GR Ş - Selçuk Üniversitesi Dijital Arşiv Sistemi

advertisement
GİRİŞ
Gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülkede, sermaye hareketlerini sınırlayıcı politikalar
1980 öncesinde yaygın olarak uygulanmıştır. Sermaye hareketlerini engellemek amacıyla
ülkeler, vatandaşlarının özellikle döviz bulundurmalarını, yurt dışına döviz hesabı
açtırmalarını, yabancı firma ve kuruluşların hisse senedi ve tahvillerini almalarını
sınırlandırmış ya da yasaklamıştır. Yapılan araştırmalar sermaye hareketlerini sınırlamaya
yönelik politikaların yalnızca kısa vadede etkili olabildiklerini, uzun vadede etkinliklerini
kaybettiklerini, ülke ekonomisinde ve özellikle dış ticaretin finansmanında ciddi zorluklara
neden olduklarını ortaya koymaktadır. Bu nedenle birçok gelişmekte olan ülke, ulusal finans
piyasalarını ayıran sınırları ortadan kaldırarak, uluslararası sermaye akımlarının ileri boyutlar
kazandığı finansal entegrasyon sürecine girmişlerdir.
Sermaye hareketlerine karşı uygulanan politikalar göz önüne alındığında, özellikle
gelişmekte olan ülkelerdeki finansal liberalizasyon çalışmalarının, finansal entegrasyon
üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle 1980’lerden sonra ekonomilerde görülen
finansal serbestleşme sonucu ülkelerin dışa açıldıkları ve mal hareketlerinden bağımsız,
büyük hacimli parasal fonların ülkeler arasında dolaştığı görülmektedir. Birçok gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkede, finansal liberalizasyon politikaları sonucunda, sermaye kontrollerinin
etkinliği azaltılmış ve dış finansal işlemler üzerindeki kısıtlamalar kaldırılmıştır. Bu
bağlamda, gelişmekte olan birçok ülkede yabancı sermaye üzerindeki katı politikaların
yumuşatılması
ve
mevcut
sınırlamaların
kaldırılması,
özelleştirme
çalışmalarının
hızlanmasına, sermaye piyasalarının büyümesine ve entegrasyonuna önemli katkılarda
bulunmuştur. Ayrıca, finansal gelişmelerin reel sektördekinden daha hızlı gerçekleştiği ve
ekonomik gelişmenin önemli bir belirleyicisi olduğu günümüzde, bu sektörün dışa
açılmasıyla birlikte finansal piyasalar arasında hala devam eden bir entegrasyon süreci
başlamıştır.
Bu çalışmada vurgulanan ve anahtar rol oynayan iki önemli kavram finansal
liberalizasyon ve finansal entegrasyon kavramlarıdır. Esas itibariyle finansal entegrasyon,
finansal liberalizasyon sürecinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Finansal
liberalizasyon kavramı genelde; kredi tavanları, mevduat munzam karşılık oranları, yabancı
bankaların faaliyet yasağı, dövizle yapılan işlemler gibi ekonomik işlemler önündeki
sınırlamaların kaldırılması, özelde ise faizlerin piyasa güçleri tarafından (arz ve talep)
belirlenmesini tanımlamak için kullanılmıştır. Finansal entegrasyon kavramı ise finansal
liberalizasyon sonucunda ulusal ekonomilerin önündeki her türlü engelin kaldırıldığı ve
uluslararası sistemle entegre (bütünleşik) konuma geldiği durumu ifade etmektedir. Bu durum
çalışmamızda finansal liberalizasyon/entegrasyon süreci olarak ifade edilecektir.
Finansal entegrasyon sürecine 1980’lere hakim olan Neo-klasik iktisadi düşüncenin
büyük etkisi olmuştur. Neo-klasik düşünce, yerli tasarrufların yetersiz kaldığı durumlarda
yabancı tasarrufların yerli yatırımlar ve büyüme için önemli bir kaynak oluşturacağı temeline
dayanmaktadır. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sonucunda tasarrufların, sermaye
darboğazı içinde olan ülkelere akacağı ileri sürülmektedir. Diğer bir ifadeyle, tasarruf fazlası
olan ülkelerin tasarrufları ekonomik etkinliği arttırmak, büyüme ve istihdamı gerçekleştirmek
için yurt içi tasarrufları yeterli olmayan gelişmekte olan ülkelerde faiz oranını yükselterek bu
ülkelere yönelecektir. Bu süreç gelişmekte olan ülkelerdeki faiz oranları, uluslararası faiz
oranına ininceye kadar devam edebilecektir. Sonuç olarak, finansal piyasaların entegrasyonu
ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sonucunda faiz ve kur dalgalanmalarına olanak
tanınması üretimin küreselleşmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Finansal entegrasyonun itici gücü olan finansal liberalleşmenin ilk olarak doğrudan
yabancı sermaye yatırımları alanında ortaya çıktığı görülmektedir. Birçok ülke büyüme ve
kalkınma hedefine ulaşmak için özellikle dolaysız yabancı sermaye girişlerini özendirici
finansal politikalar izlemişlerdir. Bu gelişmeyi uluslararası piyasalardaki tahvil ve hisse
senetleri gibi menkul değerlere yapılan portföy sermayesi yatırımlarının liberalleşmesi
izlemiştir. Bu sürece son olarak “sıcak para” fonları da denilen kısa vadeli sermaye akımları
eklenmiştir. Sıcak paranın iktisat literatüründe genel kabul görmüş bir tanımı olmamasına
rağmen, “spekülatif”, “kısa dönemli”, “aşırı dalgalanan ve akışkan” özelliklere sahip olduğu
bilinmektedir. Kısa dönemli yabancı sermaye bolluğunun sebep olduğu döviz kurunda ulusal
paranın aşırı değerlenmesi ve faiz oranlarının yüksek olması, sıcak paranın yol açtığı
istikrarsızlıkların odak noktasını oluşturmaktadır. Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde faiz
oranlarının yüksek olması, uluslararası sermayenin gelişmekte olan ülkelere yönelmesini
sağlamış, bu da finansal varlıkların fiyatlarında spekülatif şişkinliklere yol açarak dış finansal
yatırımları daha da özendirici etkide bulunmuştur. Yabancı sermayenin ulusal parayı aşırı
değerlendirmesi (over-valuation) sonucunda ihracatı caydırması ve ithalatı özendirmesi, cari
işlemler dengesi üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Yabancı sermaye girişlerine sahip
olan bir ülkede, bu sürecin birdenbire duraksaması, tersine dönerek bir kriz ortamına
dönüşmesi oldukça ilginç bir gelişme olmaktadır. Hızlanan sermaye girişinin yarattığı “aşırı
ısınma” ortamında ülkedeki ufak bir ekonomik, siyasal ve doğal bir olay ya da gelişme,
2
geleceğe ait beklentileri olumsuzluğa dönüştürebilmekte ve yabancı sermayenin kitleler
halinde ana ülkeye geri dönmesi için ilk kıvılcımı oluşturabilmektedir.
Son yıllarda ulusal ve uluslararası ekonomilerde yaşanan finansal piyasaların
entegrasyonu süreci finansal kriz olgusunu beraberinde getirmiştir. Olumsuz gelişmelerden
etkilenerek sermayenin aniden kaçışı ile başlayan bu krizler, ulusal paranın değer kaybetmesi,
bilânçoların kötüleşmesi, güvensizliğin yaygınlaşması ve üretimin finanse edilememesi
olgularıyla sonuçlanmış ve bu krizler diğer ülkelere yayılmıştır. Diğer bir ifadeyle gelişmiş ve
gelişmekte olan birçok ülkenin finansal sistemlerini liberalize edip, sermaye hesabını dışa
açık bir konuma getirmesi, bir tarafta sermayenin uluslararası hareketinde olağanüstü artışlar
gerçekleşirken, diğer taraftan şiddetli ve etki alanı hızla genişleyen uzun süreli finansal
krizlerin ortaya çıkmasına neden olduğu söylenmektedir.
Yukarıda anlatılanların geniş bir biçimde ele alınarak inceleneceği finansal entegrasyon
ve finansal krizler: Türkiye örneği (1994, 2000 ve 2001 Krizleri) konulu bu çalışma üç
bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde finansal entegrasyon süreci teorik boyutuyla geniş
bir şekilde ele alınmaktadır. Uluslararası finansal yapının ve uluslararası sermaye
hareketlerinin bütün yönleriyle incelenmesi bir tez çalışmasının boyutlarını çok fazla
aşacağından bu konularda genel teorik açıklamalarla yetinilmektedir. Burada esas vurgu
kavramsal tartışmalar, uluslararası sermaye hareketleri ve finansal entegrasyon sürecini
olumlu ve olumsuz etkileyen faktörler üzerine olmaktadır. İkinci bölümde finansal kriz teorisi
teorik boyutuyla geniş bir biçimde ele alınacaktır. Kavramsal açıklamaların ardından kriz
türleri ve krizleri açıklayan yaklaşımlar, uluslararası finansal krizlerin nedenleri ve
göstergeleri, 1990 sonrası süreçte finansal kriz örnekleri ve bu krizlerde IMF’nin rolü
incelenmektedir.
Üçüncü bölümde Türkiye’de finansal piyasaların uluslararası finansal piyasalarla
entegrasyonu ve Türkiye Krizleri (1994, 2000 ve 2001) incelenmektedir. Türk finansal
piyasalarının, uluslararası finansal piyasalarla liberalizasyon/entegrasyon süreci, 1980-1989
yılları arası ve 1989 sonrası şeklinde iki dönem halinde ele alınmaktadır. Finansal
entegrasyonun uygulamasına ilişkin yapısal düzenlemelerin gerçekleştirildiği dönemin
ardından ortaya çıkan 1994, 2000 ve 2001 Krizleri, kriz göstergeleri ışığında neden ve
sonuçlarıyla birlikte geniş olarak incelenmektedir. Sonuç ve değerlendirme başlığı altındaki
bölümde çalışmamızın temel bulguları, çözüm önerilerimizle birlikte özetlenmektedir.
3
BİRİNCİ BÖLÜM
FİNANSAL ENTEGRASYON
Finansal Entegrasyon, günümüz ekonomi ve finans literatüründe en fazla yer tutan ve
hemen hemen bütün ülkeleri ilgilendiren bir olgudur. Ulusal finansal sistemlerin
uluslararasılaşması ve karşılıklı etkileşim süreci 1960’lı yılların başlarında euro- piyasaların
gelişmesi ile Avrupa piyasalarında başlamış, son yıllarda özellikle ABD’de finansal sektörde
yaşanan liberalleşme ile dünyanın büyük finansman kuruluşları arasında yasal bir rekabet
yarışı başlamıştır. Finansın uluslararasılaşmasının sonucunda, sermaye ve finansman gittikçe
globalleşmekte ve ulusal sınırlar önemini yitirmektedir. 20. yüzyılın en önemli ekonomik
olayı piyasaların (mal, hizmet, emek ve faktör) entegrasyonudur. Ekonomik trend
incelendiğinde önce mal ve hizmet piyasasındaki entegrasyon, ardından ise finansal
entegrasyonun geldiği görülmektedir. Günümüzde finans piyasalarının gelişimi ve
entegrasyonu reel sektörün gelişimi ve entegrasyonunun üzerine çıkacak seviyede hızlı
olmuştur. Gelişmekte olan ülkeler de iç ve dış koşulların zorlaması ile bu sürece
katılmışlardır. Aşağıda söz konusu olgunun incelenmesine, kavramsal tartışmalarla
başlamakta ve finansal entegrasyonu etkileyen faktörlerin açıklaması ile devam edilmektedir.
1.1. Kavramsal Olarak Finansal Entegrasyon
Entegrasyon kavramı, birleşme ve bütünleşme anlamlarına gelmektedir. Bu anlamda
ekonomik entegrasyon özel olarak da finansal entegrasyon kavramları ikinci dünya
savaşından sonraki dönemin ekonomik gelişmeleri ile ilgilidir. Literatürde kavramsal
tartışmalar önemli bir yer tutmaktadır. Aşağıda finansal entegrasyon olgusunun tanımı,
tarihsel
gelişimi,
teorisi,
finansal
piyasalar
ve
uluslararası
sermaye
hareketleri
incelenmektedir.
1.1.1. Tanımı
Uluslararası ekonomik ilişkilerin son elli yılda giderek önemini arttıran yönü
uluslararası ticari (ekonomik) entegrasyon ve finansal entegrasyon konularıdır. Ticari
entegrasyon süreci İkinci Dünya Savaşı sonrası GATT ve benzeri kuruluşların öncülüğünde
uluslararası ticaretin önündeki engelleri kaldırmayı hedefleyen uygulamalar ile dünya
ticaretinin serbestleşmesine müteakip finansal entegrasyon kavramı gündeme gelmiş ve son
otuz yıldır bu süreç hızlı bir şekilde yaşanmaktadır1. Finansal entegrasyon, ekonomik
1
Alp, Ali (2000), Finansın Uluslararasılaşması, Yapı Kredi Yayınları, No 1337, İstanbul, s. 152.
4
entegrasyonun hem sonucu hem de hızlandırıcısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Literatürde
pek çok entegrasyon tanımı bulunmakla birlikte burada genel kabul görmüş tanımlamalara
değinilecektir.
Finansal entegrasyon, ulusal finans (para ve sermaye) piyasalarını ayıran sınırların
ortadan kaldırılması süreci olarak tanımlanmaktadır2. Finansal entegrasyon, yatırımcıların
portföylerini anında değiştirmeleri önünde hiçbir engelin (sermaye kontrollerinin ve diğer
kurumsal engellerin) olmadığı durum şeklinde de tanımlanmaktadır3. Bir süreç olarak
tanımlamak gerekirse, finansal entegrasyon derecesini etkileyen sermaye kontrollerinin ve
diğer kurumların tedrici olarak kaldırılmasına finansal liberalleşme denilmektedir4. Finansal
piyasaların bütünleşmesi anlamında finansal entegrasyon olgusu, ekonomik entegrasyondaki
ticaretin artması ve serbestleşmesi olgusundan farklı olarak, kambiyo kısıtlamalarının,
finansal aktiflerin uluslararası hareketi üzerine konulan engellerin kaldırılması bu çerçevede
konvertibiliteyi içermektedir. Sermaye hareketlerindeki liberalleşme, finansal entegrasyonun
en önde gelen olmazsa olmazlarındandır5. Finansal entegrasyon çok genel anlamı ile
uluslararası sermayenin özellikle parasal sermayenin tam serbestleşmesinin yanı sıra,
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını kapsayan fiziki sermayenin de ülkeler arasında tam
serbest dolaşımını içeren bir kavramdır.
Günümüzde bir tek finans piyasasının oluşması anlamında finansal küreselleşme veya
finansal globalizasyon kavramlarından söz edilmektedir. Bu kavramlar daha çok mevcut
verilere göre ifade edilmekte olduğundan günümüz finansal piyasalarını tam olarak ifade
etmemektedir. Ampirik araştırmalara göre başlıca gelişmiş ülkelerde bile portföyler hala
güçlü bir şekilde yurtiçi piyasaya yönelik olduğundan, tamamen küreselleşmiş bir finansal
sistem henüz mevcut değildir. Bu nedenle bu çalışmada finansal dışa açıklığı ve uluslararası
sermaye hareketliliğini de içerecek biçimde finansal entegrasyon kavramının kullanılması
uygun görünmektedir.
Üretim faktörleri içerisinde en hareketlisi olan sermaye, finansal piyasaların
entegrasyonunun temel aracıdır. Küreselleşme kapsamında iki tür sermaye önemli bir rol
oynamaktadır. Bunlar; finansal (parasal) sermaye ve doğrudan yabancı sermayedir. Finansal
2
Durusoy, Serap (2000), “Finansal Liberalleşmenin Sorgulanmasının Nedenleri”,
http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/tem2000/finans.htm, s. 1, 21.06.04.
3
Lemmen, Jan (1998), Integrating Financial Markets in the European Union, Edward Elgar Publish,
Cheltenham, UK and Northampton, November, s. 6.
4
Parasız, İlker ve Ufuk Başoğlu, http://www.uludag.edu.tr/~ufukb/avrupabirligi.htm, 09.09.2004.
5
Delice, Güven (2000), Uluslararası Finansal Entegrasyon ve Gelişmekte Olan Ülkeler, Cumhuriyet
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, s. 85.
5
entegrasyon kavramı daha çok birinci hususla yani finansal sermaye akımları ile ilgilidir ve bu
sürecin ana unsurunu, ulusal piyasalarda faiz ve döviz kuru arasındaki dengesizliklerden
kaynaklanan arbitraj unsuruna dayanan kısa vadeli sermaye akımları oluşturmaktadır6.
Klasik tek fiyat kanununa dayanan finansal piyasaların entegrasyonu teorisi
çerçevesinde her hangi bir piyasanın uluslararası piyasalara entegre olması işlem maliyetleri
dikkate alınmadığında, nitelikleri aynı olan ürünlerin fiyatlarının da tüm piyasalarda aynı
olması durumu olarak ifade edilmektedir7. Finansal piyasaların entegrasyonu açısından bu
kanun şunu ifade etmektedir; risk özellikleri açısından aynı ya da benzer olan menkul
kıymetlerin farklı uluslararası piyasalarda işlem görseler bile, aynı beklenen getirilere sahip
olmaları durumu olarak tanımlanabilir8. Yani menkul kıymetlerin alım satımı ile ilgili olarak
karşı karşıya kalınan risk, farklı piyasalarda aynı biçimde değerlendiriliyorsa piyasaların
entegre oldukları sonucuna varılmaktadır.
1.1.1. Tarihsel Gelişimi
Finansal entegrasyon kavramı sadece finansal aktif piyasalarındaki arbitrajı değil,
finansal aracıları da ilgilendirmektedir. Finansal piyasaların entegre olması sürecinde ulusal
piyasaların uluslararası yatırıma açılmasının yanı sıra finans piyasalarının ayrılmaz parçası
olan aracı kurumlar vasıtası ile finansal hizmetler de giderek küresel duruma gelmektedir.
Böylece, finansal piyasaların denetim mekanizmalarında ve organize olmayan piyasalarda
hukuki ve teknik uyumun sağlanması önem kazanmaktadır. Ayrıca finansal aracı kurumların
uluslararası piyasalarda faaliyet göstermelerine ilişkin uygulamada var olan kısıtlamaların
kaldırılması ve finansal piyasalar arasında uyumun sağlanması, piyasaların entegrasyonunda
etkin bir rol oynamaktadır9. Her ne kadar sermayenin uluslararasılaşması bağlamında
entegrasyon İkinci Dünya Savaşı sonrası literatüre girmişse de yeni bir olgu değildir. 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiltere'nin serbest ticareti yerleştirme çabaları
görülmektedir10. Sermayenin küresel dolaşımının hemen hemen serbest olduğu 1870–1915
döneminde, uluslararası yatırımlar gerçekleşen üretim, dünya toplam üretiminin % 9’una
6
Yeldan, Erinç (2002), “Neoliberal Küreselleşme İdeolojisinin Kalkınma Söylemi Üzerine Değerlendirmeler”,
http://www.bilkent.edu.tr/~yeldane/Praksis–2002.pdf, s. 8, 19.10.2004.
7
Akdoğan, Haluk (1995), The Integration of Capıtal Markets: Theory and Evidence, Edward Elgar
Publishing Company, s. 3.
8
Delice, Güven (2000), “Uluslararası Finansal Sermaye Akımlarını Belirleyen Faktörler”, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 55, No: 1, Ocak- Mart, s. 65.
9
Llewellyn, David T(1988), “Financial Intermedition and Systems: Global Integration”, Intenational Monetery
and Financial Integration: The European Dimension , Edited by: D. E. Fair and C. de Boissieu, Kluwer
Academic Publisher, Dortrocht, s. 242.
10
Sönmez, Sinan (1998), Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, İmge Yayınları, Ankara, s. 34.
6
ulaşmıştır11. Halbuki küreselleşmenin hız kazandığı 1990’ların başında bu oran, ancak % 8.5
olabilmiştir.
Aslında 1970 sonrasındaki küreselleşme sürecinin kapitalizmin 19. yüzyıl boyunca
içinde bulunduğu genel küreselleşme dalgasının bir devamı niteliğinde olduğunu vurgulamak
gerekmektedir. Gerçekten de, dünya kapitalizminin son iki yüzyıllık tarihi, iki ayrı uzun
salınım altında, iki adet küreselleşme döneminin gerçekleşmiş olduğunu göstermektedir. Bu
dönemlerden birincisinin 18. yy. sanayi devriminin teknolojik gelişmelerini takiben, 1870–
1915 yılları arasında dünya mal ve finans piyasalarında hükmünü sürdürdüğü görülmektedir.
Söz konusu yıllara damgasını vuran bu ilk küreselleşme dalgasının temel özelliği, para
piyasalarında ve ticaret ilişkilerinde altın standardının kabul edilmiş olmasıdır12.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve ulus devletlerin görece bağımsız kalkınma ve
ticaret politikaları ile şekillenen 1914–1970 ara döneminden sonra dünya ölçeğinde yeni bir
küreselleşme dönemine girildiği görülmektedir. Bu dönemde sermaye hareketlerinin gelişimi
dört dönemden oluşmaktadır13. Birinci dönemde (1973-1980), gelişmiş ülkeler arasında net
sermaye hareketleri önemli ölçüde artmıştır. Bu artışa kurumsal yatırımcıların ve yabancı
finansal kuruluşların yerel finansal pazarlardaki yatırımları yol açmıştır. Bu akım aynı
dönemdeki uluslararası ticaret akımından çok daha büyük boyutta gerçekleşmiştir. Bu süreç
1970’lerin sonuna kadar ulusal kanun ve düzenlemelerin etkili olduğu ve genellikle döviz
kontrolleri ve uluslararası finansal işlemler üzerindeki sınırlamalarla korunan finansal
piyasalar olarak kalmıştır14. İkinci dönemde (1980-1983), gelişmiş ülkelerde sermaye
kontrollerinin yumuşatıldığı ve finansal pazarlarda serbestleşmenin arttığı dönemdir. Bu
dönemde uluslararası sermaye piyasaları arasındaki bütünleşmenin derecesi pazarlara yönelik
sermaye akımı büyüklüğünden çok, mali enstrümanların getirilerindeki farklılaşmayla
ölçülmektedir. Üçüncü dönem (1984-1988), gelişmiş ülkelerin cari işlemler ve kamu
açıklarını kapamaya yönelik sermaye hareketlerinin geliştiği dönemdir ki, bu açıkların
finansman kaynağı, resmi sermaye akımlarından çok özel sermaye akımları oluşturmuştur.
Dördüncü dönemde ise (1989 sonrası), 1980’li yılların sonundan itibaren özellikle gelişmekte
olan ülkelere yönelik özel ve resmi sermaye akımlarının başladığı görülmektedir. 1990’lı
yıllarda gelişmekte olan ülkelerde önemli ölçüde finansal serbestleşmenin yaşandığı, bu
11
Yıldızoğlu, Ergin (1996), Globalleşme ve Kriz, Alan Yayınları, İstanbul, s. 15.
Akdiş, Muhammet (2000), Global Finansal Sistem Finansal Krizler ve Türkiye, Beta Yayınları: 983, 1.
Baskı, İstanbul, s. 6.
13
Uzunoğlu, Sadi, Kerem Alkin ve Can Fuat Gürlesel (1995), Uluslararası Sermaye Hareketlerinin
Gelişmekte Olan Ülkelerde Makro Ekonomik Etkileri ve Türkiye, IMKB Araştırma Yayınları, s. 37.
14
Delice, Güven (2000), a.g.e, s. 90.
12
7
ülkelerin uluslararası sermaye piyasaları ile entegre olduğu ve bu ülkelere yoğun sermaye
akımlarının olduğu görülmektedir.
19.yy ve 20.yy’daki küreselleşme dönemlerinin sermaye hareketleri açısından en
önemli farkı, birincisinin reel bir mal ile –altın standardında– düzenlenmesi, günümüzdeki
ikinci dönemde ise, kağıt paraların nominal değişim hareketlerine dayalı olmasıdır. Bu
anlamda 20.yy’ın insanlık tarihindeki belki de en ayırt edici özelliği, ulusal paraların değişim
değerlerinin altın veya benzeri reel hiç bir mal tarafından desteklenmediği, nominal birer
büyüklükten ibaret olduğu bir dönemi sergilemesidir. Ulusal paraların değişim hadlerindeki
bu belirsizlik, finansal sistemin işleyişi açısından bir yandan büyük riskler taşırken, bir
yandan da spekülatif nitelikli kazançları özendirmekte ve finansal sermayenin akışkanlığını –
reel üretim dünyasından kopartarak– uyarmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, 1980’lerin
sonunda günde yaklaşık 190 milyar dolar hacmi olan dünya döviz piyasası işlemleri, 2000
yılında günlük 1.8 trilyon ABD dolarına ulaşmış bulunmaktadır. Söz konusu finansal
hareketliliğin, “dünya reel mal ticaretini finanse etmek” gibi bir süreç ile hiç ilgisi yoktur ve
reel üretim ve fiziksel sermayenin yatırım gereklerinden tamamıyla kopuk bir gelişme
göstermektedir15.
Özetlemek gerekirse, 1980’li yıllarla birlikte ödemeler bilânçosundaki cari işlemler
hesabının serbestleşmesiyle başlayan dışa açılma süreci hızla sermaye hareketlerini de
kapsamıştır. Bilgisayar ve iletişim teknolojilerindeki ilerleme ve taşıma maliyetlerindeki
azalma sermaye ve üretimde artan bir uluslararasılaşmaya, sermaye ve kaynakların oldukça
önemli derecede mobilitesine yol açmak suretiyle finansal piyasalar arasında daha ileri bir
bütünleşme sürecinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böylece, uluslararası ticaret
üzerindeki engellerin kaldırılması ve sermaye kontrollerinden de vazgeçilmesiyle dünya
ekonomisi malların ve sermayenin serbestçe dolaştığı bir alan durumuna gelmiştir.
1.1.2. Finansal Entegrasyon Teorileri
Gelişmekte olan ülkelerin büyük bir kısmında hükümetler, kapalı veya yarı açık
ekonomi dolayısıyla, finansal sektör üzerinde doğrudan kontrole sahip olduklarından birçok
kısıtlama ve kontrol mekanizmaları geliştirmişlerdir. Gelişmekte olan ülkeler finansal
serbestleşme ile finansal kontrol uygulamaları arasında bir açmaz içerisinde kalmışlardır.
Çünkü bir yandan, ekonomik kalkınmayı hızlandırmak için daha büyük yatırımlara
gereksinim duyarken, diğer yandan, finansal kaynakların yetersiz olması bu ülkelerin büyük
15
Yeldan, Erinç (2002), a.g.m., s. 7.
8
yatırım planlarını gerçekleştirmeleri önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır.
Piyasada arz ve talebe göre değerini alması gereken faizlere, hükümetler tarafından bilinçli
olarak müdahale edilmiş ve faiz oranları enflasyonun altında tutularak, reel olarak negatif bir
değer almıştır. Genelde finansal sektördeki her tür kısıtlamayı ve müdahaleyi kapsayacak
şekilde kullanılan, özelde negatif reel faiz politikaları şeklinde uygulanan iktisat politikalarını,
McKinnon (1973) ve Shaw (1973)’den sonra, “finansal baskı” (financial repression) politikası
olarak adlandırmak literatürde gelenek olmuştur16.
Finansal baskı politikaları, McKinnon ve Shaw (1973) tarafından, ciddi olarak
eleştirilmiştir. Bu yazarlar, Neo-klasiklerin serbest piyasa mekanizmalarını kaynak tahsisi için
en iyi yöntem olarak kabul ederek, finansal baskı politikalarının finansal kalkınmayı
engellediğini ve dolayısıyla ekonomik büyümeyi olumsuz olarak etkilediğini ileri
sürmektedirler. Bu sebeple bu yazarlar finansal sektörde radikal bir biçimde finansal
liberalizasyon politikalarının benimsenmesini tavsiye etmişlerdir. Bu politikanın temelinde
finansal sektördeki kalkınmanın ekonomik büyümeye öncülük edeceği anlayışının hâkim
olduğu görülmektedir. 1970 ve 1980’li yıllarda, özellikle uluslararası kurumlarda bu politika
değişikliği önerisi geniş yankı uyandırmıştır. Bu bağlamda temelleri 1970’lerde atılan finansal
entegrasyon teorisi literatürde halen tartışılmaya devam etmektedir. Tartışma, finansal
entegrasyon hareketlerinin ülke ekonomilerinde büyümeye öncelik edeceği görüşüne karşın
finansal entegrasyonun, finansal sistemin kırılganlıklarını arttırarak krizlere yol açacağı
şeklinde özetlenmektedir. Aşağıdaki bölümde bu tartışmalara Neo-Klasik, Yapısalcı, NeoKeynezyen, Post- Keynezyen ve Spekülatif gelişme teorileri ışığında yer verilmektedir.
1.1.2.1. Neo-Klasik Teori
Finansal serbestliğin (finansal entegrasyonun ilk aşaması) teorik temelini McKinnon ve
Shaw’ın ileri sürdüğü “finansal baskı” yaklaşımının oluşturduğu yukarıda özetlenmiştir17.
Gelişmekte olan ülkelerde uygulanan iktisat politikalarının ortak yönlerinden birisini finansal
piyasalara müdahale oluşturmaktadır. Bu politikaların uygulanmasının hem politik hem de
ekonomik nedenleri bulunmaktadır. Bunlardan en açık şekilde destek bulan ve Keynezyen
görüş diye kabul edilen teoriye göre düşük faiz politikaları yatırımları artıracaktır. Bu sebeple
birçok gelişmekte olan ülke sermaye birikimini uyarmak için düşük, reel olarak negatif faiz
16
Kar, Muhsin ve Mehmet Tuncer (1999), “Finansal Kalkınma ve Ekonomik Büyüme”, Uludağ Üniversitesi
İ.İ.B.F Dergisi, Cilt 17, Sayı 3, Ekim, Bursa, http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/6/muhsin/muhsin.html,
20.07.2004.
17
Sönmez, Sinan (2004), “ Küresel Finansal Düzen, Yönetişim ve Büyüme”, Dünya Ekonomisinde Bütünleşme
Hareketleri ve Türkiye, Ed. Nihal Yıldırım Mızrak, Siyasal Yayınevi, s. 126.
9
politikalarını sürdürmüşlerdir. Bu şekilde finansal piyasalar baskı altına alınarak reel sektörün
önünün açılması hedeflenmektedir. Yine aynı şekilde seçici (selective) kredi politikaları,
sübvansiyonlar genel olarak uygulanan diğer bazı kısıtlayıcı politikaları oluşturmaktadır.
Neo-klasik finansal entegrasyon yaklaşıma göre, 1950’li yıllardan itibaren gelişmekte
olan ülkelerde uygulanan “finansal baskı” politikaları, tasarrufların azalmasına, finansal
aracılık maliyetlerinin yükselmesine ve sermaye kaçışlarına neden olmaktadır. Dolayısıyla
kaynaklar, marjinal verimlilik düzeyi düşük yatırımlarda kullanılmakta, tasarruf sahipleri de
üretken olmayan fiziksel aktiflere yönelmektedir. Böylece, finansal baskı politikaları, düşük
faiz oranı ve tercihli kredilerle ayrıcalıklı bir grup yaratırken, bunun dışında kalanları yüksek
faizlerin geçerli olduğu bankacılık sektörü dışında kalan finansal piyasalara (informel
markets) yöneltmektedir18. Geleneksel serbestleşme teorisi olarak nitelendirilen bu yaklaşıma
göre devletin, faiz, kredi hacmi, kur, yüksek rezerv talebi ve sermaye hareketleri üzerindeki
denetimi finansal baskıya yol açmaktadır. Baskı sonucunda reel faiz oranı düşmekte, tasarruf
hacmi daralmakta ve finansal derinleşme engellenmektedir. Sonuçta McKinnon ve Shaw
yaklaşımında finansal serbestleşme ile birlikte devlet, piyasada uyguladığı fiyat ve miktar
kontrollerine son vererek, yüksek reel faiz uygulamasına bağlı olarak artan tasarrufun üretken
sektörlerde yatırıma dönüşmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda finansal liberalizasyon
yaklaşımıyla yüksek faiz, firmaların daha üretken yatırım projelerini seçmesini sağlayacak ve
kredi kontrolünün kaldırılması da bankaların daha etkin kredi politikası uygulamasını
mümkün kılacak olan finansal liberalizasyon yaklaşımının temel özellikleri şöyle
sıralanmaktadır19.
• Mevduat faiz ve kredi tavanları ile öncelikli sektörlere kredi verilmesi
uygulamasının yürürlükten kaldırılması,
• Yeni kurumların finansal sisteme girişini engelleyen uygulamaların kaldırılması,
• Dövizle ödemelerin yapılmasını kısıtlayan uygulamalara son verilmesi,
• Yurtiçi finansal piyasaların rekabete açık hale getirilmesi,
Finansal liberalizasyonun en önemli argümanlarından birisi gelişmekte olan ülkelerin
temel problemi olarak yatırımların azlığı değil, bu yatırımları gerçekleştirmek için gerekli
olan tasarrufların yetersizliği varsayımı oluşturmaktadır. Bu nedenle ekonomik politikaların
18
Özbilen, Şevki (2000), “Finansal Deregülasyonun Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Finans Dünyası Dergisi,
Sayı: 131, Kasım, http//www.econtürk.org/Türkiyeekonomisi/şevki1.pdf, s. 11, 08.09.2004.
19
Sönmez, Sinan (2004), a.g.m., s. 126.
10
tasarrufları artırıcı, cazip kılmaya yönelik oluşturulması gerekmektedir. Yine gelişmekte olan
ülkelerde uygulanan faiz politikalarının bir sonucu olarak bankalarda tutulan mevduatın
getirisi enflasyonun gerisinde kalmaktadır. Bu yüzden kaynaklar bankacılık sektöründen çok
değerli madenlere (altın gibi) veya gayrimenkule yapılan yatırımlarla israf edilmektedir. Bunu
önlemenin en önemli yollarından birisi faizlerin reel olarak pozitif hale getirilmesi ve
kaynakların bankacılık sektörüne çekilmesi olmaktadır. Bankacılık sektörüne kayan bu yeni
kaynaklar yatırımcılar tarafından kullanılabilir duruma gelmektedir20. McKinnon ve Shaw’ın
modelleri, finansal liberalizasyon ön planda tutularak, Kapur (1976, 1983), Galbis (1977) ve
Mathieson (1979, 1980) tarafından genişletilmiştir.
Finansal liberalizasyon politikaları gelişmekte olan ülkelerin büyük bir kısmında
uluslararası kurumların da desteğiyle uygulanmaktadır. Ancak, birkaç istisna dışında beklenen
sonuçlara ulaşılamamaktadır. Finansal deregülasyon21 programları, yatırım ve tasarruf
davranışlarını yapısal olarak değiştirmektedir. Özellikle, finansal deregülasyon ile birlikte
yükselen faizler, tasarruf ve yatırımları uyarmada başarısız olurken, iç ve dış borçların
beklenmedik seviyelerde yükselmesine neden olmaktadır. Büyük bankalar ve uluslararası
piyasalarla bağlantısı olan büyük holdingler ve bunlara bağlı olan holding bankaları, ucuz
döviz kredilerine ulaşabilirken, yüksek maliyetlerle, yurtiçi piyasalardan kredi alan küçük
işletmelerin borçları sürekli olarak artmaktadır. 1985’lerden itibaren, yeni deregülasyona tabi
tutulan bu finansal piyasalar çökerken, hükümetler kaçınılmaz olarak finansal piyasalara
müdahale etme gereğini duymaktalar22.
1990’ların başlarında Mc Kinnon ve diğer Neo-Klasik iktisatçılar, Neo-Keynezyen
kavramların yardımıyla, yüksek faiz oranlarının finansal ve makroekonomik istikrarsızlığa
etkilerini tartışmaya açmışlardır. Aynı şekilde, reel ve finansal piyasaların uyum hızları farklı
iken finansal piyasaların, mal piyasaları ile aynı tarzda ve aynı anda deregülasyona tabi
tutulamayacağı görüşü ön plana çıkmıştır. Bu ikinci en iyi strateji, deregülasyon programının
uyum sıralaması sorununa dönüşmüştür. Finansal reformlardan önce, reel sektör reformlarının
yapılması
gerektiği
ve
deregülasyonun
ilk
aşamalarında
ekonomiyi
finansal
istikrarsızlıklardan korumak için, sınırlı bir finansal regülasyonun sürdürülmesi gerektiği ileri
20
Kar, Muhsin (1999), “Finansal Kalkınma ve Ekonomik Büyüme”, Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi, Cilt
17, Sayı 3, Ekim, Bursa, http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/6/muhsin/muhsin.html, 20.07.04.
21
Deregülasyon, piyasalarda daha fazla rekabetçi bir yapı yaratmak amacıyla, düzenlemelerin gevşetilmesi,
önceki kontrollerin kaldırılması anlamındadır. Faiz oranları üzerindeki kontrollerin kaldırılması ve piyasada
tekelci ya da eksik rekabet yaratacak düzenlemelerin piyasaya girişle ilgili kısıtlamaların ortadan kaldırılması,
deregülasyon olarak adlandırılmaktadır. Bu çalışmada finansal deregülasyon, finansal liberalizasyon
kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
22
Özbilen, Şevki (2000), a.g.m., s. 11.
11
sürülmüştür23. Aşağıda finansal entegrasyon teorisinin en önemli teorik açıklamasını
oluşturan Neo-Klasik teori eleştirel yaklaşımla sırasıyla; Yapısalcı, Neo-Keynezyen, PostKeynezyen ve Spekülatif Gelişme teorileri çerçevesinde incelenmektedir.
1.1.2.2. Yapısalcı Teori
McKinnon ve Shaw’un liberal görüşleri 1970’li yıllarda oldukça etkili olmasına rağmen
bunların önerdikleri politikaların gelişmekte olan ülkelere uygunluğunun eleştirel bir biçimde
gözden geçirilmesi gerekmektedir. Çünkü bu konuda yapılan ampirik çalışmalarda kesin bir
ortak sonuca ulaşılamamaktadır. Uygulamalardan çıkarılacak sonuçlar aşağıdaki gibi
sıralanmaktadır24.
İlk olarak Neo-Klasik teoriye göre, gelişmekte olan ülkelerdeki finansal kalkınma ile
ekonomik büyüme arasındaki ilişki teorinin güçlü varsayımları sayesinde oldukça mekanik bir
görüntü arz etmektedir. Teori yüksek faiz (reel olarak pozitif) oranlarının finansal sektörde
otomatik olarak kurumlaşmaya yol açacağını varsaymaktadır. Çünkü finansal kurumların
tasarrufları,
yatırımlara
dönüştürmeye
aracılık
etme
özelliği
sayesinde
bunun
gerçekleşeceğine inanmaktadır.
İkinci olarak, gelişmekte olan ülkelerde finansal kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi için,
finansal sektörün fonksiyonlarını yerine getirdikleri (içinde çalıştıkları) ülkelerin politik ve
kültürel şartlarını göz önünde bulundurmak gerekmektedir oysa Neo-Klasik teoride bu
bulunmamaktadır.
Üçüncü olarak, finansal liberalizasyon taraftarları güçlü bir şekilde bankacılık sektörü
dışında kalan finansal sektörün verimli olmadığına inanmaktadırlar. Bu konu ile ilgili bazı
çalışmalar göstermiştir ki, organize olmuş bankacılık dışındaki piyasalar yatırımların
finansmanında önemli rol oynamaktadır. Benzeri eleştiriler sonucunda, McKinnon ve
taraftarları,
görüşlerinde
bazı
değişiklikler
yaparak
aşamalı
bir
şekilde
finansal
liberalizasyonun gerçekleştirilmesini önerdikleri yukarıda açıklanmaktadır. Ayrıca, finansal
liberalizasyonun
başarılı olabilmesi için gerekli koşulların istikrar programlarıyla
gerçekleştirilmesinin gerekliliği vurgulanmaktadır25.
23
Mc Kinnon, Ronald. I (1993), The Order of Economic Liberalization, Hopkins University Pres, London, s.
4–10.
24
Kar, Muhsin (1999), a.g. m., s. 8, http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/6/muhsin/muhsin.html, 20.07.04.
25
Önder, İzzettin, Oktar Türel, Nazım Ekinci ve Cem Somel (1993), Türkiye’de Kamu Maliyesi, Finansal
Yapı ve Politikalar, Edit. Taner Berksoy ve Korkut Boratav, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı
Yayınları, İstanbul, s. 99.
12
Finansal liberalizasyon yaklaşımına eleştirilerini sistemli bir biçimde geliştirenlerin
başını Yapısalcı teori çekmektedir. Genel olarak Yapısalcı teori, gelişmekte olan ülkelerin
geri kalmışlığının temel nedenlerine vurgu yapmakta ve öncelikle gelişmekte olan ülkelerde
piyasaların verimli olarak çalışmamasının nedeni olarak bu piyasalarda uygulanan sabit fiyat
politikasını (Mark-Up: Maliyet + Kar) göstermektedir. Ayrıca, eleştirilerin odak noktasında
Neo-Klasiklerin piyasa için öngördükleri çalışma biçiminin gelişmekte olan ülkelerde geçerli
olmadığını savunmaktadırlar26. Yapısalcı teoriye göre, finansal liberalizasyon sonucunda
serbest bırakılan faiz oranlarının yükselmesi ile üretim maliyetleri artmakta, bu artış
uygulanan fiyat politikası yoluyla fiyatlara yansıtılmaktadır. Kısaca, teoriye göre finansal
liberalizasyon, enflasyonu hızlandırıcı etki yapmaktadır.
Yapısalcı teoriye göre, gelişmekte olan ülkelerde resmi (formel) finansal piyasaların
dışında örgütlenmemiş (informel) finansal piyasalar da fon arz ve talebi sürecinde rol
oynamaktadır. Bu ülkelerde, fon arz ve talebinde bulunanlar bu iki piyasayı da
kullanmaktadır. Ancak, finansal liberalizasyon sonucunda serbest bırakılan faiz oranlarının
yükselmesi sonucu yatırıma dönüştürülebilir sermaye resmi (bankalar) finans piyasasında
toplanmaktadır. Bankacılık piyasası dışındaki (informel) finans piyasasında faizler
yükselecektir. Ayrıca. Resmi finans piyasalarındaki kanuni karşılık tutma zorunluluğu bu
piyasadaki yatırıma dönüştürülebilir fonların azalmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, her
iki piyasada faizler yükselmekte, yatırımlar azalmakta ve büyüme hızı düşmektedir27.
Yapısalcı teorinin, Neo-Klasik teoriye karşı ileri sürdüğü eleştiriler üç noktada
özetlenmektedir28;
• Finansal deregülasyon ile kredi faizleri, hem resmi hem de resmi olmayan sektörde
artacaktır. Firmaların işletme sermayesi ihtiyacını büyük oranda borç finansmanı ile
sağladıkları bir ortamda, kredi faiz giderleri toplam üretim maliyetleri içinde önemli bir paya
sahip olacaktır. Bu durumda, faiz oranlarındaki önemli bir artış, arz şoku niteliğinde bir etki
yaratıp, fiyatların yukarı doğru itilmesine neden olacaktır. Yani enflasyonist baskıların
artmasına neden olmaktadır.
• Talep yönünde ise, düşen reel ücretler ve artan borçlanma maliyeti, toplam talebi
azaltarak, üretimin azalmasına yol açacaktır. Gelişmekte olan ülkelerde, arz esnekliğinin
düşük olduğu ve mevcut kısıtlar dikkate alındığında, yüksek borçlanma maliyetlerinin arz
26
Kar, Muhsin (1999), a.g. m., s. 9.
Öçal, Tezer ve Ö. Faruk Çolak (1999), Finansal Sistem ve Bankalar, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, s. 275.
28
Özbilen, Şevki (2000), a.g.m., s. 11-12.
27
13
yönlü enflasyonist etkileri, talep yönlü deflasyonist etkilere baskın çıkacak ve stagflasyonist
bir süreç başlayacaktır. Neo-Klasik yaklaşıma göre, finansal deregülasyonun başarılı olması,
tasarrufların üretken olmayan aktiflerden banka mevduatlarına yönelmesine bağlanmaktadır.
Yapısalcılar
ise,
riskten
kaçınan
yatırımcıların,
söz
konusu
portföy
değişimini
gerçekleştirememeleri durumunda, finansal deregülasyonun yatırımları ve büyümeyi
uyarmada başarısız olacağını ileri sürmektedir.
• Yukarıda belirtildiği gibi, gelişmekte olan ülkelerde, resmi kredi piyasası, rezerv
karşılıklar nedeniyle, resmi olmayan piyasalar kadar etkin bir finansal aracılık yapamazlar.
Artan faizlerin sonucu olarak portföyün, resmi olmayan sektördeki aktiflerden, formel kredi
piyasalarındaki aktiflere yeniden dağıtıldığı varsayılmaktadır. Buna göre, finansal
deregülasyon, Neo-Klasik teori ile iki noktada çelişmektedir. Birincisi, portföyün resmi
olmayan sektörden resmi sektöre kayması sonucunda borç verilebilir toplam fonlar
azalmaktadır. İkinci olarak da, finansal deregülasyondan sonra, resmi olmayan sektörde
mevduat tabanı daralacağından kredi faizleri artmaktadır. Sonuç olarak, resmi olmayan
sektörde, hem faizlerin yükselmesi, hem de borç verilebilir fonların azalması stagflasyonist
süreci hızlandıracaktır.
Bu eleştiriler yapısalcı okul için de yapılmaktadır. Örneğin, bankacılık sektörü dışındaki
finansal
aracılık
işlemlerinin
verimli
olduğu
hipotezi
sorgulanmaktadır.
Finansal
liberalizasyon taraftarları bu piyasanın küçük ölçekli olduğunu ve dolayısıyla ekonomideki
kaynakların tahsisinde daha az verimli olacağını ileri sürmektedirler29. Bununla birlikte
bankacılık dışında var olan finansal aracılık sektörü, en azından bazı ülkeler için, inkar
edilemeyeceği ve özellikle etkin oldukları ülkelerde kırsal kesimdeki yatırımlar için gerekli
kredileri sağlamaktadır30. Kısaca, finansal liberalizasyon taraftarları yukarıda konu olan resmi
olmayan piyasaları analiz dışı bırakıp, finansal kalkınmanın ekonomik büyümeyi pozitif
etkileyeceğini savunurken, yapısalcı yaklaşım aksine, finansal kalkınma politikalarının
gelişmekte olan ülkelerdeki finansal sektörün gerçeklerini bir bütün olarak dikkate almaması
durumunda beklenenin tersi bir durumla karşılaşılabileceğini vurgulamaktadır.
1.1.2.3. Neo-Keynezyen Teori
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız Neo-Klasik finansal entegrasyon teorisi yapısalcı
iktisatçılar gibi Keynezyen iktisatçılar tarafından da eleştirilmektedir. Keynezyen iktisada
29
Hermes, Niels (1994) “Financial Development and Economic Growth: A Survey of The Literature”,
International Journal of Development Banking, 12, 1, s. 3-22.
30
Geniş Bilgi İçin Bkz. Ghate, P.B.(1988) “Informal Credit Markets in Asian Developing Countries”, Asian
Development Review, 6, 1, s. 64–88
14
göre faiz oranlarının yükselmesi, yatırımları teşvik etmek yerine azaltmaktadır. Çünkü
Keynezyen iktisadın büyüme için öngördüğü esas faktör efektif talep artışı olmaktadır. Oysa
Neo-Klasik yaklaşım faiz artışlarının tasarruf artışı sonucunda yatırımları ve büyümeyi
arttıracağını öngörmektedir. Bu noktada Keynezyen iktisada göre tasarruf artışı ile efektif
talep farklı yönlere hareket edeceklerinden tasarruf artışı efektif talebi azaltmakta ve
durgunluğa neden olmaktadır. Ayrıca, yeni Keynezyen yaklaşımda tasarruflar gelirin artan
fonksiyonudur ve faize duyarlı değildir. Bundan dolayı finansal baskı McKinnon-Shaw
yaklaşımında olduğu gibi etkin kaynak tahsisine yol açmamaktadır. Bu nedenle yeni
Keynezyen görüşü savunanlar, devletin ancak finansal piyasalarda istikrarı sağlamak
amacıyla bazı roller üstlenmesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Faiz oranlarının yüksek
olduğu ortamda, faaliyet riskleri de artacağından daralmalar yanında iflaslar da
beklenmektedir. Bütün bunlar göz önüne alınarak devlet finansal piyasaların düzenlenmesi,
istihdam ve kaynak tahsisinde etkinliğin sağlanması konusunda katkıda bulunması ve
gerektiğinde bu piyasalara müdahale etmesi gibi görevler üstlenebilmektedir31.
Neo-Keynezyen yaklaşıma göre, finansal piyasalar iki açıdan mal piyasalarından
farklıdır. Mal piyasalarında çok sayıda iktisadi ajan homojen bir malı alıp satarlar. Satıcının
malı teslimi ve alıcının ödemesi eşanlı olarak yapılmaktadır. Buna karşılık, finansal
piyasalarda borç veya kredi anında verilirken geri ödeme gelecekte yapılmaktadır. Bu görüşe
göre, borçlunun, borcunu ödeyip ödememesini belirleyecek objektif bir kriter de
bulunmamaktadır. Borcun vadesi dolduğunda, borçlunun ödemek zorunda olduğu miktar ile
ödenen miktar arasındaki fark, borcunun geri ödenmemesi ile ilgili belirsizliğin bir sonucu
olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu belirsizlik, finansal piyasalarda arz ve talep tarafından
simetrik değildir. Borçluların, piyasalardan bekledikleri getiri ve risk konusunda piyasa
ajanları tarafından tam bilgilendirildikleri, ancak, kredi verenlerin her bir borçluya ait yeterli
bilgiye sahip olmadıkları varsayılmaktadır. Bunun yerine, kredi verenler bir grup olarak tüm
borçluların beklenen getiri ve risk olasılık dağılımı konusunda bir bilgiye sahiptirler. Bu
sınırlı bilgiye dayanarak, kredi verenler, borcun geri ödenmemesi olasılığını dikkate alarak,
kredi faiz oranı ve beklenen getiri arasındaki fonksiyonel ilişkiyi değerlendirmektedir.
Finansal deregülasyon ile birlikte, faizlerin yükselmesi durumunda asimetrik bilgi
konusu daha da büyük sorunlara neden olmaktadır. Bu sorunlar şöyle özetlenebilir32: Faizlerin
31
Taş, Seyhan (2001), Finansal Liberalizasyon, Uluslararası Sermaye Hareketleri Ve Türkiye
Ekonomisindeki Etkileri, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora
Tezi, Mayıs, s. 43.
32
Özbilen, Şevki (2000), a.g.m., s. 12.
15
yükselmesi ile genel olarak kredi başvurularının ortalama kalitesi düşmektedir. Beklenen
getirileri ve risk düzeyleri düşük olan projelerin, yüksek borçlanma maliyetinde gerçekleşme
imkânları azalmaktadır. Geriye yalnızca beklenen getirisi yüksek, risk düzeyi düşük veya
yüksek projeler kalmaktadır. Diğer bir ifadeyle ihtiyatlı davranan projeler, yüksek faiz
nedeniyle devre dışı kalmaktadır. Asimetrik bilgi nedeniyle, kredi verenler, düşük ve yüksek
riskli projeleri ayıramayınca, negatif borçlu havuzundan rast gele bir seçim yapmak zorunda
kalmaktalar. Bu da, literatürde ters seçim veya kötü seçim olarak da ifade edilen yanlış
seçimin (adverse selection) sonucudur. Burada sözü edilen asimetrik bilgi sorunu, finansal
piyasaları yeterince gelişmemiş olan ve finansal kurumları yeterli düzeyde deneyime sahip
olmayan, gelişmekte olan ülkelerde görülmektedir. Neo-Keynezyen yanlış seçim hipotezi,
finansal deregülasyon ile ekonominin yatırım portföyünün neden negatif bir biçimde
etkilendiğini açıklamaktadır.
Yanlış seçim yapılması durumunda, kredi verenlerin kredi tayınlamasına33 gittikleri
varsayılmaktadır. Bu tayınlama olgusu faiz oranı artışlarını sınırlayarak, kredi başvuru
havuzunun kalitesindeki bozulmayı önlemeye çalışmaktadır. Kredi tayınlamasının bir sonucu
olarak da, cari faiz oranlarında talep fazlası ortaya çıkacaktır. Kredi tayınlaması, kredi
verenlerin asimetrik bilgiye bir tepkisi olarak yorumlanabilir. Faiz oranı, kritik bir düzeyi
aştığında beklenen getiri azalmaya başlamaktadır. Bunun nedeni, borçluların ortalama
kalitesinin azalması ve piyasa faiz oranlarında, borç verilebilir fonlarda bir talep fazlasının
ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır.
1.1.2.4. Post-Keynezyen Teori
Neo-Keynezyen ve Post-Keynezyen yaklaşımlar, aynı kökten gelmekle birlikte
birbirlerinden oldukça farklıdır. Bu farklılıkların en önemlisi ve en belirgin yönü ise,
beklentilerin oluşumu ve yönü olmaktadır. Post–Keynezyen yaklaşıma göre, finansal
piyasaların arz ve talep tarafında yer alan ekonomik birimlerin beklentileri içsel olarak
oluşmaktadır. Beklentilerin içsel olmasının nedeni, yatırım projelerinin şimdiki ve gelecekteki
getiri ve risklerinin belirsiz oluşudur. Bu bağlamda, rasyonel ekonomik birimlerin kararları
daha çok sağduyularından etkilenmektedir. Rekabetin zorladığı veya beklentilerin uyardığı
baskılar sonucunda, riski yükselen yatırımlar bazı dönemlerde rasyonel görünmektedir. Bu
durum, aynı zamanda, kendini besleyen bir süreç olmaktadır. Riski yüksek projelerden
beklenen karlılık oranı realize edildikçe, gelecek konusunda daha olumlu beklentiler
33
Genel olarak krediyi tayın’a bağlamayı, borç almak isteyenlerin bankaların mevcut faiz oranından borçlanmak
istedikleri halde, bankaların verecekleri krediyi sınırlamaları şeklinde ifade etmek mümkündür.
16
oluşmaktadır. Bu beklentiler gerçekleştikçe süreç devam etmekte ve yatırımlar artmaktadır.
Beklentilerin uyardığı ve rekabetin zorladığı piyasa dinamiklerinin en somut göstergesi,
ekonomik konjonktürün farklı aşamalarında, farklı finansman biçimlerinde kendini
göstermektedir. Ekonomik faaliyetlerin istikrarlı dönemlerinde ekonomik birimler, spekülatif
finansmana daha fazla yönelmekteler. Bir başka ifadesiyle, uzun vadeli projeler, tercihen kısa
vadeli finansal kaynaklarla finanse edilmektedir. Bu tarz bir finansman, ekonomik birimleri
faiz şoklarına ve kredi imkânlarındaki değişmelere karşı daha duyarlı duruma getirmektedir34.
1.1.2.5. Spekülatif Gelişme Teorisi
Neo-Keynezyen ve Post-Keynezyen yaklaşımların bir sentezi olarak Grabel tarafından
geliştirilen spekülatif gelişme teorisinde, gelişmekte olan ülkelerde uygulanan, finansal
deregülasyon programlarının genelde dört ana bileşeni bulunmaktadır. Bunlar: Reel mevduat
ve kredi faiz oranlarının serbest piyasa düzeyine yükselmesi, mevcut finansal kurumların
serbestleştirilmesi, yeni finansal piyasaların, kurumların ve araçların yaratılması, yani finansal
derinliğin oluşması ve sermaye hesabının serbestleştirilmesidir35. Elbette ki, bu değişikliklerin
çok önemli arz ve talep etkileri vardır. Talep yönünde, finansal serbestleşme programlarının
önemli sonuçlar ortaya çıkardığı görülmektedir. Şöyle ki, yüksek kredi faizleri, riskli
yatırımcıları avantajlı duruma getirmekte, kurumsal yenilikler, kısa vadeli spekülatif
yatırımlar için yeni fırsatlar yaratmaktadır. Ayrıca, kısa ve uzun vadeli faiz farkı artarak
spekülatif yatırımlar lehine bir ortam oluşturmaktadır36.
Finansal deregülasyon ile artan faizler, yatırımların bileşenini ve hacmini etkileyebilir.
Finansal deregülasyonun en önemli etkisi, düşük getirili ve düşük riskli yatırım projesinin
devre dışı kalmasıdır. Bunun sonucunda kredi verenler, ortalama kalitesi daha düşük bir
borçlular grubu ile karşı karşıya kalmaktadır. Aslında bu durum, asimetrik bilgiden değil,
borç verilebilir fonların maliyetinin artmasından kaynaklanmaktadır. Neo-Keynezyenler göre,
bu durumda kredi tayınlaması ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, Post-Keynezyenler ise,
spekülatif
bir
ortamda
beklentileri
değişen
kreditörlerin
kredi
tayınlamasına
37
gitmeyebileceklerini ileri sürmektedirler . Neo-Klasik finansal deregülasyon kuramına göre
finansal deregülasyon, yeni piyasalar ve finansal araçların yaratılmasına yardımcı olmaktadır.
34
Esen, Oğuz (1998), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Uygulanan Finansal Serbestleşme Programlarına Eleştirel Bir
Yaklaşım”, İşletme ve Finans, Yıl 13, Sayı 145, Nisan, s. 28.
35
Özbilen, Şevki (2000), a.g.m., s. 13.
36
Grabel, Ilene (1995), “ Speculation-led Economic Development: A Post-Keynesian Interpretation of Financial
Liberalization Programmes in the Third World”, International Review of Applied Economics, 9 (2), ss. 127149.
37
Taş, Seyhan (2001), a.g.e., s. 45.
17
Bu yenilikler, tasarrufları teşvik ederken, fonların reel sektör yatırımlarına yönelmesini
kolaylaştırmaktadır. Başka bir ifade ile, finansal yenilikler bir anlamda ekonomik büyümenin
de önkoşulu olmaktadır. Ancak, bu yenilikler finansal aktif fiyatlarındaki değişmelerden kar
elde etme amaçlı, kısa vadeli işlemleri kolaylaştırır. Finansal deregülasyona tabii tutulmuş
piyasaların en önemli özelliği aşırı likit olmalarıdır. Bu yüksek likidite sayesinde, fazla likit
olmayan reel sektör yatırımları bile çok kısa vadelerde el değiştiren finansal aktiflere
dönüşmektedir. Bu durumda, riskten kaçınan yatırımcılar bile borçlanma vadelerini
kısaltmaktadır.
1.1.4. Finansal Piyasalar ve Uluslararası Sermaye Hareketleri
Uluslararası finansal entegrasyon sürecinin en önemli iki ayağı, finansal sistem ve
uluslararası sermaye akımlarıdır. Uluslararası sermaye akımları her ne şekilde olursa olsun,
finansal piyasalarla çok yakın etkileşim içerisindedir. Bu çerçevede özellikle uluslararası
finansal akımların incelenmesi, yabancılara ait finansal değerleri elde etme ve finansal
değerleri yabancılara ihraç etmenin nedenleri ile bu finansal değerlerin ihraç edildiği ve
ticarete konu olduğu piyasalar üzerinde odaklanmayı gerektirmektedir.
Finansal sistem, satın alma gücünün tasarruf sahiplerinden alınıp, yatırıma ve nihai
tüketiciye aktarılmasını sağlayan kuruluşlar bütünüdür. Buna geniş anlamı ile finansal alt yapı
denildiği gibi, dar anlamıyla finansal piyasa da denilmektedir. Finansal sistem, ekonomideki
fon arz ve talebini dengeleyen, fonları zaman, miktar, vade ve kişiler bakımından
kullanılabilir duruma getirme fonksiyonunu gören bir sistemdir. Bu sistem sayesinde fertlerin
tasarrufları yatırımlara yönlendirilmektedir. Bu sistemi oluşturan kuruluşları, bankalar ve
banka olmayan finansal aracı kuruluşlar olarak sınıflamak mümkündür38. Konunun daha iyi
anlaşılabilmesi için aşağıda önce finansal piyasalar hakkında bilgi verilmekte daha sonra da
uluslararası sermaye hareketleri kavramsal düzeyde tartışılmaktadır.
1.1.4.1. Finansal Piyasalar
Finansal kaynakların fon sahiplerinden fon talep edenlere aktarılması işlemlerinin
gerçekleştirildiği piyasalara finansal piyasalar denilmektedir39. Bu piyasada fon arz ve talep
edenlerle, fonların devrini sağlayan aracı kurumlar olmak üzere üç taraf bulunmaktadır.
Finansal piyasalar bu tür işlemlerin gerçekleştirildiği piyasalardır. O halde finansal piyasa
kavramı, bir ülkede iktisadi faaliyetlerin finansmanı ile ilgili işlemlerin tümünü
38
39
Akdiş, Muhammet (2000), a.g.e., s. 1.
Demir, Gülten (1999), Asya Krizi ve IMF, Der Yayınları: 260, İstanbul, s. 30.
18
kapsamaktadır. Tasarrufların harekete geçirilmesi, ödeme sisteminin geliştirilmesi ve böylece
yatırımların etkinleştirilmesini sağlayan bu piyasalar modern ekonomilerin hayat kaynağıdır.
Bu piyasalar aracılığıyla borç verenler risk ve vade yapılarına en uygun olan aktif
pozisyonuna ulaşırken, borç alanlar da geri ödeme kapasiteleri doğrultusunda finansal
piyasalardan en uygun fonları elde etmeye çalışmaktadır40. Finansal piyasaların bu
fonksiyonu, ekonomik fonksiyonlarıdır ve bu yolla, finansal piyasalar kaynak transferini
kolaylaştırarak ekonomiye ve bireylerin refahına hizmet etmektedir.
Dünyada ki en ilginç piyasalar arasında yer alan finansal piyasalar, diğer piyasalarla
ilişkilidir. Bir ekonomide tasarrufların fiili dağılımı esas olarak faiz oranları vasıtasıyla
yapılmaktadır. Yani borç talep edenler de tasarruf sahipleri de esas olarak faiz oranlarını
dikkate almaktadır. Reel yatırımlarla, finansal yatırımlar arasında tercih yapılmasını
belirleyen faktör de faiz oranlarıdır. Dolayısıyla bu piyasada fon transferi gerçekleştirilir, risk
dağıtımı yapılır. Bu piyasada fon fazlası olan kesimin fon açığı olan kesime yaptığı fon
transferi ya doğrudan ödünç verme ya da hisse ortaklığı (hisse satın alma) şeklinde
olmaktadır41.
Genel olarak finansal piyasalar, vadelerine göre (para ve sermaye piyasaları), menkul
kıymetin yeni ihraç edilip edilmemesine göre (birincil ve ikincil piyasalar) olmak üzere çeşitli
şekillerde sınıflandırılmaktadır. Ayrıca yurtiçi finansal piyasalarla, uluslararası piyasalar
arasında da bir ayırım yapılmaktadır. Aşağıda bu piyasalar ana hatları ile incelenmektedir.
1.1.4.1.1. Para Piyasaları
Kısa vadeli fon arz ve talebinin karşılaştığı piyasaya “para piyasası” denilmektedir. Para
piyasalarında vade genellikle bir yılı aşmamaktadır. Para piyasaları finansal sistemin oldukça
geniş bir kısmını oluştururken bankalarda bu sistemin en önemli kurumları olarak öne
çıkmaktadır42. Para piyasasından sağlanan fonlar kredi olarak işletmelerin dönen varlıklarının
finansmanında kullanılır. Para piyasasının araçlarını ticari senetler; kaynaklarını çeşitli
mevduatlar oluşturmaktadır.
Banka mevduatları dışındaki en önemli para piyasası aracı hazine bonolarıdır. Bunlarda
ödeyememe riski hemen hemen hiç yoktur ve herhangi bir para piyasası aracının en büyük ve
en aktif ikincil piyasasına sahiptirler. Para piyasası araçlarının uzun vadeli sermaye piyasası
menkul kıymetlerine göre akışkanlıkları daha fazladır yani daha likittirler. Dolayısıyla
40
Delice, Güven (2000), a.g.e, s. 7.
Başoğlu, Ufuk ve diğerleri (2001), Dünya Ekonomisi, Ezgi Kitabevi, 2. Baskı, Ekim, Bursa, s. 19.
42
Alp, Ali (2000), a.g.e., s. 368.
41
19
ekonomideki likidite probleminin çözümüne yardımcı olmaktalar. Ayrıca kısa vadeli menkul
değerlerin fiyatlarındaki dalgalanma uzun vadeli olanlara göre daha az olduğu için para
piyasası araçlarının riski düşük gerçekleşmektedir43.
Para piyasasının kendi içinde örgütlenmiş ve örgütlenmemiş para piyasası olarak da bir
ayrımı yapılabilir44. Örgütlenmiş para piyasası bankalar sistemidir. Çünkü işletmelerin nakit
ihtiyacı çoğunlukla ticari bankalar tarafından karşılanmaktadır. Örgütlenmemiş para piyasası
banka sisteminin dışında kalan piyasadır. Bankalar dışındaki kişi ve kuruluşlar da bazen
işletmelere kısa vadeli fon sağlamaktadır45.
1.1.4.1.2. Sermaye Piyasaları
Sermaye piyasasının en tipik özelliği ve para piyasasından ayrıldığı en belirgin niteliği
bu piyasanın orta ve uzun vadeli fonlardan oluşmasıdır. Bu vade bir yıldan fazla olmakta ve
bu piyasadan sağlanan krediler genellikle, işletmelerin bina, makine ve teçhizat gibi duran
varlıklarının finansmanında kullanılmaktadır. Bununla birlikte, sermaye piyasaları denilince
gelişmiş ülkelerde 20-30 yıl gibi vadeler anlaşılmaktadır46. Sermaye piyasası finansal piyasa
kavramından daha dar ve teknik bir nitelik taşır ve genellikle finansal piyasa kavramı içinde
yer almaktadır. Para piyasasında olduğu gibi, sermaye piyasasının kaynakları da tasarruf
sahiplerinin birikimlerinden oluşmaktadır.
Sermaye piyasasının en önemli ve yaygın araçları hisse senetleri ve tahvillerdir.
Bunların yanı sıra finansal türevler ve pek çok para piyasası aracı da (hazine bonoları,
mevduat sertifikaları, ipotekli senetler vs.) sermaye piyasasında işlem görmektedir. Alım ve
satımları menkul kıymetleri elinde bulunduranlar değil de, onlar adına, belirli niteliklere sahip
uzman aracı kurumlar tarafından yapılmaktadır47. Yatırımcıların birikimlerini sermaye
piyasasında değerlendirebilmeleri için sermaye piyasasının güvenilirlik kazanmış olması ve
bilgiye ulaşabilmenin yanında sermaye piyasasın da kanuni düzenlemelerinin olması
gerekmektedir. Sermaye piyasasının bir bölümlendirmesini yapmak gerekirse birincil ve
ikincil olmak üzere iki tür piyasadan söz edilmektedir48. Birincil piyasa, geleneksel olarak
işletme yatırımlarının ve kamu harcamalarının finanse edildiği piyasalardır. Bu piyasa, hisse
senedi ve tahvil gibi menkul değerleri ihraç eden şirketler ile alıcıların yani tasarruf
43
Delice,Güven (2000), a.g.e., s. 9.
Önder, İzzettin ve diğerleri (1993), a.g.e., s. 81.
45
Albez, Abdulkadir, Piyasa Kavramları, http://kalbez.tripod.com/sermpiy.htm, 24.10.2004
46
Alp, Ali (2000), a.g.e., s. 375.
47
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 11.
48
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 30.
44
20
sahiplerinin doğrudan doğruya karşılaştıkları piyasalardır. Buna hisse senetleri ile tahvillerin
ilk kez ihraç edilen finansal araçların alındığı piyasa da denilebilir. Arada şirketin bizzat
bulunmayıp bir banka ya da aracı kurumun bulunması bu alımın birincil piyasadan olmasına
engel olmamaktadır. Birincil piyasaya yatırım yapanlar, finansal araçlarını her zaman
likiditeye çevirme olanağı bulunmaktadır.
İkincil piyasalar ise, mevcut finansal enstrümanların ticaretinin yapıldığı piyasalardır.
Birincil piyasaların gelişmişlik seviyesi, finansmanın kapsamı ve gelişimi konusunda bilgi
verirken, ikincil piyasalardaki gelişim finansal araçların hareketliliği ve likiditesi konusunda
bilgi vermektedir49. İkincil piyasa, menkul kıymetlerin likiditesini artırarak birincil piyasaya
talep yaratır ve gelişmesini sağlamaktadır. İkincil piyasanın en iyi teşkilatlanmış bölümü
menkul kıymet borsalarıdır. Bunun haricinde sermaye piyasası iyi gelişmiş ülkelerde bir de
“Over the Counter” (tezgâh üstü) borsa dışı piyasa bulunmaktadır. Menkul kıymet fiyatlarının
pazarlık sonucu oluştuğu bu piyasada genellikle küçük ve riskli firmaların menkul kıymetleri
işlem görmektedir. İkincil piyasada, el değiştiren menkul değerlerden sağlanan fonların
bunları ihraç eden firmayla doğrudan bir ilişkisi bulunmamaktadır. Ayrıca, birincil piyasanın
aksine ikincil piyasada yapılan menkul değer satışları sonucu firmaya yeni sermaye girişi
olmamaktadır50.
Geniş anlamdaki sermaye piyasası kavramına para piyasası da dâhil olmaktadır. Bu
durumda gerek kredi arzı, gerekse kredi talebi para piyasasından sermaye piyasasına ya da
sermaye piyasasından para piyasasına kolayca kayabilir. Faiz oranı iki piyasa arasındaki fon
akımını ayarlayan bir düzenleyici durumundadır. Para piyasasını ve sermaye piyasası arasında
faiz oranı fon akımını düzenlediğine göre para piyasasında meydana gelen bir faiz oranı artışı,
sermaye piyasasını da etkilemektedir. Ayrıca uluslararası piyasadaki yeni gelişmeler, sermaye
ve para piyasası arasındaki sınırları ortadan kaldırdığı gibi rekabetin artmasına katkıda
bulunduğu gibi ulusal finansal piyasaları da uluslararasılaştırmaktadır51.
Finansal sistem içerisinde fonlar, fon sahiplerinden fon talep edenlere (firmalar ve
hükümet) dolaysız, yarı dolaylı ve dolaylı olmak üzere üç farklı şekilde transfer
edilmektedir52. Dolaysız finansman tekniğinde borç alanlar ve borç verenler bir araya gelir ve
finansal aktiflerle fonların değişimini gerçekleştirirler. Yarı dolaylı finansmanda ise, esas
fonksiyonu bütçe açığı ve fazlası olan ekonomik birimleri bir araya getirmek ve böylece bilgi
49
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 30.
Şakar, S. Ünal (1997), Sermaye Piyasası, Anadolu Üniversitesi Yayınları, No: 1010, Eskişehir, s. 9.
51
Alp, Ali (2000), a.g.e., s. 378.
52
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 14.
50
21
maliyetlerini azaltmak olan menkul kıymet broker ve dealerları bulunmaktadır. Dolaylı
finansman kavramıyla ifade edilen olgu ise, ayrı ayrı yatırımcıların bir finansal aracıya borç
vermesi, onunda bunu birkaç borç alana yeniden borç olarak dağıtması şeklinde
gerçekleşmektedir.
Dolaylı finansmanla
uğraşan bir kurum finansal aracı olarak
adlandırılmaktadır. Ticari şirketler fon elde etmek için birincil menkul kıymet ihraç ederken
finansal aracılar ise, kendi faaliyetlerini finanse edecek fonları elde etmek için ikincil menkul
kıymet ihraç etmektedir.
1.1.4.2. Uluslararası Finansal Piyasalar
Uluslararası finansal piyasalar, çeşitli nedenlerle kendi ülkeleri dışındaki piyasalardan
finansman sağlamayı amaçlayan devlet veya şirketlerle, tasarruflarını yine çeşitli nedenlerle
kendi ülkeleri dışındaki kuruluşlara kullandıran kişi ve kuruluşların oluşturdukları piyasalar
olarak tanımlanmaktadır53 .
Ülkelerin gelişmelerini ve sanayileşmelerini gerçekleştirebilmeleri için ihtiyaç
duydukları önemli faktörlerden biri yatırımların artırılması ve dolayısıyla da bu yatırımlarda
kullanılacak fonların yeterli düzeyde ve nitelikte temin edilebilmesidir. Ancak, finansal
piyasalarda yatırımlara aktarılacak bu fonların çok kısıtlı olması ve mevcut fonların en düşük
maliyetle ve mümkün olan en fazla verimlilikle kullanılamaması da önemli bir sorun
oluşturmaktadır. Bu nedenle, finans piyasalarına önemli görevler düşmektedir. Bilindiği gibi,
ülkelerin gelişmelerini ve büyümelerini gerçekleştirebilmeleri için gelişmiş finans
piyasalarına, finans piyasalarında araç ve kurum çeşitliliğine, derinleşmelerini tamamlamış
finansal piyasalara büyük ihtiyaç duyulmaktadır. Finans piyasalarının görevini tamamıyla
yapabilmesi, yani tasarruflar ile yaratılan kaynakların verimli alanlara, yatırımlara
aktarılabilmesi için, finansal sistemde derinleşmenin sağlanmasının yanı sıra, finansal
sistemin serbestleştirilmesi ve yeniden yapılandırılması da gerekmektedir.
Finansal sistemlerde yatırımların finansmanında iki farklı finansman modeli bir arada
kullanılmaktadır. Bu finansman modelinin birincisinde, bankacılık sistemi etkin bir rol
üstlenirken, ikinci modelde ise, sermaye piyasaları ön planda bulunmakta ve asli fonksiyonları
üstlenmektedir54. Gelişmekte olan ülkelerde fonların toplanması ve dağıtılmasında birinci
model olan bankacılık sistemi ağırlıklı bir rol oynamaktadır. Bu ülkelerde, bankacılık sistemi
piyasada % 90’lık bir paya sahiptir. Ancak, ekonominin gelişme süreci tamamlandıkça
53
Akyüz, Abdullah (1993), “Uluslararası Finansal Piyasalar ve Türkiye”, İşletme ve Finans, Sayı: 87, Haziran,
s. 11.
54
Ünal, Targan (1996), Finans Kesiminin Reel Sektöre Kaynak Yaratma Kapasitesi, İstanbul Ticaret Odası,
Yayın No: 31, s. 10.
22
bankacılık sistemi yerini, sermaye piyasası kurumlarına bırakmaktadır. Bu nedenle,
kalkınmasını sağlamış olan gelişmiş ülkelerde, bankacılık sisteminin, sistemdeki payı %
90’lardan % 40’lara kadar düşmektedir.
Uluslararası finansal piyasaların gelişmesiyle fon toplama ve dağıtım işlevi uluslararası
finansal piyasalara geçmektedir. Bu piyasaları yurtiçi finansal piyasalardan ayıran en önemli
fark, risk unsuru (döviz kuru riski ve ülke riski) taşımasıdır. Ayrıca, bu piyasadan fon
sağlamakta fon yatırmakta daha uygun koşullarda olabilmektedir. Finansal işlemler
çoğunlukla bir ülkenin ulusal parası ve sermaye piyasasında olmaktadır. Bazen de bu tür
işlemlerin piyasası tamamen uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Bu doğrultuda Ayling
tarafından yapılan sınıflandırma dikkate alınarak uluslararası finansal piyasalar yurtiçi
piyasalar, euro- piyasalar ve döviz piyasaları olmak üzere üç gruba ayrılarak incelenecektir55.
1.1.4.2.1. Yurtiçi Finansal Piyasalar
Her ülkenin piyasaları, finansal olsun veya olmasın bir dereceye kadar dünya piyasaları
ile bağlantısı bulunmaktadır. Bu çerçevede bir ülke finansal piyasasında gerçekleştirilen
işlemlerin genellikle büyük bir kısmı ulusal işlemlerden oluşmakla birlikte bir kısmı da
uluslararası nitelik taşımaktadır. Uluslararası piyasalarla ilişki kurmak için, yurtiçi piyasanın,
yurtiçi yatırımcılara yabancı menkul kıymetleri satın alma fırsatı sağlayan ve/veya
yabancıların yurtiçi piyasaya girişine imkân veren bir dış birikimi söz konusudur. Her yurtiçi
piyasanın dış bölümünün gelişme aşaması ve büyüklüğü, dünya ülkeleri arasında piyasaların
korumacılığına veya serbestliğine (konvertibilite derecesine) bağlı olarak değişmektedir56 .
Günümüzde finansal piyasaların ulusal ve uluslararası şeklindeki ayrımı giderek
anlamını yitirmektedir. Çünkü uluslararası finansal işlemlerin bir bölümü ulusal piyasalarda
gerçekleştirilirken bir bölümü de euro-para, euro-tahvil ve döviz piyasaları gibi uluslararası
finans piyasalarında gerçekleştirilmektedir57. Ekonomik ve finansal alanda yaşanan
entegrasyon (döviz kuru, faizler ve krediler üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasına ilaveten
sermaye hareketlerinin serbest bırakılması yani ulusal ve uluslararası piyasaların kamusal
alandan
çıkıp
serbest
piyasa
mekanizmasının
işleyişine
bırakılması)
ve
iletişim
teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle ulusal ve uluslararası piyasalar arasındaki sınırlar
belirsiz duruma gelmektedir. Bu nedenle aşağıda uluslararası finans piyasasını iki alt piyasası
olan euro-para ve euro-tahvil piyasası hakkında açıklamalarda bulunulmaktadır.
55
Ayling, D. E. (1986), The Internationalization of Stock Markets, Gower Publishing Company Ltd.
Cambiridge University Press, s. 16.
56
Ayling, D. E. (1986), a.g.e., s. 17.
57
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 31.
23
1.1.4.2.2. Euro Piyasalar
Ekonomik sınırların giderek kalktığı günümüzde önemli bir olgu, her türlü ulusal
düzenlemelerin dışında, ulusal paraların oluşturdukları bütünleşmiş para ve sermaye
piyasaları bulunmaktadır. Bu piyasalar coğrafi bakımdan birçok ülkeyi hatta bütün serbest
piyasa ekonomilerini kapsayacak şekilde olabilen euro- piyasalardır. Bugün gelişmiş ve
finansal olarak dışa açık olan herhangi bir ülkede, yurtiçi ve yurtdışı büyük finansal kurumlar,
firmalar ve kurumsal yatırımcılar, günlük işlemlerini ilgili ülkenin ulusal piyasalar ve
uluslararası piyasalar arasında yürütmektedir. Birçok ülkedeki (özellikle gelişmiş ülkeler)
büyük firmalar için en önemli uluslararası finansal piyasalar, kısa dönem euro-para piyasası
ve uzun dönem euro-tahvil piyasasıdır58. Birinci tipteki piyasa para piyasasına, ikinci tipteki
piyasa ise sermaye piyasasına örnek olarak gösterilmektedir.
Euro-piyasalar, uluslararası ekonomik ve politik sistemde meydana gelen değişmeler
sonucunda ve ABD ile İngiltere’nin ulusal ekonomileriyle ilgili yasal düzenlemelerden
doğmuştur. Euro-piyasa kavramı, piyasanın coğrafi yerinin Avrupa’da olması gerektiği
anlamına gelmemektedir. Gerçekte Euro-piyasa kavramı kendi ülkesi dışında işlem gören para
ve sermaye piyasasını ifade etmektedir. Aşağıda euro-piyasalar, euro-para ve euro-tahvil
piyasaları olmak üzere iki başlık altında işlenmektedir59.
1.1.4.2.2.1. Euro-Para Piyasaları
Euro-para piyasası (Eurocurrency market) 1960 yılı başlarında Avrupa’da, özellikle
İngiltere’de, bazı ticari bankaların Amerikan doları cinsinden mevduat kabul etmeleri ve
topladıkları bu fonlara dayanarak dolar kredisi açmalarıyla ortaya çıkmıştır. Önceleri bu
işlemler yalnızca dolarla yapılmıştır. Bu nedenle bu piyasalara da Avrupa dolar piyasası
anlamına gelen “euro-dolar piyasası” denilmiştir. Ancak ulusal sınırların ötesinde
gerçekleştirilen bu tür işlemler, zamanla öteki sağlam paralar (konvertibl paralar) cinsinden de
yapılmaya başlanmıştır. Aslında adı euro-dolar (literatürde euro-döviz de denilmektedir)
olmasına rağmen az miktarda da olsa Sterlin, İsviçre ve Fransız Frank’ı, Japon Yeni vb. gibi,
aynı piyasada işlem görmüş ve euro-dolar adını almıştır. Kısaca euro-dolar piyasası denilince
58
59
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 17.
Doğukanlı, Hatice (2001), Uluslararası Finans, Nobel Kitabevi, 1. Baskı, Adana, s. 239.
24
sadece Avrupa’da geçerli bulunan bir sermaye piyasası gibi düşünmemek gerekir. Euro-dolar
piyasasının bir ucu Kanada’ya diğer ucu da Japonya’ya kadar uzanmaktadır60.
Euro-para piyasaları, euro-para mevduat ve/veya kredileri ile işlem yapan ve finansal
aracılık rolünü üslenen euro-bankalar tarafından oluşturulmaktadır. Bu piyasalar özde kısa
dönemli fon akımları ile ilgili olduğundan, uluslararası para piyasası görünümündedir61.
Ancak bu uluslararası para piyasasının yalnızca bir yönüdür. Çünkü uluslararası para piyasası
Onshore (kıyı içi piyasa) ve Offshore (kıyı ötesi piyasa) olmak üzere iki alt piyasadan
oluşmaktadır. Bu piyasanın asıl gelişimi, 1960 başlarında Amerikan hükümetinin ülkeden
sermaye fonlarının çıkışını engellemek üzere koyduğu “faiz eşitleme vergisi” ile olmuştur62.
Bunun üzerine uluslararası iş çevreleri, Newyork’tan elde edemedikleri dolar kredilerini
Avrupa bankalarından sağlayarak (euro-dolar piyasası yoluyla) sorunu çözümlemiştir.
Euro-dolarlar çekici bir finansal kaynak olarak özellikle Londra piyasasında hızla
yaygınlaşmıştır. Bunun başlıca nedeni, Londra piyasasında dolar üzerinden mevduat ve kredi
işlemlerine ödenen faiz oranının Newyork piyasasına göre daha uygun olmasındandır. Bu
durum ise büyük ölçüde Amerikan Merkez Bankasının yurtiçi banka sistemi üzerine koyduğu
ve “Regulation Q” diye bilinen düzenlemelerden kaynaklanmıştır. Söz konusu düzenlemelere
göre, Amerikan bankaları doksan günden daha kısa süreli mevduata (veya mevduat
sertifikalarına) herhangi bir faiz ödemesi yapmamış, oysa Londra bankaları bir günlük
mevduata bile faiz verebilmiştir. Ayrıca, “Regulation Q”, Amerikan bankalarının
uygulayabileceği en yüksek faiz oranını da sınırlandırmaktadır63.
Euro-dolar piyasanın asıl müşterileri olan uluslararası şirketler çeşitli ülkelerdeki
faaliyetlerden sağladıkları gelirlerini bu piyasada değerlendirmektedir. Zaman zaman
hükümetlerde, döviz fazlalıklarını euro-dolar piyasasında değerlendirmektedir. Ayrıca
uluslararası şirketler ve yabancı ülkeler uluslararası ödemelerini finanse etmek için sık sık bu
piyasadan kısa vadeli borçlanmaktadır. Euro-para (dolar) piyasalarının para yaratma
mekanizmasında, uluslararası faaliyet gösteren bankalar çok önemli rol oynamaktadır. Europara iki şekilde yaratılmaktadır64: Bir ülkenin parası alınarak bir başka ülkedeki bankaya
mevduat olarak yatırılabilir. Bundan başka, mevduatlar farklı ülkelerdeki euro bankalara
60
Yiğit, Mehmet (1999), “Finansal Piyasalarda Globalleşme Eğilimlerinin Göstergesi Olarak Euro-Dolar
Piyasası ve Kıyı Bankacılığı”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 2, Kütahya, s.
73.
61
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 31.
62
Seyidoğlu, Halil (2001), Uluslararası Finans, Güzem Yayınları, No: 16, İstanbul, s. 255.
63
Seyidoğlu, Halil (2001), a.g.e., s. 257.
64
Parasız, İlker (2000), Para Banka ve Finansal Piyasalar, Ezgi Kitabevi Yayınları, 7. Baskı, Bursa, s. 589.
25
transfer edilebilir. Dolayısıyla, bir banka mevduatının euro-para olabilmesi için iki şart
gerekmektedir. Birincisi, euro-parayı kabul edecek tarafın banka olması, İkincisi ise mevduatı
kabul eden bankanın, ilgili paranın kullanıldığı ülkenin dışında bulunması gerekmektedir.
Euro-para piyasaları uluslararası finansta üç temel işlevi yerine getirmektedir65. Bunlar;
Birinci olarak, euro piyasalar çokuluslu şirketlerin en önemli ve cazip çalışma sermayesi
kaynağıdır. Çünkü euro-dolarların faiz oranları euro piyasalarda daha düşüktür. Bunun
nedenleri; Euro-dolarlar için minimum zorunlu karşılık ayrılması ve mevduat sigortası söz
konusu olmadığı için genel maliyetleri daha düşüktür. Özellikle bankalar arası piyasalarda
euro-piyasalar toptancıdır. Bunun anlamı interbank piyasasına katılanların kredi değerliliği
yüksektir ve minimum işlem hacmi 500.000 dolardır. Ayrıca kredi, çek ve diğer işlem
maliyetleri düşüktür. Bu nedenle ödünç oranları ABD iç piyasasından daha düşüktür, mevduat
faiz oranları ise daha yüksektir. Ayrıca karlılık oranından da herhangi bir fedakârlık
yapılmamaktadır.
İkinci olarak, euro-piyasalar aşırı likiditeler için bir ardiye görevi yapmaktadır.
Şirketler, uluslararası bankalar ve merkez bankaları atıl fonlarını bu piyasada tutup rekabetçi
getiri oranından yararlanmaktadırlar. Ayrıca bu piyasada faiz üzerinden vergi kesilmemesi de
yabancılara cazip gelmektedir.
Nihayet, euro-para piyasası, uluslararası ticareti kolaylaştırmaktadır. Firmalar bazen
direkt olarak euro-para piyasasından borçlanıp ıskontolu peşin mal ve hizmet satın almayı
tercih etmektedirler. Böyle bir finansman kaynağı uluslararası ticaretin finansman maliyetini
düşürdüğünden uluslararası ticarete katkı sağlamaktadır.
Kısaca, euro- para piyasalarının ortaya çıkışında ve gelişmesinde maliyet ve kolaylık
faktörleri birlikte önemli rol oynamaktadır. Bu ise, mevduat sahiplerinin en yüksek faizi
almalarına, ödünç alıcıların da en düşük faiz ödemelerine imkân sağlamaktadır. Bu
piyasaların hiçbir ülkenin yetki alanı içine girmemesi, bu yüzden de hükümet müdahalelerinin
dışında kalması ve faiz oranlarının tamamen arz ve talebe göre belirlenmesi piyasanın diğer
önemli özellikleri arasında bulunmaktadır66.
1.1.4.2.2.2. Euro-Tahvil Piyasaları
Euro-tahviller, bağlı bulunduğu ulusal paranın ait olduğu ülke dışındaki piyasalarda
satışa sunulmak üzere ihraç edilmiş ve uzun vadeli fon sağlayan uluslararası sermaye piyasası
65
66
Parasız, İlker (2000), a.g.e., s. 586.
Seyidoğlu, Halil (2001), a.g.e., s. 255.
26
görünümündedir. Euro-tahvil piyasaları bir bütün olarak uluslararası sermeye piyasalarını
içermektedir. Uluslararası sermeye piyasalarında iki büyük finansal işlem yapılmaktadır.
Bunlardan bir kısmı mevcut menkul kıymetler üzerine, diğer bir kısmı ise yeni ihraçlar
üzerine gerçekleştirilmektedir. Uluslararası menkul kıymet ihracı, hisse senedi ve tahvil
çerçevesinde
olmaktadır.
Bununla
birlikte
uluslararası
ihracın
esası
tahvilleri
ilgilendirmektedir. Bu piyasalar, uluslararası bankalar konsorsiyumu ile uzun vadeli bir
finansman yöntemi olarak kullanılmaktadır67.
Uluslararası finans literatüründe uluslararası tahvil piyasaları, yabancı tahvil piyasası
(Foreign Bonds) ve euro-tahvil piyasaları olmak üzere iki gruba ayrılarak incelenmektedir68.
Yabancı tahviller, bir şirket, hükümet veya hükümet kuruluşunun (belediyeler, kamu iktisadi
teşebbüsleri, vs.) belirli bir yabancı piyasada satılmak üzere, o ülkenin ulusal parası ile
çıkardığı uzun vadeli borç araçlarıdır. Örneğin, bir Türk anonim şirketinin, Japon Yeni
üzerinden çıkartıp Japonya’da satışa sunduğu tahviller yabancı tahvil durumundadır. Yabancı
tahvillerin iki temel özelliğinden birincisi, belirli bir yabancı paraya bağlı olmaları ve o
yabancı paranın dolaşımda olduğu ülkede satışa sunulmalarıdır. İkincisi ise bu tahvillerin
ilgili yabancı ülkenin yasalarına uygun biçimde çıkartılmalarıdır. Kamuoyunda yabancı
tahvillere verilen bazı takma adlar bulunmaktadır. Örneğin, Amerikan piyasasında satılanlara
“yankee”, Japonya’da satılanlara “samurai” ve İngiltere’de satılanlara “bulldog” tahvilleri adı
verilmektedir.
New York piyasası 1960’lara kadar uluslararası piyasalardan tahvil ihraç ederek
borçlanmak isteyenler için tek kaynak olma özelliğini sürdürmüştür. Ancak bu yıldan itibaren
ABD’den sermaye çıkışını önlemek amacıyla getirilen “faiz eşitleme vergisi”, kredilere
getirilen kısıtlar, faize tavan uygulaması gibi nedenlerle New York piyasası çekiciliğini
yitirmiştir. Avrupa da fon gereksinimi olan ABD şirketleri bu kez yeni bir yöntem denemişler
ve ABD doları ile ihraç etmiş oldukları tahvilleri Avrupa piyasasında satmaya başlamışlar. Bu
yönelişe ABD şirketleri kadar Avrupa kökenli şirketler ve resmi kuruluşlar da katılarak bu
piyasanın gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. 1964 yılında ABD’deki faiz eşitleme
vergisinin yürürlükten kaldırılması bile bu yöntemin cazibesini sürdürmesine engel
olamamıştır. Son yıllarda euro-tahvil piyasasının gelişiminin hızlanmasında swap tekniğinin
etkisi olduğu söylenmektedir69. Swaplar, bir ulusal para üzerinden alınan sabit faizli kredi ile
67
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 36.
Seyidoğlu, Halil (2001), a.g.e., s. 290.
69
Doğukanlı, Hatice (2001), a.g.e., s. 242.
68
27
aynı para üzerinden alınan değişken faizli bir kredinin değiş tokuş edilmesi biçiminde
oluşmaktadır.
Euro tahvil çıkartarak fon sağlanması da bir mali yükleniciler grubu aracılığı ile
gerçekleştirilir. Bu gruba konsorsiyum veya kredi sendikasyonu denilmektedir. Konsorsiyum
grubu, genellikle çeşitli ülkelerde faaliyet gösteren, çok sayıdaki ticaret ve yatırım bankaları
ile menkul değer aracı kuruluşlarından oluşmaktadır. Konsorsiyum paylarına düşen tahvilleri
kendi ulusal piyasalarında aynı anda pazarlamaya çalışırlar. Euro-tahvil piyasasının önemli bir
özelliği, her bankanın kendi ülkesinde satışa sunduğu tahvillerin, o ülkede dolaşımda bulunan
paranın dışındaki bir ulusal paraya bağlı olmasıdır. Bu tahvillerin “euro” özelliği buradan
kaynaklanmaktadır. Ayrıca, euro-tahviller bağlı oldukları ulusal paranın ana ülkesinde
pazarlanamamaktadır. Örneğin, dolara bağlı euro-tahvillerin Amerika’da satılamayacağı
senedin üzerinde açıkça yazılmaktadır. Bu tahvillerin ulusal yasal düzenlemelerin dışında
olmaları, ulusal faiz sınırlarına tabi olmamaları faiz gelirlerinden vergi alınmaması ve
borsalara kayıt zorunluluğunun bulunmaması bu piyasaların çekiciliğini arttırmaktadır.
Euro-tahviller ikincil piyasalarda ticarete konu olabildikleri için banka kredilerinden
önemli bir şekilde farklıdırlar. Bu piyasalar, genellikle o ülke veya şirket üzerinde
uzmanlaşmış, uzun vadeli bir bakış açısı olan ve söz konusu ihraççı ile gelecekte yeniden
piyasalara çıkmayı hedefleyen firma veya firmalar tarafından oluşturulmaktadır. Uluslararası
tahvil piyasaları, euro-para piyasasına göre daha fazla kredi değerliliği yüksek borçlulara ve
özellikle gelişmiş ülkelerin çokuluslu şirketlerine açık bir nitelik taşımaktadır. Çünkü
uluslararası tahvil ihracı güvene bağlı bir olaydır. O bakımdan bu piyasalara girecek özel veya
resmi kuruluşların yeterli bir kredi itibarına sahip olmaları gerekmektedir70.
1.1.4.2.3. Döviz Piyasaları
Yabancı ülkelerin paralarına genel bir terim olarak “döviz” (Foreing Exchange)
denilmektedir. Döviz piyasaları da yabancı paraların alınıp satıldığı ya da bir ulusal paranın
başka bir paraya dönüştürülmesine imkân veren kurumsal yapılardır. Döviz piyasalarında
yabancı paralar genellikle ülkenin kendi ulusal parası karşısında değiştirilmektedir. Ancak, bir
ülkenin döviz piyasasında iki yabancı parayı da dolaylı ya da dolaysız yoldan birbirine
dönüştürme imkânı bulunmaktadır. Döviz piyasaları, döviz alım ve satımı yapan kişiler,
firmalar, bankalar, aracı kurumlar ve piyasayı düzenleme görevini yerine getiren merkez
bankasının meydana getirdiği geniş bir çevreden oluşmaktadır.
70
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 24.
28
Bir ulusal paranın satın alma gücünün diğer bir paraya transferini sağlamak, ticari ve
sınaî yatırımlar için kredi temin etmek gibi değişik piyasalarda değişik zamanlarda oluşan kur
farklarına karşın önemli fonksiyonları olan döviz piyasaları, dünya ticaretinin gelişmesinde ve
sermayenin uluslararası alanda rasyonel dağılımının sağlanmasında son derece dinamik bir rol
oynamaktadır. Her bir ülkedeki döviz piyasası dünyanın geri kalan kısmındaki döviz
piyasalarına karmaşık haberleşme hatlarıyla bağlanmaktadır. Bu çerçevede döviz piyasaları
para değişim kolaylıkları sağlayarak, dış piyasalar arasında bağlantı kurmaktadır.
Döviz piyasaları uluslararası finans açısından çok büyük öneme sahiptir. Uluslararası
ticaret ve sermaye akımları döviz piyasası aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Özetle
denilebilir ki döviz piyasaları olmasaydı, uluslararası finans da olamazdı. Bugün dünyadaki en
büyük finansal piyasalar döviz piyasalarıdır ve bu piyasa küresel düzeyde serbest piyasa
kurallarına göre en iyi işleyen ve likiditesi en yüksek piyasa olarak bilinmektedir. Ekonomik
birimlerin yabancı para talep etmelerinin temel nedenlerinden biri, başka ülkeden mal ve
hizmet satın almaktır. İkinci önemli sebebi, belirli bir ülkedeki finansal aktifleri satın
almaktır. Bir yabancı bankada hesap açtırma, yabancı hisse senedi ve tahvilleri satın alma
veya yerel sermayenin doğrudan mülkiyetini elde etme isteği bu kategoriye girmektedir.
Üçüncü bir sebep ise, döviz kurlarında değişikliklerdir. Piyasaya arz yönünden katılanlar da
benzer sebeplerle işlem yaparlar. Bir ülkeye yönelik para arzı ilk olarak, yabancıların o
ülkenin mal ve hizmet ihracını satın almalarından veya o ülkeye yönelik iki taraflı
transferlerden doğmaktadır. İkinci olarak, dış yatırımlardır. Örneğin, Türkiye’ye ait kamu
tahvillerinin dış alımları, Avrupalıların Türk hisse senetlerini satın almaları ve bunun gibi
işlemler Türkiye’ye döviz arzı sağlayan finansal işlemlerdir. Arzın üçüncü bir kaynağı
yabancı spekülasyon ve hedging faaliyetleri olmaktadır.
Döviz piyasaları vadeli (forward) ve vadesiz piyasalar (spot) olmak üzere ikiye
ayrılmaktadır. Spot piyasalarda döviz işlemleri herhangi bir iş gününde o günün döviz kuru
üzerinden yapılmaktadır. Forward piyasalar ise gelecekte belli bir tarihte önceden belirlenmiş
bir kur üzerinden döviz alım satımının taahhüt edildiği piyasalardır. Forward döviz ticaretinde
değişim vadeleri genellikle standartlaşmış olup bir aydan on iki aya kadar uzanmaktadır.
Ancak bu kesin bir kural değildir. Piyasaları en çok kullananlar ithalatçı, ihracatçı veya
yabancı finansal yatırımcı gibi gelecekte döviz cinsinden bir ödeme yapacak veya gelir elde
edecek olanlardır. Piyasada işlem gören forward döviz kuru, spot döviz kurundan farklı
olabilmektedir. Eğer forward döviz kuru spot kurdan yüksek ise, aradaki farka forward primi,
tersine forward kurun, spot kurdan düşük olması durumundaki farka forward iskontosu
29
denilmektedir. Teorik olarak bu fark paraların ait oldukları ülkelerin faiz oranları arasındaki
farka eşit olmaktadır71.
1.1.4.3. Uluslararası Sermaye Hareketleri
1970’li yıllardan itibaren uluslararası bankacılık etkinliklerinde büyük değişiklikler
gerçekleşmiştir. OPEC ülkelerinin 1973 yılında petrol fiyatlarını arttırmaları ile uluslararası
bankalar daha önceki yıllarda görülmeyen oranda büyük bir sermaye akışına sahne olmuştur.
Petrol fiyatlarının artması ile petrol ihraç eden ülkelerde dolar fonu fazlaları oluşmuş, petrol
ithal eden ülkeler ise banka fonlarına daha bağlı duruma gelmişlerdir. Bunun sonucunda
1976–1980 yılları arasında uluslararası bankaların varlıkları % 95 oranında büyümüştür. Bu
süreçte off-shore banka sistemi ile euro-dolar piyasaları uluslararası finansal sistemin önemli
unsurları haline gelmiştir. Finansal piyasalardaki bu gelişmeler, para hareketlerine, ilgili
ülkelerin kısıtlama ve düzenlemelerine uğramadan kullanabilecekleri büyük bir alan
sunmuştur. Bu ise uluslararası bankaların büyüyen gücü ile Bretton Woods’un içerdiği
sistemin etkinliğini kaybettiğini göstermektedir72. Çünkü sabit kur sisteminde sermaye
hareketleri oldukça sınırlı kalmıştır. Aşağıda gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye
hareketleri Tablo.1’de gösterilmektedir.
Tablo 1: Gelişmekte Olan Ülkelere Yönelik Sermaye Hareketleri (Milyar Dolar)
1984- 199089
96
Net Özel
Sermaye Akımları
Net Doğrudan
Yatırım
Net Portföy
Yatırımları
Diğer Özel Sermaye
Yatırımları (Net)
Net Resmi Akımlar
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
13.5
144.2 183.9 209.1
93.8
57.8
33.3
62.6
73.0
130.1
96.5
13.0
64.8
118.3 147.5 155.2 158.5 158.5 178.1 152.3 135.4 147.6
4.4
64.0
74.1
61.2
22.7
-54.0
-49.6
6.7
-18.3
-3.8
15.4
-8.5
0.4
-84.1 -107.2 -112.3 -61.5
-29.7
-12.0
-32.8
26.2
17.4
-0.1
14.7
52.5
8.9
-13.2
-20.1
6.4
26.5
-12.9
-20.5
24.5
Kaynak: http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2004/02/pdf/statappx.pdf 12.01.2005; IMF, World
Economic Outlook, October, 1998, s. 60.
Uluslararası sermaye hareketleri, ulusal sınırları aşarak ülkeye giren ya da ülkeden çıkan
fonları ifade etmektedir. Uluslararası sermaye hareketleri;
• Özel sermaye hareketleri,
• Kalkınma amaçlı, hibe ve kredi şeklindeki resmi sermaye hareketleri,
71
72
Seyidoğlu, Halil (2000), a.g.e., s. 81.
Sassen, Saskaia (1991), The Global City, New Jersey, Princeton University Pres, s. 66.
30
• Doğrudan yabancı sermaye yatırımları diye üç ana başlık altında toplanabilir73.
Uluslararası finansal entegrasyonun gerçekleşmesinde uluslararası sermaye hareketleri
çok önemli bir etkiye sahiptir. Gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye hareketlerinin
gelişim trendi Tablo 1’den incelendiğinde bu ülkelere yönelik net özel sermaye 1984-1989
yılları arasında yıllık ortalama 13.5 milyar dolar iken, 1990-1996 yılları arasında yaklaşık on
kattan fazla artmış ve yıllık ortalama 144.2 milyar dolar olmuştur. 1997 yılında net özel
sermaye akımları en yüksek seviyesine çıkarak 209.1 milyar dolara ulaşmıştır.
1997 Güneydoğu Asya ve 1998 yılında Rusya da çıkan finansal krizin ardından
gelişmekte olan piyasalara olan güven azalmış ve bu piyasalardan önemli sermaye çıkışları
yaşanmıştır. 1998 yılında gelişmekte olan ülkelere yönelik net özel sermaye girişleri, 115
milyar dolar azalarak 93.8 milyar dolara, 1999 yılında ise yaklaşık 36 milyar dolar azalarak
57.8 milyar dolara inmiştir. 1998 yılında en fazla sermaye çıkışı krizin etkisinden dolayı Asya
ülkelerinden olmuştur. Asya’dan çıkan sermaye 1999 Brezilya krizine kadar Latin Amerika
ülkelerine yönelmiştir. 1999 yılından sonra Latin Amerika ülkelerine yönelik sermaye
girişlerinde de azalışlar olduğu görülmüştür74. Gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye
hareketleri incelendiğinde özel nitelikli sermaye hareketlerinin resmi kaynaklı sermaye
hareketlerinin önüne geçtiği görülmektedir. Özellikle 1960’lı yıllarda resmi kaynaklı sermaye
akımları ağırlıkta iken, 1970’li yıllarda ticari banka kredileri, 1980’li yıllarda doğrudan
yatırımlar ve 1990’lı yıllarda portföy yatırımları hız kazanmıştır75. 1990’lı yıllarda özellikle
gelişmekte olan ülkelere yönelik portföy yatırımları özel sermaye akımlarının önemli bir
kısmını oluşturmuş ve özel sermaye hareketleri içerisindeki banka kredilerinin payı azalırken
portföy yatırımlarının payı artmıştır. Portföy yatırımlarındaki artışın en büyük nedeni ise
gelişmekte olan ülkelerin sermaye piyasalarındaki olumlu gelişmelerle ilgilidir. Ayrıca
portföy çeşitlendirmesi yoluyla yatırımcıların riskleri azaltma isteği de bu artışı etkileyen
faktörlerdendir76. 1984-1989 yılları arasında gelişmekte olan ülkelere yönelik portföy
yatırımları Tablo 1'e göre, yıllık ortalama 4.4 milyar dolar iken 1990- 1996 yılları arasında
yıllık ortalama 64 milyar dolara yükselmiştir. Portföy yatırımları en yüksek seviyesine 74.1
milyar dolar ile 1996 yılında çıkmıştır. 1997 Asya kriziyle başlayan süreçte 1999 Brezilya,
73
Seyidoğlu, Halil (1999), Uluslararası İktisat, 13. Baskı, İstanbul, s. 479.
Kar, Muhsin ve M. Akif Kara (2004), “Gelişmekte Olan Ülkelere Yönelik Sermaye Hareketleri ve Krizler”,
Finans-Politik ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Cilt: 41, No: 481, Nisan, s. 75.
75
Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 52.
76
Aslan, Nurdan (1997), Uluslararası Özel Sermaye Akımları: Portföy Yatırımları ve Sıcak Para
Hareketleri, 2. Baskı, Türkmen Kitabevi, İstanbul, s. 79.
74
31
2001 Türkiye ve Arjantin krizlerinin etkisiyle gelişmekte olan ülkelere yönelik portföy
yatırımlarında düşüşler yaşanmıştır.
Gelişmekte olan ülkelere yönelik doğrudan sermaye yatırımları Tablo 1’e göre
incelendiğinde 1990’lı yıllarda artış olduğu görülmektedir. 1984-1989 yılları arasında yıllık
ortalama 13 milyar dolar olan bu ülkelere yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımları,
1990-1996 yılları arasında yıllık ortalama 64.8 milyar dolara yükselmiştir. Bu yatırımlarla
ilgili dikkat çekici bir hususta yukarıda açıklandığı gibi bu yatırımların portföy yatırımlarının
aksine fazla bir oynaklık göstermemesidir. Örneğin, Asya ve Brezilya krizlerinden sonra bu
yatırımların gelişim seyrinde büyük değişimler yaşanmamıştır. Yukarıda sadece gelişmekte
olan ülkelere yönelik özetlemeye çalışılan uluslararası sermaye hareketlerinin, 2000 yılında
tüm dünyada bir günde el değiştiren miktarı yaklaşık 1.8 trilyon dolardır. Bu miktar dünya
mal ve hizmet ticareti ile karşılaştırıldığında, ulaşılan mal ve hizmet ticaretinin yaklaşık 50
katı tutarındadır77. Aşağıdaki bölümde uluslararası sermaye hareketleri; özel sermaye, resmi
sermaye ve doğrudan yabancı sermaye hareketleri olarak bölümlendirilerek incelenmektedir.
1.1.4.3.1. Özel Sermaye Hareketleri
Uluslararası özel sermaye hareketleri, ticari koşullar altında sermayenin bir ülkeden
diğerine hareketini ifade etmektedir. Bu fonların sahiplerinden belirli bir gelir karşılığında
talep edenlere aktarılması işlemine finansal işlem denir. Bu finansal işlem, bir ülke
yerleşiklerinin diğer ülke yerleşiklerine fon sağlamaları şeklinde gerçekleşirse uluslararası
finansal işlem adını almaktadır. Finansal işlemlerin gerçekleştirildiği piyasalar ise para ve
sermaye piyasalarıdır.
Para ve sermaye piyasalarında uluslararası finansal işlem şeklinde gerçekleşen,
uluslararası özel sermaye hareketleri “kısa” (1 yıldan az) “orta” (1-5 yıl) ve “uzun” (5 yıldan
çok) vadeli olarak gerçekleşmektedir. Sermaye piyasası işlemleri tahvil ve hisse senedi gibi
menkul
değerlerin
alım
satımıyla
gerçekleşmekte
ve
portföy
yatırımları
olarak
adlandırılmaktadır78. Uluslararası portföy yatırımlarının açıklanmasında portföy teorisi önemli
bir yere sahip olmaktadır. Bu teoriye göre; yatırımcı sermaye fonlarını çeşitli menkul değerler
arasında, belirli bir risk düzeyinde en yüksek geliri elde edecek biçimde dağıtmaktadır.
Yatırımcı en yüksek geliri hedefler iken tüm fonlarını tek bir menkule yatırmanın getireceği
riskten korunmak amacıyla yatırım araçlarını çeşitlendirecek ve böylelikle yatırımcı yerli
77
Yıldırım, Zekeriya (1998), “Türkiye Dünyanın Neresinde?”, Açık Oturum, İktisat Dergisi, Sayı: 380,
Temmuz, s. 136.
78
Karluk, Rıdvan (1996), Uluslararası Ekonomi, 6. Baskı, Beta Basım Yayım, İstanbul, s. 465.
32
menkullerin yanında bir miktarda yabancı menkul alma yoluna gidebilecektir. Menkullerin
risk ve gelir seviyesindeki beklenti ve değişmeler ise uluslararası özel sermaye hareketlerini
etkileyebilmektedir79.
Para piyasalarında gerçekleştirilen uluslararası finansal işlemler ise; ticari bankalar
tarafından dış ticaretin finansmanına yönelik kısa vadeli, likiditesi yüksek ve risk oranı düşük
banka kredileri şeklindeki işlemlerdir. Zamanla bu bankalar çok uluslu şirketlere, yabancı
hükümetlere ve diğer kuruluşlara da kredi sağlamaya başlamışlardır. Uluslararası özel
sermaye akımlarının para ve sermaye piyasalarından ticari koşullara göre sağlanmaları en
belirgin özellikleridir. Yardım niteliğinde olmamaları, onları resmi sermaye hareketlerinden,
üretime yönelik yatırım niteliğinde olmamaları ise onları doğrudan yabancı sermaye
yatırımlarından ayırmaktadır80.
1.1.4.3.2. Resmi Sermaye Hareketleri
Resmi sermaye hareketleri; gelişmiş ekonomilerin, az gelişmiş ekonomilere yaptıkları
bağış ve kredi şeklindeki yardımlardır. Yardımlar bağış şeklinde olursa uluslararası bir
transfer söz konusu iken, kredi şeklinde ise devletlerarası bir borçlanma söz konusudur. Kredi
ve bağış şeklindeki bu yardımların verilmesinde ekonomik sosyal ve siyasi bir takım faktörler
etkili olabilmektedir. Genellikle dış devletler, Dünya Bankası gibi finansal kuruluşlar ya da
Avrupa Yatırım Bankası gibi bölgesel kalkınma bankalarınca gerçekleştirilen bu yardımlardan
faydalanan ülkeler bu yardımlarla döviz ve tasarruf açıklarını kapatarak daha yüksek bir
kalkınma hızına ulaşmaya çalışmaktadırlar.
1.1.4.3.3. Doğrudan Yabancı Sermaye Hareketleri
Literatürde özel yabancı sermaye hareketleri içerisinde de değerlendirilen doğrudan
yabancı sermaye yatırımları konusunda pek çok tanımlama bulunmaktadır. Yabancı yatırım,
yatırılabilir kaynakların kişi ve kuruluşlar tarafından bir başka ülkeye taşınmasıdır. Tahvil ve
hisse senetlerinin bir diğer ülke veya ülkelerin kuruluşları tarafından satın alınmasını ifade
eden portföy yatırımları dışında kalan ve bir veya birden fazla uluslararası yatırımcının
tamamına sahip olarak, yerli bir veya birkaç firma ile ortaklık halinde gerçekleştirdiği
yatırımlar doğrudan yabancı sermaye yatırımları olarak tanımlanmaktadır 81.
79
Aslan, Nurdan (1997), a.g.e., s. 52.
Seyidoğlu, Halil (1999), a.g.e., s. 479.
81
DPT ( 2000), “Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları Özel İhtisas Komisyonu Raporu”, Sekizinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı, http://ekutup.dpt.gov.tr./yabancıs/otk532.pdf, s. 1, 24.10.2004.
80
33
Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını özel bir sermaye transferi olarak da
değerlendirmek mümkündür. Ancak bazı özellikleri dolayısıyla da portföy yatırımlarından
ayrılmaktadır. Yabancı ülkelerde yapılan yatırımlar fiziki ya da finansal nitelikte
olabilmektedir. Tahvil ve hisse senedi şeklindeki portföy yatırımları, finansal nitelikli
yatırımlar iken, bina, fabrika, arazi, tesis gibi fiziki değerlere karşılık gelen yatırımlar
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Günümüzde çok uluslu şirketler tarafından
gerçekleştirilen bu fiziki yatırımlar, aynı zamanda beraberinde teknik bilgi, know-how, patent,
ticari marka, işletmecilik bilgisi ve denetim yetkisini de beraberinde getirmektedir82.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımları bu yönleriyle de portföy yatırımlarından ayrılmaktadır.
Küresel rekabet bu çok uluslu şirketleri tek bir merkezden üretim yapıp uluslararası
pazarlara ulaşmak yerine bizzat pazarın olduğu ülkelerde yatırım yapmaya sevk etmektedir.
Bu firmaların diğer ülkelerde yatırım yapmasının sebebi yatırımın kendi ülkelerine göre daha
karlı olmasıdır. Ancak bu yatırım kararında sadece karlılık değil yatırımın riski de dikkate
alınmaktadır. Bu riskler yatırımın yapılacağı ülkeye ve zamana bağlı olarak değişmekle
beraber, ekonomik ve siyasi nitelikte olabilmektedir. Ancak çok uluslu şirketlerle ilgili
yapılan çeşitli risk analizleri, yatırımın getiri oranı yeterli düzeyde olduğunda bu şirketlerin
riskten kaçmadığına işaret etmektedir83.
Uluslararası sermaye hareketlerinin yöneldikleri ülke ekonomisine olumlu katkılarının
yanı sıra olumsuz etkilerinin de olabileceği ileri sürülmektedir. Ülkeler sermaye hareketlerinin
olumlu yönünden yaralanmak isterken olumsuzluklarını da uygun ekonomik politikalarla en
aza indirme çabası içinde olmak durumundadırlar. Yabancı sermaye, üretimin artmasına, yeni
teknoloji ve yönetim bilgisinin gelmesine, rekabeti geliştirerek ülke ekonomisinin dinamizm
kazanmasına, ülkeye döviz girişinin sağlanmasına, ihracatın artmasına ve finansal piyasaların
gelişmesine katkıda bulunmaktadır
84
. Ayrıca, yabancı sermayeye yönelik eleştirilerde de
bulunulmaktadır. Bu eleştiriler, ekonominin denetimi üzerinde yabancılarının etkisinin
artması, yerli firmalara karşı haksız rekabet üstünlüğü, teknolojik bağımlılık ve ekonomik
bütünlüğün bozulma ihtimali noktalarında yoğunlaşmaktadır85.
82
Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 35.
DPT, a.g.e., s. 5.
84
Kar, Muhsin ve M. Akif Kara (2003), “Türkiye’ye Yönelik Sermaye Hareketleri ve Krizler”,DTM Dergisi,
Sayı: 29, ss. 46-80, http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/temmuz2003/sermaye% 20hareketleri.htm,
20.07.2004.
85
Lopez-Mejia, Alejandro (1999), “Large Capital Flows: Causes, Consequences, and Policy Responses”, IMF
Working Paper, 99/17, February, s. 19-20.
83
34
Burada önemli olan doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapan çok uluslu şirketlerin
beklentileri ve diğer şekillerde ülkeye giren yabancı sermaye hareketleri istikrarlı makro
ekonomik politikalarla ülke çıkarlarıyla örtüştürülebildiği oranda ülke yararına olmaktadır.
Yabancı sermaye yatırımlarının etkileri de farklı olduğu düşünülürse ekonomik politikaların
bunların her birinden maksimum şekilde yararlanabilme düşüncesi üzerine oturtulması
gerekmektedir. Bu bağlamda en az riskli ve yöneldiği ülke ekonomisine pozitif katkılarından
dolayı doğrudan yabancı sermaye yatırımları en çok istenilen yabancı yatırım özelliğini
taşımaktadır86. Diğer taraftan gerek portföy yatırımlarından ve gerekse kısa vadeli sermaye
hareketlerinden optimum bir şekilde yararlanabilmek için gelişmiş bir sermaye piyasasının
yanı sıra bütçe açıklarından uzak bir finansal sistem, kontrol altına alınmış bir enflasyon ve iyi
işleyen bir finansal sektör gerekmektedir.
Uluslararası sermaye hareketlerini, kısa süreli sermaye hareketleri (portföy yatırımları)
ve uzun vadeli sermaye hareketleri (doğrudan yabancı sermaye yatırımları) biçiminde
sınıflandırılacak olursa, kısa vadeli sermaye hareketlerinin finansal sistem üzerindeki olumsuz
etkileri daha net ve daha çabuk kendisini hissettireceğinden aşağıdaki bölümde uluslararası
kısa vadeli sermaye hareketlerindeki kuramsal tartışmalara yer verilmektedir.
1.1.4.4. Uluslararası Sermaye Hareketlerinde Kuramsal Tartışmalar
Son çeyrek asır genel olarak ulusal ekonomiler ve özellikle de finansal piyasalar
açısından öncesi ile karşılaştırılmayacak değişimlere sahne olmaktadır. Malî piyasalar
açısından söz konusu değişim, 1970'li yılların başlarında Bretton Woods sisteminin çökmesi
ve uluslararası anlamda piyasaların sistemli bir dönemden, adeta sistemsiz bir döneme
geçmesi ile başlamış ve bu dönem liberalizasyon ve deregülasyon hareketlerine sahne
olmuştur. Bu dönemde finansal liberalizasyon/entegrasyon hareketlerinin temeli daha öncede
belirtildiği gibi McKinnon ve Shaw tarafından ortaya atılmış ve ardından pek çok
tartışmaların yaşandığı yukarıda açıklanmaktadır.
Liberalizasyon ve deregülasyon hareketlerinin en önemli amacı, piyasalar üzerindeki
kamusal kontrollerin gevşetilmesi ve piyasa mekanizmasının etkinliliğinin artırılarak kaynak
dağılımının daha etkin duruma gelmesini sağlanmasıdır. Bu yaklaşım, aynı zamanda, finansal
piyasalarda faaliyet gösteren kurumların finansal yapılarının güçlendirilerek, bunların yeni
86
Kar, Muhsin ve M. Akif Kara (2003), a.g.m., s. 3.
35
rekabetçi sistemde daha istikrarlı bir piyasa katılımcısı olarak varlıklarını sürdürebilmelerini
ve piyasalar açısından herhangi bir risk doğurmamalarını sağlamaya çalışmaktadır87.
Finansal kaynakların uluslararası hareketlerinin incelenmesi, tasarrufla reel faiz
oranları ve döviz kurları arasındaki ilişki üzerine odaklanmayı gerektirmektedir. Uluslararası
sermaye transfer maliyetinin sabit olduğu varsayımı altında, bu tür transferlerin en önemli
sebebi, farklı ülkelerde faiz oranları arasındaki farklılıkların artmış olmasıdır. Bu çerçevede
ekonomistler sermayenin ülkelerarası hareketinin, bir ülkenin bölgeleri arasındaki
hareketinden farklı olmadığını, bulunduğu yerden daha yüksek beklenen getiri oranına tepki
olarak yeni yerine hareket ettiğini düşünmektedirler88.
Uluslararası sermaye hareketlerine yönelik teorik yaklaşımlar henüz gelişme
aşamasında olduğundan ayrıntılı ve genel kabul görmüş bir sermaye akımları teorisi
bulunmamaktadır.
Uzun
vadeli
sermaye
akımlarına
yönelik
oluşturulan
teorik
yaklaşımlar,(uluslararası yatırım teorisi) sermayeyi bir üretim faktörü olarak ele almakta ve
dolaysız sermaye yatırımları üzerinde odaklanmaktadır. Finansal akımlar üzerine yoğunlaşan
çalışmalar ise, kısa dönem analizlerine ağırlık vermektedir. Kısa süreli sermaye hareketlerine
ilgi ve bunun nasıl açıklanabileceğine ilişkin çalışmalar, 1960’lardan itibaren iktisat
literatüründe genişçe yer almaya başlamıştır. Çünkü kısa süreli sermaye hareketlerinin,
ödemeler dengesi üzerindeki etkileri, yurtiçi para ve maliye politikalarında da etkisini
hissettirmektedir. Buna bağlı olarak özellikle döviz kuru piyasaları ile olan ilişkileri, kısa
süreli sermaye hareketlerinin önemini daha da arttırmıştır.
Uluslararası sermaye hareketleri bir örnekle şöyle açıklanabilir. X ülkesi, Y ülkesine
sermeye transferi yapmaktadır. Bu durumda fonlar X ülkesinden Y ülkesine yönelerek, X
ülkesinde ki faiz oranı yükselecek ve para arzının azalması ile birlikte fiyatlar düşecektir. Y
ülkesinde ise, tam tersine faizler düşerek, fiyatlar artacaktır. Fiyat düzeylerinde gerçekleşen
bu değişme sonucu X ülkesinde (sermeye transferi yapan ülke) cari hesap fazlası, Y ülkesinde
(sermaye transferi yapılan ülke) ise cari hesap açığı oluşacaktır. Ticaret dengesindeki bu
değişmeler sonucunda, fon transferi de tersine dönecektir. Çünkü X ülkesinin ihracat fazlası,
fon girişine sebep olurken, Y ülkesinin ithalat artışı fon çıkışına yol açacaktır89.
87
Alp, Ali, “Uluslararasılaşan Finans ve Finansal Düzenlemelerde Yeni Yaklaşımlar”, http://www.liberaldt.org.tr/dergiler/ldsayi17/1715.htm, 01.11.2004
88
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 53.
89
Aslan, Nurdan (1997), a.g.e., s. 43-47.
36
Aşağıda kısa süreli sermaye hareketleri konusunda literatürün oluşmasına katkı
sağlayan yaklaşımlardan en önemlileri olan Faiz Paritesi, Mundell-Fleming ve Portföy
Dengesi yaklaşımları incelenmektedir.
1.1.4.4.1.Faiz Paritesi Teorisi
Serbest piyasa şartları, ilgili ülkelerde bir dizi ekonomik ve finansal değişkenler
arasında denge oluşturmaktadır. Piyasaların işleyişinin engellenmediği durumlarda denge,
enflasyon oranı ile döviz kurları ve faiz oranları veya spot ve forward döviz kurları arasında
olmaktadır. Bu denge ilişkilerine genel olarak, parite koşulları denilmektedir90. Parite
koşullarının bilinmesi, uluslararası finansal akımların (özellikle sıcak paranın) anlaşılmasına,
ekonomide enflasyon, faiz ve kur değişmeleri arasındaki ilişkinin daha net görülmesine
yardımcı olmaktadır. Söz konusu ilişkilerin finansal piyasayı ilgilendiren boyutu faiz paritesi
olarak adlandırılmaktadır.
Ulusal ve uluslararası ekonomiler faiz paritesi yoluyla eklemlendiğinden faiz
oranlarındaki değişme uluslararası sermaye hareketlerine neden olmaktadır. Sermaye
hareketleri ise, gelişmekte olan ülkeler açısından önemlidir. Çünkü ulusal tasarrufların
yetersiz olduğu durumlarda, yatırımların finansmanını sağlayacak para akımları şeklinde
görülmektedir. Sermaye hareketlerini gerçekleştirenler açısından bakıldığında ise amaç; faiz
arbitrajı elde etmek olmaktadır91.
Faiz arbitraj’ına bağlı olarak tek fiyat kanunu olgusu ortaya çıkmıştır. Tek fiyat
kanunu, tam rekabet koşulları altındaki piyasalarda, bir ekonomik varlığın aynı anda tüm
piyasalarda fiyatının (veya faizlerin) aynı olmasıdır. Arbitrajcının amacı aynı anda geçerli
fiyat ve/ veya faiz farklarından hiçbir risk üstlenmeden kar sağlamaktır. Teoriye göre, düşük
faizli ülkenin parası, yüksek faizli ülkenin parası karşısında vadeli piyasada, bu fark kadar
vadeli prim yapmaktadır. Yüksek faizli ülkenin parası ise, yine bu fark kadar vadeli iskonto
doğurmaktadır. İşlem giderlerinin bulunmadığı durumlarda, uluslararası finansal piyasaların
etkin işlediği varsayılırsa, bir ulusal paranın diğerine göre vadeli prim veya iskonto oranı tam
olarak aynı risk düzeyindeki yatırımların faiz oranları farkına eşitlenecektir92. Ana hatlarıyla
teori, aynı riskli iki aktifin aynı getiriyi sağlayacağı önermesiyle başlamaktadır. Eğer riskleri
aynı fakat getirileri farklı iki aktif varsa, arbitrajcılar devreye girecek ve bu farklılıktan kar
elde etmeye yöneleceklerdir. Diğer bir ifade ile aynı riskli iki aktifken getirisi yüksek olan
90
Seyidoğlu, (2001), a.g.e., s. 107.
Öztürk, Salih (2002), “Kısa Süreli Sermaye Hareketlerinde Kuramsal Tartışmalar”, Maltepe Üniversitesi
İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı: 1-2, İstanbul, s. 38.
92
Seyidoğlu, Halil (2001), a.g.e., s. 119.
91
37
satın alınacak, düşük olan ise satılacaktır. Bu durum getiri oranları eşitleninceye kadar devam
etmektedir. Ancak, Faiz paritesi koşulları geçerli olmazsa, yatırımcılar daha yüksek risksiz
getiri kazanmaya çalışacaklarından, ülkeler arasında çok büyük kısa vadeli fon akımları
gerçekleşebilecektir.
Faiz paritesi teorisi yurtiçi ve yurtdışı faiz oranları farklarını döviz kuru hareketleri ile
ilişkilendirdiğinden, sermaye hareketlerini, döviz piyasası ile özellikle de vadeli döviz
piyasası ile yakından ilişkilidir. Yukarıda faiz arbitrajının kısa süreli sermaye hareketleri ile
doğrudan ilişkili olduğu belirtilmiştir. Yatırımcı piyasada herhangi bir kayba uğramamak için,
elindeki parayı vadeli döviz piyasasında şimdiden sonrası için belirlenmiş bir değerden işleme
koyabilmektedir. Yatırımcı, böylece karşılaşabileceği risklere karşı kendini korumaya
almaktadır. Bu durum “garantili” (covered) faiz paritesi kapsamına girmektedir. Burada
yurtiçi ve yurtdışı faiz oranları farkları ile vadeli döviz piyasasından sağlanan prim
ilişkilendirilmektedir.
Faiz paritesi teorisine göre, sıfırdan farklı her garantili faiz farkı için bir ülkeden
diğerine (faiz oranlarını yüksek olduğu ülkeye) fon akışı gerçekleşecektir. Denge durumu ise,
iki ülke arasındaki fon akışı nedeniyle hiçbir karın sağlanmadığı durumdur. Bu durumda
sermaye hareketlerinin gerçekleşmesi için bir neden bulunmamaktadır. Ancak faiz farkı veri
iken vadeli kur parite kuru üzerinde devam ederse kısa süreli sermaye akımı yeniden
başlamaktadır, fakat bu defa akımın yönü değişmektedir. Yani bu durumda sermaye fonları
yüksek faizli ülkeden düşük faizli ülkeye doğru hareket etmektedir. Çünkü ilgili ülkede faiz
oranı daha yüksek olmakla birlikte diğer ülkenin parası vadeli piyasada o kadar yüksek prim
yapmıştır ki bu prim farkı faiz farkını fazlasıyla telafi etmektedir. O halde iki ülke arasındaki
garantisiz (uncovered) faiz oranı farklılığı forward iskonto/prim daha büyük olduğu takdirde
garantili faiz arbitrajı karlı olmaktadır93.
Bu bölümde şu ana kadar yatırımcıların riske karşı korunarak hareket ettikleri
anlatılmaktadır. Oysa uluslararası sermaye hareketlerinin bir kısmı garantisiz bir temelde
yapılmaktadır. Literatürde bu olgu “garantisiz veya açık faiz arbitrajı” olarak bilinmektedir.
Bu kurama göre ülke dışında yatırım yapmak isteyen yatırımcının kararını etkileyen iki faktör
bulunmaktadır. Bunlar94; Yurtiçi ve yurtdışı faiz oranları farkı ve ulusal paranın değer
kaybetme oranı ya da yatırım yapılacak olan ülke parasının ulusal para karşısında değer
kazanma oranıdır. Böyle bir piyasada, yurtiçi ve yurtdışındaki varlıkların getirisini eşitleyen
93
94
Seyidoğlu, Halil (2001), a.g.e., s. 122-123.
Öztürk, Salih (2002), a.g.m., s. 41-42.
38
faktör, spekülatörlerin davranışlarıdır. Spekülatörler portföylerinin getirisini maksimize etmek
için ellerinde bulundurdukları varlıkların en iyi bileşimini oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Ancak etkin piyasaların olduğu bir dünyada yatırımcılar spot kurlar ile forward kurların doğru
tahminine ulaşabilmek için elde edilebilir bütün bilgiyi kullanacaklar ve böylece açık faiz
arbitrajından doğacak kar imkânları önemli bir şekilde azalacaktır. Özetle uluslararası
sermeye hareketlerinde faiz paritesinin önemli bir fonksiyona sahip olduğu söylenebilir.
1.1.4.4.2. Mundell- Fleming Modeli
Mundell-Fleming Modeli’nin orijinali sabit ve esnek kur rejimlerinde, sermaye
hareketlerinin tam ve mükemmele yakın olduğu ve sermaye hareketliliğinin hiç olmadığı
durumlarda, küçük ve açık ekonomide, ödemeler bilânçosu ile mal ve hizmetler piyasalarında
dengenin birlikte sağlanabilmesi için gerekli şartları incelemektedir. Uluslararası sermaye
hareketlerinin gelişmesi ile birlikte yaşanan bazı parasal problemlerden dolayı sabit kur rejimi
yerini esnek kur rejimine bırakmaktadır95.
Sermaye akımlarının faiz oranlarına duyarlı olma boyutu, bir ülkede iç ve dış dengeye
yönelik uygun bir politika karışımını belirlemede anahtar unsurlardan biri olduğu için,
uluslararası sermaye akımları bu analizde önemli bir rol üstlenmektedir. İngiliz iktisatçı J.
Marcus Fleming ve Kanadalı iktisatçı Robert Mundell’in çalışmalarıyla Keynezyen likidite
tercihi fonksiyonu dışa açık ekonomiler için döviz ve yabancı aktifleri içerecek biçimde
düzenlenmiş ve finansal sermaye hareketleri, Keynezyen modellere IS/LM anlatımına uygun
biçimde dahil edilmiştir96. Özgün Mundell Fleming modeli küçük ve açık bir ekonomide
servet etkilerinin bulunmadığı, genel fiyat düzeyinin sabit olduğu ve sistemdeki bütün
menkullerin tam ikame edilebilir nitelikte olduğu, dolayısıyla dış dünya ile söz konusu
ekonomi arasında mükemmel sermaye hareketliliğinin geçerli olduğu varsayımları üzerine
kurulmuştur97. Diğer taraftan esnek döviz kurları durumunda kısa dönemde tam sermaye
mobilitesi ve statik döviz kuru bekleyişleri olduğu varsayılmaktadır.
Tam ikame edilebilirlik ve statik bekleyişler (reel döviz kuru açısından) durumunda,
içerdeki ve dışarıdaki reel faiz oranları eşitleninceye kadar sermeye, bir ülkeden diğerine
hareket edecektir. Eksik ikame edilebilirlik durumunda içerdeki reel faiz, yabancı faiz (artı)
bir prim veya (eksi) bir ıskonto ile eşitlenecektir. Fakat statik olmayan bekleyişlerle reel döviz
95
Llewellyn, David T. (1980), International Financial Integration: The Limits of Sovereignty, The
McMillan Press, s. 63.
96
Ünsal, Erdal M. (1999), Makro İktisat, Kutsan Ofset Matbaacılık, Ankara, s. 327.
97
Kibritçioğlu, Aykut (1996), “Para ve Maliye Politikalarının Etkinliği, Finansal Sınırlılıklar ve Sektörler Arası
Fon Akımları”, Uluslararası Makro İktisat, Edit. Aykut Kibritçioğlu, Ankara, s. 153.
39
kuru, yurtdışındakine nazaran içerdeki reel döviz oranının bir fonksiyonu olmaktadır. Yurtiçi
faiz oranlarını uluslararası seviyelerin üstünde veya altında oluşturmaya yönelik herhangi bir
teşebbüs, fon girişi veya fon çıkışıyla dengelenecektir. Bu durumda para politikasını ticari
dalgalanmaları stabilize etmeye yönelik olarak kullanmak mümkün değildir. Sermaye hesabı
liberalizasyonu nedeniyle yerli ve yabancı aktiflerin ikame edilebilme oranı arttıkça döviz
kuruna ne kadar dikkat edilirse, diğer ekonomik politikalar için para politikasını kullanmak o
kadar zor olacaktır. Bu durumda para politikası, faiz oranları yerine döviz kurları üzerindeki
etkisiyle toplam talebi etkileyebilmekte ve finansal politika, faiz oranları yerine tamamen
döviz kuru vasıtasıyla diğer harcamaları dışlamaktadır98.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Mundell-Fleming modeli esas olarak açık bir ekonomide
gelir belirlenmesinde, yaygın bir şekilde kullanılan IS/LM modelini genişletmektedir. Her iki
modelde de fiyat düzeyinin kısa vadede sabit olduğu varsayılmaktadır. Bu çerçevede model şu
denklemler setiyle tanımlanmaktadır99.
Y = A(i) + NX(s) (1)
M/P = L(i, y)
(2)
i = i*
(3)
İlk denklem mal piyasası dengesini tanımlamaktadır. Reel toplam hasılanın (Y), reel
yurtiçi harcamalar (A) (ki burada nominal faiz oranı -i- ile ters orantılı olarak değişir), artı net
ihracata (XN- ki burada yurtiçi paranın değeri ile ters orantılıdır) eşit olmasını ifade
etmektedir. İkinci denklem para piyasası dengesini vermektedir. Reel para balansları arzı
(M/P), reel para balansları talebini [L (i,y)] eşitlemektedir. Son denklem küçük bir ülke için
tam sermaye mobilitesi ve statik bekleyişlerin şartlarını tanımlamaktadır. Bu denklem yurtiçi
faiz oranı (i) ve eksojen olarak belirlenen yabancı faiz oranı (i*) arasında bir eşitlik
sağlandığını göstermektedir.
Mundell-Fleming modelinde sınırsız sermaye hareketliliği durumunda, faiz oranlarında
ufak bir faklılık çok büyük ölçüde sermaye akımlarına yol açmaktadır. Yatırımcılar açısından
hangi ülkenin menkullerine yatırım yapılacağı önemli değildir. Yani yerli ve yabancı menkul
değerler konusunda tam bir ikame söz konusudur100. Mundell-Fleming modeline yönetilen en
büyük eleştirilerden biri, modelin statik yapıda olması ve sermaye stokunu sabit olarak ele
almasıdır. Sabit bir orandaki sermaye akımı, yabancı yatırıma yönelik gelir ödemelerinin
98
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 68.
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 69.
100
Seyidoğlu, Halil (1999), a.g.e., s. 520.
99
40
artmasına işaret ettiği için, statik yaklaşım kar ve faiz ödeme akımlarının belirlenmesini
açıklayamamaktadır. Üstelik statik modelle ekonomik büyüme ve sermaye akımı arasındaki
ilişki de açık bir biçimde ortaya konulamamaktadır.
1.1.4.4.3.
Portföy Dengesi Modeli
Kısa süreli sermaye hareketlerine Portföy Dengesi Modeli, geleneksel faiz paritesi
modeli ile çok benzeşmektedir. Söz konusu yaklaşımda kısa süreli sermaye hareketlerinin
göreli faiz oranı düzeylerine bağlı olduğunu ileri sürmektedir. Modelin geleneksel tipi, ilk
önce Tobin ve Markowitz tarafından ortaya atılmıştır. Bu model, geleneksel faiz paritesi
modelinin yalnızca sermaye hareketlerini dikkate almasına rağmen, menkul kıymetlere olan
talebin akım sermayeden (belli bir zaman süresi boyunca ortaya çıkan değişmelerle ilgili) çok
stok sermaye (durağan değerleri veya belli bir andaki mevcutlarla ilgili) ile ilgisi olduğunu ve
bu stok sermayesinin hem göreli getiri oranları hem de iki ülkedeki menkul kıymetlerin
parasal tutarı ile ilişkili olduğunu savunmaktadır101.
Portföy dengesi modeline göre yatırımcılar, sermaye fonlarını çeşitli menkul değerler
arasında belirli bir risk düzeyinde maksimum getiri elde edecek şekilde dağıtmaktadır.
Yatırımcılar, bir taraftan menkul değerin beklenen gelir oranı ile risk düzeyini karşılaştırırken;
diğer taraftan da tüm fonları bir kaynağa yatırmanın getireceği riskten korunmak amacıyla
yatırım araçlarını çeşitlendirmektedir. Uluslararası sermeye akımları içinde portföy yatırımları
önemli bir işlem hacmine sahiptir. Portföy yatırımlarında bireyler, servetlerinin büyüklüğüyle
orantılı olarak menkul değerlerden oluşan belirli hacimlerde yatırım portföylerini
oluşturmaktadır. Hangi tahvil ve hisse senetlerini portföylerine alacaklarına karar verirken de,
bunların risk ve beklenen getiri oranlarını göz önünde bulundurmaktadır102.
Son yıllarda portföy yatırımlarında büyük artışlar olduğu gözlenmektedir. Bu sermaye
akımındaki artış, birçok ülkede büyüme performansını yükseltmektedir. Bu nedenle birçok
kalkınmakta olan ülke; sermaye hesabı işlemlerini serbestleştirmekte, kısıtlamaları
kaldırmakta, muhasebe standartlarını geliştirmektedir. Böylece yabancı yatırımcıların ülke
piyasalarına girişi kolaylaşmaktadır. Uluslararası yatırımcılar getiri potansiyelinin yüksek
olacağına inandığı piyasalara kısa sürelerle fonlarını yöneltme gereksinimi duymaktadır.
Özellikle hızlı gelişen piyasalar iç ve dış borçlanmaya alternatif olarak portföy yatırımlarını
ülkeye çekme çabası içerisindedir. Gerek çok uluslu firmalar, gerekse bireysel yatırımcılar
101
102
Öztürk, Salih (2002), a.g.m., s. 42.
Aslan, Nurdan (1997), a.g.e., s. 51-52.
41
global yatırımlarını yönlendirirken portföy yaklaşımını göz ardı edemezler103. Bu çerçevede
uluslararası portföy yatırımlarındaki artışın nedenleri olarak, gelişmiş ülkelerde faiz
oranlarının düşmesi itici faktör, gelişmekte olan ülkelerde uygulanan finansal serbestleşme
programları ise çekici faktör olarak gösterilebilmektedir104. Ancak bu gelişmeleri dünya
ölçeğinde uygulanan entegrasyon faaliyetlerinden soyutlamak mümkün görülmemektedir.
Birçok sanayileşmiş ve kalkınmakta olan ülke, 1980’li yıllardan itibaren büyük sermaye
akımlarına konu olmuştur. Bu sermaye akımlarının büyük bir bölümü, tahvil, özkaynak,
mevduat sertifikası ve finansman bonosu şeklinde kısa vadeli portföy yatırımları şeklindedir.
Kısa vadeli sermaye akımları da istikrarsız sıcak para olarak değerlendirilmektedir. Bunlar
spekülatif akımlar şeklinde tanımlandığından, kolay bir şekilde ters yöne çevrilebilmektedir.
Bu nedenle de sıcak para hareketleri, sürekliliği düşük, değişkenliği yüksek olarak
değerlendirilmektedir. Portföy yatırımlarının gelişiminde, dışsal koşullardaki değişmelerin
büyük rolü bulunmaktadır. Sanayi ülkelerindeki faiz oranlarının düşmesi ve büyüme hızının
yavaşlaması sermayenin bu ülkelerden kaçmasına yol açmaktadır. Portföy yatırımlarındaki
artışın yatırım yapılacak ülkenin de koşullarına bağlı olduğu görülmektedir. Ev sahibi ülkenin
kredi değerliliği, getirilen yeni düzenlemeler, fırsatlardan yararlanarak portföy çeşitlendirme
isteği ya da yatırımcının enformasyon imkanının gelişmesi gibi faktörler portföy yatırımlarını
motive etmede önemli rol oynamaktadır.
Uluslararası finans literatüründe portföy teorisi, hem uluslararası sermaye hareketlerini
(özellikle kısa vadeli) hem de döviz kurlarındaki çok kısa vadeli dalgalanmaları açıklamak
için yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Teoriyi döviz kurlarının belirlenmesinde kullanan
yaklaşımlarda kısa dönemli kur değişmeleri hem gerçekleşen değişmelere hem de gelecekteki
bekleyişlere dayalı olarak yapılacak portföy ayarlamaları ile açıklanmaktadır. Buna göre
döviz kurlarındaki kısa vadeli dalgalanmaların temel belirleyicisi portföy ayarlamalarıdır.
Uzun dönemlerde döviz kurları üzerinde reel faktörler etkili olmaktadır. Kısa ve çok kısa
dönemlerde kur değişmeleri, finansal piyasalardaki bekleyişlerin ve stok ayarlamaların
etkisini yansıtacaktır. Bu teoride reel değişkenlerde ve parasal tabanın yurtiçi bileşenlerinde
ortaya çıkacak değişikliklerin portföy kaymalarına sebep olacağı ve bunun da hem sermaye
akımlarına hem de yurtiçi faiz oranlarında değişikliklere yol açacağı varsayılmaktadır.
Özellikle kısa vadeli sermaye hareketlerini analiz etmede portföy dengesi teorisinin
103
Erdoğan, Oral (2003), “Yabancı Portföy Yatırımlarını Etkileyen Faktörlerin Analizi: Türkiye Örneği”,
Maltepe Üniversitesi, İ.İ.B.F. Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi, Sayı: 1, İstanbul, s. 12.
104
Başoğlu, Ufuk (2000), “Finansal Serbestleşme ve Uluslararası Portföy Yatırımları”, Balıkesir Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 4, s. 92.
42
kullanılmasıyla iki ülke arasında eşzamanlı ve iki yönlü uluslararası kısa vadeli sermaye
hareketlerinin açıklanması olanaklı duruma gelmiştir. Teoriye göre uluslararası sermaye
hareketleri risk farklılıklarının bir kanıtı olmaktadır105. Bu çerçevede yerli ve yabancı
aktiflerin risk derecelerinin aynı olması durumunda (yani birbirleri ile tam ikame edilebilir
olmaları halinde) portföy çeşitlendirmesi risk düzeyini düşüremeyecek ve dolayısıyla sermaye
hareketlerini doğuran neden ortadan kalkacaktır. Faiz oranlarında ya da risklerde bir
değişiklik olması durumunda, iki ülkeli bir dünyada sermaye hareketleri, her ülkede aktif
dağılımı optimum portföy bileşimini sağlayıncaya kadar sürecek ve sonunda dünya aktif
stokunun dağılımında denge kurulacaktır.
Uluslararası finansal entegrasyon arttıkça, kısa süreli sermaye hareketleri giderek daha
karmaşık ve çok değişkenli duruma gelecektir. Tartışma bu üç modelin, kısa süreli sermaye
hareketlerini açıklama gücü ve sermaye akımlarını alan ülkelerin uyguladıkları döviz kuru
rejimi konusunda yoğunlaşmıştır. Bu üç kuramsal yaklaşımda, sabit döviz kuru rejiminde,
sermaye akımlarının, ulusal ekonomiyi döviz rezervi -para arzı- faiz oranı yoluyla
etkileyeceği konusunda fikir birliği bulunmaktadır. Esnek kur rejiminde ise, dış dengenin
sürekli sağlanacağı, bu nedenle de fiyat değişmelerinin etkisini ortadan kaldıracağı kabul
edilmekle birlikte çeşitli teorik yaklaşımlar, değişik araçlar kullanarak sistemin kısa
dönemdeki başarısına kuşkuyla bakmaktadır. Bu konudaki çözümlemeler, sermaye
akışkanlığının derecesi ve spekülatif bekleyişlerin özelliklerine göre sermaye akımlarının ya
kurlar aracılığıyla dış ticaret hadlerini değiştirip harcamaların hacmi ve yönünü ya da portföy
düzenlemelerini uyararak ülke için göreli fiyat yapısını ve reel büyüklükleri değiştirme
etkisini vurgulamaktadır. Bütün bu görüşler kısa süreli sermayenin dış denge ile iç dengenin
aynı anda kurulmasında iktisat politikalarının gücünü belirleyen bir değişken olarak önemini
ortaya koymaktadır106.
Teorik yaklaşımların kısa süreli sermaye hareketlerini açıklama gücüne bakıldığında ise,
faiz paritesi kuramı ile portföy dengesi modeli temelde birbirlerine benzedikleri
görülmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, faiz paritesi teorisi yalnızca sermaye akımını
dikkate almasına rağmen, portföy dengesi modeli menkul kıymetlere olan talebin akım
sermayeden çok stok sermaye ile ilgisi olduğunu ve stok sermayenin de hem göreli getiri
oranları hem de iki ülkedeki menkul kıymetlerin parasal tutarı ile ilişkisi olduğu
savunulmaktadır.
105
106
Öztürk, Salih (2002), a.g.m., s. 45.
Öztürk, Salih (2002), a.g.m., s. 46.
43
1.2. Finansal Entegrasyonu Etkileyen Faktörler
Son yıllarda etkisini hızla gösteren küreselleşme olgusu sermaye hareketlerinin etki,
biçim ve sürecini ciddi bir biçimde değiştirmiştir. 20 yüzyılın son çeyreğinde gerek genel
ekonomi gerekse finansal piyasalarla ilgili yaşanmakta en çarpıcı gelişme, ulusal ve
uluslararası
düzeyde
düzenlemelerdeki
değişmelerdir.
Bu
gelişmeler
genellikle
liberalizasyon/entegrasyon olarak ifade edilmekte olup, genel olarak ekonomi ile özel olarak
da finansal piyasalarla ilgili olarak getirilmiş olan kısıtlayıcı düzenlemenin ortadan
kaldırılması, devletin ekonomideki rolünün azaltılması, kaynak dağılımının, üretim ve
fiyatlandırmanın piyasa tarafından yapılmasına ve ulusal finansal piyasaların uluslararası
finansal piyasalarla bütünleşmesini ifade etmektedir.
Finansal piyasalar bütünleştikçe, hükümetler, finansal piyasalara kısıtlamalar getiren
düzenlemeleri ya tamamen ortadan kaldırmakta ya da kısıtlamaları gevşeterek liberalizasyona
yönelmektedir. Sonuçta bu eğilimler mevcut trendi daha da hızlandırdığından finansal
entegrasyon ve liberalleşme birbirlerini karşılıklı olarak etkilemektedir. Liberalizasyon
hareketleri ve teknolojik gelişmeler, hükümetlerin etkisini azaltırken finansal piyasaların
globalleşmesini ve entegrasyonunu teşvik ettiği için uluslararası finansın gücünü
arttırmaktadır. Ancak bu süreç çeşitli faktörlerin etkisi altında gelişme göstermektedir. Bu
faktörlerden bir kısmı entegrasyon sürecini olumlu etkilerken bir kısmı ise olumsuz
etkilemektedir. Aşağıda önce finansal entegrasyonu olumlu etkileyen faktörler, daha sonra ise
olumsuz etkileyen faktörler geniş bir şekilde incelenmektedir.
1.2.1. Finansal Entegrasyonu Olumlu Etkileyen Faktörler
Finansal piyasaların entegrasyonunu teşvik eden en önemli faktör, 1970’li yılların sonu
ile 1980’li yılların başlarında çeşitli ülkelerde yürürlüğe konulan finansal liberalizasyon
uygulamalarıdır. Ancak finansal liberalizasyon/entegrasyon konusunda esas gelişme
1980’lerin ortaları ve 1990’ların başlarında ortaya çıkmıştır. Finansal entegrasyonun
gerçekleşmesinde, finansal liberalizasyon tek sebep olmamaktadır. Finansal liberalizasyon
uygulamalarının yanı sıra entegrasyon sürecini hızlandıran şu faktörler söz konusudur: reel
sektörde ve dünya ticaretinde meydana gelen değişmeler, uluslararası bankacılığın gelişmesi,
iletişim teknolojisindeki ilerlemeler ve finansal yenilikler, finansal piyasalar arasındaki
rekabetin artışı, kurumsal yatırımcıların gelişmesi ve dışsal konjonktürel faktörlerdir. Aşağıda
bu faktörler ayrı ayrı incelenmektedir.
44
1.2.1.1. Finansal Liberalizasyon Uygulamaları
Gelişmekte olan ülkelerin büyük bir kısmında hükümetler, finansal sektör üzerinde
doğrudan kontrole sahip olduklarından birçok kısıtlamalar ve kontrol mekanizmaları
geliştirmişlerdir. Gelişmekte olan ülkelerde uygulanan iktisat politikalarının ortak yönlerinden
birisini de finansal piyasalara müdahale oluşturmaktadır. Bu politikaların uygulanmasının
hem politik hem de ekonomik nedenleri bulunmaktadır. Bunlardan en açık biçimde destek
bulan ve Keynezyen görüş diye kabul edilen teoriye göre düşük faiz politikaları yatırımları
arttırmaktadır107. Bu nedenle birçok gelişmekte olan ülke sermaye birikimini uyarmak için
düşük, reel olarak negatif faiz politikalarını sürdürmüşlerdir. Geniş anlamda ekonomide
uygulanan her türlü kısıtlama, özelde ise negatif faiz politikaları, finansal baskı olarak
adlandırılmaktadır.
Finansal baskı, dar anlamda mevduat kredi faiz oranlarının denge değerleri altında
tutulması,
geniş
anlamda
ise
bütün finansal sisteme
müdahale edilmesi
olarak
tanımlanmaktadır. Daha genel bir ifade ile finansal baskı kavramı faiz kontrolleri ve sermaye
hareketlerine kısıtlamalar şeklinde iki kategoriye indirgenebilir108. Çalışmanın bundan sonraki
bölümlerinde kavram bu iki boyutu ile ele alınacaktır. Söz konusu kavram özellikle
gelişmekte olan ülkeleri ilgilendirmektedir. Bu ülkelerde hükümetlerin mevduat sahiplerini,
borç verenleri ve hisse senedi sahiplerini korumak, finansal sistemde istikrar sağlamak, para
kontrolü ve parasal hedeflere ulaşmaya katkıda bulunmak ile kamu borçlanma maliyetini
düşürmek
gibi
amaçlarla
finansal
piyasalara
yoğun
müdahalelerde
bulundukları
gözlenmektedir.
Uzun yıllar gelişmekte olan birçok ülke, ekonomilerinin hemen her alanında kısıtlayıcı
unsurların bulunduğu veya devletin aktif olarak yer aldığı ekonomik politikalar
uygulamışlardır. Uygulanan bu ekonomik politikaların olumsuz makroekonomik sonuçlarının
olduğu ve bu uygulamalardan vazgeçilerek ekonominin her alanında serbestleşmesinin
sağlanması, Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kurumlar tarafından dile getirilmiş ve
birçok ülkede uygulama imkanı bulmuştur. Bu bağlamda, ekonomik liberalizasyon,
piyasadaki miktar ve fiyat kontrollerinin azaltılmasını veya kaldırılmasını önermektedir.
Uluslararası sermaye hareketlerine getirilmiş olan sınırlamaların kaldırılması, teknoloji,
iletişim ve ulaşım alanlarında sağlanan gelişmelerle birleştiğinde, uluslararası finansal
107
Kar, Muhsin ve Enver Günay (2004), “Finansal İstikrarın Temel Koşulları”, Finans-Politik ve Ekonomik
Yorumlar Dergisi, Yıl: 41, Sayı: 487, Ekim, İstanbul, s. 52.
108
Williamson John ve Molly Mahar (2002), Finansal Liberalizasyon Üzerine Bir İnceleme, (Çev: Güven
Delice), Liberte Yayınları: 66, Ankara, s. 9; Sönmez, Sinan (2004), a.g.m., s. 125.
45
piyasalar adeta birbirine entegre tek bir pazar halini almış ve dünyanın dört bir yanından
katılımcıların yer aldığı, 24 saat aralıksız işlem yapılan bir arenaya dönüşmüştür109.
Finansal liberalizasyon ana hatlarıyla finansal baskıya son verilmesi anlamına
gelmektedir. Bu da dar anlamda mevduat ve kredi faiz oranları üzerindeki kontrollerin
kaldırılmasını; geniş anlamı ile farklı nitelikteki kurumların faaliyetlerini ayıran
sınırlamaların, kambiyo rejimi üzerindeki kontrollerin azaltılmasına veya kaldırılmasına, bu
doğrultuda yabancı kuruluşların ulusal finansal sisteme girişlerindeki engellerin azaltılmasını,
yerleşiklerin yabancı finansal piyasalara girmelerine izin verilmesini, finansal gelirler
üzerindeki yüksek oranlı vergilerin azaltılmasını ve kantitatif kredi tanımlarının ortadan
kaldırılmasını içermektedir110.
Bu çerçevede finansal liberalizasyon uygulamalarını, iç finansal liberalizasyon (ülke
içinde finansal daralmaya yol açan kontrollerin ve sınırlamaların kaldırılması) ve dış finansal
liberalizasyon (sermaye kontrollerinin kaldırılması ve bu çerçevede yurtdışından yurtiçine ve
yurtiçinden
yurtdışına
111
sınıflandırılmaktadır
sermaye
hareketlerine
serbesti
tanınması)
olarak
. Aşağıda önce iç finansal liberalizasyon daha sonra ise dış finansal
liberalizasyon kavramları incelenmektedir.
1.2.1.1.1. İç Finansal Liberalleşme
Bir ülkenin finansal entegrasyonu gerçekleştirebilmesi için öncelikle yapması gereken
işlem iç finansal piyasalarını serbest rekabete açmasıdır. Çünkü finansal entegrasyonu
hedefleyen ülke finansal sistemini, hukuki ve ekonomik kurumlarını bu hedefe yönelik
yapılandırmak mecburiyetindedir. İç finansal liberalizasyon bir ekonomide yurtiçi para
cinsinden borç-alacak ilişkileri ile varlık tutma kararlarına ilişkin kurumsal yapıda, fiyat ve
miktar kısıtlamalarının kaldırılması veya yumuşatılması anlamına gelmekte ve genel olarak
yurtiçi faiz oranı üzerindeki tavanın kaldırılmasını ve faizlerin yükseltilmesini akla
getirmektedir112. İç finansal liberalizasyonla birlikte ekonomide yeni finansal araçların ortaya
çıktığı ve bunların ve bunların yönetimine imkân tanıyan kurumsal düzenlemelerin ortaya
çıktığı görülmektedir. Ayrıca faizler üzerindeki finansal yüklerin azaltılması (zorunlu karşılık
oranları, çeşitli vergiler ve fonların gibi) finansal sistemine girişinin kolaylaştırılarak, finansal
109
Alp, Ali (2003), “Küreselleşmenin Mali Piyasalar Üzerine Etkileri”, Finans-Politik ve Ekonomik Yorumlar
Dergisi, Yıl: 40, Sayı: 473, s. 22.
110
Williamson John ve Molly Mahar (2002), a.g.e., s. 9-10.
111
Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 93-94.
112
Önder, İzzettin, Oktar Türel, Nazım Ekinci ve Cem Somel (1993), Türkiye’de Kamu Maliyesi, Finansal
Yapı ve Politikalar, Edit. Taner Berksoy ve Korkut Boratav, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı
Yayınları, İstanbul, s. 187.
46
araçların
çeşitlendirilmesi
113
girmektedir
gibi
unsurlar
da
iç
finansal
liberalizasyon
kapsamına
.
İç finansal liberalizasyon yaklaşımının temel özelliklerini şöyle sıralamak mümkün
olmaktadır114: Yurtiçi finansal piyasaların rekabete hazır duruma getirilmesi ve yeni finansal
kurumların finansal sisteme girişini engelleyen kısıtlamaların kaldırılmasıdır. Mevduat faizi
ve kredi tavanları ile öncelikli sektörlere kredi verilmesi uygulamasının yürürlükten
kaldırılması ve dövizle ödemelere getirilen yasakların sona erdirilmesi ve finansal kurumların
özelleştirilmesini içermektedir. Özelleştirilmenin başarısı, özelleştirilen bankaların bağımsız
kredi değerlendirmeleri yapabilme kabiliyetlerine bağlıdır. Diğer yandan rekabeti arttırmanın
etkili yolu, doğrudan menkul kıymetler piyasalarının kurulmasını teşvik etmektedir.
Finansal liberalizasyon tartışmaları gelişmekte olan ülkelerin temel problemlerinin
yatırımlar değil, tasarruf yetersizliği olduğuna inandıkları için ekonomi politikaları tasarruf
artışlarına dönük politikalar olarak kendini göstermektedir115. Yine gelişmekte olan ülkelerde
uygulanan faiz politikalarının bir sonucu olarak bankalarda tutulan mevduatın getirisi
enflasyonun gerisinde kalmaktadır. Bu yüzden kaynaklar, bankacılık sektöründen değerli
madenlere, gayrimenkullere ya da dövize dönerek atıl duruma düşmektedir. Bunun önüne
geçmenin en önemli yolu bankacılık sektörüne işlerlik kazandırmaktır116. Faizler reel olarak
pozitif hale getirilmeli ve kaynaklar bankacılık sektörüne yönlendirilmelidir. Böylece
bankacılık sektörüne kayan yeni kaynaklar yatırımcılar tarafından kullanıma açık hale
gelmektedir.
İç finansal liberalizasyon konusundaki yaklaşımlar ana hatlarıyla iki başlık altında
toplanmaktadır. Bunlar finansal liberalizasyona taraf olan ve karşı olan yaklaşımlardır.
Finansal liberalizasyona taraf olan birinci grup literatüre McKinnon ve Shaw yaklaşımı olarak
geçmektedir. Finansal liberalizasyona karşı olan ikinci grupta ise çerçevesini Keynezyen ve
Yapısal yaklaşımcıların çizdiği teorik önermeler yer almaktadır.
McKinnon-Shaw finansal baskı politikalarını haklı gören, Keynez’in yaklaşımına karşı
(yukarıda ifade edildiği gibi, düşük faiz politikaları yatırımları arttıracaktır. Bu nedenle birçok
gelişmekte olan ülke faiz kontrolüne başvurmuştur) finansal baskının iktisadi büyüme ve
kalkınmaya zarar verdiğini ortaya koyan teorik bir çerçevedir. McKinnon-Shaw gelişmekte
113
Kaya, Yasemin Türker (1998), Sermaye Hareketleri ve Kısa Vadeli Sermaye Hareketlerinin
Modellenmesi: Türkiye Örneği, DPT Yayınları, No: 2487, Ankara, s. 8.
114
Kar, Muhsin ve Enver Günay (2004) , a.g.m., s. 53.
115
Delice, Güven (2000), a.g.e., s.110.
116
Kar, Muhsin ve Enver Günay (2004) , a.g.m., s. 53
47
olan ülkelerde uygulanan finansal baskı politikalarının, faiz oranları ve döviz kurları gibi
finansal fiyatları bozduğunu; finansal olmayan varlıklarla karşılaştırıldığında finansal sistemin
reel büyüklüğünü ve ekonominin hızını düşürdüğünü söylemektedir. Bütün bunların bir
sonucu olarak da, finansal baskı stratejisi kalkınma sürecini olumsuz etkilemektedir.
McKinnon-Shaw modelinin en önemli unsurları aşağıda sıralanmaktadır117;
• Tasarruf fonksiyonu hem mevduat faizleri hem de büyüme hızından pozitif olarak
etkilenmektedir.
• Yatırım fonksiyonu reel kredi faizlerinden negatif ve büyüme hızından pozitif olarak
etkilenmektedir.
• İdari olarak sabit tutulan reel faiz oranları piyasa denge seviyesinin altında
tutulmaktadır.
• Kullanılabilir
kredi,
fiyat
dışı
tahsisat
neticesinde
verimsiz
bir
şekilde
dağıtılmaktadır.
Finansal baskı altındaki bir ekonomi için McKinnon-Shaw yaklaşımının politik
önermesi faiz oranlarını yükseltmek ya da enflasyonu düşürmektir. Faizler üzerindeki
sınırlamaların kaldırılması ve reel faizlerin arttırılması tasarruf hacmini ve yatırımın ortalama
verimliliğini optimal düzeye yükseltecektir. Yani tasarruf yatırım fonksiyonunu denge
düzeyine çıkaracaktır.
McKinnon-Shaw yaklaşımına yapılan en önemli eleştirilerden biri Neo-Keynezyen
iktisatçılardan gelmiştir. Bunlara göre serbestleşme, kaynakları spekülatif faaliyetlere
yönelterek çarpık bir büyümeye neden olmaktadır. Neo-Keynezyenler, McKinnon-Shaw
yaklaşımını öncelikle tasarruf artışının yatırım artışını sağladığı şeklinde klasik bir anlayıştan
yola çıktıkları için makro düzeyde eleştirmektedir. Keynezyen görüşünün çekirdeği efektif
talep olduğundan büyüme için esas olan efektif talep artışıdır. Tasarruf artışı, efektif talebin
azalmasına neden olduğu için durgunluğa yol açarak büyümeyi olumsuz etkilemektedir118.
Faiz oranlarının artmasının yatırım maliyetlerini arttırdığı ve buradan enflasyonist etki
yarattığı bilinmektedir. Faiz oranlarının yükselmesi, döviz kurunun değer kazanması gibi
rekabet gücünü düşürücü etki yapmaktadır. Artan faiz oranları ve gelecekteki faiz oranlarının
belirsizliği, bankaların risklerini arttırmakta ve aracılık maliyetlerini yükselterek yatırımlar
üzerinde caydırıcı bir etki yaratabilmektedir. Böylece daha az riskli yatırımlar yüksek fon
117
118
Fry, J. Maxwell (1997), “In Favaor of Financial Liberalization”, The Economic Journal, 107, (May), s. 755.
Esen, Oğuz (1998), a.g.e., s. 24.
48
maliyeti nedeniyle riskli duruma gelmektedir. Buna göre, finansal serbestleşme her zaman
tasarrufları ve yatırımları arttırarak büyümeyi hızlandırıcı ve enflasyonu düşürücü etki
yapmamaktadır. Çünkü gelişmekte olan ülkelerde önemli ölçüde finansal bir istikrarsızlık
sorunu olduğu bilinmektedir119.
McKinnon-Shaw yaklaşımında ileri sürülen görüşlere yönelik diğer bir eleştiride
yapısalcı yaklaşımdan gelmektedir. Yapısalcı yaklaşıma göre, finansal serbestleşme ekonomik
büyümeyi üç şekilde etkilemektedir120: Birincisi, finansal serbestleşme ile kredi faizleri hem
formel hem de informel finansal sektörlerde artacaktır. Firmaların işletme sermayesi ihtiyacını
büyük oranda borç finansmanı ile sağladığı bir ortamda kredi faiz giderleri toplam üretim
maliyeti içinde önemli bir paya sahip olmaktadır. Bu durumda faiz oranlarındaki önemli bir
artış arz şoku niteliğinde olup fiyatları yukarı itmektedir. İkincisi, Neo-Klasik yaklaşıma göre
finansal serbestleşmenin başarılı olması tasarrufların üretken olmayan aktiflerden banka
mevduatlarına yönelmesine bağlanmaktadır. Yapısalcılar riskten kaçınan yatırımcıların söz
konusu portföy değişimini gerçekleştirmemeleri durumunda finansal serbestleşmenin
başarısız olacağını ve büyümeyi sağlamayacağını kabul etmektedirler. Üçüncü olarak ise,
gelişmekte olan ülkelerin geri kalmalarının temel nedeni bu ülkelerdeki piyasaların verimli bir
şekilde çalışmamasıdır. Bu ülkelerdeki birçok piyasada ağırlıklı olarak uygulanan fiyatların
piyasa dışı kuvvetlerce belirlenmiş olması kısa dönemde bu piyasaların etkin çalışmadığının
göstergesi olarak kabul edilmektedir.
Sonuç olarak yapısalcı görüş, finansal baskının gelişmekte olan ülkelerde faiz
oranlarının yükselmesini önleyerek yatırımların ve ekonomik büyümenin hızlanması
sonucunu doğurabileceğini, enflasyonu ise aşağı çekici bir etki yapacağını ileri
sürmektedir121. McKinnon ve taraftarları, yapısalcı okulun eleştirilerini ve finansal
liberalizasyon uygulamalarını dikkate alarak görüşlerinde bazı değişiklikler yapmışlar ve
aşamalı bir biçimde finansal liberalizasyonun gerçekleştirilmesini önermişlerdir. Özel olarak
da finansal liberalizasyonun başarılı olabilmesi için gerekli koşulların, alt yapısının
oluşturulması ve istikrar programlarıyla uyumlu bir şekilde uygulanması gerekmektedir122.
Literatürde belirli sınırlar dahilindeki serbest bir finansal sistemin, baskı altında tutulan bir
finansal sistemden daha yararlı olduğu geniş ölçüde kabul edilmektedir. Finansal sistemi
kontrol altında tutmaya yönelik kısıtlayıcı politikaların uygulandığı birçok gelişmekte olan
119
Öçal, Tezer ve Ö. Faruk Çolak (1999), Finansal Sistem ve Bankalar, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, s. 276.
Kar, Muhsin ve Enver Günay (2004) , a.g.m., s. 53.
121
Öçal, Tezer ve Ö. Faruk Çolak (1999), a.g.e., s. 275.
122
Esen, Oğuz (1998), a.g.m., s. 25.
120
49
ülkenin yaşadığı tecrübeler, değişen dünya ekonomik şartları karşısında bu politikaların
başarısızlığını ortaya koymaktadır.
1.2.1.1.2. Dış Finansal Liberalizasyon
Dış finansal liberalizasyon, hem ulusal piyasalarda hem de ulusal piyasaların etkileşimi
içerisinde olduğu uluslararası finansal piyasalarda döviz cinsinden borç- alacak ilişkilerine ve
varlık tutma kararlarına ilişkin kuramsal yapıda fiyat ve miktar kısıtlamalarının kaldırılması
veya yumuşatılmasıdır123. Dış finansal serbestleşme, dış ticaretin serbestleşmesi ile başlayan
kur politikalarındaki değişim ve sermaye hareketlerine serbesti getirilmesiyle devam eden ve
kapalı kambiyo sisteminden açık kambiyo sistemine geçişi ifade eden bir süreçtir124. Bugün
bu süreç, kısa vadeli sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılmasını da
içermektedir. Bu anlamda liberalleşme uluslararası sermaye hareketleri ve işlemlerdeki
sınırlamaların azaltılması ve kaldırılmasını, yerli ve yabancı finansal kuruluşların sektöre
girişlerinde serbesti sağlanmasını ve bu doğrultuda uluslararası finansal pazarlar ile
bütünleştirilmesini içermektedir. Bu çerçevede bir ekonomideki konvertibilite derecesi, dışsal
işlemler
üzerindeki
kurumsal
kontrollerin
veya
finansal
engellerinin
boyutuna
bağlanmaktadır.
Dış finansal liberalizasyon kapsamında uluslararası finansal piyasalar ile bütünleşmenin
sağlanması ve döviz kurlarının müdahalelerden arındırılarak piyasa koşullarında belirlenmesi
gibi unsurlarda yer almaktadır. Uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinden
önce kamu dengesi ve para piyasası dengesinin sağlanmış olması gerektiği konusunda
literatürde ortak bir kanaat bulunmaktadır125. Finansal baskıya son verilip, sermayenin serbest
dolaşımı sağlandığında uzun dönemde faktör gelirlerinin eşitlenmesi yönünde eğilimler ortaya
çıkması beklenmektedir. Finansal liberalizasyon uygulamaları ile yeni araçlar, kurumlar ve
piyasalar ortaya çıkmakta, ekonomik birimlerin rol ve statüleri bu yeni yapılanmaya göre
belirlenmektedir.
Günümüzde, özellikle gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, ülkeler arasındaki sermaye
hareketlerine getirilen sınırlamalar oldukça azalmıştır. Liberalizasyon ile bilgisayar ve
telekomünikasyon teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde gelişen uluslararası finans, hemen
hemen her ülkeden piyasa katılımcısının, diğer ülke piyasalarında işlem yapmasını gündeme
getirmiş ve sonuçta artan rekabet sermaye maliyetlerinin düşmesine neden olmuştur. Finansın
123
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 115.
Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 94-95.
125
Williamson John ve Molly Mahar (2002), a.g.e., s. 10.
124
50
uluslararasılaşması ile birlikte artan uluslararası rekabet bir yandan genel olarak sermaye
maliyetlerini düşürürken diğer yandan da uluslararası finansal entegrasyonda yer alan ülkeler
arasındaki sermaye maliyetlerinin ve getiri oranlarının birbirine yaklaşmasını sağlamıştır
126
.
Bugün gelişmiş ülkeler piyasasında borçlanmalardaki reel faiz oranları ile gerek menkul
kıymetlerin gerekse diğer aktiflerin getiri oranları arasındaki farklar oldukça azalmış
bulunmaktadır.
1990’lı yıllara gelinceye kadar gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akışı miktarı
çok sınırlı olmasına rağmen, 1990’lı yıllar bu ülkelere önemli ölçüde sermaye akışına sahne
olmuştur. Uluslararası sermayeyi çekme bakımından diğer gelişmekte olan ülkelere göre daha
gelişmiş bir ekonomi ve finansal sektöre sahip olan Doğu Asya ülkeleri oldukça başarılı
olmuş, bununla beraber Latin Amerika ülkeleri ve özellikle son yıllarda Doğu Avrupa ülkeleri
de önemli gelişmeler kaydetmiştir. Özellikle direkt yatırımlar şeklindeki uzun vadeli yabancı
yatırımların gelişmekte olan ülkelerin sermaye dar boğazına çözüm getirip gerekli altyapı ve
diğer fiziki yatırımların gerçekleştirilmesine zemin hazırlamıştır. Ayrıca, ilgili ülkede
istihdam ile milli gelir düzeyinin artması, kullanılan teknolojinin gelişmesi, piyasaların
etkinlik ve rekabetlerinin artması ve sonuçta ülkenin genel refah düzeyinin yükselmesine
önemli katkıda bulunduğu bilinmektedir.
Gelişmiş ülkelerde sermaye kontrollerinin gevşetilmesi ve finansal piyasaların
entegrasyonu, rekabeti teşvik etmiş, yurtiçi ve yurtdışı piyasalar arasında giderek artan bir
entegrasyona neden olmuştur. Diğer taraftan finansal serbesti gelişmekte olan ülkelerde de
yayıldıktan sonra bu ülkelerin kendi parasıyla ihraç edilen borç senetlerinin ve kâğıtlarının
üzerinden olağanüstü karlar elde etme fırsatı doğmuştur. Böylece yüksek getiri beklentisi
içerisinde olan yatırımcılar gelişmekte olan ülkelerin yüksek riskini kabul ederek bu ülkelere
yönelmiştir. Dış finansal liberalizasyon sonrası sermaye kaçışını engelleyebilmek ve yeni
fonları çekebilmek için, ülke riski yüksek, gelişmekte olan ülkelerde, yurtiçi finansal
varlıkların getirisi yurtdışı finansal varlıkların getirisinin üzerinde tutulmakta, yurtiçi faiz
oranı yüksek bir trend izlemektedir. Bu çerçevede oluşan faiz-kur sarmalı, bu ülkeleri kısa
vadeli finansal akımlar için bir çekim merkezi durumuna getirmiştir127.
Yukarıda belirtildiği gibi, dış finansal liberalizasyon için öncelikle döviz kontrollerinin
ortadan kaldırılması ardından da ulusal paranın tam konvertibl duruma getirilmesi öncelik
taşımaktadır. Döviz kontrollerinin ortadan kaldırılması ve tam konvertibilite sermaye
126
127
Alp, Ali (2003), a.g.m., s. 23.
Delice, Güven (2000), a.g.m., s. 69.
51
hareketlerini liberalleştirmektedir. Dış finansal liberalizasyon konusunda şu ana kadar yapılan
açıklamalar neo- klasik teoriye dayanmaktadır. Teoride dış finansal liberalizasyon, iç finansal
liberalizasyonun tamamlayıcısı olarak değerlendirilmekte, yerli tasarrufların yetersiz kaldığı
durumlarda yabancı tasarrufların yerli yatırımlar ve büyüme için önemli bir kaynak
oluşturacağı kabul edilmektedir128.
Neo-Klasik düşüncedeki piyasaların enformasyonel etkinliği, piyasalardaki fiyat
mekanizmasının gerekli bilgiyi iktisadi ajanlara tam ve eşit olarak aktardığı iddiasına
dayanmaktadır. Bu görüşe göre, iktisadi ajanların ihtiyaç duydukları bilgi piyasalarda hazır ve
ulaşılabilir olduğundan; bu ajanlar bilgi toplamak için ilave bir maliyete katlanmayacaktır. Bu
çerçevede, bütün iktisadi ajanlar piyasaların geleceği hakkında homojen bir beklentiye sahip
olmaktadır129. Grossman ve Stiglitz bilginin piyasalarda aynı anda dağıtılması durumunda
bilginin üretimi ve üretilen bilgiyi elde etmenin bir getirisi olmaması gerektiğini ileri
sürmektedir. Bilgi piyasalardaki denge fiyatı aracılığıyla hazır ve maliyetsiz bir şekilde
dağıtılıyorsa, hiçbir iktisadi ajan bilgi elde etme dürtüsüne sahip olmayacaktır. İktisadi
ajanların bilgi arayışına girmemesi durumunda, kimse özel bilgiye sahip olmayacağından,
fiyat mekanizması piyasalardaki gerekli bilgiyi tam olarak sağlayamayacaktır. Çünkü fiyat
mekanizması, özel bilgileri ayrıntılandırarak sunmak yerine elde edilebilir bütün bilgiyi
toplulaştırılmış olarak aktardığından, piyasalarda karmaşık sinyaller (noisy signal)
dağıtmaktadır. Fiyat mekanizması karmaşık sinyal verdiğinden, iktisadi ajanlar fiyatlar
içerisinde toplulaştırılmış olan bilginin detaylarına vakıf olamayacaktır130.
Literatürde bilgi asimetrileri sermaye mobilitesi önündeki en önemli engel olarak
değerlendirilmektedir. Özellikle döviz piyasalarındaki asimetrik yapının varlığı dikkat
çekmektedir. Bilginin tam paylaşılmadığı piyasalarda ise yanlış seçim (adverse selection) ve
ahlaki tehlike (moral hazard) problemleri nedeniyle piyasanın tökezlemesi kaçınılmaz
olmaktadır131. Asimetrik bilgi yaklaşımına göre, bilgi ekonomik birimler arasında dengesiz
dağılmaktadır132. Yanlış seçime, eksik bilgi (asimetrik bilgi) neden olmakta ve finansal
128
Sönmez, Sinan (1998), Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye, İmge Kitabevi,
Ankara, s. 535.
129
Sak, Güven (1995), Public Policies Towards Financial Liberalization: A General Framework and An
Evaluation of Turkish Experience in the 1980’s, CMB Publication, No: 22, Ankara, s. 16.
130
Emek, Uğur (2000), “Finansal Piyasalarda Serbestleşmenin İktisadi Büyümeler Üzerine Etkileri”, Rekabet
Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 3, Temmuz-Ağustos-Eylül, Ankara, s. 68.
131
Mishkin, Frederic S. (1996), “Understanding Financial Crises: A Developing Country Perspective”, Annual
World Bank Conference on Development Economics, The World Bank, s. 30.
132
Bir ekonomik ilişkinin veya işlemin taraflarından biri o işlem hakkında diğer taraf veya taraflardan daha az
bilgiye sahip olduğu zaman bilgi “asimetrik”tir. Asimetrik bilgi, birçok piyasada var olmasına rağmen finansal
piyasalarda daha belirgindir.
52
piyasalarda işlem gerçekleşmeden önceki son aşamada ortaya çıkmaktadır133. Finansal
serbestleşmeyle birlikte faizlerin yükselmesi durumunda kredi başvurularının ortalama
kalitesi düşmekte ve beklenen getirileri ile risk düzeyleri düşük olan projelerin yüksek
borçlanma maliyetinde gerçekleşme imkânları azalmaktadır. Sağlam finansal yapıları olan
firmalar ihraç edecekleri menkul kıymet sayısını azaltacakları için net bugünkü değeri pozitif
olan birçok proje gerçekleştirilemeyecektir. Buna karşılık net bugünkü değeri, fonların fırsat
maliyetinden daha düşük olan diğer projeler finanse edilecektir. Yani ihtiyatlı projeler yüksek
faizler nedeniyle devre dışı kalacaktır. Asimetrik bilgi nedeniyle kreditörler düşük ve yüksek
riskli projeleri ayıramayınca negatif borçlu havuzundan rasgele seçim yapmak zorunda
kalmaları “yanlış seçim sorunu” olarak adlandırılmaktadır134.
Asimetrik bilgi durumunda borç alanlar, başarılı olduğu takdirde iyi kazançlar elde
edebilecek, başarısız olunduğunda ise zararın büyük bir kısmının borç verenler tarafından
karşılanacağı için riskli projelere yatırım yapmaya istekli olacaklardır. Borç verenler ise
projelerin riskliliğini azaltmaya çalışacaklardır. Bu nedenle borç alanlar finansal işlemler
gerçekleştikten sonra kendi risklerini arttıracak durumdaki projeleri değiştirmek isteyecekler,
bilgi asimetrileri de onların bu çabalarını kolaylaştıracaktır. Bu şartlar altında gerçekleştirilen
yatırım projelerinin çoğu aşırı riskli olacaktır. Sonuç olarak, borç verenler kredi vermeye
isteksiz olacaklar, aracılık ve yatırım düzeyleri optimalın altında gerçekleşecektir. Bu durum
ahlaki tehlike olarak bilinmektedir135. Ahlaki tehlike, sözleşme taraflarından birisinin dürüst
olmayan ya da dikkatsiz bir davranışı sonucunda diğer taraf aleyhine bir zarara neden olması
veya zarar ihtimalini arttırmasıdır.
Bankacılıkta yaşanan ahlaki tehlike problemi ise banka yöneticilerinin topladıkları
mevduatı, mevduat sahiplerinin bilebileceğinden daha riskli bir alana transfer etmeleridir. Bu
durumda mevduat sahibinden bankaya bir rant aktarımı söz konusu olacaktır. Eğer mevduat
sahibi bankanın riskli bir alana yatırım yapacağını bilebilirse daha yüksek bir mevduat faizi
talep edecektir. Diğer taraftan kredi kullanıcısı ise riskli yatırım sonucu elde edeceği karın
hepsine sahip olup; zarar durumunda sadece verdiği teminat kadar sorumlu olacağından risk
alma dürtüsüne sahip olacaktır. Bu dürtü de kredi kullanıcıları ile banka yönetimi arasında
ahlaki tehlike riskine neden olmaktadır. Aynı şekilde banka yöneticilerinin karlılıktan prim
133
Öçal, Tezer ve Ö. Faruk Çolak (1999), a.g.e., s. 285.
Emek, Uğur (2000), a.g.m., s. 69.
135
Mishkin, Frederic. S. (1996), a.g.m., s. 31.
134
53
almaları, zarara katılmamaları durumunda banka sahipleri ve yöneticileri arasında ahlaki
tehlike riski ortaya çıkabilecektir136.
Sonuç olarak dış finansal liberalizasyon iç finansal liberalizasyonun tamamlayıcı bir
unsuru olup, sermaye kontrollerinin gevşetilmesi veya kaldırılması yurtiçi ve yurtdışı finansal
entegrasyonu gerçekleştirmede önemli bir role sahip olmaktadır. Finansal liberalizasyonların
refah arttırıcı olup olmadığı, yurtiçi piyasa başarısızlıklarının yapısı, bilgi asimetrilerinin
boyutu ve ortaya çıkan yanlış seçim ve ahlaki rizikonun şiddetine bağlanmaktadır.
1.2.1.2. Ticaretin Liberalizasyonunun Olumlu Etkisi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan dünya ticaretini serbestleştirme eğilimleri
günümüzde de hızlı bir şekilde sürmektedir. Evrensel boyutlarda dünya ticaretini
serbestleştirme çabaları adeta dünyayı tek bir pazar durumuna getirme amacına yöneliktir. Bu
gelişme aynı zamanda ticaretin küreselleşmesi olarak adlandırılmaktadır.
Ekonomik açıdan küreselleşmenin şu üç boyutu özellikle dikkat çekmektedir. Bunlar,
uluslararası ticaret, uluslararası üretim ve uluslararası finansal akımlarla ilgili gelişmelerdir.
Ticaret alanında küreselleşme, ülkeler arasında mal ve hizmet akımları üzerindeki
kısıtlamaların kaldırılması veya azaltılması sürecini kapsamaktadır. Bu, aslında çok yeni
olmayıp kökenleri İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına kadar giden bir gelişmedir. 1947
yılında imzalanan GATT’ın ana amacı özellikle sanayi mamulleri üzerindeki ticari engellerin
evrensel boyutlarda kaldırılmasıdır. 1994 yılında GATT’ın yeni kurulan Dünya Ticaret
Örgütü (WTO)’nün kapsamına alınmasına kadar geçen sürede de bu alanda oldukça yoğun
çalışmalar gerçekleştirilmiştir137.
Ekonomik entegrasyon için daha açık bir tanım vermek gerekirse, en basitinden en ileri
aşamasına kadar bunlar; ticareti engelleyici unsurların ortadan kaldırılması, ticaretin
entegrasyonu, ülkelerarası faktör hareketlerine serbestlik kazandırılması, faktör entegrasyonu,
ulusal ekonomi politikalarının uluslararası ilişkileri güçlendirecek şekilde uyumlu hale
getirilmesi, politika entegrasyonu ve son olarak da bunların birleştirilmesi sonucu tam
entegrasyon oluşmaktadır138. Oluşan ekonomik entegrasyon sürecinin asıl amacı, iktisadi
büyümeyi kolaylaştırmaktır.
136
Emek, Uğur (2000), a.g.m., s. 69.
Seyidoğlu, Halil (2003), “Uluslararası Mali Krizler, IMF Politikaları, Azgelişmiş Ülkeler, Türkiye ve
Dönüşüm Ekonomileri”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4 (2), İstanbul, s. 142.
138
Ertürk, Emin, Ekonomik Entegrasyon Teorisi, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, 1991, s. 5.
137
54
Uluslararası mal ticaretindeki liberalizasyonun mal piyasasındaki rekabete etkisi,
özellikle ticaret üzerindeki kısıtlamalar miktar kısıtlamaları şeklinde olduğu zaman çok güçlü
olmaktadır. Miktar sınırlamaları, ulusal monopol ve oligopollerin doğmasına neden
olmaktadır. Miktar sınırlamalarının kaldırılması, piyasalardaki firmaların sayısını artırarak
onları daha rekabetçi yapmaktadır. Birçok ülkede, sektörlerin doğrudan yabancı yatırımlara
açılmasının firma sayısını artırarak, sektörü daha rekabetçi bir yapıya kavuşturduğu
görülmektedir. Özellikle finansal hizmetler ve telekomünikasyon sektörleri güzel bir örnek
olmaktadır139.
Küresel ticaretin gelişmesinde GATT çerçevesindeki uluslararası düzenlemeler iletişim
ve haberleşme başta olmak üzere teknolojik gelişmelerin de önemli rolü olmuştur. Bu sayede
taşıma maliyetleri düşmüş, uluslararası pazar gelişmeleri daha kolay izlenir duruma gelmiştir.
Serbest ticaret bölgeleri ile bölgesel çapta serbestleşen mal ve sermaye hareketleri bu akımın
ana etkenleridir. Dünya ticaretinin küreselleşmesiyle başabaş giden ve yakın bağlantısı olan
diğer bir yönelim de, serbest piyasa ekonomisinin gittikçe yaygınlaşması ve ekonomiye devlet
müdahalesini asgariye indirmektir. Bu eğilim beraberinde özelleştirme sürecini de
getirmektedir. Halen dünyada bir özelleştirme dalgasının varlığından söz etmek ve yakın bir
gelecekte devlet işletmelerinin büyük bir kısmının özelleştirilmiş ya da özel teşebbüse
devredilmiş olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu süreç, yabancı sermayenin ulusal
sermaye ile rekabete girmesi ve ulusal piyasaların entegrasyonu ile sonuçlanacaktır.
Ticari liberalleşmenin gerçekleşmesiyle, üretim faktörleriyle mal ve hizmetlerin
hareketliliğinin yol açtığı bütünleşme ve ekonomik bağımlılıktaki karşılıklı artış, dünyada
daha geniş coğrafi alanlarda bağlantı kurmayı olanaklı duruma getirmiştir. Ticaretin
liberalleşmesi sonucunda ihracatları artan gelişmiş ülkeler, elde ettikleri gelirleri
değerlendirmekte bir takım problemlerle karşılaşmaktadır. Gelişmiş ülkelerin elde ettikleri
fazla dövizleri iç piyasada tutmaları durumunda bir taraftan kendi paralarının değeri aşırı bir
şekilde yükselmesi bu ülkelerin ihracatlarını azaltacaktır. Buna bağlı olarak yerli üretimde
daralma meydana getireceğinden, ilgili ülkelerde daha büyük ekonomik darboğazlar
yaşanacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkeler, sahip oldukları fazla sermayenin yurtdışına çıkmasında
hiçbir sakınca görmemiş hatta bunu teşvik etmişlerdir140. Bu ve benzeri gelişmelerden dolaylı
ve direkt olarak finansal entegrasyon etkilenmiştir.
139
Çetintaş, Hakan (2001), “Global Bir Ekonomide Doğrudan Yabancı Yatırımlar ve Rekabet”,
http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/tem2001/global.htm, 01.11. 2004.
140
Karagül, Mehmet (2001), “Küreselleşme Küresel Kriz ve Türkiye”, Afyon Kocatepe Üniversitesi İ.İ.B.F.
Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 2, Afyon, s. 207.
55
1.2.1.3. Uluslararası Bankacılığın Genişlemesi
Finansal sektörün İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki en önemli gelişmesi bankacılığın
uluslararasılaşmasıdır. Finansmanda yeni bir çağın başlangıcını ifade eden bu gelişme,
özellikle Batı Avrupa ve Batı yarımküresindeki büyük ticari bankacılık kurumları tarafından
başlatılmıştır. Uluslararası bankacılığı, değişik faktörleri dikkate alarak farklı şekilde
tanımlamak mümkündür. Ticari bankacılığın, banka müşterilerinin yurtdışında olması
durumunda uluslararası özellik kazanacağı kabul edilmektedir141.
Global entegrasyona doğru oluşan trendin kökenleri, 1960’larda euro- piyasaların ortaya
çıkmasına kadar uzanmaktadır. Avrupa para ve tahvil piyasalarının ortaya çıkışı, uluslararası
düzeyde finansal piyasaların entegrasyonu sürecinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Özellikle euro para piyasaları, kısa vadeli banka mevduatları için önemli arbitraj imkânları
sunmak suretiyle, uluslararası finansal entegrasyonda önemli rol oynamaktadır. Euro-dövizin
ortaya çıkışı, uluslararası para sisteminin karşılaştığı bazı tıkanıklıkların (örneğin, likidite
sıkıntısı) aşılmasından kaynaklanmakta, hızla gelişmesi ise, beliren yeni şartlar karşısında
sistemin tepkisi veya kendi iç tepkisi olarak değerlendirilmektedir142. Uluslararası bankacılık
faaliyetlerinin şaşılacak ölçülerde gelişmesine katkıda bulunan faktörler 1973 yılından
itibaren OPEC ülkelerinin petrol gelirlerinin olağanüstü büyüklüklere ulaşması ve 1980’li
yıllardan itibaren küreselleşme olgusunun hızlanması ile birlikte az gelişmiş ülkelerin dış fon
taleplerinin hızla artması gibi faktörler sıralanmaktadır143.
Ayrıca, dünya ticaret hacminin büyümesi, euro- piyasalar ile interbank para
piyasalarında fon hacminin olağanüstü boyutlara çıkması, bankaların dış örgüt ağlarının
zorunlu olarak genişlemesi, teknolojik ilerlemelerin fon transfer işlemlerine büyük kolaylıklar
getirmesi, off-shore piyasaların gelişimi ve konjonktürel nedenler olarak sıralanmaktadır144.
Ayrıca, bunlara firmaların çokuluslu hale gelmesi ve uluslararası karlılık ile uluslararası vergi
kolaylıkları da eklenebilmektedir.
1.2.1.4. İletişim Teknolojilerindeki İlerlemeler
Uluslararası finansal hareketliliği arttıran faktörlerin en önemlilerinden birisi hiç
kuşkusuz iletişim ve bilgisayar teknolojilerindeki gelişmelerdir. Bilgisayar ve enformasyon
alanında yeni teknolojilerin uygulamaya konulması, bilgi akımlarını hızlandırmak suretiyle,
141
Parasız, İlker (2000), a.g.e., s. 612.
Sayılgan, Şevket (1998), “Uluslararası Finansal Entegrasyon Süreci ve Ekonomik Sonuçları”, Banka ve
Ekonomik Yorumlar, Yıl: 35, Sayı: 12, Aralık, s. 10.
143
Seyidoğlu, Halil (2001), a.g.e., s. 417.
144
Öçal, Tezer ve Ö. Faruk Çolak (1999), a.g.e., s. 220.
142
56
arbitraj gibi kazançlı faaliyetleri kolaylaştırmış, finansal piyasalardaki işlem hacmini ve hızını
görülmemiş ölçüde arttırmakta ve ucuzlatmaktadır145. Günümüzde dünyanın başlıca finans
merkezleri arasında günün her saatinde işlem yapma olanağı doğmuştur. Haberleşme
teknolojisindeki olağanüstü gelişmeler yatırımcıların dünyanın herhangi bir yerindeki verimli
yatırım fırsatlarından anında haberdar olmasını ve bu bilgiye dayanarak anında işlem
yapabilmesini olanaklı duruma getirmektedir146. Böylelikle, coğrafi uzaklık ve zaman
farkından doğan sorunlar büyük ölçüde ortadan kalktığından dünyanın en büyük finans
merkezleri olan New York- Londra- Tokyo üçgeninde finansal hizmetler kesintisiz duruma
gelmektedir147.
İletişim ve bilgi teknolojilerindeki gelişmeler, haberleşme maliyetinin azaltılmasında,
hızının arttırılmasında, finans piyasaları arasındaki bağlantıların gerçekleştirilmesinde, aynı
firmaya bağlı olarak faaliyet gösteren birbirinden uzak üretim birimleri arasında
koordinasyonun kolaylaştırılmasında, iletişimi hızlandırarak yeni ve rekabetçi üretim ve
çalışma organizasyonlarının yayılmasında önemli bir role sahip olmaktadır148. İletişim
teknolojilerinde yaşanan bu gelişmelere paralel olarak finansal entegrasyonda gelişmiştir. Bu
gelişmeler bir yandan finansal hizmeti kullananların daha geniş, daha rekabetçi ve daha çeşitli
ürünlere sahip bir finansal piyasada işlem yapmasına zemin hazırlamış, diğer yandan da
finansal kurumların finansal işlemleri uluslararası düzeyde gerçekleştirebilmelerine olanak
sağlamaktadır149.
1.2.1.5. Kurumsal Yatırımcıların Gelişmesi
Uluslararası sermaye hareketliliği ve finansal entegrasyonu olumlu etkileme sürecine
hız kazandıran önemli bir olgu da yatırımcı profilindeki değişmeler olmaktadır. Finansal
varlıkların yönetiminde, tasarruf sahiplerinin ve özel yatırımcıların yerini giderek portföy
yöneticileri almaktadır. Son yıllarda kurumsal yatırımcıların sayısında ve bunların yönettikleri
portföy hacminde önemli artışlar olmaktadır150. Gelişen piyasalardaki finansal serbestleşme
çabaları, o piyasalarda getiri oranlarındaki artış ve portföy çeşitlendirme isteği sayıca artan
yatırımcıları bu piyasalara yönlendirmektedir. Fischer’de yaptığı bir çalışmada, sermaye
145
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 27.
Yıldızoğlu, Ergin (1996), a.g.e., s. 12.
147
Sayılgan, Şevket (1998), a.g.m., s. 11.
148
Şamiloğlu, Famil (2002), Küreselleşme Sürecinde Türkiye’nin Finansal Kaynak Sorunu, Gazi Kitabevi,
Ankara, s. 12.
149
Ali, Alp (2000), a.g.e., s. 147.
150
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 27.
146
57
hareketlerinde meydana gelen kısa süredeki artışta, dört faktörün önemli rol oynadığını
belirtmektedir151. Bunlar;
• Sermayenin girdiği ülkelerdeki getiri oranları: Sermaye girişleri başarılı istikrar ve
reform çabalarına olumlu tepki vermektedir. Bazı ülkelerde esnek döviz kuru,
politikalarla sınırlandırılmışsa da kısa vadeli sermayeyi, yüksek faiz oranları cazip
kılmaktadır.
• Gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan ülkelerde uluslararası sermaye işlemlerinin
liberalizasyonu: sermaye çıkışlarının dahi liberalize edilmesi hem yabancı sermayeyi
hem de çıkan sermayenin dönüşünü teşvik ederek sermaye hesabının güçlenmesini
sağlamaktadır.
• Yabancı sermayenin girdiği ülkelerde finansal sistemlerin güçlenerek gelişimi bu
ülkeleri yabancı sermaye açısından cazip kılmaktadır.
• Son yıllarda gelişmiş ekonomilerdeki faiz oranlarının azalan trendi de dikkate
alındığında, gelişmiş ülkelerde büyük kurumsal yatırımcıların ortaya çıkması getiri
oranı yüksek ülkelere büyük çaplı yabancı fonların yönlenmesine neden olmaktadır.
Kurumsal yatırımcılar, portföy çeşitlendirmesi amacıyla, değişik ülkelerde finansal
yatırım yaptıklarından, finansal piyasaların entegrasyonuna büyük katkıda bulunmaktadır.
Çünkü,
birbirleriyle
rekabet
halindeki
kurumsal
yatırımcılar
enformasyon
ve
telekomünikasyon teknolojilerindeki gelişmelerden yararlanarak dünya ölçeğindeki piyasa
olaylarını analiz etmeleri kolaylaşmaktadır. Böylece en küçük rant farklılıkları ve fiyat
değişim beklentilerine, portföylerini değiştirerek tepki vermektedirler152. Sonuç olarak,
yatırımcı davranışlarının profesyonelleşmesi finans piyasalarını globalleştirmektedir.
1.2.1.6. Dış Konjoktürel Nedenler
Finansal entegrasyon sürecini etkileyen en önemli dışsal etkenler, 1970’li yıllarda
yaşanan petrol şokları, stagflasyon ve sabit döviz kurundan dalgalı kura geçiş bu bağlamda en
önemli olaylardır. 1982 uluslararası borç krizinin ardından ağır borçlu ülkelerin alacaklı ülke
ve kuruluşlarla ilişkilerinin yeni bir sürece girmesi, bu arada borç hisse senedi değişimi gibi
uygulamalar da bu kapsamda değerlendirilebilecek olgulardır153. Ayrıca, 1990’ların
başlarında ABD’nin tek süper güç olarak dünya iktisadi ve sosyal hayatına etki etmesi,
151
Kar, Muhsin ve M.Akif Kara (2004), a.g.m., s. 4.
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 29.
153
Delice, Güven (2000), a.g.m., s. 138.
152
58
Avrupa Birliği gibi bölgesel entegrasyonların güçlenmesi yanında ABD, Japonya ve birçok
Avrupa ülkesinde ortaya çıkan resesyonlar, finansal entegrasyonun gelişimine zemin
hazırlaşmıştır.
1.2.1.7. Finansal Piyasalardaki Rekabet Artışı
Finansal faaliyetlerin daha serbestçe yürütülebildiği ülkelerin ve serbest bölgelerin
finansal kurumları cezp etmesi, devletleri serbestleşmede rekabete yöneltmektedir.
Uluslararası finans piyasalarının rekabet baskısı, ulusal fon hareketlerinin giderek artan
orandaki bölümünü uluslararası kanallara yönlendirmektedir.
Günümüzde finansal hareketler, gittikçe artan bir oranda ulusal piyasalardan ziyade
uluslararası piyasalarda gerçekleşmektedir. Gerek hisse senedi gerekse tahvil ihracı yoluyla
sağlanan
fonlar,
son
yıllarda
giderek
artan
tutarda
uluslararası
piyasalardan
gerçekleşmektedir. Ulusların, uluslararası fon hareketleri ile ilgili sınırlamaları gevşetmeleri
ve özellikle gelişmiş ülkelerdeki sınırlamaların önemli ölçüde kaldırılmalarının sonucunda
piyasalar, fon arz ve talep edenler ile bu fonların hareketlerine aracılık eden kurumların
nicelik ve niteliklerini zenginleştirmektedir. Böylece piyasa katılımcıları ve piyasalar
arasındaki rekabet oldukça yüksek düzeylere ulaşmaktadır. Sonuç olarak, finansal aracılık ve
finansal hizmetlerin artması finansı uluslararasılaştırdığı için, finansal piyasalardaki rekabet
artışı finansal entegrasyonu olumlu etkilemektedir154.
1.2.2. Finansal Entegrasyonu Olumsuz Etkileyen Faktörler
1980’li yıllarda, tasarruf oranlarının yetersiz olduğu gelişmekte olan ülkeler, kaynak
sıkıntılarını giderebilmenin temel yöntemi olarak sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini
benimsemiş, bu yönde ciddi mevzuat değişiklikleri yaparak finansal piyasaları serbest hale
getirmişlerdir. Bu süreçte IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar da sermaye
hareketlerinin serbestleştirilmesini istikrar programlarının temel unsurlarından birisi olarak
görmüş ve gelişmekte olan ülkelere bu yönde etkide bulunmuşlardır. Gelişmekte olan ülkeler
sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi neticesinde sağlayacakları ek kaynak ile
büyümelerini finanse etmeyi ve mevcut olan sermaye yetersizliklerini ortadan kaldırmayı
amaçlamışlar ve bunu kısa vadede başarmışlardır. Ancak yapısal sorunlarını çözmeden ve
istikrarlı bir büyüme ortamına sahip olmadan liberalizasyona giden birçok ülkede yaşanan acı
tecrübeler sonucunda, sermaye hareketleri daha çok olumsuz yönleri ile anılmaya başlamış ve
sermaye hareketlerinin yasaklanmasından kontrolüne kadar pek çok görüş gündeme
154
Alp, Ali (2000), a.g.e., s. 109.
59
gelmektedir. Sermayenin uluslararası hareketini engelleyen, dolayısıyla finansal piyasalar
arasında bölünmüşlüğe (segmentasyon) yol açan dolaylı engeller bulunmaktadır. Bu engeller
sermaye kontrolleri ve diğer engeller başlığı altında ana hatlarıyla şöyle açıklanmaktadır.
1.2.2.1. Sermaye Kontrolleri
Sermaye hareketlerinin kontrolüne yönelik görüşün temelinde, sermaye girişleri ile
artan likiditenin ekonomik canlılığa yol açması, finansal araçların ve gayrimenkullerin aşırı
değerlenmesine sebep olması bulunmaktadır.
Enflasyon kaygısı sonucunda para tabanının sabit tutulması sonucunda artan sermaye
girişinin sterilizasyonu faiz oranlarını yükseltmektedir. Faiz oranlarındaki bu artış, bir yandan
yerli paranın değerlenmesine yol açarak cari işlemler dengesi üzerinde olumsuz etkiler
yaratmakta, diğer yandan da bütçenin faiz maliyetlerini arttırmaktadır. Bankacılık
düzenlemeleri eksik veya yetersiz olan ekonomilerdeki sermaye girişleri, bankacılık
kesiminin bilânçolarının aktif ve pasifi arasında vade uyumsuzluklarına ve döviz pozisyonu
açıklarına neden olduğu için, bankacılık kesimi yükümlülüklerini kur ve faiz oranlarındaki
oynamalara son derece hassas duruma getirmektedir.
Özetle belirtilen bu zincirleme ilişkinin önüne geçmek amacıyla sermaye girişlerine
kontroller getirilmektedir. Genelde sermaye girişinin vade yapısına bakılarak tutulması
gereken rezerv miktarı ve/veya vergilendirme biçiminde uygulanan bu kontroller sermaye
girişlerinin azaltılmasını hedeflemektedir. Sermaye hareketleri üzerindeki kontrollerin
dayandığı nedenler aşağıdaki gibi sıralanabilir155:
• Kısa vadeli sermaye hareketlerini sınırlayarak, döviz piyasalarında istikrar sağlamak
ve böylece ödemeler dengesi vb krizlerin önüne geçmektir. Ülkeler, orta vadeli
makroekonomik hedeflerinde sapmaya neden olarak gördükleri için, kısa vadeli sermaye
girişini azaltmaya çalışırlar. Kısa vadeli sermaye girişi genelde reel sektördeki üretken
yatırımları finanse etmek yerine, parasal otoritenin rezervlerini arttırmasıyla sonuçlandığı için
döviz rezervlerinde ve döviz kurunda değişmelere yol açabilmektedir. Bu da bir bütün olarak
ülke ekonomisini olumsuz etkilemektedir. Kısa vadeli sermaye akımlarına yönelik tedbirler
her şeyden önce bu istikrar bozucu etkilerin sınırlandırılmasına yöneliktir. Buna ilaveten kısa
vadeli sermaye girişlerinin her an ani bir çıkışa dönüşebileceği endişesi ile merkez bankaları
önemli ölçüde döviz rezervi bulundurmaya zorlanmaktadır. Sermaye girişlerinin uluslararası
155
Kaya, Yasemin Türker (1998), a.g.e., s. 45; Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 40.
60
rezervleri arttırmasının yarattığı parasal genişleme sterilize edilmezse ekonomide enflasyonist
etkiler yaratmaktadır.
• Yurtiçi tasarrufları korumak diğer bir nedendir. Ülkeden dışarıya sermaye
gönderilmesi, yatırım kaynaklarının ulusal ekonominin değil, yabancı ekonomilerin hizmetine
sunulması anlamına gelmektedir. Böyle bir durum sermaye ihraç eden ülkede ekonomik
gelişmeyi yavaşlatıcı, dış ödemeler dengesini bozucu ve işsizliği arttırıcı etkilere yol
açmaktadır. Bu doğrultuda özellikle gelişmekte olan ülkeler kıt yurtiçi tasarrufların yabancı
aktiflerin elde edilmesinden ziyade yurtiçi yatırımı finanse etmek için kullanılmasını
sağlamaya ve yurtiçi üretim faktörlerinin yabancı mülkiyetini sınırlamaya yönelik politikalar
uygulamaktadır. Ancak yurtiçi finansal araçların taşıdıkları belirsizlik ve düşük getiri
nedeniyle yatırımcılar bu duruma tasarruflarını azaltarak ya da enflasyona karşı korunarak
reel varlıklara yönelerek tepki verebilirler. Yatırım portföyü yalnızca yerli araçlardan oluşan
yurtiçi servet ve gelir pozisyonları makroekonomik şoklara daha duyarlı duruma gelmektedir.
Bu kontroller tekel oluşumunu ya da ülkenin doğal kaynaklarının tüketilmesini önlemek gibi
amaçlar taşımaktadır. Ayrıca, sermaye girişleri sonucu yaşanan servet etkisinin gelir
dağılımında yol açabileceği bozulmaları düzeltmek de bir başka amaç olmaktadır.
• Sermaye kontrolleri sayesinde ekonomik otoritelerin vergi, gelir ve servet
politikalarındaki güçleri artmaktadır. Hükümetler finansal işlemleri vergilendirebildiğinden,
etkili sermaye kontrolleri, yurtiçi parasal araçları elinde tutan kişiler üzerinden bir enflasyon
vergisi alınmasını mümkün kılan para politikası uygulamalarına ortam hazırlayabilir. Ayrıca
açık piyasa işlemleri ve/veya yabancı para piyasalarına müdahale edilerek yerli parayı
sermaye girişinin etkilerinden korumaya çalışmaktadır.
• Sermaye akımlarının istikrar bozucu yapısı, reform programının güvenirliliğiyle mal,
faktör ve finansal piyasalarının uyum hızındaki farklılıklara bağlanmaktadır. Örneğin, bir
istikrar programı kredibilitesini kaybederse sermaye hesabının liberalizasyonu, para
ikamesine ve sermaye kaçışına yol açabilir. Bu da ödemeler bilânçosu krizini, devalüasyonu
ve enflasyonu başlatabilir. Eğer program kısmı olarak güvenilir ise ve reel faiz oranları geçici
olarak yükselirse, sermaye girişleri önemli miktarda artar ve reel döviz kurunda bir
değerlenme ortaya çıkmaktadır. Burada amaç sermaye kontrolleri yoluyla sermaye
akımlarının yaratabileceği enflasyonist etkileri önlemek ve dış ticaret reformlarını
sürdürebilmektir.
61
Sermaye hareketlerine getirilen kısıtlar temelde iki kategoride incelenmektedir.
Bunlardan birincisi sermaye girişlerine getirilen doğrudan miktar kısıtlamaları diğeri ise
vergilendirme uygulamalarıdır156. Doğrudan miktar kısıtlamaları birçok ülkede farklı
şekillerde uygulanmıştır. Ancak, başarı farklılık göstermiştir. Örneğin 1992 yılında Meksika
bankalarının döviz varlılarına limit getirmiş ancak bu yöntem başarılı olmamıştır. 1994
yılında sermaye hareketlerine kısıt getiren Malezya ise bu kapsamda başarılı bir örnek
sayılabilir. Malezya ekonomisinde finansal liberalleşme süreci 1973 yılında dalgalı kur
sistemine geçilmesinden sonra başlamış, 1987-1989 yılları arasında finansal sektör tamamıyla
serbest duruma getirilmiştir. Sağlanan serbestlik 1990’lı yıllarda yüksek sermaye girişlerine
sebep olmuş, portföy yatırımları ve doğrudan yatırımlar cinsinden sermaye girişleri rekor
seviyelere ulaşmıştır. Sermaye girişleri ile bankacılık sektörünün dış borç yükümlülükleri
hızla artmış, ekonomik canlılığın yarattığı ısınma para tabanının kontrol edilememesi riskini
ortaya çıkarmış, enflasyonist beklentiler ve kur üzerindeki baskılar artmıştır. Bu gelişmeler
sonucunda, Malezya hükümeti ilk sermaye kontrolünü 1994 yılında yürürlüğe koymuştur.
Uygulamaya konan sermaye kontrolleri temelde Ringgit (Malezya para birimi) üzerindeki
spekülatif baskının önüne geçilmesini ve sermaye çıkışının azaltılmasını hedeflemiştir.
Sermaye
hareketlerini
kısıtlamaya
yönelik
tartışılan
tedbirlerden
diğeri
ise,
vergilendirme politikası ile ilgilidir. Bu yaklaşımda, sermaye hareketlerinden kaynaklanacak
döviz kuru istikrarsızlığın giderilmesinde vergilendirmenin bir araç olarak kullanılması
öngörülmektedir. Ancak uzun vadeli sermaye yatırımlarını caydırmamak için sadece kısa
vadeli sınır ötesi sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi hedeflenmiştir157. Tobin vergisi
olarak literatüre geçen ve basit anlamda spot döviz alım satım işlemleri üzerine getirilen sabit
fakat düşük oranlı bir advalorem vergi olarak tanımlanabilecek yaklaşım özellikle son yıllarda
politik iktisat gündeminin çok tartışılan konuları arasına girmiştir158. Önerilen Tobin
vergisi’nin temel prensipleri oldukça basittir. Herhangi bir paranın başka bir para birimine
dönüştürülmesi işlemleri üzerine düşük oranda bir vergi uygulanacaktır. Tobin ilk olarak
vergi oranının % 0.1 ile % 0.5 arasında olmasını önermiş, daha sonra verginin % 1’e kadar
çıkabileceğini belirtmiştir. Ancak Tobin’nin son olarak önerdiği oran % 0.2’dir. Bu konuda
görüş bildiren diğer iktisatçı ve politikacılar tarafından da % 0.01 kadar düşük oranlara da
giden çeşitli oran önerileri yapılmıştır. Bu kadar düşük oranlı bir verginin uzun vadeli
156
Emil, M. Ferhat ve M. Tuğrul Vehbi (2003), “Uluslararası Sermaye Hareketleri ve Kalkınma: Türkiye
Örneği”, Ekonomik Yaklaşım, Cilt: 14, Sayı: 44-46, Ankara, s. 13.
157
Önder, İzzettin ve diğerleri (1993), a.g.e., s. 98.
158
Emil, M. Ferhat ve M. Tuğrul Vehbi (2003), a.g.m., s. 14.
62
sermaye yatırımları üzerindeki olumsuz etkisi ihmal edilir düzeyde olacaktır. Örneğin % 0.5
oranındaki bir vergi, on yıllık bir yatırımın yıllık sermaye maliyetini % 0.05 oranında
yükseltecektir. Buna karşılık vergi, kısa vadeli sermaye hareketleri için bir maliyet unsuru
olacaktır. Tobin Vergisinin kısa vadeli ve özellikle spekülatif amaçlı sermaye hareketlerini
kısıtlayıcı etkisinin yanı sıra ciddi miktarda gelir sağlayacağı da ifade edilmektedir159. Tobin
Vergisi’nin uygulanması halinde elde edilecek gelir miktarının büyüklüğü, verginin oranı,
kısa vadeli spekülatif işlemlerinin ne miktarda azalmasının hedeflendiği, hangi tür (ne
büyüklükte) işlemlerin vergiden müstesna tutulacağı ve ne kadar vergi kaçağının ortaya
çıkabileceği gibi birkaç değişkene bağlı bulunmaktadır.
Tobin Vergisinin sağlayacağı faydalar yanında bir takım olumsuz yönleri de gözden
kaçırılmamalıdır. Literatürde bu yönde getirilen eleştirilerden birisi Tobin Vergisinin başarılı
olabilmesi için yalnızca ülke bazında değil dünya çapında uygulanması gerekliliğidir. Bu
görüşe göre sadece belli başlı ülkelerin bu yönteme başvurması sonucunda sermayeye vergi
uygulamayan diğer ülkelere yönelebilecektir160. Tobin Vergisine yapılan diğer bir eleştiride
istikrarı bozan döviz işlemlerinin (kısa vadeli işlemler) ayırt edilmesinin zorluğuna dikkat
çekmektedir. Buna göre vergi ile özellikle vergi piyasalarında spekülatif işlem yapanların
cezalandırılması hedeflenirken, zaman zaman bu hedeften sapılarak ülkede doğrudan yatırım
yapmış ve döviz piyasalarında yoğun işlem yapan yatırımcıların da cezalandırılması ihtimali
ortaya çıkmaktadır161.
1.2.1.2. Diğer Engeller
Bunların bir kısmı düzenleme ve muhasebe standartlarındaki farklılıklar, bir kısmı da
bilgi engelleri, işlem maliyetleri, değişen ulusal vergi rejimleri ve yabancı mülkiyetli
aktiflerin tam veya kısmi kamulaştırılması ihtimali ile ilgisi bulunmaktadır. Bunlar içerisinde,
ülkeler arasındaki aktif ticareti de işlem maliyetlerinin varlığı ile yerli ve yabancı birimler
arasındaki asimetrik bilginin ortaya çıkardığı bilgi maliyetleri önem kazanmaktadır. Ayrıca
yerli ve yabancı yatırımcıların taşıdıkları politik risklerdeki asimetri de arbitrajı
engelleyebilmektedir162. Özellikle hisse senedi piyasaları üzerinde etkili olan bu tür
aksaklıklar piyasalar arasında büyük bir bölünmüşlük (segmentasyon) derecesi ortaya
159
Yılmaz, Celali (2002 ), “Döviz Kuru İstikrarının Sağlanmasında Vergi Politikasından Yararlanılması: Tobin
Vergisi”, http://bsy.marmara.edu.tr/TR/sempozyum_bildirileri/CELALI% 20YILMAZ_182-201_.pdf,
15.09.2004.
160
Aysel, Arıkboğa (2004), “Tobin Vergisi Önerisi”,
http://www.istanbul.edu.tr/iktisat/maliye/bulten7/tobinvergisi.htm, 17.12.2004.
161
Işık, Sayım (2005), “Döviz İşlemlerine Uygulanacak Tobin Vergisinin İktisadi Etkinliği Üzerine Bir
İnceleme”, Finans, Politik ve Ekonomik Yorumlar, Yıl: 42, Sayı: 492, s. 45-46.
162
Delice, Güven (2000), a.g.e., s. 105.
63
çıkarmaktadır. Bu faktörler uluslararası yatırımcıların yatırım kararlarında önemli bir rol
oynamaktadır. Yatırımcıların tutumları da spesifik bir diğer engeldir. Buna göre birçok OECD
ülkesinde uluslararası aktif ticarete yönelik engeller, teknolojik değişme düzeyleri önemli
engeller arasında bulunmaktadır.
Finansal entegrasyonu etkileyen faktörlerin neler olduğu konusunda çalışmalar
sürdürülürken gelişmekte olan ülkelerdeki engeller, genellikle zamanlama ve sıralama sorunu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Literatürde ekonomik liberalizasyonun başarılı olabilmesi için
liberalizasyon uygulamaları sıralamasının önemi pek çok eserde gündeme getirilmektedir.
Liberalizasyon sıralamasının ülkeden ülkeye değişeceğini ve başlangıçtaki ekonomik yapının
ve makroekonomik değişkenlerin etkili olduğu vurgulanmaktadır. Genel olarak kabul edilen
görüşe göre sermaye hareketlerinin liberalizasyonu, dış ticaret, finansal piyasalar ve mal
piyasalarındaki serbestleşmeden sonra gerçekleştirilmelidir163. Sermaye hareketlerinin
liberalizasyonu sonucu reel döviz kurlarının değerlenmesi, dış ticaretin serbestleştirilmesinden
beklenilen etkilerin ortaya çıkmasını engellediği için, istenmemektedir. Ayrıca dış ticaretin ve
sermaye hareketlerinin liberalize edilmesinden önce bütçe açıklarının da ortadan kaldırılması
ve finansal sisteme ilişkin makroekonomik istikrarın gerçekleştirilmiş olması gerekmektedir.
Krueger’e göre, serbestleşmenin sıralaması dış ticaretle başlamakta, tarımsal fiyatların, işgücü
piyasalarının, yurtiçi sermaye piyasalarının serbestleştirilmesi ile devam edilmekte ve
sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi en sona bırakılmaktadır164. Williamson ve Mahar’ın
vurguladığı gibi, finansal sektörün yeniden yapılandırılması programlarının “yanlış sıra ile
uygulanması” bu programların başarısız olmasının en önemli nedeni olmaktadır165.
Yukarıda
açıklanan
nedenlerle
ülkeler,
kontrollü
serbestleşme/entegrasyon
uygulamalarına önem vermektedirler. Finansal entegrasyonun teorik çerçevesini çizenler yeni
sanayileşen ülkelerin, gelişmiş finansal merkezler gibi finansal entegrasyon sürecinden yarar
sağlayacağı tezini sürekli vurgulamaktadırlar. Her ne kadar yaşanan krizlerin ve sorunların
ardından uluslararası finansal merkezler belirli ölçüde sermaye akışkanlığının kontrolünden
163
Kar ve Günay (2004), a.g.m., s. 54.
Uygur, Ercan (1993), Liberalization and Economic Performance in Turkey, UNCTAD Discussion Paper,
No: 65, Genova, s.2.
165
Finansal sektörü liberalize etmeye yönelik ilk önemli çabalar, 1970’lerin sonlarında Arjantin, Şili ve Uruguay
gibi Latin Amerika ülkelerinde gerçekleştirildi. Bu ülkeler, faiz oranı kontrollerini kaldırdılar, kamu
bankalarını özelleştirdiler ve bir makro ekonomik istikrarsızlık döneminde yeterli denetleyici çerçeve
oluşturmadan bankacılık sektörünü rekabete açtılar. Kısa bir süre sonrada sermaye kontrollerini kaldırdılar.
Buda büyük bir sermaye girişine ve hızlı bir dış borç artışına yol açmıştır. Sonuçta 1980’lerin başlarında
Arjantin ve Şili’de şiddetli makroekonomik krizler görülmüştür (Bkz. Williamson ve Mahar (2002), a.g.e., s.
47).
164
64
söz etse de, finansal serbestliğin ciddi olarak kısıtlanması temelinde bir çözüm, finansal
entegrasyonun doğası gereği gündeme getirilmemektedir.
1.3. Finansal Entegrasyonda Uluslararası Kuruluşlar
Yirminci yüzyıl, siyaset, toplum, teknoloji ve ekonomi alanlarında oldukça hareketli
geçmiştir. Bu gelişmenin altında yatan temel nedenler iki gruba ayrılabilir166. Birincisi,
teknolojik, sosyal ve kültürel değişimler uluslararasındaki ekonomik farklılıkları azaltırken,
ulaştırma ve iletişim alanındaki gelişmeler, sermaye, bilgi, mal ve hizmet dolaşımını kolay ve
hızlı hale getirmiştir. İkincisi, önceleri mevcut olan, uluslararasındaki ticari ve sermaye
hareketlerini kısıtlayan, hatta yasaklayan düzenlemeler büyük ölçüde gevşetilmiş, özellikle
gelişmiş ülkeler arasında hemen hemen ortadan kaldırılmıştır.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, önceleri kumanda ekonomisine sahip ülkelerin bile
serbest piyasa mekanizmasını uygulamaya koymaları ve uluslararası ticaret ve finans
alanındaki liberalizasyonlar nedeniyle, ulusal ve uluslararası finansal piyasalarda kamu
otoritelerinin etkinliği azalmış, fon arz ve talebi serbest piyasa mekanizması çerçevesinde,
özel sektör ve kurumları tarafından yerine getirilir olmuştur. Yukarıda saydığımız
gelişmelerin bir sonucu olarak ulusal piyasaların küreselleşmesi (uluslararasılaşması), finansal
piyasalardaki gözetim ve denetimin uluslararası işbirliği içerisinde yapılmasını zorunlu hale
getirmektedir. Çünkü uluslararası arenada faaliyet gösteren herhangi bir ülkenin veya
kurumlarının kriz riskiyle karşılaşması bu ülke veya kurumla işlem yapan yerli veya yabancı
katılımcıları etkisi altına almakta ve olay uluslararası boyut kazanmaktadır. Son yirmi beş yıl
içerisinde uluslararası finansal sistem bu tür olaylara sahne olmuştur. Bu nedenle finansal
piyasalar tamamen düzenlemelerden arındırılmamış ancak düzenlemelerin yönü piyasa
mekanizmasını sınırlandırmaktan ziyade finansal kurumların sağlam bir mali yapı içerisinde
faaliyet göstermesine yönelmektedir.
Yirminci yüzyılda uluslararası ticaret ve finansla ilgili ortaya çıkan pek çok
düzenleyici kurum arasında iki tanesi ön plana çıkmaktadır. Bunlar; 1930 yılında kurulan
Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank of International Settlement: BIS) ve 1945 yılında
kurulan Uluslararası Para Fonu (International Monetery Fund: IMF)’dır. Aşağıda bu
kurumlarla ilgili bilgi verilmektedir.
166
Alp, Ali (2003), “Küreselleşmenin Mali Piyasalar Üzerine Etkisi”, Finans- Politik ve Ekonomik Yorumlar,
Yıl: 40, Sayı: 473, s. 21.
65
1.3.1. Uluslararası Para Fonu: IMF
2005 sonu itibariyle 184 ülkenin üyesi olduğu uluslararası bir kuruluştur. IMF,
uluslararası parasal işbirliği ve döviz kuru istikrarını desteklemek, ekonomik büyüme ile
yüksek istihdamı teşvik etmek ve üye ülkelerin ödemeler dengesi finansmanında
karşılaştıkları sorunların aşılmasını kolaylaştırmak amacıyla 1 Temmuz 1944 Bretton Woods
konferansları sonucu kurulmuş ve 1946 yılında faaliyete geçmiştir. Bu konferansta alınan
kararlara göre uluslararası para konularını düzenleme görevi IMF’ye verildiğinden IMF
uluslararası para sisteminin işleyişinden sorumlu olmaktadır167.
Bretton Woods sistemini kabul eden ülkeler, ulusal paralarını sabit kurdan ABD
dolarına bağlamışlardır. ABD, doların değerini altın olarak tanımlayarak bir ons altın
karşılığında 35 dolar vermeyi taahhüt etmiştir. Ulusal paralar dolar paritesi etrafında ancak %
(+, -) 1 oranında dalgalanabilecektir. Böylece bütün üye ülkelerin paraları sabit kurlarla
birbirine bağlanmıştır. Amerikan Merkez Bankası, piyasaya çıkaracağı dolar miktarı
karşılığında % 25 oranında altın karşılık bulundurmaktadır. Burada ABD, sınırlı bir altın
külçe standardını benimserken, diğer ülkeler kâğıt para standardını kabul etmişlerdir. Üye
ülkeler, ödemeler bilançolarında yapısal dengesizlikler ortaya çıktığında IMF’nin iznini
önceden alarak ulusal paraların paritesini % 10’dan fazla, izin almadan % 10’dan küçük
ayarlamaları yapabilmektedir. Sistem, döviz kurlarını ilke olarak sabit tutulmasını kabul
etmekle birlikte bu kurların hiçbir zaman değişmeyeceği anlamını taşımamaktadır. IMF’nin
Bretton Woods sisteminde başlıca üç görevi bulunmaktadır. Bunlar168;
Ulusal paraların kurlarında düzenli ilişkiler sağlamak ve döviz piyasasını ilgilendiren
sorunlara çözüm bulmak,
Ödemeler bilânçosunun cari işlemler hesabındaki kalemlere uygulanan döviz
kontrollerini ortadan kaldırarak bütün ulusal paraların birbirine serbestçe çevrilebileceği bir
ekonomik düzen gerçekleştirmek,
Ödemeler bilançosu geçici açık veren üyelere likit kaynak tahsisinde bulunarak bu
dengesizliği gidermeye yardımcı olmak, bilanço açıkları geçici olmayıp “temel veya yapısal”
nitelikte olan üye ülkelere döviz kurlarını değiştirmeyi önermektedir.
1971 yılına kadar başarıyla uygulanan bu sistem 1973 yılında yıkılmıştır. Doların
uluslararası piyasada devamlı değer kaybetmesi üzerine ABD, doları devalüe etmek yerine
167
168
Seyidoğlu, Halil (1994), a.g.e., s. 646.
Karluk, Rıdvan (2002b), Uluslararası Ekonomi, Beta Yayınları, 6. Baskı, İstanbul, s. 495.
66
üye ülkelerin paralarını dolar karşısında revalüe etmesini istemiştir. Üye ülkeler buna
yanaşmamıştır. Ayrıca dolar hiçbir ülkenin parasına bağlı olmadığından ve uluslararası bir
işbirliği gerçekleştirilemediğinden devalüe edilememiştir. Bunun üzerine 15 Ağustos 1971
tarihinde ABD, Camp David Kararları olarak bilinen önlemleri uygulamaya koymuştur. Bu
kararların en önemlisi doların altına olan konvertibilitesinin kaldırılması olmuştur. Böylece
Merkez Bankaları da artık ABD Merkez Bankasından onsu 35 dolardan altın elde
edemeyeceklerdir. Bu kararın doğal sonucu olarak Bretton Woods’ta kurulan altın döviz
standardı sona ermektedir. Bu tarihten sonra serbest piyasada dalgalanmaya bırakılan dolar,
1971–1973 yılları arası iki kez devalüe edilmiş ve sistemin sabit döviz kuru yönü de Mart
1973 yılında çökmüştür169.
Sabit kurlu Bretton Woods Sisteminin işleyişinden sorumlu olarak kurulan IMF, bu
sistemin çöküşünden sonra da uluslararası finansal düzeni sağlamadaki temel görevini
sürdürmüştür. Çünkü günümüzde uluslararası özel finansal piyasalardan veya öteki resmi
kaynaklardan borçlanmak isteyen ülkeler için IMF ile anlaşmaya varmış olmak, kredi verecek
kuruluşlar için de büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, IMF onayını almış bir ülkenin
uluslararası para piyasalarından daha düşük faizle borçlanma imkânı bulunmaktadır.
1.3.1.1. IMF’nin Kuruluş Amaçları ve Değişen Rolü
Yirminci yüzyılda dünya ticareti, iki dünya savaşı ve 1929 dünya ekonomik bunalımıyla
büyük oranda daralmıştır. Bu olaylar neticesinde milyonlarca insan işini kaybetmiş, ülkelerin
milli gelirleri gerilemiş, ekonomiler küçülmüş, karşılıklı ticaret büyük ölçüde sekteye
uğramıştır. Pek çok ülke altın ve döviz rezervlerini koruyabilmek için ithalat kısıtlamalarına
ve paralarını devalüe etmeye yönelmiştir. Bazı ülkeler yabancı parayla işlem yapılmasını
yasaklamaya başlamış ve dünya ticareti, serbest dövizle ticaretten kliring ve takas
anlaşmalarıyla yapılan ticarete kaymıştır. Sonuçta uluslararası ticaret hızla daralmış, istihdam
ve yaşam standartları düşmeye başlamıştır170.
İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru dünya kapitalizminin karşılaştığı bu tür
bunalımları daha kolay atlatabilmek için uluslararası bir işbirliğine gitmenin ve bunu
kurumsallaştırmanın gerekli olduğu anlaşılmıştır. Bu çerçevede üç uluslararası kurum
tasarlanmıştır. Birincisi bir para fonu, ikincisi Avrupa’nın savaş sonrasında yeniden imarını
gerçekleştirecek bir banka ve üçüncüsü de dünya ticaretinin bu gibi durumlarda daralmasını
önleyecek, ticari işbirliğini sağlayacak olan dünya ticaret örgütüdür. Her üç kurumun
169
170
Karluk, Rıdvan (2002b), a.g.e., s. 502.
Eğilmez, Mahfi (2002), “IMF ve Türkiye”, http://www.mahfiegilmez.nom.tr/, s. 1.
67
tasarlanmasının temel dayanağı dünya ticaretinin geliştirilmesidir. Uluslararası Para Fonu ve
Dünya Bankasının kuruluşu hemen gerçekleşirken, Dünya Ticaret Örgütü (WTO)
kuruluncaya kadar yerine Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT)
çerçevesinde uygulama yapılmıştır.
IMF, geçici ödemeler dengesi sıkıntıları çeken ülkelerin bu sıkıntılar nedeniyle ithalat
kısıtlamalarına gitmemelerinin sağlanması için destek vermek üzere tasarlanmıştır. Dış denge
kriziyle karşılaşan ülkelerin ilk başvurdukları yol ya miktar kısıtlamaları ya da tarifeler
(gümrük vergileri ve benzerleri) yoluyla ithalat kısıtlamasına gitmektir. Bu yolla dış ticaret
açıklarını ve dolayısıyla cari denge sorunlarını çözmeye çalışılmaktadır. Oysa bir ya da bir
kaç ülkenin bu şekilde ithalat kısıtlamasına gitmesi diğer ülkelerde de benzeri uygulamaların
zincirleme olarak yürürlüğe sokulmasına yol açarak dünya ticaret hacminin daralmasına
neden olmaktadır. Bu gelişme ise uluslararası refahı düşürmektedir. O halde bu tür ödemeler
dengesi sıkıntısına giren ülkelere kurulacak bir para fonu aracılığıyla destek sağlanırsa dünya
ticaretinde daralma oluşmasının ve dolayısıyla uluslararası refahın gerilemesinin önüne
geçilmektedir171. IMF’nin bugünkü rolünü anlamak için kuruluş amaçlarının bilinmesi önem
arz etmektedir. IMF’nin temel amaçları Esas Sözleşmesinin birinci maddesinde belirtilmiştir.
Bunlar172;
Uluslararası parasal sorunlar üzerinde danışma ve işbirliği için gerekli mekanizmayı
sağlayacak kalıcı bir kurum aracılığıyla uluslararası parasal işbirliğini geliştirmek,
Uluslararası ticaretin dengeli büyümesi ve genişlemesini kolaylaştırmak ve böylece,
ekonomik politikaların temel amaçları olarak, yüksek istihdam ve reel gelir düzeylerinin
geliştirilmesi ve korunmasına ve bütün üye ülkelerin verimli kaynaklarının geliştirilmesine
katkıda bulunmak,
Döviz kuru istikrarını sağlamak, üyeler arasındaki döviz kuru ayarlamalarını düzen
içinde yürütmek ve rekabete dayalı kur düşürmelerini (depreciation) önlemek,
Üyeler arasındaki işlemlerle ilgili olarak birçok taraflı ödemeler sisteminin
kurulmasında ve dünya ticaretinin büyümesini engelleyen kambiyo kısıtlamalarının
kaldırılmasında yardımcı olmak,
Fonun genel kaynaklarını yeterli koruma altında üyelerin kullanımına hazır tutarak
onlara güven vermek ve böylece, ulusal veya uluslararası refaha zarar verecek önlemlere
171
Eğilmez, Mahfi (2002), a.g.e., http://www.mahfiegilmez.nom.tr/, s. 1.
Günal, Mehmet (2001a), “Krizler, IMF’nin Rolü ve Türkiye”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 42, KasımAralık, s. 1033.
172
68
başvurmadan ödemeler dengesi bozukluklarını düzeltme fırsatı tanımaktır. Yukarıdaki
amaçlara uygun olarak, üye ülkelerin uluslararası ödemeler dengesinde görülecek
dengesizliğin süresini kısaltmak ve derecesini azaltmaktır.
Bu amaçlara bakıldığında, önceki bölümlerde belirtilen ve yenidünya düzeninin
tesisinde önemli rolü olan, serbest ticaret, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve
uluslararası parasal işbirliği ilkelerinin tamamının burada yer aldığı görülmektedir. Ancak,
sabit kurlu Bretton Woods sistemi 1973 yılında çöküşünden sonra IMF ana sözleşmesinde
yapılacak değişiklikler ile ilgili Geçici Komite (Interim Commite) kurulmuş ve bu komite
1974 yılından itibaren çalışmalar yapmıştır. IMF Interim Komitesi, 7-8 Ocak 1976 tarihinde
Jamaika’nın Kingston şehrinde yaptığı toplantıda, uluslararası para sistemi ile ilgili
çalışmaları sonuçlandırarak bir dizi kararlar almıştır. Bu kararlar, önce IMF Guvernörler
Kurulu ardından da üye ülkeler tarafından onaylanarak 1 Nisan 1978 tarihinde yürürlüğe
girmiştir. Böylece IMF anlaşmasında bazı değişiklikler yapılmıştır. Bunlar173;
Döviz kurlarının yönetiminde üye ülkelere daha fazla inisiyatif verilmiş ve IMF’nin
sorumluluğu genişletilmiştir,
Üyelerin bilânçolarındaki kısa dönemli dengesizliklerine yardım edebilmek için IMF’ye
hareket serbestîsi tanınmıştır,
Üyeler, ödemeler bilânçosunun dengeye gelmesini engelleyecek veya diğer ülkelere
zarar verecek şekilde döviz kurlarına veya uluslararası para sistemine müdahale etmekten
kaçınacaklardır,
Eğer bir müdahale zorunluluğu doğarsa, özellikle paralarına müdahalede bulundukları
üyelerin çıkarlarını göz ardı etmeyeceklerdir,
Üyeler, döviz spekülasyonunu önlemek amacıyla döviz piyasalarına müdahale ederek
istikrarsızlığı giderici önlemleri alacaklardır.
Değişen IMF ana sözleşmesinin 4. maddesi, üye ülkelerin istikrarlı bir döviz politikası
izleyebilmeleri için, gerek birbirleri gerekse fon ile sıkı bir işbirliği yapmalarını
öngörmektedir. Böylece IMF, uluslararası para sisteminin işleyişinde aksama olmaması için,
üye ülkelerin kur politikalarını gözetme görevini üstlenmiştir. Yeni düzenleme çerçevesinde
üye ülkeler, sabit veya esnek kur sisteminden istedikleri birini benimseyebileceklerdir.
Ayrıca, 4. madde gereği IMF sorumluluklarını ihmal ettiğinden şüphelendiği üyeleri hakkında
173
Karluk, Rıdvan (2002b), a.g.e., s. 506.
69
iç
ve
dış
ekonomik
174
başlatabilmektedir
politikalarının
değerlendirildiği
uluslararası
görüşme
.
1989 yılında SSCB’nin dağılmasından sonra dünya ekonomik ve siyasi dengeleri
değişmiştir. 1990 sonrası tek kutuplu dünya veya yenidünya düzeni, ABD öncülüğünde bütün
alanlarda etkin bir uygulama şansı bulmuştur. Ayrıca, 1990’lı yıllar finansal krizlerin arttığı
ve IMF’nin rolünün sorgulandığı yıllar olmaktadır. Bu süreçte (1990’lı yılların başında) ABD
öncülüğünde ortaya atılan ve on öneriden oluşan küresel bir model girişimi niteliği taşıyan
Washington Konsensüsü, yenidünya düzeni anlayışının bir yansıması olarak karşımıza
çıkmaktadır. Washington Konsensüsü’nün temel ilkeleri; mali disiplin, kamu harcamalarının
yeniden yönlendirilmesi, vergi reformu, rekabeti arttırıcı tekli döviz kurları, finansal
serbestleşme, dış ticarette serbestleşme, doğrudan yabancı yatırımların teşviki, özelleştirme,
deregülasyon ve mülkiyet haklarının korunmasıdır175.
1990’lı yıllardaki çeşitli uygulamalara bağlı olarak Washington Konsensüsü yeniden
gözden geçirilmiştir. Özellikle Keynezyen bakış açısına sahip Joseph Stiglitz, James Tobin,
Paul Krugman gibi iktisatçılar, konsensüsün içeriği ile uygulamalara geçirilen sorunları ve
yapılan arasındaki uyuşmazlıkları ön plana çıkarmıştır. Yapılan tartışmalar ve eleştiriler,
Washington Konsensüsü’nü neredeyse Washington uyuşmazlığına dönüştürmüştür. Böylece
1990’lı yıllardaki ekonomik gelişmelere bağlı olarak Washington Konsensüsü’nde bazı köklü
değişikliklere gidilmiştir. Değişikliğe neden olan bazı faktörler176;
Uluslararası finansal kırılganlık ya da Tekila etkisinin meydana gelmesi,
Moral Hazard (ahlaki tehlike) olgusunun meydana gelmesi,
Crony kapitalizm ya da eş, dost, akraba kapitalizminin ortaya çıkması,
Dolarizasyonun yaygınlaşması,
Sosyal güvenlik reformlarının gecikmesi,
Dalgalı kur sisteminin benimsenmesi,
Kısa vadeli sermayenin yurt dışına kaçırılması ve yolsuzluklarda ki artış,
Bilgi ve enformasyon ekonomisindeki gelişmeler olarak sıralanmaktadır.
174
Karluk, Rıdvan (2002b), a.g.e., s. 507.
Sönmez, Sinan (2004), a.g.m., s. 122.
176
Parasız, İlker (2001), “Washington Konsensüsü, Krizler, Ayak Sürümeleri ve Sonuçları”, Yeni Türkiye
Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 42, s. 850.
175
70
Bu gelişmeler üzerine yukarıda belirtilen ilkelere ek olarak zamanla yeni eklemelerle
“Güçlendirilmiş Washington Konsensüsü’ne” geçilmiştir177. Ek ilkelerle politikalar arasında
hukuksal/siyasal reformların yapılması, regülasyon kurumlarının oluşturulması, yolsuzluğun
engellenmesi, emek piyasasında esnekliğin sağlanması, WTO anlaşmalarını uygulanması,
finansal faaliyetlere ilişkin yönetmeliklerin çıkarılması ve standartların belirlenmesi, dış
ödemeler dengesinde “ihtiyatlı” olarak sermaye hesabının serbestleştirilmesi, sosyal güvenlik
kurumlarının bütçelerinde fazlaya ulaşılması, yoksulluğun azaltılması yer almaktadır.
2000’li yıllarda bu model özellikle serbest rekabet, küresel birleşme ve makroekonomik
istikrar üzerine yoğunlaşmaya başladığı görülmektedir. Büyük ölçüde yine ABD’nin
önderliğinde yenilenen Washington Konsensüsü G 7 ülkeleri tarafından da benimsenerek,
geleceğin yenidünya düzeni olarak ortaya çıkarılmaktadır. Bu konsensüsü oluşturan, birbiriyle
tutarlı ve paralellik içersinde gelişen bu üç unsurun tek bir dünya ekonomisi modeline doğru
hizmet etmeye başladığı görülmektedir. Ülkeler arasındaki dış ticaret ve sermaye
hareketliliğinin önündeki engellerin kaldırılması ve bu amaca yönelik olarak fikri mülkiyet
haklarının korunması, rekabet hukukunun yaşama geçirilmesi, tüketicinin korunması, finans
kesiminin uluslararası standartlara uygun bir yapıya kavuşturulması gibi küresel nitelikli
düzenlemeler, IMF’yi küresel entegrasyonun belirleyicileri arasında önemli bir aktör
konumuna taşımaktadır178.
1.3.1.2. IMF ve Türkiye İlişkileri
Üye ülkelerin IMF ile gerçekleştirdiği tüm işlemler dayanağını, 27 Aralık 1945
tarihinde yürürlüğe giren Uluslararası Para Fonu Kuruluş Anlaşması’ndan ve ülkelerin kendi
iç mevzuatlarından almaktadır. Türkiye, IMF’ye “19 Şubat 1947 tarih ve 5016 sayılı
Milletlerarası Para Fonu ile Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası’na Katılmak İçin
Hükümete Yetki Verilmesine Dair Kanun”un verdiği yetkiye dayanarak 11 Mart 1947
tarihinde üye olmuştur. IMF ile ilişkilerimiz ise, 4 Ağustos 1958 tarihinde yapılan
devalüasyonla kurulmuştur. Bu çerçevede uygulamaya konulan istikrar programı çerçevesinde
IMF ile 1 Ocak 1961 tarihinde ilk Stand-by anlaşması imzalanmıştır. Aradan geçen süre
içinde IMF ile 18 Stand-by anlaşması imzalanmıştır.
Günümüzde IMF’ye yapılan en önemli eleştirilerden birisi, fonun ABD’nin etkisi ve
baskısı altında olduğu görüşüdür. IMF’nin Amerikan yönetiminin bir departmanı haline
177
178
Sönmez, Sinan (2004), a.g.m., s. 122.
Soyak, Münevver, http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=202, 10.11.2005.
71
gelişinin en açık örneğini Türkiye’den verilmektedir179. Türkiye, 2000 yılına başlarken IMF
ile 17. Stand-by düzenlemesini yapmıştır. Bu düzenlemenin öngördüğü programı uygularken
Kasım 2000’de bir krize girmiştir. Hemen arkasından IMF’den alınan Ek Rezerv Kolaylığı
Desteği (SRF) ile yoluna devam edilirken bu kez 2001 Şubat ayında bir krizle karşılaşılmış ve
IMF, Türkiye’ye dalgalı kura geçmesi kaydıyla yeniden destek vermiştir. 2001 yılının Eylül
ayına gelindiğinde IMF, Türkiye’yi ağır bir dille eleştiriyor ve gereken reformları yapmadığı
için Stand-by düzenlemesinin son iki taksidini zamanında serbest bırakmayarak bloke
etmektedir. Tam bu sıralarda gerçekleşen 11 Eylül olayı, Türkiye’nin stratejik önemi ortaya
çıkarmış ve ABD birden Türkiye’ye yönelik eleştirileri bir kenara bırakarak Türkiye’yi
övmeye başlamıştır. Hemen ardından IMF’nin Türkiye’ye yaklaşımı değişmeye ve o güne
kadar sert biçimde eleştirilen Türkiye, üzerine düşenleri yapan bir ekonomi olarak lanse
edilmeye başlanmıştır. Bu yaklaşımın ardından da Türkiye ile 18. Stand by düzenlemesi
yapılmış ve Türkiye’ye yönelik destek muslukları açılmıştır. Bütün dünyadaki Merkez
Bankalarının bağımsız olması gerektiğini savunan IMF, ne yazık ki artık kendisi bağımsızlığı
tartışılır noktaya gelmiştir. IMF ile ABD ilişkisine bir örnekte Pakistan-IMF ilişkilerinden
verilmektedir; IMF, Pakistan’a destek programı için nükleer silahsızlanma anlaşmasını şart
koşmakta aksi halde ABD’nin IMF programını engelleyeceğini söylemektedir180.
1.3.2. Uluslararası Ödemeler Bankası: BIS
Temel fonksiyonu Merkez Bankaları arasında işbirliği sağlamak ve uluslararası
sermayeyi denetleyip gözetmek ve uluslararası ödemeleri kolaylaştırmak olan uluslararası
ödemeler bankası (Bank of International Settlement: BIS), Almanya’nın birinci dünya savaşı
dolayısıyla ödeyeceği tazminatların yöntemini belirlemek üzere İsviçre, Belçika, Fransa,
Almanya, İngiltere ve İtalya arasında imzalanan uluslararası bir sözleşmeye dayanılarak 1930
yılında kurulmuştur181. Uluslararası ödemeler bankasının merkezi İsviçre’nin Basel
şehrindedir. Türkiye’nin 1964 yılında katıldığı BIS’in 32 üyesi bulunmaktadır.
Bankanın kayıtlı sermayesi, 600.000 hisseye bölünmüş olarak, 1.500 milyon altın
franktır. 31 Mart 1995 tarihi itibariyle bu hisselerin 473.125’i (1.183 milyon altın franklık
kısmı) ödenmiştir. Burada söz edilen altın frank, 1936 yılında yapılan devalüasyon
öncesindeki İsviçre frankının değerine eşittir (1 altın frank = 0.2903 gram saf altın). Altın
frank burada sadece hesap birimi olarak kullanılmaktadır. İşlemler, 1 altın frank=1.94 dolar
179
Eğilmez, Mahfi (2002), a.g.e., http://www.mahfiegilmez.nom.tr/, s. 3.
Calomiris, W. Charles (2000), “When Will Economics Guide IMF and World Bank Reforms?”, Cato
Journal, Vol 20, No 1, Spring/Summer, s. 99.
181
Güran, Nevzat ve İsmail Aktürk (2001), Uluslararası İktisadi Kuruluşlar, Beşinci Baskı, Isparta, s. 185.
180
72
üzerinden,
diğer
paralarında
dolar
karşısındaki
piyasa
kurları
esas
alınarak
gerçekleştirilmektedir. Başlangıçta üye ülke Merkez Bankalarına sahip oldukları hisseleri özel
kesime devretme yetkisi verilmiş ve Belçika ile Fransa Merkez Bankaları bir kısım, ABD ise
tüm hisselerini özel kesime devretmiştir. Böylece çıkarılan hisselerin % 16 ‘sı özel kesimin
elinde bulunmaktadır. Merkez Bankası dışındaki hisse sahipleri, kar payı dağıtımlarında eşit
hakka sahip bulunmakla birlikte, bankanın yönetimine katılamamaktadır. Bankanın en yetkili
organı, üye ülke Merkez Bankaları temsilcilerinden oluşan ve her üyenin ilgili ülkeye tahsis
edilen hisse oranında oy hakkına sahip bulunduğu genel kuruldur.
Bankanın amaçları kuruluş sözleşmesinin üçüncü maddesine göre şöyledir; Merkez
Bankaları arasındaki işbirliğini teşvik etmek, uluslararası mali işlemler için kolaylıklar
sağlamak ve bankanın kurulmasında taraf olan ülkelerde uluslararası mali işlemlerde etkili bir
mutemet kurumu olarak görev yapmaktır. Bankanın faaliyetleri yukarıda belirtilen amaçlar
doğrultusunda dört ana grupta toplanabilir. Bunlar182; Uluslararası parasal işbirliğine yönelik
faaliyetler, bankacılık faaliyetleri, mali ajan veya mutemet sıfatıyla yaptığı faaliyetler ve
araştırma ve yayın faaliyetleridir. Bankanın bu faaliyetleri aşağıda özetlenmektedir.
BIS, uluslararası parasal işbirliği için bir forum rolü oynamaktadır. BIS’in merkezi
Basel’de belli başlı ülkelerin merkez bankaları başkanları, uluslararası parasal ve mali
gelişmeler ve izlenen para politikaları gibi konulara bilgi alış verişi, koordinasyon ve
işbirliğine yönelik olarak resmi ve gayri resmi çeşitli toplantılarda bir araya gelmektedir. BIS
bu açıdan bir tür Merkez Bankaları kulübü olarak görev yapmaktadır. Daha teknik düzeyde
de, merkez bankası uzmanları periyodik toplantılar yapmaktadır. 10’lar gurubu Merkez
Bankası Guvernörleri tarafından kurulan bankacılık denetimi Basel Komitesinin sekreterliğini
yürüten BIS ayrıca, AB Merkez Bankaları Guvernörleri Komitesi, Avrupa Parasal İşbirliği
Fonu (EMCF) Guvernörler Kurulu ve bunların alt komiteleri ve uzman grupları için
toplantılarda ev sahipliği yapmaktadır.
BIS, 1990 yılından itibaren Doğu Avrupa ülkelerinin Merkez Bankalarına ve 1992
sonrasında Sovyetler Birliğinin dağılımıyla ortaya çıkan yeni cumhuriyetlere de teknik
yardımın koordinasyonu ile ilgili çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca, IMF toplantılarına gözlemci
statüsüyle katılması yanında OECD’nin çeşitli toplantıları ile 10’lar grubu Maliye Bakanları
182
Karluk, Rıdvan (1998) Uluslararası Kuruluşlar, Dördüncü Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, s. 356- 359;
Güran, Nevzat ve İsmail Aktürk (2001), a.g.e., s. 187-189; DPT, “Dünya’da Küreselleşme ve Bölgesel
Bütünleşmeler”, Yedinci Beş Yılık Kalkınma Planı, Alt Komisyon Raporu, Kitap 2, s. 65-67.
73
ve Merkez Bankası Guvernörleri toplantısına da gözlemci olarak katılmakta ve uluslararası
para sisteminin reform çalışmalarına katkıda bulunmaktadır.
Merkez Bankaları bankası olarak görev yapmakta olan BIS, çeşitli bankacılık işlemleri
de yapmaktadır. BIS, altın ve döviz olarak kabul ettiği mevduatların % 99’u Merkez
Bankalarından gelmektedir. Banka, 1963 yılından itibaren kendi öz varlıklarının yanı sıra
sözü edilen mevduatları da kullanarak aşırı likidite sorunu yaşayan ülke Merkez Bankalarına
ve belli başlı ticari bankalara kısa vadeli krediler vermekte ve hazine bonoları satın
almaktadır. Banka, 1961 tarihli Basel anlaşması çerçevesinde döviz piyasaları arasında
işbirliğinin gerçekleşmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu amaçla, ABD yetkilileri ile diğer
Merkez Bankaları arasındaki swap işlemlerine yardımcı olmanın yanında Eurodolar
piyasasına da müdahale ederek kısa vadeli para akımlarının yol açtığı dengesizlikleri ortadan
kaldırmaya çalışmaktadır. Ayrıca IMF, 21 Ocak 1974 tarihinde Banka’ya SDR kabul etme,
elinde bulundurma ve kullanma yetkisi tanımıştır.
BIS’in diğer önemli fonksiyonu da, mali ajan (mutemet) olarak yaptığı çeşitli
faaliyetlerdir. Daha önce de belirtildiği gibi, BIS’in kuruluşunda bu fonksiyon önemli bir rol
oynamış ve Almanya’nın birinci dünya savaşı dolayısıyla ödeyeceği borçların tasfiyesine
yardımcı olacak bir mali ajan olarak kurulmuştur. Bunun dışında Banka 1954-1961
döneminde Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu borçları için benzer bir görev yerine
getirmiştir. Ayrıca, 1958–1972 yılları arası Avrupa Para Anlaşması (EMA) daha sonrada
onun yerine geçen anlaşma çerçevesinde 1978 yılına kadar OECD’nin mali ajanı olarak görev
yapmıştır. Banka 1973-1993 yılları arasında Avrupa Parasal İşbirliği Fonu’nun, 1986 Ekim
ayından itibaren de özel ECU kliring ve denkleştirme sisteminin mali ajanı olarak görev
yapmaktadır. Bu faaliyetlerin dışında BIS’in para ve ekonomi bölümü, özellikle parasal
konularda araştırmalar yaparak, uluslararası bankacılık alanındaki gelişmeler ile ilgili bilgiler
derleyerek yayımlamak ve Merkez Bankaları arası ekonomik bilgi bankasını yönetmek gibi
yükümlülükleri de bulunmaktadır.
1.3.2.1. Basel Komitesi Çalışmaları
1970’li yılların ilk yarısında sabit kur sisteminin terk edilmesi (Bretton Woods
sözleşmesinin sona erdirilmesi) ve 1974 yılında yaşanan petrol krizi sonucunda, uluslararası
döviz ve bankacılık piyasalarında büyük dalgalanmalar yaratan sorunlara ortak bir çözüm
bulmak amacıyla, 1974 yılı sonunda Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for International
Settlements-BIS) nezdinde “Bankacılık Düzenleme ve Denetim Uygulaması Komitesi”
74
adında bir komite oluşturulmuştur. Basel Komitesi olarak da bilinen bu komiteye üye ülkeler;
Belçika, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Lüksemburg, Hollanda, İsveç, İsviçre,
İspanya, İngiltere ve ABD’dir. Komiteye üye ülkeler, hem kendi merkez bankaları hem de
bankacılık denetiminde resmi sorumluluğu olan kurumlar tarafından temsil edilmektedir.
Basel Komitesi, resmi olarak kanun ve kurallar koyma yetkisine sahip olmamakla birlikte,
bankacılık sektörü düzenlemeleri ile ilgili tasarı ve teklifler üreterek bunları tartışmaya
açmaktadır183.
Bu komite, 1975 yılında bankaların yurt dışı birimlerinin faaliyetleri ile sermaye ve
likidite koşulları konusunda üye ülkeler arasında uyulması gereken ortak koşulları belirlemiş
ve bu konuların gözetimine karar vermiştir. Zaman içinde ortaya çıkan diğer banka krizleri
nedeniyle, komisyon 1983 ve 1992 yıllarında bankaların asgari sermaye şartları ve
gözetimleri konusunda yeni ilkeler belirlemiş ve söz konusu ilkelerin ülkeler açısından
uygulamalarının izlenmesini karara bağlamıştır. Basel Komitesi, Dünya Ticaret Örgütü
(WTO) ve OECD'nin içinde bulunduğu liberalizasyon çalışmalarından ziyade, uluslararası
faaliyet gösteren bankaların ve genel olarak bankacılık sisteminin doğurabileceği riskleri
minimize etmek için gerekli düzenlemeler ve bu düzenlemelerin izlenmesini yapan bir
komisyondur184. Komisyon işlevini yerine getirirken, üye ülkeler arasında bilgi alış verişinde
bulunmakta, ulusal düzenleyici otoriteler arasında işbirliğini geliştirmekte ve bankalarla ilgili
olarak belirlenen minimum standartları üye ülkelerin düzenleyici otoritelerine tavsiye
etmektedir. Aşağıda Basel komitesinin bankacılık sektörünü düzenleme ve denetleyebilmek
için aldığı Basel I ve Basel II kararları incelenmektedir.
1.3.2.1.1. Basel – I Kararları
Uluslararası sermaye hareketlerinin küresel kriz yaratabileceği endişesi ile bankalar,
bulundukları ülkelerin kendi ekonomileri içindeki riskleri karşılayabilmeleri için, her
bankanın sermayesini, iş hacimlerini ve aldıkları riskler karşısında yeterli sermayeye sahip
olup olmadığı ve denetimleri gibi konuları ön plana çıkarmaktadır. Gelişen piyasaların
entegre olması nedeniyle, bir finansal piyasada yaşanan kriz diğer piyasaları da kısa sürede
etkileyebilmektedir. Bu nedenle uluslararası tarafsız bir düzenleyici kurulun gözetiminde
dünya çapında kabul gören bazı standart yaklaşımların geliştirilmesi gerekliliği ortaya
183
Teker, Suat, K. Evren Bolgün ve M. Barış Akçay (2005), “Banka Sermaye Yeterliliği: Basel II Standartlarının
Bir Türk Bankasına Uygulanması”, http://www.e-sosder.com/dergi/1204-TEKER.pdf, 10.10.2005.
184
Alp, Ali (2000), a.g.e., s. 306.
75
çıkmıştır185. Bu anlamda bankacılık sektörü global piyasalardaki gelişmelerden daha hızlı
etkilenmesi ve bu sektörde yaşanan olumsuzlukların ekonomilerin tümünü kolaylıkla
etkileyebilecek hale gelmesi nedeniyle ayrı bir önem taşımaya başlamıştır.
Dünya bankacılık sistemini tek bir standart ölçüt ile denetleme anlayışının ilk adımı,
1988 Basel Uzlaşması ile atılmıştır. Bu Uzlaşma uluslararası alanda faaliyet gösteren
bankaların varlıkları ile tuttukları sermaye arasında risk esasına dayalı bir ilişki kurulmaya
çalışılmaktadır186. Basel komitesi bankacılık sektörünün değişik alanlarında ortak standartlar
getirici çalışmalar yürütürken, sektörü büyük ölçüde etkileyen sermaye yeterliliğine ilişkin ilk
düzenlemesini 1988 yılında yayımlamıştır. Bu düzenleme ülkelerde farklı standartlarda
uygulanan veya hiç uygulanmayan sermaye yeterliliği hesaplama sistemlerini tek bir yapıya
kavuşturmuştur. Bu standartlar ile bankaların uymaları gereken kriterler belirlenmiş ve
bankaların krizlere karşı dayanıklılığını arttırmak üzere, sermayelerinin, riskli aktiflere
oranının yüzde 8’den az olmasını engelleyen sermaye yeterlilik rasyosu getirilmiştir187. Basel
I olarak adlandırılan bu düzenleme, dünyada yetkili otoritelerce kabul görmüş ve halen de
geniş bir ülke grubunda uygulamada bulunmaktadır.
Bu uzlaşmanın uygulamaya konması, bankaların sermaye standartlarını uluslararası
tarzda birbirine yaklaştırmıştır. Ancak kredi risk hesaplaması konusundaki birtakım
eksiklikler, finansal piyasalardaki gelişmelerle birleşince, dünya bankacılık sektöründe önemli
bazı sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu sorunlar; uygulanan sermaye standardının risk
ölçümlerinde yetersiz kalması ve sadece kredi riskini esas alması; uygulanan risk ölçüm
yönteminin tüm bankalar tarafından kolaylıkla uygulanabilecek kadar basit olması nedeniyle,
yeterince hassas bir risk ölçümü yapamaması; temel kredi riski kriteri olarak OECD üyeliğini
esas alması ve sonuçta sektördeki rekabeti bozucu etkileri olması olarak sıralanmaktadır188.
1988 Uzlaşmasının göz ardı ettiği, faiz oranları, döviz kurları ve mal fiyatlarındaki
değişimlerin bütününü ifade eden piyasa riskinin de sermaye yeterliliği hesabına katılması
gerektiği görüşüne uygun olarak, 1996 yılından itibaren ABD’de piyasa riski de sermaye
yeterliliği hesabına dâhil edilmiştir. Bu önemli gelişme ve yapılan diğer eleştiriler de göz
önüne alınarak, Basel Komitesi tarafından yeni bir sermaye yeterliliği taslak çalışması 1999
yılında başlatılmıştır. Basel II olarak bilinen bu yeni taslak, eskisine göre çok daha kapsamlı
185
Beşinci, Murat (2005), “Basel Sermaye Yeterliliği ve Türk Bankacılık Sektörünün Basel II’ye Uyum Süreci”,
Finans- Politik ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Yıl 42, Sayı 498, s. 15.
186
Teker, Suat ve diğerleri (2005), a.g.m., http://www.e-sosder.com/dergi/1204-TEKER.pdf, 10.10.2005.
187
Babuşcu, Şenol (2005), “Basel II ve Şirketler Üzerine Etkileri”, Asomedya, Ekim Sayısı, s. 48.
188
Teker, Suat ve diğerleri (2005), a.g.m., http://www.e-sosder.com/dergi/1204-TEKER.pdf, 10.10.2005.
76
risk tanımları, ölçüm yöntemleri ve risk hassasiyetine sahiptir. 26 Haziran 2004 tarihinde
kesinleşerek internet sitesinde yayımlanan Basel II Uzlaşısı, öncelikle gelişmiş ülkelerde
uluslararası bankacılık yapan finansal kurumların yeni sermaye standartları uygulamaya
başlamasını öngörmektedir189. Aşağıda Basel II ile ilgili bilgi verilmektedir.
1.3.2.1.2. Basel – II Kararları
Basel II, bankalarda etkin risk yönetimi, denetim ve piyasa disiplinini geliştirmek,
sermaye yeterliliği ölçümlerinin etkinliğini arttırmak ve bu sayede sağlam bir bankacılık
sistemi oluşturmak ve dolaysıyla finansal istikrara katkıda bulunmak için oluşturulmuş bir
düzenlemedir. Amaçlanan, bankaların bilanço içi veya dışındaki risk doğuran her kalemi için
belli bir sermaye ayırmasıdır. Bu zorunluluğun altında yatan temel neden, ilgili bilanço
kaleminden kaynaklanan riskin gerçekleşmesi durumunda bankanın yapısının bozulmaması
ve bu durumdan bankacılık sektörünün olumsuz etkilenmemesidir190.
Yeni yaklaşımın üç dayanak noktası bulunmaktadır. Bunlar; i) asgari sermaye
yeterliliği, ii) sermaye yeterliliğinin denetimi ve iii) piyasa disiplini’dir191. Asgari sermaye
gerekliliği konusunda Komite, Basel Uzlaşmasının bazı bölümlerinde değişikliğe gitmiş,
özellikle bankaların risk profilinin daha detaylı olarak tanımlanması gereği üzerinde
durmaktadır. Bu bağlamda yapılan bir önemli değişiklik de; riskin, faiz ve operasyon
risklerini de kapsayacak biçimde daha geniş bir biçimde tanımlanmış olmaktadır.
Sermaye yeterliliği çerçevesinin ikinci unsuru, “sermaye yeterliliğinin denetimi”
sürecidir.
Bu süreç, Gözetim ve Denetim yetkesinin (supervisory authority) bankaların
sermaye durumunun genel risk profilleri ve stratejileri ile uyumlu olmasını sağlayacak
biçimde denetim yapmasını gerektirmektedir. Bundan beklenen ise, Gözetim ve Denetim
yetkesinin, bir bankanın sermayesinin riskini karşılamakta yetersiz kalması durumunda erken
müdahale edebilmesini sağlamaktır. Gözetim ve Denetim görevleri, bankalardan asgari
sermaye yeterliliği oranından daha fazla bir sermaye bulundurmalarını talep edebilmektedir.
Bunun yanı sıra yeni çerçeve, banka yönetiminin bir iç sermaye değerlendirme süreci
geliştirmesi ve bankanın risk profili ve çevresi ile doğru orantılı hedefler belirlenmesi
gerektiğine de işaret etmektedir. Bu içsel risk değerlendirme sürecinde, amaca ve kurallara
uygunluğunu denetlemekten de görevlilerin sorumlu olması önerilmektedir.
189
Yayla, Münür ve Yasemin Türker Kaya (2005), “ Basel II, Ekonomik Yansımaları ve Geçiş Süreci”, BDDK
Yayınları, ARD Çalışma Raporları 2005/3, Ankara, s. 3.
190
Babuşcu, Şenol (2005), “Basel II ve Şirketler Üzerine Etkileri”, Asomedya, Ekim Sayısı, s. 48.
191
“ Sermaye Yeterliliği Konusunda BIS Tarafından Getirilen Yeni Öneriler ve Değerlendirilmesi”,
http://www.tbb.org.tr/turkce/arastirmalar/BIS.doc, s. 1, 10.10.2005.
77
Konunun üçüncü unsuru “piyasa disiplini”dir. Bu başlık altında bir bankanın diğer
piyasa katılımcıları tarafından durumunun değerlendirilebilmesi ele alınmaktadır. Böyle bir
değerlendirmenin anlamlı olabilmesi için, bankaların gerekli bilgileri, zamanında açıklayacak
saydamlıkta olmaları gerekmektedir. Bunun sağlanması ise düzenleyici kurulların
sorumluluğunda olacaktır. Kısaca, Basel II yaklaşımıyla; mali piyasaların güvenliğinin ve
sağlığının arttırılması, rekabetçi eşitliğin arttırılması ve riskler konusunda daha kapsamlı bir
yaklaşım oluşturulması hedeflenmiştir.
Basel II’nin makro ekonomi üzerindeki muhtemel etkilerinden en önemlisi, kamu
borçlanmaları üzerinde görülecektir. Mevcut uygulamada kamu borçlanma senetleri,
nitelikleri ne olursa olsun bankaların sermaye yeterliliği hesaplamasında % 0 risk ağırlığına
tabi tutulmakta, dolaysıyla bankalara sermaye yükümlülüğü doğurmamaktadır. Ancak, Basel
II yürürlüğe girdiğinde, Türkiye’nin borçlarının risk ağırlığı %0’dan %100’e ve Türk
bankalarının borçlarının risk ağırlığı ise %20’den %100’e çıkacağı için, Basel II’yi
uygulamasa bile, Türkiye’nin ve Türk Bankalarının alacağı kredilerin faizinde artış,
miktarında ise azalış olacaktır192. Sonuç olarak bu değişikliğin olumsuz etkilerini yaşayacak
ülkelerden biri hiç kuşkusuz Türkiye olmaktadır.
Günümüzde, düzenlemeler ve gözetimin odak noktası piyasalardan kurumlara yönelmiş
ve böylece sistemin güvenlik içinde gelişmesi amaçlanmaktadır. Piyasalarla ilgili kamusal
otoritelerin yeni dönemde düzenleme ve gözetim fonksiyonlarına yaklaşımları, alınacak
kararların
serbest
piyasa
mekanizması
ile
uyumlu
olup
olmaması
noktasında
yoğunlaşmaktadır. Kamusal otoriteler tarafından piyasalara ilişkin olarak oluşturulacak olan
politikalar, genel olarak mali piyasalarla ve özel olarak da mali kurumlarla ilgili bir sorunun
ortaya çıkıp çıkmamış olmasına göre exante ve expost olarak ikiye ayrılmaktadır193.
Exante politikalar, genel olarak sermaye yeterliği koşulları, muhasebe standartları ve
kamuyu aydınlatma ile ilgili olan politikalardır. Bu politikalar finansal kurumların öngörülü
yönetimini ve piyasa katılımcılarının yeterli bilgiye sahip olarak karar vermelerini sağlayıp
sistemik riskin ortaya çıkmasını engelleyen politikalardır. Bunlar piyasalara müdahaleyi
gerektirmediğinden serbest piyasa koşullarının işleyişini de engellememekte ve hatta
piyasaların güvenli bir ortamda işleyişine katkıda bulunmaktadır. Expost politikalar ise,
mevduat sigortası sistemi uygulanmasını ve merkez bankalarının son çare olarak likidite
192
Beşinci, Murat (2005), a.g.m., s. 19.
Alp, Ali “Uluslararasılaşan Finans ve Finansal Düzenlemelerde Yeni Yaklaşımlar”, http://www.liberaldt.org.tr/dergiler/ldsayi17/1715.htm, 01.11.2004.
193
78
darboğazına giren kurumlara likidite sağlamasını ifade etmekte olup, esas olarak sistemik
riskin ortaya çıkmış olması halinde bunlarla mücadeleyi amaçlayan politikalardır.
Finansal piyasaların entegrasyonu süreci, finansal düzenlemelerin ve gözetimin
uluslararası koordinasyon ve işbirliğini kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü ulusal seviyede
sistemin güvenliği sağlansa bile uluslararası anlamda entegrasyon içinde bulunan diğer bir
ülkede olumsuz bir gelişmenin yaşanması diğer ülkeleri de olumsuz etkilemektedir. Böyle bir
durumu önlemek için yapılması gereken uluslararası sistemin daha güvenli ortamda işleyişini
sağlamak için alınan kararlara katılmak, desteklemek ve katkıda bulunmaktan geçmektedir.
79
İKİNCİ BÖLÜM
ULUSLARARASI FİNANSAL KRİZLER
Finansal entegrasyon, bir anlamda sermaye faktörü için serbest piyasa mekanizmasına
uluslararası düzeyde işlerlik kazandırma girişimi olarak düşünülebilir. Klâsik Ekonomik Teori
açısından ise böyle bir gelişmenin hem mikro, hem de makro düzeyde doğurabileceği önemli
yararların bulunduğuna işaret etmek gerekmektedir. Çünkü her şeyden önce piyasa
sinyallerine göre gerçekleşecek kaynak tahsisi, kıt ekonomik kaynakların dağılımında
etkinliği artırarak, dünya üretimi ve refahının yükselmesine katkıda bulunabilecek bir
gelişmedir. Diğer bir ifadeyle uluslararası sermaye, bu faktörün getirisinin, dolayısıyla
verimliliğinin düşük olduğu bölgelerden yüksek olduğu bölgelere doğru akacak, bu ise söz
konusu faktörün dünya ölçüsündeki ortalama verimliliğini artırarak, dünya refahının
artmasına katkı sağlamaktadır.
Makro ekonomik açıdan yabancı sermayenin kalkınmakta olan ülkelerde tasarruf ve
döviz açıkları gibi kalkınmadaki temel boşlukları doldurarak kişi basına düşen reel geliri
yükseltici sonuçlar doğurması beklenmektedir. Nitekim yeni sanayileşmekte olan ülkelerin
finansal liberalleşmeye ağırlık vermesinin altında yatan başlıca neden, yabancı sermayeden
yararlanarak kalkınma hızlarını yükseltmek istemeleridir. Finansal liberalleşme mikro
düzeyde tasarrufçular, finansal yatırımcılar ve işletme dışı kaynak kullanmak isteyen firmalar
açısından da önemli avantajlar sağlanmaktadır. Bu sayede fon arz ve talep edenler, kendi iç
piyasalarının dar kalıplarından kurtularak dış piyasalara açılmakta, böylece tasarruflarını daha
iyi koşullarla değerlendirebilmekte veya daha uygun koşullarla isletme dışı kaynak sağlama
olanağı elde etmektedir. Bütün bunların yanında, kamu finansman açığı veren birçok ülkede
hükümetlerin bu açıkların finansmanı amacıyla özellikle kısa süreli finansal sermaye
akımlarını özendirici politikalar izledikleri görülmektedir. Ancak, hükümetlerin izledikleri
böyle bir politika, ileride değinileceği gibi, finansal piyasalarda belirsizlik yaratmakta ve
ileride doğabilecek krizlerin tohumlarının atılmasına neden olmaktadır.
Değinilen bu yararlarına karşın, günümüzün önemli bir gerçeği de özellikle yeni
gelişmekte olan ülkelerde sık sık finansal krizlerin yaşanması, bunun da söz konusu ülkelerde
büyük ölçüde işsizlik, yoksulluk ve sefalete neden olmaktadır. Günümüzün gerçekleri
açısından, finansal krizler adeta yaşanan finansal küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak
80
görülmektedir194. Bu krizlerden bazıları şunlardır: 1994 Meksika Krizi, 1997 Güney Doğu
Asya Krizi, 1998 Rusya Krizi, 1999 Brezilya Krizi ve 2001 Arjantin Krizidir. 1990’lardan
sonraki dönemde Türkiye’de de Ocak 1994 Krizi, Kasım 2000 ve Şubat 2001 gibi ciddi
krizler ortaya çıkmıştır. Sık sık finansal krizler yaşayan ülkeler bu krizlerden büyük refah
kayıplarına uğramışlardır.
Bu bölümde, uluslararası finansal krizleri açıklamaya yönelik yaklaşımlar ve tarihsel
süreç içersinde finansal krizler konuları ana hatlarıyla incelenmektedir.
2.1. Uluslararası Finansal Krizleri Açıklamaya Yönelik Yaklaşımlar
Finansal liberalizasyon/entegrasyon sürecinde uluslararası fonlar küresel düzeyde daha
yüksek getiri elde edebilecekleri ülkelere rahatça girip çıkabildiklerinden uluslararası sermaye
hareketlerinin hacminde önemli artışlar meydana gelmiştir. Ülkeler arasındaki finansal
entegrasyonun yüksek düzeylere ulaştığı 1990’lı yıllarla birlikte ivme kazanan ve ekonomi ve
finans literatüründe önemli bir yer edinen “finansal kriz” olgusu kavramsal düzlemde
incelenecektir. Finansal krizlere iktisadi faaliyeti azaltan ve etkinliğini düşüren bir olgu olarak
baktığımızda, iktisadi birimlerin kriz karşısındaki davranış biçimleri daha da önem
kazanmaktadır. Bundan dolayı öncelikle finansal kriz sürecinin başlangıcındaki belirtileri
görmemiz gerekmektedir. Bu belirtiler şu başlıklar altında toplanmaktadır195;
• Faiz oranlarındaki artış,
• Belirsizliklerdeki artış,
• Menkul kıymetler borsasının çöküşü,
• Bankacılık sektöründeki sorunlardır. Ayrıca, para ikamesinin artması ve beklenen
enflasyon oranındaki artışları da finansal istikrarsızlığın yayılmasına etki etmektedir196.
Finansal istikrarsızlığın yayılması ise aşağıdaki şekil yardımıyla gösterilmektedir;
194
Seyidoğlu, Halil (2003), a.g.m., s. 143.
Mishkin, Frederic S. (2001), “Financial Policies and the Prevention of Financial Crises in Emering Market
Countries”, NBER Working Paper Series, 8087, January, s. 3.
196
Kunt, Aslı Demirgüç ve Enriça Detragiache (1998), “The Determinants of Banking Crises in Developing and
Developed Countries, IMF Staff Papers, Vol: 45, No: 1, s. 81-84.
195
81
Şekil 1: Bankacılık Krizi ve Döviz Krizi İlişkisi
Kaynak: Mishkin, Frederic S. (1998), “International Capital Movements, Financial Volatility and
Financial Instability”, Working Papers, 6390, January, Cambridge, s. 18.
Finansal krizin geçmişi oldukça gerilere gitmekle birlikte, bu konuda teori oluşturma
çabaları son 20-25 yılda yoğunluk kazanmış ve bu çerçevede çok sayıda kriz modeli
geliştirilmiştir. Aşağıda öncelikle, çeşitli finansal kriz türleri açıklanacak, daha sonra finansal
krizleri açıklamaya yönelik yaklaşımlar ile uluslararası krizlerin nedenleri ve finansal kriz
göstergeleri konuları incelenmektedir.
2.1.1. Finansal Kriz Türleri
Kriz, çeşitli bilim dallarında ve aynı zamanda günlük konuşma dilinde çok yaygın
olarak kullanılan kavramlardan birisidir. Etimolojik kökeni Yunanca “krisis” kelimesine
dayalı olan kriz kelimesi, sosyal bilimler alanında çoğu kez “buhran” ve “bunalım” kelimeleri
ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Sosyal bilimler açısından kriz kavramının genel bir
82
tanımını yapmak hiç de kolay değildir. İçinde bulunulan durumun ya da karşı karşıya kalınan
olayların ne derece “kriz” olduğu kişiden kişiye değişebilmektedir. Herhangi bir durumu kriz
olarak adlandırabilmek için krizin temel unsurları ya da özelliklerinin bilinmesinde yarar
bulunmaktadır.
Ekonomik anlamda kriz, önceden bilinmeyen ya da öngörülemeyen bazı gelişmelerin
makro düzeyde devlet; mikro düzeyde ise firmaları ciddi olarak etkileyecek sonuçlar ortaya
çıkarması anlamına gelmektedir197. Başka bir tanımlamaya göre kriz, herhangi bir mal,
hizmet, üretim faktörü veya finans piyasasındaki fiyat ve/veya miktarlarda kabul edilebilir bir
değişme sınırının ötesinde gerçekleşen şiddetli dalgalanmaları ifade etmektedir198. Sadece ani
ve beklenmedik bir anda ortaya çıkan olumsuz gelişmeler kriz olarak adlandırılmaktadır.
Yoksa normal süreç içerisinde ortaya çıkan her sorun kriz anlamına gelmemektedir. Kriz, bu
açıdan beklenmedik biçimde ortaya çıkan “ciddi bir sorun” olarak düşünülmelidir. Krizin en
önemli özelliği önceden tahmin edilemeyen ya da bilinemeyen bir anda ortaya çıkmasıdır.
Krizin bir diğer önemli özeliği, kişiler ve organizasyonlar için hem bir tehlike ve tehdit
oluşturması, hem de yeni fırsatlar yaratmasıdır. Bu anlamda kriz, genellikle düşünüldüğü gibi
tamamen “negatif” karakter taşıyan bir kavram değildir. Nihayet, krizlerin bir diğer özelliği
de bir bulaşıcı hastalık gibi yayılma etkisi göstermesidir199. Herhangi bir organizasyonda
ortaya çıkan bir kriz diğer sektörleri de etkisi altına alabilir. Ya da bir organizasyonda yaşanan
krizler, bu organizasyonla ilişki içerisinde olan diğer organizasyonları da krize sokmaktadır.
Etkiledikleri sektörler açısından ekonomik krizler; Reel sektör krizleri ve finansal sektör
krizleri şeklinde ikili bir ayrıma tabi tutulmaktadır. Reel krizler, üretimde ve/veya istihdamda
önemli dalgalanmalar olarak ortaya çıkmaktadır. Finansal krizler ise, ekonominin reel kesimi
üzerinde tahrip edici etkiler yaratabilen ve piyasaların etkin işleyiş biçimini bozan finansal
piyasa çöküşleridir.
Mishkin, asimetrik bilgi teorisi çerçevesinde finansal krizleri söyle tanımlamaktadır200;
“Bir finansal kriz, yanlış (ters veya kötü) seçim ve ahlaki tehlike sorunlarının ileri boyutlara
varması ve böylece finansal piyasaların, fonların en verimli yatırım fırsatlarına sahip olan
ekonomik birimlere kanalize edilmesindeki etkinliğini kaybetmesi nedeniyle finansal
piyasalarda ortaya çıkan doğrusal olmayan bir bozulmadır”.
197
Aktan, Coşkun Can ve Hüseyin Şen (2001), “Ekonomik Kriz: Nedenler ve Çözüm Önerileri”, Yeni Türkiye
Dergisi Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 42, Kasım-Aralık, s. 1225.
198
Kibritçioğlu, Aykut (2001), “Türkiye’de Ekonomik Krizler ve Hükümetler, 1969-2001”, Yeni Türkiye
Dergisi Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, s. 174.
199
Aktan, Coşkun Can ve Hüseyin Şen (2001), a.g.m., s. 1225.
200
Mishkin, Frederic S. (2001), a.g.m., s. 4.
83
Finansal krizlerin sebepleri hakkında son 20-25 yılda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.
Bir görüşe göre, finansal krizlerin ortaya çıkmasının en önemli nedeni, yükselen
ekonomilerdeki finansal liberalizasyondur. Bu ülkelerin uluslararası sermaye akımlarına açık
olması ve finansal sistemlerini liberalize etmeleri, dış etkilere açık duruma gelmeleri,
ekonomilerini kırılgan bir yapıya sokarak para ve bankacılık krizlerinin ortaya çıkmasına
neden olmaktadır201.
Finansal krizlerin ortak özellikleri olmakla birlikte, hepsinin kendine has bazı ayırt edici
özellikleri bulunmaktadır. Ortak nokta ise hepsinin önemli maliyetler yaratmalarıdır. Bu
maliyetlerin en önemlileri, çıktı kayıpları ve kırılgan finansal sektörü yeniden inşa etmek için
harcanan önemli finansal kayıplardır. Çünkü krizlerin boyutlarının genişlememesi için
(yayılmasının önlenmesi) uluslararası müdahaleler ve yardımlar gündeme gelmiştir. 1990’lı
yıllarda oluşan krizlerin en önemli ayırt edici özelliği ise bu krizlerin oluştuğu bölge başta
olmak üzere dünya üzerinde yarattıkları global etkilerin artmış olmasıdır202.
Genel kabul gören yaklaşıma göre özellikle yükselen piyasalarda yaygın olarak görülen
finansal krizler ana hatlarıyla;
• Para Krizleri,
• Bankacılık Krizleri,
• Dış borç Krizleri,
• Sistemik finansal krizler olmak üzere dört grupta toplanmaktadır203. Bu krizler
genellikle
birbirini
takip
ettiklerinden
bunlar
arasında
kesin
çizgilerle
ayırım
yapılamamaktadır. Aşağıda bu krizler genel olarak açıklanmaya çalışılmaktadır.
2.1.1.1. Para Krizleri
Para krizi (currency crises), literatürde döviz krizi olarak da ifade edilmektedir. Döviz
kurundaki ani bir hareket ve sermaye hareketlerindeki keskin bir değişme sonucu ortaya
çıkmaktadır204. Özellikle sabit döviz kuru sisteminde piyasa katılımcılarının taleplerini aniden
ulusal para ile şekillendirilmiş aktiflerden yabancı paralı aktiflere kaydırılmaları sonucu,
201
Ateş, Koray (2004), “Finansal Krizlerden Bankacılık Krizlerine Bir Değerlendirme”, Piyasa Dergisi, Yaz,
Sayı: 11, s. 198.
202
Özer, Mustafa (1999), Finansal Krizler, Piyasa Başarısızlıkları ve Finansal İstikrarı Sağlamaya Yönelik
Politikalar, Anadolu Üniversitesi Yayınları, No: 1096, Eskişehir, s. 29.
203
Sachs, Jeffry D. (1998), “Alternative Approaches to Financial Crises in Emering Markets”, Capital Flows
and Financial Crises (Edit.), Miles Kahler, Cornell University Pres, Ithaca New York, s. 243.
204
Yay, Turan ve diğerleri (2001), Küreselleşme Sürecinde Finansal Krizler ve Finansal Düzenlemeler,
İstanbul Ticaret Odası Yayınları, No: 47, İstanbul, s. 20.
84
Merkez Bankasının döviz rezervlerinin tükenmesi şeklinde ortaya çıkan krizlerdir. Bir ülke
parasının üzerindeki spekülatif saldırı bir devalüasyonla veya şiddetli değer kaybıyla
sonuçlanırsa veya Merkez Bankası büyük miktarlarda rezerv satmak veya faiz oranlarını
önemli oranlarda yükseltmek suretiyle parayı korumaya zorlanırsa bir döviz veya para krizi
ortaya çıkmaktadır205. Para krizi, bir ülke parasına güvenin kaybolması dolayısıyla spekülatif
fonların ülkeyi terk etmeye başlaması ve Merkez Bankasının tüm destekleme çabalarına
rağmen mevcut kurun sürdürülemeyerek ulusal paranın devalüe edilmesi veya tümden
dalgalanmaya bırakılması biçiminde de tanımlanmaktadır206. Döviz krizleri genelde sabit kura
dayalı dezenflasyon programları sonucu ortaya çıkmakta ve döviz kuru çıpasına dayanan bu
sistemde enflasyon konusunda olumlu gelişme ile birlikte, yerli paranın değer kazanması
sonucu, carı işlemler dengesindeki açık büyümektedir. Buna rağmen sabit kurdan çıkamayan
ülkeler, ister istemez bir krize sürüklenmektedir207.
Serbest döviz kuru sistemine sahip bir ülke parası cari işlemler hesabı fazla verse de
ulusal para değer kaybetme problemiyle yüz yüze gelebilmektedir208. Bunun nedeni de
ülkenin sahip olduğu kısa dönem özel ve kamu borçlarının, uluslararası rezervlerinden fazla
olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla ülkenin dış borç geri ödemelerini karşılayacak
düzeyde uluslararası rezervi olamamaktadır209. Bir ülkede uygulanan para, maliye, istihdam
ve kalkınma gibi makro ekonomik politikalardaki uygulamalarda parasal krizlere yol
açabilmektedir. Çünkü yukarıda belirtilen makro ekonomik politikalar ülkenin ulusal
parasının aşırı değerlenmesine, dış ödemeler bilânçosu açıklarına, dış borçların artmasına
neden olabileceğinden ülkeyi bir para krizine sokabilmektedir.
Para krizlerine yol açan spekülatif saldırılar, yurtiçi aktif piyasalarında bir çöküşün
(Asya’da olduğu gibi); yabancı para cinsinden kısa vadeli dış borçlardaki artışın, döviz
kurundaki aşırı değerlenme ve cari hesap açığındaki artışın (Meksika’da olduğu gibi) veya
sabit döviz kuru sistemini terk etmeye yönelik bir politika tercihinin (1992’de İngiltere de
olduğu gibi) arkasından ortaya çıkabilmektedir210. Para krizlerini;
• Ödemeler dengesi krizi,
205
Delice, Güven (2003), “Finansal Krizler: Teorik ve Tarihsel Bir Perspektif”, Erciyes Üniversitesi İ.İ.B.F.
Dergisi, Sayı: 20, Ocak-Haziran, s. 59.
206
Seyidoğlu, Halil (1999), a.g.e., s. 583.
207
Eren, Aslan ve Bora Süslü (2001), “Finansal Kriz Teorileri Işığında Türkiye’de Yaşanan Krizlerin Genel Bir
Değerlendirilmesi”, Yeni Türkiye Dergisi Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, s. 664.
208
Feldstein, Martin (1999), “Self- Protection for Emerging Market Economies”, NBER Working, Paper, No:
6907, s. 9.
209
Özer, Mustafa (1999), a.g.e., s.31.
210
Delice, Güven (2003), a.g.m., s. 59.
85
• Döviz krizi şeklinde ikili ayırıma tabi tutmak da mümkündür. Sabit kur sistemi
uygulayan ülkelerdeki para krizleri ödemeler dengesi krizleri diye adlandırılarak, dikkat döviz
rezervi azalmalarına çekilirken, esnek kur sistemi uygulayan ülkelerdeki krizlere döviz kuru
krizi adı verilerek, dikkat rezerv azalmaları yerine kur değişmelerine çekilmiş olmaktadır211.
Para krizi, bir ülke parasına güvenin kaybolması nedeniyle spekülatif fonların ülkeyi
terk etmeye başlaması sonucu hükümetler, almaları gereken ekonomik kararları geciktirdikçe
döviz krizinin daha da derinleşeceği ve daha yüksek oranlı bir devalüasyon, faiz artışı ve/veya
rezerv kayıpları ile sonuçlanmaktadır. Bu nedenle döviz piyasasındaki baskının derecesini
ölçmek ve kriz dönemlerini saptayabilmek için; (1) döviz kurunun aylık artış oranının , (2)
Merkez Bankası döviz rezerv artış oranının negatifinin ve (3) yurtiçi ve yurtdışı faiz oranı
farkının ağırlıklı bir ortalaması olarak tanımlanan döviz piyasası baskı endeksi
hesaplanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde faiz haddi verilerinin pek sağlıklı olmadığı
düşüncesiyle, endekslerde yalnızca ilk iki değişkene yer verilmektedir212. 1990’lardan sonra
gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan para krizlerin büyük bir kısmında krizin tetiğini çeken
unsur yüksek sermaye hareketliliğinin ortaya çıkardığı sermaye hesabı krizleri olmaktadır.
2.1.1.2. Bankacılık Krizleri
Bankacılık krizleri genelde banka bilânçolarının kötüleşmesinden; bilânço aktif
yapılarının bozulmasından kaynaklanmaktadır. Daha açıkçası, geri dönmeyen kredilerin
artması, menkul değerler piyasasındaki dalgalanmalar, reel sektörün küçülmesi nedeniyle
bankaların aktif yapılarının bozulması bankacılık krizlerinin temel nedenleri olmaktadır.
Bankacılık sektörünün krize girmesi sonucunda mevduat sahipleri bankalardan mevduatlarını
çekmeye başlayacakları için, bankaların likidite sıkıntısı had safhaya ulaşmaktadır213.
Bankacılık krizlerinin bir başka tanımı da, bir ya da birden fazla bankaya güvenin sarsılması,
halkın birden bire ve yaygın olarak mevduatlarını çekmek için hücum etmesi olarak
tanımlanmaktadır214. Ancak bir bankacılık krizini teşhis ederken sorunun bir tek bankaya mı
yoksa az sayıda bankaya mı ilişkin olduğunu, yoksa sorunun sistematik denilen bütün
piyasayı ilgilendiren bir sorun mu olduğunu belirlemek son derece önemlidir215. Tek bir
bankanın başarısızlığı her zaman tüm bankacılık sistemini sarsmayabilir; ancak krizdeki
bankanın, bankacılık sistemi içindeki payının büyüklüğü oranında, tekil banka krizinin tüm
211
Kibritçioğlu, Aykut (2001), s. 175.
Kibritçioğlu, Aykut (2001), s. 176.
213
Eren, Aslan ve Bora Süslü (2001), a.g.m.,s. 664.
214
Parasız, İlker (1999), Modern Ansiklopedik Ekonomi Sözlüğü, Ezgi Kitabevi, Bursa, s. 53.
215
Ateş, Koray (2004), a.g.e., s. 204.
212
86
finansal sisteme ve ekonomiye yansıması ve sistemik bir krize dönüşmesi olasılığı oldukça
yüksektir216. Bu durumda bir bankacılık paniği ve bankacılık krizi var demektir.
Bankacılık krizine yol açan nedenler farklılıklar göstermektedir. Bankaların
sorumsuzluğu, bankacılık sisteminin zayıflığı, finansal piyasaların kırılganlığı, ülkelerin
izlediği ulusal kur politikaları ve ahlaki tehlikeler bankacılık krizlerine davetiye
çıkarmaktadır. Ayrıca, bankacılık sektörünün ülkelerarası farklılığı, kurumsal ilişkiler,
mülkiyet yapısı, ölçek farklılıkları, sektörel yoğunlaşma, sistemsel denetim, uluslararası
finansal standartların varlığı, teknolojik altyapı gibi özelliklerden kaynaklanmaktadır.
Döviz krizleri bankacılık krizlerine neden olmaktadır. Şöyle ki217; (1) Kriz öncesi
dönemde uygulanan sabit döviz kuru rejimi terk edilmeden önce spekülatif saldırılar sonucu
uluslararası rezervlerin büyük ölçüde kaybolması ve bunun para stokunda ve kredi arzında ani
düşüşlere yol açabilmesidir. Azalan kredi hacmi üretim üzerinde olumsuz etki yaratabilecek
ve geri dönmeyen kredilerin artması bankacılık krizleriyle sonuçlanabilmektedir. (2) Döviz
krizi ile birlikte gelen ulusal paranın aşırı değer kaybı sonucunda, bankalar arasında büyük
miktarlarda olan ve kur riskine karşı korunmamış döviz cinsinden borçların geri ödenme
problemleri ortaya çıkmaktadır. Bankaların kendi döviz pozisyonları küçük olsa bile,
uluslararası sermaye girişine açık olan bir ekonomide bazı sektörlerin (ticarete konu olmayan
emlak sektörü gibi) döviz cinsinden borçları muhtemelen yüksek olmaktadır. Banka
kredilerinin büyük ölçüde bu sektörlerce kullanılması ve borçluların yaygın olarak küçülen
ekonomide ödeme güçlüğü ile karşılaşmaları, bankacılık sisteminin zayıflamasına yol
açabilmektedir.
Bankacılık krizleri, para krizlerinden daha uzun süreli olma eğilimi taşımakta ve
ekonomik faaliyet hacmi üzerinde daha şiddetli etkiler doğurmaktadır218. 1970’lerden
2000’lere uzanan dönemde yapılan araştırmaların sonuçları, 1970-1985 arasında daha çok
para krizleri, 1985’lerden günümüze dek daha çok bankacılık krizleri olmak üzere para ve
bankacılık krizlerinin birlikte gerçekleştiğini göstermektedir219. Bu tür krizler, ikiz kriz (twin
216
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 140.
Coşkun, M. Necat (2001), “Gelişmekte Olan Ekonomilerde Bankacılık Krizleri”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F
Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, Güz, Ankara, s. 41.
218
Delice, Güven (2003), a.g.m., s. 61.
219
Yay, Gülsüm Gürkan (2001), “1990’lı Yıllardaki Finansal Krizler ve Türkiye Krizi”, Yeni Türkiye Dergisi
Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 42, Kasım-Aralık, s. 1237.
217
87
crises) olarak adlandırılmaktadır. Bu krizlerin nedeni finansal entegrasyonun artması olarak
da ifade edilmektedir220.
Bankacılık krizleriyle ilgili çalışmaların çoğu, bankaların kriz esnasında kredi
hacimlerindeki, kriz sonrasında ise rezervlerdeki azalmaya işaret etmektedir. Kredi ve
rezervlerdeki azalmayla sonuçlanan bu tür bankacılık krizlerine tarihsel bankacılık krizleri
denilirken, son dönemlerde ortaya çıkan bankacılık krizlerine modern bankacılık krizleri
denilmektedir. Aralarındaki farkı anlayabilmek için tarihsel bankacılık krizlerinde öne çıkan
üç özelliği belirtmek gerekmektedir. Birincisi, tarihsel bankacılık krizlerinde, mevduat
sahiplerinin ve muhabir bankaların tüm bankacılık sektöründeki mevduat rezervlerinde olası
bir azalmayı göze alarak, nakit mevduatlarını hızla bankalardan çekmesidir. İkincisi
rezervlerdeki bu hızlı erimeye rağmen çek ve kredi hizmetlerini devam ettirmesidir. Üçüncüsü
ise, banka ödünçlerinin kriz esnasında önemli ölçüde azalmasıdır. Modern bankacılık
krizlerinde ise banka rezervleri azalmadığı gibi mevduat sahiplerinin kredilerini bankalardan
çekmesi söz konusu olmamaktadır221.
Döviz krizleri ile bankacılık krizleri arasında birçok karşılıklı etkileşim bulunmaktadır.
Döviz kurunun sabitlenmesi veya reel değerinin altında tutulmaya çalışılması, bankacılık
sektörünü
krize
daha
açık
duruma
getirirken,
bankacılık
krizlerinden
korunma
mekanizmalarında son durak borç mercii işlevinin yerine getirilmesi, döviz kuru üzerinde
artan bir baskıya sebep olmaktadır. Ayrıca döviz kurunun baskılanması, bankaların açık
pozisyonlarının artmasını teşvik edici bir unsur oluşturup, döviz risklerini arttırmaktadır.
Bunun yanı sıra böyle bir politika, gelişmekte olan ülkelerde enflasyonist ortamda etkisiyle
finans kurumları dışındaki işletmelerin döviz borçlarının, borç portföylerinde önemli bir yer
tutmasına neden olmaktadır. Bu da, döviz krizleri ile bankacılık krizleri arasındaki
mekanizmayı güçlendirmektedir222. Ayrıca bu ilişki tek yönlü değildir. Bankacılık krizleri de,
döviz krizlerini tetikleyebilmektedir.
Finans sektöründe artan sorunlar krizi tetikleyen en önemli nedenler haline gelirken
geri dönmeyen krediler ne kadar artarsa bilânçodaki vade uyumsuzluğu o denli
çoğalmaktadır. Likidite riski yüksek, dövizde aşırı pozisyon açığı ile çalışan, özkaynakları
220
Kaminsky, G. L. ve Reinhard, C. M. (1999), “The Twin Crises: The Causes of Bankıng and Balance of
Payments Problems”, American Economic Review, Vol: 89, No: 3, June, s. 475.
221
Ateş, Koray (2004), a.g.e., s. 210.
222
Karabulut, Gökhan (2002), Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlerin Nedenleri, Der Yayınları, No:
328, İstanbul, s. 103.
88
yetersiz olan bir bankacılık sisteminin varlığı, kuşkusuz ekonomik kriz için uygun bir ortam
yaratmaktadır223.
2.1.1.3. Dış Borç Krizleri
Bir ülkenin kamu ve/veya özel kesime ait dış borçlarını ödeyememe durumudur.
Özellikle hükümetlerin dış borçların çevrilmesi ve yeni dış kredi bulma konusunda sıkıntı
yaşamaları nedeniyle dış borcun yeni ödeme planlarına bağlanması veya yükümlülüklerin
ertelenmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Dış borç krizleri, dış borçlarını düzenli olarak
ödemekte olan bir ülkenin borcunun anapara ve faizlerini ödeyemeyeceğini ilan etmesi
durumu olarak da tanımlanabilir224. Dış borç krizleri genellikle resmi dış borç için
kullanılmaktadır.
Likidite krizine (para ve bankacılık) düşen bir ülkenin, tüm yükümlülüklerinde olduğu
gibi, dış borç geri ödemelerinde de aksama oluşabilir. Bu nokta, likidite krizleri ile dış borç
krizleri arasındaki tek gerçek ve bilinen ilişki olmaktadır. Dış borç krizlerini, likidite
krizlerinden ayıran pek çok unsur bulunmaktadır. Bir dış borç krizi, dış borç geri ödeme,
miktar ya da vadelerindeki yükümlülüklerini tam ve eksiksiz bir şekilde yerine
getir(e)meyeceği beyanı ile başlamış kabul edilmektedir. Dış borç krizlerinin özelliklerini dört
maddede toplanabilir225. Birincisi, bu tanıma göre aksama, sürekli değil geçici ve bir döneme
ait olabilmektedir. Ancak yinede bu durum alacaklılar açısından “kriz”
olarak
algılanmaktadır. İkinci olarak, ülke geri ödemeye “muktedir” olduğu halde yükümlülüğünden
kaçınmakta olabilir. Ülke kıt kaynaklarını yatırım ve üretim gibi alanlara tahsis ederek, cezai
yaptırımına da katlanmak üzere, dış borç geri ödemelerini askıya alabilmektedir. Dış borç geri
ödemelerini aksatan ve dış borç krizini başlatan bir ülke, bunu her zaman zorunluluktan
başlatmamakta, bazı durumlarda “kıt kaynakların öncelikli alanlara tahsis ve tercih sorunu”
olarak da değerlendirmektedir. Üçüncü olarak bir dış borç krizi, borçlu ülkenin “beyanı” ile
başlamaktadır. Alacaklı uluslararası finans kuruluşları ve devletler, gelişmekte olan ülkelerin
ödeme yükümlülüklerindeki eksiklikler ve gecikmelerle sıkça karşılaşmaktadır. Ancak bu
sorunlar çoğu zaman üçüncü taraflara duyurulmadan, yeniden vadelendirme ve bir miktar
cezai yaptırımlarla geçiştirilmektedir. Dördüncü olarak, tekbir ülkedeki likidite krizi bile tüm
dünya finansal sistemine önemli derecede olumsuz etkide bulunurken, dış borç krizine düşen
223
Öztin Akgüç, “Bankacılık Kesimi Kriz Nedeni mi?”, İktisat Dergisi, Şubat-Mart 2001, s. 32.
Sachs, Jeffry D. (1998), a.g.m., s. 244.
225
Çalışkan, Ömer Veysel (2003), “Uluslararası Finansal Krizler”, Ekonomik Yaklaşım, Cılt: 14, Sayı: 44-46,
Kış, Ankara, s. 226.
224
89
bir ülkenin olumsuz etkileri yalnızca alacaklı taraf(lar)la sınırlı kalmaktadır. Bu durum,
aksayan ödemenin miktarı önemli derecede büyük olsa da geçerlidir.
Ülkeler bir dış borç krizi ile karşılaştıkları zaman sorulacak ilk soru, krizin geçici mi
yoksa kalıcı mı olduğudur. Bir başka ifadeyle, ülkenin likidite kısıtı (illiquidity) ile mi yoksa
çözümsüzlükle mi (insolvency) karşılaşıldığının tespitidir. Borçlular için cevap birincisidir ve
likidite sağlanmasıyla sorun aşılacaktır ancak, alacaklılar için ise cevap ekonominin şartlarına
bağlıdır. Alacaklıların tepkisi kayıpları kesmek için yeni borçlanmaları durdurmak şeklinde
belirlenebilir. Borçlular gerçekten, kısa dönemli bir likidite sıkışıklığından kaynaklanan
krizlerde, bu tavır nedeniyle uzun dönemde çok ağır maliyetlerle karşılaşmaktadırlar.
1970’li yılların başlarında gelişmekte olan ülkelerin dış borç yükümlülükleri yüz milyar
doların altındadır. Ancak, 1973-1974 petrol krizi ile başlayarak 1980’lere gelindiğinde bu
rakam 565 milyar dolara, 1983 sonunda ise 800 milyar dolara ulaşmıştır. 2001 yılı verilerine
göre, gelişmekte olan ülkelerin dış borç stoku 1.6 trilyon dolar olarak hesaplanmıştır, bu
rakama orta gelirli ülkelerin dış borçları eklendiğinde 2-2.5 trilyon dolar civarında bir dış borç
stoku ile karşılaşılmaktadır226. Ülkelerin bu şekilde dış borç stoklarının arttığı 1980-2000
yıllarında gözlenen genel eğilim, borç vadelerinin kısalmakta oluşudur. Özetle kısa vadeli dış
borçların toplam dış borçlar içindeki payı sürekli artarken krizlerin altında ise bu kısa vadeli
sermaye hareketlerindeki artışın olduğunu öne sürülmektedir227.
2.1.1.4. Sistemik Finansal Krizler
Bankacılık ve kur risklerinin sıklığı ve büyüklüğü sistemik kriz (risk) olarak
adlandırılır. Potansiyel olarak finansal piyasaların ciddi biçimde bozulmasını ifade etmektedir
ve
ekonomik,
sosyal
ve
politik
yaşamın
yapısından
ve
değişkenliğinden
kaynaklanmaktadır228. Sistemik finansal krizler, finansal sistemde ortaya çıkan ve finansal
sistemin, varlık değerlemesi kredi tahsisi ve ödemeler gibi önemli işlevlerini kesintiye uğratan
bir şok biçiminde tanımlanmaktadır229.
Sistemik finansal krizlerin temelinde likidite sorunları olmasına rağmen, başka pek çok
sebeple de bu krizler ortaya çıkabilmektedir. Örneğin, sistemdeki firmaların finansman
sorunlarını çözemeyişleri veya iflasa gitmeleri, Merkez Bankasının likidite sağlamadaki
226
Kaplan, Muhittin (2004), “Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri”, Kalkınma Ekonomisi Seçme Konuları,
(Editör: Sami Taban ve Muhsin Kar), Ekin Kitabevi, Bursa, s. 12.
227
Çalışkan, Ö. Veysel (2003), a.g.m., s. 229.
228
Delice, Güven (2003), a.g.m., s. 62.
229
Marshall, David (1998), “Understanding the Asian Crises: Syistemic Risk as Coordination Failure”,
Economic Perspectives, Federal Reserve Bank of Chicago 3Rd Quarter, s. 13.
90
başarısızlığı, finansal piyasanın dışsal sorunları, banka iflaslarını içine almakta ve tüm
ekonomik sistemi etkilemektedir. Sistemik finansal krizlerde mutlaka bir yayılma süreci
bulunmaktadır. Bir ülke, kurum veya firmadaki sorunlar, diğer bir ülke, firma veya
kurumlarda çözümsüzlüğe yol açabilmektedir. Örneğin Asya krizinde başlangıçta şirket
iflasları Kore ve Tayland’da gözlenirken, bu durum kısa bir süre sonra bölge ülkelerinin
finansal piyasalarına yayılmıştır230. Sistemik kriz dönemlerinde yatırımcılar umutsuzdur,
kendilerine güvenlerini kaybederler ve firmaların kredibiliteleri azalma gösterir. Ayrıca,
bankaların faaliyetlerinde kötüleşme başlaması tüm ekonomik faaliyetleri etkilediğinden
sonuçta ülkede üretim kayıpları meydana gelmekte, milli gelir düşmekte, ekonomik kayıplar
büyümekte ve ülke ekonomik etkinlikten uzaklaşmaktadır.
Finansal krizler birkaç aşamada ortaya çıkmaktadır. Finansal ve finansal olmayan
bilânçolarda bozulmanın olduğu başlangıç aşamasını, bir para krizi takip etmektedir. Son
aşama ise para krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkan finansal ve finansal olmayan
bilançoların daha ileri bozulmasıdır. Bu aşama ekonominin yıkıcı sonuçları olan tam bir
finansal krize girme aşamasıdır231. Finansal kriz kavramına birçok iktisatçı değişik tanımlar
yapmışlardır. Burada dikkat çeken nokta, her tanımda farklı bir noktanın ön plana çıkmasıdır.
Bununla birlikte finansal kriz kavramının ortak noktasında bankacılık sektöründe yaşanan
panikler bulunmaktadır. Bankacılık sektöründe yaşananlar ekonomiyi çeşitli kanallardan
etkileyerek çok ciddi maliyetler ortaya çıkarabilmektedir. Bankacılık krizleri, ekonomiyi üç
kanaldan etkilemektedir232. Birincisi, bankacılık sektöründe ortaya çıkan panik, halkın
mevduat/nakit rasyosunu ve bankaların likidite pozisyonlarını güçlendirmek amacıyla
mevduat/rezerv rasyolarını düşürmelerine yol açar ise, bu durum para arzının ve dolaysıyla
ekonomik aktivitelerin azalması sonucunu doğurmaktadır. İkincisi, bankacılık krizi
dolayısıyla insanların likit alma istekleri sonucu artan para talebi veya bankacılık sektörünün
durumu hakkındaki olumsuz beklentilere bağlı olarak gömülemenin artmasını ve paranın
dolaşım hızını azaltabilir. Bu durum ise ekonomik aktivitelerin azalması sonucunu
doğurmaktadır. Üçüncüsü ise, borç-deflasyon süreci banka iflaslarına yol açar ise bu durum
doğrudan reel üretimin düşmesi ile sonuçlanabilir.
Finansal krizler (para, bankacılık, dış borç ve sistemik finansal krizler), birbirinden
bağımsız olmayıp, birçok durumda farklı alanlarda başlayan bir kriz, diğer bir krizi de
230
Özer, Mustafa (1999), a.g.e., s. 35.
Mishkin, Frederic S. (2001), a.g.m., s. 7.
232
Çolak, Ö. Faruk ve diğerleri (2001a), “Finansal Kriz ve Bankalar: Türkiye’de 2000 ve 2001 Krizleri Örneği”,
Yeni Türkiye Dergisi Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, s. 704.
231
91
beraberinde getirebilmektedir. Aşağıda Şekil 2’de finansal krizlerin sınıflandırılması ve
krizler arasındaki ilişkiler gösterilmektedir.
Şekil 2: Finansal Krizlerin Sınıflandırılması
Kaynak: Delice, Güven (2003), ), “Finansal Krizler: Teorik ve Tarihsel Bir Perspektif”, Erciyes
Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı: 20, Ocak-Haziran, s. 63.
Yapılan ekonometrik çalışmalarda döviz kuru çöküşleri ve bankacılık krizleri arasında
yüksek bir korelasyon gözlenmektedir. Diğer taraftan para krizlerinin sistemik finansal
krizlere kaynaklık etme olasılığı oldukça yüksek olmaktadır233. Örneğin 1980’lerin başlarında
Güney Amerika’da, 1990’ların başlarında İskandinavya’da 1995’de Meksika’da ve 1997’de
Asya’da yaşanan para krizleri sistemik finansal krize dönüşmüşlerdir.
Gelişmekte olan ülkelerde finansal krizler çoğunlukla, mali savurganlıklar, yanlış döviz
kuru politikaları, uluslararası finansal şoklar, zamansız ve asgari koşullar oluşturulmadan
yapılan finansal liberalizasyon uygulamaları ve yurtiçi bankacılık sektöründeki zayıflıklar
nedeniyle ortaya çıkmaktadır234. Bu ülkelerde yurtiçi finansal piyasalarda yaşanan sorunlar
çoğunlukla para ve döviz kuru krizlerine ve ödemeler bilançosunda güçlükler yaşanmasına
yol açmakta, hatta dış borç krizine dönüşebilmektedir. Yabancı sermaye akımlarının tersine
dönmesi veya döviz kuru üzerindeki spekülatif saldırılar her zaman bu ülkelerde yurtiçi
finansal istikrarı tehdit etmektedir. Sanayileşmiş ülkelerde ise para ve döviz piyasalarında
yaşanan problemler genellikle yurtiçi finansal piyasalara yayılmamakta ve yurtiçi finansal
sorunlar her zaman döviz ve ödemeler dengesi krizlerine yol açmamaktadır235. Örneğin
1992’deki Avrupa para sisteminde yaşanan krizde para piyasalarında önemli karışıklıklar
vardı. Fakat bu karışıklıklar ilgili ülkelerdeki bankacılık sistemini ve finansal sistemi tehdit
233
Delice, Güven (2003), a.g.m., s. 63.
Sachs, J. D. (1998), a.g.m., s. 247.
235
Unctad (1998), Trade and Development Report, United Nations, New York and Geneva, s. 54.
234
92
etmemiştir236. Gelişmekte olan ülkelerin finansal piyasalarındaki krizlerin, yurtiçi finansal
sektörler, uluslararası borç verenler ve ulusal parasal ve finansal otoriteler arasındaki
karmaşık ve karşılıklı ilişkiler yoluyla geliştiği gözlemlenmiştir. Ayrıca, cari hesap açıkları
mutlaka finansal krize yol açmamakla birlikte krizlerin ortaya çıkmasında dolarizasyonla
birlikte önemli bir rol oynamaktadır237.
2.1.2. Finansal Krizleri Açıklayan Yaklaşımlar
1970’lerde
başlayıp,
1980’lerin
ortasından
itibaren
yaygınlaşan
finansal
liberalleşme/entegrasyon çalışmaları sonucu 1990 sonrası yaşanan çok sayıda kriz, krizleri
açıklamaya çalışan modellerin de sayısını arttırmıştır. Krizler ortaya çıktıkça, yeni olgular
gündeme geldikçe, yeni tip modellerle en son kriz açıklanmaya çalışılmaktadır. Oysa en son
üretilen model bir sonraki krizi açıklamakta yetersiz kalabilmektedir. 1990’lardaki krizler
birbirleriyle pek çok ortak özelliği paylaşsa da, hiçbir kriz birbirinin aynı olmadığından, teorik
modellerin açıklayıcı niteliği sınırlı kalmaktadır. Kriz modellemesi, Asya krizi ile birlikte
ciddi bir paradigma değişimi yaşamış ve ekonomistler gelişmiş ülkelerin de bilinen kriz
teorileriyle
açıklanamayan
nedenlerle
her an krize
yakalanabilecekleri
endişesine
kapılmışlardır. Ayrıca, Asya krizinin sonucunda başta Joseph Stiglitz ve Paul Krugman gibi
tanınmış iktisatçılar IMF’ye ağır eleştiriler de bulunmuşlar ve IMF’nin amacının Güney Doğu
Asya ülkelerini kurtarmak değil uluslararası sermayeyi garanti altına almak olduğu
belirtilmiştir238.
Aşağıdaki bölümde, finansal krizler konusundaki geleneksel açıklamalar yapıldıktan
sonra finansal krizleri açıklayan kriz modelleri incelenmektedir.
2.1.2.1. Finansal Krizler Konusunda Geleneksel Açıklamalar
Çeşitli ülkelerde özellikle 1970’li yıllardan itibaren karşılaşılan finansal krizler çeşitli
iktisatçılarca farklı şekillerde açıklanmıştır. Krizler öncesindeki hükümet davranışları ile
piyasa yapılanmalarındaki özellikler üzerinde duran bu yaklaşımlar; aşırı borç birikimi,
bankacılıkta yaşanan panik, rasyonel bekleyişler teorisi, belirsizlik teorisi, kredi tayınlaması
teorisi, asimetrik bilgi ve acenta giderleri (agency-cost) teorisi, dealer piyasaların hassaslığı
teorisi ve finansal piyasa teorisi olarak sekiz başlık altında toplanabilmektedir. Aşağıda kısaca
236
Unctad (1998), a.g.e., s. 81-82.
Calvo, Guillermo A. (2000), “Balance -of- Payments Crises in Emerging Markets: Large Capital Inflows and
Sovereingn Governments”, in Currency Crises (Ed.), Paul Krugman, The Unıversity of Chicago Pres, Chicago
and London, s. 71-72.
238
Serin, Vildan ve Eyup Bastı (2001), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Görülen Finansal Krizlere Getirilen Teorik
Açıklamalar ve Türkiye Örneği”, Yeni Türkiye Dergisi Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 42, KasımAralık, s. 1216.
237
93
bu yaklaşımlardan bahsedilmektedir239. Ayrıca, Minsky’nin para arzının içselliği yaklaşımı
geniş olarak açıklanmaktadır.
Aşırı Borç Birikimi: Fisher, Kindleberger, Minsky gibi iktisatçıların belirttiği üzere,
gerek firmaların gerekse ülkelerin hızlı büyüme dönemlerinde aşırı borç birikimi
oluşmaktadır. Bu borç birikimi finansal krizin meydana gelmesinde önemli rol oynamaktadır.
Bankacılıkta sektöründe yaşanan panik teorisi: Friedman, Schwartz, Cagan gibi
monetarist iktisatçılar tarafından ileri sürülen görüşe göre, yüksek enflasyon bankacılık
sektöründe paniğe yol açmaktadır. Bu durumda, uygulanan sıkı para politikasının ekonomik
aktivite üzerindeki etkisi azalmaktadır.
Rasyonel bekleyişler teorisi: Flood, Garber, Blanchard, Watson ve Krugman gibi
iktisatçılar, paniğe yol açan en önemli faktör olarak, fiyat değişimlerine ilişkin beklentileri
görmektedir. Beklentiler, fiyatı belirleyen temel faktörlerden bağımsız olsa da, geçmiş
dönemdeki fiyat değişimlerine bağlı olan fiyatlardaki değişim beklentisi paniğe neden
olabilmektedir.
Belirsizlik teorisi: Geleceğe ilişkin beklentilerin açıklanamadığı durumlarda karar
verme üzerine yoğunlaşan bu teori Knight, Keynes, Schumpeter ve daha sonra Meltzer,
Guttentag, Herring gibi iktisatçılar tarafından tartışılmıştır. Teori gelecekteki getirilerin,
muhtemel
dağılımları
ile
modellenemediği
koşullarda
karar
almanın
önemini
vurgulamaktadır. Bu iktisatçılar, finansal krizlerin tatmin edici bir şekilde açıklanmasında
belirsizliği tek faktör olarak ele almamakla birlikte, zorunlu bir unsur olarak görmektedirler.
Kredi tayınlaması teorisi: Kredi tayınlamasının sıkı kurallara bağlı olduğu bir dönemin
ardından, bu kısıtlamaların hızlı bir şekilde kaldırılmasına bağlı olarak kredi talebindeki ani
ve hızlı artışlar finansal krizlerin sebebi olarak görülmektedir.
Asimetrik bilgi ve acenta giderleri teorisi: Stiglitz, Weiss, Mankiw ve Mishkin
tarafından geliştirilen bu teoride kredi tayınlamasındaki hızlı ve şiddetli genişleme üzerinde
yoğunlaşmakta, ancak bir önceki teoriye göre farklı bir açıklama getirilmektedir. Kredi
tayınlamasındaki hızlı artış, ödünç verenlerin duyarlı olduğu bir ortamda faiz oranlarındaki ya
da piyasa belirsizliğindeki artışa karşı doğal bir tepki olarak görülmektedir.
239
Guttentag, Jack (1994), “Debt, Financial Fragility and Sistemic Risk, by. E.S. Davis, Oxford University Pres,
1992, Book Reviews, Journal of Economic Literature, Vol. XXXII, September, s. 1238-1240 (Aktaran:
Akdiş Muhammed (2000), a.g.e., s. 92-93).
94
Dealer piyasalarının hassaslığı teorisi: Asimetrik bilgi artışı sonucu, finans piyasası
aracılarının piyasa yapıcılığındaki isteksizliklerinin ters etkileri üzerine yoğunlaşan bu teori
Davis, Glosten/Milgrom tarafından ortaya atılmıştır. Milgrom bu tip krizlerin tek yönü
üzerine -piyasa çöküşü üzerine- yoğunlaşmıştır.
Finansal piyasa yapısı teorisi; Davis tarafından geliştirilen bu teori deregülasyondan
kaynaklanan piyasa giriş engellerinin azalması, yeni ürünlerin geliştirilmesi, yeni piyasaların
gelişmesi ve diğer faktörler üzerinde durmaktadır. Piyasaya giriş engellerinin azaltılması
rekabet artışına, bu artış ise kredi talebinde bir artışa ve kredi standartlarının aşınmasına yol
açarak
krize
yol
açabilmektedir.
Bu
model,
rekabetin
öneminin
vurgulandığı
Guttentag/Herring modelini (kredi tayınlama teorisi) destekler niteliktedir.
Kökü Klasik İktisatçılara kadar dayanan ve bir ölçüde İngiltere’deki Nakit OkuluBankacılık Okulu tartışması ile tohumları atılan para arzının içselliği yaklaşımı 1950’lilerden
sonra, Nicholas Kaldor, Hyman Minsky, James Tobin, Basil Moore, Marc Lavoie, Sydney
Weintraub, Paul Davidson vb. gibi iktisatçıların katkılarıyla gelişmiş ve bir teori haline
gelmiştir. Özellikle 1978’de “Journal of Post-Keynesian Economics” dergisinin çıkmasından
sonra literatür daha da gelişmiştir. Para arzının içselliği yaklaşımı temel olarak Kaldor’un
görüşlerine dayanmaktadır. Kaldor’a göre Merkez Bankaları, harcamaları azaltacak olan faiz
oranlarında bir yükselme sağlayarak para arzını kontrol edebilmektedir. Ancak Merkez
Bankaları koyduğu parasal hedefleri aşsa da son borç verme kaynağı olarak reeskont
penceresini kapamamalı ve bankacılık sisteminin ihtiyacı olan parayı piyasaya sürmelidir240.
Bu görüşler içsellik yaklaşımının önemli bir savunucusu olan Basil Moore ile önemli ölçüde
örtüşmektedir.
Para arzının yapısal içselliği yaklaşımı savunucularından Minsky’e göre para arzı ile
faiz oranlarının içsel olarak belirlendiği yukarı doğru eğimli bir (basamaklı) arz eğrisine
dayanmaktadır. Minsky; para arzının, kredi alanların, bankaların ve Merkez Bankasının
karşılıklı etkileşimiyle belirlendiğini ileri sürmektedir. Minsky’e göre para arzının içsel
olmasının iki temek nedeni vardır; Birincisi, özel bankaların parayı içsel olarak yaratma gücü,
yani finansal piyasa davranışından kaynaklanan para ve kredinin içselliğidir. Finansal
piyasalarda kar peşinde koşan bankalar ve diğer finansal kurumlar, finansal yenilikler yaparak
para arzını etkileme gücüne sahip olmaktadır. İkincisi ise, finansal piyasalardaki değişmelerin
240
Günal, Mehmet (2001b), “Kasım 2000 Krizine Teorik Yaklaşım: Para Arzının İçselliği ve Minsky’nin
Finansal İstikrarsızlık Hipotezi”, İktisat, İşletme ve Finans, Yıl. 16, Sayı: 180, s. 39.
95
neden olduğu borç deflasyonu (dept deflation241) riski, para otoritelerinin finansal istikrarı
sağlamak için zorunlu olarak piyasaya müdahale etmesine ve para arzını arttırmasına neden
olmaktadır. Bu, para otoritesinin dışsal bir kurum olmadığı ve genelde ekonominin, özelde ise
finansal piyasaların sahip olduğu dinamikler nedeniyle para politikasının içselliği anlamına
gelmektedir242.
Minsky (1957), kurumsal yeniliklerin bankaların rezervlerinde bir genişleme olmadan
ekonomik faaliyetlerin genişlemesine katkıda bulunduğunu göstermektedir. Ayrıca Minsky’e
göre sıkı para politikası uygulaması durumunda, faiz hadlerinde bir artış olacaktır. Ancak,
kredi talebi bu para politikasına bağlı olarak hemen azalmayacaktır. Bununda ötesinde faiz
hadlerinin yükselmesiyle birlikte kar elde etmek amacıyla likit değerler elden çıkarılacak ve
likidite dolaşım hızı artacaktır. Bu arada finansal kurumlarda yeni yüksek faiz oranlarından
faydalanmak için, kredi taleplerini karşılamak amacıyla yeni yöntemler bulacaklardır.
Dolayısıyla, yenilikler dolaşım hızı ve faiz hadleri arasındaki ilişkiyi değiştirecektir. Yani faiz
haddi için daha yüksek bir dolaşım söz konusu olacaktır. Kısacası, Merkez Bankasının sıkı
para politikası uygulaması faizleri yükseltecek buda dolaşım hızının yükselmesine yol açan
yeniliklere neden olacaktır243.
Bu yenilikler yaklaşımı Minsky’nin “finansal istikrarsızlık hipotezi”nin temelini
oluşturmaktadır. Minsky’e göre “yeni finansman yolarının ve nakit ikamelerinin bulunmasına
yol açan her kurumsal yenilik, ekonominin likiditesini azaltır”. Yenilikler mevcut bir likidite
miktarının daha büyük harcamaları finanse etmesini sağlar ve likit olmayan varlıkların yerini
giderek nakit, hazine bonoları gibi likit varlıkların almasına yani “likit varlıkların piramit gibi
büyümesine” yol açmaktadır. Bu durum sistemin istikrarsızlığını arttırmaktadır. Çünkü,
sadece birkaç büyük bankanın veya şirketin borçlarını ödeyemez hale gelmesi krize yol
açmakta ve finansal varlıkların fiyatı düşmektedir. Bunu önlemek için Merkez bankası son
rezerv kaynağı olarak, bu likit olmayan varlıkları satın alarak likidite miktarını arttırabilir ve
borç krizin önleyebilir. Bu bağlamda Minsky, Moore ve Kaldor’un “Merkez Bankası sürekli
olarak bankaların rezerv taleplerini karşıladığı için, bankalar bir miktar sınırlaması ile
karşılaşmaz” yaklaşımına, operasyonel olarak kaldıraç oranlarını, yani borçların/likit
varlıklara oranını arttırmanın bir sınırı olduğunu ve ekonominin kötü gitmesi durumunda bu
241
Bireylerin ve firmaların çok fazla borçlanmaları nedeniyle harcamalarının azaldığı bir durumdur. Bu durum
aynı zamanda borçlarını azaltmak isteyen birimlerin hem harcama hem de daha fazla ödünç alma konusunda
daha ihtiyatlı davranmalarına neden olmaktadır. Bkz. İlker Parasız (1999) Modern Ansiklopedik Ekonomi
Sözlüğü, Bursa, s. 77.
242
Işık Sayım (2004), Para Finans ve Kriz, Akçağ Yayınları, No: 534, Ankara, s. 211.
243
Günal, Mehmet (2001b), a.g.m., s. 46.
96
oranın düşeceğini söyleyerek katkıda bulunmuştur. Ekonomide daralma halinde, aktiflerin
likide dönüştürülmesi ancak aktiflerin değerlerini düşürmekle mümkün olur, Dolayısıyla,
Merkez Bankası likiditeyi arttırarak sistemsel krizi önleyebilir244.
2.1.2.2. Finansal Krizleri Açıklamaya Yönelik Modeller
Finansal liberalizasyon/liberalleşme politikaları ile birlikte piyasa mekanizması daha
fazla işlemeye başlamıştır. Piyasa mekanizmasının daha fazla işlemesi, finansal yapının
dönemsel değişimlere karşı daha duyarlı duruma gelmesine yol açmıştır. Diğer bir ifadeyle,
dönemsel değişimlere karşı daha duyarlı duruma gelen finansal yapı, sistemdeki oyuncuların
spekülatif saldırıları sonucunda, kimi zaman krizlere yol açabilecek biçimde kırılgan bir
özellik sergilemeye başlamıştır. Son yıllardaki krizler incelendiğinde bu krizlerin finansal
piyasalardan etkileşiminin ne olduğu ve bu krizlerin açıklanması gereği ortaya çıkmaktadır.
Teorik modeller eksik ve yetersiz kalsa da ve krizlerin nedenleri konusunda bir
uzlaşmaya varamasalar da, her biri krizlerin farklı bir boyutuna dikkat çektiği için,
gelebilecek krizin belirtilerinin ne olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır. Yeni modeller,
eski modellerin yanlışlığını vurgulamak ya da tamamen reddetmek yerine daha çok önceki
modellerin yetersizliğinden dolayı geliştirilmiştir. Örneğin, ikinci nesil modellerde krize
neden olan faktörlerin üçüncü nesil modellerde yer almayacağı düşünülmemelidir. Üçüncü
nesil modeller, birinci ve ikinci nesil modellerin ortaya sürdüğü görüşlerin değişen koşullar
karşısında yetersizliğini ortaya koymaktadır245. Eichengreen’in yapmış olduğu bir sınıflamaya
göre, 1. ve 2. nesil modeller olarak adlandırılan iki model dışında, özellikle Asya krizini
açıklayan ve bankacılık/para krizlerinin ilişkilerini kurmaya çalışan modeller (yayılma veya
contagion etkisini) ile dışsal etkenlerin önemini vurgulayan modeller vardır246. Aşağıda bu
kriz modelleri ana hatlarıyla incelenmektedir.
2.1.2.2.1. Birinci Nesil Modeller
Kuramsal düzeyde, çok sayıda olmamasına rağmen finansal krizleri açıklamaya yönelik
modellerin ilki olan birinci nesil modeller, 1973-1982 yılları arasında Meksika ve diğer Latin
Amerika ülkelerinde ortaya çıkan para krizlerine tepki olarak geliştirilmiştir. Krugman’ın
1979 yılındaki çalışmalarıyla başlayan birinci nesil modeller, krizleri bütçe açıklarının bir
ürünü olarak değerlendirilmektedir. Hükümet, finansal açıkları kapatmak için eninde sonunda
244
Günal, Mehmet (2001b), a.g.m., s. 47.
Kansu, Aydan (2004), Türkiye 1994 ve 2001 Krizleri, Derin Yayınları, İstanbul, s. 56.
246
Yay, Gürkan Gülsüm (2001), “1990’lı Yıllardaki Finansal Krizler ve Türkiye Örneği”, Yeni Türkiye
Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 42, Kasım-Aralık, s. 1238.
245
97
para basmak zorunda kalabilmektedir. Krugman çalışmasında para ve maliye politikalarının
aşırı genişlemesinin uluslararası rezervleri eriteceğini, bunun sonucunda oluşacak bozulmada
sabit kur paritesinin terk edileceğini öne sürmektedir247. Birinci nesil kriz modelleri, parasal
krizleri daha çok reel piyasalardaki krizlere benzer yönleriyle analiz etmektedir248.
Krugman, S. W. Salant ve D. W. Henderson’un tükenebilir mallar ve özellikle altın
piyasası için yaptıkları çalışmayı esas alarak, bu çalışmanın sonuçlarının, ödemeler bilançosu
krizleri için de geçerli olacağını göstermiştir. 1984’de Flood ve Garber, Krugman’ın modelini
genişletmiş ve ardından ortak sonuçlara varan birçok çalışma yapılmıştır. Krugman, bu tip
modelleri “Kanonik Model” olarak adlandırmaktadır249. Salant ve Henderson, hükümetin
tükenebilir herhangi bir mal için belli bir fiyat tabanını korumaya çalışması durumunda,
spekülatörlerin rasyonel bir davranışla doğru zaman da bu mala hücum edeceğini, dolayısıyla
tükenebilir mallar için istikrarlı bir tavan fiyatının korunmasının mümkün olmadığını öne
sürmüştür. Bu çalışmada daha çok altın piyasası üzerinde durulmuş ve altın tükenebilir bir
kaynak olduğu için fiyatı sabitlenirse, bu politikanın er veya geç spekülatörlerin altına
hücumu ile son bulacağı belirtilmiştir. Böyle bir fiyat sabitlemesi için devletin, elinde belli bir
miktar stok olmalı ve bu malın fiyatı, belirlenen tavan fiyatın üzerine çıktığında müdahale
edilmelidir.
Salant
ve
Henderson,
böyle
bir
politikanın
sürdürülemez
olduğunu
vurgulamaktadırlar. Diğer bir ifadeyle döviz rezervlerindeki azalışın belirli kritik seviyeye
ulaşması birinci nesil kriz modellerindeki vazgeçilmez temeli oluşturmaktadır. Döviz
rezervlerinde ortaya çıkan ciddi kayıplar sonucunda sabit kur uygulamasına devam
edilememesi, döviz rezervlerinde kötüleşme ortaya çıkması sonucu, yerli para, yabancı ülke
paraları karşısında devalüe edilmektedir. Bu durum ise ödemeler dengesi krizi
yaratabilmektedir250. Bu tür modellerde krizlerin ortaya çıkışı ile döviz rezervlerindeki
azalmanın kritik noktası arasındaki ilişkinin gücü spekülatif saldırılara ve iktisadi oyuncuların
davranışlarının tahmin edilebilirliğine bağlı olmaktadır. Kısaca, spekülatif atak devletin
elindeki rezervlerin tükenebileceğinin hissedildiği zaman gerçekleşecektir251.
Krugman modeli kriz öncesi dönemi, uluslararası rezervlerin yavaş, ancak sürekli
olarak azaldığı ve iç kredi hacminin para talebine oranla hızla arttığı bir dönem olarak
247
Krugman, Paul (1979), “ A Model of Balance of Payments Crises”, Journal of Money, Credit and Banking,
Agust, s. 2.
248
Krugman, Paul (1997), “Currency Crises”, http://web.mit.edu/krugman/www/crises.html / krugman
home page /, 7.12.2004.
249
Karabulut, Gökhan (2002), a.g.e., s. 86.
250
Krugman, Paul (1997), a.g.m., s. 2.
251
Kaminsky, Graciela ve diğerleri (1997), “Leading Indicators of Currency Crises”, Staff Papers,
International Monetary Fund, 45, No: 1, March, s. 5.
98
tanımlamaktadır. Burada ortaya çıkan para fazlasının miktarını, kamu kesimini finanse etmek
ve finansal dengesizlikleri azaltmak amacıyla kamu kesimine açılan kredilerin miktarını
belirlemektedir. Bu modelin ana önermesi, krizlerin parasallaşmış aşırı miktarlara ulaşan
kamu kesimi borcu ile döviz kuru sistemi arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığı iddia
edilmektedir. Bu anlamda krizler hem kaçınılmaz, hem de önceden tahmin edilebilir
olmaktadır. Krugman modelinden şu önemli sonuçlar çıkarılmaktadır252; Her şeyden önce bu
model krizle ilgili olarak, döviz kuru ve ödemeler dengesi gibi temel ekonomik etkenleri esas
almaktadır. İkinci olarak, krizlerin nasıl patladığını göstermektedir. Üçüncü olarak, modele
göre Merkez Bankası, eğer sadece uygun uluslararası rezerve sahip olursa, sabit döviz kurunu
devam ettirebilmektedir. Çünkü ülkenin döviz rezervleri bittiği zaman, yetkililerin sabit döviz
kuru sistemini terk edip dalgalı döviz kuru sistemine geçmekten başka çaresi
bulunmamaktadır. Bu nedenle de, modele göre döviz kurunu sabitlemeden önce, ülkenin
uluslararası rezervlerinin sabitlenen kuru devam ettirecek düzeyde olması gerekmektedir. Son
olarak modele göre, yetkililerin spekülatif saldırıları bertaraf edebilmeleri için şansları yok
denecek kadar azalmaktadır. Ülke parasının spekülatif amaçlı satılan miktarı, parasal
tabandan az olsa bile, parasal taban Merkez Bankasının sabit olduğu net dış rezerv stokundan
fazla olacaktır. Yetkililer dışarıdan borçlanarak rezervlerini arttırabilirler. Ancak bu
rezervlerin, döviz kurunu sürdürmek amacıyla müdahale de kullanılması parasal tabanı arttırır
ve bu durumda da ülkenin elinde ülke parasına yönelik herhangi bir spekülatif saldırıyı
önleyebilecek düzeyde rezerv kalmamaktadır. Yetkililer, döviz kuruna müdahale etmezlerse,
spekülatif saldırıları ancak, faiz oranlarının artması ve parasal tabanın azalması pahasına
önleyebilirler. Eğer parasal tabandaki azalma önemli boyutlara ulaşırsa, faiz oranındaki artış
yeni bir bankacılık krizine yol açabilecek düzeye ulaşacaktır.
Döviz krizlerinin kaynakları konusunda belirli bir açıklama getiren bu model, krizlerin
başlangıcı ve gelişimi konusunda kapsamlı bir açıklama getirmemektedir. Günümüzde
yaşanan krizleri açıklamakta yetersiz kalan bu yaklaşıma göre sadece mevcut rezervlerle
spekülatif atakların önlenmesi pek gerçekçi görünmemektedir. Ancak bu model farklı
modellere öncülük ettiği ve yeni modellerin oluşturulması fikrini sağladığı için önem
taşımaktadır253. Krugman’ın döviz kuru üzerindeki çalışmaları daha sonra Flood ve Garber
tarafından geliştirilmiştir. Flood ve Garber, ilgili ülke parasından kaçış ve dövize yönelmenin
yalnızca spekülatif bir amaç yahut rasyonel olmayan yatırımcı davranışı ile başlamayacağı
olasılığını modellerine dahil etmişler; hükümetler tarafından oluşturulan politikaların, orta ve
252
253
Özer, Mustafa (1999), a.g.e., s. 57-58.
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 60.
99
uzun vadede sürdürülmesinin olanaklı olmadığı görülünce (örneğin, enflasyonlu bir ortamda
sabit kur politikası uygulamaya çalışılıyorsa) dövize hücum başlayacağını iddia etmişlerdir254.
Krugman’ın modelini esas alıp, bu modele yeni varsayımlar ekleyerek yeni bir model
geliştirenlerden biri de Calvo’dur. Bu yeni modelde, Merkez Bankasının döviz kurlarını
korumak için rezervlerden başka çeşitli araçlara sahip olduğu, sıkı para ve yüksek faiz
politikası uygulamalarının döviz piyasalarındaki istikrara yardımcı olacağı ifade edilmektedir.
Modelde doğal olarak döviz kurlarını korumak için uygulanacak diğer politikaların genel
ekonomik dengeler üzerinden başka olumsuz etkileri olabileceği üzerinde durulmakta ve
bunun birçok alternatif maliyeti beraberinde getireceğinin altı çizilmektedir255.
Bu modellerin eksikliği onların aşırı mekanik ve tek boyutlu olmasından; hükümetlerin
otomatik olarak tüm bütçe açıklarını monetize ettiğini ve Merkez Bankasının ekonomideki
gelişmelere
bakmadan
rezerv
satarak
döviz
kurunu
baskıladığı
varsayımlarından
kaynaklanmaktadır. Şüphesiz ki, bütçe açıklarının sürekli olduğu zamanlarda bile, açıkları
monetize (para basma) etmenin ötesinde başka politika seçenekleri vardır. Bunlarla beraber,
hükümetlerin çok çeşitli amaçları olduğundan, hemen hemen tüm politika seçenekleri
arasında uyuşmazlık (trade off) oluşmaktadır256.
Yukarıda kısaca açıklanan modellerin yanında birçok bilim adamının döviz kurlarının
sabit tutulması ya da bu sistemin terk edilmesi üzerine çalışmaları mevcuttur. Doğal olarak
önerilen farklı uygulamaların arkasında birçok farklı varsayım bulunmaktadır. Örneğin, döviz
kurlarının sabit tutulmak istenmesi durumunda temel alınan uluslararası döviz sahibi olan
ülke ile ekonomik parametrelerin birbiriyle uyumlu olması gerekmektedir. Aksi takdirde,
mevcut döviz kurları ile gerçekçi kurlar arasında farklar oluşacaktır. Bu durum, gerek döviz
piyasalarında gerekse dış ticaret gibi birçok alanda dengesizlikler yaratabilecektir. Bunun
yanında ilgili ülkelerin, herhangi bir ülkeyi esas alıp politikalarını ona göre oluşturmaları da
fazla gerçekçi gözükmemektedir. Zira her ülke insanının beklentileri ve bu beklentileri
karşılama seçenekleri farklı olabilmektedir.
Obstfeld tarafından yapılan çalışma “yaşanan gerçekliği” de modele dahil etmesi
açısından olayları açıklamada daha uygun bir model olarak ortaya çıkmaktadır. Zira daha
önceki modeller hükümet politikalarının ve uygulamalarının ele alınmasında çok mekanik
254
Flood, R. ve Garber, P. (1985), “Collapsing Exchange Rate: The Utility Maximizations Approach”, Journal
of International Money and Finance, Vol: 4, s. 175.
255
Alp, Ali (2004), “Finansal Piyasalarda Yaşanan ‘Evrim’ Çerçevesinde Döviz Krizleri, Yönetimi ve Türkiye
Açısından Bir Risk Degerlendirmesi” Finansal- Politik ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Yıl. 41, Sayı 486, s.
9-10.
256
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 23.
100
kalmakta ve birçok gerçeği ihmal etmektedir. Bu modelde, krizlerin ortaya çıkışları
sistematize edilirken, piyasada işlem yapan ekonomik birimlerin mevcut sabit kur
politikasının maliyetinin daha da artacağı ortaya konulmaktadır. Obstfeld ayrıca, tutarlı makro
ekonomik ve döviz kuru politikası uygulayan, bu anlamda itibarlı bir paraya sahip olan
ülkelerin paralarının spekülatif ataklara maruz kalmasının çok nadir olduğunu, ancak makro
ekonomik dengesizlikler yaşayan ve gerçekçi kur politikası uygulamayan ülkelerin paralarının
sürekli olarak bir spekülatif saldırı ve döviz krizi ile karşı karşıya kalabileceğini
söylemektedir257. Ayrıca 1. nesil kriz modellerinde sabit döviz kurunun yaşayabilirliği,
tamamen ekonomik ajanların davranışlarından bağımsız, dışsal olarak varsayılmaktadır. Yani
bu modellerde, iktisadi ajanların gelecek beklentilerinin veya iktisadi faaliyetlerinin hiçbir
şekilde finansal dengesizlikler veya kredi politikaları üzerinde etkisinin olmayacağı
vurgulanmaktadır.
2.1.2.2.2. İkinci Nesil Modeller
Kanonik kriz modeli bir takım eksiklikleri de bünyesinde taşımaktadır. Hükümetlerin
dış dengeleri göz önüne almadan bütçe açıklarını sürekli bir biçimde emisyonla kapattıkları,
merkez bankalarının döviz kurunu sürdürmek için dövizlerini son kuruşuna kadar harcadıkları
gibi çok da gerçekçi olmayan varsayımlar yapılmıştır. Bu eksiklikler birinci nesil kriz
modellerine duyulan güveni sarsmıştır. Ayrıca çeşitli ülkelerde özellikle 1990’lı yıllardan
itibaren karşılaşılan finansal krizlerin geçmiş teorilerle açıklanamaması başka açıklama
tarzlarına olan ihtiyacı artmıştır. Krugman’ın sürdürülemez düzeydeki sabit kurun mutlaka
terk edileceğini öngören modeli genel olarak finansal, özel olarak da para krizlerini anlamada
ilk adım olarak oldukça önemlidir. Bu model daha sonra bir taraftan farklı boyutlarda
karşılaştırılırken, diğer taraftan eleştirilere de konu olmuş ve yeni model oluşturma çabalarını
hızlandırmıştır. Bunlardan en önemlileri, “ikinci nesil kriz modelleri” olarak adlandırılan ve
makroekonomik politika problemlerine vurgu yapan modellerdir258. 1992-1993 Avrupa Para
Krizi’nden sonra gündeme gelen bu modellerde, para krizini yaratan olgu, makroekonomik
politikaların sürdürülebilirliği ile ilgili beklentilerde ortaya çıkan ani değişikliklerdir.
Spekülatif saldırı modelleri olarak da adlandırılan ikinci nesil modeller enflasyonun
ekonomik yapı üzerindeki beklenmedik etkilerini vurgulamaktadır. Bu yönü ile ikinci nesil
kriz modelleri, kendi kendini besleyen bir yapı içermektedir. Yüksek işsizlik, yüksek devlet
257
Obstfeld, Maurice (1995), “International Currency Experience: New Lessons Relearned”, Brookings Paper
on Economic Activity, No: 2, s. 119-120.
258
Delice, Güven (2003), a.g.m., s. 65.
101
borcu ve yüksek faiz oranlarını idare etmek bir devlet açısından kolay olmadığından,
piyasadaki oyuncular böyle bir yapı içinde nominal faiz oranlarının yükseleceğini ve yerli
paranın değer kaybederek dengeye geleceğini bilmektedir. Böyle bir yapı içinde merkez
bankalarının kurları veya faiz oranlarını savunmak için atacağı adımlar bankacılık sektöründe
ciddi kayıplara neden olmaktadır. Krugman’a göre259; “ikinci nesil kriz modelinde, faiz
oranlarını yükseltme yoluyla fiziksel olarak sabit kuru belirsiz şekilde savunabilen bir
hükümet, desteklediği kur politikalarının güvenilebilirliği veya desteklediği kuru bırakarak
kuru dalgalanmaya bırakmanın ortaya çıkaracağı politik çözülmenin maliyetlerini göz önüne
alabilmelidir”.
Spekülatif atak başladığı zaman, faizlerin yükselmesi ekonomiye durgunluk getirip
işsizliği arttıracağından, bu maliyeti göze alamayan kamu otoriteleri, genellikle sermayenin
ülke dışına çıkmasına seyirci kalarak, döviz kurunu dalgalanmaya bırakmakta gecikmektedir.
Daha açık ifade ile, Merkez Bankası, rezervleri tükeninceye kadar defansif işlemler yapmaya
devam etmektedir. Rezervleri tükenince de defansif işlemlere son verir ve gecikmeli olarak
döviz kurunu dalgalanmaya bırakırsa bunun sonucunda ortaya çıkan veya şiddetlenen
enflasyonu Merkez Bankası ister istemez kabullenmektedir. İkinci nesil krizlerin üç ana
bileşeni bulunmaktadır260:
• Kamunun sabit döviz kur politikasını sürdürmek istemesinin mutlaka bir nedeni
bulunmaktadır.
• İzlenilen sabit döviz kuru politikası nedeniyle katlanılmış olan bir maliyet
bulunmaktadır. Bu maliyet sabit kurdan çıkmayı zorlaştırmaktadır.
• İktisadi birimlerin beklentileri önem kazanmaktadır.
Hükümetlerin, ulusal para biriminin değer kaybetmesine izin vermeleri ancak yurtiçi
piyasalarda bazı düzeltmelere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu düzeltmelerin en önemlisi, büyük
miktarlara varan ve sabit kur uygulandığı için bir türlü sona erdirilemeyen iç borçlanmaların
tasfiye edilmesi zorunluluğudur. Başka bir neden de ülkenin aşağıya doğru “katı” bir ücret
sistemi sebebi ile yaşadığı işsizlik sorununu çözme kararlılığıdır. Hükümetler bu sorunları
çözebilmek için genişletici para politikaları uygulamak ister, ancak sabit kur rejimi bu
uygulamalara engel teşkil etmektedir. Kamuoyunun beklentileri de sabit kuru korumayı ve
sürdürmeyi zorlaştırmaktadır. Şayet halk gelecekte paranın devalüe edileceğine inanmış ise
259
260
Krugman, Paul (1997), a.g.m., s. 4.
.Krugman, Paul (1997), a.g.m., s. 3.
102
sabit kuru korumak maliyetli olacaktır. Örneğin, devalüasyon olacağı inancıyla hareket eden
tasarruf sahipleri paralarının değer kaybedeceğini düşünerek yüksek faiz oranları talep
edecekler, bu da mevcut borç yükünü arttırarak devalüasyonu zorunlu duruma
getirebilecektir. Ayrıca, işçi sendikaları olası devalüasyonu hedefleyerek ücret düzeylerini
öyle yüksek tespit edeceklerdir ki, maliyet artışları ülke sanayinin uluslararası rekabet gücünü
kaybetmesine neden olacak, bu gücün yeniden kazanabilmesi için devalüasyon yapmak
gerekli duruma gelebilecektir. Ayrıca, kısa vadeli faiz oranlarının yüksek belirlenme
zorunluluğu hükümetin nakit akışı ile birlikte üretim ve istihdam düzeylerini de düşürecektir.
Bu geniş kapsamlı tesirlerin birlikte çalışması ise sabit döviz kurunu sürdürmenin
maliyetlerini arttırıcı bir süreç ortaya çıkaracaktır. Bu ortamdaki bir hükümetin sabit döviz
kurunu sürdürmek istemesi durumunda, ileride devalüasyon yapılması olasılığını gören
spekülatörlerin milli para aleyhine pozisyon alarak, olması beklenen devalüasyonun vaktinden
önce gerçekleştirmeleri söz konusu olacaktır. Milli paradan olabilecek kaçışı sezen
spekülatörler daha önceden pozisyon alabilecektir. Dolayısıyla sabit döviz kurunu sona
erdirecek kriz, bu sonucu gerektirecek değişiklikler tamamen gerçekleşmeden bile ortaya
çıkabilecek ve sabit döviz kuru rejimini sona erdirebilecektir.
İşte bu gerçekleri gören bir grup iktisatçı, para krizlerini açıklamak amacıyla birinci
nesil modellere alternatif modeller geliştirmişlerdir. İkinci nesil kriz modeli denilen bu
modellerin ortak özelliği, ekonominin temel göstergelerinde bir kötüleşme olmaksızın da
ekonomilerde kriz çıkma olasılığı üzerinde durmalarıdır261. Diğer bir ifadeyle bu modeller,
para ve maliye politikaları tutarlı olsa bile, bir ülke parasına yönelik spontane spekülatif
saldırıların nasıl bir krize neden olacağını açıklamaktadır. İkinci nesil modeller, spekülatif
saldırıların zamanlamasını “güneş lekesine” bağlamaktadır. Güneş lekesi, piyasada yayılan
bilgiye piyasa oyuncularının inanmasıyla bu bilgi, etkili bir bilgi haline gelmektedir262.
Bu modeller, ayrıca ekonomik politikaların belli koşullara bağlı olarak uygulanmaları
nedeniyle, birden fazla dengeye ve kendi kendini besleyen krizlere yol açacaklarını iddia
etmektedir263. Bu modellerde kendi kendini besleyen beklentiler önemli rol oynamaktadır.
Eğer kamuoyu, hükümetin sabit döviz kurunu sürdüreceğine inanmıyorsa ve yurtiçi bono
sahipleri paranın devalüasyonuna karşı kendilerini koruyabilmek için yüksek faiz talep
edeceklerdir. Ayrıca, işçi sendikaları yüksek ücret talep ederek yurtiçi sanayilerin rekabet
261
Özer, Mustafa (1999), a.g.e., s. 67.
Krugman, Paul (1997), a.g.m., s. 5.
263
Kaminsky, Graciela ve digerleri (1997), “Leading Indicators of Currency Crises”, Staff Papers, International
Monetery Fond, 45, No: 1, March, s. 7.
262
103
gücünün azalmasına neden olacaktır. Bu tür faaliyetlerde hükümetin sabit kuru sürdürme
maliyetini arttırarak, sabit kur uygulamasından vazgeçilmesini hızlandıracaktır. Böylelikle
kamuoyunun devalüasyon kuşkuları kendi kendini besleyen bir olaya dönüşecektir.
İkinci nesil modellerin iki anahtar özelliği bulunmaktadır264. Bunlardan ilkine göre,
devlet bir amaç fonksiyonunu maksimize etmeye çalışan aktif bir birimdir. İkincisine göre ise,
ekonomide birden fazla dengenin oluşmasında etkili olan bir dairesel süreç bulunmaktadır.
Kurumsal beklentiler bir veya diğer dengeye ulaşılmasını sağlayacağından bu modellerin
çoğu açıktan veya zımni olarak kendi kendini besleyen kriz olasılığını kabul etmektedir.
Örneğin, önemli bir grup yatırımcının bütün kötümserliği döviz kuru sisteminin sona
ermesine ve negatif beklentilerin doğrulanmasına neden olan bir sermaye kaçışını başlatırsa
bu tür kriz ortaya çıkmaktadır.
İkinci nesil modeller bazı ortak özelliklere sahip olmalarına rağmen aynı zamanda çok
hayati noktalarda birbirlerinden ayrılmaktadır. Bazı modellerde ekonomik temeller bir krizin
ne zaman olabileceğini belirlemede anahtar rol oynamaktadır. Özellikle bazı ikinci nesil
modeller bir krizin nerede olabileceği veya nerede olamayacağı konusunda kritik değişkenler
için orta seviye bir aralık belirlemektedir. Sonuç olarak, bir kriz olasılığı ekonomik temellerin
pozisyonu tarafından belirlenir ve göreceli olarak iyi ekonomik temellere sahip bir ülke asla
bir para krizi yaşamamaktadır. Bu sonuç, her ne kadar bir krizin zamanlamasını tahmin etmek
olanaklı olmasa bile, hangi ülkelerin bir para krizine düşme riski taşıdığını tahmin etmenin
olanaklı olduğunu ifade etmektedir. Bu modellerin bazıları ise beklenmedik şokların ya da
makroekonomik çevrede ani değişikliklerin otoritelerin döviz kuru sistemini sona
erdirmelerine neden olabileceği belirtilmektedir.
2.1.2.2.3. Asya Krizini Açıklayan Modeller
Finansal piyasaların giderek bütünleştiği günümüz dünyasında herhangi bir ülkenin
finans piyasasında meydana gelen istikrarsızlıkların veya krizin bir başka yerde
makroekonomik temellerde açıklanamayan bir krizi başlatabilmesi gerçeğinden hareket eden
bu modellerde265, hükümetlerin ahlaki çöküntüye yol açan politikaları, özellikle finansal
güvenlik ağları, krizi yaratan temel faktör olarak ele alınmaktadır. Asya krizi, ne bütçe
açıklarının finansman yönteminin sabit kur sistemiyle tutarsızlığından kaynaklanan birinci
nesil modelle ne de makroekonomik büyüklükler kriz yaratacak düzeyde olmadığı halde
264
Vildan, S. ve Eyup Bastı (2001), a.g.m., s. 1216.
Mason, P. (1998), Contagion: Monsoonal Effects, Spillovers, and Jumps between Multiple Equilibria,
IMF Working Paper, No: 98/142, September 1, s. 2.
265
104
spekülatörlerin hükümetin sabit kur sistemini sürdüremeyeceği yönünde oluşan beklentilerin
neden olduğu ikinci nesil döviz krizi modeliyle açıklanamamıştır266. Dolayısıyla Krugman,
üçüncü tip, belki daha fazla modellere ihtiyaç duyulduğunu vurgulamış ve Asya krizini
açıklamak üzere “üçüncü nesil modeller” (Yayılma/Bulaşma Etkisi Modeli) geliştirmiştir267.
Bu modelde Mishkin’in belirttiği gibi, ahlaki çöküntüler ile asimetrik bilgi sorunlarını ele
almakta ve bu krizler esnasında ve sonrasında görülen krizlerin bir ülkeden diğerine yayılması
olgusunu açıklamaya yönelmektedir. Mishkin, finansal sistemin bilgi akışına müdahale eden
şokların finansal istikrarsızlığa yol açtığını, böylece finansal sistemdeki yatırım fırsatlarının
üretken fonlara kanalize olmasına yardımcı olan temel işlevin yerine getirilemediğini ifade
etmektedir268.
Bu tip modellerin çeşitli versiyonları bulunmaktadır. İlk versiyon, finansal
liberalizasyonun ardından iyi regüle edilmemiş bir bankacılık sisteminin ve mikroekonomik
bozuklukların, gizli mevduat sigortası ve gizli kamu garantileri gibi, ahlaki tehlike (moral
hazard) ve aşırı borçlanma (over lending ) yaratarak ciddi krizlere yol açtığını belirten
modellerdir. Hızlı bir finansal liberalizasyondan sonra denetimi ve düzenlemeleri zayıf bir
bankacılığın varlığı durumunda, yoğun sermaye girişleri, risk yönetimi gelişmemiş ve
sermaye yeterlilik oranları düşük bankalar aracılığıyla, aşırı bir borç verme ve/veya tüketim
patlamasına yol açmakta; aşırı borçlanma borsada ve gayrimenkul fiyatlarında patlamaya
neden olmaktadır (boom dönemi). Ekonomi resesyona girdiğinde ise iyi değerlendirmeden ve
izlemeden verilen krediler bankaları kırılgan ve krize duyarlı duruma getirmekte, ülke içi
parayı savunmak zorlaşmakta ve parada bir çöküşü tetiklemektedir (Boom/Bust Cycle)269.
Asya tipi krizi açıklayan modellerin diğer bir vurgusu da, hükümet tarafından gizlice
desteklenen ve bağlı şirketlerine kredi vermesine göz yumulan (Crony Capitalism) bankaların
ahlaki tehlike dayalı olarak yarattığı aşırı borçlanmanın ve fonlanmamış yükümlülüklerin
aslında gizli devlet borcuna dönüşebileceğidir. Bu durumda makroekonomik temellerdeki
sağlamlık bir yanılgı halini almakta ve hükümetler fiilen dikkatsiz ve sürdürülemez
harcamalara katlanmak durumunda kalmaktadır.
Radalet ve Sach, krizlerin banka paniklerinin ürünü olduğunu belirten modeller ileri
sürmüşlerdir. Bankalar arasındaki borç alışverişinin açıkça belirtilen veya belirtilmeyen
266
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 113.
Krugman, Paul (1998), “What Happenet to Asia”, http://web.mit.edu/krugman/www/DISINTER.html,
15.12.2004.
268
Mishkin, Frederic S. (1999a), “Global Financial Instability: Framework, Events, Issues,”, Journal of
Economic Perspective, Vol: 13(4), s. 5.
269
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 25.
267
105
şekilde karşılıklı olarak yükümlülüklerin geri ödeneceği garantisi ile yürütmekte olduğunu
belirtilmektedir. Ancak, bankaların ellerindeki fonları kötü yönetmesi ve iyi denetleyememesi
veya kamuoyuna şeffaf bir şekilde bilgi aktarılamaması sonucunda ortaya çıkan riskli
durumların bertaraf edilememesi, finansal sistemleri kilitleyecek boyuta çıkabilmekte, hatta
bu riskler ülkeler arasındaki finansal ilişkiler ve aktarım mekanizmaları yoluyla diğer ülkelere
de bulaşabilmektedir270. Son tip modeller ise krizlerin temelinde bankacılık ve finans
kesiminin sorunlarının, özellikle bilanço sorunlarının yattığını ileri süren modellerdir. Bu
yaklaşıma göre krizlerin büyük çoğunluğu ya ekonominin önemli bir kısmının (kamu yada
özel kesim) bilançolarının kredi verilebilirliğine ya da döviz kurlarına duyulan kuşkudan
doğmaktadır. Sermaye akımları da bu iki sorunu hızla birbiriyle ilişkili duruma getirmektedir.
Mishkin’in vurguladığı gibi, bir finansal sektör problemi, paranın değerini düşürürken, bir
devalüasyon da bankaların pozisyonunu (eğer yükümlülüklerinin büyük kısmı döviz
cinsindense) şiddetle zayıflatmaktadır271. Ayrıca, bireylerin rasyonel olmayan davranışları
veya parasal fon yöneticilerinin karşılaştıkları asimetrik güdüler nedeniyle yatırımcılarda
oluşan rasyonel olmayan beklentilerin de krizlerin yayılmasını ve bulaşmasını etkilediği kabul
edilmektedir272.
Farklı ülkelerde eşanlı olarak ortaya çıkan krizlerle ilgili öne sürülen bir tez, ülkelerin
kendi içlerinde benzer kırgınlıkları taşıdıklarını (örneğin, Asya’da sabit bir döviz kuru sistemi
ve dolar cinsinden aşırı dış borçlar gibi) ve bu yüzden ortak şoklarla sarsıldıklarını
belirtmektedir. Ortak şokların olmadığı durumlarda ise, bir kriz bir ülkeden diğerine çeşitli
kanallarla yayılmaktadır273. Bu kanallardan biri, ülkelerin birbiriyle olan ticari bağlantılarıdır.
Birbirleriyle ticari bağlantıları olan ülkelerden birinin devalüasyon yapması, diğer ülkeleri de
rekabet edebilirliği sağlamak için devalüasyona zorlamaktadır. Buradaki geçiş etkisi sadece
ülkeler arasında ticaretin genişliğine değil, rakip olmalarına da bağlanmaktadır. Ticari
bağların dışında, finansal piyasaların karşılıklı bağlılığı; ortak kreditörlerden borçlanma veya
kreditörlerin portföylerinin karşılıklı bağımlı olması da yayılma etkisini sağlayan kanallardır.
Asya’da olduğu gibi, bir piyasada likidite eksikliği durumunda borç verenler/yatırımcılar
diğer piyasalardaki aktiflerini likit duruma getirmeye çalışmaktadır. Borç verenler, her piyasa
hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları ve yeni bilgi de maliyetli olduğu için, bir ülkedeki
borçlular ödemelerini yerine getiremediğinde, diğer ülkelerdeki borçlarını da geri
270
Radalet , S. ve J. Sachs (2000), “The Onset of the East Asian Financial Crises”, Curency Crises, Chicago:
The University of Chicago Press, s. 108.
271
Yay, Gülsüm. G. (2001), a.g.m., s. 1240.
272
Delice, Güven (2003), a.g.m., s. 65.
273
Yay (2001), a.g.m., s. 1240.
106
çağırmaktadırlar. Bu da bu piyasalarda sürü psikolojisinin (herding) hâkimiyeti, yayılma ve
bulaşma etkisini hızlandırmaktadır.
1990’lardaki finansal krizler yoğun bir yayılma mekanizmasına sahip olmaktadır. Son
Asya krizinde, Tayland’da başlayan spekülatif atak bölge ülkelerine hızla yayılmış ve bu
ülkelerde de krizi tetiklemiştir. Bölge krizinde ülkelerin ekonomik yapısından bağımsız olarak
uluslararası yatırımcının kanaatleri de krizlerin yayılmasında etkili olmuştur. Örneğin, Latin
Amerika krizinde kriz, Meksika’dan Arjantin, Brezilya ve bölgedeki birçok ülkeye hızla
yayılmıştır. Fakat, Filipinler ekonomisi, bu Latin Amerika ülkeleriyle iç içe geçmiş olmasına
ve benzer bir borç yüküne sahip olmasına rağmen, bu krizden etkilenmemiştir. Bunun en
önemli nedeni, yatırımcıların bu eski İspanyol kolonisini Latin Amerika grubundan ziyade
Asya grubunda görmelerindendir274. Gerçektende Asya krizinde Filipinler, krizden etkilenen
ülkeler arasında bulunmaktadır.
Sonuç olarak bir ülke finansal piyasasında yaşanan krizin, diğer ülkelere yayılması üç
yoldan gerçekleşmektedir. Bunlardan ilki, krizdeki ülkelere satış yapan yabancı firmaların
taleplerindeki düşüşün yaratacağı gelir etkisidir, ikincisi yabancı yatırımcıların bir başka
piyasada uğradıkları kayıpları karşılamak için hisse senedi piyasasında yüksek satışlar ve
likiditeye geçme arzusudur. Son olarak da, yabancı yatırımcıların aynı bölgede faaliyet
gösteren firmaları yeniden değerlendirmektedir275. Her üç kanaldan yayılan etki finansal
piyasaları kısa sürede olumsuz yönde etkilemektedir.
2.1.2.2.4. Dışsal Faktörlere Vurgu Yapan Modeller
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde yaşanan krizlerde dışsal faktörlerin belirleyiciliği
hareket noktasıdır. Bu çerçevede sanayileşmiş ülkelerdeki önemli ekonomik gelişmeler (dış
ticaret hadlerinde, döviz kurlarında ve faiz oranlarındaki büyük ölçekli değişmeler),
yatırımların globalleşmesi ve sermaye piyasalarının artan entegrasyonu gibi faktörlerin,
gelişmekte olan ülkelerde krizleri harekete geçirdiği kabul edilmektedir276. Örneğin,
sanayileşmiş ülkelerin faiz oranlarındaki düşüşler, sermaye akımlarını gelişmekte olan
ekonomilere yönlendirirken, faiz artışlarında meydana gelen ani artışlar, bu ekonomilerdeki
bankaların
ve
firmaların
maliyetlerini
yükselterek,
dış
finansman
açıklarını
sınırlayabilmektedir. Bununla birlikte, yapılan bazı çalışmalar, finansal piyasalar arasındaki
274
Karabulut Gökhan (2002), a.g.e., s. 86.
Coşkun, M. Necat (2001), a.g.m.,s. 44.
276
Yay ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 28.
275
107
artan entegrasyonun uzun vadede makroekonomik göstergelerdeki aşırı dalgalanmaları
(volatility) azalttığını ortaya koymaktadır.
Özellikle 1997-1998’de Asya’da yaşanan krizin arkasında para ve bankacılık krizlerinin
(ikiz krizler) ortak bazı faktör ve olgular tarafından yaratıldığını vurgulayan ve problemlerin
kaynağının banka ve finans sektörü olduğunu belirten çok sayıda model geliştirilmiştir. Bu
modellerin büyük bir kısmında 1990’lardaki krizlerin bütün sorumluluğu serbest sermaye
akımlarına yüklenmektedir. Ancak sermaye kontrolü uygulayan ülkelerde özellikle para
krizlerinin çok daha olası olduğunu ortaya koyan çalışmalar, bu teze dikkatli yaklaşılmasını
gerektirmektedir.
Yukarıda özetlenmeye çalışılan finansal kriz modellerinin, spesifik olarak bir ülkede
yaşanmış olan finansal krizin tam olarak açıklanmasına yetemeyeceğinin ve bu modellerin
yalnızca genel çerçevenin kavranmasında kullanılabileceği unutulmamalıdır. Zira hemen her
ülkede, o ülkenin içinde bulunduğu özgün koşulların (makroekonomik, politik vs.) farklı
olması nedeniyle, ortaya çıkan istikrarsızlık ve uygulamada alınacak kararların sonuçları
farklı olabilmektedir.
2.1.3. Finansal Krizlerin Nedenleri
Bir ülkede ekonomiyi, finansal istikrarsızlıklara açık duruma getiren çeşitli etkenler
bulunmaktadır. Bu etkenleri makro ve mikro olarak sınıflandırmak mümkün olduğu gibi
kamusal ve bireysel etkenler olarak da sınıflandırmak mümkündür. Genel kabul görmüş
sekliyle finansal istikrarsızlığın nedenleri finansal liberalizasyon ve sabit döviz kuru
sistemidir277. Bu iki yaklaşıma sürdürülemez makroekonomik politikalar, finansal yapıdaki
zayıflıklar, sermaye hareketlerindeki aşırı dalgalanmalar, global finansal durum, politik
istikrarsızlıklar, teknolojik ve ekolojik alandaki hızlı değişim, bilgi ve iletişim
teknolojilerindeki hızlı gelişmeler de ilave edilmektedir. Aşağıda finansal liberalizasyon, sabit
döviz kuru ve makroekonomik nedenler açısından ana hatlarıyla açıklanmaktadır.
2.1.3.1. Finansal Liberalizasyon
Finansal baskılamaya278 karşı finansal serbestlik politikalarının gündeme geldiği
1970’lerin başından itibaren yapılan akademik tartışmalar, 1980’lerde dünya ülkelerinin
büyük bir kısmında finansal sistemlerin ciddi bir şekilde deregülasyonu ile sonuçlanmıştır.
277
Alkan, N. Adanur (2003), “Finansal Krizlerin Anatomisi”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Öneri Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 19, Ocak, İstanbul, s. 155.
278
Finansal baskılama terimi, bir ülkede finansal piyasaların fiyat kontrolleri vb. yöntemlerle etkin bir şekilde
çalışmasına izin verilmiyorsa, o ülkenin finansal sistemi baskılanmış demektir.
108
Finansal piyasaların daha etkin ve baskılanmamış bir ortamda müdahalelerden uzak bir
şekilde çalışması sonucuna yönelik liberalizasyon uygulamaları, beraberinde ciddi riskler de
getirmiştir. Faiz kontrollerinin kalkması, zorunlu rezervlerin azaltılması, piyasaya girişin hem
yerli bankalar hem de yabancı bankalar için kolaylaştırılması, yerli paranın konvertibilitesinin
sağlanması, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi gibi iç ve dış finansal deregülasyon
uygulamaları bankacılık sisteminin faiz, döviz kuru, likidite ve ödeyebilirlik risklerini önemli
ölçüde
arttırmıştır279.
Finansal
liberalizasyon
kavramının
gelişimi ve
entegrasyon
uygulamalarının boyutları analiz edildiğinde, finansal sistemin artan risk yapısı daha iyi
anlaşılmaktadır.
Finansal liberalizasyon süreci ile birlikte gelişmekte olan ülkelerde yüksek reel faiz
oranından yabancı sermaye girişi teşvik edilmiştir. Sermaye girişi, ulusal paralarını dolara
sabitleyerek sabit döviz kuru sistemini uygulayan hükümet politikalarıyla da desteklenmiştir.
Finansal liberalizasyona bağlı olarak gelişen yüksek reel faiz oranları, gelişmekte olan
ülkelerde finansal sektörün likidite krizlerinin önemli nedenlerini oluşturmaktadır. Faiz
oranlarındaki yükselme, gelişmekte olan ülkelerdeki finansal istikrarsızlığın önemli bir
göstergesidir. Çünkü, yüksek faiz oranlarından borç verme işlemleri, piyasada riski seven
yatırımcının olduğunu ve kredi riskinin yükseldiğini ortaya koymaktadır. Faiz oranlarındaki
yükselmenin bankacılık sisteminin net serveti üzerine etkileri söz konusu olmaktadır. Ayrıca,
şimdiki değer itibariyle varlıkların değerindeki azalmayı hızlandırarak, bankacılık sisteminin
net servetini etkilemektedir280.
Mc Kinnon-Shaw’a göre ise, finansal liberalizasyon sonucunda gerçekleşen yüksek faiz
oranları, hane halkının tasarruf eğilimini arttırmaktadır. Tasarrufların artması, finansal aracılık
hizmetlerinin artmasını ve buna bağlı olarak özel sektöre yönelik kredi imkânlarını
arttırdığından dolaylı olarak bu durum, yatırım ve ekonomik büyümeyi teşvik etmektedir.
Ancak, uygulamadaki örneklerden bir kısmı McKinnon-Shaw hipoteziyle bağdaşmamaktadır.
Latin Amerika’daki finansal baskı sürecini takiben ağırlık kazanan ulusal sermaye
piyasalarının
liberalizasyonuna
yönelik
uygulamalar,
1980’li
yıllarda
başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Söz konusu ülkelerdeki finansal liberalizasyon uygulamaları, finansal sisteme
yönelik kurumsal düzenlemelerin yapılmadığı bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Finansal
baskının kaldırılarak kurumsal düzenlemeler yapılmadan finansal liberalizasyon politikalarına
279
280
Karabulut, Gökhan (2002), a.g,e., s. 41.
Mishkin, Frederic S. (1999a), a.g.m., s. 10.
109
ağırlık verilmesi, finansal piyasaları krize açık duruma getirmiştir281. Gelişmekte olan
ülkelerde finansal liberalizasyonla birlikte 1990’lı yıllarda uluslararası sermaye girişleri ile
beslenen bir kredi arzı genişlemesi söz konusu olmuştur. Bu dönemde bankacılık sistemi aşırı
risk yüklenerek kredi arzını arttırmıştır282.
1990’lı yıllarda yaşanan finansal krizlerin belki de en temel nedeni sermaye
hareketlerinde yaşanan sınırsız serbestleşmedir. 1990’lı yıllardan itibaren yoğunlaşan
küreselleşme çabaları, sermaye hareketlerinin geleneksel (doğrudan yatırım) işlevlerinin
değişmesine neden olmuştur. Kısa vadeli spekülatif bir hal alan sermaye hareketleri, resmi
kanallardan özel kanallara inerek ülke ekonomileri üzerinde son derece büyük oynaklıklara
neden olmaktadır. Gelişen bir ekonominin, gerekli makro ekonomik koşulları (denk bütçe,
fiyat istikrarı, adil bir gelir dağılımı, katma değeri yüksek olan malların üretimi, denetimli
bankacılık kesimi, derinliği olan finansal kesim, reel büyümeyi sağlayan bir ekonomik
yapılanma) sağlamadan, finansal serbestleşmeye geçmesi, ülkeye yarardan çok zarar
getirebilmektedir283. Uzun dönemli sermaye hareketlerinden yararlanmak isteyen bir
ekonominin istikrarlı bir reel büyüme oranına sahip olması gerekmektedir. Yapısal ve
kurumsal zayıflıklar taşıyan bir ekonomide sermaye hareketlerini etkileyecek olanaklar sınırlı
olduğu için, kısa vadeli sermaye akımları, ancak yüksek faizler sunularak cazip duruma
getirilmektedir284. Bu durum da kriz riskini artırmaktadır.
Uluslararası sermaye akımları nedeniyle oluşan sermaye fazlalığı, gayrimenkul ve
menkul değerler piyasasına yönelmiştir. Söz konusu piyasalara yönelen likidite fazlası,
fiyatların artmasına neden olmuştur. Ayrıca, Hernando De Soto 2000 yılında yayınlanan
Sermayenin Sırrı285 adlı çalışmasında gelişmekte olan ülkelerdeki finansal başarısızlığın
nedenini yatırımların genellikle gayrı menkul sektörüne yapıldığından, bu yatırımlarında
ekonominin aktifinden çıkarak pasif, üretken olmayan alana yapılmasına bağlamaktadır.
Gayrimenkul ve menkul değer fiyatlarında meydana gelen fiyat yükselmelerinde iki temel
süreç söz konusudur286: Birincisi, finansal liberalizasyon veya Merkez Bankasının izlemiş
olduğu genişletici para (kredi) politikaları sonucunda fiyatların yükselmesi, ikincisi ise, kısa
vadeli borçlanarak yüksek fiyattan gayrimenkul veya menkul değer satın alımına yönelen
281
Williamson ve Mahar (2002), a.g.e., s. 47.
Mishkin, F. (2001), a.g.m., s. 8.
283
Eren, A. ve B. Süslü (2001), a.g.m., s. 665.
284
Akyüz, Yılmaz (1995), “Küreselleşme ve Kriz”, İktisat İşletme Finans Dergisi, Mayıs, s. 14.
285
Mystery of Capital (2000): Why Capitalisim Triumphs in The West and Fails Everywhere Else? New York:
Basic Books. Aktaran; Ali Alp (2004), “Sermayenin Sırrı ve Türkiye”, Piyasa Dergisi, Sayı. 10, s. 105
286
Alkan, N. Adanur (2003), a.g.m., s. 156.
282
110
yatırımcıların borçlarını geri ödeyememeleri, finansal sistemde istikrarsızlık yaratmıştır.
Finansal krizler söz konusu ödeme güçlüklerini takiben meydana gelmektedir.
Literatürde para krizlerinin bankacılık krizlerine bağlı olduğunu savunan görüşler
mevcuttur. Söz konusu görüşlerde bankacılık krizlerinin oluşumuna neden olan temel
faktörün finansal liberalizasyon olduğu vurgulanmaktadır287. Demirgüç-Kunt ve Detragiache
çalışmalarında banka krizlerinin meydana gelmesinde makroekonomik gelişmelerden
kaynaklanan istikrarsızlıklar dışında, bankacılık sisteminin yapısından kaynaklanan
sorunlarında etkili olduğunu savunmuşlardır. Özellikle bankacılık sisteminin kredi arzını
büyük ölçüde sermaye girişlerine bağlı hale getirmesi, sermaye çıkışlarının olduğu durumda
sistemde kriz oluşumunu hızlandırmıştır288.
Finansal krizler arasındaki nedensellik şöyle ifade edilmektedir. Yurtdışı faiz
oranlarında yükselme şeklinde gerçekleşen bir dış kaynaklı şok, sabit döviz kuru şartlarında
uluslararası rezervleri azaltmaktadır. Sterilizasyon politikaları uygulanmadığında bu durum,
kredi arzının azalmasına, banka iflaslarına ve finansal krizlere neden olmaktadır. Banka ve
para krizleri arasındaki nedenselliğin çift yönlü olduğunu savunan görüşlerde bulunmaktadır.
Döviz kuruna dayalı istikrar programları bu duruma örnek olarak gösterilmektedir. Çünkü bu
programlarda enflasyon aşamalı olarak düşürülürken, reel döviz kuru kümülatif olarak değer
kazanmaktadır. Programın ilk başında dış borçlanma ile finanse edilen ithalata bağlı olarak
iktisadi faaliyetler genişlemekte, ilerleyen aşamalarda ise giderek artan cari işlemler bilançosu
açıkları nedeniyle istikrar programları sürdürülemez bir özellik kazanmaktadır. Söz konusu
aşama ulusal paraya karşı spekülatif atakların başladığı aşamadır289. Finansal serbestleşme
sürecinde krize sürüklenmiş bulunan, yükselen piyasalar olarak nitelendirilen bir dizi
ekonomide finansal birikim modelinin uygulandığı saptanmıştır. Finansal birikim modelinin
temel özellikleri aşağıda özetlenmektedir290:
• Büyümenin kısa vadeli sermaye akımlarına bağımlı olması,
• Ekonomik aktivitelerin finansal spekülasyon ve rantlar tarafından yönlendirilmesi ve
biçimlendirilmesi, buna bağlı olarak da bölüşümün giderek spekülatif kazanç sağlayanlar
lehine gerçekleşmesi,
287
Kaminsky, G. L ve Reinhard, C. M. (1999), “ The Twin Crises: The Causes of Bankıng and Balance of
Payments Problems”, American Economic Review, Vol: 89, No: 3, June, s. 475.
288
Demirgüç, Kunt. A. ve E. Detragiache (1998), “The Determinations of Banking Crises in Developing and
Developed Countries”, IMF Staff Papers, Vol: 45, No: 1, s. 83.
289
Alkan, N. Adanur (2003), a.g.m., s. 157.
290
Sönmez, Sinan (2004), a.g.m., s. 132.
111
• Finans sektörünün reel sektörden kopuk olması,
• Kamu maliyesindeki makro dengesizlik ve kriz ilişkisinin olması,
• İktisat politikalarının – kısa vadeli- sermaye girişlerine bağlı olması,
Finansal birikim modelinin ana özellikleri olumsuzlukları ve kırılganlıkları ortaya
koymasıdır.
Finansal
serbestlik
politikalarının
hazırladığı
finansal
entegrasyonun
makroekonomik istikrarsızlığın ötesinde krizlere de yol açtığı görülmektedir. Son dönemlerde
Kolombiya, Uruguay, Venezüella, Şili, Meksika, Brezilya, Arjantin, Türkiye, Filipinler,
Endonezya, Malezya, Güney Kore ve Rusya gibi bir dizi yükselen piyasalar krize
sürüklenmiştir.
2.1.3.2. Sabit Döviz Kuru Sistemleri
Krizi yaşayan ülkelerin hemen hepsinde sabit kura dayalı istikrar programlarının risk
etkisi bulunmaktadır. Bu risklerden birincisi, bu tür programların sadece bankacılık sektörünü
değil tüm toplum kesimlerini dövizle borçlanmaya itmektedir. İkincisi ve daha önemlisi ise,
reel döviz kurunun aşırı değerlenerek tasarruflar aleyhine tüketimi arttırması ve ithalatı
arttırmaktadır. Bu da cari açık sorununa neden olmaktadır. Cari açığın yaklaşmakta olan bir
krizin temel göstergesi olduğu, Stanley Fisher tarafından şöyle ifade edilmektedir291:
“Gerçekleşen ve beklenen cari açık büyükse ülke devalüasyona davetiye çıkarıyor demektir”.
Ayrıca, Dornbusch, cari açık/GSYİH oranının % 4’ü bulmasının bir ülkeyi kriz bakımından
kırmızı bölgeye taşıyacağını belirtmektedir292. Dışa açık ekonomilerde uzlaşmaz üçlü gereği
(impossible trinity) ülkeler, uluslararası sermaye liberalizasyonu/entegrasyonu, döviz kuru
sistemi ve faiz politikalarından ancak aynı anda ikisini birden gerçekleştirebilmektedir293.
Uluslararası sermaye hareketlerini veri olarak alırsak, döviz kuru politikası veya faiz
politikasından birisini tercih etmek gerekmektedir.
1990’lı yıllardaki deneyimler, sabit kur politikası izleyen ve sermaye hareketlerine açık
olan gelişmekte olan ekonomilerde parasal krizlerin arttığını göstermektedir294. İzlenilen sabit
kurda hedeflenen oranın inandırıcılığı, politik hatalardan ve istikrarsızlıktan, üretim
şoklarından, finansal sektörün zayıflığından ve borçların artmasından yara alması nedeniyle,
291
Fisher, Stanley (1988), “Real Balances, the Exchange Rate, and Indexation: Real Variables in Disinflation”,
Quarterly Journal of Economics, 103 (1), s. 115.
292
Dornbusch, Rudiger (2001), “A Primer on Emering Market Crises”, Paper Present at the NBER Conferance
on Preventing Currency Crises in Emering Markets, January, s. 3.
293
Krugman, Paul ve Maurice Obstfeld (2001), International Economics Theory and Policy, Fifth Edition, s.
713.
294
Mishkin, Frederic S. (1999b), “Lessons from the Asian Crisis”, http://www0.gsb.columbia.edu/faculty/
fmishkin/PDFpapers/w7102.pdf, s. 8.
112
izlenilmeye başlanılan sabit kur politikası ile ülkelere geniş sermaye akımları davet edilmeye
çalışılmaktadır. Aşırı kısa vadeli borçlanmanın, varlık fiyatlarını reel ekonomiden kopuk bir
şekilde şişirmeye başlaması ile finansal birikim zamanla reel birikimden ayrılmaya ve kendi
kendini sürdürebilme kapasitesini yok etmeye ve böylece finansal sektörü zayıflatmaya
başlamaktadır295. Sabit kur nedeniyle sermaye akımlarının sterilize edilememesi reel kuru
aşırı değerli duruma getirirken, sabit kur sistemi, yüksek faiz-düşük kur politikası uygulayan
ülkelerde, kısa vadeli fonların yönlendirilmesini kolaylaştırmaktadır. Sabit kur sisteminde
kurun sabitliği uluslararası rezervler yardımıyla sağlanmaktadır. Ancak spekülatif ataklar
nedeniyle ulusal paraya olan talep azalarak, yabancı paraya olan talep arttığında, uluslararası
rezervler azalacağından, kurun sabitliği korunamamaktadır296. Ayrıca, Merkez Bankalarının
döviz satışıyla birlikte, ulusal para, dövize dönüştüğünden, faiz oranları yükselmekte,
ekonomik faaliyet hacmi ise daralmaktadır. Spekülatif ataklarla sabit döviz kuru arasındaki
ilişkinin incelenmesi, son dönem finansal krizlerin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.
Piyasanın zayıfladığını ve reel kurun aşırı değerlendiğini sezen yabancı yatırımcılar
ekonominin belirsizlikler içermeye başladığını görünce daha önceki dönemlerde ülke
ekonomisine giren sermayeyi, hızla yurtdışına çıkarmaktadır. Bu hedeflenen büyüklüklerin
değişmesi
anlamına
gelmektedir
ki,
böylece
program
çökmekte
ve
ülke
krize
sürüklenmektedir. Sabit döviz kuru politikası yerine uygulanacak esnek kur politikasının,
finansal krizleri absorbe yeteneğinin olmasına karşılık, istikrarı bozma riski de yüksektir297.
Buna karşılık sabit döviz kuru sisteminde de temel sorun, sabit kurdan “çıkış zamanını” iyi
tespit etmektir. Bunun için en iyi zaman, Merkez Bankası tarafından hedeflenen net döviz
pozisyonunun gerçekleştiği ve bu konuda en üst noktaya ulaşıldığının algılandığı an
olmaktadır.
Spekülatif ataklara yönelik modeller daha önce incelendiği gibi, birinci ve ikinci nesil
kriz modelleridir. Hatırlanacağı üzere, Krugman’ın analizinde, ülke döviz piyasasına
uluslararası rezervleriyle doğrudan müdahalelerde bulunarak kuru sabitlemektedir. Söz
konusu kur seviyesinde uluslararası rezervler kurun sabitliğini korumak amacıyla aşamalı
olarak azalmaktadır. Ancak, ani uluslararası spekülatif ataklar nedeniyle uluslararası
rezervlerin tükenmesi durumunda kurun sabitliği sağlanamamaktadır. Spekülatif ataklara
yönelik diğer model ise, Obsfeld’in görüşlerine dayanmaktadır. Buna göre özel kesimin, sabit
kur sisteminin çökmesinden sonra para politikalarının genişleyici olacağına dair beklentileri
295
Arın, Tülay (2001), İktisat İşletme ve Finans Dergisi, Ekim, s. 10.
Alkan, N. Adanur (2003), a.g.m., s. 157.
297
Fisher, Stanley, “Excange Rate Regimes. Is The Biopolar View Correct”, www.Imf.org, s. 6-7, 29.12.2004.
296
113
arttığında, spekülatif ataklar başlamaktadır. Devalüasyon beklentisiyle yabancı paraya
yönelme, uluslararası rezervleri tüketerek otoriteleri sabit kurdan uzaklaşmaya zorlamaktadır.
Fiyat istikrarının sağlanmasının amaçlandığı şartlarda, nominal değişkenin döviz kuru
olarak belirlendiği bir durumda, arbitraj süreci vasıtasıyla fiyatlar sabitlenerek yüksek bir
kredibilite sağlanmaktadır. Ancak, sabit döviz kuru sistemleri fiyat istikrarının sağlanmasında
etkili olmamaktadır. Sabit döviz kuru sisteminde enflasyon oranının rezerv ülke seviyesine
düşürülmesine dayanan mekanizma oldukça yavaş işlemektedir. Bu süreçte ulusal para reel
olarak değer kazanarak, ülkenin uluslararası alandaki rekabet edebilirliğini azaltmaktadır.
Sabit döviz kuru sistemleri ücret ve fiyat düzeyini değiştirerek nominal şokları önleyecek
kadar kredibilitesi bulunmamaktadır. Ulusal paranın yabancı paralar karşısında değer
kazanması, sistemi devalüasyon ve esnek dalgalanmaya açık hale getirmektedir298.
Sabit döviz kuru sistemleri, finansal sistemi dışsal ters şoklara karşı kırılganlığını
arttırdığı için de eleştirilmektedir. Örneğin, sabit kurlarda ters bir şokun ödemeler dengesi
açığına, para arzında bir azalışa, daha yüksek iç faiz oranlarına yol açacağı ileri
sürülmektedir299. Sabit döviz kuru sistemi ve gelişmiş ülkelerinkine oranla yüksek olan faiz
oranları nedeniyle, 1990’lı yıllarda gelişmekte olan ülkelere giren sermaye çok yüksek
getiriler elde ederek yerli paranın değerlenme sürecini pekiştirmiştir300. 1997 yılına kadar
birçok gelişmekte olan ülkede makro ekonomi yönetimi, sabit kur uygulamıştır. 1997 yılında
ulusal paraların önemli derecede değer kaybı, doların ulusal para cinsinden maliyetini
yükseltmiştir. Doların fiyatındaki artış, kısa vadeli borçlanma maliyetlerini de yükselterek dış
kaynaklara bağımlılığı arttırmıştır.
Sabit döviz kuruna dayalı istikrar politikalarının uygulanmasıyla ilgili yapılan
çalışmalar, gelişmekte olan ülkelerde, yerli paranın değerlenmesi, tüketim ve iç talebe dayalı
bir büyüme artışı ile dış ticaret açığının artması olarak özetlenmektedir. Politikaların
uygulanmasının ilk aşamasında görülen bu gelişmeleri, ikinci aşamada üretimde daralma
izlemektedir. Diğer bir ifadeyle, sanal büyüme olarak adlandırılabilecek olan ekonomik
gelişmeler, belirli bir dönem sonra dış ticaret açığını sürdürülemez noktaya getirmekte,
kaybolan rekabet gücü ve reel sektördeki yıpranma ekonomideki daralma sürecini teşvik
etmektedir. Bu süreç ne kadar uzun yaşanırsa uluslararası rekabeti arttırmak ve reel sektöre
298
Alkan, N. Adanur (2003), a.g.m., s. 160.
Goldestein, M. -Philip Turner (1999), Yükselen Ekonomilerde Bankacılık Krizleri, Cev: Ali İhsan
Karacan, Dünya Yayınları, Başvuru Dizisi 9, Birinci Baskı, Ocak, s. 142.
300
Yentürk, Nurhan (2002), “ Arjantin Krizi: Dış Borç İle Tango”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Yıl: 17,
Sayı: 193, s. 58.
299
114
yatırımları teşvik etmek için gerekli olan devalüasyon oranı o kadar büyümektedir. Sabit
döviz kuru ile ilgili anlatılan bu gelişmeler bir finansal krizi tetikleyebilmektedir.
2.1.3.3. Makroekonomik Nedenler
Birçok finansal krizde rol oynayan en önemli etken makroekonomik istikrarsızlıklar
olmaktadır. Aşırı genişleyici para ve maliye politikaları uygulamaları, kredi hacmini arttırıp,
borç miktarının artmasına ve gayrimenkul yatırımlarında spekülatif artışlara yol açmaktadır.
Bu gelişmeler özellikle hisse senedi fiyatları ile gayrimenkul (bina) fiyatlarını sürdürülemez
seviyelere çıkarmaktadır. Genişlemeci politikalar sonucunda artan enflasyonu kontrol
edebilmek, dış dengeyi iyileştirmek ve varlık fiyatlarını düzeltmek amacıyla sıkı para ve
maliye politikalarının uygulanması, ekonomik faaliyetlerin yavaşlamasına, borcun geri
ödenmesinde güçlüklere, alınan kredilerin yeterince etkin bir biçimde kullanılamamasına
neden olmaktadır.
1990’lı yıllardan itibaren gelişen ülkeler büyümelerini dış kaynağa dayandırılmaktadır.
Bu sermaye hareketlerinin özendirilmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ülkelerin
bağımsız para veya maliye politikası uygulama şansı ortadan kalkmaktadır. Çünkü, yukarıda
açıklandığı üzere ülkeler, uzlaşmaz üçlü gereği (sermaye-faiz ve döviz kuru), sermaye
hareketliliğinin serbest olması durumunda ya faiz oranlarını ya da döviz kurlarını kontrol
etmektedir301. Son yıllarda gelişen ülkelerde döviz kurunu kontrol altına alarak serbest faiz
politikası uygulaması yaygınlık kazanmıştır. Bunun bir sebebi de sıcak para politikası
uygulanmasına imkân tanımasıdır. Ülkeler bu şekilde kısa vadeli sermaye hareketleriyle
finansman sorununu çözümlemeleri sonucu kontrolsüz yabancı sermaye girişlerinin finansal
krize yol açması veya olası bir krizi kaçınılmaz duruma getirmektedir. Çünkü, sermaye
girişleri ekonomide makro ekonomik ısınma veya “balon etkisi” de denilen yapay bir
genişleme etkisi doğurmaktadır. Böylece ulusal para arzı artmakta, borsa spekülatif biçimde
yükselmekte, ulusal para aşırı değer kazanmakta ve sonuçta ihracat gerilerken ithalat
artmaktadır. Ekonomik, siyasal veya doğal bir olay ya da gelişme, geleceğe ait bekleyişleri
aniden olumsuzluğa dönüştürebilmekte ve yabancı sermayenin kitleler halinde ana ülkelerine
geriye dönmesi için ilk kıvılcımı oluşturmaktadır302. Yakın geçmişteki finansal krizlerin
çoğunda buna benzer bir gelişme gözlemlenmektedir.
301
Eren, Aslan ve Bora, Süslü (2001), a.g.m., s. 664.
Adelman, I. (1999), “Financial Crises – Causes, Consequences and Remedies”, Department of Agricultural
and Resource Economics and Policy, Division of California at Berkeley, May, s. 8.
302
115
Makroekonomik etkenler özellikle Latin Amerika ve Türkiye gibi birçok gelişmekte
olan piyasalarda, finansal piyasaların krizlere olan duyarlılığını artırmıştır. Ayrıca, bu
etkenlerin son zamanlarda ortaya çıkan birçok bankacılık krizinde de etkili olduğu
söylenmektedir303. Makroekonomik istikrarsızlıklar bankacılık sektörü dengesizliklerinin
temel nedeni olarak gösterilmektedir304. Varlık fiyatlarının özellikle emlak fiyatlarının alt üst
olması, faiz oranlarındaki kesin artışlar veya döviz kurundaki düşüş veya süregelen durgunluk
bankacılık sektörünüde (dolayısıyla finansal sektörü de) etkilemektedir. Aslında belirtilen
olumsuzluklar birbiri ile ilişkilidir. Bu zorluklara ek olarak geçiş ekonomilerinde nisbi
fiyatlardaki sert kaymalar veya sübvansiyonların kaldırılması bankacılık sektörünün etkisinin
fazla olduğu sektörlerde daha fazla hissedilmektedir. İçsel makroekonomik bozukluklar
ekonominin genişleme dönemlerinde de görülebilmektedir. Bankalar bu dönemlerde iyimser
havanında etkisi ile yeni projelere kaynak sağlarken, borçlanma sürecinde gayrimenkul
sahiplerinin varlıklarının fiyatını yükseltince tüketimin refah etkisi ile birçok iktisadi
faaliyetlerin karlılığı artmaktadır. Burada belirtilmesi gereken nokta, bankacılık sektöründe
artan borçlanma ile fiyatların olması gerekenden daha fazla artması sonucu ekonomideki
dalgalanmaların artmasıdır.
Ampirik çalışmalar, makroekonomik istikrasızlık ile finansal krizler arasında, önemli
karşılıklı etkileşim mekanizmaları olduğunu göstermektedir. Makroekonomik istikrarsızlık,
finansal sistemi (özellikle bankaların portföy yapısını) zayıflatırken, bankacılık krizleri
GSMH ve büyüme oranları gibi makroekonomik parametreleri etkilemektedir. Doğru
ekonomik politikalarla sağlamlaştırılmış kredi piyasası ve endüstriyel yapının finansal
sistemin istikrarı üzerinde önemli sonuçları bulunmaktadır. A.D. Kunt ve E. Detragiache
bankacılık krizleri üzerinde yaptıkları ampirik çalışmada “düşük GSYİH büyümesi ile
bankacılık krizleri arasında yüksek bir ilişki kurmuş ve bu sonucu sistemik finansal krizlerin
kaynağının reel sektör olduğu şeklinde” yorumlamışlardır305. Kaminsky ve Reinhart’ın 23
krizi aylık verilerle inceledikleri çalışmaya göre, kriz başlamadan ortalama 8 ay önce GSYİH
tepe noktasına ulaşmaktadır. Bu durum GSYİH’daki düşüşün, kriz başlamadan önce
başladığını göstermektedir306. Büyüme ve enflasyon oranları dalgalanmaları büyük ölçüde
oynak olduğu için, bu durum kredi riskini değerlendirmeyi güçleştirmektedir. Örneğin,
303
Özer, Mustafa (1999), a.g.e., s. 46.
Coşkun, M. Necat (2001), a.g.m., s. 42.
305
Demirgüç, Kunt. A. ve E. Detragiache (1998), a.g.m., s. 98.
306
Kaminsky, G. L ve Reinhard, C. M. (1999), a.g.m., s. 486.
304
116
hiperenflasyon durumunda bir şirketin kredi tarihçesi onun performansı için daha istikrarlı bir
ortamda rehber olmamaktadır.
Finansal krizler üzerinde etkili olan bir diğer makroekonomik değişken ise ticaret
hadlerindeki göreli büyük dalgalanmalardır. Ticaret hadlerindeki istikrasızlık, yüksek ihracat
yoğunlaşması olan ülkeler için telaffuz edilmektedir. Ekonomileri büyük ülkelere kıyasla daha
az çeşitliliği (diversification) olan küçük ekonomiye sahip ülkeler, tipik olarak ticaret
hadlerinde büyük dalgalanmalar ile karşılaşmaktadır. Reel döviz kuru değişmeleri de,
bankaların döviz kuru riskini arttırarak finansal kriz olasılığını arttırmaktadır. Daha önce ifade
ettiğimiz gibi döviz kurundaki ani tırmanış açık pozisyondaki bankaları zora sokarken, döviz
yükümlülüklerini, döviz varlıkları ile dengelemiş bankalar bu riski müşterilerine
yıktıklarından kredi riski ile karşılaşmaktadır307.
Aşağıdaki Tablo 2’de 1980-1986 yılları arasında kriz öncesi ve sonrası makroekonomik
gösterge ve makroekonomik göstergelerin kriz üzerindeki etkileri açıkça görülmektedir.
Tablo 2: Örnek Ülkelerde Bankacılık Krizleri Öncesi ve Sonrası Makroekonomik Durum
Ülke
Arjantin
1980- 82
Şili
1981- 83
Uruguay
1982- 85
Filipinler
1983- 86
Tayland
1984- 86
Malezya
1985- 86
GSYİH’da
Cari Açık/
Yatırım
Ticaret
Reel Efektif
Enflasyon
Reel Büyüme
GSYİH
Oranı
Hadleri
Döviz Kuru
Önce Sonra Önce Sonra Önce Sonra Önce Sonra Önce Sonra Önce Sonra
3.1
-3.6
170.3
121.5
1.5
-3.9
12.8
19.0
88.9
99.8
65.0
81.2
8.1
-3.4
36.2
18.8
-6.6
-9.9
15.0
14.9
97.5
87.4
90.4
103.8
4.8
-4.2
51.6
47.6
-4.7
2.2
16.0
10.6
102.1
92.7
90.9
81.4
4.6
-2.0
14.7
19.7
-6.0
-2.2
25.9
20.5
98.1
86.4
101.3
88.8
5.4
4.1
7.2
1.7
-5.8
-4.6
22.7
20.5
87.6
82.8
105.8
95.8
7.0
0.1
3.8
0.5
-9.0
-1.2
35.7
26.4
82.9
72.1
113.9
101.5
Kaynak: Karabulut, Gökhan (2002), Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlerin Nedenleri, Der
Yayınları, No: 328, İstanbul, s. 54.
İç makroekonomik etkenler dış koşullar yanında, ülkelere ve özellikle gelişmekte olan
ülkelere yönelik sermaye akımlarının bileşimi de gelişmekte olan piyasalarda ortaya çıkan
krizlerde önemli rol oynamaktadır. Bu konuda özellikle son Güneydoğu Asya krizi ile 1994
Meksika krizinde, büyük miktarlara ulaşan cari hesap açıklarının, kısa dönemli borçlanma ile
finanse edilmeye çalışılması önem arz etmektedir. Ayrıca, geçmiş krizler, kısa dönemli
307
Goldestein, Morris ve Philip Turner (1999), a.g.e., s. 111-112.
117
borçları yüksek değişen oranlı borcu olan ve yabancı para cinsinden borçlanan ülkelerin, iç ve
dış şoklara dolayısıyla finansal krizlere daha duyarlı duruma geldiğini göstermektedir.
2.1.4. Finansal Kriz Göstergeleri
Finansal piyasaların küreselleşmesine yönelik gelişmelerle birlikte finansal piyasaların
kırılganlığının artması, yüksek getiri, yüksek risk paylaşımının artması ve ortaya çıkan
finansal krizlerin maliyetlerinin büyüklüğünden dolayı finansal krizlerin önceden tahmin
edilmesine yönelik çalışmalar yoğunlaşmıştır. Her ne kadar bu değişkenler en son Güneydoğu
Asya krizinde olduğu gibi krizlerin öngörülmesinde sınırlı işleve sahip olsalar da, geçmiş bazı
krizlerin öngörülmesinde önemli yararlar sağlamıştır. Krizlerin önceden öngörülmesinde
kullanılan öncü göstergeler krize en çok hangi etkenlerin neden olacağı konusundaki
inançlarla yakından ilişkilidir308. Ayrıca, 1990’lardan sonra sanayileşmekte olan ülkelerde
yaşanan krizlerin sıklığının ve yoğunluğunun artması da, krizlerin sebepleri, yayılmalarına yol
açan faktörler, krizleri önlemek için yapılması gerekenler ve eğer kriz patlak vermişse, bu
krizlerin diğer ülkelere bulaşmasını engellemek için neler yapılması gerektiği konusunda
çeşitli görüşlerin ön plana çıkmasına neden olmaktadır.
Hiçbir ekonomik gösterge tek başına kriz yaşanıp yaşanmayacağı konusunda sağlıklı bir
tahminde bulunmaya yetmemektedir. Bununla beraber, önemli ekonomik göstergelere dayalı
birkaç erken uyarı sisteminin, durumun kötü olduğunun göstergesi ve finansal krizin her an
ortaya çıkabileceği konusunda bir ipucu vermesi kuvvetli bir ihtimaldir. Kamin, krizlerin
öngörülebilmesini amaçlayan ilk çalışmalardan birini yapmıştır. Kamin, “çalışmasında, reel
kurlar, ticaret hadlerindeki değişmeler, dünya faiz oranları ile yurtiçi faiz oranları arasındaki
farklılığın artışı gibi değişkenleri öncü değişkenler olarak” tanımlamaktadır309. Bir diğer
çalışma da Velesco’nun çalışmasıdır. Velesco, ödemeler dengesine ilişkin krizlerin banka
sistemindeki başarısızlıklarla tahmin edilebileceğini ifade etmektedir310.
Hangi parametrelerin krizlerin göstergesi olabileceği konusunda yapılan çalışmaların en
genişi ve en ayrıntılı olanı Kaminsky ve Reinhard’ın 1996’da yaptığı çalışmadır. Bu
çalışmada, 1975-1990 arası 15 gelişmekte ve 5 gelişmiş ülkede görülen 76 döviz krizi
incelenerek, hangi parametrelerin kriz öncesi sinyal sayılabilecek değişiklikler yaşadığı
incelenmiştir. Sinyaller yaklaşımına göre kriz; ulusal paranın keskin bir değer kaybı ve/veya
308
Özer, Mustafa (1999),a.g.e., s. 47; Yay ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 28.
Kamin, Steven (1988), “Devalution, External Balance, and Macroeconomic Performance: A Look at the
Numbers”. İç. Studies in International Finance, No: 62, Princeton University, s. 12.
310
Velasco, Andres (1987), “Finacial and Balance of Payments Crises: A Simple Model of the Southern Cone
Experience”. Journal of Development Economics. 27, October 1987, ss. 263-283.
309
118
uluslararası rezervlerde hızlı bir düşüş olarak tanımlanmıştır. Sabit döviz kuru, esnek döviz
kuru ayrımı yapılmamıştır. Yazarlar tarafından vurgulanan diğer bir nokta da göstergelerin
krize yol açabilecekleri dönemle ilgilidir. Buna sinyal alma dönemi denilebilir. Bu dönem
döviz krizleri için 24 ay ve bankacılık krizleri için 12 ay öncesi olarak değerlendirilmiştir311.
Çalışmada kullanılan değerler, eşik değerleri aşıyorsa ve krizin işaretini (para krizi için 24 ay
öncesinde, bankacılık krizinde 12 ay öncesinde) veriyorsa, bu iyi bir sinyal olarak
değerlendirilmektedir. Eğer sinyal sonrasındaki dönemde bir kriz yaşanmıyorsa, bu kötü bir
sinyal olarak ifade edilmektedir. Ayrıca Kaminsky ve Reinhart 1997 yılında Lizondo ile
birlikte kriz göstergelerini belirlemek amacıyla yaptıkları otuza yakın akademik çalışma ile bu
çalışmalarda kullandıkları temel göstergeleri ayrıntılı bir şekilde ortaya koymuşlardır. Bu
göstergeler on alt başlık halinde gösterilmiştir. Bunlar312;
• Sermaye Hesabı: Uluslararası rezervler, sermaye akımları, kısa dönemli sermaye
akımları, doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile yurtiçi ve yurtdışı faiz oranları arasındaki
farklılıklar olarak ifade edilebilir.
• Borç Profili: Dış borçların toplamı ve bu dış borçlar içerisinde kamu dış borcu
miktarı, kısa dönemli borçlar, faiz yapısına ve kredi verenlerin tipine göre sınıflandırılan borç
payı, borç servisi ve yabancı yardımlar olarak sıralanabilir.
• Cari İşlemler Hesabı: Reel döviz kuru, cari işlemler dengesi, dış ticaret dengesi,
ihracat, ithalat, ticaret hadleri, ihracat fiyatları, tasarruflar ve yatırımlardır.
• Uluslararası Değişkenler: Reel GSMH büyüme hızı, faiz oranları ve fiyat seviyesi.
• Finansal Serbestleşme: Kredi büyümesi, para çarpanındaki değişme, reel faiz
oranları, banka borç ve mevduat faiz oranları arasındaki fark.
• Diğer Finansal Değişkenler: Merkez Bankasının bankacılık sistemine aktardığı kredi
miktarı, para talebi ve arzı arasındaki açıklık, tahvil getirileri, yurtiçi enflasyon oranı, “gölge”
döviz kuru, M2 / uluslararası rezervler.
• Reel Sektör: Reel GSMH büyüme hızı, üretim, ücretler, hisse senedi fiyatlarındaki
değişmeler, istihdam / işsizlik, üretim açığı.
• Finansal Değişkenler: Finansal açık, hükümet tüketimi ve kamu sektörüne yönelik
krediler.
311
Kaminsky, G. L ve Reinhard, C. M. (1999), a.g.m., s. 487.
Kaminsky, Graciaela ve Diğerleri (1998), “Leading Indicators of Currency Crisis”, IMF Staff Papers, Vol: 45,
No: 1, March, s. 9-10.
312
119
• Kurumsal-Yapısal Faktörler: Açıklık, mal dağınıklığı, döviz kontrolleri, sabit döviz
kuru sisteminin uygulandığı periyot, finansal serbestleşme, bankacılık krizleri, geçmişte
yaşanan döviz krizleri sıralanabilir.
• Politik Değişkenler: Hükümet değişiklikleri, politik istikrarsızlık, güven kaybı
yaratan gelişmeler ve gereksiz seçim kararları sayılabilir.
Yukarıda ki değişkenlerle ilgili olarak şu değerlendirmeler yapılabilir; “etkin bir uyarı
sistemi, geniş bir değişken setini” içermelidir313. Çünkü finansal ve ekonomik krizler pek çok
değişkene bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bu sebepten kriz açıklamalarında çok fazla
değişken kullanılması sonuçlar açısından daha sağlıklı olacaktır. Bu göstergelerin birinde
veya birkaçında yaşanacak sapmaların bir kriz işareti olarak algılanması ve önlem alınması da
bu yöndeki çalışmalar arasında bulunmaktadır.
Finansal krizlerin doğacağına ilişkin ön göstergelerin başında reel kurun aşırı
değerlenmesi, M2 para arzının uluslararası rezervlere olan oranında ve cari açıkların milli
gelire (GSMH’ya) oranında aşırı yükselmeler gelmektedir314. Bir ekonomide finansal krizin
doğacağına ilişkin beklentileri besleyen bu göstergeler dışında, yaşanan krizin boyutları
hakkında bilgi veren temel göstergeler de söz konusu olmaktadır. Döviz kurlarındaki büyük
dalgalanmalar, gecelik faizlerde yaşanan aşırı yükselmeler ve döviz rezervlerindeki önemli
miktarda azalmalar bu göstergelerin başlıcalarıdır. Krizlerin göstergeleri konusunda yapılan
bu genel açıklamalardan sonra genel kabul görmüş göstergeler açıklanacak olursa, bunlar:
Cari açık/Gayri Safi Milli Hasıla Oranı, Bütçe Açığı/Gayri Safi Milli Hasıla Oranı, Reel
Döviz kurundaki Artış, Merkez Bankası Döviz Rezervleri ve Para Arzındaki Artışlar olarak
açıklanmaktadır315. Bu göstergeler aşağıda kısaca açıklanmaktadır.
2.1.4.1. Cari Açık/GSMH’ya Oranı
Sermaye hareketlerinin yoğun olduğu bir ekonomide dikkat edilmesi gereken önemli
göstergelerin başında cari açıkların GSMH’ya oranı gelmektedir. Bu oranın % 4’ü geçmesi
durumunda, ülkenin finansal kriz açısından tehlikeli bölgeye girmiş olduğu kabul
edilmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta cari açık/GSMH oranının tek başına
önemli bir gösterge olmamaktadır. Asıl önemli olan nokta bu açığın nasıl finanse edileceğidir.
313
Kaminsky, Graciaela ve diğerleri (1998), a.g.m., s. 12.
Eren, Aslan ve Bora, Süslü (2001), a.g.m., s. 662.
315
Alp, Ali (2004), a.g.m., s. 11-13; Eren, Aslan ve Bora, Süslü (2001), a.g.m., s. 662; Uygur, Ercan (2001),
“Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve Şubat Krizleri”, Türkiye Ekonomi Kurumu Tartışma Metni, 7
Nisan, s. 14-17; Toprak, Metin (2001a), “Yükselen Piyasalarda Finansal Kriz”, Yeni Türkiye Dergisi
Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 42, Kasım-Aralık, s. 863-864.
314
120
Yani bir ülke % 4’ün üzerinde cari açık/GSMH seviyesinde bulunsa dahi eğer bu açık uzun
vadeli yabancı yatırımlarla finanse ediliyorsa o ülkedeki finansal sistemin kırılganlığından
bahsederken daha dikkatli olmak gerekmektedir. Ancak bu açık, kısa dönemli yabancı
sermaye (yani sıcak para) ile finanse ediliyorsa o zaman ülke açısından “gelecekte bekleyen
riskten” bahsetmek mümkün olmaktadır. Ayrıca, cari açığın Merkez Bankası döviz
rezervlerine oranındaki artışlarda önemli bir kriz göstergesi olarak kabul edilmektedir.
Örneğin, Türkiye’de 1999 sonunda cari açığın döviz rezervine oranı % 5.6 iken, bu oran 2000
sonunda % 44,5’e ulaşmıştır.
2.1.4.2. Bütçe Açığı/GSMH’ya Oranı
Kriz göstergesi olarak kabul edilebilecek objektif değişkenlerden bir diğeri de bütçe
açıklarıdır. Bu noktada bütçe açığının GSMH’ya oranı % 3’den fazla olan bir ülkenin
muhtemel bir döviz krizine karşı kırılganlığın fazla olduğu ve bu durumun yabancı
yatırımcılar üzerinde olumsuz etki yaratacağı söylenmektedir. Türkiye açısından bu gösterge
sürekli olarak % 3’ün üzerinde açık verdiğinden Türkiye Krizleri bölümünde kriz göstergesi
olarak kullanılmamıştır. Bunun yerine KKBG/GSMH oranı kullanılmıştır.
2.1.4.3. Reel Döviz Kurundaki Artış
Gelişen ülkeler genelde sabit döviz kuru politikası uyguladıklarından, yerli paranın reel
olarak belirli bir düzeyin üzerinde değer kazanması kriz beklentilerinde önemli bir faktördür.
Ulusal paranın bir yıl içerisinde en azından % 10 değer kazanması spekülatörler için
ekonominin fazla ısındığının bir göstergesi olmaktadır. Ülke parası yabancı birimlere karşı
değer kazandığı ölçüde, ülkenin ihracatı zorluklarla karşılaşmaktadır. Ülke parası reel olarak
değer kazandıkça ülkenin ihracatı rekabet avantajını yitirmektedir. Bu ise ülkeye yönelik
spekülatif saldırılara karşı, Merkez Bankasının elini zayıflatmakta, finansal sistemde
kırılganlığını arttırmaktadır. Ulusal paranın aşırı değerlenmesi cari işlemler dengesinin açık
vermesi sonucunu doğurmaktadır.
Ulusal paranın aşırı değerlenmesi üzerinde bu kadar ciddi durulmasının temel nedeni,
cari işlemlerin dış ödemeler dengesinin en önemli bölümünü oluşturmasıdır. Belli bir
dönemde, bir ülkede yerleşik kişilerle başka ülkedeki yerleşik kişiler arasında yapılan tüm
iktisadi işlemleri sistematik bir şekilde gösteren istatistik tablosu olan dış ödemeler dengesi,
ülkeden ülkeye değişebilmektedir. Bununla birlikte dış ödemeler dengesi genellikle cari
işlemler bölümü, sermaye hareketleri bölümü, net hata ve noksan bölümü ve rezerv
hareketleri bölümü’nden oluşmaktadır. Cari işlemler bölümü dış ödemeler bölümünün en
121
önemli bölümü olması, onun bir bütün olarak ödemeler dengesi kalemleri içinde en büyük
kalem olmasından kaynaklanmaktadır. Unutulmamalıdır ki, uzun vadeli sermaye hareketleri
bile ancak mal ve hizmet hareketleri yardımıyla gerçekleştirilmektedir.
2.1.4.4. Merkez Bankası Döviz Miktarı
Kriz göstergeleriyle ilgili olarak dikkat edilmesi gereken bir başka nokta ise ülkenin
Merkez Bankası yönetimindeki döviz rezervlerinin durumudur. Sonuçta pek çok finansal kriz
spekülatif işlemlerle ilk kıvılcımı almaktadır. Burada cevap aranan soru, Merkez Bankasının
spekülatörlerin hareketlerine karşı hamle yapma gücü ve yeteneğinin olup olmadığıdır. Acaba
spekülatörler Merkez Bankasıyla “boy ölçüşmeyi” göze alabilecekler midir? Bu sorunun
cevabını ise, Merkez Bankasının elinde bulundurduğu döviz rezerv miktarı belirlemektedir.
Çok önemli göstergelerden birisi olan bu gösterge, ERM Krizi ve 2000 Kasım ve 2001 Şubat
Türkiye Krizlerinde etkisiz kalmıştır.
2.1.4.5. Para Arzındaki Artış
Kriz beklentisinde dikkate alınan diğer bir gösterge M2 para arzının uluslararası
rezervlere olan oranıdır. Bu oranın yüksek olması, kendi kendini besleyen krizlerin ortaya
çıkma olasılığını artırmaktadır. Bu parasal büyüme tüketim üzerinde katalizör etkisi yaparak
muhtemel bir krizin başlamasını hızlandırmaktadır. Burada “çarpan etkisini” de göz önünde
bulundurmak gerekmektedir. Gerek üretimin iyi olduğu bir yaz mevsimi geçirilmesi, gerekse
ulusal paranın reel olarak önemli miktarda değerlenmesi neticesinde özellikle dayanıklı
tüketim
mallarında
ve
otomotiv
sektöründe
satışlarda
önemli
artışlar
meydana
gelebilmektedir.
2.2. Tarihsel Süreç İçerisinde Finansal Krizler
Son yıllarda finansal piyasaların ulusal ve uluslararası düzeyde aşırı serbestleşmesi
piyasa katılımcılarına büyük avantajlar sağlamakla birlikte, bazı riskleri de beraberinde
getirmektedir. Bu riskler liberalizasyon sonucu finansal piyasalardaki fiyatların çok oynak
duruma gelmesinden kaynaklanmaktadır. Fiyatların ekonomik birimlerdeki değişimleri
yansıtacak şekilde hareket etmesi makul karşılanabilir. Ancak, finans piyasalarındaki
dalgalanmalar büyük hareketlilik gösterdiğinde, bunun ekonomiyi tahrip edici yansımaları söz
konusu olacağından finansal sistemde istikrarsızlık veya krizden söz edilebilecektir.
Dolayısıyla
finansal
piyasalarda
istikrar,
ekonomik
kayıplara
neden
olan
fiyat
dalgalanmalarının olmaması anlamına gelmekle birlikte, temel finansal kurumlarda ve
piyasalarda istikrarın sağlanmasını ifade etmektedir.
122
Finansal istikrarın sağlanması kuşkusuz, sürdürülmesi mümkün olmayan sermaye
girişlerinin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kur değerlenmeleriyle finansal ve ekonomik
balonların önlenmesine bağlı olmaktadır. Diğer bir ifade ile krizleri önlemenin yolu, finansal
kırılganlıkların oluşmasını, birikmesini engellemekten geçmektedir. Ancak, gelişmekte olan
ülkelerin çoğu, güçlü ulusal paraya sahip olmayan, dolarizasyonun hâkim olduğu, borçlu
ülkeler olduklarından, bu ülkelerde finansal kırılganlık ihtimali yüksek olmaktadır.
Örneğin316, Londra gibi uluslararası para merkezlerinde bankalar sistemindeki yabancı
paranın oranı % 20-25 iken, gelişmekte olan ülkelerde bu oran % 60’lardadır. Amerika ve
Japonya’da hisse senedi piyasasında yabancı varlığı, özellikle aktif piyasada % 10 civarında
iken, bu oran Türkiye ve Meksika gibi ülkelerde % 50’ye kadar çıkmaktadır. Böyle
durumdaki ülkelerde döviz kurundaki değişmeler, gelişmekte olan ülkelerde hem net borç
yükünde, hem de net varlıkların değerinde önemli değişmelere yol açmaktadır. Dolayısıyla,
kurlarda hem yukarı, hem de aşağı doğru şiddetli hareketleri engellemek, gelişmekte olan
ülkelerde finansal istikrarı sağlamanın (finansal kırılganlığı önlemenin) temel bir şartı
olmaktadır.
Kapitalizmin gelişme sürecinde yaşanan en büyük kriz olma özelliğini koruyan 1929
Dünya Ekonomik Buhranı’nın etkileri geçtikten sonra 1960’ların sonlarına kadar dünya
ekonomisinde büyük boyutlu bir ekonomik ve finansal krize rastlanmamaktadır. Bretton
Woods Sisteminin çöküşü ile başlayan ve iki petrol kriziyle ivme kazanan 1970 sonrası
dönem, yeniden şiddetli krizlerle tanımlanmıştır. Bu dönemde özellikle finansal sermayenin
uluslararası düzeyde artan hareketliliği, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde artan
sıklıkta finansal krizleri de beraberinde getirmiştir. Bu kapitalizmin karşılaştığı ikinci kriz
dalgasıdır. 1980 sonrası dönemde bilgi ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler, bunların
finansal teknik ve araçlarda yarattığı yenilikler, serbestleşme (deregülasyon) ve liberalizasyon
politikaları ile sermaye hareketlerinin hacim ve hızındaki uluslararası düzeydeki artışlarla
ifade edebileceğimiz entegrasyon olgusu sürerken, gelişmekte olan ülkelerin dış borç
yükümlülüklerinden kaynaklanan borç krizlerinin etkileri uzun süre devam eden ciddi
ekonomik problemler yaşanmasına ve bir bütün olarak da dünya ekonomisinin daralmasına
yol açmıştır317. 1990’ların başından itibaren peş peşe gelen altı önemli finansal kriz
tartışmaları üçüncü kez reel dünyanın ve akademisyenlerin gündemine taşınmıştır. Bu
dönemde yaşanan finansal krizlerin en önemlileri ana hatlarıyla aşağıda açıklanmaktadır.
316
Bulutay, Tuncer (2004), “ Gelişmekte Olan Ülkelerde Para ve Kur Politikaları: Türkiye Deyimi”, İktisat
İşletme ve Finans Dergisi, Yıl: 19, Sayı: 224, s. 9.
317
Yay, Gülsüm. G. (2001), a.g.m., s. 1234.
123
2.2.1. 1992-1993 Yılındaki Avrupa Döviz Mekanizması (ERM) Krizi
Avrupa Para Sisteminin (European Monetery System: EMS) döviz kuru mekanizması
(Exchange Rate Mechanizm: ERM), 1979 yılından itibaren, Avrupa’daki para politikası
stratejilerinin belirlenmesinde köşe taşı olmuş ve Bretton Woods’tan sonraki en önemli
parasal ve döviz kuru işbirliğini yansıtmıştır. Avrupa Para Sistemi (EMS), üye ülkeler
arasındaki enflasyon oranlarını birbirlerine yakınlaştırma amacını taşımıştır. Ayrıca, 1987’nin
başından itibaren üye ülkeler (Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Danimarka, Lüksemburg
ve İtalya) arasında döviz kurları, faiz oranları ve enflasyon oranları farklılıkları hızla
azalmıştır. 1988’de yedi üye ülke paralarını ayarlanabilir sabit kur sistemi ile Alman Markına
(DM) bağladılar. Üye ülkelerin paralarının, Alman Markı karşısında dalgalanma marjı +/- %
2,5 olmuştur. Sisteme 1989’da İspanya, 1990’da İngiltere ve 1992’de Portekiz dâhil
olmuşlardır318. Sistem başlangıçta, sabit ancak ayarlanabilir döviz kuru sisteminden; sermaye
hareketleri üzerindeki kontrollerin kaldırıldığı, dar ve istikrarlı hedef bölgelerle karakterize
edilen bir sisteme dönüşmüştür.
1992 yılının başında başlayan olumsuz gelişmeler Avrupa Para Birliği (Eurepeon
Monetary Union: EMU) konusunda bazı tartışmalara neden olmuştur319. 1992 yılının
sonbaharında meydana gelen, yoğun sermaye hareketleri İngiltere, İtalya ve İspanya’nın
ERM’den çıkmasına neden olmuştur. 1993 yılı ortalarında meydana gelen yeni sermaye
hareketi dalgası, döviz kuru bantlarının genişletilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda
Fransız Frankının sistemden ayrılmadan değer yitirmesine izin verilmiştir. Bununla birlikte
daha sonraki yıllarda Fransa, Frankın Alman Markına karşı başlangıçtaki daha dar bantlı
konumuna geri dönmüştür. Birçok Avrupa Birliği ülkesinin 1993 yılında bütünleşme
ölçütlerinden birine ya da birkaçına uymakta başarısız olması ve krizin Ağustos 1993’de
doruğa çıkması sonucu üye ülkelerin paralarının dalgalanma marjları +/- % 2,5’dan +/- %
15’e yükseltilmiştir320.
ERM krizinin nedenleri şöyle özetlenmektedir321: Birincisi, izlenen makroekonomik
politikalar ve siyasal nedenlerdir. Bu yaklaşıma göre özellikle iki Almanya’nın birleşmesi ve
bu ülkenin 1990’lı yılların başında uygulamaya koyduğu sıkı para ve maliye politikalarının
sonuçları, ERM’nin istikrarı üzerinde olumsuz etki yaratmıştır. Şöyle ki, Almanya’nın
birleşmesi sonucunda artan harcamalar nedeni ile oluşan önemli miktardaki bütçe açıklarını
318
Yay ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 31.
Krugman, Paul (1997), a.g.m., s. 7.
320
Başoğlu ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 108.
321
Özer, Mustafa (1999), a.g.e., s. 86-87.
319
124
finanse etmekle yükümlü Alman Merkez Bankasının, sıkı para politikası ile buna karşılık
vermesi ve paralarını Alman Markına karşı sabitleyen diğer Avrupa ülkelerinde bir finansal
genişleme olmaksızın, sıkı para politikaları izlenmesi sonucunda, ekonomilerinin durgunluğa
girmesi etkili olmuştur. Makroekonomik ve politik birleşik değişkenlerin önemine vurgu
yapan açıklamalarda, Avrupa Birliği ülkelerindeki ulusal fiyat ve maliyetlerdeki farklı
gelişmeler, uluslararası finansal hareketlerin serbestleştirilmesi ve Danimarka’nın 1992
Haziran ayında yaptığı halk oylamasından sonra, üye ülkelerde sabit döviz kuru sistemine
olan inançlarının azalmasının da krizde etkili olduğu belirtilmiştir. İkinci olarak, piyasa
katılımcıların bekleyişlerindeki ani ve kendi kendini besleyen saldırılardaki değişmenin
önemli olduğu vurgulanmaktadır. Üçüncü olarak, talep yetersizliği nedeni ile oluşan işsizlik
ve para otoritelerinin oluşan işsizliği azaltmak için sabit döviz kurunu sürdürme amacıyla
çelişen genişletici para ve maliye politikalarının uygulamaya konmasıdır. Dördüncü olarak,
özellikle ABD faiz oranlarına göre yüksek olan Avrupa ülkeleri faiz oranlarını yabancı
sermayeyi bu istikrarlı bölgeye çekmesi, ülke paralarının aşırı değerlenmesi ve cari açıkların
artması da en önemli nedenlerden birisidir. Bütün bu faktörlere göre ERM krizi, sabitlenmiş
döviz kurunun, aşırı değerli paraların, finansal liberalizasyonun, çelişkili politikaların ve
uluslararası sermaye piyasalarındaki spekülatif davranışların sonucu olarak oluşan bir para
krizidir.
Krugman’a göre ERM krizinin dört önemli yönü bulunmaktadır322:
Bunlardan birincisi, krizin başlamasında uluslararası spekülatör George Soros’un
rolüdür. Çünkü Soros, sabit döviz kurunun işlemez hale gelmesinde en fazla yarar sağlayacak
kişilerin başında gelmiştir. Kriz öncesinde yaklaşık 15 milyar dolarlık kısa pozisyon almış
durumdaydı. Soros kendi satışlarıyla bu çöküşü hızlandırmıştır. İkincisi, ERM krizi, sermaye
hareketlerinin yüksek olduğu bir dünyada döviz rezervlerinin krizi önleyici bir fonksiyonunun
olmadığını göstermesidir. Çünkü, kriz öncesinde İngiltere ve İtalya Merkez Bankalarının
yeterli
döviz
rezervleri
bulunmaktadır.
Üstelik
ERM
düzenlemeleri
çerçevesinde
Almanya’dan kredi bile alabilirlerdi. Döviz kuruna müdahale edebilecek konumdaydılar ve
müdahaleyi de yapmak istemişlerdir. Ancak, bu işlem beklenen etkiyi yapmamıştır.
Üçüncüsü, krizler beklenmedik anlarda ortaya çıkmaktadır. Spekülatif hareketlere maruz
kalan para birimlerinin bandın dışına doğru genişlemesi, çöküşten bir süre önce
başlamaktadır. Son olarak, krizden etkilenen ve para birimleri bandın dışına çıkan ülkeler
322
Krugman, Paul (1997), “Currency Crises”, http://web.mit.edu/krugman/www/crises.html, s. 11-12,
7.12.2004.
125
aldıkları önlemlerle, paralarını zorlayıcı tedbirlerle bandın içinde tutmaya çalışan ülkelere
göre, ekonomilerini daha iyi bir konuma getirmişlerdir. Özellikle İngiltere’de enflasyon
oranında bir artış olmaksızın işsizlik oranı önemli ölçüde azalmış ve Sterlin güçlenmiştir.
ERM krizini klasik kılan şey; ikinci nesil krizleri açıklamada bir model olarak ön plana
çıkmasıdır. Krugman’a göre, ERM krizi kanonikal, birinci nesil döviz kuru modeli ile
açılanacak nitelikte değildir. (Birinci nesil modellerde önemli olan döviz rezervlerinin
düzeyidir. Burada döviz rezervlerinde yükseklik söz konusudur). Çünkü bu krizde Avrupa
Birliği hükümetleri, hem iç hem de dış sermaye piyasalarına ulaşmada hiçbir güçlük
çekmemişlerdir. Yani hükümetler bütçe açıklarını parasallaştırma gereksiniminde olmamışlar
ve hiçbir şekilde de hızlı bir iç kredi genişlemesi sorunu yaşamamışlardır323. Ayrıca birinci
nesil modellerden farklı olarak ikinci nesil modellerde bütçe açıkları, para basılarak
karşılanmamaktadır. Bu nedenden dolayı, sabit döviz kurunu sürdürmek için rezervlerin
azalmaması gerekmektedir. ERM krizi, makro ekonomik büyüklüklerin normal düzeyde
olduğu zamanda bile olumsuz beklentilerin yol açtığı yeni bir kriz türüdür324.
2.2.2. Finansal Krizde Ülke Örnekleri
Bu krizlerin her birinin kendine has özellikleri olmakla birlikte, sabit veya bağlı döviz
kuru sistemleri, yoğun sermaye giriş ve çıkışları, makroekonomik göstergelerdeki bozukluklar
belirleyici rol oynamaktadır. Ayrıca, yurtiçi finansal ve finansal olmayan sektörler,
uluslararası yatırımcılar, bankalar ve hükümetler arasındaki karmaşık karşılıklı ilişkilerin
krizlerde önemli rol oynadıkları ve krizlerin öngörülemediği de bilinen gerçeklerdir. Yine bu
krizlerin büyük bir kısmında politikacıların hazine kaynaklarını kullanarak güç kazanma
girişimleri, vergi tabanındaki aşınmaların büyük kamu sektörü açıklarına yol açması ve bunun
da para basılarak veya yurtiçi bankalardan borçlanarak finanse edilmesi önemli rol
oynamıştır. Diğer taraftan ekonomilerin hiper veya yüksek enflasyondan finansal olarak
istikrarlı ekonomilere geçiş aşamasında da krizlere maruz kaldıkları gözlemlenmiştir325.
1990’lardan sonra yaşanan krizlerin pek çok ortak özelliği olduğu daha önce
belirtilmiştir. Ancak, ERM krizinin sıkı para politikalarından kaynaklanan bir kriz olduğunu,
Meksika Krizinin bir aşırı tüketim, Asya Krizinin ise aşırı yatırım krizi özelliği taşıdığı
bilinmektedir. Rusya, Brezilya ve Arjantin Krizlerinde ise hâkim etken makroekonomik
323
Krugman, Paul (1997), a.g.m., s. 10.
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 110.
325
Walters, Alan (1997), “Banking Crises -A Prologue” In Preventing Banking Sector Distress and Crises in
Latin America, Ed: Suman K. Bery and Valeriano F. Garcia, World Bank Discussion Paper, No 360, The
World Bank, Washington D. C., s. 17.
324
126
temellerdeki bozukluklardır. Ayrıca bu krizlerde spekülatif amaçlı sermaye hareketlerinin de
etkili olduğu bilinmektedir. Bu krizler ise aşağıda açıklanmaktadır.
2.2.2.1. Meksika Krizi (1994-1995)
Meksika, diğer Latin Amerika ülkeleri gibi sürekli olarak döviz krizleri, banka iflasları,
hiper enflasyon gibi sorunlarla karşı karşıya gelen bir ülke olup, 1982’de yaşadığı krizden
sonra IMF programlarını uygulamaya başlamıştır. 1985’ten itibaren Meksika’da dış ticaret
radikal olarak serbestleştirmiş, gümrük tarifeleri indirilmiş, hükümet lisansı gerektiren önemli
malların kapsamı büyük ölçüde azaltılmış, özelleştirmeye hız verilmiş ve yabancıların mülk
edinmesi konusundaki katı kurallar yumuşatılmıştır. Ardından da ABD ve Kanada ile Kuzey
Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasını (NAFTA) imzalamıştır. Bu olumlu gelişmeler
Meksika’yı hem uluslararası piyasalara önemli miktar da tahvil ihraç eden hem de portföy
yatırımlarını en çok çeken ülkelerden biri konumuna getirmiştir. Ülkeye akan sıcak para yeni
özelleştirilmiş bankalar kanalı ile krediye ve tüketime dönüşmüştür326.
Meksika, Aralık 1988’de dolara bağlanmış sabit kur politikasına dayalı ve IMF destekli
yeni bir istikrar/dezenflasyon politikasını devreye sokmuştur. 1989 Ocak ayından Kasım
1991’e kadar önceden belirlenmiş oranda devalüasyon yapılmıştır. Enflasyon ataletini ve
beklentilerini kırmak için devalüasyon, enflasyon oranının altında tutulmuştur. Kasım
1991’den itibaren sistemi biraz daha esnek kılmak için taban ve tavanı belli bir asimetrik bant
saptanmıştır. 1993 Ekimine kadar dolar/peso paritesi oldukça istikrarlı olmuştur327. Bu
dönemde enflasyon oranı nominal döviz kuru değer kaybını aştığı için peso reel olarak
değerlenmiştir. Ancak enflasyon oranı da 1990-1993 arasında % 100’den % 56’ya gerilemiş
ekonomi bu dönemde ortalama % 3 büyümüştür. Peso’nun değerlenmesi ihracatı azaltırken
ithalatı arttırmıştır. Dolayısıyla bu dönemde büyük bir tüketim patlaması gerçekleşmiştir.
1993 yılına gelindiğinde Meksika’nın dış ticaret açığı GSYİH’nın % 8’ine ulaşmıştır. Bu
oran 1990’da 7.5 milyar dolar iken, 1993 sonunda 29.5 milyar dolar olmuştur328. Her ne kadar
cari işlemler açığındaki artışın bir bölümü yatırımları yansıtsa da önemli bir bölümü
tasarruflarda ki azalıştan ve dolayısıyla tüketimdeki artıştan kaynaklanmıştır. Meksika'nın
sıcak paraya gereğinden fazla bağımlı olması da dikkati çeken bir faktör olarak göze
çarpmaktadır. Ülkeye giriş yapan sermayenin büyük bölümü doğrudan yatırımlardan çok
hisse senedi ya da kısa vadeli spekülatif yatırımlardan oluşmuştur. Spekülatif sermaye ile
326
Başoğlu Ufuk ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 109.
Edwards, Sebastian (1998), “Two Crises: Inflationary Inertia and Crebilitiy”, The Economic Journal, May,
s. 682.
328
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 33.
327
127
finanse edilen cari işlemler açığı ekonomiyi, yabancı yatırımcıların duyduğu güvendeki
dalgalanmalara karşı oldukça duyarlı duruma getirmiştir329.
1994 yılında, başkanlık adaylarından birisinin bir suikast sonucu öldürülmesi ve aynı yıl
yapılan başkanlık seçimleri, Amerikan Merkez Bankasının kısa vadeli faizleri yükseltmesi
sonucunda yabancı sermaye için ABD’nin daha cazip duruma gelmesi, Meksika’da döviz
rezervlerinde azalma, Pesonun devalüasyonu, faizlerdeki aşırı yükselmeler ülkede ekonomik
ve sosyal alanlarda büyük bir güvensizliğin oluşmasına neden olmuştur. Meksika, Aralık
1994 tarihinde para biriminde ortaya çıkan büyük çöküş ile sarsılmış, kriz konusundaki
bekleyişlerin artması üzerine 20 Aralık 1994 tarihinde ulusal para birimi Pesoyu % 15
oranında devalüe etmesi sonucunda finansal bir krizle karşılaşmıştır. IMF, Dünya Bankası ve
ABD hazinesi Meksika’daki ekonomik krizi kontrol altına almak için harekete geçmiş ve 11
bankanın bankacılık işlemlerine son verilmiştir330. Ayrıca, ABD 40 milyar dolar, IMF’de 8
milyar dolar dolayında yeni fon kaynağının bu ülkeye aktarılmasında önemli rol
oynamışlardır331. Bu girişimler neticesinde Meksika, kriz yükünü kısa sürede üzerinden
atabilmiştir.
Meksika’da yaşanan krize bakıldığında temel nedenin, 1980’lerin sonunda ve
1990’ların başında olumlu konjonktürün etkisiyle ülkeye gelen çok kısa dönemli sıcak
paranın; değerlenmiş kur, yüksek cari işlemler açığı, özel tasarruflardaki düşme ve politik
istikrarsızlıkları görerek ülkeden çıkmaya başladığı görülmüştür. 1990–1993 yılları arası
dönemde ülkeye özel yabancı sermaye girişi 72.5 milyar dolar düzeyine çıkmıştır. 1994 yılına
girildiğinde kimse bir kriz öngörmemiştir. Aksine 1993 sonunda NAFTA’ya girişin Amerikan
Kongresi’nde onaylanması ile birlikte yabancı sermaye ile ilgili beklentiler daha fazla
artmıştır. Ancak 1994’ün sonuna doğru oluşan panik havası ile ülke döviz rezervleri 26 milyar
dolardan 6 milyar dolara gerilemiştir. Bu olayı büyük bir devalüasyonun takip etmesi ise
finansal krize ortam hazırlamıştır332.
Tekila Krizi olarak da adlandırılan bu kriz Meksika ile sınırlı kalmayıp başta Arjantin
olmak üzere diğer Latin Amerika ülkelerine de yayılmıştır. Meksika Krizi bu bakımdan da
dikkat çekicidir. Küreselleşen sermaye piyasalarından “yükselen piyasalar” (emerging
market) olarak adlandırılan ekonomilerden birinde yaşanan kriz adeta domino etkisi yaparak
329
Karsak, Ertuğrul (1995), “Meksika'da Yaşanan Ekonomik Gelişmeler ve Diğer Gelişmekte Olan Ülkelere
Etkileri”, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Sayı: 32, Haziran, s. 36.
330
Alp, Ali (2004), a.g.m., s. 14.
331
Öçal, Tezer ve Ö. Faruk, Çolak (1999), a.g.e., s. 280.
332
Akdiş, Muhammed (2000), a.g.e., s. 63.
128
hızla yayılmıştır. Arjantin ve Meksika Latin Amerika’nın iki farklı ucunda bulunan ve
aralarında çok az doğrudan ticaret ya da finansman bağı olan iki ülkedir. Ayrıca,
Arjantin’deki para kurulu sisteminin Arjantin Pesosunu zarar görmekten koruyacağı
sanılmıştır. Ancak böyle olmamıştır. Arjantin’deki para kurulu uygulamasına göre, her bir
Pesonun karşılığında Dolar rezervi bulunuyordu. Bununla birlikte, olağan üstü boyutlarda
Pesoyu, Dolara dönüştürme talebi karşısında finans sisteminin çöküşü kaçınılmazdı ve
Arjantin’de de böyle olmuştur. Ayrıca, Brezilya’da krizin etkisiyle borsa düşmüş ve
uluslararası rezervler ¼ oranında azalmıştır.
Aşağıdaki Şekil 3’de Meksika Finansal Krizinin gelişimini incelediğimizde, daha
öncede belirtildiği gibi, ülkeye akan sıcak paranın yeni özelleştirilmiş bankalar kanalı ile
krediye ve tüketime dönüşmesi ve bu kredilerin geri dönmemesiyle, bankacılık sektörü,
asimetrik bilgi ve ahlaki çöküntü nedeniyle bilançolarında bozulmalar yaşamıştır. Faiz
oranlarındaki artış, hisse senedi piyasasındaki düşüşler ve siyasal belirsizlik, ülkeyi döviz
krizinin tetiklediği bankacılık krizine dolayısıyla da ekonomik krize sürüklemiştir.
129
Şekil 3: 1994–1995 Meksika Finansal Krizi Sırasında Olayların Akışı
Kaynak: Özer, Mustafa (1999), Finansal Krizler, Piyasa Başarısızlıkları ve Finansal İstikrarı
Sağlamaya Yönelik Politikalar, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 97.
Kısaca, gelişimi ve nedenleri özetlenen krizin açıklanmasına yönelik çeşitli yaklaşımlar
bulunmaktadır. Bunlar333;
Birincisi, kriz beklentisi ve kamu borcunun ulaştığı büyük boyut, finansal paniğin bir
sonucu olarak devalüasyon beklentisidir. Bu tür bir açıklama, krizleri açıklamaya yönelik
spekülatif saldırı yaklaşımıyla ilişkilendirilebilir. Daha önceki bölümde açıklandığı gibi, bu
333
Özer, Mustafa (1999), a.g.e., s. 98.
130
modele göre, ülkenin döviz rezervleri, aşırı iç kredi genişlemesi nedeniyle yavaş yavaş
azalırsa eninde sonun da bir stok uyumu nedeniyle kalan rezervler bir spekülatif saldırıyla
karşı karşıya kalmaktadır.
İkincisi, kriz büyük oranda beklenmektedir. Devalüasyon ve onu izleyen panik ortamı
birbiri ile ilişkili değil, birbirinden ayrı olaylardır. Çünkü, önce devalüasyon olmakta ve bu da
paniğin oluşmasına yardım etmektedir. Bu görüşe göre, Meksika hükümeti, kriz öncesi
yüksek maliyetlerle borçlanabilirdi. Oysa hükümet bunun yerine devalüasyon yapmayı tercih
etmiştir. Çünkü, hükümet sonunda sabit kuru devam ettirmenin maliyetinin yüksek olduğunu
anlamıştır. Ancak, hükümetin devalüasyon kararı, devalüasyon beklentilerinin değişmesine ve
bu gelişme de Meksika kamu kağıtları piyasasında kendi kendini besleyen bir panik
oluşmasına neden olmuştur. Yatırımcılar, Meksika’ya borç para verilmesinin durdurulması
halinde Meksika’nın borçlarını geri ödeyemeyeceğini fark etmişler ve bu beklenti de tüm
yatırımcıların, yatırım fonlarını Meksika’dan çekmeleriyle sonuçlanmıştır. Sonuç olarak,
Meksika krizinden alınacak bazı dersler vardır. Bunları şu şekilde özetlenmektedir334:
• Finansal krizleri önlemek için, bir ülkenin borç/GDP oranının düşük olması yeterli
olmamaktadır.
• Bir ülkenin kısa dönem yükümlülükleri, o ülkenin ticari banklarındaki kısa vadeli
mevduatlarını da kapsamaktadır. Çünkü bankalar ödeme güçlüğüne düştüklerinde,
piyasalar bu mevduatların devlet tarafından geri ödeneceğini beklerler.
• Döviz kuru için önceden sabit bir değer ilan etmek, uygulanacağı ilan edilen
politikaların güvenirliliğini artırmaz. Çünkü, bu tür politikaların güvenirliliği, sadece
politika yapıcılarının bu politikaları izleme konusunda ne kadar kararlı olduklarına
değil, aynı zamanda sabit kuru savunma yeteneklerine de bağlı olmaktadır.
• Sabitlenmiş döviz kurları, çok yüksek oranlarda seyreden enflasyon oranlarını
indirmede yardımcı olmaktadır. Ancak ekonomide istikrar sağlandıktan sonra uzun bir
süre bu sabit kurlar devam ettirilirse, ekonomi açısından tehlikeli sonuçlara yol
açabilmektedir. Dolayısıyla çok yüksek düzeylerde seyreden bir enflasyon makul
sayılabilecek düzeylere indirilirse, ayarlanabilir askı, bir döviz bandı ve dalgalı kur gibi
daha esnek bir döviz kuru sistemine geçmek daha yararlı olacaktır.
334
Sachs, Jeffrey, A. Tornell, ve A. Velasco (1996), “The Mexican Peso Crisis: Sudden Death or Death
Foreold”, Journal of International Economics, 41, No: 3/4, s. 280- 281.
131
1994 Meksika Krizi de, 1992 ERM krizi gibi ikinci nesil modellerle açıklanmaktadır.
Çünkü 1994 yılının başlarında Meksika’da sabit kur sistemini riske atan tutarsız politikalar
izlenmemiştir. Maliye politikası ılımlı, borç oranı da Dünya standartlarına göre düşük bir
düzeyde gerçekleşmiştir. Spekülatif atak gerektirecek ve sabit kuru sürdürülemez duruma
getirecek şartlar bulunmamasına rağmen, Aralık 1994’te % 15 oranında yapılan devalüasyon
krizin tetikleyicisi olmuştur. Rezervlerin azalması ve kısa dönemli dolar borcunun artması
panik ortamı yaratarak kendi kendini besleyen beklentilerin oluşmasına yol açmıştır335.
2.2.2.2. Asya Krizi (1997)
Bugün Dünya piyasaları ülke ekonomilerine büyük olanaklar sunduğu kadar, aynı
zamanda tehlikeler de taşımaktadır. Bunun en son örneklerinden birisi, Asya krizidir336. Son
yirmi yıl içerisinde en azından 15 ülke, banka ve döviz krizlerinden etkilenmiştir. Bu krizler
ekonomik krizlere dönüşerek GSMH’da % 5-12 arasında bir azalmaya ve daha sonraki birkaç
yıl içerisinde daha düşük oranda büyümeye yol açmıştır337. Güney Doğu Asya ülkeleri gibi,
diğer birçok ülkede benzer şekilde döviz ve banka krizlerinden etkilenmiştir. Finansal
krizlerin standart özellikleri arasında döviz kurlarındaki aşırı yükselme, yabancı sermayenin
geri çekilmesi, kısa dönem borç ödemelerindeki güçlükler ve kredilerdeki baskılar vb.
faktörler olarak sıralanmaktadır338.
Güneydoğu Asya’da 1997 yılında ortaya çıkan küresel ekonomik kriz konusu ele
alınırken ilk değerlendirilmesi gereken ülkeler Tayland, Malezya, Endonezya, Güney Kore ve
Filipinler’dir. Kriz bölgesindeki iki önemli ülke, Çin ve Japonya ise krizi ülkeleri dışında
tutmaları gerekirken, ekonomik konumlarının önemli olması, kendi yapısal ekonomik
sorunları ve bölge ülkeleriyle olan yoğun piyasa ilişkileri nedeniyle krizden büyük ölçüde
etkilenebilecek ve krizi büyük ölçüde etkileyebilecek konumda olmalarından dolayı da çok
fazla da kriz dışında tutulamaz. Çin’e yapılan yatırımların büyük bir kısmı doğrudan yatırım
şeklinde gerçekleştiğinden kriz bu ülkeyi daha az etkilemiştir339. Japonya’nın gerek ithalat ve
ihracat gerekse finans açısından Güney Doğu Asya ülkelerine aşırı bağımlılığı Japonya’nın
335
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 90.
Bilge, A. (1988), “Güneydoğu Asya Krizi”, İktisat İşletme ve Finans, Sayı: 144, Mart, s. 6.
337
Furman, Jason and Joseph H. Stiglitz (1998), “Economic Crises: Evidance and Insights form East Asia”,
Brookings Papers on Economic Activity, 1998, Issue 2, s. 135.
338
Eroğlu, Ömer ve Mesut Albeni (2002), Küreselleşme, Ekonomik Krizler ve Türkiye, Bilim Kitapevi
Yayınları, Haziran, Isparta, s. 103.
339
DTÖ Türkiye Daimi Temsilciliği (1998), “Doğu Asya Krizi”, Dış Ticaret Dergisi,
http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/mart98/1douasya.htm, 10.01.2005.
336
132
krizden daha fazla etkilenmesine neden olmuştur340. Bunun yanında Filipinler, krizden çok
küçük oranda etkilenmesine rağmen kriz ülkeleri arasında sayılmaktadır. Hong Kong,
Singapur ve Tayvan ise kriz ülkeleri kapsamı dışında değerlendirilmektedir. Bu ülkeler
önlemlerini alarak krizin olumsuz etkisinden kısa sürede korunabilmişlerdir.
Uzak doğuda ortaya çıkan ekonomik kriz esas itibari ile bölge ülkelerinin para ve finans
piyasalarında ortaya çıkan büyük çaplı dengesizliktir. Bu dönemde bölge ülkelerinin milli
paralarının değer kaybetmesi, özel sektörün borç ödeme kapasitesini azaltmıştır. Bu durumda
halkın ortaya çıkan riskleri garanti altına alınmasını istemesi, piyasaların beklenenin çok
üstünde bir tepki vermesi ile karşılaşmıştır. 1997 yılı Temmuz ayında, Tayland ulusal parası
Baht’ın devalüe edilmesi ile başlayan Asya Krizi, 21. Yüzyılın en önemli ekonomik
olaylarında biri olmuştur. Tarihin en önemli finansal kurtarma operasyonu da, yine bu krizin
ardından gerçekleştirilmiştir. Sadece Güney Kore, Tayland ve Endonezya’ya sunulan
kurtarma paketinin boyutu 114.2 milyar dolardır341. Krizi önemli kılan nedenlerin başında,
krizin kısa sürede yarattığı global etkiler gelmektedir. Bunun dışında krizle ilgili olarak
araştırmacıların ilgilendiği konular arasında, krizin nedenleri, krizin neden öngörülemediği ve
devalüasyonların neden artık ekonomilerde daha fazla yarar sağlamadığı konularıdır. Asya
Krizi başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere birçok kurum ve iktisatçı için sürpriz bir
gelişme olmuştur. Böyle bir krizin gelme ihtimali ile ilgili tahminler son derece sınırlı kaldığı
gibi, IMF ve Dünya Bankası, krizden kısa bir süre önce, Doğu Asya ülkelerinin ekonomik
performansını övücü raporlar yayınlamışlardır.
Asya krizinin en ayırt edici özelliklerinde birisi, krizin yeni tip bir finansal kriz olması
ve daha önceki finansal krizlerden birçok açıdan farklılık taşımasıdır. Dolayısıyla Asya
krizinin açıklanmasında üçüncü nesil kriz modellerine ihtiyaç duyulmasıdır. Bir diğer özellik
ise bu krizin hem bölgesel hem de uluslararası etkilere sahip olmasıdır342. Aşağıdaki bölümde,
kriz ülkelerinin343 kriz öncesi ekonomik durumları genel olarak incelenerek, krizin ortaya
çıkışı ve gelişimi, nedenleri, krizi açıklamaya yönelik yaklaşımlar ve krizin global etkileri ana
hatlarıyla ortaya konacaktır.
Kriz öncesi döneme kadar Uzakdoğu ülkelerinde ekonomik açıdan hızlı bir değişim ve
gelişim yaşanmış; Endonezya, Malezya, Tayland, G.Kore ihracata yönelik kalkınma modelini
340
Parasız, İlker ve Ufuk Başoğlu, “Türkiye’de Ekonomik Kriz, İnandırıcılık ve İstikrar”,
http://www.ufukbaşoglu.com, 10.01.2005.
341
Karabulut, Gökhan (2002), a.g.e., s. 117.
342
Krugman, Paul (1998), “What Happened to Asia”, http://web.mit.edu/krugman/www/DISINTER.html, s.
2, 15.12.2004.
343
Tayland, G. Kore, Malezya, Endonezya, Filipinler.
133
benimseyerek, son on yıl içerisinde yıllık gayri safi milli hâsılada yaklaşık % 8’lik bir
büyüme yakalamışlardır. Aşağıdaki Tablo 3’de bölge ülkelerinin son otuz yılda yaşadıkları
makroekonomik gelişim gösterilmiştir.
Tablo 3: Krizi Yaşayan Asya Ülkelerindeki Genel Ekonomik Gelişim
Endonezya
Malezya
Filipinler
G. Kore
Tayland
1975-82
1990-95
1996
1997
1998
1999
Enflasyon Oranı %
6.2
8.0
8.0
4.7
-13.7
-0.8
7.1
8.8
8.6
7.7
-6.7
2.4
5.6
2.3
5.7
7.2
-0.5
2.2
7.0
7.8
7.1
5.0
-5.8
6.5
7.0
9.0
6.4
-1.3
-9.4
4.0
1975-82
1983-89
1990-95
1996
1997
1998
1999
Kamu Kesimi Açığı
GSMH’de %
1996
1997
Ödemeler Bil. Açığı
GSMH’de %
1990-95
1996
1997
Tasarruf Oranı
GSMH’de %
1996
1997
15.0
8.1
8.7
7.9
6.6
59.6
22.7
5.3
2.0
3.5
3.5
2.7
5.3
3.0
11.0
15.4
10.8
8.4
6.0
9.7
8.5
17.6
3.8
6.6
4.9
4.4
7.5
0.7
9.0
3.1
5.0
5.9
5.6
8.1
0.5
1.4
2.0
4.2
1.6
-0.4
-0.9
-2.5
-3.3
-4.5
-6.2
-4.9
-9.9
-4.1
-4.7
-2.9
-1.4
-4.9
-2.7
-6.7
-7.9
-4.2
28.8
27.3
36.7
37.0
19.7
21.0
33.3
32.9
33.1
33.8
GSMH’nin Reel Artışı.%
1.6
-0.4
Kaynak: Demir, Gülten (1999), Asya Krizi ve IMF, Der Yayınları: 260, İstanbul, s. 163.
Krizden önceki 30 yıl içerisinde, kişi başına gelir seviyesi Kore’de on kat, Tayland’da
beş kat ve Malezya’da dört kat artmıştır344. Asya ülkelerindeki ödemeler bilânçosu açıklarının
en önemli problem kaynağı olduğu bilinmektedir. 1990-1995 yılları arasında Tayland’da
GSMH’nın % 6,7 si, 1996 yılında ise, % 7,9’u oranında önemli bir ödemeler bilançosu açığı
söz konusudur. Malezya ve G. Kore’de ödemeler bilançosu açığı GSMH’nin % 4,9’u
344
Fischer, Stanley (1998), “The Asian Crises: A Wiev From The IMF”, Washington, D. C.
http://www.imf.org/external/np/speeches/1998/012298.htm, 24.12.2004.
134
seviyesinde, Endonezya’da ise % 3,3 seviyesindedir. Ayrıca, Asya ülkelerinin bu yüksek
ödemeler bilânçosu açıkları nedeniyle krize girdiği iddia edilmektedir345.
Yüksek büyüme hızıyla beraber enflasyon oranının tek haneli rakamlarla ifade edilir
düzeyde olması, önemli bütçe açıklarının olmaması, tasarruf oranlarının yüksek olması
yabancı yatırımcılarca bu ülkelerde makroekonomik istikrar açısından herhangi bir sıkıntı
bulunmadığı şeklinde yorumlanmış ve gelişmiş ülkelerdeki faiz oranlarının düşmesiyle
beraberde bu ülkelere yönelen yabancı sermaye girişleri hızla artmıştır346. Sermaye
girişlerindeki artış G. Doğu Asya ülkelerindeki mucizenin finansal kaynağının yaratıcılığını
üstlenmiş ve G. Doğu Asya ülkelerinin uyguladıkları ihracata yönelik kalkınmanın uzun süre
devamlılığını sağlayan bir etken olmuştur347. Asya ülkelerine yönelen toplam net özel
sermaye aşağıdaki tablodan incelendiğinde sermaye akımlarında 1994-1996 döneminde
yaklaşık % 100’lük bir artış görülmektedir. Sadece portföy yatırımlarına bakılsa bile aynı
dönemdeki artışın % 150 dolaylarında olduğu anlaşılmaktadır.
Tablo 4: Krizdeki Ülkelere Yönelen Net Sermaye Akımları (Milyar Dolar)
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
Toplam Net Özel Sermaye
Akımları
4.2
26.8
26.6
31.9
33.2
62.5
62.4
12.6
-46.2
Net Doğrudan Yatırımlar
6.0
6.1
6.3
6.7
6.5
8.7
9.5
12.1
4.9
Net Portföy Yatırımları
0.3
3.4
5.3
16.5
8.3
17.0
20.0
-19.7
-6.5
Banka Kredileri ve Diğer
Sermaye Akım.
17.9
17.3
15.0
8.7
18.4
36.9
32.9
-44.5
-44.5
Kaynak: IMF (1999), International Financial Statistics, Washington, D.C., s. 93.
Bölgeye açılan krediler ve yabancı sermayenin bölge ülkelerinin gayrisafi yurtiçi
hasılalarına oranları incelendiğinde de 1996 yılı itibariyle bu oranların % 2,5 ile % 10
arasında değiştiği görülmektedir. Bu veriler ise Asya ülkelerine yönelen yabancı sermaye
akımlarının kriz öncesi dönemde önemli boyutlara ulaştığını ortaya koymaktadır. Aynı
zamanda Rodrik, Asya krizinde kısa dönemli sermaye hareketlerinin önemli bir rol
oynadığını, krizle karşılaşmanın “olağanüstü” bir durum olmadığını aksine sık aralıklarla
345
Demir, Gülten (1999), Asya Krizi ve IMF, Der Yayınları: 260, İstanbul, s. 134.
Kar, Muhsin ve M. Akif, Kara (2004), a.g.m., s. 83.
347
Çolak, Ö.Faruk (1999), “Finansal Kriz ve Bankalar: Güneydoğu Asya Örneği”, Banka ve Ekonomik
Yorumlar Dergisi, Sayı: 36, Ekim, s. 13.
346
135
karşılaşılabilecek bir durum olduğunu söylemektedir348. Bir ekonomide dış dünya ile
entegrasyonunun en ileri olduğu sektör olan finansal sektörde yaşanan bir kriz, bu ülkelerin
finansal piyasaları dışa açık olduğundan, bütün bir bölgeye veya dünyaya yayılmaktadır.
2.2.2.2.1. Asya Krizinin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi
Asya ülkeleri sermaye ithaline dayalı bir gelişme modeli izlemişler ve otuz yılı aşan
yüksek büyüme dönemi süresince gelişmiş ülkelerden özellikle doğrudan yatırımlar biçiminde
büyük miktarda sermaye ithal etmişlerdir. 1990’lı yıllarda ise Asya ülkelerine akan
sermayenin niteliği önemli ölçüde değişmiştir. Çünkü, bu yıllarda Asya ülkeleri sermaye
hareketlerini serbestleştirmişler ve yabancı sermaye yatırımlarının getirisini arttıran (yüksek
faiz) ve riskini azaltan (sabit kur) politikalar uygulamışlardır349. Bu uygulamalara bağlı olarak
90’lı yıllarda Asya ülkelerine akan sermaye içinde portföy yatırımları ve kısa vadeli borç
miktarı ağırlık
kazanmıştır. Yukarıdaki Tablo 4’de
portföy yatırımlarının arttığı
görülmektedir. Ülkelere ilişkin verilerden de izleneceği gibi Malezya dışındaki ülkelerde
direk yatırımların nisbi önemi azalmış, 1993 yılından itibaren portföy yatırımları önemli
boyutlara ulaşmış, bütün Asya ülkelerinde özel sektörün dış borçları hızla artmıştır.
Özelliklede toplam borç içerisinde kısa vadeli borçların oranı artmıştır. Yani artan borcun
büyük bir kısmı kısa vadeli borçlardan oluşmaktadır350. Aşağıdaki Tablo 5 dış borçtaki artış
ve bu artışın içindeki kısa vadeli dış borç oranlarını göstermektedir. Bu tabloya göre, döviz
kuru veya finansal sistemle ilgili beklentilerin olumsuzlaşması durumunda, sermaye
hareketleri tersine dönmekte ve kriz çıkma olasılığı oldukça artmaktadır. Asya ülkeleri de
yabancı sermayeyi çekebilmek için faiz oranlarını genel olarak ABD ve diğer finans
merkezlerindeki faiz oranlarının üzerinde tutmuştur. Böylece yerli para ile borçlanma
maliyetinin daha yüksek olması özel kesime yabancı para ile daha elverişli borçlanma imkanı
sağlamış ve bu kesimin yurtdışından kredi talebinin hızla artmasına neden olmuştur.
348
Rodrik, Dani (1998), “Who Needs Capital Account Convertibility”, Essays in International Finance, No:
207, Department of Economics, Princeton University, s. 57.
349
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 135.
350
Özer, Mustafa (1999), a.g.e., s. 115.
136
Tablo 5: Asya Ülkelerinin Dış Borç Durumu (Miyar Dolar)
TOPLAM DIŞ BORÇ
KISA VADELİ DIŞ BORÇ/ TOPLAM DIŞ
BORÇ %
1992
1993
1994
1995
1996
1992
1993
1994
1995
1996
Endonezya
28.4
30.5
34.2
44.5
55.5
60.5
61.7
61.8
61.9
61.7
Filipinler
6.9
5.8
6.5
8.3
13.3
45.7
40.8
47.4
48.8
58.2
Güney Kore
38.7
41.2
56.5
77.5
100
71.4
70.8
71.1
70
67.5
Malezya
8.5
13
13.5
16.8
22.2
48.1
56.8
48.8
47.2
50.3
Tayland
23
29.6
43.4
62.8
70.1
69
72.1
71
69.4
65.2
Kaynak: Özer, Mustafa (1999), Finansal Krizler, Piyasa Başarısızlıkları ve Finansal İstikrarı
Sağlamaya Yönelik Politikalar, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 115.
Asya ülkelerinde 1990’lı yılların ilk yarısından itibaren bankacılık sistemini denetleme
ve düzenleme mekanizmalarında iyileşmeler başlamakla birlikte, bu ilerlemeler yeterli
olmamıştır. Bütün bunlara finansal kurumların risk yönetimindeki başarısızlıkları da
eklenince kötü kredilerin oranında büyük artışlar görülmüştür. Mevduata getirilen garantiler
nedeniyle bankalar sorumsuz şekilde, ilişkide olduğu büyük sanayi kuruluşlarına krediler
açmışlar ve böylece kötü krediler artmaya devam etmiştir. Bu tür kredilerin bankalar
tarafından verilmesinin en önemli nedenlerinden biriside, devletin batan bankaları mutlaka
kurtaracağına olan hâkim kanıdır. Sonuç olarak, Malezya ve Tayland başta olmak üzere krize
uğrayan özel sektöre açılan krediler 1996 ve 1997 yıllarında GSYİH’ dan daha hızlı artmıştır
Tablo 6: Özel Sektöre Açılan Krediler (GSYİH’nin yüzdesi olarak)
ÜLKELER
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
Meksika
20.6
26.5
33.2
37.3
46.3
35.0
16.2
12.7
G. Kore
56.8
56.8
56.8
57.9
60.6
60.8
65.7
73.9
Endonezya
50.6
50.7
47.9
40.5
52.6
53.7
55.8
61.1
Malezya
71.4
76.9
75.0
75.8
77.5
87.1
93.6
107.1
Filipinler
19.3
17.8
20.6
26.4
29.2
37.5
48.6
55.9
Tayland
64.3
67.7
72.9
79.9
91.7
84.2
84.3
116.3
Kaynak: IMF (1998), International Financial Statistics, Washington, D.C., s. 97.
Finansal serbestliğe sahip ekonomilerde M2Y/Rezervler oranı finansal kırılganlığı
gösteren en önemli göstergelerden biridir. Çünkü, böyle bir durumda, devalüasyon korkusuna
kapılan yabancı yatırımcılar, ellerinde yerli para cinsinden tuttukları aktiflerini bozdurarak
dövize çevirmek istemektedirler. Tablo 7’de görüleceği gibi 1997 krizinden etkilenen Asya
137
ülkelerinin tamamında ve 1994 Meksika krizinde M2Y/Rezervler oranı birden çok yüksek
seviyededir. Bu oranın yüksekliği finansal krizlere gösterge olmaktadır. Çünkü M2Y’deki
artış ulusal paraya olan güvenin azaldığının (devalüasyon korkusunun arttığının) bir
göstergesi olabilmektedir. Aşağıdaki tablo 7’de, krizi yaşayan ülkelerde kriz öncesi
M2Y/rezervler oranları gösterilmektedir.
Tablo 7: Krizi Yaşayan Ülkelerde M2Y/Rezervler (% )
ÜLKELER
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
G. Kore
6.56
8.33
7.20
6.91
6.47
6.11
6.51
10.50
Endonezya
6.16
5.51
5.61
6.09
6.55
7.09
6.50
9.35
Malezya
2.91
2.99
2.64
2.10
2.48
3.33
3.66
4.99
Filipinler
16.3
4.82
4.35
4.90
4.86
5.86
4.50
6.97
Tayland
4.58
4.11
4.10
4.04
3.85
3.66
3.88
4.08
Meksika
5.78
4.45
5.04
4.35
19.16
4.95
4.54
3.97
Kaynak: IMF (1998), International Financial Statistics., Washington, D.C., s. 101.
Bölge ekonomilerinin krize doğru sürüklenişlerinde bu ülkelerin ulusal paralarını
endeksledikleri ABD Dolarının Yen karşısında değer kazanması önemli rol oynamıştır. Kriz
öncesi yıllarda bu durum bölge ülkelerinin ihracat potansiyellerinin azalmasına ve rakip
mallar üreten Çin’in rekabet gücünün artmasına yaramıştır. Yerli ve yabancı yatırımcıların
gayrimenkul piyasasına yaptıkları dev yatırımlar ihracattaki azalmalarla birlikte bir
dalgalanma sürecine girmiştir. Bu dalgalanma 1996 yılının sonlarına doğru gayrimenkul
fiyatlarındaki hızlı düşüş yoluyla hisse senetleri fiyatlarını çökertmiş ve finans kurumlarını
büyük sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır351. Bu sorunlar 1997 yılında da devam ettiğinden
Tayland’lı fon sahipleri döviz fonlarını yurtdışına çıkarmaya başlamışlardır. Bu gelişmelerin
etkisiyle 14-15 Mayıs 1997 tarihlerinde Baht’a yönelik ilk ağır spekülatif atak başlamıştır. Bu
atakta Merkez Bankası döviz rezervlerinden milyarlarca dolar kullanarak Baht’ın geçerli
döviz kurunu korumayı başarmış ancak faizler yükselme ve hisse senetleri fiyatları da düşme
trendine girmiştir352. Bu baskılara dayanamayan Tayland, 2 Temmuz’da para birimi Baht’ı
dalgalanmaya bırakarak (devalüe ederek) Asya Krizini ateşlemiştir. Eylül 1997’de Malezya,
Tayland ve Singapur paralarının değer kaybı % 20’yi geçmiştir. Endonezya hariç, bölgede
parası baskı altında kalan tüm ülkeler, büyük döviz rezervleri kayıplarını göze alarak
başlangıçta döviz kurunu korumaya çalışmışlardır. Endonezya ise gecelik faizleri yükselterek
351
352
Karabulut, Gökhan (2002), a.g.e., s. 122.
Akdiş, Muhammed (2000), a.g.e., s. 67.
138
ve döviz satarak kuru kısa bir süre savunduktan sonra öncelikle, kurun dalgalandığı bandı
genişletmiş, ardından da dalgalı kur sistemine geçmiştir353.
Tayland’da yaşanan kriz, bankacılık krizi ile tetiklenen döviz krizi ve sonrasında daha
da derinleşen bankacılık krizi nedeniyle para ve bankacılık krizi (ikiz kriz) olarak
nitelendirilebilir. Bu krizi tetikleyen unsurlara bakıldığında da karşımıza, büyük cari işlemler
açığı, işleyemez duruma gelen bankalara likidite sağlanması ve ayarlanabilir sabit kur sistemi
çıkmaktadır. Kriz arifesinde Tayland’ın cari işlem açığı yukarıdaki Tablo 3’de görüldüğü gibi
GSYİH’nın % 8’ine çıkmıştır. Bu açık Meksika’nın 1994 krizine girmeden hemen önce sahip
olduğu cari işlemler açığı/GSYİH oranına yakındır. Endonezya, petrol ihracatı sayesinde
ticaret dengesi sürekli fazla veren bir ülke konumundayken, ağır borçluluk nedeniyle cari
işlemler hesabı sürekli (son 20 yıldır) açık durumundadır. 1990’larda ticaret dengesinin de
bozulmasıyla, bu açık hızla artmaya başlamıştır. 1990-1995’de cari işlemler açığının
GSYİH’ya oranı % 2,5 iken, 1996’da % 3,3’e ve 1997’de % 4,5’e çıkmıştır.
1980’lerde, hem ticaret dengesi, hem de cari işlemler dengesi fazla veren Güney
Kore’de, 1990’larda durum tersine dönmüş, 1996’da ticaret açığının GSYİH’ye, oranı % 3,
cari işlemler açığının GSYİH’ye oranı ise % 4,9’a ulaşmıştır. Tablo 3’de 1995-1997 yılları
arasında bu üç ülke ile Malezya ve Filipinlerin cari işlemler dengesi açığının GSYİH’lerine
oranı görülmektedir. Sorunların arttığı 1997 yılının başlarında, Kore’nin büyük çelik üreticisi
Hanbo Çelik 5.8 milyar dolar borç bırakarak iflas etmiştir. Bu iflası Sammi Çelik ve Kia
Motors’un iflasları izlemiştir. Kore’deki benzeri büyük holdinglerin önemli bir kısmı benzer
zorluklar içine girmiş ve çoğu bankalara yoğun bir şekilde borçlanmıştır. Bölge ülkelerinde bu
ve benzeri sorunlarla birlikte, bu ülkelerin finans kesimindeki yapısal problemler de krizin
oluşumunda ve genişlemesinde etkili olmuştur. Bu problemler özellikle kredi kullanımında
aşırı devlet müdahaleciliği ve kredilerin verimsiz alanlarda kullanılması, finans kuruluşlarının
denetimleriyle ilgili mevzuatın yetersiz oluşu, fiyat ve risk analizi yapacak vasıflı elemanların
yetersiz oluşu, sektörün genelde rekabete açık olmayışı, şeffaflık ve açıklık içinde
çalışmamaları şeklinde sıralanabilir354.
2.2.2.2.2. Asya Krizini Açıklamaya Yönelik Görüşler
Geleneksel finansal ölçülere göre kriz ülkelerinin hükümetleri 1997 yılı başında oldukça
iyi durumdaydı. 1996’da büyüme yavaşlamıştı ve bazı fazla kapasite işaretleri belirmişti.
353
Karabulut, Gökhan (2002), a.g.e., s. 122.
DTÖ Türkiye Daimi Temsilciliği (1998), “Doğu Asya Krizi”, Dış Ticaret Dergisi,
http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/mart98/1douasya.htm, 10.01.2005.
354
139
Fakat Asya ülkelerinden hiç biri İngiltere’de olduğu gibi istihdam ve döviz kuru istikrarı
arasında tercih yapma durumuyla karşı karşıya değildi. Gerçekten, 1997 yazına kadar birçok
gözlemci şimdi adı kötüye çıkmış olan, iyi makroekonomi ve döviz kuru yönetiminin
Asya’nın başarı reçetesinin anahtarı olduğunu içeren Doğu Asya mucizesi adındaki Dünya
Bankası raporundan bahsediyordu. Stiglitz’in vurguladığı gibi krizden sonra bile bu ülkelerin
kriz riski taşıdığına veya 1997-1998 yıllarının olağan dışı riskli olduğuna ilişkin geleneksel
gösterge bulabilmek çok zordur. Asya’da neyin yanlış gittiği konusunda, kriz sonrası teorik
literatürde iki önemli bakış açısı ortaya çıkmıştır355.
Birincisi, makroekonomik politikaların görülen sağlamlığı altında, bankalara zımni
devlet garantisi verilmesi yoluyla dolaylı destek sağlanmıştır. McKinnon ve Pill krizden önce
modellendirdikleri aşırı borçlanma sendromunda, zımni garantilerin bankaları büyük ölçüde
ahlaki risk almaya yönlendirdiği ve bu bankaların borçlarının da gizli kamu borcu olduğunu
vurgulamışlardır. Bu görüşe göre, makroekonomik politika ve bütçenin görünürdeki
sağlamlığı bir aldatmaca olarak kabul edilmektedir. Çünkü, gerçekte hükümetlerin kayıtsız ve
sürdürülemez harcamaları çok önemli boyutlara ulaşmıştır.
İkinci olarak, Radelet ve Sachs tarafından güçlü bir şekilde ifade edilen alternatif görüşe
göre, ülkeler yanlış hiçbir şey yapmıyorlardı ve bu ülkelerin yatırımları temelde sağlamdı. En
fazla, bu ülkelerin uluslararası kreditörlerin nezdinde kendi kendini besleyen bir kötümserliğe
maruz kalmalarına neden olan bir tür finansal kırılganlıktan çektikleri söylenebilir. Asya
krizini açıklamaya yönelik yaklaşımlar, kriz nedeni olarak vurguladıkları faktöre göre dört
başlık altında toplanmaktadır. Bunlar356;
• Krizi Asya ülkelerinin ulusal finans kurumlarının zayıflığına bağlayan yaklaşımlar.
• Krizi uluslararası finans piyasalarının aşırı reaksiyonları ile ilişkilendiren
yaklaşımlar.
• Krizi ülkelerin ihracatı konusunda karşılaştıkları sorunlarla ilişkili olarak ele alan
yaklaşımlar.
• Krizi ülkelerin hatalı iktisat politikalarına bağlayan yaklaşımlardır.
Asya Krizinin bu ülkelerin ulusal finans kurumlarının zayıflığından kaynaklandığını
ileri süren yaklaşıma göre, Asya ülkelerinde özel sektöre verilen kredi hacmi yukarıda da
355
Krugman, Paul (1999), “Balance Sheets. The Transfer Problem and Financial Crises”, January, s. 4,
http://web.mit.edu/krugman/www/FLOOD.pdf, 15.12.2004.
356
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 143-148.
140
belirtildiği gibi aşırı genişlemiştir. Bu genişleme ile finans sektöründe denetim eksikliği riskli
kredilerin verilmesine ve kredilerin geri dönüşünde karşılaşılan sorunlar finans krizine yol
açmıştır. Krugman’a göre bankacılık kesimini düzenleyen kurallardaki boşluklar, bankacılık
faaliyetlerinin yeterince şeffaf olmaması ve değişik biçimlerde devlet tarafından verilen
garantiler ve bunların neden olduğu ahlaki tehlike sorunları, bu ülkelerde hem bankacılık
kesimini, hem de banka dışı kesimi aşırı borçlu duruma iterken, batık kredilerin artmasına
katkı sağlamıştır357. Şözedildiği gibi spekülatif gayrimenkul yatırımlarına giden fonların
getirilerinin azalması, bankaların krize girmelerine neden olmaktadır.
Asya Krizinin uluslararası finans piyasalarının istikrarsızlığına bağlayan yaklaşım, krizi
uluslararası finans piyasalarının aşırı reaksiyonu ile ilişkilendirmektedir. Uluslararası sermaye
hareketlerinin incelendiği bölümde etraflıca açıklandığı gibi, globalleşen uluslararası finans
piyasalarında yapılan uluslararası işlemlerde spekülasyon motifi ön plana çıkmaktadır.
Ülkeler arasında döviz kuru ve faiz oranındaki değişim beklentilerinden kar etmeyi uman
fonlar, ülkeler ve piyasalar arasında çok kısa sürede yer değiştirebilir duruma gelmiştir. Hangi
nedenle olursa olsun (ihracat krizi, hatalı iktisat politikaları, politik zayıflık vb.) ülkelere
ilişkin beklentilerin değişmesi ile, sürü psikolojisiyle hareket eden yatırımcıların hiçbir
ülkenin başa çıkamayacağı spekülatif atakları, sermaye ithal eden ülkeleri krize
sürükleyebilmektedir. Burada önemli olan beklentileri neyin değiştirdiğinden çok,
beklentilerin değişmesine bağlı olarak uluslararası finans piyasalarının gösterdiği aşırı
reaksiyondur. Ayrıca, uluslararası finans piyasalarında spekülatif işlemlerin hızla artışı,
sermaye ithaline dayalı bir gelişme modeli izleyen ülkeleri önemli belirsizlik ve risklerle karşı
karşıya getirmektedir.
Asya Krizini ihracat krizi olarak değerlendiren yaklaşım, Asya ülkelerini ihracat
konusunda karşılaştıkları sorunların bu ülkelerin bir finans krizine sürüklenmelerinde etkili
olduğunu ileri sürmektedir. Krizi bu çerçevede açıklayan görüşe göre, daha önce finans
krizlerine giren ülkelerde olduğu gibi Tayland, Malezya, Endonezya ve Filipinlilerde de
yüksek ödemeler bilançosu açıkları bulunmaktadır. Bu ülkelerin ABD dolarına bağlı olan
paralarının reel olarak değerlenmesi ve 1996 ihraç artış hızlarının düşmesi ekonomilerini
olumsuz etkilemiştir. Bu yaklaşımın krizi bütün yönleriyle açıkladığını söylemek güçtür.
Asya ülkelerine ilişkin verilerden izleneceği gibi öncelikle ülkelerin tümünde ödemeler
bilançosu açıklarının ihracattaki duraklamayla ilişkilendirmesi zordur. Ancak, Asya krizi
357
Krugman, Paul (1999), “Balance Sheets. The Transfer Problem and Financial Crises”, January,s. 5,
http://web.mit.edu/krugman/www/FLOOD.pdf, 15.12.2004.
141
yalnızca ihracat konusunda karşılaşılan sorunlara bağlanamasa da ihracat sorunlarının krizi
destekleyici rol oynadığı söylenmektedir.
Asya Krizini bu ülkelerin hatalı iktisat politikalarına bağlayan düşünceler, özellikle
IMF’nin kriz açıklamalarında önemli bir yer tutmaktadır. Gerçekte yabancı sermayeye dayalı
bir gelişme modelinde yukarıda değinildiği gibi spekülatif işlemlere açık olan piyasaların
risklerle karşı karşıya olması doğaldır. Bu konuda IMF’nin yaklaşımı krizden sonrada
sermaye ithaline dayalı gelişme modelini desteklemekte hatta krizin çözümünü uluslararası
piyasalara güvenin ve buna bağlı olarak ülkelere sermaye akışının tekrar sağlanmasına
bağlamaktadır. IMF’nin buradaki eleştirisi ülkelerin sermaye akışının olumsuz sonuçlarını
önlemekte yetersiz kalan politikalarına yöneliktir. Örnek olarak, bölge ülkeleri kısa vadeli
yabancı sermayeye aşırı bağımlı oldukları, paralarının aşırı değerlenmesine izin verdikleri,
ödemeler bilançosu açığının tehlikeli boyutlara ulaşmasıyla döviz spekülasyonuna zemin
hazırladıkları gerekçesiyle eleştirilmişlerdir. Kısaca, ülkeler uygulamada ortaya çıkan
sorunların çözümünde yetersiz kalmışlardır.
Asya ülkeleri genel olarak IMF ve Dünya Bankası önerileri doğrultusunda politikalar
izlediklerinden bu ülkelerde meydana gelen kriz, dikkatleri IMF üzerine toplamıştır.
Uluslararası finans çevreleri de IMF’yi krizi öngöremediği ve görevini yerine getirmediği
konusunda eleştirmişlerdir. Ayrıca IMF krizden sonra da kötü kriz yönetimi ile ülkelerin ağır
bir durgunluğa girmesine neden olduğu için eleştirilmiştir358.
2.2.2.3. Rusya Krizi
Asya Krizinden yaklaşık bir yıl sonra krizin etkilerinin ve belirsizliğinin tam ortasında,
dünya ekonomisi yeni bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Finans piyasalarında önemli
istikrarsızlıklara neden olan Asya Krizinin ardından, Ağustos 1998 yılında Ruble’nin devalüe
edilmesiyle Rusya Federasyonunda yeni bir kriz ortaya çıkmıştır. Rusya Krizi, etkilediği
ülkelerde ekonomik ve siyasi istikrarın bozulmasına ve en önemlisi de global sermaye
piyasaları hakkında tereddütlerin oluşmasına yol açmıştır. Asya Krizinin etkileri yoğun olarak
yaşanırken, Rusya Krizinin ortaya çıkması tüm dünyada gelişmekte olan ülkelere yönelik
belirsizlikleri ve kuşkuları arttırmıştır.
1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla beraber Rusya Federasyonu serbest
piyasa ekonomisine geçiş yönünde hızlı bir değişim yaşamış, ancak geçiş döneminde önemli
ekonomik reformlar gerçekleştirilmekle beraber ekonomik sistem sağlıklı bir yapıya
358
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s.183.
142
kavuşturulamamıştır. Bu reformlara bağlı olarak 1990’lı yılların başından itibaren yurtiçi
fiyatlar serbest bırakılmış, dış ticaret serbestleştirilmiş, Rusya parası Ruble'nin değeri piyasa
koşullarında belirlenmeye başlamış ve devlete ait işletmelerin çoğunluğu özelleştirilmiştir.
1992’den itibaren izlenen bu politikalar sayesinde; fiyatların serbest bırakılmasıyla beraber %
1353’lere ulaşan enflasyon oranı, 1997’de % 15’e indirilmiş ayrıca petrol fiyatlarındaki artışla
beraber ödemeler dengesi fazla vermiştir359. Enflasyon oranında görülen büyük çaplı düşüş,
GSYİH’nın 1991 yılından bu yana ilk kez pozitif bir büyüme göstermesi gibi olumlu makro
ekonomik gelişme göstermesine karşın, 1998 yılı başı itibariyle Rusya ekonomisinin en
önemli sorunlarından birisi G. Kore, Endonezya ve Malezya’da da benzerleri görülen “crony
kapitalizm” (eş dost kapitalizmi) adı verilen ilişkiler ağından kaynaklanmaktadır. Geçiş
sürecinde Rusya’da hükümet ile bazı büyük firmalar arasındaki bağlar, G. Kore’deki
bankalar, hükümet yetkilileri ve büyük holdingler arasındaki ilişkilere benzer bir yapıda
gelişmiştir. Bu ilişkilere Rusya’da komünist dönemden kalma bürokratik yapı da neden
olmuştur. Hükümet ile bu büyük firmalar arasındaki ilişkiler, hükümetin ekonomik sorunları
aşma yönünde alacağı tedbirleri etkilemekte, bankacılık sisteminin şeffaf bir şekilde
çalışmasını engellemekte, bu ise piyasanın kendi kuralları içinde işlemesine engel olmaktadır.
Bu ilişkiler ağı ile bağlantılı ve Rusya’yı krize iten başlıca diğer sorunlar “kayıt dışı ekonomi
ve mafya olgusu”, “denetim dışı kalan bankacılık sistemi”, “etkin işlemeyen vergi sistemi” ile
“artan dış borç geri ödemeleri” olarak ifade edilmektedir360.
Rusya’da oluşan “kayıt dışı ekonomi” ve buna bağlı olarak gelişen “mafya” olgusu,
Rusya ekonomisinde büyük bir öneme sahiptir. Eş dost ilişkiler ağı (crony kapitalizmi) ile iç
içe bir görüntü sergileyen bu ekonomik yapı bir yandan hükümetin vergi toplamasını
güçleştirmekte diğer yandan da kayıtlı ekonominin çalışma koşullarına göre düşünülerek
alınan ekonomik tedbirlerin etkisini zayıflatmaktadır. Ayrıca, uluslararası finans kuruluşları
ve batılı ülkelerce Rusya’ya yapılan ekonomik yardımların ve verilen kredilerin, kayıt dışı
ekonomi ve mafya’yı beslediği, kaynakların bu kesimlere aktarıldığı ve bu nedenle ülkenin
dış borçları artarken elde edilen bu kaynakların rasyonel bir şekilde kullanılamaması
nedeniyle Rusya’nın borç ödeme gücünün azaldığı belirtilmektedir361. Rusya’da denetim
dışında olan ve bu nedenle önemli bir sorun teşkil eden kurumlardan bir diğeri de “bankacılık
359
Ülgen, Gülden (1999), “İkinci Yılında Küresel Kriz ve Dünya Ekonomisi”, Banka ve Ekonomik Yorumlar
Dergisi, 36, Temmuz, s. 13.
360
Camdessus, Michel (1998), “Russia and the IMF: Meeting the Challenges of an Emerging Market and
Transition Economy”, Managing Director of the International Monetary Fund at the U.S.-Russia Business
Council Washington, D.C. - April 1, http://www.imf.org/external/np/speeches/1998/040198.htm,
20.12.2004.
361
Eroğlu, Ömer ve Mesut, Albeni (2002), a.g.e., s. 126.
143
sistemi”dir. 1991 yılında yaşanmaya başlanan ekonomik değişim sürecinde, yabancı ve özel
sermayenin bankacılık sektörüne girmesine olanak tanınması ile birlikte, Rusya’da çok sayıda
banka kurulmuştur. Yüksek getirili kur işlemleri, yüksek faizli devlet borçlanma kâğıtları
sayesinde yüksek kar marjlarıyla çalışmanın mümkün olduğu Rusya’da banka sayısı IMF’nin
rakamlarına göre, 1997 yılında 2.030 olmuştur. Türkiye’deki banka sayısının 70 civarında
olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, bu rakamların büyüklüğü daha açık bir şekilde
ortaya çıkmaktadır. Bu alandaki temel sorun bankaların sayısı ve hatta teknolojik altyapı ve
yönetim alanındaki eksiklik değildir. Banka sayısındaki tüm bu artışa rağmen, bankacılık
sisteminin, Rusya’da sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı finanse edebilecek derinlikte ve
finansal büyüklükte olmaması asıl sorunu teşkil etmektedir. Zira Rusya’da bankaların toplam
varlıklarının GSYİH içindeki payı % 28 düzeyindedir. Bu oran OECD Ülkelerinde % 80
seviyesine kadar yükselmektedir. Bu ise, Rusya’da finansal sistemin zayıflığının ve derin
olmadığının bir işareti olarak değerlendirilmektedir362.
Denetimsiz bir şekilde sayıları hızla artan özel bankalarla da çoğu zaman bağlantılı olan
crony kapitalizmi, batılı anlamda bir ekonomik düzenin kurulması önündeki en büyük
engellerden birini oluşturmaktadır. Rusya Krizini daha iyi analiz edebilmek için öncelikle
Rusya’nın makroekonomik gelişimi Tablo 8 ve Tablo 9’da incelenmektedir.
Tablo 8: Rusya’da 1996’ya Kadar Reel Büyüme ve Enflasyon
1991
1992
1993
1994
1995
Reel Büyüme %
-5.4
-19.4
-10.0
-11.6
-4.8
Enflasyon (TÜFE)
92.7
1.353.0
895.9
302.0
190.1
Kaynak: http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/weo1098/pdf/1098sta.pdf, 13.1.2005.
Tablo 8 ve Tablo 9 incelendiğinde, Rusya’nın ekonomik büyümesinin 1997 yılına
kadar negatif olduğu görülmektedir. Rusya’nın GSYİH’sı sürekli olarak bir önceki yıla göre
değişen oranlarda küçülmüştür. Bu dönemde Rusya ekonomisi yaklaşık yarı yarıya
küçülmüştür.
362
Malkoç, Savaş (1998), “Cumhuriyetin 75. Yılında Dünya Ekonomik Krizlerinin Türkiye’ye Yansımaları ve
Güncel Bir Örnek: Rusya Krizi”, Dış Ticaret Dergisi Ekim Özel Sayı,
http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/ekim98/dunyaeko.htm, 20.12.2004.
144
Tablo 9: Rusya Ekonomisinde Makroekonomik Gelişmeler
1996- 2005
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
Reel GSYİH Artış %
3.9
-3.6
1.4
-5.3
6.3
10.0
5.1
4.7
7.3
7.3
Cari Açık/ GSYİH- %
-
8.3
-2.6
-2.1
22.2
44.6
33.4
30.9
35.8
56.6
Bütçe Açığı/ GSYİH %
-
-6.9
-7.7
-6.0
-4.2
0.8
2.7
1.3
1.5
3.7
25.0
47.7
14.8
27.7
85.7
20.8
21.5
15.8
13.7
10.3
Enflasyon TÜFE
Kaynak: http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2004/02/pdf/statappx.pdf, 12.01.2005.
Büyüme hızı ile ilgili bu gelişmeler Rusya’nın ne kadar zorlu bir süreçten geçtiğinin de
en önemli göstergelerinden birisini oluşturmaktadır. Aynı şekilde serbest piyasa ekonomisine
geçiş sürecinde (1991 sonrası) üretim düşüşüne paralel olarak yüksek oranlı enflasyon
problemi ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu yüksek oranlı ve sürekli enflasyonun önemli nedeni,
enflasyonla mücadelede bilgi ve deneyim eksikliğidir.
Yukarıdaki Tablo 9, Rusya’nın cari işlemler açığının seyri ile birlikte dikkate
alındığında daha anlamlı bir durum almaktadır. Son zamanlarda Rusya’nın dış ödemeler
dengesinde görülen bozulma Rusya’yı sıkıntıya sokan bir başka gelişme olmuştur. Aslında
geçiş süreci döneminde Rusya’nın en başarılı olduğu alanlardan birisi de dış ticarettir. İthalat
rejiminde gerçekleştirilen liberalleşmeye karşılık dış ticareti ve cari işlemler dengesi sürekli
olarak fazla veren Rusya’da, tablonun 1997 yılına gelindiğinde değiştiği görülmektedir. 1997
yılında Rusya’nın cari işlemler dengesi açık vermeye başlamıştır. Bu açık 1998 yılında da
devam etmiştir. Cari işlemler dengesinde görülen bu açığın en önemli nedeni şüphesiz,
Rusya’nın en önemli ihraç kalemleri arasında bulunan başta petrol olmak üzere doğal
kaynaklarının fiyatlarında görülen düşüştür. Petrol fiyatlarında yüzde 50’lere varan düşüşler
yaşanması, ihracatının % 36’sını petrolün oluşturduğu Rusya’yı olumsuz yönde etkilemiştir.
Özellikle Uzakdoğu Krizinin yaratmış olduğu talep daralmasının etkisiyle düşen petrol
fiyatlarının Rus Hükümetine maliyetinin 35 milyar dolar civarında olduğu tahmin
edilmektedir363. 1999-2004 yılları arasında ki reel büyüme oranının ortalama % 7 civarında
olduğu görülmektedir. Bunun temel nedeni başta petrol olmak üzere enerji fiyatlarının
yükselmesidir. Bu dönemde yukarıdaki Tablo 8 ve Tablo 9’da görüldüğü gibi enflasyon oranı
1997 yılına kadar yüksek oranda seyretmiştir. Fakat bu dönemin en önemli özelliği enflasyon
oranı % 1000’lerden % 50’nin altına düşmesidir. 1997 yılından sonra ise 1999 yılı hariç
363
Malkoç, Savaş (1998), a.g.m., http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/ekim98/dunyaeko.htm,
20.12.2004.
145
enflasyon oranında sürekli bir iyileşme görülmektedir. 2004 yılı sonu itibariyle enflasyon
%10,3’e gerilemiştir. Bunun nedeni bu dönemde uygulanan sıkı para ve maliye politikalarıdır.
Rusya’nın karşı karşıya kaldığı sorunlardan bir diğeri ise birçok uzman tarafından krizin
en önemli nedenlerinden birisi olarak gösterilen modası geçmiş ve etkin bir şekilde işlemeyen
“vergi sistemi”dir. Mevcut vergi mevzuatı -yukarı da değinildiği üzere hükümet ile bazı
büyük firmalar arasındaki ilişkiler ağıyla da bağlantılı olarak-bazı firmalara doğrudan ya da
dolaylı olarak önemli muafiyetler ve indirimler sağlamaktadır. Vergi borçları bulunan
firmaların birçoğunun ise devlet kuruluşları olması sorunun bir başka boyutunu
oluşturmaktadır364. Aslında vergi sistemindeki sorun, vergi oranlarındaki düşüklük değildir.
Rusya’nın acil bir şekilde, vergi oranlarını düşüren, ancak hemen hemen tüm kesimleri
kapsayacak yani vergi tabanını genişletecek, tüm mükelleflere tarafsız bir şekilde yaklaşacak
ve bu sayede Rus ekonomisine en az yük getirecek yeni bir vergi sistemine ihtiyacı
bulunmaktadır.
Asya krizi nedeniyle daha yüksek faiz karşılığında borçlanabilir duruma gelen
Rusya’nın dış borçları ve borç servisinin gelişimi ve yaşanan krizdeki önemi Tablo 10’dan
izlenebilir. Tablo 10, büyüme oranlarını gösteren Tablo 8 ile birlikte değerlendirildiğinde
1997’ye kadar artan dış borçların ekonomiyi reel olarak büyütecek sektörlere harcanmadığı
görülmektedir. Çünkü, bu dönemde Rusya ekonomisi sürekli küçülmüştür. 1998’den sonra dış
borç miktarı sabit kalırken ekonomide sürekli bir büyüme ve enflasyonda istikrarlı bir düşüş
gözlenmektedir. Burada dikkati çeken diğer bir husus ise 1993 yılından itibaren borç
servisindeki ciddi bir yükselmenin olmasıdır. Aslında, Rusya’nın dış borçları ve dış borç
servisinin gelişimi incelendiğinde, yaşanan krizin nedenlerinden biri olduğu rahatça
görülmektedir.
Tablo 10: Rusya’nın Dış Borç Servisi (Milyar Dolar)
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
Dış borçlar
112.7
127.5
128.0
136.1
134.6
152.4
147.6
151.7
141.7
135.4
Borç servisi
6.2
4.3
6.4
6.9
5.9
16.3
12.9
11.3
14.2
14.5
Kaynak: http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2001/01/pdf/append.pdf, 20.12.2004.
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, son dönemde Rusya açısından sorun dış borç
miktarındaki artış değildir. Asıl sorun dış borç geri ödemelerinde (anapara+faiz) görülen
yükselmelerdir. Bu ise, hem dış borçların ödeme vadelerinin kısaldığını diğer bir ifadeyle kısa
364
Eroğlu, Ömer ve Mesut, Albeni (2002), a.g.e., s. 127.
146
vadeli borçların genel borç içindeki payının yükseldiğini ve borçlanma maliyetlerinin geçmişe
göre artmış olduğunu göstermektedir365. Ancak 1998’den sonra yüksek büyüme, düşük
enflasyon ve bütçe fazlası veren bir ekonomide dış borçların sorun olmaktan çıktığı ve
istikrarlı bir ekonomik yapının oluştuğunun göstergeleridir.
Yukarıda genel ekonomik yapısını özetlediğimiz Rusya’nın kriz süreci şöylece
özetlenebilir. Öncelikle yukarıda sıralanan kriz nedenlerine şu faktörler de ilave
edilmektedir366. Merkez Bankasının uyguladığı sıkı para politikaları sayesinde Rusya para
birimi Ruble'nin aşırı değerlenmesi, ülkede oluşan siyasi gerginliklerin reform çalışmalarına
engel oluşturmasıdır. Asya krizinin etkisiyle dünyada düşen hammadde fiyatlarının Rusya'nın
ihracatını olumsuz yönde etkilemiştir. Asya kriziyle beraber uluslararası yatırımcıların
yatırımlarını hızla Rusya'dan çekmeleriyle beraber döviz rezervlerinin azalması ve bu
durumun hazineyi yüksek faiz politikası uygulamaya zorlamıştır. Rusya’yı krize getiren
süreçte Rusya’da 1997’lerde başlayan ekonomik sıkıntılar Temmuz 1998’de ağırlaşmaya
başlamış ve 17 Ağustos 1998’de Ruble-Dolar paritesinin 1 ruble 6 dolar’dan, 1 ruble 9.5
dolara devalüe edilmesi, döviz üzerinden sermaye hareketlerinin sınırlandırılması ve 90
günlük moratoryum ilan edilmesi ile sonuçlanan bir ekonomik kriz yaşanmıştır. Bu krizin
kökleri eskilere dayanmakla birlikte, oluşumunda kısa vadeli karlar peşinde koşan kısa süreli
sermayenin spekülatif davranışlarının da etkisi bulunmaktadır367.
Rusya krizinde de finansal boyut ön plana çıkmıştır. 1998 yılı başından itibaren finansal
piyasalarda çalkantılar boy göstermeye başlamış, şirket ve banka iflasları art arda meydana
gelmiştir. Rusya hükümetinin gümrük duvarlarını yükseltmesiyle ithalat miktarında büyük
düşüşler gerçekleşmiştir. Ünlü spekülatör Soros’un Rusya’ya verdiği düşük “reyting”
değerlendirmesi ise, talihsizlik olmuş ve yaşanan krizi iyice alevlendirmiştir. Rusya Merkez
Bankası Başkanı Sergey Dublin’e göre krizden piyasaları karıştıran yabancı spekülatörler
sorumludur. Ayrıca, güçlü petrol ve metal üreticilerinin ihracatlarını arttırmak için rublenin
değer kaybetmesini beklemeleri, bunların spekülatif beklenti ve davranışlarının krizin
oluşmasında rol oynaması da belirtilen diğer bir faktördür368. Bütün bunlara bağlı olarak 1998
yılı başından itibaren finansal piyasalarda çalkantılar başlamış, şirket ve banka iflasları
yaşanmıştır.
365
Malkoç, Savaş (1998), a.g.m., http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/ekim98/dunyaeko.htm,
20.12.2004.
366
Akdiş, Muhammed (2000), a.g.e., s. 86.
367
Akdiş, Muhammed (2000), a.g.m., http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/Ekim2002/akdis.htm,
27.07.2004.
368
Akdiş, Muhammed (2000), a.g.e., s. 88.
147
2.2.2.4. Brezilya Krizi
Latin Amerika ülkeleri, bir yandan ABD ile yakın ticari ilişkileri diğer yandan da
özellikle 1980’lerdeki hızlı büyümeleri dolayısıyla dünyanın en çok dikkati çeken
bölgelerinden birisi olmuştur. Latin Amerika ülkeleri özellikle 1980’lerin ikinci yarısından
itibaren krizden kurtulmayı ekonomik serbestleşmede aramaya başlamıştır. Buradaki amaç
piyasa mekanizmasına daha çok dayanarak ve dünya ekonomisi ile bütünleşerek hem istikrarı
hem de büyümeyi tekrar sağlamaktır. Bu ülkelerden ikisi Brezilya ve Arjantin’dir. Aşağıda
önce
Brezilya
daha
sonrada
Arjantin’in
yaşadığı
kriz
hakkında
açıklamalarda
bulunulmaktadır.
Brezilya 1980’lerde borç krizi yaşamış, 1986-1995 arasında yıllık enflasyon oranı
ortalama % 716.1’dir (Bkz. Tablo 11). Brezilya’nın yaşamış olduğu hiper enflasyon %
2700’lere ulaşmış bu nedenle de çok sayıda başarısızlıkla sonuçlanan istikrar programı
uygulamaya sokulmuştur. 1986 Cruzado, 1989 Summer, 1990 Collar ve en son 1994
Temmuzunda kabul edilen Real Planları uygulanmıştır369. Dünyanın en büyük dokuzuncu
ekonomisi konumunda bulunan ve uygulamaya koyduğu “Real Planı” ile 1994-1998 yılları
arasında enflasyonu % 2700’lerden % 3’ler düzeyine indirmeyi başaran, daraltıcı politikalar
ile birlikte ortalama % 3’ün üzerinde büyüme hızına ulaşmıştır (Bkz. Tablo 11).
1998 yılında Brezilya yaklaşık 40 Milyar ABD Doları tutarında döviz rezervine sahip
olmuştur. 1994 yılı ortalarından beri, döviz kuruna dayalı bir istikrar programı
uygulanmaktadır. Uygulanan politika ile enflasyon oranı tek haneli rakamlara indirilmiştir.
Ülkede bankacılık sektörü yeniden yapılandırılmış, geniş çaplı bir özelleştirme programı
hayata geçirilmiştir. Yapısal bir dizi tedbir alınmış ancak, ülkede bütçe disiplini bir türlü
sağlanamamıştır. Finansal sektör reformlarını yapmak için gereken siyasi uzlaşma ortamı da
yaratılamamıştır. İç borç stokunun milli gelir içindeki payı yüzde 40 düzeylerindedir (ki
menkul kıymete bağlanmış olan borçlar milli gelirin yüzde 35’ine ulaşmaktadır) ve iç
borçların ağırlığı kısa vadeli borçlardır. Brezilya finansal performansın etkisiyle, enflasyon ve
döviz kuru hedefi tek haneli olmasına rağmen faiz oranları % 20 seviyelerindedir. Reel faiz
oranları oldukça yüksektir. 1998 Rusya krizinin etkisi altında olan yabancı portföy
yöneticileri, birdenbire bütçeden kaynaklanan riskleri ve cari işlemler dengesindeki
gelişmeleri dev aynasında görmeye başladılar. Artan risk algılaması ile yabancı tasarruflar
çekilmeye başlamış ve Brezilya başlangıçtaki 40 Milyar ABD Doları tutarındaki döviz
rezervine rağmen uygulamakta olduğu programdan sapmaya razı olmak zorunda kalmıştır.
369
Yay ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 41.
148
Rusya’nın Ağustos 1998’de borçlarını ödemeyi durdurarak moratoryum ilan etmesi üzerine
artan baskılar karşısında, Brezilya önce kısa vadeli faiz oranlarını yükseltmiş ardından sıkı bir
bütçe politikası uygulamak için çalışmalara başlamıştır. Bu arada IMF ile 41,5 Milyar ABD
Doları tutarında bir ek rezerv anlaşması için görüşmeler yapılmıştır. Ama Ocak 1999’a kadar
piyasaların güven krizi artarak devam etmiş ve kontrollü bir devalüasyon denemesinden sonra
13 Ocakta Real serbest dalgalanmaya bırakılmıştır370. Gelişmekte olan ülkelere model olarak
gösterilen ve yakın zamana kadar uluslararası sermayenin akın ettiği Brezilya’da 13 Ocak
1999 tarihinde patlak veren finansal kriz herkesi şaşırtmıştır. Brezilya Krizinin gelişimi şu
şekilde ifade edilmektedir371:
13 Ocak 1999’da, bir günde bir milyar dolara yakın paranın ülke dışına çıkmasıyla
derinleşen kriz, MB başkanının istifasına yol açmış ve para birimi Real devalüe edilmiştir. 15
Ocak 1999’da, Real serbest dalgalanmaya bırakılmış ilk etapta değeri % 9 oranında
düşmüştür. 18 Ocak 1999’da, Real’in serbest dalgalanmasına devam edileceği ve paranın
değerini belirleme işleminin piyasalara bırakıldığı belirtilmiştir. 19 Ocak 1999’da, Merkez
Bankası bankalara verdiği kredilerin faiz oranlarını % 29’dan % 41’e çıkarmıştır. 26 Ocak’ta,
uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch IBCA, Brezilya’nın uzun vadeli yabancı ve
yerli para birimi notlarını alarm veren derecede negatif seviyeye düşürmüştür ve Merkez
Bankası yatırımcıların yurtdışına döviz çıkarma isteğine sınırlama getirilmeyeceğini
açıklamıştır. 29 Ocak’ta, Merkez Bankası faiz oranlarını % 35,5’dan % 37’ye, 1 ABD doları =
1.21 Real iken 2.15 Real’e yükselmiştir. Real burada % 78 oranında değer kaybetmiştir.
Ayrıca, yeni politika dalgalanan kur, enflasyon hedeflemesine dayalı bir sıkı para politikası ve
sıkı maliye politikasından oluşmaktadır. Amaç, 1999 yılında, tekrar yükselme eğilimine giren
enflasyonu 1999 yılı sonu itibariyle yeniden tek haneli rakama indirmek olduğu ve Haziran
1999 itibariyle enflasyon hedeflemesi sisteminin yürürlüğe gireceği açıklanmıştır. Bu arada
IMF’den yeni bir finansman desteği de sağlanmıştır. Brezilya krizi ile ilgili makroekonomik
veriler Tablo 11 ve Tablo 12’de sunulmuştur.
370
Özatay, Fatih (2004), “Dört Ülkede Dört Kriz: Brezilya”,
http://www.ekorehber.com/sayfa.php?sayfa=16&ozet=var, 10.12.2004.
371
Akdiş, Muhammed (2000), a.g.e., s. 89-90.
149
Tablo 11: Brezilya’nın Makroekonomik Gelişimi
1986-1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2.5
2.7
3.3
0.1
0.8
4.4
1.3
1.9
-0.2
4.0
-
-3.0
-3.8
-4.2
-4.8
-4.0
-4.6
-1.7
0.8
1.2
-
-2.6
-2.6
-5.4
-2.7
-2.3
-2.1
-0.7
-4.1
-1.9
716.1
16.0
6.9
3.2
4.9
7.1
6.8
8.4
14.8
6.6
Reel GSYİH
Artış %
Cari
İşlemler/GSYİH%
Bütçe Açığı/GSYİH
%
Enflasyon (TÜFE)
Kaynak: http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2004/02/pdf/statappx.pdf, 12.01.2005
Tablo 11 incelendiğinde 1986-1995 yılları arası ortalama büyüme % 2,5 olarak
gerçekleşmiştir. Görüldüğü gibi reel büyüme 1997 sonuna kadar ortalama % 3’tür. 1998 ve
sonrasında büyüme dalgalı bir seyir izlemiş 2000 ve 2004’de % 4 ve üzerinde iken 2003
yılında % 0,2 küçülmüştür. 1994-1998 arasında yukarıda da belirtildiği gibi % 3’ün üzerinde
bir büyümeye bağlı olarak ithalatta ve tüketimde büyük bir artış yaşanmıştır. Bu artışın etkisi
cari işlemler dengesi/GSYİH ve bütçe açığı dengesi/GSYİH oranlarından rahatlıkla
izlenebilmektedir. Brezilya’da enflasyon oranı olarak tüketici fiyatlarının gelişimine
bakıldığında, 1986-1995 ortalamasının 716.1 olduğu görülmektedir. Enflasyon 1996’da
keskin bir düşüş göstererek % 16’ya inmiş, bu trend aynen devam etmiş ve 2003 yılı hariç tek
haneli rakamlara düşmüştür. 1996-2004 ortalaması ise % 8’dir. Son on yılın enflasyon
performansı, önceki on yıla göre büyük bir gelişme kaydetmiş % 716’dan % 6,6’ya
düşmüştür.
Tablo 12: Brezilya’nın Dış Borç Göstergeleri
1996
1997
1998
1999
2000
2001
Toplam Dış Borçlar (Milyar $)
181.3
198.0
241.0
243.7
238.8
226.4
Kısa Vadeli Dış Borçlar (Milyar $)
35.9
34.9
29.9
29.2
31.0
28.3
Toplam Dış Borçlardaki % Artış
12.9
9.2
21.7
1.1
-2.0
-5.2
Kısa Vadeli Dış Borçlar/Toplam Dış
Borçlar %
19.8
17.6
12.4
12.2
13.0
12.5
Kaynak: http://siteresources.worldbank.org/INTRGDF/Resources/StatisticalAppxpart1and2.pdf,
01.01.2005.
Brezilyanın, 2003 yılına kadar kronik cari işlemler açığına maruz kaldığı görülmektedir.
Son iki yıl cari denge artıya geçmiştir. Cari işlemler dengenin açık vermesinin en önemli
nedeni Real’in aşırı değerlenmesi ile ihracatın düşük, ithalatın yüksek olmasıdır. Bütçe
150
dengesine bakıldığında sürekli açık verdiği görülmektedir. Bunun nedenleri arasında
harcamaların gelirlerden yüksek olmasının yanında borç servisi ödemelerinin yüksekliği de
söylenebilir. Bu dönemde Brezilya kamu açıklarını iç borçlarla finanse ederken, cari açıkları
da sermaye akımlarıyla finanse etmektedir372. Brezilyanın dış borçlarına bakıldığı zaman
(Bkz. Tablo 12), 1996 yılında 181.3 milyar dolar olan dış borç 1999 yılına kadar sürekli artış
göstermiştir ve 1999 yılında 243.7 milyar dolar ile en yüksek rakama ulaşmıştır. 2000
yılından itibaren dış borç miktarında azalmalar olmuş ve 2001 yılında 226.4 milyar dolara
gerilemiştir. Kısa vadeli dış borç miktarı kriz öncesi ve kriz sonrası yıllarda 30 milyar dolar
civarında olmuştur. Kısa vadeli dış borçların toplam dış borçlara oranına baktığımızda en
yüksek oranların 1996 ve 1997 yıllarında olduğu görülmektedir. Kriz yılı olan 1999 yılında
%12,2 olan bu oran 2000 yılında % 13 ve 2001 yılında ise % 12,5 olarak gerçekleşmiştir.
Tablo 11 ve 12’de incelenen makroekonomik değerlere göre 1999 kriz yılı öncesinde
1994-1998 arasında uygulanan Real Planı ile ekonomik dengeler düzelmiştir. Bu plan üç
aşamadan oluşmuştur373. İlk aşamada kamu maliyesinin düzeltilmesi, ikinci aşamada
enflasyonist beklentilerin ve ekonomideki temel fiyatların Real’e her gün değişen kurlarla
endekslenmesi, üçüncü aşamada ise Real’in etkinliği hedeflenmiştir. Programda çıpa olarak
döviz kuru kullanılmıştır. Ağustos 1998’de Rusya moratoryum ilan edip krize girince,
Brezilya’daki yabancı portföy yatırımcıları bütçe ve cari işlemler dengesizliklerinin riskini
abartmaya başlamışlardır. Rusya Krizini takip eden üç ay içinde 30 milyar dolarlık rezerv
kaybına uğrayan Brezilya’nın daha sonraki günlerde günde yaklaşık 1 milyar dolarlık bir
sermaye kaçışına sahne olduğu da bilinmektedir. Küresel finansal piyasalarda günde yaklaşık
1.5-2 trilyon dolarlık işlem gerçekleştirildiği dikkate alındığında, bir ülkenin ekonomi
politikasına güvensizlik oluşması halinde 50-60 hatta 70 milyar dolarlık rezervler bile
piyasaları etkilemekte yetersiz kalabilmektedir374. Brezilya’da da böyle olmuş, yabancı
sermaye ülkeden çıkmaya başlayınca Brezilya’nın 40 milyar dolarlık rezervi programı
sürdürmeye yeterli olmamıştır.
Kriz sonrası uygulanan IMF programı ile kriz büyük ölçüde atlatılmış, programın ikinci
yılında ekonomik büyüme % 4 olmuştur. Son yıllarda cari işlemler dengesinin pozitif olması,
bütçe açığının küçülmesi, büyümenin % 4’ler düzeyinde olması olumlu faktörlerdir. Kriz
sonrasındaki iyileşmede iki noktayı vurgulanmak gerekir. Birincisi, ABD faiz oranlarının
düşük seyretmesi nedeniyle yabancı yatırımcılar daha yüksek getiri sağlayabilecekleri bir
372
Yay ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 42.
Toprak, Metin (2001b), Küreselleşme ve Kriz, Siyasal Kitabevi, Ankara, s. 149.
374
Toprak, Metin (2001b), a.g.e., s. 149.
373
151
alternatif aramalarıdır. İkincisi ise, uluslararası kuruluşlar finansal ve teknik desteği kırılan
Brezilya’da güven ortamını yeniden tesis etmeleridir375.
2.2.2.5. Arjantin Krizi
Bir zamanlar dünyanın yedinci en büyük ekonomisine sahip olan Arjantin’in deneyimi
herkes için önemli dersler içermektedir. 1986-1995 döneminde reel milli gelir % 2.8 oranında
artarken, bu dönemde enflasyon ortalaması % 212,2 oranında gerçekleşmiştir (Bkz. Tablo 13).
Ancak, 1989 yılı enflasyon oranı % 5000 düzeyindeyken, Domingo Cavallo yönetiminde
enflasyonu yenmek üzere para kurulu rejimine (ülkenin ulusal parası Peso, ABD Dolarına 1
Peso=1 Dolar paritesiyle sabitlenmiş, parasal tabanın genişlemesi sadece ülkeye dolar girişi
sonucunda gerçekleşirken, dolar çıkışlarının para arzında bir daralmayla sonuçlanması
şeklinde işleyen bir sisteme) geçmiştir. Uygulanan para kurulu rejimi, başlangıçta arzu edilen
sonuçlar verirken 1996 yılında enflasyon % 0,2’ye düşürülmüştür. Arjantin, 1980’lerdeki
durgunluktan çıkarak, 1991-1994 yıllarında ortalama % 7 büyümüştür376.
1991-1994 yılları arasında ortaya çıkan gelişmeler özetlenecek olursa; sabit kur
uygulaması yüksek faiz ve yavaş düşen enflasyona bağlı olarak değerli reel döviz kuru, =>
rekâbet gücü kaybı, dış ticaret açığı ve yüksek miktarda sermaye girişi => tüketim artışı =>
hizmet ve içe dönük sektörlerde yatırım ve büyüme => reel sektörün rekabet gücünde azalma
şeklinde özetlenebilecek bir döngü oluşturmaktadır377. Aslında bu noktaya kadar her şey
istenildiği gibi gitmiştir. Ancak para kurulunun rolünün hiper enflasyondan çıkış için bir araç
olduğu unutularak, bir amaç haline sokulduğu yanlışına düşüldüğü söylenebilir. Nitekim
Arjantin Pesosunun birebir endekslendiği ABD Dolarının Avrupa paraları ve Japon Yeni
karşısında değer kazanmasıyla başlayan ihracat yapamama sıkıntısı, Arjantin’de üretim
düşüşlerine yol açarken, bu da iç talebin kısılması sonucunu getiren bir sarmala neden
olmuştur378.
Yukarıda bahsedilen döngü ve dışsal faktörlerin etkisiyle oluşan devalüasyon beklentisi
bir yandan yabancı sermfayeyi kaçırırken, diğer yandan dış borç servisinin yapılamaması
olasılığı da aynı sonucu kuvvetlendirmiştir. Dış kaynak girişine sıkı sıkıya bağlı olan bu
politikalar para kurulu uygulamasıyla da birleşince ekonomideki daralma süreci kaçınılmaz
375
Özatay, Fatih (2004), “Dört Ülkede Dört Kriz: Brezilya”,
http://www.ekorehber.com/sayfa.php?sayfa=16&ozet=var, 10.12.2004.
376
Toprak, Metin (2001b), a.g.e., s. 138.
377
Yentürk, Nurhan (2002), a.g.m., s. 59-61.
378
Apak, Sudi (2002), ”Arjantin Ekonomik Krizi ve Türkiye”, Muhasebe ve Finansman Dergisi, Sayı: 14, s.
41.
152
olmuştur. Arjantin ekonomisindeki durgunluk belirtisi 1997 Asya Krizinden sonra daha da
belirginleşmiştir. 1997 yılında Arjantin’in reel büyümesi % 8,1 iken, 1998’de % 55 oranında
küçülerek % 3,8 olarak gerçekleşmiştir (Bkz. Tablo 13). 1999-2002 yılları Arjantin de negatif
büyüme dönemleridir. 1997’de Güney Doğu Asya’da, 1998’de Rusya’da ve 1999’da
Brezilya’da birbiri arkasından ortaya çıkan krizler Arjantin ekonomisini önemli oranda
etkilemiştir. Asya ve Rusya Krizleri Meksika Krizinden farklı karakterdedir. Bu krizler
bankacılık sistemini Tekila Krizindeki kadar etkilememiş ve reel ekonomi aynı türden bir
çöküşe maruz kalmamıştır. Faiz oranlarında artışların ortaya çıkması ekonomide bir
yavaşlama meydana getirmiş, ancak sermaye kaçışı yaşanmamıştır. Tekila Krizinin
arkasından ortaya çıkan daha güçlü bir finansal sistemle Arjantin bankacılık sistemi Asya ve
Rusya finansal krizlerini daha az zararla atlatabilmiştir379.
Tablo 13: Arjantin’in Makroekonomik Gelişmeleri
Reel GSMH %
Cari
Açık/GSYİH%
Enflasyon
(TÜFE) %
1986-95
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2.8
5.5
8.1
3.8
-3.4
-0.8
-4.4
-10.9
8.8
7.0
-
-2.5
-4.2
-4.9
-4.2
-3.2
-1.4
9.0
6.2
1.1
212.8
0.2
0.5
0.9
-1.2
-0.9
-1.1
25.9
13.4
4.8
Kaynak: http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2004/02/pdf/statappx.pdf, 12.01.2005
Tablo 14: Arjantin’in Dış Borç Göstergeleri
Toplam Dış Borç (Milyar $)
Kısa Vadeli Dış Borç
(Milyar $)
Toplam Dış Borçlardaki
Artış %
Kısa Vadeli Dış
Borç/Toplam Dış Borçlar %
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
98.8
111.4
128.4
141.5
145.3
145.9
136.7
21.4
23.5
32.0
31.0
29.4
28.3
20.0
-
12.7
15.2
10.2
2.6
0.4
-6.3
21.6
21.1
24.9
21.9
20.2
19.3
14.6
Kaynak: http://siteresources.worldbank.org/INTRGDF/Resources/StatisticalAppxpart1and2.pdf,
01.01.2005.
Ocak 1999’da Brezilya’nın yaptığı devalüasyonun Arjantin’in ekonomik büyümesi
üzerindeki etkisi daha şiddetli olmuştur. Ekonomi uzun bir durgunluğa girmiştir. Çünkü,
Arjantin’in ihracatının yaklaşık % 30’u Brezilya’ya yapılmaktadır. Bu devalüasyon, ABD
Dolarının Euro ve Yen karşısında değer kazanması ile birlikte olduğu için Arjantin’in
379
Delice, Güven (2002), “Arjantin’de Finansal Reformlar ve 2001 Krizi”, Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme
Fakültesi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, No: 2, s. 179.
153
uluslararası rekabetliliğinde bir azalma ortaya çıkarmıştır. Arjantin ekonomisinde 1998
sonunda başlayan olumsuz gidişat bu devalüasyonla şiddetlenmiştir. Ancak, mevduatlara
hücum olmadığı ve 2000’in sonuna kadar rezervlerde bir kayıp ortaya çıkmadığı halde, faiz
oranları ve menkul kıymetler üzerindeki marjlar sürekli artmıştır. Bunun sonucunda banka
kredileri durma noktasına gelirken, sanayi üretimi önemli ölçüde azalmıştır380. Bu durum kısa
süreli olmasına ve Arjantin hükümeti IMF desteğiyle piyasalara müdahale etmesine rağmen,
dış finansman sorunu ortaya çıkmış ve reel milli gelir düşmüştür. 1999 yılında reel GSYİH %
3,4, 2000 yılında % 0,8, 2001’de % 4,4 ve 2002’de %10,9 oranında azalmalar ortaya
çıkmıştır. 1995 yılında Arjantin’in 98.8 milyar dolar olan toplam dış borcu 2000 yılı sonunda
145.9 milyar dolara ulaşmıştır. Aynı dönemde toplam dış borçlar içerisindeki kısa vadeli dış
borçların oranı ise % 20 gibi çok yüksek oranlarda gerçekleşmiştir (Bkz. Tablo 14). Borç
servisi, yetersiz ekonomik büyüme ile önemli bir sorun haline gelmiştir. Bu da artan bütçe
baskılarıyla sonuçlanmıştır. Hükümet borç ödemelerini kapatmak için vergileri artırmak ve
ücretleri kısmak zorunda kalmış, bu politikalar da durgunluğu şiddetlendirmiştir.
Arjantin Ekonomisindeki kötü gidişat, 2001 yılının yaz ayları boyunca bankalardan
mevduat çekişlerini hızlandırmıştır. Döviz rezervlerindeki erime ile birlikte ülke riski de
artmıştır. Bu durum, para kurulu rejiminin mimarı olan Cavallo’nun Mart 2001’de göreve
gelmesine rağmen değişmemiştir. İzlenen politikalarda ciddi bir değişim yaratamayan ve
mevcut yapıyı ayakta tutmak için direnen Cavallo, borç faiz yükünü aşağıya çekebilmek,
piyasanın güvenini kazanmak ve ekonomiyi yeniden toparlamak için işsizliğin önemli
düzeylere çıktığı ortamda yeni kemer sıkma politikaları ve keskin finansal tasarruf tedbirleri
uygulamak zorunda kalmıştır. 15 Haziran 2001’de hükümet döviz kuru paritesinde
değişiklikler yapılmasını (ihracat ve ithalat -petrol dışındakiler- için farklılaştırılmış dalgalı
bir döviz kuru sistemi benimsenmiştir) ve orta sınıflar için vergi indirimlerini içeren yeni bir
ekonomik reform programını yürürlüğe koymuştur. Yeni programın amacı, ekonomik
durgunluğun üstesinden gelmek için yurtiçi talebin artırılmasıdır381. Bu amaçla Cavallo, 11
Temmuz 2001’de “sıfır açık planı”nı açıklamış ve öncelikle kamu ücretleriyle, emekli
maaşlarında % 13 oranında indirim yapmıştır. 2001 sonuna doğru piyasalar, Arjantin’in
380
Mishkin, Frederic S. and Miguel A. Savastano (2002), “Monetary Polıcy Strategıes for Emergıng Market
Countrıes: Lessons From Latın Amerıca”, s. 5.
http://www0.gsb.columbia.edu/faculty/fmishkin/PDFpapers/01DUBROV.pdf, 12.01.2005.
381
Delice, Güven (2002), a.g.m., s. 181.
154
borçlarını ödeyememe olasılığı karşısında çok yüksek faiz oranları talep etmeye başlamıştır.
Faizlerin aşırı yükselmesi sonucunda, Arjantin’in iflası beklenen bir olgu haline gelmiştir382.
Zayıflayan bir finansal pozisyonla karşılaşan ve dış kredi bulamayan Arjantin hükümeti,
bankaları büyük miktarlara varan kamu borcunu finanse etmeye zorlamıştır. Banka
bilânçolarının kötüleşmesi Kasım-Aralık aylarında bir bankacılık paniğine yol açmıştır.
Sonuçta halk mevduatlarını çekmek için bankalara hücum etmiş ve interbank faiz oranları
hızla yükselmiştir. 1 Aralık’ta 8 milyar dolardan daha fazla bir mevduat çözülmesinin
ardından bankacılık ve döviz işlemleri üzerine kontroller koyan ve aylık mevduat çekişlerini
1000 dolarla sınırlandıran hükümet, finansal durumun tamamen istikrarsızlaşması ve işsizlik
oranının % 18’e ulaşması sonucunda halk ayaklanması ile istifa etmek zorunda kalmıştır383.
Aynı dönemde IMF mevcut program çerçevesinde finansal yükümlülüklerini yerine
getiremeyen Arjantin’e 1.3 milyar dolarlık son kredi diliminin serbest bırakılmayacağını
açıklaması üzerine Dünya Bankası da 1.1 milyar dolarlık krediyi dondurmuştur. Bu
gelişmeler 132 milyar doları aşkın dış borcu bulunan Arjantin için yeni bir yıkım olmuştur384.
Kısaca, Arjantin krize girmiştir. Arjantin krizi üzerine araştırma yapan bir iktisatçı grubuna
göre krizin nedenleri şunlardır385: Finansal disiplinin sağlanamaması, sabit döviz kuru
sisteminde ücret ve fiyatların yarattığı tutarsızlık, büyük ölçekli negatif dışsal şoklar ve politik
istikrarsızlıklardır. Ancak, olaya daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, diğer bazı
önemli etkenlerinde hesaba katılması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede özelleştirme
ilginç bir örnek olmaktadır.386. Arjantin dünya tarihinin en hızlı ve en geniş özelleştirmesini
yaşamış, 1991–96 döneminde özelleştirme gelirleri 14.2 milyar dolara ulaşmış, bu gelirle
finansal ve cari açıklar kapatılmış ve sabit döviz kuru sürdürülmüştür. Arjantin’de
özelleştirilecek tüm varlıklar tükendiğinde iki önemli sonuçla karşılaşılmıştır; birincisi artık
Arjantin için uzun vadeli doğrudan yabancı yatırım ihtimali büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.
Böyle bir ortamda sermaye hareketleri daha çok portföy yatırımları şeklinde olmuştur. İkinci
olarak ise, özelleştirme gelirleri olmadan kamu kesimi dengesini sağlamasının olanaksız
duruma gelmesi sonun başlangıcı olmuştur.
382
Rodrik, Dani (2002), “Arjantin: Çok Çalışmalı Çok”, İktisat, İşletme Ve Finans Dergisi, Yıl: 17, Sayı: 191,
Şubat, s. 17.
383
Mishkin, Frederic S. ve Miguel A. Savastano (2002), a.g.m., s. 5.
384
Apak, Sudi (2002), a.g.m., s. 42.
385
Murphy, R, Daniel Artana ve Fernando Navajas (2003), “The Argentine Economic Crisis” The Cato
Journal, Volume23, Number 1, Spring/Summer, Çev: Selahattin Togay, Piyasa Dergisi, Sayı 9, 2004, s. 151.
386
Öniş, Ziya (2003), “Neo Liberal Küreselleşmenin Sınırları: Türkiye Açısından Arjantin Krizi ve IMF ‘ye
Karşılaştırmalı Bir Bakış”, İktisadi Kalkınma, Kriz ve İstikrar II, , Der: A.H. Köse-F. Şenses- E. Yeldan,
İletişim Yayınları 920, s. 512.
155
Arjantin Kriziyle ilgili bazı ekonomistler dolarizasyon önerisinde bulunurken Paul
Krugman buna karşı çıkmaktadır. Krugman’a göre Arjantin’in sorununun aşırı değerlenmiş
bir para birimi tarafından yüklenilmiş deflasyonist baskı olması, dolarizasyonu bir tedavi aracı
olmaktan çıkarmaktadır. Aksine dolarizasyon ekonominin altındaki problemlere hiç
dokunmamaktadır. Krugman,
başlangıçta para
kuruluna
geçilerek pesonun dolara
sabitlenmesinin yanlış bir politika olduğunu savunmaktadır. Zira “Arjantin ve ABD birbirleri
ile güçlü ticari partner olmadıkları sürece”
böyle bir kararın alınmasını yanlış olarak
yorumlamıştır. Ayrıca Krugman, Arjantin gibi resesyonda ki ülkeler için daraltıcı para ve
maliye politikalarına karşı çıkmaktadır387. Inter American Development Bank’ın baş
ekonomisti Ricardo Hausmann ise tam tersine sıkı bir para ve maliye politikasını
savunmaktadır. Arjantin’in enflasyon hedeflemesine geçmesini önermektedir. Çünkü ancak
bu şekilde Meksika ve Şili’deki gibi kredibilitenin sağlanabileceği görüşündedir. Hausmann’a
göre bu plan sıkı bir maliye politikasıyla desteklendiği takdirde IMF’den onay görebileceği
için önem taşımaktadır388.
2.3. Krizlerde IMF’nin Rolü
Finansal entegrasyon sürecinin hızlanarak devam ettiği 1990 sonrasında dünyada pek
çok finansal kriz yaşanmıştır. Yaşanan bu finansal krizler, uygulanan iktisat politikaları ve
geliştirilen kriz teorilerinin bir anlamda sorgulanması gerekliliğini de ortaya koymaktadır.
Bunun doğal sonucu olarak, uluslararası finansal sistemin en güçlü ve en etkin kuruluşu
olarak, finansal istikrarı sağlamayı amaçlayan IMF’nin önerdiği politikaların eleştirilmesini
de kaçınılmaz kılmaktadır.
Uluslararası para fonu, Asya Krizinden sonra giderek daha çok tartışılan bir kuruluş
haline gelmiştir. IMF’nin politikaları ve özellikle bu politikaların sosyal sonuçları geçmişte de
tartışılmıştır. Genel olarak IMF’nin önerdiği ihracata ve dış finansmana dayalı bir gelişme
modeli izleyen Asya ülkelerinin krize girişi, IMF’ce önerilen politikalara güveni sarsmıştır.
Kriz sonrası IMF’nin yapısının, görevlerinin ne olması gerektiği ve görevlerini ne ölçüde
gerçekleştirdiği tartışma konuları arasına girmiş ve IMF çeşitli kesimlerden oldukça sert
eleştiriler almıştır. Ayrıca Asya Krizi, IMF tarafından önerilen sermaye hareketlerinin
serbestleştirilmesi durumunda, piyasaların sermayeyi optimal kullanılacağı tezine ve piyasa
çözümlerine olan güveni de önemli ölçüde sarsmıştır.
387
Krugman, Paul (2002), “ Argentına’s Money Monomanıa”,
http://www.wws.princeton.edu/~pkrugman/mania.html, 12.12.2004.
388
Hausmann, Ricardo (2001), “ A Way Out For Argentina”, Financial Times, October 29, Aktaran: Sudi Apak
(2002), “Arjantin Ekonomik Krizi ve Türkiye”, Muhasebe ve Finansman Dergisi, Sayı: 14, s. 44.
156
Dünya ekonomisinde 1990 sonrası yaşanan krizlerin içerisinde etkileri bakımından en
önemlisi ve en büyüğü hiç kuşkusuz 1997 Asya Krizidir. Bundan dolayı çalışmanın bu
bölümünde özellikle IMF’nin Asya Kriziyle ilgili uygulamaları incelenmektedir.
2.3.1. Asya Krizinde IMF’nin Rolü
Asya krizine yönelik açıklamalar, IMF’nin Kriz açıklamaları ve IMF’yi hatalı
bulanların yaklaşımı şeklinde sınıflandırılmaktadır. IMF’nin Asya ülkelerine önerdiği
politikaların kriz yaratıcı etkileri ile önerilen politikaların uygulanması sırasında yaşanan
sorunları gidermek için müdahalede bulunması çelişkili bir durumu yansıtmaktadır. IMF’nin
bir ülkede yaşanan krizi önlemek için önerdiği politikaları farklı nitelikteki başka bir kriz için
önermesi de başka bir çelişkidir. Örneğin Latin Amerika ülkelerinin yaşadığı krizle Doğu
Asya krizi farklı nitelikte krizler olmasına rağmen, her iki kriz için aynı kurtarma
operasyonları uygulanmıştır. Doğu Asya ülkelerinde bütçe açığı yoktu ve enflasyon düşük
seviyelerdedir. Latin Amerika ülkelerinde ise talep fazlalığı, Doğu Asya’da ise talep
yetersizliği söz konusudur. Ayrıca, önemli bir başka farklılıkta Doğu Asya ülkelerinde
şirketlerin borçlarının çok yüksek düzeyde olmasıdır. Doğu Asya’da sorunlar mikro temellere
dayanırken bu sorunlar ileri tarihte makro sorunları da beraberinde getirerek krizi tetiklemekte
önemli rol oynamıştır389.
Asya krizinden sonra IMF Asya krizini öngöremediği ve krizin çözümünde yetersiz
kaldığı için de eleştirilere uğramıştır. Asya krizinin ortaya çıkışından çok kısa süre öncesine
kadar, IMF’nin Asya ülkelerine ilişkin değerlendirmeleri son derece olumlu olmuştur. Bu
nedenle krizi öngöremediği ve uluslararası yatırımcıları yanılttığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.
Ayrıca, IMF’nin Asya krizinin çözümü için uygulanmasını önerdiği politikaların Asya
ülkelerinde ağır bir durgunluğa neden olması yüzünden de eleştirilmektedir.
IMF kendisine yöneltilen eleştirilere karşılık, 1980’lerdeki borç krizinde (Latin
Amerika) olduğu gibi Asya krizi sürecinde de kriz yönetimini üstlenmiş, desteklediği ihracata
yönelik ve dış finansmana dayalı modelin işlerliği açısından bir sorun bulunmadığı
varsayımıyla hareket etmiştir. Kriz esas olarak ülkelerin uyguladıkları yanlış iktisat
politikalarına bağlanmış, çözüm için IMF, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi sürecinin
devam ettirilmesi yanında geleneksel istikrar politikası önlemlerinin uygulanmasında ısrarlı
olmuştur. Ancak, ekonomik yapısı güçlü olmayan, bankacılık ve finans gibi sektörlerde
389
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 123.
157
yapısal düzenlemeleri yapamamış ülkelerde bu durum, ülkeye sermaye giriş çıkışını riskli
hale getirmektedir390.
Asya Krizi sonrası IMF’de kendisini savunmuştur, başta IMF başkan yardımcısı Stanley
Fischer olmak üzere, IMF’nin açıklamaları; krizin sebebi dış açığın büyümesi ve finansal
piyasalardaki aşırı ısınma konusunda yetersiz kalması, sabit döviz kuru sisteminin uzun süre
uygulanıyor olması ve dış borçların döviz kuru üzerinde yarattığı aşırı baskı olarak
özetlenmektedir. Fischer Asya Krizine her şeyden önce, Asya ülkelerinin yanlış iktisat
politikalarının sebep olduğunu iddia etmektedir391.
IMF açıklamasında krizde dışsal faktörlerinde rolü olduğunu belirtmiş ve bu çerçevede
ABD dolarının değer kazanmasının (Asya ülkeleri paraları genellikle dolara bağlı
olduğundan) ve 1996–1997 yıllarında bu ülkelerin ihraç piyasalarındaki daralmaların
ülkelerin dış ekonomik pozisyonlarını kötüleştirdiğini, büyüme hızlarını etkilediğini ve daha
yüksek rant sağlama çabasındaki uluslararası yatırımcıların bu ekonomilerdeki riski
küçümsediklerini ifade etmektedir. IMF Asya ülkelerindeki zayıf politik yapının da etkili
olduğunu söylemektedir. Ayrıca yatırımcılar, sabit döviz kurunu kur garantisi olarak
değerlendirdiklerinden ahlaki tehlike de (Moral Hazard), etkili olmuştur. IMF, Asya
ülkelerinin sorunlarla mücadelede önemli ölçüde geciktiklerini, para politikası ve yapısal
reformlar için gerekli önlemlerin alınmamasıyla ve bulaşıcı etkilerle durumun daha da
kötüleştiğini ifade etmektedirler392.
IMF, Tayland’da kriz başlamadan bir yıl önce daha esnek kur sistemine geçilmesini
önermesine rağmen, Tayland otoritesi devalüasyon yapılması durumunda başkanlık
seçimlerinde bu kararın kendilerine oy kaybettireceği düşüncesiyle bu öneriyi uygulamaya
koymamıştır. Seçimler dışında zayıf finansal kurumların devalüasyondan olumsuz
etkilenmemesi için de bu öneri reddedilmiştir. Ancak sabit kur sisteminin sürmesi ve yüksek
faiz politikası, sermaye girişini hızlandırarak banka bilançolarının zayıflamasına yol
açmaktadır393. Ayrıca IMF, Asya krizinden etkilenen ülkelerde krizin olumsuz etkilerini
azaltmayı ve borç alanlarla borç verenleri bu krizden en az etkilenecek şekilde korumaya
390
Tobin, James ve Gustav Rains (1998), “Flawed Funds”, New Republic, Vol. 218 (10), s. 16.
Fischer, Stanley (1998), “ The Asian Crisis: A View From The IMF”, Journal of International Finacial
Management and Accaunting, 9 (2), s. 169.
392
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 185.
393
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 145.
391
158
çalışmıştır394. IMF yukarıdaki kriz açıklamalarına rağmen, çok ciddi şekilde eleştirilmektedir.
Bu eleştiriler şu şekilde sıralanmaktadır395.
•
IMF’nin kriz açıklamasında Asya ülkelerini krize götüren faktörler olarak
sıralanan, ödemeler bilançosu açıkları, paralarının aşırı değerlenmesi hisse senedi ve gayri
menkul fiyatlarının aşırı artışı, bankacılık sektöründeki zayıflık vb. Sorunların tümü Asya
ülkelerinde kriz öncesi mevcut durumu yansıtmaktadır. Ancak göz ardı edilen husus bu
sorunların, Asya ülkelerinin yabancı sermayeyi çekmek üzere uyguladıkları politikalarla ve
ülkeye hızlı sermaye akışı ile ilişkili olarak ortaya çıkmaktadır.
• IMF’nin kriz yaklaşımının temel özelliği, kriz açıklamalarının da, krize çözüm
önerilerinin de serbestçe işleyen finans piyasalarının etkin kaynak dağılımını sağlayacağı
varsayımı çerçevesinde şekillenmesidir. Oysa Asya krizi finans piyasalarının dünya ölçeğinde
etkin kaynak dağılımını sağlayacağı tezi açısından önemli sorunlar getirmektedir.
• Asya ülkeleri kriz öncesinde her yıl IMF tarafından denetlenmektedir. IMF Asya
krizini bu ülkelerin hatalı olduğunu ileri sürdüğü politikalarına bağlamaktadır. Ancak kriz
öncesinde bu politikaları hatalı gördüğüne ilişkin bir söylemi bulunmamaktadır. Aksine Asya
ülkelerinin uyguladıkları politikalar IMF’ce onaylanmaktadır.
•
IMF, krizden sonra, bu ülkelerin yabancı sermaye girişini teşvik etmede kullandığı
başlıca politikalar olan yüksek faiz ve sabit kur politikalarından, sabit kur politikasını hatalı
bir politika olarak öne sürmektedir.
•
IMF’nin istikrar programların aslında Asya ekonomilerini kurtarmaya yönelik değil
de borç veren kuruluşları kurtarmaya yönelik olduğu yönünde eleştiriler mevcuttur396.
•
IMF’ye yönelik eleştiri, IMF’nin Asya ülkelerine yönelik bütçe açığını küçültme,
para arzını kısma gibi önerilerinin zamanlamasının yanlış olduğu, çünkü bu önlemler
büyümeyi yavaşlatmış ve bütün ekonomiyi etkileyen mali krize yol açmıştır397.
•
IMF’nin döviz krizi ile karşı karşıya kalan ülkelere geleneksel olarak tavsiyesi
faizlerin yükseltilmesidir. Bu politikalar, sıkı maliye politikalarıyla desteklenecektir. Buna
göre bankacılık sisteminin para arzında daralmalar olacak, ayrıca vergiler yükseltilecek, kamu
harcamaları kısılacaktır. Burada temelde amaçlanan, para birimlerinin değer kayıplarının
394
Fisher, Stanley (1998), a.g.m., s. 2.
Demir, Gülten (1999), a.g.e., s. 186-187.
396
Arın, Tülay (1988), “Asya Krizi ve Kriz Yönetiminde Hegemonya”, İktisat Dergisi, Sayı: 375,Ocak s. 7.
397
Arın, Tülay (1988), a.g.e., s. 13.
395
159
kontrol altına alınması, izlenecek yüksek faiz politikaları ile yabancı sermayenin ilgili ülkeyi
terk etmesinin önlenmesidir. Bir taraftan, yabancı yatırımcıya ek kazanç sağlanırken, diğer
taraftan baskı altında bulunan para birimlerinden dolara veya başka bir dövize kaçışın
önlenmesi, dolayısıyla, para birimlerine istikrar sağlanması hedeflenmiştir. Kriz yaşayan
ülkelerde para birimlerinin değer kaybına uğrama sürecinin durdurulamamış olması, bu
ülkelere yatırım yapan yabancı kuruluşların yatırımlarında değer kaybına yol açmakta, bu
durum da yabancı sermayenin kaçışını hızlandırmaktadır398.
• Doğu Asya krizinin temeli mikro nedenlere dayanırken IMF’nin önerdiği makro
modeller sorunlara çözüm getirememiştir. Mikro düzeydeki firmalarda yaşanan sorunlar ile
reel ve mali sektörde yaşanan olumsuzluklara rağmen IMF yüksek faiz politikalarını önermiş
ve sorunları daha da derinleştirmiştir399.
• IMF programlarının başarısızlığının ana nedenlerinden birisi, IMF’nin çok sayıdaki
detaylı şartları ülkelerin en acil ihtiyaçlarına odaklanmasına engel teşkil etmektedir. Bundan
dolayı, ülkeler bu programları tam olarak içselleştirememekte ve programı isteksiz olarak
uygulamak zorunda kalmaktadır. Tayland’da olduğu gibi, işler biraz iyi gidince programdan
sapılmaktadır400.
Asya krizinde IMF’nin eylemleri ve programları birçok gözlemci tarafından
eleştirilmiştir. IMF’nin Asya’nın kurumsal konularla ilgili olarak sert (katı) reformlara
ihtiyacı olduğunu ilan etmesinin yatırımcıların paniğe kapılmasına ve bölgeden çekilmelerine
yol açtığı iddia edilmektedir. Ancak, IMF’nin girişimlerini bu panik ve belirsizliği ortadan
kaldırdığı için başarılı olarak nitelendirenler bulunmaktadır401. 1997 Asya krizinde, son
yıllardaki iyi ekonomik gelişmelere bakılarak bir kriz olacağı beklenmemiştir. Krizden sonra
IMF’nin temel amacı zayıf yurt içi finansal sektörlerle birlikte sadece yabancı sermaye
çıkışını tersine çevirmeye yönelik olmuştur. Kısaca, hedef piyasalara güveni yeniden
kazandırmaya yönelik olmaktadır402.
Dünya üzerinde hareket eden sıcak paranın IMF’nin gözetim ve denetimi dışında
cereyan etmesi ciddi bir eksiklik olarak görülmektedir. IMF’nin denetim mekanizmalarının bu
398
Stiglitz, Joseph E. (2002a), Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, Çev. Arzu Taşçıoğlu ve Deniz Vural, Plan
B Yayıncılık, Birinci Basım, s. 133.
399
Stiglitz, Joseph E. (2002a), a.g.e., s. 137.
400
Stiglitz, Joseph E. (2003a), “An IMF Report Card”, Time Canada, Vol: 162, Issue 12, s. 32-34.
401
Kutan, Ali M. ve Brasukra C. Sudjana (2003), “Investor Reaction to IMF Actions in The Indonesian Financial
Crisis”, Policy Reform, September, Vol: 6 (3), s. 182.
402
Grenville, Stephan (2004), “The IMF and Indonesian Crisis”, Bulletion of Indonesian Economic Studier,
Vol: 40, No: 1, s. 77.
160
tür özel sermaye hareketlerini kontrol etmede yetersiz kaldığı bir gerçektir. Böyle bir ortamda
bazıları artık IMF’ye gerek olmadığı ve hükümetlerin kendi kendisini koruması gerektiğini
savunmaktadır. Tobin, IMF’nin dünya ekonomisi için gerekli olduğunu savunmaktadır.
Ancak, IMF orijinal görevi olan para piyasalarını düzenleme görevine geri dönmelidir403.
Ayrıca Tobin, sıcak para hareketlerine karşı Şili tipi vergi uygulamamasını savunmaktadır.
Bilindiği gibi Şili’de, ülkeye gelen yabancı sermayenin %30’u Merkez Bankasındaki faizsiz
hesaba bir yıl süre ile yatırılması zorunludur404.
2.3.2. Diğer Krizlerde IMF’nin Rolü
1997 Asya Krizine ilişkin yapılan tartışmaların çoğu bu krizlerle ilgili olarak da
yapılmaktadır. IMF’ye hatalı iktisat politikaları, krizleri öngörememesi ve ülkelerin iç
dinamiklerini yeterince hesaba katmamak vb. eleştiriler yapılmamaktadır.
1980’lerdeki Latin Amerika ve 1990’lardaki Asya, Rusya, Brezilya, Arjantin ve
Türkiye Krizlerinde IMF’nin ülkeleri krizden çıkarma girişimleri sert bir şekilde
eleştirilmektedir. Çünkü bu kurtarma girişimleri, batılı bankaların borç kredilerini geri
almalarını sağlamakta ve gelişmekte olan ülkeler daha büyük borç yükleriyle baş başa
kalmaktadır. Aslında bu kurtarma girişimleri borç krizlerine katkıda da bulunmuştur. Çünkü
bu kurtarma faaliyetleri, kötü borç alma ve kullanma alışkanlığı ülkeleri olumsuz yönde (kredi
kullanımında) teşvik etmektedir. IMF, kuruluşunda ülke ekonomilerindeki bir bozulma
durumunda bu bozulmanın diğer ülkeleri de etkilememsi için büyümeyi teşvik edici mali
politikalara, fon ve destek sağlayıcı bir kurum olarak düşünülmesine rağmen günümüzde, bu
anlayış yerini sıkı para politikalarına bırakmaktadır. Bu durum da, kötüleşen ekonomik
durumların daha da kötüleşmesine neden olmaktadır405.
IMF, Doğu Asya politikalarını gözden geçirirken mali disiplini çok aşırı noktalara
getirdiğini kabul etmektedir. Ancak, Arjantin’de aynı yanlışa devam etmesine rağmen
Brezilya’da olumlu bir gelişme olarak biraz daha esnek davranmaktadır. IMF, üye ülkelerin
sermaye piyasalarını liberalize etmelerini zorunlu hale getirmesini önermektedir. Çünkü
sermaye piyasaları liberalleşmeden ülkelerin yabancı yatırımcıları çekemeyeceğini iddia
etmektedir. Ancak, Çin örneği bu iddiayı sarsan bir örnek olmaktadır. Bilindiği gibi Çin,
403
Tobin, James ve Gustav Rains (1998), a.g.m., s. 17.
Akdiş, Muhammet (2000), a.g.e., s. 105.
405
Stiglitz, Joseph E. (2003a), a.g.m., s. 32.
404
161
sermaye piyasasını liberalleştirmemesine rağmen diğer bütün gelişmekte olan ülkelerden çok
daha fazla yabancı sermaye yatırımı çekmektedir406.
1990’lı yıllarda Latin Amerika Krizlerini, Asya Krizinden farklı kılan unsurun
uluslararası likiditenin olup olmamasına bağlayan görüşler mevcuttur. Beş Asya ülkesinin
makro ekonomik büyüklüklerinde krize yol açacak bir sorun yaşanmazken, bu ülkelerin ortak
noktaları likit olmamalarıdır. Latin Amerika ülkelerinde ise, finansal sitemde likidite sorunu
bulunmasının yanında bankacılık sektöründe de önemli sorunlar bulunmamaktadır407.
2001 Arjantin Kriziyle ilgili, neo-liberal deneyimin ilk dönemlerde elde ettiği çarpıcı
başarının ardından 2001 yılında geniş çaplı bir kriz kıskacına düşmesi, finansal
küreselleşmenin yoğun bir biçimde yaşandığı ve sermaye hesaplarının dışa açıldığı bir
dönemde IMF’nin yarı çevre ülkelerde oynadığı rol üzerinde derin soru işaretleri
uyandırmaktadır. Arjantin Kriziyle ilgili IMF hakkında bazı genel gözlemler ve eleştiriler şu
şekilde yapılmaktadır408;
Döviz kurunu sabitleme yöntemiyle enflasyonu kısa sürede düşürmeye yönelik politika
modelleri ihmal edilmemesi gereken ölçülerde risk faktörü taşımaktadır. Arjantin istikrar
programına güven kazandırmak amacıyla dolar bazlı bir para kurunu uygulamaya koymuştur.
Ancak bu durum kısa vadede bir fiyat istikrarını sağlasa da, ekonomide dalgalanmalara neden
olmaktadır.
Gelişen ekonomilerin mali dengelerinde önemli bir miktarda fazlaya ulaşılmış olunsa
da, bu durum bu ülkelerin geri ödenmesi gereken kısa vadeli borcun varlığından kaynaklanan
krize karşı korumamaktadır. Arjantin ve Türkiye’de olduğu gibi bu durum ülkeleri daha derin
bir soruna, yoğun olarak dış borç ve sermaye girişine dayalı, IMF odaklı neo-liberal büyüme
modeline götürmektedir.
IMF’yi hedef alan en temel eleştirilerden birisi yarı çevre ülkeleri üzerinde çoğu zaman
yaşanan dengesizliklerle orantılı olmayan düzeylerde olumsuz sonuçlar doğuran finansal
krizlerin sistematik nedenleri üzerinde durulmamaktadır.
IMF’nin yapısal uyum politikalarını izleyen sekiz gelişmekte olan ülke için (Türkiye,
G.Kore, Tayland, Endonezya, Meksika, Şili, Arjantin ve Brezilya) sermaye girişlerindeki artış
406
Stiglitz, Joseph E. (2003a), a.g.m., s. 34.
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 146.
408
Öniş, Ziya (2003),“Neo Liberal Küreselleşmenin Sınırları: Türkiye Açısından Arjantin Krizi ve IMF ‘ye
Karşılaştırmalı Bir Bakış”, İktisadi Kalkınma, Kriz ve İstikrar II, , Der: A.H. Köse-F. Şenses- E. Yeldan,
İletişim Yayınları 920, s. 524-527.
407
162
bu ülke ekonomileri üzerinde çeşitli etkilerde bulunmaktadır. Aşırı sermaye girişi cari açığın
büyümesine ve yerli paranın değerlenmesine yol açmaktadır bu sonuç istisnasız her ülkede
yaşanmaktadır. Stiglitz’e göre; küresel ekonomik istikrarı sağlamak amacıyla tesis edilmiş bir
kuruluş olan IMF’nin sıkı para ve sıkı maliye politikalarının sonucu olarak istikrarsızlığa
katkıda bulunmaktadır. Sermaye piyasaları ve mali piyasaların yeterli olgunluğa ulaşılmadan
liberalize edilmesi son yirmi yılda ortaya çıkan krizlerin esas sebebi olmaktadır409. Calomiris,
Cato Journal dergisinde yayınlanan Arjantin ve Brezilya’dan dersler adlı makalesinde IMF’yi
Arjantin’in borç ödemelerini yeniden yapılandırmak için uygulamak istediği programı kabul
etmeyerek Arjantin’in krize girmesine neden olduğunu iddia etmektedir. Şayet Arjantin’in
önerisi kabul edilseydi, Arjantin daha makul kamu harcamaları ve ticaret liberalizasyonuna
giderken, IMF’de likidite yardımı sağlayabilmiş olsaydı Arjantin bu döviz krizinden
korunabilecektir410. Ülkelerin bir insan vücuduna benzetildiği bir araştırmada IMF’de,
vücudun ihtiyacı olduğunda kan ve ilaç veren bir doktora benzetilmektedir. IMF’nin
Arjantin’in problemlerine yanlış ilaç veren politikaları sonucunda Arjantin’in problemleri
iyileşmek yerine kötüleştiği iddia edilmektedir411.
Rusya Krizinde, Rusya’nın IMF’nin programlarını pek benimsememesi ve direnerek
uygulamak zorunda oluşu, sistem değişikliğine giden Rusya’nın değişik sektörlerinde kısa
dönemde sancılı olmaktadır. IMF, Rusya’nın sosyal değişimini dikkate almayarak, göz ardı
ederek, istikrarlı dönem üzerine odaklanmıştır. Yani IMF, Rusya’nın iç dinamiklerini dikkate
almadığından 1998’de Rusya Krizi meydana gelmiştir412.
Asya Krizi ve sonrasındaki krizlerde ki başarısızlık, IMF’de bir değişim gereğini açık
hale getirmektedir. Ancak, gerek ABD’nin muhalefeti gerekse IMF’nin kötü yönetimi bu
reform girişimini durdurmuştur. Sonuç olarak üye ülkeler IMF’den talep ettiği ya da almayı
beklediği hizmetlerden faydalanamamaktadır. Bunun birinci nedeni; IMF kurumsal yapısı
itibariyle hükümetlerin borçlanma konusunda son çare olarak gördükleri etkin bir borç alma
kuruluşu olamamakta, likidite krizlerini engellemede yeterince hızlı davranamamakta ve
ödeme yetersizliğine düşmüş bankaları belirlemede gerekli bilgilere ulaşamamaktadır.
İkincisi, IMF gelecekte ortaya çıkması muhtemel bir finansal krizden sakınmak için gerekli
409
Stiglitz, Joseph E. (2001), “Failure of The Fund: Rethinking The IMF Response”, Harvard International
Review, Cambridge, Vol. 23, No: 2, s. 14.
410
Calomiris, W. Charles (2003), “Lessons from Argentina and Brazil”, Cato Journal, Washington, Vol 23 (1),
s. 33.
411
Agarwal, Yamini (2003), “The Crisis That Was Not Prevented: Lessons for Argentina, the IMF, and
Globalisation, Fondad”, Finance India, Delhi, Vol. 17 (2), s. 694.
412
Vazguez, Jorge Martinez Ve Diğerleri (2001), “IMF Conditionality and Objections: The Russian Case”, The
American Jaurnal of Economics and Sociology, Malden, Vol. 60 (2), s. 501.
163
olan ekonomik politikaların şeklini genellikle etkin olarak tespit etmekte yetersiz kalmaktadır.
Üçüncü olarak ise, kriz sonrasında yapılan anlaşmalara bağlı olarak IMF’den alınan krediler
likidite krizlerini borç krizlerine dönüştürmektedir. IMF borçlanmaları sabit döviz kuru
oranlarını sağlayacak hızlı bir şekilde gerçekleşebilseydi, borç alan ülkeler, borç geri
ödemelerini çok daha kolay bir biçimde gerçekleştirebilecektir413.
IMF, uygulanan istikrar programları sonucunda kendisine yönelik eleştiri ve cevapları
şu şekilde verilmektedir414. Birinci eleştiri, IMF’nin ülkeler arasındaki farklılıkları dikkate
almadan ve elindeki kalıp çözümü kredi verdiği dayatmasıdır. İkincisi, sermaye hesabi
krizlerinde IMF’nin rolü olduğu şeklindeki eleştiridir. Üçüncüsü, IMF programlarının sosyal
yönünün zayıf olduğu şeklindeki eleştiridir. Dördüncüsü ise, IMF programlarının bağımlılık
yaptığı ve ülkelerin bu programdan kolayca çıkamadığı şeklindeki eleştiridir. IMF’nin
araştırmaları sonucunda bu eleştirilere verdiği cevaplar ise şunlardır. Birincisi, IMF’nin her
ülkeye aynı programı dayattığı ve programların büyümeyi olumsuz etkilediği şeklindeki
eleştirileri kabul etmemektedir. İkincisi, IMF sosyal konulardaki duyarsızlığı ile ilgili
eleştirilerde haklılık payı olduğunu kabul etmektedir. Üçüncüsü ise, bir ülke, on yıllık bir
sürede yedi yıldan fazla IMF programı içerisinde kalıyorsa bunun gereğinden fazla bağımlılık
yarattığı kabul edilmektedir. Arjantin. Türkiye ve Meksika bu tür ülkelere örnek olarak
veriliyor ve bu durumla ilgili olarak IMF politikalarının kısmen hatalı olduğu kabul
edilmektedir.
IMF’nin yeni sanayileşmekte olan ülkelere önermiş olduğu sabit veya istikrarlı kur
politikaları aslında mali krizleri daha da derinleştirmiştir. Kurlar istikrarlı tutulurken fiyat
artışlarının önlenememesi, enflasyon-kur makasının açılmasına, diğer bir ifadeyle ulusal
paranın aşırı değerlenmesine neden olmaktadır. Yeni gelişen ülkelerin bu tür politikaları
yabancı sermaye girişini özendirmede bir araç olarak kullanmak istedikleri bilinmektedir. Bu
gerçek göz önüne alındığında, söz konusu politikaların sonuçta makro ekonomik
dengesizlikleri arttırarak krizle çok uygun bir ortam hazırladıkları bilinmektedir415. 1997
sonrası yaşanan bütün krizlerdeki başarısızlık IMF’de alternatif değişim gereğini açık hale
getirmektedir. 2001 Kasım’ında Arjantin’deki başarısızlık açık hale geldiğinde IMF borç
yeniden yapılandırmaları için sistematik bir prosedürün gerekli olduğunu kabul etmektedir.
413
Niskanen, William A. (1999), “Reshaping The Global Financial, Architecture: Is There A Role Fort The
IMF?”, Cato Journal, Vol. 18, No: 3, s. 332-333.
414
Kenen, Peter B. (2004), “Appraising the IMF's Performance”, Finance and Development, Vol. 41 (1), s.41.
415
Seyidoğlu, Halil (2003), a.g.m., s. 151.
164
Ancak ABD’nin muhalefeti ve kötü politik yönetim IMF’nin bu reform girişimini
durdurmuştur416.
Finansal krizlerin hiç olmaması temennisi sıcak para hareketlerinin hiç olmadığı veya
yasaklandığı bir dünyada gerçekleşebilir. Globalleşen bir dünyada ise, bu hareketin
durdurulması mümkün değildir. Krizlere uğramamak veya krizlerden az etkilenmek için
uygulanabilecek en uygun çözüm spekülatörlerin müdahale edemeyecekleri kadar sağlam ve
tutarlı ekonomik politikalar izlemekten geçmektedir.
2.3.3. Uluslararası Finansal Sistemin Reformu
1994-1999 yılları arasında yaşanan finansal krizler (özellikle Asya Krizi), yukarıda
anlatılan nedenlerden dolayı ülkelerin, dış şoklara karşı zayıflıklarının azaltılması için
ekonomik ve finansal sistemlerini gözden geçirmeleri gerektiğine ve uluslararası finansal
sistemin yeniden yapılandırılması fikrini ortaya koymaktadır. Kriz dönemleri boyunca IMF
birinci başkan yardımcısı olarak görev yapan Stanley Fischer, uluslararası finansal sistemin
reformu için önerisi, IMF’nin krizlerde uluslararası son kaynak mercii ve kriz yöneticisi
rolünün güçlendirilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır. Bu yeni rol sayesinde uluslararası
sermaye hareketlerinin artması nedeniyle finansal sistemin yaşadığı krizlerin sıklık ve hızının
düşmesine yardımcı olacağı ifade edilmektedir417.
Literatürde, uluslararası son borç verme mercii rolünü kimin oynayacağına yönelik
tartışmalarda
bazı
ekonomistler
uluslararası
ödemeler
bankası
(BIS)’in
bu
rolü
oynayabileceğini dile getirmektedirler. Ancak, BIS’i dünya finans sistemine likidite enjekte
edebilen bir kurum olarak görmek yerine, Merkez Bankalarının bilgi paylaşabildiği ve
faaliyetlerini koordine edebildiği bir kulüp olarak düşünmek daha uygun gözükmektedir. BIS,
bu ifadelerden dolayı uluslararası finansal sistemde çok önemli bir konumda bulunmaktadır.
Ancak BIS, Merkez Bankalarının kulübü rolüne uygun olarak çalışan küçük bir
organizasyondur. Bu nedenle BIS’in son kaynak mercii olarak bir kabiliyeti olmadığı gibi
böyle bir girişimi de bulunmamaktadır. Bu rolü yerine getirebilecek gerekli bilgiye elemana
ve kaynağa sahip tek uluslararası organizasyon IMF dır418. Bu sebepten dolayı IMF, kriz
dönemlerinde bu rolü oynar duruma gelmiştir.
416
Stiglitz, Joseph E. (2003a), a.g.m., s. 33.
Fischer, Stanley (1999), “On the Need for an International Lender of Last Resort” The American Economic
Association and the American Finance Association, New York, January 3,
http://www.imf.org/external/np/speeches/1999/010399.htm, 20.01.2005.
418
Mishkin, Frederic S. (2000), “The International Lender of Last Resort: What are the Issues?”, Uris Hall 619,
Columbia University, 10027, New York, s.18.
417
165
Frederic Mishkin 2001 yılında yayınladığı “The International Lender of Last Resort:
What are the Issues?” adlı makalesinde Stanley Fischer gibi, IMF’nin uluslararası son borç
verme
mercii
olarak
uluslararası
finansal
sistemin
düzeltilmesinde
önemli
rol
oynayabileceğini iddia etmektedir. Ancak Mishkin, IMF’nin bu rolü son haliyle
başaramayacağını ifade etmektedir. Çünkü, IMF’nin verdiği kredilerde ahlaki tehlike
oluşmaktadır. Bu tehlikeye karşı sekiz ilke önermektedir. IMF, bu ilkeler doğrultusunda
kendisini yenileyebilirse son kaynak mercii olarak düzenleyici rolünü yerine getirebileceğini
aksi halde bu rolü başaramayacağını savunmaktadır. Mishkin’in öne sürdüğü sekiz ilke
aşağıdaki gibi sıralanmaktadır419.
1.
Finansal sisteme olan güveni yeniden inşa etmek gerekmektedir,
2.
Finansal sistemin yeniden işlemeye başlaması için gerekli likiditeyi sağlamak,
3.
Mümkün olduğu kadar hızlı likidite sağlamak,
4.
Gelir gider dengesini düzeltmek,
5.
İflas etmiş (başarısız), kurumların yöneticilerinin cezalandırılması,
6.
Geleceği yeterince tahmin edebilecek, gözetim ve denetimin teşvik edilmesi,
7.
Gerekli reformları yapma konusunda ciddi olan ülkelerle son kaynak mercii
ilişkisine girmek,
8.
Son kaynak mercii olarak sadece kısa dönem periyotları içinde ve sıkça
olmamak üzere faaliyette bulunmaktır.
Fischer’in önerisi pek çok iktisatçı tarafından eleştirilmektedir. Bu eleştiriler öncelikle
IMF’in bir merkez bankası gibi serbestçe likidite yaratamayacağı seklinde bir itiraz ve
IMF’nin acil durumlarda yavaş hareket ettiği yönünde toplanmaktadır420. Ayrıca Stiglitz,
Fischer’i eleştirirken vurguladığı en önemli nokta, IMF’nin son kaynak mercii rolü ancak
sabit döviz kuru sisteminde faydalı olabilir. Serbest kur sisteminde bu rolün bir anlamı
bulunmamaktadır. Çünkü, son kaynak mercii olmak bir tür döviz kuru seviyesi garantisi
sağlamakla ilgili olduğunu savunmaktadır421. Ancak sabit döviz kuru sistemlerinin de
krizlerin oluşumuna katkı sağladığı görüşü Mishkin tarafından “Asya Krizi’nden Dersler” adlı
makalesinde (1999) savunulmaktadır. Dolayısıyla IMF’nin bu rolü yerine getirirken sabit
kuru değil de esnek kuru düşünmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
419
Mishkin, Frederic S. (2000), a.g.m., s. 12.
Günal, Mehmet (2003), “Crises, Stabilization Policies, The Role of The IMF, and The Case of Turkey: Is this
"the Vicious Circle of the IMF", (Is the IMF Preventor or Creator of Crises?)”, California State
University,November, Los Angeles, s. 11.
421
Stiglitz, Joseph E. (2003b), “Democratizing the International Monetery Fund and World Bank: Governance
and Accountability”, http://www2.gsb.columbia.edu/faculty/jstiglitz/papers.cfmk, s. 129, 23.12.2005.
420
166
IMF’nin, uluslararası krizlerde son kaynak mercii rolünü şu haliyle oynayabilecek bir
örgütlenme içinde olmaması, son krizlerle birlikte kurumun reforme edilmesi düşüncesi geniş
bir destek bulmaktadır. Özelliklede IMF’nin faaliyet alanının genişlemesi (ülkelerin fakirlik
problemleriyle ilgilenmesi, istihdam ve çevre kirliliği konularında girişimde bulunması v.b.)
reform çağrılarının artmasında etkili olmaktadır. Reform arzularındaki ortak nokta; IMF’nin
odaklandığı şeyin kriz yönetimi ile ilgili sorunlara indirgemesi veya sınırlandırması
olmaktadır. Ayrıca uzun vadeli borç verme faaliyetlerini sonlandırması gerektiği
önerilmektedir. Mümkün olduğunca kısa vadeli ve sıkça olmamak üzere faaliyette
bulunmalıdır (ilke 8). Ayrıca, bir uluslararası son borç verme mercii ilke altıdaki gibi, finansal
sistemin yeterli, öngörülü denetim ve gözetimini sağlayacak şekilde reformların yapılmasına
odaklanmak zorundadır422.
Stiglitz, IMF’nin son haliyle krizleri önlemede başarısız olacağını bunu başarmanın
yolu olarak önerdiği en temel reform olarak “IMF’de zihniyet değişiminin gerekliliğini”
savunmaktadır. Yani IMF, alternatif görüşler karşısında dışlayıcı tavır takınmaması, aksine
alternatif görüşleri cesaretlendirici uygulamalar yapmalıdır. “Fikirler pazarındaki rekabet, en
azından mal ve hizmet pazarındaki rekabet kadar önemlidir”. Diyerek demokrasi vurgusu
yapmaktadır423. Bunun içinde hesap verilebilirlik, açıklık ve şeffaflık gerekmektedir.
Stiglitz’in reform önerileri demokrasi vurgusuyla birlikte aşağıdaki şekilde sıralanmaktadır424.
1.
IMF, krizlere odaklanmalıdır, yani faaliyet alanını daraltarak orijinal kuruluş amacına
geri dönmelidir.
2.
IMF, faaliyet modunu değiştirmelidir; IMF ülkelere programlarını dayatmamalı,
alternatif programlar sunabilmelidir. Alternatifler arasındaki seçim politik süreç
içerisinde yapılmalıdır.
3.
IMF’nin yönetim yapısı reforme edilmelidir, yukarıda da vurgulandığı gibi yönetim
yapısının demokratikleşmesi önerilmektedir çünkü IMF’de G -7’ler ve özellikle ABD
belirleyicidir. Kurumda yalnızca ABD’nin veto gücü bulunmaktadır. Bu durum da
bağımlılığı attırmaktadır. Bu bağımlılıktan kurtulmak için kararların oylanmasında
değişik bir sistem getirilerek mümkün mertebe adil ve eşit bir oylama geliştirilmesi
gereği savunulmaktadır.
422
Mishkin, Frederic S. (2000), a.g.m., s. 20-22.
Stiglitz, Joseph E. (2002b), “ Globalizasyon and the Logic of International Collective Action: Examining the
Bretton Woods Institutions”, http://www2.gsb.columbia.edu/faculty/jstiglitz/papers.cfm, s. 15, 23.12.2005.
424
Stiglitz, Joseph E. (2003b), a.g.m., s. 130-133.
423
167
Stiglitz; IMF’nin politik bağımsızlığının ve kaynak tabanının genişletilmesi görüşüne
karşı, muhakkak bir hesap sorulabilirlik yolu olması gerektiğini yoksa tam bağımsız ve hesap
sorulamaz olmak uluslararası finansal sisteme zarar verdiğini ifade etmektedir. Ancak
Mishkin, reform önerileri oldukça geniş bir desteğe sahip olmakla birlikte IMF’nin bu konuda
eğiliminin olduğu pek de net olmadığını vurgulamaktadır. Bu bağlamda öncelikle IMF’nin
kendisini reforme etmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bu konuda Günal’ın önerileri aşağıdaki
gibi özetlenmektedir425.
1.
IMF, her ülkeyi farklı şekilde analız etmeli ve ülkelerin sosyal, siyasal ve ekonomik
şartlarını dikkate almalıdır.
2.
IMF, her ülkenin yapısal karakteristiklerini ve problemlerini hatta her krizin
özelliklerini hesaba katmalıdır.
3.
Problem ya da kriz yaşayan ülkelerin hükümet ve bürokratları IMF ile müzakere
ederek, ülkelerine özgü şart ve problemler konusunda IMF’yi ikna etmelidirler.
Kısaca
ülkelerin
ve
bürokratların
IMF’ye
körü
körüne
boyun
eğmesi
eleştirilmektedir.
Günal’ın belirttiği gibi IMF, reforme edilmeden son kaynak mercii olarak rol
oynayamamakta ve krizleri önleyememektedir. Çünkü, bir krizi zamanında önleme konusunda
hareket etmekte gecikmektedir. Türkiye Kasım 2000 Krizinin gösterdiği gibi net iç varlıkları
sınırlama gibi her olaya aynı reçete ile yaklaşmak işe yaramamaktadır. Hatta IMF, net iç
varlıklara sınırlama getirerek, krizlerin derinleşmesi ve sistemik krize dönüşmesinde rol
oynamaktadır.
425
Günal, Mehmet (2003), a.g.m., s. 13.
168
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE FİNANSAL ENTEGRASYON VE FİNANSAL
KRİZLER
Dünyada 1970’li yıllardan itibaren yaygınlaşan finansal liberalizasyon hareketleri
ülkemizde 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ile gündeme gelmiştir. 1980’e kadar uygulanan
ekonomik politikalar terk edilerek dünyaya açılan ve dünya ülkeleri ile rekabet etmeyi
hedefleyen yeni bir ekonomik strateji referans alınmıştır. Türkiye’nin 1980’li yıllarda
gerçekleştirmiş olduğu ekonomik ve finansal dönüşümün yarattığı yeni ekonomik yapının
etkileri, Türkiye üzerine çalışmalar yapacak herkesin yakından ilgilendiği bir konu
olmaktadır.
Türkiye, uluslararası ekonomik entegrasyona girme gayretleriyle birlikte ekonomik ve
finansal sistemini kademeli olarak liberalleştirmeye başlamış ve 1989’a kadar iç finansal
piyasasını ve kurumlarını liberalizasyona hazırlamıştır. 1989’dan itibaren 1567 sayılı kanunda
32 sayılı kararla yapılan değişiklik, finansal entegrasyon sürecini başlatmıştır. Bu süreçte
sermaye hareketleri üzerindeki bütün kontroller ve denetim kaldırılmış, finansal piyasalar
tamamen dışa açılmıştır. Böylece hem iç piyasalar arasındaki etkileşim çok fazla artmış, hem
de uluslararası finansal piyasalardaki hareketlere çok daha duyarlı bir finansal yapı ortaya
çıkmıştır. Ayrıca, bu gelişme ile finansal piyasalar özellikle kısa vadeli sermayenin
spekülasyonuna açılmış, böylece ulusal piyasalarda döviz kuru ve faiz oranı Merkez
Bankasının kontrolünden çıkarak birbirine bağlanmıştır. 1990 sonrası yaşanan finansal
entegrasyon süreci Türkiye açısından ilginç deneyimlerle doludur. Çünkü, ekonomik
sistemini uluslararası etkilere açık hale getirdikten sonra yaşadığı krizler etkileri bakımından
öncekilerden çok farklı duruma gelmiştir.
Bu bölümde genel olarak Türkiye’de finansal sistemin değerlendirmesi ve finansal
entegrasyonun kriz ilişkisi incelenmektedir. Türkiye’de finansal sisteminin liberalizasyonun
başlatıldığı tarih olan 24 Ocak 1980 öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılarak
incelenmektedir. Ayrıca, finansal entegrasyon sürecinin başlatıldığı 1989 sonrası gelişmeler
ve kriz ilişkisi detaylı olarak incelenerek, 2001-2004 yılları arasındaki gelişmeler kriz
göstergeleri ışığında özetlenmektedir.
169
3.1. Türkiye’de Finansal Sisteme Bakış: 1923-1980
Türkiye’de finansal sisteminin yapısı ve işleyişi 1980 öncesi ve sonrası dönemler
bakımından önemli farklılıklar arz etmektedir. Türkiye’nin finansal sistemi 1980’den önceki
dönemde, uygulanan ekonomik politikaların bir gereği olarak sıkı bir biçimde baskılamaya
maruz kalmıştır. Çünkü, yaklaşık elli yıl boyunca, (1950-1953 yılları arasındaki kısa süreli
liberalizasyon hariç) devlet müdahalesinin egemen olduğu ithal ikamesine dayalı (inwardlooking) bir ekonomik strateji uygulanmıştır426. Ayrıca, 1930 yılında 1567 sayılı Türk
Parasının Kıymetini Koruma Kanunu (TPKKK) çıkarılmıştır. Yasada öngörülen amaç, Türk
parasının değerinin korunmasıdır. Bunun için de gerekli önlemleri alma yetkisi Bakanlar
Kurulu’na
verilmiştir.
Hükümetler
bu
yetkiyi
çıkarttıkları
Kararnameler
yoluyla
kullanmışlardır. Böylece 1930’larda başlatılan bu uygulamalarla Türkiye’de kambiyo
kontrolüne geçilmiş ve bir anlamda finansal piyasalar dış dünyadan soyutlanmıştır. Özellikle
1962 yılında alınan 17 Sayılı Karar ile döviz ve sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalar
aşırı biçimde yoğunlaştırılarak Türkiye’de finans sistemi baskı altına alınmıştır427.
1980 öncesi dönemin ekonomik felsefesi içinde finansal sektör, reel sektöre kıyasla
ikinci plandadır. Fonksiyonel olarak finansal sektör, reel sektörde ihtiyaç duyulan
finansmanın sağlanması amacına yönelik olarak, kısaca reel sektörün kasası olarak
kullanılmıştır. Bu anlamda finansal sektörün, kendisine has özellikler göstermesi olanaklı
olmamıştır. Finansal sektörün en önemli unsurlarından birisi olan bankacılık sistemine
baktığımızda, çoğunlukla yabancı bankalar yerine, devletçilik hamlesi paralelinde yerli kamu
ve özel bankalar kurulmasına öncülük yapılmış, özellikle sektörel kalkınma bankaları şeklinde
kurulan kamu bankaları aracılığıyla bir yandan para piyasasının oluşumu sağlanırken, diğer
yandan sanayi ve ticaret desteklenmek istenmiştir. Kalkınma bankacılığı 1970’li yıllar
sonrasında ivme kazanmıştır. 1980 yılına gelindiğinde toplam 44 bankanın 4’ü yabancı
bankadır. Daha sonra değinileceği gibi yabancı banka girişleri, 1980 sonrasında gerek alacak
takibi ve gerekse ihracata aracılık amacıyla hızla artmıştır428.
Türkiye’de 1980 öncesinde yürütülen politikalar doğrultusunda faiz oranları ve döviz
kurları sıkı şekilde kontrol edilmektedir. Başka bir deyişle bu dönemde devlet, finansal
piyasaların kontrol edilmesi üzerinde baskın bir rol oynamaktadır. Örneğin, devlet 1980
426
Kopits, George (1987), Structual Reform, Stabilization, And Growth in Turkey, Washington, D.C.,
International Monetery Fund, May, s. 2.
427
Seyidoğlu, Halil (2003), a.g.m., s. 145.
428
Şenel, Ayla (2000), Uluslararası Sermayenin Serbest Dolaşımının Sağlanması ve Entegrasyon Sürecinde
Mali Liberalizasyon Politikaları ve Türkiye Deneyimi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, s. 120.
170
öncesindeki dönemde, ticari bankaların müşterilerine verdiği faiz oranlarını kontrol
etmektedir. 1980 öncesinde uygulanan bu tür düzenlemelerin, faiz oranlarının yapay şekilde
düşük seyretmesine yol açtığı vurgulanmıştır. Ayrıca, devletin faiz oranlarını katı bir biçimde
kontrol etmesiyle birlikte, faiz oranları enflasyon oranlarının belirgin olarak altında kalmıştır.
Böylece, 1970’lerin sonunda hızlanan enflasyon ile birlikte reel faizler daima negatif
seyretmiştir (Bkz. Tablo 15). Diğer yandan dış ticaret rejiminde konulan yasaklarla birlikte,
1980 öncesinde sermaye hareketleri üzerine de ciddi kısıtlar konulmuştur.
Devlet müdahaleciliğinin yanında, dış ticaret ve finansal akımların önüne engeller
konulması ve kamu girişimciliğinin de yaygın bir biçimde ekonomik sistemde yerini alması,
bu dönemde var olan ekonomik yapının en tanımlayıcı unsurları konumundadır. Türkiye’nin
maruz kaldığı finansal baskılama; mevduat ve kredi faizleri üzerinde tavan uygulaması ve
negatif reel faiz oranları, kredi tayınlaması (credit rationing) ve öncelikli sektörlere
sübvansiyonlu krediler, finansal gelirler ve işlemlerin yüksek oranda vergilendirilmesi,
yüksek rezerv ve likidite oranları ile yüksek aracılık maliyetleri, bankalar ve finansal olmayan
kesim arasında iç içe geçmiş ortaklıkların çokluğu, finansal olmayan şirketlerin doğrudan
borç senedi ve hisse senedi yoluyla finansmana başvurmak yerine, banka kredilerini aşırı
kullanmaları, merkezi hükümet ve KİT’lerin açık finansmana fazlasıyla başvurmaları, yabancı
bankaların yurtiçi piyasalara girişine engeller konulması, dış finansal işlemlere ve yabancı
aktif tutmaya getirilen kısıtlamalar olarak özetlenebilir429.
Bu ekonomik yapının, etkin kaynak dağılımını engellediği ve ekonomide birçok yapısal
sorunu da beraberinde getirdiği ise yaygın bir kanıdır. Bu dönemde sermaye piyasasının
gelişmemiş ve banka dışı finansal kesimin de küçük oluşu nedeniyle basit bir yapıya sahip
olan finansal sistemde kamu bankalarının ağırlığı, söz konusu dönemde para-kredi
politikalarının uygulanmasını kolaylaştırmış, bankacılık sistemi aracılığıyla toplanan fonların
büyük bir bölümü hükümetçe belirlenen alanlara plase edilmiş, plasmanların ancak geri kalan
kısmı bankaların kendi inisiyatiflerine bırakılmıştır. Buna paralel olarak Türkiye
bankacılığında 1970’li yıllar ve sonrasının önemli bir özelliği holding bankacılığının bu
yıllardan itibaren önem kazanması olmuştur. Bu yapılanma, özel sektörün finansal sistem
aracılığıyla toplanan tasarrufları, kendine ucuz kredi olarak aktarmasını sağlarken, küçük
firmaların kredi piyasasından dışlanması suretiyle rekabeti azaltmış ve tekelleşmeyi teşvik
etmiştir.
429
Toprak, Metin (1996), a.g.e., s. 71.
171
Uygur’a göre sabit kur rejimi uygulanmasıyla birlikte ithalata konulan miktar kotası,
ithalat belgeleri gibi çeşitli kısıtlamalar ile ihracatta farklı mallara farklı kur oranlarının
uygulanması, aslında hem mal piyasasının hem de finansal piyasaların etkin işlemesini
engellemiştir430. Ayrıca 1980 öncesi dönemde finansal yapının kısıtlı olması ile birlikte
finansal piyasalarda kullanılan araçlar da gelişmemiş ve bu dönemde menkul kıymetleştirme
oranı yok denecek kadar az gerçekleşmiştir.
3.2. 1980 Sonrası Finansal Sistemdeki Gelişmeler
Türkiye’de finansal sistemi dünya finans piyasalarına entegre etmeye yönelik ilk somut
adım, 24 Ocak 1980 yılında uygulamaya konulan ve ekonomide stabilizasyon ve
serbestleşmeyi hedefleyen yapısal reform programı olmuştur. 24 Ocak kararları olarak ifade
edilen programın amacı, yıllardır uygulanan ancak tıkanan ithal ikamesi politikasından,
ihracata dönük bir politikayla dışa açılmayı gerçekleştirmek; bu çerçevede de piyasa
mekanizmasını hakim kılmaktır. Bu nedenle, 24 Ocak kararları sıradan bir istikrar paketi
olarak kalmamış, dış ticaret rejiminde, kur politikalarında, fiyat ve finansal politikalarda
liberalizasyonu içermesiyle, Türkiye ekonomisinde yapısal değişim ve finansal liberalizasyon
sürecinin de başlangıcı olmuştur431. Bu program, pek çok uluslararası kuruluş (IMF-OECDDünya Bankası) ve kreditör konumundaki ülke tarafından desteklenmiştir432. Bu nedenle
program uygulanırken dış kaynak bulmada problem yaşanmamış ve dış borçlar yeniden
düzenlenmiştir. Örneğin OECD Yardım Komisyonu 1980-1985 yılları arası 4.2 milyar dolar,
IMF 1980-1983 yılları arası 3 yıllık stand-by anlaşması için 1.2 Milyar SDR; IMF 1984’de
225 milyon SDR, Dünya Bankası 1980-1984 yılları arası 5 yapısal uyum programı için 1.6
milyar dolar kredi vermiştir.
1980 öncesinde finansal piyasaların baskı altında tutulması, finansal kesimin reel
sektöre fon aktarma fonksiyonlarını etkin bir biçimde yerine getirmesini engellediği için,
ekonomik büyüme önündeki en önemli engellerden biri olarak görülmüştür433. 1980 ve
sonrasında finansal liberalizasyon politikalarının uygulanmasıyla, açık ifadeyle finansal
piyasalar üzerindeki baskıların kaldırılmasıyla, finansal piyasaların istikrarlı bir ekonomik
büyümeye katkı sağlayacağı öngörülmüştür. Finansal liberalizasyon süreci kapsamında, hem
430
Uygur, Ercan (1993), “Structural Adjustment And Liberalilization İn Turkey”, İn: Financial Liberalization
In Turkey, Edit. Yaman Aşıkoğlu ve Hasan Ersel, Ankara: Cbrt Publishing, s. 11.
431
Soydemir, Selim (1998), Türkiye’de Finansal Fon Akımları (1982- 1993), SPK Yayını No: 122, İstanbul, s.
14.
432
Kaya, Y. Türker (1998), a.g.e., s. 55.
433
Yıldırım, Sevdil ve Oğuz Altun (1996), “Türk Bankacılık Sisteminin Değerlendirilmesi: 1983-1993
Deneyimi”, Türkiye’de Kaynak Aktarım Sürecinde Sermaye Piyasalarının Rolü: 1980 Sonrası Dönemin
Bir Değerlendirilmesi, SPK Yayını No: 17, 2. b., Ankara, s. 82.
172
mevcut bankacılık sisteminin etkinliğinin artırılmasına, hem de sermaye piyasalarının
geliştirilerek finansal sistemdeki eksik yapıların giderilmesine çalışılmıştır. Finansal
piyasaların ekonomik büyümede etkin rol oynamalarını sağlayacak finansal değişim, piyasa
ekonomisi gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi kendiliğinden olmaması, kamunun denetim ve
yönlendirmesinde olması finansal liberalizasyon sürecinin temel özelliğidir. Ancak, kamu
yönetimindeki finansal değişim kolay gerçekleşmemiştir. İlerleyen aşamalarda sürecin
kamudan bağımsız kendi dinamiklerine sahip olması ve kamunun sürecin gelişme seyri
üzerinde kontrolünü yitirmesi mümkündür. Bu durumda finansal gelişim sürecinde ortaya
çıkabilecek olumsuzluklardan korunmak için kamunun sürece müdahalesi yeni bir takım
olumsuzluklara da yol açabilmektedir434.
Türkiye’de finansal liberalleşme/entegrasyon süreci 3 aşamada gerçekleşmiştir. İlk
olarak, 1980-1983 döneminde finansal serbestleşmede kullanılan temel araç deregülasyon
olmuştur. 1982 yılında yaşanan Banker Krizi rekabetçi bir ekonomik ortamın yalnızca bu araç
kullanılarak gerçekleştirilemeyeceğini göstermiştir. İkinci aşama olan 1983-1989 döneminde,
piyasa mekanizmasına işlerlik getirecek kurumsal düzenlemeler yapılmıştır. Bu aşama dış
ticaretin serbestleştirildiği ve kısmi olarak sermaye hesabının yeniden düzenlendiği dönemdir.
Üçüncü aşama ise 1989 sonrası dönemdir435. 1989 yılı Ağustos ayına gelindiğinde, TPKKK
Hakkında 32 Sayılı kararla yapılan değişiklik ile 28 ve 30 Sayılı Kararlarla büyük ölçüde
liberalize edilmiş olan sermaye hareketlerinde bir adım daha atılarak, tüm döviz işlemleri ve
sermaye hareketleri serbestleştirilmiştir. Ayrıca bu dönem, yasal ve kurumsal olarak
özelleştirme çabalarının yoğun olduğu bir dönemdir436. Aşağıda bu dönemler yasal ve
kurumsal düzenleme ile daha yakından incelenecektir.
3.2.1. Deregülasyon Dönemi:1980-1983
Türkiye’de finansal liberalizasyon sürecinin ilk uygulaması, Temmuz 1980’de vadeli
tasarruf mevduatı ile kredi faiz oranlarının serbest bırakılmasıyla başlamıştır. Temmuz
bankacılığı olarak da anılan bu tedbirlerle, vadesiz mevduat faiz oranları yükseltilmiş ve
bankalara mevduat sertifikası çıkarma yetkisi tanınmıştır. Bu serbestlik ortamı içinde,
mevduat bankaları dışında bazı grup ve şahıslar bankerlik adı altında tahvil ve mevduat
sertifikası gibi menkul kıymetleri pazarlayarak fon toplama olanağı elde etmiştir. Bu arada
434
Sak, Güven (1996), “İMKB ve Şirketler Kesiminin Finansmanı: Hisse Senedi Piyasasının Performansı
Üzerine Gözlemler”, Türkiye’de Kaynak Aktarım Sürecinde Sermaye Piyasalarının Rolü: 1980 Sonrası
Dönemin Bir Değerlendirilmesi, SPK yayını, No. 17, Ankara, s. 60.
435
Öztürk, Salih (2003), “1980 Sonrası Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Piyasaların Gelişimi (Türkiye
Örneği)”, Maltepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi, Sayı 2, s. 21.
436
Kaya, Y. Türker (1998), a.g.e., s. 57-62; Toprak, Metin (1996), a.g.e., s. 72-80.
173
bazı küçük bankalar da bankerler vasıtasıyla mevduat sertifikası satarak bünyelerinin
kaldırabileceğinden çok fazla mevduat yükü altına girmiştir. Toplanan paraların verimli
alanlarda kullanılmaması ve/veya ödenen yüksek faizleri karşılayacak kadar verim elde
edilememesi ve diğer nedenlerle fon akışında çıkan problemler, 1982 yılında “Banker Krizi”
adı verilen olaylara neden olmuştur. Kriz bankerlik kuruluşlarıyla birlikte bazı bankaların
faaliyetlerinin durdurulmasına yol açmıştır437.
Merkez Bankası’nın piyasaya müdahalesi
sonucu beş küçük özel banka kapatılmış, bu bankalarının varlıklarının ve yükümlülüklerinin
önemli bir kısmı kamu bankaları tarafından alınmıştır.
1982 yılındaki Banker Krizinin ardından Merkez Bankası, dokuz büyük ticari bankanın
faizlerini belirleme yetkisi vermiştir. Ancak faiz rekabeti durmadığından Merkez Bankası
1983-1987 yılları arasında mevduat faizlerini yeniden belirlemeye başlamıştır. Çünkü Türk
bankacılık sektörünün centilmenlik anlaşmasına dayanan oligopolistik yapısı, ticari bankalar
arasında yaşanan rekabetten dolayı kısa sürede bozulmuştur. 1987 sonrası devlet kontrolü
altında kalan belirli yatırım alanları ile tarım ve ihracat gibi alanlarda tercihli kredi
kullananlara temel borçlanma faizi uygulanmıştır. Bu dönemde yeni finansal araç olarak
mevduat
sertifikaları
uygulaması
başlamıştır438.
1988
sonbaharında
enflasyon
gerçekleşmelerinin hükümetin beklentilerinin üzerinde olması para ikamesini artmıştır. Olası
bir krizi önlemek amacıyla Merkez Bankası piyasaya müdahale etmiştir. Bu kısa süreli
müdahalenin ardından günümüze kadar mevduat faizleri bankalar tarafından belirlenmeye
başlanmıştır439.
1981 yılında çıkarılan Sermaye Piyasası Kanunu özel menkul kıymet piyasalarının
oluşturulacağı yapıyı belirlemiş ve bu amaçla 1982 yılında Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)
kurulmuştur. SPK 1983 yılında işlerlik kazanmıştır.
3.2.2. Kurumsal Düzenlemeler: 1983-1989
1982 Banker Krizinden çıkarılan ders olarak, likidite problemini önlemek ve mudileri
korumak amacıyla, 1983 yılında tasarruf mevduatı sigortası uygulaması başlatılmıştır. Buna
göre, Ekim 1986’dan itibaren 6 milyon TL’lik mevduat anapara ve faizinin ilk üç milyonunun
tamamı, ikinci üç milyonunun yüzde 60’ı sigorta kapsamına alınmıştır. Mart 1992’den
itibaren sigorta kapsamı 50 milyon TL’nin ilk 25 milyonunun tamamı, ikinci 25 milyonunun
437
Armutlu, M. Recep (2003), “Türk Sermaye Piyasasında Gelişmeler”, 1980-2003 Türkiye’nin Dış,
Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Edit: Turkut Göksu ve diğerleri, Siyasal Kitabevi, Nisan, Ankara, s.
618.
438
Öztürk, Salih (2003), a.g.m., s. 23.
439
Kaya, Y. Türker (1998), a.g.e., s. 56.
174
yüzde 60’ı olarak belirlenmiştir. 1994 yılının ilk çeyreğinde yaşanan ekonomik krizin
ardından Nisan 1994’den itibaren 150 milyon TL’lik mevduat anapara ve faiz ödemesi sigorta
kapsamına alınmıştır. Krizin derinleşmesi üzerine piyasalardaki tedirginliği gidermek için,
Mayıs 1994’den itibaren bankadaki mevduatların anapara ve faiz ödemelerinin tamamı sigorta
kapsamına alınmıştır. Ancak bankaların uyguladıkları faiz oranları beş büyük bankanın
ortalama faiz oranlarının üzerinde ise faiz ödemelerinin ortalamayı geçen kısmı sigorta
kapsamı dışında tutulmaktadır.
24 Ocak Kararlarının en önemlilerinden biri, yüksek oranlı devalüasyonun ardından
(1980 Şubat’ında dolar % 49 oranında devalüe edilerek 1 dolar= 47 TL den 70 TL’ ye
çıkarılmıştır) fiyatlardaki ve bazı piyasalardaki dengesizlikleri gidermek için kurun belli bir
aralıkta belirlenmesi uygulamasının bırakılarak tek kur uygulamasına geçilmesidir. 1981 yılı
Mayıs ayından itibaren Merkez Bankası kura günlük müdahalelere başlamıştır. 1983 yılı
sonlarında çıkarılan TPKKK Hakkında 28 sayılı Karar ve bu Karar kapsamında uygulamada
ortaya çıkan sorunları gidermek üzere Temmuz 1984’te çıkartılan 30 Sayılı Kararlarla,
bankaların döviz pozisyon limitleri kaldırılmış ve bankalara döviz işlemlerine aracılık etme
yetkisi verilmiştir. Bu kararla birlikte, yurtiçinde yerleşiklerin ticari bankalarda döviz tevdiat
hesabı açmaları ve bu hesaplardan yurtdışına transfer yapılması serbest duruma getirilmiştir.
Bu karar tam kapalı kambiyo rejiminden yarı açık bir kambiyo rejimine geçilmesini
sağlamıştır440. Ancak bu serbestinin bankalar tarafından farklı amaçlarla kullanılması
bankaların aşırı döviz biriktirmesiyle sonuçlanmıştır. Bunun nedeni olarak, dövizin bazı
bankalarca bir ödeme aracından ziyade bir plasman aracı olarak kullanılması gösterilmektedir.
Bunu engellemek için Ocak 1986’dan günümüze bankaların ihracat ve görünmeyen
işlemlerden kesin alışını yaptıkları döviz ve efektiflerin belli bir oranını Merkez Bankası’na
devretme zorunluluğu getirilmiştir.
Türkiye’de finansal liberalleşme sürecinde bir başka ciddi adım, 1984 yılında atılmıştır.
Bu dönemde ülke vatandaşı olan ya da olmayanların, ticari bankalarda döviz hesabı
açtırmalarına izin verilmiştir. Dış ticaret yoluyla elde edilen döviz, Merkez Bankası’ndan
ticari bankalara transfer edilmiştir. Böylece, ticari bankalar, dış piyasalardan kısa süreli
krediler kullanmakla yüz yüze kalmışlardır. 1985’lerin sonunda, spekülatif döviz işlemlerinde
bir artış olmuş ve bu durum, ticari bankaların mevduatlarına ve döviz ticaretine bazı
sınırlamalar getirmekle sonuçlanmıştır. Sınırlamalar, döviz satış oranları üzerinde etkili
olmuştur. Döviz mevduatlarına uygulanan gerekli rezervler arttırılmıştır. Dolayısıyla,
440
Kaya, Y. Türker (1998), a.g.e., s. 59.
175
bankalar belirli orandaki dövizlerini Merkez Bankası’na satmak zorunda kalmıştır. 1987’de,
faiz oranları bir kez olmak üzere tekrar değiştirilmiştir. Bu değişmeyi takip eden bankalar faiz
oranlarını arttırmışlar ve bu arada, enflasyon da hızlı bir biçimde artmıştır. Ancak, bankaların
faiz oranlarını daha fazla arttırmaları engellenmiştir. Bu engelleme, döviz mevduatlarının
lehine bir durum doğurmuştur. Merkez Bankasının müdahale etmesi, faiz oranlarının tekrar
artmasına yol açmıştır. Bu finans piyasalarında öngörülen istikrarsızlığı bitirmiştir. Fakat faiz
oranlarının, yeniden gözden geçirilmesi gerekmiş ve bu kez aşağı doğru bir indirim
yapılmıştır. Ama yine de finans piyasalarındaki dengesizlik devam etmiştir. Dengesizliğin en
açık göstergesi, bankaların döviz işlemlerini kullanarak ağır spekülasyon yapmaları olmuştur.
Bu, dövize uygulanan faiz oranlarında keskin bir artışa yol açmıştır441. Açılan döviz
hesaplarının güvence altına alınması ve özellikle para arzı içinde artan hacmini kontrol etmek
amacıyla, TL mevduat hesaplarına uygulanan zorunlu karşılık oranı 1986 yılından itibaren
bankaların döviz tevdiat hesaplarına da uygulanmaya başlanmıştır. Bir diğer yeni uygulama
ise bankaların döviz tevdiat hesaplarından sağladıkları kaynakların döviz kazandırıcı işlemlere
kanalize edilmesi amacıyla, en az yüzde 50’lik kısmına döviz kredisi açma zorunluluğu
getirilmesi olmuştur.
1985 yılında yenilenen bankalar kanunun amaçlarından biri olan Türk bankalarının
uluslararası piyasalarda rekabet gücünü artırmak amacıyla aynı yıl Hazine ve Dış Ticaret
Müsteşarlığı 6 No’lu Tebliği ile “Sermaye Tabanı/Risk Ağırlıklı Varlıklar, Gayri Nakdi
Krediler ve Yükümlülükler” standart rasyosunu yayınlamıştır. Yayınlanan bu tebliğ, bankalar
için minimum sermaye taban zorunluluğu getirerek, sermaye yeterlilik oranının uluslararası
normlara uygun olarak hesaplanması uygulamasını başlatmıştır. Bankaların sermaye
yeterliliği, aktiflerin niteliği, karlılık ve likidite açısından dikkatli ve düzenli bir denetime tabi
tutulması amacıyla, 1986 yılından itibaren üç, altı, dokuz aylık ve bir yıllık olarak hazırlanan
bilânçolarını Merkez Bankasına göndermeleri zorunlu duruma getirilmiştir. Ayrıca, 1987
yılından itibaren bankaların bilançolarının her yıl bağımsız dış denetime tabi tutulması
uygulaması başlatılmıştır.
1986 yılında Merkez Bankası, bankaların kısa vadeli likidite ihtiyaçlarının karşılanması
ve likidite fazlalarının değerlendirilebilmesi amacıyla Türk Lirası interbank piyasasını
kurmuştur. 1986 yılında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) açılmıştır. Bu piyasa
1989 yılından itibaren yabancı yatırımcılar tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. İMKB
ayrıca KİT’lerin özelleştirilmesi sürecinde de kullanılmıştır.
441
Uygur, Ercan (1993), a.g.m., s. 12.
176
1985 yılına kadar bütçe açıkları büyük ölçüde para basılarak (monetizasyon)
giderilmiştir. 1980’li yılların ortalarına doğru, bütçe açığı artmaya başladığından, artan bütçe
açıklarını karşılamak için kısa vadeli enflasyonist etkiler yaratmayacak enstrümanların
geliştirilmesini zorunlu duruma getirmiştir. Bu amaçla 1985 yılından itibaren bütçe açıkları
artan bir ivmeyle iç borçlanma, tahvil ve bono gibi enstrümanlar kullanılarak finanse
edilmeye başlanmıştır. Hükümetin kâğıt satması, hem menkul kıymet piyasalarının
gelişmesine yardımcı olmuş hem de Merkez Bankası’nın 1987 Şubat’ından sonra başlayacağı
açık piyasa işlemleri için gerekli altyapıyı hazırlamıştır. Açık piyasa işlemlerinin temel amacı
para politikalarının uygulanması olmakla birlikte, bu işlemler devlet iç borçlanma senetlerinin
satışı için ikincil bir piyasa yaratılmasını da sağlamıştır.
1984 yılından itibaren bankalarda döviz hesapları açılmasına ve bankaların yabancı para
ile işlem yapmalarına izin verilmiş ve yabancı mudilere yapılacak işlemler teşvik edilmeye
başlanmıştır. Bankalardaki döviz mevduatları özellikle 1986 yılından sonra önemli bir
finansal tasarruf aracı haline gelmiştir. Bu hesapların açılmasıyla birlikte, enflasyondan
korunmak için para ikamesi süreci (dolarizasyon) başlamıştır. Bunun finansal sistem üzerinde
yarattığı baskı nedeniyle reform süreci boyunca yüksek reel faiz oluşmuş ve para otoriteleri
Türk Lirasının değerini, faizleri artırarak korumaya çalışmışlardır.
1988 Ekim’inde Merkez Bankası tarafından döviz için interbank piyasası kurulmuştur.
Bu piyasada bankalar, özel finans kurumları ve diğer yetkili kurumlar katılımcı olarak
bulunmaktadır. 1988 tarihinden bu yana kurlar interbank piyasası tarafından belirlenmektedir.
Merkez Bankası 1989 yılında altın piyasasını oluşturmuştur. Bankalar, özel finans kurumları
ve diğer yetkili kurumlar bu piyasada alım ve satım yapmaktadır. Bu dönemin en önemli
özelliği ihracatın sürekli artmasıdır. Ancak, gelir dağılımının sürekli bozulması, bu programın
uygulanabilirliğini ortadan kaldırmıştır. Bu aşamanın sonunda ortalama ücretlerdeki büyük
artış ve tarımsal ürünlerdeki fiyat yükselmeleri, bütçe dengelerini daha da bozmuştur.
Yetkililer buna dış finansal hareketleri serbest bırakmakla cevap vermişlerdir442.
3.2.3. Liberalizasyon/Entegrasyon Dönemi:1989 Sonrası
1984 yılı Temmuz ayında çıkarılan 1567 Sayılı, Türk Parasının Kıymetini Koruma
Kanuna İlişkin 30 Sayılı Karar ile başlayan yarı açık kambiyo rejimi 1989 yılına kadar
sürmüştür. 11 Ağustos 1989’da yürürlüğe giren 1567 Sayılı Kanuna İlişkin 32 Sayılı Karar
Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunuyla ilgili olarak kur rejiminde serbestleşmeye
442
Öztürk, Salih (2003), a.g.m., s. 23.
177
gidilmesinde en önemli adımlardan biri olarak kabul edilmektedir. Bu kararla birlikte tam açık
kambiyo dönemi başlamıştır. 32 Sayılı Kararın, finans sektörü reformunun temelini
oluşturmasıyla, Türk sermaye piyasasının dünya finans piyasaları ile entegrasyonu
amaçlanmıştır. Ancak finansal piyasaların gelişmesi ve entegrasyonu, iç ve dış ekonomik
şartlarla yakından ilgilidir. Çünkü, makroekonomik istikrarsızlıkların yaşandığı bir ülkede,
ulusal paranın konvertibl kılınması ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, sadece
sermaye hesabı bilançosunun serbestleşmesi değil, tüm finansal piyasaların serbestleşmesini
içeren bir kapsamda olmuştur. Türkiye’de parasını konvertibl kılan bir çok ülkeye nazaran
daha ileri bir düzeyde liberalizasyon benimsenmiştir443.
32 Sayılı Kararla menkul kıymet ve öteki sermaye piyasası araçlarının yurda girişi ve
çıkışı, Türkiye’de yerleşik kişilerce bu finansal araçların yurtdışından ithal edilmesi, arz ve
satışı serbestleştirilmiştir. Bu kararla Türkiye’de yerleşik kişilerin yurtdışından ayni ve nakdi
kredi temin etmeleri (bu kredileri bankalar ve özel finans kurumları kanalıyla kullanmaları
koşuluyla) serbest bırakılmıştır. Aynı şekilde, Türkiye’de yerleşik kişilerin yurtdışında veya
serbest bölgelerde yatırım yapmaları, ticari faaliyette bulunmaları özel şirket kurmaları, ayni
ve nakdi sermayeyi yurtdışına ihraç etmeleri serbest duruma getirilmiştir444. 1990 Mart ayında
32 Sayılı Karar’da yapılan değişikliklerle, yerleşiklerin istedikleri tutarda parayı banka ve
özel finans kurumlarından satın alabilmeleri, yurtdışına transfer edebilmeleri ve para ya da
mal şeklinde yurtdışından borçlanabilmeleri serbest duruma getirilmiştir445.
1992 yılına gelindiğinde, gelişen küreselleşme ve uluslararası rekabete ayak uydurmak
ve finansal yenilikler yaratılmasına olanak sağlamak amacıyla 2499 sayılı Sermaye Piyasası
Kanunu 3794 Sayılı Kanunla değiştirilmiştir. Kanun değişikliğiyle getirilen en önemli yenilik
izin sisteminden, kayda alma sistemine geçilmiş olmasıdır. İlerleyen yıllarda özellikle 1994
krizinden sonra piyasalarda meydana gelen olumsuz olayların tekrarlanmasını önlemek
amacıyla, yeni bir takım düzenlemelerin yapılması gereği ortaya çıkmıştır. Sonuçta, sermaye
piyasalarıyla ilgili üçüncü kanuni düzenleme olan 4487 Sayılı Kanun 1999 yılı sonunda
çıkarılmıştır. Bu son düzenlemenin, sermaye piyasalarını kısa sürede gelişmiş ülkelerin
sermaye piyasaları düzeyine çıkaracak yeni oluşumlara olanak vereceğine inanılmaktadır446.
1993 yılının değişik tarihlerinde 32 Sayılı Kararla yapılan değişikliklerle altının Türk
Lirası karşısındaki değerinin belirlenmesi TPKKK mevzuatı kapsamı dışına çıkartılarak
443
Aslan Nurhan (1997), a.g.e., s. 150.
Seyitoğlu, Halil (2003), a.g.m., s. 145.
445
Şenel Ayla (2000), a.g.e., s. 64.
446
Armutlu, M. Recep (2003), a.g.m., s. 620.
444
178
Kıymetli Madenler Borsaları’nın faaliyeti için zemin hazırlanmasının ardından Kıymetli
Madenler Borsaları’nın kuruluş ve çalışma esasları düzenlenmiş ve yetkili bankalar, yetkili
müesseseler ve aracı kurumlar bu borsalarda faaliyet gösterecek kuruluşlar olarak
belirlenmiştir. Ayrıca,
sermaye piyasası mevzuatı çerçevesinde, dışarıda yerleşiklerin
Türkiye’de her türlü menkul kıymet ve sermaye piyasası aracı ihraç edebilmeleri ile
Türkiye’de yerleşiklerin yurtdışında aynı işlemi yapabilmeleri serbest bırakılmıştır447. Kasım
1993 itibariyle Türk Sermaye Piyasasında yatırım yapmış bulunan tüm yabancı tüzel kişi
yatırımcılar Sermaye Piyasası Kanunu’na göre kurulan Menkul Kıymetler Yatırım Fonu
addedilerek finansal mevzuat açısından aynı çerçeveye, vergi muafiyeti kapsamına alınmıştır.
Tam açık kambiyo rejiminin hâkim olduğu 1990 sonrası dönemde özel sektörün toplam
dış borçlar içindeki payı artmaya devam etmiş ve 1995 yılında yüzde 30’a ulaşmıştır. Bu oran
sermaye hareketlerinde özel sektörün yönlendirici rol oynamaya başladığının önemli bir
göstergesidir448. Finansal liberalleşme ile birlikte gündeme gelen sermaye hareketlerinin
başlaması, yeniden yapılandırılan finansal sistemde, dış faktörlere ve şoklara karşı
duyarlılıkların artması nedeniyle finansal yapının denetim ve gözetiminin önemini
arttırmaktadır. Bu nedenle, finansal yapının denetim ve gözetim otoritesinin bağımsız karar
alma yetkisine sahip bir statüde bulunması amaçlanarak 4389 sayılı Bankalar Kanunu ile
birlikte Eylül 2000’de Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu faaliyete geçirilmiştir.
4389 Sayılı Kanun ile Hazine Müsteşarlığı Bankalar Yeminli Murakıpları ile Banka
Kambiyo Genel Müdürlüğü’nün faaliyetlerine Bankacılık Denetleme ve Düzenleme
Kurumu’nda devam etmesi uygun görülmüştür. Ayrıca, Merkez Bankası bünyesinde 1986
yılında bankalar gelişen şartlara uygun olarak denetleme işlevinin yürütülmesi amacıyla
kurulan Bankalar Gözetim Müdürlüğü ile Sermaye Piyasası Kurulu’nun bu işlevdeki birimleri
faaliyetlerine Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu’nda devam etmeye başlamıştır.
Finansal baskı politikalarının sona ermesi, 1980 sonrasındaki on yıllık dönemde,
finansal varlıkların çeşitlenmesi ve finansal varlıkların piyasa mekanizmasına daha duyarlı
hale gelmesini beraberinde getirmiştir. Ancak finansal serbestleşme ile birlikte gündeme gelen
uluslararası sermaye hareketlerinin başlaması, yeniden yapılandırılan finansal sistemde, dış
faktörlere ve diğer iç şoklara karşı duyarlılıkların artması nedeniyle finansal yapıdaki
kırılganlıkları ortaya çıkarmıştır. Bu kırılganlıklar, çeşitli göstergelerin daha yakından
izlenmesinin önemine dikkat çekmektedir. Bunlar; sermaye hareketleri, kamu kesimi
447
448
Şenel Ayla (2000), a.g.e., s. 157.
Kaya, Yasemin Türker (1998), a.g.e., s. 62.
179
borçlanma gereği, cari denge, bütçe açığı, döviz kurundaki değişmeler, büyüme oranları ve
enflasyon gibi göstergelerdir.
Sonuç olarak 1980’li yıllarda başlayan finansal liberalizasyon gayretleri Türk sermaye
piyasasını, sürekli gelişim dinamiği içerisinde olan dünya piyasaları içerisinde yeni ve hızlı
gelişen bir piyasa konumuna getirmiştir. 1980’li yıllarda yapılan yabancı sermayenin girişini
teşvik edici düzenlemeler, kur politikaları, bankalararası para piyasalarının kurulması, açık
piyasa işlemleri ve bazı vergi düzenlemeleriyle birlikte serbest piyasa mekanizmasının
yerleştirilmesine yönelik genel ekonomik politikalar sermaye piyasasının gelişmesinde etkin
rol oynamıştır. 24 Ocak programı, kısa vadede, iç talebin dış taleple ikame edilerek ihracatın
arttırılması ve yeniden dış borçlanmaya gidilerek döviz darboğazını aşmayı hedeflemiştir.
Bunun için TL’nin aşırı değerlemesine neden olarak ihracatın artmasını engelleyen sabit kur
sisteminden, kısa aralıklarla devalüasyona olanak tanıyan ayarlanabilir sabit kur sistemine
geçilmiş ve yüksek oranda ihracat sübvansiyonları uygulanmaya başlanmıştır. Mini
devalüasyonlar dönemi olarak adlandırılan bu dönem 1980-1981 yılları arasında
uygulanmıştır. Ayrıca bu tarz uygulamalar 1994 sonrası kısa bir dönem olmak üzere, 1999
sonrası uygulanan ekonomik programla Şubat 2001 Krizine kadar uygulanmıştır. Diğer
yandan orta vadeli bir bakış açısıyla, özel yabancı sermaye yatırımlarının teşviki ve turizm
gelirlerinin arttırılmasına ağırlık verilirken, uzun dönemde mal ve sermaye akımlarını önemli
ölçüde serbestleştirerek Türkiye’nin uluslararası piyasalarla bütünleşmesi amaçlanmıştır449.
3.3. 1980-1990 Yılları Arasında Türkiye Ekonomisinde Makro Gelişmeler
Türkiye ekonomisinde 24 Ocak 1980 ekonomik istikrar kararları, büyük bir dönüm
noktası özelliği taşımakta olduğundan, 1980 sonrası ekonomik gelişmelerin net bir biçimde
ortaya konulabilmesi için 24 Ocak 1980 öncesi ekonomik gelişmelere de değinilmesinde yarar
görülmektedir. 1980 öncesinin en önemli özellikleri; artan işsizlik, istikrarsız büyüme
oranları, carı işlemler açığındaki artış, yüksek enflasyon ve kamu kesimi açıklarıdır. Bu
sorunların temelinde ise, 1973 yılındaki petrol kriziyle yükselen petrol fiyatlarına bağlı olarak
yükselen maliyetler, Kıbrıs Barış Harekâtının ardından gelen Amerikan ambargosu, dünya
ticaretindeki daralma sonucu azalan ihracatımız yatmaktadır450. Bu gelişmelere bağlı olarak
ortaya çıkan döviz darboğazı, Türkiye’nin bu döneme ait en önemli göstergelerinden birisi
olmuştur. Birinci ve İkinci Kalkınma Planlarında sanayileşme stratejisi olarak ithal ikameci
449
Öztürk Salih (2003), “1980 Sonrası Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Piyasaların Gelişimi (Türkiye
Örneği)”, Maltepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi, Sayı: 2, s. 21.
450
Özer, Mustafa (2003), “Financial Liberalisation in Turkey During the Period 1980-2000”, Journal of
Economic Cooperation, Vol: 24, No: 2, s. 1.
180
yaklaşım benimsendiğinden ve Türkiye ekonomisi üretim faaliyetini gerçekleştirebilmek için
-ara ve yatırım mallarını üretecek aşamaya gelmediğinden- 1970’lerin ortalarından itibaren
artan ithalat baskısı, ekonominin döviz talebini arttırmıştır. Bu nedenle ekonominin dövize
bağlılığı, hem nicel hem de nitel olarak artmıştır. Nicel olarak artmıştır, çünkü ekonominin
üretim kapasitesi genişlemiştir. Dövize bağlılık nitel olarak da artmıştır, çünkü ithalat nihai
tüketim için değil, kurulu üretim kapasitesini işletmek için gereklidir451.
1973 petrol krizi aynı zamanda, kısa vadeli dış borçların kısa sürede artmasına yol
açmıştır452. Şöyle ki, 1974’den itibaren petrol fiyatlarındaki çok süratli yükseliş ödemeler
bilânçosunun büyük boyutta açık vermesine yol açmıştır. 1974’de tonu 68.4 dolar olan ham
petrol fiyatı 1977’de 99.9 dolara, 1979’da 145.2 dolara, 1980’de ise 243.1 dolara
yükselmiştir. Türkiye petrol ithalatı için 1974’de 752 milyon dolar öderken, 1980’de 2.990
milyon dolar ödeme yapmıştır. Ayrıca petrol fiyatlarındaki artış 1975-1976 yıllarında batılı
ülkelerde de bir ekonomik şoka neden olmuş, Türkiye bu dönemde istediği kredileri kolay
elde edememiştir453. Öte yandan, büyüyen dış açık nedeniyle döviz ihtiyacı artmıştır. Bu
durumda kısa vadeli kredilere (dövize çevrilebilir mevduat kredisi vb.) ağırlık verilmiştir.
1975 yılında kısa vadeli dış borçların toplam dış borca oranı % 25 civarında iken, 1978
yılında bu oran %50’ye yükselmiştir454. Dış borç bileşimindeki bu olumsuz gelişme, dış
borçların ortalama faiz oranını yükseltirken, ödemeler bilânçosu üzerindeki yükünün
artmasına yol açmıştır. Kısa vadeli borçlardaki bu artış, ülke için enflasyonist baskıyı daha da
arttırmıştır. Türkiye ekonomisinde büyük bir dönüm noktası olan 24 Ocak 1980 kararlarının
öneminin anlaşılabilmesi için 1980 öncesi Türkiye ekonomisine ait makroekonomik veriler
Tablo 15’te sunulmuştur.
Tablo 15’de görüleceği gibi, kamu kesimi borçlanma gereğinin GSMH’ya oranı 1975
yılında % 4,7 iken, bu oran 1980 yılında % 8,8’e yükselmiştir. Kamu kesimi açıklarının
büyüyor olması borçlanma gereğini arttırdığından, bu da enflasyonist baskıyı arttırmıştır.
1970’lerin başında harekete geçen enflasyon (toptan eşyada) 1975 yılında % 10,1 iken, 1980
yılında bu oran % 107,2’ye tırmanmıştır. Bazı yazarlara göre, Türkiye ekonomisinde
enflasyonun nedenlerini iki kategoride toplayabiliriz. Bunlar; yapısal nedenler ve takip edilen
yüksek oranlı büyüme politikalarının ve kamu kesimi açıklarının yarattığı genişlemedir455.
Yapısal nedenler, enerji ve döviz darboğazından dolayı sanayi sektöründe eksik kapasite
451
Şahin, Hüseyin (1998), Türkiye Ekonomisi, Ezgi Kitabevi Yayınları, 5. Baskı, Bursa, s. 168.
Kazgan, Gülten (1988), Ekonomide Dışa Açık Büyüme, Altın Kitaplar, 2. Basım, İstanbul, s. 279.
453
Şahin, Hüseyin (1998), a.g.e., s. 169.
454
DİE, İstatistik Göstergeler, 1923-2002, s. 564.
455
Şahin, Hüseyin (1998), a.g.e., s. 173.
452
181
kullanımı olarak gösterilebilir. Bunun sonucu olarak reel büyüme oranları 1976’dan sonra
azalmış 1980 yılında ise büyüme % -2,8 olarak gerçekleşmiştir. İlgili dönemde dış ticaret ve
cari işlemler sürekli açık vermiştir. 1977’lerden sonra Türkiye’nin yaşadığı döviz darboğazı
çok ciddi boyutlara ulaşmış, bunun sonucunda ülke büyük bir borç batağına sürüklenmiştir.
Tablo 15’de görüldüğü gibi dış borçlar beş yıllık sürede 4.2 milyar dolardan, 15.7 milyar
dolara yükselmiştir. Öte yandan, dış borç bileşiminde kısa vadeli borçların oranı % 24’den,
%50’lere çıkmış, 1980 reform programı ile birlikte gerçekleştirilen borçların yeniden
yapılandırılması sonucu % 16’lara gerilemiştir.
Yukarıda sıralanan nedenlerin, dış ticaret ve cari işlemler dengesinin sürekli açık
vermesi, büyümenin negatif gerçekleşmesi, dış borcun yükselmesi, enflasyonun artması
sonucu, Türkiye’de sabit sermaye yatırımları yavaşlamış, ayrıca, 1979 yılında 1 milyar
dolarlık kısa vadeli sermayenin ülke dışına çıkması sonucunda işsizlik oranı artmıştır. Sosyal
refah göstergesi olarak sabit fiyatlarla kişi başına GSMH rakamlarının reel olarak artmadığı
Tablo 15’de görülmektedir. 1976 yılında kişi başı reel GSMH % 6,8 oranında artmış iken, bu
oran takip eden yıllar itibariyle düşmüş ve 1980 yılında % -4,8 olarak gerçekleşmiştir.
Ekonomik sorunların nedeninin makroekonomik gelişmelerin yol açtığı döviz krizi olduğu
görülmektedir. Kısaca, 1975-1980 dönemi Türkiye ekonomisinde sorunların arttığı bir dönem
olarak ifade edilebilir.
182
Tablo 15: 1975-1980 Yılları Arası Türkiye Ekonomisinde Makro Büyüklükler
1975
1976
1977
1978
1979
1980
GSMH Cari fiyatlarla (Milyar TL)
691
868
1108
1645
2877
5303
Büyüme %
6.1
9.0
3.0
1.2
-0.5
-2.8
1184
1312
1467
1567
1877
1539
Enflasyon (TÜFE)
19
16.4
22.5
53.3
62.0
101.4
Enflasyon (TEFE)
10.1
15.6
24.1
52.6
63.9
107.2
9
9
9
12
20
33
Dış Ticaret Dengesi (Milyon $)
-3101
-2912
-3753
-2081
-2554
-4603
Cari İşlemler Dengesi (Milyon $)
-1648
-2029
-3140
-1265
-1413
-3408
Sermaye Hareketleri (Milyon $)
327
1132
1645
848
-393
672
114
10
27
34
75
18
Portföy Yatırımı
0
0
0
0
0
0
Kısa Vadeli Sermaye Yatırımları
40
73
968
402
-1000
-2
Uzun Vadeli Sermaye Yatırımları
173
1049
650
412
532
656
KKBG (Cari Fiyatlarla Milyar TL)
33
59
90
53
207
465
KKBG/ GSMH %
4.7
6.7
8.2
3.2
7.2
8.8
Dış Borçlar (Vadelerine Göre Milyar $)
4.2
6.9
10.9
13.9
13.4
15.7
Dış Borç Stoku/ GSMH
6.87
7.85
7.87
10.10
12.10
19.34
Kısa Vadeli Dış Borç/ Toplam Dış Borç
24.1
39.1
57
51.5
26.5
16
Cari Fiyatlarla Kişi Başına GSMH $
Tasarruf Mevduatı Faiz Oranları %
Doğrudan Yatırım
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 445-616 arasından
ve DPT, Sosyal ve Ekonomik Göstergeler, http://www.die.gov.tr/esg.htm, 17.2.2005.
oluşturulmuştur.
Türkiye’nin ekonomik bunalımdan çıkmak için alacağı önlemlerin başarılı olması,
büyük ölçüde dış kaynak sağlanmasına bağlanmıştır. Dış ticaret ve cari denge açıklarının
acilen finanse edilebilmesi için yeni kredilere ve vadesi gelen dış borçların ertelenmesi
gerekmiştir. Bu dış kaynak desteğinin sağlanması için IMF’ye bir niyet mektubu verilmiş ve
adı geçen kuruluşla stand-by anlaşması yapılmıştır. Dönemin hükümetleri ekonomik bunalımı
aşabilmek için IMF ile Nisan 1978 ve Mart 1979 da bir yıl ara ile iki tane istikrar önlemleri
programını
yürürlüğe
koymuşlardır.
Bu
önlemler
ödemeler
bilançosu
açıklarının
finansmanını, enflasyon baskısının durdurulmasını, KİT’lerin kendi kendilerini finanse eder
duruma gelmelerini ve bütçe üzerindeki yüklerin azaltılmasını hedeflenmiştir. 1978 ve 1979
yıllarında yürürlüğe konan istikrar programlarının siyasi istikrarsızlık ve zayıf hükümetler
sebebiyle etkin bir şekilde uygulanamaması sonucunda, yeni bir istikrar paketinin
hazırlanması gerekli olmuştur. 24 Ocak 1980 istikrar programı olarak adlandırılan program
yukarıda özetlenen ortamda hazırlanmıştır. Kısa vadede gerçekleştirilmesi öngörülen
183
amaçların yanında uzun vadeli amaçlara da sahip olan bu program, ekonominin yapısında
önemli değişiklikler yapılmasını ve piyasada “fiyat mekanizması”nın tek yol gösterici
olmasını temel ilke olarak benimsemiştir. Önceki programlardan farkı, kısa vadeli amaçları
gerçekleştirmekten çok, kalıcı ve yapısal değişimi sağlamaya yönelik bir ekonomik gelişme
programı olmasıdır. Uzun dönemde gerçekleştirilmesi istenen iki yapısal amaç vardır. Bunlar,
kamu kesimin küçültülmesi ve piyasalara müdahalenin kaldırılmasıdır. Kısaca amaç, piyasa
ekonomisine işlerlik kazandırmak ve ekonomide fiyat mekanizmasını geçerli kılmaktır456. Bu
son nokta 24 Ocak kararlarının en belirleyici özelliği olmaktadır.
3.3.1. 24 Ocak Kararları ve Sonrası: 1980-1989
İhracata yönelik sanayileşmeyi esas alan program, ekonominin önündeki engelleri
kaldırarak, dışa açılımı sağlamayı hedeflemiştir. Öncelikle mal piyasaları serbestleştirilmiş
daha sonra da yurtiçi finansal piyasaların uluslararası finansal piyasalar ile entegrasyonuna
yönelik mevzuat değişikliği yapılmıştır457. Bu program kısa vadede acil dış ödeme
güçlüklerini çözümlemeyi, enflasyon hızını düşürmeyi, atıl kapasiteleri harekete geçirerek
büyüme hızını arttırmayı amaçlamıştır. Bu özellikleriyle 24 Ocak kararları neo-liberal bir
yaklaşımla hazırlanmıştır. Bu yaklaşıma göre ekonomide enflasyonu önlemenin tek çaresi
para arzını kontrol etmektir. Bu programla, devletin ekonomiye müdahalesini asgariye
indirerek (arz talep dengesine müdahale etmeyerek) piyasa ekonomisinin işleyişini sağlamak,
vergileri azaltarak da özel kesimin elinde daha fazla fon toplanması ve yatırımların özel sektör
kanalıyla arttırılması hedeflenmiştir.
Türkiye ekonomisinde 1980 sonrası ekonomik gelişmeleri iki bölüme ayırarak
inceleyebiliriz. Birincisi 1983 sonuna kadarki dönem, ikincisi ise, 1989 sonuna kadar olan
dönemdir. Aşağıda, önce 1980-1983 dönemi, ardından da 1984-1989 dönemi makroekonomik
göstergeler ışığında incelenmektedir.
3.3.1.1. 1980-1983 Dönemi Türkiye Ekonomisi
1980-1983 döneminde 24 Ocak kararları, 11 Eylül 1980’e kadar bir azınlık hükümeti
tarafından, 12 Eylül 1980’den Aralık 1983’e kadarki dönemde askeri hükümet tarafından
uygulanmıştır. Eylül 1980’den sonra oluşturulan siyasi ortam programın uygulanması
bakımından daha elverişli olmuştur. Çünkü ekonomiyi yöneten bürokrat kadro değişmemiştir.
Ayrıca demokrasinin askıya alınması ile sendikal faaliyetler ve grevler yasaklanmış, ücret ve
456
457
Karluk, S. Rıdvan (2002a), Türkiye Ekonomisi, 7. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul, s. 450.
Emil, M. Ferhat ve M. Tuğrul Vehbi (2003), a.g.m., s. 2.
184
maaş artışları kontrol altına alınmış, tarımsal destekleme alımlarının kapsamı daraltılmış
kamu harcamaları kısılmış, para arzındaki genişleme frenlenmiş ve bütçe dengesi ile parasal
göstergeler titizlikle takip edildiğinden, bu dönemde nisbi bir başarı gerçekleşmiştir. Ayrıca,
uluslararası piyasalardan sağlanan krediler sayesinde acil dış finansman sorunları aşılmış ve
ithalat arttırılabilmiştir. İthal girdi sıkıntısı ve enerji darboğazı aşılınca kapasite kullanımı
genişlemiştir. Bu dönemle ilgili makroekonomik veriler Tablo 16’da sunulmaktadır.
Tablo 16: 1980–1983 Yılları arası Türkiye Ekonomisindeki Makroekonomik Göstergeler
(1987 Fiyatlarıyla)
1980
1981
1982
1983
GSMH Cari Fiyatlarla (Milyar TL)
5303
8024
10612
13933
Reel Büyüme %
- 2,8
4,8
3,1
4,2
Enflasyon (TÜFE) %
101,4
34,0
28,4
31,4
Enflasyon (TEFE) %
107,2
36,8
27,0
30,5
KKBG (Milyar TL)
465
319
374
689
KKBG/GSMH %
8,8
4,0
3,5
4,9
İç Borçlar (Milyar TL)
721
991
1341
3173
Toplam İç Borç Stoku / GSMH %
13,6
12,4
12,6
22,8
Dış Borçlar (Milyar $)
15,7
16,6
17,8
18,8
Dış Borç Stoku / GSMH %
19,3
20,2
25,0
31,8
Kısa Vadeli Dış Borç / Toplam Dış Borç %
16
13,1
9,8
12,1
İhracat (Milyar $)
2,9
4,7
5,7
5,7
İthalat (Milyar $)
7,9
8,9
8,8
9,2
İhracatın İthalatı Karşılama Oranı %
36,8
52,6
65,0
62,0
Dış Ticaret Dengesi (Milyar $)
-4,6
-3,8
-2,6
-3,0
Cari İşlemler Dengesi (Milyar $)
-3,4
-1,9
-0,9
-1,9
33
35
50
45
Cari Fiyatlarla Kişi Başına GSMH $
1539
1570
1375
1264
Sermaye Hareketleri Dengesi (Milyon $)
672
899
280
883
Doğrudan Sermaye Yatırımları
18
95
55
46
Portföy Yatırımları
0
0
0
0
Kısa Vadeli Sermaye Yatırımları
-2
121
98
798
Uzun Vadeli Sermaye Yatırımları
656
683
127
39
Faizler %
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 445-616 arasından
oluşturulmuştur.
1980 yılında enflasyon oranı rekor bir sıçrama ile % 107,2 ye ulaşmıştır. 1981 den
itibaren enflasyon sürekli gerilemiş ve 1981-1983 ortalaması TEFE’ de % 31,4 olarak
gerçekleşmiştir. Temmuz 1980’den itibaren faiz oranlarının yükselmesi banka mevduatlarının
artmasına imkân sağlamıştır. Ayrıca faiz oranlarındaki yükselme ile 1980 öncesi dönemin
185
negatif faiz uygulamasına son verilmiş, ülkeye yabancı sermaye girişinin artması
amaçlanmıştır. 24 Ocak 1980’de Türk Lirasının değeri % 49 oranında devalüe edilerek, 1 $ =
70 TL’ye yükseltilmiştir. 1 Mayıs 1981 tarihinden itibaren de % 5’leri aşmayan kur
ayarlamaları ile TL’nin aşırı değerlenmesi önlenmiştir. Bu uygulamalar sayesinde döviz
piyasasında karaborsa büyük ölçüde azaltılmıştır. Sonuçta, hem ithalat, hem de ihracat
artmıştır. İhracat hem değer olarak artmış, hem de içerik olarak önemli değişikliğe uğramıştır.
Gerçekçi döviz kuru, reel faiz ve liberal dış ticaret politikaları sayesinde ihracat,
1980’de 2.9 milyar dolardan 1983 sonunda %100 artışla 5.7 milyar dolara yükselmiştir. Aynı
dönemde ithalat ise, 7.9 milyar dolardan 9.2 milyar dolara yükselmiştir. Dolayısıyla bu
dönemde ihracatın ithalatı karşılama oranı % 36,8’den % 62’ye yükselmiştir. Yukarıda ifade
edildiği gibi uygulanan döviz kuru politikası, ihracat teşvikleri ve faiz politikası sayesinde
yabancı sermaye girişleri artmıştır. Sermaye hareketleri dengesi 1980 yılında 672 milyon
dolardan 1983 yılında 883 milyon dolara yükselmiştir. Bu dönemde hiç portföy yatırımı
gerçekleştirilmezken, kısa vadeli sermaye hareketleri hızlı bir şekilde artarak 798 milyon
dolara yükselmiştir. Bu gelişmeler göstermektedir ki, dış ticaret ve cari denge açıklarının
kapatılmasında yabancı sermaye girişleri, önemli bir noktaya gelmiştir. Ancak yabancı
sermaye girişleri bu açıkları tamamen finanse etmede yetersiz kalmıştır. Tablo 16’da
görüleceği gibi dış ticaret açığı 1980 yılında 4.6 milyar dolar iken, 1983’ün sonunda 3.0
milyar dolara, aynı dönemde cari işlemler dengesi açığı ise, 3.4 milyar dolardan 1.9 milyar
dolara düşmüştür. Dış ticaretteki bu gelişmeye paralel olarak yukarıda belirtildiği gibi yabancı
sermaye girişi ve işçi dövizi girişi de sürekli yükselmiştir. Türkiye 24 Ocak istikrar programı
uygulaması ile döviz sorununu aşmış, ekonomide ciddi bir dönüşüm yaşamıştır. Ancak, 1980
yılında 15.7 milyar dolar olan dış borç stoku 1983 sonunda 18.8 milyar dolara yükselmiştir.
Dış borcun GSMH’ye oranı ise % 19,34’den % 31,80’e yükselmiştir. Görüldüğü gibi
programın dışa açık büyüme yaklaşımı ihracat ve ithalat ile birlikte dış borçlarında artışını
hızlandırmıştır.
İstikrar programının uygulamaya konulduğu 1980 yılında GSMH’de % 2,8 oranında
küçülme yaşanmıştır. Tablo 16’dan da izleneceği üzere, 1981-1983 arası ekonomi yeniden
büyümeye başlamış ve dönemin ortalaması % 4 olarak gerçekleşmiştir. Bu büyüme oranı 24
Ocak kararları uygulamasının bir sonucudur. Bu dönemde uygulanan kamu harcamalarını
azaltma ve para arzını kontrol altında tutma politikaları büyüme hızının nispeten daha düşük
düzeyde kalması sonucunu doğurmuştur. Tarım ürünleri destekleme fiyatları ile ücret ve maaş
artışları genellikle enflasyon oranının altında tutulmuştur. Bu uygulamalarla iç talep önemli
186
ölçüde azaltılarak, üretimin ihracata yönelmesi sağlanmıştır. 1980-1983 dönemindeki
uygulamaların amacı, ekonominin dışa açılmasını ve dış âlemle bütünleşmesini sağlamak
olmuştur. Bu uygulamalar sonucu ekonominin dışa açıklık göstergeleri artmıştır. Örneğin;
ithalatın GSMH içindeki payı 1980’de % 11,6 iken 1983’te % 15,3’e yükselmiştir. İhracatın
ise, 1980’de GSMH’ye oranı %4,3 iken 1983’te % 9,5’e yükselmiştir. 1983 sonunda ihracat
5.7 milyar dolara, ithalat ise 9.2 milyar dolara ulaşmış ve ihracatın ithalatı karşılama oranı %
62’ye yükselmiştir. Bu gelişmeler sonucu, ödemeler bilânçosu açıkları küçülmüş, dış
ödemeler rahatlamış, enflasyon gerilemiş ancak GSMH’da büyüme oranları, işsizliği
önleyecek kadar yüksek olmamış ve devletin ekonomideki yeri küçültülemediği gibi sosyal
dengesizliklerde büyümüştür. Örneğin cari fiyatlarla kişi başına düşen GSMH 1980 yılında
1539 dolar iken, 1983 yılı sonunda 1264 dolara gerilemiştir (Bkz. Tablo 16).
Tablo 16’da görüleceği üzere, 1980-1983 yılları arasında sabit sermaye yatırımlarında
kayda değer bir değişme olmamıştır. Bu dönemde uzun vadeli yatırımlar azalırken, kısa vadeli
yatırımlar artma eğilimindedir. Sonuç olarak 1981-1983 dönemi ekonomide yeniden
toparlanma dönemidir. Bu dönemde ortalama % 4’lük bir büyüme sağlanmıştır. Mevcut
üretim kapasitesinin kullanım oranı yükseltilerek üretim arttırılmıştır.
3.3.1.2. 1984-1989 Dönemi Türkiye Ekonomisi
Bu dönemde; döviz kuru, faiz haddi, dış ticaret ve yabancı sermaye politikalarında
esaslı değişiklikler yapılmıştır. Ayrıca ekonomideki durgunluğu aşmak ve daha yüksek
büyüme hızına ulaşmak için genişletici para ve maliye politikaları izlenmiştir. Tablo 17’ye
göre 1984-1989 yılları arasındaki dönemin makroekonomik gelişmeleri incelendiğinde,
ekonomide 1987 yılına kadar yüksek büyüme oranları gerçekleşmiştir. 1987’deki büyüme hızı
% 9,8 olarak gerçekleşirken 1987 yılı sonrası enflasyon kontrolden çıkmıştır. Çünkü, 1987
yılında gerçekleştirilen genel seçimler nedeniyle hükümet finansal disiplinden uzaklaşmış ve
popülist politikalar tercih edilmiştir. Ancak 1986-1987 yıllarında enflasyonda görülen nisbi
azalmanın ana nedeninin, Dünya petrol fiyatlarındaki düşüşler olduğu bilinmektedir458.
458
Yurdakul, Elif ve Fuat Erdal (2003), “Enflasyon ve Para Politikası”, 1980- 2003 Türkiye’nin Dış,
Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Edit: Turkut Göksu ve diğerleri, Siyasal Kitabevi, Nisan, Ankara, s.
591.
187
Tablo 17: 1984-1989 Dönemde Türkiye Ekonomisinde Makroekonomik Göstergeler
(1987 Fiyatlarına Göre)
GSMH Cari Fiyatlarla (Milyar TL)
1984
1985
1986
1987
1988
1989
22168
35350
51185
75019
129175
230370
Büyüme %
7,1
4,3
6,8
9,8
1,5
1,6
Enflasyon (TÜFE) %
48,4
45
34,6
38,9
73,7
63,3
Enflasyon (TEFE) %
50,3
43,2
29,6
32,1
68,3
64
KKBG (Milyar TL)
1194
1267
1869
4553
6235
12283
5,4
3,6
3,7
6,1
4,8
5,3
İç Borçlar (Milyar TL)
4634
6972
10514
17218
28458
41934
Toplam İç Borç Stoku / GSMH %
20,9
19,7
20,5
23,0
22,0
18,2
Dış Borçlar (Milyar $)
20,8
25,6
32,2
40,3
40,7
41,7
Dış Borç Stoku / GSMH %
34,9
38,0
42,7
46,8
45,0
38,8
Kısa Vadeli Dış Borç / Toplam Dış Borç
15,3
18,5
19,7
18,9
15,8
13,8
İhracat (Milyar $)
7.1
7.9
7.4
10.2
11.6
11.6
İthalat (Milyar $)
10.7
11.3
11.1
14.1
14.3
15.8
İhracatın İthalatı Karşılama Oranı %
66,3
70,2
67,1
72,0
81,4
73,6
Dış Ticaret Dengesi (Milyar $)
-2,9
-2,9
-3,0
-3,2
-1,7
-4,2
Cari İşlemler Dengesi (Milyar $)
-1,4
-1,0
-1,4
-0,8
1,5
0,9
Faizler
45
55
48
52
83,9
58,8
1959
KKBG/GSMH %
Cari Fiyatlarla Kişi Başına GSMH $
1204
1330
1462
1636
1634
Sermaye Hareketleri Dengesi (Milyon $)
73
1065
2124
1891
-958
780
Doğrudan Sermaye Yatırımları
113
99
125
106
354
663
0
0
146
282
1178
1386
Kısa Vadeli Sermaye Yatırımları
-652
1479
812
50
-2281
-584
Uzun Vadeli Sermaye Yatırımları
612
-513
1041
1453
-209
-685
Portföy Yatırımları
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 445-616 arasından
oluşturulmuştur.
Tablo 17’de görüleceği gibi 1984’te dış borçlar 20.8 milyar dolar iken, 1987 sonunda
40.3 milyar dolara, 1989 sonunda ise 41.7 milyar dolara yükselmiştir. Borcun GSMH’ye oranı
ise önce % 34,9’dan, % 46,8’e yükselmiş, 1989 sonunda ise % 38,8’e düşmüştür. Büyüme ise,
% 7,1’den % 9,8’e yükselmiştir. 1984-1987 döneminde Kamu kesimi finansman gereğinin
karşılanmasında genel olarak iç borçlanma yöntemi tercih edilmiş olup, iç borçlanmanın
GSMH’ye oranı ortalama % 20’lerin üzerindedir. Hükümet sürekli artan borç, anapara ve faiz
taksitlerini yeni borçlanma ile ödemek zorunda kalmıştır. Devletin bu borçlanma politikası,
yüksek faiz hadleri politikası ile birlikte özel kesim reel yatırımlarının azalmasına neden
olmuştur. Ayrıca özel kesim yatırımları kısa dönem de sonuç verecek alanlara yönelmiştir.
Örneğin, sanayi sektöründe kapasite genişlemesi sınırlı kalırken, turizm yatırımları
188
artmıştır459. Bu dönemde ihracat ve ithalattaki gelişmeler ihracat lehinde olmuştur. 1984
yılında ihracat 7.1 milyar dolardan, 1989 sonunda 11.6 milyar dolara yükselirken ithalat ise
10,7 milyar dolardan 15.8 milyar dolara yükselmiştir. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise
%66’dan, % 81 gibi Türkiye tarihinin rekor seviyesine ulaşmıştır. Bunun en önemli nedeni
1988 yılında petrol fiyatlarındaki düşme ve büyümedeki azalmadan dolayı ithalatın % 1,3
oranında artmasına karşın, maliyetlerdeki azalmayla birlikte ihracatın % 14,4 oranında
artmasıdır460. 1988 yılına gelindiğinde ise yetersiz finansal kaynaklardan dolayı Türkiye
ekonomisi düşük ekonomik büyüme nedeniyle resesyona girmiştir. Bu nedenle ekonomi bütçe
açıklarını finanse edebilmek için yeni düzenleme ve finansal kaynak arayışına sürüklenmiştir
461
. 1987 yılındaki genel seçimlerin etkisiyle ekonomide kamu açıkları artış göstermiş ve
finansal piyasalardaki dengeler yeniden alt üst olmuştur. O dönemde bankalar arası para
piyasası çalışmaya başlamıştır. 1984’de faizler % 45’den, 1988’de % 84 seviyesine
yükselmiştir. Kur makası açılmış, döviz rezervleri kaygı verecek bir seviyeye düşmüştür. Dış
borç ödemelerinde zorluklar yaşanmıştır462.
1980-1988 döneminde uygulanan kur, faiz ve teşvik politikaları ihracat artışını
sağlamakla birlikte, ihracat sektöründe olumlu yapısal değişikliklere yol açmıştır. 1980
sonrası görülen ihracat artışında etkili olan faktörlerin başında devalüasyon gelmiştir.
Devalüasyonun en önemli etkisi, aşırı değerlenmiş kur politikalarının ihracat üzerindeki
olumsuz etkilerini ortadan kaldırmasıdır. Özellikle talebin fiyat esnekliği yüksek olan birçok
imalat sanayi ürünleri ihracatının hızla arttırılabilmesi, bu politikayla yakından ilgilidir.
İhracat artışında rol oynayan bir diğer faktörde, iç talebin kısılması ve buna bağlı olarak
üretimin iç pazardan, dış pazara yönelmesidir. Ayrıca, gümrük vergilerindeki azalma ve vergi
iadelerinin, ihracat artışı üzerinde olumlu etkisi olmuştur
463
. İhracat artışında etkili olan bu
politikalar, 1988 yılından itibaren etkisini kaybetmeye başlamış, uzun vadede sonuç
alınabilecek yapısal değişiklikler gerektiren politikaların uygulanması daha fazla önem
kazanmıştır. 1988 sonrasında kur makasının açılması ve aşırı değerlenmiş Türk Lirasından
dolayı ihracatın azalıp, ithalatın arttığı görülmektedir. Örneğin ihracatın ithalatı karşılama
oranı % 81’den önce % 73,6’ya 1990 yılında ise, % 58,1’e düşmüştür (Bkz. Tablo 17 ve 19).
459
Şahin, Hüseyin (2002), Türkiye Ekonomisi, Geliştirilmiş 7. Baskı, Ezgi Kitabevi Yayınevi, Mart, s. 21.
Yurdakul, M. Elif ve Fuat Erdal (2003), a.g.m., s. 596.
461
İnsel, Aysu ve diğerleri (2004) “The direction, Timing and Causality Relationships Between The Cyclical
Compents of Real and Financial Variables During The Financial Liberalization Period in Turkey” Türkiye
Ekonomi Kurumu, Discussion Paper, January, s. 11.
462
Karluk, Rıdvan (2004), Türkiye Ekonomisi, Tıpkı 8. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul, s. 453.
463
Yurdakul, Elif ve Fuat Erdal (2003), a.g.e., s. 595.
460
189
1988 başında likidite fazlası finansal piyasalarda dengesizlik yaratmıştır. Bunun
düzeltilmesi için 4 Şubat 1988 de yeni kararlar açıklanmıştır. Alınan kararlar Türk lirasının
değerli kılınması yolunda olmuştur. Dövize karşı aşırı değerlenmiş talep şeklinde kendini
gösteren dengesizliğin giderilmesi ve Türk Lirasına olan talebin arttırılması amaçlanmıştır.
Bunun için de o zamana kadar reel olarak negatif olan mevduat faizleri arttırılmıştır. Yıllık
mevduat faizlerini yükselten bu uygulama finansal piyasalarda istikrarı sağlamada başarılı
olmuştur. Fakat yükselen enflasyon, istikrarsızlığı tekrar gündeme getirmiştir. İstikrarsızlık,
Ekim 1988’de mevduat faizi oranlarının serbest bırakılmasıyla son bulmuştur. Bu
serbestleştirme, mevduat faizlerini birkaç gün içinde yıllık % 65’den, % 85’e çıkarmıştır464. 4
Şubat kararları ile üç yıllık program dâhilinde enflasyonun % 10’lara indirilmesi
hedeflenmiştir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bu istikrarsızlık ortamında etkili olan temel faktörler;
kamu açıkları, kamu tarafından üretilen malların fiyatları ve bekleyişler olarak sayılabilir.
1988 yılının üçüncü üç aylık döneminde mevduat faizlerinin düşürülmesi ve ardından döviz
piyasasının kurulması tasarrufların dövize yönelmesine ve enflasyonist bekleyişlerin
canlanmasına yol açmıştır. Bu gelişmeler sonucunda 1988’de enflasyon TÜFE’de % 73,7,
TEFE’de ise, % 68,3 olarak gerçekleşmiştir. 1988 yılının ekim ayında alınan tedbirlerin etkisi
1989 yılının ilk yarısında görülmeye başlamış ve özellikle imalat sanayi ürünlerinde fiyat
artışları düzenli bir düşme eğilimi göstermiştir. Ancak, tarım ürünleri fiyatlarının kuraklık
nedeniyle yüksek oranlarda artış kaydetmesi 1989 yılında fiyat artışlarının beklenenin
üzerinde gerçekleşmesine neden olmuştur465. 1989 yılı ortalaması TEFE’de % 64 olarak
gerçekleşmiştir. Sonuç olarak 1980’li yılların başında düşme eğilimi gösteren enflasyon oranı
1980’lerin sonunda tekrar yükselmiştir.
Sermaye hareketleri, finansal piyasalardaki değişikliklere çok hızlı tepki gösterdiği için,
aslında istikrarı bozucu bir niteliğe sahiptir. Nitekim kriz ortamında sıcak paranın ülkeden
kaçışına engel olmak için faizlerin yükseltilmesine devam edilmesi, üretimi düşürmüş ve
durgunluğu daha da hızlandırmıştır. 1989 yılında tarım kesiminde kuraklığa bağlı olarak
büyüme hızının düşmesi, durgunluğu arttırmıştır. 1989 Temmuz ayında ücret ve maaşlara
yapılan % 200 oranında zamlar, tüketim harcamalarını arttırarak sanayi üretimini uyarmıştır.
464
465
Toprak, Metin (1996), a.g.e., s.74.
Doğan, Çetin (2003), a.g.m., s. 550.
190
Bunun sonucunda büyüme, 1990 yılında, son yirmi yılın en yüksek hızına ulaşmıştır (% 9,4)
ama istikrar programı da uygulamadan kaldırılmıştır466.
1989 yılının en önemli gelişmelerinden biriside, 32 Sayılı Kararla Türkiye sermaye
piyasalarının uluslararası piyasalara entegre olma sürecinin başlamasıdır. Bu durum
uluslararası sermayenin yüksek faiz getirisi dolayısıyla Türkiye’ye sıcak para diye
nitelendirebileceğimiz biçimde gelmesine neden olmuş, bu ise beraberinde TL’nin aşırı
değerlenmesini getirmiştir. Ayrıca, 32 Sayılı Kararla ithalat fonları düşürülürken, döviz
TL’nin tam ikamesi olmuştur. Sermaye hareketlerinin ve finansal piyasaların serbestleşmesi
sonucu döviz kurları artık cari işlemler bilânçosu açıklarına veya fazlalıklarına bağlı olarak
değişen bir anahtar değişken olmaktan çıkmış, sermaye hareketlerinin belirlediği fiyat haline
dönüşmüştür467.
3.4. Türkiye’de Yaşanan Krizlerde Finansal Entegrasyonun Rolü
1989 yılının Ağustos ayında yürürlüğe giren 1567 Sayılı Kanuna İlişkin 32 Sayılı
Kararla birlikte tam açık kambiyo dönemi başlamıştır. 32 Sayılı Karar, finans sektörü
reformunun temelini oluşturmakta olup, sermaye piyasasının dünya piyasaları ile
entegrasyonunu amaçlamıştır. 1989 sonrası Türkiye ekonomisinde yaşanan krizlerle finansal
entegrasyon süreci arasında sürekli bir bağ kurulmaya çalışılmış, bu yöndeki tartışmalar
gündemdeki yerini sürekli korumuştur. Aşağıda, öncelikle finansal entegrasyon-kriz
ilişkisinde, krize giden süreçte kriz göstergeleri veya erken uyarı işaretleri (early warning
signal) üzerinde durduktan sonra, 1989 sonrası gelişmeler ve kriz göstergeleri esas alınarak
1994, 2000 ve 2001 krizleri incelenmektedir.
3.4.1. Entegrasyon-Kriz İlişkisinde Etkileşim Kanalları
Ekonomik krizlerin ortaya çıkış şartlarını ortaya koymaya çalışan pek çok bilim adamı,
finansal liberalleşme sürecinde yaşanan krizlerin ortaya çıkış şartları hakkında bir takım
bulgular elde etmeye çalışmışlardır. Bu iktisatçılar, krizlerden önce bir kısım erken uyarı
işaretlerinin ön görülebileceğini ileri sürmektedirler. Buna göre, çeşitli ekonomik göstergeler
kriz dönemlerinde olağan seyrinin dışında davranış ve eğilim sergilemektedirler468. Bahsi
geçen ekonomik göstergeler şu şekilde sıralanmaktadır469;
466
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e., s. 454.
Şahin Hüseyin (2002), Türkiye Ekonomisi, Genişletilmiş 7. Baskı, Ezgi Kitabevi, Bursa, s. 216.
468
Tüylüoğlu, Şevket (2004), a.g.m.,s. 219.
469
Uçer, E. Murat, Caroline Van Rijckeghem, O. Reha Yolalan (1998), Leading Indicators of Currency
Crises: The Case of Turkey, Yapı Kredi Araştırma Bölümü, Discussion Paper Series No: 98-03, s. 3.
467
191
• Kısa vadeli dış borçların gayri safi milli hâsılaya oranı,
• Finansal borçların bir yüzdesi olarak uluslararası rezervler,
• İhracat-İthalat oranı,
• Ulusal paranın aşırı değerlenmesi,
• Merkez Bankasının hükümete verdiği avansların GSMH’ya oranıdır.
Yukarıda sayılan makro ekonomik göstergelerdeki bozulmalar ekonomilerdeki kriz
öncesi son iki yıllık süreci kapsamaktadır. Kriz göstergeleri konusundaki en iyi çalışmanın
Kaminsky, Lizondo ve Reinhart tarafından yapıldığını ve bu çalışmada 100 gösterge
arasından en önemli 10 göstergeyi daha önceki bölümde açıklamıştık. Ancak her ülkenin
ekonomik ve sosyal şartları farklılık arz ettiğinden sinyal özelliği taşıyan göstergeler de
farklılaşabilmektedir. Kriz göstergeleri konusunda Türkiye üzerine 1998 yılında Uçer,
Rijckeghem ve Yolalan tarafından yapılan çalışmada şu yedi gösterge öne çıkarılmıştır.
Bunlar470;
• Cari işlemler dengesi ( İhracatın-İthalata oranı),
• Reel döviz kurundaki değişmeler,
• Kısa dönem dış borçların gayri safi milli hâsılaya oranı,
• M2Y’nin TCMB rezervlerine ve toplam borç stokuna oranı,
• Borç yoğunluğu,
• Konsolide bütçe açığı,
• Açıkların parasal finansmanı (hazineye yapılan kısa dönemli ödemelerin gayri safi
milli hasılaya oranı)’dır.
Yazarlar çalışmalarında bu yedi gösterge içerisinden cari işlemler dengesi, kısa dönem
dış borçların gayri safi milli hâsılaya oranı, M2Y’nin TCMB rezervlerine ve toplam borç
stokuna oranı ile açıkların parasal finansmanının çok önemli olduğunu ve dikkate alınması
gerektiğini savunmuşlardır. Ayrıca Gazi Üniversitesinden bir Öğretim Üyesi grubu Türkiye
için
finansal
kriz
göstergelerini
belirlemek
üzere
“finansal
kırılganlık
endeksi”
hesaplamalarına girmişler ve hesaplamalarında; cari açıkların net uluslararası rezervlere oranı,
470
Uçer ve diğerleri (1998), a.g.m., s. 13.
192
ihracatın-ithalatı karşılama oranı, sıcak paranın net uluslararası rezervlere oranı ve reel kredi
hacmindeki genişleme göstergelerini kullanmışlardır471.
Bu çalışmada daha önceki bölümde ve bu bölümde de vurgulanan göstergelerin içinden
seçilen değişkenler kriz göstergesi olarak kullanılmaktadır. Bunlar; reel döviz kurundaki
gelişmeler, kamu kesimi borçlanma gereğinin gayri safi milli hâsılaya oranı (KKBG/GSMH),
cari işlemler dengesinin gayri safi milli hâsılaya oranı, sermaye hareketleri, parasal
büyüklükler (özellikle M2Y’nin gayri safi milli hâsılaya oranı), reel büyüme oranları,
enflasyon oranları, toplam dış borcun gayri safi milli hâsılaya oranı, kısa vadeli dış borçların
toplam dış borçlara oranı, kamu borç stokunun gayri safi milli hâsılaya oranıdır.
Genelde yukarıda ele alınan göstergeler ekonomide spekülatif dönemlerle normal
dönemlerin farklılaştığını gösteren temel göstergeler olmaktadır. Ancak, göstergelerle ilgili şu
noktaların dikkatten uzak tutulmaması gerekmektedir. Doğal olarak seçilen dönemler ve
ülkelere göre kullanılan kriz göstergeleri değişebilmekte ve akademik çalışmalarda bu
göstergelerin tamamı değil bir kısmı kullanılmaktadır.
3.4.2. Türkiye’de Yaşanan Krizler
Türkiye’de finansal liberalleşme/entegrasyon süreci öncesinde ve sonrasında ekonomik
krizler yaşanmıştır. Türkiye’de yaşanan krizler, 1980 öncesi ve sonrasında, farklı karakteristik
özellikler taşımaktadırlar.
Türkiye 1980 öncesi ithal ikameci politikalar izlemiş ve dış finansman ihtiyacını büyük
ölçüde devletten devlete yardımlarla ve uluslararası resmi kuruluşların desteği ile
karşılamıştır. Bu dönemdeki krizler genellikle döviz darboğazından ve üretim için gerekli
ithalatın yapılamamasından kaynaklanmıştır. Bunun sonucu olarak 24 Ocak 1980 Ekonomik
İstikrar Kararları alınmıştır. Ekonomide liberalleşmeyi esas alan bu kararların ilk uygulama
aşaması dış ticaretin liberalizasyonu şeklinde 1989 yılına kadar sürmüştür. 1989 yılı Ağustos
ayında çıkarılan 32 Sayılı Kararla liberalleşmede yeni bir aşamaya geçilmiş ve bu kararla
Türkiye’de finans piyasasının, uluslararası finans piyasaları ile entegrasyon süreci başlamıştır.
Bu süreç hala devam etmektedir. Türkiye büyüme performansını sürdürebilmesi ve yaşadığı
makro ekonomik sorunlardan kurtulabilmesi için dış kaynaklara duyduğu ihtiyaçtan dolayı dış
ticaret politikalarını ve finansal sektörünü liberalleştirerek, özellikle 1990 sonrasında yabancı
sermaye girişini özendirmiştir. Ancak bu dönemde gelen sermaye yatırımlarının çoğu döviz
471
Saraçoğlu, Bedriye ve diğerleri (2005a), “Finansal Kırılganlık Endeksi”, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Yorum Dergisi Ocak Sayısı, Ankara, s. 19.
193
arbitrajı ve faiz farkı nedeniyle genellikle kısa vadeli yabancı sermaye yatırımları şeklinde
gerçekleştirilmiştir. Bu durum da ülkemizin kriz riskiyle karşı karşıya kalmasına yol
açmıştır472.
1990 sonrasında pek çok ülke gibi (Meksika, Asya Ülkeleri, Rusya, Brezilya, Arjantin)
ülkemizde finansal krizlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkelerin ortak özellikleri, hepsinde de
sabit kura dayalı bir politika uygulanmış olması ve Asya ülkeleri dışında çoğunda cari açıklar,
finansal açıklar, kamu açıkları ve enflasyon gibi makroekonomik sorunların var olmasıdır.
Burada, esas olarak 1990 sonrası ülkemizde karşılaşılan küresel kaynaklı finansal krizler
üzerinde durulacak olmakla birlikte finansal liberalizasyonun gerçekleştirildiği 1980 sonrası
ilk finansal kriz olan 1982 Krizini de 1994, 2000 ve 2001 Krizleriyle birlikte incelenmekte
büyük yarar görülmektedir.
3.4.2.1. 1982 Finansal Krizi: Banker Krizi
1980’li yıllarda gelişmekte olan ülkelerde piyasa mekanizmasının yerleştirilmesi
dâhilinde benimsenen yapısal uyum programlarına finansal sistemin liberalizasyonu ile
ekonomide istikrarlı bir büyümenin gerçekleşebileceği öngörülmüştür. 24 Ocak 1980 İstikrar
Programı ve izleyen dönemde uygulamaya konulan liberalizasyon tedbirleri ile Türkiye
ekonomisinde önemli gelişmeler meydana gelmiştir.
IMF ve Dünya Bankası destekli olarak uygulanan 24 Ocak 1980 İstikrar Programının
temelini finansal baskı olarak anılan yaklaşım oluşturmaktadır. Shaw ve McKinnon tarafından
geliştirilen bu yaklaşımda, finansal sistemin liberalizasyonu ile ekonomide tasarruf
oranlarının arttırılabileceği, bu yolla üretken yatırımlara daha fazla kaynak aktarımı
yapılabileceği ve sonuçta istikrarlı bir büyümenin sağlanabileceğine önceki bölümlerde
değinilmektedir. Ekonomide finansal kaynakların etkin kullanımının sağlanabilmesi,
sermayenin fiyatı olan “faiz oranı”na piyasa mekanizması içinde işlerlik kazandırılmasıyla
mümkün olabilmektedir. Shaw-McKinnon hipotezi çerçevesinde faiz oranının üstlenebileceği
fonksiyon şu şekilde özetlenmektedir473;
Ekonomide tasarruf oranı ve reel faiz oranı arasında pozitif bir ilişki bulunmaktadır,
472
Kar, Muhsin ve M. Akif Kara (2003), a.g.m.,
http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/temmuz2003/sermayehareketleri.htm, 20.07.2004.
473
Yıldırım, Sevdil ve U. Oğuz Altun (1995), “Türk Bankacılık Sisteminin Değerlendirilmesi: 1980-1993
Deneyim”, Türkiye’de Kaynak Aktarım Sürecinde Sermaye Piyasalarının Rolü: 1980 Sonrası Dönemin
Bir Değerlendirilmesi, SPK, Yayın No: 17, Ankara, s. 78.
194
Faiz oranının piyasa güçleri çerçevesinde serbest bırakılması, sermayenin “etkin”
çalışan mali sistem aracılığıyla “rasyonel kullanımı”na imkân tanımaktadır,
Reel faiz oranlarındaki artış ekonomide tasarruf eğilimin arttıracağı gibi, fon fazlası
olan birimlerin bankacılık sistemine çekilebilmesini sağlamaktadır,
Finansal piyasaların etkin çalıştığı varsayımı altında, ekonomide karlı/üretken alanlara
aktarılabilir fon miktarı yükselecektir.
İşte
bu
sebepledir
ki
1980’lere
damgasını
vuran
finansal
liberalizasyon
uygulamalarının ilk ayağını “faiz oranı mekanizmasının serbestleştirilmesi” oluşturmaktadır.
Türkiye ekonomisi, 1980 yılında “ihracata dayalı kalkınma stratejisi” yönünde bir tercihte
bulunmuş ve “piyasa güdümlü” bir yapısal değişiminin içine girmiştir. Bu doğrultuda
uygulamaya konulan liberalizasyon politikalarının mali sistemdeki yansımaları finansal
liberalizasyon sürecinin de başlangıcı olmuştur. Finansal liberalizasyon amacıyla, öncelikle 1
Temmuz 1980’de vadeli tasarruf mevduatı ile kredi faiz oranları serbest bırakılmıştır.
Temmuz bankacılığı olarak da anılan bu tedbirlerle, vadesiz mevduata da uygulanan faiz oranı
yükseltilmiş,
bankalara
mevduat
sertifikası
çıkarma
yetkisi
tanınmıştır.
Finansal
liberalizasyon uygulamalarının başlaması sonrasında Türk finansal sisteminin karşılaştığı ilk
finansal kriz olması nedeniyle 1982 Krizi büyük önem taşımaktadır. Aşağıda bu krizin
oluşumu ve sonuçlarıyla ilgili değerlendirme yapılmaktadır.
1970’lerin ikinci yarısında enflasyonun giderek hızlanması ve Türkiye’de negatif faiz
uygulamasıyla birlikte sermaye piyasası yasası olmadığı için çok sayıda Banker “ikinci el
piyasası”nda tahvil ve mevduat sertifikalarını pozitif faizle halka satmıştır. Böylece Bankerler
halkın tasarruflarını çekmeyi başarmışlardır. Temmuz bankacılığı olarak bilinen tedbirlerle
faiz oranının yükselmesi ve bankaların mevduat sertifikaları çıkarması serbestîsi bankalarla
bankerler arasında ki rekabetin şiddetlenmesi faiz oranlarının aşırı yükselmesine neden
olmuştur474. Bunun üzerine, 6 büyük banka (faiz oranlarının aşırı yükselmesinin önüne
geçmek amacıyla) uygulanacak faiz oranları için aralarında “centilmenlik anlaşması” yaparak
faizlerdeki yükselmeyi sınırlandırmaya çalışmışlardır.
Bu dönemde enflasyon oranlarının düşük olması 1980–1982 döneminde gittikçe
yükselen pozitif reel faize neden olmuştur. Öyle ki 1982 yılında aylık ortalama %2–3
enflasyonun olduğu ortamda Bankerler aylık %10 faiz geliri vermektedirler. Bu dönemde
özellikle bankacılık dışı finansal kesimde denetim boşluğu söz konusudur. Banker olarak
474
Tokgöz, Erdinç (2001), Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi, İmaj Yayıncılık, 6. Baskı, Ankara, s. 194.
195
adlandırılan kurumlar kendi öz varlıklarına kıyasla büyük meblağlara ulaşan ve yüksek faizle
topladıkları fonları verimli alanlara transfer edememeleri üzerine sorumluluklarını yerine
getiremez duruma düşmüşlerdir. Ayrıca küçük bankalar, faiz yarışını mevduat sertifikaları
ihraç ederek devam ettirmişlerdir. Bu sertifikaları o dönemde aktif olarak faaliyet gösteren
Bankerler aracılığıyla gerçekleştirmişlerdir. Bankerler mevduat toplarken küçük bankaların
ihraç etmiş oldukları mevduat sertifikalarını kullandıklarından ve bu tür finansal araçlar için
ikinci bir piyasanın bulunmaması nedeniyle, bu menkul kıymetlerin nakde dönüştürülmesi
imkânı ortadan kalkmıştır. Bu finansal araçlar yalnızca bankerlerin kendileri ya da ihraç
edilmiş oldukları bankalar tarafından geri satın alınmakta olduğundan bu finansal araçlardan
kaynaklanan ticari riskleri dengeleyebilecek kolektif bir piyasa o dönem içerisinde
kurulamamıştır475. Dolayısıyla 1981 yılı sonunda ödemelerde başlayan sıkıntılar, 1982 yılı
Haziran ayında en büyük bankerin batmasıyla krize dönüşmüştür. 1982 Finansal Krizi
sürecine girilmesine neden olan olaylar aşağıda sıralanmaktadır476.
Bankalar dışındaki finansal aracılara yönelik katı lisanslama prosedürleri mevcut
değildir. Bankaların aksine, bu aracıların faaliyetlerinin denetlenmesinden sorumlu bir ulusal
aracı kurum bulunmamaktadır.
Yukarıdaki maddeyi takiben, bu konuda herhangi bir öngörülü, sağduyulu kurallar yada
taleplerde mevcut değildir. Bankalara bakıldığında, değişen finansal koşullara uyum
sağlanmasını kolaylaştıracak standartlarda bulunmamaktadır.
Menkul kıymetler ve mevduat sertifikaları için kolektif piyasalar mevcut değildir.
Bankalar ele alındığında sisteme güven duyulmasını sağlayacak ve mevduatları güvenli
bir biçimde koruyabilecek bir sigorta mekanizması bulunmamaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi bankerler tarafından toplanan paraların verimli alanlarda
kullanılmaması ve/veya kullanılmaları halinde de faizlerin ödenmesine yetecek kadar yüksek
oranda değerlendirilememesi, geri ödemelerin sisteme yeni giren fonlarla yapılmasını
getirmiştir. Sisteme ilk girenlerin alacakları faizler veya anaparalar kendilerinden sonra
girenlerin getirdikleri paralarla ödenmeye başlamış ve böylece “Ponzi Finansing” denilen
borcun borçla karşılandığı bir sürece girilmiştir. 1982 yılı ortasında ise sisteme giren para
akımının azalmaya başlaması ve o dönemin Maliye Bakanı Kaya Erdem’in “Bankere para
yatıran vatandaş kumar oynamıştır” deyince ortaya çıkan panik Banker Krizi’yle
475
Sak, Güven (1995), Public Policies Towards Financial Liberalization: A General Framework and An
Evaluation of Turkish Experience in the 1980’s, CMB Publication, No: 22, s. 64.
476
Sak, Güven (1995), a.g.e., s.65.
196
sonuçlanmıştır477. Bu krizin Türk Finansal Sistemi üzerindeki önemli etkileri şu şekilde
özetlenmektedir478.
Merkez Bankası’nın piyasaya müdahalesi sonucunda, beş küçük özel banka (İstanbul
Bankası, Hisar Bank, Odi Bank, İşçi Kredi Bankası ve Bağ Bank) kapatılmıştır. Bu bankaların
varlıklarının ve yükümlülüklerinin önemli bir kısmı kamu bankaları tarafından alınmıştır.
Bu krizin ardından Merkez Bankası dokuz büyük ticari bankaya faizleri belirleme
yetkisi vermiştir. Küçük ticari bankalar ise belirlenen faiz oranının üzerinde faiz vermeye
devam edince Merkez Bankası 1983 yılından itibaren faizleri yeniden belirlemeye başlamıştır.
Bu uygulama 1987 Temmuz’una kadar devam etmiştir.
Faiz oranlarının yükselmesinin getirdiği fon maliyetlerindeki artışın azaltılabilmesi için
1981 yılında %25’den %15’e indirilen Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi (BSMV) 1983
yılında %3’e düşürülmüştür. Ayrıca, aynı yıl faiz kazançları üzerinden alınan Gelir Vergisi
Stopajı’da %20’den %10’a düşürülmüştür.
1981 yılında çıkarılmış olan sermaye piyasası kanunu dayanılarak, 1982 yılında
Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) kurulmuş ve 1983 yılında işlerlik kazanması krizin olumlu
sonuçlarından birisidir.
1982 Krizinin bir sonucu olarak, bankacılık sisteminin yapısal sorunlarını gidermek ve
denetim mekanizmalarını işletmek amacıyla 1985 yılında bankacılık kanunu yenilenmiştir.
Bu krizden bir diğer ders olarak, likidite problemini önlemek ve mudileri korumak
amacıyla, 1983 yılında tasarruf mevduatı sigorta uygulaması başlatılmıştır.
Bu krizin ekonomiye maliyeti GSMH’nın % 2,5’i gibi müthiş bir rakama ulaşmıştır479.
24 Ocak 1980’de başlayıp yaklaşık iki yıl süren bankerliğin altın devri iki yüz elliyi aşkın
kuruluşun iflası ya da tasfiyesi ile son bulmuştur. Bankerlik olayı yaklaşık 2.5 milyon tasarruf
sahibini ilgilendirirken, 400 milyar lira civarında birikime bankerler aracılık etmiştir480.
477
Soydemir, Selim (1988), Türkiye’de Finansal Fon Akımları: 1982-1993, SPK Yayınları, No: 122, s. 15;
Tokgöz, Erdinç (2001), a.g.e., s. 194.
478
Kaya, Yasemin Türker 1998, ), Sermaye Hareketleri ve Kısa Vadeli Sermaye Hareketlerinin
Modellenmesi: Türkiye Örneği, DPT Yayınları, No: 2487, Ankara, s. 57-59; Soydemir, Selim (1988), a.g.e.,
s. 15.
479
Kazgan, Gülten (2002), Tazminat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, No: 22, İstanbul, s. 139.
480
Asomedya (2001), “Türkiye’de Bankacılık ve Finans Krizleri: 1929’dan 2001’e”, http://www.easo.org.tr/html/TUR/asomedya/mart2001-ft.html, 10.09.2005.
197
İflas eden finans kuruluşlarının yüklerinin kamu bankalarına devredilmesiyle krizin
maliyetinin toplumsallaşması yöntemi gündeme gelmiştir481. İlk finansal liberalizasyon
deneyimi sonucunda yaşanan finansal kriz, daha sonraki yıllarda liberalizasyonun boyutuna
bağlı olarak artarak tekrarlanmıştır. Bu dönemde piyasada mevcut olan bankerlik kuruluşları
genelde dört grupta toplanabilir482;
Bağımsız bankerlik kuruluşları, Bunlar daha önceden sermaye piyasasında faaliyet
gösteren ve dönemin koşulları altında hızla büyüme gösteren kuruluşlardır. Bunların içinde en
ünlüsü olan ve dönemin simgesi haline gelen “Banker Kastelli” bir ara mevduat sıralamasında
en büyük on bankanın ardından gelmektedir. Diğer tanınmış kuruluşlar ise “Mentaş” ve
“Bimtaş” dır. Bankaların, Bankalar Kanunu çerçevesinde yapamadıkları işlemleri yapmak için
kurdukları bankerlik kuruluşları. Hisar Bank’ın “Eko Yatırım”ı ve 13 bankanın ortaklığında
kurulan “Yatırım-Finansman A.Ş.”dir. Banka sahibi olmayan holdinglerin bankerlik
kuruluşları, Transtürk Holding ve Profilo Holding’in “Meban Menkul Değerler”i ve
Eczacıbaşı Holding’in “Eczacıbaşı Yatırım Holding”i ve son olarak da küçük bankerlik
kuruluşları, 1981 yılı Eylül ayına kadar bankerlik yapabilmek için 450 liralık bir tescil harcı
ve bir kaç evrak yeterlidir. Bu şekilde ilgili ilgisiz çok sayıda kişi bu alana girmiştir. Bu küçük
bankerler tasarruf sahibine daha az garanti veriyor, ama daha yüksek faiz ödemişlerdir. Büyük
bankerler yüzde 60 faiz verirken bunlar yüzde 140’a çıkan faizler verebiliyorlardı.
Topladıkları paralar karşılığında genellikle kendi özel çeklerini, borç senetlerini
dağıtmışlardır.
24 Ocak 1980’den itibaren uygulanan ekonomik önlemler yeni koşullara ayak
uyduramayan çok sayıda firmanın iflasına neden olmuştur. Bunların büyük kısmı
bankerlerden kredi alan firmalardır. Bu firmalar bankerlere ödeme yapamayınca, bankerler de
tasarruf sahiplerine yapmaları gereken faiz ve anapara ödemelerini aksatmaya başladılar. Bu
dönemdeki banka krizinde, banker iflaslarının bankacılık sisteminde yarattığı sarsıntı önemli
bir rol oynamakla birlikte geri dönmeyen kredilerin yüksek faizler nedeniyle artmış olması da
oldukça etkili olmuştur. Birçok banka bu krizden sonra personel masraflarını azaltmak
amacıyla otomasyona yönelmiştir. Bankerlik olayı o zaman kadar gayrimenkul, altın gibi
geleneksel tasarruf araçlarına yatırım yapan tasarruf sahiplerinin işleyiş mekanizmasını çok
481
Köne, Aylin Çiğdem (2003), “Para-Sermayenin Yeniden Yapılandırılması: Türk Özel Bankacılık Sektörü
Örneği”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4 (2), s. 239.
482
Asomedya (2001), a.g.m., s. 5.
198
fazla bilmeden sadece yüksek faize aldanarak menkul değerlere yönelişini beraberinde
getirmiş, ileride oluşacak sermaye piyasasının oluşumuna katkıda bulunmuştur483.
1982 Finansal Krizi Türk finansal sektöründe değişiklik yapmak için tasarlanan kamu
politikaları bağlamında bir dönüm noktası olmuştur. Kriz ile birlikte Türk finansal sisteminin
yapısal özellikleri ön plana çıkmıştır. Bu durum, yalnızca sistemin denetleyici düzenleyici
yapısının uygunluğu ile ilişkili olmayıp, aynı zamanda finansal sistemin finansal
varlıklara/piyasalara yönelik bakış açısını da dikkate almaktadır. Ayrıca, 1982 finansal krizini
takip eden finansal piyasaların yeniden yapılandırılması çerçevesinde kurumsal bir yaklaşım
uygulanmaya başlanmıştır. Kısaca, Türk finansal sisteminin güvenliği ve entegrasyonu
konularıyla krize kadar ilgilenilmemiştir. Krizle birlikte Türk finansal sisteminin
entegrasyonu ve güvenliği konuları ve bu çerçevece alınabilecek önlemler tartışılmaya
başlanmıştır484.
3.4.2.2. 1994 Krizi
Türkiye’de 1989 yılında 32 Sayılı Kararla sermaye hareketlerinin tamamen
serbestleşmesiyle birlikte artan sermaye girişleri, Türkiye'nin iç dinamiklerinden kaynaklanan
sorunları geçici olarak bertaraf etmeyi başarmış ancak uzun vadeli sürdürülebilir bir büyüme
sürecini beraberinde getirememiştir. Nitekim 1990 sonrası dönemde patlak veren üç büyük
krizde, Türkiye'deki finansal serbestleşme/entegrasyon ile yakından ilgilidir485.
Dış sermaye hareketleri üzerindeki bütün kontrollerin ve denetimlerin kaldırılmasıyla
Türk finans piyasaları kısa vadeli sıcak paranın spekülasyonuna açılmıştır. Bu yapı içerisinde
uzlaşmaz üçlü gereği, ulusal piyasalarda Merkez Bankası’nın döviz ve faiz kurunu birbirinden
bağımsız biçimde birer politika aracı olarak kullanabilme olanağı yitirilmiştir. Bu finansal
yapı, ekonomiyi doğrudan doğruya yüksek faiz ve TL’yi yapay olarak değerli kılan bir döviz
kuru kıskacında tutmuştur. Bu olgu karşısında, T.C. Merkez Bankası para politikasını
sürdürebileceği araçlar üzerindeki denetimini kaybederek, döviz rezervlerini idare eden bir
“muhasebe kuruluşu” konumuna indirgenmiştir486. 1994 krizinin neden ve sonuçlarıyla
birlikte açıklanabilmesi için Türkiye ekonomisinde 1990-1995 dönemindeki makroekonomik
gelişmelerin anlaşılması önemlidir. Bu döneme ait veriler Tablo 18 ve 19’da sunulmaktadır.
483
Asomedya (2001), a.g.m., s. 7.
Sak, Güven (1995), a.g.e., s.65.
485
Kar, Muhsin ve M. Akif Kara (2003), a.g.m., 20.07.2004.
486
Yeldan, Erinç (2001), “Türkiye Ekonomisi: Krizin Yapısal Dayanakları”, Birikim Dergisi: Nisan, Sayı: 144,
http://www.birikimdergisi.com/, 12.12.2004.
484
199
Aşağıda öncelikle 1990-1995 yılları arası ekonomik yapı ardından da 1994 Krizi, kriz
göstergeleri ışığında değerlendirilmektedir.
3.4.2.2.1. 1990-1995 Yılları Arası Ekonomik Yapı
1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinin altında yatan temel gerekçe,
1980 yılında başlatılan liberalleşme hareketleridir. 1986 yılından itibaren artan Kamu
açıklarının iç borçlanma yöntemiyle finanse edilmeye çalışılması borçlanma maliyetlerini
arttırdığından kamu açıklarının kapatılmasında ikinci bir alternatif olarak görülen yabancı
sermayenin ülkeye girişini sağlama amacı diğer bir gerekçe olmuştur.
1990'lı yıllardan itibaren yabancı sermaye girişleri, özellikle de kısa vadeli sermaye
girişlerinde artışlar olmuştur. Sermaye girişleriyle birlikte TL’sı aşırı değerlenmiş, bu
değerlenme ise bankaların uluslararası finans piyasalarından uygun koşullarda borçlanmasını
ve toplanan bu fonların yüksek getirili kamu menkul değerlerine yatırılmasını ya da yurtiçi
piyasalara kredi olarak verilmesini cazip hale getirmiştir. Artan kredilerle birlikte iç pazarın
canlanması, tüketim ve hammadde malları ithalatını artırırken, TL’nin yabancı paralar
karşısında değer kazanması ihracatı zorlaştıran, ithalatı da kolaylaştıran bir unsur olarak
ortaya çıkmıştır. 1993 yılı sonunda dış ticaret açığı 14.1 milyar dolar ve cari işlemler açığı da
6.4 milyar dolara yükselmiş ve sermaye hareketleri bu açıkların finansmanında da önem
kazanmıştır487.
Sermaye hareketlerinin liberalizasyonunun ardından artan sermaye girişlerinin en
olumsuz etkisi ulusal paranın aşırı değerlenmesi olmuştur. Her ne kadar o dönemde
Türkiye’de döviz kuru üzerinde bir baskı politikası uygulanmasa da serbest dalgalanma da söz
konusu değildi. Yönlendirilen dalgalanma politikası çerçevesinde sermaye girişlerinin devamı
için nominal döviz kurunun, reel döviz kurunun altında kalması göz ardı edilmiştir488. Bu
durumun ticaret açığı üzerindeki olumsuz etkisi yukarıda açıklanmıştır. 1990-1994 yılları
arasında sermaye hesabı dengesi (SHD) inişli ve çıkışlı seyir izlemiştir. 1990’da 4 milyar
dolar olan sermaye girişi, Körfez Savaşının olduğu 1991 yılında sermaye çıkışı 2.4 milyar
dolar olmuştur. Düzelen ekonomik konjonktürle birlikte 1992 ve 1993 yıllarında sermaye
hesabı dengesi, sırasıyla 3.6 milyar dolar ve 8.9 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Kriz yılı
olan 1994’de ise SHD eksi 4.2 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir489.
487
Kar, Muhsin ve M. Akif Kara (2003), a.g.m.,
http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/temmuz2003/sermayehareketleri.htm,20.07.2004.
488
Karabulut, Gökhan (2002), a.g.e., s. 127.
489
Tüylüoğlu, Şevket (2004), a.g.m., s. 238.
200
Tablo 18: 1990-1995 Yılları Arası Sermaye Hareketlerindeki Değişmeler (Milyar Dolar)
1990
1991
1992
1993
1994
1995
4,0
-2,4
3,6
8,9
-4,2
4,5
Kısa Vadeli Ser. Har.
3,0
-3,2
1,4
3,0
-5,2
3,6
Uzun Vadeli Ser. Har.
-0,2
-0,8
-0,9
1,4
-0,8
-0,08
Portföy Yatırımları
0,5
0,6
2,4
3,9
1,2
0,2
0,7
0,8
0,8
0,6
0,5
0,8
Sermaye Hareketleri Milyar $
Sabit Yatırımlar
GSMH Milyar $
152
152
161
182
131
171
SHD/ GSMH %
2,6
-1,6
2,2
4,9
-3,2
2,6
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 447-448 arasından
oluşturulmuştur.
1990-1994 yılları arasında sermaye hesabı dengesinin ayrıntısına inildiğinde doğrudan
(sabit) yatırımların ortalama 700 milyon dolar civarında olduğu görülecektir. Bu rakamlar
küreselleşen bir ekonomik sistem içerisinde çok düşük rakamlar olarak kalmaktadır. Bu
miktarın düşük olması ise ülkemiz adına bir risk unsuru olma özelliğini korumaktadır. Bu
dönem içerisinde 1993 yılı hariç uzun vadeli sermaye yatırımları da sürekli açık vermiştir.
1993 yılında gerçekleşen uzun vadeli sermaye yatırımı ise 1.4 milyar dolar olmuştur. Bu
dönemin en çok dikkat çeken sermaye kalemleri 3 milyar dolar ile kısa vadeli sermaye
hareketleri ve 3.9 milyar dolarlık portföy yatırımları olmuştur.
Türkiye’ye yönelik portföy yatırımları 1986 yılından itibaren başlamıştır. Bu yıl 146
milyon dolar olan portföy yatırımları artarak devam etmiş ve 1989’da 1.3 milyar dolar
olmuştur. Uluslararası piyasalar ile entegre olunan 1990’da portföy yatırımları azalarak 547
milyon dolar olurken, 1991’de ise 623 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu gelişmede
dışsal faktörler (özellikle körfez krizi) önemli rol oynamıştır. Tablo 18’de görüldüğü gibi
portföy yatırımlarında asıl gelişme 1992 ve 1993 yıllarında olmuştur. Bu yıllarda sırasıyla 2.4
ve 3.9 milyar dolarlık portföy yatırımı gerçekleşmiştir. Kısa vadeli sermaye yatırımlarına
gelince 1990 yılındaki sermaye girişi 3 milyar dolar olurken, Körfez Savaşı ve erken seçim
kararının alındığı 1991 de ise 3.2 milyarlık dolar kısa vadeli sermaye çıkışı gerçekleşmiştir.
1992 ve 1993 yıllarında ise sırasıyla 1.4 ve 3 milyar dolarlık kısa vadeli sermaye girişleri
olmuştur. Ancak 1994 yılı kısa vadeli sermaye çıkışı ise 5.2 milyar dolar gibi çok yüksek bir
miktar olmuştur. Özetle 1990 yılında ülkemize giren sermaye, 1991 yılında çıkmış ve söz
konusu yıl küçük bir krizle atlatılmıştır. Daha sonra 1992 ve 1993 de giren sermaye ise 1994
yılında çıkmış ve bu yıl önemli bir ekonomik kriz yılı olmuştur. 1991 ve 1994 yıllarındaki
SHD’deki 2.4 ve 4.2 milyar dolarlık sermaye çıkışları dış ticaret ve cari işlemler dengelerinin
en olumsuz olduğu yıllardan hemen sonraki yıllara denk düşmektedir.
201
Sermaye hareketlerinin negatif değerler aldığı yıllarda SHD/GSMH’ya oranları 1991
yılında % -1,6 ve 1994 yılında ise % -3,2 olarak gerçekleşmiştir. Bu göstergeler, sermaye
hareketlerinin negatif olduğu yıllarda SHD/GSMH oranının % 3’ün üzerine çıkması bir kriz
göstergesi olabilmektedir490. 1991 yılında büyük bir ekonomik sorun ortaya çıkmazken, 1994
yılında Türkiye Ekonomisi ciddi bir krizle karşılaşmıştır. Tablo 18’deki verilere göre ani
sermaye çıkışı ile ortaya çıkan ekonomik kriz bütün sonuçlarıyla belirginleştikten sonra,
aniden yükselen döviz kuruyla teşvik edilen ihracatın yükselmesi ve cari açıkların kapanmaya
başlaması doğal bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.
Tablo 19: Türkiye Ekonomisinde 1990-1995 Ekonomik Göstergeleri
1990
1991
1992
1993
1994
1995
Reel Büyüme %
9,4
0,3
6,4
8,1
-6,1
8,0
Enflasyon (TÜFE)
60,3
66,0
70,1
66,1
106,3
93,6
Enflasyon (TEFE)
52,3
55,3
62,1
58,4
120,7
88,5
Dış Ticaret Açığı (Milyar $)
-9,5
-7,3
-8,1
-14,1
-4,2
-13,2
Cari Açık (Milyar $)
-2,6
0,2
-0,9
-6,4
2,6
-2,3
Cari Açık/GSMH %
-1,7
0,1
-0,6
-3,6
1,9
-1,3
İhracatın İthalatı Karşılama
Oranı %
58,1
64,6
64,3
52,1
77,8
60,6
KKBG/GSMH %
7,4
10,2
10,6
12,0
7,9
5,0
Dış Borçlar/GSMH %
32,5
33,6
35,0
37,4
48,2
41,9
Kısa Vadeli Dış Borçlar/
Toplam Dış Borçlar %
19,3
18,0
22,7
27,5
17,2
21,4
İç borçlar/GSMH %
14,4
15,4
17,6
17,9
20,6
17,3
12
14
10
23
-8
0
-35
18
-11
-83
30
-16
TL’nin Aşırı Değerlenmesi
(1995=100) %
Cari İşlemler Açığı/ TCMB
Net Rezervler %
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 445-616 arasından
oluşturulmuştur.
Türkiye ekonomisi dikkatlice incelendiğinde kamu açıklarının GSMH’ye oranı 19891993 yılları arasında sürekli artmıştır. 1989 yılında bu oran % 5,3 iken 1990 yılında % 7,4’e
yükselmiştir. Bu artışta yüksek oranlı maaş ve ücret artışıyla birlikte faiz ödemeleri etkili
olmuştur491. Personel harcamalarının vergi gelirine oranı 1988 yılında % 36 iken bu oran 1993
490
491
Tüylüoğlu, Şevket (2004), a.g.m., s. 239.
Yurdakul, M. Elif ve Fuat Erdal (2003), a.g.m., s. 597.
202
yılında % 64’e yükselmiştir492. 1991–1992 yıllarında % 10’un üzerine çıkan KKBG/GSMH
oranı 1993’de % 12,0’a ulaşmıştır. KKBG’nin bu denli artması bir taraftan özel kesim
fonlarını daraltırken, diğer taraftan faiz oranlarını yükselterek, kamu kesimini bir faiz döngüsü
içerisine sokmuştur. Nominal faiz oranları 1990 yılında % 60 iken, bu oran 1991’de % 72’ye
1992-1993 yıllarında ise % 74’e yükselmiştir. Kamu, iç kaynaklardan borçlanırken bu
oranların daha da üstünde borçlandığı düşünülecek olursa ekonomideki faiz yükünün önemi
tahmin edilebilir.
Kamu kesiminde, artan finansal açıkların iç borçlanma yöntemiyle kapatılmaya
çalışılması neticesinde 1990 yılında 57.2 trilyon TL olan iç borç stoku, 1993’de 357.3 trilyon
TL’ye yükselmiştir. Tablo 19’a göre iç borcun GSMH’ye oranı ise % 14,4’den % 18’e
yükselmiştir. Bu oran gelişmekte olan ülkeler arasında en yüksek olanıdır493. Ayrıca faiz
oranlarındaki yükseliş bu defa yurtdışından kısa süreli sıcak paranın (spekülatif para) ülkeye
girmesine neden olmuştur.
Türk Lirasının yabancı paralar karşısında reel olarak değer kazanması, ihracatı
kısıtlarken, ithalatı kolaylaştırmıştır. Bunun doğal sonucu olarak dış ticaret açığı 1990 yılında
9.5 milyar dolar iken, 1993 yılında 14 milyar dolara, cari işlemler açığı ise 2.6 miyar dolardan
6.4 milyar dolara yükselmiştir. Dış ticaret açığının büyüklüğü cari açıkların derecesini önemli
ölçüde etkilemektedir. Bu yüzden dış ticaret açığının büyük olması kriz olasılığı açısından
oldukça zayıf bir ekonomik ortamın varlığı anlamına gelmektedir. Cari işlemler dengesi
açığının GSMH’ye oranının % 4’ü geçmesi durumunda finansal kriz belirtisi olduğuna önceki
bölümde değinilmiştir. Ancak Türkiye 1994 krizi öncesinde % 3,6 cari işlemler açığı/GSMH
oranıyla krize girmiştir. 1993 yılı sonunda kamunun sadece iç borç ve faiz ödemeleri, 1993
sonunda cumhuriyet tarihinde ilk defa toplam vergi gelirlerinin üzerine çıkmıştır494. İç borç
anapara ve faiz ödemelerinin vergi gelirine oranı % 104’e yükselerek vergi gelirlerini
geçmiştir495. Finansal liberalleşmenin Türkiye ekonomisindeki ilk etkisi, cari işlemler
dengesinin kötüleşmesi ve TL’nin değerinin artmasıdır496.
1989 yılındaki gelişmeler nedeniyle sermayenin tamamen serbestleşmesi, yüksek ücret
artışları ve tarımsal arzın artışı yurtiçi talep de tekrardan canlanmaya neden olmuştur, bu ise
büyüme hızına (1990 yılında % 9,4) yansımıştır. 1991 yılına gelindiğinde ise Türkiye
492
Altınok, Serdar ve Murat Çetinkaya (2001), “1994 Nisan, 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizlerinin
Değerlendirilmesi”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler M.Y.O Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 1, s. 150.
493
Karluk, Rıdvan (1999), Türkiye Ekonomisi, 6. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul, s. 455.
494
Karluk, Rıdvan (1999), a.g.e., s. 455.
495
Altınok, Serdar ve Murat Çetinkaya (2001), a.g.m., s. 151.
496
İnsel, Aysu ve diğerleri (2004), a.g.m,, s. 12.
203
ekonomisi tekrar bir şokla, bu defa dışsal bir şok olan Körfez Savaşı ile karşı karşıya
kalmıştır. 1990 yılında Merkez Bankası kamu sektörü borçlarını kontrol etmek amacıyla bir
para programı uygulamıştır. Para programı başarılı bir biçimde uygulanırken erken seçim
kararı ve 1991 Körfez Savaşı ekonomiyi olumsuz etkilemiştir497. Körfez Savaşı, Türkiye’nin
Irak’a yaptığı ihracatını önemli ölçüde etkilemiştir. Ayrıca savaş, petrol boru hattı dolayısıyla
bu pazardan elde edilen gelirin kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Bunun yanında TL’nin
değer kaybetmesi sonucunda Merkez Bankası TL’nin değer kaybını ve ticarette meydana
gelen kaybı telafi edecek tedbirleri devreye sokmaya başlamış, bu aynı zamanda genişletici
politikaların sonunu hazırlamıştır498. Tablo 19’da görüldüğü gibi 1991 yılında büyüme oranı
% 0,3 iken, 1992 ve 1993 yıllarında büyüme oranı sırası ile % 6,4 ve % 8,1 olarak
gerçekleşmiştir. Bu yüksek büyüme oranları, Körfez Savaşının sona ermesi, önceki yıllardaki
çok büyük ücret artışları, iç talep deki artış ile yabancı sermaye girişlerindeki artışlar olarak
açıklanmaktadır499.
Merkez Bankasının 1990 yılında genelde kamu sektörünü kontrol etmek, özelde ise
enflasyonu düşürmek amacıyla bir parasal program uygulamış ve Merkez Bankası dış
varlıklarda bir artış olmadığı sürece, piyasaya para vermekten kaçınmıştır. Bu programda
döviz kurları “çıpa” olarak kullanılmıştır500. Ancak programdan konjoktürel nedenlerle 14
aylık bir uygulamadan sonra vazgeçilmiştir. 1990 yılı enflasyon rakamları TÜFE’de % 60
iken, TEFE’de % 52 olarak gerçekleşmiştir. 1993 verileri ise TÜFE’de % 66, TEFE’de ise %
58 olarak gerçekleşmiştir. 1990-1993 yılları itibariyle enflasyonda aşırı bir değişiklik
olmasına rağmen enflasyonun % 60-70 arasında kronikleştiği görülmektedir. Ancak
enflasyonun temelinde yatan kamu açıkları 1993 yılında da etkisini sürdürmüştür. Kamu
açıklarının kapatılması amacıyla yüksek faizle iç borçlanmaya gidilmesi ve Merkez Bankası
kaynaklarına başvurulmasının da etkisiyle enflasyon önemini korumaya devam etmiştir.
Memur ve işçi maaşlarındaki reel atışlar, kamu açıklarını kapatmak amacıyla KİT ürünlerine
sınırlıda olsa zamlar, destekleme kapsamındaki tarım ürünlerine uygulanan yüksek fiyatların
oluşturduğu baskı sonucu enflasyonda yukarıda verdiğimiz rakamlar gerçekleşmiştir501. 1993
497
İnsel, Aysu ve diğerleri (2004), a.g.m., s. 12.
Koçyiğit, Ali (2003), “Makro İstikrar Politikası”, 1980-2003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari
Politikaları, Edit: Turkut Göksu ve diğerleri, Siyasal Kitabevi, Nisan, Ankara, s. 507.
499
İnsel, Aysu ve diğerleri (2004), a.g.m., s.12.
500
Türkoğlu, Faruk (2001), “1992-2001 Döneminde Türkiye Ekonomisi”,
http://www.ekorehber.com/haber.php?haberno=2993, 07.02.2005.
501
Doğan, Çetin (2003), a.g.m., s. 551.
498
204
yılındaki enflasyonun 1992 yılına kıyasla birkaç puan düşük seyretmesinin nedeni ertelenen
kamu zamlarından kaynaklanmaktadır502.
3.4.2.2.2. Kriz Göstergeleri Işığında 1994 Krizi
Türkiye’nin dış borçları 1980 yılı itibari ile analiz edildiğinde 1988 yılına kadar dış borç
stoku/GSMH oranı giderek artmış ve 1988 yılında % 45 olmuştur. Türkiye, 1988 yılında
anapara geri ödemesi kadar borçlanma politikasını ilke kabul ettiği için, 1989 yılından sonra
dış borç/GSMH oranlarında düşüşler olmuştur503. Bu oran, 1989 yılında % 38,8’e, 1990
yılında ise % 32,6’ya gerilemiştir. 1988 ve 1989 yıllarında doların, dış borç stokunu oluşturan
diğer paralar karşısında değerlenmesi, dış borç stokunun dolar cinsinden değerini azaltmıştır.
Ancak 1990 yılından sonra dış borçlar artış eğilimine girerek 1994 yılında GSMH’ya oranı %
48,3 olmuştur. Bu dönem içerisinde kısa vadeli dış borçların, toplam dış borçlara oranı 1989
yılında % 13,8 iken, bu oran 1993 yılında % 27,5’e yükselmiştir. Kısaca 1989-1993 dönemi
boyunca kısa dönem dış borçların/GSMH’ya oranı % 100 artarken, kısa dönem dış borçlanma
ise % 223 oranında büyümüştür504.
1990-1994 döneminde kriz göstergesi olarak incelememiz gereken göstergelerden bir
diğeri de parasal büyüklüklerdir. Pozitif reel faizler, finansal varlıkların getirisinin
alternatiflere (reel varlıklara) göre daha yüksek olmasına neden olurken kurumsal sistemin
genişlemesi ve/veya yeni finansal araçların gelişmesi finansal varlıkları, reel varlıklara göre
daha cazip duruma getirebilmektedir. Bu nedenle finansal serbestleşmenin finansal varlıkların
büyümesi üzerindeki etkisinin pozitif olması beklenmektedir. Öylece finansal varlıkların
büyümesi ekonomiyi finansal derinliğe kavuşturmaktadır. Finansal derinleşme parasal
büyüklüklerin GSMH’ ye oranıyla ölçülür, bu oranın yüksekliği ile finansal derinleşmenin
büyüklüğü arasında doğrusal bir ilişkiden bahsedilmektedir. Bir diğer yöntem ise parasal
büyüklüklerin zaman içerisindeki trendine bakmaktır. Uzun vadeli kredilerin elde
edilebilirliği ve menkul kıymet piyasalarının göreli payı da diğer göstergeler olarak
değerlendirilmektedir505.
Bütün bunlara ek olarak bir ülkedeki finansal derinleşmenin düzeyini anlayabilmek için
yapılacak çeşitli ölçümler bulunmaktadır. Birincisi, finansal piyasalardaki aracı kurumların
çeşitliliğinin fazla olması, fon arz ve talebinin artmasına ve çok daha fazla fon talebinin
karşılanabilmesine yol açacağı gibi, finansal araçların çeşitliliğinin fazla olması aynı şekilde
502
Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 112.
Karluk, Rıdvan (1999), a.g.e., s. 165.
504
İnsel, Aysu ve diğerleri (2004), a.g.m., s. 12.
505
Kaya, Y. Türker (1998), a.g.e., s. 71.
503
205
sonuçlanacaktır. Bu nedenle finansal derinleşmenin bir göstergesi olarak, finansal kurumların
çeşitliliği kadar, finansal araçlarında çeşitliliği büyük önem arz etmektedir.506
Finansal piyasaların gelişimini ve derinliğini açıklamak için yukarıda belirtildiği gibi
tek bir gösterge yeterli olmamaktadır. M1 (dolaşımdaki para + vadesiz mevduatlar) ya da M2
(M1+ vadeli mevduatlar) gibi finansal derinleşmenin geleneksel ölçümleri finansal sistemdeki
büyümeyi eksik olarak hesaplayacaktır. Çünkü bu veriler menkul piyasalardaki gelişimleri ve
döviz mevduatlarının ortaya çıkışını hesaba katmamaktadır. Diğer yandan M2Y para arzı
büyüklüğü, yurtiçi döviz tevdiat hesaplarını içerdiği için, M2Y’nin GSMH’ya oranını
incelemek, derinleşme ölçümünde daha gerçekçi olacaktır. Ancak dolarizasyonun yaygınlık
kazandığı bir ekonomide bu oranın tek başına finansal derinleşme göstergesi olması sıkıntı
yaratabilir. Çünkü böyle bir durumda M2Y deki artış TL’ye güvenin azalmasından dolayı artış
göstermiş olabilir507. Parasal büyüklüklerdeki gelişmeler ve finansal derinleşmenin kriz
göstergesi olup, olamayacağı Tablo 20’ye göre incelenmektedir.
Tablo 20: 1980-1995 Arası Parasal Büyüklükler ve Finansal Derinleşme Göstergeleri
Yıllar
M1/GSMH
M2/GSMH
M2Y/GSMH
1980
13.2
16.6
-
Merkez Bankası
Rezervleri (Ortalama
Milyar $)
-
1981
12.2
20.4
-
-
1982
12.6
24.0
-
-
1983
13.9
23.6
-
-
1984
10.1
23.3
-
-
1985
9.0
23.0
23.8
-
1986
10.2
23.7
25.2
-
1987
11.5
23.5
27.5
1.5
1988
8.7
21.0
25.7
1.8
1989
8.9
20.4
25.8
3.0
1990
7.9
18.0
22.8
5.7
1991
7.3
18.4
26.4
4.7
1992
7.1
17.2
27.4
4.7
1993
6.4
14.1
26.6
6.8
1994
5.9
16.2
30.3
5.2
1995
4.9
16.0
29.8
13.0
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 519’dan
oluşturulmuştur.
506
Oksay, Suna (2000), “Finansal Piyasalarda yeni Yasal Düzenlemeler (Reregulation) İhtiyacı ve Türk Finans
Sistemi”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öneri Dergisi, Haziran,
www.econturk.org/turkiyeekonomisi/oksay4.pdf, s. 4, 11.12.2004.
507
Kaya, Y. Türker (1998), a.g.e., s. 73.
206
M1 para arzı büyüklüğündeki gelişimi 1980 yılı itibariyle incelediğimizde, GSMH’ya
oranlarında ki azalma faiz oranlarındaki reel getiri ile alternatif yatırım alanlarının getirilerine
bağlı olarak azalan bir trend izlemektedir. Bu oranın azalması farklı finansal araçların
kullanımı anlamını taşıdığından bu azalma finansal derinleşmenin göstergesi olarak
kullanılmaktadır508. M2 para arzı, M1 + Bankacılık sektöründeki parayı ifade ettiğinden
M2/GSMH oranının büyüklüğü halkın bankacılık sistemini kullanımı hakkında bilgi
vermektedir. Doğal olarak bu oranın yüksek olması finansal piyasaların derinliğinin
göstergesi sayılabilir509. Burada izlenmesi gereken asıl faktör, döviz tevdiat hesaplarını da
içeren M2Y para arzıdır. M2Y/GSMH oranlarının yüksekliği finansal derinliğin arttığının
göstermektedir510. Tablo 20’de görüldüğü gibi 1985 yılında bu oran % 23,8 iken 1989 da ise
% 25,8 olarak gerçekleşmiştir. Finansal liberalleşme/ entegrasyon uygulamasının ilk yılı olan
1990 da ise bu oran % 22,8’e inmiştir. Bunda ülkeye giren sermaye miktarı ve piyasaların
güven hissetmesinin rolü büyüktür. Ancak yukarıda da incelediğimiz gibi Körfez Krizi
ülkemizin ekonomisini olumsuz etkilerken piyasalarda dolarizasyon tekrar hızlanarak 1991’de
% 26,4’e kriz yılı olan 1994 de ise % 30’ların üzerine çıkmıştır. Bu oranların bu denli
yükselmesi güvenin kaybolduğu ve ekonominin dövize yöneldiğini göstermektedir. Ayrıca,
finansal derinleşmenin bir diğer göstergesi de toplam mali aktiflerin GSMH’ye oranıdır511.
Toplam mali aktifler; M1, M2, M2Y ve menkul kıymet stoklarından oluştuğundan toplam mali
aktiflerin GSMH oranı daha güvenilir bir gösterge olarak kullanılmaktadır512.
Sonuç olarak Türkiye’de finansal piyasaların henüz kurumsal açıdan yeterince çeşitlilik
arz etmediği ve bu nedenle de finansal fonların daha kapsamlı olarak ve daha geniş kitleye
ulaştırılmasının zor olduğu görülmektedir. Ayrıca, finansal araçlar açısından bakıldığında ise
finansal araçların var olmakla birlikte yeterli olmadıkları görülmektedir. Bu itibarla hem
finansal kurumların hem de finansal araçların yetersizliği finansal derinleşmenin
tamamlanamadığını gösteren önemli göstergelerdendir513.
Buraya kadar yapılan açıklamalar değerlendirildiğinde, 1994 öncesi bütün kriz
göstergelerinin hemen hemen tamamının olumsuz olduğu görülmektedir. 1989-1994 dönemi;
döviz piyasası, para piyasası ve sermaye piyasası süratle kaygan fonların baş döndürücü bir
hızla piyasalar arasında yer değiştirdiği; yöneldiği piyasa da fiyatları yükselttiği, terk ettiği
508
Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 108.
Kar, Muhsin (2005), “Finansal Derinleşmenin Göstergeleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Finans-Politik ve
Ekonomik Yorumlar Dergisi, Yıl. 42, Sayı. 496, s. 57.
510
Oksay, Suna (2000), a.g.m., s. 5.
511
Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 108.
512
Oksay, Suna (2000), a.g.m., s. 5.
513
Oksay, Suna (2000), a.g.m., s. 4-5.
509
207
piyasalarda fiyatların düşmesine neden olduğu bir dönem olarak geçmiştir. 1992 yılında
yurtdışından kısa vadeli fonların gelmesi için faiz oranları yükseltilmiştir. Reel faiz
oranlarının yükselmesi özel sektörü olumsuz etkilemiştir. Mevcut kredi faizi ile sanayi
kesimin üretim yapması olanaklı olmamıştır. 1993 yılının ikinci yarısından itibaren kamu
otoritelerinin, özel sektörden gelen baskılar nedeniyle faiz oranlarını düşürmesi döviz
kurlarının yükselmesine ve sıcak paranın yurtdışına gitmesine neden olmuştur. Bu da 1994
yılı başında döviz krizini hazırlayan en önemli faktördür. Böyle bir ortamda iç ve dış
piyasalarda ekonomiye olan güvenin azalması ve uluslararası reyting kuruluşu Moodys’in
Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi krizi başlatmıştır514.
Türkiye’nin kredi notunun düştüğünün medyada ilan edilmesi finans piyasasındaki
kargaşayı arttırmış ve dövize hücum başlamıştır. Oysa kredi notu yalnızca bardağı taşıran son
damla olmuştur. Sorun kamu açıkları ve bu açıkların kapatılmasında kullanılan finansman
yöntemidir. Tam açık kambiyo rejiminde faiz oranlarının; yüksek enflasyon, artan kamu
açıkları ve ekonomik büyüme nedeniyle özel kesimin kredi taleplerinin arttığı bir dönemde
düşürülmeye çalışılması piyasalarda istikrarsızlık yaratmış ve açık pozisyonda bulunan başta
bankacılık kesimi olmak üzere tüm kurumları harekete geçirmiş, dövize olan talep artmıştır.
Piyasalarda var olan likidite fazlası Merkez Bankası tarafından döviz satışı ile durdurulmaya
çalışılmış, ancak piyasanın döviz talebi kırılamamıştır515. Döviz fiyatları hızla yükselmiş ve
TCMB döviz fiyatlarını tutmak ve ekonomideki fazla likiditeyi massetmek için 1994’ün ilk
aylarında piyasaya 3.5 milyar dolar döviz satmıştır. Fakat bu politika ile TCMB rezervlerinin
tümüde satılsa döviz kurlarını tutmanın mümkün olmayacağı anlaşılmış ve bu uygulamadan
vazgeçilmiştir. Sonunda 5 Nisan 1994 İstikrar Programı açıklanıncaya kadar döviz kurları
yükselmiştir (TL, serbest piyasada devalüe edilmiştir). TCMB resmi kuru, serbest piyasa
kuruna göre ilan etmek zorunda kalmıştır. Diğer yandan ise faiz hadleri yukarı doğru
tırmanmaya devam etmiştir516. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 1993 yılının son aylarında faiz
oranlarının idari kararlarla indirilmeye çalışılması, sisteme çok büyük miktarda likidite
sürülmesi ve kamu kâğıtlarına vergi getirilmesi dövize olan talebi artırmış ve Türk Lirasının
değer kaybı yönündeki bekleyişleri 1994 yılında yaygınlaştırmıştır. Baskı altında tutulan
döviz kurları serbest piyasada yükselirken, yabancı sermaye çıkışlarıyla birlikte de döviz
rezervleri hızla erimeye başlamıştır. 1993 resmi rezervler ortalaması 6.8 milyar dolar
514
Yurdakul, M. Elif ve Fuat Erdal (2003), a.g.m., s. 598.
Uzunoğlu, Sadi ve diğerleri (1995), a.g.e., s. 120.
516
Sahin, Hüseyin (2002), a.g.e., s. 218.
515
208
düzeyindeyken, 8 Nisan 1994 tarihine kadar resmi rezervlerdeki azalış devam etmiş ve bu
tarihte 3 milyar düzeyine inmiştir517.
Sonuç olarak piyasadaki likidite fazlası devalüasyon beklentisiyle 1994 yılının
başlarında dövize yönelmiştir. Kurlar hızlanmaya başlamış ve 1994 yılı başında resmi kur ile
serbest kur arasındaki fark % 23’ü geçmiştir518. Bu gelişmeler üzerine 26 Ocak 1994 tarihinde
TL yaklaşık % 14 oranında devalüe edilmiştir. Bu devalüasyonu 1 Mart ve 17 Mart
tarihlerindeki iki devalüasyon izlemiştir. TL’nin yabancı paralar karşısında değer kaybı Nisan
ayına kadar sürmüş, Ocak-Nisan arasındaki TL’nin dolar karşısındaki değer kaybı nominal
olarak % 172’ye kadar yükselmiştir. Yerli paranın yabancı paralar karşısında değer kaybının
hızlanması sonucunda kur-faiz makası daralmış, açık pozisyonlarını kapatma yarışında olan
bankaların da dövize hücum etmeleri sonucu Merkez Bankası rezervleri hızlı bir biçimde
erimiştir519. Tüm bu gelişmeler sonucunda döviz krizi olarak başlayıp, bankacılık krizi ile
devam eden süreç, 5 Nisan1994’de Ekonomik İstikrar Tedbirleri’nin uygulanmasına neden
olmuştur. 1994 Krizi’nin en önemli sonuçları şunlardır520: Türk Lirası büyük oranda devalüe
edilmiş, enflasyon hızlanmış (% 100’leri geçmiştir), faiz oranları artmış, reel ücretler ciddi bir
şekilde azalmış ve ekonomi % 6,1 oranında küçülmüştür. Ayrıca hükümet, tasarruf
sahiplerinin bankalara hücumunu engelleyebilmek için çareyi bütün banka mevduatlarına
sınırsız kamu güvencesi (mevduat sigortası) getirmekte bulmuştur521. Bu sayede krizin genel
bir bankacılık krizine dönüşmesi engellenmiştir. 5 Nisan kararları sonucu oluşan ekonomik
tablo şu şekilde özetlenmektedir:
• Döviz kurlarındaki yükselme nedeniyle ithalat pahalı hale gelirken ihracat cazip hale
gelmiştir. İhracat 1993’e göre % 18 artarken ithalat ise % 20,9 oranında azalmıştır. Dış ticaret
açığı ise 14 milyar dolardan 4.2 milyar dolara düşmüştür. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise
% 77’ye yükselmiştir. Bütün bunların sonucunda cari denge 2.6 milyar dolar fazla vermiştir.
• 1994 yılında iç borç stoku 1993’e göre % 123,8 artarak 799.3 trilyon TL, dış borç
stoku ise % 2,7 azalarak 65.6 milyar dolar olmuştur.
• Türk Lirası, bir süre, TL’ye olan talep yüzünden istikrar kazanmıştır. Bu sayede
hazine, iç borçlanmaya giderek açıklarını kapatırken, iç borç faizleri de gerilemiş, para
517
Özatay, Fatih (1996), “Currency Crises in Turkey”, Yapı Kredi Bankası Economic Review, İstanbul, s. 22.
Keyder, Nur (2000), Para Teori Politika ve Uygulama, Ankara, s. 112.
519
Güloğlu, Bülent ve Ender Altunoğlu ( 2002 ), “Finansal Serbestleşme Politikaları ve Finansal Krizler: Latin
Amerika, Meksika, Asya ve Türkiye Krizleri’, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı:
27, Ekim, s. 127.
520
İnsel, Aysu ve diğerleri (2004), a.g.m., s.12.
521
Alp, Ali (2000), a.g.e., s. 234.
518
209
piyasaları yeniden işlemeye başlamış ve KİT zamlarıyla bu kuruluşların finansal yapılarında
düzelmeler sağlanmıştır522.
• 5 Nisan Karaları’nı izleyen günlerde döviz kurlarının istikrarının sağlanması
amacıyla özellikle kamu kağıtlarının faiz oranları % 200 ile % 400 arasında yükseltilmiştir.
Bankalar mevduat faizlerini hazine bono faizlerindeki bu artışa paralel olarak yükselttikleri
için rantiye kesiminin gelirleri artmıştır. Dolayısıyla faizlerin yükselmesi yatırımlar üzerinde
olumsuz etkiler doğururken, tasarrufları arttırıcı ve tüketimi kısıtlayıcı etkiler de
yaratmıştır523.
• 5 Nisan kararlarıyla vergilerden beklenen gelirler toplanamadığı gibi 1994 yılı için
ön görülen özelleştirme programı da gerçekleştirilememiştir. Yukarıda belirtildiği gibi
enflasyon % 100’leri aşarken işsizlik oranının % 7,7’den, % 8,4’e yükselmesi ekonomide
“stagflasyon” etkisi meydana getirmiştir524. Bununla bağlantılı olarak işsizlik ve enflasyon
artışlarının göstergesi olan “Hoşnutsuzluk Endeksi” 1994 yılında OECD ülkeleri arasında
%158 oranıyla rekor kırmıştır. Ülkemizde hoşnutsuzluk endeksi, 1990-1994 yılları arasında
sırasıyla % 57,2, % 66,5, % 69,4, % 67,5 ve % 158 olarak gerçekleşmiştir525.
• Enflasyonu düşürme hedefi gerçekleşmemiştir. Çünkü kamu kesimi borçlanma
gereği enflasyonu beslemeye devam ederken, döviz kurlarındaki hızlı yükseliş ithalat
dolayısıyla üretim maliyetlerini arttırmıştır. Ayrıca faizlerin yükselmesi de üretim
maliyetlerini olumsuz yönde etkilemiştir. İç talebin gerilemesiyle üretim düşmüş, düşen
ürerimle enflasyona karşı korunmak isteyen üretici, fiyatları ölçüsüz bir biçimde arttırmıştır.
Dış kredilerin kapalı olması nedeniyle iç borçlanmaya yüklenilmiştir. Dolayısıyla enflasyonla
birlikte iç borçlanma faizlerinin artışı, enflasyonu besleyen yeni bir faktör olmuştur526.
• 5 Nisan kararlarıyla “ilginç” bir döviz kuru politikası benimsenmiştir. Çünkü döviz
kuru ne sabit tutulmuş ne de başka bir para birimine eşitlenmiştir. Başlangıçta döviz kuru hızlı
bir biçimde devalüe edilmiş daha sonra ise kur artış hızının, enflasyon artış oranının altında
kalması hedeflenmiştir. Bu dönemdeki uygulama şu şekilde olmuştur; 1.5 DM + 1 ABD
dolarından oluşan kur sepeti belirlenmiş ve kur artışının aylık enflasyon oranının altında
kalması hedeflenmiştir527.
522
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e., s. 466.
Doğan, Çetin (2003), a.g.m., s. 568.
524
Şahin, Hüseyin (2002), a.g.e., s. 237.
525
Karluk, Rıdvan (2002), a.g.e., s. 468.
526
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e., s. 468.
527
Güloğlu, Bülent (2002), a.g.m., s. 129.
523
210
Karluk’a göre 5 Nisan kararlarının en önemli sonuçlarından biri Türkiye’nin yeniden
IMF’ye muhtaç duruma gelmesidir. Türkiye 1985 yılından sonra IMF’siz yaşarken, 1994
yılında yeniden IMF ile bir destekleme düzenlemesi yapmak zorunda kalmıştır528. Özetle
1994 Krizi Cumhuriyet Tarihinin en kötü krizlerinden birisi olarak tarihe geçmiştir. 5 Nisan
Kararlarını ise, amaçlanan hedeflere ulaşmasındaki kısmi başarısına rağmen, ekonomide
istikrarı sağlayamadığı ve yapısal değişiklikleri gerçekleştiremediği için, başarılı olarak
değerlendirmek olanaklı değildir529. Ayrıca pek çok ekonomist 5 Nisan İstikrar Programının
üç-dört ay önce uygulamaya konulması gerektiğini savunmuşlardır. Maalesef yerel seçimler
dolayısıyla hükümet istikrar paketini açıklamakta geç kalmış ve bunun sonucunda spekülatif
eğilimler arttığı için ekonomik dengeler fazlasıyla bozulmuştur530.
Türkiye, 1994 döviz krizi öncesinde yönlendirilen (yönetimli) dalgalanma (Managed
Float) politikası uygulaması sonucu, nominal döviz kuru reel döviz kurundan sapmıştır531.
1994 krizinin çıkış nedeni her ne kadar birinci nesil modellere benzerlik gösterse de, kur
sisteminin yönetimli dalgalanma olması, krizin herhangi bir modele dahil edilmesini
engellemektedir. Bilindiği gibi birinci nesil modeller sabit kur sisteminin geçerli olduğu
ekonomilerde görülmektedir. 1994 krizinin birinci nesil modellerle tek benzerliği bütçe
açığının Merkez Bankası tarafından finanse edilmesidir. Döviz krizlerinin en önemli
özelliğinin spekülatif saldırı sonucu sabit kur sisteminin çökmesi olması dolayısıyla 1994
krizi hiçbir döviz krizi modeliyle açıklanamamaktadır532. Çünkü, 1994 yılında Türkiye’de
yönetimli kur politikası uygulanmaktadır. 1994 Türkiye krizinin, 1994 yılında Meksika’da
yaşanan kriz ve daha sonra Asya’da yaşanan krizlerin nedenlerine bakıldığında benzer
belirtilerin ortaya çıktığı görülecektir. Bunlar, finansal sektörlerde yaşanan sorunlar, yabancı
sermaye kalemleri arasında kısa vadeli fonların ağırlıklı olması, aşırı değerlenmiş döviz kuru
sisteminin uygulanması, yurtiçi faiz oranlarıyla yurtdışı faiz oranları arasındaki farklılıktan
dolayı bankaların yurtdışından döviz cinsinden krediler alıp yurtiçinde yerli paraya çevirerek
borç vermeleri ve piyasalarla ilgili düzenleme ve gözetim yapan otoritelerin krizlerin
nedenlerinin çok önceden oluşmuş olmasına rağmen öngörülü politikalar üreterek krizlerin
bertaraf edilmesi ya da en azından etkilerinin minimize edilmesini sağlayamamaları
noktalarında toplanmaktadır533.
528
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e., s. 468
Toprak, Metin (1996), a.g.e., s. 191.
530
Şahin, Hüseyin (2002), a.g.e., s. 236.
531
Karabulut, Gökhan (2002), a.g.e., s. 123.
532
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 167.
533
Alp, Ali (2000), a.g.e., s. 237.
529
211
3.4.2.3. 2000 Krizi
2000 yılı Kasım ayında Türk bankacılık sektörünün sorunlarından kaynaklanan
ekonomik krize girmeden önce, 1995-2000 yılları arasındaki ekonomik gelişmeler Tablo 21
ve Tablo 22’ye göre, ana hatlarıyla açıklanması 2000 ve 2001 krizlerinin daha sağlıklı bir
değerlendirilmesinin yapılabilmesini sağlamaktadır. Kasım 2000 krizi ve hemen arkasından
gelen Şubat 2001 krizlerinin sağlıklı bir biçimde incelenebilmesi için 1994 krizi ile 2000 krizi
arasındaki süreç detaylı bir analize tabii tutulmaktadır. Bu krizlerin hem zaman olarak hem de
Kasım 2000 krizinin etkileri geçmeden, Şubat 2001 krizinin ortaya çıkması nedeniyle Kasım
2000 krizi başlığı altındaki incelemelerin Şubat 2001 krizinin gelişimini de göstermesi
açısından büyük önem taşımaktadır. Aşağıda öncelikle ekonomik yapı daha sonra ise kriz
göstergeleri ışığında 2000 Krizi incelenmektedir.
3.4.2.3.1. 1995-2001 Yılları Arası Ekonomik Yapı
Türkiye ekonomisi 1994 krizinden sonra hızlı bir gelişme trendine girmiştir. 1998’e
kadar her yıl ortalama % 7 ile % 8 gibi çok büyük bir hızla büyüyen ekonomiye rağmen,
sağlam ve istikrarlı bir ekonomik yapı oluşturulamamış ve enflasyon düşürülememiştir534.
Tablo 21’den görüleceği gibi enflasyon oranı 1998’e kadar % 80’lerin üzerinde iken,
1998’deki daralma ile paralel olarak enflasyon oranı % 69,7’ye inmiştir. Merkez Bankası, 5
Nisan kararlarının başarısızlığının ardından 6.9.1995 tarihinden itibaren bir dizi “para
operasyonunu” yürürlüğe koymak zorunda kalmıştır. Burada alınan kararlarla döviz fiyatları
baskı altına alınmış, faizler yükseltilmiş, tüketim kısılmış, ithalat frenlenmiş ve ihracat
özendirilmiştir. Enflasyonla mücadeleye yönelik istikrar politikalarında en önemli husus,
ekonomide para arzını kontrol altına alabilmektir. Bunun doğal sonucu olarak, yatırımlar
yavaşlamakta, üretim azalmakta, işsizlik artmakta, kısaca reel ekonomi daralmaktadır. Ancak
parasal istikrar olmadan reel ekonomide istikrar sağlanamadığı gibi reel ekonomi büyümeden
de kalkınma gerçekleştirilememektedir. Sözü edilen bu tedbirlerden dolayı talep daralırken
ortaya çıkan bu olumsuz duruma engel olmak için mutlaka ihracat arttırılmalıdır. Kısa sürede
ihracatı arttırmanın aracı ise devalüasyondur. Bu nedenle enflasyonu düşürmek amacıyla
istikrar programı uygulayan ülkeler, programı uygulamaya başlamadan önce büyük oranlı bir
devalüasyon yaparak programın başarı şansını arttırmak istemektedir. Çünkü program
534
Enflasyon, TÜFE’de 1995-1999 Yılları Arasında Sırasıyla; % 89.1, % 80.4, % 99.1, % 69.7 ve % 68.8
Olmuştur.
212
uygulanırken döviz çıpası sonucunda, enflasyon aşağıya çekilemediğinde, döviz kuruyla
enflasyon arasındaki makas açılmakta ve ulusal para değerlenmektedir535.
Tablo 21: 1995-2002 Yılları Arası Kriz Göstergesi Olarak Ekonomik Gelişmeler
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
Reel Büyüme %
8,0
7,1
8,3
3,9
-6,1
6,3
-9,4
7,8
Enflasyon (TÜFE) %
93,6
80,4
85,7
84,6
64,9
39,0
68,5
29,7
Enflasyon (TEFE) %
88,5
85,9
81,8
71,8
53,1
32,7
88,6
30,8
Dış Ticaret Açığı (Milyar $)
İhracatın İthalatı
Karşılama Oranı %
Cari Açık (Milyar $)
-13,2
-10,5
-15,3
-14,2
-10,4
-22,3
-4,4
-8,5
60,6
53,2
54,1
58,7
65,4
51,0
75,7
69,8
-2,3
-2,4
-2,6
1,9
-1,3
-9,8
3,3
-1,7
Cari Açık/ GSMH %
Cari İşlemler Açığı/ TCMB
Net Rezervler %
KKBG/GSMH %
-1,3
-1,3
-1,3
1,0
-0,7
-4,9
2,3
-1,0
-16
-13
-13
9
-5
-42
16
-6
5,0
8,6
7,7
9,4
15,5
11,8
16,4
12,8
İç Borçlar/ GSMH %
17,3
21,0
21,4
21,7
29,3
29,0
69,2
54,8
Dış Borçlar/ GSMH %
Kısa Vadeli Dış Borçlar/
Toplam Dış Borçlar %
TL’nin Aşırı Değerlenmesi
(1995=100) %
41,9
43,0
42,7
45,5
54,0
59,3
77,0
73,1
21,0
21,5
21,0
21,5
22,2
23,8
14,4
12,6
0
2.6
9.0
18.5
23.0
36.5
12.0
25.0
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 445-616 arasından
oluşturulmuştur; TCMB, Elektronik Veri Seti, http://tcmbf40.tcmb.gov.tr/cbt.html,
20.02.2005.
Türkiye 1995, 1996 ve 1997 yıllarında kısa dönemli sermaye girişlerine yüksek kazanç
sağlamaya devam etmiştir. 1995’de ekonomi yine ülke parasının yabancı paralar karşısında
değer kazanması, ticaret açığındaki hızlı bir artış ve dolarizasyon tehlikesi ile karşı karşıya
kalmıştır536. Spekülatif sermaye girişlerinin sınırlandırılamamasının ana nedeni, istikrar
paketinde uzun dönemli ve sürdürülebilir gelir önlemlerinin bulunmaması ve yüksek reel
faizlerdir. Bu dönemde yine kısa dönemli borçlar kısa dönemli sermaye girişleriyle ödenmek
zorunda kalmıştır. Türk parası ile yabancı paralar arasındaki yüksek ikame eğilimi, 1994 Kriz
yılında o zamana kadar ki en yüksek oranı olan % 47,7’ye ulaşmıştır.1995’de alınan
ekonomik önlemlerle dolarizasyonun azaldığı görülmektedir. Ancak bu trend 1996 yılından
başlayarak 2001 yılına kadar ortalama % 46 seviyesinde olmuştur. Bu dönemde kamu kesimi
borçlanma gereğine bakıldığında Türkiye ekonomisindeki en önemli sorunun kamu kesimi
olduğu görülecektir. 1995 yılında kamu kesimi borçlanma gereğinin GSMH’ya oranı % 5
iken bu oran artarak devam etmiş ve 1999 yılında % 15,5’e yükselmiştir.
535
536
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e. s. 469.
Dolarizasyon; TCMB veri setindeki parasal göstergeler başlığında ki DTH/M2Y oranıyla hesaplanmıştır.
213
Tablo 22: 1995-2002 Arası Sermaye Hareketleri Dengesi (Milyar $)
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
Sermaye Hareketleri
Dengesi (SHD)
4.5
5.4
6.9
-0.8
4.9
9.6
-14.6
7.0
Portföy Yatırımları
0.2
0.5
1.6
-6.7
3.4
1.0
-4.5
-0.6
Kısa Vadeli Sermaye
Hareketleri
3.6
2.6
-0.007
1.3
1.0
4.2
-11.3
-0.4
Doğrudan Yatırımlar
0.8
0.6
0.5
0.5
0.1
0.1
2.7
0.9
Uzun Vadeli Yatırımlar
-0.07
1.6
4.7
3.9
0.3
4.2
1.1
2.2
GSMH
171
184
194
205
187
201
144
182
SHD/GSMH %
2
3
3.5
-0.4
2.6
4.7
-10.1
3.8
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 447-448
arasından ve TCMB, Merkez Bankası Veri Seti, http://tcmbf40.tcmb.gov.tr/cbt.html,
20.02.2005. oluşturulmuştur.
Sermaye hareketleri dengesi Tablo 22’den incelendiğinde Türkiye’nin genel olarak
sermaye çekebilen bir ülke konumunda olduğu görülmektedir (sermaye hesabı dengesi, 1998
ve 2001yılında açık vermiştir). 1999 yılında ülkeye giriş yapan 4,9 milyar dolarlık net yabancı
sermaye yatırımının büyük bir bölümü portföy yatırımları olmak üzere kısa vadeli sermaye
hareketlerinden oluşmuştur. 2000 yılında net sermaye girişi 9,6 milyar dolar olarak
gerçekleşmiştir. Burada dikkati çeken husus bir önceki yıla göre portföy yatırımlarında ciddi
azalmalar olurken, kısa vadeli sermaye hareketlerinde artışlar olmasıdır. Yukarıda da
belirtildiği gibi ülkeye giren sermayenin önemli bir bölümünün kısa vadeli oluşu program için
en önemli risk olmuştur. Net sermaye girişinin çok küçük bir kısmı yabancıların TL cinsinden
verdikleri krediler ve yaptıkları plasman ve yatırımlardan oluştuğuna göre, kur riskinin hemen
hemen tamamını borçlanan taraf yüklenmiştir.
Büyüme oranlarının yüksek olarak gerçekleştiği yıllarda, ihracatın ithalatı karşılama
oranı 1995 yılında % 60,6 iken, 1996 ve 1997 yıllarında % 53,2 ve % 54,1’e gerilemiştir. Bu
oranlar 1996 ve 1997 yıllarında büyümenin itici gücünü ithalat artışı ve borçlanmanın
oluşturduğu Tablo 21’de açıkça görülmektedir. İç borçlanma/GSMH oranı % 20’lerin
üzerinde gerçekleşirken, 1999’da % 29,3 gibi çok yüksek bir oranda gerçekleşmesi kamu
açıklarının önemli bir bölümünün iç borçlanmayla finanse edildiğini göstermektedir. Dış
borçların/GSMH’ya oranları da % 40’ların üzerinde gerçekleşirken, 1999 yılında bu oran %54
214
olmuştur (Bkz Tablo21). Bu durum 1999 yılında aşırı dış borçlanmanın gerçekleştiğini ifade
etmektedir.
1997 yılı Temmuz’unda Tayland’da başlayan Asya Krizi kısa süre içerisinde bölge
ülkelerini etkisi altına almıştır. Asya Krizi Türkiye’de dış ticaret ve finansal sektörü olumsuz
yönde etkilemiştir. Yaşanan kriz sonrasında bölge ülkelerindeki devalüasyonlar Türkiye’nin
AB ve özellikle ABD’ye olan ihracatında (başta tekstil olmak üzere) önemli azalmalara yol
açmıştır. DİE verilerine göre, Türkiye’de ihracat artış oranı 1997 yılında % 13,1 iken 1998
yılında % 2,7’ye, 1999 yılında ise % -1,4’e gerilemiştir. Asya Krizi’nin bir diğer olumsuz
etkisi ise, Türkiye’nin dış borçlanma olanaklarını azaltması şeklinde olmuştur537.
Rusya Krizi’nin Türkiye Ekonomisi üzerinde hem reel, hem de finansal anlamda önemli
etkileri olmuştur. Rusya Krizi’nin Türkiye Ekonomisi üzerindeki öncelikli etkisi reel
piyasalarda görülmüş ve ihracattaki gerileme ile birlikte yaşanmıştır. Kriz sonrasında resmi
ihracatımız 2 milyar dolardan 1.3 milyar dolara gerilemiştir. Bavul ticareti yoluyla yapılan
ihracatımız ise, 1996’da 8.8 milyar dolardan 1998 Kasım ayı itibariyle 3.5 milyar dolara
inmiştir538.
Asya ve Rusya Krizleri Türkiye Ekonomisini büyük ölçüde etkilemiştir539. Bu krizlerin
ilk etkileri İMKB’de yaşanmış ve hisse senetlerinin piyasa değerlerinin GSYİH’ya oranı 1998
yılında bir önceki yıla oranla yarı yarıya düşmüştür540. 25 Ağustos 1998’de 3253 puan olan
İMKB endeksi o tarihe kadarki en büyük düşüşlerinden birisini yaşayarak 27 Ağustos
1998’de 2603 puana gerilemiştir. Hükümet İMKB’deki düşüşü önleyecek tedbirleri almıştır.
Gelişmelere zamanında müdahale edilerek bir taraftan döviz alımları için gerekli Türk Lirası
likiditeyi piyasaya verirken, diğer taraftan döviz satarak yabancı yatırımcıların döviz
alımlarını kurlarda anormal oynamalar yaratmayacak şekilde kolaylaştırmıştır. Ayrıca devlet
iç borçlanma senetlerinin faiz oranları düşürülerek borsa krizinin derinleşmesi önlenmiştir541.
Rusya krizi esnasında Türkiye’den 4 milyar dolar civarında sermaye çıkmıştır. Sermaye
çıkışına paralel olarak Merkez Bankası rezervleri Ağustos ayı başında 25.7 milyar dolar iken,
ayın sonunda 21.9 milyar dolara gerilemiştir542. Asya ve Rusya Krizleri’nin etkisiyle
Türkiye’de ihracat gelirlerinin düşmesi, iç talep üzerinde olumsuz etki yaratmış ve ekonomik
537
Başar, Mehmet ve Metin Coşkun (2001), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlere Yol Açan Faktörler”,
Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, Eskişehir, s. 143.
538
Akdiş, M. (2002), a.g.m., http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/Ekim2002/akdis.htm, 27.7.2004.
539
Özbilen, Şevki (1999), “Global ve Ulusal Ekonomilerde Reel Kriz Süreçlerinin Ortaya Çıkışı ve Gelişme
Süreçleri”, Yeni Türkiye, Yıl: 5, Sayı: 27, Mayıs-Haziran, s, 174.
540
Güloğlu, Bülent ve Ender Altunoğlu (2002), a.g.m., s. 131.
541
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e., s. 472.
542
TCMB Verileri.
215
büyümeyi yavaşlatan bir faktör olmuştur. 1997 yılında % 8,3 olan büyüme hızı, 1998 sonunda
% 3,9 olarak gerçekleşmiştir. Bu küçülme 1999 yılında da devam etmiş, 17 Ağustos
Depremi’nin de etkisiyle % 6,1 oranında negatif büyüme gerçekleşmiştir543. Özetlemek
gerekirse Asya ve Rusya Krizi’nin Türkiye’ye en önemli etkileri bu ülkelere yaptığımız
ihracatın azalması ve Asya ülkelerindeki büyük devalüasyon sonucu Türkiye’nin rekabet
gücünü kaybetmesidir.
Rusya’daki krizin derinleşmesi üzerine Türkiye’de yeni bir kriz önleme paketi
hazırlanmıştır. Pakette kısaca ihracatı arttırmak için Eximbank’a kaynak aktarılması ve
yatırımcıların Eximbank kredilerinden daha fazla yararlandırılması, tekstil sektörünü
rahatlatmak amacıyla tarım satış kooperatiflerinin elinde bulunan pamuk stokları 6 aya kadar
vade ve faizsiz olarak sanayicilere verilmesi kararlaştırılmıştır. Türkiye’ye dampingli ithalatın
önlenmesi kararları alınmıştır. Ayrıca 1998 yılında vergi reformu yapılmış ve mali milat
olarak adlandırılan kaynakların bankalarda 1 gün süreyle bloke edilmesi zorunluluğunu
getiren ve bunun yapılması durumunda geçmişe yönelik inceleme yapılmayacağını taahhüt
eden yasa kabul edilmiştir. Sonuçta 25 milyar dolara yakın para, sermaye artırımı ve yeni
şirket kurulması yoluyla 4 milyar dolarlık döviz bankalara yatırılarak kayıt altına alınmıştır544.
1994 krizinden sonra hükümet tarafından bazı önlemler alınmış, ancak bu önlemler kısa
vadede toparlanma sağlasa da, 1999 yılı sonuna kadar enflasyonun tek haneli rakamlara
düşürülmesi konusunda ciddi bir başarı sağlanamamıştır. Hükümetin 1994 krizinden 1999 yılı
sonuna kadarki süreçte izlediği politikalardan biri faizleri yüksek tutmak olmuştur. Böylece,
hem sermaye girişini hızlandırmak hem de sermaye kaçışını önlemek amaçlanmıştır. Ancak,
bu politika yurtiçi borçlanmada hızlı bir artışa neden olurken, 1990’ların sonlarına doğru
yıkıcı sonuçlar doğurmuştur.
Krizden sonra izlenen ikinci politika ise banka mevduatlarının tam sigorta kapsamına
alınması olmuştur. Ancak, bu uygulama bankacılık sektörünü ileri tarihte (2000 ve 2001
Krizleri) olumsuz etkilemiştir. Çünkü mevduat sigortasının olması, mevduat sahiplerini
yüksek faizli ama riski yüksek bankalara yönlendirebilmektedir. Piyasa disiplininin zayıf
olması ve bankaların da aşırı risk almaları, bankacılık sistemini sistematik risk faktörüne açık
bir duruma getirmiş, ahlaki riziko oluşumuna neden olmasının yanında kriz yaratıcı faktör
543
544
Yurdakul, Elif, M. ve Fuat Erdal (2003), a.g.e., s. 602.
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e., s. 473.
216
olması da tüm kesimleri olumsuz etkilemiştir545. Yukarıda sayılan düzenlemeler, Kasım 2000
ve Şubat 2001 krizlerinin oluşumunda da anahtar rol oynamıştır546.
1999 yılı Ocak ayında ABD’nin önde gelen kredi derecelendirme kuruluşlarından
Standard and Poors Türkiye’nin uzun vadede olumlu olan kredi notunu indirerek durağan hale
getirmiştir. Burada Türkiye ekonomisine ilişkin genel değerlendirmede öne çıkan
olumsuzluklar “parçalanmış ve şahsi politikaların egemenliğindeki siyaset sahnesi, vergi
gelirlerinin üçte ikisini götüren faiz yüküne de yansıyan finansal esneksizlik, devam eden
yüksek enflasyon beklentisi ve dış krizlerin etkilerine karşı korunaksızlık” olarak
belirlenmiştir547. 1998’de IMF ile imzalanan Yakın İzleme Anlaşmasının ardından Türkiye,
Aralık 1999’da IMF ile yeni bir stand-by antlaşması imzalamış ve 2000 yılında enflasyonla
mücadele programını yürürlüğe koymuştur.
Üç yıllık dönemi kapsayan enflasyonu düşürme programı, maliye, gelirler, kur ve para
politikalarının yanı sıra yapısal düzenlemeleri de kapsamaktadır. Açıklanan programda döviz
kuru politikası iki farklı dönemde iki farklı kur rejimi altında şekillendirilecektir. Döviz kuru
politikasının Ocak 2000-Haziran 2001 dönemini kapsayan 18 aylık sürede “enflasyon
hedefine yönelik kur sepeti”, takip eden dönemde ise “kademeli olarak genişleyen band”
çerçevesinde yönetileceği belirtilmiştir. Kur sepeti; 1 ABD Doları + 0.77 EURO olarak
tanımlanmıştır. Döviz kurları (döviz sepetinin TL değeri), bir yıllık süreyi kapsayacak şekilde,
günlük olarak açıklanacaktır. Her üç ayın sonunda gelecek 12 aylık dönemin sepet artış
oranları açıklanacaktır548. Programın ikinci 18 aylık döneminde ise “band” uygulamasına
geçilecektir.
Türkiye, 2000 yılında IMF ve Dünya Bankası’nın desteğini alarak üç haneli rakamlara
ulaşan enflasyonu düşürmek için bir dezenflasyon programını uygulamaya koymuştur. 1999
yılının Aralık ayında IMF’ye verilen niyet mektubunda enflasyonu düşürme programı üç
temel unsura dayandırılmıştır549;
• Faiz dışı bütçe dengesinin fazla vermesi,
• Döviz kuru ve para politikalarının yeniden belirlenmesi,
545
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 169.
Yılmaz, Kamil ve diğerleri (2002), Enflasyon ve Büyüme Dinamikleri, Gelişmekte Olan Ülke
Deneyimleri Işığında Türkiye Analizi, İstanbul, TÜSİAD Yayınları, Yayın No: 12/ 341, Aralık, s. 28.
547
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e., s. 473.
548
Yurdakul, Elif, M. ve Fuat Erdal ( 2003 ), a.g.e., s. 603.
549
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 43.
546
217
• Sosyal güvenlik, özelleştirme, vergi ve tarım konularında yapısal reformların
gerçekleştirilmesidir.
Böylelikle enflasyonun temel kaynağının kamu açıkları olduğu ve bunun da kamu
kesimi finansman yönetiminden kaynaklandığı kabul edilerek, bu açıkların kapatılması için
tedbir alınıyordu. Bu amaçla, bir yandan kamu harcamalarının kısılması, diğer yandan da
vergi gelirlerinin artırılması kararlaştırılmıştır. Bunlara ek olarak, IMF ve Dünya
Bankası’ndan sağlanacak uzun vadeli ve düşük maliyetli kredilerle, yüksek reel faizli ve kısa
vadeli iç borçlanmanın azaltılması hedeflenmiştir550. Bu doğrultuda faiz dışı bütçe fazlasının
7.5 milyar dolar fazla vermesi temel hedef olarak ortaya konulmuştur.
Enflasyonla mücadele programının ikinci önemli ayağını döviz kuru ve para
politikalarındaki değişiklikler oluşturuyordu. Döviz kurlarının nominal çıpa olarak
kullanılması kararlaştırılmış ve bu şekilde oluşturulan kur sepetinin (1 Dolar + 0.77 EURO)
2000 yılı sonuna kadar beklenen enflasyon oranında (% 20 TEFE’ye göre) artırılması
planlanmıştır. Ayrıca kurlardaki değişmenin çapraz kurlardaki hareketliliğe göre belirlenmesi
ve aylık olarak kurun sabit kalması planlanmış ve 2001 Haziranı’nda kademeli olarak kurun
dalgalanmaya bırakılması kararlaştırılmıştır551. Para politikası alanında ise Merkez
Bankası’nın Net İç Varlıklarına (NİV) sınırlama getirilmiştir. Net İç Varlıklar sınırı 1.2
katrilyon olarak belirlenmiş ve net iç varlıkların, döviz girişi oranında artırılması
kararlaştırılmıştır552. Böylece Merkez Bankası’nın para basımı sınırlandırılmış ve bankanın
para kurulu (currency board) gibi çalışması hedeflenmiştir553. Aslında para kurulu sisteminin
özünde, para politikasıyla ilgili işlemlerin para kurulu ve Merkez Bankası arasında
paylaştırılması vardır. Para arzının, para kurulunca ve diğer işlemlerinde Merkez Bankası
tarafından yapılması gerekirken Türkiye’de böyle bir ayırıma gidilmemiştir. Döviz girişine
bağlı olarak iç borçlanmanın azaltılması ve piyasaya TL sunulmasıyla likiditenin artırılmasına
ve faiz oranlarının düşürülmesine karar verilmiştir554.
Programın son ayağını yapısal reformlar ve özelleştirme programları oluşturmaktadır.
2000 yılında 5 milyar doları Telekom’dan olmak üzere 7.6 milyar dolar ve 2001 yılında 6
milyar dolarlık özelleştirme yapılması planlanmış, ancak siyasi ve uluslararası piyasalardan
beklenen talebin gelmemesi gibi nedenlerle büyük özelleştirmeler (THY; Türk Telekom, vb)
550
Güloğlu, Bülent ve Ender Altunoğlu (2002), a.g.e., s. 133.
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 44.
552
Güloğlu, Bülent ve Ender Altunoğlu (2002), a.g.e., s. 134.
553
Toprak, Metin (2001b), a.g.e., s. 181.
554
Çolak, Ö. Faruk (2001b), “ İstikrar Programı ve Kriz”, İşveren Dergisi, Sayı 39, s. 7.
551
218
yapılamamıştır555. Ayrıca tarım ve sosyal güvenlik alanlarında da gerekli reformlar
gerçekleştirilememiştir.
Yukarıda sayılan üç temel unsur üzerine dayalı program gerek toplumsal kesimler,
gerekse IMF başta olmak üzere uluslararası resmi ve özel kuruluşların desteğini almıştır.
Bununla beraber, özellikle Kasım 2000 öncesine gelindiğinde programın üzerine
dayandırıldığı saç ayaklarından döviz kuru dışındakilerde hedeflenen noktalara tam olarak
ulaşılamadığı görülmüş ve finansal piyasalar dengelerinden uzaklaşmıştır. Kasım 2000
krizinden önceki Türkiye ekonomisinin genel görünümüne baktığımızda aşağıdaki noktalar
karşımıza çıkmaktadır556;
İthalatın ağırlıklı olduğu talep canlılığı sayesinde ekonomik büyüme % 6,3 olarak
yüksek bir oranda gerçekleşmiştir. Talepteki canlanmaya rağmen enflasyon oranları
%40’ların altına çekilebilmiştir. Bütçe disiplini açısından önemli adımlar atılmış ve
hedeflenenin üzerinde faiz dışı fazla sağlanmıştır. Yapısal reformlar açısından istenen
düzeylerde olmamakla beraber bazı adımlar atılmıştır. Özelleştirme açısından istenilen
aşamaya gelinememiştir. Programın uygulanmasında karşılaşılan en önemli sorun cari açıkta
gerçekleşmiştir. Programda cari açığın GSMH’ye oranı % 1,5-2 öngörülmüş olmasına
rağmen, fiiliyatta bu oran % 4,9 olarak gerçekleşmiştir.
Döviz kuruna dayalı istikrar politikalarında başlangıçta ekonominin canlanacağı,
tüketimin artacağı, enflasyon oranının istenen hızda düşmeyeceği ve cari açığın ortaya
çıkacağı, yani “önce genişleme-sonra resesyon” çevriminin olacağı, programı yapanlar
tarafından beklense de, beklenmeyen iç ve dış etkenler hedeflerin aşılmasına yol
açabilmektedir. Ayrıca, bu sonuçlar dezenflasyon politikasında daralma bekleyen pek çok
kesimi de şaşırtmıştır. Bu sonucu hazırlayan nedenler aşağıdaki gibi özetlenebilir557.
Öncelikle, döviz kurlarındaki sabitleme sonucunda faiz oranlarının düşmesi tüketimi
tasarruflar aleyhine genişletmiştir. İkinci olarak, faiz oranlarındaki düşmeyle birlikte artan
nakit talebi, halkın yabancı varlıklarını bozdurup yerli paraya geçmesine, Merkez Bankasının
da para arzını artırmasına yol açmış; bankaların da kredilerini (daha az riskli olduğu için
özellikle tüketim kredilerini) genişletmesine neden olmuştur. Üçüncü olarak, faiz oranlarında
düşüş halkın ve bankaların ellerindeki menkul değerlerin (kamu kağıtlarının) sermaye
kazançlarını arttırmış ve gelecekte ki vergi yükümlülüklerinin bu kazançları dengelemeyeceği
555
Güloğlu, Bülent ve Ender Altunoğlu (2002), a.g.e., s. 134.
Alp, Ali (2001), “Bankacılık Krizleri ve Krize Karşı Politika Önerileri”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı:
41, Eylül-Ekim, s. 680.
557
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 45.
556
219
düşünüldüğünden, bu servet etkisi de talebi canlandırmıştır. Dördüncü olarak programa
duyulan güvenin tam olmaması ve uygun koşulların gelecekte ortadan kalkabileceği olasılığı
da bugünkü tüketimin canlanmasına etki etmiştir. Bu talep ve harcama artışı bir yandan
ekonomiyi canlandırıp büyümeyi arttırırken, diğer yandan istenen hızda düşmeyen bir
enflasyon yaratarak anti-enflasyonist bir politika için dezavantaj oluşturmuştur. Enflasyondaki
düşmeyi sınırlayan bir diğer faktörde, dış ticarete konu olmayan mal ve hizmetlerde enflasyon
bekleyişlerinin geriye dönük olması ve uzun dönemli sözleşmelere bağlı olması nedeniyle bu
sektörlerde enflasyon ataletinin sürmesinden kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak, % 25 olması hedeflenen 2000 yılı sonu enflasyon oranı % 39 olarak
gerçekleşmiştir. Programın başlangıçta çok eleştirilen ve gerçekleşmesi mümkün görülmeyen
% 5-5,5’luk büyüme hedefi de fazlasıyla aşılmıştır. Gerçekleşen büyüme % 6,3 olmuştur.
İstenen hızda düşmeyen ve süren enflasyonla sabit döviz kurunun birleşmesi sonucunda yerli
para aşırı değer kazanmış, cari işlemler açığı artmış, bunun da daha sonraki dönemde talebi
azaltıcı, resesyona yol açıcı bir etki yaratacağı beklenir olmuştur. 2000 yılı sonu itibariyle cari
açık/ GSMH’ye oranı, % 1,8 olarak hedeflenmişken gerçekleşme ise 9.8 milyar dolar ile %
4,9 oranında olmuştur. Bu oranların % 4’ü geçmesi halinde kriz sinyali olduğu bilinmektedir.
Dış ticaret açığı ve cari açıkta bu beklenenden çok yüksek gerçekleşmenin (dış ticaret açığı
10.4 milyar dolardan 22.3 milyar dolara; cari açık ise 1.3 milyar dolardan 9.8 milyar dolara
yükselmiştir) altında TL’nin aşırı değerlenmesinin yanı sıra, başlıca iki neden vardır558.
Bu nedenlerden birincisi, 2000 yılı boyunca dünya petrol fiyatlarının, bir yıl öncekine
göre, yaklaşık ikiye katlanması sonucu, Türkiye’nin ithalatında petrol, doğalgaz ve diğer
petrol ürünleri için beklenmeyen 5 milyar dolarlık bir ek yük oluşmasıdır. İkincisi ise 2000
yılı boyunca Euro/Dolar paritesinin dolar lehine gelişmesi ve özellikle Alman Markı gibi
birçok AB parasının TL cinsinden ilk on aylık dönemde yerinde saymasıdır. Bu durumda dış
ticaret açığı ve cari işlemler dengesi açıkları Türkiye’nin kontrolü dışındaki ekonomik
nedenlerden kaynaklanmaktadır.
Tablo 21’de görüleceği gibi, 1997 yılında büyüme hızı % 8,3 iken dış ticaret açığı 15.3
milyar dolar, 1999 yılında ise Türkiye ekonomisi % 6,1 oranında küçüldüğü için dış ticaret
açığı da 10.4 milyar dolara düşmüştür. 2000 yılında da büyüme hızı % 6,3’e çıktığı için dış
ticaret açığı 22.3 milyar dolara yükselmiştir. Aynı şekilde büyüme ile cari açık arasında da
aynı yönlü ilişkiyi görmek mümkündür.
558
Çarıkçı, Emin (2001), “2000-2001 Yılı Ekonomik Krizlerinin Sebepleri ve Sonuçları”, Yeni Türkiye
Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, s. 477.
220
Türk Lirasındaki değerlenme ve bunun sürdürülmesinin uzun vadeli olarak olanaksız
gözükmesi bankaları ve Türkiye’de yatırım yapan yabancı yatırımcıları pozisyon kapatmaya
yöneltmiştir. Yerli ve yabancı yatırımcıların dolar satın alma isteğinden dolayı piyasada bir
likidite sıkışması yaşanması Kasım ayında “Likidite Krizine” neden olmuştur. 2000 yılı Ekim
ayı ortalarında başlayan TCMB döviz rezervlerindeki erime Kasım ayında hızlanarak artmış
ve Aralık ayı başlarına gelindiğinde yaklaşık olarak 7 milyar dolara ulaşmıştır559.
Kasım ayının son 10 gününde ortaya çıkan “Likidite Krizi”nin; Türkiye’deki birkaç
büyük bankanın bazı küçük bankaları köşeye sıkıştırması, Telekom ve Türk Hava Yolları’nın
özelleştirilmesinde gecikmeler sonucu, yabancılar tarafından “istikrar programı” hedeflerinin
zamanında gerçekleştirilemeyeceği konusunda bir güven bunalımının yaratılması ve bu
sebeple bir Alman bankasıyla bir ABD bankasının bir gecede 7 milyar doları aşan bir meblağı
geri çekmelerinden kaynaklandığı ileri sürülmüştür560. Diğer yandan, özelleştirme
programında 7.6 milyar dolarlık hedefin 5.6 milyar dolarda kalması ve bu konuda yapılan
ihmal ve gecikmeler sonucu, IMF’nin Türkiye’ye taahhüt ettiği kredi dilimlerini zamanında
ödememiş olması “Likidite Krizi”nin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Bu kriz sonucu
içi boşaltılan ve Fon yönetimine alınan 11 Holding Bankasının Türk Hazinesi’ne getirmiş
olduğu yükün 10 milyar doları aşması da bu krizi derinleştirmiştir. Şubat 2001’de yayınlanan
OECD’nin Türkiye raporuna göre Kasım 2000 krizine yol açan başlıca faktörler şunlardır561:
• Ziraat Bankası ve Halk Bankası’nın yılların birikimi olan görev zararları, (1999
yılından 2000 yılına kadar) 19 milyar dolardan 21 milyar dolara çıkarken, kamu bankalarının
görev zararı/GSYİH oranıda % 8’den % 11,4’e yükselmiştir. Ayrıca, kamu kesimi borç
stoku/GSYİH oranı % 45’den % 62’ye yükselirken, kamu bankalarının açık pozisyonları da
(döviz gelir-gider farkı) 18 milyar dolara ulaşarak, döviz açık pozisyonları 20 milyar doları
aşmıştır.
• Niyet Mektubu ile taahhüt edilen özelleştirmeler zamanında gerçekleştirilemediği
için, 780 milyon dolarlık Dünya Bankası kredisi askıya alınmıştır. Ancak, 2000 yılında
gerçekleştirilmiş olan 5.6 milyar dolarlık özelleştirme geliri, hedefin 2 milyar dolar altında
kalmasına rağmen, son 15 yılda elde edilmiş özelleştirme gelirlerine eşdeğer olmuştur.
• 1999 yılında ortaya çıkan iki büyük depremin devlete maliyeti 12 milyar dolarlık bir
yük getirmiştir. Bu iki deprem için devlet bütçesinden harcanan miktarlar ise 1999’da 1.8
559
Alp, Ali (2001), a.g.e., s. 681.
Çarıkçı, Emin (2001), a.g.e., s. 475.
561
Çarıkçı, Emin (2001), a.g.e., s. 476.
560
221
milyar dolar, 2000 yılında 4.3 milyar olup toplam 6.1 milyar dolardır. Ayrıca Türkiye bu iki
deprem için 3.8 milyar dolarlık dış kredi taahhüdü almıştır.
• 2000 yılı boyunca TL’nin % 36,5 dolayında aşırı değerlenmesi, petrol fiyatlarındaki
aşırı artış ve Euro’nun değer kaybetmesi Türkiye’nin ödemeler bilançosunu olumsuz olarak
etkilemiştir.
• Ocak-Ağustos dönemi faiz oranlarının hızla aşağı düşmesi sonucu, küçük ve orta
büyüklükteki bankaların hazine kâğıtlarını zararına satmaları, bu bankaların karlılığını
azaltarak, Kasım başından itibaren likidite krizi ile karşılaşmaları ve bu küçük bankaların
işlemlerinin büyük bankalar tarafından devre dışı bırakılması likidite krizinin patlak vermesini
hızlandırmıştır. Burada krizi tetikleyen en önemli unsur, yurtiçinden iki büyük bankanın
Demirbank’ın kredilerini kesmeleri ve elindeki devlet kâğıtlarını garanti olarak kabul
etmemeleri bankayı ödeme güçlüne düşürmüştür. Demirbank, ödemelerini gecelik faizle
borçlanarak finanse etmeye başlayınca piyasa faizleri yükselmiş, bu şekilde ödeme güçlüğüne
düşen bankanın elindeki devlet kâğıtlarını düşük fiyattan satmasının kamu tahvil satış
paniğini başlatması sonucunda Demirbank’ın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (TMSF)
devredilmek durumunda kalınmıştır562. Buna rağmen, hükümetimizin o dönemdeki kararlı
tutumu ve IMF’nin 7.5 milyar doları rezerv desteği olmak üzere, toplamda 10.4 milyar doları
Türkiye’ye tahsis etmesi sonucu “Likidite Krizi”nin olumsuz etkileri kısa sürede ortadan
kaldırılmıştır.
2000 yılı enflasyonu düşürme programı uygulanmaya başlamadan önce beş banka
TMSF’ye devredilmesine rağmen, bu önlem bankacılık sistemini güçlendirmek için yeterli
olmamıştır. Programla birlikte bankacılık sistemiyle ilgili olarak alınan diğer bir önlem,
programın uygulanması aşamasında meydana gelebilecek likidite ihtiyacının karşılanabilmesi
için bankaların zorunlu karşılık oranları % 8 den % 6 ya düşürülmüştür. Böylece bankalarda
likidite sıkışıklığının engellenmesi hedeflenmiştir. Ancak bu önlemler, Kasım ayında bir
bankada başlayan ve finansal sistemde de sıkıntı yaratan likidite sıkışıklığının giderilmesi için
yeterli olmamıştır563.
2000 yılı programı dış şokların olmadığı varsayımı altında iki tür risk taşımaktadır.
Birinci risk, diğer ülke programlarında da karşılaşılan reform yorgunluğu ve finansal
reformların gerçekleştirilmesi için gerekli olan performans kriterlerinin yerine getirilmemesi
olurken, ikinci olarak ani bir para çıkışı sonucu piyasada oluşacak likidite ihtiyacının Merkez
562
563
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 48.
Karabulut, Gökhan ( 2002 ), a.g.e., s. 133.
222
Bankasının para ve kur programı gereği müdahale edememesi nedeniyle bankaların gecelik
piyasalarda fonlama yapma imkânının daralması ve böylece bankaların kırılganlığının artması
olmuştur. Programın uygulanması aşamasında her iki riskle de karşı karşıya kalınmıştır564.
Buraya kadar kriz öncesi ekonomik durum özetlenmeye çalışılmıştır. Aşağıda Kasım 2000
Krizi, kriz göstergeleri ışığında Tablo 21, 22 ve 23’e göre incelenmektedir.
3.4.2.3.2. Kriz Göstergeleri Işığında 2000 Krizi
Yaşanan iki büyük deprem ve Rusya krizinin etkisiyle 1999 yılını % 6,1 küçülen bir
ekonomiyle kapatan Türkiye, bilindiği gibi, 2000 yılına IMF ile yapılan 17. Stand-By
anlaşmasıyla girmiştir. Program, yurtiçi ve yurtdışı siyasi ve toplumsal bir destekle
uygulanmaya başlanmıştır. 2000 yılının ilk yarısı, ekonomik büyümenin yaşandığı, enflasyon
ve faizlerin düştüğü bir ortamda sakin geçmiştir. Yılın ikinci yarısında ise, programa olan
siyasi desteğin kaybolmaya başlaması ve yasal düzenlemelerin gecikmesi huzursuzluk
yaratmıştır.
2000 yılında GSMH’nın % 6,3 oranında büyümesinde döviz kurunun eksik belirlenmesi
ara malların ithalatını ucuzlatmış ve sanayi sektörünün ara malları talebini artırmıştır. Sonuçta
tüketim ve ithalatta yaşanan artışlar büyüme hızını programda öngörülenin üzerine çıkarmıştır
(% 5-5,5 yerine % 6,3). Enflasyon oranının tahmin edilenden yüksek çıkması (% 25 yerine,
%39 olarak gerçekleşmiştir) nedeniyle aşırı değerlenen TL, (çünkü kur % 20 oranında
artarken enflasyonun % 39 olması TL’yi aşırı değerlendirmiştir)
ithalatı cazip kılarak
ihracatta rekabet gücünün azalmasına yol açmıştır. Düşük faizli tüketim kredilerinin artması
ve TL’nin aşırı değerlenmesiyle birlikte 2000 yılında ithal otomobil satışları % 112, tüketim
malı ithalatı % 31,7, yatırım malı ithalatı ise % 29,2 oranlarında artmıştır565.
İthalatın eksik belirlenen döviz kuru nedeniyle artması ve Euro’nun dolar karşısında
değer kaybetmesi Türkiye’nin rekabet gücünü azaltarak dış ticaret ve cari işlemler dengesinin
hızla bozulmasına neden olmuştur. Dış ticaret açığı 22.3 milyar dolar ile Türkiye tarihinde
rekor kırmıştır. 1999 yılında 1 milyar 364 milyon dolar olan cari işlemler açığı 2000 yılında
9.8 milyar dolara yükselmiştir ve 2000 yılının sonunda GSMH’nın % 4,9’u olmuştur. Daha
öncede belirtildiği gibi bu oranın % 4’ün üzerine çıkması Türkiye için ciddi bir kriz
göstergesidir. Aynı zamanda cari işlemler açığı/rezervler dengesi % 5’den % 42’lere
yükselmiştir ki, bu oran 2000 yılına kadarki en yüksek rakamdır. Bu oranın yüksekliği
564
565
Kansu Aydan (2004), a.g.e., s. 178.
Güloğlu, Bülent (2001), a.g.m., s. 525.
223
finansal kırılganlık göstergesi olarak Türkiye ekonomisinin güven kaybetmesinde önemli bir
rol oynamıştır.
Döviz kuruna dayalı istikrar programı uygulayan ülkelerde cari işlemler dengesi genelde
olumsuz yönde etkilenmektedir. Ancak Türkiye’de cari işlemler açığındaki artış beklenenin
çok üzerinde gerçekleşmiştir. Zamanın IMF başkan yardımcısı Stanley Fischer, Türkiye’nin
Kasım 2000 krizini bankacılık kesimi ve carı işlemler açığına bağlamıştır. Ayrıca Fischer,
krizde döviz çıpasından çok, cari açığın belirleyici olduğunu savunmuş, 1994’ten sonra tüm
finansal krizlerin döviz kurunu çıpa olarak kullanan ülkelerde yaşandığını; döviz çıpasını
kullanmayan ve dalgalı kuru benimseyen ülkelerin krizden kurtulduğunu belirtmiştir566.
Ongun’a göre, Dornbusch ve Amedeo gibi iktisatçılar da döviz kuru çıpasının krizle
sonuçlanacağını savunmaktadırlar. Amedeo bu konuda şunları söylemektedir567; “Döviz
kuruna bağlı istikrar planlarından kaynaklanan çevrim bir tüketim patlaması ile başlar, bunu
ticaret ve cari işlemlerdeki açıklar ve daha sonrada ekonomik daralma izlemektedir.
Ekonomik daralmanın boyutu dış açığın hacmiyle orantılıdır”. Türkiye’de 2000 yılında
yaşananlar tamamıyla bu saptamalara uymaktadır.
2000 yılı sonunda enflasyon TEFE’de % 20,4 puan azalarak % 32,7; TÜFE’de ise,
%25,9 azalarak % 39 olarak gerçekleşmiştir. Enflasyonun istenen oranda düşmemesinde
(TÜFE’de hedef % 25 idi) dünya petrol fiyatlarındaki aşırı artışlar ve ithalat artışına dayanan
büyümenin etkili olduğu daha önce belirtilmiştir. Türkiye’de enflasyonun düşürülememesinin
nedenleri şunlardır568;
• Türkiye’de, konsolide bütçe açığını kapatmak ile enflasyon oranını düşürmek
arasında kısmi bir uyuşmazlık söz konusu olmuştur. Çünkü KİT açıklarını azaltmak için KİT
mamullerine zam yapmak gerekmiştir.
• Program uygulamaya konmadan evvel yapılmış toplu sözleşmelerle reel ücretlerdeki
artış ve TÜFE’nin bazı alt kalemleri, özellikle kiralar, 2000 yılı boyunca hedeflenen enflasyon
oranının çok üzerinde artış göstermiştir.
Kamu kesimi borçlanma gereği/GSMH oranına bakıldığında 1999 yılına göre % 4’lük
bir azalma olduğu görülmektedir. Kamu kesimi borç stokunda önemli bir değişme olmamakla
birlikte, iki yıl arasında önemli bir iyileşme göze çarpmaktadır. Para ikamesi (dolarizasyon)
566
Toprak, Metin (2001b), a.g.e., s. 186.
Ongun, M. Tuba (2002), “Türkiye’de Cari Açıklar ve Ekonomik Krizler”, Kriz ve IMF Politikaları, Ed:
Ö.Faruk, Çolak, Ankara, s. 69.
568
Akyüz, Yılmaz ve Korkut Boratav (2002), “ Türkiye’de Finansal Krizin Oluşumu”, İktisat İşletme ve
Finans Dergisi, Yıl: 17, Sayı: 197, Ağustos, s. 27.
567
224
göstergesine bakıldığında ise, 2000 yılında % 47,5 olan oran 2001 yılında % 52,9’a
yükselmiştir. Bu oran, Türk Lirasından kaçışın devam ettiğini göstermektedir.
Tablo 23: Parasal Büyüklükler
M1/GSMH
M2/GSMH
M2Y/GSMH
1995
4.94
16.00
29.8
1996
5.99
19.53
34.6
1997
5.38
19.25
37.1
1998
4.79
21.34
37.7
1999
5.98
28.62
51.2
2000
6.01
25.41
43.2
2001
6.44
26.77
58.8
2002
5.80
22.64
49.1
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 519’dan
oluşturulmuştur.
Program süresince sermaye hareketleri incelendiğinde, başlangıçta döviz kurunun
yarattığı belirsizliğin ortadan kalkmasıyla birlikte ilk aylarda sermaye girişindeki artış
beklenenden hızlı olmuş ve bu artış faiz oranlarında düşüş yaratmıştır. Ancak, giren sermaye
kriz riskini arttıran kısa vadeli sermaye olduğundan programın sermaye girişiyle büyümeyi
arttırma amacı gerçekleşmemiştir. İç ve dış piyasalarda başlayan tedirginlik ve programın
gereği olarak uygulanan para ve kur politikası Merkez Bankasının likidite yaratmasını dış
sermayeye bağlaması azalan sermaye girişiyle birlikte para piyasasındaki faiz oranlarını
yükseltmiştir. Bankaların bilânçolarındaki vade uyumsuzluğu ve faiz oranlarının yarattığı
olumsuz etkiyle birlikte bankaların finansal yapıları bozulmuştur. Bankacılık sisteminde
başlayan güvensizlikle birlikte finansal sistemdeki likidite ihtiyacı krize dönüşmüştür. Merkez
Bankası piyasaya fon aktarmak zorunda kalmış ve programda belirtilen hedeften sapmıştır569.
Günal, ödeme güçlüğüne düşen banka veya bankalara direkt likidite desteği yapılsaydı
bu kriz çıkmayabilirdi görüşünü dile getirmektedir. TCMB doğrudan ilgili bankaya kredi
vermemiş, bunun yerine piyasaya likidite sunulmuş, bu likidite de bankalarca açık pozisyon
kapamak amacıyla döviz alımında kullanılmıştır. TCMB bu işlemler sonucunda birkaç gün
içinde yaklaşık 6 milyar dolarlık döviz satmış, krizi de önleyememiştir. Hâlbuki likidite
sorunu yaşayan bankaya doğrudan kredi verilseydi, hem NİV hedefi aşılmayacak hem de
krizin çıkması önlenebilecektir570. Yaşanan krizde Eylül ayında faaliyete geçen BDDK’nın
569
570
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 193.
Günal, Mehmet (2001a), a.g.m., s. 1035.
225
bankaları denetleme ve düzenleme dozunu ayarlayamayıp, polisiye tedbirlere başvurmasının
ve ayrıca bankaları yılsonuna kadar açık pozisyonlarını kapatmaya zorlamasının da payı
olduğu göz ardı edilmemelidir571.
Kasım 2000 Krizinin oluşumunda Türk bankacılık sisteminin sorunları önemli bir paya
sahip olduğundan burada kısaca Türk bankacılık sisteminin sorunlarına değinilecektir.
Öncelikle bankacılık sistemindeki sağlıksız yapılanmaya örnek vermek gerekirse 1998-2000
yılları arasında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen bankaların birçoğu büyük
grupların elindedir. Örnek olarak; (Yaşarbank-Yaşar Grubu, Demirbank, Ulusal BankCıngıllıoğlu Grubu, EGS Bank-EGS Holding, Bank Kapital-Ceylan Grubu, SümerbankGaripoğlu Grubu vb).
Tasarruf mevduatına verilen garantiler yüzünden holding bankalarının birçoğu halktan
topladıkları mevduatın büyük bölümünü kendi bünyelerindeki şirketlere usulsüzce aktarmışlar
ve batık kredi olarak göstermişlerdir. Ayrıca, döviz kurunun çıpaya bağlanması ve ulusal ve
uluslararası faiz oranlarındaki farklılıklar nedeniyle, tıpkı Asya bankaları gibi Türk bankaları
da döviz kurunda olabilecek değişimlere karşı koruma almadan (hedging yapmadan)
uluslararası piyasalardan düşük maliyetle aldıkları borçları Türkiye’de TL cinsinden yüksek
faiz oranlarından kredi olarak vermişlerdir. Asya ülkelerindeki bankalardan farklı olarak Türk
bankaları yurtdışından elde ettikleri kredileri özellikle kamu kesimine borç olarak
verilmiştir572.
Türkiye’de finansal sektörün % 80’ini oluşturan Bankacılık kesiminin zaten var olan
yapısal sorunlarına dezenflasyon politikasına uyumlaşma sürecinde ek sorunlar/riskler
eklenmiştir. Yüksek enflasyon ve kamu borçlanma gereğinin bir sonucu olarak bankaların
kamu kesimini finanse eder hale gelmesi, finansal liberalizasyon sürecinin bankaların
dışarıdan borçlanmasına ivme kazandırması, kamu bankalarının finansal sistem içindeki
payının yüksekliği, bankaların zayıf ve ihtiyatsız bir denetim ve düzenlemeye tabi
olmasıdır573.
Krizden sonra çokça sözü edilen kamu bankalarının “görev zararları”nın bir nedeni, bu
bankaların bazı kesimlere düşük faizli ve uzun vadeli kredi vermesi, diğer nedeni ise,
571
Hükümet Mart 2000’de Yayınladığı Kararname ile “Bankaların Açık-Pozisyonlarını Sermaye Tabanlarının %
20’si İle Sınırlamıştır”, Geniş Bilgi İçin bkz. Çakman, Kemal ve Umut Çakmak (2001), “Krizin Oluşumu
Üzerine Yorumlar ve Prognoz”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, Yıl: 16, Sayı: 185, s. 50.
572
Güloğlu, Bülent (2001), “İstikrar Programından İstikrarsızlığa: Kasım 2000 ve Şubat 2001Krizleri”, Yeni
Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, s. 526.
573
Yay, Gülsüm (2001), a.g.m., s. 1244.
226
hazinenin “nakit karşılığı olmayan” adı altında, bu bankalara piyasadaki faizin çok altında ve
geçerli vadenin çok üstünde kamu kâğıdı satmasıdır. Bu uygulama sayesinde, kamu borcu ve
bütçe açığı kâğıt üstünde gerçekte olduğundan çok daha küçük gösterilmiştir574.
Haziran 2000’de bankacılık sektörünün açık pozisyon miktarı 19 milyar dolar olarak
hesaplanmıştır. Bu, 12 milyar dolar civarında sermaye tabanı olan bankacılık sisteminin
sermayesinin yaklaşık % 160 oranında açık pozisyonda olduğu görülmektedir575. Çok yüksek
olan bu oran Haziran 2000’den sonra % 20’lere düşürülmeye çalışılmıştır.
2000 yılı programı çerçevesinde Bankacılık reformuyla ilgili olarak oluşturulması
gereken BDDK, oldukça gecikmeli olarak faaliyete geçebilmiştir. Daha önce de belirtildiği
gibi denetimlerin uygulanış biçimi, bankacılık sektörü üzerinde olumsuzlukları ve paniği
artırmıştır. Ayrıca, sektörde özel büyük banka sayısı 5 adet değil de 15 adet olsaydı, belki
daha etkin rekabet ortamı doğabilir ve bankacılık sektörü bugün olduğundan daha güçlü ve
etkin olabilirdi. Ayrıca, bankaların risk üstlenmesini adeta teşvik eden politikalar da olmuştur.
Bunlardan en önemlisi sabit kura dayalı programın varlığıdır. Sabit kur sistemi, döviz kuru
riskini azaltarak dövizle borçlanmayı teşvik etmiştir. Mevduat sigortasının sürdürülmesi de
bir ahlaki risk unsurudur. Kamu finansmanının borçla sürdürülmesine ve faiz oranlarının
düşeceğine olan beklentiye dayanarak, bazı bankaların yanlış portföy seçimleri de önemli bir
risk faktörü oluşturmuştur. Sonuçta, bankacılık kesimi sorunları, programın altını oyarken,
program da bankacılık kesimini daha kırılgan hale getirmiştir576. Asıl unutulmaması gereken
ise, finansal kesimin yapısal sorunlarının Türkiye ekonomisinin temel sorunlardan biri
olduğudur577. Kasım 2000 Kriziyle ilgili söylenecek son söz bu krizin hiçbir kriz modeliyle
açıklanamamasıdır. Çünkü, Kasım 2000 Krizi sabit kur sisteminin çökmesine yol
açmadığından döviz krizi modellerinden hiç birisiyle açıklanamamaktadır578.
3.4.2.4. 2001 Krizi
Kasım 2000’de piyasada baş gösteren likidite krizi, IMF’den sağlanan ek rezerv
kolaylığı ve kısa vadeli sermaye girişleriyle birlikte programı güçlendirici ek önlemlerle
durdurulmuştur. Böylece faiz oranlarında az da olsa düşüş sağlanmış ve finansal piyasalardaki
tedirginlik kısmen de olsa azaltılmıştır. Ancak, Kasım 2000 Krizi, Şubat 2001 Krizi ile iç içe
geçmiş bir görüntü vermektedir. Diğer bir ifadeyle, Şubat Krizi Kasım Krizinin devamı
574
Çakman, Kemal ve Umut Çakmak (2001), a.g.m., s. 50.
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e.,s 53.
576
Yay, Gülsüm (2001), a.g.m., s. 1246.
577
Yay, Turan ve diğerleri (2001), a.g.e., s. 48.
578
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 207.
575
227
niteliğindedir. Çünkü, iki kriz arasındaki sürenin çok kısa olması ve Kasım Krizinin etkileri
geçmeden Şubat 2001 Krizinin yaşanması krizlerin arasındaki etkileşimi güçlendirmiştir.
2001 yılının başında, ekonomide sakin bir görünüm vardır ve yurtdışına çıkan sermaye,
tekrar dönmeye başlamış, “yol kazası” olarak adlandırılan Kasım 2000 Krizi’nin yaraları
sarılmaya başlanmıştır. İstatistiklere yansıyan kamu maliyesi hesaplarındaki iyileşme sürmüş,
kamu açığının kapatılması umutlarını arttırmıştır. Ancak fondaki 11 bankanın ayakta kalmak
için yeni kaynaklara ihtiyaç duyması ve kamu bankalarının finansal durumu, finansal sistemin
zayıflamasını sürdürmüştür. Özelleştirme çalışmaları yavaşlamış, reform heyecanı sönmüş ve
2000 yılındaki net sermaye çıkışı esasında çözümlenebilir bir nitelik taşıyan cari işlemler
açığı da bir tehdit haline gelmiştir579.
Türkiye Aralık ayının sonlarına ve Ocak 2001’in başlarına doğru kriz ortamından
çıkmaya başlamıştır. 5 Ocak’ta Merkez Bankası döviz rezervleri yeniden 25 milyar doların
üzerine çıkmış ve Şubat krizine kadar bu seviyenin altına inmemiştir. 2000 Aralık sonunda
ortalama % 199 olan İnterbank gecelik faiz oranları, Ocak ayında % 42’ye düşmüştür İMKB
100 endeksi de 4 Ocak’ta 10198 puana yükselmiştir580. Ancak 19 Şubat 2001’de
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın MGK toplantısında sürtüşmesinin dışarı yansımasıyla
Türkiye ekonomisinin hastalığı gün yüzüne çıkarak, bu sefer Kasım 2000 Likidite Krizine
ilaveten Şubat 2001’de Kamu Bankalarının “Döviz Krizi” ortaya çıkmıştır581. Kasım Krizi
nedeniyle zaten hassas olan piyasalar altüst olmuş ve döviz krizi başlamıştır. Şubat 2001
Krizi, ekonomik istikrarın yanında siyasal istikrar ve güven unsurunun da önemli olduğunu
vurgulamaktadır. Kasım Krizinde TL pozisyonlarını koruyan Türkiye Cumhuriyeti
Vatandaşlarının da Şubat’ta dövize hücum etmeleri sonucu döviz kuru üzerindeki baskı
artmıştır582. Merkez Bankası krizi izleyen iki gün boyunca rezervlerini eritmek pahasına
piyasaya müdahale etmiş, ancak 22 Şubat 2001 tarihinde, döviz kuru çıpasının yürürlükten
kaldırılıp dalgalı kura geçildiğini ilan etmek zorunda kalmıştır.
16 Şubat’ta 27 milyar 943 milyon dolar olan döviz rezervleri, 19 Şubat 2001 itibariyle
22 milyar 581 milyon dolara inmiştir. Merkez Bankası böylece bir gün içinde (17 ve 18
Şubat’ın hafta sonu tatili olması dikkate alındığında) 5 milyar doların üzerinde döviz rezervi
kaybetmiştir. Dalgalı kura geçiş kararından sonra Dolar 688 bin TL civarından 962 bin TL’ye
579
Türkoğlu, Faruk (2001), “1992-2001 Döneminde Türkiye Ekonomisi”,
http://www.ekorehber.com/haber.php?haberno=2993, 22.12.2004.
580
Güloğlu, Bülent (2001),a.g.m., s. 527.
581
Çarıkçı, Emin (2001), a.g.e., s. 476.
582
Alp, Ali (2001), a.g.m., s. 680.
228
yükselmiştir. Artan döviz talebi yüksek faiz silahıyla durdurulmak istenince gecelik İnterbank
faiz oranları % 50’den, % 6200’e çıkmış, daha sonra hızlı biçimde düşerek Şubat ayı sonunda
% 103’lere inmiştir. 16 Şubat’ta 10169 puan olan borsa endeksi, 19 Şubat’ta 8683 puana
inmiştir. Hisse senetlerinin değer kaybı ilk gün % 14,62 olurken, bir sonraki gün 1588 puanlık
kayıpla endeks 7181 puana gerilemiş ve değer kaybı % 18,11 olarak gerçekleşmiştir583.
Toplamda ise değer kaybı % 30’u aşmıştır. Türk Lirası’nın devalüe edilmesi, bankaların açık
pozisyonlarını yükselterek, finans sektöründe hassaslığın artmasına ve reel sektöre açılan
kredilerde kısıtlamaya gidilmesine yol açmıştır. Böylece hem finansal hem de reel sektör
krizden büyük ölçüde etkilenmiştir. Şubat 2001 kriziyle birlikte Aralık 1999 da uygulamaya
konulan enflasyonla mücadele programının da sonuna gelinmiştir584.
Başta Ziraat Bankası olmak üzere, Kamu bankalarında “Döviz Krizi”nin ortaya
çıkmasının esas nedeni 2000 yılında “Hükümet İstikrar Programı” uygulamalarına bağlı
değildir. Çünkü 2000 yılına kadar Türkiye’nin 10-15 dolayındaki tarım ürününe uyguladığı
taban fiyat politikası genellikle dünya fiyatlarının iki katı dolayındadır. Örneğin, 1999 yılında
dünya piyasasında buğdayın tonu 100 dolar iken hükümet 200 doların TL karşılığı bir
destekleme fiyatı belirlemiştir. Oysa IMF’nin dayatması sonucu, 2000 yılında verilen taban
fiyatları dünya fiyatlarının % 35’ini geçmediği ve çiftçilerimizi çok zor duruma düşürdüğü
halde Ziraat Bankasının görev zararlarından dolayı battığı öne sürülmüştür. Demek ki bu
bankanın finansal krize girmesi en az 10 yıllık bir ihmalin sonucu olup, Kamu Bankaları
“görev zararları” ekonomik sorunu kaçınılmaz hale getirmiştir.
3.4.2.4.1. Kriz Göstergelerine Göre 2001 Krizi
2001 Krizi, kriz göstergeleri ışığında Tablo 21’e göre yorumlanırsa; ekonominin % 9,4
oranında küçüldüğü görülmektedir. Ekonomideki bu küçülmenin ve krizde ki yaklaşık
%75’lere varan devalüasyonun da etkisiyle ithalat pahalılaşırken, ihracat cazip hale gelmiştir.
Bunun sonuncunda ihracatın ithalatı karşılama oranı % 75’lere çıkmıştır. Dış ticaret açığı ise
2000 yılına göre önemli ölçüde daralmış ve 22.3 milyar dolardan 4.4 milyar dolara düşmüştür.
Cari açık ise 2000 yılında 9.8 milyar dolar iken 2001 yılında 3.3 milyar dolar fazla vermiştir.
Bu sonuçta çok hızlı düşen ithalatın yanında artan ihracatında önemli rolü olmuştur.
Kriz göstergelerinden KKBG/GSMH oranı 2000 yılına oranla % 4,6 artarak % 16,4
olarak gerçekleşmiştir. Kamu kesimindeki borçlanma ihtiyacı iç ve dış kaynaklardan
sağlanmıştır. 2001 yılında iç borç stokunda artış gözlemlenmiş ve iç borcun gayri safi milli
583
584
Karluk, Rıdvan (2002a), a.g.e., s. 479.
Güloğlu, Bülent (2001),a.g.m., s. 528.
229
hasılaya oranı % 29’dan % 69’a yükselmiştir. Dış borçlanmanın GSMH’ya oranının ise
%60’dan % 77’ye yükselmiştir. Ayrıca, 2001 yılında yapılan devalüasyon sonucunda dış
borçların dolar cinsinden değeri artmış, iç borçların ise dolar cinsinden değeri azalmıştır.
Enflasyonda 2000 yılı rakamlarına göre önemli oranda artışlar gerçekleşmiştir.
TÜFE’de % 39’dan % 68,5’e TEFE’de ise % 32,7’den % 86,6’ya yükseldiği görülmektedir.
Bu yükselişe neden olarak, dolar kurunun aşırı yükselmesi sonucu ara malı ithalatının
pahalılaşmasından dolayı üretim maliyetlerinin artması gösterilebilir. Sermaye hareketleri
dengesi ise 2001 yılını 14.1 milyar dolarlık açık ile kapatmıştır. Bu açık bu tarihe kadar ki en
büyük açık olmuştur. Bu açığın GSMH’ya oranı ise % 10’lar düzeyindedir. 2001 yılı sermaye
hareketlerinde dikkati çeken husus kısa vadeli sermaye yatırımları ile portföy yatırımlarındaki
büyük miktardaki azalıştır. Aynı yıl 11.3 milyar dolarlık kısa vadeli sermaye yatırımı ve 4.5
milyar dolarlık portföy yatırım çıkışı gerçekleşirken, 2.7 milyar dolarlık sabit sermaye
yatırımının 2.5 milyar dolarlık kısmı Aria şirketinin telekomünikasyon alanındaki yatırımı
olmasıdır. Ayrıca, 2001 yılında sermaye hareketleri dengesinin GSMH’ya oranının çok büyük
olduğu görülmektedir. Bu oran, 1994 krizinde % -3,6 iken 2001 yılında % -10,1’e
yükselmiştir. Bu artış 2001 Krizindeki kısa vadeli yabancı sermayenin etkinliğini göstermesi
açısından ilginç bir veri olmaktadır.
2001 yılı kriziyle birlikte para ikamesinin (dolarizasyon) hızlandığı (% 52,9 olan bu
oran, 2002 yılında % 53,9’a yükselmiştir) görülmektedir. TL’ye güvenin azaldığını, spekülatif
sermaye hareketlerinin arttığını göstermektedir. 2001 yılı Türkiye Ekonomisinin, deyim
yerindeyse yere çakıldığı yıl olmuştur. GSMH 2001 de sabit fiyatlarla % 9,4, dolar bazında
ise % 26,5 oranında küçülmüş ve 145.6 milyar dolar düzeyinde gerçekleşmiştir. GSMH
1990’dan itibaren sürekli artışta iken bu rakam 1995 yılı rakamlarının (171.9 milyar dolar)
altındadır. 2001 yılındaki kişi başına GSMH dolar cinsinden 2123 dolar olup, bu rakam 1994
rakamlarının (2184 dolar) altındadır585. Bu rakamlar herkesin dolar bazında büyük oranda
fakirleştiğini göstermektedir.
Krizin ardından, 3 Mayıs 2001’de IMF’ye verilen yeni niyet mektubunun 1.maddesinde
Türk kamuoyuna Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) olarak sunulan
programın, 2000 yılı enflasyonu düşürme programının bir devamı niteliğinde olduğu
belirtilmiştir. GEGP, finansal sistemi güçlendirme, bütçe konusunda değişiklikler, tarımsal
destekleme politikasında değişiklikler, özelleştirme, Merkez Bankasının bağımsızlığını
sağlamlaştırma gibi yapısal değişikliklere ağırlık veren bir programdır. Programın 2001
585
DPT; DİE ve Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı Verileri.
230
yılının sonuna kadarki temel hedefleri, büyümede % -3 ve enflasyonda ise, TEFE ve
TÜFE’de, sırasıyla % 57,6 ve % 52,5 olarak belirtilmiştir586. Ancak bu hedefler iki kez revize
edilmek zorunda kalınmıştır. 28 Kasım’da açıklanan niyet mektubunda 2001 yılı enflasyon
hedefi % 65 (TEFE), ekonomik büyüme oranı ise % -8 olarak belirtilmiştir587. Ancak
gerçekleşmeler ise, enflasyon % 88,6 (TEFE) ve % 68,5 (TÜFE); ekonomik büyüme ise, % 9,4 olarak gerçekleşmiştir. Bu rakamlar 2001 yılındaki çöküşün düzeyini göstermesi açısından
son derece önemlidir.
Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında sürdürülmekte olan döviz kuru çıpasına dayalı
kur rejimi terk edilerek dalgalı kur rejimine geçilmesi kararlaştırılmıştır. Gerekli görüldüğü
durumda da piyasaya likidite verilmesi öngörülmüştür. GEGP, ekonomideki yapısal
sorunların önemini vurgulayarak, bu konuda reformlar yapılmasını hedeflemektedir.
Programda kısa vadeli parasal hedefleme yapılarak, enflasyonun kontrol altına alınması
planlanmıştır. Orta vadede ise enflasyon hedeflemesine geçilerek fiyat istikrarı sağlanması
hedeflenmiştir. Kısa dönemde toplam talep ve döviz kuru cephesinden gelen enflasyonist
baskının azaltılması amacıyla kısa vadeli faiz oranlarının artırılması ve TL’nin değerinin
yükseltilmesi amaçlanmıştır. Uzun dönemde yapısal reformlar ve bankacılık sisteminin
rehabilitasyonu ile beklentilerin olumlu etkilenmesi suretiyle nominal ve reel faizlerde düşme
öngörülmüştür. Döviz kurunun uzun dönemdeki denge değerinin etkilenmemesi temel ilke
olarak benimsenmiş, sadece döviz kurunun enflasyonist baskıyı çok artırdığı durumlarda,
döviz arz ve talebini belirleyen unsurların yüksek faizlerle etkilenmesi hedeflenmiştir. Normal
koşullarda döviz arz ve talebinin piyasa şartlarında belirlenmesi öngörülmüştür. Döviz
kurunda aşırı dalgalanma eğiliminin olduğu durumlarda, Merkez Bankası’nın dövize
müdahalelerinin daha çok ihale yöntemiyle gerçekleştirilmesi kararlaştırılmıştır. Para
politikasıyla ilgili olarak para tabanına ve net iç varlıklara tavan değerler, net uluslararası
rezervlere ise dönemsel hedef taban değerler konulmuştur. Para tabanı gösterge, net iç
varlıklar ve net uluslararası rezervler ise performans kriterleri olarak saptanmıştır588.
Özetlemek gerekirse, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinden sonra oluşan stagflasyonist
ortamda uygulanmaya konulan GEGP, krizlerden kaynaklanan belirsizlik ortamından
çıkılmasında etkili olmuştur.
586
Karabulut, Gökhan (2002), a.g.e., s. 138.
Güloğlu, Bülent (2001), a.g.m., s. 529.
588
Güloğlu, Bülent (2001), a.g.m., s. 528.
587
231
3.4.2.4.2. Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizlerinin Değerlendirilmesi ve IMF’nin Rolü
Türkiye krizlerinin daha önceki bölümde açıklanan ülke krizleriyle karşılaştırılması ve
benzerlikleri incelenirse; Meksika ve Asya örneklerinde olduğu gibi Türkiye’de kriz öncesi
yabancı sermaye hareketlerinde büyük artışlar gözlenmiştir. Sermaye hareketlerinin içeriğine
bakıldığında portföy yatırımlarının ve kısa vadeli sermaye hareketlerinin ağırlıkta olduğu
görülmektedir. Türkiye 1999 yılında enflasyonla mücadele programına başlamadan önce
Meksika ve Güney Asya ülkelerindeki duruma benzer biçimde sürdürülebilir cari işlemler
açığına, yüksek faizlere rağmen çevrilebilir iç borç/GSMH oranına ve yaklaşık olarak
Meksika ve Tayland’ın kriz öncesinde sahip olduğu M2Y/döviz rezervleri oranına sahiptir. Bu
ülkelerden farklı olarak Türkiye’de enflasyon ve faiz oranları oldukça yüksektir ve büyüme
oranı önemli ölçüde düşüktür589. Türkiye’de Güney Doğu Asya ülkelerinin kriz öncesi
durumuna benzer bir durum bankacılık sektöründe yaşanmaktadır. Özel bankaların birçoğu
yapı itibariyle Asya ülkelerindeki holding bankalarını anımsatmaktadır (crony capitalizm).
Programın uygulanması sırasında yaşanan Kasım 2000 Likidite Krizine yapılan
müdahaleler sonucunda sabit kur sürdürülürken, Şubat 2001 Krizi kur sisteminin çökmesine
yol açmıştır. Kasım 2000 Krizi, Şubat 2001 Döviz Krizinin yaşanmasında büyük rol
oynamıştır. Ancak, para arzını içselliği yaklaşımı ve finansal istikrarsızlık hipotezinde
belirtildiği gibi Merkez Bankasının, bankaların rezerv ihtiyacını karşılamaması durumunda
krizin ortaya çıkacağı iddiasının 2000 Kasım Krizinde geçerlilik kazandığı sonucuna
varılmaktadır590.
Şubat Krizi, döviz krizlerinden birinci nesil modellerle açıklanamazken, ikinci ve
üçüncü nesil modellerle açıklanabilmektedir. Vurgulanması gereken önemli bir nokta, tüm
döviz krizlerinin sadece bir modelle açıklanması gibi bir zorunluluğun olmadığıdır591. Şubat
2001 Krizinin birinci nesil modelle açıklanamamasının nedeni, bütçe açıklarının
finansmanının döviz rezervlerini azaltmamasıdır. Birinci nesil modellerde, sabit kur
sisteminin geçerli olduğu bir ekonomide hükümetin bütçe açıklarını para basarak karşılaması
sonucunda rezervler azalmakta,
rezervlerin kritik düzeye gerilemesi spekülatif atağı
hızlandırmakta ve rezervlerin tükenmesiyle birlikte sabit kur terk edilmektedir. Sabit kur
sistemi terk edilmekle birlikte bütçe açıkları para basılarak finanse edilmediği için birinci
nesil modellerden farklıdır. 2001 krizi ikinci nesil modellerle açıklanabilir. Çünkü, programın
589
Güloğlu, Bülent ve Ender Altunoğlu (2002), a.g.m., s. 134.
Günal, Mehmet (2001b), a.g.m., s. 49.
591
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 202.
590
232
uygulanma sürecinde hükümet sabit kurun sürdürülüp sürdürülmemesi konusunda bir
ikilemde kalmış ve bu ikilem sonucunda sabit kur sistemini terk etmek zorunda kalmıştır.
Ayrıca Şubat 2001 krizi üçüncü nesil modellerle de açıklanabilmektedir. Çünkü, IMF destekli
bir programda sabit kur, finansal serbestleşme ve hükümetin örtük ve açık garantileri
dışarıdan borçlanmayı cazip hale getirerek, finansal denetimin yetersiz olduğu, garantilerin
ahlaki tehlike yarattığı bir ortamda şirket ve banka bilançolarındaki bozulmalar Şubat 2001
krizinde etkili olmuştur592.
2000 yılı programının diğer ülkelerde uygulanan benzer programlar da dikkate alınarak
genel bir değerlendirilmesi yapılırsa döviz çıpasına dayalı kur rejimlerinin spekülatif ataklara
karşı sürdürülmesinin oldukça zor olduğu görülmektedir. Faiz oranlarını devamlı yükselterek
döviz talebini bastırma politikalarının finansal sisteme çok büyük zararlar verdiği ve krize
neden olduğu, incelenen krizlerden çıkarılması gereken önemli derslerden birisidir. Ayrıca
döviz kuru çıpası, ulusal para için istikrar unsuru olarak görülmeye başlandığında, döviz
cinsinden borçlanmayı ve yüksek oranlarda döviz kuru riski almayı teşvik etmektedir. Döviz
kuru çıpaya bağlanınca yatırımcılar konvertibilite garantisinin uluslararası rezervlerle sınırlı
olduğunu ve ülkenin dışarıdan borçlanabildiği müddetçe kur politikasını sürdürebileceğini
bilmektedirler. Bu durumda, döviz kuru rejiminin sürdürülebilirliğine olan güven azalmaya
başlayınca, ülkeye kısa vadeli spekülatif amaçlı sermaye girişi hızlanmaktadır. Merkez
Bankası’nın sterilizasyona gitmemesi durumunda ülkeye giren yabancı sermaye, tüketim ve
ithalatta büyük artışlara neden olarak ödemeler dengesini olumsuz etkileyebilmektedir593.
2000 yılı programının en önemli eksikliklerinden birisi de TL’nin aşırı değer
kazanmasını önleyebilecek tedbirlerin olmamasıdır. Ulusal para, reel anlamda aşırı
değerlendiğinde ülkenin rekabet gücü zayıflamakta ve cari işlemler açığı tehlikeli boyutlara
ulaşabilmektedir. Bunun sonucunda döviz kurları üzerindeki baskı artmakta ve piyasalarda
devalüasyon beklentisi hakim olmaktadır. Böyle bir durumda, uygulanmakta olan istikrar
programına devam etme olanağı kalmamaktadır.
2000 yılı Kasım ve 2001 yılı Şubat krizleri ekonomi üzerinde çok önemli tahribat yapan
krizlerdir. Bu tahribatların da nedeni enflasyon, kurlar ve faizler arasındaki denge
bozuklukları, yani 2000 yılında devreye konan istikrar programı ve bu programın
uygulanmasıdır. Faizler yapay olarak düşürülüp negatif faizlere dönüşünce Kasım ayı kriziyle
birlikte faizler aşırı derecede yükselmiş, çılgınca yükselen faizler bankaları ve şirketleri çok
592
593
Kansu, Aydan (2004), a.g.e., s. 204.
Güloğlu, Bülent ve Ender Altunoğlu (2002), a.g.m., s. 138.
233
zor durumlara sokmuştur. Öte yandan, devletin istikrar programını “kararlı” bir şekilde
uygulayacağı konusundaki taahhütleri pek çok banka ve şirketi yabancı para üzerinden
borçlanmaya yöneltmiş, pek çok kuruluş dövizdeki açık pozisyonlarını arttırmıştır594.
Programın uygulanma sürecinde Merkez Bankası ve Hazine belli başlı hatalar yapmışlardır.
Bu hataları aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz595;
Yukarıda belirtildiği gibi her istikrar programında temel amaç enflasyonu düşürmek
olduğu için, genellikle para ve maliye politikası toplam talebi kısacak şekilde uygulanır. Oysa
Merkez Bankası uyguladığı para ve faiz politikası ile tasarrufu teşvik yerine tüketime ağırlık
veren bir politika uygulamıştır. Çünkü MB, 2000 yılının özellikle Nisan-Ağustos döneminde
yıllık faiz oranlarını % 40’ın altına düşürmüş, ilaveten tüketici kredi faizlerinin düşmesine yol
açarak tüketimi kamçılamıştır. Nitekim 1999’dan 2000’e dayanıklı tüketim malları
(buzdolabı, TV, otomobil vb.) satışlarındaki artış % 8’den % 23,7’ye yükselmiştir.
Yıllık enflasyon hızının % 50-55 arasında seyrettiği bir dönemde, mevduata verilen faiz
oranları da % 40 dolayına indirildiği için tasarruf etmek cazibesini kaybetmiş, buna ek olarak
dolar fiyatları da düşük tutulduğu için tasarruf sahibinin gelir temin edeceği araçlar ortadan
kaldırılmıştır. Neticede, Türkiye’nin yatırım ve üretim için ihtiyaç duyduğu tasarruf
mevduatının tüketim harcamalarıyla çarçur edilmesi, çok kısa sürede likidite krizinin ortaya
çıkmasına katkıda bulunmuştur.
Merkez Bankası tarafından faiz oranlarının suni olarak % 35 dolayına indirilmesi,
yabancılar tarafından getirilen sıcak paranın (çok kısa vadeli kredilerin) karlılığını azaltmış
(dolar cinsinden aylık/yıllık reel faiz oranını yine suni olarak geriletilmesi) ve neticede kriz
paniği beklentisinin de ortaya çıkması ile bir gece içinde 7 milyar dolarlık yabancı kaynağın
yurtdışına çıkmasına yol açmıştır. Ayrıca, MB yetkilileri genellikle “Biz döviz kuruna
karışmayız, kuru para politikası ve dolayısıyla faiz oranlarını artırarak yönlendiririz”
iddiasında bulunmaktadırlar. Oysa faiz oranlarını artırarak döviz fiyatı artışlarını bastırmaya
çalışmak, hatalı bir uygulama olmuştur. Çünkü faiz oranlarındaki artışın önce maliyet
enflasyonunu artırarak dış rekabet gücümüzün azalmasına, buna ek olarak yatırım ve üretimi
azaltma suretiyle işsizliğin artmasına yol açacağı unutulmamalıdır. Kasım-Şubat ayları
arasında döviz kurların, peyderpey yüzde 30 oranında arttırılmasıyla dengeye ulaşmak
594
Ertuna, Özer (2001), “Türkiye’de Ekonomik Krizler, Nedenleri ve Çıkış Yolu”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:
7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, s. 500.
595
Çarıkçı, Emin (2001), a.g.m., s. 479.
234
mümkünken, ısrarla bunun yapılmaması neticede krizin patlamasına ve kurların ikiye
katlanmasına neden olmuştur.
Türkiye’de yaşanan son krizlerle ilgili olarak da IMF’nin başarısız olduğu yolundaki
tartışmalar hala devam etmektedir. Çünkü Türkiye’de hükümet, hazine ve Merkez Bankası
Stand-by anlaşmasının döviz kuru, kamu maliyesi ve para politikası hedeflerine harfiyen
uymuştur. Bu nedenle Kasım 2000’de IMF başkan yardımcısı Stanley Fischer “Türk
hükümetinin programı çok iyi gidiyor; çok önemli sonuçlar alınmaktadır” diyerek programa
övgüler sıralamaktadır596. Ancak kriz esnasında ve sonrasında aynı Fischer, Türkiye
hükümetinin hatalı davrandığını belirtmektedir. 17. Stand-by programında hedeften sapan tek
gösterge cari açık olmaktadır. Bunun nedeni, olağanüstü sermaye girişi reel döviz kurunu
baskı altına aldığından Türk Lirası aşırı değerlenmiştir. Bunun sonucunda ithal malları
tüketimi artarken ihracat azalmış ve 9,8 milyar dolarlık rekor bir açık meydana gelmiştir597.
Ayrıca, bankacılık kesiminin son derece kırılgan ve hassas olduğu IMF ve hükümet tarafından
bilinmesine rağmen, bankacılık reformlarının programın uygulamaya konulmasından önce (ve
sonra) yapılmamış olması büyük bir hata olarak kabul edilmektedir598.
Fischer’in cari işlemler açığı ile ilgili, gerçekleşen ve beklenen cari açık büyükse bu
durum krizlere davetiye çıkarmaktadır şeklindeki görüşleri daha önce belirtilmiştir. IMF böyle
bir programı desteklerken en yetkili ağızdan böyle bir iddianın ortaya atılması da büyük bir
çelişkidir. Bu konuda Merkez Bankası eski başkanı Ercan Kumcu, Financial Times
gazetesinin 13.03.2001 tarihli sayısında özetle IMF’nin Türkiye’nin piyasa şartlarını
anlamadan uyguladığı geniş çaplı anti enflasyonist programın başarısızlıkla sonuçlandığını
belirtmiştir599; Kumcu’ya göre Kasım ayında döviz talebinin artışından kaynaklanan faiz
artışına, Merkez Bankası net iç varlıklar (NİV) hedefini gerekçe göstererek müdahale
etmemiştir. Yüksek faiz oranları, zaten sağlıksız olan bankacılık sektöründe bozulmaya neden
olmuştur. Merkez Bankası, daha sonra piyasaya sürdüğü likidite de dövize yöneldiği için,
likidite vermeyi kesmiş ve faizler aşırı derecede yükselmiştir. IMF’nin sağladığı ek rezerv
kolaylığı ile rezervlerdeki azalma telafi edilmiş, Ocak 2001’den itibaren faizler düşüş
eğilimine girmiş ve piyasalar normale dönmeye başlamıştır. Ancak, IMF sıkı para politikası
uygulanması için bastırmaya devam etmiş, özelleştirme işlemlerinde gecikme ve
596
Boratav, Korkut ,”Finansal Kriz IMF’nin Eseridir”
http://www.bilkent.edu.tr/%7Eyeldanbs/Yazilar_Uye/Boratav_IMF.html, 15.10.2005.
597
Yeldan, Erinç (2003), “Türkiye Ekonomisi ve IMF Politikaları”, http://www.bilkent.edu.tr/~yeldane/
BaskentSunus2003.pdf, 12.09.2005.
598
Yentürk, Nurhan (2003), Körlerin Yürüyüşü/Türkiye Ekonomisi ve 1990 Sonrasında Krizler, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, Aralık, İstanbul, s. 22.
599
Günal, Mehmet (2001a), a.g.m., s. 1037.
235
politikalardaki belirsizlik de buna eklenince programa olan güven azalmaya başlamıştır.
Kumcu’ya göre, IMF bu gelişmelere çözüm bulmak yerine sadece rezerv kayıplarını telafi
etmeyi seçmiştir. Bu nedenlerle, Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizlerinden IMF sorumlu
tutulmaktadır.
Mahfi Eğilmez ise, “Fischer Yanılgısı” adlı makalesinde, Kumcu’ya ilaveten şu
görüşleri gündeme getirmektedir600; “Türkiye’nin bankacılık sisteminde var olan sorunlar
zamana yayılarak çok dikkatlice ele alınıp çözümlenmesi gerekmektedir. IMF ve Dünya
Bankası, bu gerçeği göz ardı ederek, Türk Bankacılık Sistemini aşırı hızlı bir dönüşüme
zorladılar. Bu aşırı zorlama, bankalar arasında güven bunalımı yaratmış ve bankalar
birbirlerine olan kredi hatlarını kesmişlerdir. Bu gelişme bankacılık kesiminde bir likidite
krizine yol açmıştır. IMF başkan yardımcısı Fischer, likidite krizini yanlış algılayarak bunun
bir “dövize hücum krizi” olduğunu açıklamıştır. Bu çerçevede, IMF bu gelişmeyi TL’ye
yönelik bir spekülatif saldırı olarak kabul etmiş ve Merkez Bankası’na dövizdeki spekülatif
talebin önünü kesmek için sisteme likidite vermemesini tavsiye etmiştir. Bunun sonucunda
önce faizler anormal düzeyde yükselmiş daha sonra ise likidite krizi döviz krizine
dönüşmüştür”. Eğilmez’e göre, Türkiye, Rusya krizinde olduğu gibi bu tür krizlerle daha
öncede karşılaşmış ve piyasayı fonlayarak, likidite krizini döviz krizine dönüşmeden
önlemeyi başarmıştır. Son krizde bu başarının gösterilmemesinin tek nedeni Fischer ve IMF
yetkilileri tarafından yanlış teşhis ve tedavi yapılmasından kaynaklanmıştır. Şubat Krizi bu
yanlış teşhis ve tedavinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Şubat Krizinden sonra IMF döviz
kurunu serbest dalgalanmaya bırakılmasını istemiş bu kez de yanlış teşhisin maliyeti TL’nin
devalüasyonunun yanında yüksek faiz ve enflasyondaki artış olmuştur.
IMF Türkiye’de kriz çıktıktan sonra sorumluluğu sadece Türkiye hükümetine
yüklemek için “sorumluluk yapısal reformları yapmayan, doğru politikaları uygulamakta
geciken hükümetindir” söylemini geliştirmiştir. Ancak, “yapısal reformlardaki gecikme ile
finansal kriz arasında hiçbir nedensellik bağı bulunmamaktadır”601. Ayrıca, Türkiye’de
yaşanan krizlerin nedeni Türkiye’nin ekonomik yapısı ve yönetim yetersizliğidir. Yani
krizlerin nedeni Konjonktürel olmaktan çok yapısaldır. Krizler, ders alınmadığı ve krize
neden olan yapısal sorunlar çözülmediği müddetçe, uygulanan politikalara ve konjonktüre
bağlı olarak tekrar edecektir. Kasım 2000 krizinde NİV hedefi gerekçe gösterilerek
600
Eğilmez, Mahfi ve Ercan Kumcu (2001), Krizleri Nasıl Çıkardık? Createive Yayıncılık, Genişletilmiş 2.
Baskı, İstanbul, s. 221.
601
Boratav, Korkut , a.g,m., http://www.bilkent.edu.tr/%7Eyeldanbs/Yazilar_Uye/Boratav_IMF.html,
15.10.2005.
236
Demirbank’a doğrudan kredi verilmemesi ve dalgalı kur sisteminin 7.6 milyar dolar döviz
satmak zorunda kaldıktan sonra ilan edilmesi gibi zamanlama veya öngörü yetersizliği gibi
konularda krizlerin boyutunun büyümesine yol açmaktadır602.
Burada vurgulanması gereken bir diğer önemli konu ise, 19 Şubat Krizinin patlak
vermesi sonucu Türkiye, 22 Şubat’ta sabit döviz kuru politikasından dalgalı kur politikasına
geçmiştir. Çarıkçı’ya göre, Türkiye’de gerçekçi kur politikasının uygulanması kaçınılmaz hale
gelmiştir. Ancak, serbest kur politikasına geçilmesi yanlış olmuştur. Bunun yerine % 20-25
arasında bir devalüasyon yapılarak, eskiden olduğu gibi, MB tarafından günlük kur
ayarlamalarına geçilseydi kur politikasında belirsizlik ortadan kalkacak ve Türkiye ekonomisi
daha sağlıklı bir yapıya kavuşabileceğini iddia etmektedir603. Ayrıca, Kasım Krizi sonrası
1.1.2001 tarihinden itibaren dalgalı kur sistemine geçişin Şubat 2001 Krizini önleyeceği de
iddia edilmektedir.
Günal’ın belirttiği gibi, Kumcu ve Eğilmez’in görüşlerine katılmamak imkânsızdır.
Krizlerin
ortaya
çıkmasında
ve
zamanında
önlememesinde
IMF’nin
büyük
rolü
görülmektedir. Ancak, önceki bölümde belirtildiği gibi, Türkiye’nin yapısal sorunları ve
önlemlerin alınmasında zamanlama hatası yapan ve alınacak önlemler konusunda IMF’yi ikna
edemeyen ekonomi yönetiminin de krizlerin ortaya çıkmasında önemli etkisi olduğu
unutulmamalıdır604. Kısaca krizlerde tüm sorumluluğun IMF’ye verilmesi ve tek suçlu ilan
edilmesi doğru gözükmemektedir. Zira IMF sorunlu ekonomilere, ilgili ülkenin isteği üzerine
bir program uyguladığı da unutulmamalıdır.
3.4.3. 2001 Sonrası Türkiye Ekonomisinin Genel Bir Değerlendirmesi
Türkiye’nin yakın bir gelecekte bir ekonomik kriz ile karşı karşıya kalma ihtimalinin
olup olmadığı konusunda değerlendirmeler, 2002-2004 yılları arasındaki ekonomik verilerden
ve Türkiye’de ekonomik krizlerin yaşandığı yılların öncesi ve kriz yılındaki göstergelerden
yararlanılarak bir sonuca ulaşılmaya çalışılmaktadır. Değerlendirmeye esas olacak kriz
göstergeleri; reel büyüme oranları, cari açığın GSMH’ye oranı, cari açığın rezervlere oranı,
kamu kesimi borçlanma gereğinin GSMH’ye oranı, TL’nin değerlenmesi, para ikamesi
(dolarizasyon), dış borçlar ve sermaye hareketleridir. Tablo 24, 25 ve 26’da kriz göstergesi
olarak kabul edilen makroekonomik göstergeler sunulmuştur.
602
Günal, Mehmet (2001a), a.g.m., s. 1038.
Çarıkçı, Emin (2001), a.g.m., s. 479.
604
Günal, Mehmet (2001a), a.g.m., s. 1037.
603
237
Türkiye ekonomisinin son üç yılında kriz göstergesi olarak sermaye hareketleri analiz
edildiğinde, 2002, 2003, 2004 yıllarında ödemeler bilânçosu rakamlarına göre sırasıyla 1.2
milyar dolar, 7 milyar dolar ve 16.8 milyarlık net sermaye girişine, Net Hata ve Noksan
kaleminde kaynağı belirli olmayan 8 milyar dolarlık sermaye girişi eklendiğinde toplam 33
milyar dolarlık bir sermaye girişi olduğu görülmektedir. Bu rakamdan 3.8 milyar dolarlık
sabit sermaye yatırımları düşüldüğünde 29.2 milyar dolarlık sıcak paradan (kısa vadeli döviz
kredisi olarak, döviz mevduatı olarak, tahvil-bono ve hisse senedi olarak gelen sermaye)
oluşmaktadır605. 2004 yılı sonu itibariyle yabancı sermeyenin 16.1 milyar doları İMKB’de
hisse senetlerine yatırılmış iken, Şubat 2005 sonu itibariyle ise bu rakam 20.2 milyar dolara
yükselmiştir606. Ayrıca kısa vadeli yabancı sermaye; sıcak para dediğimiz kısa vadeli sermaye
yatırımlarından Devlet İç Borçlanma Senetlerine (DİBS) 13.2 milyar dolar, 2.9 milyar dolar
mevduat ve bunlara 1.0 milyar dolar düzeyinde yabancıların satın aldığı Eurobondlar
eklenince 37.3 milyar dolar civarında sıcak paranın varlığı söz konusu olmaktadır607.
Görüldüğü gibi Türkiye ekonomisinde çok ciddi kısa vadeli sermaye akımları söz konusudur.
Dikkat edilmesi gerekli husus sabit sermaye yatırımlarının yıllık 1.0 milyar dolar civarında
oluşudur. Finansal kriz göstergesi olarak sermaye hareketlerinin gelişimi Tablo 24’de
sunulmuştur.
Tablo 24: Türkiye’de Yaşanmış Krizler Öncesi ve Kriz Yılındaki Sermaye Hareketleri ve 2002
Sonrası Sermaye Hareketleri Dengesi (Milyar $)
1993
1994
2000
2001
2002
2003
2004
Sermaye Hareketleri Dengesi
8,9
-4.2
9.6
-14.6
1.2
7.0
16.8
Portföy Yatırımları
3.9
1.2
1.0
-4.5
-0.6
2.5
8.0
Kısa Vadeli Sermaye Hareketleri
3.0
-5.2
4.2
-11.3
-0.4
*
*
Doğrudan Yatırımlar
0.6
0.5
0.1
2.7
0.9
1.2
1.7
Uzun Vadeli Yatırımlar
1.4
-0.8
4.2
1.1
2.2
*
*
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 447-448
ve
http://www.treasury.gov.tr/stat/egosterge/VDisTicaretveOdemelerDengesi/
V_3_6.xls, verilerinden oluşturulmuştur 15.01.2005.
605
Güngör Uras 21.03.2005 tarihli Milliyet Gazetesindeki köşesinde bu rakamı 30.4 milyar dolar ve Şubat 2005
itibariyle ise sıcak paranın 37.6 milyar dolar; Hurşit Güneş ise, 31.03.2005 tarihli Milliyet Gazetesindeki
köşesinde bu rakamı 32.6 milyar dolar ve Şubat 2005 itibariyle ise 38.9 milyar dolar olduğunu iddia
etmektedirler.
606
İMKB, http://www.imkb.gov.tr/uyeler/portfoy.htm, 05.04.2005.
607
Uras, Güngör (2005), Sıcak Para 37 Milyar Dolar, http://www.milliyet.com/2005/03/21/yazar/uras.html,
03.21.2005.
238
Türkiye’nin büyüme ve kalkınmasını kısa vadeli sermaye yatırımlarından sabit, sermaye
yatırımlarına çeviremediği sürece kalıcı çözümler üretmesinin olanaklı olmadığı kabul
edilmektedir. Çünkü sabit sermaye kolay kolay bir yerlere gidemezken, sıcak para olarak
ifade ettiğimiz kısa vadeli sermaye yatırımları kolayca Türkiye’yi terk edebilmektedir. Böyle
bir durumda ülkeye para girerken ısınan ekonomiyi çıkarken soğuttuğu için pek çok
olumsuzluğa (krize) itebilmektedir. Burada sorulması gereken soru “sıcak paranın”
Türkiye’ye ilgisi nereden kaynaklanmaktadır? En temel cevap reel faizlerin yüksek oluşunun
yanında son yıllarda TL’nin aşırı değerlendiği ve döviz fiyatı (özellikle dolar) gerilediğinden
döviz bozdurarak TL’ye geçenler DİBS’ye (bono) yatırım yaparak ve Borsa oyuncularının da
spekülasyona çok açık olan İMKB’de hisse senedi yatırımlarıyla yüksek gelir elde
edebilmeleridir. 2004 yılı başında Türkiye’ye gelip Türk lirasıyla bono ve hisse senedi alanlar
yılsonunda borsadan % 55, bonodan %36’yı aşan oranlarda kazançlar elde edebilmişlerdir608.
Yabancılar elde ettikleri gelir ile düşük kurdan döviz satın alarak ülkeden çıktıklarında döviz
olarak da çok yüksek kazançlar sağlayabilmişlerdir. Bu şekildeki karlılığın uyardığı yurtdışı
kökenli finansal sermaye hareketleri, finansal karlılık devam ettiği sürece Türkiye’ye gelmeye
devam edecektir. Ancak bu tür sermaye akımlarının; TL’nin değerlenmesi, dış ticaret açığı ve
cari işlemler açığına neden olması sonucu bu açıkların dış borçlanmayı arttırdığı söylenebilir.
2002-2004 yıllarını kriz göstergesi olarak, döviz tevdiat hesaplarındaki değişme,
DTH/M2Y rakamların ortalamasının % 48 olduğu görülmektedir. İlgili yıllar itibariyle
meydana gelen değişmeler dikkate alındığında kriz yılı olan 2001 yılındaki % 52’9’lik oran,
2002 yılında % 53,9’a yükselmiştir. Kriz sonrası uygulanan güçlü ekonomiye geçiş politikası
ve IMF desteğinin devam etmesi sonucu 2003 yılında % 48,8’e ve 2004 yılında % 41,5’e
gerilemesinde TL’nin döviz karşısında aşırı değerlenmesi ve TL’sine verilen yüksek faizlerin
de bunda etkili olduğu bilinmektedir. Bu % 41,5’lık oranı 1993 ve 2000 yıllarındaki oranlarla
karşılaştırdığımızda kriz öncesindeki göstergelere göre düşük olduğu görülmektedir (Bkz.
Tablo 25). Bu oranın hala yüksekliği TL’ye olan güvenilirliğin azaldığını ve bilhassa
yabancılar açısından Türkiye ekonomisindeki kırılganlığın devam ettiğini göstermesi
açısından ilginç bir gösterge olarak önemini korumaktadır.
Kamu Kesimi Borçlanma Gereğinin (KKBG) Gayri Safi Milli Hasılaya oranı (GSMH)
Kriz göstergesi olarak değerlendirildiğinde 2002-2004 yılları arasında KKBG/GSMH
oranının % 12,8’den % 5,9’a gerilediği görülmektedir. Bu gerileme, 2001 GEGP sonrası mali
disipline uyulması ve kamu kesimi harcamalarının azaltılması sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
608
Uras, Güngör (2005),a.g.y., http://www.milliyet.com/2005/03/21/yazar/uras.html, 03.21.2005.
239
Ancak 1990 sonrası artan kamu açıkları ve bu açıkların finansmanında iç ve dış kaynaklara
yönlenilmesinin finansal piyasalardaki ve reel sektördeki dengeleri de bozucu etkiye sahip
olması sonucu; faizlerin yükselmesi, özel kesimin fon sağlayabilmesinin olanaksız duruma
gelmesi yatırımları azaltıcı (crowding out) etki doğurmuştur. 2004 yılındaki rakamlara göre
bu oranın (KKBG/GSMH) % 10’nun altında % 5,9 olarak gerçekleşmesi kriz öncesi ve
sonrası yıllarla kıyaslandığında etkisini devam ettirmekle birlikte kriz göstergesi olarak önem
arz etmemektedir. Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta da kamu kesimi
harcamaları azaltılırken büyümenin ortalama % 7,9 gibi yüksek bir oranda gerçekleşmesi özel
sektör yatırımlarının bu dönemde arttığının göstergesi olmaktadır.
Tablo 25: Türkiye’de Yaşanmış Krizler Öncesi ve Kriz Yılındaki Ekonomik Veriler ile 20022004 Yılları Arasındaki Makroekonomik Göstergeler
1993
1994
2000
2001
2002
2003
2004
Reel Büyüme %
8,1
-6,1
6,3
-9,5
7,9
5,9
9,9
Cari Açık (Milyar $)
-6,4
2,6
-9,8
3,3
-1,7
-8,0
-15,4
Cari Açık/ GSMH
-3,6
1,9
-4,9
2,3
-1,0
-3,4
-5,1
İhracatın İthalatı
karşılama Oranı
52,1
77,8
51,0
75,7
69,9
68,0
64,7
KKBG/ GSMH
12,0
7,9
11,8
16,4
12,8
9,4
5,9
DTH/M2Y
42,5
47,7
47,5
52,9
53,9
48,8
41,5
18.5
11.3
28.3
16.4
16.4
23.0
31.9
27.5
17.2
23.8
14.4
12.6
15.7
19.1
Toplam Dış Borç/GSMH %
37.4
48.2
59.3
78.9
71.3
60.8
53.6
Dış Borç Servisi/GSMH %
4.4
6.9
10.9
17.1
15.9
11.6
10.5
240
131
122
83
58,6
65,5
85
22,9
-8
36,5
12,0
25,0
36,5
43,5
-83,0
30,0
-42,0
16,0
-6,0
-22,7
-41,0
Kısa Vadeli Dış Borçlar
(Milyar $)
Kısa Vadeli Dış Borçlar/
Toplam Dış Borçlar %
Kısa Vadeli Dış Borçlar/
MB Net Döviz Stokları %
TL’nin Aşırı Değerlenmesi
(1995=100) %
Cari İşlemler Açığı/ TCMB
Net Rezervler %
Kaynak: DİE, (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler, DİE Matbaası, Ankara, s. 445-616;
http://www.treasury.gov.tr/stat/egosterge/VDisTicaretveOdemelerDengesi/ V_3_6.xls,
15.01.2005; TCMB, Merkez Bankası Veri Seti, http://tcmbf40.tcmb.gov.tr/cbt.html,
20.02.2005, verilerinden oluşturulmuştur.
240
Kriz göstergesi olarak TL’deki değerlenme (Bkz. Tablo 25), yorumlanırken dikkat
edilmesi gereken nokta, değişim oranları (%) arasındaki pozitif (+) farkın olması TL’nin
değerlendiğini veya doların değer yitirdiğini, negatif (-) fark ise TL’nin değer kaybedip,
doların değerlendiğini göstermesidir. 2002-2004 verileri incelendiğinde son üç yıllık TL’deki
birikimli değerlenmenin % 35 olduğu görülmektedir. Bu oranda göstermektedir ki TL son üç
yıldır aşırı değerlenmiş durumdadır. 2004 yılı rakamı olan % 43,5’lük değerlenme kriz öncesi
yılların verileriyle kıyaslandığında, TL’deki değerlenme (1993’de % 23 ve 2000 yılında ise %
36,5) çok üzerinde olduğu görülecektir. Gelişmiş ekonomiler açısında % 10’u geçen ulusal
para değerlenmeleri ciddi kriz belirtisi olurken Türkiye gibi ülkelerde % 20’yi geçen
değerlenmelerin kriz belirtisi olduğu 1994 ve 2001 krizlerinden bilindiğine göre, toplamda %
35, son yılda ise % 43,5’lik değerlenme ciddi bir kriz belirtisi olarak Türkiye ekonomisini
tehdit etmektedir.
Türk Lirasındaki aşırı değerlenme sonucunda dövizin baskı altında olması, dış ticaret
dengesini ithalat lehine değiştirirken, kriz göstergelerinin en önemlilerinden biri olan cari
işlemeler dengesinin de negatif değerler almasına neden olmaktadır. 2002-2004 yılları
arasında gerçekleşen cari açık yıllar itibariyle incelendiğinde üç yılın toplamının 25.1 milyar
dolar düzeyinde olduğu görülmektedir (Bkz. Tablo 25). Tabiî ki burada kullanılacak esas
gösterge cari açığın GSMH’ya oranıdır. Bu oranda 2002 yılı itibariyle ciddi bir artışın olduğu
ve 2004 yılında % -5,1 gibi Türkiye için tehlikeli bir noktaya ulaştığı gözlenmektedir. Türkiye
gibi ülkelerde % 4’ün üzerindeki oranların kriz tehlikesi yarattığı belirtildiğine göre % 5,1’lik
açık oranı 1993’deki % -3,6 ve 2000 yılındaki % -4,9’luk kriz öncesi oranın üzerinde yer
aldığından bu oran ciddi bir kriz göstergesi olarak tehlike sinyali vermektedir. Bilindiği gibi
cari işlemler açığında meydana gelen büyüme, yüksek faiz getirisinin sıcak para akımlarını
cazip hale getirerek ve Net Hata ve Noksan kalemindeki kaynağı belirsiz döviz girişlerinin
yarattığı döviz bolluğuyla ithalat talebini uyarmasına dayandığı yukarıda ifade edilmiştir.
Buradaki temel sorun cari açığın büyüklüğü kadar bu açığın nasıl finanse edileceğidir. Açığın
finansmanında, uzun vadeli doğrudan yatırımlar ve ihracata dayalı büyüme stratejileri
uygulanabilirse o ülkedeki finansal sistemin kırılganlığından bahsederken daha dikkatli olmak
gerekmektedir.
Finansal kriz göstergesi olarak üzerinde durulması gereken faktörlerden biriside “borç”
konusudur. 2001 krizi sonrası Türkiye ekonomisindeki verileri incelediğimizde kısa vadeli dış
borçların 2001 yılında 16.4 milyar dolar iken, 2004 yılı sonunda 31.9 milyar dolara yükseldiği
görülmektedir. Kısa vadeli dış borcun toplam dış borç içerisinde değişimini incelediğimizde
241
ise 2001 yılında % 14,4 olan bu oran 2004 yılında % 19,1’e yükselmiştir. Ayrıca kısa vadeli
dış borçların TCMB Net Rezervlerine oranı 2001 yılında % 83 iken, 2002 yılında % 58,6’ya
düşerken 2003 yılında ise % 65,6 oranıyla tekrar yükselişe geçmiştir. 2004 yılı sonunda ise bu
oran % 85 olmuştur. Bütün bu veriler, 2001 krizinden sonra kısa vadeli sermaye
hareketlerinde ciddi yükselişler olduğunu göstermektedir. Kısa vadeli borçların toplam
borçlar içerisinde % 19,1’lik orana ulaşması ve kısa vadeli borçların TCMB Net Rezervlerine
oranının % 85’lere yükselmesi uluslararası spekülatörler tarafından Türkiye ekonomisinin
kırılgan olarak algılanılmasına neden olmaktadır609. Ayrıca Türkiye’nin dış borç stoku 2001
yılında 113.9 milyar dolar iken, 2004 yılında 161.7 milyar dolara yükselmiştir. Arada %
42’lik (48 milyar dolar) bir artış olmuştur. Bilindiği gibi 2002-2004 yılları arasında Türkiye
ekonomisindeki cari açık 25,1 milyar dolar iken, dış borç stokunun bu düzeyde artışı
ekonominin tasarruf-yatırım dengesini sağlamak için ihtiyaç duyulan döviz talebinin çok
üzerinde bir miktarda arttığı görülmektedir. Burada vurgulanması gereken nokta şudur;
Türkiye yüksek hızla büyüdüğü ve cari açık verdiği için borçlanmamakta aksine büyük
hacimli sıcak para girişlerinin yarattığı borçlanma neticesinde cari işlemler açığı
vermektedir610.
Kısa vadeli dış borç rakamları kriz göstergesi olarak değerlendirildiğinde 2004 yılındaki
rakamlar 1993 ve 2000 yılı rakamlarının çok üzerinde, toplam dış borca oranında ise 1993 ve
2000 yılı rakamlarından düşük olduğu ancak trend olarak artarak devam ettiği; toplam dış
borç rakamlarının gayri safi milli hasılaya oranının ise 1993 rakamlarının üzerinde 2000 yılı
rakamlarına çok yakın olduğu görülmektedir. Kısa vadeli dış borçların gelişimine
bakıldığında kısa vadeli borçlarda orta ve uzun vadeli borçlara oranla nispi bir düşme olmakla
birlikte orta ve uzun vadeli borçlar artmaktadır. Vadesi gelen kısa vadeli dış borçların
ödenmesi için uluslararası piyasalardan yeniden borçlanılamaması durumunda Türkiye
açısından bir dış ödemeler dengesi sorunu ve buna bağlı olarak da döviz krizi riski gündeme
gelebilecektir611.
Türkiye ekonomisinin ana sorunlarından birisi de kamu borç stokunda gözlenen artıştır.
2000 yılında 72.1 milyar dolar olan net kamu borç stoku kriz yılı olan 2001 yılında 160.6
milyar dolara, 2004 yılında ise 272 milyar dolara yükselmiştir. Son üç yıllık dönemdeki artış
% 69 olarak gerçekleşmiştir. Kamu kesimi net borç stokunun GSMH’ye oranını Tablo 26’dan
609
Yeldan, Erinç (2005), “Sıcak Para Akımları, Dış Borçlar ve Reel Kur”, http://www.bilkent.edu.tr/%
7Eyeldane/Yeldan15_9Mar05.pdf, 10.03.2005.
610
Yeldan, Erinç (2005), a.g.m., http://www.bilkent.edu.tr/% 7Eyeldane/Yeldan15_9Mar05.pdf, 10.03.2005.
611
Alp, Ali (2004), a.g.m., s. 22.
242
incelendiğinde net borcun TL cinsinden GSMH’ye oranında 2001 yılına oranla ciddi bir düşüş
görülmektedir. 2001 yılında % 91 olan bu oran 2004 yılında % 63,5’e düşmüştür. Bu oran
Maastricht Kriterleri’nin üst sınırı olan % 60 oranına yakın olmakla birlikte, kamu kesimi net
borç stokunu dolar cinsinden GSMH’ye oranladığımızda 2004 yılındaki oran % 90,6 gibi çok
ciddi bir rakam olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu anlatılanların ışığında kısa vadeli dış
borçlar ve kamu kesimi net borç stoku idare edilebilir gözükmekle birlikte bir siyasal kriz ve
kamu borcunun çevrilememesine etkisi olan dışsal şoklar neticesinde ciddi bir sorun olarak
önemini korumaktadır. Kamu borcunun çevrilememesinin krizlerle bağlantısı incelendiğinde
Türkiye ekonomisinde bunun örnekleri görülmektedir; 1994 yılında, Hazine, faizleri arttırmak
istemeyince borçlarını çevirememiş ve yeniden borçlanamadığı içinde ekonomik krize
sürüklenmiştir. Ayrıca 2001 Şubat Krizi’nde 21 Şubat günü, Hazine’nin, 5.5 milyar dolarlık
vadesi gelmiş borcu için tahvil ihalesine 2 milyar dolarlık talep olmuş, 3.5 milyar dolarlık
borç TCMB rezervlerinden ödenmek zorunda kalınınca sistem bozulmuş ve tetikleyici diğer
faktörlerle birlikte finansal kriz yaşanmıştır612. Kısaca kısa vadeli sermaye hareketleri cari
işlemler açığına neden olmaktadır. Cari işlemler açığının da yüksek miktarlara ulaşması kriz
tehlikesini kuvvetlendirmektedir.
Tablo 26: Kamu Kesimi Net Borç Stokunun Gayri Safi Milli Hâsılaya Oranı
2000
2001
2002
2003
2004
Kamu Kesimi Net Borç Stoku
(KKBS, Milyar $)
72.1
160.6
216.4
251.5
272.5
GSMH (Milyar $)
201
144
182
239
300
GSMH (Katrilyon TL)
125.6
176.5
273.5
356.7
429.1
KKBS/ GSMH ($) %
35,8
111,5
118,9
105,0
90,6
KKBS/ GSMH (TL) %
57,5
91,0
79,1
70,5
63,5
Kaynak: TC Hazine Müsteşarlığı Verileri, http://www.treasury.gov.tr/stat/egosterge, 20.01.2005.
2001 krizi sonrası Türkiye’nin büyüme hızları değerlendirildiğinde son üç yılın toplamı
% 23,7 oranında bir büyüme gerçekleşmiştir. 2004 yılında son 38 yılın rekoru kırılarak en
yüksek büyüme hızına (% 9,9) ulaşılmıştır. Türkiye ekonomisi için sevindirici olan bu
sonucun gerçekleşmesinde etkin olan nedenleri şunlardır; siyasi ve ekonomik istikrarın
yakalanmış olması, dışarıdan sermaye girişinin hızlanması sonucunda döviz kurunun düşmesi
612
Erçel, Gazi (2005), Krizlerin Nedeni Kur Değil Borçtur,
http://www.sabah.com.tr/2005/04/01/yaz1350-30-134.html, 01.04.2005
243
ve buna bağlı olarak ithalatın ucuzlaması, 2001 krizinde ertelenen iç talep siyasi ve ekonomik
istikrar ortamında kredi kartları kullanımının etkisi, ayrıca krizde ertelenen yatırımların
devreye girmesi olarak sıralanabilir. Yalnız bu kadar yüksek oranlı büyüme gerçekleşmesine
rağmen yok denecek kadar az bir istihdam artışının gerçekleşmesi büyümenin motorunun
sabit yatırımlar olmadığını göstermektedir. Büyümenin istihdam artışını sağlayabilmesi için
tüketime değil, yatırıma dayalı büyüme olması ve bu yatırımların döviz kazandırıcı alanlarda
olması gerekmektedir. Ayrıca istihdam artışı için, turizm, inşaat, tarım ve özellikle de KOBİ
yatırımları desteklenmelidir. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en önemli sorun büyümenin
sürdürülebilir olmamasıdır. Büyümenin sürdürülebilirliği için istihdam arttırıcı teknolojik
yatırımlara yönlenilmesi gerekmektedir. Unutulmaması gereken bir hususta Türkiye
ekonomisinde
çok
hızlı
büyüme
dönemlerinin
ardından
çok
hızlı
küçülmeler
gerçekleşmesidir. Örneğin, 1987 yılında Türkiye ekonomisi % 9,8 büyürken 1988 yılında %
1,5 büyümüştür, 1993 yılında % 8,1 büyürken 1994 yılında % 6,1 küçülmüştür, 2000 yılında
% 6,3 büyürken 2001 yılında ekonomi % 9,4 oranında küçülmüştür.
2004 büyüme rakamları içerisinde dikkati çeken en önemli husus dolar bazında kişi
başına milli gelirin 3383 dolardan 4172 dolara çıkarken artışın, KBMG’in % 23 oranında
artmasının temel nedeni dolar kurunun düşük kalmasıdır. 2003 yılında döviz kuru ortalama 1
milyon 500 bin TL iken, 2004 yılında ortalama 1 milyon 429 bin TL olmuştur. 2004 yılının en
önemli olayı ekonominin yüksek oranlı büyümesinin yanında enflasyonun da son otuz beş
yılın en düşük seviyesine (TÜFE’de % 9,3) indirilmesidir613. Ancak bu olumlu gelişmelerin
aksine cari işlemler açığının büyümesi, reel ücretlerin artmaması, işsizliğin % 10,3 gibi
yüksek seviyede gerçekleşmesi, Türk Lirasının aşırı değerlenmesi ve kamu borç stokunun
artması temel olumsuz göstergelerdir.
Kısaca belirtmek gerekirse; Türkiye’de krizlerin önceden tahmin edilip edilmeyeceğine
ilişkin, krizlerin temel ekonomik göstergelerde meydana gelen değişimler incelenerek bir kriz
ile karşı karşıya olunup olunmadığı konusunda belirli ipuçlarına ulaşılmaya çalışılmıştır. 2004
yılı cari işlemler açığının 15.4 milyar dolar gibi çok yüksek noktaya gelmiş olması ve bu
açığın GSMH’ye oranının % 5,1 gibi tehlikeli olarak kabul edilen bir düzeyde olması,
Türkiye’nin doğrudan yabancı sermaye çekememesi, TL’nin reel olarak % 43,5 civarında
değerlenmesi ve net kamu borç stokunun 160.6 milyar dolardan 272 milyar dolara (artış %
69,3) yükselmesi, kısa vadeli dış borçların toplam dış borç içindeki ve TCMB net rezervleri
içerisindeki oranlarının yükselmesi gibi göstergeler bir ekonomik kriz yaşanma olasılığını
613
Milliyet Gazetesi Ekonomi Servisi, 01.04.2005, s. 7.
244
arttırmaktadır. Ancak krizin tetiklenebilmesi, ekonomik göstergelerdeki bozulmalara ek
olarak iç ve dış sosyal ve siyasal beklentilerin olumsuzluğuna da bağlanmaktadır. Şu an için
Türkiye’de krizi tetikleyebilecek sosyal ve siyasal işaretler 2001 yılında yaşanan kriz
dönemine
göre
ciddi
gözükmemektedir.
Ayrıca,
uluslararası
konjonktürde
krizi
tetikleyebilecek dışsal faktörler (petrol fiyat artışları dışında) yok gibidir.
Gazi Üniversitesinden bir iktisatçı grubunun finansal kriz göstergeleri üzerine yaptıkları
ekonometrik çalışmada; cari açıkların net uluslararası rezervlere oranı, ihracatın-ithalatı
karşılama oranı, sıcak paranın net uluslararası rezervlere oranı ve reel kredi hacmindeki
genişleme faktörlerini kriz göstergesi olarak kullandıklarını daha önce belirtilmiştir. Bu
çalışmada ulaşılan sonuç Türkiye ekonomisinde “finansal kriz yaşanma olasılığı açısından
tehlikeli bölgede olduğumuz sonucuna varmışlardır. Yani ihmal edilemeyecek boyutta bir
riskin biriktiğine işaret etmektedirler”. Bununla beraber öncü göstergelerin sinyal özelliği
yalnızca iktisat politikası uygulayıcıları ve karar alıcıları için uygun ekonomik tedbirlerin
alınması yönünde bir uyarıdır. Finansal kriz yaşanma olasılığı açısından tehlikeli bölgede
olduğumuz gerçeği mutlaka kriz yaşanacak şeklinde algılanmamalıdır614.
Burada önemli olan, kırılganlıkları arttıran unsurların yakından izlenmesi ve
bekleyişleri olumsuza çevirecek politika uygulamaları ve açıklamalarından uzak durulması
gerektiğidir. Yapılması gereken biriken riskin tedrici bir şekilde azaltılması yönünde çaba
harcanmasıdır. Ayrıca, Türkiye’de bir kriz ortamının oluşması durumunda ilk etkilenecek
piyasanın para ve döviz piyasası olacağı açıktır. Bunun temel nedeni yatırım alternatiflerinin
çeşitlenmemiş olması ve dövizin finansal istikrarsızlık/kriz dönemlerinde başvurulabilecek
tek korunma aracı olma özelliğini taşımasıdır. Dolayısıyla para ve döviz piyasasında
başlayacak bir krizin de likidite ve döviz krizine dönüşme olasılığı yüksek görünmektedir.
Ancak, yatırım alternatiflerinin çeşitlenmesi ve özellikle belirli finansal araçların bireysel
risklerin bertaraf edilmesine olanak sağlayacak vadeli işlemlerin ve finansal araçların
sigortalanabilmesi olanaklarının hayata geçirilmesi, yatırımcıları portföy değişimlerinde ani
davranışlardan uzaklaştıracaktır.
3.5. Finansal Entegrasyon Sürecinin Krizlere Etkisinin Değerlendirilmesi
Finansal piyasaların uluslararası anlamda entegrasyonuna yol açan çeşitli faktörler
vardır.
Bunlardan
en
önemlisi,
finansal
liberalizasyon
uygulamalarıdır.
Finansal
liberalizasyon genel hatlarıyla yurt içinde finansal baskıya son verilmesi ve sermayenin
614
Saraçoğlu, Bedriye ve diğerleri (2005b), “Finansal Kırılganlık Endeksi”, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Yorum Dergisi Şubat Sayısı, Ankara, s. 23.
245
serbest dolaşımını ihtiva etmektedir. Bu da dar anlamda mevduat ve kredi faiz oranları
üzerindeki kontrollerin kaldırılmasını; geniş anlamı ile farklı nitelikteki kurumların
faaliyetlerini ayıran sınırlamaların, kambiyo rejimi üzerindeki kontrollerin azaltılmasını veya
kaldırılmasını, bu doğrultuda yabancı kuruluşların ulusal finansal sisteme girişindeki
engellerin azaltılmasını, yerleşiklerin yabancı finansal piyasalara girmelerine izin verilmesini,
finansal gelirler üzerindeki yüksek oranlı vergilerin azaltılmasını ve kantitatif kredi
tanımlarının ortadan kaldırılmasını içermektedir. Bu çerçevede finansal liberalizasyon
uygulamalarını, iç finansal liberalizasyon ve dış finansal liberalizasyon olarak sınıflandırmak
olanaklıdır. Çalışmanın bütününde kavram bütünlüğünü sağlamak için iç ve dış finansal
bütünleşme yerine finansal liberalizasyon/entegrasyon kavramının kullanımı tercih edilmiştir.
Ayrıca, dış finansal liberalizasyon, iç finansal liberalizasyonun tamamlayıcısı olarak
değerlendirilmekte, yerli tasarrufların yetersiz kaldığı durumlarda yabancı tasarrufların yerli
yatırımlar ve büyüme için önemli bir kaynak oluşturacağı kabul edilmektedir.
Finansal entegrasyonu etkileyen faktörlerin neler olduğu konusunda çalışmalar
sürdürülürken gelişmekte olan ülkelerdeki engeller, genellikle zamanlama ve sıralama sorunu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Literatürde ekonomik liberalizasyon/entegrasyonun başarılı
olabilmesi için liberalizasyon/entegrasyon uygulamaları sıralamasının önemi pek çok
çalışmada gündeme getirilmiştir. Liberalizasyon sıralamasının ülkeden ülkeye değişeceğini ve
başlangıçtaki
ekonomik
yapının
ve
makroekonomik
değişkenlerin
etkili
olduğu
vurgulanmıştır. Genel olarak kabul edilen görüşe göre sermaye hareketlerinin liberalizasyonu,
dış
ticaret,
finansal
piyasalar
ve
mal
piyasalarındaki
serbestleşmeden
sonra
gerçekleştirilmelidir. Sermaye hareketlerinin liberalizasyonu sonucu döviz kurlarının değer
kazanması, dış ticaretin serbestleştirilmesinden beklenen etkilerin ortaya çıkmasını
engellediği için, istenmemektedir. Ayrıca dış ticaretin ve sermaye hareketlerinin liberalize
edilmesinden önce bütçe açıklarının da ortadan kaldırılması ve finansal sisteme ilişkin
makroekonomik
istikrarın
gerçekleştirilmiş
olması
gerekmektedir.
Krueger’e
göre,
serbestleşmenin sıralaması dış ticaretle başlamalı, tarımsal fiyatların, işgücü piyasalarının,
yurtiçi sermaye piyasalarının serbestleştirilmesi ile devam edilmeli ve sermaye hareketlerinin
serbestleştirilmesi en sona bırakılmalıdır. Williamson ve Mahar’ın vurguladığı gibi, finansal
sektörün yeniden yapılandırılması programlarının yanlış sıra ile uygulanması bu programların
başarısız olmasının en önemli nedenidir. Örneğin, 1980’li yıllarda Latin Amerika
ülkelerindeki finansal liberalizasyonun başarısızlıkla sonuçlanmasının temel nedeni finansal
246
liberalizasyon
uygulamalarının
kurumsal
düzenlemelerin
yapılmadığı
bir
ortamda
gerçekleştirilmesidir.
Gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye hareketleri 1990’lı yıllara gelinceye kadar
çok sınırlı seviyede kalmıştır. Ancak, 1990’lı yıllar bu ülkelere önemli ölçüde sermaye akışına
sahne olmuştur. Özellikle Doğu Asya ülkeleri uluslararası sermayeyi çekme bakımından
oldukça başarılıdır. Bunun en önemli nedeni, diğer gelişmekte olan ülkelere göre daha
gelişmiş bir ekonomi ve finansal sektöre sahip olmalarıdır. Ayrıca, Latin Amerika ülkeleri ile
Doğu Avrupa ülkeleri de önemli gelişmeler kaydetmiştir. Her tür sermaye girişinin ülke
ekonomileri açısından her zaman olumlu sonuçlar doğurmadığı da bir gerçektir. Çünkü,
sermayenin rahatlıkla bir ülkeye girdiği gibi, hızlı çıkabilecek bir nitelik kazanması
makroekonomik göstergeler üzerinde olumsuz etkiler oluşturmaktadır. Ayrıca, sıcak para
akımları ulusal piyasalardaki görece yüksek reel faize yönelirken, döviz rezervlerini arttırmış
bu da ulusal paranın yabancı dövizler karşısında aşırı değer kazanmasına yol açmıştır.
Özellikle enflasyon hızının yüksek olduğu ülkelerde, ülke dışına kaynak aktarımını sınırlı
tutabilmek amacıyla aşırı değerlenmiş kur politikaları takip edilmiş, kur artışları enflasyon
hızının altında tutulmuştur. Ancak düşük kur ortamında ihracat azalıp, ithalat arttığından cari
açıklar büyümüştür. Faiz oranı yüksekliği de yatırımı ve üretimi olumsuz etkilemiş,
yatırımcıların reel üretimden finansal işlemlere kaymasına yol açmıştır.
Finansal krizlerin sebepleri hakkında son 20-25 yılda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.
Bir görüşe göre, finansal krizlerin ortaya çıkmasının en önemli nedeni, yükselen
ekonomilerdeki finansal liberalizasyondur. Bu ülkelerin uluslararası sermaye akımlarına açık
olması ve finansal sistemlerini liberalize etmeleri, dış etkilere açık duruma gelmeleri,
ekonomilerini kırılgan bir yapıya sokarak, para ve bankacılık krizlerinin ortaya çıkmasına
neden olmaktadır. Finansal krizlerin ortak özellikleri olmakla birlikte, hepsinin kendine has
bazı ayırt edici özellikleri bulunmaktadır. Dolayısıyla krizleri tek faktöre bağlamak olanaklı
değildir. Şayet böyle olsaydı tek bir kriz modeliyle krizleri açıklamamız olanaklı olurdu.
Ancak, literatürde döviz krizleri; birinci nesil, ikinci nesil ve üçüncü nesil krizler olmak üzere
çeşitlendirilmiştir. Birbirini reddetmeyen bu üç model, döviz krizinin çıkış nedenlerini farklı
faktörlere bağlamaktadır. Meydana gelen yeni döviz krizlerini bir önceki modelin ya da
modellerin açıklayamaması, yeni modellerin gereksinimini ortaya çıkarmıştır. Tarihsel kriz
süreci, kriz modellerinin bu üç modelle sınırlı kalmayacağını, farklı faktörlere bağlı gelişecek
krizler için yeni modeller kurulacağını göstermektedir.
247
Döviz krizlerini açıklayan birinci nesil modellerde sabit kur sisteminin uygulandığı
ekonomilerde bütçe açıklarının finansmanında, Merkez Bankası kaynaklarının kullanılması
rezervlerde düşüş yaratmaktadır. Döviz rezervlerinde kötüleşmenin ortaya çıkması sonucu
sabit kur sistemi sürdürülemez bir duruma geldiği için yerli para, yabancı ülke paraları
karşısında devalüe edilerek sabit kur sistemi terk edilmektedir. İkinci nesil modeller,
ekonominin temel göstergelerinde bir kötüleşme olmaksızın da ekonomilerde kriz çıkma
olasılığı üzerinde durmaktadır. Kısaca, makroekonomik politikaların sürdürülebilirliği ile
ilgili beklentilerde ortaya çıkan ani değişiklikler karşısında, hükümetin sabit kur sistemini
sürdürüp, sürdürmeme konusunda yaşadığı ikilem sonucu sabit kur sisteminin terk
edilmesiyle açıklanmaktadır. Üçüncü nesil modeller ise, finansal piyasaların giderek
bütünleştiği günümüz dünyasında herhangi bir ülkenin finans piyasasında meydana gelen
istikrarsızlıkların veya krizin bir başka yerde makroekonomik temellerde açıklanamayan bir
krizi başlatabilmesi gerçeğinden hareket etmektedir.
Türkiye’de yaşanan 1994, 2000 ve 2001 Krizleri incelendiğinde, 1994 ve 2000
krizlerinin, bu modellerden hiçbirisiyle açıklanamadığı, 2001 krizinin ise ikinci ve üçüncü
nesil modellerle açıklanabildiği tespit edilmiştir. 1994 krizinin çıkış nedeni her ne kadar
birinci nesil modellere benzerlik gösterse de kur sisteminde yönetimli dalgalanmanın olması,
krizin herhangi bir modele dâhil edilmesini engellemektedir. Bilindiği gibi birinci nesil
modeller sabit kur sisteminin geçerli olduğu ekonomilerde görülür. 1994 krizinin birinci nesil
modellerle tek benzerliği bütçe açığının Merkez Bankası tarafından finanse edilmesidir. O
dönemde Türkiye’de sabit kur sistemi geçerli olmadığı için, 1994 krizi hiçbir döviz krizi
modeliyle açıklanamamaktadır. Ayrıca, Kasım 2000 Krizi de kriz modellerinden hiç birisine
uymamaktadır. Çünkü, Kasım 2000 Krizi, sabit kur sisteminin çökmesine yol açmadığından
döviz krizi modellerinden hiç birisiyle açıklanamamaktadır. Şubat 2001 Krizi, birinci nesil
modellerle açıklanamazken, ikinci ve üçüncü nesil modellerle açıklanabilmektedir. Şubat
2001 Krizinin birinci nesil modellere dâhil edilmemesinin nedeni Ocak 2000’de uygulanmaya
başlanan program sürecince bütçe açıklarının para basılarak karşılanmamasıdır. Böylece, sabit
kurun geçerli olduğu bir ortamda rezervler bu nedenden dolayı azalmamış ve krizin meydana
gelmesinde rol oynamamıştır. 2001 Şubat Krizi, ikinci ve üçüncü nesil kriz modellerinin
özelliklerini göstermektedir. Hükümetin sabit kuru devam ettirip, ettirmeme konusunda
ikileme düşmüş olması yanında beklentilerin de olumsuz olması, ikinci nesil modellere
uygunluğunu göstermektedir. Ayrıca, hükümetin örtük ve açık garantilerinin, finansal denetim
248
ve gözetimin yetersiz olduğu bir ortamda ahlaki rizikoya yol açması sonucu riskli alanlara
yatırım yapılması, üçüncü nesil modellerle benzerlik göstermektedir.
1980’li yıllarda bütün dünyayı saran finansal liberalizasyon/entegrasyon hareketi
Türkiye’de de uygulanma olanağı bulmuştur. 24 Ocak 1980’de gerek yurt içi ekonomik
koşulların, gerekse dış finansal çevrelerin baskısıyla Türkiye ekonomisinde Neo-klasik
argümanlara dayalı Ortodoks bir istikrar programı yürürlüğe konulmuştur. Programın ana
ekseni ihracata dayalı büyüme stratejisi çerçevesinde iç ve dış finansal entegrasyon
(liberalizasyon/entegrasyon) oluşturmaktadır. Uygulamada önce yurt içi finansal piyasalarda
liberalizasyona gidilmiş 1989 yılında 32 Sayılı Karar sonrası ise, dış ticaret ve sermaye
hareketleri serbestleştirilmiştir. Bu süreçte sermaye hareketleri üzerindeki bütün kontroller ve
denetim kaldırılmış Türk finansal piyasaları tamamen dışa açılmıştır. Böylece hem iç
piyasalar arasındaki etkileşim çok fazla artmış, hem de uluslararası finansal piyasalardaki
hareketlere çok daha duyarlı bir finansal yapı ortaya çıkmıştır. Ayrıca, bu gelişme ile
Türkiye’de finans piyasaları özellikle kısa vadeli sermayenin spekülasyonuna açılmış ve
döviz TL’nin tam ikamesi olmuştur. Sermaye hareketlerinin ve finansal piyasaların
serbestleşmesi sonucu döviz kurları artık cari işlemler bilânçosu açıklarına veya fazlalıklarına
bağlı olarak değişen bir anahtar değişken olmaktan çıkmış, sermaye hareketlerinin belirlediği
fiyat haline dönüşmüştür.
1990 sonrası dönemde patlak veren üç büyük kriz, Türkiye'deki finansal
serbestleşme/entegrasyon ile yakından ilgilidir. Dış sermaye hareketleri üzerindeki bütün
kontrollerin ve denetimlerin kaldırılmasıyla Türk finans piyasaları kısa vadeli sıcak paranın
spekülasyonuna açılmıştır. Bu yapı içerisinde uzlaşmaz üçlü gereği, ulusal piyasalarda
Merkez Bankası’nın döviz ve faiz kurunu birbirinden bağımsız biçimde birer politika aracı
olarak kullanabilme olanağı yitirilmiştir. Bu finansal yapı, ekonomiyi doğrudan doğruya
yüksek faiz ve TL’yi yapay olarak değerli kılan bir döviz kuru kıskacında tutmuştur. 1990'lı
yıllardan itibaren yabancı sermaye girişlerinde, özellikle de kısa vadeli sermaye girişlerinde
artışlar olmuştur. 1990 yılında Türkiye’ye giren sermaye, 1991 yılında çıkmış ve söz konusu
yıl çok küçük bir krizle atlatılmıştır. Daha sonra 1992 ve 1993 yılında gelen sermaye ise 1994
yılında fazlasıyla çıkmış ve bu yıl ciddi bir ekonomik kriz yaşanmıştır.
1994 Krizinde ana sorun, kamu açıkları ve bu açıkların kapatılmasında kullanılan
finansman yöntemidir. Tam açık kambiyo rejiminde faiz oranlarının; yüksek enflasyon, artan
kamu açıkları ve ekonomik büyüme nedeni ile özel kesimin kredi taleplerinin arttığı bir
dönemde düşürülmeye çalışılması piyasalarda istikrarsızlık yaratmış ve açık pozisyonda
249
bulunan başta bankacılık kesimi olmak üzere tüm kurumları harekete geçirmiş, dövize olan
talep artmıştır. Böyle bir ortamda iç ve dış piyasalarda ekonomiye olan güvenin azalması ve
uluslararası reyting kuruluşu Moodys’in Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi krizi
başlatmıştır. 1994 Krizi’nin en önemli sonuçları, Türk Lirasının büyük oranda devalüe
edilmesi, enflasyonun hızlanması (% 100’leri geçmiştir), faiz oranlarının artması, reel
ücretlerin ciddi bir biçimde azalması ve ekonominin % 6,1 oranında küçülmesi olmuştur.
Ayrıca hükümet, tasarruf sahiplerinin bankalara hücumunu engelleyebilmek için çareyi bütün
banka mevduatlarına sınırsız kamu güvencesi (mevduat sigortası) getirmekte bulmuştur. Bu
sayede krizin genel bir bankacılık krizine dönüşmesi engellenmiştir. Bunlara ilaveten, Türkiye
1985 yılından sonra IMF’siz yaşarken, 1994 yılında yeniden IMF ile bir destekleme
düzenlemesi yapmak zorunda kalmıştır. Özetle 1994 Krizi Cumhuriyet Tarihinin en kötü
krizlerinden birisi olarak tarihe geçmiştir.
Kasım 2000 Krizi öncesi, Türkiye ekonomisi iç ve dış şoklarla sarsılmıştır. Bunlar;
1997 Asya Krizi, 1998 Rusya Krizi, dünya petrol fiyatlarındaki artış ve buna bağlı olarak cari
işlemler açığının büyümesi, özelleştirme gibi yapısal sorunların çözülemeyişi ve iki büyük
depremin ekonomik maliyetinin büyüklüğüdür. Ayrıca, 2000 yılı Ocak-Ağustos dönemi faiz
oranlarının hızla aşağı düşmesi sonucu, küçük ve orta büyüklükteki bankaların Kasım
başından itibaren hazine kâğıtlarını zararına satmaları (bu bankaların karlılığını azaltmıştır) ve
küçük bankaların işlemlerinin büyük bankalar tarafından devre dışı bırakılması likidite
krizinin patlak vermesini hızlandırmıştır. Burada krizi tetikleyen en önemli unsur, yurtiçinden
iki büyük bankanın Demirbank’ın kredilerini kesmeleri ve elindeki devlet kâğıtlarını garanti
olarak kabul etmemeleri bankayı ödeme güçlüğüne düşürmüştür. Demirbank, ödemelerini
gecelik faizle borçlanarak finanse etmeye başlayınca piyasa faizleri yükselmiştir. Ayrıca,
Türk lirasının aşırı değerlenmesi ve bunun sürdürülmesinin uzun vadeli olarak olanaksız
gözükmesi bankaları ve Türkiye’de yatırım yapan yabancı yatırımcıları pozisyon kapatmaya
yöneltmiştir. Yerli ve yabancı yatırımcıların dolar satın alma isteğinden ötürü piyasada bir
likidite sıkışması yaşanması Kasım ayında “Likidite Krizine” neden olmuştur. Likidite
krizinde piyasanın Merkez Bankası tarafından Net İç Varlıklar (NİV) uygulaması nedeniyle
fonlanamaması önemli bir rol oynamıştır. Oysa Merkez Bankası likidite sorunu yaşayan
bankaya/bankalara doğrudan kredi verseydi, hem NİV hedefi aşılmayacak hem de kriz
önlenecektir.
2000 yılı programı dış şokların olmadığı varsayımı altında iki tür risk taşımaktadır.
Birinci risk, diğer ülke programlarında da karşılaşılan reform yorgunluğu ve finansal
250
reformların gerçekleştirilmesi için gerekli olan performans kriterlerinin yerine getirilememesi
olurken ikinci risk ise, ani bir para çıkışı sonucu piyasada oluşacak likidite ihtiyacına Merkez
Bankasının para ve kur programı gereği müdahale edememesi nedeniyle bankaların gecelik
piyasalarda fonlama yapma olanağının daralması ve böylece bankaların kırılganlığının
artmasıdır. Programın uygulanması aşamasında her iki riskle de karşı karşıya kalınmıştır.
Ayrıca, bankaların risk üstlenmesini adeta teşvik eden politikalar da olmuştur. Bunlardan en
önemlisi sabit kura dayalı programın varlığıdır. Sabit kur sistemi, döviz kuru riskini azaltarak
dövizle borçlanmayı teşvik etmiştir. Mevduat sigortasının sürdürülmesi de bir ahlaki risk
unsurudur. Kamu finansmanının borçla sürdürülmesine ve faiz oranlarının düşeceğine olan
beklentiye dayanarak, bazı bankaların yanlış portföy seçimleri de önemli bir risk faktörü
oluşturmuştur. Sonuçta, bankacılık kesimi sorunları, programın altını oyarken, program da
bankacılık kesimini daha kırılgan duruma getirmiştir.
Kasım 2000’de piyasada baş gösteren likidite krizi, IMF’den sağlanan ek rezerv
kolaylığı,
kısa vadeli sermaye
girişleri ve programı güçlendirici ek önlemlerle
durdurulmuştur. Böylece faiz oranlarında az da olsa düşüş sağlanmış ve finansal piyasalardaki
tedirginlik kısmen de olsa azalmıştır. Ancak, Kasım 2000 Krizi, Şubat 2001 Krizi ile iç içe
geçmiş görüntüsü vermektedir. Diğer bir ifade ile Şubat Krizi, Kasım Krizinin devamı
niteliğindedir. Hem iki kriz arasındaki sürenin çok kısa olması hem de Kasım Krizinin etkileri
geçmeden Şubat 2001 Krizinin yaşanması krizlerin arasındaki etkileşimi güçlendirmektedir.
19 Şubat 2001’de Kamu Bankalarının “Döviz Krizi” ortaya çıkmıştır. Kasım Krizi
nedeniyle zaten hassas olan piyasalar altüst olmuş ve döviz krizi başlamıştır. Şubat 2001 Krizi
ekonomik istikrar yanında siyasal istikrar ve güven unsurunun ne kadar önemli olduğunu
göstermesi açısından da son derece önemlidir. Kasım Krizinde TL pozisyonlarını koruyan
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da Şubat’ta dövize hücum etmeleri sonucu döviz kuru
üzerindeki baskı artmış, Merkez Bankası krizi izleyen iki gün boyunca rezervlerini eritmek
pahasına (bir günde 5 milyar doların üzerinde döviz kaybetmiştir) piyasaya müdahale etmiş,
ancak 22 Şubat 2001 tarihinde, döviz kuru çıpasının yürürlükten kaldırılıp, dalgalı kura
geçildiğini ilan etmek zorunda kalmıştır. Ancak serbest kur politikasına geçilmesinin
yanlışlığını savunan iktisatçılara göre, % 20-25 arasında bir devalüasyon yapılarak, eskiden
olduğu gibi, MB tarafından günlük kur ayarlamalarına geçilebilseydi kur politikasında
belirsizlik ortadan kalkacak ve Türkiye ekonomisi daha sağlıklı bir yapıya kavuşabilecektir.
Serbest kur politikasına geçilmesinin Türkiye’ye maliyeti yüksek devalüasyon, yüksek
enflasyon ve faiz artışları olmuştur.
251
2000 yılı programının diğer ülkelerde uygulanan benzer programlar da dikkate alınarak
genel bir değerlendirilmesi yapıldığında döviz çıpasına dayalı kur rejimlerinin spekülatif
ataklara karşı sürdürülmesinin oldukça zor olduğu görülmektedir. Faiz oranlarını devamlı
yükselterek, döviz talebini bastırma politikalarının finansal sisteme çok büyük zararlar verdiği
ve krize neden olduğu, incelenen krizlerden çıkarılması gereken önemli derslerden birisidir.
Ayrıca döviz kuru çıpası, ulusal para için istikrar unsuru olarak görülmeye başlandığında,
döviz cinsinden borçlanmayı ve yüksek oranlarda döviz kuru riski almayı teşvik etmektedir.
Döviz kuru çıpaya bağlanınca yatırımcılar konvertibilite garantisinin uluslararası rezervlerle
sınırlı
olduğunu
ve
ülkenin
dışarıdan
borçlanabildiği
müddetçe
kur
politikasını
sürdürebileceğini bilmektedir. Bu durumda, döviz kuru rejiminin sürdürülebilirliğine olan
güven azalmaya başlayınca, ülkeye kısa vadeli spekülatif amaçlı sermaye girişi
hızlanmaktadır. Merkez Bankası’nın sterilizasyona gitmemesi durumunda ülkeye giren
yabancı sermaye, tüketim ve ithalatta büyük artışlara neden olarak ödemeler dengesini
olumsuz etkileyebilmektedir.
2000 yılı programının en önemli eksikliklerinden birisi de TL’nin aşırı değer
kazanmasını önleyebilecek tedbirlerin olmamasıdır. Ulusal para, reel anlamda aşırı
değerlendiğinde ülkenin rekabet gücü zayıflamakta ve cari işlemler açığı tehlikeli boyutlara
ulaşabilmektedir. Bunun sonucunda döviz kurları üzerindeki baskı artmakta ve piyasalarda
devalüasyon beklentisi hakim olmaktadır. Böyle bir durumda, uygulanmakta olan istikrar
programına devam etmek mümkün değildir.
İncelenen üç krizde kriz göstergelerinin hemen hemen tamamının olumsuz olduğu
görülmektedir. Ayrıca, krizlerin kökeninde kamu finansman açığının büyüklüğü ve bu açığın
kapatılması gereği bulunmaktadır. Bu açık döviz kazandırıcı işlemler yoluyla kapatılamayınca
çare iç ve dış borçlanma yöntemlerinde aranmıştır. Bir dönem özellikle iç borçlanma
yönteminin kabul edilip uygulanması ekonominin faiz yükünü arttırmıştır. Yüksek faizlerin
cazip duruma getirdiği kısa vadeli yabancı sermaye akımlarının Türkiye’ye gelmesi piyasaları
bir süreliğine rahatlatmıştır. Bir süre sonra sıcak paranın ısıttığı ekonomide, Türk Lirasının
aşırı değerlenmesiyle, cari işlemler dengesi açık vermiş ve açıkların finansmanı da dış
borçlanmayı arttırmaktadır. Kısaca, kamu finansman açığının kapatılması sorunu ekonomide
ciddi sorunları beraberinde getirmektedir. İçine düşülen kısır döngü birbirini besleyerek
devam ederken sorunların büyümesine neden olmaktadır. Söz konusu sorunlara ulusal ve
uluslararası sistemden kaynaklanan iç ve dış şoklar eklenince kriz kaçınılmaz duruma
gelmektedir.
252
SONUÇ VE DEGERLENDİRME
Dünya ekonomisinin son otuz yılına damgasını vuran başlıca ekonomik gelişmelerden
en önemlisi piyasaların global anlamda bütünleşmesi ve etkinlik kazanmasıdır. Günümüzde
özellikle finansal piyasalar bağlamında, kökenleri 1960’lı yıllarda Avrupa para ve tahvil
piyasalarının ortaya çıkışına kadar uzanan, 1980’li yıllarda devam eden ve 1990’larda ivme
kazanan bir entegrasyon süreci yaşanmaktadır. 1980’lerden sonra sermaye hareketlerinin
kazandığı nitelik, bu akımların resmi kanallardan, özel kanallara kaymasına yol açmıştır. Özel
kanallara kayan özellikle portföy ve kısa vadeli sermaye akımları, sahip oldukları oynak
(volatilite) yapılarını gittikleri ülkelere de taşımışlardır. Ayrıca, teknolojik gelişmenin bir
sonucu olarak haberleşme maliyetlerinin azalması ve kazandığı hız, kısa vadeli sermaye ve
portföy akımlarına da yansımış, kısa vadeli sermaye ve portföy akımları eskiye oranla
ülkelere daha hızlı girip, çıkma özelliği kazanmıştır. Bu gelişmeler finansal piyasalar arasında
daha ileri bir entegrasyon sürecinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Son uluslararası para sistemi olan “Bretton Woods”un 1970’li yılların başında
yıkılmasından sonra, ülkelerin kambiyo sistemleri konusunda kendi tercihlerini sunmaları ve
dünya üzerinde çok farklı kambiyo sistemi uygulamalarının gündeme gelmesi, bir sistemsizlik
sorununu da gündeme getirmiştir. Sistemsizlik sorunu ile birlikte yaşanan “Petrol Şokları” ise
hemen hemen tüm ülke ekonomilerini derinden etkilemiştir. Bu gelişmelerle birlikte dünya
ekonomisi faiz ve kur riskiyle de tanışmıştır. Ortaya çıkan bu riskler, hem yeni bir para
sistemi, hem de uluslararası finansal piyasalarda yeni enstrüman arayışlarını gündeme
getirmiştir. Ülkelerin farklı kambiyo sistemi uygulamaları ise, bir yandan arbitraj işlemlerini
ve spekülatif hareketleri hızlandırırken, bir yandan da gelişmiş ekonomilerde biriken
tasarruflara uluslararası hareketlilik özelliği kazandırmıştır. Bu gelişmeye bağlı olarak,
gelişmiş ekonomilerden, gelişmekte olan ekonomilere doğru bir uluslararası sermaye
akımının başlaması için, gelişmekte olan ülkelerde uygulanan kambiyo sistemlerinde radikal
değişiklikler gerçekleştirilmiştir.
Uluslararası sermaye hareketlerine getirilmiş olan sınırlamaların kalması, teknoloji,
bilişim, iletişim ve ulaşım alanlarında sağlanan gelişmelerle birleştiğinde uluslararası finansal
piyasalar adeta birbirine entegre, tek bir pazar durumunu almış ve dünyanın dört bir yanından
katılımcıların yer aldığı bu piyasalar 24 saat aralıksız işlem yapılan bir arenaya dönüşmüştür.
Finansal entegrasyona paralel olarak piyasa katılımcılarının hemen her piyasada faaliyet
gösterebilmesi sonucunda, artan uluslararası rekabet, bir yandan genel olarak sermaye
maliyetlerini düşürürken, diğer yandan uluslararası finansal entegrasyonda yer alan ülkeler
253
arasındaki sermaye maliyetlerinin ve getiri oranlarının birbirine yaklaşmasını sağlamıştır.
Kısaca ifade edecek olursak teorik anlamda entegrasyon, ilgili piyasalarda tek fiyat
kanununun işlemesini yani ürün ve faktör fiyatlarının eşitlenmesini ifade etmektedir.
Çalışmada 1990 sonrası Türkiye’ye yönelik finansal liberalizasyon/entegrasyon süreci
incelenmiştir. Sermaye hareketlerinde 1990 sonrası (özellikle kısa vadeli sermaye
hareketlerinde) belirgin artışlar gerçekleşmiştir. Bu artışlar para ve maliye politikaları ile belli
başlı ekonomik büyüklükler üzerinde etkili olmuştur. Bu çalışmada ulaşılan sonuçlar şöyledir;
Sermaye girişleri Merkez Bankası rezervlerini arttırırken uygulanan para politikası
gereği Türk Lirası arzının artmasına neden olmaktadır. Ayrıca, Türk Lirası bolluğunun faizleri
düşürmesi yabancı sermayenin kazanç oranını azaltırken, yabancı sermayeye önce bir
tedirginlik yaşatmakta sonrada ülkeyi terk etmesine neden olmaktadır. Bu durumda Merkez
Bankasının rezervleri azalmaktadır. Böylece ülkede oluşan Türk Lirası sıkışıklığı faizleri
arttırmakta ve ülkede para krizi oluşmaktadır. Yaşanan krizler öncesinde Türk Lirasının aşırı
değerli olduğu ve aşırı değerlenmiş Türk Lirası sorunun hala devam ettiği (Bkz. Tablo 25),
kısa vadeli sermaye çıkışlarının rekor düzeyde olduğu (Bkz. Tablo 24) görülmektedir. Aşırı
değerlenmiş Türk Lirası ihracatı kısıtlarken, ithalatı körükleyerek dış ticaret açığının
büyümesine ve cari işlemlerin açık vermesine yol açmaktadır. Dolayısıyla, cari işlemlerin açık
vermesinde kısa vadeli sermaye akımlarının etkisi büyük olmaktadır. Kriz öncesi yıllardaki
cari açık miktarı ve bu miktarın gayri safi milli hasılaya oranında ki ciddiyet 2004 yılı
rakamlarında da görülmektedir.
Finansal liberalleşme/entegrasyon sürecinin bir sonucu olarak Türkiye ekonomisinde
para ikamesinin (dolarizasyon) yaygınlaştığı görülmektedir. Çalışmada bu gösterge
DTH/M2Y oranıyla ölçülmüş ve bu oranın krizler sonrasında en fazla % 54’lere yükseldiği
anlaşılmaktadır. 2004 yılı itibariyle bu oran % 41,5 olarak çok ciddi bir kriz belirtisi olarak
gözükmektedir. Para ikamesi, enflasyon ortamında zamanla yabancı paraların hesap birimi
olarak kullanılmasına yol açmasına rağmen günümüzde enflasyonun % 10’ların altına
düşürülmüş olması böyle bir tehlikeyi gündemden uzaklaştırmaktadır.
Sermaye girişlerinin artması sonucu, Türk Lirasının değerlenmesi ve cari işlemlerin açık
vermesi, bu açığın finansmanında iç ve dış borç enstrümanlarının kullanılması kamu kesimi
net borç stokunu sürekli arttırmıştır. Günümüzde de kamu kesimi net borç stokunun
GSMH’ye oranı çok ciddi bir kriz göstergesi olarak önemini korumaktadır (Bkz. Tablo 26).
254
Yaşanan finansal krizlerde IMF, krizleri önceden öngöremediği, hatalı iktisat
politikaları ve ülkelerin iç dinamiklerini hesaba katmamak vb. konularda sürekli
eleştirilmektedir. Bu görüşlerde haklılık payı da bulunmaktadır. Ancak, IMF’nin
sorumluluğunun yanında ülke ekonomilerinin sorunlarını IMF’ye yeterince anlatmayan
hükümetlerin de büyük kusuru olduğu unutulmamalıdır. Kısaca krizlerde tüm sorumluluğun
IMF’ye verilmesi ve tek suçlu ilan edilmesi doğru gözükmemektedir. Zira IMF sorunlu
ekonomilere, ilgili ülkenin isteği üzerine bir program uyguladığı da unutulmamalıdır.
Yukarıda özetlenmeye çalışılan sonuçlara göre çözüm önerilerimiz aşağıdaki gibi
özetlenmiştir;
Makroekonomik istikrar olmadan finansal liberalizasyon/entegrasyon uygulamalarının
yararlı olması olanaklı görünmemektedir. Kamu harcamaları, yüksek enflasyon, mali disiplin,
dış ticaret dengesi, döviz kurunun değerlenmesi, iç ve dış borçlanma v.b. sorunlar kontrol
altına alınmadan büyüme trendine girmek ve finansal piyasaları geliştirerek, finansal
entegrasyondan olumlu sonuç almak olanaklı olmadığına göre öncelikle makroekonomik
istikrarın sağlanması gerekmektedir. Bugün Türkiye’nin yaşadığı sorunların büyük bir kısmı
1990 öncesi iç liberalizasyon döneminde makroekonomik istikrarın oluşturulmamasından
kaynaklanmaktadır. Kısaca Türkiye zamanlama hatası yaparak finansal entegrasyon sürecine
erken geçmiştir.
Türkiye’de yaşanan sorunların temelinde kamu kesimi borçlanma gereği bulunduğuna
göre bu sorunu ortadan kaldırabilmek için, döviz kazandırıcı işlemlerle sürdürülebilir büyüme
hızına ulaşmak en önemli çözümlerden biri olacaktır. Bunun için daha çok üretip, daha çok
ihracat yaparak, daha az borçlanma ihtiyacı duyulan bir ekonomik yapının kurulması
gerekmektedir. Özellikle, inşaat, turizm, tekstil, otomobil, beyaz eşya v.b. sektörlerin önü
açılarak her türlü ihracatın teşvik edilmesi gerekmektedir.
Ekonominin üretim kapasitesinin arttırılıp, sektörel rekabet üstünlüğü sağlayabilmek
için elde edilen ekonomik ve siyasal istikrarla birlikte sağlanan güven ortamında sabit
sermaye yatırımlarının arttırılması gerekmektedir. Sabit sermaye yatırımlarının arttırılmasında
uluslararası kuruluşlarla iyi ilişkiler geliştirilmesi özellikle Avrupa Birliğinden müzakere
tarihi alınması ve birliğe üye olabilmek için kararlılık sergilenmesi büyük önem arz
etmektedir.
Negatif reel faiz uygulaması yabancı sermayeye cazip gelmezken, pozitif reel faiz
uygulaması yabancı sermayeyi (özellikle kısa vadeli sermaye) ülkeye çekerek ulusal paranın
255
değerlenmesine neden olmaktadır. Ulusal paranın değerlenmesi, cari işlemler dengesinin açık
vermesine neden olurken ekonomilerin asıl problemi olan kamu borç stokunun da artmasına
neden olmaktadır. Bu sorunların ortadan kaldırılabilmesi için ulusal paranın döviz karşısında
aşırı değerlenmesinin önlenmesi gerekmektedir. Sabit kur sisteminde düzenli aralıklarla
yapılacak devalüasyonlarla kur artışı önlenebilirken, yönetimli kur sisteminde para piyasası
araçları kullanılarak para ve döviz piyasasına müdahale edilerek piyasadaki para miktarı
ayarlanarak ulusal paranın değerlenmesi önlenebilir.
Günümüzde finansal liberalizasyon/entegrasyon konusunda yapılan en temel tartışma
veya sunulan çözüm önerileri sermaye kontrollerini amaçlayan regülasyon düzenlemelerine
geri dönmeyi veya finansal liberalizasyon/entegrasyon sürecine devam etmek biçiminde iki
kutup haline dönüşmüştür. Aşağıda bu tartışmalar çözüm önerimizle birlikte özetlenmiştir.
Sermaye hareketlerinin kontrolüne yönelik görüşün temelinde, sermaye girişleriyle
artan likiditenin ekonomik canlılığa yol açması, finansal araçların ve gayrimenkullerin aşırı
değerlenmesine neden olması bulunmaktadır. Enflasyon kaygısı sonucunda para tabanının
sabit
tutulması
sonucunda
artan
sermaye
girişinin
sterilizasyonu
faiz
oranlarını
yükseltmektedir. Faiz oranlarındaki bu artış, bir yandan yerli paranın değerlenmesine yol
açarak cari işlemler dengesi üzerinde olumsuz etkiler yaratmakta, diğer yandan da bütçenin
faiz maliyetlerini arttırmaktadır. Makroekonomik dengesizlikler ve bankacılık düzenlemeleri
eksik veya yetersiz olan ekonomilerde sermaye girişleri, bankacılık kesiminin bilânçolarının
aktif ve pasifi arasında vade uyumsuzluklarına ve döviz pozisyonu açıklarına neden olduğu
için, bankacılık kesimi yükümlülüklerini kur ve faiz oranlarındaki oynamalara karşı son
derece hassas duruma getirmektedir. Sermaye hareketleri üzerindeki kontrollerin dayandığı
belli başlı nedenler şunlardır:
• Kısa vadeli sermaye hareketlerini sınırlayarak, döviz piyasalarında istikrar sağlamak
ve böylece ödemeler dengesi vb. krizlerin önüne geçmek.
• Yurtiçi tasarrufları korumak, ülkeden dışarıya sermaye gönderilmesi, yatırım
kaynaklarının ulusal ekonominin değil, yabancı ekonomilerin hizmetine sunulmasına engel
olmak.
• Yurtiçi vergi tabanını korumak ve kamu borçlanmasının maliyetini düşürerek,
sermaye hareketlerini kontrol etmek ve finansal politikalarda devletin gücünü arttırmaktır.
Sermaye girişlerine getirilen kısıtlar temelde iki kategoride incelenmektedir. Bunlardan
birincisi sermaye girişlerine getirilen doğrudan miktar kısıtlamaları, diğeri ise vergilendirme
256
uygulamalarıdır. Doğrudan miktar kısıtlamaları birçok ülkede farklı şekillerde uygulanmış ve
başarı değişkenlik göstermiştir. Örneğin 1992 yılında Meksika, bankaların döviz varlıklarına
limit getirmiş ancak bu yöntem başarılı olamamıştır. Ancak, 1994 yılında sermaye
hareketlerine sınırlama getiren Malezya ise bu kapsamda başarılı bir örnek sayılabilir.
Sermaye hareketlerini kısıtlamaya yönelik tartışılan tedbirlerden bir diğeri ise vergilendirme
politikası ile ilgilidir. Bu yaklaşımda, sermaye hareketlerinden kaynaklanacak döviz kuru
istikrarsızlığın giderilmesinde vergilendirmenin bir araç olarak kullanılması öngörülmektedir.
Ancak uzun vadeli sermaye yatırımlarını caydırmamak için sadece kısa vadeli sınır ötesi
sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi hedeflenmiştir. Tobin Vergisi olarak literatüre geçen
ve basit anlamda spot döviz alım satım işlemleri üzerine getirilen sabit fakat düşük oranlı bir
advalorem vergi olarak tanımlanabilecek yaklaşım özellikle son yıllarda politik iktisat
gündeminin çok tartışılan konuları arasına girmiştir. Ancak, Tobin Vergisinin sağlayacağı
faydalar yanında bir takım olumsuz yönleri de gözden kaçırılmamalıdır. Literatürde bu yönde
getirilen eleştirilerden birisi Tobin Vergisinin başarılı olabilmesi için dünya çapında
uygulanması gerekliliğidir. Bu görüşe göre sadece belli başlı ülkelerin bu yönteme
başvurması sonucunda sermayeye vergi uygulamayan diğer ülkelere yönelebilecektir. Tobin
Vergisine yapılan diğer bir eleştiride istikrarı bozan döviz işlemlerinin (kısa vadeli işlemler)
ayırt edilmesinin zorluğuna dikkat çekmektedir. Buna göre vergi ile özellikle vergi
piyasalarında spekülatif işlem yapanların cezalandırılması hedeflenirken, zaman zaman bu
hedeften sapılarak ülkede doğrudan yatırım yapmış ve döviz piyasalarında yoğun işlem yapan
yatırımcıların da cezalandırılması olasılığı ortaya çıkmaktadır.
Bir diğer çözüm önerisi ise, piyasa disiplinini kabul eden anlayışla finansal
liberalizasyon/entegrasyon sürecinin geri döndürülemez bir süreç olduğu ve bu anlayış
üzerine devam etmenin yararlı olduğunu savunan görüştür. Ancak, buradaki temel sorun
piyasa disiplini içerisinde hareket eden hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin
sıklıkla finansal krizler yaşamalarıdır. Bu krizler sadece ortaya çıktıkları ülkenin finansal
sistemini bozmakla kalmayıp entegrasyon ilişkisi nedeniyle pek çok ülkeyi olumsuz
etkilemektedir. Tam bu noktada verilmesi gereken önemli karar, bu görüşlerin hangisinin
tercih edileceği veya ekonomik istikrar için nasıl bir çözüm üretileceği konusudur.
Kanaatimizce; uluslararası finansal piyasalardaki entegrasyonda gelinen noktadan geri
dönmek olanaklı olmadığına göre, uygun politikaların yürürlüğe konulması koşuluyla uzun
dönemde genel olarak finansal entegrasyondan, özel olarak ise, uluslararası sermaye
257
akımlarından
ülke
ekonomisinin
ihtiyaçları
doğrultusunda
yararlanılması
olanaklı
olabilecektir. Uygun politikaların neler olabileceği konusu biraz daha detaylandırılırsa;
Yukarıda kısaca özetlediğimiz iki düşüncenin de olumlu yönleri birleştirilerek yeni bir
sentez yapılabilir. Bu çerçevede politika yapıcıların temel görevleri, etkinlik ve finansal
istikrar amaçlarını gerçekleştirmek için piyasa kontrollerinin ve finansal entegrasyonun
kullanımında yeni bir denge oluşturmalarıdır. Günümüzde hükümet müdahalelerinin
arkasındaki nedenler geçerliliğini korumakla birlikte, teknolojik ilerlemelerin hızlanması,
finansal sektörlerde liberalizasyon ve entegrasyon trendlerini güçlendirmiştir. Gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerdeki bilgisayar ve telekomünikasyon teknolojilerindeki ilerlemelerle
finans teorisindeki gelişmeler, geleneksel finansal düzenleme ve denetleme yapılarına
doğrudan meydan okuyacak şekilde finansal hizmetleri yeniden biçimlendirmektedir. Bu
durum bizi finansal sektör düzenlemelerinde geleneksel yaklaşımın (regülasyon) yeterli
olmadığı sonucuna götürmektedir.
Yapılması önerilen sentez içerisinde sorun, regülasyon olup olmadığı değildir. Sorun,
regülasyonun boyutu ve piyasa mekanizmasının disipline edici etkisinin ne olacağıdır. Diğer
bir ifadeyle, daha fazla finansal entegrasyona doğru hareket etmenin gerekli olup olmadığı
değil, finansal entegrasyonun, kamu otoritesinin hedefleri bağlamında nasıl daha etkili bir
biçimde gerçekleştirileceğidir. Ancak, ahlaki tehlike ve kamuoyunun gelecekteki finansal
krizler konusunda tahammül gücünün sınırlı olması gibi nedenlerle çözümün, bütünüyle
finansal entegrasyona dayandırılamayacağının da kabul edilmesi gerekmektedir. Buradan
çıkacak sonuç piyasa düzenlemeleri ve finansal entegrasyonun birbirinin alternatifi olmadığı,
aksine tamamlayıcısı olduklarıdır. Ancak, bu tarz sentez uygulamalar ve iyileşmelerin
finansal krizlerin olmadığı bir dünya ortaya çıkarması beklenmemelidir. Çünkü, finansal
piyasaların doğasında istikrarsızlık vardır.
258
KAYNAKÇA
ADELMAN, Irma (1999), “Financial Crises-Causes, Consequences and Remedies”,
Department of Agricultural and Resource Economics and Policy, Division of
California at Berkeley, May.
ADELMAN, Irma ve Erinç Yeldan (2000), “The Minimal Conditions for a Financial Crisis:
A Multiregional Intertemporal CGE Model of the Asian Crisis” World Development,
28(6): 1087-1100, June.
AGARWAL, Yamini (2003), “The Crisis That Was Not Prevented: Lessons for Argentina,
The IMF, and Globalization, Fondad”, Finance India, Vol 17 (2), Delhi.
AKDİŞ, Muhammet (2000), Global Finansal Sistem Finansal Krizler ve Türkiye, Beta
Yayınları: 983, 1. Baskı, İstanbul.
AKDİŞ, Muhammet (2002), “Küreselleşmenin Finansal Piyasalar Üzerindeki Etkileri:
Finansal Krizler-Beklentiler”, http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/Ekim2002/
akdis.htm, 27.07.2004.
AKDOĞAN, Haluk (1995), The Integration Of Capital Markets: Theory and Evidence,
Edward Elgar Publishing Company.
AKINOĞLU, Lale (2000), “Asya Krizi: Ne Öğrendik?”, Dokuz Eylül Üniversitesi İ.İ.B.F
Dergisi, Cilt: 15, Sayı: 1, İzmir, ss. 67-74.
AKTAN, Coşkun Can ve Hüseyin Şen (2001), “Ekonomik Kriz: Nedenler ve Çözüm
Önerileri”, Yeni Türkiye Dergisi Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 42,
Kasım-Aralık, ss. 1225-1230.
AKYÜZ, Abdullah (1993), “Uluslararası Finansal Piyasalar ve Türkiye”, İşletme ve Finans,
Sayı: 87, Haziran.
AKYÜZ, Yılmaz ve Korkut Boratav (2002), “Türkiye’de Finansal Krizin Oluşumu”, İktisat
İşletme ve Finans Dergisi, Yıl: 17, Sayı: 197, Ağustos, ss. 14- 46.
ALBEZ,Abdulkadir, Piyasa Kavramları, http://kalbez.tripod.com/sermpiy.htm, 24.10.2004.
ALKAN, Nejla Adanur (2003), “Finansal Krizlerin Anatomisi”, Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Öneri Dergisi, Cilt: 5, Yıl: 9, Sayı: 19, Ocak, İstanbul, ss.
155-168.
ALKİN, Emre (2004), “Borçlar Azalıyor Diyenlere”, http://www.tercuman.com.tr/
v1/yazaryazi.asp?id=12&yazitar=27.02.2005&yaziid=11001.
ALP, Ali (2000), Finansın Uluslararasılaşması, Yapı Kredi Yayınları, No: 1337, İstanbul.
ALP, Ali (2001), “Bankacılık Krizleri ve Krize Karşı Politika Önerileri”, Yeni Türkiye
Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, ss. 675-687.
259
ALP, Ali (2003), “Küreselleşmenin Finansal Piyasalar Üzerine Etkileri”, Finans-Politik ve
Ekonomik Yorumlar Dergisi, Yıl: 40, Sayı: 473, ss. 21-31.
ALP, Ali (2004), “Finansal Piyasalarda Yaşanan ‘Evrim’ Çerçevesinde Döviz Krizleri,
Yönetimi ve Türkiye Açısından Bir Risk Değerlendirmesi” Finansal- Politik ve
Ekonomik Yorumlar Dergisi, Yıl. 41, Sayı 486, ss. 5-24.
ALP, Ali, “Uluslararasılaşan Finans ve Finansal Düzenlemelerde Yeni Yaklaşımlar”,
http://www.liberal-dt.org.tr/dergiler/ldsayi17/1715.htm, 01.11.2004
ALTINOK, Serdar ve Murat Çetinkaya (2001), “1994 Nisan, 2000 Kasım ve 2001 Şubat
Krizlerinin Değerlendirilmesi”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler M.Y.O. Dergisi,
Yıl: 2001, Cilt: 4, Sayı: 1, Konya, ss. 149-173.
APAK, Sudi (2002), “Arjantin Ekonomik Krizi ve Türkiye”, Muhasebe ve Finansman
Dergisi, Sayı: 14, ss. 41-47.
ARIKBOĞA, Aysel (2004), “Tobin Vergisi Önerisi”, http://www.istanbul.edu.tr/
iktisat/maliye/bulten7/tobinvergisi.htm, 17.12.2004.
ARIN, Tülay (1988), “Asya Krizi ve Kriz Yönetiminde Hegemonya”, İktisat Dergisi, Sayı:
375,Ocak ss. 5-20.
ASLAN, Nurdan (1997), Uluslararası Özel Sermaye Akımları, Portföy Yatırımları ve
Sıcak Para Hareketleri, 2. Baskı, Türkmen Kitabevi, İstanbul.
ASOMEDYA (2001), “Türkiye’de Bankacılık ve Finans Krizleri: 1929’dan 2001’e”,
http://www.e-aso.org.tr/html/TUR/asomedya/mart2001-ft.html, 10.09.2005.
ATEŞ, Koray (2004), “Finansal Krizlerden Bankacılık Krizlerine Bir Değerlendirme”, Piyasa
Dergisi, Yaz, Sayı: 11, ss. 195- 215.
AYLING, David E. (1986), The Internationalization of Stockmarkets, Gower Publishing
Company Ltd. Cambridge University Pres.
BABUŞCU, Şenol (2005), “Basel II ve Şirketler Üzerine Etkileri”, Asomedya, Ekim Sayısı,
ss. 47-67.
BAŞAR, Mehmet ve Metin Coşkun (2001), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlere
Yol Açan Faktörler”, Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, Eskişehir, ss. 117-157.
BAŞOĞLU, Ufuk (2000), “Finansal Serbestleşme ve Uluslararası Portföy Yatırımları”,
Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 4, ss. 88-99.
BAŞOĞLU, Ufuk, Nalan Ölmezoğulları ve İlker Parasız (2001), Dünya Ekonomisi, Ezgi
Kitabevi, 2. Baskı, Ekim, Bursa.
BAYRAKTUTAN, Yusuf (2000), “Küreselleşme, Kriz ve IMF”, Türkiye I. Liberal
İktisatçılar Kongresinde Sunulan Tebliğ, 29-30 Nisan, Ankara.
260
BEŞİNCİ, Murat (2005), “Basel Sermaye Yeterliliği ve Türk Bankacılık Sektörünün Basel
II’ye Uyum Süreci”, Finans- Politik ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Yıl 42, Sayı
498, ss. 15- 27.
BORATAV,
Korkut,
“Finansal
Kriz
IMF’nin
Eseridir”,
http://www.bilkent.edu.tr/%7Eyeldanbs/Yazilar_Uye/ Boratav_IMF.html,
15.10.2005.
BULUTAY, Tuncer (2004), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Para ve Kur Politikaları: Türkiye
Deyimi”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, Yıl: 19, Sayı: 224, ss. 6-20.
CALOMIRIS, W. Charles (2000), “When Will Economics Guide IMF and World Bank
Reforms?”, Cato Journal, Vol 20, No 1, Spring/Summer, ss. 85-103.
CALOMIRIS, W. Charles (2003), “Lessons from Argentina and Brazil”, Cato Journal, Vol
23 (1), Washington.
CALVO, Guillermo A. (2000), “Balance of Payments Crises in Emerging Markets: Large
Capital Inflows and Sovereign Governments”, Currency Crises, Ed: Paul Krugman,
The University of Chicago Pres, Chicago and London, ss. 71- 97.
COŞKUN, M. Nejat (2001), “Türkiye Ekonomisinde Krizlerin Reel Sektöre Etkileri”, Kriz
ve IMF Politikaları, Ed: Ömer Faruk Çolak, Alkım Yayınevi, İstanbul, ss. 225-238.
ÇAKMAN, Kemal ve Umut Çakmak (2001), “Krizin Oluşumu Üzerine Yorumlar ve
Prognoz”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, Yıl: 16, Sayı: 185, ss. 48-69.
ÇALIŞKAN, Ömer Veysel (2003), “Uluslararası Finansal Krizler”, Ekonomik Yaklaşım,
Cilt: 14, Sayı: 44-46, Kış, Ankara, ss. 225- 240.
ÇARIKÇI, Emin (2001), “2000-2001 Yılı Ekonomik Krizlerinin Sebepleri ve Sonuçları”,
Yeni Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, ss. 475-490.
ÇETİNTAŞ, Hakan (2001), “Global Bir Ekonomide Doğrudan Yabancı Yatırımlar Ve
Rekabet”, http://www.dtm.gov.tr/ead/DTDERGI/tem2001/global.htm, 1.11. 2004.
ÇOLAK, Ö. Faruk (1999), “Finansal Kriz ve Bankalar: Güneydoğu Asya Örneği”, Banka ve
Ekonomik Yorumlar Dergisi, Sayı: 36, Ekim, ss. 5-20.
ÇOLAK, Ö. Faruk (2001a), “Finansal Kriz ve Bankacılık Sektöründe Yeniden Yapılandırma
Programı Üzerine Bir Eleştiri”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, Güz,
Ankara, ss. 15-30.
ÇOLAK, Ö. Faruk (2001b), “ İstikrar Programı ve Kriz”, İşveren Dergisi, Sayı: 39, ss. 6-9.
ÇOLAK, Ö. Faruk, Hakan N. Ardor, Mengü Tunçay (2001), “Finansal Kriz ve Bankalar:
Türkiye’de 2000 ve 2001 Krizleri Örneği”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 41,
Eylül-Ekim, ss. 701-711.
261
ÇOLAK, Ömer Faruk (2002), “Finansal Kriz Sürecinde Türk Bankacılık Sektörünün Durumu
ve Sektörün Yeniden Yapılandırılması”, Kriz ve IMF Politikaları, Ed: Ömer Faruk
Çolak, Alkım Yayınevi, İstanbul, ss.155-176.
DELİCE, Güven (2000), Uluslararası Finansal Entegrasyon Ve Gelişmekte Olan Ülkeler,
Cumhuriyet Üniversitesi SBE, Yayınlanmamış Doktora Tezi. Sivas.
DELİCE, Güven (2002), “Arjantin’de Finansal Reformlar ve 2001 Krizi”, Dokuz Eylül
Üniversitesi İşletme Fakültesi Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, No: 2, ss. 162-186.
DELİCE, Güven (2003), “Finansal Krizler: Teorik ve Tarihsel Bir Perspektif”, Erciyes
Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı 20, Ocak- Haziran, ss. 57- 81.
DELİCE, Güven, Adem Doğan ve Meral Uzun (2004), “Finansal Regülasyon ve Piyasa
Disiplini”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt:
5, Sayı: 1, Sivas, ss. 101-130.
DEMİR, Gülten (1999), Asya Krizi ve IMF, Der Yayınları: 260, İstanbul.
DİE (2003), 1923-2002 İstatistik Göstergeler.
DOĞUKANLI, Hatice (2001), Uluslararası Finans, Nobel Kitapevi, 1. Baskı, Adana.
DORNBUSCH, Rudiger (2001), “A Primer on Emerging Market Prices”, Paper Present at
the NBER conference on Preventing Currency Crises in Emerging Markets,
January.
DTÖ Türkiye Daimi Temsilciliği (1998), “Doğu Asya Krizi”, Dış Ticaret Dergisi,
http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/mart98/1douasya.htm, 10.01.2005.
DURUSOY, Serap (2000), “Finansal Liberalleşmenin Sorgulanmasının Nedenleri”,
http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/tem2000/finans.htm, 21.06.04.
EDWARDS, Sebastian (1998), “Two Crises: Inflationary Inertia and Crebilitiy”, The
Economic Journal, May, ss. 680-701.
EĞİLMEZ, Mahfi ve Ercan Kumcu (2001), Krizleri Nasıl Çıkardık?, Creative Yayıncılık,
Genişletilmiş 2. Baskı, İstanbul.
EĞİLMEZ, Mahfi
10.12.2004.
(2002),
“IMF
ve
Türkiye”,
http://www.mahfiegilmez.nom.tr,
EMEK, Uğur (2000), “Finansal Piyasalarda Serbestleşmenin İktisadi Büyümeler Üzerine
Etkileri”, Rekabet Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 3, Temmuz-Ağustos-Eylül, Ankara, ss. 58-83.
ENÇ, Ercan (2001), “Dış Ticaret, Carı Açık ve Kriz”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi,
Cilt: 3, Sayı: 2, Güz, Ankara, ss. 39-50.
262
ERCAN, M. Kamil (2001), “Doğrudan Yabancı Yatırımlar ile Ülkenin Kalkınmışlığı ve
Krizler Arasındaki İlişki”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, Güz,
Ankara, ss. 81-92.
ERÇEL, Gazi (2005), Krizlerin Nedeni Kur Değil Borçtur, http://www.sabah.com.
tr/2005/04/01/yaz1350-30-134.html, 01.04.2005
ERDOĞAN, Oral (2003), “Yabancı Portföy Yatırımlarını Etkileyen Faktörlerin Analizi:
Türkiye Örneği”, Maltepe Üniversitesi, İ.İ.B.F. Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal
Analiz Dergisi, Sayı: 1, İstanbul, ss. 11-21.
EREN, Aslan ve Bora Süslü (2001), “Finansal Kriz Teorileri Işığında Türkiye’de Yaşanan
Krizlerin Genel Bir Değerlendirmesi”, Yeni Türkiye, Sayı: 41, Yıl: 7, Eylül-Ekim, ss.
662-674.
EROĞLU, Ömer ve Mesut Albeni (2002), Küreselleşme, Ekonomik Krizler ve Türkiye,
Bilim Kitapevi Yayınları, Haziran, Isparta.
ERTUNA, Özer (2001), “Türkiye’de Ekonomik Krizler, Nedenleri ve Çıkış Yolu”, Yeni
Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, ss. 491-510.
ESEN, Oğuz (1998), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Uygulanan Finansal Serbestleşme
Programlarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, İşletme ve Finans, Yıl: 13, Sayı: 145, Nisan, ss.
23-30.
EYÜPGİLLER, Servet (1982), Merkez Bankacılığı ve İlişkiler, Ankara.
FELDSTEIN, Martin ve Horioka Charles (1980), “Domestic Saving and International
Capital Flows”, Economic Journal, 90, ss. 314-329.
FELDSTEIN, Martin (1999), “Self-Protection for Emerging Market Economies”, NBER
Working Paper, No: 6907.
FISCHER, Stanley (1988), “Real Balances, the Exchange Rate, and Indexation: Real
Variables in Disinflation”, Quarterly Journal of Economics, 103 (1), ss. 110-128.
FISCHER, Stanley (1998), “ The Asian Crisis: A View From The IMF”, Journal of
International Financial Management and Accounting, 9 (2), ss. 167-177.
FISCHER, Stanley (1999), “On the Need for an International Lender of Last Resort” The
American Economic Association and the American Finance Association, January
New York, http://www.imf.org/external/np/speeches/1999/010399.htm, 20.01.2005.
FISCHER, Stanley, “Exchange Rate Regimes. Is The Bipolar View Correct”, www.Imf.org,
29.12.2004.
FLOOD, Robert ve Garber, Peter (1985), “Collapsing Exchange Rate: The Utility
Maximizations Approach”, Journal of International Money and Finance, Volume: 4,
ss. 175-188.
263
FRY, J. Maxwell (1982), “Models of Financially Repressed Developing Economies”, World
Development, Vol. 10, No. 9, ss. 731-755.
FRY, J. Maxwell (1997), “In Favor of Financial Liberalization”, The Economic Journal,
107, May, ss.754-770.
FURMAN, Jason ve Joseph H. Stiglitz (1998), “Economic Crises: Evidence and Insights
form East Asia”, Brookings Papers on Economic Activity, Issue 2.
GHATE, P.B.(1988) “Informal Credit Markets in Asian Developing Countries”, Asian
Development Review, 6, 1, s.64–88.
GOLDESTEIN, Morris ve Philip Turner (1999), Yükselen Ekonomilerde Bankacılık
Krizleri, Cev: Ali İhsan Karacan, Dünya Yayınları, Başvuru Dizisi 9, Birinci Baskı,
Ocak, İstanbul.
GUTTENTAG, Jack (1994), “Debt, Financial Fragility and Systemic Risk”, by E.P. Davis,
Oxford University Pres, 1992, Book Reviews, Journal of Economic Literature, Vol.
XXXII, September, ss. 1238-1240.
GÜLOĞLU, Bülent (2001), “İstikrar Programından İstikrarsızlığa: Kasım 2000 ve Şubat
2001 Krizleri”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 41, Eylül-Ekim, ss. 524-530.
GÜLOĞLU, Bülent ve Ender Altunoğlu (2002), “Finansal Serbestleşme Politikaları ve
Finansal Krizler: Latin Amerika, Meksika, Asya ve Türkiye Krizleri”, İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı: 27, Ekim, İstanbul, ss. 111-140.
GÜNAL, Mehmet (2001a), “Krizler IMF’nin Rolü ve Türkiye”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:
7, Sayı: 42, Kasım-Aralık, ss. 1029-1040.
GÜNAL, Mehmet (2001b), “Kasım 2000 Krizine Teorik Yaklaşım: Para Arzının İçselliği ve
Minsky’nin Finansal İstikrarsızlık Hipotezi”, İktisat, İşletme ve Finans, Yıl. 16, Sayı:
180, ss. 31-51.
GÜNAL, Mehmet (2003), “Crises, Stabilization Policies, The Role of The IMF, and The
Case of Turkey: Is this "the Vicious Circle of the IMF", (Is the IMF Preventor or
Creator of Crises?)”, California State University, November, Los Angeles.
GÜRAN, Nevzat ve İsmail Aktürk (2001), Uluslararası İktisadi Kuruluşlar, Beşinci Baskı,
Isparta.
GRENVILLE, Stephan (2004), “The IMF and Indonesian Crisis”, Bulletion of Indonesian
Economic Studier, Vol: 40, No: 1, ss. 77-94.
HERMES, Niels (1994) “Financial Development and Economic Growth: A Survey of The
Literature”, International Journal of Development Banking, 12 (1), ss.3-22.
IMF (1998), International Financial Statistics.
IMF (1999), International Capital Markets, http://www.imf.org./.
264
IŞIK Sayım (2004), Para Finans ve Kriz, Akçağ Yayınları, No: 534, Ankara.
IŞIK, Sayım (2005), “Döviz İşlemlerine Uygulanacak Tobin Vergisinin İktisadi Etkinliği
Üzerine Bir İnceleme”, Finans, Politik ve Ekonomik Yorumlar, Yıl: 42, Sayı: 492, ss.
36-53.
İMKB, http://www.imkb.gov.tr/uyeler/portfoy.htm, 05.04.2005.
İNSEL, Aysu, M. Ali Soytaş ve Seda Gündüz (2004), “The direction, Timing and Causality
Relationships Between The Cyclical Compents of Real and Financial Variables During
The Financial Liberalization Period in Turkey” Türkiye Ekonomi Kurumu,
Discussion Paper, January, ss. 1- 41.
KAMIN, Steven (1988), “Devolution, External Balance, and Macroeconomic Performance: A
Look at the Numbers”. Studies in International Finance, No: 62, Princeton
University.
KAMINSKY, Graciela, Saul Lizando ve Carmen M. Reinhart (1997), “Leading Indicators of
Currency Crises”, International Monetary Fund, Staff Papers, 45 (1), March, ss. 1-45.
KAMINSKY, Graciaela, Saul Lizonda ve Carmen M. Reinhart (1998), “Leading Indicators
of Currency Crisis”, IMF Staff Papers, Vol: 45, No: 1, March, ss. 1-48.
KAMINSKY, Graciela ve Carmen M. Reinhart, (1999), “The Twin Crises: The Causes of
Banking and Balance of Payments Problems”, American Economic Review, Vol: 89,
No: 3, June, ss. 475-500.
KAPLAN, Muhittin (2004), “Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri”, Kalkınma Ekonomisi
Seçme Konuları, Ed: Sami Taban ve Muhsin Kar, Ekin Kitabevi, Bursa, ss. 1-24.
KAR, Muhsin ve Mehmet Tuncer (1999), “Finansal Kalkınma ve Ekonomik Büyüme”,
Uludağ
Üniversitesi
Dergisi,
Cilt:17,
Sayı:
3,
Ekim,
Bursa.
http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/6/muhsin/muhsin.html, 20.07.2004.
KAR, Muhsin ve M. Akif Kara (2001), “Finansal Entegrasyon ve Sermaye Akışkanlığı:
Türkiye Örneği”, İktisat İşletme ve Finans Dergisi, Yıl: 16, Sayı: 180, Mart, ss. 62-71.
KAR, Muhsin ve M. Akif Kara (2003), “Türkiye’ye Yönelik Sermaye Hareketleri ve
Krizler”,
Dış
Ticaret
Dergisi,
Sayı:
29,
http://www.dtm.gov.tr/
ead/DTDERGI/temmuz2003/sermayehareketleri.htm, 20.07.2004.
KAR, Muhsin ve Enver Günay (2004), “Finansal İstikrarın Temel Koşulları”, Finans-Politik
ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Yıl: 41, Sayı: 487, Ekim, İstanbul, ss. 50-69.
KAR, Muhsin ve M. Akif Kara (2004), “Gelişmekte Olan Ülkelere Yönelik Sermaye
Hareketleri ve Krizler”, Finans-Politik ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Cilt: 41, No:
481, Nisan, ss. 70-84.
KAR, Muhsin (2005), “Finansal Derinleşmenin Göstergeleri Üzerine Bir Değerlendirme”,
Finans-Politik ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Yıl. 42, Sayı. 496, ss. 50-67.
265
KARABULUT, Gökhan (2002), Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlerin
Nedenleri, Der Yayınları: 328, İstanbul.
KARAÇOR, Zeynep (2003), “Küreselleşme Süreci Ve İstikrar Arayışındaki Türkiye
Ekonomisi”, Der. M. Akif Çukurçayır, Küresel Sistemde Siyaset Yönetim Ekonomisi,
Çizgi Kitabevi Yayınları: 75, Birinci Basım, Ocak, Konya, ss. 373-409.
KARAGÜL, Mehmet (2001), “Küreselleşme Küresel Kriz Ve Türkiye”, Afyon Kocatepe
Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 2, Afyon, Ocak, ss. 203- 217.
KARLUK, Rıdvan (1998) Uluslararası Kuruluşlar, Dördüncü Baskı, Turhan Kitabevi,
Ankara.
KARLUK, S. Rıdvan (2002a), Türkiye Ekonomisi, 7. Baskı, Beta Basım Yayım Dağıtım
A.Ş. Yayınları, İstanbul.
KARLUK, S. Rıdvan (2002b), Uluslararası Ekonomi, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş.
Yayınları, 6. Baskı, İstanbul.
KARLUK, S. Rıdvan (2004), Türkiye Ekonomisi, Tıpkı 8. Baskı, Beta Basım Yayım
Dağıtım A.Ş. Yayınları, İstanbul.
KARSAK, Ertuğrul (1995), “Meksika’da Yaşanan Ekonomik Gelişmeler ve Diğer
Gelişmekte Olan Ülkelere Etkileri”, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Sayı: 32,
ss. 35- 40.
KAZGAN, Gülten (1988), Ekonomide Dışa Açık Büyüme, Altın Kitaplar, 2. Basım,
İstanbul.
KAZGAN, Gülten (2002), Tazminat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, No: 22, İstanbul.
KENEN, Peter B. (2004), “Appraising the IMF's Performance”, Finance and Development,
Vol. 41 (1), ss.41-44.
KEYDER, Nur ( 2000 ), Para Teori Politika ve Uygulama, Ankara.
KİBRİTÇİOĞLU, Aykut (1996), “Para ve Maliye Politikalarının Etkinliği, Finansal
Sınırlılıklar ve Sektörler Arası Fon Akımları”, Uluslararası Makro İktisat, Ed: Aykut
Kibritçioğlu, Ankara.
KİBRİTÇİOĞLU, Aykut (2001), “Türkiye’de Ekonomik Krizler ve Hükümetler, 19692001”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı 41, Eylül- Ekim, ss. 174-182.
KOÇYİĞİT, Ali (2003), “Makro İstikrar Politikası”, 1980-2003 Türkiye’nin Dış,
Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Ed: Turkut Göksu, H. Hüseyin Çelik,
Abdülkadir Baharçiçek ve Ali Şen, Siyasal Kitabevi, Nisan, Ankara, ss. 489-519.
KÖNE, Aylin Çiğdem (2003), “Para-Sermayenin Yeniden Yapılandırılması: Türk Özel
Bankacılık Sektörü Örneği”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4 (2), ss. 233-246.
266
KRUGMAN, Paul (1979), “A Model of Balance of Payments Crises”, Journal of Money,
Credit and Banking, Agust.
KRUGMAN, Paul (1997),
crises.html, 7.12.2004
“Currency
Crises”,
http://web.mit.edu/krugman/www/
KRUGMAN, Paul (1998), “What Happened to Asia”, http://web.mit.edu/krugman/www/
DISINTER.html, 15.12.2004.
KRUGMAN, Paul (1999), “Balance Sheets. The Transfer Problem and Financial Crises”,
January, http://web.mit.edu/krugman/www/FLOOD.pdf, 15.12.2004
KRUGMAN, Paul (2001), Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü, Cev: Neşenur Domaniç,
Literatür Yayınları: 60, Birinci Basım, Haziran, İstanbul.
KRUGMAN, Paul (2002), “Argentina’s Money Monomania”, http://www.wws.princeton.
edu/~pkrugman/mania.html, 12.12.2004.
KUNT, Aslı Demirgüç ve Enriça Detragiache (1998), “The Determinants of Banking Crises
in Developing and Developed Countries, IMF Staff Papers, Vol: 45, Num:1, ss. 81109.
KUTAN, Ali M. ve Brasukra C. Sudjana (2003), “Investor Reaction to IMF Actions in The
Indonesian Financial Crisis”, Policy Reform, September, Vol: 6 (3), s. 181-190.
LLEWELLYN, David T. (1988), “Financial Intermediation and Systems: Global
Integration”, International Monetary and Financial Integration: The European
Dimension, Edited by: D. E. Fair and C. de Boissieu, Kluwer Academic Publisher,
Dortrocht, ss. 239-260.
LOPEZ-MEJİA, Alejandro (1999), “Large Capital Flows: Causes, Consequences, and
Policy Responses”, IMF Working Paper, 99 (17), February, ss. 1-54.
MALKOÇ, Savaş (1998), “Cumhuriyetin 75. Yılında Dünya Ekonomik Krizlerinin
Türkiye’ye Yansımaları ve Güncel bir Örnek: Rusya Krizi”, Dış Ticaret Dergisi Ekim
Özel Sayı, http://www.foreigntrade.gov.tr/ead/DTDERGI/ekim98/dunyaeko.htm
13.01.2005.
MARSHALL, David (1998), “Understanding the Asian Crises: Systemic Risk as
Coordination Failure”, Economic Perspectives, Federal Reserve Bank of Chicago 3Rd
Quarter, ss. 13-28.
MASON, P. (1998), Contagion: Monsoonal Effects, Spillovers, and Jumps between
Multiple Equilibria, IMF Working Paper, No 98/142, September.
MCKINNON, Ronald. I (1993), The Order of Economic Liberalization, Hopkins
University Pres, London.
MISHKIN, Frederic S. (1998), “International Capital Movements, Financial Volatility and
Financial Instability”, Working Papers, 6390, January, Cambridge, ss.1- 33.
267
MISHKIN, Frederic S. (1999a), “Global Financial Instability: Framework, Events, Issues,”,
Journal of Economic Perspective, Vol 13(4), ss. 3- 20.
MISHKIN,
Frederic
S.
(1999b),
“Lessons
from
the
Asian
Crisis”,
http://www0.gsb.columbia.edu/faculty/fmishkin/PDFpapers/w7102.pdf, ss. 1-25.
MISHKIN, Frederic S. (2000), “The International Lender of Last Resort: What are the
Issues?”, Uris Hall 619, Columbia University, 10027, New York.
MISHKIN, Frederic S. (2001), Financial Policies and the Prevention of Financial Crises in
Emerging Market Countries, NBER Working Paper Series, 8087, January,
Cambridge.
MISHKIN, Frederic S. and Miguel A. Savastano (2002), “Monetary Policy Strategies for
Emerging
Market
Countries:
Lessons
From
Latin
America”,
http://www0.gsb.columbia.edu/faculty/fmishkin/PDFpapers/01DUBROV.pdf,
12.01.2005.
MURPHY, R., Daniel Artana ve Fernando Navajas (2003), “The Argentine Economic Crisis”
The Cato Journal, Volume 23, Number 1, Spring/Summer, Çev: Selahattin Togay,
Piyasa Dergisi, Sayı 9, 2004, ss. 151- 156.
NISKANEN, William A. (1999), “Reshaping The Global Financial, Architecture: Is There A
Role Fort The IMF?”, Cato Journal, Vol. 18, No: 3, ss. 331-334.
OBSTFELD, Maurice (1995), “International Currency Experience: New Lessons Relearned”,
Brookings Paper on Economic Activity, No 2, ss. 119-220.
OKSAY, Suna (2000), “Finansal Piyasalarda yeni Yasal Düzenlemeler (Reregulation)
İhtiyacı ve Türk Finans Sistemi”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Öneri Dergisi, Haziran, www.econturk.org/turkiyeekonomisi/oksay4.pdf.
ONGUN, M. Tuba (2001), “İstikrar Arayışında Krize Bir Değerlendirme”, Gazi Üniversitesi
İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 2, Güz, Ankara, ss.1-14.
ONGUN, M. Tuba (2002), “Türkiye’de Cari Açıklar ve Ekonomik Krizler”, Kriz ve IMF
Politikaları, Ed: Ömer Faruk Çolak, Alkım Yayınevi, İstanbul, ss.39-93.
ÖÇAL, Tezer ve Ö. Faruk Çolak (1999), Finansal Sistem ve Bankalar, Nobel Yayın
Dağıtım, Ankara.
ÖNDER, İzzettin, Oktar Türel, Nazım Ekinci ve Cem Somel (1993), Türkiye’de Kamu
Maliyesi, Finansal Yapı ve Politikalar, Ed. Taner Berksoy ve Korkut Boratal, Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.
ÖNİŞ, Ziya (2003), “Neo Liberal Küreselleşmenin Sınırları: Türkiye Açısından Arjantin
Krizi ve IMF’ye Karşılaştırmalı Bir Bakış”, İktisadi Kalkınma, Kriz ve İstikrar II,
Der: Ahmet H. Köse-Fikret Şenses- Erinç Yeldan, İletişim Yayınları: 920, ss. 505-532.
268
ÖZATAY, Fatih (1996), “Currency Crises in Turkey”, Yapı Kredi Bankası Economic
Review, Vol. 7 (1), İstanbul, ss. 21-37.
ÖZATAY, Fatih (2004), “Dört Ülkede Dört Kriz: Brezilya”, http://www.ekorehber.com/
sayfa.php?sayfa=16&ozet=var, 10.12.2004.
ÖZBİLEN, Şevki (1999), “Global ve Ulusal Ekonomilerde Reel Kriz Süreçlerinin Ortaya
Çıkışı ve Gelişme Süreçleri”, Yeni Türkiye, Yıl: 5, Sayı: 27, Mayıs-Haziran, ss. 171185.
ÖZBİLEN, Şevki (2000), “Finansal Deregülasyonun Türkiye Ekonomisine Etkileri”,
ECONTÜRK
RESMİ
WEB
SİTESİ,
http//www.econtürk.org/
Türkiyeekonomisi/şevki1.pdf, 08.09.2004.
ÖZBİLEN, Şevki (2004), “Küresel Mali Kriz ve IMF Politikalarının Ulusal Mali Sisteme
Etkileri”, ECONTÜRK RESMİ WEB SİTESİ, http//www.econtürk.org/
Türkiyeekonomisi/şevki1.pdf, 08.09.2004.
ÖZER, Mustafa (1999), Finansal Krizler, Piyasa Başarısızlıkları ve Finansal İstikrarı
Sağlamaya Yönelik Politikalar, Anadolu Üniversitesi Yayınları, No 1096, Eskişehir.
ÖZER, Mustafa (2003), “Financial Liberalization in Turkey During the Period 1980-2000”,
Journal of Economic Cooperation, Vol: 24, No: 2, ss. 1-38.
ÖZTÜRK, Lütfü (2004), “Serbest Bölgelerde Doğrudan Yabancı Sermeye Yatırımları:
Dünyadaki Uygulamalara Teoriler Işığında Bakış”, Akdeniz Üniversitesi İ.İ.B.F
Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 7, Mayıs, Antalya.
ÖZTÜRK, Salih (2002), “Kısa Süreli Sermaye Hareketlerinde Kuramsal Tartışmalar”,
Maltepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı: 1-2, İstanbul, ss. 37- 49.
ÖZTÜRK, Salih (2003), “1980 Sonrası gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Piyasaların
Gelişimi (Türkiye Örneği)”, Maltepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Ekonomik, Toplumsal ve
Siyasal Analiz Dergisi, Sayı: 2, ss. 15-28.
PARASIZ, İlker (1999), Modern Ansiklopedik Ekonomi Sözlüğü, Ezgi Kitabevi, Bursa.
PARASIZ, İlker (2000), Para Banka ve Finansal Piyasalar, Ezgi Kitabevi Yayınları, 7.
Baskı, Bursa.
PARASIZ, İlker (2001), “Washington Konsensüsü, Krizler, Ayak Sürümeleri ve Sonuçları”,
Yeni Türkiye Dergisi, Yıl 7, Sayı 42, ss. 847-853.
PARASIZ, İlker ve Ufuk Başoğlu, ( ) “Türkiye’de Ekonomik Kriz, İnandırıcılık ve İstikrar”,
http://www.ufukbaşoglu.com, 10.01.2005.
RADALET, Steven ve Jeffrey Sachs (2000), “The Onset of the East Asian Financial Crises:
Currency Crises”, The University of Chicago Press, ss. 105-161.
269
RODRIK, Dani (1998), “Who Needs Capital Account Convertibility”, Essays in
International Finance, No: 207, Department of Economics, Princeton University.
RODRIK, Dani (2002), “Arjantin: Çok Çalışmalı Çok”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi,
Yıl 17, Sayı 191, Şubat, ss. 14-18.
SACHS, Jeffrey (1998), “Alternative Approaches to Financial Crises in Emerging Markets”,
Capital Flows and Financial Crises, Ed: Miles Kahler, Cornell University Pres, Ithaca
New York, ss. 243-262.
SACHS, Jeffrey, A. Tornell, ve A. Velasco (1996), “The Mexican Peso Crisis: Sudden Death
or Death Foreold”, Journal of International Economics, 41, No 3/4, ss. 265-293.
SAK, Güven (1995), Public Policies Towards Financial Liberalization: A General
Framework and An Evaluation of Turkish Experience in The 1980’s, CMB
Publication, No: 22, Ankara.
SAK, Güven (1996), “İMKB ve Şirketler Kesiminin Finansmanı: Hisse Senedi Piyasasının
Performansı Üzerine Gözlemler”, Türkiye’de Kaynak Aktarım Sürecinde Sermaye
Piyasalarının Rolü: 1980 Sonrası Dönemin Bir Değerlendirilmesi, SPK Yayını, No.
17, Ankara, ss. 57-73.
SARAÇOĞLU, Bedriye, Aslan Yiğidim, Ahmet Demir, Şenay Açıkgöz ve Sibel Duman
(2005a), “Finansal Kırılganlık Endeksi”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F Yorum Dergisi
Ocak Sayısı, Ankara, ss. 19-20.
SARAÇOĞLU, Bedriye, Aslan Yiğidim, Ahmet Demir, Şenay Açıkgöz ve Sibel Duman
(2005b), “Finansal Kırılganlık Endeksi”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F Yorum Dergisi
Şubat Sayısı, Ankara, ss. 22-23.
SERİN, Vildan ve Eyup Bastı (2001), “Gelişmekte Olan Ülkelerde Görülen Finansal Krizlere
Getirilen Teorik Açıklamalar ve Türkiye Örneği”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı:
42, Kasım-Aralık, ss. 1214-1224.
SEYİDOĞLU, Halil (1999), Uluslararası İktisat, Geliştirilmiş 13. Baskı, İstanbul.
SEYİDOĞLU, Halil (2001), Uluslararası Finans, Güzem Yayınları No: 16, 3. Baskı,
İstanbul.
SEYİDOĞLU, Halil (2003), “Uluslararası Mali Krizler, IMF Politikaları, Azgelişmiş
Ülkeler, Türkiye ve Dönüşüm Ekonomileri”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4 (2),
İstanbul, ss. 141-156.
SIKÇA Sorulan Sorular, http://www.hazine.gov.tr/imf_sss.htm.
SOYAK,
Münevver,
10.11.2005.
http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=202,
SOYDEMİR, Selim (1998), Türkiye’de Finansal Fon Akımları (1982- 1993), SPK Yayını
No: 122, İstanbul.
270
SÖNMEZ, Sinan (1998), Dünya Ekonomisinde
Küreselleşmeye, İmge Kitabevi, Ankara.
Dönüşüm:
Sömürgecilikten
SÖNMEZ, Sinan (2004), “Küresel Finansal Düzen, Yönetişim ve Büyüme”, Dünya
Ekonomisinde Bütünleşme Hareketleri ve Türkiye, Ed: Nihal Yıldırım Mızrak,
Siyasal Yayınevi, Ankara, ss. 111-139.
SUNDARAJAN, Venketesan ve J.T. Balino (1991), “Issues in Recent Banking”, Ed. V.
Sundarajan ve J.T. Balino; Banking Crises: Cases and Issues IMF.
ŞAHİN, Hüseyin (2002), Türkiye Ekonomisi, Geliştirilmiş 7. Baskı, Ezgi Kitabevi, Mart,
Bursa.
ŞAKAR, S. Ünal (1997), Sermaye Piyasası, Anadolu Üniversitesi Yayınları No: 1010,
Eskişehir.
ŞAMİLOĞLU, Famil (2002), Küreselleşme Sürecinde Türkiye’nin Finansal Kaynak
Sorunu, Gazi Kitabevi, Ankara.
ŞENEL, Ayla (2000), Uluslararası Sermayenin Serbest Dolaşımının Sağlanması ve
Entegrasyon sürecinde Mali Liberalizasyon Politikaları ve Türkiye Deneyimi, Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara.
STIGLITZ, Joseph E. (2001), “Failure of The Fund: Rethinking The IMF Response”,
Harvard International Review, Cambridge, Vol. 23, No: 2, ss. 14-19.
STIGLITZ, Joseph E. (2002a), Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, Çev. Arzu Taşçıoğlu
ve Deniz Vural, Plan B Yayıncılık, Birinci Basım, İstanbul.
STIGLITZ, Joseph E. (2002b), “ Globalizasyon and the Logic of International Collective
Action:
Examining
the
Bretton
Woods
Institutions”,
http://www2.gsb.columbia.edu/faculty/jstiglitz/papers.cfm, s. 15, 23.12.2005.
STIGLITZ, Joseph E. (2003a), “An IMF Report Card”, Time Canada, Vol. 162 (12), ss. 3234.
STIGLITZ, Joseph E. (2003b), “Democratizing the International Monetary Fund and World
Bank: Governance and Accountability”, http://www2.gsb.columbia.edu/
faculty/jstiglitz/papers.cfmk, 23.12.2005.
TAŞ, Seyhan (2001), Finansal Liberalizasyon, Uluslararası Sermaye Hareketleri Ve
Türkiye Ekonomisindeki Etkileri, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
TEKER, Suat, K. Evren Bolgün ve M. Barış Akçay (2005), “Banka Sermaye Yeterliliği:
Basel II Standartlarının Bir Türk Bankasına Uygulanması”, http://www.esosder.com/dergi/1204-TEKER.pdf, 10.10.2005.
TOBİN, James ve Gustav Rains (1998), “Flawed Funds”, New Republic, Vol. 218 (10), ss.
16-17.
271
TOKGÖZ, Erdinç (2001), Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi, İmaj Yayıncılık, 6. Baskı,
Ankara.
TOPRAK, Metin (2001a), “Yükselen Piyasalarda Finansal Kriz”, Yeni Türkiye Dergisi
Ekonomik Kriz Özel Sayısı, Yıl: 7, Sayı: 42, Kasım-Aralık, ss. 854-889.
TOPRAK, Metin (2001b), Küreselleşme ve Kriz, Siyasal Kitabevi, Ankara.
TOPRAK, Metin ve Osman Demir (2001), “Türk Bankacılık Sektörü: Sorunlar, Krizler ve
Arayışlar”, Cumhuriyet Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 2, Ekim, ss. 1-26.
UÇER, E. Murat, Caroline Van Rijckeghem, O. Reha Yolalan (1998), Leading Indicators of
Currency Crises: The Case of Turkey, Yapı Kredi Araştırma Bölümü, Discussion
Paper Series No: 98-03, ss. 1-22.
URAS, Güngör (2005), “Sıcak Para 37 Milyar Dolar”, http://www.milliyet.com
/2005/03/21/yazar/uras.html, 21.3.2005.
UYGUR, Ercan (1993), Liberalization and Economic Performance in Turkey, UNCTAD
Discussion Paper, No: 65, Geneva,
UYGUR, Ercan (2001), Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri,
Türkiye Ekonomi Kurumu, Tartışma Metni, No:2001/1, Ankara.
UZUNOĞLU, Sadi, Kerem Alkin ve Can Fuat Gürlesel (1995), Uluslararası Sermaye
Hareketlerinin Gelişmekte Olan Ülkelerde Makro Ekonomik Etkileri Ve Türkiye,
IMKB Yayınları, İstanbul.
ÜLGEN, Gülden (1999), “İkinci Yılında Küresel Kriz ve Dünya Ekonomisi”, Banka ve
Ekonomik Yorumlar Dergisi, 36, Temmuz, ss. 9-18.
ÜNAL, Targan (1996), Finans Kesiminin Reel Sektöre Kaynak Yaratma Kapasitesi,
İstanbul Ticaret Odası, Yayın No:31.
ÜNSAL, Erdal M. (1999), Makro İktisat, Kutsan Ofset Matbaacılık, Ankara.
VAZGUEZ, Jorge Martinez, Felix Rioja, Samuel Skogstad, Neven Valey (2001), “IMF
Conditionality and Objections: The Russian Case”, The American Journal of
Economics and Sociology, Malden, Vol. 60 (2), s. 501.
VELASCO, Andres (1987), “Financial and Balance of Payments Crises: A Simple Model of
the Southern Cone Experience”. Journal of Development Economics. 27, October
1987. ss. 263-283.
WALTERS, Alan (1997), “Banking Crises –A Prologue” In Preventing Banking Sector
Distress and Crises in Latin America, Ed: Suman K. Bery and Valeriano F. Garcia,
World Bank Discussion Paper, No 360, The World Bank, Washington D.C., ss. 17- 20.
WILLIAMSON, John ve Molly Mahar (2002), Finansal Liberalizasyon Üzerine Bir
İnceleme, Çev: Güven Delice, Liberte Yayınları: 66, Eylül, Ankara.
272
YAY, Gürkan Gülsüm (2001), “1990’lı Yıllardaki Finansal Krizler ve Türkiye Örneği”, Yeni
Türkiye Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 42, Kasım-Aralık, ss. 1234- 1248.
YAY, Turan, Gülsüm Gürkan Yay ve Ensar Yılmaz (2001), Küreselleşme Sürecinde
Finansal Krizler ve Finansal Düzenlemeler, İstanbul Ticaret Odası Yayınları, No: 47,
İstanbul.
YAYLA, Münür ve Yasemin Türker Kaya (2005), “ Basel II, Ekonomik Yansımaları ve
Geçiş Süreci”, BDDK Yayınları, ARD Çalışma Raporları 2005/3, Ankara, ss. 1-52.
YELDAN, Erinç (2001), “Türkiye Ekonomisi: Krizin Yapısal Dayanakları”, Birikim
Dergisi: Nisan, Sayı: 144, http://www.birikimdergisi.com/ 12.12.2004.
YELDAN, Erinç (2002), “Neoliberal Küreselleşme İdeolojisinin Kalkınma Söylemi Üzerine
Değerlendirmeler”, http://www.bilkent.edu.tr/~yeldane/Praksis–2002.pdf, s. 8,
19.10.2004.
YELDAN, Erinç (2005), “Sıcak Para Akımları, Dış Borçlar ve Reel
http://www.bilkent.edu.tr/% 7Eyeldane/Yeldan15_9Mar05.pdf, 9.3.2005.
Kur”,
YENTÜRK, Nurhan (2002), “Arjantin Krizi: Dış Borç İle Tango”, İktisat, İşletme ve
Finans Dergisi, Yıl: 17, Sayı: 193.
YENTÜRK, Nurhan (2003), Körlerin Yürüyüşü/Türkiye Ekonomisi ve 1990 Sonrasında
Krizler, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Aralık, İstanbul.
YILDIRIM, Sevdil ve Oğuz Altun (1996), “Türk Bankacılık Sisteminin Değerlendirilmesi:
1983-1993 Deneyimi”, Türkiye’de Kaynak Aktarım Sürecinde Sermaye
Piyasalarının Rolü: 1980 Sonrası Dönemin Bir Değerlendirilmesi, SPK Yayını No:
17, Ankara.
YILDIRIM, Zekeriya (1998), “Türkiye Dünyanın Neresinde?”, Açık Oturum, İktisat
Dergisi, Sayı: 380, Temmuz, ss.136-139.
YILDIZOĞLU, Ergin (1996), Globalleşme ve Kriz, Alan Yayınları, İstanbul.
YILMAZ, Celali (2002), “Döviz Kuru İstikrarının Sağlanmasında Vergi Politikasından
Yararlanılması: Tobin Vergisi”, http://bsy.marmara.edu.tr/TR/sempozyum_
bildirileri/CELALI% 20YILMAZ_182-201_.pdf, 15.09.2004.
YILMAZ, Kamil, Cevdet Akçay ve Emre Alper (2002), Enflasyon ve Büyüme
Dinamikleri, Gelişmekte Olan Ülke Deneyimleri Işığında Türkiye Analizi, TÜSİAD
Yayınları, Yayın No: 12/ 341, Aralık, İstanbul.
YİĞİT, Mehmet (1999), “Finansal Piyasalarda Globalleşme Eğilimlerinin Göstergesi Olarak
Euro-Dolar Piyasası ve Kıyı Bankacılığı”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 2, Kütahya, ss. 71-80.
YÖRÜK, Nevin (2004), “E-Finans: Finansal Görünümün Yeniden Biçimlenmesi”,
http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=230, 20.07.2004.
273
YURDAKUL, M. Elif ve Fuat Erdal (2003), “Enflasyon ve Para Politikası”, 1980-2003
Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Ed. Turkut Göksu, H.
Hüseyin Çelik, Abdülkadir Baharçiçek ve Ali Şen, Siyasal Kitabevi, Nisan, Ankara, ss.
585-613.
http://siteresources.worldbank.org/INTRGDF/Resources/StatisticalAppxpart1and2.pdf,
01.01.2005
http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/weo1098/pdf/1098sta.pdf, 13.1.2005.
http://www.die.gov.tr/esg.htm, 17.2.2005.
http://ekutup.dpt.gov.tr/ekonomi/gosterge/tr/, 17.02.2005.
http://tcmbf40.tcmb.gov.tr/cbt.html, 20.02.2005.
http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2001/01/pdf/append.pdf, 20.12.2004.
http://www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2004/02/pdf/statappx.pdf, 12.01.2005.
http://www.treasury.gov.tr/stat/egosterge/V-DisTicaretveOdemelerDengesi/V_3_6.xls,
15.01.2005
274
Download