan bilgilere göre 77/ 78 milletvekili ile çoğunluğa sahip ama daha önce 100 milletvekili ile sahip olduğu üçte iki çoğunluğunu kaybetti. And-Parlamentosu için seçimde de birinci oldu ve vergi kaçakçılığını, yiyiciliği önlemek için referanduma sunulan tasarı %55 oy oranıyla kabul edildi. Lenin ile Lasso arasında yapılacak ikinci tur seçimin tarihi ise, 2 Nisan 2017 idi. Viteri daha seçim sonuçları kesinleşmeden önce ikinci turda Lasso’yu destekleyeceğini ilan etti. Moncayo ise ikinci turda herhangi bir adayı destekleme çağrısı yapmayacağını açıkladı. Sonradan verilen bilgilere göre ise, Lasso’ya destek vermiştir. Lenin’e karşı Lasso’yu destekleyenlerin sloganlarının başında ise “bir bankacı bir diktatörden yeğdir” diye ifade edilebilecek slogan geliyordu. 10 Mart ile 30 Mart tarihleri arasında ikinci tur seçim kampanyası yürütüldü. İçerikte özde bir değişiklik yoktu. Bir taraf için Correa ile 2007’de başlayan “vatandaş devrimi”nin sürdürülmesi için Lenin’in seçilmesi gerekiyordu, diğer taraf için ise bu duruma son verilmesi, “değişimin” yaşanması için Lasso’nun seçilmesi gerekiyordu. Bu dönemde Lasso hakkında, 1999 yılında bankaların, kredi kurumlarının iflas ettiği dönemde, “süper bakan” olarak ekonomi ve enerji bakanlığı yaptığı ve konumunu, zenginleşmek için kullandığı iddiaları gündeme geldi. Özellikle Arjantinli bir gazetenin yayınladığı kimi belgeler, Lasso’nun kendisinin yiyiciler, spekülatörler arasında yer aldığını, vergi kaçakçılığı yaptığını gösteriyordu. İkinci tur seçimi planlandığı gibi 2 Nisan’da yapıldı. İki adayın örgütleri bu sefer tüm seçim bürolarında gözlemci olarak yer aldılar. Hala başkan olan Correa ise seçim gününün bir demokratik bayram olması ve kim tarafından gelirse gelsin şiddet eylemlerinin reddedilmesi gerektiğini, alçak gönüllülükle kazanmayı bilmek gibi onurlu biçimde yenilmeyi de bilmek gerektiğini açıkladı. Muhalefetin seçim sonuçlarını tanımama ve şiddete çağrıları karşısında ise vatan- daşlara uyanık olmaları çağrısını yaptı. İkinci tur seçimin sonucunda Lenin oyların %51,16’sını alarak Başkan seçildi. Buna göre Lasso %48,84 oranında oy almıştı. Somut olarak verilen oyların sayısı ise şöyledir: Lenin, 5.057.149; Lasso, 4.927.743. Buna göre aradaki oy farkı 129.406’dır. Toplam seçmen sayısının 12,8 Milyon olduğuna göre seçime katılım oranı %83 civarındadır. Az bir farkla da olsa Lenin Başkan olmaya hak kazandı ve 24 Mayıs 2017 tarihinde Correa’dan görevi devralacak. Seçim bitti ama sorunlar bitmedi. Lasso ve taraftarları yenilgiyi kabul etmiyorlar. Daha oyların sayılması sürecinde Lasso’nun seçimi kazandığı ilan edilmediği takdirde, şiddetli protesto tehditlerini savurdular. Seçim günü ne Lasso’cuların ne de Lenin’cilerin seçimde herhangi bir terslik yaşandığı konusunda bir itirazı olmamıştır. Buna rağmen seçimde sahtekarlık yapıldığı iddia edilerek birçok şehirde saldırılarda bulunuldu ve yakıp yıkma eylemleri (ne yaktıkları konusunda medyaya bilgi yansımadı) gerçekleştirildi. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’na, internet üzerinden ölüm tehditleri savuruldu vb. vb. Correa muhalefetin yenilgiyi kabul etmemesi karşısında haklı olarak, “Kendileri seçimi kazanmadığı zaman, seçim sahtekarlığı yapıldığını iddia edip demokrasiyi tanımamaktadırlar” biçiminde değerlendirmede bulundu. Sonuçta Lasso’nun ellerinde 4.200 oyun usulsüz kullanıldığına dair kanıt bulunduğunu ilan ve tüm oyların yeniden sayılmasını talep etmesi karşısında, Yüksek Seçim Kurulu, ihtilaflı oyların gözden geçirileceği ve bunun için 1,3 Milyon oyun yeniden sayılacağı yönünde karar verdi. İhtilaflı oyların gözden geçirilmesi ve 1,3 Milyon oyun yeniden sayılması da sonucu değiştirmedi. Lenin 24 Mayıs’da başkanlık koltuğuna oturacak. Esas mesele muhalefetin yenilgisini kabul etmeme tavrını sürdürmesi durumunda -ki şimdilik böyle görünüyor- yönetimin tavrının ne olacağı ve şimdilik küçük boyutlarda olan şiddet eylemlerinin daha büyük çatışmalara dönüşüp dönüşmeyeceği meselesidir. Bunun cevabını da önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmelerin kendisinden alacağız. Görünen odur ki, “vatandaş devrimi” savunucularının iktidarı sallantıdadır. Şimdilik Lenin’in seçimi kazanması ve herhangi bir sürpriz olmazsa dört sene başkanlık görevini sürdürmesi durumu da, iktidarlarını korumalarının zorluğunu ortadan kaldırmamaktadır. 18.04.2017 panorama AB’DEN RESMİ ÇIKIŞ BAŞVURUSU YAPILDI - BÜYÜK BRİTANYA - Büyük Britanya ile AB arasındaki tartışmalardan biri de, Büyük Britanya’nın “üçüncü” ülkelerle ticaret anlaşması yapması konusundaydı. Bu konuda AB yetkilileri açık ve sert tavır takınarak Büyük Britanya’yı AB üyesi olduğu sürece böylesi anlaşmalar yapmaya kalkışmaması gerektiği konusunda uyardılar. D ergimizin 183. sayısında Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkışı (Brexit) konusunda, 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan referandum ve sonucuna değinmiş, referandum sonrasındaki kimi gelişmeleri ortaya koymuştuk. Cameron’un yerine Başbakan olan May yönetimindeki yeni hükümetin AB’nin tüm baskı ve zorlamalarına rağmen, Lizabon Anlaşması’nın 50. Maddesi’ne göre resmi başvuruyu ne zaman yapacaklarına kendilerinin karar vereceğini ve 2016 yılında çıkış başvurusunun yapılmayacağını savunduklarını da belirtmiştik. Buna göre kendileri AB kurumlarıyla pazarlıklar için ne zaman hazır olduklarına karar verirlerse, başvuruyu da yapacaklardı. Ekim 2016 başlarında yapılan açıklamaya göre söz konusu başvuru, Mart 2017 sonuna kadar yapılacaktı. Öyle de yapıldı. 29 Mart 2017 tarihinde Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkma başvurusu resmen yapıldı, başvuru mektubu, Büyük Britanya’nın AB-Elçisi Tim Barrow tarafından, AB Konseyi Başkanı Donald Tusk’a verildi. Böylece Brexit süreci resmen başlatılmış oldu. Bu yazımızda, 23.08.2016 tarihli yazımızdan sonraki süreçte öne çıkan kimi tavırlara değineceğiz. Bunu yapmadan önce ama söz konusu yazımızda eksik bıraktığımız önemli bir noktayı bilince çıkaralım. Söz konusu yazımızda referanduma giden süreci ortaya koyarken, Cameron’un iç siyaset açısından, 2013 yılında gelecek seçimlerde (Mayıs 2015) yeniden seçilebilmek için referandum sözü verdiğini, seçildikten sonra da bu sözünü tuttuğunu ortaya koymuştuk. Eksik bıraktığımız nokta ise, referandumun AB ile pazarlıklar için de bir koz olarak kullanılmasıydı. AB ile yapılan pazarlıklar sonucunda Büyük Britanya diğer AB üyesi ülkelerden farklı olarak kimi özel haklar elde etmiş ve hakların geçerli sayılması ise referandumun sonucuna bağlı kılınmıştı. Cameron’un ve hükümetinin hesabı esasta AB üyesi olarak kalınacağı hesabıydı, ama bu hesap tutmadı. Buna bağlı olarak da pazarlıklar sonucu elde edilen özel haklar geçersiz kaldı. Referandumun sonucu AB üyeliğini sürdürme yönünde olsaydı, Büyük Britanya AB üyesi olarak Avro Bölgesi’ne üye olmak zorunda değildi. Avro Bölgesi’nin, Avro Bölgesi’nde yer almayan devletleri olumsuz etkileyecek kararları konusunda bir danışma mekanizması sağlanmış olacaktı, böylece Büyük 27 panorama 28 Britanya söz konusu kararlardan olumsuz etkilenmeyecekti... Londra’nın mali merkez olma konumu garantilenmiş olacaktı. Büyük Britanya’ya işgücü göçünün sınırlandırılması için bir “acil mekanizma ”ya izin verilmiş olacaktı. Buna bağlı olarak diğer AB üyesi devletlerden işçilerin ayrımcılığa ve kimi sosyal haklarının kısıtlanmasına maruz kalması söz konusu olacaktı. Ayrıca AB üyesi devletler arasında daha sıkı bir siyasi birlik için geçerli olan yükümlülükler, Büyük Britanya için geçerli olmayacaktı. Bu ve benzeri özel haklar göz önüne alınarak Brexit referandumu öncesinde AB yetkililerinin Büyük Britanya hükümetini, olası bir Brexit kararından sonra Büyük Britanya’nın Cameron’un söz konusu anlaşma ile elde ettiği haklardan daha iyi bir anlaşmanın mümkün olmayacağı yönünde uyarmaları, bu olgunun dile getirilmesiydi. Deyim yerinde ise Cameron ve hükümeti kendi kalesine gol atmıştı... Öne Çıkan Kimi Gelişmeler ve Tavırlar Brexit referandumundan önce, referandumda AB üyeliğine evet sonucu çıkacağını düşünen Brexit yanlısı kimi ırkçıların internet üzerinden referandumun yenilenmesi için açtıkları imza kampanyası, Brexit kararından sonra, Brexit karşıtlarının platformuna dönüştü. Dört milyondan fazla kişinin imzalaması sonucunda, parlamentonun konuyu görüşmesi durumu ortaya çıktı. 5 Eylül 2016 tarihinde yapılan görüşmelerin sonucunda, ikinci bir referandum reddedildi. Sonraki dönemde de eski başbakanlardan Tony Blair gibi Brexit karşıtları yeni referandum talebini dile getirdiler. Bu talep her seferinde sert biçimde ve hükümet “halkın dediğini yapacak” denerek reddedildi. Başbakan May sadece “halkçı” kesilmemişti! 5 Ekim 2016 tarihinde yapılan Muhafazakar’ların kongresinde “işçici” de kesildi. Büyük Britanya’nın adil olmadığını söyleyerek işçi sınıfından ve haklarından dem vurdu! İşçi Partisi’nin (Labour) kendisine işçi partisi deme hakkını yitirdiğini, gerçek işçi partisinin kendileri olduğunu söyleyerek adaletten ve eşit haklardan ve eşcinsellere de eşit hakların verilmesi gerektiğinden bahsedip “işçi sınıfının doğal insanları”na hitap etmeye yöneldi... Görünen odur ki, May’ın Brexit sürecinde işçilerin de desteğine ihtiyacı var! Bu tavrıyla May, Büyük Britanya işçi sınıfını milliyetçi temelde peşine takma siyasetini de yürüttüğünü göstermektedir. Ayrıca May’ın bu tavrı takındığı dönemde, kimi uzmanların anti-kapitalist içerikli isyan veya karga- şa çıkabileceği konusunda uyarılarda bulunduğu da medyaya yansıyan bilgiler arasındaydı. Söz konusu uyarılar ciddiye alınmış olacak ki, hükümet Brexit’in sonuçlarının dar gelirlilerin durumunu daha da kötüleştirmesine karşı önlemler almaya başladı. Bunun ilk adımı Kasım 2016 sonlarına doğru atıldı. 23 Kasım’da Maliye Bakanı Philip Hammond saat başı asgari ücrete 30 Pence zam yapıldığını, (böylece asgari saat ücreti 7,5 Pfund oldu) dar gelirlilerin vergilendirmede daha az vergi ödeyeceklerini, 40.000 dairenin inşasını teşvik etmek için plan yapıldığını ve ev satın alınması durumunda ödenmesi gereken vergilerin düşürüleceğini vb. ilan etti. Brexit başvurusu resmen yapılana kadarki dönemde savunulan görüşler çok çeşitliydi. Herkesin kendisine göre bir hesabı ve sonucu vardı. Tüm bu hesaplar içinde gelişmelere damgasını vuran ise, tehditler, uyarılar, baskılar, blöf ve karşılıklı oyunlardı. Kimi “sert Brexit”ten, kimi “hafif Brexit”ten ve kimi de “kirli Brexit”ten söz eder oldu. “Sert Brexit”, Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıktığı gibi, AB iç pazarından (ortak pazar da deniyor), Gümrük Birliği’nden ve Avrupa Yüksek Mahkemesi’nden (Adalet Divanı) de vb. çıkmak, yani AB ile bağları -sonradan yapılacak anlaşmalarla sağlanacak ilişkilerden bağımsız olarak- koparmaktı. “Hafif Brexit” ise AB üyeliğinden çıkmak, ama AB iç pazarından, Gümrük Birliği’nden çıkmamak, bunun önkoşulu olarak da AB’nin “dört temel özgürlüğü”nü, yani “metaların, hizmet sektörüne ait hizmetlerin, sermayenin ve insanların (siz bunu meta olarak iş gücünün diye okuyun) serbest dolaşımı”nın kabul edilmesi ve buna uyulması gerekiyordu. Büyük Britanya yönetimi ise insanların serbest dolaşımını kısıtlamaktan yanaydı, yanadır. Ki bu konu, Brexit kararının verilmesinde rol oynayan en önemli konuydu. “Kirli Brexit” ise, çıkış başvurusu yapıldıktan sonra tarafların yürüteceği pazarlıklar sonucunda herhangi bir anlaşma sağlanmadığı koşullarda, Büyük Britanya’nın üyelikten çıkmasıydı. Bu da esasında Büyük Britanya hükümetinin “Anlaşmasız çıkmak, kötü bir anlaşmadan iyidir” yönlü tavrına dayanılarak gündeme gelen bir değerlendirmeydi. Şimdiye kadarki verilerin ortaya koyduğu durum, “hafif Brexit”in söz konusu olmayacağıdır. Pazarlıklar sonuçlanmadan hangi seçeneğin gerçekleşeceğini ya da bunlardan başka bir seçeneğin söz konusu olup olmayacağını söylemek zordur. Buna rağmen Büyük Britanya hükümetinin özellikle işçi göçünü sınır- marasına danışma ve onayını almaya gerek yoktu. May takındığı sert ve kararlı görünen tavırlarıyla yeni bir “Demir Lady” olduğunu gösteriyordu. Bu durum, Yüksek Mahkeme’ye yapılan şikayet/ başvuru sonucu Yüksek Mahkeme’nin verdiği kararla değişti. Yüksek Mahkeme 3 Kasım 2016 tarihinde Brexit başvurusu yapılmadan önce parlamentonun onayı gerektiği yönünde karar verdi. Bu karara medyadaki kimi tepkiler, yargıçların “halk düşmanı” ve “halka karşı” oldukları biçimindeydi. Hükümet bu karara itiraz etti ve Yüksek Mahkeme 24 Ocak 2017 tarihinde yeniden aynı kararı verdi. Bunun sonucunda May, parlamentonun onayını almak zorunda kaldı. May “Demir Lady”liğini bu süreçte de gösterdi. Şöyle ki, Avam Kamarası’nda yürütülen tartışmalarda getirilen hiçbir öneri söz konusu karar tasarısına alınmadı. Lordlar Kamarası, Büyük Britanya’da çalışan AB üyesi devletlerden gelen işçilerin oturum ve çalışma haklarını koruması yönünde değişiklik yaparak tasarıyı yine Avam Kamarası’na yolladı. Avam Kamarası’nda bu değişiklik de, tek taraflı koruma hakkı ilan edilmeyeceği gerekçesiyle, reddedildi. May, söz konusu değişiklik önerisine öncülük yapan ve aynı zamanda altı senedir hükümet danışmanlığı yapan Michael Heseltine’yi bu nedenle görevinden azletti. Bu gel-gitler sonucunda 13 Mart 2017 tarihinde her iki kamaranın da onayı alındı. Alınan, ya da onaylanan karar, Başbakanın Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkış amacını, AB Anlaşması’nın 50. maddesine göre açıklama, ilan etme hakkına sahip olduğu biçimindeydi. Kraliçe’nin de 16 Mart’ta söz konusu kararı onaylamasıyla Brexit başvurusunun yolu açıldı. Yüksek Mahkeme’nin verdiği karara göre, pazarlıklar sonucunda ortaya çıkacak anlaşmanın da, yürürlüğe girmeden önce parlamento tarafından onaylanması gerekiyor. Bu gelişmeler dışında medyaya yansıyan kimi konular da şunlardı: Londra’nın AB’nin mali merkezi ve söz konusu mali işlemlerden gelen vergilerin Büyük Britanya’nın devlet olarak en önemli gelir kaynağı olmasından kaynaklı sorunlar ve Brexit sonrası neler olabileceğine yönelik tartışmalar, mali ve ekonomi sorunlarla ilgili tartışmaların önde gelen konularından biriydi. Referandumdan Brexit kararı çıktığından beri Londra yerine nerenin AB’nin mali merkezi olacağı konusundaki dalaş tüm hızıyla sürmektedir. Söz konusu olan merkezler Almanya/ Frankfurt, Fransa/ Paris, panorama lama tavrı ile buna karşı AB yetkililerinin AB’nin “dört temel özgürlüğü” üzerine pazarlık yapılmaz vb. tavırlarına bakıldığında; herhangi bir anlaşma yapılmadan Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkmasının da ondan sonraki dönemde yapılmak istenen ticaret anlaşmasını zora sokacağından; tüm bunlara ek olarak AB yetkililerinin AB üyeliğinden çıkmak isteyebilecek diğer ülkelere örnek olmaması için Brexit örneğinde sert davranılması gerektiği ve böylece AB’nin dağılmasını engelleme amaçları da bilindiğinde, eğilimin “sert Brexit”ten yana olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. AB yetkilileri tarafından takınılan tüm tavırlar, AB üyeliğinden çıkmanın kalmaktan daha zararlı olduğunu gösterme yönündedir. AB’nin yetkilileri değişik biçimlerde Başbakan May ve hükümetine bir an önce kararınızı verin yönlü baskı yaparken, May ve hükümeti “Brexit Brexit demektir” tekerlemesinden öteye, Brexit planlarının ne olduğu konusunda herhangi bir bilgi vermeme siyasetini sürdürdü. Kimi hükümet mensuplarının genel lafları ve yorumları dışında, somut olarak ne yapılacağı konusunda, Büyük Britanya parlamentosuna da, kamuoyuna da ciddi bir bilgi verilmedi. Ekim ayı başında yapılan açıklama, çıkış başvurusunun Mart 2017 sonuna kadar yapılacağıydı. Bu durum esasında 17 Ocak 2017’ye kadar sürdü. 17 Ocak 2017 tarihinde, muhalefetin de baskıları sonucu Başbakan May, 12 başlıktan oluşan planı özetle açıkladı. Bu bilgilendirmeyi yetersiz bulan parlamento üyelerinin dayatması sonucunda da 2 Şubat 2017 tarihinde, parlamentoya 77 sayfadan oluşan bir “Beyaz Kitap” sunuldu. İçerik olarak, 12 başlıktan oluşan planın anlatılmasının ötesinde yeni bir bilgi yoktu. Sonuçta May, bilgi vermeme siyasetinde tam başarılı olmasa da, gerçekte ne yapmak istedikleri konusunda parlamento üyelerine bile yeterli bilgi verilmemiştir. Sözkonusu verilen kısıtlı bilgi de, parlamenterlerin Brexit başvurusunun Mart ayı sonunda yapılmasını ve böylece AB üyeliğinden çıkış görüşmelerinin başlatılmasını engellememe önkoşuluyla verildi. May’ın öne çıkan bir başka tavrı da, Brexit başvurusu konusunda Parlamento’nun onayına başvurmama tavrıydı. May’ın yaklaşımına göre Brexit kararı, hükümete, hükümetin başı olarak da May’a Brexit konusunda atılacak adımlar ve pazarlıklar konusunda yetki vermişti. Hükümet de “Kraliyet” tarafından onaylanmıştı. Bu durumda parlamentonun ne üst (Lordlar Kamarası) ne de alt (Avam Kamarası) ka- 29 panorama 30 Avusturya/ Viyana ve İrlanda/ Dublin gibi yerlerdir. Her devlet ve mali merkez olmaya çalışan şehir, bankaları, sigorta şirketlerini vd. kendisine çekmek için yoğun bir uğraş içindedir. Buna karşı Büyük Britanya’nın siyaseti ise vergi oranlarını önemli ölçüde düşürme vaatlerini yayma yönündedir. Bu da taraflar arasında söz dalaşına yol açmakta, AB yetkililerinin Büyük Britanya’yı uyarmalarını beraberinde getirmektedir. Bu tartışmalar arasında yapılan kimi hesaplar da, Brexit sonucu hangi devletin ya da devletlerin mali kayba uğrayacağı, kimin karlı çıkacağı vb. konularla ilgiliydi. Büyük Britanya ile AB arasındaki tartışmalardan biri de, Büyük Britanya’nın “üçüncü” ülkelerle ticaret anlaşması yapması konusundaydı. Bu konuda AB yetkilileri açık ve sert tavır takınarak Büyük Britanya’yı AB üyesi olduğu sürece böylesi anlaşmalar yapmaya kalkışmaması gerektiği konusunda uyardılar. AB Komisyonu Başkanı Junker Şubat 2017 ortalarında açıkça ticaret anlaşmaları için yetkinin AB’ye ait olduğunu, üye olduğu sürece hiç kimsenin kendi başına iki taraflı ticaret anlaşması yapmaya hakkı yoktur tespitini yaptı ve böylesi ticaret anlaşmalarını ancak Brexit sonrasında yapabileceğini söyleyerek Büyük Britanya’yı uyardı. Aynı biçimde Büyük Britanya ile AB arasında yapılmak istenen ticaret anlaşmasının da Brexit görüşmeleriyle paralel yürütülmeyeceği, önce Brexit konusunda anlaşılması gerektiği belirtildi. Çoook demokratik AB’nin yetkililerinin böylesi uyarıları da, Büyük Britanya yetkililerinin Brexit kararı ile Büyük Britanya’nın yeniden bağımsızlığına kavuştuğu, egemen devlet haline geldiği, kendileri hakkındaki kararların yeniden kendileri tarafından verildiği vb. temelde demagoji yapmasına imkan tanımaktadır. Gerçekte iki taraf da sahtekarlık yapmaktadır. Ne AB demokratiktir, ne de Büyük Britanya bağımlıydı, ya da şimdi bağımsız oldu! Yaşanan, emperyalist güçler arasındaki çıkar dalaşıdır. Bu tartışmalar arasında Büyük Britanya’nın üyelikten çıksa da yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği, bu yükümlülükler arasında 60 milyar Avro kadar bir nakiti ödemesi gerektiği de hatırlatıldı. May ise üyelikten çıktıktan sonra herhangi bir ödeme yapmayacaklarını açıkladı. Brexit görüşmelerinde bu konu da ele alınacak. Brexit başvurusundan sonra AB Parlamentosu bu konuyu, görüşmeleri bloke etmenin şartlarından biri olduğunu açıkladı. Büyük Britanya’nın Brexit sürecinde karşı karşı- ya geldiği iç sorunlardan biri de İskoçya’nın Brexit karşısındaki tavrı ve AB iç pazarının parçası olarak kalma isteği ve buna bağlı olarak yeniden gündeme getirdiği Büyük Britanya’dan ayrılma referandumu sorunudur. İskoçya referandumda %62 oy oranıyla Brexit’e karşı çıkmıştı. Büyük Britanya’dan ayrılma konusunda 2014’te yapılan referandumda %55 oy oranıyla ayrılmama kararı verilmişti. Fakat şimdi durum değiştiğinden, Büyük Britanya’nın AB üyeliğinden çıkma kararının İskoçya’nın kararına ters olduğundan yeni bir referandumun gerektiği savunulmaktadır. Yürütülen tartışmalar sonrasında İskoçya parlamentosu 28 Mart’ta, çoğunlukla referanduma karar verdi. Referandumun gerçekleşmesi için Büyük Britanya hükümetinin onayı gerekiyor. May bu konuyu Brexit sürecinde tartışmak istemediğini, Brexit sonrasında bu konunun ele alınacağını ilan etti. Çelişkinin nasıl çözüleceği soru işaretidir. İskoçya’nın Büyük Britanya’dan ayrılması durumunda otomatikman AB üyesi olmayacağı bilindiğinde, yerel yönetim için kimi yetkilerin elde edilmesiyle de bu çelişkinin çözülme olasılığı vardır. İrlanda ile Kuzey İrlanda arasındaki sınır sorunu da yine Brexit gündemindeki sorunlardan biridir. Brexit başvurusu yapıldıktan sonra gündeme gelen bir sorun da Büyük Britanya ile İspanya arasında eskiden beri varolan Cebelitarık ile ilgili sorun oldu. Sorun AB’nin Brexit konusunda ortaya koyduğu kurallar taslağında Cebelitarık ile ilgili herhangi bir anlaşma konusunda İspanya’ya veto hakkı verilmesinden kaynaklandı. Söz konusu kurallar daha tartışma aşamasındadır ama buna rağmen AB ile Büyük Britanya arasında yapılacak herhangi bir anlaşmanın Cebelitarık için ancak İspanya ile Büyük Britanya’nın anlaşması durumunda geçerli olacağına yönelik tavır, sorunu kızıştırdı... Bunun dışında bu süreçte AB bağlamında gündeme gelen, fakat ayrı bir yazı konusu olan gelişme ise, AB’nin geleceği ile ilgili olan tartışmadır. 25 Mart 2017 tarihinde AB üyesi 27 ülkenin Roma’daki toplantısına sunulan “Beyaz Kitap”ta, 2025 yılına kadar nasıl bir AB olabileceği üzerine beş senaryo tartışmaya sunuldu. Ortaya konan senaryolar AB’nin daha da geliştirilmesi ve birliğin güçlendirilmesi için olsa da, bu belge, gidişatın andaki gibi sürmesi durumunda, AB’nin dağılma olasılığının söz konusu olabileceğini göstermektedir. Bu tartışma sonrasında -esasta 2019 yılında yapılacak AB parlamento seçimleri öncesinde- nasıl bir AB istendiği konusunda karar verilmesi panorama isteniyor. Ortaya konan beş senaryonun hiç birinde “Birleşik Avrupa Devletleri” diye bir devletin oluşması söz konusu bile değil. Tartışma sürecinde AB Komisyonu’nun değişik konulardaki görüşlerinin tartışmaya sunulacağı belirtilmektedir. Brexit kararı AB egemenlerini, AB’nin geleceği konusunda tartışmaya zorlamıştır. Pazarlık Sürecinin Takvimi 29 Mart 2017 tarihinde Brexit başvurusunun resmen yapılması, bu konudaki görüşmelerin de başlatılmasının yolunu açtı. 29 Nisan’da 27 AB ülkesi özel bir zirve toplantısında görüşmelerin başlatılması ve pazarlıkların yapılması için müzakere prensiplerini/ yönergelerini belirleyecek. Aynı zamanda AB adına pazarlık görüşmelerini yürütecek olan -önceden belirlenmiş kişiler- formel olarak onaylanacak. Pazarlık yapacakların şefi Fransız kökenli Michel Barnier ve yardımcısı Alman kökenli Sabine Veyand’dır. Büyük Britanya’nın pazarlık şefi ise David Davis’dir. Büyük Britanya’nın Mayıs-Haziran aylarında AB yasalarının üstünlüğü ilkesini geri çeken karar tasarısını parlamentoya sunup onaylamasından sonra karşılıklı pazarlıkların başlayacağı belirtiliyor. Barnier, ilk görüşmelerin Aralık 2017’ye kadar son- landırılması gerektiğini ve 2018 Ekim ayına kadar sonuçlanması gerektiğini açıkladı. Görüşmelerin bu tarihte bitirilmek istenmesi, gerçekte biteceği anlamına gelmiyor. Ocak-Şubat 2019’da anlaşma tarafların onayına sunulmak isteniyor. Bu durumda Büyük Britanya’da Lordlar ve Avam Kamarası, AB’de ise AB Konseyi ve AB Parlamentosu’nun onayı gerekiyor. Pazarlıkların kısa takvimi şimdilik böyledir. Ama bu takvimin tutup tutmayacağı soru işaretidir. İki senelik pazarlık süreci sonunda, tarafların anlaşmadığı bir durumda yine tarafların karşılıklı onayıyla bu süreç uzatılabilir. Bu süreçte diğer konulardaki pazarlıkları bir kenara bıraksak bile, 20.000’den fazla kanun ve kuralın değiştirilmesi gerektiği gözönüne alındığında, iki yıllık pazarlık sürecinin sonunda anlaşma sağlanması zor görünmektedir. Pazarlıkların nasıl sonuçlanabileceği konusunda birçok olasılık vardır... Hangisinin gerçekleşeceğini ise en gecinde 2019 yılı başlarında öğreneceğiz. Şimdiden belli olan şey, pazarlıkların sert geçeceğidir. Yazımızı bitirirken Başbakan May’ın, 8 Haziran’da erken seçime gitme kararı aldıkları haberi medyaya yansıdı. Parlamentonun onaylaması durumunda seçimler yapılacak. 19.04.2017 31 panorama İCOR DEVRİMCİ PARTİ VE ÖRGÜTLERİN ULUSLARARASI KOORDİNASYONU MARUTİ-SUZUKİ-İŞÇİLERİNE ÖZGÜRLÜK! YAŞASIN İŞÇİLERİN ULUSLARARASI BİRLİĞİ! 8 32 Mart 2017 günü Hindistan’daki Japon-Hint hol- rarası birliğini geliştirmek için bu günde dünya çadingi Maruti-Suzuki’nin 13 işçisi tezgâhlanan pında dayanışma ve protesto eylemleri düzenlemeye bir cinayet iddianamesiyle müebbet hapis cezası- çağırır. İşçilerin deneyimleri uluslararası alanda kana, 18’i ise uzun yıllar tutan ağır hapis cezalarına barmakta olan mücadelelerinin koordinasyonunu mahkûm edildiler. Daha bundan birkaç saat sonra- gerekli kılmaktadır: sında 35.000 işçi bu skandal karara karşı greve baş-Gukowo’daki bir fabrikanın kapısına kilit vurulladılar. 4 Nisan günü ülke çapında bir grev duktan sonraki telafiler için “King Coal”in Rus gününe çağırdılar. İCOR bu grev gümaden işçilerinin haklı mücadelelerine MarutiSuzukinünü destekliyor ve dünya çapınkarşı Rus devleti, polisi ve askeri güçda dayanışma eylemleri yürütleriyle müdahale ediyor. Onlar kenişçilerine yapılan meye çağırıyor. Bu işçilerin ti bloke ediyor, maden işçilerine bu saldırı tüm uluslararası tüm ”cürümleri”, “kadrolu saldırıyorlar. işçiler” olarak 2012’de -Opel’in PSA tarafından proletaryaya yapılan bir taşeron işçilerin işten birlikte Alsaldırıdır. İCOR –dört kıtadaki 50 devralınmasıyla çıkarılmalarına karşı manya ve Fransa’da on binüye parti ve örgütle birlikte devrimci lerce işyeri tehdit altındadır; uluslararası alanda ilk ve çok önemli bir grev yümücadeleci işçiler ülkeleri dünya örgütü– kendisinin tam rütmüş olmaları ve tüm kapsayıcı mücadeleden yana dayanışma içinde olduğunu açıklar, tavır koymaktadırlar. baskılara karşın mücadeleci sendika MSWU’yu bu kararların derhal kaldırılmasını Pratik işbirliği ve koordiinşa etmiş olmalarından nasyonun örgütü olarak İCOR ve siyasi tutukluların derhal ibarettir. Karl Marx ve W. İ. Lenin’in Maruti-Suzuki-işçilerine “Tüm ülkelerin işçileri, birleşin!” serbest bırakılmasını talep yapılan bu saldırı tüm ulusşiarına uygun olarak işçi sınıfının eder lararası proletaryaya yapılan bir ülkeler aşırı mücadelesini teşvik edisaldırıdır. İCOR –dört kıtadaki 50 yor ve diğerlerinin yanında Uluslararası üye parti ve örgütle birlikte devrimci dünya Otomotiv İşçileri Koordinasyonunu (www.iaar. örgütü– kendisinin tam dayanışma içinde olduğunu de/index.php/de/) ve Uluslararası Maden İşçileri Koaçıklar, bu kararların derhal kaldırılmasını ve siyasi ordinasyonunu (www.minersconference.org/index. tutukluların derhal serbest bırakılmasını talep eder. php/) destekliyor. O (İCOR–ÇN) Hintli sendikacıların 4 Nisan’ı uluRusya’daki 1917 muzaffer Ekim Devriminden 100 sal bir grev günü olarak ilan etmeleri çağrısını des- yıl sonra onun en önemli derslerini benimsiyoruz: tekler ve ultra gerici Hint-faşist Modi-hükümetine İşçi sınıfı toplum değiştirici mücadelede, devrimci karşı enternasyonal dayanışmayı ve işçilerin ulusla- hareket içinde önderliğe sahip olmak zorundadır! (31. 03. 2017 tarihi itibariyle) İmzalayanlar (hâlâ imzalamak mümkündür): 1. ORC – Kongo’nun Devrimci Örgütü, Kongo Demokratik Cumhuriyeti 2. MMLPL – Faslı Marksist-Leninistler – Proleter Çizgi 3. CPSA (ML) – Güney Afrika Komünist Partisi (Marksist-Leninistler) 4. PPDS – Yurtsever Demokratik Sosyalist Parti, Tunus 5. MLOA – Afganistan Marksist-Leninist Örgütü 6. CPB – Bangladeş Komünist Partisi 7. CPİ (ML) Red Star – Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninistler) Kızıl Yıldız 8. İran İşçi Partisi 9. NCP (Mashal) – Nepal Komünist Partisi (Mashal) 10. APTUF – Tüm Pakistan Sendika Federasyonu 11. NDMLP – Yeni Demokratik Marksist-Leninist Parti, Sri Lanka 12. “KrasnyjKlin” (Kızıl Kama) Komünist Devrimciler Grubu, Beyaz Rusya 13. BKP- Bulgaristan Komünist Partisi 14. MLPD – Almanya Marksist-Leninist Partisi 15. KOE – Yunanistan Komünist Örgütü 16. RM –Şafak, Hollanda 17. MLP – Marksist- Leninist Platform, Rusya 18. MLGS – Marksist- Leninist Grup, İsviçre 19. PR – Emek Partisi (eski) Yugoslavya 20. PR – ByH – Emek Partisi Bosna Hersek 21. PCC-M – Kolombiya Komünist Partisi (Maoist) 22. PC (ML) Komünist Partisi (Marksist-Leninist), Dominik Cumhuriyeti 23. PC (ML) Komünist Partisi (Marksist-Leninist), Panama 24. PCP (independiente) – Paraguay Komünist Partisi (bağımsız) 25. PML del Peru – Peru Marksist-Leninist Partisi 26. PPP Peru İşçi Partisi 27. KOL – Lüksemburg Komünist Örgütü 28. BP (NK-T) –Bolşevik Parti Kuzey KürdistanTürkiye panorama İşçiler ancak sağlamca pekişmiş güçlü bir devrimci önderlikle, devrimci ve Marksist-Leninist partilerle muzafferdir! İşçilerin uluslararası birliğini ve uluslararası işçi koordinasyonu güçlendirin! Bütün ülkelerin işçileri, birleşin! Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar, birleşin! İCOR’u güçlendirin! Yayımlandıktan sonra imzalayan: 29. NPCH (ML) – Haiti Yeni Komünist Partisi (Marksist-Leninist) (İCOR üyesi olmayan) diğer imzalayanlar: Her Şeye Rağmen!, Almanya 31 Mart 2017 33 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası EKİM DEVRİMİ VE ULUSAL SORUN Ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının savunulması, ulusları birbirinden ayırma anlamına gelmez. Komünistler, özgür ve eşit ulusların sıkı, sağlam bir birliğinden yanadır. Ama komünistlerin istediği birlik zoraki birlik değil, eşit, özgür halkların özgür iradeleri temelinde gerçekleştirecekleri devrimci bir birliktir. Özgür birliğin ön şartı, ayrılma özgürlüğünün tanınmasıdır. Halklar Hapishanesi Çarlık Rusya’sı 34 Rus çarlarının politikası, fetih/yağma üzerine kurulu idi. Birinci Petro zamanında, Estonya, Letonya, Finlandiya’nın bir kısmı ve Hazar Denizi’nin Kafkasya kıyıları ele geçirildi. İkinci Katerina, Karadeniz’in kuzey kıyılarını, Kırım’ı, Dinyeper’in batısında Ukrayna’yı, Beyaz Rusya’yı, Letonya ve Kurland’ı ilhak etti. Birinci Aleksander Finlandiya’yı İsveç’ten, Baserabya’yı Türklerden, Napolyon ile savaştan sonra Varşova dahil Polonya’nın bir kısmını ele geçirdi. Ayrıca yine bu çar zamanında, Rusya, Gürcistan’a yerleşti. Kafkasya’nın dağlık bölgelerinde yaşayan halkı köleleştirmek için bitip tükenmez savaşlara girişti. Ve bu savaş, I. Nikola’nın hükümdarlığı boyunca sürdü gitti. İkinci Aleksander, Kafkasya’nın boyunduruk altına alınmasını tamamladı. Çin’ den Amur ve Ussuri bölgelerini kopardı. Orta Asya’ da geniş toprakları ilhak etti. Rus çarlarının sonuncusu olan II. Nikola, babalarının politikasını izledi. Mançurya ile Kore’yi ilhaka kalkıştı. Ardından, İstanbul’u, Batı Ermenistan’ı, Kuzey İran’ı ve Galiçya’yı işgal etmek amacıyla Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Rus çarlarının her adımı, ateşle, kanla ve kırımla damgalıydı. Çarlık hükümetleri, fethedilmiş topraklardaki tüm nüfusu yok etmekte ya da başka bölgelere sürmekte tereddüt etmiyordu. Yerli halkın ellerinden alınan toprak, Rus subayları ile toprak ağaları ve kulaklar arasında bölüşülüyordu. Volga başkırlarından yağma edilen topraklar üzerinde binlerce zengin malikane yaratılıyordu. Kafkasya’da, Kırım’da, Orta Asya’da, çar ile prenslere ait büyük, lüks malikaneler kuruluyordu. Fethedilen topraklarda uygulanan “tarım reformu” ile “serflik” kurumu at başı gidiyordu. Birinci Petro, serfliği Baltık eyaletlerinde, Il. Katerina Ukrayna’da başlattı. Birinci Nikola da serfliği Kafkasya’da sağlamlaştırmak için elinden geleni yaptı. Çarlık generallerinin peşinden, Rus toprak beyleri ile tüccarları ve imalatçıları fethedilmiş topraklara doluştular. Çeşitli ulusların toprakları, Rus askerleri, jandarmalar ve yüksek devlet memurları tarafından yağmalandı. Ordu ve devlet mekanizmasının yardımı ile çarlık hükümetleri Ruslaştırma politikasını acımasızca sürdürdüler. Çarlık Rusya’sında, medeni haklardan en yoksun olan halk Yahudilerdi. Bunların oturdukları yerler ile hareket alanları son derece kısıtlıydı. Ancak zengin Yahudiler ile servet sahibi tüccarlar ve üniversite mezunu olanlar bu kısıtlama dışında tutuluyordu. Çarlık hükümetinin güttüğü sınıfsal politika, ulusal Şubat 1917 Devrimi’nde çarlık yıkıldı, ikili bir iktidar ortaya çıktı. Devrimi yapanlar, askeri üniforma içindeki işçiler ile köylülerdi; ama, devrimin meyvelerinden yararlanamadılar. Sovyetler ile yan yana, burjuvazinin bir hükümeti ortaya çıktı. Bir yanda emperyalist burjuvazinin önderliğinde “Geçici Hükümet”; diğer yanda ise işçilerin-köylülerin, askerlerin iktidar organı olan İşçi-Köylü Asker Sovyetleri. Lenin, 1917 Şubat Devrimi hakkında şöyle yazıyordu: “İkili iktidar neden ibarettir? Geçici Hükümet’in, burjuvazinin hükümetinin yanı sıra, gerçi henüz zayıf, henüz rüşeym halinde olan, ama buna rağmen hiç kuşkusuz gerçekten var olan ve güçlenen bir ikinci hükümetin; İşçi Köylü Temsilcileri Sovyetlerinin ortaya çıkmış olmasından ibarettir.” (“Seçme Eserler Cilt VI”, Lenin, s. 40, İnter Yayınları, Kasım 1995, İstanbul) Çarlıkla mücadeleden zaferle çıkan işçiler /köylüler tarafından yaratılan ama Menşeviklerin öncülük ettiği Sovyetler, ‘Geçici Hükümetin’ otoritesini gönüllü olarak kabul edip ve askerler ile işçilerin kazandıkları iktidarı yine gönüllü olarak burjuvaziye teslim ettiler. Çünkü, bir sınıf olarak burjuvazi, proletarya ve kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 1917 Şubat Devrimi köylüler ile kıyaslanamayacak ölçüde daha iyi organize oldu ve savaş sırasında daha da örgütlü hale geldi. Otokratik rejim ile savaş ve yaklaşan devrim konularında çatışma halinde olan burjuvazi gelecekteki iktidar mekanizmasını yaratmıştı. Proletarya, iktidarı ele almak için, burjuvaziden daha az hazırlıklı olduğunu gösterdi. Bolşevik Parti’nin siyasi olarak gelişmiş kadroları ya dış ülkelerde ya da Sibirya’nın uzak köşelerinde sürgünde bulunuyorlardı. Çarlık boyunduruğunun müthiş baskısı altında bulunan küçük burjuvazi, aslında sayı bakımından proletaryadan çok daha fazlaydı. Siyasi bakımdan bilinçlenmiş proletarya, bu geniş küçük burjuva denizinde neredeyse boğulmuş gibiydi. İşçilerin pek çoğu, küçük burjuvazinin uzlaşmacı ve aza kanaat eden tutumundan etkilenmiş durumdaydı. Devrimci işçiler ve köylüler tarafından kazanılan zaferin meyveleri, burjuvazinin ellerine düştü. Barikatlarda savaşanların öncüleri ve ön saflarda mücadele verenler Bolşevikler olduğu halde, Sovyetlerde ezici çoğunluğu oluşturanlar, Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerdi. Sovyetlerin bileşimini belirleyen şey küçük burjuvazinin yarattığı dalga olduğu gibi, harekete yine küçük burjuva liderleri egemen oldular. Şubat Devrimi’nden sonra, Finlandiya ayrılmayı talep etti. “Geçici Hükümet”, Finlandiya’nın ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını tanımadı. Lenin, “Geçici Hükümet”in bu uygulamalarının çarlığın uygulamalarından bir farkının olmadığını belirterek şöyle diyordu: “Rusya’ya mensup tüm uluslara serbestçe ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkı tanınmak zorundadır. Bu hakkın yadsınması ve onun fiilen hayata geçirilmesini garantileyen önlemlerden vazgeçilmesi, fetih ve ilhak politikasının desteklenmesiyle eşanlamlıdır. Sadece ulusların ayrılma hakkının proletarya tarafından tanınması, çeşitli ulusların işçilerinin tam dayanışmasını garanti eder ve ulusların gerçekten demokratik yakınlaşmasını teşvik eder. Şu anda Finlandiya ile Rus Geçici Hükümeti arasında patlak vermiş olan çatışma, serbestçe ayrılma hakkını yadsımanın çarlığın politikasını doğrudan sürdürmeye yol açtığını özellikle açık göstermektedir.” (“Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine”, Lenin, s. 507, İnter Yayınları, Aralık 1998, İstanbul) Burjuva Geçici Hükümet’i, ulusal azınlıkların ezilmesi ve sömürülmesini içeren eski çarlık politikasını devam ettirdi. Çarlık döneminde olduğu gibi burjuva Geçici Hükümet döneminde de ulusal hareketler ✒ sorunlarda da kendini gösteriyordu. Rus olmayan halkın yalnız zengin tabakasına bazı nispi ayrıcalıklar tanınıyordu. Yine de egemen Rus ulusuna mensup burjuva ya da toprak beylerine kıyasla, Yahudi, Ermeni tüccarlara tanınan haklar kısıtlıydı. Okullarda, Yahudilere belli bir kontenjan ayrılıyor, ancak bunlara devlet hizmetlerinde, demiryolu ve benzeri kuruluşlarda yer verilmiyordu. Yahudiler ancak çarlığın belirlediği yerlerde oturmak zorundaydılar. Polonya’nın, Litvanya’nın, Beyaz Rusya’nın, Ukrayna’nın bazı kesimlerinde, müthiş kalabalık kentlerde sıkışıp kalan Yahudilerin büyük bir kısmı umutsuz bir yoksulluğa mahkûm olmuşlardı. Rus olmayan halk, çarlığın ileri gelen memurlarınca soyuluyordu. Çarlık Rusya’sında yaygın bulunan rüşvet, uzak sınır bölgelerinde inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Gözü doymaz devlet memurları sürüsü, ezilen ulusların emekçi nüfusunun son kırıntılarını çekirge sürüsü gibi mideye indiriyordu. Çarlık Rusya’sı çok sayıda ezilen ulusu ve milliyeti bünyesinde barındıran bir halklar hapishanesi idi. Ruslar ayrıcalıklı ulustu! Rus olmayan uluslar ve azınlıklar ulusal haklardan yoksundu. Rus olmayan öteki uluslar çarlık monarşisi tarafından ulusal baskı altında tutuluyordu. Çarlık hükümetleri, Ruslaştırma politikalarını acımasızca sürdürüyorlardı. 35 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 36 üzerindeki baskı devam etti. “Birleşmiş ve bölünmez Rusya” sloganı, burjuva ve küçük burjuva partilerinin temel ilkesi oldu. Geçici Hükümet, ulusal sorunun çözümü için hiçbir şey yapmadı. Çarlık yönetiminin sınır bölgelerindeki merkezi bürokratik mekanizması aynen bırakıldı. Rusça, bütün uluslarda resmi dil olmaya devam ediyordu. Ezilen ulusların ulusal hakları konusunda yaptıkları talepler reddediliyordu. Ulusal Sorunda İlk Adımlar 25 Ekim (7 Kasım) 1917’de Ekim Devrimi zafere ulaştı. Ekim Devrimi, ulusal baskının esas taşıyıcısı olan toprak beyleri ve kapitalistlerin iktidarına son verdi. Toprak beyleri ve kapitalistlerin iktidarına son verilmesi, ulusal baskı zincirinin kırıldığı, halklar arasında kardeşçe iş birliği yolunun açıldığı anlamına geliyordu. Ekim Devrimi, halklar hapishanesini, halkların dostluğunun ortak ülkesi haline getirmenin ilk adımlarını attı. Ekim Devrimi sırasında toplanan II. Tüm-Rusya Sovyet Kongresi, Halk Komiserleri Konseyi’ni (Bir çeşit bakanlar kurulu) seçti. Halk Komiserleri Konseyi’nin başkanlığına Lenin seçildi. Kurulan en önemli komiserliklerden biri, “Milliyetler Halk Komiserliği”ydi. Ülkede birçok ulusun yaşadığı görüşüyle bu devlet birimi çok önemli bir role sahipti. Milliyetler Halk Komiserliği başkanlığına Stalin getirildi. Diğer komiserlikler gibi “Milliyetler Halk Komiserliği” de Smolny’de faaliyet göstermeye başladı. Çeşitli bölümlerin bulunduğu bir odaya bir masa yerleştirildi ve üzerindeki duvara “Milliyetler Halk Komiserliği” yazan bir tabela asıldı. 1917 sonlarına kadar “Milliyetler Halk Komiserliği”nin kadrosu üç kişiden oluşuyordu. Bu komiserliğin “Genel Direktörü” Feliks Senyuta adında bir Bolşevikti. Ekim Devrimi’nin ilk günlerinde “Milliyetler Halk Komiserliği”, ulusal konularda Sovyet hükümetinin politikasını belirleyen kuralları ortaya koydu. “Milliyetler Halk Komiserliği”nin ilk icraatlarından biri, 2 Kasım’da Stalin tarafından kaleme alınan, Lenin ve Stalin tarafından imzalanan “Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi”nin yayınlanmasıydı. Bildirgede şöyle deniliyordu: “Bundan böyle bu siyasetin yerini, Rusya’daki uluslar arasında karşılıklı tam bir güvene götürecek içten ve dürüst bir siyaset almalıdır. Rusya’daki milliyetlerin dürüst ve sağlam birliği ancak böyle bir güven temeli üzerinde kurulabilir. Rusya’daki milliyetlerin işçileri ve köylüleri, emperyalist ve ilhakçı burjuvazinin tüm saldırılarına karşı koyabilecek tek bir devrimci örgüt içinde ancak böyle bir birlik temelinde kaynaşabilir. Bu yılın Temmuz ayında toplanan Birinci Sovyetler Kongresi, Rusya uluslarının kendi kaderlerini özgürce tayin etmeye hakları olduğunu ilan etmiştir. Sovyetlerin Ekim ayında yapılan İkinci Kongresi Rusya uluslarının bu devrolunamaz hakkını daha kesinlikle ve kararlılıkla ortaya koymuştur. Bu Kongre’nin kararları doğrultusunda davranan Halk Komiserleri Konseyi Rusya’daki milliyetlere ilişkin girişimlerini aşağıdaki ilkelere dayandıracaktır. Rusya’daki milliyetlerin eşitliği ve egemenliği Rusya’daki milliyetlerin, ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı dahil olmak üzere kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkına sahip olmaları Ulusal ve ulusal-dinsel her türlü ayrıcalık ve sınırlamanın kaldırılması Rusya’nın sınırları içinde yaşayan ulusal azınlıkların ve etnik grupların özgür gelişmesi Milliyetler Kurulu kurulur kurulmaz bu ilkelere uygun somut kararlar alınacaktır. Halk Komiserleri Konseyi Başkanı Lenin Milliyetler Sorunları Komiseri Stalin” (“Ulusal Sorun Üzerine Eğitim Notları”, Yeni Dünya İçin Yayınları, s. 120-121, Mart 1994, İstanbul) Bu bildirgede ortaya konulanlar tüm milliyetlerin özgür gelişmesinin yolunu açıyordu. Bu bildirge, zoraki birliğin parçalanacağı ve uluslar arasında hak eşitliğinin sağlanacağı anlamına geliyordu. Bu bildirge, çarlık döneminde uygulanan ulusal baskı, ulusal kışkırtma politikalarına son verildiğini açıklıyordu. Rusya’da yaşayan halkların birbirine güven duymaları için açıklık politikasının uygulanacağına vurgu yapılıyordu. Bu bildirgenin yayınlandığı gün Moskova’da sosyalist devrimin zaferi ilan ediliyordu. 22 Kasım 1917’de, Lenin ve Stalin’in imzasını taşıyan “Doğu’nun ve Rusya’nın Müslüman Emekçilerine” çağrısı yayınlandı. Çağrıda şöyle deniliyordu: “Yoldaşlar! Kardeşler! Rusya’da büyük olaylar olmakta. Yabancı ülkeleri bölmek amacıyla başlatılan kanlı savaş bir sona yaklaştı. Dünya halklarını köleleştiren bu korsanların kuralları sendelemekte. Rus devriminin darbeleriyle kölelik kurumu parçalanmıştır. Zulüm ve baskı dünyası son günlerini yaşıyor. Yeni bir dünya doğuyor, emekçilerin ve özgür olmak isteyenlerin dünyası. Bu devrimin başında Rus işçi ve köylü hükümeti, Halk Finlandiya’nın Ayrılma İsteği Kabul Ediliyor Ekim Devrimi ertesinde ulusal sorunda atılan adımlar, devrimden önce Bolşeviklerin ortaya koydukları çizginin sonuçları idi. Lenin, “Parti Programının Revizyonuna İlişkin” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “İktidarı ele geçirdikten sonra biz bu hakkı (ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı –BN) kayıtsız koşulsuz Finlandiya için olduğu gibi Ukrayna, Ermenistan için olduğu gibi, Çarlık (ve Büyük Rus Burjuvazisi) tarafından ezilen tüm milliyetler için tanıyacağız. Fakat biz kendi adımıza ayrılık istemiyoruz. Biz mümkün olduğunca büyük bir devlet, Büyük Ruslarla komşu olan mümkün olduğunca çok sayıda ulusla mümkün olduğunca sıkı bir ittifakı istiyoruz. Biz bunu demokrasinin ve sosyalizmin çıkarları için istiyoruz. Biz devrimci-proleter bir birlik istiyoruz. Parçalanma değil birleşme istiyoruz. Fakat biz devrimci bir birlik istiyoruz. Bu yüzden de tüm devletlerin birleşmesi şiarını ileri sürmüyoruz. Çünkü sosyal devrim yalnızca sosyalizme geçmiş veya geçmekte olan devletlerin ve kurtulan sömürgelerin birleşmesini gündeme getiriyor. Biz özgür bir birleşme istiyoruz. Ve bu yüzden biz ayrılma hakkını tanıma yükümlülüğüne sahibiz (ayrılma özgürlüğü olmaksızın birleşme, özgür birleşme olarak adlandırılamaz.) (“Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine”, Lenin, s. 519-520, İnter Yayınları, Aralık 1998, İstanbul) Ayrılıp ayrı devlet kurma hakkının savunulması, ulusları birbirinden ayırma anlamına gelmez. Komünistler, özgür ve eşit ulusların sıkı, sağlam bir birliğinden yanadır. Ama komünistlerin istediği birlik zoraki birlik değil, eşit, özgür halkların özgür iradeleri temelinde gerçekleştirecekleri devrimci bir birliktir. Özgür birliğin ön şartı, ayrılma özgürlüğünün tanınmasıdır. Ayrılma hakkının tanınmadığı bir birleşme özgür bir birleşme değildir. Ayrılma hakkının savunulması, bir ulusun nasıl yaşayacağına kendisinin karar vermesi demektir. Bir ulus ayrılma hakkına sahip değilse, birliğin biçimlerinden birisini seçmek zorunda bırakılıyorsa, o ulusun kendi kaderini kendisinin özgürce belirleme hakkından söz edilemez. Lenin’in anlattığı tam da budur. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası namesi izledi: “ ... Rusya’daki İşçi ve Köylü Hükümeti Rusya tarafından işgal edilen Türk Ermenistan’ındaki Ermenilerin haklarını desteklemektedir.” (Age. s, 580) ✒ Komiserleri Konseyi ... yürümektedir. Kapitalist sömürü ve zulmün saltanatı parçalanmaktadır. Emperyalist soyguncuların ayaklarının altındaki toprak yanmaktadır. Bu büyük olayların arasında, Rusya ve doğunun sahipsiz Müslümanlarına sesleniyoruz. Rusya’nın Müslümanları, Volga ve Crimea’nın Tatarları, Sibirya ve Türkistan’ın Kırgızları ve Sartları, Trans-Kafkasya’nın Türkleri ve Tatarları, Çeçenler ve Kafkasya’nın Gortsileri, Rus Çar’ı ve zorbaları tarafından dinleri, örf ve adetleri ayaklar altına alınan, camileri ve mescitleri yok edilenler! Bundan böyle örf ve adetleriniz, ulusal ve kültürel kurumlarınız serbest ve dokunulmaz ilan edilmişlerdir. Ulusal hayatınızı istediğiniz gibi şekillendirin. Bu sizin hakkınız. Tüm haklarınızın Rusya’nın diğer halklarının hakları gibi İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyetleri tarafından korunacaktır. Bu devrimi ve yetkili hükümetini destekleyin.” (“1917 Sovyet Devrimi Cilt 2”, s. 560, Evrensel Basım Yayın, Ağustos 2004, İstanbul) Müslümanlara tanınan haklar, emperyalistlerle Sovyet ulusal politikaları arasındaki nitel farklılığı açığa çıkardı. Çarlık Rusya’sı, doğu komşularının kan emicisiydi. Türkiye, İran ve diğer doğu ülkelerinin Müslüman insanları, Türkistan ve TransKafkasya’nın kaderini paylaşarak dehşet içinde yaşıyorlardı. Ekim Devrimi, Çarlık Rusya’sının emperyalist politikalarına son verdi. Sovyet hükümetinin “Türk Ermenistan”ı ile ilgili kararı Rusya dışındaki ezilen halklar tarafından coşkuyla karşılandı. Aralık 1917’de Milliyetler Halk Komiseri Stalin şu iyi niyet mektubunu yayınladı: “Türk Ermenistan’ının Rusya’nın savaş hakkıyla işgal ettiği tek ülke olduğuna inanıyorum. Bu “cennetin” bir parçası yıllardır (ve hâlâ) batının doymak bilmez diplomatik iştahının ve doğu yönetimindeki kanlı uygulamaların elinde. Bir elde Ermeni katliamları ve soykırımları, diğer elde yeni katliamlara zemin hazırlayan tüm ülkelerin farazi diplomatik müdahaleleri ve aldatılmış, kana bulanmış, köleleştirilmiş Ermenistan. Rus halklarının kaderi özellikle de Ermeni halkın kaderi Ekim Devrimi’nin kaderine sıkı sıkıya bağlıdır. Ekim Devrimi ulusal baskı zincirlerini kırdı. Bu devrim Rusya’daki halkların özgürlüğünü sonuna kadar savunacaktır.” (“1917 Sovyet Devrimi, Cilt 2”, s. 580, Evrensel Basım Yayın, Ağustos 2004, İstanbul) Stalin’in bu bildirisini 29 Aralık 1917 tarihli Halk Komiserleri Konseyi’nin “Türk Ermenistan’ı” karar- 37 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 38 Ekim Devrimi’nden sonra Aralık 1917’de Finlandiya bağımsızlık deklarasyonunu Bolşevik Hükümeti’ne sunar. Finli bir heyet Smolny’ye gider. Heyet içerisinde Finlandiya başbakanı Pehr Evind Svinhufvund da yer alır. Finli bakan Karl İdman anılarında şöyle der: “Petrograd’a yapılan ikinci yolculuğa senatör Enckell ve benim dışımda, senato temsilcisi olarak Başbakan Svinhufvund da katıldı. (...) Sabırsızlıkla Halk Komiserleri Kurulu’nun kararını hangi yılda, 1917’de mi yoksa 1918’de mi vereceğini bekliyorduk. Gece yarısına birkaç dakika kala kapı açıldı, Bonç Bruyeviç odaya girdi ve bize Halk Komiserlerinin imzaladıkları bir belgeyi uzattı. Şöyle deniyordu: ‘...Halk Komiserleri Kurulu, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinden hareketle oybirliğiyle şu kararı almıştır: Merkez Yürütme Komitesi’ne şu öneri sunulacaktır: Finlandiya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının tanınması ve; Finlandiya hükümetiyle mutabık kaldıktan sonra Finlandiya’nın Rusya’dan ayrılmasıyla doğacak pratik önlemlerin belirlenmesi için iki tarafın temsilcilerinden oluşan bir özel komisyonun kurulması...’ O zaman Hukuk İşleri Halk Komiseri Steinberg, anılarında Halk Komiserleri Kurulu üyelerinin bu belgeyi imzalamalarından bahsediyor: ‘Peş peşe ayağa kalkıyor ve özel bir memnuniyet duygusuyla Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıyan imzaları atıyorduk. Çarlık döneminde sürgün edilen Finlandiya’nın bugünkü kahramanı Svinhufvud’un, katıksız toplumsal düşmanımız olduğunu biliyorduk elbette. Fakat Finlandiya’yı Rusya’nın baskısından kurtardığımız için dünya sahnesinden bir tarihi haksızlık silinmiş oldu.’ Tarafımıza verilen karar metni çeyrek sayfa büyüklüğündeki bir ipekli kâğıda yazılmıştı. Belgeyi aldığımızda, biraz şaşırmıştık, çünkü tanımanın bu kadar hızlı gerçekleşeceğini tahmin etmemiştik. Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıyan belgeyi aldığımızda, ne kadar büyük bir haz ve sevinç duyduğumuzu anlatmaya gerek yok. Tüm Finlandiya halkının özlemle beklediği şey gerçekleşmişti. Doğal olarak, halkımızın bağımsızlığını koşulsuz tanıyan Lenin’in hükümetine karşı derin bir minnettarlık duygusuyla dolmuştuk. Bizzat Lenin’e teşekkür etmek istiyorduk. Enckell, Bonç-Bruyeviç’e bu dileğimizi iletti. İlkin karşı çıktı. Lenin, o sırada kurul toplantısındaydı. Enckell, dileğimizi bir kez daha tekrarladı, belki Lenin birkaç dakikacık da olsa zaman bulabilir ve yanımıza gelebilirdi. Bir dakika sonra Lenin odadan çıktı. Gülümseyerek memnun kalıp kalmadığımızı sordu. ‘Hem de çok memnunuz’, diye yanıtladı Svinhufvud.” (“Yönetmeyi Nasıl Öğrendik”, s. 50-51, Evrensel Basın Yayın, 3. Basım, Haziran 2010, İstanbul) Sovyet hükümeti, 18 Aralık 1917’de Finlandiya’nın bağımsızlığını tanıdı. Karl İdman’ın da anlattığı gibi 18 Aralık 1917’de, Fin burjuva hükümetinin şefi Svinhufvud’a, Halk Komiserleri Konseyi’nin kararı iletilir. Fin heyeti, böyle bir kararı beklemediği için şaşkındır! 22 Aralık 1917’de (4 Ocak 1918) Halk Komiserleri Konseyi’nin Finlandiya hakkındaki kararı, Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesi’nin toplantısında onaylanır. Lenin şöyle der: “Finlandiya’ya bakın: Demokratik, bizden daha gelişmiş, kültürel seviyesi daha yüksek bir ülke. Orada proletaryanın kristalizasyonu, ayrışması süreci gerçekleşiyor; bu süreç orada son derece kendine özgü, bizden daha sancılı bir seyir izliyor. Finlandiyalılar Almanya’nın diktatörlüğünü tattılar, şimdi Antant’ın diktatörlüğünden geçiyorlar ve bizim ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımamız gerçeği sayesinde orada ayrışma süreci kolaylaştı. Orada cellat rolü oynayan Finlandiya burjuvazisinin temsilcisi Svinhufvud’a (Rusça’da “domuzbaş” demektir) Smolny’de belgeyi nasıl teslim ettiğimi çok iyi anımsıyorum. Svinhufvud elimi nazikçe sıkmış, birbirimize karşılıklı iltifatlar yapmıştık. Ne kadar nahoştu! Fakat bunu yapmak zorundaydık, çünkü bu burjuvazi o zaman halkı, emekçi kitleleri Moskofların, şövenistlerin, Büyük Rusların Finlandiyalıları boğmak istediğini anlatarak aldatıyordu. Yani bunu yapmak zorundaydık.” (“Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine”, Lenin, s. 539, İnter Yayınları, Aralık 1998, İstanbul) Birinci Dünya Savaşı sırasında Finlandiya, Çarlık Rusya’sının bir parçası olarak savaştan etkilenmişti. Çarlık Rusya’sı ve Alman emperyalizmi Finlandiya’ya özel önem veriyorlardı. Bu yüzden Finlandiya toprakları meydan muharebelerine maruz kalmıştı. Lenin, Finlandiya’nın “Almanya’nın diktatörlüğünü tattılar” demesi bu yüzdendir. 1918 baharında Finlandiya’da, işçi nüfusunu temsil eden Kızıllar ile burjuva ve toprak sahiplerini temsil eden Beyazlar arasında iç savaş çıktı. Mayıs 1918’de, Beyaz terör hakimiyetini perçinledi. Fin burjuvazisinin temsilcisi Svinhufvud, Kızıl Muhafızların cellatlığı rolüne soyundu. Lenin’in Svinhufvud’u cellat olarak nitelendirmesi bu yüzden- 3 Ocak 1918’de, Lenin tarafından “Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi“ Tüm-Rusya Merkezi Yönetim Komitesi’ne sunuldu, bu komitede taslak metin bazı değişikliklerle oybirliği ile kabul edildi. (“Seçme Eserler, cilt VI, Lenin, s. 468-470, İnter Yayınları, İstanbul) Bildirge, 4 Ocak’ta Pravda’da yayınlandı. 5 Ocak 1918’de, Bildirge, Bolşevik fraksiyon tarafından Sovyet iktidarı adına tartışılması için Kurucu Meclis’e sunuldu. Karşıdevrimci Kurucu Meclis, Bildirgeyi tartışmayı reddetti, bunun üzerine Bolşevik fraksiyon Kurucu Meclis’i terk etti. 12 Ocak 1918’de, III. Bütün Rusya Sovyet Kongresi toplantısında bildirge kabul edildi. Bu bildirge; “Rusya Sovyetler Cumhuriyeti, özgür ulusların özgür birliği temelinde Ulusal Sovyet Cumhuriyetlerinin Federasyonu olarak kurulur” tespitine yer verdi. Bolşevik Parti, Sovyet devletinin nasıl olması gerektiği üzerine dönem dönem tartışmıştı. Bildirgede; federatif devlet yapısında karar kılmıştı. Sovyet federal devlet anlayışı, burjuvazinin federatif devlet anlayışından tamamen farklıydı. Sovyet federasyonu, ulusların gönüllü birliği üzerinden yükseliyordu. Nisan 1918’de, Bütün Rusya Merkezi Yürütme Ko- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Kuruluşu mitesi tarafından Stalin’in önderliğinde oluşturulan Anayasa Komisyonu bir taslak hazırladı. Bu taslak, Bolşevik Parti Merkez Komitesi’nin Lenin önderliğindeki özel bir komisyonunda incelenip onaylandı. 4 Temmuz 1918’de, V. Bütün Rusya Sovyet Kongresi toplandı. Bu Kongre’de, Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’nin (RSFSC) Anayasası kabul edildi. Anayasa, proletarya diktatörlüğünün yasama yetkisine sahip olduğunu belirtiyordu. Merkezi ve yerel iktidar, Sovyet devletinin siyasi temelini oluşturan işçi, asker ve köylü temsilcilerinin Sovyetlerine veriliyordu. Anayasa, Sovyet devletinin ekonomik temelinin ilkelerini yasal olarak teyit ediyordu. Anayasa, özgür ulusların özgür ittifakı temelinde kurulmuş olan Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti’ni devlet inşası için temel ilke olarak kabul ediyordu. Anayasa demokratik merkeziyetçilik temelinde inşa edilmiş devlet egemenliğinin yerel ve merkezi organlarının oluşum ve faaliyet sistemini tespit etti. 1918 Anayasa’sı, emekçiler için en geniş demokratik hakları ve özgürlükleri güvence altına alıyordu. Seçme ve bütün devlet organlarına seçilme hakkı vardı. 1918 Anayasa’sında yer alan seçim hakkının bir özelliği vardı. Anayasa, seçim hakkını, bütün sömürücülere, ruhban takımına, eski polis ve jandarmalara veya eski düzeni savunduğu bilinen kişilere vermiyordu. Bu sınırlandırmalar, Sovyet ülkesinin anda içerisinde bulunduğu koşullardan kaynaklanıyordu. Proletarya devletine karşı savaşanlar, emperyalizmle iş birliği içerisinde bulunanlara seçilme hakkı tanınmıyordu. Bu unsurlara seçim hakkı tanımamak, Sovyet devletinin onlara karşı yürüttüğü mücadelenin bir biçimiydi. Bu anayasada yer alan seçim hakkının başka bir özelliği daha vardı. Bu özellik de tarihi koşullardan kaynaklanıyordu. İşçilerin sayısal olarak az, köylülerin çok olmasından dolayı işçi ve köylü temsilcileri, Sovyet seçimlerinde eşit normlara göre seçilmiyorlardı. Sovyet iktidarı, Sovyetlerdeki işçilerin payını artırmayı ve devlet yönetiminde işçi sınıfının rolünü garantilemeyi amaçlıyordu. Böylelikle; eşit olmayan seçimlerle Sovyet devleti, devlet yönetiminde işçi sınıfının önder rolünü pekiştirmeyi amaçlıyordu. Ama bu tedbirin geçici bir tedbir olduğu da sürekli vurgulanıyordu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin oluşturulması için 1922’nin ikinci yarısında canlı bir siyasi kampanya yürütüldü. Lenin ve Stalin’in inisiyatifi üzerine 1922 yılı sonunda Sovyet halklarının gönül- ✒ dir. Sovyet hükümeti, sadece Finlandiya’nın bağımsızlığını değil, 4 Aralık 1917’de Ukrayna Halk Cumhuriyeti’nin de bağımsızlığını tanıdı. Lenin, “Biz kesinlikle Ukrayna halkının tam ve sınırsız özgürlüğünden yanayız. Kapitalist zalimlerin Rusya’sının diğer halklara karşı cellat rolünü oynadığı eski, kanlı ve kirli geçmişten kopmalıyız. Bu geçmişi ortadan kaldıracağız. Bu geçmişten taş üstünde taş bırakmayacağız“ tespitlerini yapıyordu. (Age. s. 527) Halk Komiserleri Konseyi, ayrılmak istediğini referandumla belirleyen Finlandiya somutunda, ayrı bir devlet kurmak isteyen Ukrayna somutunda bu kararları tanımakta tereddüt etmiyordu. Halk Komiserleri Konseyi, proletarya diktatörlüğü altında ulusal barış ve ulusal özgürlüğün güvence altına alınabileceğini gösteriyordu. Zoraki birliğin parçalanması sonucu, Rusya’da özgür birliktelik devrimin gelişme süreci içerisinde daha alt biçimlerden üst biçimlere doğru gelişme gösteriyordu. Tüm bu gelişmeler Ekim Devrimi’nin sonuçları idi. 39 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası lü devletsel birliği sağlandı. Aralık 1922’de, Birinci Tüm-Birlik Sovyet Kongresi toplandı. 30 Aralık’ta, Lenin ve Stalin’in önerisi üzerine, Sovyet halklarının gönüllü bir devlet birliği, yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) kuruldu. SSCB’ de dış ticaret, ordu ve donanma, dışişleri, ulaştırma işleri, posta ve haberleşme işleri komiserliklerinin, yalnızca Merkezi Birleşik Devletin Halk Komiserleri Konseyi düzeyinde kurulması öngörülüyordu. Buna karşı, maliye, ekonomi, beslenme, çalışma, kontrol komiserlikleri birlik anlaşmasını imzalayan devletlere bırakıldı. Her milliyetin birlikten özgürce ayrılma hakkı vardı. Kurulan birleşik devlet, yeni katılmalara açıktı. 1924 Anayasası Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulmasından sonra, Stalin önderliğinde SSCB’nin ilk Anayasa’sının hazırlık çalışması başladı. Bu çalışmanın sonuçları Merkezi Yürütme Komitesi’nin 6.7.1923 tarihli oturumunda aldığı kararla yürürlüğe konuldu. 31 Ocak 1924’te, İkinci Bütün Birlik Kongresi, Anayasa’yı onayladı.1924 Anayasa’sı, eşit haklara sahip birlik cumhuriyetlerinde emekçi yığınların aktif katılımıyla hazırlandı. Bu Anayasa eşit haklara sahip cumhuriyetlerin özgür birlikleri üzerinde kurulmuş bir yapının hukuki ifadesi idi. Anayasaya göre Sovyetler Birliği’nin en yüksek devlet iktidar organı SSCB Sovyet Kongresi idi. Sovyet Kongresi kendi içinden iki kongre arasında ülkeyi yönetmekle görevlendirdiği SSCB Merkez Yürütme Komitesi ve onun başkanlığını seçiyordu. Benzer bir yapı tek tek cumhuriyetlerde işliyordu. Olağan Sovyet Kongreleri 1927’ye kadar yılda bir, 1927 sonrasında iki yılda bir toplanıyordu. Merkez Yürütme Komitesi eşit sayıda temsilciye ve eşit haklara sahip iki bölümden oluşuyordu. Birlik Sovyeti ve Milliyetler Sovyeti. Birlik Sovyeti SSCB Sovyet Kongresi’nde seçiliyor, Milliyetler Sovyeti ise cumhuriyetler ve ulusal bölgeler tarafından seçilip, gönderiliyor ve SSCB Sovyet Kongresi tarafından onaylanıyordu. 1936 Anayasası 40 Şubat 1935’te, SSCB’nin VII. Sovyet Kongresi 1924 Anayasa’sının değiştirilmesi kararını aldı. Yeni Anayasa’nın hazırlanması için Stalin önderliğinde bir Anayasa Komisyonu kuruldu. Anayasa Komisyo- nu, Mayıs 1936’da Anayasa taslağını hazırladı ve 11 Haziran 1936’da genel tartışmaya sundu. Bu Anayasa taslağı üzerine tartışmaya 51,5 milyon insan katıldı. Tartışma boyunca, ülkenin her köşesinde sayısı 1,5 milyona varan yeni öneriler, düzeltmeler vs. getirildi. 25 Kasım 1936’da SSCB’nin Olağanüstü VII. Sovyet Kongresi toplandı. Stalin, bu kongrede yeni Anayasa taslağı üzerine bir rapor sundu. Kongre, taslak üzerine tam 10 gün tartıştı ve 5 Aralık 1936’da SSCB’nin yeni Anayasa’sını karara bağladı. 1936 Anayasasına göre; SSCB Yüksek Sovyeti iki kamaradan oluşuyordu. Birlik Sovyeti ve Milliyetler Sovyeti. Birlik Sovyeti SSCB vatandaşları tarafından seçim bölgelerine göre seçiliyordu. Norm 300 bin kişiye bir temsilci idi. Milliyetler Sovyeti Birlik Cumhuriyetleri, özerk cumhuriyetler, özerk bölgeler ve milli bölgeler temelinde SSCB vatandaşları tarafından seçiliyordu. Birlik Cumhuriyetleri, Özerk Cumhuriyetler ve milli bölgelerin nüfusları birbirinden farklıydı. SSCB Yüksek Sovyetine her birlik cumhuriyeti 25, özerk cumhuriyetler 11, özerk bölgeler 5, milli bölgeler 1 temsilci gönderme hakkına sahipti. Milliyetler Sovyeti genel eşit oy hakkı temelinde seçilen Birlik Sovyeti ile eşit haklara sahipti. Geçmişin ezilen ulusları, bütün ülkenin kaderini belirlemede eşit haklarla, hatta nüfusu büyük uluslara göre, küçük nüfusa sahip uluslara daha fazla hak tanıyan bir temelde yer almaktadır. Böyle bir siyaset milliyetleri birbirine yakınlaştırmada önemli bir rol oynuyordu. Ekim Devrimi’nin Sonuçları Ekim Devrimi, Çarlık Rusya’sında yaşayan onlarca ulusun ve etnik topluluğun yaşamını ve kaderini değiştirdi. Ekim Devrimi, ulusal sorunun gerçek çözümünün, ezilen ulusların kurtuluşunun sosyalizmde olduğunu pratikte de gösterdi. Ekim Devrimi, bir dizi ezilen ulusu içinde barındıran Rusya’da ezilen ulusların kurtuluşu için burjuva milliyetçiliğin yerine proleter enternasyonalizmini, burjuva önderliğin yerine proletaryanın önderliğini geçirerek bu alanda da çığır açtı. Ekim Devrimi, halklara ırkçılığı ve şövenizmi değil, proleter enternasyonalizmini getirdi. Ekim Devrimi, emperyalizmin ırkçı, şoven barbarlığının tek gerçek alternatifinin sosyalizm olduğunu pratikte gösterdi. Ekim Devrimi, ulusal özgürlük mücadelesinin ancak sosyalizm için mücadeleye tabii kılındığında gerçek kurtuluşa götüreceğini gösterdi. Sovyetler Birliği’nde, sosyalizm döneminde izlenen kavganın doğrusu / doğrunun kavgası sayısı yüzde 2 idi. Türkmenistan’da okuma-yazma oranı1950’de %99’a çıktı. Ermenistan’da okumayazma oranı %30’dan %100’e çıkarıldı. Tacikistan’da okuma-yazma oranı %0,5’ten %100’e vardırıldı. Sovyetler Birliği büyük oranda sanayi ülkesine dönüştürüldü. Sovyetler Birliği’ndeki tüm kazanımlar, Ekim Devrimi’nin sonuçlarıdır. Ekim Devrimi’nin zaferi ile birlikte, Rusya’da ulusların ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı tanındı. Çarlık politikası tarafından beslenen ulusal baskı ve düşmanlıklar maddi zeminini yitirdi. Ekim Devrimi, Finlilerin bağımsızlık iradesini destekledi. Azerbaycan ve Ermenistan’da Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan halklar bölgesel özerklik temelinde örgütlendi. Özerk bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal koşullar göz önüne alınarak bu bölgelerde yaşayan nüfusun kendisi tarafından belirlendi. Bolşevik Parti, ulusal azınlıklar sorununda da tam hak eşitliğini kabul ettiğini ilan etti. Ekim Devrimi, Rus olmayan ulus ve azınlıkların ekonomilerinin geliştirilmesi için bilinçli, planlı bir siyaset izledi. Rus olmayan halkların kendi dilleri ve kültürleri ile donanmış yerli kadroların yetiştirilmesi, ana dilde basın, tiyatro, okul gibi eğitim kurumlarının kurulması için olanaklar yaratıldı. 1930’lu yıllarda başlatılan kolektifleştirme hareketi Sovyet ulusları arasındaki dayanışma ve kardeşliği pekiştirdi. Ekim Devrimi’nin ulusal sorundaki kimi kazanımları şöyledir: Ekim Devrimi, hiçbir ulusa imtiyaz ve ayrıcalıklar tanımamıştır. Ekim Devrimi, tüm uluslara ve ulusal azınlıklara tam hak eşitliği sağlamıştır. Ekim Devrimi, her ulus ve azınlıkların kendi dillerinde konuşma, eğitim yapma, bütün ilişkilerde dillerini kullanma hakkını tanımıştır. Ekim Devrimi, zorunlu devlet dilini reddetmiştir. Ekim Devrimi, hiçbir dilin başka diller üzerinde imtiyaz kurmasına izin vermemiş ve diller arasında tam bir eşitlik sağlanmıştır. Ekim Devrimi, ulusal baskıya son vermiş, bütün milliyetlerin kendi “ulusal” kültürlerini geliştirmelerinin imkanlarını yaratmıştır. Ekim Devrimi, zoraki birliği ortadan kaldırmış, ayrılmak isteyen uluslara imkân tanımış ve gönüllü birliği esas almıştır. Ekim Devrimi’nin kazanımları, bugün hiçbir emperyalist ve gerici ülkelerde gerçekleşmesi mümkün olmayan kazanımlardır. Emperyalist barbarlığın sürdüğü günümüz dünyasında, Yeni Ekimlere ihtiyaç vardır. Görev Yeni Ekimler için mücadeledir. 15.04.2017 ✒ doğru bir milliyetler politikası temelinde halkların barış içinde bir arada yaşamalarının temelleri yaratıldı. Ekim Devrimi ulus ve milliyetlerin kurtuluşu yönünde muazzam adımlar attı. Sovyetler Birliği eşit haklara sahip ulus ve milliyetlerin eşit haklara sahip cumhuriyetler ve özerk bölgelerde gönüllü birliktelikleri temelinde kurulan ilk çok uluslu birlik devleti oldu. Finlandiya, bir halk oylamasında ayrı devlet olarak yaşamaya karar verdiğinde, Bolşevik devlet bu karara itirazsız saygı gösterdi. Günlük hayatta her milliyet kendi dilini, kültürünü serbestçe yaşıyor ve geliştiriyordu. “Sovyetler Birliği’nde ulusal sorunda kat edilen muazzam başarılar vardır. Marksist-Leninist teori önderliğinde proletarya diktatörlüğü devleti dene­yi koşullarında kat edilen mesafe ulusal sorunun çözümünde tarihin en ileri adımıdır. Birkaç on yıllık Sovyet deneyi ulusların hayatının tamamen olumlu yönde değiştiğini gösterdi. Sovyetler Birliği’nde Ekim Devrimi sonrasında, devrim öncesi varlığı bile bilinmeyen birçok ulus milliyet ortaya çıktı. Bunun ortaya çıkmasının esas temeliyse ulusal baskının, siyasal eşitsizliğin devrim sonrasında kaldırılmış olması, ulus ve milliyetlerin eşitliği, kardeşlik ilkesine uygun siyasetin pratiğe geçirilmiş olmasıdır. Anna Louise Strong “Stalin Dönemi” adlı kitabında ulusal so­run bağlamında şunları belirtiyor: “Daha geri uluslar arasında, çok daha büyük değişik­likler oldu. Sovyetler Birliği her türlü gelişme aşamasın­da yüz elli ulustan oluşuyor. Ren geyiği yetiştiren Eskimolardan, koyun yetiştiren göçebe Kırgızlara, Ermeniler ve Gürcüler gibi eski uygarlıklara sahip halklara kadar. Sovyet politikası, ekonomi sosyalizme doğru ilerle­diği sürece, bütün ulusal kültürleri gelişmeye bırakmış­tı. Ne var ki, elli sekiz ulusun, kitap bir yana, alfabesi bi­le yoktu. Bilim adamları bunlar için yazılı diller geliştirdi­ler ve Sovyetler Birliği’nde, birinci Beş Yıllık Planın so­nunda, yayınlanan kitap sayısı, Almanya, Fransa ve İn­giltere’de yayımlananların toplamından daha fazla ola­na dek Moskova’da tam yüz elli dilde kitap basıldı.” (“Stalin Dönemi”, Anna Louise Strong, s. 72, Onur yayınları, Mart 1988, Ankara) 150 dilde basılan kitapların önemli bir bölümü de Ekim Devrimi öncesinde alfabesi bile olmayan ve okuma-yazma oranı sıfır düzeyinde olan ulus ve milliyetlerin dillerinde yayınlandı. Kültürel alanda ilerlemenin temeli de okuma-yazma oranının yükseltilmesi idi. Rusya’da, 1897’de yapılan genel nüfus sayımında Türkmenlerin yüzde 96’sı eğitimsizdi. Şehirlerde yaşayan zenginler arasında eğitim görenlerin 41 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 42 KIZIL EKİM AYAKLANMASI Aradan yüzyıl geçti. Yüzyıl önce Petrograd’da bir fırtına koptu. Paris Komünü’nden sonra ilk defa proletarya iktidara el koyuyordu. Bugün imkânsız/ütopya olduğu söylenen bir gerçeklik yüzyıl önce ortaya çıkıyordu. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) 1898’de kuruldu. Ekim 1917’ye gelene kadar, Bolşeviklerin iki devrim tecrübesi vardı. 1905 Devrimi yenilgiye uğradı. 1917 Şubat Devriminde Çarlık yıkıldı. Çarlık yıkılmıştı ama iktidar işçilerin/köylülerin eline geçmedi. İkili bir iktidar ortaya çıktı. “Geçici hükümet”in yanı sıra İşçi Köylü Sovyetleri iktidarı da vardı. İşçi Köylü Sovyetlerinde Bolşevikler azınlıktaydı. Çoğunluk Menşevik ve Sosyal Devrimciler de idi. Bolşevikler sekiz aylık süre içerisinde işçi sınıfının çoğunluğunu kazandı. RSDİP (B), kuruluşundan 19 yıl sonra uygun anın geldiğini görerek ayaklanma kararı aldı. Petrograd’da ortaya çıkan kıvılcım giderek tüm Rusya’yı tutuşturdu. Dünyanın altıda biri emperyalist sömürü imparatorluğundan kurtarıldı. Rusya’da, başarıya ulaşan devrimin etkileri dalga dalga tüm dünyaya yayıldı. 24/25 Ekim (6/7 Kasım) 1917’de, neler olduğunu anımsamak, anımsatmak istiyoruz. 24 Ekim (6 Kasım) 1917 sabahı, Bolşevik Parti Merkez Organı Pravda’nın basıldığı tesisler basıldı. Askeri Eğitim Okulu öğrencileri eşliğinde yapılan baskında, gazete tesislerinin kapatılması tebliğ edildi. Gazetenin gece editörü, sadece Askeri Devrim Komitesi tarafından imzalanmış bir emri kabul edeceğini belirterek getirilen emri reddetti. Askeri okul öğrencileri bekçi olarak fabrikanın kapısına yerleştirildi. Pravda’nın kapatılmak istendiği ve Askeri Eğitim Okulu öğrencileri tarafından işgal edildiği haberi kısa sürede Petrograd’a yayıldı. İşçiler, gazetenin basımının durdurulmasına şiddetle karşı çıktılar. Kızgın kalabalıklar akın akın Pravda tesislerine gitmeye başladı. İşçiler, Askeri Eğitim Okulu öğrencilerinin etrafını kuşattı. Kızıl Muhafız üyeleri kalabalığın içine karıştı. Kızıl Muhafız üyelerinden biri partinin Rozdestvenski Bölge Komitesi’ne telefon ederek, askeri öğrencilerin fabrikayı harabe haline getirdiği haberini verdi. Meşçeryakov bölge parti örgütçüsü, derhal bölge komite üyelerini bilgilendirdi. Gazetenin editörü Stalin’e telefon ederek olup biteni anlattı. Karşıdevrim cephesi Pravda tesislerini basmakla ayaklanmanın işaret fişeğini ateşlemişti. Ayaklanmadan geri dönüş artık mümkün değildi. Smolny’de Askeri Devrim Komitesi toplantı halinde idi. Smolny, önceden soylu kadınların eğitimi için bir enstitü konumunda idi. 150 yıl boyunca Tanrı’ya itaat ve monarşiye bağlılık eğitimi veren bir okul olarak hizmet vermişti Smolny. Gün gelmiş devran dönmüştü. Smolny, Proleter Devrimin Genelkurmay karargâhı haline gelmişti. Smolny tamamen Bolşeviklerin elindeydi. Pravda baskı tesislerinin işgal haberi herkesi ayaklandırdı. Pravda gazetesi, baskılar nedeni ile ismini sık sık değiştirmek zorunda kaldı. Ekim ayaklanması sırasında Pravda’nın ismi Raboçi Put (İşçi Yolu)’tu. Askeri öğrenciler Raboçi Put baskı merkezini mühürleyip sekiz bin adet sabah baskısına el koydular. ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Merkez Komitesi acilen Smolny’de toplandı. Neler olup bittiği hakkında bilgi aldı. Tartışmalar, konuşmalar uzun tutulmadı. Toplanın uzun tutulması ve akıp giden tartışmalarla zamanın uzatılmasının sırası değildi. Neler yapılması gerektiği konusunda somut kararlar alındı. Ayaklanmanın başladığı ve doğru bir önderliğin yapılması gerektiği konusunda Merkez Komitesi üyeleri hem fikirdi. Tüpten çıkmış macunun tekrar tüpe sokulması mümkün değildi. Ayaklanmanın merkezi Smolny idi. Merkez Komitesi üyeleri Smolny’de kalmaya karar verdi. Raboçi Put baskı merkezine muhafızların gönderilmesi ve gazetenin gelecek sayısının çıkması için gerekli tedbirler alındı. Her Merkez Komitesi üyesinin neler yapacağı, hangi görevleri üstleneceği kararları alındı. İkinci Sovyet Kongresi toplantısını sabote eden Rusya Merkez İdari Komite Bürosu ile ilişkilerin koparılması ve birleşik hareket için “Sol” Sosyalist Devrimciler ile anlaşma yapma kararı alındı. Sverdlov, Bolşevik Partisi Merkez Komitesi kararlarını Askeri Devrim Komitesi’ne hemen iletti. Askeri Devrim Komitesi, Raboçi Put baskı merkezinin açılması, matbaa personelinin gazetenin basımına devam etmesini ve baskı merkezinin karşıdevrimcilerden korunması için Litvanya Alayı Altıncı Yedek İstihdam Taburuna görev verdi. 6 Kasım’da saat 11’de Askeri Devrim Komitesi’nin emirleri uygulandı. Raboçi Put gazetesinin basımı yeniden başladı. Askeri komiserler ve askeri komitelere emirler verildi. Petrograd Sovyeti’nin tehlike içinde olduğu ve tüm birliklerin hazır tutulması emredildi. Litvanya birliğinin askerleri ve istihkâm askerleri Smolny’ye çağrıldı. Peter ve Paul kalesi komiserine Garnizon Komitesi’ne harekete geçmek için hazırlanılması ve kapılara en güvenilir muhafızların yerleştirilmesi emri verildi. Askeri birimler ve Askeri Devrim Komitesi tarafından verilen geçiş izinleri dışında hiç kimsenin Peter/Paul Kalesi’ne giriş çıkış yapılmaması talimatı verildi. Kızıl Muhafız Genelkurmayına acilen Smolny’ye 1500-2000 işçi sevk etmeleri, tüm taşıma olanaklarının seferber edilmesi, bölgedeki tüm kilit noktalarının ele geçirilmesi, fabrikaların korunmasını organize etmek ve hükümet bürolarının işgal edilmesi için güç toplanması emredildi. Ayaklanmaya başkentin proleter bölgesi hazırdı. İşyeri ve fabrikalara ayaklanmanın başladığı haberleri ulaştığında faaliyetler hızlandı. Putilov Çalışma Komitesi, Smolny’ye Kızıl Muhafızlar gönderdi. Devrimin ana karargâhının korunması gerekiyordu. Schlüsselburg fabrikası 200 kişilik bir birlik oluşturdu. Viborg bölgesindeki Kızıl Muhafız subayları, ayaklanmanın başladığı haberini bölgedeki tüm işyerlerine iletti. Çalışma komitelerine tüm motorlu araçların toplanması emri verildi. Rus Renault fabrikasındaki Kızıl Muhafızlar Preobrazenski Alayı’na onları taraf değiştirmeye ikna etmek için gitti. Ortada kalan ve kesin tavır belirlemeyen askeri gruplar da vardı. Bolşeviklerin görevi tarafsız/kararsız kalanları ikna etmekti. Preobrazenski Alayı’nın askerleri ayaklanmaya katılmaya hazır olduklarını ifade ettiler. Nevskaya Zastava bölgesindeki Kızıl Muhafızlar şehrin tüm girişlerini tuttu. Smolenskoye köyünden Nikolayevski tren istasyonuna kadar tüm yollara askeri devriyeler yerleştirildi. Daha küçük fabrikalardan gelen küçük birlikler Petrograd bölge binasının önüne yığıldı. Kızıl Muhafızlar ve askerlerle dolu kamyonlar Smolny’ye varıyordu. Askeri devriyeler görevlerini bir an önce almak için farklı yönlere yöneldi. İki grup Litvanyalı Smolny’e geldi. Bunların bir 43 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 44 grubu binanın önüne, bir kısmı binanın içerisine yerleştirildi. Kızıl Muhafız birimleri tüm çıkışları tuttu. Smolny’nin çatısına makineli tüfekler yerleştirildi. Petrograd Sovyeti’ni korumak için Altıncı İstihkâm Taburundan bir müfreze geldi. Askeri Devrim Komitesi, en yakındaki ordu birliklerine temsilcilerini göndererek yedek tüfek ve cephane istedi. Aynı emir sadece tüfekli birliklere değil, aynı zamanda teknik tabur kumandanlıklarına da gönderildi. Parti Merkez Komite üyeleri, Stalin, Sverdlov ve Cerzinski, Askeri Devrim Komitesi’nde ayaklanmanın hazırlıklarını yönetiyordu. Telefon santralı ve telgraf büroları işgal edildi. Askeri Devrim Komitesi, merkez ve bölgelerle iletişimi sürdürebilmek için birimlere Neva köprüsünün korunması emrini verdi. Silahlı ayaklanma plânları Lenin’in direktifleri doğrultusunda yürütülüyordu. Lenin, Eylül ve Ekim aylarında Bolşevik Parti Petrograd Komitesi ve Merkez Komitesi’ne gönderdiği mektuplarda ayaklanmanın ana ilkelerini belirlemişti. Bu ilkeler, Petrograd’ın yollarını kesmek, donanma, işçi ve süvari birliklerinin ortaklaşa taarruzu ile şehri ele geçirmekti. Lenin’in plânı, telefon santralı, telgraf bürosu, tren istasyonu, köprüler ve hükümet ofisleri gibi başkentin kilit noktalarının işgal edilmesini içeriyordu. Plânın ana noktalarından biri Kışlık Sarayı kuşatmak ve Geçici Hükümet üyelerini tutuklamaktı. Birçok fabrikada, 24 Ekim (6 Kasım) öğleye doğru işçilerin Geçici Hükümete karşı baş kaldırmaya hazır olduklarını açıklayan mitingler yapıldı. Putilov fabrikasında ikinci vardiya işçileri, ayaklanmadan yana tavrını açıkladı. Petrograd bölgesi Askeri Tıbbi Malzeme Tedarik fabrikasında çalışan işçiler derhal devrimi savunmak için çalışmaya ve Kızıl Muhafızlara katılmaya karar verdi. İki gün içinde bu fabrikada çalışan yaklaşık 500 işçi Kızıl Muhafızlara katıldı. Petrograd, Bolşevik Bölge Komitesi üyelerini bölgedeki çeşitli savaş birimlerine yerleştirdi. Narva Bölgesi Metal İşçileri Birliği tüm işçilerini Smolny’ de çalışmak üzere gönderdi. Devrimci kuvvetler her geçen dakika büyüyordu. Yüzlerce işçi fabrikalarda, fabrika komitelerinin ofislerinde ve Kızıl Muhafız karargâhlarında toplandı. İşçi sınıfının yaşadığı bölgeyle şehrin merkezini birleştiren on köprüden dokuzu Bolşeviklerin elinde idi. Kızıl Muhafız devriyeleri tüm şehirde görevlendirilmişti ve bunlar giderek Kışlık Saray’ın çevresinde kurulan birinci hatta yaklaştılar. Varşova/Baltık demiryolu boyunca Petrograd’ı ve aynı zamanda Peterhov yolunu korumak için Moskovskaya Zastava ve Narvskaya Zastava bölgelerinden ve İsmailovski ve Petrograd birliklerinden karma Kızıl Muhafız birlikleri oluşturuldu. Volinia Alayı birimlerine, Birinci Litvanya Takviye Alayı ve Altıncı İstihkam Taburuna Smolny’ye en yakın geçişleri işgal etmeleri emredildi. Böylece Kışlık Saray’ı kuşatan ikinci halka da kurulmuş oldu. Savaş gemileri ve Baltık donanmasının mürettebatı Petrograd Kızıl Muhafızlarına ve devrimci askeri birimlere yardım için çağrıldı. Aynı gün Petrograd’a gelen Kronstadt İdari Komitesi’nin iki temsilcisi, Kronstadt ile iletişimi sürdürmek için görevlendirildi. Baltık Dananınası’nın gemilerine Neva’ya doğru yola çıkmaları ve Petrograd’a giden ana yollara ağır silahlarını dizmeleri talimatı verildi. Baltık Donanması, Oranyenbaum, Peterhov ve Strelna askeri öğrenci gruplarını temizlemeleri ve Baltık demiryolunu ele geçirmesi gerekiyordu. Petrograd’a karaya çıkmak üzere beş bin Kronstadt’lı denizcinin gelmesi planlanıyordu. Birçok gemi Neva Nehrine yanaştı ve silahlarını Kışlık Saraya doğrulttu. Ayaklanmanın hazırlıkları Lenin tarafından yönetiliyordu. Bu sıralarda Lenin Viborg semtinde, Margarita Vassilyevna Fofanova’nın evinde saklanıyordu. Lenin, tüm hazırlıklardan haberdardı. Böyle bir durumda kendisinin gelişmelere uzak kalmak zorunda kavganın doğrusu / doğrunun kavgası burlarının bulunduğu Kameno-Ostrovski bölgesi ve Bolşaya Dvoryanskaya caddesindeki Troyski köprüsü ve Şesinska Konağı’nı gören bir şekilde kalenin duvarlarına kuruldu. Askeri devriyeler tüm yönlere dağıtıldı. Muhafızlar takviye edildi. Bir müfreze Halk Sarayı’nın kubbesine yerleştirildi. Kale komutanı ve yardımcısı tutuklandı. Kronverk cephane deposu ambarları Kızıl Muhafızların kullanımına verildi. Kaledeki yüz bin silahlık cephanelik işçi birliklerini silahlandırmada ana merkez oldu. Fabrikalardan gelen işçilere silahlar dağıtıldı. Silahlarını alan birlikler ayaklanma planına uygun olarak askerî harekâtı yürütmeye gittiler. Petrograd, Bolşevik Bölge Komitesi üyelerini bölgedeki çeşitli savaş birimlerine yerleştirdi. Narva Bölgesi Metal İşçileri Birliği, tüm işçilerini Smolny’ de çalışmak üzere gönderdi. Lenin saklandığı evden nadiren ayrılma durumunda kalıyordu. Lenin her sabah bir yığın gazete okumakta, Pravda için makale/yorumlar ve Merkez Komite için mesajlar kaleme alıyordu. 24 Ekim sabahı Lenin her zaman olduğu gibi gazeteleri dikkatle inceledi. Tüm gelişmeler devrimin yaklaştığının habercisi idi. Lenin, Merkez Komitesi’ne şu mektubu yazdı: “Yoldaşlar, Bu satırları size 24 Ekim akşamı yazıyorum. Durum son derece kritik, açık görülüyor ki ayaklanmadaki bir gecikme ölümcül olabilir. Tüm ikna gücümle ben yoldaşlarıma her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğunu, kongre ve konferanslarla, hatta Sovyet Konferansıyla bile bu problemlerin çözülemeyeceğini, çözümün insanların, yığınların ve silahlı birliklerin çabasın bağlı olduğunu göstermek istiyorum. Kornilovcuların burjuva saldırısı ve Verkovski’nin azledilmesi bize beklemememiz gerektiğini göstermektedir. Ne pahasına olursa olsun hemen bu akşam, bu gece hükümeti tutuklamalı ve öncelikle askeri öğrencileri silahsızlandırmalıyız. Beklememeliyiz! Her şeyi kaybedebiliriz! İktidarın hemen ele geçirilmesinin faydası, halkı insanları (kongreyi değil ilk etapta halkı, orduyu ve köylüleri) Verkovski’yi görevinden uzaklaştıran ve ikinci bir Kornilov komplosu hazırlığında olan Konilovcu hükümete karşı koruyacak olmamızdır. İktidarı kim almalı? Bunun şu an bir önemi yok. Bırakalım iktidarı insanların, Askeri Devrim Komitesi alsın veya iktidarı halkın çıkarlarını, askerlerin çıkarlarını (acil bir barış önerisi), köylülerin çıkarlarını (toprağa derhal el ✒ kalması ona acı veriyordu. Güvenlik nedeniyle daire sadece Lenin’i eşi Nadezda Konstantinovna Krupskaya ve kız kardeşi Maria İlyiniçna tarafından ziyaret ediliyordu. Lenin ve Stalin arasındaki toplantılar ve Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’yle yapılan konferanslar farklı mekânlarda düzenleniyordu. Merkez Komitesi’nin talimatlarıyla partinin Viborg Bölge Komitesi’nde görevli sivil kıyafetli Kızıl Muhafızlar Lenin’in yaşadığı evi gözetliyorlardı. Harekât plânı ile ilgili detaylı bilgiler Lenin’e gönderiliyordu. 24 Ekim (6 Kasım) öğleden sonra Askeri Devrim Komitesi Aurora kruvazörünün radyo istasyonu aracılığıyla şu emirleri yayınladı: “1. Petrograd’a geçişleri koruyan birlikler tamamen harekete hazır olmalı. 2. Tren istasyonundaki muhafızlar takviye edilmeli. 3. Harekata karşı tutumu belirsiz olan tek bir askeri birim bile Petrograd’a alınmamalı. Eğer ikna edilemezlerse Kornilov’un taburu engellenmelidir. Sert bir şekilde hareket edin ama dikkatli olun, gerektiği yerde güç kullanın. Tüm tabur hareketlerini Petrograd’daki Smolny Enstitüsü’nün Askeri Devrim Komitesi’ne hemen bildirin ve anlaşma amacıyla yerel Rus ve askeri komitelerden oraya temsilciler gönderin. Ruslar daimî toplantılarda bulunmalılar.” (“1917 Sovyet Devrimi cilt 2”, Evrensel Basım Yayın, s. 189) Bu, radyonun Ekim ayaklanmasında emekçiler tarafından ilk kullanımı idi. Radyo, Askeri Devrim Komitesi’nin ülkenin her tarafıyla bağlantı kurmasını ve Geçici Hükümet’in askeri taburları Petrograd önlerine gönderme çalışmalarına karşı askerlerin ve demiryolu çalışanlarının direnmesinde büyük çapta birlik sağlanmasına yardımcı oldu. Viborg’da Beşinci Kuban Kazak Birliği’nin yolu kesildi. Reval’de Üçüncü Süvari Tümeni’nin güvenilmez askerleri tesirsiz hale getirildi. Tsarskoye Selo’da şok taburu neferleri durduruldu. Peterhov’da Birinci Peterhov Askeri Okulu öğrencileri tutuklandı. Saat 4’te Kışlık Sarayda muhafız görevindeki devriye birimindeki erler görevlerini bıraktı.. Aynı gün içinde Peter/Paul kalesindeki kuvvetler ayaklanmacıların tarafına geçti. Saat 5’te kaledeki kararsız son birlik olan motorlu birlikler tüm iktidarı Sovyetler lehinde üstlendiklerini beyan etti. Böylece kale garnizonundaki son kararsız birim de Askeri Devrim Komitesi’nin tarafına geçmiş oldu. Askeri Devrim Komitesi’nin emirleriyle kale harekât için hazırlandı. Makineli tüfekler şok ta- 45 güncel 46 konulması ve özel mülkiyetin kaldırılması) gerçekten savunan temsilcilere vereceğini açıklayan ‘bir başka kurum’. Gecikme ölümcül olacaktır.” (“Nisan Tezleri Ve Ekim Devrimi Üzerine”, V. İ. Lenin, s. 233, İnter Yayınları, Ekim 1997, İstanbul) Bu mektup yazıldığı dakikalarda, Stalin, Lenin’i Merkez Komitesi’nin Smolny’ye davet eden mektubu gönderdi. Lenin ile parti örgütü arasında bağlantıyı Finli Eino Rahya sağlıyordu. Lenin, Eino’dan Stalin’i kendisine getirmesini istedi. Lenin’in bu isteğinin karşılanması mümkün değildi. Geçici Hükümet, devriyelerin sayısını arttırmıştı. Lenin, Smolny’ye gitmeye karar verdi. 24 Ekim gece yarısından sonra Smolny’ye varan Lenin merdivenleri çıkarak bir odaya girdi. Cam kenarına oturup yoldaşını, Stalin’e geldiğini bildirmek için gönderdi. Az sonra Stalin bir grup yoldaşı eşliğinde odaya geldi. Gelişmeler hakkında Lenin bilgilendirildi. Stalin, Merkez Komitesi’nin aldığı son kararları anlattı. Artık Lenin devrimin karargâhında idi. Proleter Devrimin Genelkurmayı durumundaki Smolny tamamen Bolşeviklerin elindeydi. Krupskaya Smolny’deki durumu şöyle anlatıyor: “Pırıl pırıl aydınlatılmış Smolny bir arı kovanını andırıyordu. Kentin tüm semtlerinden Kızıl Muhafızlar, işçi ve asker temsilcileri talimat almak için geliyordu. Daktilolar tıkırdıyor, telefonlar çalıyor, genç kadın yoldaşlarımız dağ gibi telgrafları çözüyorlardı. Üçüncü katta Devrimci Askeri Komite kesintisiz toplantı halindeydi. Smolny’nin önündeki alanda panzerler görülüyordu, üçlük bir top mevziiye yerleştirilmişti, barikat kurmak gerektiğinde, odun yığınları hazır bekliyordu. Kapının önünde makinalı tüfekler ve toplar duruyordu, girişte nöbetçiler vardı.” (“Lenin’den Anılar”, N. Krupskaya, s. 360, İnter Yayınları, Temmuz 1990, İstanbul) Smolny, askeri bir kampa dönüştürüldü. Devrimin ana karargâhının korunması gerekiyordu. Devriyeler kapıya yerleştirildi. İşçi grupları, Kızıl Muhafızlar binanın dışındaki meydanı doldurdu. Lenin Smolny’ de, Geçici Hükümet’in son kalesi Kışlık Sarayın ele geçirilmesi için plân ve hazırlıklar yapmaya başladı. Kışlık Saray’ın, Zimnaya Kanava ve Moyka nehrinden Marinski Sarayı’na ve oradan Neva’ya ve giderek saray meydanına varan sokak çıkışlarına doğru uzanan bir hatla kuşatılmasına karar verildi. Kızıl Muhafızların en iyileri, savaş gemisi mürettebatı ve muhafız alaylarının en devrimcileri, Keksholm, Petrograd, İsmailovski, Pavlovski ve Şasür alayları, 25 Ekim öğle üzeri bitirilecek bu operasyonda görevlendirildi. Lenin’in Smolny’ye gelmesi ile Askeri Devrim Komitesi faaliyetlerini büyük oranda genişletti. Ayaklanmanın tüm ipleri, proleter devrimin önderi Lenin ve en yakın yardımcıları Stalin ve Sverdlov’un elindeydi. 25 Ekim akşamı (7 Kasım) birçok işçi ve asker Kızıl Muhafız komutanı, Lenin’i Smolny’de ziyaret etti. Lenin, Putilov Fabrikası Komitesi ve Narvskaya Zastava Sovyeti temsilcilerine bölgelerinde iktidarın bütünüyle ele geçirilmesi işini nasıl örgütleyecekleri hakkında ayrıntılı talimatlar verdi. Devrimci birlikler elektrik santrali, telefon santrali ve şehirdeki önemli diğer kurumları işgal etti. İşçiler, Tramvay Hizmetleri Merkezi Güç İstasyonunda muhafızları görevlendirdi. Askeri Devrim Komitesi, Aurora kruvazörüne şu mesajı gönderdi: “Aurora kruvazörü Petrograd İşçi ve Asker Vekilieri Sovyeti Devrim Komitesi komiserine: Petrograd İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti Askeri Devrim Komitesi tarafından, size komutanız altındaki tüm araçlarla Nikolayevski köprüsündeki trafiği düzenlemeniz emredilmektedir.” (“1917 Sovyet Devrimi Cilt II”, s. 213, Evrensel Basım Yayın, Ağustos 2004, İstanbul) Telefon santralı işgal edilir edilmez Kışlık Saray ve Petrograd Askeri Bölge Karargâhının telefon bağlantıları kesildi. Bu büyük ölçüde hükümetin ve Askeri Bölge Karargâhı birlikleri ve yönetim birimleriyle irtibat sağlamasını engelledi. Motorlu kuryeleri kullanmak zorunda kaldılar, fakat bu irtibat şekli bile kısa sürede Kızıl Muhafız devriyeleri ve devrimci birlikler tarafından kesildi. Kızıl Muhafız birlikleri, denizciler ve askerler hayati önemi olan merkezleri ve başkentteki en önemli taktik noktalarını basamak basamak ele geçirdiler. İlerlemenin her basamağı Smolny’ye rapor edildi. Her 10-15 dakikada bir Askeri Devrim Komitesi, devrimci güçlerin amaçlarına başarıyla ulaştıkları haberini aldı. Tüm şehir görevli muhafızlar tarafından kuşatıldı. Merkez Telefon Santralı Bolşeviklerin elindeydi. Kışlık Saray kuşatılmıştı. Devrim inanılmaz bir güçle yayılıyordu. Ayaklanmanın muzaffer ilerleyişine dayanmaya çalışan Geçici Hükümet’in her teşebbüsü hemen etkisiz hale getiriliyordu. Bakanlar Kurulu kendini Kışlık Saraya kapatmış, hiçbir şey yapmadan cepheden gelecek birlikleri bekliyordu! 25 Ekim (7 Kasım) sabahı Bolşevikler başkentin stratejik noktalarını ellerinde bulunduruyordu. Sadece Petrograd Askeri Bölgesi ve Kışlık Saray hükü- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası leri saray meydanına ulaşıyordu. Kışlık Saray, burjuva Geçici Hükümet’in son kalesi de düştü. Geçici Hükümet’in saklandığı salon derhal devrimci güçler tarafından işgal edildi. Ayakta dikilmiş bulunan solgun ve şaşkın bakanlar da aynı şekilde tutuklandı. Kışlık Saray’ın düşüşüyle Geçici Hükümet’in gücü tamamen yok oldu. Büyük proleter devrim başkentte zafer kazanmıştı. Kerenski kadın kılığına girerek kaçmak zorunda kaldı. Yüzyıl önce emperyalist dünyanın kalbinde büyük bir yara açıldı. Çarlık Rusya’sı emperyalist bir ülke olmasına rağmen geri kalmış bir ülke idi. Ekim Devrimi silahlı ayaklanma taktiklerinin klasik bir örneği olarak tarihe geçti. Kuşkusuz devrimin önderi, yol göstericisi büyük deha Lenin’di. Ekim Devrimi, dünya proleterlerinin mücadelesinin tecrübesiyle birleştirildi. Petrograd proleterlerinin cesur mücadelesi, silahlı ayaklanmanın, politik mücadelenin özel bir şekli olduğunu ve özel kurallara tabi olduğunu bir kez daha kanıtladı. Ekim Proleter Devrimi, silahlı ayaklanmanın Marksist teorisinin pratik uygulamasına çok iyi bir örnekti. Kendiliğinden bir zaferin gelmesi olanaksızdı. Zafer, ancak örgütlü, plânlı bir mücadelenin ertesinde gelebilirdi. Zaferin arkasında çok dikkatli bir hazırlığın olması gerekiyordu. Bu hazırlığın mimarı Bolşevik Parti idi. Bolşevikler, Sosyalist Devrimcilerden ve Menşeviklerden uzak olan yığınları kazandı. Bolşevik Parti, orduyu kazanmada olağanüstü bir yetenek sergiledi. Devrim, orduyu karşıdevrimcilerin elinden çekip aldı. Burjuva hükümetini ise sadece, Beyaz Muhafızlar olarak adlandırılan Kadetler, şok taburları ve subay birlikleri destekledi. Proleterler, Ekim 1917’de eski kapitalist sistemi yok etmek ve Bolşevik Parti liderliğinde yeni bir sosyalist toplum oluşturmak için iktidarı ele geçirdi. Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, dünya tarihinde yeni bir çağ açtı. Dünyanın altıda birini kaplayan bir coğrafyada sosyalizmin kurulmasını sağladı. Aradan yüzyıl geçti. Ekim Devrimi’nden öğrenmek insanlığın görevidir. Kapitalist/emperyalist burjuvazi büyük insanlığı barbarlığa doğru sürüklüyor. Büyük insanlığın önünde iki yol vardır. Ya yaşadığımız gezegenin barbarlığa doğru sürüklenmesini kabul edeceğiz, ya da Yeni Ekimlerin yapılması için çalışacağız. Ekim Devrimi silahının kullanılması, yaygınlaştırılması ve örgütlenmesinden başka kurtuluş yolu yoktur. Görev Yeni Ekimlerin yapılması için çalışmaktır. Şubat 2017 ✒ metin elinde kalmıştı. Ayaklanma başarılıydı. Saat l0’da Askeri Devrim Komitesi Rus vatandaşlarına şu bildiriyi yayımladı: “Geçici Hükümet devrilmiştir. Devlet güçleri Petrograd proleterleri ve garnizonun başındaki Petrograd İşçi ve Askeri Vekilleri Sovyeti organına -Askeri Devrim Komitesi- geçmiştir. İnsanların uğruna savaştıkları amacın başarısı, demokratik barışın sağlanması, özel mülk sahiplerinin bertaraf edilmesi, sanayide işçi kontrolünün kurumsallaşması ve Sovyet Hükümeti’nin kuruluşu sağlanmıştır. Yaşasın işçilerin, askerlerin ve köylülerin devrimi!” (“Lenin’den Anılar”, N. Krupskaya, s.360, İnter Yayınları, Temmuz 1990, İstanbul) Bu satırlar ayaklanmanın önderi tarafından kaleme alınmıştı. Aynı sabah bildiri tüm sanayi merkezlerine telgrafla yollandı. Bu, tüm ülkede çalışan kesim üzerinde çok büyük boyutta devrimci etki yarattı ve iktidarın yerel Sovyetlere geçmesine olanak verdi. Askeri Devrim Komitesi kuvvetleri gittikçe büyüyordu. Tüm bölgeler, devrim kıvılcımının başladığı Petrograd’a birlik gönderiyordu. Ulaşım olanakları, silah ve erzak stokları sağlandı. Silahlar hızla Peter/ Paul Kalesindeki teçhizat deposundan alınıp farklı fabrikalara gönderildi. Lenin’e göre Geçici Hükümet’in sığındığı son yerler -Kışlık Saray ve Petrograd Askeri Bölge Karargâhıolabildiğince çabuk ele geçirilmeli idi. Askeri Devrim Komitesi’nin temsilcileri fabrikalara giriyor, işçileri toplayıp Kızıl Muhafızlar için yeni birlikler örgütlemeye çalışıyordu. Petrograd garnizonunun en güçlü birliklerine Kışlık Saray’ı işgal etme talimatı verildi. 25 Ekim saat ll’de uçaksavar silahları Smolny’ye getirildi. Askeri Devrim Komitesi tarafından gelen Zırhlı Araçlar Birliği de Smolny’ye geldi ve derhal saraya gönderildi. Aurora kruvazörü Ekim ayaklanmasında önemli rol oynadı. 23 Ekim 1917’de, Kerenski hükûmeti Aurora kruvazörüne Neva Nehri’ni terk etmesini emretti. Aurora kruvazörü Kerenski hükümetinin Neva Nehri’ni terk etmesi emrini reddetti. Aurora, Kışlık Sarayı topları ile dövmesi sonucu devrimin sembolü haline geldi. Aurora, 25 Ekim 1917 saat 9.45’te ön kesimindeki top ile Kışlık Saraya atışa başladı. Bu top atışlarıyla Kerenski hükûmetinin bulunduğu Kışlık Saraya karşı saldırılar başladı. Aurora’nın projektörleri karanlığa vurdukça, duvarları kanla boyanmış gibi kıpkırmızı duran saraya bol ışık saçıyordu. İyi aydınlatılmış odaların pencerelerinden ışık huzme- 47 gündem “ASIL HASTALIK HOMOFOBİDİR!” LGBTİ BİREYLERİN MÜCADELESİNE KOMÜNİSTLER SAHİP ÇIKMAK ZORUNDADIR! Bütün samimiyetimizle şunu teslim etmeliyiz ki, devrimci ve komünist saflarda da heteroseksist ve erkek şovenisti zihniyet ve yaklaşımlar yeterince sorgulanmış ve henüz aşılmış değildir. Sorun, salt LGBTİ bireylerin toplumsal varlığına “tahammül etmek“ değil, onların toplumun farklı ama eşit bireyler olarak kabul edilmesi ve onlar üzerindeki her türden baskı ve ayrımcılığa karşı kararlı bir şekilde mücadele edilmesindedir. T 48 oplumlar ne kadar erkek egemen ve antidemokratik ise farklı cinsel yönelimde olan bireylere karşı saldırı, nefret ve ayrımcılık da o denli koyu oluyor. Burjuva demokrasisinin gelişkin olduğu bazı ülkelerde eşcinsel evliliklerden evlat edinmeye kadar yasal haklarda kazanımlar sözkonusuyken, ülkelerin çoğunluğunda LGBTI bireylerin haklarını tanımayan ve onlara cinsel yönelimlerinden dolayı en ağır cezaları mübah gören bir baskılama gündemdedir. Ve esas olan şu ki, tek tek ülkelerde varolan yasalar ne olursa olsun, bugün dünyanın her yerinde LGBTİ’ler (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İnterseksüel) ağır saldırı ve aşağılanmalara, toplumsal ayrımcılığa maruz kalabiliyorlar. 2001 yılında Hollanda’da, dünya yüzünde ilk kez olmak üzere, eşcinsel evliliğin yasal hale gelmesinin ardından, bunu başka ülkeler de izledi. Günümüzde Fransa, Belçika, Finlanda, İrlanda, İzlanda, Lüksemburg, Danimarka, Norveç, Portekiz, İsveç, İspanya, Arjantin, Brazilya, Kolombiya, Uruguay, Kanada, ABD ve Güney Afrika’da da eşcinsel evlilik yasallaşmış durumda. Almanya, Avusturya, İsviçre, İngiltere, Meksika ve Avusturalya’da ise eşcinsel evlilikler sadece “medeni birliktelik“ düzeyinde tanındığından, bu ve diğer ülkelerde eşcinsel evliliğin tam kabulü için girişimler sürüyor. Bunun karşısında LGBTİ’lerin haklarının tanınması bir yana, onlara yaşam hakkı dahi tanımayan, ya da varlığını dahi kabul etmeyen büyük bir ülkeler çoğunluğu duruyor. Yemen, İran, Irak, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Birleşik Arap Emirlikleri, Nijerya, ve Moritanya’da ceza yasalarında eşcinsellik resmen suç kabul ediliyor ve eşcinseller şeria yasalarına göre taşlanarak öldürülebiliyor, ya da idam edilebiliyor. Bunlar uç noktadaki örnekler... Diğer ülkelerde idam cezası olmasa dahi, bunların çoğunluğunda eşcinsellik “suç”, “gayri tabii”, “anormal”, “sapkınlık”, “tedavi edilmesi gereken psiko-seksüel hastalık” olarak kabul edilmektedir. Türkiye’de gerçi yetişkin bireyler arasındaki eşcinsel ilişki yasalarca suç sayılmamaktadır, fakat bu çok da fazla bir şey ifade etmemektedir. Yasalar ne eşcinsel evliliği ne de herhangi biçimde eşcinsel birlikteliği kabul etmemektedir. Türkiye’de eşcinsel erkekler askerlikten men edilmektedir. Askeriyede eşcinsellik “gayri tabii mukarenet” ve “suç” olarak görülmekte ve eşcinselliği ortaya çıkan subaylar TSK’dan uzaklaştırılmaktadır. LGBTİ bireylerin aynı şekilde devlet memuriyetinden atılmaları da sözkonusudur. Özel sektörde de birçok durumda açığa çıktıklarında işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Çünkü bir bütün olarak toplum heteroseksisttir, yani sadece erkek ile kadın arasındaki cinsel ilişkiyi olumlayan bunun dışındaki yetişkin bireyler arasındaki eşcinsel ve trans ilişkileri “anormal” ve “sapkınlık” sayan bir zihniyete sahiptir. Bunun en çarpıcı kanıtını Farklı cinsel yönelim “anormallik” değil, bireysel tercihtir! „Eşcinsellik, aynı cinsiyetten bireylerin birbirlerine yönelik romantik ve cinsel çekimini ifade eder. Biseksüellik ise bir bireyin hem karşı cinsten hem de kendi cinsinden birine romantik/cinsel ilgi duyabileceğini ifade eder. Heteroseksüellik de bireyin karşı cinsten kişilere romantik/cinsel çekim hissetmesidir. Bunların her üçü de insanlarda görülen cinsel yönelimlerdir ve herhangi biri diğerinden daha “normal” veya “anormal” değildir. Translık ise bireylerin kendilerini hangi cinsiyete ait hissettikleri ile ilgilidir ve bu hissiyat yaşamın ilk yıllarından itibaren kendini gösterir. Yani bazı bireyler kendilerini üreme organlarına göre tanımlanmış olan cinsiyetlerine ait hissederken, bazıları bunun tersini hissederler. Bunlardan biri ya da diğeri daha “doğal”, “normal” veya “olumlu” değildir. Bu nedenle trans varoluşlar hiçbir şekilde “hastalık” veya “bozukluk” olarak görülemez.“ (http://www.lambdaistanbul.org/s/ etkinlik/homofobik-ve-transfobik-psikolojipsikiyatri-k itaplari-ve-uygulamalari-hakkinda-aciklama) Geçen yüzyılın ortalarından beri eşcinsellik ve çeşitli cinsel yönelimin nasıl değerlendirilmesi gerektiği noktasında bilim dünyasında büyük değişiklikler oldu. Bir dönemler “anormallik”, “kişilik bozukluğu ve psikolojik rahatsızlık” kategorisinde ele alınan eşcinsellik, artık bilim ve tıb dünyasında böyle değerlendirilmiyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) resmen eşcinselliği, biseksüelliği, transseksüelliği heteroseksüellikle eşdeğer tutuyor ve bunları “çeşitli cinsel yönelimler”den biri olarak değerlendiriyor. Bu, “norm kadın ile erkek arasındaki ilişkidir, geri kalan norm dışıdır!” eski bakış açısından gerçekten de köklü bir kopuştur. Fakat, bilim dünyasının “norm dışı” değil, cinsel yönelimlerden biri olarak kabul etmesi ve tek tek ülkelerde LGBTİ’lerin bireysel hak ve özgürlüklerinin yasalarca kabul edilmiş olması, toplumsal olarak kabullenişin aynı düzeyde olduğu anlamına gelmemektedir. Maalesef toplumsal olarak hâlâ erkek egemenliğinin/ erkek şovenizminin norm olduğu bir dünyada yaşıyoruz! Böyle olduğu için de günlük yaşantımızda bilimin ne dediği değil, çoğunluğun nasıl gördüğü karşımıza engel olarak çıkıyor. Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de, LGBTİ bireyler olarak açıkça ortaya çıkanlar son derece küçük bir azınlıktır ve onlar sayılarına tamamen ters orantıda hakları ve özgür yaşamları için muazzam bir ONUR MÜCADELESİ vermektedirler. 1990’lardan beri örgütlenerek ortaya çıkan LGBTİ hareketi, kadın hareketi, anti militarizm ve savaş karşıtlığı, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin mücadelesi, faşizme karşı mücadele ve çevre hareketi, insan hakları hareketi vb. gibi bütün demokrasi mücadelelerinde doğru tarafta saf tutmuş ve varlık göstermiştir. Onların bu kararlı mücadelelerine karşın, LGBTİ hareketinin “sol”-devrimci hareketler tarafından “görülmesi”, “fark edilmesi” önemli ölçüde “gezi direnişi” döneminde olmuştur. Özelde trans yaşam alanlarına yönelik bir tehdit olarak “Kentsel Dönüşüm Projeleri”ne karşı en başından itibaren mücadele yürüten LGBTİ Hareketi, Gezi Direnişi dönemindeki duruşlarıyla, çok yönlü militan mücadeleleriyle tarihsel bir kırılmayı sağlamışlardır. İlk kez 2003 yılında İstanbul’da 30 kişinin düzenlediği “Onur Yürüyüşü”, 2013’de Gezi Direnişi’nin de etkisiyle onbinlerce kişinin katılımıyla gerçekleştirilmiştir ve böylece Türkiye tarihinde ilk kez LGBTİ hareketinin bir yürüyüşüne heteroseksüellerin yoğun gündem yapılan bir araştırma ortaya koymaktadır: Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in 2009 yılındaki bir araştırması kapsamında 34 ilde 1715 kişiye sorulan “Kiminle komşu olmak istemezdiniz?” sorusuna katılımcıların yüzde 87’si “eşcinsel kişiler” olarak yanıt vermiştir. (https://tr.wikipedia. org/wiki/Türkiye’de_LGBT_hakları) LGBTİ’ler bizzat devletin polisi, güvenlik güçleri, tıbbi personeli vb. tarafından en ağır saldırılara maruz kalabilmektedir, genel olarak toplumsal aşağılanma/ayrımcılık had safhadadır. Eşcinsel ve trans ilişkilerin toplumsal aşağılanmasından kaynaklanan homofobi (eşcinsellik korkusu ve nefreti) son derece yaygındır. Bütün bu nedenlerle, bugün ülkelerimizde eşcinsel ve trans ilişkiler maalesef çoğunlukla açıktan değil, gizli olarak yaşanmaktadır. Dinin etkisi ve muhafazakarlığın hakimiyeti gözönünde tutulduğunda bu noktada kısa vadede büyük bir değişiklik beklemek de ne yazık ki pek mümkün değildir. Hatta belki de tam tersi! Bu konudaki tabunun yoğunluğuyla kolkola giden bir toplumsal ikiyüzlülük hakimdir: Eşcinsel ilişkiyi “anormal” olarak damgalayan erkek şovenizmi, fırsatını bulduğunda “ibne” olarak aşağıladığı bireylere tecavüzü “erkeklik” saymaktan geri durmamaktadır. 49 panorama 50 katılımı – hatta çoğunlukta oldukları bir katılım! – gerçekleşebilmiştir. LGBTİ hareketinin Gezi Direnişindeki muazzam performansları sonuç vermiş ve bundan sonra Kuzey Kürdistan/Türkiye‘nin birçok yerinde LGBTİ bireylerin örgütleri oluşmuştur. Türkiye’deki LGBTİ örgütlerinin en başında şunları saymak gerekir: Lambda İstanbul, Kaos GL, MorEL Eskişehir LGBTT Oluşumu, Pembe Hayat, Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği. Amed’de kurulan (2009) ilk Kürt LGBTT grubu “Piramid”, “Kürt eşçinsel ve transeksüeller vardır” sloganıyla 2011’de “Hevjin” adlı Kürtçe-Türkçe yayın organı çıkarmaya başlamışlardır. İktidarın ve elindeki medyası ve tüm kurumlarıyla egemen kültürün bütün inkar ve nefret söylemine karşın LGBTİ’ler “görünür” olmak için azimli ve başarılı bir mücadele yürütmektedirler. Onların ve destekçilerinin verdiği bu mücadele özde demokrasi mücadelesidir. Bu, gerici ahlak ve değer yargılarıyla şekillenmiş bir toplumda farklı cinsel yönelim ve yaşam biçimlerinin varlık mücadelesidir, kendisine yaşam alanı açma mücadelesidir. Bu mücadeleyi dikkate almayan, onu küçümseyen, ‘sınıfın dağ gibi sorunları dururken, bunlarla mı uğraşacağız’ türünden argümanlara meyleden, objektif olarak demokrasi mücadelesinden hiçbir şey anlamamış demektir! LGBTİ’lerin bireysel hak ve özgürlükleri için mücadelesine devrimci ve komünistler sahip çıkmak zorundadır. Bütün samimiyetimizle şunu teslim etmeliyiz ki, devrimci ve komünist saflarda da heteroseksist ve erkek şovenisti zihniyet ve yaklaşımlar yeterince sorgulanmış ve henüz aşılmış değildir. Sorun, salt LGBTİ bireylerin toplumsal varlığına “tahammül etmek“ değil, onların toplumun farklı ama eşit bireyler olarak kabul edilmesi ve onlar üzerindeki her türden baskı ve ayrımcılığa karşı kararlı bir şekilde mücadele edilmesindedir. Devrimci ve komünistler saflarındaki homofobiye/transfobiye karşı mücadele etmek, dillerini ve zihinlerini heteroseksist zehirlenmeden arındırmak zorundadırlar. Bizler, salt kadın ile erkeğin değil, cinsel yönelimleri ne olursa olsun yetişkin bireylerin özgür ilişkilerinin savunucusu olduğumuzu teori ve pratiğimizle kanıtlamak zorundayız. Eşcinsellik, biseksüellik, trans ve interseksüellik “tedavi edilmesi gereken bir hastalık“ vb. değil, bireylerin kendi tercihleridir! Anne-baba, öğretmen, polis, doktor... devlet... hiç kimsenin cinsel yönelimdeki bu tercihe müdahale etme hakkı yoktur! “Yanlış” olanlar LGBTİ’ler değil, büyük bir ikiyüzlülükle onları aşağılayan ve baskılayan toplumdur, heteroseksist düzendir! 10.04.2017 ERMENİLERE YÖNELİK SOYKIRIMIN 102. YILINDA: