KAPAK DOSYASI TÜRKİYE-ORTADOĞU TİCARİ İLİŞKİLERİNİN POLİTİK EKONOMİSİ Türkiye’nin Ortadoğu ile son on yılda geliştirdiği pozitif yönlü ticari ilişkinin, Arap hareketleri sonrasında lojistik zorluklar yaşanmasına rağmen bir kırılmaya uğramadığı görülüyor. Mustafa KUTLAY 2 009 yılında yazdığı bir makalede Kemal Kirişci, Türk dış politikasında “sert güç” unsurlarının ikinci plana gerilediğini, ekonomik karşılıklı bağımlılık prensibine dayanan “ticaret devleti” mantığının hakim paradigma haline geldiğini öne sürmüştü. Bu argüman, esasında, devlet-piyasa ilişkilerinin son on yılda geçirdiği dönüşüme işaret ediyordu. 2001 krizinden sonra Türkiye’de devlet-piyasa ilişkileri “düzenleyici devlet” mantığı çerçevesinde şekillendirildi. Kamu maliyesi disiplin altına alındı, finansal sistem “iyi dostlara kötü krediler” dağıtamayacak şekilde düzenlendi. Sermaye içi yeniden yapılanma, küreselleşme süreçlerine daha sağlıklı entegrasyonu kolaylaştırdı. Siyasi istikrar ve olumlu küresel ekonomik şartların da katkısıyla, hızlı ekonomik büyüme ve ticaret artışı mümkün hale geldi. TOBB, DEİK, TÜSİAD, MÜSİAD gibi aktörler “ekonomik büyükelçiler” olarak dış politikada artan oranda rol oynamaya başladı. Dış politikada ekonomik araçlar, daha önce hiç olmadığı kadar politika repertuvarına dahil oldu. Bu dönemde, uluslararası sistemdeki tektonik kayma ve Türk karar alıcıların geliştirdiği yeni jeopolitik tahayyüle paralel olarak, Türkiye’nin dış ticaretinin bölgesel kompozisyonu da değişti. 2003-2013 döneminde Türkiye’nin ihracatı içinde AB’nin payı yüzde 58’den yüzde 41’e geriledi. Asya’nın payı ikiye katlanarak yüzde 32’ye, Asya içinde en büyük grubu 58 oluşturan Yakın ve Ortadoğu ise yüzde 11’den yüzde 24’e ulaştı. Bölge ülkeleriyle ikili serbest ticaret ve vize muafiyeti anlaşmaları imzalandı. Hatta TürkiyeLübnan-Suriye-Ürdün arasında “Şamgen” adı altında ortak gümrük birliği oluşturulması dahi gündeme geldi. Türk dış politikasında, ekonomik ilişkilerin kurumsallaştırılarak siyasi sorunların çözülmeye çalışıldığı yeni bir fonksiyonalist mantık devreye girmişti. Yeni Meydan Okumalar 2008 sonrası süreçte, bu argüman iki sert teste tabi tutuldu. İlk olarak 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz, “aşırı bolluk dönemi” olarak anılan küresel finansal sistemin sonunu getirdi. Özellikle AB’nin uzun sürmesi öngörülen siyasi ve ekonomik bunalıma sürüklenmesi, ticaret ve yatırımlar kanalıyla Türkiye’yi de tehdit eden bir riske dönüştü. Bu çerçevede kriz sonrası dönemde Türkiye’nin büyüme hızı da oldukça yavaşladı. 2003-2007 döneminde yüzde 7.3 oranında büyüyen Türkiye ekonomisi, 2008-2013 döneminde yüzde 3.7’lik bir performans sergiledi. Hızlı büyüme döneminin sona ermiş olması, Türkiye’nin ekonomi-temelli bölgesel bütünleşme stratejisini ciddi bir biçimde sınırlandırdı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika bağlamında ikinci ve asıl meydan okuma ise Arap hareketleri sonrasında ortaya çıktı. Ekonomi-temelli siyasi dönüşüm yakMayıs-Haziran Cilt: 6 Sayı: 62 Analiz Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile Ticareti (milyon dolar) 66.608 43.563 10.577 9.402 11.157 2.049 2003 2010 Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri 2013 Arap hareketleri ülkeleri Kaynak: Ekonomi Bakanlığı laşımı, istikrarlı bir bölgesel güvenlik ortamının var olduğu farz etmiş ve analiz çerçevesini bu varsayım üzerine kurmuştu. Ancak 2010 sonrasında Türkiye’nin etkinliğini artırmak istediği jeoekonomik havza, istikrarsızlık ve hatta iç savaş girdabına yakalandı. Ekonomik ilişkilerin zarar göreceği bir ricat dönemine girildiğine ilişkin kaygılar da artmaya başladı. Peki, Arap hareketleri sonrasında Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ile olan ticaret performansı nasıl gelişti? Rakamların analizi, öngörülen felaket senaryosunun, en azından şimdilik, gerçekleşmediğini gösteriyor. Söz konusu ülkelerle Türkiye’nin ticaret hacmi 2010’da 43.5 milyar dolar civarındaydı. 2013 sonu verilerine göre bu rakam 66.6 milyar dolara çıktı. Arap hareketlerinin yoğun şekilde hissedildiği ülkeleri (Bahreyn, Libya, Mısır, Suriye, Yemen, Tunus) ayrıca sınıflandırdığımızda da benzer bir yönelim görülüyor: 2010’da 9.4 milyar dolar olan toplam ticaret hacmi 2013 sonunda 11.1 milyar dolara ulaşmış durumda. Buna göre, her türlü siyasi istikrarsızlık, gerilen dış politika ilişkileri ve zorlaşan lojistik ve güvenlik risklerine rağmen ticari ilişkilerin devam ettiği görülüyor. Düzenleyici Devletten Proaktif Devlete Bu noktada, analiz ölçeğini büyütüp, “sürdürülebilirlik” meselesine odaklanmak yerinde olacaktır. Zira Türkiye, devlet-piyasa ilişkileri açısından artık “düzenleyici devlet” mantığının ötesine geçen yeni bir modele ihtiyaç duyuyor. Türkiye, literatürde “orta gelir tuzağı” olarak adlandırılan kritik eşiğe yaklaşıyor. Orta gelir tuzağı, belli bir kalkınmışlık düzeyine ulaşan ülkelerin bu eşikte takılı kalması olarak Analiz Mayıs-Haziran Cilt: 6 Sayı: 62 tanımlanabilir. Bu eksende, kişi başına gelir seviyesinin 20 bin dolara ulaşabilmesi ve mevcut ekonomik büyüme performansının devamı için iki şart öne çıkıyor. Birincisi, Türkiye’nin üretim ve ihracatının teknolojik kompozisyonunu iyileştirmesi gerekiyor. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’nin ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin payı yüzde 2 seviyesinde. Bu oran, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ortalamasının (yüzde 16) çok altında. Türkiye’nin Ortadoğu ile ticareti de benzer bir kompozisyon içeriyor. Türkiye, yüksek teknoloji kapasitesi açısından sıkça kıyaslandığı BRIC ve yakınBRIC ülkelerinin tümünün gerisinde yer alıyor. Düşük tasarruf oranlarıyla birlikte düşünüldüğünde bu durum, cari açık problemine ve dışa-bağımlı kırılgan büyümeye neden oluyor. İkincisi, Türkiye’nin siyasi, hukuki ve ekonomik kurumlarının kalitesini artırabilmesi gerekiyor. Bu nedenle, kapsamlı bir sanayi stratejisi çerçevesinde devletin sadece düzenleyici değil, oyun kurucu olarak öne çıktığı bir devlet-piyasa modelinin kurumsallaştırılması belirleyici önemde. Kurumsal siyasi iktisat literatürü, bu eksende iki değişkene vurgu yapıyor. İlk olarak, ilgili ekonomi bürokrasisi, meritokrasi ve kurumsal otonomi prensibine göre hareket edebilmeli. İkincisi, devlet-özel sektör ilişkileri kural-temelli ve karşılıklı işbirliği esasına dayanan bir çerçevede şekillendirilmeli. Yüksek teknoloji üreten şirketlerin desteklenmesi, bu sektörlerde kamuözel sektör işbirliklerinin kurulması ve dış politika ile entegre stratejilerin hayata geçirilmesi gerekiyor. Son kertede, uzun-vadeli ekonomik kalkınma ve dış ekonomi politikalarının sürdürülebilirliği büyük ölçüde bu değişkenlere göre şekilleniyor. Aksi durumda ülkeler çok uzun yıllar orta gelir tuzağına takılı kalabiliyor. Sonuç olarak, Türkiye’nin Ortadoğu ile son on yılda geliştirdiği pozitif yönlü ticari ilişkinin, Arap hareketleri sonrasında lojistik zorluklar yaşanmasına rağmen bir kırılmaya uğramadığı görülüyor. Bu eğilim, Türk girişimcilerin manevra kabiliyetine de iyi bir örnek teşkil ediyor. Ancak Türkiye, sürdürülebilirlik sorununu çözebilmek için ad hoc stratejilerden daha fazlasına ihtiyaç duyduğu kritik bir eşiğe ulaşmış durumda. Orta gelir tuzağının aşılabilmesi ve beklenti-kabiliyet dengesinin kurulabilmesi, bu eşikte öne çıkacak yeni kurumsal dizayna göre şekillenecektir. Doktora Adayı, Koç Üniversitesi; Araştırmacı, USAK 59