Abdulhekim İLTEBİR Yazar : Aktaran: Duzelten Editor: Yayina hazirlayan: Kapak Tasarimi: Sayfa Duzeni: ABdulhekim ILTEBIR Bilge TIGIN Sidikhaci Rozi Turghunjan Abdulehet Memetniyaz bulak Uygur Sevdasi Kasim 2016 www.uyghurbahari.org Email: [email protected] Bu Kitab Rabiye Hanım Doğumunun 70. Yılına Armağan Edilmiştir Rabiye Hanımın Annesi - Babası ve Ablası Rabiye Hanımın Babası Merhum Kadirhacım ve Çocukları İle 1995 Rabiye Hanım Doğu Türkistan Muavin Reisi Olan Helçem İSLAM ile Birlikte Yıl 1993 Rabiye Hanım Uygur Özerik Bölegelik Opera Üyeleri ile Birlike Yıl 1985 Rabiye Hanım Eşi Sıdık Hacı Rozı ile Rabiye Hanım Eşi Sıdıkhacı ile Rabiye Hanım 1985 Rabiye Hanım Öz AVM’ deki 5.kat ofisinde ünlü yazar Abdurehim ÖTKUR ile Rabiye Hanım Ünlü Tarihçi Alim Turgun ALMAS İLE Rabiye Hanım Kazakıstan Otorumlu Merhum Şair Abdulhalık SEPERİ ile 1994-yıl Almuta Rabiye Hanım Yazar Ahtem Ömer Zordin Sabir icadiyeti Muahakıme Toplantısında Rabiye Hanım Gulamıdın PAHTA, Edhemhacım ZAKIR ile 2006-yıl Rabiye Hanım Ünlü Şarkıcı Rabiye Memet ile Rabiya Kadir AVM’sı 6.Kat 1992 Yıl Rabiye Hanım Oğlu Kahar ile Birlikte Yıl 1990 Rabiye Hanım Siyasi Dayanışma Toplantısında 1985 yıl Rabiye hanım Kazakıstanlık Esnaf Amangul ve Arkadaşları ile 1994-Yıl Rabiye Hanım Gulcalı Özbek Hanım Törem Paşa ve Arkadaşları ile Vaşingondeki Evinde 2006-yıl Rabiye Hanım Ahmetcan Kasımın Eşi Maynur KASIM ile 1985-yıl Rabiye Hanım Merhum Siyasi Erbab Abdulaziz Mehsumnin Damadı Ablimit Yakup ve Uygur Özerik Bölgelik Opera Senetçisi Zunun Sabiraci ve Arkadaşları ile 1995-yıl Rabiye Hanım Ünlu yazar Zordin Sabir Efendile Rabiye Hanım Eşi Sıdık Hacı Rozi ünlü yazar Osmancan SAVUT ve Eşi Merhume Nurbiye hanım ile 22/04/1992 Rabiye Hanım Eşi Sıdık Hacı Rozı Merhum Arkadaşı Doğu Türkistan Gazetesi Baş Editörü Yusufcan Ahmedi Kurban Bayarmı Kutlamasında Rabiye Hanım İnjiltere Başkenti Rabiye Hanım Doğu Türksistanın Londorada Ticaret İçin Bulunmakta Eski Başkanı Seyfidin Ezizi ile 4 Nisan 1994 Rabiye Hanım Doğu Türkistandeki Ünlü Oyuncu ve Şarkıcılar ile yıl 1997 Rabiye Hanım Öz AVM deki Ofisinde Ürumçi Şehiri Bulak Başı Sokağinda Bulunan Rabiye Kadir AVM 1992 Rabiye Hanım Doğu Türkistan Ünlü Senetçi Reyhan Ablez ile Rabıye Hanım Doğu Türkistan dakı Arkadaşları ile Rabiye Hanım ANA Şirketi Tesis Etme Önderlik Toplantısında Konuşıyor 17/12/1997 Rabiye Hanım ANA Şirketi Tesis Etme Toplantısında Doğu Türkistan Eski Başkanı Ablet Abdureşit ve Maynur Kasım ile 15/12/1997 Rabiye Hanım Çin Halk Cmuhuriyiti Eski Başkanı Jang Zemin ile Rabiye Hanım AVM sindeki Esnaf Bayanlar ile Yıl 1996 İki Genç Kız Rabiye Hanıma Hadiye Takdım Etmekte 01/06/1991 Rabiye Hanım Çin Cezaevi Urumçi Rabiye Hanım Cezaevine Girmeden Önce Torunu ile Urumçi Rabiye Haımın Çocukları Cezaevine Girmenden Önce Rabiye Hanım Nedenlı Ceza Geymiş 4 Çocuğu Rabiye Hanım Oğlu Ablekim Okul Kaydı Yaptıramayan Çocukları Fotograf Çekip ABD ye Gönderdiği için 9 Sene Mahkum olmasına Neden olan Fotograf Rabiye Hanım Cezaevine Girdiktan Sonra Çin Hükümeti Tarafından El Koyulduğ An Rabiye Hanımı Cezaevinden Kurtarmak İçin Vaşington’a Gelen Kız Akide Yıl 2002 Rabiye Hanım Eşi Sıdık Hacı Rozı .ile İsveçre Başkenti Cenevrede 14/11/2005 Rabiye Hanım Vaşington deki Ailesile Yıl 2006 Rabiye Hanımı Cezaevinden Kurtarmak için Kızları Basın Toplatısı Yapıyor Rabiye Hanım Vaşington deki Ailesile ve Çocukları ile Rabiye Hanımın Eşi Sıdık Hacı Rozı Cezaevine Girmiş Oğulları İçin Basın Açıklaması Yapmakta Rabiye Hanim BM Eski Genel Sekreteri Kufı Annan İle Yıl 2005 Rabiye Hanım ABD Sanato Üyesi Askeri işlar Komsiyonu Başkanı Jon Mekayn ile Yıl 2008 Rabiye Hanım ABD Dışişlar Bakanı Rays Hanım ile Rabiye Hanım ABD Eski Başkanı Laura BOŞ ve Roşen Abbas Hanımlar ile Rabiye Hanım ABD Eski Başkanı George Bush İle 26/06/2006 Rabiye Hanım Eşi Sıdık Hacı Rozi ile ABD Dış işlar İnsan Hakları Başkanı Sozan Hanım ile Çin Ajanların Rabiye Hanımı Sabuta Etmekt için Yarladığı An 07/01/2006 Rabiye Hanım ABD Devlet işleri Genel Sekreteri Albert Hanım ile Rabiye Hanım Newyorkta Açılan Hak Hokuk Toplantısında Rabiye Hanım ve Omer KANAT “İİT” Eski Genel Başkanı Eklemettin İHSANOĞLU İLE Rabiye Haım ABD Eski Başkanı George W. Bush ile Rabiye Hanım Lantos İnsan Hakları Ödülü Töreninde Konuşma Yapmakta 10/12/2015 Rabiye Hanım Çin Cezaevinden Kurtulup Vaşington’a ilk Ayak Bastığı Gün 17 Mart 2005 Rabiye Hanım Hür Asya Radyosu Çalışanları ile Rabiye Hanım Almunir Vakfının “ÖMURLUK TADIR” Belgesini Teslim aldığı An 1 Nisan 2016 Vaşington Rabiya Hanım Barış Nobel Ödül Adayları Listesinde Aday Gösterildiği O Fotograf Rabiye Hanım Uluslar Arası Dini Özgürlük Komsiyonu Başkanı Ve Üyeleri ile Birkikte Ekim 2016 Rabiye Hanım Tıbıt Rohanı Rabiye Hanım Avrupa Parlamentosunda Konuşma yapıyor Lideri Dalaylama ile Rabiye Hanım İsveçre Başkenti Cenevrede Açılan Bm Toplantı Salonunda 5 Temmuz 2009 Kayıb Olanlar Hakkında Konuşma Yapıyor. Rabiye Hanım İsveçrenin Cenevrede Açılan BM Toplantı Salunu Önunde STK ile protostosu 16/09/2016 Rabiye Hanım Fransanın Paris Şehiride Düzenlene 5.Kurultay Delegeleri ile 14/07/2016 Rabiye Hanım Eşi Sıdık Hacı Rozı Japon Başbakanı Şınzu Abi ile Rabiye Hanım 4. DUK Kurultayıda Japon Eski Hava Kuvvet Komutanı Taşiyutoma Goya Efendiye Hadıye Takdim Etmekte 12/052012 Rabiye Hanım Japonye Parlamentosunda Düzenlenen 4. Dunya Uygur Kurultayın Toplantısında 12.05.2012 Rabiye Hanım Tokyo Şehiride Protostodan Sonra Gazeteciler’e Basın Açıklaması Yapmakta Rabiye Hanım Japonya Parlamentosonda Başbakan Yardemçisi İto Sieji ve Devlet Güvenlik Bakanları Dahil 40 dan Fazla Parlamenter’e Konuşma Yapmakta Rabiye Hanım 4.DUK Kurultay Toplantısında Katılımcılar ile 14/05/2012 Rabiye Hanım Japonya Başkentı Tokyo’da Gazeteciler’e Basın Açıklaması Yapmakta ABDULHEKİM BAKİ İLTEBİR ÖZGÜRLÜK İSTEYEN ANNE AKTARAN: BİLGE TİGİN 2016 1 İÇİNDEKİLER GİRİŞ ....................................................................................................................................................... 5 BİRİNCİ BÖLÜM ............................................................................................................... 13 ÇOCUKLUK ÇAĞI.............................................................................................................. 13 Tevekkül Yolculuk .................................................................................................................. 14 Aksilikler ..................................................................................................................................... 16 Mucize Bebek ............................................................................................................................ 17 Masum Çocukluk ..................................................................................................................... 19 Korku Veren Haberler........................................................................................................... 22 Kadircan’ın Ortağı ................................................................................................................... 25 Sokakta Kalan Ev Sahibi ....................................................................................................... 29 Çiçek Bahçesine Yerleşme ................................................................................................... 31 Geçim Yolunda ......................................................................................................................... 33 Çalışkan Kız ............................................................................................................................... 36 Felaket Yılları ............................................................................................................................ 39 Sürgündeki Çocuklar ............................................................................................................. 42 İKİNCİ BÖLÜM .................................................................................................................. 47 ANNE BABA VE EVLAT SEVGİSİ.................................................................................. 47 Yeni Mekan ................................................................................................................................ 48 Becerikli Kız .............................................................................................................................. 50 Dünürcü Geldi ........................................................................................................................... 53 Altı çocuğun ve Mahallenin Annesi ................................................................................. 57 Adaletsiz Mahkemenin Acımasız Kararı ....................................................................... 61 Para Kazanmak Kolay, Eğer Akıl Varsa ......................................................................... 64 İlim Ehline Hürmet ................................................................................................................. 68 Bana Yiğit Oğlan Gerek ......................................................................................................... 72 O Bana Ait ................................................................................................................................... 76 İlk Görüşte Aşık Oldum ........................................................................................................ 81 Vatan Kurtulduğunda ............................................................................................................ 85 Kaçak Gelin ................................................................................................................................ 88 Bereket Getiren Gelin ............................................................................................................ 92 ‘’Atuş’un Yolu Yaman, Taşıtır Odun Saman’’ ............................................................... 96 Urumçi’ye Yerleşme ............................................................................................................... 99 Dönkörük Pazarından Hantanrı Sarayı’na Kadar ................................................... 103 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ............................................................................................................109 YAŞAM MÜCADELESİ ...................................................................................................109 İlk Adım ..................................................................................................................................... 110 Rabia’nın Lojmanı ................................................................................................................. 116 Rabia Kadir Ticaret Sarayı ................................................................................................ 120 Uygur Mimarları .................................................................................................................... 126 Kaz Yerken Ördeğin Peşine Düş ..................................................................................... 129 Pekin’deki Fuar ...................................................................................................................... 135 Uluslararası Kongre Kürsüsünde ................................................................................... 139 3 Eski İpek Yolu’nun Yeni Kervanbaşı ............................................................................. 143 Urumçi’de Bili Gates’i Karşılama .................................................................................... 148 Amerika’ya Yolculuk ............................................................................................................ 153 Çin Yöneticileriyle Sohbet ................................................................................................. 160 Büyük işlerin Gizli Planı ..................................................................................................... 166 Uygur’un Dostu Uygurdur ................................................................................................. 170 Bin Anne Anonim Şirketi ................................................................................................... 177 Çin Siyasi İstişare Kurulu Toplantısında .................................................................... 181 “Gökte Ağ, Yerde Tuzak” .................................................................................................... 187 Ah, Evlatlarım Ben Size Borçluyum .............................................................................. 190 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM .....................................................................................................195 ZİNDANDAKİ 2045 GÜN .............................................................................................195 Gizemli Tuzak ......................................................................................................................... 196 Cezaevindeki ilk Gece .......................................................................................................... 201 İlk Sorgu .................................................................................................................................... 206 Tehdit ve Feryat .................................................................................................................... 212 Dokuz Günlük Açlık Grevi ................................................................................................. 216 Acaba Son Görüşme mi? ..................................................................................................... 221 Ölümden Dönen Mahkum ................................................................................................. 225 Bir Tabak Leğmen (Özel Soslu Makarna) Yeseydim ............................................. 236 Başörtüsü Takmak Suç mu? ............................................................................................. 240 Roşengül’ün intikamı .......................................................................................................... 243 Karanlık Hücredeki Tatlı Hayaller ................................................................................. 248 96 Yaşındaki Siyasi Mahkum ........................................................................................... 255 Gülnisa’nın Suçu .................................................................................................................... 259 Cezaevindeki Hayvanat Bahçesi ..................................................................................... 263 Bahar Bayramında Öç Alma ............................................................................................. 266 Aydınlık Dünyadaki Umut Işığı ....................................................................................... 269 4 GİRİŞ 17 Mart 2005. Öğlen vakti. Urumçi “Tak, tak, tak.” Aniden şiddetli bir şekilde çalınan hücre kapısı, gözlerini yarım yumarak dua etmekte olan Rabia Kadir’i korkuttu. O başını kaldırıp yatağından kalkıncaya kadar kapı takırtıyla açıldı ve üzerine siyah takım elbise giyen bir grup kişiyi içeriye alan kadın gardiyan bağırdı: “Mahkum Rabia, eşyalarını çabuk toplayıp bizimle gel! “Rabia Abla, aman esen olun!” “Allaha emanet Rabia Hanım!” Tutuklu kadınlar bağırdı. Hapishanede uzun yıllar kalan tutuklular uyanık olurlar. Onlar bir işin kokusunu almış gibi ya da “Millet, şahit olun ki, Rabia Kadir’i götürüyorlar” demek istiyorlarmış gibi yemekten sonra hücredekilerin hepsini uyanık olmaya çağırdılar. Cezaevinde verilen emir koşulsuz ve çabuk yerine getirilmeli, aksi takdirde suçlunun işi kötü olur. Rabia Kadir eşyalarını toparlarken yanında bakıp duran siyah elbiseli kişilerden birisinin fısıldamasından sonra kadın gardiyan yine bağırdı: “Mahkum Rabia, yeter, çabuk ol, kendin buraya çık؛.” Sorgu hakimlerinin ve gardiyanların gece gündüz demeden sorguya çekmelerine veya canı sıkıldığı zaman dalga geçmek için sorgulamaya götürmelerine alışık olan Rabia, hücreden çıkınca gördüklerine hayret etti. Diğer bütün hücrelerin önünde sivil giyinmiş polisler vardı ve asık suratlı bir şekilde bakıp duruyorlardı. Rabia’nın peşinden gelen siyah takım elbiseli, iri yarı, yaşlıca polisler ise görünüşünden Pekin’den gelmişe benziyorlardı. Onlar hayli korkunç görünüyorlardı. Cezaevi Müdürlüğü odasının önünde ise daha fazla polis vardı. Rabia’yı Cezaevi Müdürlüğü odasına getiren gardiyan ayakta duran uzun boylu, yaşlı, sivil giyinmiş polisin işaretinden sonra gitti. 5 “Rabia Kadir, elbiselerini çabuk değiştir! Biz sana yeni elbise getirdik. Yola çıkacağız!” dedi yüzünden yönetici olduğu belli olan uzun boylu biri kaba, ama hafif ses tonuyla. Altı seneden beri adından önce söylenen “mahkum” sözcüğünün söylenmemesi Rabia’nın dikkat çekti. O dolabın arkasına geçerek üzerindeki önü ve arkasına Çince “Suçlu” yazılı elbiselerini çıkarıp onların verdikleri lacivert ceket ile pantolonu giydi. Sonra başını kaldırarak dışarıya baktı ve gördüklerine şaşırdı. Cezaevinin etrafı sayısız polisle sarılmıştı. Ondan fazla polis arabası kontağı bile kapatılmadan ciddi vaziyette hazır bekletiliyordu. “Götürün! Çabuk olun!”. Birisi emir tarzıyla söyledi. İki polis Rabia’nın yanma gelip ellerine kelepçe taktı ve bileğinden tutarak dışarıya götürdü. Rabia nereye gitmekte olduğunu ve niçin yalnız götürüldüğünü anlayamadı. O sadece aniden idama mahkum edilen suçluların böyle ciddi bir şekilde götürüldüğünü biliyordu. O, cezaevi avlusuna çıkarıldıktan sonra polis arabasına bindirildi. Silahlı polisler onu sararak oturdular. Öndeki polis arabası siren çalarak işaret verdi. Diğer arabalar da aynı anda hareket ettiler. Cezaevi kapısı önüne geldiklerinde, yöneticiye benzeyen birisinin kalın sesiyle. Şu andan itibaren cezaevinden herhangi kişinin dışarıya çıkmasına, telefonla iletişim kurmasına izin yok. Gizlilik fark edilirse, ikiniz sorumlusunuz. Elinizdeki merkezin talimatın da bunlar açık yazılmıştır” dediği duyuldu. Emredersiniz efendim, her şeyi garanti ederiz, merak etmeyin!” diye cevap verdi cezaevi müdürü. Rabia bu sözlerden kendisinin sadece cezaevindeki tutuklulardan değil, polis ve gardiyanlardan da gizli tutulan bir yere götürüldüğünü tahmin etti. Cezaevi kapısı önünde polisler onun elindeki kelepçeyi çıkardılar. Yüzlerce polis arabası konvoy halinde hareket etti. Bir yerlerden gürültüyle yetişip gelen helikopter gökten onları gözeterek uçuyordu. 6 Aşağı yukarı yarım saat sonra arabalar durdu. Polisler Rabia’yı arabadan indirdiler. Rabia sağına soluna baktıktan sonra daha da korkmaya başladı. Burası Urumçi Havaalanı idi. Her yer sessizdi Polisler etrafı sarmışlardı. Onlar Rabia’yı VIP binasındaki gösterişli şekilde süslenmiş bir konukevine getirdiler. Konukevinde ondan fazla Çinli yetkili ayaktaydılar. Rabia dikkat-le baktı, onların hiçbirisi kendisinin tanıdığı yerli yetkililerden değildi. Asık suratlıbu çılni yetkililer Rabia’ya ellerinin altındaki sekreterlerine bakıyorlarmış gibi dikkatle bakmaya başladılar. “Yani bu parmak kadar Uygur kadını hal” dedi aralarından birisi dişlerini gıcırdatarak. Sonra hepsi arkalarında duran 60 yaşlarındaki bir yöneticiye itaatkar bir şekilde baktılar. Kahve renkli gözlük takan bu yönetici gözlerini yumarak sigarasını içiyordu, sinirliydi. Görünüşünden üst düzey yöneticiye benzeyen bu kişi elindeki sigarayı yere atıp ayağının ucuyla ezdikten sonra yavaşça Rabia’nın yanına geldi. “Suçunun ne kadar ağırlaştığını biliyor musun? Eşinin Çin’i ne kadar büyük zarara uğrattığını biliyor musun? Hey...hey...î. Senin bu kadar büyük belâ olduğunu bilseydik...hey...merkezin talimatı..,." Başı ayağı olmayan bu hakaretlerden Rabia hiçbir şey anlamadı. Çinli yönetici eliyle “Götürün” işaretini verdikten soma yine sigarasını tutuşturdu. Polisler Rabia’yı yan taraftaki odaya götürdüler, iki kadın polis onun, saçlarına ve elbiselerine çeki düzen vermeye başladı. Hatta çantalarından makyaj kutusunu çıkarıp Rabia’nın yüzüne makyaj yaptılar. “Çabuk! Zaman doldu, haydi yürüyün!” Dışarıdan verilen emir duyuldu. Her gün gece gündüz binlerce insanın koşuşturduğu Urumçi Uluslararası Havaalanı bugün sessizdi. Bir insan dahi gözükmüyordu. Uçuşların hepsinin iptal edildiği, silahlı asker ve polislerin çokluğundan olağanüstü acil durum ilan edildiği açıkça belliydi. Polisler Rabia’yı özel olarak hazırlanan uçağa bindirdiler. 20- 7 30 silahlı polis onu sararak oturdu. Polisler uçak göğe yükseldiğinde Rabia oradan uçup gidecekmiş gibi telaşlanarak, onun her hareketine dikkatle bakıyorlardı. Etraf sessiz, polisler korkunçtu. Uçak hareket etti ve yavaş yavaş yükselmeye başladı. Ama Rabia nereye doğru uçtuğunu bilmiyordu. Rabia Kadir’i özel talimatla götüren uçak üç saatten fazla uçtuktan sonra yavaş yavaş alçalarak Pekin Havaalanı’na indi. Uçak kalkıp ininceye kadar olan zaman içerisinde Rabia merak ve endişeyle bin bir türlü hayale dalmıştı. Bir insana dikilip bakmaya, gülümseyerek selamlaşmaya ve konuşmaya müsaade edilmeyen, Urumçi Liudavan, Bacanghu cezaevlerinde beş yıl yedi ay altı gün yatmış olan, insanca muameleden mahrum kalan Rabia daha üç gün önce Cezaevi Müdürlüğü odasında çocuklarıyla görüşmüştü. O gün polisler ona Çince de olsa konuşmasına, çocuklarının paketlerini almasına izin vermiş, hatta çocuklarına sıcak çay vermişlerdi. Bugün ise yeni elbiseler giydirip Pekin’e getirdiler. “Vay Allah! Eşim Sıddıkhacı’yla, Washington’daki beş çocuğumla görüşecek miyim ne? Ah Allahım! Şükürler olsun, feryatlarımız ulaşmışa benziyor”. Rabia bunları düşünerek tekrar canlanmaya başladı. O uçağın merdivenlerinden inerken polis arabalarını, etrafı sarmış silahlı asker ve polisleri görünce yeniden telaşlandı. Rabia ile beraber gelen Çinli yönetici aşağı inip kendi erini karşılamaya gelen Çinli yetkililerle ciddi ve soğuk bir şekil de selâmlaştı. Sonra Rabia’yı polis arabasına bindirip kenardaki bir binaya götürdüler. Rabia’yı özel olarak hazırlanan geniş odaya getiren polisler onu diğer bir yetkilinin önüne götürdüler. Buradakiler Rabia’yı yapmacık bir ortamda sıcak karşıladılar. Onu koltuğa oturmaya davet ettiler. Ona hoş kokulu sıcak çay sundular. Kendisinin Dışişleri Bakanlığı’ndan geldiğini ifade eden ağırbaşlı bir yetkili Rabia’ya sesini uzatarak konuşmaya başladı: “Biz bugün seni Amerika’ya teslim etmek zorunda kaldık. Sen suç işledin. Yasalara göre cezalandırıldın. Geçen sene cezandan bir yıl indirdik. Bu yıl 8 dışarıda 18 ay müddetle tedavi olmana izin verdik. Cezaevinde yattığın süre içerisinde seni dövmedik, hor görmedik ve sana sövmedik. Amerika’ya gittiğinde gerçeği söylemeni ümit ederiz. Burada yine beş çocuğun kaldı, şirketinde milyonlarca yuan değerinde sermayen kaldı. Sen ticaretçisin, para kazanmada ustasın, Amerika’ya gittikten sonra para kazanacağım, ticaret yapacağım dersen milyarlarca para kazanmana yardım ederiz. Ancak eşin gibi ayrılıkçı hareketlere karışırsan, sonunu iyi düşün, bu bizim sana söyleyecek son sözümüz!” “Çok az zaman kaldı, ben senin ifadeni duymak istiyorum, cevap ver!”. Yetkili yine sordu. Rabia Kadir büyük bir heyecan ve şaşkınlık içerisinde ne diyeceğini bilemeden baka kaldı. “Şu anda aklım başımda değil, şaşkınlık içindeyim” dedi Rabia yavaş, ama temkinli bir ses tonuyla “Şu anda hiçbir şey anlamadım, çok şaşırdım, size sonra düşünerek cevap vereyim, olmaz mı?”. Rabia cevap vermekten kaçındı. Tam o sırada konukevinin çift kanatlı büyük kapısından Amerikalı diplomat, bir bayan doktorla birlikte içeri girdi. Onlar oldukça gururlu ve muzaffer gözüküyordu. Çinli yetkililer arasında bir an konuşmaya başladı. Amerikalı diplomat Rabia Kadir’e doğru geliyordu. Rabia heyecan içerisinde titreyerek ayağa kalktı ve onlara doğru yöneldi. “Ben Amerikalı diplomatım, bu hanım bizim doktorumuz. Rabia Hanım, sizi tebrik ederim, siz bugün özgürlüğünüze kavuştunuz! Sizi bugün Amerika’ya götüreceğiz. Şimdi izin verirseniz doktorumuz sağlığınızı kontrol edecek”. Diplomat kucağını açarak Rabia Kadir’in önüne geldi. Rabia heyecan içinde gözlerinden yaş akıttı. Bir saniye içerisinde değişmekte olan insanlık değerinin dürtüsüyle Rabia Amerikalı diplomata doğru kendini bırakıverdi! “Sağol Amerika, sağol Amerikan halkı, sağol insan haklarını savunan dünya halkı!”. Rabia hüngür hüngür ağlamaya başladı. 9 Doktor hanım Rabia’nın kalp atışını, solunum yollarını ve kulak burun boğazını dikkatle kontrol etti. Yanlarında bakıp duran asık suratlı Çinli diplomat ve polisler Râbia Kadir ile akraba gibi kucaklaşarak gözyaşlarına hakim olamayan Amerikalı diplomatı görünce boyunlarını büktüler. “Bir dakika efendim” dedi bir Çinli yetkili bu sıcak atmosferi bozarak, “Rabia’yı size teslim etme zamanı daha dolmadı. Sizin yine de 15 dakika beklemeniz gerek!”. Çinli yetkili Rabia’nın bileğinden çekerek onu Çinli polislerin arasına götürmek istedi. Onlar böylece bu utanç verici durumdan kurtulmak istiyor gibiydiler. Amerikalı diplomat ne söylediyse de sözünü geçiremedi. “Affedersiniz Rabia Hanım, sizi yine 15 dakika bekleteceğiz! 5 yıldan fazla beklediniz, biraz daha sabredin, bunlardan tamamen kurtulacaksınız” dedi genç diplomat akıcı Çincesiyle. O, Rabia’yı tutan ellerini bırakarak Çinli yetkililere alaylı bakışlarıyla baktıktan sonra geri çekildi. O zaman Rabia Çinli diplomatlara bakarak: “Yanımda Çin parası var, Amerikan dolarına değiştirmenizi istiyorum, başörtüsü gibi bir şeyler almak istiyorum” dedi. “Hayır, olmaz! Bizi ilgilendirmez” diye bağırdı üst düzey bir Çinli yetkili kaba bir şekilde reddederek. Bu sözü duyan Amerikalı genç diplomat hemen elini cebine sokup Amerikan dolarını çıkararak Çinli yetkililerin karşısında Rabia’ya uzattı. “Hanım bunu alın, istediğiniz gibi harcayın, bu şahsıma ait para.” O parayı verdikten sonra dışarı çıktı. Rabia’nın mahcubiyetten gözleri nemlendi reddeden Çinli yetkiliye içini çekerek şöyle bir baktı. ve isteğini 15 dakika. Etraf sessiz. Çinli yetkililer bu 15 dakikayı fırsat bilerek Rabia’ya konuşuyordu: “Çin... kudretli... mutlaka... hesap... soracağız... ayrılıkçılar... teröristler... uslu durun... yoksa çocukların... sermayen...”. Çinlilerin sözü Rabia’nın kulağına girmiyordu. O sadece 15 dakikanın çabuk 10 dolmasını bekliyordu. Onu bir ara endişe sardı. Ya bunlar vazgeçerlerse? Rabia Kadir’e 15 dakika 15 yıl kadar uzun geldi. Onun kalp atışları normal ritmini yitirmişti. O her kalp atışını saat ibresinin çıkardığı ses gibi net hissetmeye başladı. “3 dakika kaldı” diye fısıldadı arkadaki bir Çinli. Onlar Rabia Kadir’i dışarı götürüp arabaya bindirdiler ve askerlerle kat kat sarılmış Amerikan uçağının merdivenleri yanında bekleyen Amerikalı diplomatların önüne getirip onlara teslim ettiler. Amerika’nın Çin Büyükelçisi kendini tanıttıktan sonra Rabia ile kucaklaşarak görüştü. Onlar Rabia’yı aralarına alıp ellerinden bileklerinden tutarak uçağın merdivenine adım attılar. Peşinden birlikte çıkan Çinli polisler resmi işlem yaparak imza attırdıktan sonra aşağı indiler. Fazla geçmeden Rabia Kadir Amerika Dışişleri Bakanlığı tarafından özel olarak görevlendirilen Richard Efendi gibi diplomatların refakatinde Amerikan Hava Yolları na ait uçakla yola çıktı. 17 Mart 2005. Washington vaktiyle saat tam 05:00. Amerika’nın başkentine yakın Virginia Eyaleti’nin Vena metro istasyonu yanındaki yüksek binanın birinci katında oturan Sıddıkhacı Rozi ve onun beş çocuğu akşamdan beri uyumamıştı. Daha doğrusu üç günden bu yana doğru dürüst yemek yemediler, gözlerine uyku girmedi. Onlar resmi duyuruya da pek inanmadan 5 saattir uçağın hareket etmesini bekliyorlardı. Pekin’deki Amerika Büyükelçiliği’nin telefonu çaldı. “Biz hareket ettik, yola çıktık.” Büyükelçiliktekiler de Çin’in her an vazgeçmesinden, fikrini değiştirmesinden endişe ederek son dakikaya kadar haberleşmeyi kesmemişlerdi. Onlar da şimdi rahatlamışlardı. Washington’daki Dışişleri Bakanlığı’nın telefonu çaldı: “Rabia Kadir yola çıktı, sağlığı normal”. 11 Beyaz Saray’ın, Parlamento’nun, Senato’nun telefonları çaldı: “Rabia Kadir yola çıktı, uçak hareket etti”. Sıddıkhacı’nın ev telefonu çaldı: “Sıddıkhacı Efendi, uçak hareket etti, Rabia yolda, birkaç dakika sonra telefonu size bağlayacağız, görüşmeye hazırlanın!” Amerika’daki, dünyanın her yerindeki Uygurların telefonları çaldı. Sabah saat 05:00’te, sabah namazından sonra herkes şükür namazına kalktı. Washington’dan dünyaya Uygurca yayın yapmakta olan Özgür Asya Radyosu’nun frekanslarında Rabia Kadir’in sesi yankılandı: Selamünaleyküm kardeşlerim, ben özgürlüğüme kavuştum ama milletim....’’ 12 BİRİNCİ BÖLÜM ÇOCUKLUK ÇAĞI 13 Tevekkül Yolculuk Rabia Kadir’in babası Kadircan Kenci’nin ataları aslında Hotenli idiler. Çok eskiden İli’ye göç ederek Kulca’nın Karadöng mahallesine yerleşmişlerdi. Kadircan Kenci Kulca’da dünyaya gelmişti. O yetişkin çağına geldiğinde Kaşgar Mekit’ten doğan kızı Tacinisahan Savut ile evlenmişti. Çocukluğundan itibaren çiftçilik işleri, hayvan besleme, yün ve deri ticareti, duvarcılık aşçılık gibi mesleklerle uğraşan Kadircan toplumdaki söz ustalarının ağzından pek çok tevekkülcünün maden yatağı olan Alta’ya gidip altın çıkararak zengin olduğu hakkındaki masalları dinleye dinleye bu işe merak saldı. Hatta yakın bir arkadaşının Alta’ya gidip biraz çalıştıktan sonra Rusların konyak şişesini toz altınla doldurarak döndüğünü kendi gözüyle görünce Alta’ya gidip altın ocağı açma konusunda düşünmeye başladı. Fazla geçmeden ailesini ve akrabalarını alarak Altay’a doğru yola koyuldu. Tedbirli Kadircan Altay’a gelip küçücük birkaç odalı evi kiraladı. Eve yerleştikten sonra derhal Pazar ihtiyacına göre lokanta açtı, lezzetli pilav, mantı, leğmenleri (Uygurların Özel soslu makarnası)yle Altay şehrinde ilk lokanta sahibi oldu. Ardından ekmek fırını kurarak ekmeğe hasret kalan madencilere sıcak tandır ekmeği temin etmeye başladı. Kadircan buraya gelir gelmez altın ocağı açan zenginzadelerin, çalışan yüzlerce Uygur gencinin, alış veriş için dağdan inen Kazak hayvancılarının, ayrıca şehirde oturan ahalinin en ciddi ihtiyacının yemek, berber ve hamam Olduğunu, aslında altının bu sokaklarda dolaştığını fark etti ve çabuk harekete geçerek şehir merkezinde, geniş bir arazi satın alıp ticaret ve yerleşim evleri inşaatını başlattı. O kısa süre içerisinde bir sürü dükkanı ardı ardına bitirip işe soktu. Kadircan’ın yönetimindeki beyaz önlük ve maske takan 16 berberin çalıştığı berber dükkanı, kadın ve erkekler için tesis edilen modem buharlı hamam, ondan fazla masası olan Uygur yemekleri 14 lokantası ve bütün şehir ahalisine sabah sıcak ekmek temin eden ekmek fırını Altay şehir ahalisini memnun etti. Herkes sevincinden; ‘’Altaylıların artık endişesi kalmadı, yetimlere sahip çıkan birisi oldu’’ derken, bazıları da şakayla ‘’Yaz kış çalışarak kazandığımız altınlar Kadircan’ın cebine dökülüyor’’ diye güldüler. Kadircan ve hanımı Tacinisahan çalışkan, konuksever ve eğlenceye düşkün idiler. Onlar cins alaca danadan altı tane satın aldılar. At arabası ve soylu yürük attan iki tane satın aldılar. Görkemli ve heybetli kurt köpeklerinden bir sürü yetiştirdiler. Onlar ilkbaharda atlarına binip köpeklerini peşlerine alarak dağa çıkarlardı. Avda avladıklarını getirerek arkadaşlarına Nevruz çayı verirlerdi. Yazın yaylalarda kımıza, güzin oğlak çekişme yarışlarına, kışın eğlenceli meşrep (müzikli danslı eğlence) lere katılırlardı. Barış ve huzur ortamında, refah içinde yaşamakta olan Altay halkını 1940’lı yıllardan itibaren endişe sarmaya başladı. Bugün Uygur Özerk Bölgesi diye adlandırılan haritaya bakarsanız, kuzeyde Moğolistan, Rusya ve Kazakistan’la sınırı olan Altay dağ silsilesinin ortasında yer alan küçücük güzel şehir Altay Sarsümbe gözünüze çarpar. Eski Turan ve Hun imparatorlukları döneminde Uygurların atalarının altın, bakır ve demiri işledikleriyle ilgili hatıralarda ‘’ Altay dağlarının 72 deresinde beyaz altın ve siyah altın çıkar’’ diye kaydedilmiştir. Altay şehrinden geçen İrtiş nehrinin dibinde sapsarı toz altınlar bugün de ışıldayarak gözleri kamaştırmaktadır. Altay dağının uçsuz bucaksız ormanlarındaki köknar ve çam ağaçlan, kalite ve cins bakımından, yıllardan beri silah yapımında değerli materyal olarak kullanılmaktadır. Altay’ın soylu at ve koyunları, ünlü balıkları, yırtıcı hayvanları, ayrıca dünyada benzersiz güzel manzaraları herkesi cezbetmektedir. 20. yüzyılın başında Rus ticaretçileri altın, kereste ve deri toplama maksadıyla buralara geliyorlardı. Sonra Çinliler geldiler. Çinli askerler Moğolistan ve Rusya ile, hatta yerli ahali ile çatışmaya 15 girerek huzursuzluk yarattılar. 1943 yılında Çin’in Urumçi’deki merkezi hükümeti Altay bölgesini idaresi altına almak niyetiyle Altay halkından at vergisi alma ve silahlarını toplama emrini verince halkın şiddetli tepkisiyle karşılaştı. Yerli halk Osman Batın.’ un önderliğinde silahlı karşılık vererek Çinli askerleri defedip Altay bölgesini merkezi Çin hükümetinden ayırdı. Kulca şehrinde kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyeti 1945 yılında Altay’a düzenli askeri birlikler göndererek bölgede hakimiyet kurdu. Yabancıların müdahalelerinden kurtularak özgürlüğüne kavuşan Altay’daki Uygur, Kazak, Özbek ve Tatar halkları sevince boğuldular. Onlar, Altay’daki devlet kurumlan, okul ve binalara asılan 12 köşeli Çin devlet bayrağını fırlatıp atarak yerine kendilerinin ay yıldızlı gök bayrağını astılar, sevindiler. Ama bu sevinç de uzun sürmedi. Aksilikler 1948 yılının ilkbaharında Kadircan daha büyük bir iş yapmak için risk alarak otuza yakın genç işçiyi aylık ücretle dağa götürüp altın ocağı işletmeye başlamıştı. Onlar kazım işleriyle güze kadar uğraşmışlarsa da yanlış tahmin nedeniyle altın bulamadılar. Kadir-can otuz kadar kişiye boşuna ücret ödediğinden para yetiştireme-di. “Talihsize su gelse, Allaku’da su taştı” derler ya, her taraftan gelen söylentiler ve korkunç haberler işçilerin huzurunu bozdu, işi bırakanlar çoğalmaya başladı. Üstelik Altay şehri içerisinde sürekli çatışmalar yaşandığı için halk dağılmıştı, ahali civar bölgelere kaçtığı için müşteri de azalmıştı, dolayısıyla dükkanların geliri yok denecek kadar azaldı. Kadircan’ın açtığı altın ocağında çalışan gençlerin hepsi güneyden gelen Uygur çiftçileri idi. Onlar ailelerinden endişe ederek memleketlerine dönme karan aldılar ve Kadircan’a baskı yaparak isyan etmeye başladılar. Onlar: “Kadircan ağabey, bir yıl boyunca çalıştık, hiçbir şey bulamadık, üstelik Doğu Türkistan Hükümeti’nin yöneticileri 16 Ummçi’den dönmüşler. Buralara da Milliyetçi Çin askerleri geleceklermiş. Geçen hafta Amerika’nın Urumçi’deki temsilcisi Milliyetçi Çin’i destekleyerek Beytik’e gelmiş. İnanmazsanız sorun. Biz memleketimize dönmek zorundayız. Ne olursa olsun, geri kalan ücretlerimizi elimize verin” dediler. Kadircan bağırdı, çağırdı, izah etti, yalvardı, ama sözünü geçiremedi. Genç işçiler Kadircan’ı ve vakti saati dolmak üzere olan hamile hanımı Tacinisahan’ı dükkan ve evlerini satmaları için şehre zorla götürdüler. Herkes çadır ve kulübelerini söküp atlarına yükleyerek yola koyuldu. Altay şehrine beş altı kilometre kaldığında tanyeri ağardı. Herkes sabah namazına kalktı. Namazdan sonra, imamlık eden Kadircan duaya ellerini kaldırarak Allah’a seslendi: “Ey yüce Allah’ım, ne günah işledim ki, bunca eziyet çektim, sen kurtarıcısın, iyi niyetli kullarını koruyasın! Amin... Aniden hava gürleyip şimşek çaktı. Uzak uzaklardan duyulan gürültü yankılanmaya başladı. Kadircan’ın ikinci kızı koşarak gelip bağırdı: Baba, baba, annem doğurdu!”. Mucize Bebek 14 Kasım 1946 sabahı Altay şehrinden beş altı kilometre mesafedeki dağın bağrinda bir Uygur kızı Rabia Kadir dünyaya geldi. Yoksulluk içerisinde gururu incinen ve ne yapacağını şaşıran Kadircan dünyaya gözlerini açan kızının sevincinden her şeyi unuttu. Yol boyunca sancı ve doğum telaşından dolayı yüzü sararan Tacinisahan zamansız ve rastgele bir yerde doğum yaptığı için üzüntüden hıçkırarak ağlıyordu, aşçı kadının elindeki “ınga ınga” diye ağlayan evladını görünce ağlamayı kesip gülümsemeye başladı. 17 Rabia’nın doğduğunu duyan işçiler başlangıçta ne yapacaklarını şaşırmışlardı, bebeğin ağlama sesini duyunca kalpleri erimeye başladı. Onlar husumet ve nefreti unutarak “Mübarek olsun Kadircan ustam” diye bağırdılar. Suratları asılmış gençlerin yüzü gülmeye başladı. Onlar sanki kendi anneleri ya da hanımları doğurmuş gibi sevindiler. İşçi gençler bu durumda yola devam edemeyeceklerini anlayarak hemen harekete geçip sökülmüş çadırları yeniden dikmeye başladılar. Odun toplayıp ateş yaktılar. Çay ve yemek yapmaya giriştiler. Bebek, sanki barış huzur elçisi gibi gönüllerdeki tüm kaygı ve endişeyi yok etti. Bebek sanki bereketin işareti gibi herkesi sabah kahvaltısı için koşturdu. Bebek sanki bir talihin işareti gibi beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir zamanda, sabah namazından sonra dualarla dünyaya geldi! Bebeğin mucizevî özelliği kahvaltıdan sonra malum oldu. Gençler el ele vererek et, havuç, patates ve soğanlarla kavurma yaptılar. Sütlü çay hazırladılar. Herkes çim üzerinde bir sofra etrafında oturarak kahvaltı yaptı. Dünden beriki yol yorgunluklarını, birkaç günden beri devam eden hoşnutsuzlukları ve etrafa korku salan haberleri unutup şakalaştılar. Kahvaltıdan sonra Kadircan uzun uzun şükredip dua etti ve ayağa kalkarak doğum yapan hanımı için dikilen çadırın önüne geldi. O hanımını bir süre dinlendirdikten sonra yola çıkmayı düşünüyordu. Tam o sırada, Kadircan çim üzerindeki göbek bağı ve donmuş kanları gördü. Gece bunlara dikkat edememişti, ancak etraf aydınlanınca göze ilişti. O derhal çadırın önünde duran küreği eline alıp kan ve göbek bağım gömmek için küreği basarak yere batırdı. Toprağa bir karış giren kürekteki çimli toprağı yan tarafa atan Kadircan aniden bağırdı: “Allahım, şükürler olsun, bu ne mucize!”. Bir kürek toz altın çime serpildi. Kazılan yerde sapsan toz altın ışıldıyordu. 18 Olağanüstü şanslı insanlara nadiren rastlayan bu şans Kadircan’a denk gelmişti. İşçiler bağırarak çağırarak işe giriştiler. Çadır ve kulübeler tekrar dikildi. Böylece bunlar birkaç gün yoğun çalıştılar, yıllardan beri buraya toplanan bir sürü toz altını kazıp çıkardılar, temizleyerek topladılar. Söylentilere göre, Kadircan bir rastlantı sonucu bulduğu o topraktan 86 ser (35 grama eşit ağırlık birimi) toz altın toplayıp bütün borçlarından bir anda kurtulmuş. Kadircan getirdiği şanstan dolayı bu mucize kızına Rabia diye ad koydu. Rabia nın beşik düğününe mübareklemek için gelen işçilerin her biri kırk suyuna bir çimdikten toz altın saçtı. Kadircan Rabianın mucizevi özelliğinden dolayı mahalle camisinde mevlüt okuttu, Rabianın başına dökülecek mevlüt suyuna da gençler bir çimdikten toz altın serptiler. Böylece bu mucizevi bebek altın üzerine doğup altın suyu ile yıkandı. Masum Çocukluk Kadircan, Rabia dünyaya geldikten sonra daha çok Altay şehri içindeki işleriyle meşgul oldu. Geniş ve temiz berber dükkanının yanma Rus doktorunu davet ederek bir dişçilik muayenehanesi açtı. O her gün cins ineklerini sağdırıp süt ve kaymaklarını lokantası için kullanır, kalan kısmını komşularına verirdi. Bazılarını lokanta için gerekli sebzeleri getirmeye gönderirdi. Koyunları kestirirdi. Ekmek fırınına gerekli un için değirmene adam gönderirdi. Azıcık boş kaldığı zaman Sovyet tarzında inşa edilen altı ve üstü ahşaptan beş odalı geniş evinin arkasındaki bahçeye çıkar ve sayısı kırka yaklaşan ünlü eğitilmiş köpeklerini eğlendirirdi. O, bazı günlerde sabahleyin eğitilmiş köpeklerini peşine alarak ava çıkar akşamleyin geri dönerdi. Kadircan her seferinde arkadaşlarıyla beraber avdan dönerken Tacinisahan çocuklarını alıp kapıya çıkardı. Çeşitli zanaatla uğraşan usta ve işçiler de gelerek av nimetlerini seyrederlerdi. Kadircan bazen iki üç ceylan, alaca kuyruklu dört beş tilki, bir sürü atmaca ve sülünleri atına yükleyip 19 gelirdi. Adete göre, avdan döndüğü gününün akşamı eve misafir davet edilirdi. Bütün komşular avdan getirilen etlerden tadarlardı. Kadircan bazı cuma günleri namazdan sonra hanımını, çoluk çocuğunu arabaya bindirerek yaylaya götürürdü. Çocuklar uçsuz bucaksız geniş bozkırda kuzuları kovalayarak eğlenirlerdi. Hepsi kuzu eti yiyip kımız içerdi. Henüz yürümeye başlayan Rabia bir yudum kımız içti mi kulaklarına kadar kızarırdı ve hayvancı Kazak’ın kapısı önündeki köpeğin yanına gidip kulaklarını korkusuzca çekiştirerek oynardı. Tacinisahan kışın ayı derisinden dikilen samur kürkü yakalı uzun paltosunu giyerdi, çocuklarına ayı derisinden yapılan ayakkabı ve Rus modeli paltolarını giydirir, eğitilmiş köpeklerini kızağa katıp geniş bozkıra çıkar ve kızakta kayarak eğlenirdi. Çocukların ayaklarına Rusların yaptıkları küçük kayakları takarak onları karda kaydırarak eğlendirirdi. Yazın ise İrtiş nehrinin sahilinde çocuklarını yüzdürürdü. Rabia beline kadar gelen berrak suda koşarak su sıçratmayı, toz altın karışık kumlan avuçlayıp alarak tekrar suya saçmayı çok severdi. O bazen su yüzüne çıkan bileği kadar balıkları yakalar, balık silkindiğinde de hiç bırakmadan balıkla birlikte yuvarlanırdı. İlkbaharda Altay’ın iki yanındaki dağ eteklerinde muhteşem güzel manzaralar ortaya çıkardı. Yeşil vadilerde yabanî şakayık çiçeği, yabanî haşhaş, yabanî elma çiçeği gibi rengarenk çiçekler bir anda açardı. Masmavi gök, yemyeşil toprak ve renkli çiçeklerle doğanın tarifi imkansız eşsiz renkli halısı oluşurdu. Küçücük Rabia bir gün sabah uyanıp ayağa kalkar kalkmaz pencerenin yanına geldi ve dağ eteğindeki rengarenk çiçekleri göstererek oraya gideceğim diye ısrar etti. Annesi onun isteğini geri çevirmeye kıyamadan kahvaltıdan sonra ablalarıyla birlikte onu kıra götürdü. Kızlar birbiriyle yarışıyormuşcasma şakayık çiçeği derip demet yaparak eğlendiler. Çocuklar koşarak boylarından uzun bitkilerin, kurumuş bitkilerin arasında kah ortaya çıkar, kah 20 kaybolurlardı. Sadece çiçek ve bitkilerin kımıldamasından çocukların nerede oldukları fark ediliyordu. Tacinisahan kendileriyle beraber gelen komşusu Heyvihan ile sohbete dalınca beş on dakika zamanın geçtiğini fark edemedi. Bir an başını kaldırarak çocuklarının epey uzaklaştığını gördü ve onları bağırarak çağırdı. Bir zaman sonra Tacinisahan’ın iki çocuğuyla Heyvihan’ın iki çocuğu geri geldi. Henüz iki yaşında olan Rabia ise gözükmüyordu. Onlar telaşa kapılarak bağırdılar. Sağa sola bakarak koşuşturdular. Rabia hiçbir yerde yoktu. Aradan sonuçsuz geçen iki üç dakika Tacinisahanı epey telaşlandırdı. Onları dağ eteğine getiren arabacı, insan sesinin ulaşabileceği kadar mesafedeki yolun kenarında, arabanın yanında oturuyordu. Tacinisahan arabacıya: “Rabia’yı bulamadık, çabuk gelin” diye bağırdı. Arabacı duyar duymaz yanında kulaklarını dikerek sağına soluna bakan eğitilmiş köpeklerine işaret yaparak sürdü ve ardından kendisi de bu tarafa doğru koşmaya başladı. Av köpeği ok gibi fırlayarak Tacinisahan’ m yanına geldi. Köpek onun telaşlı yüzüne ve “Rabia... Rabia...” diye bağıran sesinden ne olduğunu anlamış gibi diğer çocuklara bir göz attıktan sonra dağ eteği boyunca uçarcasına koştu. O fazla geçmeden bir kilometre uzaklıktaki yerde durup göğe bakıp havlamaya başladı. Herkes o yöne doğru koştu. Aslında ablalarının peşinden sürekli koştuğundan ötürü yorulan Rabia orada oturmuştu. O evde saklambaç oynarken kimsenin bulamadığı yerlere saklanıp ablalarını korkutmayı öğrendiği için burada da başlangıçta ablalarını korkutmak üzere sessizce yattı. Sonra kendisi de farkına varmadan tatlı uykuya dalı vermişti. Tacinisahan gelip kucağına aldığında, ancak uyanıp ne olduğunu anlayamadan şaşkın şaşkın baka kaldı. “Haydi, artık gidelim, çocuklar yoruldular” dedi Tacinisahan çocuklarını yola sürerek. “Bir dakika anne, babam için derdiğim çiçekleri alayım” dedi küçücük Rabia. O annesinin elinden sıyrılıp çiçeklerin arasına koşarak girdi ve bir kucak şakayık çiçeğini alıp çıktı. “Zavallı babam bize bakacağım diye çok çalışıp yoruldu”. O günden itibaren Rabia 21 her gün sabah uyanınca dağ eteğindeki çiçekleri göstererek oraya gideceğim diye ısrar etmeye ve sık sık oraya gidip eğlenmeye başladı. Korku Veren Haberler Altay şehrinin ahalisi, genellikle altın, bakır, cevher yataklarının patronları olan Uygur, Rus, Özbek zenginleri, civardaki hayvancı Kazaklar ve sınırlarda duran Çinli askerlerin komutanları ve yöneticilerinden, onlardan başka yine maden ocaklarında çalışan, toz altın ayıran işçi Uygur gençlerinden oluşuyordu. Kadircan gerçi birkaç ülkede ün yapan zenginlerden ise de, idare ettiği işler ve çalıştırmakta olduğu işçilerinin çokluğu, ayrıca Cami inşaatı, yol yapımı, köprü yapımı gibi hayır işlerinde ilk olarak para ve işçi teminiyle çok katkı sağladığından dolayı şehir cemaati içerisinde hızla itibar sahibi olup yurdun ileri gelenleri arasında yer almaya başlamıştı. 1949 yılının sonbaharında Altay’daki ünlü altın, yakut madeni patronu ve yurt ileri gelenlerinin büyüğü olan Münevver Bey evinde yemek verdi. Molla İslam Şangzong korumalarıyla birlikte gelip köşedeki yerini aldı. Münevver Bay Altay’daki bütün Uygur büyüklerini, ulemaları, yöneticileri, askeri komutanları ve büyük zenginlerin hepsini geniş ve rahat misafirhanesinde sofra kurup ağırlamaktaydı. Kadircan da vaktinde gelerek misafirler arasında yerini aldı. Misafirlik meşrep şeklinde devam etmekteydi. Başlangıçta helva ve sütlü çay ile sıcak etli ekmek sunuldu. Ardından yumuşak kuzu etiyle yapılan kebap geldi. Müzisyenler dutar, tanbur, kemanlarla makam parçalarını İli şarkılarını icra ettiler. Ardından kımız içerek sohbete başlayan ihtiyarlar Altay’ın yakın birkaç yıl içerisindeki huzursuzlukları üzerinde görüşlerini anlattılar. ‘’Arkadaşlar etraf sakinleşti diye yine eğlenceye başlıyoruz. Bilmelisiniz ki, kara bulutlar şimdi geliyor. Ne günleri göreceğiz, 22 Allah bilir” diye söze başladı Münevver Bay’ın ağabeyi Hafız Bay oturanlara dikkatle bir baktıktan sonra “Herkes Osman’dan endişe ediyor, ben Osman’dan hiç endişe etmiyorum. Düşünün, Osman Âltaylı’dır. O Milliyetçi Çin yağmacılarını Altay’dan def edip halkı rahata kavuşturmak için savaştı. Batur diye tanındı. 6 Eylül 1946’da Doğu Türkistan Cumhuriyeti ordusu Altay’ı kurtardı. Bir ay sonra Ahmetcan Efendi Altay’a geldiğinde, ben evimde yemek vermiştim. Yemek sırasında Törem Altay’ın baturu Osman’dır, Altay’da kurulan hükümetin valisi Osman olacak demişti. Gerçekten, bir ay sonra Osman döndü, valilik yaptı, ama.’’ “Bir dakika, ağabey” dedi Münevver Bay ağabeyi gibi siyasetçi olmasa da kendi tahminlerini gizlemeden, “Siz sürekli Osman’ı övüyorsunuz, bir düşünün, ne zaman Osman şehre girerse, o zaman yağma başlar. Yıllarca topladığımız atlarımız, sığır danalarımız, koyanlarımız ya Osman’a ya hükümete yem oluyor. Fazla övmeyin Osman’ı, hepimiz biliyoruz, Milliyetçi Çin’e karşı savaşan Osman 1946 yılında birden yüz çevirip Milliyetçi Çin’le işbirliği yapmadı mı? Milliyetçi Çin’in silahlarıyla Altay’a saldırıp bir ay huzursuzluk yaratmadı mı? Duyuyoruz ağabey, geçen yaz Osman Batur Latif, Möminbay gibi yüz kadar yiğidiyle birlikte Milliyetçi Çin’in kumandanı Song Xilian(Son Şilien)’in daveti üzerine Urumçi’ye gidip Şimigu’da kalmış. Buğra, Canımhan, Salıs, Hadivan gibi kişiler günlerce ziyafet verip “Yaşasın Osman” sesleri içerisinde onu sarhoş etmişler. Osman o zaman oğlu Şir Diman’ı Çin’in Nankin’deki kurultayına göndermiş. Elenvang’dan duyduğuma göre, Osman Amerika’nın Urumçi’deki baş temsilcisi Bakston ve yardımcısı Makinan ile görüşüp Japonya’ya attıkları atomdan istemiş. Gençleri Amerika’ya okumaya gönderme konusunda anlaşmış”. “Bu vefasız Ruslardan Amerika dedikleri bin kez iyidir, tarihi hatırlayalım arkadaşlar” dedi Urumçi ile Altay arasında toz altın ticareti yapan Abdumecitbay söze karışarak “Ben Urumçi’deyken Türkiye’de tahsil görüp dönen Kurban Kuday ile arkadaş oldum, çok 23 muhabbet ettik, çok şey öğrendim. Rus Çarı bir bütün olan Türkistan’ı istila edip bölüp parçalayarak ikiye ayırdı. Böylece bizim burası Doğu Türkistan oldu. Stalin de diğerlerini bölüp 7-8 parçaya ayırdı. Şimdi bakın, yarın öbür gün bizi de satar bu Ruslar, göreceksiniz”. “Haklısın” dedi Hafızbay sesini yükselterek “İşte Doğu Türkistan hükümeti, ordusu Rusların elinde olduğu için Altay’da da Ruslar zorbalığa başladılar. Törem’in kendisiyle görüşmemişse de, sözüne hak veren Osman, Ruslar yüzünden Altay T terk ederek dağa çıktı değil mi?”. “Sarı köpek, kara köpek, hepsi kudurmuş köpek demiş Urumçi ’ deki Damolla Abdülaziz Mahsum evinde Ahmet Efendi ile görüşürken” dedi bir yün ve deri tüccarı araya girip. “Misafirlerin ellerine su verildi. Hizmetçi gençler masmavi Rus tabaklarında tay etiyle yapılan narın yemeğini getirip misafirlerin önlerine koydular. Herkes edebiyle Hafızbay’ın yemeğe başlamasını beklediler. Hafızbay “buyrun, buyrun” diyerek mollamın başlamasını istedi. Misafirler lezzetli narın yemeğinden sonra yeni demlenmiş çaylarını içerlerken yine sohbete daldılar. “Domuzun büyüğü şimdi geliyor millet” dedi Peterburg’da dükkan açan Selim Bay ciddi ve ilginç bir şekilde söze başlayarak ‘’Geçen hafta Stalin’in Pravda’sında bir haberi okudum, Stalin’in Çin’deki çırağı Mao Zedong denen adam Lanzhou şehrini alan Peng Dehuai denen kumandanına ‘Durmadan ilerleyin ordumuz <urumçi’yi alsın ‘ diye talimat vermiş. Hey Allah, komünist kem namus demedim mi! Stalin her şeyi satar’’. ‘’Taşkent, Bişkek, Alma-Ata’lardaki kardeşlerimiz ne günleri gördüyse, şimdi bizim de öyle günleri göreceğimiz var gibi’’. ‘’Bu Çin komünistleri fakir dilencileri desteklermiş, zenginlerin malını topraklarını yağmalarmış diyorlar doğru mu?’’. 24 ‘’Milliyetçi Çin de Komünist Çin de hepsi aynı Çinli. Yiyeceğim, içeceğim, yağmalayacağım, talan edeceğim diye gelmezse ne işi olur ki başkalarının yurdunda’’. “Stalin yağmalarken buraya kaçmıştık, şimdi bunlar gelirse, nereye kaçarız” dedi bir Özbek Bay zorla gülerek. “Seninle biz küpü doldurup gömerek kaçarız Allah’ ın buyurduğu yerlere, Kadircan dükkanlarıyla 40 av köpeğini nasıl toplar, bunu merak ediyorum”. Birisinin şakasıyla Kadircan da endişelenmeye başladı. Müzik ve eğlence onun kulaklarına girmedi. Nedendir içinde bir korku ve telaş dışa vurmaya başladı. Vurdum duymaz yurt büyüklerinin şakalarıyla son bulan bu parti eğlenceli başlamış ise de, sonunda Kadircan için telaşlı bitti. Kadircan’ın Ortağı 1950 yılının ilkbaharına kadar, korku dolu haberlerle huzurlı günler karışarak geçti. Halk arasında Doğu Türkistan Cumhuriyeti Hükümeti Ruslar ile dost, Çin komünistleri de Stalin ile yakın, her halde katliamlar yaşanmaz şeklindeki tahminler hakim olmaya başladı. Çünkü Urumçi’ye gelen Çin ordusunun kumandanı Wang Zhen Kulca’ya geldiğinde büyük bir miting düzenleyerek halkın önünde: “Biz Milliyetçi Parti’nin kalıntı askerlerini tamamen tasfiye ettikten sonra, birkaç yıl içerisinde döneceğiz” demiş. Onun sözü Doğu Türkistan Hükümeti’nin gazetelerinde de basılmış. Kadircan’ın ay ve günleri bu şekilde geçti. Fazla geçmeden Komünist Çin askerleri Altay’a da ulaştı. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin kasket şapkalı, apoletli palto, süvari pantolon ve siyah çizme giyen kara bıyıklı askerleri Altay ahalisini alarak sokak ağzında onları karşıladılar. 25 Üzeri örtülü ondan fazla Rus kamyonunda sıkışıp oturan Çinli askerlerinin başındaki kulağı sarkık duran bez kalpağı, rengi sönmüş sarımtırak pamuk astarlı ceketi, ayrıca bacaklarından sarkan ayak bezleri, onları Milliyetçi Çin askerlerinden de biçimsiz gösteriyordu. Cumhuriyet ordusunun komutan ve askerleri bıyık altından gülerek onları alaya alıyorlardı. Hükümet yöneticisi olarak tayin edilen Çinliler de, askerleri de hakikaten uslu gözüküyorlardı. Onlar sokaklara az çıkarlardı. Ahaliye rastlarsa sebepsiz yere gülümseyerek yol verirlerdi. Başlarını sürekli sallarlardı. Sonra insanlar onlara hükümet kurumlarının avlularında, okul alanlarında kar temizlerken rastladılar. Hava ısınmaya başladığında ise, Çinli askerler kollektif halde yol yapmaya başladılar. Kadircan bir gün çay içerken hanımı Tacinisahan’a bakarak: “Onlar gelmeden çok korkutmuşlardı, bunların görüntüsüne bakılırsa, çok zavallı gözüküyor bunlar, o kadar korkmamıza gerek yok gibi” dedi. “Bizim öğretmen, tahta arabada oturup acele etmeden tavşan Tutan Çimliler geldiler, diyor baba, her halde dikkat edelim‘’ dedi. Kadircan’ın sözünü dinleyen büyük kızı söze karışarak. Rabia’nın dört yaşına girdiği yıl milli ordunun askerleri azalıp Çinli askerler çoğaldı. Hükümet kurumlarında da eski askeri üniforma giyen, yanında tabanca taşıyan Çinli yöneticiler de çoğaldı. O günlerde “Milliyetçi Çin’in anti-devrimci yöneticileri”, “Milliyetçi Çin’in casusu”, “Amerika casuslarıyla görüşmüş”, “kan borcu olan zorba”, “anti-devrimci hayvancı”, “Haydut Osman’ın kuyruğu” gibi çeşitli iftiralarla yurt büyükleri, zenginler, dindar ulemalar tutuklanmaya başladı. Onlara dur diyecek kimse çıkmadı. 2 Mayıs 1951 ’de Çinli askerler kumandanı Wang Zhen’in emriyle Osman Batur’u Urumçi’de idam ettiler. Ayrıca, Uygurların ünlü aydınlarından Kurban Kuday, Çingiz Damolla gibi bir çok kişiyi idama mahkum etti. 26 Çinli yöneticiler ve askerler Altay’da hemen hemen her beş on günde bir kere halkı küçük alana toplar, birilerini bağlayıp getirerek bir şeyler der, bağırır, sonra dağ eteğine götürüp idam ederlerdi. Daha da ilginç olan odur ki, Çinliler bu hükümleri okurken, Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin Uygur, Kazak yöneticileri, komutan ve askerleri yanlarında büzülerek bakıp dururlardı. Kimse hiçbir şey diyemezdi. Uygur askerlerinin ay yıldızlı rozet ve apoletleri de Çinlilerinkine değiştirilmişti. Korku ve endişe şimdi başladı. İşte böyle endişeli günlerin birinde, Kadircan’ın ofisine asker kıyafeti giyen bir Çinli gelerek İlçe Hükümet Ticaret Daire Başkanı Zhang’in onu çağırdığını duyurdu. Kadircan’ı korku sarmaya başladı. Bir çok kişi işte bu şekilde çağırtılarak kaybolmuş, hapse atılmış ya da idama mahkum edilmişti Kadircan içinden Ayetü’l-kürsi’yi okuyarak Ticaret Daire Başkanlığı tabelası asılmış odaya girdiğinde, karşısındaki masada sigarasını tüttürerek gazete okuyan bir Çinli’yi gördü. Bir ayağını kendi oturduğu sandalyeye yaslayıp pantolonunun paçasını dürerek bacağını kaşıyan bu Çinli daha önce birkaç defa dükkana binlerini peşine alarak gelen ve Kadircan ‘la tanışan kişi idi. Onun için Kadircan o kadar afallamamıştı. “Lai, lai, Ka Jingli (Gel, gel, Müdür Kadircan)” dedi o Çinli gülümseyerek ayağa kalktıktan sonra ve derhal kağıdı Kadircan ’ a uzatıp “sigara için, lütfen oturun” dedi. Kadircan yüzünden uğursuzluk dökülen bu Çinli’nin gülmesine aldırış etmeden sandalyeye oturduktan sonra ona dikildi ve düşündü. Bu Kadircan diyemediği için Ka Jingli mi dedi acaba? Hayır, “Jingli” dediği hükümet şirketlerinin yöneticilerinin unvanı değil miydi? Eyvah, bunlar şimdi benim dükkanlarıma göz dikmiş. Yönetici Çinli Kadircan’a Çince bilmiyorum demesine bakmadan sen biliyorsun, anlıyorsun diyerek, içinden ise anlasan da anlamasan da fark etmez dercesine sahte gülüşle partisinin, ordusunun politikalarını, Çin’in, Tibet’in durumunu uzun uzun 27 anlattı. Zorbaları bastırma, anti devrimcileri yok etme gibi gözdağı verici bir sürü laf söyledikten sonra defterini açtı ve dikkatle bir baktıktan sonra: “Kadircan, senin çalıştırmakta olduğun 27 adam, 4 dükkan, değirmen ve yayladaki otlakları bugünden itibaren Altay Belediyesi Gıda Servis Şirketi olarak değiştirildi. Şirketin niteliği hükümet ile şahısların ortak olduğu şirket olacak. Altay Ticaret Dairesi Parti Komitesi seni müdür olarak görevlendirdi. Seni tebrik ederim” dedi sahte bir gülüşten sonra elini uzatıp. Kadircan istemeyerek tokalaştı ve hükümetin zenginlerin malına mülküne bu şekilde el koyduğunu Urumçi’den gelen tüccarlardan duyduğu için fazla şaşırmadı. Çünkü onun karşısında hükümet ya da hükümet adına konuşan bu Çinli “Kadircan, sen tutuklusun ” ؟diye onu içeri atıp her şeyine el koysaydı da hiçbir şey diyemezdi. Ertesi günden itibaren hamama para toplama İşi için bir Çinli hanım yerleştirildi. Çinli askerlerin birinin eşi olan bu hanım gerçi okuma yazması olmasa da kendi getirdiği makbuzun boş yerine paranın miktarını çizerek yazmayı biliyordu. Kadircan bir şey söyleyemeyince lokantaya yine bir hanım geldi. O da yemek ücretlerini topluyordu. Ekmek fırınının gündelik gelirinin de ona teslim edilmesi bildirildi. Gündelik geliri hanımlar dosdoğru bankaya götürüyorlardı. Kadircan bir bakıma her gün kasada sayım yapma gibi zor işten kurtulmuş gibi oldu. Bir ay sonra hanımlar Müdür Kadircan’a aylık maaşını getirip imza attırdıktan sonra çıktılar. Kadircan elindeki 87 yuane bakıp ne yapacağını bilemeden dona kaldı. Bu bir aylık maaş onun dükkanlarından bir günde elde edilen gelirin onda biri bile değildi. “Benim idi senin oldu, savurdum da ilaç oldu” dedikleri her halde bu olsa gerek diye düşündü Kadircan içinden. Böylece Kadircan’ın hanımı, altı çocuğu ve 40 köpekten başka bütün malına mülküne Komünistler ortak oldu! 28 Sokakta Kalan Ev Sahibi Kadircan hükümet ile ortak olup Müdür Kadircan diye ad aldıktan sonra, her ay hükümetin verdiği 87 yuan maaş ve üç ayda bir dükkanların kirası diye verilen 50 yuan para ile altı çocuğuna bakmak ve onları okutmak zorunda kaldı. Bu yetmiyormuş gibi, iki atlı arabası, hatta değirmenleri de hükümetin ortaklığına geçti. Onun ağrına giden şey kendisinin kurduğu, geliştirdiği, bütün Altay şehrine sıcacık ekmek temin eden ekmek fırınından parayla ekmek alacak olmasıydı. Kendi kumaş dükkanında satış elemanı olarak çalışan Beşkeremli Sopahun para ödeyerek beş ekmek alan Kadircan’a bakıp gülerek “Kadircan, Kominist Partisi iyi gelmiş mi ne size?„ diye şaka yaptı fısıltıyla. “Evet Sopahun, sizin olsun Kominist Parti dediğiniz, dükkan dolu kumaş varken yamalı pantolona kalmışsınız, yahu?!„ dedi Kadircan da hemen cevabı yapıştırarak. İkisi de gülerek rahatladılar. Rabia’nm babasının evlatlık edindiği Cumak, ablaları Zühre ve Hacer’le okulda okuyorlardı. Onun kardeşleri Arzugül ile, Samet ve Haliçemler ise Rabia ile birlikte eğlenirdi. İki yıl öyle geçti. 1954 yılının mayıs ayında bir gün Kadircan ofisinde oturuyordu. Çinli kasiyer hükümetin kırmızı mühürlü bir duyurusunu getirip ona okudu. Duyuruya göre, Şehir İnşaat Müdürlüğü’nün planı gereği Kadircan’ın Altay şehrinin merkez caddesinin köşesinde bulunan 5-6 odalı evi ve 4 dükkanı yıkılacakmış. Onun yerine hükümet, banka binası inşa edecekmiş. Kadircan’ın evindeki eşyalarım bir ay içerisinde toplayıp götürmesi gerekiyormuş. Kadircan başına soğuk su dökülmüş gibi hissetti. 20-30 yıldan beri anne babası, kardeşi ve kendisinin kurduğu iş bozulmakta, altın kazık yerinden oynamakta idi. “Hayır taşınmayacağım. Evimi, arsamı kimseye elletmem, hükümet bankasını nereye yaparsa yapsın.„ Kadircan١ın tepesi attı ve net cevap verdi. O “Ne belâya kaldım yahu, bu komünistlerden, alacağım aldı götürdü, şimdi yatacak evime de göz diktiğine bakın 29 bu yüzsüz insafsızların„ diye söylendi içinden. Aradan üç hafta geçtikten sonra Altay şehir içinde yerleşen Milliyetçi Çin’in kalıntı askerlerinden ibaret ‘Bingtuan’ diye adlandırılan Üretim ve İmar Ordusu’ndan duyuru geldi. Onda: “Üç gün sonra burada inşaata başlayacağız. Zamanında taşınmayanlar kanun gereği mecburi göçe tabi tutulacak ve karşı gelenler cezalandırılacaktır„ diye yazılmıştı. Yakın çevresi ona akıl vermeye başladı, gerçekten hükümetle baş edilemezdi. Daha iki ay önce askerlerin istediği evi ve arsayı vermeyi kabul etmeyen bir Çinli Müslüman sosyalizme karşı geldi şeklindeki ithamla tutuklanıp hapse atılmıştı. Kadircan bir tanıdık yönetici yüz hatırım için belki ikna olur umuduyla üç güne kadar kendi tanıdığı yöneticilerin hepsine derdini anlattı. Ama sözünü geçiremedi. Burada en büyük yetki Askeri Bölge Komutanı Albay Wang’in elindeydi. O Çin’deyken iki elinde satırla dolaşarak insan kesen ünlü cahil asker imiş. Bankanın yapılacağı mevkiyi o belirlemiş. Onun sözünü kimse kesemezmiş. Karşı çıkan kişi ölürmüş. Kadircan ordudan ayrılıp evinde dinlenen Albay Kurbancan denen arkadaşına bu Çinliyi Urumçi’deki büyük Çinliye şikayet edeyim mi dediğinde, o başını sallayarak: “Balık baştan kokar sözünü duymamış mıydın? Bunların büyüğü General Wang Zhen Yan’an ve Gansu’dayken adam öldürüp afyon satmakla ünlü haydut başıdır. O iki yıl içinde, zorbalara karşı koyma’ bahanesiyle çeşitli şehir ve köylerde 300 000 kadar yurt büyüğünü, ünlü zenginleri, tanınmış aydınları öldürdü. Ona şikayete gidersen, Seyit Noçi’nin düştüğü duruma düşebilirsin„ diye cevap verdi. Belirlenen günün sabahında, Üretim ve İmar Ordusu denen Milliyetçi Çin askerleri traktörlerini sürüp gelerek laf bile etmeden misafir odasının arka duvarını deldiler. Komşuların telkini, Tacinisahan ve çocuklarının ağlayıp inlemeleri neticesinde Kadircan direnmekten vazgeçerek eşyaları dışarıya taşımak zorunda kaldı. Böylece öğleye kadar bütün ev yıkıldı. Kadircan, hanımı ve 30 çocuklarıyla birlikte 8 kişi, kardeşinin hanımı ve çocuklarıyla birlikte sokağın ortasında evsiz barksız kaldı. Elinde ise birilerinin tutuşturduğu eve yerleştirme ücreti diye verilen 500 yuanlık çek vardı. Şirik diye adlandırılan 4 dükkan ve arsa hükümete geçmişti. ‘’Alın namussuz yalancılar! Hepsini alın! Kadircan öfkesinden elindeki 500 yuanlık çeki de yırtarak yere attı. O sinirinden ne yapacağını şaşırmıştı. Uzun yıllardan beri komşusu olan Haliçehan yalvararak onların sokakta kalan eşyasını avlusuna taşıttı ve kendilerini misafir odasına yerleştirdi. Yemeğini verdi. Altay Belediye İnşaat Müdürlüğü’nün duyurusunda Kadircan’a şehrin civarındaki dağ yamaçlarından istediği bir yeri seçerek ev yapmasına izin verilmişti. “Şimdi nerelere gideriz?„ dedi başı sıkışan Kadircan. “Baba, baba, bizim daima sana çiçekten demet yaparak eğlendiğimiz çiçekli yere gidelim„ dedi altı yaşındaki sevimli kızı Rabia babasına yalvararak. Evdekilerin hepsi bu sözü duyduktan sonra başlangıçta güldüler. Hemen ardından bu akıllı kızın sözü üzerine düşünmeye başladılar. Neden olmasın, oralar da boş değil mi? Çiçek Bahçesine Yerleşme Bütün Altay şehrini bir tiyatroya benzetirsek, yazın çiçeklerle kaplı duran bu dağ yamacı onun sahnesi gibi idi. Orası gerçekten güzel bir yerdi. Buradan bakıldığında şehrin bütün manzarası, sokakları ve evleri net görülüyordu. Ama şimdiye kadar kimse buraya ev yapmayı aklına getirmemişti. Kadircan mahallenin ileri gelenlerinden birkaç kişiyi, duvarcı ustayı ve çoluk çocuğunu alarak çiçekli yeri görmeye geldi ve görür görmez karar verdi. O; “Sağ ol akıllı kızım, senin çiçek bahçene taşınacağız” dedi ve Rabia’yı kaldırıp alnından öptü. Ertesi günden itibaren yeni ev yapımına başlandı. 31 Kadircan dağ yamacından 10 dönümlük arsayı planlayarak çevreletti. Arsanın yukarı tarafına kendisi için 5 odalı ev, kardeşi için 5 odalı altı ve üstü ahşaptan, çift pencereli ve şömineli Rus tarzı ev yapmak için plan yaptıktan sonra kara koç keserek kan akıttı ve dua bitince besmeleyle ip çekti. Arsanın aşağı tarafındaki geniş alana çiçeklik yaptı. Daha aşağısına ise patates ve sebzelerin ekileceği tarla evleklerini yaptı. Dağ yamacındaki nehir yatağı boyunca akan şelalenin suyunu keserek çiçeklik ve sebze tarlasının ortasından geçen büyük bir kanal açtı. Kanalın aşağı tarafındaki iniş noktasına değirmen yerleştirdi. 10 dönümlük arsanın çevresi boyunca sıra sıra kavak fidanı dikti. înşaat pek çok giderle yapıldı. Bütün servetinden, gelir getiren dükkanlarından aynlan Kadircan, hanımının kara günler için sakladığı toz altınlarım hükümet bankasına düşük fiyattan satarak ev inşaatının kerestelerini, taşlarını ve malzemelerini satın aldı. İşçilerin ücretlerini ödedi. Böylece yılsonunda Kadircan’ın çiçekli yerdeki heybetli ‘villası’ bitti ve bu münasebetle Altay cemaatı ve meşrep ehli ev partisine iştirak etti. “Çok uzağa gitmişsiniz Kadircan, sabah akşam sohbet edelim dersek bayağı yürüyecekmişiz” dedi caminin büyüğü Alim Hacım Kadircan’a bakarak. Kadircan memnuniyetle: ‘’Evet biraz uzak kalıyor. Bu gidişle belki yarın hepiniz şehri rezillere bırakıp buraya gelirsiniz. O açgözlüleri bir gün de gözüm görmesin dedim, ağabey nasıl?” diye cevap verdi. “Öyle ya, eskiden yaşlılar eceliyle giderdi, şimdi hükümetin fermanıyla biri ölüme, biri hapse gidiyor. Azaldı yaşlılar, birer ikişer kayboluyoruz. Üstelik 5-6 yıl önce gelen Çin askerlerinin erkekleri de doğuruyor mu ne, acayip çoğaldı bu herifler, yavaş yavaş bizi de şehirden sıkıp, çıkaracak gibi” diye şikayet etmeye başladı mahalledekiler. Yıl dönüp ilkbaharın gelmesiyle, dağ yamacındaki yemyeşil çimlik ve rengarenk çiçeklerin arasında ortaya çıkan maviye 32 boyanmış bu villa, Altay şehrinde meşhur oldu. Herkes sevinip bu civara taşınmaya heveslendi. Kadircan’ın evini baharın güzel manzarası içerisinde gören Komutan Wang: “Ah, saray, çabuk dürbünü getir.” diye dikkatle baktıktan sonra hasretle kıvranarak, “Gördünüz mü aptallar, evine el koyduk, daha güzelini yapmış, siz tembel tenekeler hâlâ pis domuz gibi bodrumdan çıkamadınız. Bu çalışkan insanlarla boy Ölçüşülemez.” demiş. Kadircan’ın villasının etrafına dikilen kavaklar yaprak çıkarmaya, çiçek içerisinde bin bir çeşit çiçek açmaya başladı. Kadircan tarlaya patates, havuç gibi sonbahar sebzeleri ve biber, domates, börülce gibi ilkbahar sebzeleri ekti. Büyük kanalda akan berrak su değirmeni döndürdükten sonra tarlanın kenarındaki yol boyunca şehre doğru akıyordu. Kadircan ve Tacinisahan gece gündüz durmadan çalışıyorlardı. Artık evde hizmetçi yoktu. Ekmek pişirme, inek sağma, çamaşır yıkama, yemek yapma gibi işlerin hepsi Tacinisahan’a kalmıştı. Hamile annesinin kan ter içinde çalışmakta olduğunu gören Rabia onun peşinden birlikte koşturup elinden geldiğince annesine yardım etmeye çalışıyordu. O ufak tefek işleri öğrenmeye başlamıştı. Geçim Yolunda Kadircan yıllarca emek vererek yaptığı evinin balkonuna serdiği halı üzerinde oturup uzaklara baktı, ev bark işleri, ekin, hayvancılık gibi geçim yolları artık yoluna girmiş gibiydi. Çocuklarının büyüğü ortaokula başladı. Rabia da o sene ilkokula başlamıştı. Mahallede Uygurca okul olmadığı için, o, Kazak arkadaşlarıyla birlikte Kazakça okulda okuyordu. Kadircan altı çocuğunun hepsini yüksek okullara kadar okutmaya niyet etmişti. Bu nedenle o, kızlarına: 33 “iyi okuyun evlatlarım, ben sizi Urumçi, Taşkent hatta Moskovalara kadar götürüp okutacağım” diyordu sürekli. Üstelik vefalı Kadircan, kardeşi ve onun ailesine de bakmayı üzerine almıştı. Sabah balkonda hah üzerine sofra serildi. Sofraya kavrulmuş kuyruk yağı ile süt karıştırılarak yapılan büyük kızarmış ekmekler, bal, ham kaymak, tereyağı, yeşil üzüm, ceviz, badem, erik çekirdeği, siyah frenküzümü, kiraz ve gonca üzüm reçelleri dizildi. Düzgün doğranmış yuvarlak at sucukları sofranın dört köşesine konuldu. Tacinisahan balkonun bir köşesine yerleştirilen semaverden çaydanlığı kaynar suyla doldurup çay demledi ve yanındaki tencerede süt ile tuzu ayarlayarak sütlü çay hazırladı. Kadircan önce kardeşini ve yengesini kahvaltıya davet etti. Bu sesi duyan çocuklar gürültüyle odalarından çıkıp sofraya, anne babalarının yanına toplandılar. Çocukların bazıları çanak kasedeki kaymaklı çaya ekmeklerini bandırıp yerken, bazıları ekmeklerine bal ve tereyağı sürüp yedikten sonra çayını içiyorlardı. Büyükler ekmeklerini kasedeki çaya ufalayarak koyduktan sonra kahverengi kaşıklarıyla yiyorlardı. Uzun süren sabah kahvaltısı bütün aile fertlerinin en neşeli ve en güzel toplantısı sayılırdı. Aile düzeni gereğince kimse kahvaltıya gecikmezdi. Kahvaltı sırasında küçükler büyükler karşısında asla fazla konuşmazlardı. Kahvaltıdan sonra herkes kendi işine bakardı. Kadircan’ın kardeşi çocukları peşine alarak çiçekliğe götürürdü. Onlar yoruluncaya dek toprağı çapalayıp işlerlerdi. Dal budarlardı. Kanal evlekleri açarak çiçekleri sularlardı. Çocukların büyükleri okullarına gitmeye acele ederlerdi. Kadircan kahvaltıdan evvel ağıldaki sığır ve inekleri buzağılarından, sağılı koyunlan kuzularından ayırarak ayrı ayrı sürülerine kattıktan sonra atları bağladığı yerden çözüp değirmenin altındaki akan suya götürüp sulardı. Sonra koşulmayıp binmeye hazır duruma getirirdi. Genellikle kardeşinin atını da hazırlardı. Kahvaltıdan sonra hemen öğlen ezanı okunurdu. Kardeşi camiye namaz kılmaya atlı giderdi. Kadircan’ın yengesi ile Tacinisahan sofrada en son kalanlardandı. Onlar kaymaklı çayın son tortularını çiğneyerek sofrayı toplarlardı ve bulaşıkları yıkayıp bitirir bitirmez yemek yapmaya girişirlerdi. Birisi 34 tarlaya sebze almaya giderken birisi elekle un eleyip hamur yoğurmaya başlardı. Kadircan işlerini yoluna koyduktan sonra yazın kımız öleng(1)de, kışın meşrep makam(2)da güzün düğün ve oğlak kapma yarışında, ilkbaharda avda eğlenmeye alışmış gündelik hayatını anımsardı, şimdi hükümet personeli diye günde 8 saat oturmaya, kafes gibi odasına kapanmaya alışamadığı için sıkılıyordu. Son yıllarda geçim derdinden fazla konuşmaz oldu. Ama onun helâl çalışmaktan aldığı huzur bambaşka idi. Özellikle kan ter içinde kalıncaya kadar çalışıp alnından boncuk gibi ter akarken dinlenmek için avludaki sekiye oturduğu an hayatındaki en zevkli anlardı. Tacinisahan’ın büyük tepsiye koyarak getirdiği buz gibi ayran ya da yoğurt ancak dikkatini ve dalgınlığını dağıtırdı. “Baksana hanım, eğer bu dünyada rahatlık varsa, işte burası gibi insandan uzak saf doğada lezzet, huzur, zevk, güzellik ve saflık denen şeylerin hepsi bulunur yahu, biraz sessiz kalıp benim gibi bir dinle bakalım, kurban olayım.„ Kadircan, Tacinisahan’ı mahsus yanında oturtup doğanın güzelliğinden, tatlı doğa seslerinden zevk almaya davet etti. (1) Türkülü eğlence türü. (2) Kışın yapılan sıra gecesi eğlencesi. Gök masmavi, yer yemyeşil, uzaktaki dağlar, karanlık orman… Balkonun keresteleri, pencere çerçeveleri, kapı eşikleri süslenmişti. Açık mavi rengindeki sıra evler, kapı önünde açan rengarenk yerli ve Rus çiçekleri villanın dört tarafını saran kavaklar, onların etrafında buram buram hoş koku yayan sayısız dağ çiçekleri… hepsi bir arada sanki işlenmiş bir ipek halı gibi güzel manzara oluşturuyordu… Uzaktan duyulan ritimli şelale sesleri, avludan geçen kanallardaki buz gibi dağ suyunun hafif şırıltısı, kurbağa ve çekirgenin ritimsiz sesleri, bülbül, gugukkuşu ve tarla kuşlarının ötüşü ineklerin kesik kesik mölemeleri, koyunların uzun uzun 35 melemeleri, köpeklerin uzaktan duyulan havlama sesleri, ağaç, bitki ve çiçeklerin hafif rüzgarda hışırdamaları… Ah güzel, doğal, lirik senfoni, insnaın kalbinin iksiri olan tabiat korosu… Çocuklarının memleketi olan Altay’daki unutulmaz hayat hatıraları idi. Bazen okuldan dönen Rabia koşarak gelip babasının yanına oturduktan sonra babasını taklit ederek başparmağını ağzına tutup ‘sus’ işareti yapar ve etraftaki hoş doğa müziğine kulak kabartırdı. Onun küçük kalbi helal çalışma ortamında, güzel doğa sahnesinde ve doğanın hoş koro müziği içerisinde gelişmekteydi. Çalışkan Kız Rabia dokuz yaşına girdiği yıl, yani 1957 yılında babası Müdür Kadir çalışmakta olduğu gıda şirketinde yerli milliyetçiliğe sağcılığa karşı siyasi çalışma toplantılarına yatılı olarak katılmak zorunda kaldı. Kadircan bunu hapse benzetmek istedi, ama sabah akşam serbestçe yemeğe çıkabiliyordu. Pazar günleri yine evine gidip gelmesine izin veriliyordu. Cezaevi değil demek istedi, ama akşamları ciddi siyasi çalışma sırasında birden bire birisini ortaya çekip çıkararak: “Sen Doğu Türkistan ordusunda askerken kaç Çinli askeri öldürdün?”. “Komünist Parti geldiği zaman neden Haydut Osman’a haber ulaştırdın?”. “Ordumuz aleyhine hangi sözleri söyledin?”, “Neleri düşündün?” gibi sorularla sorguya çektikten sonra “Yok olsun “ diye slogan atarak eleştirirdi. Eleştiri sırasında polisler bazılarını ellerine kelepçe takarak götürüp hapse atarlardı. Bu durum karşısında kimse “Evimde işim var gideceğim” diyemezdi. Aksine hepsi “ Bana ne zaman sıra gelir” diye kalbi küt küt atarak otururdu. Müdür Kadir bir pazar günü evine dönüp hanımına durumunu anlatarak: “Ne günlere kaldık, bir gün olsun huzur yok, Alihan Törem’i görmüştüm, Doğu Türkistan’ın ay yıldızlı gök bayrağını taşımıştım, Osman Batur’un yiğitlerine beş koyun vermiştim diyenlerin hepsi 36 şimdi düşman kesildi. Ben hayatım boyunca çalıştım çabaladım. Çalışıp çoluğuma çocuğuma bakacağım diye yapmadığım iş kalmadı. Şimdi beni de meseleni ifşa edeceğiz, önce kendin ihbar et diye sıkıştırıyor. Allahım, sana karşı farkında olmadan ne günah işledim ki, çocuklarıma bunca azap çektirecek?” diye hüngür hüngür ağladı ve “Evin bütün işleri sana kaldı hanım, dişini sık, bu günler de geçer gider” dedi. Bu sözleri duyan ve kocasının yüreğinden fışkıran efkarını anlayan Tacinisahan da ağladı. Deminden beri babasının omzuna asılarak eğlenmekte olan Rabia konuşulanları duyunca babasına annesine bakıp birlikte ağlamaya başladı. O ne olduğunu o kadar net kavrayamasa da “Bütün işler sana kaldı„ şeklindeki sözleri anlamıştı. Onun için babasına bakarak: “Canım babacığım, merak etme, işine bak, annemin bütün işlerini paylaşacağım” dedi hıçkırıkla. O günden itibaren Rabia annesine yardım etmeyi alışkanlık haline getirdi. Rabia sabah annesiyle birlikte yerinden kalkıp annesi inek sağarken buzağıyı tutardı. Süt sağıldıktan sonra, buzağıyı kazığa bağlayıp inekleri sürüye götürüp bırakırdı. Avluya su serpip süpürürdü. Kahvaltı hazırlanırken koyun, kuzu ve buzağıları sürüp kıra bırakırdı. Okuldan döner dönmez kırlarda koyun sürüsünü bulup kendi koyunlarını ayırarak eve getirirdi. Buzağıları kazığa bağladıktan sonra akşam sürüden dönen inekleri ağıla kapatırdı. O, annesinden sebze tarlasına girip sulama, gübreleme, çapalama, dal budama gibi işlerin hepsini öğrenmişti. O yine annesinin balkonda oturup büyük annesiyle sohbet ederken hasırotundan güzel süpürge yaptığını görünce onu taklit ederek süpürge yapmayı çabucak öğrenmişti. Rabia böylece günde bir iki tane süpürge yapıp komşularına verirdi. O yine dağdaki en güzel açan şakayık çiçeklerinden demet yaparak komşularının evine götürürdü. Her evde Rabia’nın dizdiği şakayık çiçekleri hoş koku yayıyordu Komşular Rabia’dan memnun olarak: 37 “Rabia kendi kızımız gibidir, çok çalışkandır, hayırseverdir” diye överlerdi. Rabia haftada bir iki kez annesinin peşinden ormana gidip odun, çayırmelikesi getirirdi. Bazen koyun gütmekten dönerken omzuna bir yığın odun alıp getirirdi. O her defasında kendi boyundan uzun ve kaim çayırmelikesi dallarını sıkı sıkı bağlar, sonra ipin bir ucunu omzu üzerinden geçirip elinde sıkı tutar, eğilerek yürüyüp eve geldiğinde annesi koşarak çıkıp: “Neredesin kızım, odun içinde gözükmüyorsun, yahu!” diye omzundan odunu indirirdi. Öyle günlerin birinde, Rabia’nın süpürge, şakayık çiçeği verdiği yalnız nine Hevihan dağ yamaçlarından bir kucak odunu omzuna alıp nefes nefese kalarak iniyordu. Rabia onu görünce koşarak ninenin yanına vardı ve omzundaki odunu alarak: “Nine, bundan sonra siz nudlalmaya gitmeyin, hepsini ben getireceğim” dedi. Böylece Hevihan Nine'nin odunluğu fazla geçmeden kurumuş çam dalları, çayırmelikesi dalları ve kurumuş bitkilerle doldu. Bir gün Hehivan Nine’nin avlusunu süpürmekte olduğunu gören ablası onu eve geri getirdikten sonra kızarak: “Ne yapıyorsun kardeşim, herkese süpürge, çiçek dağıtıyorsun, odun topluyorsun, sen başkalarının uşağı mısın? Şimdi de avlularını süpürmeye başlamışsın, yakışır mı bize?” dedi. “Ne yapayım abla” dedi Rabia ablasına yalvararak, “o zavallıları gördüğümde dayanamıyorum, hepsini kendi babam gibi, annem gibi seviyorum, bir nebze de olsa zorluklarını hafifletmek İstiyorum.” Rabia okulda da öyle gayretli ve çalışkan idi. Derslerin hepsinde iyi olmakla kalmayıp okuldaki beden eğitimi ve şarkı söyleme etkinliklerinde de usta idi. Okul bahçesi Rabia’nın ektiği diktiği çiçeklerle dolmuştu. Okulda öğretmenler, mahallede büyüklerin hepsi onu severdi. Büyükler ona imrenerek: 38 ‘’Bu mucize bebek artık çalışkan kız oldu, küçücük olmasına rağmen herkesi düşünüyor. Büyürse nasıl da cesur bir kız olur acaba?” derlerdi. Kadircan işten yorgun dönüp yorgunluktan yastığa yaslanır yaslanmaz hemen yanında Rabia belirir ve babasının ayaklarını tutup ovardı. ‘’Babacığım büyüdüğümde sizi de annemi de hiç çalıştırmayacağım. Her işi kendim yapacağım mümkünse mahalledekilerin hepsine kendim bakacağım ‘’ derdi. Babası ona bakarak derin uykuya dalardı… Felaket Yılları 1960 yılının kışında öyle soğuk oldu ki, yağan kaim kar yüzünden kimse evinden dışarı çıkamadı. Evde yiyerek yatmaktan başka çare kalmadı. Soğuk uzun sürüp yem bitince hayvanlar aç kaldılar. Kış boyunca yırtıcı kurtlar da şehre durmadan saldırıp koyunları yediler. Kış boyunca şiddetli soğuğa dayanamayan gebe sığır, sağılı koyunlar buzağılarını, kuzularını terk ettiler. Bunlar yetmiyormuş gibi, hükümet gerek un, pirinç gerekse et ve yağları güzün başında felaket görülen Çin eyaletlerine götürmüştü. Dükkan ve lokantalar yakacak odun bulunamadan kapatılıyordu. İki üç yıldan bu yana hükümet demir çelik üretiminde İngiltere’yi geçme sloganıyla yakılacak ne varsa hepsini yakarak, eriyecek ne varsa hepsini eriterek dağ derelerini cüruflarla, atıklarla doldurmuştu. Böylece şehirde ve köylerde yenecek bir şey kalmadı. Halk açlık içerisinde ne yapacağını şaşırıp telaşlandı. İlkbahar gelip havalar biraz ılımaya başlayınca, Rabia eline küçük küreği alarak bir önceki sene Üretim ve İmar ordusu denen askerlerin patates ektiği geniş kıra gidip toprağı kazdı. Küreğin saplandığı heryerden ufacık patates çıkıyordu. Bazen epey büyük patatesler de çıkıyordu. Bir saat toparak kazarak büyük bir sepeti patatesle doldurup evine getirdi. Evde herkes sevindi. Rabia ertesi 39 gün mahalledeki kız ve oğlan olmak üzere ondan fazla çocuğu götürüp onlara patates toplamayı öğretti. Gerçekten de geçen güz Üretim ve İmar Ordusu denen askerler tembellik edip orasını burasını kazarak büyüklerini alıp ufaklarını bırakmışlar, saatlerine bakıp ‘’vakit doldu” diyerek çalışmaktan kaçıp ‘’bitti’’ diye gitmişlerdi. Böylece iki gün sonra, karnı aç, yiyecek bulamayan birçok Uygur ve Kazak, kürek ve çuvallarını alarak kıra gidip patates toplamaya başladı. Herkes bu aklı bulan Rabia’yı övüp göklere uçurdular. Büyükler, Rabia’nın aklına aferin deyip dua ettiler. Rabia bir gün Hevihan Nine’ye odun getirmek üzere dağın eteğindeki kırı kestirmeden geçerek tümseğe çıktı. O odun taşırken aniden ayağı sürçerek düştü. Dağ tümseklerindeki kar daha tamamıyla erimemişti, Rabia’nın ayağına karın altındaki bir deste buğday bağı takılmıştı. Geçen sene yine o Üretim ve îmar Ordusu denen askerler bu tümsekte sulama istemeyen tarla açarak buğday ekmişlerdi. Yaz sonunda soğuk çabuk bastırdığı için onlar buğdaylarını da yarım yamalak biçtikten sonra gerisini bırakıp gitmişlerdi, üstelik Üretim ve İmar Ordusu askerleri aylık maaş alarak çalıştıkları için zil çalınır çalınmaz işi bırakıp kaçarlardı. Onlar için hasat önemli değil, zamanın çabuk geçmesi önemliydi. Dolayısıyla buğday başakları, hatta deste deste bağları da bırakıldıktan yerde karın altında kalmıştı. Rabia eline çıkan bir deste buğday bağını tutup biraz düşündü. “Bir dakika” dedi kendi kendine “Patatesi yiyip bitirdik. Buğday olmayınca değirmen de durmuştu. Allah bu buğdayı bize nasip etmişe benziyor. Mahalledekileri buraya getireyim. Aç zavallılar birkaç gün de olsa buğday unundan lağmen yesinler.” Geçen sonbaharda da Rabia’nın annesi, onu ve kardeşlerini götürüp başak dererek birkaç çuval buğday toplamıştı. Rabia bu hayallerle dönüp mahalledeki büyük küçük çocukların hepsini topladı ve okulda olduğu gibi konuşmaya başladı. “Hiçbir evde yiyecek yok, aç kalmaktayız, bugün hepiniz birden çuval alarak beni takip edin, ben sizi güzel yiyecek olan bir yere götüreceğim.” 40 Rabia kız, gene mi patates toplayacağız, neredeymiş o patates?” dedi çocuklar meraklanarak. Hayır, patates değil, şimdi başak dereceğiz, herkes güzün başak derse de, biz ilkbaharda başak dereceğiz. O Üretim ve İmar Ordusu denen tembellerin terk ettiği büyük tümsekteki tarlaya gideceğiz.’’ Dedi Rabia. Buraya da ilk gün çocuklar geldiler. Ertesi gün bütün mahalledekiler harekete geçip başak dermeye çıktılar. Başak dermeye çıkan büyükler bir taraftan çalışırken, diğer taraftan da şikayet etmeye başladılar. Dağın tümsekleri arasındaki bu uçsuz bucaksız düzlük aslında Altay şehrine en yakın hem yayla hem de kışlak olabilecek güzel otlak idi. Şehirdekilerin hepsinin bir iki binek atı vardı. 300 - 400 kadar at işte bu otlakta otluyordu. İnsanlar atlarını iki ayağından iple bağladıktan sonra kapılarının önünde serbest bırakırlardı. Atlar doğru buraya gelip gece boyunca otluyordu. Ertesi gün insanlar doğrudan buraya gelerek atlarının ayaklarını çözüp koşumsuz binerek götürürlerdi. Kışın sürüye katılan inekler ge uzağa gitmeden burada otlarlardı. İki sene önce Üretim ve İmar Ordusu denen silahsız askerler (insanlar arasında bunlar Milliyetçi Çin’in esir düşen askerleri oldukları için komünistler onlara güvenemeyip silah vermemişler, ama kendi milletinden oldukları için yerlilere karşı koymak üzere kendi adamlarını çok göstermek maksadıyla onlara askeri üniforma vermişler şeklindeki söylentiler yayılmıştı) 10-15 traktörü böğürterek getirip kimseye de sormadan bu güzel otlağı aktarıp sulama istemeyen tarla haline getirerek tohum saçmışlardı. Şehre en yakın olan suyu bol, otlakları sık bu bir parça otlaktan mahrum kalan halk sürülmemiş toprağı tarla haline getiren askerleri lanaetlemişti. O sene hayvan yetiştiriciler itiraz ederek hükümete şikayetlerini arz ettiler. Hükümetin başında bulunan Sekreter Wang adındaki yönetici aslında askerlerin kumandanı olup sonra terfi ederek Altay’ın Parti Komitesi Sekreteri olmuştu. O toprağımızı iade etsin diye şikayet eden temsilcilere: 41 ‘’Altay’da ne çok, toprak çok, ne istiyorsunuz? Askerler tarla açarsa halkı beslemek için açar. Halk komününün ortak planına karşı çıkıp ne yapmak istiyorsunuz? Aklınızca bu otlaklar bizimdir mi elemek istiyorsunuz? Biliniz ki, ordumuz şu anda hududun her yerine sağlam bir şekilde yerleşmiş bulunuyor. Onlar ülkenin bütünlüğünü canlan pahasına koruyacaklar. Bu uçsuz bucaksız topraklar Çin toprağıdır. Karşı gelen anti devrimciler proletarya diktatörlüğünün demir tabanı altında ezileceklerdir.” gibi alay ve hakaretlerle hem de gözdağı verecek laflarla temsilcileri kovmuştu. Aradan fazla geçmeden her kışlağın ünlü zenginlerinden, okumuş gençlerinden 20 - 30 kadar kişi aniden tutuklandı. O dönemde çıkan yerli gazetelerde “Yabancı ülke casuslarının kışkırtmasıyla Altay şehrinde ayaklanmaya hazırlanan bir avuç kötü niyetli kişi tarumar edildi” şeklinde haber çıktı. O olaydan sonra sadece bu bir parça tarla değil, 5-6 yerde özel ya da kolektif olarak altın kazmakta olan yerliler de aniden tutuklanınca madenciler dağıldılar. Altın madenleri öylece Üretim ve İmar Ordusu’nun eline geçti. Kulağı delik küçük Rabia büyüklerin şikayetlerini duyuyordu. Evde ise babası daima yakın arkadaşlarıyla Altay‘a gelen askerleri, Üretim ve İmar Ordusu denenleri ve yolsuzluk yapan Çin yöneticilerini suçlayarak coşardı. Rabia’nın küçük kalbine Huzurlu hayatımızı, müreffeh yaşamımızı bunlar gelip bozmuş şeklinde düşünce yerleşmeye başladı. Sürgündeki Çocuklar Açlık felaketlerinin ayağı kesilmeden iki sene geçti. 1962 yılına gelindiğinde, Altay şehrinde doğru düzgün dükkan ve lokanta kalmadı. Çünkü dükkan açmaya mal yok, lokanta açmaya un, pirinç ve yağ yoktu. Urumçi’den korkunç haberler gelmeye başladı. Urumçi’den Altay’a kereste, at, koyun, maden, altın taşıyan kamyonların şoförleri gelip gittikleri için genç şoförler memleketin her bölgesinin 42 haberlerini birbirlerine yetiştiriyorlardı. Hükümet yenilebilecek ve içilebilecek şeylerin hepsini Çin şehirlerinde ağır biçimde açlık çekmekte olan insanlara götürmüş, uçak ve yük kamyonlarıyla taşıyıp yetiştiremeyince Urumçi’ye demir yolu yapmış, trenle o tarafa serveti, bu tarafa da serseri göçmenleri naklediyormuş. Ejdarha gibi uzun trenle her seferinde 3-4 bin Çinli gelirmiş. Yalnız Bay ilçesinin sınırları içerisinde 60-70 bin Uygur çiftçi yiyecek hiçbir şey olmadığı için ve dışarıya gitmelerine izin verilmediği için, savaş hazırlığı ve felaketten kurtarma diye tahıl deposunda toplanan buğday ve mısır olmasına rağmen, sokaklarda sürüne sürüne açlıktan ölmüş. Urumçi’de ahaliye karne politikası uygulanmış, herkese ayda 7 kilo mısır, börülce, soya gibi kara un, 175 gram yağ, 250 gram et, yarım sabun, 3 defa lokantaya giriş bileti, yılda bir buçuk metre kumaş gibi şeyler için bilet dağıtılmış. Urumçi’de bir aylık maaş ile ancak iki kilo bisküvi satın alınabilirmiş. Daha ihtiyaç karnesi ve gıda karnesi gibi söylentilerin ayağı kesilmeden bu uygulama Altay’a geldi. İnsanlar ne olduğunu anlamadığı bir avuç bileti görünce şaşırdılar. Öyle ağır günlerde hükümet bütün şehirlerdeki Uygur ve Kazak askerlerini Hoten’e toplayıp toprak davası nedeniyle Hindistan sınırında savaştırıyormuş. Hepsinden daha korkunç haber Kulca’dan geldi. Mayıs ayının sonunda yoksulluk ve açlık yüzünden canlarından bezen insanlar hükümeti protesto etmek için gösteri yapmışlar. Okul çocukları okul dönüşünde göstericilere katılarak ön saflarda yürürken hükümetin askeri bölge binalarının kapı pencerelerinden aniden yağmur gibi kurşun yağıp birçok insan ve çocuk ölmüş. Bu olay Çöçek ve Böritala’ya kadar yayılmış. Ardından birileri: “Hükümet yakında hepimizi kıracakmış, pek çok Çinli asker geliyormuş, derhal sınırdan Sovyetler Birliği’nin Kazakistan Cumhuriyeti ’ ne kaçalım, sınırlar açıldı” şeklinde haber yaymışlar. İnsanlar gerçekten Rus pasaportu alanların gitmeye başladığını görmüşler. Pasaportu olmayanları da sınıra gittiğinde kimse engellememiş. Aşağı yukarı bir ay içerisinde, sınır karakollarındaki 43 aslında sineğin bile geçmesine izin vermeyen askerler kaybolmuşlar. Hükümet kendisi otobüs ayırıp Kulca halkını Korgas sınırına taşımaya başlamış. Böylece İli, Çöçek ve Böritala gibi yerlerden Uygurlar başta olmak üzere yüz binlerce yerli halk Sovyetler Birliğine gitmiş. Hükümet bu insanların yurtlarına Çin’de aç kalan askerleri, ahaliyi ve cezaevlerindeki katil suçluları getirip yerleştirmiş. Hükümet genelge yayımlayarak buraya asıl tehdidin Sovyetler Birliği’nden geleceğini, sınır bölgelerine yerli ahalinin yerleştirilmesinin güvenli olmayacağını, bundan dolayı yerlerinin değiştirilmesinin uygun olduğunu belirtmişlerdi. Bu tür söylentilerin yüzde doksanı doğru çıkmaya başladı. İşte şimdi sıra Altay’a geldi. 1962 yılının haziran ayında Altay’da sınır bölge ahalisini dağıtma, azaltma gibi konularda propaganda toplantıları yapılıp yukarının direktifini uygulama işine ciddi başlandı. Her zaman felakete, hükümetin rüzgarına ilk rastlayan Kadircan’a bu uğursuz haberi, hükümette şahısların ortaklığındaki Gıda Servis Şirketinin Parti Komitesi Grubu Sekreteri diye uzun makam ünvanıyla hitap edilen, bu şirkette kendi kendine aniden peyda olan, ordudan meslek değiştiren Zhang soyadlı bir Çinli ulaştırdı: “Ciddi duyuru olduğu için evinize getirdim, yukarının duyurusu, hemen uygulamamız gerek, yarından itibaren işe gitmeden hazırlanın.” Sekreter Zhang, Askeri Bölge Şubesi’ndeki tanıdıklarının üç tekerlekli motosikletine binerek, üstelik iki Çinli askeri yanına alarak heybetli bir şekilde gürültüye gelip evrağı verir vermez yine motosikleti gürüldeterek döndü. Motosikletin korkunç sesini duyan çocukların, büyüklerin hepsi evlerinden aceleyle kapı önüne çıkmışlardı. Onlar kapı önünde elinde bir sayfalık Çince yazılmış bir kağıdı tuttuğu halde dona kalan Kadircan’ı gördüler. Mahalledeki komşular da birer ikişer kapı önüne gelmeye başladılar. 44 Duyuruda Komünist Parti’nin parlak politikası neticesinde, savaş hazırlığı ihtiyacıyla, Başkan Mao’nun “Memur organlarının derli toplu olması lazım” şeklindeki direktifi gereğince... Müdür Kadir, Kuça İlçesi Gıda Servis Şirketi’ne tayin edildi. 15 gün içerisinde oraya gidip kayıt olması gerek. Ailesini karşı taraf yerleştirecektir gibi sözler yazılmıştı. Bir haftadan beri Kadircan’ın kalbi bir felaketi seziyordu. Çünkü Altay’daki her yerli buraya fazla gelmiş gibi dışlanıyordu. Sesini çıkaranlar on yıldan beri birer ikişer tutuklanarak hapse atılıyordu. Altay Kıreyleri’nin nişancılarından, yiğitlerinden, okumuş ulema aydınlarından 400’den fazla kişi tutuklanarak Taklamakan çölündeki cezaevlerine nakledilmişlerdi. Yemyeşil dağlarda süt, kımız, ayran içmeye alışmış Kazak büyükleri, kum ve tozun uçuştuğu çöllerde mısır ekmeği yiyip soğuk su içtikleri için birer birer hastalanarak ölmekte, cesetleri çöllerde sahipsiz kalmakta idi. Şimdi ise geride kalan tek tük Uygur ile Kazak’ı sürgün cezasına çarptırmakta idi. Üstelik Taklamakan çölüne. Kadircan yanında merakla bakıp duran hanımı ve çocuklarına, ne olduğunu daha kavrayamayan komşularına ne diyeceğini bilemeden öylece şaşırıp kalmıştı. Onun vücudunu için için ağlama isteği sardı. Kalbi boğazına takılıp kalmış gibi ciddileşti: ‘’Ah Allahım’’ diye bağırdı elini havaya kaldırarak. Gözlerinden yaşlar dökülüyordu. ‘’ Bu dünya çok dar geldi bize, doğup büyüdüğümüz yurdumuza sığamadık, ne zamana kadar çekeceğiz bu gurbeti, bize ne zaman acıyacaksın ey Allahım! Küçücük çocuklarıma da olsa acımaz mısın? Ah Allahım… Ah Allahım… Ne yapacağım ben şimdi… Canım evlatlarım, size mekanınızda iyi bakamadım, yeter, yeter… Kahpe feleğin takdiri…’’ Kadircan komşularının tesellisiyle ağlayıp inleyen çocuklarını alarak evine girdi. Ama sanki bir musibet olmuş gibi, hanımı ve çocukları birlikte yine hüngür hüngür ağladı. Birkaç gün içerisinde teselli için, vedalaşmak için gelenler peş peşe uğursuz haberleri getirdiler. Genel olarak Altay şehrinde yerlilerden kimse kalmamış. Bütün Altay’ı kurtarmaya kumandanlık 45 eden kumandan, ünlü zenginzade, yurdun en büyüğü olan Molla İslam Şangzung Tatar hanımı Feride HanımT ve altı çocuğunu alarak bir yerlere gitmiş. Nice nüfuzlu Uygur yöneticileri, çok itibarlı ihtiyar Kazaklar, zenginler, hayvan sahipleri ve eski öğretmenler, genellikle halkın ağzında adı olan kişilerin hemen hemen hepsi Hoten, Kaşgar, Tarım, Çerçen gibi yerlere sürgün edilmişti. Herkes yas tutmuş gibi ağlayarak birbirleriyle vedalaşmakta, helâlleşmekte İdi. Gün ve saat dolduğunda Kadircan’ın kapısının önüne üstü örtülü yük kamyonu geldi. Ev eşyalarından kamyona sığdırılabilenler alındı. Tacinisahan, Rabia başta olmak üzere dört çocuğunu alarak kamyona bindi. Kızlarının büyüğü Urumçi’de üniversiteyi bitirip Aksu Konaşehir (Eskişehir)‘de öğretmenliğe atanmıştı. İkinci ise Urumçi’de Tıp Enstitüsü’nde okumakta idi. Kadircan hükümet adamlarına şirketteki hesaplarını kapattıktan sonra gideceğini söyleyerek ‘’ Canım çıksa da çamlıkta kalacağım, eğitilmiş köpeklerimle birlikte yaşayacağım, yakalayıp vursalar da Altay diyarında can vereceğim’’ diyerek dağa çıktı. Rabia annesi ve kardeşleriyle birlikte ağlayarak yola koyuldu. 46 İKİNCİ BÖLÜM ANNE BABA VE EVLAT SEVGİSİ 47 Yeni Mekan Tacinisahan’ı Rabia’yı ve onun üç kardeşini taşıyan yük arabası Altay’dan ağlama inlemeler içerisinde hareket etti, engebeli yollarda sallana sallana gitti, dağ yamaçları boyunca Cungar Vadisi’ne, oradan Manas’a, sonra Urumçi’ye gelene kadar 4-5 gün geçti. Sonra Toksun, Ağı Bulak çölünden geçerek 12 gün sonra Aksu vilayetinin Konaşehir (Eskişehir) ilçesine ulaştılar. Tacinisahan, Kadircan olmadığı için tayin edildiği Koça ilçesine değil, Urumçi’deki Pedegoji Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Aksu’nun Konaşehir ilçesine tayin edilen büyük kızı Zühre’nin yanma geldi. Onları Zühre kocası Keyum ile birlikte karşıladı ve kendilerinin kiralayıp oturduğu evin boş odasına yerleştirdi. Onlar arabadan yüklerini indirdikten sonra bir deri bir kemik kalan vücutlarını ovuşturarak şöyle bir yıkandıktan sonra sofraya oturdular. Ev sahibi kadın yolculuk yemeği, yani suyukaş (sebzeli makama çorbası) yapmıştı. Rabia çekinerek oturup buradaki her şeyi Altay’daki evinde bulunan şeylerle karşılaştırmaya başladı. Altay’daki dağ, orman, yeşil otlaklar burada yoktu, her taraf çorak, çölleşmişti. Çiçek ve bitkilerle örtülü evlerin yerine şimdi badanasız çamurdan yapılmış, her yerinden tozlar uçuşan avlu vardı. Tahta üzerine serilen kıpkırmızı halıların yerine topraktan seki üzerine serilen rengi uçmuş yırtık keçe vardı. Sofra yerine rengi belirsiz bir parça bez serilmişti. Onların önüne seramik kasede değil, büyük çanak kaselerde makama çorbası getirildi. Kamı zil çalan çocuklar tahta kaşıklan ellerine alır almaz aceleyle yemeye başladılar. Rabia kaseyi kaşıkla epey karıştırmasına rağmen pancar yaprağı ve turp yaprağından başka yiyecek bir şey bulamadı. Kaseye kaşığını beş on kez bandırdıktan sonra ancak birer makarna çıkardı. Çocukların kamı doymadı. Ev sahibi bunu fark etti ve özür dileyerek: “Hey... kader kısmet böyle imiş, yol azabı kabir azabı derlermiş çocuklarım. Çok zorlanmışsınızdır, yarı aç yarı tok olur yolculuk dediğimiz. İnsanda hal bırakmaz. Altay’ın cennet gibi bir 48 yer olduğunu duyardık büyüklerden, rızkınız kesilmiş, nasip olmamış oralarda yaşamak, buralar da 10 yıl önce sık ağaçlı bağ, çiçeklerle dolu güzel bir yurt idi. Nereden geldi bu kara başlılar, bereket kaçmaya başladı. Komüne diye evdeki her şeyi götürüp bitirdi. Şimdi yiyecek de yok, bacaya bakıp oturuyoruz. Sizin geleceğinizi duyunca komşumuzdan bir avuç un ödünç alıp evdeki sebzelerle karıştırarak bu yemeği hazırladık. Çocuklar doymadıysanız mısır unu ekmeği yiyiniz.” dedi ve oyuktaki tenekeden büyükçe sapsan bir ekmeği alıp birkaç parçaya bölerek çocukların önüne birer ikişer koydu. Rabia sertleşmiş mısır ekmeğinin bir lokmasını güçlükle ısırıp parçalayarak ağzına koydu, ama çiğneyemeden o yana bu yana çevirerek ağzında döndürmeye başladı. Bu onun mısır ekmeğiyle ilk karşılaşmışıydı. Onların yolculuk için yağ ve sütle yoğurup pişirdikleri çörekler Argı Bulak’a geldiklerinde tükenmişti. Ertesi günden itibaren açlık ve kıtlık kendini gösterdi. Burada karın doyurmak en büyük dert idi. Zühre ve Kayum’un maaşı bir aya yetmiyordu. Çünkü küçük çocuklar için karaborsadan un ve yağ aramak gerekti. Okuldan onlara verilen gıda karnesi ve yemek numarasıyla 5 yuan vererek lokantadan bir kişilik yemek satın aldıktan, yani bir kase börülce kavurmasıyla dört adet buhar ekmeği satın aldıktan sonra onları yemeden eve getirip 9-10 kişiyle paylaşarak yemek zorundaydılar. Buna rağmen bir aylık maaş on gün kadar sürede biterdi. Birkaç gün sonra mahalle komitesi denen kişiler Tacinisahan’ın elindeki referans belgelerini alarak götürüp onları Taklamakan’ın ortasındaki bir köye tayin ettiklerini duyurdular. Bunu duyan Zühre okul yönetimine “Annem yalnız, işi gücü yok, çocuklar küçük, hepsine kendim bakacağım” diye uğraşarak onların ilçede kalmalarını sağladı. Tacinisahan başlangıçta hiç tereddüt etmeden kulaklarındaki küpeleri çıkarıp çarşıda gizli olarak kuyumculukla uğraşan ustaya düşük fiyattan sattı. Bu günlerde böyle şeyleri alıp satanlar hemen 49 tutuklanıp hapse atılırdı. Buna rağmen pazarda satın alınabilecek un, pirinç, yağ, hiç olmasa ekmek bile yoktu. Rabia her gün sabah erkenden yerinden kalkıp kardeşini alarak çarşı mezbahasındaki kelle paça dükkanının kapısında 150 - 200 insanın arasında kuyruğa girerdi. Dükkan açılır, sırası gelince kelle paça ve çorbasını satın alırdı. Mezbahada her gün kesilen birkaç koyunun eti hükümet yetkililerine, askerlere ve birilerine dağıtılırdı. Geride kalan kelle paça gece boyunca büyük kazanlarda kaynatılıp pişirildikten sonra sabahtan kuyruğa giren müşterilere satılırdı. Rabia leğendeki iki kişilik kelle paça ve çorbasını güçlükle taşıyıp eve getirirdi. Hepsi sabah kelle paça etlerini azar azar paylaşarak yedikten sonra, akşamleyin çorbalarını sebzelerle birlikte mısır unu katarak içerlerdi. Bu tür yaşam uzun sürdü. Komşular geçen sene açlıktan civardaki bölgelerde pek çok insanın öldüğünü, hükümetin bunu umursamadığını anlatarak şükretmelerini tembih ettiler. Tacinisahan’ın sakladığı toz altınları azar azar satıp parasıyla un, ekmek, kelle paça gibi yiyecekler satın alarak kışı ancak geçirdiler. Rabia her gün sabah kahvaltıdan sonra kardeşini alarak okula giderdi. Kardeşini ilkokula götürdükten sonra kendisi ortaokula giderdi. O ilkokulu Altay’da Kazakça okumuştu, şimdi Aksu Onsu’da ortaokulu Uygurca okumaya başladı. Becerikli Kız Rabia Altay’da iken babasının, annesinin peşinden dolaşarak ekin işlerini iyice öğrenmişti. İlkbaharın girmesiyle birlikte, o ev sahibinden kapı önündeki bir sürü boş alana çiçek ve sebze ekmek için izin istedi. “Hükümet bir şey demezse ekin kızım, yalnız su getirmek biraz zor olmaz mı?” dedi sevecen kadın danışır gibi. Rabia her gün erken kalkıp kapı önündeki boş alanda bulunan çöpleri süpürür, temizler, kum bitkileri kopararak toprağı aklardı. Mahallenin başından gelen tıkanmış kanalı açarak suyun akmasına 50 hazır hale getirdi. Sonra pazardan patlıcan, biber, domates, hıyar, uzun ve kısa fasulye, kabak tohumlarını getirip ekti. Etrafını çevreleyerek çeşitli çiçekler ekti. Sarmaşık tohumları saçtı. Fazla geçmeden kapının önü yeşererek çiçekler açmaya, sebzeler yetişmeye başladı. Rabia’nın emeğinin meyvesini gören ve hükümetin köylerdeki gibi sıkı kontrol etmediğini anlayan komşular da evlerinin önünde boş konuşup oturma alışkanlıklarını bırakıp önce birer ikişer bu çiçek bahçesinin yanına gelip çiçekleri temaşa eylediler, sonra da kendileri çiçek ve sebze ektiler. Böylece o yıl bu mahalle yolunun iki tarafı, kapıların önü ve avluların içi çiçek bahçesi haline dönüştü. Rabia’nın oturduğu evin köşesinde tuvalet vardı, onu temizlemek hem ağır hem pis bir işti. Rabia bu işi iğrenmeden kendi üzerine aldı. O sabah başkalarının uyanmadığı zamanda eski tası getirip tuvaletin içinden pislikleri çekip çıkararak toprakla karıştırıp tasa koyar, sonra bunları sebze tarlasına götürüp her sebze fidesinin dibini kazarak gübrelerdi. Onun ektiği sebzeler bir iki ay sonra ardı ardına yetişmeye başladı. İki aile yemek için pazardan sebze satın almak durumunda kalmadı. Hatta Rabia civardaki fakir ve yaşlılara da sebze götürdü. Olgunlaşan domates, biber ve hıyarları sokaktan geçenler kapışarak satın alıyordu. Eve az da olsa gelir gelmeye başladı. Annesi bu parayla yemek, sabun ve yakıt gazı gibi gündelik gereksinimleri satın alarak rahatladı. Rabia çiçeklerin arasına Altay’dan getirdiği osmaf3) tohumu ekmişti. Osmalar bir karış uzadılar. O mahalledeki kızların hepsini çağırarak her gün onların kaşlarını boyadı. Bunları gören mahalleli kadınlar da osmaları kopartarak götürüp kullanır oldular. Rabia sabah çiçek ve sebzelerin arasından çıktıktan sonra avlunun içlerine ve kapının iki yanındaki yola su serperek temizlerdi. Süpürgesi de kendisinin kamış, hasır ve kuru bitkilerden dokuyarak yaptığı süpürge idi. Sonra komşuların kızları da ondan gördükleri gibi kapı önlerini su serperek süpürür oldular. Çok geçmeden mahalle çiçek bahçesine dönüştü. Sokaklarda artık toz da olmuyordu. 51 Mahallenin kenarında bir ailede kel insanlar vardı. Başlan yaralı üç çocuğun babası da annesi de kel idi. Bunların pisliğinden iğrenen kişiler onlarla ilişki kurmuyorlardı. Hiç kimse çocuklarının onların çocuklarıyla oynamasına izin vermezdi. Bu durumu gören Rabia onlara çok acırdı. Onları sürekli çiçek ve sebzelerle ziyaret ederek onlarla konuşurdu. Rabia bu zavallı ailenin (3) Osma, köylerde kadınların kaşlarını boyamak için kullandıkları bir çeşit bitkidir. En büyük derdinin kellik hastalığı olduğunu ve tedavi için para bulamadıklarından hastalığın gittikçe kötüleştiğini öğrendi, Rabia bir pazar günü çarşıdaki kavşağa, küçük küçük demetler hâlinde dizdiği osmalarını sepete koyup satmaya götürdü. Yoldan geçen kadınlar ya da kızlar osmayı görünce sevinerek hemen satın alıyorlardı. Rabia osma satarken yanındaki şifalı otlar satan yaşlı aktarın, bir kadının kel oğlunun tedavisi için ilaç hazırladığını gördü. Rabia dedeye yalvardı: “Dedeciğim, benim de kardeşlerim kel olmuştu. Bana ilaç hazırlayıp verir misiniz, parası neyse veririm, işte bu bugünkü param.” “Tamam kızım, hazırlarım, ama iki şartım var, biri benim ilaç hazırladığımı hükümet adamları ya da komündekiler görmesinler. Bunun derdini az çekmedim. Diğeri ise, ilaçları hazırlamada para eksik kalırsa benim de çarem yok” dedi dede etrafına bakındıktan sonra. Böylece Rabia her pazar çarşıya osma, sebze ve büyük kabak götürüp satar, parasını ise aktar dedeye verip yumruk kadar kaba doldurulan sarı kil gibi ekşi ve çok ağır kokusu olan ilacı alır gelirdi. O, çarşıdan dönüp doğru kel çocukların evine giderdi. Çocukların kalpağını çıkardıktan sonra aktar dedenin tarifine göre çocukların başlarını tertemiz yıkayıp kurutarak tereyağı gibi ilacı onların başlarına sürerdi. Onlara yine gelecek pazara kadar her gün başlarını iki kez yıkamalarım, ardından ilacı sürmelerini tembih ederdi. İki üç kere böyle yaptıktan sonra çocuklarda önemli değişiklikler olduğunu fark eden anne baba da hemen çocuklarıyla birlikte tedavi olmaya başladı. 52 Aradan 3 - 4 ay geçtikten sonra çocukların başlarındaki yaralar tamamen iyileşerek yerine simsiyah saç çıktı. Anne babasının başlan da hemen hemen iyileşti. Rabia’nın şefkatinden etkilenen bu ailenin fertleri gözlerinden yaş akıtarak her gün ona teşekkür ederdi. Mahalledeki değişiklikler, keller ailesinin iyileşmesi bütün mahalleliyi sevindirdi. Üzerine atlas kumaştan etek, başına kalpağını giyip ayaklarına kadar uzayan dokuz örgülü kıvırcık saçlarını sallayarak okuldan dönen Rabia cami önünde namaz vaktini bekleyen ihtiyar dedelerin önüne geldiğinde ellerini göğsüne koyup: “Selamünaleyküm dedelerim, iyi misiniz?” diye başını eğerek selam verirken onlar: “Aferin, bu güzel kızımızda bir mucize var yahu, onun ayaklarının bastığı yerden gül bitiyor, para bitiyor, el attığı işten bereket yağıyor, gerçekten Allah’ın verdiği melek gibi kız bu” diye överlerdi. Dünürcü Geldi Göz açıp kapayıncaya kadar üç yıl geçti. Rabia ortaokulu bitirdiği yıl, on beş yaşına girmişti. Altay’ın serin dağ havasında tosun gibi özgürce eğlenerek büyüyen Rabia, çocukluğundan beri iyi beslendiği ve kendisi de durmadan çalışıp hareket ettiği için annesi babası kadar boy atmıştı. Onun daima gülümseyen simsiyah yuvarlak gözleri, elif gibi düzgün burnu, makyajsız olduğu hâlde kıpkırmız lale gibi kızarıp duran benzi ve dudakları onu çok daha güzel gösteriyordu. Hiç kesilmek bilmeyen toy davranışları, simsiyah uzun dokuz tel örgülü saçı mahalle delikanlılarını büyülüyordu. Ama kendisi ergenlik çağına geldiğinin hiç farkında değilmiş gibi çocuklar misali zıplayıp eğleniyordu. Rabia’nın ablası Zühre, karı koca ikisi de çalıştığı için çocuklarına bakmada çok zorlanıyorlardı. Bazen Keyum’la annene, 53 kardeşlerine bakıyorsun gibi bahanelerle de kavga ederdi. Zühre annesi ve kardeşlerinin önünde sürekli kavga etmekten mi utandı ya da kocasının baskısına mı maruz kaldı veya rahat yaşanabilecek, ev kirası ödenmeyen bir yere mi gitmeyi düşündü bilinmez, ama yukarının görevlendirmesi gibi bahanelerle uzak bir yerdeki köy okuluna taşındı. Evde Tacinisahan dört çocuğuyla kaldı. Zühre, sürekli annesi ve kardeşlerini para ve yiyeceklerle yokladı. O günlerde ev sahibi Patmihan Abla’nın belediye bankasında daire başkanı olarak çalışan büyük oğlu Abdurrahim, Tacinisahan’a Rabia’yı istetmek üzere dünürcü gönderdi. Abdurrahim, her ay bir iki defa bu eve annesini ziyarete gelirdi. O sırada Rabia’ya gönlünü kaptırmıştı. Şehirde idareci olarak çalışan delikanlıya herkes memnuniyetle kızını vermeyi kabul ederdi. Abdurrahim de böyle bir temenniyle kesin olarak Rabia ile evlenmeye karar vermişti. “Başınıza devlet kuşu kondu, komşum. Delikanlı vazgeçmeden tamam deyip düğünü başlatalım” dedi Tacinisahan’ın evine dünürcü olarak gelenlerden birisi. Tacinisahan dünürcülerin isteğini münasip bir dille reddetti. “Hepinize teşekkür ederim, çocuğumun babası Altay’dan henüz gelmedi. Babasına sormadan kız veremem. Üstelik siz de biliyorsunuz, büyük kızım Zühre, Urumçi’de üniversitede okumuştu. İkincisi Hacer de Tıp Enstitüsü’nü bitirip doktor oldu. Şimdi kızım Rabia’yı da üniversiteyi bitirmeden evlendirmem. Affedersiniz „. Sağdan soldan gelen dünürcülerin, soruşturanların çoğalması Tacinisahan’ı telaşlandırdı. Bu yetmiyormuş gibi bu yıl açlık da ağır oldu. Bir sürü yeri sel basıp ekinleri götürdü. Tacinisahan gibi şehirde oturan ya ekinleri ya da bir işi olmayan kişilere can bakmak çok zor geliyordu. Hiçbir geçim yolu kalmadı. Tacinisahan sonunda çocuklarını toplayıp aklına gelen fikrini ortaya koydu: “Çocuklarım, burada birkaç yıl dişimizi sıkarak yaşadık. Babanızın sakladığı paralar da bitti. Artık dayanacak gücüm kalmadı. Ne görürsek görelim, babanızın yanma, Altay’a dönelim diye 54 düşünüyorum.” Bu sözü duyunca çocuklar gürültü kopardılar. Rabia babasının ismini duyar duymaz kendini tutamayıp ağladı. Altay’daki müreffeh hayat, geniş otlak, rahat evler... Çalışkan, tedbirli babaları akıllarına gelince hepsi ağladı. Ertesi gün Tacinisahan ile Rabia ev eşyalarından bazılarını satarak yol harçlığı hazırladı. Rabia, ablası Zühre ile vedalaşmak üzere onu çağırtmak için Onsu’dan Aksu şehrine gelip bir otele yerleşti. Ne aksilik ki, birkaç aydan beri doğru dürüst yemek yemeyen Tacinisahan yol hazırlığı telaşıyla aç kalarak kuvvetten düşmüştü. Yolculuk sırasında kamı ağrımaya başladı ve hiç kesilmedi. Aksu şehrine gelip otele yerleştiklerinde ise durumu iyice ağırlaştı. Ertesi sabah Rabia, bir eşek arabası çağırarak annesini doktora götürdü. Annesi acil serviste yatan Rabia, bir yandan otele gidip kardeşlerine bakarken, diğer yandan annesine bakardı. Böylece on günden fazla bir zaman içerisinde doktorlar Tacinisahan’ı hayati tehlikeden kurtardılar, ama Altay’a gidecek yol ücreti için hazırlanan paranın hepsini kuruşu kuruşuna aldılar. Rabia, zayıf düşen annesi hastaneden iyileşip taburcu olduktan sonra ablası Zühre’yi çağırttı. Zühre, annesini ziyaret ederek 30 yuan para verip birkaç gün kaldıktan sonra hizmeti ve çocuklarının gamıyla yine döndü. Bu sefer onların Altay’a gitmek değil, Onsu’ya dönmek için bile bir kuruş paraları yoktu. Otelciye de borçlanmaya başladılar. “Ne olursa olsun bir çaresini bulup anneme ve kardeşlerime bakacağım!” dedi Rabia kesin bir şekilde kendi kendine. Dünürcüleri reddedilen Abdurrahim, bir gün odasında birisinin “On oh, gördünüz mü? Huri gibi bir kız peyda olmuş şehrimizde, bu diyarlarda böyle bir kız çıkmaz. Emetçong’un otelinde kalıp hastanedeki annesine bakıyormuş” şeklindeki sözünü duyunca yüreği çarpıp sanki bir şey sezmiş gibi yerinde duramadı. O, buralarda Rabia’dan başka bir güzel olduğuna inanmıyordu. Böylece Abdurrahim, hastaneye gelip Rabia’nın annesini ziyaret etti. Otele de yiyecek, içecek gibi şeyler getirerek yardım elini uzattı. Tacinisahan, 55 yoksulluk ve kıtlık içinde ne yapacağını şaşırdığı günlerde Abdurrahim yine dünürcü gönderdi. Dünürcüler, Onsu’daki gibi mahalle cemaatinden değil, hükümet memurlarından ibaret idi. Bankada büyük yönetici sayılan elli yaşlarındaki bir adam, acele etmeden anlatmaya başladı: “Tacinisahan, geçmiş olsun, dört çocukla geçinmek kolay değil, oğlumuz Abdurrahimcan, Rabia ile evlenip hepinize bakmayı düşünüyor. Başa dert geldiğinde işe yarayacak damadı reddetmeyin.” Ardından bir başkası meddahlar gibi konuşmaya başladı: “Abla, Abdurrahimcan’a Aksu bölgesinde kız az değil. Havalı kızlar da onun karşısında hava atamazlar. Gerçeği söylemem gerekirse, arkadaşımız geçen seneden beri Rabia’ya aşık. Başka kimselere bakacak gözü yok. Zavallıyı mecnun hâline getirmeyelim.” “Ah, Allahım, bize acımaz mısın?” Tacinisahan, dünürcülere ne diyeceğini şaşırıp hıçkırarak ağlayıp lanet etmeye başladı.,“-Bu dünyaya sadece dert, çile çekmek için mi geldik? Şu küçücük kızıma rahmeylersen ne olurdu... Hani bizim arzu dileklerimiz? Uğursuz felek kaderimizi hep terse döndürüyor...” “Sabredin Tacinisahan.” “Hey, tamam, tamam, dünürcülerin önünde ayıp olacak.” Tacinisahan, teselli sözlerini duyunca sesini daha da yükseltip hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Anneciğim!” Rabia dışarıdan dünürcülerin söylediklerinin hepsini duymuştu. O, kurşun gibi fırlayarak girip annesinin kucağına kendisini attı. O da annesiyle birlikte ağlayarak: “Anne, dünürcülere ‘evet’ de. Ben ne olursam olayım, sana ve kardeşlerime bakmayı kabul ederse, ben kendimi feda edebilirim!!!” dedi. “Hayır, kızım, hayır. Sen bilmeden, evet, deme! Sen daha küçüksün, ben seni okutacağım kızım, ben seni Urumçi’deki 56 üniversiteyi bitirinceye kadar okutacağım kızım, bir çaresini bulup babanın yanma gidelim, ah Allahım, bize acı!”. Tacinisahan, kızım bağrına basarak ağladı. Rabia annesini teselli etmek için: “Anne üzülme, bizi sıcacık evlerimizden ayıran, güzel mekanımızdan ayıran, ailemizi dağıtan hükümettir. Allah onların cezasını versin! Size bakmaya canım feda olsun, anne. Beni alacaklar çıkarsa sat beni, anne! Evleneceğin diyorsa ver, anne. Senin için her şeyi yapmaya hazırım, anne!” dedi annesine sarılıp ağlayarak. Artık dünürcülere fazla laf düşmedi. Ertesi gün Abdurrahim’in akrabaları otele gelerek hatır sordular. Ekmek, şeker getirip verdiler. Ona rağmen Rabia vazgeçmesin diye telaşlanıp aynı gün evlilik cüzdanı almaya, ertesi gün nikah kıymaya mecbur bıraktılar. Körü karanlıkta sıkıştırmak gibi, aylarca süren büyük küçük söz kesme, nişan çayları, danışma, düğün hazırlıkları gibi adetler bir kenarda kaldı. Başlıktan da kimse söz etmedi. Rabia onların her dediğini kabul etti. Tacinisahan ise yas tutuyor gibi ağlamaktan kendini alamadı. Abdurrahimcan’ın akrabaları, Tacinisahan ile çocuklarını evlerine götürdü. Abdurrahim, Rabia’yı bisikletin arkasına bindirip hükümetin evlendirme dairesine götürdü. Evlilik cüzdanı veren bir memur “ 17 yaşına girdi mi?” diye sorduktan sonra başka bir şey demedi. O, Abdurrahim ile önceden anlaşmış gibi işlemleri bitirip evlilik cüzdanını onlara sundu. Ertesi gün Abdurrahim, Rabia’yı çocuğu elinden tutup götürür gibi götürüp nikah kıydırdı. Sonra çalıştığı yere iki kilo şeker götürüp herkese “Mübarek olsun” dedirterek düğün yaptı. Rabia’nın düğününe annesi, ablası ve kardeşleri katılmadı. Böylece dün daha ip atlayıp oynayan Rabia, 15 yaşında aile hayatına başladı. Yıl 1964 idi. Altı çocuğun ve Mahallenin Annesi 1966 yılının Mayıs ayları idi. Rabia anne olup çocuğunu şımartarak büyütmekte olduğu günlerde, her yerde rüzgar tersten esmiş ne hükümetin, ne şehrin sahibi kalmıştı. Öğrenciler, insanlar, delirmiş gibi birbirlerine küfrederek birilerine kara ip takıp düşman 57 diyerek sokaklarda teşhir ettiler. Bu durum herkesi telaşa itti. Hükümet kurumlan, okullar kapandı. Tam o günlerde Altay'da polisler Kadircan’ı yakalayıp hükümetin yerleştirme talimatına itaat etmeyen kaçak diye gözaltına aldılar. 15 gün sonra tanıdıkları araya girerek onu kurtarıp Aksu’ya kaçmasını sağladılar. Kadircan, hanımı ve çocuklarıyla görüşüp onları kendisinin tayin edildiği Kuçar ilçesine götürdü. Rabia, Abdurrahimcan’ın evinde fedakar köle gibi samimiyetle çalışmaya başladı. O, aşk, karı koca gibi gençlik duygularını hiç hissetmedi. Abdurrahimcan kocası mıydı, abisi miydi, amcası mıydı? Rabia bunların farkında değildi, o samimiyetle aile sorumluluğunu üzerine alarak annelik görevini yerine getirdi. Hiç kimsenin yiyip yatmaktan başka işi yoktu. Sadece Abdurrahimcan’ın çalıştığı banka, bazen kuramların maaşı geldiğinde maaş dağıtırdı. İnsanlar iki kutba bölünmüştü, Özerk Bölge Kominist Parti Komitesindeki en büyük yetkili Wang Enmao yu yok etme taraftarlarıyla Başkan Mao’yu canımızla koruyacağız diye slogan atan himayeciler birbirlerini ifşa ederek duvar gazetesi çıkarır, aradan fazla geçmeden kendi aralarında taş atarak kavgaya başlarlardı. Her iki taraf, Başkan Mao’nun talimatına göre kalemle saldırma, şiddetle savunma gibi yöntemleri kullanarak arada koşuşturan askerlerin desteğiyle silahlanarak vuruşmaya başladı. O zaman canı tatlı gelen insanların hepsi evlerine girip dışarı çıkmadılar. Yıllar işte böyle kargaşalıklar içerisinde geçti. Rabia evden çıkmayan kocasıyla başka iş olmayınca çocuk doğurup çocuk baktı. Abdurrahimcan’ın yemeğini yaptı, çamaşırlarını yıkadı, kocası dil uzattığında karşılık vermedi, dövdüğünde el kaldırmadı. Arada, durum biraz sakinleşince askerlerin yönetimindeki banka işbaşı yaptı. Abdurrahimcan, Onsu İlçe Bankası’nın müdürlüğüne terfi edince Onsu’ya taşındılar. Yeni mahallede herkes banka müdürü diye Abdurrahimcan’a yağ çekerken müdür hanımı diye Rabia’ya saygı gösteriyordu. Rabia, çıplak çöle benzeyen bu eve taşınır taşınmaz işe avlu bahçesine ekin ekmekle başladı. Kapı 58 önündeki boş alana çiçek ekti. Arkadaki boş alanı aktararak sebze ekti. Mahalledeki komşuları peşine alarak boş arazinin hepsine fidan dikti. Maaşı yetmediği için zorlanan memur ve işçilerin hanımlarına akıl verip koyun, keçi, inek bakmaya, tavuk, ördek ve tavşan beslemeye teşvik etti. Aradan iki yıl geçmeden mahalle ağaç ve çiçeklerle kaplandı. İşleri idare eden doğra dürüst yöneticinin olmadığı bu günlerde, Rabia doğal olarak mahallede her şeyden sorumlu bir yönetici haline gelmişti. Derdi olan herkes Rabia ile konuşurdu. Zorluğu olanlar Rabia’dan akıl sorup sorunlarını çözerdi. Kavga edenler de Rabia’yı arayıp derdini anlatıyordu. Rabia kavgaları adil bir şekilde hallederdi. O, kadınları organize ederek evde el işi işleme, kazak dokuma, çorap örme ve ayakkabı dikme gibi işleri öğretti. Özellikle onların küçük çocuk ayakkabıları acayip pazar buldu. Kültür Devrimi diye adlandırılan hareketin sebep olduğu karışıklıklar daha dinmemişse de, insanlar geçimlerini sağlama ihtiyacıyla hareket etmeye başlamışlardı. Dolayısıyla Rabia ve onun mahallesindekilerin karaborsa diye adlandırılan sokaklara gizlice götürdükleri kaymak, süt yoğurtları, sebzeler, çorap, ayakkabı, eşarp, nakışlı el işlemeli perdeler, yorgan ve döşek kılıfları gibi ürünler çok çabuk satılıyordu. Mahalledekilerin hepsi para kazanarak çocuklarına daha iyi bakıp karınlarını doyurdukları için sevinerek Rabia’ya teşekkür ederlerdi. Sadece Abdurrahimcan, Rabia’ya engel olmakla meşguldü. Yıllar böylece geçti. Rabia’nın çocukları altıyı buldu. O okula giden büyük çocuklarıyla kucakta emzirdiği küçük çocuğuna baktı, bunun dışında, yine mahalledekilere önderlik edip geçim yollarını aradı, böylece 13 yılın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadı. 1977 yılında Abdurrahimcan, Aksu iline toplantıya gitmişti. O günlerde Rabia’nin ayakkabı imalatçıları, vaziyet sakinleşti, pazar yoluna girdi, hükümet de adil olmaya başlamıştır belki diye gizlice satılık ürünlerini daha da çoğalttı. Bir gün yeni kurulan zabıta müdürlüğü ekipleri beklenmedik bir şekilde bir dükkana iç çamaşırı ve çocuk ayakkabıları teslim etmekte olan iki kadını yakaladılar. Mallarına el koydular. Bu arada Rabia, o iki kadını kurtarma düşüncesiyle zabıta müdürlüğüne gidip, bütün mal benim diye 59 bildirdi ve yöneticilere anlatırsam belki serbest bırakırlar diye düşündü. Zabıta müdürlüğünün yöneticisi olan Çinli ise bu işi büyüttü. Böylece ‘Rabia Kadir’in önderliğindeki kapitalizmi diriltme çetesi ortaya çıkarıldı. Mahalleye polisler, vergi memurları, zabıta ekipleri ve ilçenin yöneticileri toplandı. Bütün halkı toplayıp onlarla toplantı yaparak yıllardan beri kapitalizm yoluna giren Rabia Kadir’i ortaya çıkarıp eleştirdiler. Onu halkı zenginleşmeye teşvik etme suçunu kabul etmeye zorladılar. “Yok olsun karaborsacı Rabia Kadir„ diye slogan atarak halkı da aynı sloganı atmaya zorladılar. Ama acıma ve paylaşma duygulannı açıkça ifade eden halk, Rabia’ yı desteklemeye gücü yetmediği için üzülmekte idi. Rabia hayatında ilk kez hükümet ile halkın, yönetici ile sivilin arasındaki bu çelişkinin çözümsüz düğüm gibi sert, dipsiz uçurum gibi derin, “Ya sen, ya ben” şeklinde keskin olduğunu gerçekten anladı. Maymunu öldürüp aslanı korkutacağız mantığıyla halkı yönetenler ertesi gün Rabia’yı evinden sürükleyerek çıkarıp boynuna Kültür Devrimi’nin başlangıcında moda olan “Karaborsacı Rabia” yazılı tabelayı astılar, başına bir metre uzunluğundaki kapitalizm kalpağım giydirdiler, eline bir değnekle eski davulu tutuşturup: “Ben halkı kapitalizme götüren düşmanım, ben karaborsacı Rabia, yok olsun Rabia Kadir” diye bağırtıp davul çaldırarak ilçe sokaklarında teşhir ettiler. Bu vakit tam Abdurrahimcan’ın Aksu’daki toplantısını bitirip dönme zamanına denk geldi. O, hanımı Rabia’nın sokakta davul çalarak teşhir edildiğini kendi gözleriyle gördü ve sağa sola bakmadan evine kaçtı. O, ildeki toplantı sırasında başkanlarından kendisinin ilçeye kaymakam olacağı söylentilerini duyunca eskisinden daha da havalı bir şekilde gelmişti. Bu teşhiri görünce utancından ölecek gibi oldu. Akşam olunca mahallenin aktif çalışanları Rabia’yı evine getirdiler. Ab-durrahimcan, ağlamalarıyla evi sarsan altı çocuğun önünde Ra-bia’ya bağırdı. “Her gittiğin yerde fakirlere yardım edeceğim diye belâ oluyorsun şimdi yetti mi? 60 Bu ne utanç bana, ben yöneticiyim, senin gibi karaborsacı ile nasıl evli kalabilirim? Defol gözümden, hemen defol! Boşadım” Rabia’nın kulağına onun ne dediği girmedi bile. O, sadece bir gün aç bırakılan çocuklarının gamıyla uğraşıyordu. İyi ki, komşular çocuklara gizlice yemek ve çay vermişler. Rabia, küfür, hakaret ve dayaklarla birkaç günü geçirdikten sonra ilçe mahkemesinin boşanma kararını aldı. Adaletsiz Mahkemenin Acımasız Kararı Rabia mahkeme denince Hindistan’ın “Avare” filmindeki gibi ihtişamlı binada heybetli bir salon, heybetli başlıklarım giyip, gözlüklerini burnunun ucuna takarak sıra sıra oturan yargıçlar, iki tarafta düzgün oturan avukat, davacı ve tanıklar, suçluyu getirip götüren silahlı polisler ve mahkemeyi izleyen yüzlerce insanı göz önüne getirmişti. O, bugün İlçe Halk Mahkemesi tabelası asılan, on sene önce okul binası iken hükümetin el koyarak yargıçlara tahsis ettiği tek katlı, 4 - 5 odası olan, duvarları boyanmamış eski evlerin önüne geldiğinde bir polis onu pencere camları kırılmış, çerçeveleri, masaları boyanmamış, duvar ve tavanları tozlu bir eve getirdi. Evde dört kişi oturuyordu. Rengi solmuş mavi bir ceket giyen, kirli eski şapkasını kafasına iliştirmiş biri, hakim edasıyla ortada oturuyordu. Gözleri kıpkırmızı şişkin gözüküyordu. Onun akşam sızıncaya kadar içki içtiği yüzünden belliydi. Gazete kağıdına tütün sararak yakmakta olan diğer biri ve onun yanında kalem kağıt tutarak oturan kadın, hakimin yardımcılarına benziyordu. Onların karşısında Abdurrahimcan sigarasını tüttürerek rahat bir şekilde oturuyordu. Hakim, Rabia’ya oturması için sol taraftaki boş sandalyeyi gösterdi. “Evet, işimize başlayalım, lokantaya makarna çorbası sipariş etmiştim” diye güldü hakim. Saatine ve parasını sen ödeyeceksin der gibi Abdurrahimcan’a manalı manalı baktıktan sonra sözüne devam etti. “ Demek boşanacaksınız?” 61 “Evet, ben bu hanımla on yıldan fazla bir süredir evli olmama rağmen asla sevmedim. Tıpkı onun da beni sevmediği gibi. Mutsuz yaşadım, onun için boşanacağım” dedi Abdurrahimcan kısaca. “Evet, senin fikrin ne?” “Ben 13 yıldan beri altı çocuğum için ona hizmet ettim. Şimdi boşanacağım diyorsa, kendisi bilir, ama o çocuklarıma anne şefkatini veremez. Çocuklarımın birisini dahi ona vermeyeceğim. Çocuklarımı üvey anneye bırakmayacağım. Eğer çocuklarımı vermezse asla boşanmayacağım” dedi Rabia. Hakim suratını asarak Rabia’yı süzdükten sonra göğe bakıp dikkatsizce konuştu: “Hey kadın, hem mekanın hem işin yok. Çince bilmiyorsun. Paran da, iş bulacak kadar eğitimin de yok. Altı çocuğa nasıl bakacaksın? Sen söyle.” “Çocukları aç bırakır bu, karaborsacılık yapacağım diye” dedi Abdurrahimcan araya girerek. Rabia iftira ve hakaretlerden sonra kendini toplayıp sesini yükselterek şöyle dedi: “Ben boşanacağım demedim. Sen boşanacağım dedin. Sen yıllarca peşimde yalvarıp, yanıp tutuştun ve aşık olduğun için aldın beni. 13 yıl beni hor gördün. Dövdün, bana küfrettin. Kafese kapatır gibi eve kapatıp özgürlüğümü kısıtlamak istedin. Ben sana parasız, imkansız kaldığım zaman annem ve kardeşlerim için vardım. Bil ki, bugün senin karşında o 15 yaşındaki saf, küçük Rabia değil, akıllı, tedbirli, altı çocuğunun geleceğini düşünen, toplumda yer edinebilen, cesur iradeli Rabia duruyor. Senin okuduğun kanunu ben de okudum. Artık beni ezemezsin!” “Neyin var ki büyük konuşuyorsun?” Abdurrahimcan’ın yüzü soldu. Rabia, hakime bakarak konuşmaya devam etti. “Biliyorum hakim bey, hepiniz aynı sofranın ülfetisiniz, hepiniz idareci, parası ve yolu olan kişilersiniz, ben 13 yıldır Abdurrahim’in göstermelik olarak dolaba koyduğu ama bir defa bile 62 okumadığı yüzlerce kitabı okudum. Siyaset, tarih, edebiyatla ilgili konulardaki kitapları, romanları dikkatlice okudum. Bilgi edindim. Kalbim aydınlandı. Gönlüm genişledi. Düşüncelerim derinleşti. Hazıra konan yalakaların saltanat sürdüğü bu toplum, kabiliyetime, iktidarıma izin vermedi. Ama şunu söyleyeyim ki Abdurrahim, göreceksin, ben para kazanacağım! İtibar kazanacağım! Yetki sahibi olacağım! Milyarlarca para kazanıp sana gerçeği göstereceğim. Son sözüm şu, altı çocuğumu vermezsen boşanmayacağım! Senin yarım yamalak okuduğun nikah kanununu ben iyice okumuştum.” Hakim dondu kaldı. Yardımcısı heyecanlanarak Rabia’ya duygusunu paylaştığını açıkça ifade etti. Sekreter hanım ise, göz yaşlarını silerek filmlerdeki gibi dokunaklı manzara karşısında ağlamaktaydı. Hayatında karşısında titreyen nice kadını korkutarak, küfrederek boşamaya alışmış olan hakim, şimdi afallayıp ne diyeceğini şaşırarak sonunda Abdurrahimcan’a baktı: “Ne yapacaksın arkadaş, hanımın fena yerden yakaladı.” dedi. Abdurrahimcan ses çıkarmadı. Çünkü o, Rabia’yı sözle alt edemeyeceğini iyi biliyordu. “Tamam alsın çocukları bakalım, sokakta kaldığı zaman yine ben alacağım” dedi Abdurrahimcan sahte bir biçimde umursamaz görünerek. “Hakim bey, karar verdikten sonra iki tarafın imzasıyla mühürlenince bir nüshasını bana vereceksiniz herhalde. Kanuna göre, eğer kabul etmezsem bir üst mahkemeye başvurur muyum, şu anda bilmiyorum” dedi Rabia sert bir şekilde. Rabia’nın bütün talep ve şartları kabul edildi. O, tekrar tekrar okuduktan sonra imza attı ve bir nüshasını alarak mahkemeden göğsünü gere gere çıkıp gitti. Abdurrahimcan, birkaç gün önce Rabia ile sürekli kavga ettiğinden çocuklar annesinin evine götürmüştü. Rabia mahkemenin kararından sonra ev eşyalarını toparlayıp bir yere 63 yerleşinceye kadar çocuklarının kayınvalidesinin yanında üç ay süreyle kalmalarına izin verdi. Para Kazanmak Kolay, Eğer Akıl Varsa “Uygurlar soylu halk. Gururlu, zenginler gibi yaşamayı severler. iki ekmek bulsalar, birini tef gibi çalarak eğlenirler. Ezelden beri her şeyleri tam olduğu için nasibinden fazla servet edinmeyi düşünmezler. Ayakkabıcılık, berberlik, çamaşır yıkama gibi işleri aşağılarlar. Ama banka, arsa, su, toprak gibi para eden yerlerin hepsine hükümetin el koyup halkı yoksulluğa ittiği şu günlerde para, halkın aşağıladığı bu işlerde değil mi? Fazla para kazanacaksın, sevap kazanacaksın, halkı memnun edeceksin, neden bu işleri yapmayalım ki? Altay’da da babam öyle yapmamış mıydı?” Rabia yol boyunca bunları düşünerek mahkemeden evine değil, komşusunun evine geldi ve üç gün sonra vermek üzere 30 yuan istedi. O, dükkana girip bir tane başörtüsü alıp yüzünü örttü. Çamaşır yıkamak için bir tane leğen ve tahta satın aldı. Abdurrahim’in evinden uzakta başka bir mahallede yalnız yaşayan bir ninenin evinden 10 yuana bir oda tuttu. İsmini Buhelçihan olarak değiştirdi. Abdurrahim, Rabia’nın Kuça’ya annesinin yanına gittiğini düşündü. Rabia, birkaç güne kadar yeni mahallesindeki memurların, işçilerin çamaşırlarını toplayıp yıkamaya başladı. Bu Uygur hanımın peçe ile kapı önlerine kadar gelip çamaşır yıkaması herkesi duygulandırıyordu. Çünkü Uygurlardan çamaşır yıkayacağım diye ortaya çıkan, üstelik de kadın olan birini ilk defa görüyorlardı. Rabia aslında peçeye bürünmeyebilirdi. O yaptığı işten asla utanç duymuyordu. Aksine helal çalışmaktan gurur duyardı. Ama çocuklarının okulda “Çamaşırcı kadının çocuğu” diye küçümsenmelerinden, küçük kalplerinin kırılmasından endişe ettiği için yüzünü kapatmıştı. Bir hafta sonra çamaşır yıkatacak insanlar kuyruğa girmeye başladı. Rabia gömlek, pantalon, ceket gibi giysilerin her birini 50 64 kuruşa, yorgan, döşek ve kışlık giysileri bir yuan karşılığında yıkadı..Giysileri tertemiz yıkadıktan sonra kurutup ütülüyor ve güzelce katladıktan sonra sahibine teslim ediyordu. Yırtıkları varsa yamar, düğmelerini takardı. Bundan dolayı herkes memnundu ve tanıdıklarını da getiriyorlardı. Rabia ilk günlerde her gün 100 parça çamaşır, ondan fazla yorgan ve döşek kılıfı yıkardı. Böylece her gün 50 ile 70 yuan arasında para kazandı. 70 yuan o günlerde Abdurrahim gibi idarecilerin hükümetin ağzına bakıp bir ay boyunca yaltaklanarak aldıkları maaşa eşitti. Rabia bir ay sonra annesinin yanında rahat bir ev kiralayarak çocuklarını oraya yerleştirdi. Çocuklara bakması için bir hizmetçi tuttu. Uç ay içerisinde çocuklarına bakıp yiyip içmesine rağmen 4500 yuan biriktirdi. O günlerde Aksu bölgesinde zenginim diye dolaşan zenginzadelerin ya da yöneticilerin cebinden bile bu kadar para çıkmazdı. O çocuklarına çarşıdaki bir lokantada kasiyerlik yaptığını söylediği için onları inandırabilmek için hemen her gün onlara çarşıdan pilav, mantı, tandır böreği gibi yemekler getirirdi. Rabia her gün sabah namazı vaktinde yerinden kalkıp işe başlar, karanlık çökünceye kadar durmadan çalışırdı. Leğenin önünde eğilerek oturup çamaşırları tahtaya sürterdi. Bazen elleri şişer, hatta kanardı. O zaman elini bir bezle sıkı sıkı sarıp işine devam ederdi. Dizleri zorlandığı için kızarırdı, gömlek ya da pantolon değdiği zaman sızlardı. Geceleri bilekleri, ayakları ve beli sızlar, ağrır onu uyutmazdı. Buna rağmen o ocaklı yatakta sıra sıra yatan, tatlı tatlı uyumakta olan sevimli çocuklarım düşünerek sevinirdi. Vefasız, mevki meraklısı Abdurrahim’den kat kat fazla para kazanarak çocuklarım iyi beslediği, güzel giydirdiği, okulda rahat okuttuğu ve annesiyle kardeşlerine yardım ettiği için sevinirdi ve ağrılarını unuturdu. Rabia çok para kazandıktan sonra babasının “Kaz yerken ördeğin peşine düş” şeklindeki sözünü hatırlayıp daha fazla para kazanmanın yollarını aramakta idi. O çok zaman isteyen bu zor işi bırakmak istedi, ama ayağı kesilmeden gelen müşterilerine kıyamıyordu. Böylece çamaşırhaneye ücretli işçi alarak yerleştirdikten sonra kendisi yeni bir işe girişti. 65 Kuça’ın, Şayar’ın kuzu kürkü eskiden beri ünlüydü. Nüfuzlu kişiler de Kuça, Şayar kuzu kürkünden, sansar derisinden mont, yakalık ya da kürklü kışlık börk yaptırıp giyiyordu. Birkaç milyon Uygur’un yaşadığı Hoten bölgesinde hemen hemen herkes kalpak yaptırıp giyerdi. Bunları genelde kalpakçılar 30 - 40 yuanden satardı. Rabia, bir gün risk alarak iki büyük çantayı tarak, ip, iğne, iç çamaşırı, başörtüsü ve şeker gibi şeylerle doldurup Şayar’in köylerine doğru yola koyuldu. O zaman Uygur köylerinde bunlar satın alınmayan, hükümet dükkanları da getirip satamayan, ama insanların en çok ihtiyaç duyduğu ürünler idi. Rabia yol boyunca ev ev dolaşıp çiftçilerle dertleşti, gerekli şeyleri onlara ucuz fiyattan sattı. İşledikleri deriyle takasladı, hiçbir şeyleri olmayanlara bedava verdi. Uygur köylüleri çok misafirperverdi. Her aile önce Rabia’ya bir kase yoğurtla bir ekmek vererek onu misafir ederdi. Bir hanım kardeşlerinin köy köy dolaşarak ticaret yapması onları duygulandırırdı, ona imrenerek bakarlardı. Rabia kuzu derilerini 3 - 5 yuanden satın aldı. Bazen 10 yuane 30 tane satın aldı. Sensen derilerini daha pahalı aldı. Böylece bir seferde 560’dan fazla kuzu derisi, 30’a yakın sensen derisi topladı. Deriler çok eski ve pisti. Derileri eve getirdikten sonra kalpak pazarına gidip bilgi edindi. Bir kalpakçı ona tüyleri yatık eski derilerin rutubetli bir yere 24 saat süreyle gömüldükten sonra temizlenirse derinin yumuşayacağını, tüylerinin dikleşip parlayacağını anlattı. Rabia bir diğer kalpakçıdan derilerin Kagılık ve Hoten bölgesinde iyi para ettiğini öğrendi. Rabia derileri yıkayıp temizledikten sonra arabaya yükleyip Kagılık’a götürdü. O pazara çıkmadan müşteriler otele gelmeye başladılar. Derileri tüccarlar, kalpakçılar ve komisyoncular 30 yuanden değerlendirip paylaşarak satın aldılar. Rabia 15 000 yuani sayarak çantasına koydu ve hemen evine dönmeden Kagılık’ın pazarını dolaştı. Halı pazarına geldiğinde dışardan gelen iki tüccarın iyi dokunmuş eski model halıdan 10-15 tanesi için pazarlık etmekte olduğunu gördü. Soruşturarak onların Kumul’dan geldiğini öğrendi. Rabia o gün 80 ve 100 yuanden toplam 160 adet halı satın aldı ve ertesi gün Kumul’a doğru yola koyuldu. O, Kumul’a ulaştığında halı pazarının bomboş 66 olduğunu, düğün için halı arayan müşterilerin beklediklerini gördü. O halıları yerli bir tüccara bir tanesini 260 yuanden anlaşarak toptan sattı. Böylece onun çamaşır yıkayarak biriktirdiği 4500 yuan, bir ay dolmadan katlanarak 36000 yuan oldu. O zaman sadece Uygurlar arasından değil, Çinli zenginler arasında da 30 - 40 bin yuani olan zengin daha ortaya çıkmamıştı. Rabia ise asla kendini zengin olup köşeyi dönmüş gibi hissetmedi, aksine mahkemede “Milyarlarca yııan kazanıp akıl, iktidar dediğin şeyi sana göstereceğim” dediğini anımsayarak işe daha şimdi başlamış gibi hissederdi. Şimdi daha da sade giyiniyor, rahatlığın peşine düşmüyordu. Akraba ve tanıdıkları arasında çok mütevazı ve sevecendi. Rabia, Urumçi’ye gelip Şayar, Kuça ve Onsu’daki Uygur çiftçilerinin ihtiyaç duyduğu başörtüsü, porselen, dükkanlarda hiç bulunmayan sutyen, iç çamaşırı gibi mallan satın aldıktan sonra hemen köylerde dolaşarak deri toplamaya başladı. Çiftçilerin 2 yuanden satarız dediği derileri 10 yuanden aldı. Böylece her köyde çiftçilerden derileri iki yuanden alıp Rabia’ya 10 yuane satan küçük ticaretçiler ortaya çıktı. Bazdan uzaktaki köyleri haftalarca dolaşarak yüzlerce deri toplayıp Rabia’ya satardı. Bunlar çok para kazandıkları için bazen sevinçten ağlayarak Rabia’ya. “Güzel hanım, 5-10 yıldan beri hükümete uyuz eşek gibi çalıştıysak da elimiz bu kadar para görmemişti. Sizin bereketli ticaretiniz hepimizi sevindirdi. Allah sizden bin kez razı olsun, sağ olun” derlerdi. Bir yıl sonra Rabia’nm sermayesi 200,000 yuane ulaştı. Rabia, Aksu’dan ev satın alarak çocuklarını geri getirtti. Evine hizmetçi tutup çocuklarını okullara yerleştirdi. Onun aile hayatı artık düzene girdi. Kaygı ve üzüntüler sevince, yoksulluk refaha dönüşürken insanın keyfi de değişir. 29 yaşındaki Rabia yeniden güzelleşip göze çarpmaya başladı. 67 İlim Ehline Hürmet Başkalarının derdini düşünmek Rabia’ın doğasında vardı. Uygur büyüklerine, ulemalarına ve aydınlarına saygı göstermek ise ona ana babasından geçen ahlak idi. Rabia sürekli kitap okuma sırasında bir milletin mevcudiyetini gösteren koşullar içerisinde milli kahramanların katkısının küçümsenemeyeceğini, bir milletin tarihini yaratmada milli kahramanların çok önemli rol oynayacağını, Afrasyap, Oğuzhan, Mete, Atilla, Bumin Kağan, Kutluk Kağan, Saltuk Buğra Han, Pun Tekin, Said Han, İparhan; Savut Damolla, Gani Batur gibi Uygur yiğitlerinin yaşadıkları dönemlerde milletin kaderini tayin etmede, milleti kölelik ve esaretten kurtarmada büyük katkılarının olduğunu, dolayısıyla onların halkın kalbinde saygıyla anıldıklarını derin bir şekilde kavramıştı. Rabia para kazanıp imkanları genişledikçe etrafta olup bitenlerden haber almaya başlamıştı. O günlerde Rabia, Aksu pazarına uzaklardan odun satmaya gelen kişilerden Tarım’da, yani Taklamakan Çölü’nün kenarındaki çiftçilik alanında Zunun Kadiri adında bir yazarın ailesiyle birlikte sürgünde yaşadığını duydu. Rabia, çocukluğunda Zunun Kadiri’nin “Gunçem” adlı dramasını ve “Çenikış” adlı öyküsünü okuyup onun ismini kalbindeki saygıdeğer kişilerin sırasına koymuştu. Zunun Kadiri’nin Aksu’daki acıklı hayat hikayesini dinleyince içi sızladı. Dörbilcin’de dünyaya gelen Zunun, çocukluğunda Kulca’ya gelip okuyarak büyüdü. Urumçi’de ortaokul ve meslek okulunda okuyup mezun olduktan sonra Kulca’ya dönerek 1940’h yıllardan itibaren Uygur Demeği bünyesindeki sanat ekibinde yazar, yönetmen ve aktör olarak çalıştı. 1944 yılında Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulduğunda askeri muhabir olarak Çin işgal ordusuna karşı cephede görev yaptı. Sonra bağımsız Uygur Cumhuriyeti’nin “Küreş” (Mücadele) ve “ittifak” (Birlik) dergilerinde editör, baş editör olarak çalıştı. 1957 yılında Çin yönetimindeki Uygur Özerk Bölgesi Edebiyatçılar Birliğinin başkam ve Çin Devlet Yazarlar 68 Derneğinin başkan yardımcısı olmuştu. Aynı yıl Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin memur ve kumandanlarını birer birer tutuklayıp cezalandırarak öcünü almakta olan Çin yönetimi Zunun Kadiri’yi “yerli milliyetçi” diye suçlayarak cezalandırmıştı. 1962 yılında Çin hükümeti yine de emin olamayıp Zu nun Kadiri’yi kandırarak Sovyetler Birliği sınırına götürdü ve sahte belge düzenleyerek “yurtdışına kaçmak istedi”, “Sovyetler Birliği’ne bağlı unsur !” diye tutuklayıp hapse atmıştı. Hapisteki ceza süresi dolduktan sonra onu yine Uygur aydınlarından ve halkından ayırmak için uzak Taklamakan Çölü’ndeki Çinli suçlular ve Üretim ve İmar Ordusu askerlerinin kuşatmasındaki çiftçilik alanına sürgün edip mecburi çalıştırmıştı. Rabia, Zunun Kadiri’nin küçük çocuklarıyla birlikte zor günler geçirmekte olduğunu öğrendikten sonra yerinde oturamadı. Bir gün tanyeri ağarmadan eşek arabasına un, yağ gibi şeyler yükleyip Zu’nun Kadiri’yi ziyaret etmek için örmafıa doğru yola koyuldu. Rabia eşek arabasıyla sabahtan akşama kadar durmadan yürüdü, yol boyunca sordu, soruşturdu, karanlık çökmek üzereyken ancak Zunun Kadiri’nin evini buldu. Etrafı ot bitmez, uçsuz bucaksız çöl, arkası yığın yığın kumluk ve soğuğun hakim olduğu bu mahallede birkaç Uygur aile yaşıyordu. Zunun Kadiri’nin evi, doğrusunu söylemek gerekirse bodrumu sanki kum altında kalmış harabe gibiydi. Evin kil duvarları dökülmüş hatta yıkılmıştı. Çatıdaki hasırlar sallanmıştı, pencerelerde cam da yoktu. Rabia, tahtaları açılıp yarılan kapının önüne gelip: “Zunun ağabey, misafir geldi.” diye seslendi. Bir süre ses çıkmadı. Zunu Kadiri, buraya yerleştikten sonra bu “antidevrimci”ye ilişmekten korktukları için onun evine kimse gelmezdi. Onlar evde bu sese inanamayıp şaşırıp kalmışlardı. Rabia, hayalinde iri yarı, saçları ağarmış, ağır başlı, babası gibi bir kişinin kapıdan çıkmasını bekliyordu. Zunun Kadiri, kapıdan eğilerek çıkarken Rabia gözlerine inanamadı, donakaldı. Saçlan aylardır kesilmemiş, sakallan düzensiz uzamış, rüzgardan yüzü kararmış, zayıflıktan beli 69 bükülmüş ve başındaki astan sökülmüş, mavi kumaştan yapılmış Çin tarzı kışlık şapkasıyla, üzerindeki rengi sönük, kirden kararmaya başlamış Çin tarzı mavi ceketiyle, birkaç yeri yırtıldığı için pamuklan fırlamış mahkum pantolonuyla, ayaklarındaki keten iple bağlanarak yamanmış yamalı ayakkabısıyla, hayret ve endişe içerisinde ışıldayan kara gözlerini saymazsak, bu adam, Gansu’dan yürüyerek daha yeni gelmiş Çinli göçmenlere benziyordu. Nerede o Rabia'nın gördüğü Zunun Kadir? Nerede o düzgün vücuduna yakışan takım elbise, kravat, ışık saçan Uygur yüzü, nerede o ateş gibi yanan siyah gözleri?!.. Rabia kendisinin kitapta fotoğrafını gördüğü Zunun Kadir ile karşısına çıkan bu kişiyi karşılaştırıp hiç durmadan hüngür hüngür ağladı. “Selamünaleyküm Zunun ağabey, ben Rabia, Aksu’dan ziyaretinize geldim. Tövbe Allahım, ne hale getirmişler bu acımasız Çinliler...” Rabia ağlamayı kesmeden hıçkırıyordu. ،،İnsanın kendisi çirkin değil, elbisesi çirkindir” dedikleri gerçekmiş, Çinliler bu ünlü Uygur yazarının ruhunu söndürüp yok etmek için onun üzerindeki elbiselerine de el koyarak kendi suçlularından artan eski elbiseleri vermiş. Evden Zileyhan abla da çıktı. O, Zunun Kadiri’ye sarılıp ağlamakta olan Rabia’yı görünce onun kimliğini dahi sormadan koşarak gelip ona sarılıp birlikte ağladı. Bu şefkatli anne için Rabia’nın kimliği önemli değildi, yıllarca, aylarca bir Uygur ile rahat görüşemeyen bu zavallı anne için “ Ziyarete geldim şeklindeki bir cümle “Hacca götüreceğim” demek kadar kıymetliydi. Onun için Zileyhan yas tutan kimseler gibi yoruluncaya kadar hüngür hüngür ağladı. Ağlama, insan için musibet işareti gibi bilinir. Ama insanın kalbinden fışkırıp çıkan anlık ağlama, dertleri, hasret ve üzüntüleri, gam ve endişeleri, gazap ve nefretleri, acı feryatları giderebilir. İnsanı rahatlatır. Ağlama sesini duyan çocuklar evden koşarak çıktılar. Onlar tanışarak hal hatır sordular. Rabia arabadan un, pirinç, yağ gibi 70 yiyecekleri indirirken bayram olmuş gibi sevindiler. Ekmek, çörek ve meyvelere bakan çocukların gözlerinden onların ne kadar zor günler geçirdiklerini anlamak mümkündü. Rabia eve girip kendini tanıttıktan sonra Zileyhan abla ile tanıdık çıktı. Her neyse, bunlar Taklamakan Çölü’ne sürgün edilmiş, aynı kaderi paylaşan kişilerdi, ayrıca Altay, Çöçek ve Kulca gibi bölgelerde birlikte yaşayan kişilerdi. Bu gurbet mekanında “Selam” diyen insan akrabadan daha yakın biliniyordu. Dünyada kendisini unutmayan insanların da olduğunu düşündüğünde onun yine ağlayası geliyordu. Onlar gece boyunca dertleştiler. Zileyhan ablanın evine misafir geldiğini duyan kasap komşusu, karanlık çökerken gizlice işkembe gönderdi. Onlar gece işkembe pişirdi ve gece yarısında ancak fener ışığında yediler. Zavallı çocuklar, kapkara çanak kaselerini uzatırlarken Zileyhan abla hıçkırarak ağladı. O: “Gördünüz mü kardeşim, et, yağ, süt, kaymak, bal, tereyağı yiyerek büyümeleri gereken çocukları ne günlere koydu bu kader” dedi Rabia’ya. Ertesi günün sabahı bağırış çağırışlardan şaşıp uyanan Rabia, hemen ayağa kalkıp elbiselerini giydi. “Hey anti-devrimci, yabancılara bağlanan unsur, çabuk buraya çık!” Zunun Kadiri, bunların sesini duyar duymaz giyinerek hazır beklemişti. Sesi duyunca hemen çıktı. “Ne oldu? Bu saatte uyumadan ne yapıyor bunlar?” diye sordu Rabia çekinerek duran Zileyhan ablaya. “Ne olacak, mecburi çalıştırmaya götürdüler, zavallı Zunun şimdi akşama kadar rutubetli yerde kamış biçecek. Öğlen ben bir kere yemek götüreceğim. Karanlık çöktüğü zaman ancak dönecek” dedi Zileyhan abla iç çekerek. 71 Rabia, ondan sonra sık sık ziyarete gelmeye başladı. Bazen yol üstünde rastladığı çiftçilerle un, yağ gibi şeyler gönderirdi. Bir gün “anti-devrimci”nin derdini Rabia da çekti. O, Zunun Kadiri’yi ziyarete gelmişti. Köydeki devrimciler evi basarak Zunun Kadiri’ye bir kulaç uzunluğundaki kağıttan yapılmış kalpağı giydirdiler, sırtına “anti-devrimci” denen Çince yazı yazılı beyaz bez parçasını astılar. Eline eski tas ile bir değneği verdiler, “Ben siyah ip”, “Ben düşman” diye bağırttılar ve bu şekilde teşhire götürdüler. Onların arasındaki ukala birisi: “Durun arkadaşlar, bu sınıf düşmanının karısını, akrabasıyım diyen bu kuyruğunu da birlikte sürüp götürelim!” diye bağırdı. Diğerleri kısa sure içinde Zileyhan abla ile Rabia’yı da getirerek Zunun Kadir’in arkasına koydular ve akşama kadar uzaklardaki mahallelere götürüp teşhir ettiler. O yıllarda “fakir”, “orta hâili” denen şerefli ünvana erişen zavallı çiftçiler, Başkan Mao’un yolundan gideceğiz, devrim yapacağız diye ekin işlerini bıraktılar, diğerlerini teşhir ederek eğlendiler, yılsonunda bilanço hesabında borçlanarak daha da fakirleştiler. Toprak ağası, zengin çiftçi ve anti-devrimci diye suçlanarak mecburi çalışmaya tabi tutulanlar emeğinin rahatını az da olsa görüyorlardı. Çünkü yılsonundaki bilançoda onların puan defterinde tam puan olurdu. Rabia, ondan itibaren Zunun Kadiri ailesiyle akrabalar gibi yakın temasta bulundu. Bana Yiğit Oğlan Gerek Aksu’daki insanlar, Rabia’nın ticaretine mi ilgi duydular, bereketli ellerine mi ilgi duydular, bankadaki parasına mı ilgi duydular ya da düzgün güzel vücuduna mı ilgi duydular bilinmez, ama her taraftan talip çıkmaya başladı. Rabia, erkek gibi cesaretle ticarete, üstelik seyyar satıcılığa adım attığında Uygurlardan daha hiçbir babayiğit hanımının böyle bir iş için kapıdan çıkmasına izin vermeye cesaret edememişti. Kadınların genellikle evden çıkmadan 72 çocuklarına bakmaları, yemek yapmaları ve kocalarına hizmet etmeleri gerekiyordu. Rabia, bu kafesten çıktıktan sonra yaşamın göklerinde özgürce uçmaya başladı. O, yeni çıkan en güzel moda elbiseleri giyerdi. Saçlarını örmeden uzun bırakırdı. O günlerde Rabia uyumadan önce ya da yolculuk sırasında okuduğu romanlardaki aşk trajedilerini, aşıkların ilginç hayat maceralarını hatta ezberlediği aşk şiirlerini anımsamaya başladı. “Tövbe” diyordu o içinden “Ben de kendi sevdiğim birisine erişemeden 13 yılımı, gençliğimi geçirdim yahu? Ya şimdi?”. Doğrusu Rabia’yı sürekli gelen talipler, dünürcüler aşk yoluna çekiyorlardı. Gelenlerin hiçbiri onun hoşuna gitmiyordu. O, hangi şehre giderse, o şehrin bekar babayiğitleri bıyıklarını kıvırarak ona aracı gönderirlerdi. Hepsinin gözü ondaydı. Bazıları Rabia’nın altı çocuğu var diye ona pala bıyıklı yaşlı insanları da aday gösteriyorlardı. Güzel kızın arkasından dedikodu ve kıskançlıkların bitmeyeceği bellidir. Bütün Aksu’nun, Şayar, Kuça ve Onsu’nun kadınları, kızları ve erkekleri Rabia’ya “Gülperi” diye ad taktılar. Rabia’nın ticaret yaptığı kişilerin hemen hemen hepsi erkek idi. Onların hanımları ise Rabia’dan kocalarını kıskanarak surat asarlardı. Bazıları durup dururken kocalarıyla kavga ederlerdi. Hatta birisi kocasına: “Evdeki paranın hepsini götürüp dul karıya verdin ya?” diye bağırarak kocasıyla kavga etmişti. Rabia, bu durumda kendisine layık birini bulup evlenmesi gerektiğini hissetti. Ama o, kendisinin kimi sevdiğini bilemeden derin derin düşünmeye başladı. “Siz kime varmak istiyorsunuz?” “Nasıl birine evet diyeceksiniz Gülperi?” Rabia hayaller içerisinde akıl bulmaya çalışarak varmak istediği delikanlının özelliklerini aşk ipine birer birer dizmeye başladı. Yakışıklı, boylu poslu olsun, boyu benden uzun olsun, üniversiteyi bitirmiş olsun. 73 Vatan, millet derdiyle hapse girip çıkmış olsun, ama vicdanını satmamış olsun. Gerçeği söyleyen hatip, gerçeği yazan yazar olsun. Yalakalık etmeyenlerden olsun. Annesi babasına, hanımına bağlı, ama vefasız hanımından boşanmış olsun. Yaşı benden büyük olsun, bana ilk görüşte aşık olmuş olsun. Benim de ilk gördüğümde beğeneceğim biri olsun. Malımda mülkümde gözü olmayanlardan olsun... Rabia, aklına gelenleri kağıda yazdı ve kendisine takılan arkadaşına gösterdi. Rabia’nın şartları bir hafta içerisinde elde ele geçip şehre ve diğer yurtlara da yayıldı. Bilmeyenler Rabia ya, para kazanacağım diye kafasını üşütmüş, dediler. Ama peşinden takip edenler ve umut bekleyenlerin büyük bir kısmı sustular. O günlerde Rabia’nın arkadaşı Buhecer onu ziyarete geldi ve: “Tövbe, Rabia, şartlarını okudum, sen birini ima ederek mi söylüyorsun ya da öyle mi rast geldi? Bu şartların benim tanıdığım bir tek kişiye işaret ediyor yahu? Ben Urumçi’den okulu bitirip geldiğim yıl sana Urumçi’deki bizim üniversitenin Edebiyat Fakültesinde okuyan Sıddık denen bir arkadaşımdan söz etmiştim. Hatırlıyor musun?” diye sordu. Hm...hm...pek hatırlamıyorum, ama akıllı, hatip, Kültür Devrimi döneminde Uygurların bağımsızlığı için kurulan örgütün önderlerinden biri demiştin yanılmıyorsam. O zaman ben seni kendi sevdiği birini övüyor diye zannetmiştim. Evet, ne olmuş o Sıddık dediğine?” diye tekrar sordu Rabia. “Sıddıkhacı Rozi o dönemde okuldaki öğrencilerin seçkini idi. O gençliğinde bütün milletin gamım yiyen yiğit delikanlılardan idi. Onların kurduğu “Doğu Türkistan Halk Partisi” denen gizli örgütün üyeleri vatanın her yerine dağılarak ayaklanmaya hazırlanırken 74 farkedilmiş ve yöneticilerinden biri olarak Sıddık da tutuklanmıştı. Onu kızların hepsi severdi. Ama onun eşi vardı. ZaVallı cezaevinde 10 yıl kadar yattı her hâlde, sonra haberini alamadım. Senin şartlarının ona pek uyduğuna şaşırıyorum” dedi Buhecer ona. Rabia heyecanla dinleyerek ona baktı: “Allah bana o Sıddıkhacı Rozi dediğin adamı nasip etmişe benziyor. Tövbe gerçekten dediğim gibi çıktı. Tövbe kalbim çarpıyor yahu, eşiyle boşanmış mı? Hapisten çıkmış mı acaba?”. “Hey, başkaları ilk görüşte aşık olurken, sen ilk duyuşta aşık mı oldun ne? Acele etme, o hapisten çıkıp eşiyle birlikte yaşıyor ise ne olacak?”. “Canım arkadaşım, çabuk soruşturalım bakalım”. “Dur...şimdi hatırlıyorum, Urumçi’de onun Osmancan Savut denen bir şair arkadaşı var, o kişi bilir onun durumunu, ben onu iyi tanıyorum, soralım bakalım”. “Yarın gidelim Urumçi’ye arkadaş, gecikmeyelim yine”. Rabia onu sıkıştırdı. Osmancan Savut, arkadaşı Buhecer’in getirdiği Rabia’yı iyice süzdükten sonra arkadaşının durumunu onlara anlattı. Sıddıkhacı hapisten çıkmış, eşi o hapisteyken boşanma davası açarak ondan boşanmış, başka bir kocaya varmış. Sıddıkhacı Rozi şu anda Atuş’ta, annesi babasının yanındaymış. Onun anne babası “toprak ağası” oldukları için çok yoksulluk içinde yaşıyorlarmış. “Arkadaşım Sıddıkhacı Rozi o dönemde bütün gençlerin önderi idi. Bütün öğrenciler ona saygı gösterirlerdi, onun peşinden giderlerdi, onlar bir gün lisenin büyük meydanında hükümetin “Büyük Çin Milliyetçiliği” yanlısı politikasını protesto etme toplantısı düzenlemek isterlerken Çin’in o dönemdeki başbakanı Zhou Enley, Pekin’den bizzat kendisi telefon ederek toplantıyı düzenlemeyin diye yalvarmıştı” diye ilave etti Osmancan. O yine şaka yaparak: 75 “Arkadaşıma sizin gibi güzelin gözü ،düştüyse, o gerçekten şanslıymış, hey çabuk olun, yine...” dedi Rabia’ya. “Evet, yine ne oldu?” diye sordu Rabia telaşla. “Arkadaşımın memleketinde bekar delikanlıyla dul hanımlara rahat bir gün yoktur. Bir gün dahi rahat bırakmadan eş buluyorlar. Siz gidinceye kadar evlenmesin diyorum da.” Osmancan güldü. “Postaya gidip telgraf çeksek olmaz mı?” Rabia acele etti. “Sıddıkhacı’nın evi köyde, Atuş şehri içinde olsaydı telefonla konuşurduk. Köylere telefon 30 yıl sonra ya bağlanır ya bağlanmaz, bilinmez ki.” “O zaman ben uçak bileti almaya gidiyorum.” Rabia şimdi gerçekten acele ederek vedalaşmak istedi. Osmancan ile eşi evine gelen bu misafirlerin söylediklerine ve davranışlarına hayret ederek güldüler. Onlar çıktıktan sonra Osmancan eşine şöyle dedi: ‘’Konuştuklarına, görünüşüne bakılırsa, bu hanım çok zengine benziyor. Davranışlarına bakıyorum, Mecnun’a aşık olan Leyla gibi dertli gözüküyor, ya da, hey... biraz çatlak da olabilir...” O Bana Ait Rabia nın bindiği uçak öğlenden sonra Kaşgar Havaalanına indi. O uçaktan inip otobüsle şehir içindeki Çinibağ Oteli’ne gidip yerleşti. Otel hizmetçisi onu iki yataklı bayanlar odasına getirdi. Odada hoş bir kız ayna karşısında saçlarını tarayarak oturuyordu. O, Rabia’yı görünce nezaketen ayağa kalktı ve Rabia’ya selam verdi: “Selamünaleyküm, buyrun, buyrun, demek ikimiz bir gece arkadaş olacağız.” Rabia gülümseyerek selâmlaştı ve çantasını koydu. Sonra kendine ait yatakta oturarak bu kıza dikkatle baktı. Deminki konuşmasından onun Urumçi’den geldiği belliydi. Ama hükümet 76 personeli olup olmadığı belli değildi. Normalde Uygur kadınlarının otelde kalması çok ender görülen bir durumdu. Onlar genellikle şehirdeki akrabalarının, tanıdıklarının evlerinde kalırlardı. Epey büyük bir işin peşinde koşan birisi değilse, otelin yatak ve yemek ücretine sıradan halkın gücü yetmezdi. “Urumçi’den mi geldiniz? ” diye sordu Rabia o kıza, “Bir işle gelmişolmalısınız.” “Evet, Urumçi’den geldim, özel bir işle tevekkül ederek gelmiştim. Kaşgar’da tanıdıklarım da yok, onun için burada kaldım. Yarın Atuş’a gideceğim.” “Bana bakın, size kardeşim mi diyeceğim, arkadaşım mı diyeceğim bilemedim. Ben de yarın Atuş’a gideceğim. Yoldaşmışız. Benim adım Rabia, ticaret yaparım, yaşım 30’a yaklaştı, altı çocuğum var, bu sefer başka bir...evet....aşk ticareti için yola koyulmuşum.” Rabia şaka karışık güler yüzle kendisini tanıttı. “Benim ismim Raziye, size abla diyebilirim, ben Urumçi’deki ünlü ulema Remzi Kan’nin kızıyım. Ben de yakın bir tanıdığımı aramak üzere Atuş’a gidiyorum.” “Durun kardeşim.” Rabia onun sözünü keserek kapıdan geçen otel hizmetçisini çağırdı: “Hey, kardeşim, bana baksana, şu karşıdaki lokantadan bize iki porsiyon etli leğmen (özel soslu makama), bir çaydanlık çay getirsene.” diye üç yuan parayı uzattı ve ilave etti, “üstünü kendin harca.” “Rabia abla, size zahmet oldu, kendim alırdım, demin lokantaya girmek istedim, ama hep erkekler oturuyorlardı. Çekinip girememiştim, teşekkür ederim.” dedi Raziye nezaketle. “Bir şey değil, ben ticaret yapıp iyi öğrendim bu işleri, para üstü verilirse herkes koşar buyrulan işe, evet, kardeşim, demin konuşmamız kesildi, nerede çalışıyorsunuz?” “Ben çalışmıyorum, şimdilik babam yaşıyorum.” Raziye bir iç çektikten sonra durdu. 77 annemle beraber “Urumçi’de sizin gibi kızlar üniversiteyi bitirip işe girerler, Raziye, gözlerinizden uzun yıllar çektiğiniz dertlerin yorgunluğu gözüküyor, çekinmeyin kardeşim, benim başıma gelenleri dinlemeye nice geceler gerekir. Bugün iyi dertleşelim. Benim artık derdim yok, para kazandım, zengin oldum, kocadan başka derdim kalmadı, o namertten altı çocukla boşanmıştım.” Rabia, başından geçenleri, acıklı hayat maceralarını, ayrıca aşk konusundaki talihsizliklerini gece yarısına kadar anlattı. Raziye onun söylediklerini dinleyince ağlayarak yastıklarını ıslattı. Rabia’nın kendisi de bir kaç kere gözyaşı döktü. Şimdi sıra Raziye gelmişti. O derinden bir iç çektikten sonra anlatmaya başladı: “Hayatınızda sadece bir arzunuz kalmış, o da gerçekleşirse siz çok şanslı bir kadın olacaksınız, mükemmel yaşam dediğimiz işte budur. Ben anne babamın dışında her şeyden mahrum kalan bir zavallıyım. İşim yok, ailem yok, eşim, çocuğum, param yok, hatta etrafımda yakın arkadaşlarım da yok. İyi bilirsiniz Rabia abla, biz lisede okurken Kültür Devrimi başladı ve derslerimiz durdu. Büyük küçük bir sürü örgütler kurulunca öğrenciler de büyükleri taklit ederek ihtilalci, koruyucu diye ikiye ayrılıp kendi aralarında kavga dövüşe giriştiler. O sırada aydın büyüklerimiz, önceki dönemlerde Rusların yardımıyla Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kurup sonra Çin’e kaptıran muhteremlerimiz Uygur halkının kurtuluşunu hedefleyen gizli örgütler kurmuşlar. Bu örgütlerin karargahı Uıumçi’de, yani üniversitedeymiş. Benim babam bir ömür Uygur halkının özgürlüğü için çalışarak, yazarak, okuyarak ve konuşarak yaşayan insandı. Hükümet onu Abdulaziz Mahsum’un Doğu Türkistan İslam Partisi’nin önemli üyesi diye suçlayarak hapse attı. Babamız bizi çocukluğumuzdan itibaren milliyetçi olarak yetiştirmişti. O sıralarda ağabeyim de o örgütün bu bölgedeki sorumlusu, belki de dostlarım ve okul arkadaşlarımın birçoğu da o örgüte üye olsa gerektir. Örgütün tüzüğünde zincirleme irtibat şekli vurgulanmış olup bir üyenin sadece aracı ile kendisine tanıştırılan kişi olmak üzere iki kişiden başkasını soruşturması yasaktı. Öğrenciler 50 kuruş üyelik aidatı öderlerdi. Üyeler 1933 yılında ve 78 1944 yılında kurulan Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin bayrağı olan ay yıldızlı gök bayrağın önünde ‘Vatan, milletin kurtuluşu için hayatımın son nefesine kadar mücadele edeceğim. Milletime sonsuza dek bağlı kalacağım.’ diye yemin ederlerdi ve üyelik dilekçesini parmaklarından çıkardıkları kanla imzalarlardı. Gizliliğe öyle önem verilirdi ki, bir örgütün içinde iki arkadaş kendi aramızda örgütsel meseleler hakkında konuşamazdık. Ağabeyim beni bir kaç kere ihtiyat yüzünden büyüklerle irtibat kurmaya gönderdi. Kendi örgütüm tarafından da bir kaç kere gizli işlere gönderildim. Bazı nüfuzlu hükümet yetkilisi olan Uygurların da işin içinde olduğunu biliyorduk, temsilcilerimizin bir kaç kere huduttan geçerek Sovyetler Birliği’yle irtibat kurduklarını da duymuştuk. Urumçi’deki bir grup, gizliliği fark edilince, Sovyetler Birliği’ne, Kazakistan’a gizli olarak geçmişti. Evet, gizli gizli dediği her şeyi anlatıyor bu kız diye zannetmeyin, bu işlerin hepsi Çin hükümetince çoktan net bir şekilde öğrenildi, sadece halkımız bu işleri bilmek değil, duyduğu anda bizden ürkerek cin çarpmış gibi korkarlar. 1969 yılının haziran ayının sonunda Doğu Türkistan’ın yedi büyük şehrinde bir anda olağanüstü hâl ilan edildi, askerler, polisler ve Üretim ve İmar Ordusu askerleri 30 binden fazla Uygur’u tutukladılar. Üniversite öğrencileri gözaltına alınıp hepsi askeri kamplara kapatıldı. O büyük tutuklamada bir kısım adamlarımız göz hapsinde yaşamak üzere serbest bırakıldılarsa da, büyük çoğunluğu tutuklanarak hapse atıldı. Özerk Bölge’nin başkan yardımcısı Muhemmedimin İminov hastanede gizlice idam edildi. 29 Mayıs 1970’te (İli, Çöçek ayaklanmasının 8. yılında) Çin hükümeti Urumçi’de Tohtı Kurban, Niyaz Ömer, Abdurahim Baki, Emet Ahun, İmin İkram, Huşur Kan, İmin Eysa, Muhemmediminbay, genç kahraman Dolkun İbrahim gibi pek çok öncülerimizi kurşuna dizdi. Kaşgar’da gizlilik fark edildiği için, belirlenen vakitten önce ayaklanmaya mecbur olan Ahunov, Micit, Hayrulla, Osmancan, Muhemmedimin, Heyrinisa gibi arkadaşlarımız bir damla kanı kalıncaya kadar savaşarak şehit olmuşlardı. Hükümet Kaşgar’da Ehmetcan Muniri, Micit Saki, Rozi Hekim, Muhemmedimin gibi kişileri, Kulca’da Ababekri Zahir, Mömin Karı, Abducappar, Sabir, 79 İsmail Abdugani, Hocahmet, Dönmemet Kadir, Henipe, Yüsüp Musa gibi kişileri yargısız idam etti. Hükümet o zaman hatta ilçe Askeri Birliklere ve Alay düzeyindeki askeri kurumlara idam yetkisi vermişti. O seferki tutuklamada Uygurların nice okumuş ateş yürekli gençleri açıkça veya gizlice öldürüldüler, hapse atıldılar, hapiste işkenceyle öldürüldüler ya da onlarca yıl hapiste yatarak savaşçı ruhu, onuru, ayaklar altına alındılar. Ben o gün kanlı bastırma sırasında tutuklandım. O zaman ben 17 yaşındaydım. Hapiste annem gibi yaşlı kadınları da, 14 yaşına basmamış küçük kızları da gördüm. Uzun yıllara kadar gençlik gururumun gücüyle yeminime bağlı kalarak yattım. Sonra öğrendik ki, örgütümüzün çeşitli düzeydeki organlarına bir sürü hain Uygur casuslar sokulmuşlar. Onların gösterdikleri üyelerimiz ve işkenc-. eye dayanamayıp başkalarını ihbar eden üyelerimiz 8-10 yıl yattı. Gençliğimizdeki arzu isteklerimiz, kutsal dileklerimiz ve ateşli sevgilerimizin hepsi sabun köpükleri gibi yok oldu. Hapisten çıktığımda kendi vücudumdan başka hiçbir şeyim kalmamıştı, uzun yıllardan beri bütün gençlere öncülük eden, 8 yıl hapiste yatıp görmediğim bir delikanlıyı giyabında seviyordum, hapiste uzun yıllar onun simasına aşık olarak günlerimi geçirdim. Şimdi onun karşısına nice yıllar yanıp tutuşan kalbimi feda etmek için gidiyorum.” Raziye uzun konuşmasını bitirip bir daha içini çekti. “Kardeşim ne diyorsun?” Rabia telaşlanarak ayağa kalkıp Raziye’nin yatağına geldi ve onun iki bileğinden tutup silkerek sordu, “Siz kimi aramaya gidiyorsunuz? Sıddıkhacı Rozi’yi mi?” “Ne? Siz de mi?.. Tövbe, ikimiz de aynı adama aşık olmuşuz yahu, şu kadere bakın !” Bunların ikisi de sessizce birbirine sarılarak ağladılar. Rabia ağlayarak Raziye’ye hayranlık ve şaşkınlıkla baktı. Sonra soğukkanlılıkla: “Canım kardeşim, biz bu öcümüzü almalıyız, Uygur halkı Sıddıkhacı Rozi’ye ve bana muhtaç, Sıddıkhacı da benim gibi birine muhtaç. Ben sizin yapamadığınız o ؛nice işlere şimdi başlamak istiyorum. Ben kesinlikle sizin arzunuzu gerçekleştireceğim. Benim 80 yeterli iradem, aklım var, param var.” dedi dalgın gözlerini uzaklara dikerek. İkisi sabaha kadar dertleşip abla kardeş oldular, elbette kardeşi ablasına yol verecektir. Rabia onu ikna etti ve ertesi gün Raziye’yi Urumçi’ye uçak biletini alarak yolcu etti, kendisi ise otobüsle Atuş’a doğru acele yola çıktı. İlk Görüşte Aşık Oldum Otobüs Rabia’yı Atuş şehrinin küçücük çarşısındaki yolcu terminali önüne getirip indirdi. O, Sıddıkhacı’nın evinin bulunduğu köyün adını sorduğunda, kişiler işte orası diye yakın bir yeri gösterdiler. O, yol boyunca durmadan soruşturarak yaya yürüdü. “İşte orası” denen köye yarım satte ancak ulaştı. Atuş’ta taksi, kiralık otobüs gibi motorlu araçlar gözükmüyordu, insanlar ulaşımını bisiklet ve eşek arabalarıyla sağlıyorlardı. Rabia köy pazarına ulaştıktan sonra biraz nefes aldı ve yoldan geçen bir çocuğu çağırıp ona sordu: “Kardeşim, bana baksana, Sıddık’ın evi ne tarafta?” “Hangi Sıddık’ı soruyorsunuz, İyi Sıddık’ı mı, Kötü Sıddık’ı mı? İyi Sıddık ağabey Büyük Çalışma Ekibi’nin sekreteri, Kötü Sıddık hapisten çıkan anti-devrimci, o şu anda ormanda çalışıyor.” “Beni o ormana götürür müsün kardeşim, al, bu 5 yuane eksiklerini alırsın.” dedi Rabia o çocuğa. Çocuk parayı eline alıp inanamadan sağına soluna baktı, sonra birden coştu. “Gelin, ablacığım, hemen götüreyim, hey, eğer beklerseniz eve gidip eşek arabasını getirirdim.” “Haydi, yaya gidelim, çabuk ol, ha onun evi nerede? Kendisi evli mi?” Rabia aceleyle sordu. “Sıddıkhacı ağabeyin babası mahallemizin toprak ağası, onun evi o çalılıkta, aslında şimdiki Büyük Çalışma Ekibi’nin çalışma odası onların eviymiş, hükümet el koymuş, mahallede kimsenin onlarla 81 konuşmasına izin verilmez, siz akrabası mısınız? Sıddıkhacı ağabey evli değil, anti-devrimci adama insanlar kız verir mi, bilmiyor musunuz?” dedi çocuk yavaşça fısıldayıp sahte gülerek. O beş yuani aldıktan sonra Kötü Sıddık’a “Sıddıkhacı ağabey” demeye başlamıştı. O çocuk, Sıddıkhacı’yı uzaktan gösterdikten sonra evine koştu. Dört taraf çıplak çöldü, ağaç’ ve sudan işaret yoktu. Uzakta büyük bir kazmayı yükseğe kaldırıp bütün gücüyle yere vurarak tarla açmakta olan Sıddıkhacı kendine doğru yaklaşan kadını gördükten sonra eliyle alnındaki terleri silerek dikkatle baktı. Uzaktan masallardaki peri kızları gibi endamlı, ince boylu güzel bir kız belinden aşağıya sarkan simsiyah uzun saçlarım hafif sallandırarak ona doğru geliyordu. “Ah, Allah’ım, bana ne mucizeler gösteriyorsun? Bu rüya mı, gerçek mi? Bu güzel kız insan mı ya da gökten inen peri mi? Tövbe, tövbe, sabah gördüğüm rüya doğru mu çıkıyor ne?” Sıddıkhacı şaşırdı, afalladı ve kendisine doğru yaklaşan kıza dikkatle baktı. “Selamünaleyküm Sıddıkhacı Efendi, nasılsınız?” Sıddıkhacı kendini toparlayıncaya kadar simsiyah iki göz ona dikildi. O cevaben: “Valeyküm selam„ mı dedi, “Selam melek” mi dedi ya da “Buyrun meleğim” mi dedi, ne dediğinin farkında değildi. Kalbi daha önce hiç hissetmediği büyük bir heyecanla çarpmaya başladı. “Ben sizi aramaya geldim, uzaktan geldim.” Rabia bu sözleri cesaretle söyleyebildi, ama aklı karışıp dili tutuldu. Onun kalbi de değişik bir duyguyla çarpıyordu. Onun karşısında boylu pos-lu bir Uygur delikanlısı dikilip duruyordu. Onun rengi sönmüş gömleğinden yiğitlerinki gibi kabaran göğsü gözüküyordu, yeni dürülmüş bileklerinden güç kuvvet fışkırıyordu. Onun kartalınki gibi keskin gözlerinden güçlü bir nefret kıvılcımı, tükenmez bir aşk alevi yanıyordu. Nice erkeklerle ticaret yaparak yetişen Rabia, hiçbir zaman bugünkü gibi çekinmemişti, afallamamıştı. 82 “Eve buyrun” diyebildi Sıddıkhacı biraz sonra arka taraftaki hayli uzakta gözüken kulübeyi işaret ederek. “Şuradaki dut ağacının gölgesinde oturup biraz konuşalım mı Sıddıkhacı Rozi Efendi.” Rabia, sanki ben sizi iyi biliyorum diyormuş gibi onun adını vurgulayarak ilave etti, “Arkadaşınız Osmancan Savut’un selamını getirdim!” Rabia çantasına elini uzattı. “Osmancan?!” Sıddıkhacının dudakları titredi, o mektubu yavaşça eline aldı ve zarfı acele açarak okumaya başladı. O anda Rabia’yı da unutmuştu. Sıddıkhacının gözleri mektup üzerinde koşuyor, gözyaşları benzine damlıyordu. “Teşekkür ederim kardeşim, bana paha biçilmez selam getirmişsiniz, sizin gibi güzel bir kız o kadar uzak bir yerden benim gibi mecburi çalışmaya tabi anti-devrimciyi ziyarete gelmiş, şu anda sevinçten uçuyorum, size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum„. “Zor günlerde derdinize derman olayım diye geldim” dedi Rabia söze başlayıp. O, başından geçenleri kısa, ama ilgi çekici bir şekilde anlattı. Arada Sıddıkhacının nam şöhreti hakkında duklarını da ilave etti. “Evet kardeşim, biz Uygurlar için bu adaletsiz dünyanın kendisi bir kafestir. Vatan diye göğsümüzü gererek çıktık, hakikati konuştuk, ödülü 10 yıllık yargısız hapis oldu! Gördünüz mü, ben hapisten çıktım diyorum, asıl hapis işte buradaymış! Benim milyonlarca halkım işte bu zulüm içinde inleyerek yaşıyor. Üstelik kendine yardım eden, gamını yiyen öncülerinin başlarına basarak yaşıyor! İbrahim Turdi denen ünlü bir milliyetçi şairimiz vardı. Kamu Hizmetleri Bakanlığı’nda bakan iken kavga ederek Turfan halkına su kuruluşu için önemli miktardaki parayı ayırmış, sonra fazla geçmeden kendisi “Gözaltında Değişme” için Turfan’a sürgün edilmiş. Halk ona eziyet etmiş, onu eleştirmiş, suçunu kabul etmesi için sıkıştırmış. O da sinirinden, Benim suçum siz susuz kalırken su, aç kalırken yemek vermemdir’ demiş.” Sıddıkhacı yüksek sesle konuşmaya başladı. 83 “Vatanı, milleti özgürlüğüne kavuşturmaya çoktan kararımı verdim, ben söylediklerimi yılmaz iradeyle gerçekleştirmeden bırakmayan bir kadınım. Bana sizin gibi bir arkadaş gerek. Ben sizi isteyerek geldim, doğruyu söylersem, benim düşündüğümden daha yiğit adam imişsiniz. Ama benim beklediğim sözü ağzınızdan çıkaramadınız, ben sizin benimle evlenmenizi istiyorum!„ dedi Rabia gönlündeki gerçek sözünü bir çırpıda ortaya koyarak. Sıddıkhacı, bu sözleri duyunca yere bakıp bir süre suskun kaldı, sonra başım kaldırıp dişlerini sıktı ve gözlerini kapayıp düşünceye daldı. O, göğe bakıp derin bir nefes aldı, sonra Rabia’ya bakmaktan çekinip başını yere eğerek konuştu: “Sağol kardeşim, ben Uygur’un kaygı üzüntüsünü düşünenlerin bitmediğine seviniyorum, ama bir kadının kocaya varacağım diye geldiğini hiç duymadım. Ben bu konuda bir şey söyleyemem. Sizin dediğiniz gibi cesaret edemem.’’ Rabia yalvardı, durmadan anlattı. Sıddıkhacı her halde anne babasının karşısında utanmış olmalı ya da kendi çektiği bu lanetli günlerin çilesine başka birini ortak etmeyi uygun görmemiş olmalı, düşündüklerinin aksine, Rabia’nın istediğini nazik bir şekilde reddetti. Ama onu her kelime sözü vizdanına aykırıydı, kalbinin sesine aykırıydı, düşündüklerinin tam tersi idi. O, bunun farkında idi. Zaman geçtikçe Rabia’nın gururu üstün gelmeye, sinirinden konuşmaları sertleşmeye başladı. O yerinden ayağa kalkarak ciddi bir biçimde konuşmaya başladı: “Şu hâlinize bakın, vatanı kurtaracağım diye göğsünüzü gererek ortaya çıktınız, ama arzularınızı gerçekleştiremeden hapiste yattınız, hapisten çıktıktan sonra daha beter durumda, gurbette yaşıyorsunuz, tatlı arzularınızın gerçekleşmesi için benim gibi birine muhtaç olduğunuzu iyi biliyorsûnuz, benim neyim eksik? Güzel yüzüm, cesur iradem, aklım size yaramadı mı? Biliyorum, siz de benim gibi aşık oldunuz, bu kaderden kaçıp kurtulamazsınız, hayır diyorsanız, tamam, göreceksiniz, milletimi, hatta sizin gibilerin hepsini 84 bu esaretten kendim kurtarmazsam Rabia değilim! Ben Uygur olduğum için annenizi babanızı ziyaret ettikten sonra gideceğim, pazardan pek çok şey almıştım, yanımda taşımayayım, hoşça kalın Sıddıkhacı Rozi Efendim!’’. Rabia arkasını dönüp bakmadan gitti. Sıddıkhacı iki üç saat içerisinde olup bitenlerin doğru olup olmadığını kavrayamadı. Bir günde içmesi gereken tütünün hepsini bitirdi. Eli hiç işe varmadı. Sigara içme tutkusuyla evine erkenden dönmeye mecbur kaldı. ‘’Oğlum, bugün eve Melek geldi, Osmancan arkadaşının selamını getirmiş, bak sofradaki mezelere, daha birkaç takım elbise de var, pek çok para da var, seni çağırmak istedim, ama hayır sonra görüşürüz diye döndü. Gördün mü oğlum, işte bu şeyleri getirmiş.” dedi annesi Sıddıkhacı’ya kapıdan girer girmez. “Evet anne, gördüm, hepsini gördüm.” dedi Sıddıkhacı yere bakarak. Vatan Kurtulduğunda Gündüzü annesi için Çalışma Ekibi’nce belirlenen mecburi tarla açma çalışması görevini bitirip akşamları evinde durmadan kitap okuyup düşünerek geçiren Sıddıkhacı’nın hayatı o günkü meleğin ziyaretinden sonra tamamen değişti. Önce üç günde içmesi gereken sigara bir güne yetmez oldu. Onun eli hiç işe varmadı. O gün şiddetli çakan çakmak sanki onun kalbini yakmıştı. Rabia’nın net ve sivri sözleri, gururlu gözleri, her hareketinde dalgalanan simsiyah saçları sanki dondurulmuş film görüntüsü gibi onun gözleri önüne gelip ona rahat vermedi. O bazı günlerde kendi dudaklarını kendisi tokatlıyordu. “Hey benim uğursuz ağzım, kalbim tamam derken sen neden hayır dedin yahu? Yazık, yazık, Allah’ın nasip ettiği meleğim idi o.” Sıddıkhacı ertesi gününden itibaren her akşam tanburunu alıp evden 85 uzaklaşıyordu. Mahalledekiler her gece sabaha kadar tanbur ile söylenen “Neredesin Rabia” denen duygulu şarkıyı dinliyorlardı: Neredesin şirin sözlü zülf-ü siyahım, Ayrıldım, özledim gözüme doldu yaş. Neredesin gördüğüm lalerenk dudak, Neredesin bahtıma parlayan güneş? Dumanla örtülmüş Kagılık Dağı, Dereleri kamışlı garip mekanı, Toprağa yaşımdan inciler saçtım. Nerededir Rabia’nm mekanı. Mahallede söylenti yayıldı. Gökten melek inmiş. Kötü S iddik'ı götüreceğim demiş. Kötü Sıddık, gitmemiş, ondan sonra kendisi göğe bakarak gazel söylemeye başlamış... 5 yuan para karşılığında Rabia'yı götüren çocuk bunlara tanıklık etti ve gördüklerini söyledi. Sıddıkhacı o günden itibaren eline tekrar kalem alarak bir kaç defteri aşk şiirleriyle, daha doğrusu sevgi, aşk, Mecnun, meşreple ilgili konulardaki şiirlerle doldurdu. O dayanamadı, sonunda yola koyuldu ؛Aksu'ya gelip Rabia’yı arayıp buldu. Sıddıkhacı şimdi erkeklere özgü biçimde sevgisini ilan etti. Onun Rabia ile görüştüğünde okuduğu ateşli mısraları Rabia'yı çok etkiledi: Fasl-ı gülşen ziyneti farklı iken kıskanıp Hüsnünden renkler kapan yeni baharım nerdesin. İki aşık maşuk ateşli yeminler ederek evlenecek oldular. Ama şimdi Rabia son şartını koydu: “Ben hayatımda ilk kez bir delikanlıyı sevdim, muradıma erdim, bu şerefle, bu mübarek namınızla, samimi aşkınızla yalnız yaşamak istiyorum. Çünkü ben, kafese kapatırlarsa kafesi kıracak, eve kapatırlarsa duvarı yıkacak, bağlarlarsa zinciri kıracak özgürlük 86 kızıyım! Kimse beni şahsî mülkü ya da kölesi olarak eve kapatamaz. Ben özgür yaşayacağım, özgürlük için mücadele edeceğim. Amacıma ulaşmak için para kazanacağım. Parayla yine itibar kazanacağım. Uygur kızlarının boyun eğmez cesur iradesini dünyaya göstereceğim. İşte bu benim evlenme şartım!” Sıddıkhacı onun ellerini sıkı sıkı tutarak hitap etti: “Ben de hayatımda sadece sizi sevdim. Gerçek aşkımız için hatta ölmeye de hazırım.” “Hayır, ölmeyelim, siz bana yardımcı olun, beni koruyun, destekleyin, biz birbirimize destek olalım.” dedi Rabia Sıddıkhacı’ya. “Haydi Rabia yolunuz açık olsun, arkanızda sevgiliniz var, kafesi nasıl kıracağınızı, duvarı nasıl yıkacağınızı, zinciri nasıl kıracağınızı göreyim.” dedi Sıddıkhacı. Onlar düğün hazırlıklarını tamamlayarak Atuş’a doğru hareket ettiler. O gün kendilerini ziyarete gelen meleği evine getiren oğlunu görünce, Sıddıkhacı’nın annesi çok sevindi. Ertesi gün Sıddıkhacı ile Rabia evlilik cüzdanı almak için köy hükümet ofisine gittiler. Onlar evlilik cüzdanını alarak dışarı çıktıklarında, Sıddıkhacı erkeklere has bir biçimde kendine hakim olamadan: “Bu ne kör talih? Ah, bu ne acımasız kader? Kalbimden sevdiğim bu güzele bugün güzel bir şapka bile giydiremedim, cebimde bir kuruş para yok, ne zaman düzelecek bu dünya!” diye bağırdı. “Benim param sizin paranız, asla üzülmeyin” dedi Rabia Sıddıkhacı’yı avutarak. O, bugüne kadar kendisinin bir kaç yüz bin yuan parası olduğunu Sıddıkhacı’ya söylememişti. Onu servete merak duyarak sevmiş olmasın diye endişe ederek çok parası olduğunu saklamıştı. 31 Temmuz 1978’de onlar yakındaki ve uzaktakilere düğün yapacaklarını duyurdular. Toprak ağasının oğlunun düğününe 87 korktukları için kimse gelmedi. Düğün günü Sıddıkhacı, kendisi dutar çalarak şarkı söyledi. Annesi ortaya çıkıp dans etti. Düğünde Sıddıkhacı’nın kendisi neşeli, ama kalbi üzgündü. O, okuldaki pek çok arkadaşını hatırladı. Pek çok mücadele arkadaşlarını anımsadı. Yıllarca hapiste beraber yattığı arkadaşlarını aklına getirdi. “Bağışlayın Rabia, ben sizin için büyük düğün yapamadım. Kaderin tersliğini gördünüz.” dedi Sıddıkhacı Rabia’ya. “Hayır, bu düğün şimdilik sizin borcunuz olarak kalsın. Vatan kurtulduğu gün bana yeniden düğün yaparsınız.” dedi Rabia mutlu bir hâlde Sıddıkhacının göğsüne başını koyarak. Kaçak Gelin Atuş şehrinin Azak kasabasına bağlı Miye köyü aslında Sıddıkhacı’nın ataları olan Muhemmedşahların mübarek toprakları idi. Yurt cemaati Sıddıkhacı’ya Muhammedşah١ın Yedinci Torunu derlerdi. Bunların akraba kardeşleri pek çoktu. Sadece Sıddıkhacı’nın babası bütün toprakların mirasçısı olarak Çin hükümeti tarafından Zorba Toprak Ağası sınıfına sokulmuştu. O, Çinlilerin bastırma haraketinde tutuklanarak 1955 yılında hapisteyken vefat etti. Köyde onun annesine sınıf düşmanı olarak muamele edilirdi. Mahalledeki bu aileye ait ekinler, tarlalar, otlaklar, kanal, değirmenler, ağaç ve evlerin hepsine Sıd-dıkhacı 8-9 yaşındayken bu köye gelen komünist Çin yöneticilerince el konulmuştu. Ondan itibaren annesi 1961 yılında “halk komününün düşmanları”, 1964 yılında Sosyalistik Tespit Hareketinin darbe hedefi olan “kapitalizmi diriltmek isteyen dört unsur”, 1966 yılında “kara ip”, “beş unsur” olarak eleştirildi, teşhir edildi, mecburi çalıştırıldı, kimseyle alaka kurmasına, gidip gelmesine izin verilmedi. 1978 yılında düzenlenen Çin Komünist Partisı’nin 11. Kurultayı’nın 3. Genel Toplantısından sonra, hükümet de sınıf meselesini pek vurgulamadığı için, halk politikaların biraz gevşediğini hissetti 88 ve ona göre hareket etmeye başladı. Sıddıkhacı da hapisten çıkıp memleketine gelince anti-devrimci diye annesiyle bir tutulmuştu. Şimdi ise düğünden sonra akşamları akrabaları birer ikişerden gizlice gelip ziyaret etmeye başladılar. Doğrusunu söylemek gerekirse, mahalledeki söylentiler herkesi bu tesadüfi düğün olan, gökten melek inen eve çekiyordu. Yoksulluk, fakirlik içinde mecburi çalışan, sanki gözaltındaki mahkum gibi yaşayan Sıddıkhacı’ya kendisi gelerek varan bu güzel kız gerçekten melek mi, insan kızı mı diye merak edip görmek için gelenler de vardı. Hatta bazıları haset ederek “Tövbe şu kıza bakın, benim gibi maaşlı bir köy memuru kısmet bulamayıp bekar yaşarken, bu meleğin nerelerden gelip Sıddıkhacı gibi "bir sefile vardığına bakın.” dediler. Aksu’daki vaktinde de, Kaymakam Tohtiniyaz denen kıytırık yönetici de Sıddıkhacı’ya duyurarak: “Yarın öbür gün kaymakam olacak kocadan boşanıp bu sefile varacağım dediğine bakın bunun” demişti. Bu “sefil„ kelimesinden derin yaralanan Sıddıkhacı “Sefil„ konulu bir şiir yazdı. Neden sefil oldum bunu kimse bilmiyor, Kimin için sefil oldum feryadımı bilmiyor. Kim imiş göz açarken kundak bezine sığmayan? Kundak bezine sığsa da beşiğinde yatmayan? Kimdi göz açarken ağlayıp hiç durmayan, Ağlayan, hep ağlayan, sonsuza dek ağlayan? İnliyor evlat ve halkım kara duman içinde, Hayattan zevk alamadan serseriler elinde. Fidan yetiştirse çiftçi çamura batıp nehir geçip, Yazda kamış toplasa kışta buz bulup içip, Bir çubuk kesmeden odun için dağ ve ormandan, 89 Bir meyve koymadan ağzına o şirin bağından, Büyüyüp ergin olursa mazlum halkın kızlan, Ziyafette oyuncak yapıldı odada kan izleri, Civan gençlik tükendi bastırılıp zindan ile, Değerli can da tükendi karışıp vicdan ile. Birini bastı, birini astı, cihanı viran eyledi, Birini kesti, birini vurdu, dünyayı harap eyledi. Talihim varmış ki uğursuz ecelden kurtulmuşum, Milletim diye gelsem sefil adım almışım, Bahtiyarlar şöleninde yokum bir kenardayım, Sevgilime yâr olamadan sakin bir yerde dertliyim Sararıp dalı kırılmış hasta yaprak eyledi, Zevk gönül şöleninde hâki toprak eyledi. Kim sefil diyor bana eşi yok uygun lakap, Ben sefil lakabına razıyım olmaz elem, O vefakarı ararsan hor, seni vefakar aramaz, Dinle evladım hüküm ki bu hikayem tamamdır. Bu şiiri o dönemde birilerinin eliyle Aksu’daki Tohtiniyaz denen kaymakamın eline ulaşmış, Atuş’taki gençler de bu şiiri kopyalayarak birilerine okumuş, Sıddıkhacı’ya sefil diyenlere lanetler yağdırmış. Ziyarete gelenler arasında Sıddıkhacınin yakın akrabaları da vardı, onlar gelini görüp döndükten sonra: “Bu nasıl iştir, Meşşanin yedinci torunu, olan Sıddıkhacı nasıl olur da altı çocuklu bir kadınla evlenir, akrabalarımız arasında onca 90 kısmet varken nereden buldu bu yabancı hanımı?” dediler. Hatta “Bu utanmaz kadın Uygur’un edep kurallarını bozarak kendisi gelip kocaya varmış.” diyenler de oldu. Kısacası mahallede dedikodular çoğaldı. Bir iki güne kadar gelip gidenlere köy yöneticileri bir şey demeyince, şimdi insanlar grup grup hâlinde ziyarete gelip gökten inen bu melek kadını gördüler. Rabia, açıkça yüzüne söylenen bazı lafları duyunca, Sıddıkhacı’ya buradan gitme konusunda danıştı. Ama Sıddıkhacı göz hapsinde olduğu için cesaret edemedi. Kaçmayı planladıysa da annesine kıyamadı ve Rabia’ya: “Ne görürsek burada görelim” dedi. Rabia köyün ekin tarla işinin ağır olduğunu, bir kuruş gelir getirmeyeceğini iyi biliyordu. Onun için o bu demir engeli aşmadıkça durumun iyileşmeyeceğini Sıddıkhacı’ya anlatmaya çalışıyordu. O akşamleyin Sıddıkhacı’ya yalvardı: “Sıddık, birbirimize kavuştuk, muradımıza erdik. Şimdi bütün milletin gamım yeme hakkındaki sözümüzü unutmayalım, para kazanmak gerek, yoksa hiçbir şey çözülmez. Onun için buradan çabuk gidelim.” Sıddıkhacı asla kabul etmedi: “Hiç değilse iki üç ay balayımızı geçirelim, yabancı ellerde gurbette yaşamayalım. Annemin başı yine belâya girmesin” gibi bahaneler gösterdi. Evlenmelerinin yedinci günü öğlen vaktinde Sıddıkhacı tarladaki mecburi çalışmadan döndü. Rabia evde gözükmüyordu. Annesi gelininin sabahtan çıktığını, Sıddıkhacı’nın yanına çalışmaya gideceğini zannettiği için takip etmediğini anlattı. Sıddıkhacı yatak odasına girip bir kağıda yazılmış mektubu gördü ve içinde yazanları okudu: “Sıddıkhacı, sevgiye kandım, aşka aldanıp altın gibi kıymetli fırsatı elden kaçırmaya gönlüm razı gelmedi. Ben bu yoksul kulübede kapalı kalırsam yüksek arzu dileklerime nasıl ulaşacağım? Bana 91 kalırsa, sizden bir dakika ayrılasım yok, ama sözümü biliyorsunuz, murat, maksat ve hedefimize ulaşma yolunda kafesleri de kıracağım demiştim. Son mutlu günlerimiz için sizin garibane kulübenizin duvarlarım yıkarak gittim, ben Şanghay’a gidiyorum, ulaşır ulaşmaz mektup yazacağım... Sizi sonsuza kadar seven: Rabia„. Böylece Rabia gerçekten kaçmıştı. Sıddıkhacı elinde mektubu sıkarak tuttuğu hâlde dona kalmıştı. Onun başı döndü, aradan beş saat kadar zaman geçmişti. Bu zaman içinde otobüs Maralveşi’nden de geçebilirdi. “Ah, benim kafeste durmayan özgür kuşum, yalnız başına nerelere uçarsın? Hayır, sen yalnız gitmedin, benim hasret dolu yaralı kalbimi alarak kaçtın! Bereket Getiren Gelin Rabia Şanghay’a gelip Müslümanlar Oteli’ne yerleşti. Ozaman Çin’in eyalet ve şehirlerinde şahısların ticaret yapmalarına izin verilmişti, deniz kenarındaki şehirlere yabancı ülkelerden, Tayvan ve Hongkong ١ lardan pek çok mal hem yasal yollardan hem yasal olmayan yollardan geliyordu. Vergisi ödenmeyen mallardan bir kaç misli kâr etmek mümkündü. Rabia da tüccarlardan duyduğu haberlere göre, Urumçi’den Hoten’in saf altını ve Hindistan’ın zepe denen şifalı bitkisinden çok almıştı. O, getirdiği mallarını müşteri bularak değerinde satmak ve para edecek uygun malı bulmak için her tarafa koşturup gizli ticaret yapanlarla görüşüyordu. O, otele yerleşir yerleşmez adresini iyice öğrendikten sonra Sıddıkhacı’ya bir mektup yazdı. İkinci gün akşam yatak odasında ikinci mektubu şiirle yazdı. Rabia'nın dört mektubu Atuş١a giderken, Sıddıkhacı’nin ilk aşk şiiri Şanghay Müslümanlar Oteli’nin bayanlar odasının adresine ulaştı. Böylece ertesi günden itibaren her gün bir ateşli selam mektubu, yani sevgi, hasret, kavuşma, ayrılık ve aşk şiirleri posta kuşu gibi kesilmeden oradan buraya, buradan oraya uçuyordu. 92 Sonra Sıddıkhacı sinirinden Rabia’ya şöyle bir şiir yazarak gönderdi: Yâr nerede eğlencede ben ki yârimden uzak, Gül çiçek de dalı ile ben baharımdan uzak. Kusura bakma feryat etsem güzel yüzlüm yârime, Nerelerde ki neşesizim lalezarımdan uzak. Dayanamam Rabia’ya öldürür dert akibet, Ölürüm aşk ateşinde yâr mezarımdan uzak. Dolanıp ayı kalbim, ışıldayan yıldız topu, Ben kendim ondan geçerim o sevgilimden uzak. Rabia, Sıddıkhacı’ya cevaben bir şiir yazdı. Aradan üç ay geçtiğinde Rabia, Sıddıkhacı’nın ah çekerek yazdığı dokunaklı bir şiirini alınca kendisini tutamadan ağlayıverdi ve ticaret işlerini toparlayarak ertesi gün yola koyuldu. O, On-su’ya ulaştıktan sonra, ertesi günün sabahı yola çıkmak üzere bir otele yerleşti, sonra sokaktaki lokantaya yemek yemek için girdi. O, başını kaldırmadan leğmen (özel soslu makama) yerken yanındaki masaya gelip oturan iki genç ile ustanın konuşmasını duydu: “Baksanıza usta, ne gür saçlar, ne gür sakallar, siyah takım elbisesinin ne kadar yakıştığına balan.” “Yurtdışmdan gelen birisi mi ne kardeş, Marks denen sakallıya ne kadar benziyor?„. “Hayır, Uygur’a benziyor, ne kadar yakışıklı delikanlı yahu?” “Hey usta, o arkadaş kendi kendine bir şeyler mi söylüyor ne?” “Hayır, demin kebap yerken bir gazeli Şah Meşrep gibi yüksek sesle Atuş şivesiyle okuduğunu duymuş kebapçı çocuklar, Atuş’tan gelmiş olmalı.” 93 “Atuş şivesiyle”, “gazel”. Rabia bu sözleri duyunca kalbi bir şeyi sezmiş gibi küt etti ve başını kaldırarak: “Hey kardeşim, kimi konuşuyorsunuz?” diye sordu. Gençler eliyle dışarıyı göstererek: “Şu camiin önündeki misafiri konuşuyoruz.” Rabia ayağa kalkarak dışarıya baktı, oh, ne kadar boylu poslu elbisesi de öyle yakışmış, yakışıklı, saç sakalı simsiyah, kim o acaba? Atuş ١ tan mı gelmiş? Hiç değilse Sıddık’ı tanıyordur. Rabia bunları düşünerek farkında olmadan camiin önüne geldi. Yaklaştıkça Rabia’nın kalbi bir şeyi sezmiş gibi hızlı çarpmaya başladı. Uzaktaki bir noktaya dikilen bu siyah gözler Rabia’yı aşık eden gözler idi. Bir şeyler fısıldayarak kafiye ve ritim bulmaya çalışan o dudaklar Rabia’ya tanıdık dudaklar idi. Rabia koşarak gidip Sıddıkhacı’nın elini tuttu: “Sıddık, ben geldim.” Sıddıkhacı tanıdık sesi duyunca hemen çevrildi, dikilerek baktı ve dona kaldı. Onun gözleri, ağzı ve elleri hareketten kesilmiş gibi sessiz kaldı. “Sıddık, benim! Son mektubunuzu alır almaz yola çıkmıştım. Siz buralarda ne yapıyorsunuz?” Sıddıkhacı bu sözleri duymasına ،rağmen hâlâ donmuş vaziyette şaşkın duruyordu. O, ne gerçeğe, ne rüyaya benzeyen bu tesadüfi kavuşmadan şaşırıp ne diyeceğini, hatta ne düşüneceğini bilemeden afalladı. Rabia, onun elinden tutarak garaja götürdü. “Ben de son mektubunuzu okur okumaz, ne olursa olsun, vursalar da, öldürseler de başıma geleni göreyim, ama Rabia’nın yanına varayım diye yola çıkmıştım„ dedi bir zaman sonra kendini toparlayan Sıddıkhacı içini çekerek, “Siz gittikten sonra ne elim işe vardı, ne ağzım yemeğe. Sakalımı kesmeye de gücüm yetmedi, postaneye bakarak takatim tükenmişti, aniden yola çıkmıştım, bu keramete bakın!” 94 “Ben de yola çıkar çıkmaz Allah’a, ’Ah, Allah’ım, biz talihsiz aşıkları tez kavuşturasın’ diye dua etmiştim.” dedi Rabia. “Şimdi nereye gideceğiz? Sizin Urumçi biletinizi mi iade edeceğiz, benim Atuş biletimi mi iade edeceğiz?” diye sordu Rabia Sıddıkhacı ‘ya. “Nereye olursa olsun, ama sizden bir dakika bile ayrılamam.” dedi Sıddıkhacı. Atuş’ta Sıddıkhacı’nın annesinin itibarı iade edilmişti. Ancak Sıddıkhacı’nın nüfus kaydının nakledilmediği ve resmi kayıtlarının olmadığı ona duyurulmuştu. Onlar danışarak ertesi gün Urumçi’ye doğru yola çıktılar. Onlar Urumçi’de bir kaç gün kaldılar. Cezaevi Müdürlüğü’nden Sıddıkhacı’nın tahliyesiyle ilgili belge ve nüfus nakil kayıtlarıni alarak bunlarla üniversiteden mezun olan öğrencileri işe yerleştirme kurumuna kayıt yaptırdıktan sonra Aksu’ya döndüler. Onlar Aksu’da bir süre kaldıktan sonra bir kamyon kömür aldılar ve üzerine de un, pirinç ve yağ gibi şeyleri yükleyip Atuş’a, Sıddıkhacı’nın annesinin evine geldiler. Gelininin oğluyla birlikte döndüğünü gören anne, sevincinden onları bağrına basarak ağladı. Odun kömürün sevinci de bundan az değildi. Eve ziyarete gelen, yoklamaya gelen komşular ve akrabalara Sıddıkhacı’nın annesi kömür verdi. Gerçekten her şeyden değerli olan odun kömürü bu mahallede henüz hiçbir zengin kamyonla getirmemişti. Rabia bundan etkilenerek bir kaç gün sonra Kaşgar’a gidip yine iki kamyon kömür getirip fakirlere paylaştırıp verdi. Rabia, bir gün bütün mahalledekileri evine misafirliğe çağırdı. Misafirlere kendisinin para kazanma deneyimini anlattı. Hükümetin artık para kazanmaya izin verdiğini, Çin eyaletlerinde, Urumçi, Kaşgar ve Hotenlerde gelişen ticaret işlerini tanıttı. Kış boyunca işsiz boşuboşuna yatan köy ehlini harekete getirip para kazanmaya teşvik etti. Böylece insanların gözü açılarak kısa sürede para kazanma yollarını buldular. Böylece durumları da iyileşmeye başladı. İnsanlar mahelleye uğurlu gelen bu melek gelini ağızlarından düşürmeden övdüler. 95 ‘’Atuş’un Yolu Yaman, Taşıtır Odun Saman’’ Atuş ta para az, ama para kazanmak için hareket eden insan çoktu. Bu küçücük yurtta yaklaşık 150,000 Uygur yaşardı. Tarihte Uygurların önemli kabilelerinden olan Yağmaların torunlarının yaşadıkları ve Karahanlılar İmparatorluğu döneminde başkent Kaşgar’daki Han sülalesinin oturdukları mekanlardan birisi olan Atuş, coğrafi olarak iklimi kurak, çıplak dağların arasındaki bir yer idi. Su kaynakları, ekin alanı az olan taşlık bir yer olduğu için çalışkan, akıllı Atuş halkı, Beşkerem ve Turfanlılar gibi eskiden beri komşu memleketlere göç etme ya da her yerde dolaşarak ticaret yapma yolunu tercih etmişti. Çin komünistleri Kaşgar şehrini işgal ettikten sonra, Uygur müsbet bilimler eğitiminin yüz yıllık yuvası olan Atuş bölgesini siyasi ve kültür merkezi olan Kaşgar’dan ayırarak Kızılsu Kırgız Özerk İli denen bölgeyi yaratıp Atuş’u o bölgenin merkezi yapmışlar, Atuş halkını Çinliler ile Kırgızların idaresine bırakmışlardı. Özellikle 1960’h yıllardaki halk komünü döneminden itibaren Kültür Devrimi kargaşası dönemine kadar Çin yönetimi Atuş’ta yetişen Abdulaziz Mahsum gibi ünlü İslam âlimlerini ve Musabaylar gibi deneyimli tüccar ve zenginleri çeşitli iftiralarla tutuklayıp hapse atarak, döverek, öldürerek yok ettiler, Atuş’u çöle dönüştürdüler, Atuş halkını uslu koyun gibi bir hâle getirdiler. Buradaki cehalet, korkaklık, kölelik ve yoksulluk azabı Rabia’ya demir kafeste yaşıyormuş gibi geliyordu. Onun için o annesinden ayrılmaya kıyamayan Sıddıkhacı’yla danışarak bu civarda bir süre yaşama kararına geldi. O, Sıddıkhacı ile birlikte Kaşgar’ın ticareti iyi olan pazarlarını dolaşarak araştırdı. Binlerce yıldan beri Uygurların en büyük merkezi şehirlerinden biri olan Kaşgar da nülus çoktu. Ev inşaat işleri sürekli geliştiği için de kereste malzemesinin fiyatı çok yüksekti. Bu durum Rabia’mn dikkatini çekti. Normalde tüccarlar hangi malın fiyatının ucuz olduğunu araştırırken, Rabia akıl ve öngörüsüyle neyin fiyatının pahalı olduğunu araştırırdı. O, Aksu’dayken mal satmak ya da mal almak için gittiği yerler arasındaki Kagılık’ta kerestenin çok 96 olduğunu, ulaşımının elverişsiz olması dolayısıyla fiyatının da ucuz olduğunu hatırladı ve hemen Kagılık’a hareket etti. Sıddıkhacı da yakın tarihimizde Çinli saldırganlara karşı ayaklanmaların çok görüldüğü ve ihtilalcilerin çok çıktığı Kagılık’ı görmek istiyordu. Sıddıkhacı ve Rabia, Kagılık’ın pazarını dolaşarak ev yapımından kullanılan kalas ağacı ve kerestenin fiyatını öğrendiler. Aynı gün Kagılık’tan Kaşgar’a boş giden yük kamyonu buldular ve fiyatta anlaşarak satın aldığı kalas ağacı ve keresteleri kamyona yükleyip Kaşgar’a getirdiler. Sattıktan sonra hesap yaptıklarında bire bir kâr ettiklerini gördüler. Keresteleri seçme, kıran kırana pazarlık etme, kamyona yükleme, kamyondan indirme, yine pazarlık ederek satma işleri çok zor ise de, Rabia için aynı zamanda zevkli idi. Sıddıkhacı için başlangıçta utandırıcı gelmişti, sonra ilginç gelmeye başladı. Rabia keresteleri satın almadan kârını hesap eder, sonra keyifli bir şekilde kesin kararını verirdi. Sıd-dıkhacı ise bu ticaret sırasında sanki bir satıcıyı kandırarak malını ucuza alıp öteki müşteriye pahalıya satıyormuş gibi geldiği için utanırdı. Fazla geçmeden o, bu tür kolay para kazandıran ticarete alıştı. Ona her şeyden daha zevkli gelen şey hanımı Rabia ile gece gündüz beraber olmasıydı. Bir gün, onlar Kagılık’ta satın aldıkları keresteyi Urumçi’den gelen bir Uygur şoförün kamyonuna yükleyerek Kaşgar’a doğru yola çıktılar. Kamyon Hemit Deresi denen yerde hızla gidiyordu. Sıddıkhacı bu çıplak çölü göstererek genç şoföre 40 yıl önce burada dehşetli savaşın yaşandığını, 1933 yılında Savut Damolla önderliğindeki Uygur ileri gelenlerinin kurdukları Doğu Türkistan İstiklaliyet Cumhuriyeti١nin askerlerinin tam bu çölde Çinli, Çinli Müslüman ve Rus askerlerinin gökten uçakla, karada tankla ve ağır silahlarla yaptıkları kuşatma saldırısında pek çok düşmanı geberterek hemen hemen hepsinin şehit olduklarını anlatıyordu. Kamyon koltuğunun kenarında oturan Rabia milletin hürriyeti için şehit olan kahramanlara saygısını ifade etmek için boynunu kapı camından dışarı çıkarınca başındaki eşarbı rüzgar uçurdu. Bu eşarbı Sıddıkhacı vermişti. 97 “Tamam, bir şey yok” dedi Rabia aldırış etmeden. Ancak Sıddıkhacı biraz telaşlandı ve şoföre: “Kardeşim, kamyonunu durdursana, ben alayım!” dedi. Kamyon durdu. Sıddıkhacı rüzgarda uçan eşarbın peşinden koşarak gitti. Aşağı inerek bakıp duran Rabia bağırdı: “Sıddık, tamam, geri dönün!” Sıddıkhacı rüzgarla birlikte koşarak gidiyordu. O tahminen üç kilometre koştuktan sonra kamışa ilişen eşarba yetişti. Sıddıkhacı nefes nefese kalarak döndüğü zaman Rabia kızarak: “Vah vah, ne olacaktı bir eşarp uçarsa, o kadar uzağa koşup zahmet ettiniz.” dedi. Sıddıkhacı Rabia’ya bakarak: “Sizin eşarbınız için üç kilometre koşmuşum, eğer kaderin rüzgarıyla siz uçarsanız, bin kilometre de olsa işte böyle koşup sizi kurtaracağım.” dedi. “Sağolun Sıddık, fedakarlığınız için teşekkür ederim.” dedi Rabia memnun olarak. Şoför delikanlı bu sözleri duyunca duygulanarak: “Aferin, Ferhat ile Şirin gibi hem aşk yolunda hem hayat yolunda fedakarlık gösteren sizin gibi çifte çok az rastladım.” Dedi onlara sevinçle. Bir gün, Rabia ile Sıddıkhacı Kagılık’ın köylerinden kereste satın aldıktan sonra kamyon aramak için epey oyalandılar. Karanlık çökerken keresteleri kamyona yüklediler, bunları kereste pazarına götürüp indİrinceye kadar gece yansı oldu. Genellikle onlar akşam oluncaya kadar işlerini bitirip Sıddıkhacı’nın sınıf arkadaşı İbrahim’in Kagılık ilçe pazarındaki evine gelip gecelerlerdi. Bugün onlar ağır yürüyerek onun kapısı önüne geldiler. Ne yapmak gerek? Gidelim derse bu gecede gidecek başka tanıdığı yok, yakın civarda otel de yok, üstelik bütün gün çalışarak, yol yürüyerek, keresteleri indirerek yoruldukları için daha uzak bir yere gidecek güçleri de yoktu. Onlar biraz beklediler, uykuları geldi, sonunda kapı önündeki çardağın 98 altına gelip oturmak istediler, ama uyku üstün geldi. Eylül ayının sonlan olmasına rağmen, hava insanı üşütecek kadar serinleşmişti. Sonunda Sıddıkhacı kabak bostanlarını ve onun büyük yaprakları döşek yaparak altlarına koydu, diğer bir kısım bostanı yorgan yaparak üzerilerine örttü. Onlar fazla geçmeden tatlı uykuya daldılar. Sabah dışarı çıkan İbrahim, bunca soğuğa aldırmadan birbirlerine sarılarak tatlı uykuya dalan bu aşık maşukları uyandırdı ve kızdı: Hey arkadaş, şu yaptığına bak, insan uyandırmaz mı arkadaşını yahu?”. Urumçi’ye Yerleşme Gerçekten, Meşşanin bu gün kü torunlarının ailesine Rabia’nın ayağı uğurlu gelmişti. Aradan fazla geçmeden Özerk Bölge Eğitim Enstitüsünden Sıddıkhacı’nın öğretim üyeliğine kabul edildiği ile ilgili bir duyuru geldi. Onlar acele yola çıktılar ve Urumçi Şimali Kovuk (Kuzey Kapı)’ta bulunan Eğitim Enstitüsü’nün lojmanlarındaki eski bir daireye yerleştiler. Rabia eşyaları yerleştirip düzenledikten sonra: “Evet, iş tamam, şimdi şehrin büyüğüne geldik, paranın da büyüğünü kazanacağız, işe başlayalım mı?” dedi Sıddıkhacı’ya gülerek. “Hayır, olmaz Rabia” dedi Sıddıkhacı kesin bir şekilde, “Ben artık büyük bir enstitünün öğretim üyesiyim, üniversite hocasının eşi sokakta ticaret yapıyor derlerse başkalarının karşısında ikimize de ayıp olur. Bundan sonra evde oturun, ben size bakacağım.” “Sıddık Efendim, sizin işinizle karın doymaz. Hükümetin dört beş kuruş maaşına bakıp oturarak nasıl bütün milletin derdini düşünebiliriz? Siz konuşun boş lafları, ben ticaretimi yapacağım.” dedi Rabia ve işine başladı. O dönem, çeşitli şehirlerin ünlü kaçakçılarının Urumçi’ye toplanıp şehir sokaklarında yaprak gibi uçuşan paralan çuvalla topladıktan bir dönem idi. Lasa, Hoten ve Kaşgar gibi şehirlerden 99 altın, gümüş, gümüş para, altın para, misk, safran, hakiki inci gibi değerli ve hükümetçe satışı yasaklanan kaçak mallar, Urumçi’de toplanıyordu. Risk alan tüccarlar bunları toplayarak Guangcou, Şanghay gibi şehirlere götürüp satıyorlardı. Hatta bazı gözü pek olan tüccarlar, Tayvan ve Hongkonglu tüccarları bularak, onlara toptan yüksek fiyata teslim ediyorlardı. Sermaye, fırsat ve risk durumunu iyi düşünen Rabia, yanındaki bütün parasıyla Hoten’in yaklaşık yüzde yüz saf altını, Kaşgar’ın eskiden kalan gümüş parası, Lasa’nın geyik boynuzu, Börita-la’nın antilop boynuzu gibi mallardan belirli oranda satın alarak trenle Şanghay’a geldi. Malı sattıktan sonra, bunların parasıyla eşarp ve kumaş satın alarak Urumçi’ye getirdi. Mallar yıldırım hızıyla elden ele geçiyor, paralar katlanarak büyüyordu. Rabia, bir defasında 700,000 yuane satın aldığı altın, gümüş para, misk, hakiki inci gibi malları alarak Guangcou’ya geldi. Malı satmak için pazarlık yaparken aniden Çinli polislerin eline düştü. Polisler, bütün kaçak mallara el koyup Rabia’yı 15 gün gözaltında tuttuktan sonra serbest bıraktılar. Çinli polisler, mala el koyarlardı, ama yine getirsin diyormuşçasına insanı serbest bırakıyorlardı. Rabia, Çin cezaevinden çıkar çıkmaz tanıdıklarından biraz ödünç para alarak doğru Şanghay’a gitti. Sermayesiz ticaret yapmak mümkün değildi. Rabia mağazaları dolaşarak kenar sokaktaki bir mağazada alaca renkli sentetik kumaştan yapılmış güzel bir ceketi gördü. Birini alarak üzerine giydi ki, çok yakıştı. O, tanesi 18 yuanden 10 tane ceket satın alarak Müslümanlar Oteli’ndeki Uygur tüccarlarının kaldığı yere geldi. Onun üzerindeki şık ceketi gören tüccarların hemen hemen hepsi, eşlerine götürmek için Rabia’ nın aldığı ceketleri kapıştılar. Rabia bir misli kârına hepsini verdikten sonra, ertesi gün mağazada kalan 40 tane ceketin hepsini alarak 100 yuanden sattı. Ertesi gün yine o mağazaya gidip aynı ceketten 500 tane sipariş verdi. Rabia’nın “alaca ceketi” diye ünlenen bu ceketlerin Şanghay’daki toptan fiyatı 80 yuan olup, Urumçi’de bunlar 150 yuanden perakende satılmaya başladı. Rabia, fırsatı kaçırmadan derhal 10 bin tane ceket siparişi verdi ve bunları Urumçi’ye götürüp 150 yuanden toptan sattı. 100 Aradan altı ay geçtiğinde, bütün Uygur bölgelerinde kızlar, Rabia’nın “Alaca ceketi” olmadan evlenmez oldular. Rabia, bir keresinde, Urumçi’den pek çok misk alarak Guangcou’ya gitti. Malı satın alan Hongkonglu Çinli kıymetli taşlar tüccarı idi. O, örnek mallarını Rabia’ya gösterdi. Rabia, taşlar arasından Uygurlarca kıymetli bilinen beyaz, şeftali çiçeği renginde olan yakutları seçti. Rabia, bu taşın bir çiftini Urumçi’de 80 yuanden satmanın mümkün olduğunu biliyordu. Dolayısıyla Hongkonglu tüccara bu tür taşlardan getirmesini istedi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra 0 tüccar Rabia’nm seçtiği yakutlardan bir çuval getirdi ve bunları Rabia’nm odasına bıraktı. Rabia, onunla pazarlık ettikten sonra baktı ki, yakutun bir çifti 3 yuane geliyor-dil. O bir çuval yakutu Urumçi’ye getirip kuyumculara bir çiftini 30 yuanden sattı. Rabia, yakut taşlarını sattıktan soma evinde bir kaç gün dinlendi. Ama bu dinlenme onun İçin daha telâşlı geçti. Onun lojmanlardaki evine her gün bir kaç kişi geliyor, çantalarıyla getirdikleri deste deste paraları Rabia’ya teslim ediyorlardı. Sıddıkhacı saatlerce para saymaktan yoruluyordu. Uygur tüccarları genelde nakite veya veresiye satılacak malin parası hakkin-da sözlü olarak pazarlık yapar ve sözlü olarak anlaşırlardı. Bazen ticaretin gizliliğini göz önüne alarak iki taraf da tanık çağırma-zlardı. Anlaşmadan sonra müşteriler malı yükleyip götürürlerdi. Yazılı belgeyi ise yabancı memleketlerden gelen tanımadık kim-sel؟r İçin kullanırlardı. Mail alan kişi, sözlü olarak anlaştığı süre içerisinde parayı getirip teslim ederdi. Ticaretçiler arasında bu çeşit samimiyet ve güven onların en güzel ahlaki idi. Söz veren tüccarlar, kuyumcular Rabia’ya satın aldıkları yakutların parasını teslim ediyorlardı. Sıddıkhacı, Rabia’nın bir defada bu kadar çok para kazandığına hem şaşırıyor hem telaşlanıyordu. Rabia, bu sefer Urumçi’de toplanan geyik boynuzu ile anti-lop boynuzunun hepsini satın aldı ve çantalara doldurup Guangcou’ya dogru yola çıktı. Mail sattıktan sonra sabaha kadar para saydı, eline geçen para 1,900,000 yuanden fazla idi. Bu az para değildi. O zaman sadece Uygurlar arasında değil, oldukça büyük mağaza ve hükümet 101 şirketlerinin de milyonluk sermayesi yoktu. Eğer Rabia, ticarete son vererek Urumçi’ye dönseydi, bu parayla çocuklarım Ömür boyu rahat yaşatabilirdi. “Elin bir yere ulaşmazsa, darağacına asil” atasözü Rabia gibi ticaretçilerin. risk alma düsturu idi. Rabia, paralarım çantaya doldurarak 0 dönemde en güzel yabancı malların girdiği Şentu denen memlekete geldi. Yaklaşık 2,000,000 yuane hükümetin resmi işlemlerini yerine getirerek vergisini de ödedikten sonra faturasıyla birlikte çeşitli sentetik kumaş, saat, teyp gibi ürünleri satın aldı ve bir kamyon kiraladı. Kamyona Uygur tüccarlarından 27 kişinin toplam 5,000,000 yuan değerindeki malı da yüklendi. Hükümetin kestiği faturalarla yola çıkan kamyon, Keyfing şehrine geldiğinde, oranın Ticaret ve Sanayi Müdürlüğü ١ nün elemanları karşılarına çıktılar. Rabia ve diğer tüccarlar, durumu her ne kadar açıkladılarsa da ve yasal fatura kayıtlarım gösterdilerse de, hepsine sahte diyerek utanmadan 5,000.000 yuanlik mala el koydular. Bu durum, tüccarlara çok ağır geldi. Pek çoğu bütün sermayesinden ayrıldıkları için çıldıracak gibi oldular. Bir genç, kaptırdığı 300,000 yuan değerindeki malına ve haksızlığa dayanamayıp kan ağladı. Rabia ise, direnerek bir sonuç elde edemeyince, bu olayı kafasına bile takmadan şarkısını söyleyerek dışarı çıktı ve “Gelmemiş talihte annenin hakkı var mı” dedi bakıp duran ortaklarına. "Rabia, o gün hiç tereddüt etmeden Şanghay’a geri döndü. Ertesi gün tanıdık birisinden 60 yuan ödünç alıp 30 yuane tencere takımı satın aldı. Un, yağ ve sebze getirip makama çorbası yaptı. O, beş kase makarna çorbasını tahta tepsiye koyarak binanın önünde oturan Uygurların yanına getirdi ve her kasesini beş yuanden sattı. O gün Rabia, makama çorbası satarak 120 yuan para kazandı. Ertesi günden itibaren pilav ve leğmen (özel soslu makama) yaparak sattı ve böylece parasını 500 yuane çıkardı. Bir kaç gün sonra kiraladığı evin sahibinden izin alarak avluya sert tuğladan tandır yaptı. Ertesi günden itibaren güzel pişen tandır böreği (samsa) kokusu sokağı sardı. Uygurların lezzetli tandır böreğine sadece Tibetli tüccarlar değil, civardaki Çinliler de alıştı. Böylece Rabia, iki ay içerisinde 3500 102 yuan para kazandı. Bu parayla mağazalara koşup yeni çıkan renkli kumaşlardan satın alarak Urumçi’ye götürdü. Büyük işlerden, tehlikeli mallardan, riskli kaçakçılıktan büyük kâr elde etmek mümkün ise de, sonuçta hepsinin uçup gideceğini öğrenen Rabia, artık o işlerden elini çekip kumaş ticaretine girişmişti. Ne yazık ki, hükümet malına yine el koyunca, Rabia eli boş evine dönmek zorunda kaldı. Çinli ticaretçiler, hükümet yetkililerini ayarlayarak para kazanmakta iken, Uygurların ticareti hiç gelişemiyordu. Göze görünmeyen bir kara el daima para kazanan Uygurların kazandıklarını bir iftirayla hükümetin cebine indiriyordu. O dönemde Atuş’lu ticaretçilerin 1,000,000 Amerika Dolari izsiz kayboldu. Hayli yüksek mevkideki Uygur yöneticiler araya girip soruştur-dularsa da izini bulamadılar. Dönkörük Pazarından Hantanrı Sarayı’na Kadar Urumçi’deki Dönkörük Pazan, Uygurlann ticaret merkezi sayılırdı. Bu pazar aslında hükümetin Üç Katlı Ticaret Sarayı adıyla ticareti başlattığı bölge idi. 60’h yıllardan sonra, bu Ticaret Sarayı’nın etrafında Uy gurlar yavaş yavaş gizli ticaret yapmaya veya hükümetin gıda karnelerini ve kaçak malları alıp satmaya başlamışlardı. Bu pazarda tavuk sütünden başka her şey bulunur, sözü o dönemlerde yayılmıştı. 80’h yıllara kadar Dönkörük Ticaret Sarayı’nın önünden Bogda Caddesi’ne giden yol, yani 1. yol ile 7. yolu bağlayan cadde, otomobillerin ve insanların kullandıkları açık yol idi. Rabia Kadir. Şanghay’den eli boş dönüp bir kaç gün dinlendikten sonra Sıddıkhacı’dan aldığı 60 yuani cebine koyup Dönkörük e geldi. Sokağın köşesindeki kuyumcu Atıhan’ın dükkanı önünde tezgah kurup emzik satan Muhemmed Yeken denen kişiyi gördü. “Acaba” dedi Rabia kendi kendine “dükkan satın alacak ya da 103 kiralayacak param olmadığı için ben de bu yol kenarına tezgah kursam millet ne der, hükümet ne der?”. O, aynı gün eski bir tahta yatak satın alarak yol kenarındaki çayhanenin yanına koydu ve üzerine iplik gibi gündelik ihtiyaç mallarını satın alarak dizdi. Bu sokak, o dönemde Urumçi’deki en büyük ticaret sarayı sayılan Dönkörük Ticaret Sarayı’na müşterilerin geçtiği yol üzeri olduğu için hükümetin dükkanlarında bulunmayan tarak, toka, çizme parlatıcısı, kilit, çakmak ve iplik gibi mallar çabuk satılıyordu. Rabia, tezgaha yavaş yavaş eşarp, elbise gibi büyük malları da koymaya başladı. Parası 700 yuane ulaşınca çeşitli kumaşları alarak tezgahına koydu. İki - üç gün sonra onun yanına Meremnisa adında bir kadın da tezgah açtı. Bir ay içinde tezgah açarak ticaret yapanların sayısı 7-8’e ulaştı, Burada doğal olarak bir pazar oluşmaya başladı. İnsanlar arayıp bulamadıkları malları bu pazardan alıyorlardı. Rabia bir kaç gün ticaret yaptıktan sonra Belediye Ticaret ve Sanayi İdaresi’ne gidip Cümetay denen yetkiliyi bularak Dönkörük’te Pazaryeri kurmayı teklif etti. Ne yapacağını bilemeyen bu idare, ortak olma koşuluyla onun Pazaryeri kurma teklifini kabul etti. Rabia, ticaret yapmaya başladığından beri her gün mallarını toplayıp çantalarına doldurarak götürüyor ve ertesi sabah yine getirip ticarete başlıyordu. Bu sırada çok zorlanıyordu. Eğer burada pazaryeri kurulursa sırayla konulan tezgahların altına demirden dolap yaptırıp malları oraya koyarak kilitleme imkanı olacaktı. Bu tür pazaryerini Rabia Çin şehirlerinde görmüştü. Böylece bu sokak trafiğe kapatıldı. Sokağın iki tarafı demirlerle çevrilip üstü kapatıldı. İki tarafına sıra hâlinde küçük dükkan ve büfeler yapıldı. Her büfe için 2000 yuan deposit parası alındı. Kayıt yaptırarak para ödeyenlerin sayısı iki yüzü geçti. Demek ki, bu pazaryerinı kurmak için yeterli sermaye toplanmıştı. Sokağın ilk girişinde ufak mal satanlar için, sonra perakende mal, yani kumaş ve elbise satanlar için, iki tarafında ise halıcılar, lokantacılar ve berberler için yer ayrıldı. Böylece bir kaç gün içinde yüzlerce Uygur ticaretçinin yerleştiği Dönkörük Pazaryeri tabelasını asarak yasal ticaretine başladı. Her şey yoluna girdiğinde sözünde durmayan hükümet, yani Belediye 104 Ticaret ve Sanayi İdaresi, niyetini bozarak hazıra kondu ve ani bir talimatla bütün yönetim yetkilerini tamamen kendi eline geçirdi. Hatta Rabia’nin bütün sokağın üstünü kapatmak için ödediği parayı da geri vermeyi kabul etmedi. Sadece emekleri için Rabia’ya Belediye Ticaret ve Sanayiciler Birliği’nin başkan yardımcılığı görevini verdiğini duyurdular. Bu makam gerçekte odası, masası ve sandalyesi olmayan, maaş ya da iş kimliği olmayan boş bir makam idi. Ama Rabia, bu makamdan çok ustalıkla yararlanarak şehirdeki. işsiz Uygurların, özellikle ev hanımlarının pâra kazanarak geçimini sağlamaları, ayağa kalkmaları için durmadan çalıştı. Dönkörük Pazaryeri bittiğinde, onun eski tezgahının yerine verilen 58 no’lu dükkandan başka hiçbir şeyi kalmamıştı. O, bir gün Urumçi Cenubi Kovuk (Güney Kapı) pazarındaki Sultan adındaki ticaretçi çocuktan Hantanrı Camisi’nin inşaatını yapmakta olan Üretim ve İmar Ordusu Yapı Şirketi’nin cemaatin ödeyemediği 300,000 yuan karşılığında camiin alt katına dükkan açmak koşuluyla inşaatı üzerine aldığını duydu. Rabia insanlardan soruşturarak cemaatin bundan şikayet etmekte olduğunu öğrendi. “Bu Çinliler camiin altına dükkan açarlarsa nasıl olur, yarın öbür gün bunların domuz eti satmayacakları garanti değil ki? Bu gerçekten halkın menfaatine aykırı ve örf adetlerine hakaret değil mi?” Rabia, başkan yardımcısı kimliğini kullanarak, cami büyüklerini ve zengin ticaretçileri bir araya toplayıp danıştı. Onlar, cami inşaatının bitirilmesi için pek çok para bağışladıklarını, 300,000 yuani ödeyemedikleri için Üretim ve İmar Ordusu ’ nun Çinlilerine alt katma dükkan açmak koşuluyla vermek zorunda kaldıklarını anlatarak dertlendiler. “Ben bu sarayı kurtaracağım, ne olursa olsun, Üretim ve İmar Ordusu Çinlilerinin elinden alacağım” dedi Rabia çoğunluğa. Onlar: “Hükümetle boy ölçüşülür mü hanım, biz de çabaladık, para olmayınca sözümüzü geçiremedik” dediler. 105 Rabia önce Belediye imar işlerinden yardımcısını buldu ve halkın şikayetini aktardı. sorumlu başkan “300,000 yuan paranız varsa geri alabilirsiniz. Sözleşmenin feshedilip düzeltilmesine biz yardımcı oluruz” dedi yetkili Çinli Müslüman. Rabia dönüp camiin altındaki iki katlı saray yerini gözden geçirdikten sonra ölçerek ince hesap yaptı. Dönkörük’te-ki pazaryerini kurma deneyimine göre, buradan para kazanabileceğini, daha önemlisi camiin alt katını Çinli tüccarların elinden almanın mümkün olduğunu tahmin ederek cesaretle kendisine ait 150,000 yuan parayı çıkardı, üstüne hükümet bankasından yüksek faizle aldığı 150,000 yuan krediyi ilave ederek 300,000 yuan nakit parayı masanın üstüne koyup ticaret sarayını Çinli İnşaat Şirketi’nin elinden aldı. Rabia’nın hesabına göre, bu sarayın içine tezgah yaparak ticaretçilere kiralandığı takdirde, yılda tahminen 1,000,000 yuan gelir elde etmek mümkündü. Sarayın hükümet idaresinden Rabia’nın eline geçtiğini ve bundan gelecek 1,000,000 yuan kârı duyan Hantanrı Camisi’nin yapımıyla ilgilenen ticaretçiler yüz çevirmeye başladılar. Tanınmış ticaretçi Abdurahim Hacı ortaya çıkarak: “Camiin altındaki sarayda kadınların ticaret yapmaları caiz değildir. Namaz vaktinde kadınlar alış verişe gelirlerse şeri’ate uygun gelmez” dedi ve 300,000 yuani Rabia’ya verip sarayı geri alacağını duyurdu. Rabia hiç üzülmedi, aksine gülerek: “O kadar erkek baka baka camiin yarısını Çinlilerin eline vermişsiniz, ben kadın olduğum hâlde halkın derdini dinleyip kurtardım. Ben buna seviniyorum, şimdi namertlik edip geri alırsanız da razıyım, sadece yine Çinlilere kaptırmayın yeter” dedi. Rabia, banka kredisini, 50,000 yuan faizini cebinden ödeyerek 100,000 yuan parayı alıp döndü. Çünkü sarayı geri alanlar, kredinin faizini ödemeyi reddetmişlerdi. Camii yapımında büyük rol oynayan büyük ticaretçi Şerif Atıhan cemaatin huzurunda: “Rabia Hanım, camimize sahip çıkarak Çinlilerden geri almak için 50,000 yuan zarara uğradı, 1,000,000 yuan kârdan vazgeçerek ticaret sarayını 106 Uygurlara geri verdi, mert, yiğit gibi davrandı, karşılığını Allah versin” dedi. Rabia yine de sevinçliydi. Ama içinde: “Ne çare, Urumçi’de bir dükkana sahip olmak çok zor oldu yahu? Rabia Kadir Ticaret Sarayı diye kendi adımla bir saray yapacağım..”diye düşündü. 107 108 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YAŞAM MÜCADELESİ 109 İlk Adım Urumçi’de Halk Tiyatrosu ile Hantanrı Camisi’nden Dönkörük Ticaret Sarayı’na kadar olan yerler en işlek yerli ticaret merkezi sayılırdı. Burası Uygurların yoğun olarak yerleştikleri bölge idi. Bu bölge, Uygurların ticaret bölgesi idi. Halk Tiyatrosu’ndan Şimali Kovuk (Kuzey Kapı)’a kadar olan bölge ise, göçmen Çinlilerin ticaret bölgesi sayılırdı. Eski Urumçi aslında nehrin akıntısı boyunca kurulmuştu, burada Uygurlar çiftçilik yaparlardı, hayvan beslerlerdi, zanaat ve madencilikle Uğraşırlardı. Bu şehir, kendilerini Hoca torunları diye adlandıran Appak Hoca döneminde tahrip edilmişti. Uygur topraklarını birleştiren Yakup Bey şehri bırakıp kaçtıktan sonra Zuo Zong-tang denen Çinlinin ordusu tarafından işgal edilmişti. Çinli askerler, aile efradı ve bunların peşinden gelen “Hulangzıçılar” denen tezgahtar tüccarlar, Urumçi’nin ortasındaki dört köşe şeklindeki araziyi sahiplendikten sonra sur yaparak içine yerleşmişlerdi. Onlar yakın zamanlara kadar surun dışarısına pek çıkmazlardı, geceleri sur kapısını sıkı kapatırlardı, askerler de kapıda nöbet tutarlardı. Böylece Urumçi’de küçük bir Çin şehri oluştu. Şehrin güneyinde ve Gerbiy Kovuk (batı kapı) civarında ise Uygurlar bahçeli evlerde yaşarlardı. Sonrada gelen Özbek, Tatar ve Çinli Müslümanlar da bu semte yerleşmeye başladılar, işte Cenubiy Kovuk (Güney Kapı)tan Dönkörük’e kadar olan cadde, eski ipek pazarının devamı olarak işlek ticaret merkezine dönüştü. Urumçi’de, gerçi hükümetin kayıtlarına göre 3 ila 4 yüz bin Uygur yaşasa da, bütün Doğu Türkistan’daki 10 milyondan fazla Uygur, Kazak, Çinli Müslüman ve Moğol gibi halklar gerekli eşyalarını işte bu pazardan temin ederlerdi. Yerli ve milli özel ürünlerin dışında yine Çin şehirlerinden gündelik gereksinim ürünleri, ayrıca sanayi ürünleri trenle Urumçi’ye geliyor ve buradan diğer bölgelere dağıtılıyordu. Kısacası, Urumçi Uygurların mal dağıtma merkezi olmakla kalmayıp etraftaki pek çok ülkelerle mal takası yapılan ticaret merkezi, yani ipek yolunun son dönemlerdeki düğümü sayılıyordu. 110 Bu pazarın değerini ve istikbalini ilk kavrayan ve tahmin eden, ilk olarak yatırım yapmayı planlayan şahıs, Rabia Kadir idi. O, önce Uygur ve diğer halkların gündelik gereksinim ürünlerini temin etme, şehirdeki işsiz Uygur kadınlarını işe yerleştirme, ayrıca toptancılık yaparak bütün şehir, ilçe ve köylerdeki Uygurları ticarete yönlendirme amacıyla Urumçi’deki Uygurların yoğun olarak yerleştikleri semtte büyük bir ticaret sarayı yapmayı aklına koydu. Ama iki kez yaptığı girişim sonuçsuz kaldı ve büyük zarara uğradı. 1986 yılında Dönkörük Ticaret Sarayı ile Hantanrı Ticaret Sarayı’m elinden kaçırdıktan sonra, ikisinin ortasında yer alan cadde üzerindeki terkedilmiş hükümet pazanna göz dikti. Arsa kullanım yetkisi belediyeye ait olan bu yere 1964 yılında Belediye 30-40 dükkanlı bir ticaret sarayı yaptırıp Sebzecilik Şirketi’ne kiralamıştı. Hükümetin et, sebze dağıtım dükkanları bir süre ticaret yapmışlarsa da mal girişi durunca 1966 yılından sonra terkedilmişti. Rabia, insan ayağının basmadığı bu pis yere baktı. Dükkanların kapı ve pencerelerinin kırılmış, sebzecilerin bıraktıkları çöp yığınlarının çürümüş olduğunu, edepsiz kişilerin kusarak, hatta aptesini yaparak bakılmaz bir hale getirdikleri pislikleri görünce başlangıçta biraz tereddüt etti. Sonra dikkatle hesap etmeye çalıştı. O pazarın önündeki iki katlı bina, arkadaki 30-40 dükkan ve ortadaki iki sıra dükkanı ilave ettiğinde, buraya yaklaşık 200 ticaretçiyi yerleştirmenin mümkün olduğunu, pazarın içine büyük otomobil girebildiği için mal taşıma ve depolama gibi işlerin de çok kolay olacağım hesap ettikten sonra, burayı kiralama yoluyla ele geçirmeyi düşündü. Rabia, Tapu idaresi’ne gidip karşıdaki bu pazar yerini kiralamak istediğini bildirdi, onlar Belediye Sebzecilik Şirketi’nin kirasını ödeyemeyip borca battığım ve burayı çöplüğe dönüştürdüğünü anlattıktan sonra, yıllık 40,000 yuan kira bedeliyle vereceklerini söylediler. Rabia, fırsatı değerlendirip yanındaki 200,000 yuan nakiti vererek bu pazar yerini beş yıllığına kiralama hakkındaki sözleşmeyi imzaladı. Bu pazar yerinin temel yapısını 111 bozmamak kaydıyla restorasyon yapma, dükkanlara kapı takma, iç süsleme, genel badana yapma, yeri asfaltlama gibi işler de büyük yatırım talep ediyordu. Rabia, işçi çalıştırarak gece gündüz uğraşıp bu işleri bitirdi. Pazarın önü ve etrafına 100 dükkan, 50 büfe hazırlayarak buraya “Rabia Kadir Ticaret Sarayı” tabelasını astı. O gün Urumçi’deki saygın ticaretçilerden, sermaye sahibi zenginlerden olan Tursun Hacı gibi 20 kadar kişiyi ziyafete çağırıp maksadını anlattı: “Muhterem büyükler, tüccarlar, benim böyle büyük bir yerde Uygurların toptancılık, perakendecilik pazarı kurma hayalim vardı, bu hayalim şimdi gerçekleşeceğe benziyor. Hepinizin bu konudaki fikirlerini almak için sizi buraya çağırdım”. Tüccarlar, küçümseme tavırlarıyla başlarını salladılar. Bazıları hiç yüze hatıra bakmadan içindekileri dökmeye başladı: “Öncelikle, başında bir kadının bulunduğu işten hayır gelir mi bilemeyiz. Ama bu çöplük bin kere temizlense de halkın gözünden düştüğü için müşterilerin buraya geleceğini aklım almıyor.” “Rabia Hanım, delirdiniz mi, yüz binlerce yuan parayı bu çöplüğe saçmışsınız, doktora görünseniz iyi olur.” Bu pisliğe yıllardan beri ayyaşlar aptes yapmak için girerlerdi, şimdi tüccar çağıracağım diyorsunuz, buraya tüccar, müşteri değil, cin ve şeytanlar bile korkup gelmez yahu.” “Hanım, olmadık işlerle uğraşacağınıza, evinize dönüp Sıddıkhacı’ya leğmen (özel soslu makama) yapsanıza?” Misafirler, Rabia’nın keyfini kaçırarak gittiler. Ziyafetten sonra Rabia’nın yanında kalan yakınları, yani Sıddıkhacı’nın bir kaç yazar, şair dostları ve “Akşam” gazetesinin bir editörü değişik fikirler verdiler: “Şu anda Çin’de böyle şirketleri, şahıs adıyla adlandırma işi henüz uygulanmaya konmadı. Halkın merakını, geniş kadın kitlesini çekmek için, hükümetle ilgili işlemlerin ve propaganda işlerinin 112 kolay yapılması için 8 Mart Kadınlar Günü adıyla buraya “8 Mart Ticaret Sarayı” dersek nasıl olur?” Rabia, çok akıllı ve tedbirli idi. O, 10 yıl önce Şanghay’da şahısların toptancılık pazarından mal satın aldığı zaman böyle pazar yeri kurma, planlama ve yönetme işlerini dikkatle öğrenmeye başlamıştı. Şehrin zengin tüccarları desteklerlerse, yatırım yaparlarsa, dükkan açarlarsa ne yapacağını, eğer desteklemezlerse ne yapacağını iyi düşünmüş ve planlamıştı. “Göreceksiniz” dedi Rabia oturanlara, “Ben bu pazar yerini kuracağım. Deminki ukala tüccarların hepsi sonunda paralarını getirip bana teslim edecekler. Yarından itibaren Uygur kadınları bu pazarla ticarete başlayacak. Bir pazar yerini çalıştıramazsam millete nasıl rehberlik edeceğim.” Ertesi gün pazar yerinin tabelası değişti. Rabia, şehirdeki işsiz, zor geçinen Uygur kadınlarından 30 kişiyi işe alacağını duyurdu. Aynı gün 30 kız ve kadın gelip kaydını yaptırdı. Rabia, onlara 70 yuan ücret belirleyerek, onları dükkan ve tezgahlara mal koyup satmakla görevlendirdi. O zaman hükümete çalışanlar da 50-60 yuan maaş alıyorlardı. Onun için yeni işe giren bu kızlar, çok mutlu ve aktif halde çalışmaya başladılar. Ama tezgaha hangi mal konulacak? Üstelik para yokken... Rabia Kadir, önce Kadınlar Birliği’nin desteğine erişerek Mahinur Kasım Hanım’ın kefil olmasıyla Urumçi’deki 1 Temmuz Tekstil Fabrikası’ndan metresi 60 kuruştan 2000 metre; metresi 1.20 yuanden 2000 metre olmak üzere 4000 metre kumaş satın aldı. Bu kumaşlar, depoda kalan, fiyatı indirilen kumaşlardı. Rabia Kadir, malı sattıktan sonra parasını ödemek koşuluyla dükkanlara dağıttı. Yerli ve çeşitli bölgelerden gelen tüccarlarla irtibat kurdu, depolarında kalan mallarının fiyatını pazarlık ederek indirtip onları mal satıldıktan sonra parasını vermeye ikna etti ve mallarını aldı. Hükümetin şirket, fabrika ve mağazalarıyla ilişki kurup depolarında kalan kumaş, eşarp ve giysileri yazılı belge imzalayarak aldı. Şehrin 113 içindeki Çorap Fabrikası’nın ellenmiş mal sınıfındaki 5000 adet çorabı çok ucuz fiyattan veresiye satın aldı. Çalışanlar, malları düzenlediler, temizlediler, yıkadılar, ütülediler, güzelce katlayarak tezgahlara koydular. Böylece dükkanlar mallarla doldu. Guangcou’dan gelen bir Çinli tüccar, pazarda bir dizisi 30 yuanden satılmakta olan iki çuval inciyi kilo fiyatıyla Rabia’ya teslim etti. Rabia hesap etti ki, bir dizisi 3 yuane geliyordu. 8 Mart 1987’de, yani Uluslararası Kadınlar Günü’nde, Rabia Kadir’in “8 Mart Ticaret Sarayı’nın açılış töreni düzenlendi. Törene hükümet, banka ve maliye kurumlarının temsilcileri, Kadınlar Birliği’ndekiler, sanatçılar, gazeteciler ve muhabirler geldiler. Radyo ve Urumçi “Akşam„ gazetesinde bir kaç gün ardı ardına reklam verilmişti. Sanat okulundan davet edilen öğretmen ve öğrencilerine üçer diziden inci hediye edildi. O gün sabah pazar coştu. Çatılarda davul zuma çalındı. Sonra hoparlörden müşterileri pazara çağırma sesleri yankılandı. Pazara ilk olarak bir dilenci dede, bereket ve uğur dua okuyarak girdi. Rabia, ona elbise ve 10 yuan sadaka verdi. Dede teşekkür ve dua ederek 10 yuana üç dizi inci satın alarak hanımını ve kızlarını sevindirmek için acele evine döndü. Hayırlı duadan sonra 30 satıcı kızın önüne müşteriler kuyruğa girmeye başladılar. Dükkanda metresi 15 yuanden satılan kadife kumaşın metresi 3 yuanden, parça eteklik kumaşın metresi 50 kuruştan satılıyordu. Rabia 50-60 çeşit malın fiyatını müşterisine göre anında ayarlıyordu. Müşterisi az kumaşın fiyatını düşürüp zararına satarken, müşterisi çok olan kumaşın fiyatını hemen artırarak satıyordu. O gün Rabia Kadir’in pazarını on binden fazla kişi ziyaret etti. Ertesi gün sabahtan itibaren radyo, televizyon ve gazeteler bu konuyla ilgili haber yayınlamaya başladılar. Rabia Kadir, sabah kahvaltısından sonra 1 Temmuz’da Tekstil Fabrikası’nın parasını ödedi. Çorap Fabrikası’nın bütün paralarını ödedi. Tekstil Fabrıkası’nın yöneticisi, Rabia’nın pazarı hakkındaki fotoğraflı haber basılan Urumçi “Akşam„ gazetesini eline aldıktan sonra hiç kefil 114 istemeden 100,000 metre kumaşı dört kamyona yükleterek Rabia’ya götürüp teslim etti. Çorap Fabrikası da 100,000 adet çorabı yine veresiye verdi. Aradan üç gün geçtikten sonra civardaki boş dükkanları kiralamak için tüccarlar peş peşe gelmeye başladılar. Rabia, 100 dükkanı her biri için 10,000 yuan pey alarak verdi. 50 tezgahı 2000 yuanden kaparo alarak kiraladı. Rabia pazarım açıldığı ilk ayda henüz dükkanların kirasını toplamadan kaparo için toplanan 1,200,000 yuan ve mal satarak kazandığı 200,000 yuanı bankaya yatırıp Çin’in banka sahasında ilk milyoner olarak kayda geçti. Hükümet yetkilileri, Çinli şirket yöneticileri, bankacılar, Ticaret ve Sanayi İdaresi’ndekiler ve muhabirler Rabia’nın nasıl para kazandığını merak ettikleri için sürekli onu ziyaret ediyorlardı. Aynı yıl Çin hükümeti ile Sovyetler Birliği’nin Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan Cumhuriyetleri, turist mübadelesi sözleşmesi imzalayarak uygulamaya koymuştu. Böylece bavul ticareti yapan turistler, Urumçi’ye gelmeye başladı. Şimdi Rabia’nın pazarı ülkelerarası ticaret, yapılan, mal takası yapılan, ticarette Amerika Doları ve Ruble kullanılan büyük toptancılık pazarı haline gelmeye başladı. Burada şimdi eski İpek Yolu ticaretinin yollan açılmıştı. Rabia Kadir “8 Mart Ticaret Sarayı„na yaklaşık 200 tüccarı yerleştirdi. 30 kadar kişiyi maaşla çalıştırdı. Bir buçuk yıl içerisinde Uygur bölgesinin diğer memleketlerindeki yaklaşık 1000 tüccara mal sağladı. Binlerce yabancı müşteriyi ağırladı. Böylece Rabia Kadir’in ticaretteki sermayesi 3,000,000 yuane ulaştı. Aslında Uygurların ev ve arsalarına el koyarak arsa sahibi olan Urumçi Belediyesi Emlak ve Tapu idaresi iki yıldan daha az bir zaman içerisinde burada dönmekte olan milyonlarca yuan parayı görünce kıskanarak sözleşmeyi feshetmek suretiyle pazarı ele geçirmek istedi. Rabia, onların yöneticilerine net bir şekilde: “Boşuna uğraşmayın, şimdi halkın karşısında benim itibarım sizinkinden büyüktür. Sözleşme kanunlarını sizden daha iyi biliyorum. Bilmelisiniz ki, şu anda sizin idarenizi de alabilecek güce sahibim. Bu 115 ticaret sarayını geri alamazsınız. Aksine ben buraya daha 10 milyon yuan yatırım yapmayı düşünüyorum.” dedi. Rabia’nın Lojmanı Urumçi’de “Bir evi olan rahat yaşar, iki evi olan bereketli yaşar, üç evi olan bey gibi yaşar” diye bir atasözü yayılmıştı. Bu küçücük şehir, Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti olduğu için, buraya Çin merkez hükümetinin birçok kurumu yerleşmiştir. Onun dışında yine Özerk Bölge Parti Komitesi, Halk Hükümeti, Siyasi İstişare Kurulu, Halk Kurultayı, Askeri Bölge Komuta Karargahı, Üretim ve İmar Ordusu ve onun 12 tümeni olmak üzere yaklaşık 30 kadar bakanlık ve Urumçi Belediyesinin benzer kurulularının idare binaları yerleşmiştir. Ayrıca Merkezi ve Özerk bölge düzeyindeki bakanlıklara bağlı idareler, madencilik, çelik, tekstil, petrol kimya, oto tamirciliği gibi fabrika ve şirketlerin çalışanları yerleşmiştir. Aslında 300 bin nüfusu olan bu şehirde yaşayan Uygur ve yerli milletlerin oranı yüzde doksan idi. 1949 yılından sonra Çin’den gelen yöneticiler, askerler, suçlular ve göçmen işçilerin hemen hemen hepsi Urumçi’ye gelip yerleştikleri için şimdi bu şehrin gerçek nüfusu 2 milyonu geçmiş durumdadır. Urumçi’de çalışmaya başlayan her hangi bir kişinin ilk çözmesi gereken önemli mesele barınma meselesi sayılırdı. Sıddıkhacı Rozi, Urumçi’deki Özerk Bölge Eğitim Enstitüsü’ne işe girdikten sonra bu enstitüden ev istedi. Onlar, eşyalarını arabaya yükleyerek doğrudan okula gelmişlerdi. Okulun Maliye İşleri Bölümü, onları okul içerisindeki bir odalı eve yerleştirdi. Gerçekte buna ev demek de mümkün değildi. Çünkü evin arka duvarı bay ve bayan tuvaletinin arka duvarıyla bir idi. Bir katlı olan bu tuvaletler su ile temizlenmiyordu, çiftçiler pislikleri arka ve yan tarafında bulunan kapılardan girerek büyük kepçelerle tenekelere dolduruyor, sonra bunları eşek arabalarına yerleştirilen büyük tahta kovalara dökerek götürüyorlardı. Her gün pek çok öğrenci ve 116 öğretmen gündüz buraya girip ihtiyaçlarını giderirlerken, gece vakitleri gübre taşıyıcılar sürekli pislikleri alıp götürüyorlardı. İşte böyle bir yere komşu olan Rabia, çocuklarıyla birlikte bu pis kokular içerisinde yaşamak zorundaydı. Okuldan Sıddıkhacı için verilen bu bir odalı evin büyüklüğü 20 metrekare bile değildi. Üç yatak ile bir masanın konulduğu evin içinde ayakta durabilecek bir yer yoktu. Yemek yapmak için başka küçük bir köşede yer ayrılmıştı, burada iki üç insan serbestçe hareket edemezdi. Kısacası buraya ev demek mümkün değildi. İnsanı üzen şey okul içerisinde ondan fazla lojman binası vardı, bu binalarda oturanların yüzde 90’dan fazlası Çinli öğretim üyeleri, işçi ve hizmetçileri idi. Az sayıda yerli yöneticiler ya da öğretim üyeleri de oturuyorlardı. Okul yöneticileri, 5-6 odalı, kaloriferli ve banyolu büyük dairelerde oturuyorlardı. Bu tür milli eşitsizlikten herkes şikayetçiydi. Okul yöneticileri basında “Minber’ ؛adıyla basılan önemli yazılarıyla tanınan, okuldaki iki sınıf öğrenciye edebiyat teorisi ve klasik edebiyat dersi veren yetenekli Uygur öğretim üyesi Sıddıkhacı Rozi’yle alay ediyormuşcasına ona tuvaletle aynı duvarı paylaşan bir odalı ev vermişti. Rabia Kadir, kocasına defalarca yalvararak ondan okul yönetimine durumu anlatmasını ve evini değiştirmelerini rica etmesini istedi. ‘’Yaşadığım sürece ‘’ dedi Sıddıkhacı net bir şekilde hanımının isteğini reddederek “bu alçakların önüne yalvararak gitmeyeceğim. Bu yaltakçılara baş eğmek benim için ölüm demektir.” Böylece Rabia Kadir, bir gün Sıddıkhacı’dan gizli olarak okul yönetimiyle görüşüp durumu anlatmak istedi. Okulun müdürü Çinli idi. Birinci müdür yardımcısı Özbek, ikinci müdür yardımcısı Tatar, üçüncü müdür yardımcısı Kazak idi. Sonuncusu da hiç bir şeye sözü geçmeyen bir Uygur idi. Rabia, Rauf Evzi adında bir Tatar yöneticinin okulun maliye ve ev işlerinden sorumlu olduğunu öğrendikten sonra onu arayarak odasına girdi. 117 “Kimsiniz, ne işiniz var?” Rauf Evzi ona doğrudan sordu. “Ben Sıddıkhacı’nm eşi Rabia Kadir’im, bizim ev meselesiyle ilgili...” “Bir dakika, sizin hangi sıfatınız var buraya girmeye? Sıddıkhacı gelsin.” O bilmez, gelmek de istemez, onun için...” Çıkın!” Rauf Evzi suratını asarak ayağa kalktı ve Rabia’ya kapıyı gösterdi. Bir kelime konuşmasına dahi müsaade etmediği için Rabia çok sinirlendi. “Bir dakika efendim, siz kimi nereden kovuyorsunuz?„. Rabia ayağa kalkıp sesini yükselterek konuştu “karşınızdaki kadın sizin sığınarak yaşadığınız bu toprakların sahibi, bilmelisiniz ki, Çinliler nerelerden gelip efendi oldular, Rus’tan korkup kaçarak gelen kardeşlerimize kucağımızı açıp yer verdik, ev verdik, ’Benim idi senin oldu, istedim ilaç oldu’ dedikleri gibi, bu toprakların sahibi bugün kovuluyor ya! Dışarıdan gelen kedi evin kedisini kovuyor ya! Nerelerden geldiniz, toprak verdik, iş, mevki verdik, siz 5-6 odalı rahat evlerde oturuyorsunuz da, Sıddıkhacı gibi yetenekli Uygur öğretim üyesi tuvaletin arkasındaki terk edilmiş pislik içinde mi oturacak? Nerede insaf, nerede adalet, nerede hak? Bize Çinlilerin ettiği eziyet yeter, aşar bile, ama köşeye oturduktan sonra ev sahibini kovmak size yakışmaz. Bugün neden siz köşede, biz aşağıda oturuyoruz biliyor musunuz? Çinliler size yetki vererek kendi kardeşlerimizin eliyle bizi boğmak istiyor da ondan, bizi kendi kardeşlerimizle dövüştürmek istiyorlar da ondan, bizim böyle aşağıda oturmamızın sebebi sadece bu vatanın, Doğu Türkistan’ın sahibi olmamızdandır. Çin, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan gibi buranın da Uyguristan olmasından çok korkuyor.’’ “Tamam hanım.” Rauf Evzi’nin yüzü kızardı ve afallayarak yalvardı “Artık konuşmayın, kesin!” “Elinden gelirse polis çağırıp beni tutuklat, bugün ev isteyip girdim, ama kovuyorsun, bilmelisin ki, şimdi sizin oturduğunuz ev 118 ve sizi konuşturan mevki aslında eşim Sıddıkhacı gibi Uygur aydınlarına aittir, bunu unutmayın! ‘’ “Yeter kardeşim, anlıyorum, beni zorlamayın, benim kalp hastalığım var, bana bir şeyler oluyor, konuşmanızı kesin.” “Öyleyse dinleyin efendim, ben kocamla beraber bu okula 60 yuan parayla geldim, inşallah bir iki yıl içerisinde eşimi sizin hükümetin verdiği evinizden 2-3 kat daha büyük eve taşıyacağım.’’ Rabia odadan çıkıp gitti. O, Sıddıkhacı’dan Rauf Evzi’nin bu olaydan sonra hastanelik olduğunu duydu. Ev derdi Rabia’ yı gayrete getirdi. O, ‘’ 8 Mart Ticaret Sarayındaki ticaretinden elde ettiği milyonlarca yuan parayla pazarın arkasındaki boş alana lojman binası yapmanın planını kurdu ve işe başladı. Civardaki birkaç aileyi taşınmaya ikna ederek alanı boşalttı. Rabia iki yıl zaman harcayarak Aralık 1989’da 58 daireli 7 katlı bir bina yaptırdı. Birçok daireyi Halk Neşriyatı gibi kumrulara sattı ya da kiraladı. Evi olmayan vatandaşları yerleştirdi. Hükümetin bakan düzeyindeki yönetici ve bürokratlarına 100 metre karelik ev verdiği bir dönemde, Rabia sözünde durarak Sıddıkhacı’yı 210 metre karelik eve taşıdı. Yüze yakın misafir ağırlanabilecek büyük salonu, yatak odası, çalışma odası ve mutfağı olan böyle evler Urumçi ’ de ilk defa yapıldığı için öncelikle yöneticiler ve zenginler bu evi ziyaret etmeye başladılar. Belediye Yazarlar Birliği ile “Tanrıdağ” dergisi redaksiyon bölümü “Nevruz” belgeselini hazırlamak için bu evi seçti. Rabia Kadir bir gün Sıddıkhacı’nın çalışma arkadaşlarını evine davet etti. Ziyafette heyecanlanan Rauf Evzi şöyle dedi: “Ben aslında utancımdan gelmeyecektim, ama Rabia Kadir gibi sivri dilli ve sözünde duran cesaretli kadına teşekkür etmeyi bir bor ؟bilerek buraya geldim. Ben hayatımda 60 yuan alarak 7 katli bina yapan insani hiç duymamıştım. Biz kendimizi aydın zannederek milletimizi kurtaracağız diye yaşıyormuşuz, Rabia Kadir kadar olamadık. Gurur duy Sıddıkhacı, yiğit, iradeli Rabia Kadir’den hepimiz gurur duymalıyız.” 119 Rabia, misafirlerin tebriklerini duyunca tatil tatil gülümsedi. RaufEvzi’ye özellikle teşekkür etti. Onun kalbinde birkaç yıl önce yaşanan ev kavgasıyla ilgili hiçbir husumet kalmamıştı. 0, sadece halkım beni kamçılıyor, sağolsun, bu daha ilk adim diye düşünüyordu. Rabia Kadir Ticaret Sarayı Lojman binası yapımı sırasında inşaatla ilgili işlemler, hükümet onayı ile ilgili işlemler ve banka kredisi alma yöntemleri konusunda epey deneyim sahibi olan Rabia hiç zaman geçirmeden 7 katli büyük ticaret sarayı yapmanın plânını kurmaya başlamıştı. 1990 yılında Rabia, odasının ortasındaki cam masa üzerine konulan gelecekteki Rabia Kadir Ticaret Sarayı’nın görkemli maketine bakarak düşünceye daldı. 'Bina için yer hazır, üstelik caddeye bakan köşede. 7 katlı modem bina için 10,000,000 yuan para gidecek, bunun 3,000,000 yuan kadarım kendim ayarlarsam, 3,000,000 yuan kadarım ticaretçilerden toplarsam, geri kalan 4,000,000 yuanı bankadan kredi olarak alırsam para da hazır demektir. Şimdi inşaatla ilgili bilimsel raporu hükümete onaylatırsam... inşaat şirketleriyle anlaşıp işe başlarım... Belediye yöneticileri Rabia’nın raporunu okuduktan sonra başlarım hayır anlamında salladılar. Onlar: “Bildiğimiz kadarıyla şu anda Çin’de kimse şahıs adıyla 7 katlı ticaret binası yapmadı, üstelik siz azınlık milletten hem de bir kadınsınız. Bu işi söylerseniz herkes şaşıracak, bu bir fantazi gibi geliyor, biz izin veremeyiz.” dediler. Rabia, raporu Özerk Bölge Halk Hükümeti’nin başkanlarına yolladı. Onlardan da cevap gelmedi. “Acaba, merkezi hükümetin bir kısım kişilerin önceden zenginleşmesini teşvik etme politikası yalan mıdır, yoksa siz mi engelliyorsunuz?” dedi Rabia hükümet yetkililerine. Rabia o günlerde hamileydi, doğumu yaklaşmakta idi. O, her gün Özerk Bölge Halk Hükümeti’nin binası önüne gelip araştırdı. Son 120 günlerinde mesai için gelen başkan ve yardımcıları onun hükümet binası önünde doğum yapmasından endişe ediyorlardı. Rabia ise soranlara: “Gerekirse burada doğuracağım, ama inşaat planını onaylatmadan hiçbir yere gitmeyeceğim.” dedi net bir şekilde. Bundan etkilenen başkanlar olağanüstü toplanarak raporu müzakere edip onayladılar ve Belediye’ye havale ettiler. Urumçi şehrinin inşaat işlerinden sorumlu müdür yardımcısı Zhang Guowen onay belgesini okuduktan sonra: “Rabia Hanım, inşaat nedir, binanın içi ve dışının süslenmesi nedir biliyor musunuz? Bu oturduğunuz evin inşaatına benzemez, şakaya gelecek bir iş değil. Bir bina yapmak için biz belediye yöneticileri burada aylarca toplantı yapıyoruz, haberiniz olsun.” dedi. “Uygurların yüzyıllık mimari eserlerini görmediniz mi, Bin Evler (Buda Bin evler) deki, İdgah’taki nakış ve süslemeleri görmediniz mi? Atalarımız siz yokken kimseye onaylatma gereği de duymadan nice binaları yapabilmişler. O zaman da biz sizinle komşu devlet idik, şimdi siz bizi yönetiyorsunuz, Pekin’deki Yasak Kent’in projesini kimin çizdiğini de biliyorsunuzdur? Benim atalarım yüzyıllar önce yapabildikleri işi bugün ben niye yapamayacakmışım? Siz onaylayın, binanın nasıl yapılacağını, içinin ve dışının nasıl süsleneceğini size gösteririm„ dedi Rabia ona cevaben. Belediye yöneticileri Uygurların bu kadar büyük bir işi tutup çok para kazanmalarını istemeseler de, Rabia’nın bu inşaatı bitireceğine inanmasalar da, Özerk Bölge başkanlarının, Belediye başkanı Yusuf İsa’nın takip etmesi ve onaylamasından çekinerek bir ay içerisinde onayladılar. Prosedür gereğince, ünlü inşaat şirketlerinin bina planlarını, inşaat projelerini ve maketlerini yaparak ihaleye katılmak için Rabia’nın odasına koydular. Rabia 20١den fazla maket ve proje 121 içerisinden hiç tereddüt etmeden tek Uygur mimar olan Enver’in projesini seçti. Rabia’nın düşüncesine göre, bir Uygur’un binasını elbette bir Uygur’un planlaması gerekti, inşaat Projesi ve Planlama İdaresi’nin yöneticileri, mühendisleri Rabia’nın kendi milletinden birisinin projesini seçtiğini görünce şok oldular. Ocak 1990’da yapılan temel atma töreninde Belediye başkanı Yusuf İsa kurdele kesti. Tebrikledi. Hükümetin ilgili kuramlarından gelen yöneticiler, sanatçılar ve muhabirler törene katıldılar. Rabia’nın milli hislerle dolu ateşli sözleri katılanları ağlattı. Rabia, inşaat başlamadan önce iki koçu tekbirlerle kurban kestirdi. Ziyafette bir araya gelen Uygur Ticaretçiler yine şikayet etmeye başladılar. ‘’Bu sefer gerçekten gözü peklik etmişsiniz hanım, hükümet inşaatı denen şaka yapılacak bir şey değil, parayla ayağa kalkacak bir şey, bina iki kat yükseldikten sonra kalan parayı nasıl bulacaksınız?’’. ‘’Hey, hanım, hükümeti çok küçümsemişsiniz, sizi tam tuzağa düşürmüş, bina bitmek üzereyken kalan para nerede deyip her şeyi ellerine geçirecekler, bunlar utanmaz insanlardır, defalarca görmedik mi bunları.’’ Rabia, ticaretçilere cesaretle cevap verdi: ‘’Eskiler ticarette risk almak sünnet derlermiş, yoldan çıkma handan korkma, diye bir atasözü de var. Ben eksik kalan parayı hem hükümetten hem sizden alacağım, önüme kendiniz getireceksiniz, Dönkörük Pazarı’nı yaptığımda kapıştığınız gibi.” Rabia, böylece bankaya yatırdığı 3 milyon yuan parayla binanın 3. katına kadar olan kısmını yaptırdı. Bankadan aldığı 3,000,000 yuan parayla 7 katlı binanın kaba inşaatını bitirdi. İnşaat şirketi kalan 4,000,000 yuan para için Rabia’yı sıkıştırmaya başladı. Uygurların sosyal olaylarını, toplumsal yaşamlarını ve kitlesel eğilimlerini şuurlu bir şekilde gözlemleyen Uygur aydınları ile dini ulamalar, ayrıca geniş halk kitlesi, Rabia Kadir’in Uygurlar’ın gururunu okşayan, ekonomik yönden ayağa kalkmasını sağlayan ve komünist partinin önderliği olmadan da refaha erişmenin mümkün 122 olduğunu gerçekten ispat eden bu inşaatını, bütün imkanlarıyla destekledikleri bir anda kimliği bilinmeyen bir gölge çeşitli fitneler yayıyordu. Onlar, Hükümetin güvenilir kaynaklarından haber aldım, Rabia’nın parası yetişmeyince inşaat durmuş, Rabia 3,000,000 yuan borçlanmış, yakında banka inşaata el koyacakmış şeklinde söylentiler yaydılar. Bunun etkisiyle hükümet yöneticileri, hatta yönetim kurulundakiler de toplantılardan önce Rabia’nın binası hakkında tartışmaya başladılar. Düğün dernek, aş ve ziyafetlerin hepsi Rabia’nın babasının kaderiyle başlayıp yine onunla ilgili konuşmalarla bitiyordu. Etrafta dedikodu, şikayet ve fitneler çoğalmaya başladı. İnsanlar mahsus Rabia’nın binasını görmeye ve akibetini takip etmeye geliyorlardı. Bu dedikoduların arkasında, merkezi hükümetin takipsizlik karan ile dosyalan çoktan yakılan “Halk Devrimci Partisi”nin üyelerini gizli bir şekilde kaydederek kara liste düzenlemekte olan emniyet kurumlan vardı. Onlar özel ekip oluşturarak Rabia’nın bunca parasının arkasında teşkilatçı Sıddıkhacı’nın parmağının olup olmadığını araştırıyorlardı. Onlara bu talimatı verenler ise, şehirdeki inşaat ve ticaret yollarım kendi ellerine geçirme planı yapan ve Rabia’dan çekindiği için gizli hareket eden Parti Komitesi sekreterinin, yani Wang sülalesinin prensleriydi. Bu fitnelere ilk önce inanarak insanları kışkırtanlar ise kendilerini köklü ticaretçilerden diye yutturmaya çalışan, sofranın baş köşesini kapınca büyük konuşan, kötü niyetli ve çekemeyen bazı Uygur ticaretçiler idi. Böylece, insanların bu binanın biteceğine olan güveni azalmakta idi. Tam o sırada, Rabia Kadir’i açıkça ve dolaylı yollardan destekleyen, elindeki yetkilerinin imkanı dahilinde kendi milleti için ufak tefek bazı işler yapmakta olan Tohtı Sabir, Pekin.de kurulan bir tuzakla tutuklandı ve daha alt düzey makama tayin edilerek cezalandırıldı. Bu olay, diğer Uygur yetkilileri için bir uyarı sayılırdı. Çünkü Tohtı Sabir, hükümetin sanayi ve ulaşımdan sorumlu başkan 123 yardımcısı idi. O, devlet kaynaklan ve banka sermayesi ile özel çıkar elde etmek isteyen Çinli bürokratların ve çocuklarının yolunu kesen bir kaplan idi. Ona rağmen Uygur yetkililer, aydınlar ve çok sayıdaki ticaretçi yine de Rabia Kadir’e akıl verdiler, fikir verdiler, destek verdiler. Uygur yetkililerin teşviki ve araya girmeleriyle Rabia Kadir ardı ardına Belediye, Özerk Bölge ve ülke çapındaki Ticaret ve Sanayiciler Demeği nin yönetim kumlu üyesi ve başkan yardımcılığına seçildi. Siyasi İstişare Kurulu’nun benzer düzeydeki kurumlarına üye, daimi üye olarak tayin edildi. Özerk Bölge İşletmeciler ve Kadın İşletmeciler Derneği’nin başkan yardımcısı olarak görevlendirildi. Rabia, Uygur ticaretçilerine hiç küsmedi. Fazla konuşanlara ise: Kardeşim, sizi, işsiz dolaşan genç kardeşleri, aç çıplak çiftçilerimi düşünüyorum, yoksa benim servetim bana yeter aşar. Oyunu benden para, arsa ve yetki isteyen büyük beylerin oynadıklarını biliyorum. Kırk yıldan beri onlar böyle oyunlar oynaya oynaya bizi de pişirdiler, uyanık olalım, çıkarımızı, hakkımızı korumayı öğrenelim, onların beyinlerimizi zehirleyip kafa dövüştürmelerine izin vermeyelim, ben sadece onlara bir Uygur’un, bir Uygur annenin kendi halkının gamıyla iradesini ortaya koyabileceğini, boy göstermek isteyen insanın kesinlikle amacına ulaşabileceğini, engellerden, suikastlardan korkmayacağını göstermek istiyorum, yaptıklarımla ispat etmek istiyorum. Benim yapacağım büyük işler daha önümde duruyor, bunlar beni Tohtı Sabir gibi devirebilirler, komployla hapse de atabilirler, ama ben korkmuyorum, çünkü benim kalbimde Allah var, başladığım işi asla bırakmayacağım. Şunu da söyleyeyim kardeşlerim, inşaat için eksik kalan parayı sizden yalvarmadan güzelce alacağım. Artık biz Uygurlar da başkaları gibi modem binalarda medeni bir şekilde ticaret yapacağız” dedi. 4,000,000 yuan söz konusu olunca, herkesin aklı o parada kalıyordu. Binanın inşaatı bitince 350 dükkan, restaurant, merasim 124 salonları ve ofisler hazır oldu. Rabia Kadir Ticaret Sarayı nın ihtişamlı, heybetli ve insanı imrendiren güzel binası boy gösterdi. Rabia Kadir, ticaret sarayının dükkanlarını kiralama ve deposit parasını toplama hakkında duyuru yaptı. İşlek pazarın ortasında, kavşağın hemen köşesinde ortaya çıkan sarayın dükkanları tüccrlar için gerçekten iyi ticaret yeri idi. Tüccarlar, ticarete başlamak isteyenler Rabia Kadir Ticaret Sarayı’ndan birer dükkan veya tezgah kiralamak için deposit parası vermeye başladılar. Bazı günlerde Rabia, sabah para karşılığında kimlik kartı dağıtmaya başlasa, akşam olduğunun farkına bile varmazdı, bazı günlerde 3-4 eleman birlikte çalışmasına rağmen kuyruğa girenlere kimlik kartı dağıtmaya yetişemiyordu. Bina içindeki dükkanlar için 10,000 yuan, sokağa bakan büyük dükkanlar için 30,000 yuanden deposit toplandı. Para ödeyen kişilerin sayısı bini geçti. Böylece dükkanlar daha tamamen kiralanmadan 4,000,000 yuan para toplandı. Ticaret Sarayı işe başlayıncaya kadar ticaret yapmak için’kayıt yaptıranların sayısı 10 bini geçti. Önce kayıt yaptırıp 10,000 yuane dükkan kiralayanlar, ikinci el dükkan sahibi olarak 50,000 yuanden, dışarıdaki dükkanları 300,000 yuanden başkalarına kiralayarak pek çok para kazandılar. Kısacası yaklaşık 5 bin kişi bu dükkanlardan kâr elde etti. Bir kaç yıllık ticaretten sonra bunların yüzde 80’i milyoner hâline geldi. Hatta bazı dükkanları, bir kaç kişi ortaklaşa açtı. Böylece bu pazar bütün Doğu Türkistan çapında Uygurların, ayrıca Kazak, Özbek, Tatar gibi kardeşlerin toptancılık merkezine dönüştü. Rabia Kadir, sonunda akıllı ve çalışkan Uygur halkının eğer biri rehberlik ederse, yönlendirirse, risk alarak yol açarsa hepsinin peşinden geleceğini derinden anladı. Ondan itibaren Uygur ticaretçileri çeşitli şehirlerde Rabia’yı taklit ederek ardı ardına bina yapmaya başladılar. 125 Uygur Mimarları Rabia Kadir, inşaatın başladığı günden itibaren Urumçi Belediyesinin inşaat işlerinden sorumlu başkan yardımcısı Zhang Guowen İnşaatı süslemenin ne demek olduğunu biliyor musunuz. şeklindeki hakaret dolu sözünü aklında iyice tutmuştu. O, Sıddıkhacı’nın yardımıyla kaynaklardan Uygur mimarisi ve süslemesi hakkında bilgi edindi, öğrendi. Eski tarz süsleme yeteneği olan ustaları araştırdı. Çok yoğun olduğu bir sırada vakit ayırarak Kaşgar’a gitti. Uçaktan iner inmez süsleme ustalarını aradı. Bir köydeki kuşaktan kuşağa süsleme işiyle uğraşan ustalarla görüştü. Yaşı yetmişi geçen ihtiyar usta heyecanla: “Hükümet, Kültür Devrimi’ni başlatınca bizim sanatımız dört gerilik diye yasaklanmıştı, beni de sokaklarda teşhir etmişlerdi. O zamandan bu yana atalarımızdan kalan gül gibi sanatımızın bizimle birlikte mezara gömülmesinden endişe edip Allah’a yalvararak dua ediyordum. Bugün siz sanatımızı gösterme fırsatı yarattınız, canla başla çalışacağız, bütün sanatımızı göstereceğiz, sağolun” dedi titreyerek ağlayıp. Rabia, ustaların her birine birer bin yuanden para verdi ve çabuk hazırlanıp Urumçi ye gelmelerini tenbih ettikten sonra kendisi döndü. Çünkü Kazakistan gibi batı Türkistan ülkeleri bağımsızlığına kavuştukları için şimdi ticaret yollan da açılmıştı. Rabia Kazakistan’dan alınacak deri ve demirin kalitesini araştırıp fiyatı konusunda anlaşma yapmak üzere oraya gitmek zorundaydı. O, bir kaç gün sonra Kazakistan'dan Urumçi'ye döndüğünde Ticaret Sarayı’nın önünde tozlu yüklerinin üzerinde oturan Kaşgarlı 15 kişiyi gördü. Büyüğü 60 yaşın üzerinde, küçüğü 20 yaş civarında olan bu yetenekli sanat ustaları Rabia'yı görünce sevindiler, se-tamlaştılar. Rabia hemen oracıkta ustaların yükü ve giysilerim bir kenara aldırdıktan sonra onları geniş salona konulan, bembeyaz çarşafların örtüldüğü yataklara götürdü. Üzerilerine giymeleri için yeni elbiseler verdi. Onlara koyun kestirerek ziyafet verdi. Onların yorgan, döşek ve çamaşırlarını yıkatıp ütületti. Akrabası gibi sıcak karşılanan 126 ustalar ertesi gün çalışmaya başladılar. Rabia, onlara ücret ve çalışma süresi üzerinde anlaşmak gerektiğini söyleyince onların büyüğü kızarak: “Rabia Hanım, siz Kaşgar gibi uzak bir yere ayağımıza geldiniz, atalarımızdan kalan, ama gömülmek üzere olan sanatımızı tanıtma imkanı yarattınız, üstelik hiç tanımadığınız kişilere birer bin yuan para dağıtarak gittiniz, bunlar bize olan güveninizdir, biz sizi utandırmadan, sanatımızı esirgemeden işimizi istediğiniz gibi bitireceğiz, bize para lazım değil” diye pazarlık yapmaya hiç yanaşmadı. İşte bu, Uygur sanat ustalarının halis ticaret ahlakı idi. Rabia, kara gözlü, yüksek burunlu ve boylu poslu bu ustaların çalışmalarından daha işin başındayken memnun kaldı. İlk olarak binanın 5. katındaki merasim salonunun süslenmesi işini bu ustalara verdi. O günlerde Rabia, Urumçi’deki birçok ticaretçiyi alarak Kazakistan’a gitmişti. Orada fuar düzenleyerek toptan ve perakende mal dağıtma ticaretini başlatma işleriyle uğraştı. Kazakistan’dan iki ay sonra döndü. Merasim salonuna girince hayran kaldı. Onun gözleri önünde cennet bahçesi gibi güzel süslenmiş bir manzara ortaya çıkmıştı. Duvarlardaki süslenmiş güzel resimler, şiirler, hikmetler, lirik doğa resimleri, sütun ve köşelerdeki çiçek resimleri, oymalar, ayrıca Uygur halkının kültürünü, tarihi geçmişini, üzüntülerini yansıtan tablolar insanı cezbediyordu. Salona giren kişi duvardaki bu heybetli, ihtişamlı, renkli boyalarla süslenmiş kabartmaları gördüğünde kendini ziyafet salonunda değil, tarihi sanat müzesine girmiş gibi hissederek derin hayallere dalardı. Ustalıkta kemale eren sanat ustalarının bu kerameti herkesi memnun bırakmıştı. Rabia Kadir, bir şükran ziyafetinde Özerk Bölge ve Belediye’nin yöneticilerini çağırarak Kaşgar’ın süsleme ustalarını onlara tanıttı. Zhang Guowen denen Belediye başkan yardımcısını özellikle davet ederek: 127 “Uygur’un milli süslemeciliği, geleneksel mimari sanatı nasılmış, iyice bakın” diye çıkışmaya da yetişti. “Doğrusunu söylersem” dedi o Çinli Müslüman kızarıp afallayarak, “başlangıçta hiç güvenmemiştim, başkalarından duyunca utanıp buraya gelmeye cesaret edemedim, sonra aklına koyduğunu yapmadan bırakmayan, ağzından çıkan sözüne bağlı kalan böyle cesaretli kadını ve onun binasını bir daha görmek niyetiyle buraya geldim, ikna oldum, bildiğim kadarıyla şimdiye dek kimse böyle ihtişamlı bina yapmadı.” Rabia, süsleme ustalarının işi bitince onların şerefine veda ziyafeti düzenledi. Rabia, ziyafette: “işinizden çok memnun kaldım, ne kadar ücret talep ederseniz çekinmeden söyleyin” diye sordu. Ustalar hep bir ağızdan: “Hanım, biz sanatımızı gösterme fırsatına eriştiğimiz için sizden bin kere razıyız. Biz para için çalışmadık.” Rabia, masanın üzerine 500,000 yuan parayı koyarak: “Buyrun, hakkınızı helâl ederek ücretlerinizi alın, bunun dışında yine size bir araba hediye ediyorum. Sizin helal emeğiniz için, asil sanatınız için, inancınız için ödül olarak verdim” dedi. Ustalar başlangıçta buna inanamadılar, birbirlerine bakıştılar, sonra gözlerinden yaş akıtarak ağladılar. Aralarından birisi: “Rabia Hanım, bu çok fazla, bizi utandırmayın, ücretimiz için ise 100,000 yuan de fazladır. Biz yeni geldiğimizde bir kaç hemşerimiz ‘Vah zavallılar, Rabia’ya bedava çalışıyorsunuz, bir kuruş bile ücret alamazsınız’ demişti, biz sizden akıl aldık, yol bulduk, Allah razı olsun” dedi. Rabia yüksek sesle: ‘’Kardeşlerim, ben sizin gül gibi sanatınızın gelişmesine vesile oldum. Birleşiniz, şirketler kurunuz, büyük işler yapınız, milletimizin asil mimari ve süsleme geleneğini herkese tanıtınız, evlatlara miras bırakınız, ben sizin için daha büyük işler ayarladım, işiniz hayırlı 128 olsun” dedi. Ustalar gözlerinden yaş dökerek ardı ardına teşekkür ettiler. Kaşgarlı süsleme ustaları, Rabia Kadir Ticaret Sarayı’ndaki işleri biter bitmez Pekin’deki Halk Kurultayı binasının Uygur bölümünün duvarlarım süslemeleri için Pekin’e çağrıldı. Usta çırak olmak üzere 53 kişi Pekin’de çalışarak Uygur süslemeciliğinin mucizesini onlara bir daha gösterdiler. Rabia, onların ücreti için yüksek fiyat belirlediği için, Pekin’deki çalışmalarından 3,600,000 yuan para kazandılar. Böylece bu ustaların şirketi, sanatı mükemmel, itibarı yüksek ünlü şirketlerden biri hâline geldi. Aradan fazla geçmeden bu ustalar teşekkür etmek için Rabia Kadir Ticaret Sarayı’nın merasim salonuna mahsus yapılmış 150 adet süslü masa ve sandalye hediye ettiler. Kaliteli ağaçtan, çiçek motifleriyle süslenerek yapılmış bu masa ve sandalyeler merasim salonuna ayrı bir güzellik kattı. Ofis ve evlere süs verdi. Bunları görenlerin hepsi yetenekli, iyi niyetli süsleme ustalarına, aferin, dediler. Ondan itibaren Urumçi, Kaşgar ve Kulca gibi şehirlerde ve diğer bölgelerde Uygur tarzı ev yapma, süsleme ve bezeme moda hâline geldi. Süsleme ve oyma ustaları yetişemez oldular. Bir müddet kaybolan Uygur mimari sanatı yeniden canlandı. Kaz Yerken Ördeğin Peşine Düş Ağustos 1992’de Rabia Kadir’in “Akide Holding”e bağlı Rabia Kadir Ticaret Sarayı ticarete resmen başladı. Pazardaki 150’den fazla ticaretçinin büyük çoğunluğu Uygurların eski yurtları olan Kaşgar, Hoten ve Aksu gibi bölgelerden gelenlerdi ve Çin hükümet idarelerinin çeşitli engel ve baskılarına maruz kalmakla birlikte bazı kişilerce de “serseriler” diye küçümseniyorlardı. Onlar mukim dükkana, veresiye mal alabilecek imkana kavuştuktan sonra çok çalışarak ticaretin kurallarını öğrendiler. Yılsonunda hemen hemen hepsi 30-40 bin yuan parası olan orta düzeyli tüccarlar hâline gelerek 129 Urumçi’den ev alıp en büyük dertten kurtuldular. Sonra bunlardan mal alan ve bunlara mal verenler olmak üzere yaklaşık 5 bin ticaretçi doğrudan ya da dolaylı olarak para kazanıp zenginleşmeye başladılar. Özerk Bölge ve belediyeye bağlı yönetici ve bürokratlar arasında halkı düşünenler veya Rabia’nın sayesinde amirine yaranmak isteyenler ya da Rabia’dan çeşitli şekilde çıkar sağlamak isteyenler toplumsal etkinliklerde Rabia’yı övüp göklere çıkarmaya başladılar. Rabia’nın sivil toplum örgüt ve kuruluşlarındaki, Pekin’deki Siyasi İstişare Kurulu gibi üst düzey organlardaki mevkileri de yükselmeye başladı. Rabia işlerini yoluna soktuktan sonra aslında aklına koyduğu ve kocası Sıddıkhacı ile sözleştiği işlerini, Siyasi İstişare Kurulu’nun, Ticaret ve Sanayiciler Birliği’nin, İşletmeciler Derneği’nin hayli yüksek düzeydeki yöneticisi kimliğiyle başlattı. O, bütün şehir, ilçe ve köylerdeki Uygur ticaretçilerin, özellikle kadın ticaretçilerin rekabet ve direnme bilincini yükseltmelerine, hukuk, banka ve maliye ile ilgili işlemleri öğrenmelerine, ticaret haberlerine hızlı ulaşmalarına, kreş, eğitim ve sağlık merkezlerini kurmalarına, kendi milletinin hizmet sektöründeki ticareti geliştirmelerine, kısacası milletin parasını mümkün olduğu kadar göçmenlere kaptırmamalarına yardım etti, yol gösterdi, akıl verdi. Yurtdışı ticaret alanındakilerle irtibat kurdu. Yabancı ticaretçileri ağırladı, fikir ve bilgi alış verişinde bulundu. Sovyetler Birliği’nin parçalanması, üstelik Uygur halkına felaket getiren komünizm rejiminin Gorbaçov gibi diktatörün eliyle bir damla kan akmadan yıkılması, Uygurların Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen ve Azeri gibi soydaşlarına bağımsızlık şansını getirirken Uygurlara umut ve güven getirmişti. Uygurlar yalnız ideoloji, teori, inanç, tarih, kültür, edebiyat, sanat gibi alanlarda canlanma, uyanma, kendini tanıma, mevcut baskıya direnme gücünü arttırmakla kalmayıp geleneksel yeteneğini, yani tarihi İpek Yolu’ndaki patronluk ruhunu canlandırmakta, çeşitli alanlara el atıp para kazandırabilecek alanların 130 hepsine risk alarak girmekte idiler. Çin yönetimini ele geçiren Deng Şiaoping milli gururuyla “Kedinin ak veya kara olması değil, fare yakalaması önemlidir” şeklindeki söylemi şahısların para kazanmalarına izin verilmesi anlamına geldiği için, bu Uygurlara da “Buğdayın sayesinde karamuk su içmiş” misali iyi bir imkan yaratmıştı. Rabia, işte bu akımın öncüsü, kılavuzu ve en cesur risk alıcısı idi. Bu alanda onunla hasetle uğraşan Çinli ticaretçiler de onu takip ediyorlardı ya da yönetimin yüzsüzlüğünden ve halkın nefretinden korkup gizli ticaret yapıyorlardı. Rabia için fırsat değerli idi. Sovyetler Birliği’nde yıkılan planlı ekonomik sistemin etkisiyle Orta Asya Cumhuriyetlerinde ve Rusya gibi yeni bağımsız olan ülkelerde ortaya çıkan gereksinim ürünleri kıtlığı, ilk önce Rabia’nın dikkatini çekti. Çin Merkezi Dış Ticaret Bakanlığının Urumçi şehrine Kazakistan gibi cumhuriyetlere doğrudan mal nakliyatı yapma yetkisini vermesi Rabia için para kazanmanın altın fırsatını getirmişti. Normalde bu cumhuriyetlerden gelip bavul ticareti yapan turistlere Rabia Kadir Ticaret Sarayı mal takaslama şeklinde hizmet veriyordu. Onların getirdikleri mal. ve para çok sınırlı olduğu için fazla mal satın alamıyorlardı. Rabia bu fırsatı değerlendirip Urumçi Belediyesi Ticaret ve Sanayiciler Birliği adına Orta Asya Cumhuriyetlerini ziyaret etme, seyyar ürün sergisi düzenleme hakkında rapor hazırlayarak ilgili makamlara sundu. Rapor hemen onaylandı. 1992 yılının Ağustos ayının başında, Rabia Kadir 30١dan fazla Uygur ticaretçiyi alıp beş kamyona mal yükleyerek Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan gibi cumhuriyetleri ziyaret etti. Birlikte giden ticaretçiler, mal satma peşine düşerlerken Rabia çeşitli cumhuriyetlerin cumhurbaşkanları ve hanımlarıyla görüşüp onların bağımsızlığa kaçışmalarını Uygur halkı adına kutladı. 0, Uygurların kalabalık olarak yaşadıkları camilere gidip mal ve para bağışında bulundu. Onlara' vatanındaki kardeşlerinin se-lamını iletti. Bu sırada 0, yurtdışındaki Uygurların, ayrıca çeşitli cumhuriyetlerdeki soydaşların 131 kendi bağımsızlıklarından kendisi kadar heyecan duymadıklarına, bu bağımsızlığın değerini kavrayamadıklarına çok üzüldü. Bağımsızlık onların akıllarına bile gelmemişti. Bu durum onu çok rahatsız etti. Rabia, bu ülkelerde pek çok demir ؟elik malzemesi ve pamuk bulunduğunu, fiyatının da ucuzluğunu ve bunları mal takaslama şeklinde satın almanın mümkün olduğunu öğrendi ve Urumçi’ye döner dönmez hemen demir ve pamuk ithalatı yapma, hakkında ilgili makamlara rapor sundu. 0 zaman para saymayı bilen Uygurların hemen hemen hepsi kumaş, giysi ve adidas ticareti yapmaya başlamıştı. Görünüşte Uygurlar para kazanıyorlarmış gibi görünseler de, gerçekte Çin’in deniz kıyılarında bulunan sanayi merkezlerindeki tüccarlar kazanıyorlardı. Onlar sahte markalı taklit mallarını büyük miktarlar-da Uygur pazarına sokuyorlardı. Uygurlar ise, sadece mal taşıma, pazar açma ve müşteri bulma rolünü oynuyorlardı. Bütün ticaretin kaymağım Çinli tüccarlar yiyor, Uygurlar ise artıklarını yalıyorlardı. Bu sadece meselenin ticaretle ilgili yüzü idi. Çin hükümeti, Orta Asya Cumhuriyetlerini gelecekte kontrol altına alma maksadıyla “büyük miktarlarda mal naklederek ağır borç altına soktuktan sonra diplomasi politikası uygulama” stratejisi hakkında gizli genelge yayımlanmıştı. Urumçi Belediyesi, hükümet adma Kazakistan’a beş defa mal götürüp parasını alamadığını merkeze rapor ettiğinde cezalandırılmak bir yana daha fazla mal götürme talimatıyla ve 20 adet uluslararası nakliyat aracı TIR ile ödüllendirilmişti. Üstelik Çin’in en büyük devlet baraj inşaatı olan Senşa Baraji için büyük miktarda demir çeliğe ihtiyacı vardı. Deniz kıyılarındaki Çin şirketleri Amerika, Avrupa tekstil fabrikalarının siparişlerini kabul etme iznini aldıktan sonra büyük miktarda ucuz pamuğa ciddi ihtiyaç duymakta idi. Rabia Urumçi Belediyesi Dış Ticaret Dairesi adına yönetme ve kârın yüzde 20’sini ödeme koşuluyla demir çelik ve pamuk ithal etme yetkisine eriştikten sonra Orta Asya’ya yöneldi. Fazla geçmeden Rabia’nın demir çelik ve pamuk yüklenen tırları Taşkent, Bişkek ve Almatı şehirlerinden yola çıkarak Korgas, Alatav hudut girişlerinden geçip Urumçi’ye ulaştı. Bu ticaret, mal takaslama şeklinde başladığı 132 için hükümetler adına yapıldı. Rabia, ticaretin kaymağını yerken kardeşlerini asla unutmadı. O, bütün ticaretçilere yol gösterdi, işlem yöntemlerini öğretti, onları korkmadan cesaretle ticaret yapmaya teşvik etti, yeni yeni ticari haberlerle bilgilendirdi. Böylece Rabia, uluslararası ithalat ihracata başladıktan 6 ay sonra Korgas’taki Çin gümrük noktasından Uygurların mal yüklü binlerce Tır’ı Yarkent’e kadar sıra bekler bir duruma geldi. Bu ticarette yalnız Uygurlar değil, karşı taraftaki ticaretçiler, hatta mal alım satımıyla ilgili yetkililer de Rabia’yı kendilerine doğal rehber yapmışlardı. Hepsi ondan akıl sorar, talimat alır, mallarının kalitesini değerlendirmesini isterlerdi. Sorunu olanlar, sorunlarını anlatırlar, pazarlıkta anlaşamayanlar onu arabulucu olmaya çağırırlardı, ticaretle ilgili kavgaların çözümünü ona havale ederlerdi. İki tarafın hudut polisleri, karantina personelleri, gümrük memurları ve nakliyatçıların hepsi Rabia Kadir geldiğinde saygıyla yol verirlerdi, ona hizmet ederlerdi, şoförler onun arabasına öncelik tanırlardı. Rabia Kadir, ticaret sırasında ülkelerarası dostluğa, milli dayanışmaya ve diplomasiye özellikle dikkat ederdi. O, Taşkent’te sular seller gibi Özbekçe konuşurken, Bişkek’te Kırgızca konuşuyordu, kendisi Altay’da Kazakça okulda okuduğu için Kazakistan ’ da Kazak gibi akıcı konuşuyordu. Rabia, ticaret alanını genişletmek, türünü artırmakla kalmayıp Hong Kong’dan İstanbul’a kadar olan uzun mesafede ticari haberleşme ağı kurmuştu. Nerede hangi mal para ederse, Rabia’nın bir eli oraya uzanırdı. Rabia, Uluslararası İthalat-İhracat Şirketi’nin işlerini yoluna soktuktan sonra “Akide Holding”i kurdu. “Akide” denen bu kutsal isim, Rabia ile Sıddıkhacı’nın ilk çocuğunun ismi idi. Sıddıkhacı ile Rabia, 13 Temmuz 1980’de, yani kızının doğduğu gün kızına hangi ismi verecekleri konusunda bir karara varamamışlardı. Rabia’nın dostu Asıma Hanım onlara: 133 “Sizin hayatınız vatan akidesiyle geçti, siz vatan akidesiyle buluşup vatan akidesiyle evlendiniz, biliyorum ki, vatanı kurtarma, Uygur milletini bağımsızlığına kavuşturma, halkı zulümden kurtarma sizin arzunuz, sizin amacınız, sizin umudunuz. Onun için bu uğurda dünyaya getirdiğiniz ilk çocuğunuza Akide diye isim verirseniz iyi olacak” dedi. Bu öneri, tam onların düşündüğü gibi oldu. Böylece Rabia’nın, Sıddıkhacı’nın en yüksek arzu ve isteği, yaşamlarındaki bütün faaliyetlerinin temel amacı ve son hedefi olan vatan ve milleti bağımsızlığına kavuşturma gayesinin yüklendiği bu “Akide” ismi önce onun kızına, sonra holdinge verildi. Rabia, Sıddıkhacı’yla danışarak bu büyük holdinge ünlü bilgin Abdurahim Otkür Efendi’yi, muhterem Yoldaş Yusuf’u, Prof. Abbas Burhan’ı, ünlü şair Osmancan Savut’u ve “Tanrıdağ” dergisinin genel editörü Ablikim Bakı gibi kişileri danışman olarak önerdi ve hükümetin onlara verdiği maaştan daha yüksek maaş belirledi. Onun dışında uyanık ve paralı ticaretçilerden seçtiği ondan fazla kişi ile ticari danışmanlık kurulunu oluşturdu. Rabia, şimdi merkezi Urumçi olmak üzere güneyde Aksu, Kaşgar, Atuş, Hoten bölgelerinde, doğuda Turfan, Toksun, Kumul’da, batıda Kulca, Börtala, Altay’da şube şirketler kurarak bütün bölgelerdeki halkı ticarete, şirket kurmaya teşvik etti. O, halkı hükümete bağlı olmayan, bağımsız ekonomi kurmaya yönlendirmeyi, milli sanat türlerini çoğaltmayı, yerel hükümet kurumlarındaki Uygur yöneticileri etkileyerek yerli ürünleri çoğaltma ve korumayı düşünüyordu. Diğer yandan holdinge yurtdışmda okumuş ve yüksek eğitimli aydınları alarak mimari yapı, nakliyat, maden-metalurji, tarım ürünleri, deri ve yün sanayi gibi alanlarda ticaret ve üretimi geliştirmek için bilimsel araştırmalar yapmaya, bilimsel raporlar hazırlamaya yönlendirdi. Hükümetin Güvenlik ve Emniyet Kurumu, Rabia Kadir’in sanki dizginine dokundurtmaman ehlileşmemiş at gibi koştuğunu, yönetim kalıplarını kırıp bütün gücüyle Uygurları para kazanmaya, zenginleşmeye teşvik ettiğini, Uygurların eğitim düzeyini yükseltmeye çalıştığını, kısacası Uygurları uyandırmaya çalıştığını sürekli gözetiyor ve rapor ediyorlardı. Hatta Rabia’nın yurtdışındaki 134 ayrılıkçı örgüt yöneticileriyle irtibat kurduğu ve onlara para yardımı ettiği konusundaki kuşkularını teyit eden delilleri bulmak için yurtdışına grup grup casus göndermişti. Bazı insaflı casuslar, durumu Rabia’ya bildiriyorlardı. Başka bir deyimle, Rabia, Uygurların elinde olan, ama hükümetin el uzatamayacağı ekonomi kalesini kuruyordu. Bunlar Çinlilere sanki bir devlet kurmaya hazırlanıyormuş gibi bir duygu veriyordu. Onlar yasalarla yasal olmayan işler yapan bu söz dinlemez Uygur kadından bıkmış iseler de ağızlarını açmaya ya da el uzatmaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü Rabia’nın elinde onların kaderini belirleyecek güç, para vardi. Pekin’deki Fuar 1995 yılının Ağustos ayının sonunda Birleşmiş Milletler Kadın Kolları Konseyinin Pekin’de düzenlenecek olan 4. Uluslararası Kadınlar Kongresi’nin arafesinde, Çin Devlet Kadınlar Birliği Pekin’de Kadın İşletmeciler Derneği adına fuar düzenlemeyi kararlaştırdı. Fuarda çeşitli bölgelerdeki kadınların fikir alışverişinde bulunmaları ve kadınlar hizmetiyle ilgili propaganda yapılması amaçlanıyordu. Daha önemlisi kadınlar ya da kadın işletmecilerinin ürettikleri ürünler tanıtılacaktı. Ayrıca yurt dışından Kadınlar Kongresine gelecek delege ve gazetecilere ‘’partinin parlak politikaları’’ gösterilecekti. Rabia, bunun para kazanmanın iyi fırsatı olduğunu düşünerek Pekin’de iyi giden, çabuk satılan malları alarak Pekin’e geldi. O, fuar alanına girince şaşırdı. Stand alanını binlerce Çinli kadın kapmıştı. Fuara katılacak olan bir Uygur ve Tibetli kadın için stand alanının en sonundaki köşeden, yani kimseye gözükmeyen bir yerinden iki dükkan ayrılmıştı. Rabia bu durumu görünce yanında getirdiği Uygur delikanlısına dükkanın üzerine asılan ‘’ Şincang Delegesi Rabia Kadir’in Dükkanı’’ tabelasını söktürdü ve stand alanının büyük kapısının yanındaki 1. No’lu dükkanın üzerindeki tabelayı aldırıp yerine kendi tabelasını astırdı. Fuar yöneticileri derhal yetişip geldiler ve Rabia’yı engellemek istediler, ayrıca bu dükkanın merkezdeki üst düzey bir yöneticinin hanımının 135 dükkanı olduğunu hatırlattılar. Rabia’ya söz dinletemeyince polis çağırdılar. “Yöneticiler dükkanlarını Zhong Nan Hai (Devlet başkanı köşkü)de açsınlar, burası sivillerin fuarı” dedi Rabia kaba bir biçimde, “kim eğer dükkanıma girerse kendimi savunacağım”. Rabia büyük sandığı açarak fuarda sergilemek için getirdiği ışıltılı Yenisar Bıçağı’nı kınından çıkarınca polisler ve yöneticiler hemen tüydüler. “Dükkanın sahibiyim diyen yönetici yüreği varsa gelsin, kendim konuşurum!” dedi Rabia onlara. Bu sözü duyan etraftaki sivil Çinliler, Pekin’deki üst düzey yöneticilerden korkmadan onların yardakçılarının dersini veren Rabia Kadir’e, aferin dediler. Fuara bir gün kala Çin Kadınlar Birliği,nin başkanı Çinli Muhua, bir sürü yönetici ve bürokratları getirip denetlemeye başladı. Yardakçılarından Rabia’nın çıkardığı olayı duymuştu. ‘’Kimmiş benim akrabamın dükkanını zaptedip tabelasını astıran?’’ diyerek Rabia’nın karşısına geldi. kendi “İşte benim, dünyaca ünlü İpek Yolu’nun ticaretini yöneten Uygur evladı Rabia Kadir. Ticaret işte böyle kapışarak yapılan bir meslek, biliyor musunuz, pazar hızlı olanındır” dedi Rabia. Çinli yöneticiler, onun bu sözüne ikna olarak güldüler. Rabia’nın fuar için hazırladığı malları görünce hayran kaldılar. Rabia’nın tezgahında Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatarların renkli giysileri, gündelik eşyaları, süs eşyaları konulmuştu. Duvarlara Uygurların el işlemeli rengarenk şapkaları, ağaç sansan kürkü, kuzu kürkü, tilki derisinden yapılan kalpak, kışlık şapkaları, işlenmiş çeşitli hayvan derileri asılmıştı. Bir duvara Uygur halkının ince sanatıyla güzel bir şekilde süslenerek yapılan ondan fazla çalgı aleti asılmıştı. Bunlar, Uygurların Çinlilere hiç benzemeyen güzel sanat kültürünü yansıtıyordu. Camekana güzel süslenmiş görkemli Uygur bıçakları, altın, gümüş ve pırlantadan yapılmış nefis süs eşyaları konulmuştu. Bu dükkan fuar için değil, sanki müze ya da sergi için hazırlanmış 136 gibiydi. Dükkanda güzel atlas kumaşından yapılmış etek ve şapka giyen Uygur kızları görev almışlardı. Onların Pekin Çincesiyle akıcı bir şekilde konuşmaları ziyaretçileri daha da şaşırtıyordu. Diğer Çinli kadınların dükkanlarına mağazada satılan sıradan mallar konulduğu için ilgi çekmiyordu. Yöneticiler Rabia’nın cesaretini ve tedbirli olduğunu kabul ederek onun dükkanını genişletmeyi kararlaştırdılar. Uçakta 12 santimetreden uzun bıçak taşımak yasak olduğu için birisi Rabia’nın getirdiği iki sandık bıçağın yasal olmayan yollarla getirildiğini iddia ederek sorun çıkarmıştı. Rabia, hemen yasal işlemlerini, bıçağın Uygurların sanat ürünü olduğu hakkındaki belgelerini ve ilgili makamların onay belgelerini göstererek onları mat etti. Olay bulmak için gelen televizyon muhabirleri bu durumu haber yaparak kendileri farkında olmadan Rabia’ya müşteri topladılar. Ertesi günden itibaren pazar coştu. Bütün müşteriler, özellikle Pekin’deki yabancılar, büyükelçilik çalışanları, Rabia’nın dükkanında sıraya girdiler. Şapka, bıçak satın alan müşterilerin ayakları kesilmedi. 5-10 yuan değerindeki bıçaklar 30-40 Amerika Doları’ndan satıldı. O gün akşam Pekin televizyonunda Rabia’nın standı özel olarak tanıtıldı. Sovyetler Birliği’nin pırlanta yüzüklerinin reklamı yapıldı, Hongkong yüzüklerinden hem görkemli hem ucuz olan Rus yüzükleri çok çabuk satıldı. Çinli yöneticiler, paralı zenginler, ertesi günden itibaren pırlanta yüzükler için kuyruğa girdiler. Aslında Sovyetler Birliği’nden sonra bağımsızlığına kavuşmuş Orta Asya ülkelerinden Urumçi’ye, turist kızlar ve kadınlar, ülkeleri fazla mal almalarına izin vermediği için birer ikişerden pırlanta yüzük takarak geliyorlardı. Onlar Rabia’ya bunları düşük fiyattan satıp parasına mal alarak dönüyorlardı. Ra-bia’nın işte bu şekilde topladığı 100’den fazla yüzük Pekin şehrini sarstı. Diğer dükkan sahibi kadınlar mallarını satamadan gazete okuyup otururlarken Rabia 20-30 bin yuan değerindeki malı bir günde sattı. İlk günkü pazar durumuna göre Urumçi’ye telefonla mal siparişi vermişti, iki kişi her gün havaalanından gelen malları dükkana taşıyordu. Rabia, müşterilere mal satmanın dışında yine büyük şirket patronları, paralı Çinli 137 ticaretçilerle çeşitli sözleşmeler yaptı. O, normalde kendisinin Çin şehirlerinden getirip sattığı mallan onlara sipariş eder ve Urumçi teslimi için anlaşıp nakliyat ücretinden de kâr ederdi. Rabia’nın ticaret ilkesi basit ve netti. O: “Ne satarsan alırım, ne alırsan satarım, fiyatta anlaşmak şartıyla” diyordu. Böylece Rusya’ya, Kazakistan’a götürecek birçok malı ucuz fiyattan anlaşarak sözleşme imzaladı. Tezgahtar iki kız duvardaki resim ve sergi ürünlerini göstererek yüz binlerce Çinli ziyaretçi ve müşterilere Uygurların tarihini, kültürünü, İpek Yolu’ndaki rolünü, bugünkü durumunu durmadan anlattı, aynı zamanda Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatar gibi soydaş milletlerin giysilerini ve sanat ürünlerini de bir taraftan tanıtıp bir taraftan satarak paraya çevirdi. Rabia ve elemanları, her gün sabah kalkıp gece yarısına kadar çalışıyorlardı. Bazı günlerde yemek yemeye dahi zaman bulamıyorlardı. “Fırsat kıymetlidir“ diyordu Rabia böyle zamanlarda gülümseyerek “biliyor musunuz kardeşlerim, parayı çuvalla toplamanın fırsatı işte böyle bir defa gelir. Bu fırsatı kaçırmak olmaz. Dayanın, zorluğun ardında rahatlık var, az sonra evinize bir yıllık gelirle döneceksiniz, daha önemlisi, biz Pekinlilere kendimizin nasıl çalışkan ve çevik olduğumuzu, ticarette ustalığımızı, ne kadar temiz ve kültürlü olduğumuzu iyice tanıtmamız lazım. Onlar bizi kebapçı diye küçümsemesinler. Bizim İpek Yolu’nun patronları olduğumuzu anlasınlar„. Rabia, o fuara 5-6 kez mal getirerek çok para kazandı. Ticaretten sonra tam 1,800,000 yuan parayı Pekin’den Urumçi’ye götürdü. Rabia o furada merkezdeki Çinli yöneticilere, Uygurları görmeyen, bilmeyen Çinli aydınlara ve ticaret yapmayı öğrenmekte olan Çinlilere Uygurların ticaretteki akıl ve yeteneğini, çevikliğini ve çalışkanlığını gösterdi. 138 Rabia, Urumçi’ye dönüp dinlendikten sonra bir gün Sıddıkhacı’nın 5-6 yazar ve şair arkadaşına fuar hakkında bilgi vererek şöyle dedi; ‘’Hey, zavallı Uygur yazarları, siz evin içine kapanıp sabaha kadar Çinlileri lanetliyorsunuz, yorulmadan şikayet ediyorsunuz, Uygur milletini hürriyetine kavuşturacağız diye planlar kurup haritalar çizerek palavra atıyorsunuz, sabah olduğunda hiçbir şey olmamış gibi gidip Çinliler için çalışıyorsunuz. Çinliler her gün milyonlarca yuan değerindeki servetimizi götürüyor, on binlerce göçmeni getirip bırakıyorlar, hiç umurumuzda olmuyor, gördünüz mü, ben 20 gün içinde Pekinlilerden yaklaşık 2,000,000 yuan parayı alarak eşimin, Uygur’un cebine koydum’’. Yazarlar damarlarına dokunan bu sözlerden utandılar ve Rabia’ya aferin dediler. Uluslararası Kongre Kürsüsünde 29 Ağustos 1995’te, Birleşmiş Milletler’in 4. Dünya Kadınlar Kongresi, Pekin’de yapıldı. Bu kongre, Çin komünistlerinin Birleşmiş Milletler’e üye olduğu 20 yıldan bu yana ilk kez düzenledikleri geniş kapsamlı, ust düzeyli uluslararası bir toplantı idi. basın mensuplarına iyi izlenim bırakmak için görünüşte de olsa çok gevşek bir politika izledi. Dünya Kadınlar Kongresi’nın sekreterlik ofisinden Rabia Kadir’e toplantıya katılmasıyla ilgili davetname geldi. Ancak hemen arkasından Özerk Bölge Parti Komitesi Kadınlar Birliği aracılığıyla onun katılamayacağını duyurdu. Merkezdekiler kongre sırasında kadın ticaretçi, işletmeciler için fuar düzenleneceğini, Rabia Kadir’in hem fuara hem kongreye katılacağı hakkında tekrar davetname gönderdikten sonra onu engelleyen Parti Komitesi sustu, Rabia hazırlığa başladı. Rabia, Pekin’e erkenden gelerek fuar hazırlığını bitirip kongreye katıldı. Birleşmiş Milletler Kadınlar Kongresi’nın Çinli 139 delegeleri yabancılardan ayrı yerleştirmişti. Sadece açılış töreninde büyük salonda birlikte olduktan sonra diğer faaliyetlerde Hunan Grubu, Şincang Grubu şeklinde yerli gruplara ayrılarak kendi kendine konuşacak, ama yabancılara karışmayacak bir biçimde yerleştirilmişti. Grup içine yine birbirini denetleyen kadm komünistler konulmuştu. Rabia’nın peşinde sürekli onu gözetleyen özel iki istihbaratçı vardı. Onun eline yabancı gazetecilerin doruları verilecek ölçülü cevaplar tutuşturuldu. Ayrıca yine dikkat etmesi gereken, aksi takdirde misafirler gittikten sonra hesabı sorulacak bir sürü husus bildirildi. Rabia kurultayın ilk günü sabah açılış töreninden önce karşılayanlar arasında durup Clınton’un eşi Hiilary Hanım’ı karşıladı. Çinli delegelere itibar etmemeleri söylenmiş ise de, Hiilary Hanım ağır adımlarla mağrur bir edayla salona girdiğinde bütün salondakiler ayağa kalkarak alkışladılar, ona saygı gösterdiler. Hillary Hanım, yolun ik tarafında durup kendisini alkışlayanlara gülümseyip başını sallayarak saygısını ifade ederken Rabia Kadir’in heyecanlı kalbinde sıcak bir duygu dalgalandı. Halk, ünlü politikacıları, adil hükümdarları, önderleri, mutluluk yaratanları ilke ayırmadan, millet ayırmadan baş tacı ediyormuş. Ben, halkımı yoksulluktan ne derece kurtarabildim? Halkımın yüksek arzusu hürriyettir, işte o delegeler gibi özgür yaşamaktır. Acaba ben ne yapabildim? Ne yapmalıyım? Ben ne zaman Hillary Hanım gibi halkımın yüksek saygısına erişecek kadar şerefli bir Uygur kızı olabilirim? Rabia’yı yüksek sorumluluk duygusu ile şan şöhret eğilimli karışık tatlı hayaller sarmıştı. Rabia Kadir ertesi gün gruplara göre yürütülen komünist partinin basiretini öven müzakerelerdeki boş laflardan sıkılarak yavaşça dışarı çıkıp Tibet grubuna baktı. Tibet grubunu yabancı gazeteciler sarmıştı, Tibet delegeleri fırsatı değerlendirip milli propaganda yapıyorlardı. Rabia, bu durumu görünce derin düşünceye daldı. Bu kongrede dünyanın her yerinden gelen binlerce delege, yüzlerce gazeteci var, ben de bir çaresini bulup onlara Uygur umu tanıtsam ne kadar güzel olur! 140 Kongrenin 3. günü genel toplantı salonunda Dünya Kadınlar Kongresi başkamnın yönetiminde Çin çapında gelişip büyüyen ticaretçilerden beş kadını seçerek yabancılara deneyimlerini anlatmak üzere basın toplantısı düzenlendi. Rabia’ya beş kadından biri olduğu duyuruldu. Başkanın, Çin hükümetinin verdiği isim listesini bir kenara bırakıp kişisel olarak Rabia’yı söze davet etmesi, Rabia gibi Uygur’un uluslararası kürsüde özgürce konuşacak olması Çinlileri çok rahatsız, etti. Ama kimse şimdi Rabia’ya engel olamayacaktı. Öğlen yemekte Rabia’nın etrafında dolaşanlar çoğaldılar. Birisi yemek üstünde ona sezdirmeden suyuna uyku ilacı karıştırıp içirdi. Rabia, yemekten sonra odasına girip öğlenden sonraki toplantıya hazırlanmak istedi, ama başını kaldıramayarak tatlı uykuya daldı. O rüya gördü, rüyasında kocası Sıddıkhacı bağırıyordu: Rabia kalk! Uyku ilacı içtin. Toplantıda konuşacaksın, kalk!” Rabia şaşarak uyandı. Bir şeyi sezmiş gibi oldu, gözleri yine kapanıyordu. Başını soğuk suyla yıkadı, biraz kendine geldikten sonra derhal toplantı salonuna doğru koştu. Onun arkasından istihbaratçılar bağırarak kaldılar: “Rabia, soğuk almış gibisiniz, uyuyun, dinlenin!“. Rabia, toplantı salonuna girdiğinde dört hizmetçi önünü kesti ve: “Rabia Hanım, geciktiniz, konuşma sıranız çoktan geçti. Toplantı beş dakika sonra bitecek, artık girmeyin!” “Rabia Hanım, buraya oturun, artık kürsüye çıkmayın!” Rabia, hizmetçileri ve görevli kadınları bir kenara iterek hızla ilerleyip kürsüye ulaştı. Salondakiler Rabia’nın hareketine şaşırdılar. “Affedersiniz hanımlar, geciktim.” Toplantı başkanı toplantıyı yine 10 dakika uzatacağını, Rabia’ya 15 dakika süre vereceğini duyurduktan sonra onu konuşmaya davet etti. Rabia kürsüde şimşek gibi hızlı konuşmaya başladı, o kendi maceralarını değil, Uygurların tarihini anlattı. O, kendisinin 141 nasıl zengin olduğunu değil, Uygurların yoksul kaderini anlattı. Uygurların Çinlilerden tamamen farklı kültüre sahip başka bir millet olduğunu anlattı. Gazetecilerin soru yağmuru başladı: ٠ “Rabia Hanım, siz 60 yuan parayla ticarete başlamışsınız, nasıl bugün Çin çapında en zengin kadın hâline geldiniz?” “Ben bugün bu toplantıya katılmak için ne gibi engelleri aşarak bu kürsüye geldiysem, ticarette de öyle yenerek geldim.” “Bunu biraz açar mısınız?” “Evet, bugün benim bu kürsüde konuşmamı istemeyenler bana uyku ilacı içirdiler. Ben uykudan uyanıp başımı soğuk suyla yıkadıktan sonra sendeleyerek koşup ancak yetiştim ve amacıma ulaştım„. Salon büyük alkış sesleriyle sarsıldı, insanlar her şeyi anladılar. “Sizi böyle zengin olmaya iten şey neydi?„. Bu soruyu Çin “Halkın Günlüğü„ gazetesinin muhabiri sormuştu. Bu sorunun belirlenen ölçülü cevabı “Komünist Partinin doğru yönetimi” idi. “Halkımın cehaleti ve yoksulluk içinde bulunması, hor görülen Uygur kadın ve kızlarının gözyaşları, Uygurların yaşam seviyesinin gittikçe düşmesi, halkımın ekonomi, eğitim ve kültür alanındaki zavallılığı beni para kazanma yoluna götürdü.” Rabia’nın aniden patlamış bomba gibi konuşması katılımcıları ağlattı. Çünkü Rabia kendisi de her cümleyi ağlayarak söylüyordu. Herkes onu uzun süre alkışladı. Pek çok kişi onunla hatıra fotoğrafı çektirdi. Gazeteciler hayran olarak not defterlerine “Uygur” kelimesini yazdılar. On sırada oturan bir yaşlı yabancı hanım yanındaki soylu hanıma fısıldadı: “Bu Uygur kadın Rabia Hanım gerçekten kahramanmış.” O gün Çin gazeteleri dışındaki birçok yabancı gazetelerde, Amerika’nın Sesi radyosunda Rabia’ın Uygurlar hakkındaki konuşması yayımlandı. Toplantıdan sonra Uygur Bölgesi delegelerini getiren Mahinur Hanım ve Gülbostan Hanım ona kızdı: “Hey, Rabia, aslında seni toplantıya getirmeseymişiz, Bölge Parti Komitesi’ndekilerin 142 düşüncesi doğruymuş, sen nereye gitsen hep iş çıkarıyorsun, şimdi bizim başımız belaya girecek.” Rabia onlara bakarak güldü: “Uygurların kültürünü, yaşamını, örf adetlerini tanıttım yahu, bunun neresi kötü?” Kongrenin son günü akşamı eğlence tertip edildi. Dünyanın çeşitli yerlerinden, Çin’in çeşitli bölgelerinden gelen delegeler kendi milli sanatlarını göstermek için ortaya çıktılarsa da ortamı coşturamadılar. Rabia Kadir, bir yerlerden Uygur davul zurnacıları bulup getirerek ortalığı coşturdu. Davulun ritimli sesi ile zurnanın hoş sedası herkesin dikkatini çekti. Bembeyaz ağaç sansarı kürkünden yapılan kalpak ve atlas etek giyen Rabia, tıpkı sanatçılar gibi dans etti. O, Uygur dansının öğrenmiş olduğu bütün inceliklerini kullanarak ortada dönmeye başladı. Onun saçlarını sallaması, parmaklarından çıkardığı sesler, boynunu silkerek kafasını oynatması yabancıları celbetti. Rabia bütün yabancıları dansa davet etti. Herkes coştu. Rabia hizmetçilere buyurarak fuardan getirdiği 60 kadar Uygur şapkasını dans eden misafirlere giydirdi. O misafirlere sadece “Uygur”, “I am Uighur” cümlesini tekrarlıyordu. Böylece Rabia Kadir gerçekten uluslararası toplantının altını üstüne getirdi. Tibet grubunun peşinden koşan gazetecilerden daha fazla medya mensubunu peşinden koşturup Uygurları tanıtma amacına ulaştı. Eski İpek Yolu’nun Yeni Kervanbaşı Tarihi kaynaklardaki kayıtlara göre, M.S. 2. yüzyılda Yunan bilgini Ptolemy “Coğrafya” adlı kitabında “Seresler ülkesi(ipek ülkesin) den bahsederken Tarım nehri vadisinde yaşayan “Uygurdıs„ların ipek böceği beslediklerini, ipek üreterek nefis ipek atlasları dokuduklarını anlatmıştır. Yunanlı tarihçiler de Tarım nehri boyundaki ipek ülkesi ve bu ülkelerde yaşayan Uygurların faaliyeti hakkında kayıtlar bırakmıştır. 143 Rabia Kadir’in ataları 4. kuşağa kadar İpek Yolu yurdu olan Hoten’de yaşayıp ipek ticaretiyle uğraşmışlar. Onun 4. kuşaktan atası Mançu-Çin yönetiminin istilasına karşı bağımsızlık ayaklanmasına katıldığından dolayı İli Yedisu vilayetine sürgün edilmiş. Bundan başka 3. kuşaktan atası Yarkent, Buhara ve Semerkand gibi yerlere gidip ticaret yapmış. Büyük babası oğlu Kadir Ken-ci ile birlikte yine ticaret amacıyla Altay şehrine gelip yerleşmiş. Ama kader onları yine Tarım nehrinin vadisine, yani Aksu’ya götürüp bırakmıştı. Rabia, Aksu’dan Urumçi’ye geldikten sonra ticaret işleri gelişti, bu eski ipek yurdunun kervanbaşı hâline geldi. 0, başlangıçta Hoten’den ipek böceği, ipek kozalağı ve dut ağacı götürerek ipek dokumacılığını öğrenen Çin’in Sucou, Şang-hay, Guangcou ve Pekin şehirleri ekseninde ticaret ağını yaydık-tan sonra yavaş yavaş Jpek Yolu boyunca bati bölgesine doğru kaymaya başlamıştı. Rabia Kadir, bir ka ؟büyük bina ve birkaç milyon dolarlık sermayeye sahip olduktan sonra atalarının geleneğini devralarak Londra, Roma 've İstanbul’a kadar bir ticaret ağı kurmanın plânını yaptı ve bunun İçin araştırmalara başladı. Rabia Kadir, her hangi fabrika ve pazardan satm alınacak hammadde ya da üriinü ken-di gö.le görerek değerlendirmedikçe, piyasa koşullarım ve halkın satm alma gücünü bizzat araştırmadıkça mal almazdı. 0, Orta Asya’daki demir çelik ve pamuk ticareti sırasında mal nakli-yatı, toplama, yükleme aşamasındaki boş zamandan yararlanarak bütün Türk boylarının yaşadıkları toprakları, Rusya’yı ve Avrupa’yı dolaştı. “Hem ticaret hem ziyaret” diyordu Rabia görüştüğü insanlara “öncelikle yeni bağımsız olan kardeşlerimi kutlamak istedim, Avrupa’ya 500 yıl hükmeden OsmanlI imparatorluğunun torunlarını, Atatürk Mustafa Kemal Türkiyesi’ni, Orta Asya’da Rus istilasına karşı fedai savaşı yaparak Asya’yı titreten Enver Paşa’nın yurdunu ziyaret etmek istedim. Gene, Ingiltere ticaretçilerinin davetini yerine getirmek hem de dünyaya bela olan komünizmin diktatörleri Lenin ve Stalin’in cesedinin sergilendiği Moskova’yı da görmek istiyordum. 144 Onun İçin bir taraftan ziyaret ediyorum, diğer taraftan ticaret yollarım arıyorum.” Rabia Kadir bir defasında Alamatı’daki Uygur Tiyatrosunda Uygur örgütleri tarafından düzenlenen toplantıda kürsüye çıkıp Uygur devletlerinin parlak tarihinden bahsetti. 1889 yılında Rus- Çin istilacılarının saldırısı ve hainliği nedeniyle aslında İli Sultanlığı’nın topraklarının Rusların eline geçtiğini, yüz binlerce Uygur halkının Rusya idaresindeki bölgeye zorla göç ettirildiğini, 1918 yılından 1940 yılına kadar Rus komünistlerinin Bati Türkistan’a saldırıp sayısız Uygur'u katliama tabi tuttuğunu, özellikle 1937 yılında Stalin kızilordusunun Almatı, Yarkent, Çimkent, Çonca ve Uygur Bölgesinde Uygurları topluca katlettiklerini, 1949 yılında Çin komünistlerinin Doğu Türkistan’ı istila ettikten sonra yine Stalin ile birlik olarak Uygur halkının kurduğu Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin Ahmetcan Kasım gibi liderlerini, savaşla yenemediklerinden, size bağımsızlık vereceğiz diye hileyle kandırarak Sovyetler Birliği’ne götürüp suikastla öldürdüklerini, 40 bin kişilik düzenli orduyu parçalayarak yok edip pek çok kurtuluş savaşçısını öldürdüklerini, arkasından yine 1962 yılında Çin komünistlerinin Ruslarla işbirliği yaparak İli, çöçek bölgesinden yüz binlerce Uygur’ u tahrik ederek Sovyetler Birliği yönetimindeki cumhuriyetlere götürüp çöllere sürgün ettiklerini, Sibirya cezaevlerinde öldürdüklerini, vatanında kalanları da “Sovyet yanlıların yakını” diye tutuklayıp hapse atarak öldürdüklerini, kısacası eskiden beri Ruslar ve Çinlilerin Türkistan’ı bölerek Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Azeri ve Tatar diye çeşitli milletlere ayırdıklarını, hatta birbirine düşürerek köle gibi yönettiklerini anlattı ve şimdi bağımsız olan cumhuriyetlerdeki Uygurların yaşadıkları ülkelerdeki kardeşlerinin devlet kuruluşuna yardımcı olmaları gerektiğini ve kendi vatanını kurtarma borcunun idrakinde olup vatanının istiklali için mücadele etmeleri gerektiğini ortaya koydu. O dönemde Kazakistan Uygur Kültür Merkezi’nin başkanı Prof. Rabık İsmail ve onun hanımı Prof. Patigül Sabıtova’nın başkanlığında Almatı’nın Sultan Kurgan mahallesinde düzenlenen 145 kültür günleri faaliyetine davetle katılan Rabia Kadir, söz alarak Rus Çan ve Rus komünistlerinin yüz yıllık zulmü ve milli kültür kıyımı nedeniyle Rusya idaresindeki cumhuriyetlerde yaşamakta olan bir kısım Uygurların milli tarihini, milli kültürünü, milli dilini ve yazısını kaybettiklerinden milli şuurun ve dini inançlarının zayıfladığından bahsederek şöyle konuştu: ‘’Kardeşler, bugün siz Doğu Türkistan’dan gelen kardeşlerinize ‘Çinliler’ diyormuşsunuz, hepimizin vatani bir, atası birdir, hepimiz Uygur, haydi sen Kalcatlı, Korgash, söyle bakalım sen. Taranci' mısın? Daha son yüz yıllarda Mançu yönetimi Kaşgar, Hoten, Aksu ve Kumul gibi bölgelerden yüz binlerce Uygur ayaklanmacılarıni' ili vadisine bugday ekimi İçin sürgün etmedi mi? Hepimiz bir atanın çocukları olduğumuz hâlde birbirimizi dışlar-sak düşmanlarımızın ekmeğine yag sürmüş olmuyor muyuz?” Rabia’nın hakli, ikna edici sözleri herkesi etkiledi. Ağırlama ve eğlencelerden sonra Rabia Kadir, bir torba rubleyi masa üstüne koyarak mahalledeki fakir, yetim öksüzlere paylaştırdı. Alana toplanan kişiler duygulandıklarından ağladılar. Yaşlı dedeler çocuklarını getirip: “Biz hepimiz 0 dönemlerde silah tutan askerlerdik, çocuklarımız hazır, vatanı Çİn’den kurtarmak İçin hepimiz hazırız.”, dediler. Rabia Kadir, Almatı’daki siyasi faaliyet yürüten Uygur örgütlerine sürekli para yardımında bulundu. 0, Doğu TUrkistan Milli Kurtuluş Cephesi’nin başkam Yusuf Muhlis ile toplam 11 kez gizli görüştü, büyük miktarda ruble, Amerika Doları bağışladı. Ona kurtuluş mücadelesinin tedbirleri ve taktikleri hak-kında fikir verdi, onun örgütçü Haşır Vahidi ile barışması ve birlik olması İçin çok emek sarfetti. 0, son defa Türkiye yolculuğundan dönüşünde Almatı’da yine Yusuf Muhlis ile görüştü, onun parasal yönden zorluk çektiğini öğrenip yanında bilet almak İçin bulun-durduğu son 800 dolar parasını ona verdi. Bundan dolayı, kocası Sıddıkhacı’nın azarına maruz kaldı, taksi kiralayarak Yarkente gelip Uygur ticaretçilerden para ödünç alarak taksi ücretini ödedi. 146 Rabia Kadir, kim vatan İçin mücadele edeceğim derse ona yardim etti. Urumçi’ye geldiğinde çuvalla mal verdi, Almatı’da yine para, mal yardımında bulundu. Bazıları vatan İçin çalıştığından dem vurarak ondan on binlerce dolar para koparıp ticaretçi oldu. Bazıları hatta evlerini süslediler, villa yaptırdılar. Rabia, aslında onlara vatan için bir şeyler yapar umuduyla destek vermişti. Ama yıllar sonra hiçbir işin yapılmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı. Bir seferinde Tacikistan’a 15 kamyon mal götürüp bir kamyon malı hudut koruma işlerinden sorumlu generale hediye olarak verdi. Diğer mallarını sorunsuzca satarak parasına pamuk, pamuk çekirdeği ve demir satın aldı ve mallarını kaplanın ağzından sağ salım çıkardı. Son gelişinde kuru gıda ve meyve getirip halka temin etti ve generallere kardeşlerin birbiriyle savaşmaması gerektiği hakkında öğüt verdi. Rabia, Türkmenistan’da da aynı ziyaret ve ticaretlerde bulundu. Her gittiği yerde Uygur topluluklarıyla görüşüp onlara vatan ve milli şuur aşılamaya yönelik konuşmalar yaptı. Müzelerden Uygurlara ait pek çok kıymetli eserleri satın alarak ya da çoğaltarak örnek topladı. Rabia Kadir, Türkiye ziyaretinde büyük kapitalistlerin fabrikalarını ziyaret etti. Uygur siyasi örgütlerinin üyeleriyle görüştü. Örgüt faaliyetleri hakkında bilgi aldı. Basın toplantısı düzenleyerek konuştu. O dönemde dünyanın çeşitli yerlerindeki vatanın bağımsızlığı için mücadele etme amacıyla kurulan örgütlerin yöneticileri ve Uygur aydınları İstanbul’a toplanıp Doğu Türkistan Milli Kurultayı düzenlemişlerdi. Bir zamanlar “Türki-stancılar”, “Milliyetçi Çinciler”, “Sovyet yanlıları”, “Milliyetçiler” ve “Turancılar” gibi hiziplere bölünerek birbirleriyle kavga edip vatanı düşmana kaptıran grupların kalıntıları ve saygı değer aydın, yazar ve ileri gelenler olmak üzere yaklaşık 1000 Uygur İstanbul’a toplanmıştı. Onlar gerçi “Hedefimiz Doğu Türkistan’ın kesin bağımsızlığını elde etmek için mücadele etmektir” şeklindeki yüksek gayeyi doğru tespit etmişlerse de, örgütsel açıdan birlik olamadan, mükemmel bir merkezi organ kuramadan dağılmışlardı. Rabia Kadir, kocası Sıddıkhacı Rozi ile birlikte İstanbul’da Uygur politikacılarıyla. gizli 147 bir şekilde görüşüp durum hakkında bilgi aldı, tahlil etti, öğrendi. Örgütçülere, derhal bir merkeze toplanarak bir elden faaliyet yürütmeleri hakkında önerilerde bulundu. Rabia Kadir, Londra ziyaretinde İngiltere Ticaretçiler Birliği’nin düzenlediği bir toplantıda konuşup İngiltere’nin tarihte Doğu Türkistan’a birçok kez keşif ekibi gönderdiğini, Kaşgar’da ilk olarak konsolosluk açtığını, bağımsızlığa kavuştuğumuzda devletimizi tanıdığını ve 2. Dünya Savaşında Churchil’in Uygurların menfaatini sattığını bir bir anlatarak: “Ben tarihte İpek Yolu’nu açan, dünya halkı için katkı sağlayan, bugün sizin tamamen unuttuğunuz Uygur’un kızıyım. Bugün sizin bize borcunuz var. Amerika’ya da anlatın, borcunuzu ödeyin” diye anlamlı konuştu. Onun konuşması toplantıya katılan-lar arasında özel bir etki uyandırdı, bazıları ticaretini bir kenara bırakıp Orta Asya’daki milletlerin kaderi ve Uygurların bugünkü durumu hakkında fısıldaşarak sohbet ettiler. Londra’da yayımlanan “Pazar Times” gazetesinin ilk sayfasındaki Rabia’nın tanıtımı için basılan yazıda eyalet valisinin sözü nakledilerek Rabia “İlerleme yolunda baş eğmeyen demir kadın” diye değerlendirildi. Urumçi’de Bili Gates’i Karşılama 1995 yılının Eylül ayının başında, Birleşmiş Milletler’in 4. Dünya Kadınlar Kongresi bitince, Rabia Kadir Urumçi’ye döner dönmez Orta Asya’daki ticaret işleri dolayısıyla Kazakistan’a gitmişti. Toplantıya katılan Bill Gates’in hanımı, kocasını çağırıp getirdi ve birlikte Pekin’deki Çin Şeddi’ni ziyaret etti. O sırada Rabia Kadir hakkında kocasına bilgi verdi. O dönemde dünyanın bilgisayar kralı ve en zengin adamı, olan Bili Gates’i ve hanımını Tıang Zemin kabul etmişti. Ziyafet sırasında Bili Gates’in hanımı, Jiang Zemin’den Urumçi’yi ziyaret etme konusunda sözlü izin aldı. Böylece 12 Eylül’de Bili Gates’in sekreteri Urumçi’ye gelip Bili Gates’in Rabia Kadir’in ailesini ve Ticaret Sarayı’nı ziyaret edeceğini bildirdi. 148 Rabia Kadir, bu haberi alır almaz Almatı’dan hemen yola çıktı. Urumçi’ye gelir gelmez karşılama hazırlığına başladı. Demek ki, dünyanın en zengin adamı, Uygurların yurduna geliyor, Uygurları görmeye geliyor. O, Özerk Bölge Parti Komitesi’nin kralı Wang Leçuan ve kukla başkan Ablet Abdureşit ile değil, Rabia Kadir ile görüşmek istiyor, başka bir deyimle Uygurların gerçek temsilcisiyle tanışmak istiyor, Uygurların yaptıkları binadaki yüzlerce Uygur ticaretçiyle dertleşmek istiyor. Kısacası Çinlilere direnerek can boğazına gelirken Amerika’dan umut bekleyen Uygurların dünyadaki en büyük zenginlerden oluşan temsilciler heyetini ağırlamaları gerek. Bu, doğruda, bir araya gelme, ilk tanışma ve çok ender rastlanan bir fırsattır. Buralarda, hatta Çin’de de Bili Gates ile boy ölçüşerek ticaret yapan zengin bulunmaz. Öyle de olsa, onları güzel ağırlamak, onlarda iyi bir izlenim bırakmak, Uygurların kimliğini açık göstermek, Rabia için sosyal ve siyasal açıdan milletin büyük yararına idi. Böyle bir ticarete o ne kadar bedel öderse, ne kadar sermaye koyarsa değerdi. Onun için Rabia yeterli para ve insan gücü ayırarak ağırlama işlerini ciddi müzakere edip kusursuz ayarlamakta idi. Tam o sırada Pekin’de Rabia’yı takip edenlerden bu haberi alan Wang Leçuan ofisinde Bili Gates’in Rabia Kadir ile görüşmek istediği hakkındaki raporu dinledikten sonra hem sinirinden hem de kıskançlığından kudurarak engelleme tedbirleri konusunu müzakere ediyordu. 15 Eylül günü Rabia Kadir, Ticket Sarayı’nın 6. kattaki ofisinde bir kaç çalışanıyla birlikte hazırlık işlerini müzakere ediyordu. Aniden şimşek gibi çakan ışıltılı bir parça ateş topu ofise atıldı. Saniyeler içinde her taraf aynı anda tutuştu. Saraydaki çalışanlar “Yangın var, kaçın„ diye bağırdılar. Rabia’nın yanındaki elemanlar onu koruyup emekleyerek ofisten dışarı çıkardılar. Onlar, tam o sırada siyah elbise giyen iki yabancı kişinin merdivenden acele aşağı inmekte olduğunu net bir şekilde gördüler. Herkes ne yapacağım şaşırırken beş dakika içinde alev büyüyüp etrafa ve üst katlara yayılmaya başladı. Daha da ilginç olan odur ki, ateşten önce 149 haberdar edilmiş gibi ya da manevra yapılıyormuş gibi polisler gelerek binayı kuşattılar. Hükümetin televizyon muhabirleri gelip kameralarını doğrulttular. Hatta itfaiyeciler de hazır oldular. Herkes bu oyunu oynayanların maksadının Bili Gates’i Rabia’nın sarayında değil, Wang Leçuan ın sarayında ağırlamak olduğunu tahmin etti. Bill Gates, Urumçi’ye gelmeden beş gün önce Özerk Bölge Dışişleri Dairesi’nin yetkilileri Pekin’de ona Rabia’nın Ticaret Sarayı’nda büyük yangın çıktığını, dolayısıyla onun planını değiştirmesi gerektiğini bildirdiler. Bill Gates ise, Önce Rabia’nın durumunu araştırdı ve “Ben bina ile değil, Rabia ile görüşeceğim, planım değişmeyecek” diye net cevap verdi. Bu cevap, Wang Leçuan’e ulaştırılırken kulağı delik kişilerin aracılığıyla Rabia’nın kulağına da ulaşmıştı. Rabia, yangın nedeniyle 2 milyon yuan zarara uğradı. O, son dört gün içinde gece gündüz uyumadan, kendisi bizzat işin başında durarak, hazırlığı bitirdi. O, saray içine Uygurları, Uygurların kültürünü yansıtan, Uygurların misafirperverliğini, Çinlilere hiç benzemediklerini gösteren ne varsa hepsini hazırladı. Koşuştura koşuştura ayaklan, konuşa konuşa boğazı şişti. O, belini kaldıramaz bir hâle geldi. Ticaret Sarayı, yangından önceki hâline geldi. Böylece sabırsızlıkla beklediği 19 Eylül geldi. Rabia Kadir özel sipariş ettiği sade, ama görkemli Uygur milli elbiselerini giyerek bina önüne çıktı. Sarayın içi ve dışı bayram havasına bürünmüştü. Misafirler geldiler! Bill Gates hanımıyla birlikte gülümseyerek arabadan indi. Rabia Kadir onlarla eski dostlar gibi kucaklaşarak samimi bir havada görüştü. Birden bire dört tarafta davul zuma sesleri yankılandı. Sarayın merdivenlerinden ana yola kadar kıpkırmızı halı serilmişti. Sarayın kapısına kadar olan yolun iki tarafında servi boylu, güzel kızlar ve yakışıklı delikanlılar, sanki eski Uygur krallarının yiğit ve cariyeleri gibi güzel süslenerek onları karşıladılar. Kızlar iki taraftan misafirlere çiçek attılar. Altın paraya benzetilerek yapılan madeni paralar saçtılar. Sanat havası içerisinde duygulu anların yaşandığı karşılama töreni misafirleri şaşırttı. Onlar 150 insanları, giysileri, müziği, örf adetleri, hatta konuşmaları da Çinlilere hiç benzemeyen Uygur halkını görünce masallardaki büyülü şehirlere gelmiş gibi ağzı açık kaldılar. Beraberinde gelen milyoner zenginler, kıpkırmızı halı üzerini kaplayan saçı paralarının gerçek olduğunu görünce daha da şaşırdılar. Her biri taze gonca gibi güzel Uygur kızlarının yüzündeki tebessüm, kapkara kaş, kirpik ve bıyıklarından yiğitliği dışa vuran çevik Uygur delikanlılarının yüzündeki cesaret, misafirlerde farklı etki yaratmıştı. Onlar kendilerini gerçekten başka bir dünyada yaşıyormuş gibi hissettiler, Çin’den farklı bir ülkeye gelmiş gibi hissettiler. Bili Gates’in hanımı heyecanını bastıramadan etrafındakilere: “Bakın, ne kadar güzel kızlar bunlar, ne kadar yakışıklı delikanlılar bunlar, Uygurlar harika halkmış ya!” diye konuştu. Bili Gates, kadife gibi halılara basarak yürüyüp etraftaki ticaretçilerin sıcak selamlarına başını sallayarak karşılık verdi ve karşılama için hazırlanan salona adım atar atmaz şaşkınlıktan dona kaldı. Bu başka bir dünya idi. Masallardaki adaletli kralların büyülü şehirleri gibi acayip renkli ve güzel süslenmiş salon sanki sanat müzesine benziyordu. Salonun tavan, duvar, sütun, köşe ve pencerelerine işlenmiş kabartma nakışlar, çiçekler ve resimler sanki canlıymış gibi gözüküyordu. Rabia, misafirleri dolaştırıp duvardaki sanat eserlerini tanıttı. Bir duvara Uygurların bütün çalgı aletleri asılmıştı. Rabia, 27 çeşit Uygur çalgı aletini isimlerini söyleyerek bir bir tanıttı. Her çalgı aletinin altına onun adı, dönemi İngilizce olarak yazılmıştı. Arkasından Uygurların giyim kuşamları, şapkaları, elişlemeleri teker teker gösterildi. Rabia Kadir, yürürken yere serilen Uygurların tarihi dönemlerini ve şehirlerini temsil eden çeşitli modeldeki kıymetli halıları tanıttı. Misafirler yerlerine oturduktan sonra Rabia Kadir konuşmasını yaptı. “Masallarda anlatıldığına göre, gökten uçan bir grup melek zulüm altında ezilen, eziyetten inleyen bir kavmin üzerinden geçerken boyunlarındaki yakut incilerin ipi kopmuş ve yakut inciler yere dökülmüş, bunlar zavallıların dertlerine derman olmuş. 151 Kıymetli misafirler, siz de işte o meleklerin incileri gibi aramıza düştünüz. Biz sizi, Amerikalıları, Avrupalıları tam 60 yıl bekledik. Attığınız adımlar uğurlu gelsin... Uygurlar eskiden kudretli devletler kurmuş kültürlü bir millet...” Rabia Kadir, hükümet tercümanlarının konuşanın sözünü değil, yukarısının belirlediği metinleri okuduklarını iyi bildiği için S ıddıkhacı ’ nın hazırladığı bu etkili konuşmayı, Ticaret Sarayı’nın İngiliz dili öğretmenine önceden tercüme etttirerek aynen okuma konusunda anlaşmıştı. Misafirler, Rabia’nın konuşmasını anladıktan sonra başlarını sallayarak memnuniyetlerini ifade ettiler. Bili Gates ve diğerleri de konuşma yaptılar. Konuşmalar bittikten sonra başlarına ağaç sansarı kürkünden yapılmış kalpak, üzerilerine beyaz atlas kumaştan yapılan etek giyen güzel kızlar ellerinde altın renkli ışıltılı ibrik ve leğenleri, ipek havluları getirip misafirlerin ellerine su döktüler. Arkasından mavi atlas kumaştan yapılan etek giyen kızlar, yemekleri getirip misafirlerin önlerine koydular. Peşinden yine kırmızı atlas kumaştan yapılan etek giyen kızlar misafirlere Uygurların pilav, samsa (tandır böreği), leğmen (özel soslu makama) gibi 72 çeşit yemek getirip teker teker tanıttılar. Onlar istediklerinden alıp tattılar. Yemeklerin hepsine İngilizce adı, türü, içeriği ve tarihi gibi açıklamalar yazılmıştı. Bu bir ziyafet değil, yemek festivaline dönüştü. Onlar Uygur yemeklerinin lezzetli kokusu, tadı, besin değeri ve zevk veren güzel görünüşünden keyif alarak eskiden bu yurtları dolaşan Marco Polo’yu anımsadılar. Yemekten sonra dans yönetmeni Küreş Recep’in başkanlığında sanat etkinliği başladı. Uygur 12 makamı tanıtıldı ve aryalar söylendi. Tursunay’ın nefis dansı, Reyhan Abliz’in kızılgül goncasının içinden çıkarak icra ettiği dans misafirleri heyecanlandırdı. Modem bale şeklinde opera dansı icra eden kızlar tarihi olayları yansıttılar, onlar bazen dert, hasret ve üzüntü içinde kıvranırlarken, bazen yere 152 sarılarak ellerini umutla Bili Gates’e uzatıyorlardı. Gözlerinden beliren özgürlük ışıklarından misafirler, Uygurların ne demek istediklerini anlamışlardı. Bu sırada ev sahipleri arasına sokulup giren bir kısım hükümet yetkililerinin yürekleri sızlıyordu. Bili Gates’in isteğine göre, misafirler Rabia’nın evinde ağırlandı. Ailesinde çocuklarıyla birlikte fotoğraf çektirdi. Hiç unutulmayacak etkiler bırakan bu eğlenceli ziyafet aslında bir saat diye belirlenmiş ise de dört saat devam etti. Bili Gates Efendi ve hanımı Rabia Kadir ile Sıddıkhacı Rozi’yi Amerika’ya resmi olarak davet etti. Rabia Kadir şu anda çok meşgul olduğunu, onun için o sene içerisinde gidemeyeceğini izah ederek özür diledi. Misafirler gittikten Sıddıkhacı’ya sevinçle: sonra Rabia evinde dinlendi ve “Misafirlere bu toprakların sahibinin kim olduğunu iyice anlattık. Bili Gates’i hiçbir masraftan kaçınmadan krallar gibi ağırladık.” dedi. Sıddıkhacı ise Rabia’ya cevaben: “Onun vatanı Amerika’yı görürüz bir gün” dedi gülümseyerek. Amerika’ya Yolculuk Hükümetin gözünde Rabia Kadir, zengin olup güçlendikçe çizgiyi aşıyordu. O, hükümetin kararları içerisinden halkın menfaatine yararlı olanları seçip değiştirerek kullanıyordu, halkın menfaatine yararlı olmayanlarını ya da zararlı diye gördüklerini uygulamaya koymuyordu, hatta karşı çıkıyordu. Bu yönde onun en duyarlı danışmanı ve yardımcısı Sıddıkhacı Rozi idi. Sıddıkhacı etrafındaki yazar, şair ve dergici arkadaşlarının aracılığıyla toplumun siyasi ve sosyal durumundaki dalgalanmaları duyarlılıkla gözlemliyor, Çin’in yeni hileleriyle gizli genelgelerinin niteliğini tahlil ediyordu. 1980’li yılların ortalarından itibaren Çin eyaletlerindeki ünlü şirketler, beş yıldızlı oteller, değişik adlar kullanan kimliği belirsiz 153 çeteler, Uygur kızlarının arasından endamlı ve güzel olanlarını seçerek yüksek maaş vaadiyle gruplar hâlinde götürmeye başladılar. Rabia Kadir bir sefer Guangcou’ya mal almak için gittiğinde oradaki bir otelde Uygur kızlarının bulunduğunu duydu ve gizlice araştırdı. Otel patronları, Uygur kızlarını kimseye göstermiyorlardı. Rabia, yerli bir kişiye para vererek gizlice irtibat kurdu ve bu kızların yabancılara ve Çinli zenginlere bir geceliği için 2-3 bin yuanden pazarlandıklarım, kızların genelde odaya kapatıldıklarını ve dövülüp hor görüldüklerini öğrendi. Rabia, buna benzer durumdan bir kaç tanesini tespit ettikten sonra rapor hazırlayarak Siyasi İstişare Kurulu aracılığıyla hükümete ulaştırdı. Ama bazıları hala aldanarak kızlarını Çin eyaletlerine gönderiyorlardı. Hükümet ciddi bir önlem almıyordu. Rabia ise sinirlenerek Sıddıkhacı’ya şöyle dedi: “Sen Keyum Turdi’nin anlamsız boş kitaplarını değerlendirip yazı yazacağım diyeceğine önce Çin eyaletlerinde Japonlara, Hongkonglulara, yamuk dişli Çinlilere satılan kızlarımızı kurtaracak bir şeyler yazsana.” Sıddıkhacı Rozi’nin Urumçi “Akşam” gazetesinde 13 Ocak 1994’te basılan “Anne Babaların ve Kızlarımızın Dikkatine” başlıklı yazısı toplumda sansasyon yarattı. Halkın güçlü itirazını ifade eden bu yazı, yerli hükümet idarelerinin bazı önlemleri almalarına vesile oldu. Kulca’da yola çıkmak üzere olan bir otobüsteki yaklaşık 70 Uygur kızı, anne ve babaları, Uygur topluluğu tarafından engellendi. Çin şehirlerine gidip çalışmak için kayıt olan pek çok kız gitmekten vaz geçti. Anne babalar daha duyarlı olmaya başladılar. Hükümet ise, ne ilginçtir ki, bu işten memnun olmadı. 1985 yılının kışında Urumçi Üniversitesi’nde Uygur öğrencilerinin gösteri yapmalarına neden olan milli hakaretin, yani okul duvarına Çinliler tarafından yazılan “Uygurların erkeklerini köle, kızlarını çiğneyip fahişe yapalım” şeklindeki şovenist sloganın asıl anlamı ve gerçek niteliği şimdi anlaşılıyordu. Uygur kızlarını, çocuklarını kandırarak Çin şehirlerine götürüp satma, fahişeliğe zorlama, hırsızlık ve uyuşturucu ticaretine alıştırma gibi suikast ye 154 planlı cinayetlerle ona karşı yüzyüze mücadele etme, o dönemlerde Çinlilerle Uygurlar arasında su yüzüne çıkan çatışmaların biriydi. Bu, hükümetle yerli halklar arasında ekilen husumet tohumlarının biriydi. Aradan fazla geçmeden Sıddıkhacı’nın “Nefsine Hakim Ol, Şarkı Hırsızı Wang Luobin” başlıklı yazısı Urumçi “Akşam” gazetesinde yayımlanınca halk arasında etki uyandırdı. 1949 yılında Wang Zhen, Wang Enmao ordusuyla birlikte Uygurların topraklarına adım atan Wang sülalesinden Wang Luobin “Kaplanın olmadığı dağda maymun kraldır” misali Uygurların eski halk şarkılarının patent hakkını hiç çekinmeden rastgele notaya alarak kendi bestesi diye Tayvanlı ve Hongkonglu tüccarlara satmıştı. Sıddıkhacı’nın yazdığı “Feng Hanım ve Yazarların Tarihi Görüşü” başlıklı yazısı “Akşam” gazetesinde basıldığı zaman Çinli tarihçiler söylenmeye başladılar. Yine fazla geçmeden Sıddıkhacı’nın “Britanya’nın Hindistan’daki Hakimiyetinin Gelecekteki Sonuçları„ başlıklı çeviri yazısı “Ticaret” gazetesinde basıldı. Yazıda “Senin yapmakta olduğun gökdelenler, demiryollar halkı kurtarmaz. Kurtuluşun gerçek anlamı üretim güçlerine kimin hakim olması meselesidir” cümlesi temel alınmıştı. Britanya’nın Hindistan’ı işgal ettiği zaman, halkın bütün mesleklerini yok ettiği, marangozluk, ayakkabıcılık gibi meslekleri de kendi eline geçirdiği, Hint halkını münbit topraklardan, su kaynaklarından, piyasadan, eğitimden dışladığı ve göçmenlerin her yeri işgal ettiği eleştirilmiş, sonunda Britanya’nın Hindistan’a bağımsızlığını vermek zorunda kaldığı ortaya konulmuştu. Bu durumla Çinli hükümdarların bugünkü benzer içyüzüne işaret edilmişti. Üzücü olan odur ki, bu yazıdaki başlık ve cümleler Marks’a aitti. Sıddıkhacı hemen arkasından Pekin’deki Çin Parti Okulu dergisinde basılan “Sovyetler Birliği’nin parçalanma sürecinin deneyimlerini değerlendirmezsek, biz de Tibet ve Uygur bölgelerinden mahrum kalacağız” şeklindeki konuyu işleyen bir yazıyı tercüme ederek yayımlattı. 155 1994 yılının kışında Sıddıkhacı, 2. Dünya Savaşı dönemindeki Uygurlara ait bazı sırların açıklandığı “Rakipler ve Müttefikler” adlı büyük bir kitabı tercüme ederek kendi parasıyla 7000 adet bastırdı. Bir yıl sonra Yaş-Ösmürler Neşriyatı’na bu kitapla ilgili 27 bin adet sipariş gelmiş ise de, Parti Komitesi basım işlerine el uzatıp kitabın basılmasına izin vermedi. Ocak 1996’da Urumçi’de Uygur Klasik Edebiyatı ile ilgili sempozyum düzenlendi. Açılışta Parti Komitesi’nin propaganda Bakanı Feng Dajing, sempozyum konusundan uzaklaşarak: “Son günlerde malum bir aydın 4-5 yazı yazdı, tercüme etti, bir kitap yayımladı. Hepsinde partimiz hedef gösterildi. Tarihi çarpıtarak bölücülük fikrini yaydı” diye Sıddıkhacı’yı ima etti. Onun bu sözleri ertesi gün ،Şincang gazeteseinde yayımlandı. Sıddıkhacı Rozi, edebiyat eleştirisi aracılığıyla nasıl Uygur yardakçı edebiyatını temsil edenlerin maskesini düşürüp Uygur edebiyatındaki sahte övücüleri, kopyacıları ve saray yazarlarını tapa tutarak perişan ettiyse, şimdi de toplumda Uygurların uyanmalarına vesile olan yazılarıyla, hükümet kurumlarındaki kanunsuzlukları eleştiren zehir gibi yazılarıyla Parti Komitesi’nin propaganda bakanlarını telaşlandırmıştı. Hükümet, Özerk Bölge’deki en ünlü zengin Rabia Kadir’in kocası, Eğitim Enstitüsün’nün profesörü Sıddıkhacı’yı engellemenin gizli yollarını araştırırken kendi yollarını tıkayıp Sıddıkhacı’nın yeteneğinin halk tarafından tescil edildiği bir olay yaşandı. ‘’Tanrıdağ’’ dergisinin genel editörü Ablikim Bakı, Urumçi Belediyesi Yazarlar Derneği’nin başkan yardımcısı, genel sekreteri kimliğiyle İdare Parti grubunun kararını alarak üst mercilere rapor vermeden ülke çapında halkın eğilimini deneme anketi yaptırdı. Parti Komitesi’nin engellemesine bakmadan gerçek istatistikleri ilan etti. Halkın en sevdiği edebiyat eleştirmenleri olarak Sıddıkhacı Rozi, Muhemmed Polat, Enver Abdurehim, halkın en sevdiği yazarlar olarak Ehtem Ömer, Zordun Sabır, Muhemmedimin Hoşur, halkın en sevdiği şairler olarak Ahmetcan Osman, Osmancan Savut, Muhemmetcan Raşidin’in isim listesi ilan edildi. Çin’de ülke çapında 156 kaliteli diye değerlendirilen, gençlerin severek okuduklerı yüksek tirajlı ‘’tanrıdağ’’ degisinde Sıddıkhacı’nın fotoğrafıyla tanıtılması onu koruyan kalkan olmuştu. Tıpkı böyle bir nedenle Çinliler, tarihçi, alim Turgun Almaş’a da el uzatamıyorlardı. Son zamanlarda bütün Uygur bölgelerinde gerek memurlar, aydınlar ve öğrenciler arasında, gerekse esnaf, çiftçi ve ticaretçiler arasında hükümete karşı eğilimin güçlenmesine Sıddıkhacı’nın sebep olduğunu anlayan Çin Emniyet Müdürlüğü elemanları Sıddıkhacı’yı tuzağa düşürmenin planlarını kurmaya başlamışlar, tutuklama kararını almışlardı. Rabia, kulağı delik yakınlarından bu haberi duydu. Sıddıkhacı Rozi, 1966 yıllarında Urumçi’de üniversitede okuduğu dönemde Uygur öğrencilerine öncülük ederek Çin zulmüne karşı örgütsel mücadele etmişti. 1969 yılında “Doğu Türkistan Halk Partisinin öncüleri olarak tutuklanıp Çin zindanlarında 10 yıl sorgusuz sualsiz yatmıştı. O, yine halkı çöküşten kurtarmanın yollarını arayarak Rabia ile evlenmişti. Şimdi onun yine hapse girmesi ise fazladan fedakarlık sayılırdı. Bu amaçla Rabia Kadir, Göçmenler Müdürlüğü’ndeki Mahinur’u bularak Amerika’ya gidip ticaret yapma bahanesiyle pasaport alma işine girişti. Mahinur, Pekin’deki Göçmenler Müdürlüğü’nde çalışan Guo. Baoj ing adındaki tanıdık Çinli ’ye gidip gizlice pasaport işlemlerini yaptırdı. Rabia Kadir, Sıddıkhacı ve Mahinurlar vize işlemi için pasaportlarını alarak Amerika Büyükelçiliği’ne girdiğinde kuyrukta duran binlerce Çinli’yi gördü ve en sondan kuyruğa girdi. Tam o sırada büyükelçi kendisi çıkarak Rabia ile görüştü ve ofisine götürüp onların Amerika’ya gelmelerinden memnun olacaklarını ifade etti hem de onlara ve dört çocuğuna aynı anda vize verdi. 1995 yılının Eylül ayında Pekin’de yayınlanan “Çin Haftalık Bülteninin İngilizce 36. sayısındaki “Şincang’daki En Büyük Zengin Rabia Kadir„ başlıklı yazıda Rabia Kadir, ayrıntısıyla tanıtılmıştı. Diğer uluslararası nitelikli dergilerde de o, “Çin’deki büyük zenginlerin yedincisi Rabia Kadir”, “Çin’deki en zengin kadın Rabia 157 Kadir” diye değerlendirilmişti, işte bunlar Amerika Büyükelçiliği’nin ona ve Sıddıkhacı Rozi’ye vize vermesi için yeterli belgeler idi. Rabia Kadir, 24 Nisan 1996’da kocası Sıddıkhacı’yı Çin’in demir kafesinden kimseye sezdirmeden sağ salim Amerika’ya götürdü. Fazla geçmeden Sıddıkhacı’nın kaçtığı anlaşıldı. Gizlice pasaport veren Pekinli Çinli Guo Baojing işinden kovuldu ve tutuklandı. Uygur’un evine yerleşti. Orta Asya, Türkiye, Almanya ve Arabistan’ daki Uygurların ve Uygur örgütlerinin faaliyetlerini gördükten ve öğrendikten sonra üzülen Rabia Kadir ve Sıddıkhacı Rozi, Amerika’daki Uygurların örgütsel faaliyetlerini görünce daha da üzüldü. Rabia, toplanan Uygurlara konuşarak onların tepkilerini aldıktan sonra daha da şaşırdı. Rabia kendisini “doğuştan devrimci” diye tanıtan birisinin “Arabistan’dan para gelse, maaşımı alsam, arada bir gösteriye katılırsam yeterlidir” şeklindeki sözünü duyunca çok kızdı. Yurtdışında bir kısım Uygurlar, vatan ve milletin kaderini para kazanıp harcama sermayesine dönüştürmüşlerdi. Kimisi Arabistan’ın çizdiği çizgiyi aşamıyor, kimisi Türkiye’yi gücendirmekten korkarak kımıldamıyor, kimisi Tayvan’ın gösterdiği yöne gidiyordu. Her yerde sahte devrimciler saltanat sürüyordu. Rabia vatandan çıkan vicdanlı gençlerin dışlandığı bu durağan vaziyeti değiştirmek istedi ve vatanı kurtarmanın yeni yollarını aradı. O, Sıddıkhacı ile Doğu Türkistan davasını uluslararası platforma taşımak için Amerika’da bazı işlerin yapılabileceğini düşünerek çok çalıştı. Onlar örgütsel faaliyetlerle ilgili birisine danıştığında, o şahıs onlardan 30,000 dolar para istedi. Parayı aldıktan sonra oraya buraya koşturdu, ama fazla geçmeden para bitti diye yine 60,000 dolar istedi. Rabia buna dayanamadı. Rabia Kadir, epey çabalayarak 16 Mayıs 1996’da Amerika senatörü Christopher Smith ile görüştü ve ona Uygurların dertlerini ve durumunu arz etti. 158 Ancak onun pek fazla ilgilenmediğini anlayınca bundan derin üzüntü duyarak için için ağladı. Kendisini senato ofisinin merdivenlerine bıraktı ve hıçkırarak ağladı. Rabia, yüksek sesle “Amerika, vatanımın kurtuluşu için yardım etmezse ben ölmeye raziyim„ diye bağırdı ve tercümana başvurdu. Çin’deki en büyük zenginlerin birisi, milyoner Uygur kadını, herkesin baş tacı ettiği zengin, Tianmen köşküne aldırmayan, gururlu Rabia, bugün kendini yerelere atarak feryat etmekteydi. Niçin? Kimin için? Onun feryadı, onun ağlaması, onun çığlığı, onun Amerika Kongresi’nin merdivenlerinden akan gözyaşı meleklere, Allah’a ulaştı... Bu dokunaklı manzara bakan insanın kalbinde acıma duygusu uyandırıyordu, taş kalpli insan da eriyordu. Rabia, o anda kendisini aşağılatıyor gibi görünse de, aslında Amerikalıların kalbine girmeye çalışıyordu. Sonra bunu duyan bazı kötü niyetli insanlar, sanki çok gururluymuş gibi “Gururumuz incindi” diye utanmışlar. Rabia, attığı her adımında bir akıl buluyordu. O, Amerika’yı dünyada büyük konuşturan şeyin Amerika Dolan olduğunu, dünyada para ve sermayesiz hiçbir şeyin yapılamayacağını, halk için yine pek çok bedel ödemek gerektiğini, Çin’in Siyasi İstişare Kurulu kürsüsünden yararlanarak Uygurları uyandırması, Çinlileri etkilemesi, milyarlarca para kazanması gerektiğini, vatanı kurtarma gibi bir sorumluluğun kendi üzerine yüklendiğini derinden hissetti. O, bütün tehlike ve riskleri göze alarak hiç tereddüt etmeden vatanına döndü. Çinliler, önce Rabia’yı çaktırmadan sıkı gözetlediler, sorular sordular. Rabia, sorulara gereken cevapları verdi, açık vermedi. On yıldan uzun bir süre içerisinde Rabia çok defa yurtdışma çıkmış, gözü peklik ederek çok işler yapmıştı. Uygurların örgütlerine para verdi, akıl verdi. 159 Siyasi faaliyetlere, toplantılara gizlice katıldı. Ama şu ana kadar kimse onu satmadı, kötü lafım etmedi, hatta yurtdışındaki Çin casusu denenler de bildiklerini söylemeye cesaret edemediler. Çünkü Rabia’nın kalbinden fışkıran sihirli güç, Çin’e satılan casusların vatanının kurtuluşuna olan en ufak bir umudu, onların Rabia’yı satmalarına izin vermiyordu. Onun için Rabia her yerde gururla: “Benim Uygunundan casus, hain çıkmaz” diyordu. Çin Yöneticileriyle Sohbet Uygurlarda “Paran varsa ormanda da çorba bulunur” diye bir atasözü vardır. Rabia Kadir, Çin’de ünlü milyoner olduktan sonra ona Çin’in en üst tabakasındaki kırmızı kapılar, engeller ve gizemli kapıların hepsi açıldı. Onun Siyasi istişare Kurulu, Kadınlar Birliği, Ticaret ve Sanayiciler Birliği’ndeki yetki ve mevkileri hem de mal dünyası ne tür engel varsa hepsini bir kenara iterek onun yolunu açıyordu. Merkezden Özerk Bölge’ye kadar, Jiang Zemin, Li Peng, Hu Jintao’dan Seyfettin, İsmail ve Abletlere kadar hepsi Rabia’nın sıradan davrandığı insanlara dönüşmüştü. Urumçi’de ise Radyo Televizyon Müdürlüğü ile Sanat Enstitüsü’nün arasındaki askerlerin kat kat nöbet tutarak korudukları Başkanlar Lojmanı’ndaki her hangi bir yönetici, Rabia Kadir’siz misafir çağırmaz hâle gelmişti. Rabia, yöneticilerin hanımlarının hepsiyle sıkı ilişki kuruyor, bir süre sonra onların yakın dostu oluyordu. Başlangıçta Rabia Kadir’e engel çıkaran ya da kapris yapan yöneticiler, mesela, Banka müdürü, Vergi Dairesi başkanı ve Emniyet Bakanlığı’nın bakanı gibi yöneticiler, Rabia’nın evindeki bazı üst düzey yöneticileri gördükten sonra yavaş yavaş Rabia’nın misafirine dönüşüyorlardı. Yöneticilerin onayı ve sosyal ilişki ağından başka yolun geçerli olmadığı Çin toplumunda, bu çeşit diplomasi, bir iş yapmak isteyen insan için de, para servet kazanmak isteyen insan için de çok gerekli çare ve tedbir sayılırdı. Ancak hayli büyük imkanı ve aklı olan tedbirli insanlar da bu engellerin hepsini kolayca aşamazlardı. Çünkü 160 “İşi bitince insanı tanımayan” Çinli yetkililer sırası geldiğinde bir dakika içerisinde yüz çevirip düşmana dönüşürlerdi. Rabia, ticaret işlerinin henüz büyümediği bir dönemde bütün parasını kaptırarak Çin şehirlerinden eli boş döndükten sonra hamile kalmıştı. O, rahatsızlanınca 2. Hastane’ye gitti. Dr. Patem (Fatma) onu dikkatle muayene ettikten sonra, bir gün banyoda onu tertemiz yıkadı. Bu yaşına kadar başı zora girdiği- zaman böyle sıcak ilgi görmeyen Rabia definden etkilenerek: “Teşekkür ederim, Dr. Patem, ben size dua edeyim, eşiniz Muhemmed Zunun bakan olarak yükselir inşallah” dedi. “Dalga geçmeyin, ona bakanlık nerde” dedi Dr. Patem itiraz ederek. Aradan fazla geçmeden üniversitede çalışan Muhemmed Zunun Parti Komitesi Propaganda Bölümü’ne, sonra Kültür Bakanlığı’na bakan olarak tayin edildi. Yine bir defasında, Rabia Kadir, Plan Komitesi’nde çalışan Ablet Abdureşit’in hanımı Gülbostan’a: “Senin eşin Tömür Davamet’in yerine başkan olacaktır, göreceksin” dedi. “Ablet küçük bir bürokrat, bu mümkün değil” dedi Giilbostan. Rabia’nm sözüne inanmadan. “Bahse girelim mi?” Rabia’nın şartıyla onlar bir büyük halı için bahse girdiler. Fazla geçmeden Ablet Abdureşit başkan yardımcısı, arkasından başkan olarak tayin edildi. Daha ilginç olan odur ki, Rabia Kadir Pekin’deki Siyasi İstişare toplantısında Hu Jintao ile bir masada oturup yemek yedi. Hu Jintao normalde Tibet ve Uygur delegelerinin arasına sık sık karışırdı. O gün Rabia, onun avucuna bakarak falına baktı ve mahsus: “Hu Jintao Efendim, siz fazla geçmeden bütün Çin’in en büyük padişahı olacakmışsınız” dedi. Bu sözü duyunca Hu Jintao ’nm hemen yüzü kızardı, ama o içindeki sevinci gizleyemeden 161 etrafına bakındıktan sonra “Başkan olursam sizi desteklerim” dedi. Rabia hemen: “Hu Jintao Efendim, eğer başkan olursanız, Uygurların hak-, lannı ellerine verecek misiniz?” diye sordu. Hu Jintao bu sözü duyunca şaştı. O, etrafına bakındıktan sonra: “Rabia Hanım, siz çok korkunç laflar ediyorsunuz, dikkat edin. Eğer başkan olursam sizin için çok güzel işler yapacağım. Eğer devletin menfaatine uygunsa, haklarınızı da vereceğim” dedi. Bazı tesadüfi olaylar insanı şaşırtır. Rabia, Jiang Zemin iktidara geldiği zaman onun: “Rabia Hanim, göğsünüzdeki büyük altın çiçek gerçek mi sahte mi?” diye sorduğu sorusuna şaka karışık: “Sizin reform ve dışa açılma politikanız gerçekse, bu çiçek de gerçektir” dedikten sonra fazla geçmeden tutuklandı. Altı yıl kadar cezaevinde yattı. Ama Rabia, Hu Jintao iktidara gelir gelmez Amerika hükümeti ve halkının, Uluslararası Af Örgütü gibi örgütlerin baskısı neticesinde onun onayı ile cezaevinden çıktı, Amerika’ya gelebildi. Cezaevindeki döneminde de Hu Jintao’un onun söylediklerini ifşa ettiğini duymadı. Rabia, bu olayların rastlantı mı ya da Hu Jintao’un sözünde durduğunu ispat etmek için mi cezaevinden çıkardığım bilemedi. Ama gelecekte Hu Jintao’ya bir mektup yazarak: “Hu Efendim, sözünüzde duracaksanız elinizde yetki varken Gorbaçov gibi mertliğinizi gösterin, askerlerini yavaş yavaş geri çekip bağımsızlığımızı iade edin” demeyi de aklına koydu. “Düşman gelirse yandan gelir, belâ gelirse kardeşten gelir” derler ya, uğursuzluk Ayım Ezizi’den başladı. Ayım Ezizi, Urumçi’deki Kadınlar faaliyetinin organizatörü Dildar Hamm’a şöyle mektup yazmış: “Selam Dildar, Rabia Kadir Pekin’e gelip evimde iki hafta kaldı. Bu sırada Seyfettin’den ve benden ailemize ve büyük işlere ait 162 pek çok sırrımızı öğrendi hem de bu sıramızı öğrendikten sonra kocası Sıddıkhacı ile birlikte Amerika’ya gitmiş. Şimdi bizi mahvedecek. Ben eskiden Çöçek’teyken rüyamda Ahmet Efendi’nin gökte uçan ankanın üzerinden düşünce yerine Seyfettin’in binip uçtuğunu görmüştüm. Şimdi bugün rüyamda yine aynı ankanın üzerinden Seyfettin’in düşüp Rabia Kadir’in bindiğini görmüşüm... Ben bu Rabia’yı tutuklatmalıyım...” Rabia Kadir, bu mektubun fotokopi örneğini sakladı. Rabia Kadir, Pekin’e geldiğinde Ayım Ezizi’nin ısrarlı talebi üzerine onun evinde kalmıştı. Onlar 15 gün kadar birlikte oldular ve dertleştiler. Rabia, sohbet arasında vatandaki aydınların bilmek istedikleri önemli meseleleri Seyfettin’e sorarak öğrendi. Seyfettin Ezizi bir defasında Rabia Kadir’in: “Wang Enmao neden sizinle uğraşıyor?” şeklindeki sorusuna cevaben: “Mao Zedong ile Zhou Enlai 1949 yılında Şincang’a asker soktuğu zaman ’Şincang’daki Milliyetçi Çin’in kalıntı askerlerini imha ettikten sonra beş yıla kadar çekilip çıkacağız’ sözünü verince anlaşma yapmıştık. Anlaşmaya Çin taralından Mao Zedong ile Zhou Enlai, Doğu Türkistan Cumhuriyeti tarafından ben ve Muhemmetimin İminof imzalamıştık. Bu belgenin bir nüshasını ben saklıyordum. Wang Enmao o belgeyi ele geçirmek için çok uğraştı. Sonunda merkezdekilerle birlik olup beni alıkoyarak evimi aradılar, belgeyi bulamayınca çaktırmadan beni Pekin’e getirdiler„ diye konuşmuştu. Rabia Kadir ise daha detaylı bir şekilde: “O belgeyi bana verin, ben en iyi ve güvenilir bir yerde saklayacağım” dediğinde Seyfettin Ezizi, anlaşma ile birlikte beş Önemli belgenin çok güvenilir bir yerde saklanmakta olduğunu, eğer bu iş açığa çıkarsa kellesinin gideceğini anlatmıştı. O yine evinden aranarak bulunan belge ve materyallerin Zhou Enlai’in bizzat kendisi 163 tarafından götürüldüğünü ve nereye koyduğunun bilinmediğini anlatmıştı. Rabia Kadir yine: “Ahmetcan Kasımı gibi kişilerin suikastla öldürüldüğü doğru mu? Herkes sizi önceden haberdar idi diyor da?” diye sorduğunda, Seyfettin: “Bu olayın ayrıntısını Ruslar bilirler, çünkü onlar Çinlilerle birlikte planlamışlardı. Ben olaydan önce azıcık kokusunu almıştım. Ama o kadar vahşice olacağını aklıma getirmemiştim.” diye cevap verdi. Rabia Kadir, Ayım Ezizi ile sohbet ederken, Mahinur Hanım’m dedikodusunu yaparak: “Ahmet Efendi’nin büyük hanımı, ünlü zengin, pan-türkist birisinin kızıydı. O, yüksek eğitimli ve milliyetçi biri olup Ahmet Efendi’yi bağımsızlık konusunda etkilemişti. Ruslar bunu öğrenince onun büyük hanımım ’güvenlik meselesi’ diye Sovyetler Birliği’ne götürüp Mahinur’u onunla zorla evlendirmişlerdi. Büyük hanımı son ana kadar onun nikahında idi.” demişti. Rabia Kadir, Seyfettin ve Ayımlarla olan sohbetlerini gizlice teybe kaydetmişti. Ayım Ezizi bundan dolayı çok korkmuştu. Rabia Kadir, bir gün İsmail Ehmet’e şöyle dedi: “İsmail Ehmet Efendim, siz Pekin’de padişaha yakın yerde duruyorsunuz, Uygurların gelecek kaderiyle ilgili bir harekette bulunsaydınız, halk sizden bunu bekliyor.” İsmail Ehmet samimiyetle cevap vererek: “Vatan, halk için yapılacak işler iki türlüdür, biri, sizin gibi ortaya çıkarak Uygurların menfaatini korumak için mücadele etmek, diğeri, bizim gibi hükümetin verdiği yetkilerden yararlanarak bazı faydalı işleri yapmaktır. Ben burada Hoten’in eğitimi, güneyin yol yapımı, fakirlerin sağlık sorunları bahanesiyle bütçe ayırtıyorum, çeşitli bakanlıklara yalvararak bizden götürülen kaynaklardan, 164 hammaddelerden yüzde bir veya iki de olsa pay verin dediğim zaman yüz hatırım için tamam derler. Elimizden gelen budur, ama göreceksiniz, benden sonrakiler bunu da yapamayacaklar” dedi. Rabia’nm aynı konudaki sorusuna Tömür Davamet de: “Neyse, halkın hain dediğini duyuyorsam da, hükümetin ağır baskısına dayanarak Uygurların ekonomisini, kültürünü yükseltmek için bazı işler yaptım. Göreceksiniz, benden sonra gelecek olanlar benden daha beter olacak.” demişti. Hatta bir gün Mahinur Hanım da Rabia’ya ağlayarak: “Ahmed’i bunlar bitirdiler, beş yılda geri çekileceğiz diye verdikleri sözde durmadılar. Şimdi ben zamana uyarak Ahmed’in iki çocuğunu veliaht olarak yetiştirmeliyim. Onun için evet demekten başka çare yok. Makam mevki yoksa, kimse seni adam yerine koymaz” demişti. Rabia, Uygurların yardakçı diye nefret ettikleri bu yöneticilerin işlerini gözden geçirdi. Gerçekten de, sonra iş başına gelen yetki sahibi Uygurlar sırf yardakçılıktan başka hiçbir işe yaramadılar. Ablet Abdureşit denen adam, başkaları küfretse de, hor görse de gülümseyerek “Güleryüzlü Ablet” lakabıyla Pekin’e kadar yükseldi. 5 Şubat 1997’de Kulca’da binlerce genç gösteri yaparak hükümete olan itirazını barışçıl bir şekilde ifade etti. Hamidin Niyaz, Memiti-min Zakir denen kişiler derhal olay yerine gidip Çin hükümeti bacak getir derken bunlar kelle keserek getirdiler. Onlar gösterinin kanlı bastırılması emrini verip binlerce genci şiddetli soğukta spor salonuna kapattırdılar, üzerilerine buz gibi soğuk su sıkarak birçok genci dondurarak öldürttüler, suçsuz gençleri buldukları yerde vurdurttular, evlere baskın düzenleyerek kurşuna dizdirdiler. İlgisiz olmasına rağmen, önceden hazırlattığı listeye göre on binlerce Uygur gencini tutuklattılar. Birçoğu yargısız bir şekilde öldürüldü. Binlerce genç, Çin eyaletlerine, yurtdışına kaçtı, ama yine terörist diye tutuklandılar. Bu yetmiyormuş gibi, Kulca’da grip aşısı yapma bahanesiyle 10 yıl sonra gençlerin arasına katılacak olan 10 bin kadar 165 çocuğu okullara toplayarak hepsini zehirlediler. Memitimin Zakir utanmadan: “Öğrencilerimize grip aşısı yapmıştık, yanlış iğne yapılmış.” diye ölen çocukların ailelerine 2-3 bin yuan para verdi ve onları korkutarak susturdu. Halkın nefretine uğrayan, kan borcuna boğulan bu yöneticiler “Haramidin Niyaz”, “Memitimin Muzakir” gibi lakaplar aldılar. İşte şimdi, İsmail Bulivaldı, Wang Bekri denenler, Uygur halkının belini de, boğazını da, hatta dilini de boğarak hükümetin önüne kesilecek koyun gibi hazırlayıp koymaktalar... Rabia daldığı düşünceden iç çekerek kendine geldi. Büyük işlerin Gizli Planı Sıddıkhacı Rozi, Washington’da yalnız kaldıktan sonra Uygur-lann kaderiyle ilgili büyük işler ardı ardına ortaya çıktı. 1996 yılında Çin demokrasi yanlılarından Wu Hongda mahlasıyla Çin komünistlerinin cezaevi kampları hakkında araştırma yapmakla tanınan Hai Ruiwu, Urumçi cezaevlerinde gizlice belge toplarken yakalanmıştı. O, cezaevinden çıkar çıkmaz Amerika’ya geldi. Sonra Dünya Bankası’nın Uygur Özerk Bölgesi’nin su işleri kuruluşu için verdiği kredisinin Üretim ve İmar Ordusu tarafından kullanıldığı hakkında tanıklık etme toplantısı düzenlemek için ispat, belge ve tanıkları tamamlamak amacıyla Uygurların dış dünyadaki faaliyetlerinin canlı olarak yürütüldüğü İstanbul’a geldi. İstanbulda Ablikim Baki ile tanışıp iki saatlik yideo malzemesi hazırladı. Ablikim Baki, 1996 yılma ait Özerk Bölge Yılnamesi’nden Wang Enmao’un Üretim ve İmar Ordusu tümen düzeyindeki komutanlar toplantısında yaptığı Dünya Bankası’nın kredisinin çeşitli tümenlere milyonlarca dolardan paylaştırmasıyla ilgili konuşmasını ve Dünya Bankası’nin parasını rastgele harcayarak araba alan Üretim ve İmar Ordusu albaylarının disiplin kurullarınca cezalandırıldığı hakkındaki belgeyi temin etti. Ablikim Baki, Washington’daki toplantıda tanıklık 166 etmeye davet edildi. Washington'a geldikten sonra Sıddıkhacı, Perhat Yorungkaş’a Üretim ve İmar Ordusu hakkında 15 sayfalık metin hazırlayarak verdi. Ama kendisi toplantıya katılmadı Perhat Yorungkaş toplantıya katıldı. Wu Hongda’mn Washington'daki tanıklık etme toplantısına pek çok senatör ve parlamenter katıldı. Perhat Yorungkaşın Amerika Kongresi’nde yaptığı belgelere dayanan etkili konuşması onlan inandırdı. Fazla geçmeden Dünya Bankası Çin’e vereceği krediyi dondurdu. Aynı yılın ekim ayında Amerika Kongresi’nin kütüphane araştırmacısı Karry Dombah Hanım, Washington’daki kongre salonunda kongre üyelerine Uygurlar ve Uygurların bugünkü siyasi durumu hakkında rapor sundu. Bu Amerika tarihinde ilk kez üst düzeyli ve geniş kapsamlı bir tanıtım toplantısı idi. Demek ki, Rabia Kadir’in dört ay önce parlamenter Krsitopher Semith’in ofisinin merdiveni önündeki feryadı meyve vermeye başlamıştı. Aradan fazla geçmeden Suudi Arabistan’daki Uygurlardan Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin kuruluşuna katılan muhteremlerinden Hüseyin Kari ve Abdukadir Türkistanı vatan davasını Amerika’da güçlendirmek amacıyla bir sürü parayla Washington’a geldi ve “Doğu Türkistan Milli Kurtuluş Merkezi” adında bir örgüt kurarak ofis açıp başına Enver Yusuf’u getirdi. Amerika’ya ilk gelen Uygurlardan Gulamettin Pahta “Doğu Türkistan Milli Araştırma Merkezi”ni kurduğunu duyurdu. Amerika’da, özellikle Washington’da Uygurların faaliyetleri canlanmaya başladı. Bu örgütlere ve onların faaliyetlerine akıl vererek, yol göstererek ve yazı yazarak destek veren Sıddıkhacı Rozi, bir gün Rabia Kadire telefon edip onun Amerika’ya gelmesini istedi. 2 Kasim I996’da Rabia Kadir kimseye söylemeden Pekin’e gelip Amerika’ya uçak bilet'i alarak Washington’s uçtu. Onun pasaportunda 10 yıllık Amerika vizesi vardı. Rabia Kadir gelip Siddikhaci ile görüştükten sonra Amerika’da Uygurların davasın ، 167 canlandırmanın anahtarının parlamento ve kongrede olduğunu, onun İçin önce Amerika’nın yüksek tabakasından dost bulmanın önemli olduğunu ortaya koydu. KaiTy Dombah Hanım’ın Kon-gre’de Uygurlarla ilgili sunduğu rapor hem Amerika Kongresi üyeleri arasında hem Uygurlar arasında önemli etki yaratmıştı. Rabia Kadir, önce Karry Hanim ile tanışmak gerektiğini, ona teşekkür etmek gerektiğini düşündü. 16 Kasim’da Washington yakınlarındaki Virginia eyaletinde ikamet eden. Doğu Türkistan Cumhuriyeti ordusunda çalışan, Çin cezaevlerinde yatan Edhemcan ve Töre Paşa Hanim gibi kişil erin evinde güzel bir ziyafet düzenlendi. Rabia Hanım’ın adma düzenlenen bu ziyafet, Karry Dombah ve onun arkadaşının ş.ere-fine verilmekteydi. Yeni kesilen kuzu etiyle hazırlanan kebap ve lezzetli yemekler misafirlerin hoşuna gitti. Rabia Kadir, öncelikle Karry Hamm’a 20 milyon Uygur halkı adına teşekkür etti. Onun-la bazen tercüman aracılığıyla bazen doğrudan Çince konuşarak sohbet etti. Rabia, ona Uygurların şuanda çekmekte olduğu zu-lümleri belgeleriyle anlattı. 0 “planlı doğum” politikasının sebep olduğu acı olayları, nükleer denemelerin sebep olduğu ekoloji ve çevre sorunlarım, ekonomik kaynakların yağmalanmasının sebep old'uğu yoksulluğu, siyasi ve dini yöndeki baskıların sonuçlarım örnekleriyle ve beraberinde getirdiği belgelerle anlattı. 'Rabia Kadir, en yeni basin haberlerini göstererek 1995 yılının Mayıs ayında Karamay’daki bir sinemada yaşanan yangında sorumlularm kapıyı sıkı kapatarak 400 çocuğun yanarak can verme-sine neden olduklarını, ayni yıl 1 Ekim’de Halk Meydani’ndaki kortejde ilk sırada yürüme hakkı bulunan Uygur çocuklar alana girdiklerinde aniden gaz balonu patlayıp 700 çocuğun yandığını, ama bu olaya neden olan katillerin bulunamadığını, yine aynı yıl 7 Temmuz’da Hoten şehrinde hükümetin dini baskısına itiraz ederek gösteri yapan halkın kanlı bir şekilde bastırılıp binlerce suçsuz insanın tutuklandığını anlattı. 168 Rabia Kadir, yine Karry Hanımla Uygurların bağımsızlık yolundaki mücadelesinin hangi şekil ve hangi yöntemle yapılırsa daha etkili olacağı konusunda fikir alış verişinde bulundu. Rabia Kadir, sonunda Uygur halkının talebi olarak Amerika Parlamento ve Kongre üyelerinin hem de basın mensuplarının Uygurların vatanına gidip oradaki zulmü kendi gözleriyle görmelerini istedi. Rabia Kadir, bu işlerden sonra Pekin’de yapılacak Siyasi İstişare Kurulu toplantısının da çok önemli bir mücadele fırsatı olduğunu düşündü ve toplantıda Uygur meselesini resmi siyasi mesele olarak ortaya koymak ve bununla bütün Çin yöneticilerinin, Çin delegelerinin hem de Çin halkının dikkatini çekmek, ayrıca Sıddıkhacı’nın söylediklerini yerine getirmek için yine vatana döndü. Eğer bu yolda Çin Komünist Partisi ’nin suikastına uğrayacaksa, bunun Uygurların bağımsızlığı uğruna yaptığı mücadelelerini hayatı ve canı pahasına tüm dünyaya duyurmak için iyi bir fırsat olacağım düşünüyordu. Urumçi’ye döner dönmez hükümetin kendisini sıkı takibe aldığını fark etti. Rabia, evine girince kendisini garip hissetti. Onun güzel süslenmiş, padişah köşkleri gibi görkemli, sıcak evi sessizlik içinde korkunç gelmeye başlamıştı. Etrafta insanlar, akrabalar ve çocuklar olmasına rağmen, o yine de kendini yalnız hissediyordu. Canı evine girmek istemiyordu. Ama nereye gideceğini de bilmiyordu. Rabia, sonunda canının Sıddıkhacı’nın kitaplığını çektiğini fark ederek oraya giriyor, hatta orada geceliyordu. Bu kitaplık, Sıddıkhacı’nın gündelik çalışma odası idi. Onun mücadeleci yazıları burada yazılırdı, onun arkadaşları burada tartışırlardı, Turgun Almaş, Abdurahim Ötkür gibi âlimler sürekli buraya gelirlerdi. Rabia, işte bu kitaplıkta hemen hemen her gün kendi kendine konuşup Sıddıkhacı’yı hatırlıyordu. Rabia, o zaman kendisinin yalnızlığını, Sıddıkhacı’sız ne hayatın, ne de ticaretin anlamı olduğunu, kadirşinas arkadaşıyla çoktan tek vücut hâline geldiğini derinden hissetti. Çocuklar da öyle idi. Ailedeki refah, bolluk çocukların gözlerine gözükmüyordu. Onlar hiç gülmezlerdi, konuşmazlardı. Bayram günü Rabia, onlara hediye vermek için hepsini topladı, hepsi boyunlarını 169 eğip oturuyorlardı. Onların yüzleri gülmüyordu. Rabia “Ne oldu yavrularım? Babanıza telefon edelim mi?” deyince Akide ağlayıverdi, hepsi onu bekliyormuş gibi birden ağladılar. Rabia, önce onları avutmaya çalıştı, ama sonra kendisi de birlikte ağladı. Rabia anladı ki çocuklar babasız yaşayamayacaklar. Rabia, çocuklarım babalarının yanma gönderip bütün zorluğu kendisi çekmeye karar verdi. Böylece tatil döneminde Amerika vizesi alan çocuklarını, yani Akide, Hanzühre, Mustafa ve Kıknus’u Pekin’den Amerika’ya yolcu etti. Uygur’un Dostu Uygurdur 1996 yılının ilkbaharında, Çin eyaletlerinde peşpeşe sel felaketi yaşandı. Uygur Özerk Bölge Parti Komitesi ve onun başındaki Wang Leçuan derhal toplantı düzenleyerek Yardım Yönetme Komisyonu kurdu ve bunu aşama aşama uygulamaya koyup gazete, dergi ve televizyonlarda propaganda yaparak nakit para, yeni giysi bağışlama kampanyası başlattı. Hatta bütün Uygurları “siyasi tavır meselesi” diye korkutarak maaşlıların maaşından kesti. Bu sırada Banka, Vergi, Ticaret ve Sanayi Müdürlükleri memurları da ev ev, dükkan dükkan dolaşarak para topladılar, giysi, gıda, hatta hayvanlan da götürdüler. Rabia Kadir, felakete uğrayanlara acıyıp kendisi öncü olarak pek çok para, kumaş ve giysi toplayıp bağışladı. Aradan fazla geçmeden Uygurların kadim mekanlarından Kaşgar İli’ne bağlı Peyzivat İlçesi’nda şiddetli deprem meydana geldi, pek çok insan öldü, çok sayıda ev yıkıldı, yüz binlerce Uygur çiftçi soğukta dışarıda kaldı. O zaman Parti Komitesi ve Wang Leçuan’in ifadeleri insanlan derin kuşkuya sevk etti. Onlar ilk olarak yabancı gazatecilerin Uygur halkının gerçek yaşamını görmelerinden korkup olayı dünyadan gizlediler. Çin gazete ve televizyonlarında da propaganda yapılmadı. Parti ve hükümet kurumlan hiçbir şey olmamış gibi sessiz kaldı. Sadece Kamu Hizmetleri Bakanlığı’ndaki yetkili kişilerin yukarısının sözlü talimatıyla Çin eyaletlerine taşınan giysiler arasından ellenen eski ve işe yaramayanlannı Peyzivat’a 170 göndermek için kolilere doldurmakta oldukları anlaşıldı. Bazı şehirler, idare, kurum ve fabnkalar kendi kendine harekete gelerek para ve giysi toplayarak Peyzivat ١ a göndermişlerse de, Wang Leçuan başkanlığındaki YardımYönetme Komisyonu nakit para ve yeni giysileri Çin’e gönderme işini ciddi sürdürmeye devam etti. Kötülerini Peyzivat’a yollama işini de birlikte yürüttü. Parti Komitesi’nin bu çifte standart tutumu ve halkın güçlü itirazı başkan ve başkan yardımcılarının kulaklarına ulaşmış ise de kimse ortaya çıkıp karşı fikir beyan edemedi. Tam o sırada, Rabia Kadir Çin Devlet ve Özerk Bölge Siyasi İstişare Kurulu, Kadınlar Birliği hem de Ticaret ve Sanayiciler Birliği’ndeki yetkilerini kullanarak cesaretle ortaya çıktı. O, Rabia Kadir Ticaret Sarayı’ndaki ticaretçilerin felaket bölgesindeki kardeşlerini ziyaret etmek için bir heyet kurarak önce kendisi 100,000 Amerika Doları değerinde para ve malzeme bağışmda bulundu. Halkı harekete geçirdi. Gazete, dergi ve televizyonlarda derhal propaganda yürütüp Parti Komitesi’nin “Tek elden yönetme ve tek elden paylaştırma” denen sahte genelgesine karşı çıktı. Onun sahteliğini ortaya koydu. O günler bayram arefesi olduğu için ticaretçiler ardı ardına zekatlarını, para, mal, giysi, un, pirinç ve yağ gibi gıda malzemeleri getirip bağışta bulunmak için kuyruğa girdi. Parti Komitesi’nin Bağış Toplama Birimi’ndekiler bunu görünce, oraya kırmızı levha asılan hükümetin Bağış Toplama Arabası’nı gönderip bağışta bulunanları para ve malzemeleri hükümete teslim etmeye zorladılar. Rabia Kadir, cesaretle onların karşısına çıkıp: “Benim halkımın hayırseverliğini görünce kıskançlığınız mı tuttu? Benim hükümete borcum yok, Allah’a ve milletime borçluyum, ortada oyun oynayanlara hiçbir şey vermeyeceğim, halkımın vermesine de izin vermeyeceğim. Biz topladıklarımızı bayramdan önce felakete uğrayan kardeşlerimizin ellerine ulaştıracağız” dedi. Parti Komitesi’nin gönderdiği Bağış Toplama Arabası akşama kadar beklemesine rağmen birinin bıraktığı bir deri mont dışında hiçbir şey toplayamadı. Onlar halkın vermek istediği kişiye esirgemeden 171 verdiğini, hükümete değil, Rabia’ya güvendiğini kendi gözleriyle gördükten sonra elleri boş döndüler. Kısa sürede yaklaşık 500,000 Amerika Doları nakit para ve 27 kamyon dolusu yardım malzemesi hazırlandı. “Felaket Bölgesindeki kardeşlere selam!”, “Ramazan Bayramınız mübarek olsun!”, “Halk sizi unutmadı!” şeklindeki levha ve sloganların asıldığı 27 kamyon Urumçi sokaklarında davul zuma sesini yankılandırarak yola çıktığı zaman bütün halk sokağa çıkıp Rabia Kadir, Memtili Hacı ve Ranıile den oluşan ekibi uğurladı. Uygur halkının birlik beraberlik içinde bulunduğunu, insani faziletini ve cömertliğini gösteren bu heybetli yardım konvoyu kimilerinin sinirine dokunuyordu. Başında Rabia olmasaydı, çoktan hepsini ele geçirip “Tek elden yönetip” kendi memleketine göndermeyi düşünen Wang Leçuan şimdi uyuyamıyordu. Uygurların yardım kamyonları yol boyunca uğradığı şehir, ilçe ve köylerde propaganda yapmamasına rağmen halk kendiliğinden harekete geçerek yardım toplayıp yine iki kamyonu doldurdu. Rabia’nın yardım konvoyu Peyzivat’a ulaştığında yine engelle karşılaştı. Yerli yöneticiler yukarısının talimatına göre yardım parası ve yardım malzemesini kendileri teslim alarak tek elden paylaştıracaklarını duyurdular. Felakete uğrayan halk ise, bazı açgözlü yöneticilerin daima bağış paralarını sessizce yok ettiklerini, yardım malzemelerini ise yeni gelen Çinli göçmenlere ya da kendi akrabalarına paylaştırıp verdiklerini, artan eski giysi ve süresi geçmiş gıda malzemelerini felakete uğrayan halka muhabirlere göstermek için paylaştırdıklarından şikayet ediyordu. Rabia Kadir, bir kaç yıldan beri yurtdışına, Çin şehirlerine toplantı ve ticaret için gitmek zorunda kaldığından ailesinde çocuklarıyla birlikte bayram yapamamıştı. Bu sefer aslında Sıddıkhacı ve çocuklarının ısrarlı talepleriyle Ramazan Bayramını ailece birlikte kutlamaya söz vermişti. Ama Rabia, felaket bölgesine gelip fakir, çaresiz, zavallı Uygur çiftçilerini, aç çıplak Uygur çocuklarını görünce bayramdan önce evine dönmekten vaz geçerek 172 önce onları sevindirmek istedi. Akşamleyin çok yürümekten su toplayan ayaklarını tastaki suya batırarak otururken: “Bu sene Ramazan Bayramını felakete uğrayan garip Uygur çiftçilerini rahatlatmak için onlarla birlikte geçireceğiz, bayrama kadar hepsinin eline Uygur halkının sevgisini ifade eden para, giysi, kumaş, un, pirinç, yağ ve etleri ulaştıracağız, açgözlü hiya-netçilere elletmeyeceğiz” dedi Rabia bayrama yetişmek için evlerine dönme telaşına giren Memitli Hacı ve Ramile’ye bakarak. Rabia Kadir’in bu fedakarlığından etkilendiklerinden onlar da dönmemeye karar verdiler. “Ben doğduğum zaman camiye vakfedilmişim. Onun için benim servetim aileme ve çocuklarıma değil, bütün Uygur halkına ait, burada evsiz barksız, elbisesiz, gıdasız kalan çocukların hepsi benim çocuklarım, ne zaman onların derdine derman olacak bir iş yapabilirim?”. Rabia bir taraftan Allah’a şükrederken, diğer taraftan Allah’tan medet diliyordu. Rabia, ev ev dolaşıp kuvvetten düştü. Sonunda köy yöneticilerini kullanarak felakete uğrayan çiftçileri bir araya toplayıp toplu bir şekilde her ailedeki nüfus sayısına göre para ve diğer malzemeleri paylaştırdı. Felakete uğrayan Uygur çiftçileri çok duygulanarak Rabia Kadir’e ve Urumçi’deki ticaretçi kardeşlerine çok teşekkür ettiler. Ruhsal bunalım ve ekonomik zorluklardan halk öyle bir hale gelmiş ki, bir zavallı dede para, giysi, un ve pirinçleri aldıktan sonra duygularına hâkim olamayarak: “Yaşasın Başkan Mao!” diye bağırarak ağladı. Birisi dedeye acıyarak: “Dede öyle söylemeyin, günahtır. Başkan Mao dediğiniz adam öleli 20 yıl oldu, bunları bize Başkan Mao değil, Urumçi’deki kardeşlerimiz göndermiş, Rabia Kadir paylaştırıyor” dedi. Sadece köylerdeki çiftçiler değil, yerli memurlar da Rabia’nın hayırseverliğinden, sevecenliğinden etkilenerek ağladılar. Nineler ona sarılarak ağladılar, başlarını ayağına koydular. Çocuklarını getirip Rabia’nın elbiselerine dokundurup sevap kazanmak istediler, 173 ağlama inlemeler içerisinde kimse kendine hâkim olamadı. Gerçek kardeşlik sevgisi onları sarhoş etti. Rabia halka hitaben: “Ey zavallı halkım, beni utandırmayın, ben sizin için hiçbir şey yapamadım, sizi çileden, toz topraktan, yoksulluktan kurtaramadım. Beni suçlayın, sövün, dövün” diye feryat etti ve halkın dua etmesini istedi. Toplanan ihtiyar ve genç herkes Rabia Kadir’in dua etmesini istedi. Rabia’nın duygulu, ama temkinli, gür sesi yaralı kalplerde yankılanmaya başladı: “Ey yüce kudret sahibi Allahim, halkıma akıl, güç, birlik ve beraberlik bağışlayasın. Zalimin zulmünden kurtulması için yol gösteresin. Servet üstünde oturup fakir yaşayan halkıma rahmeyleyesin, kendi rızkına, hakkına sahip olmasını nasip eyleyesin amin...” Rabia Kadir, bayram namazından sonra İdgah’a gelecek şeklindeki haber bir gün önce muhabirler tarafından duyurulmuştu. İnsanlar namazdan sonra etrafına bakınarak Rabia’yı aramakta idi. Halkına karşı daha ağır sorumluluk duyan Rabia, Idgah Camisi’nin önüne geldiğinde on binlerce Uygur genci onu coşkuyla karşıladı. Onlar: “İşte, o, beyaz kalpaklı Rabia anamız geldi!” diyerek onu görmek için acele ettiler, birbirlerini ittiler, boyunlarını uzattılar. Heyecanlanan gençler, Rabia Kadir’e yol açıp onu insan denizi içinden yelken gibi sürerek İdgah Camisi’nin kapısı önüne getirdiler. Onu görmeye sabırsızlanan kalabalık, yani siyah gözlü, yüksek burunlu Kaşgarlılar, yüzünden cömertlik, yiğitlik, cesaret, gurur ışıldayan Kaşgarlılar, üzerine takım elbise, palto, ceket, mil- ؛li tarz gömlek ve badem motifli şapka giyen Kaşgarlılar... Rabia Kadir’e dikilmekte, ona umutla bakmaktaydı. Şahin gibi keskin gözlerinden “Bize rehberlik et, ateşe dersen ateşe, suya dersen suya girmeye hazırız!” der gibi anlamlı kıvılcımlar çıkmakta idi. Rabia, derin sevgisiyle on binlerce Uygur gencine doyasıya bakmak için, milli gurur, milli duygu ve milli inanç denizinde doyasıya yüzmek için, daha çok kardeşine samimi selamını 174 ulaştırmak için masanın üzerine çıktı. Davul zuma sesi kesilip etrafı sessizlik sardı. Herkes Rabia’nın ağzına baktı. Kırılmış kalplerine merhem olacak, yaralı gönüllerine ilham olacak, dertli kalplerine derman olacak sözleri duymayı bekliyordu. Rabia İdgah Camisi’nin kapısı önündeki masanın üzerinde etrafına baktı. Etrafı binlerce Çinli asker kuşatmıştı. Yüksek binalar, dükkan ve evlerin çatılarında otomatik tüfeklerinin namluları İdgah Camisi’ne doğrultulmuştu. Her sokağın köşesinden başlayarak İdgah Camisi’ni kuşatan Çinli polislerin bir elinde ateşlenmeye hazır otomatik tüfek, diğer elinde eğitilmiş kopek halka yönlendirilmişti. Gözlerinden tıpkı filmlerdeki cellatlar gibi vahşilik fışkıran bu askerler hemen saldırıya geçip meydandaki on binlerce Uygur gencini kurşun yağmuruna tutup kıracakmış gibi acımasız bir biçimde bakıp duruyordu. Bugün Kaşgar’da iki yerde iki farklı manzara ortaya çıktı. İdgah Camisi önünde Uygur halkı bir araya gelip namaz kıldıktan sonra Rabia Kadir’e bakmakta idi. Diğer yandan, Çinlilerin Pekin’den tayin ettiği kukla başkan Ablet Abdureşit ve ondan fazla Çinli yönetici, yüzlerce Çinli polis ve askerin korumasında gizli bir şekilde Kaşgar Havaalanına inip oradan Kaşgar Valilik Konağı’na gelmişti. Çinlilerin değerli bildiği kişi korkarak köşe bucak saklanmakta, halk onu lanetlemekte, kendi sevdiği kişiyi ise başının üzerine koymakta idi. “Selam kıymetli kardeşlerim!” dedi Rabia yüksek sesle. “Vealeyküm selam, Rabia Ana!”. Etrafta yankılanan selam sesi yeri sarstı. Rabia konuşuyordu, ama o aklına getirdiği sözleri içine attı. Çünkü o bugün bir kelime sözü fazla söylerse halkın sel gibi taşacağını, İdgah Camisi’nin ise kıpkırmızı kanla boyanacağını iyi biliyordu. O, halkına hitap etti, gözlerinden inci gibi yaşlar döküldü: “Ramazan Bayramınız mübarek olsun, sizin yetiştirdiğiniz kızınız Rabia size selam vermeye geldi. Bir sonraki sefer size kesinlikle 175 müjdeli haber getireceğim. Kardeşlerim, etraftaki bizi kuşatıp ‘koruyan’ asker ve polisleri, otomatik tüfekleri, köpekleri gördünüz mü? Dağılın, bugün Ramazan Bayramıdır, herkes sevinsin.” O anda davul zuma sesi yankılandı. Halk sema dansı etmeye başladı. On binlerce Uygur’un sema dansı yeri sarstı. Sanki uçsuz bucaksız tarladaki buğday başaklarının sallanması gibi, uçsuz bucaksız denizin düzenli dalgalanması gibi insanı heyecanlandıran bir manzara ortaya çıktı. Rabia, hayallere daldı, ona ellerini düzenli sallayarak, boyunlarını oynatıp ayaklarını ritimli değiştiren, yere kuvvetle basmakta olan insan kalabalığı surları yıkıp aşan, bağırarak at koşturup gelen Oğuzhan’ın ordusu gibi, ülke sınırlarını yerle bir eden Atilla’nın askerleri gibi, Asya’yı titreten İmparator Tumid İltebir Hakan’ın yiğitleri gibi, Çin Şeddi’nden Adriyatik Denizine kadar olan sınırsız toprakları fetheden Kutluk Bilge Hakan’ın kahramanları gibi, Pantiğin’in, Sultan Sat-uk Buğra Han’ın, Seidhan’ın, Yakupbey’in, Savut Damolla’nın, Gani Batur’un yiğitleri gibi gözüktü. “Halk umutlu, halk bir rehbere muhtaç, halk kurtuluşu bekliyor”. Rabia Kadir, kendisini koruyarak gelen Memtili Hacı ve Ramile’nin yardımıyla insan kalabalığı içinden güçlükle çıkarak bir dükkana girdi. Dükkanın önüne Rabia’yı görmek için toplanan insanlar, dükkana girmek için kapıyı zorlarlarken Rabia çaresiz dükkanın arka penceresinden çıkıp gitmek zorunda kaldı. “Tövbe” dedi Memtili Hacı gözyaşlarını silerken heyecanla “Halkın gözünde bu kadar yüce kadın olduğunuzu yanınızda olduğum hâlde anlamamışım. Bir ömür size hizmet etmeye karar verdim, hanım.” “Rabia Abla.5 dedi hâlâ hıçkırarak ağlamakta olan Ramile “sizin için hayatımı feda etmeye hazırım. Siz halkımız için gerçekten büyük işler yapabilirsiniz, gördünüz işte, yüz binlerce halk sizden kurtuluş ve özgürlük bekliyor. 176 Bin Anne Anonim Şirketi Rabia Kadir, Kaşgar, Hoten ve Aksu illerinin ücra yerlerine kadar dolaştı. Uygurların genel durumunu bizzat gördü, dinledi ve araştırdı. Neticede Uygur’un yüzde doksanının aç, çıplak ve yoksulluk içinde yaşadığını, yüzde birinden daha azının hükümetin koynunda rahat yaşadığını tespit etti. Rabia, her yerde fakirlik ve cehaletin olduğunu, bundan kurtulmanın şu anki ve ilk çaresinin eğitim olduğunu, eğitimi yaymak için okulların açılması gerektiğini anladı. O, bir Uygur Üniversitesi kurma hakkında rapor sunmuştu, ama onaylanmadı. Yetimler Okulu açmayı planladı, yine olmadı. Dokuz yıllık zorunlu eğitim yasası çıkararak dünyaya yaygara yapan hükümetin bunu sadece Çince okullarda uygulamaya koyduğunu, Uygur ve diğer Çince olmayan okullarda koşul ve ekonomik durumu bahane ederek uygulamaya koymadığını anlayan Rabia, aile eğitimine önem vermenin ve anneler aracılığıyla çocukları yararlı evlat olarak yetiştirmenin gerekliliğini anladı. Anneleri, kadınları, çocukları eğitmek için para gerek, kadınların ayağa kalkmaları için önder gerek. Böylece Rabia, ilk aşamada annelere eğitim vermek, onları yönlendirmek, para kazanmayı, işleri geliştirmeyi öğretmek için “Bin Anne Anonim Şirketi” kurmaya niyet etti. Rabia Kadir Bin Anne Anonim Şirketi”nin yasal işlemlerini yaptırarak ve yakınlarına anlatarak 17 Aralık 1997’de Ticaret Sarayı’nın merasim salonuna 200 kadını şirketin kuruluş törenine davet etti. Törene binden fazla kadın geldi. 200 kadın kısa sure içinde 13,000,000 yuan sermaye çıkardı. İkinci seferki toplantıya gelenler salona, binaya sığmadılar. Gelenler durumlarına göre en çok 500,000 yuan, en az bin yuan para koyacaklarını bildirdiler. Çeşitli ilçelerden 9 sandık dolacak kadar mektup geldi. Onlar mektuplarında “Bin Anne Anonim Şirketinin kendi ilçelerinde şube şirketlerini kurmalarını istiyorlardı. Aksu’dan bir anne yeni doğurduğu 177 çocuğuna “Binana” diye ad verdi ve kendisinin altın bilezik ve yüzüklerini şirkete hediye olarak gönderdi. Rabia, tamam derse, bir ay içerisinde milyarlarca paranın toplanabileceği ortadaydı. Bütün memleket çapında bin anne değil, milyon anne toplanmıştı. Uygur kadınlarının cesaretiyle hükümete gözdağı verecek sermaye toplanmak, Uygur milli ekonomisi kurulmak üzere idi. Rabia Kadir Ticaret ve Sanayi Müdürlüğü’nde “Bin Anne Anonim Şirketi”nin ruhsatını alır alımaz Emniyet Müdürlüğü’nün elemanları fitne yayarak: “Rabia’ya para vermeyin, yiyip bitirecek, borcunu ödeyecek” diye yaygara kopardılar. Onun için Rabia, açılış töreninde kimseden para almadan önce masaya bir sandık parayı koyarak herkesi ağlatacak kadar etkili bir konuşma yapmıştı. O, fitnelerle ilgili şöyle konuşmuştu: “Bazıları köşe bucaklarda beni borca boğuldu diye yaygara koparıyorlar. Evet, ben borçluyum, hükümete, şahıslara değil, yaradan Allah’a, halkıma borçluyum. Ben doğar doğmaz borçlu olduğumu fark etmiştim. Bundan dolayı borcumu ödemek için annemin kamından acele ederek 7 ayda dünyaya gelmiştim. Küçükken beze sarsa sığmayan, beşiğe koysa yatmayan, başkalarının derdini çekerek gece gündüz dinlenmeyen kız olduğum için babam benden endişe ederek ‘Kızım Çin şehrinden dönün, para başınıza belâ olmasın, bunlar eskiden beri paralı zenginlerimizi soyuyorlar, Şeng Şisey denen cellat 500 bin Uygur’u zindana atmıştı, zindanlarda çivi ve elektrikle işkence ederek onların altınlarına gümüşlerine el koymuştu, bunları babası Çang Keyşek’e hediye edip ölümden kurtulmuş ve Tarım Bakanı makamını satın almıştı. Milliyetçi Çin Partisi denen de, Komünist Parti, Wang Zhen denenler de yüz binlerce paralı zenginimizi, ilim ehlimizi, ulemamızı öldürüp servetimize, toprak, yayla ve mülklerimize el koyup Çinlilere verdiler. Bunlar servete doymazlar, sana da bir gün el uzatacaklar bu yüzsüzler...”dediği zaman ben: 178 “Bağışlayın baba, ben neyin beyaz, neyin siyah olduğunu öğrendiğim için, halkıma borçlu olduğumu öğrendiğim için bu yoldan dönemem” demiştim. Babam “Peki kızım, borcunu Öde” diye izin vermişti. Onun için siz de borcunu öde diye beni teşvik edin, beni eleştirin, halkımın borcunu öde diye zorlayın, sıkıştırın...” Ama hiçbir şahsa borcum yok, eğer benden alacaklı olanlar varsa, işte hemen vereyim, haydi sahneye buyursunlar”. Rabia önündeki bir yığın parayı eliyle gösterdi. Toplantı salonunda oturanlar heyecan içerisinde gözyaşlarını silerek hep bir ağızdan: “Yok, alacağımız yok, Rabia Kadir, nereye götürürseniz biz hazırız, ateşe derseniz ateşe, suya derseniz suya gireceğiz, biz de borcumuzu öğrendik” diye bağırdılar. O toplantıda Özerk Bölge Hükümeti’ni temsilen Mahinur Kasım “Bin Anne Anonim Şirketi”nin resmi olarak kurulduğunu ilan edip kurdele kesti. Sanat ekibinin sanatçıları program sundular. Rabia Kadir, sahnede otururken hem heyecanlanıyor hem gururlanıyor hem de telaşlanıyordu. Çünkü o bugünkü toplantıda Uygur halkının gayet büyük bir gücünü net görmüştü. Üstelik o, bu gücü yoksulluk derdiyle ve ağır yaşam koşullarından dolayı toprağa bağlı kalan, beş çocuğuna bakacağım diye köle hâline gelen, içkinin keyfiyle, sigaranın dumanıyla ve mevki sevdasıyla hâlet-i ruhiyesi bozulmuş Uygur erkeklerinde değil, “Cennetin eşiğinde duran”, “bir eliyle beşiği sallarken diğer eliyle dünyayı sallayabilen” milyonlarca Uygur annesinin artık kendi devrinin dizginini eline alma isteğinde görmüştü. Uygur halkı bugün rehbere muhtaç idi, yol göstericiyi bekliyordu. Kısacası kılavuzu bekliyordu! Rabia işte böyle tatlı arzu ve umutlarla yoğrulan büyük sorumluluğun kendi üzerine yüklenmekte olduğunu düşününce yüzü kıpkırmızı kızardı. 179 Tam o sırada Uygurlarda ekonomiyi oluşturma, geliştirme ve uyanma isteğinin sel gibi taştığın ؟bu gücün büyük sermayeye dönüşmekte olduğunu gören bazı kişiler kıskanmakta, rahatsız olmakta ve onların kalpleri sızlamaktaydı. Uygur annelerinin ayağa kalkma hareketi, milyonlarca Uygur’u etkiledi. Bütün aydınlar, yazarlar ve milli duygusu olan Uygur yöneticileri de Rabia’yı överek takdir ettiler. Gazete ve dergilerde yazılar, haberler yayımlandı. Radyo ve televizyonlar durmadan propaganda yaptılar. Kamuoyu gittikçe lehte gelişmekte, Rabia’nın elindeki sermaye kartopu gibi büyüyerek kimilerinin keyfini kaçırmakta idi. O zaman aniden Ticaret ve Sanayiciler Müdürlüğü Parti Komitesi’nin talimatına göre kırmızı yazılı özel genelge yayımlayarak “Bin Anne Anonim Şirketi”ni yasadışı şirket ilan etti. Genelgeyi ellerine alarak gelen polisler, Rabia’nın elindeki şirketin yasal kimliğine zorla el koydular. Banka hesap defterini yürürlükten kaldırdılar. ‘’ Yani, Uygur’ a zengin olmak yasak, öyle mi?’’ 80’li yıllardan sonra harekete geçen Çinliler, hükümetin desteği, bankaların yardımıyla fabrikalar satın alacak duruma geldiler. Urumçi, Şihanze ve Korla’daki Çinli ticaretçiler, maden ocakları açmaya, binalar yapmaya ve yurt dışıyla ticaret yapmaya başladılar. Uygur ticaretçiler ise Şanghay, Guangcoularda onlarca milyon dolar parayı ve mallarını kendilerini gizlice takip edenlere kaptırdılar. Uygur ticaretçilerinin Guangcou’da 1,200,000 Amerikan doları Pekin’de 1,000,000 Amerikan doları, urumçi’de 2,000,000 Amerikan doları posta, akredit ve mal siparişleri sırasında aniden kayboldu. Para kazanan, büyüyen Şerip Atıhan, Sultan İmin, Nigmet Bosak gibi kişiler ani kazalarda öldüler. Bunun dışında Uygur ticaretçilerinin 50-60 milyon Amerikan doları Çin Güvenlik Kurumlarıyla işbirliği yapan Orta Asya Cumhuriyetlerindeki başıboş haydutlar tarafında soyuldu. Rabia Kadir’in 1,300,000 Amerikan doları Orta Asya’da kaldı. 180 Rabia Kadir ise, hükümetin idare ve sivil toplum örgütlerindeki mevkileriyle, yöneticilerle olan ilişkilerindeki çevikliği ve ticaretteki uyanıklığıyla ayakta kalabiliyordu. Şimdi onun köküne balta vuruldu! Rabia Kadir, üzüntü içerisinde “Bin Anne Anonim Şirketi” için toplanan paraları sahiplerine iade etme işiyle meşgul oldu. Hatta Memet Haşım, Ayşemgül’ü Aksu’ya gönderip altın bilezik ve yüzükleri, hediyeleri sahiplerine geri verdi. Çin Siyasi İstişare Kurulu Toplantısında Rabia Kadir kurultay, toplantı, ticaret ve başka işler vesilesiyle çok defa Çin eyaletlerinde, Hongkong, Şencen, Şanghay, Guang-cou ve Pekin gibi şehirlerde ziyarette bulundu. Altay’dan Hoten ’e kadar olan bütün şehir ve köyleri dolaştı. Zhongnanhai ve onun civarındaki üst düzey Çinli yöneticilerin yaşamlarını gördü. En alt tabakadaki sivillerin hayatını bizzat yaşadı. Şehirlerdeki Çinli yöneticilerin ihtişamlı yaşamı ile en ücra köylerdeki çiftçi ve hayvan yetiştiricilerin acıklı hayatlarım kendi gözüyle gördü. Çin milleti ile Uygur, Tibet ve Moğol gibi Özerk Bölgelerde yaşayan milletlerin kaderindeki farklılıkları gördü, duydu ve tahlil etti. Uygurların vatanından sayısız hammadde servetinin Çin’e taşındığını, sayısız Çinli göçmenin buralara gelip bütün yetki, iş, verimli toprak, nehir ve gölleri sahiplendiğini gördü. Yolsuzluk yapan Çinli yöneticilerin servete boğulduklarını, fakir çiftçilerin yoksulluk derdiyle, ezilmişlik altında kendi insani karakterini kaybetmekte olduklarım gördü. Kısacası haklılıkla haksızlığın, beyazla siyahın karıştığını gördü. İktidardaki milliyetçi komünistlerin. gerçek niyetinin sınır boyundaki azınlık milletleri siyasi yönden ezerek, ekonomik yönden sömürerek onların kaynaklarını yağmalayarak kültürünü yok etmekte olduğunu anladı. Rabia, iki yıl zaman ayınp özel plan yaptı. Para ayırıp milli yöneticiler, aydınlar, yazar ve âlimler, çiftçiler ve tüccarlarla görüştü, durum tespiti yaptı, belge toplayarak rapor hazırladı. Delil, ispat, 181 belge ve gerekçeleri toplayıp Çin Komünist Partisi’nin Uygur Özerk Bölgesi’ndeki 16 çeşit haksız uygulamasını, Uygurların insan haklarını ayaklar altına aldığım Çin Devlet Siyasi istişare Kurulu’nun genişletilmiş toplantısında ortaya koymak istedi. Çin’in anayasası, özerklik yasası ve siyasi istişare yönetmeliklerinde azınlık milletlerin her türlü haklara sahip olduklarıyla ilgili bir sürü maddeler vardı. Rabia işte bunların gerçekte olmadığını, kağıt üzerindeki şeyler olduğunu ifade etmek istedi. Aralık 1996’da Çin Devlet genişletilmiş toplantısı düzenlendi. Siyasi İstişare Kurulunun Rabia Kadir, 450’den fazla delege ve dışarıdan izleyicilerin katıldığı toplantının ikinci günü konuşma yaptı. Aslında her heyet delegesinin konuşması önceden kontrol ediliyordu. Rabia ise, “Partinin Uygurlar bölgesinde tarım ve sanayi alanlarında elde ettiği neticeleneni, öven bir sahte bildiriyi vererek konuşma fırsatına erişmişti. Başkanlık Divanı’nda Çin Komünist Partisi’nin bütün yöneticileri, Askeri İşler Komitesinin bütün generalleri ve çeşitli bakanlıkların yöneticilerinin yer aldığı bir anda Rabia konuştu. O, önce konuşma fırsatına erişmek için hazırladığı sahte bildiriyi bir kenara attı, kendisinin iki yıllık araştırma neticesinde hazırladığı gerçekleri yansıtan bildiriyi sunacağını ifade ederek konuşmaya başladı. İktisadi Kaynak Meselesi Özerk Bölge yasası’nda gerçi doğal kaynaklardan önce yerli halkın yararlanacağı açıkça belirtilmesine rağmen, Uygur bölgesindeki petrol, doğalgaz, kömür, demir, altın, gümüş, uranyum, bakır ve tuz gibi maden ürünleri, hububat, yağ çıkarılan zirai ürünler, pirinç, mısır ve pamuk gibi tarım ürünleri, at, deve, inek, koyun, eşek, deri ve yün gibi hayvancılık ürünleri, ondan başka yine kıymetli yabani hayvanlar, şifalı bitkiler ve kereste malzemesi gibi kaynaklar hiçbir yasal işleme tabi tutulmadan ve yasal olmayan yollarla Çin 182 eyaletlerine götürülmektedir. Hatta kim götürse ona ait olmaktadır. Yerli halk ise, aç çıplak yaşamaktadır. Çiftçilerin Ağır Vergi Ödeme Meselesi Uygur nüfusunun yüzde doksanı köylerde çiftçilik, hayvan yetiştiriciliği ve bağcılıkla uğraşıyor. Onlar planlı tarıma mecbur ediliyorlar. Hasatları zorla ucuz fiyattan satın alınıyor. Onlar çiftçilik, hasat, su, gübre, traktör, tohum gibi 44 çeşit angarya, vergi ve yükümlülüklerden dolayı yıl boyunca borçtan kurtulamıyorlar. Her yıl yöneticiler için ücretsiz çalışmaya tabi tutuluyorlar. Çalışmaya gitmeyenlere zorla para ödetiliyor. Yılsonuna kadar çiftçilerin yüzde 95’inin yiyeceği bitip borca giriyor. Banka onlara kredi vermiyor. Onlar ödeyecek parası olmadığından çocuklarını okulda okutamıyorlar. Uygur Eğitim Sistemi Meselesi Uygur bölgesinde sadece Çinli çocuklar için zorunlu eğitim uygulamaya konulmuştur. Uygur çocuklarının yüzde 60’ı okuma yazma bilmemektedir. Çinli çocuklar yüksek binalardaki yeni okullarda okuyorlar, Uygur çocukları okul ve sınıf olmadığı için dışarıda tuğla üzerine oturarak yazı yazıyorlar. Yerli öğretmenlere kadro verilmediği için öğretmen yetişmiyor. Pek çok aile ödeyecek parası olmadığı için çocuklarını okutamıyor. Çocuklar eğitim alamadıkları için suç işlemeye eğilimli hâle gelmektedirler. Planlı Doğum Meselesi Uygur gençlerinin evlenmeleri ve doğum yapmaları için kontenjan sınırlaması belirlenmiştir. Kimse istediği zaman evlenemez, istediği zaman hamile kalamaz. Pek çok kadın, hamile kalmaktan korktuğu için yıllarca sahte ilaçları kullanmak zorunda kalmakta ve çocukları da özürlü doğmaktadır. Zamansız ya da 183 plansız hamile kalan kadınlar, fark edildikleri anda polisler ve doğum memurları tarafından köy hastanelerine götürülüp çocuklarının 8-9 aylık olmalarına bakılmaksızın zorla kürtaj yapılarak çocuklar öldürülmektedir. O kadınlar, üç gün sonra çalışmaya zorlanmadadırlar. Onların rahimleri şiştiğinde doktorlar sadece iki tane aspirin vererek onları geri göndermektedirler. Bu nedenle birçok kadın kanser hastalığına yakalanmaktadır. Bir kısmı gençken ölmektedir. Çiftçilerin yüzde otuzu plan dışında çocuk sahibi olduğu gerekçesiyle cezalandırılıp toprağından, mülkünden, ev barkından, bağlarından, hayvanlarından ayrılarak sokaklarda dilencilik yapmaktadır. Ticaretteki Eşitsizlik Meselesi Uygur ticaretçileri şirket kurma, inşaat yapma, bankadan kredi alma gibi işlerde “kefili yok” bahanesiyle dışlanıyorlar. Onlar pahalı, gerçek markalı mallan piyasaya sürerlerken, Çinli tüccarlar aynı malın yalan, sahte markalarını ucuz fiyattan satıp piyasayı karıştırmakta, tüccarları zarara sokmaktadırlar. Sayısız Çinli esnaf, her yere dağılarak berberlik, ayakkabıcılık, aşçılık, terzilik gibi yerli mesleklerin ustalarını sıkıştırarak hizmet sektörünü işgal ettiler. Uygur ticaretçilerinin her türlü yasal ticareti devlet memurlarının yolsuz sınırlandırmalarına ve engellemelerine uğramaktadır. Yöneticilerin Yolsuzluğu Meselesi Uygur Özerk Bölgesindeki Çinli yöneticiler, yerli kraldırlar. Onlar yukarıya sahte rapor sunarak yerlileri kandıran bir grup hiyanetçi çetesidir. Onlar merkez ve yerel yönetimden ayrılan alt yapı kuruluşuyla ilgili paralan ve gelirleri çeşitli bahanelerle kendi aralarında paylaşırlar. Şekli değişmiş hiyanetçilik o kadar yaygın ki, gerçekten araştırılırsa kökü parti komitesi, askeri bölge ve Üretim ve İmar Ordusu’nun en üst düzey yöneticilerine kadar çıkar. Onlar yerli millet yöneticilerini ekonomiyle ilgili yetkilerden uzak tutmakta, 184 onları milli ayrılıkçı suçlamasıyla korkutmakta, problem çıktığında kendi suçlarını onların üzerine itmektedirler. Wang Enmao'un oğlu Wang Neyley, Wang Leçuan’ın oğlu Wang Şinbu denenlerin kurdukları şirketler, milyarlarca dolarlık sermayesi olan dünyaca ünlü holdinglerdir. Çin bankasının parası, Çin hiyanetçi yöneticilerin paraları işte bu şirketlerde aklanıp yasal mülke dönüşmekte. Eskiden 500 yuan maaşla çalışan yöneticilerin çocuklarının nasıl olur da milyarlarca dolarlık zenginlere dönüştüklerini sormaya kimse cesaret edemiyor, sormaya cesaret edenler de terörist suçlamasıyla öldürülüyor ya da hapse atılıyorlar. Dini İnanç Özgürlüğü Meselesi Dini inanç özgürlüğü meselesi, Uygurların karşılaştıkları en ciddi meseledir. Dini faaliyetleri, parti politikası için kullanmak, din adamlarını sosyalizm fikriyle yetiştirmek, gerçekte dini yasaklamakla eşittir. Önemli olmayan dini faaliyetleri için hapse atılmış, tutuklanmış, hatta öldürülmüş din adamları, talebeler sayısızdır. Komünist partinin yetiştirdiği din memurları, casuslar ve emniyet kurumlarının elemanları camilere imam olarak ve dini örgütlere yetkili olarak tayin ediliyor. Onlar her gün camiye girenleri gözetip kaydediyorlar ve sonra bunlar tutuklanıyorlar. Memur, işçi, hizmetçilerin, öğrenci ve çocukların dini ibadet haklan yasaklandı. Okullarda sakal bıyık bırakan, turban takan öğrenciler tutuklandılar. Bu tür baskı, çeşitli tepkileri ortaya çıkardı. Cezaevi ve Siyasi Tutuklular Meselesi Uygur bölgesinde yerli halkı kanunsuz bir şekilde tutuklama, yargısız bir şekilde mahkum etme, işkence ile öldürme çok sık görülmektedir. Burada her cezaevi kendi başına bir krallık, cezaevi müdürü de bir kral hâline gelmiştir. Nöbetçi idareci, o gün içerisinde yetkileri sınırsız olan bir patrondur. Onlar tutukluları, özellikle siyasi tutukluları isterse döver, aşağılar, çalıştırır, onlara küfreder, 185 eşyalarına el koyar, eğlenmek için sorguya çekerek işkence ederler. Döverek öldürme, hatta topluca kurşuna dizme olayları görülür. Siyasi suçlu diye suçlananlar için bir kriter yoktur, konuşan, şiir yazan, sohbet edenler de hapse atılmışlardır. Kasıtlı olarak olay yaratılıp tutuklananlar oldukça fazladır, ilçelerde geniş çaplı tutuklama yaparak cezaevlerindeki suçlu sayısını tamamlamak, bu şekilde görevini fazlasıyla yerine getirerek ödül kazanmak polislerin alışkanlığına dönüşmüştür. Siyasi suçlu diye tutuklanan pek çok Uygur genci gizli olarak tutulduğu ya da Çin eyaletlerine nakledildiği için anne babaları soruşturamazlar. Sadece Kulca’daki olayda 50 binden fazla Uygur genci ve çocuğu tutuklanmıştır. AIDS ve Uyuşturucu Meselesi İşsiz ve eğitimsiz kalan Uygur gençleri arasında uyuşturucu kullananların sayısı ve ortak iğne kullanmalarından dolayı AIDS hastalığına yakalananların sayısı hızla yükselmektedir. Hatta uyuşturucu kullanan çocukların sayısı da artmaktadır. Yerel hükümetler, ciddi önlem almamakta, polisler uyuşturucu satıcılarını para kazanmanın sermayesi olarak görmektedirler. Sağlık eğitimi yeterli değildir. Uygur çocuklarının sağlık sigortaları yoktur, süresi geçmiş sahte ilaçlar rüşvetçilerin yardımıyla her yere yayılmıştır. Kadınlar ve Çocukların Yasal Eşitliği Meselesi Anıtları Koruma, Hırsız Yöneticileri Cezalandırma Meselesi Rabia Kadir’in belgeli, istatistiki bilgi, delil ve ispatlarla ortaya koyduğu meseleler, binlerce delegenin yer aldığı salonu sessizliğe bürüdü. Herkes bugüne kadar “Komünist Parti, Şincang halkını kölelikten kurtarıp onlara mutluluk getirdi” şeklindeki yalan raporları dinleyip böyle ağır ve ciddi meselelerin varlığım bilmedikleri için şaşırdılar. Bazıları etkilenerek Rabia’yla birlikte gözlerinden yaş akıttılar. 186 “Gazete ve dergilerde şimdiye kadar yalan söylenip yalan anlatıldı. Ben gerçekleri, doğruları anlattım. Doğruyu anlatan insanın kaderinin ne olacağını da iyi biliyorum, ama ben korkmuyorum. Halkımın gerçek derdini anlattığım için gurur duyuyorum” diye konuşmasını tamamladı Rabia. Salonda büyük alkış sesleri yankılandı. Çinli delegeler, Rabia’ya hayran oldular ve saygı gösterip ayağa kalkarak uzun sure alkışladılar. Çaresiz kalan yöneticiler ve bürokratlar da ayağa kalkmak, yalandan da olsa alkışlamak zorunda kaldılar. Aslında sahnenin sol tarafından çıkıp gitmeye çalışan Jiang Zemin, Li Peng, Qiao Shi, Li Ronghuan, Zhu Rongji gibi beş lider bütün muhabirlerin, delegelerin kendilerine değil, sağ tarafa, yani Rabia’ya doğru baktıklarını görünce, ister istemez Rabia Kadir’in bulunduğu tarafa doğru hareket ederek onunla makam sırasına göre tokalaşarak görüştü. Çin’in beş liderinin Rabia Kadir’e baka kaldığı bu görüntü delegelerin kalbinde derin etkiler bıraktı. Jiang Zemin Rabia’nın göğsüne taktığı küçük çocuğun yumruğu kadar altın çiçekli madalyonu göstererek: “Rabia Hanım, göğsünüzdeki bu altın çiçek gerçek mi, sahte mi?” diye sordu. Rabia herkesin önünde hiç afallamadan hemen cevap verdi: “Sizin reform, açılma politikanız gerçekse, benim bu altın madalyonum da gerçek, sizi tebrik ederim, söylediğiniz söz gerçekse...” Jiang Zemin soğuk sırıttı. Bu yalan tebessüm o anda Rabia’nın gelecek kaderini belirlemişti. “Gökte Ağ, Yerde Tuzak” Rabia Kadir, Çin Devlet Siyasi İstişare Kurulu toplantısından döndükten sonra işlerin ters gittiğini fark etti. Öncelikle, her gün telefon ederek görüştüğü, her hafta bir kere misafir çağırıp ziyafet 187 verdiği kulağı delik zenginzade hanımlar, yani Uygur yöneticilerinin hanımları çaktırmadan uzaklaşmaya başladılar. Yöneticiler de yavaş yavaş Rabia’dan uzaklaştı. Rabia Kadir Ticaret Şirketi binasını, Rabia’nın evini siyah takım elbiseli belirsiz kişiler gözetlemeye başladılar. Rabia tanıdıklarına ziyafet verse de, düğün demek düzenlese de veya bir yere törene gitse de onlarca takipçi peşinde hazır oluyordu. Onun her hareketi, gittiği yer, söylediği sözlerin hepsi casusların sıkı takibine alındı. Rabia, Pekin’deki toplantıya acele gittiği için Kazakistan’daki ticaretinden kazandığı 13 milyon yuan parası orada kalmıştı. Rabia, hemen yurtdışına çıkıp para, mal işlerini yoluna koymayı düşünerek 27 Mart 1997’de Kulca’ya geldi. Korgas’taki sınır kapısından geçmek için işlem yaptırırken sınır koruma polislerinin yanındaki siyah takım elbiseli kişiler, onun pasaportunu zorla ellerine geçirip ona pasaportuna el koyduklarını, yurtdışına çıkmasına izin vermeyeceklerini duyurdular. Rabia, sinirlenerek pasaportuna neden el koyduklarını sorduysa da, onlar: “Atfedersiniz, biz sadece yukarının talimatını yerine getiriyoruz, fikriniz varsa Urumçi’ye vardığınızda başkalarından öğrenin” diye cevap verdiler. Rabia, çaresiz Urumçi’ye döndü. İlgili makamlardan, tanıdık yöneticilerden, hatta Emniyet Bakanlığından bununla ilgili açıklama istediyse de, bazıları görüşmekten kaçındılar, bazıları yalan söylediler, bazıları ise Merkezi gösterdiler. Aradan fazla geçmeden Rabia’nın pasaportunun neden geri alındığı anlaşılmaya başladı. Ayda bir, iki defa şirkete gelip gerekli “zekat’’larını alan, ziyafetlerinde yiyip içerek saygıyla eğilerek giden Vergi Dairesi çalışanları, suratlarını asarak şirkete geldiler ve vergi işlemlerini tekrar kontrol etme bahanesiyle yüzsüzce bir sürü kusur bulup ceza kesmek istediler. Onlar, hiçbir şey bulamayınca Tanrıdağ Bölgesi Vergi Dairesi’nin kayıt işlemlerini Belediye Vergi Dairesi, Belediye Vergi Dairesi’nin kayıt işlemlerini Özerk Bölge Vergi Dairesi kabul etmedi, birbirlerinin belgelerini reddederek sorun çıkarıp ceza kestiler. 188 Onlar gittikten sonra Ticaret ve Sanayi Müdürlüğü’ndekiler de suratlarını asarak tescil işlemlerini yeniden kontrol etme, binada ticaret yapan Uygurların kimliğini kontrol etme gibi kanunsuz tutarsız bahanelerle insanları telaşlandırdılar. Hiçbir kusur bulamazsa, kimliklere Çince ismi kendileri bozarak yazdıkları hâlde, şimdi ismi doğru değil”, “adres uygun değil”, “yönetmeliğe aykırı ticaret yapmış” gibi iftiralarla kimlikleri kontrol etmeye götürdüler ya da ceza kestiler. Bankalar da tıpkı benzer talimat almış gibi yok yere sorun çıkarıp birbirlerinin yaptıkları işlemleri kabul etmediler, uğraştırdılar. Tanrıdağ Bölgesi itfaiyecileri gelerek 700,000 yuan masrafla kendilerinin yaptıkları yangından korunma sistemini “standarta uymuyor” diyerek söküp 1,000,000 yuane yeniden kurdular. Fazla geçmeden Belediye itfaiye uzmanları gelip bu “yasa dışı, standart dışı cihazlar”ı sökerek 400,000 yuane sistemi tekrar kurdular. Elektrik Enerji Müdürlüğü çalışanları da henüz 5 yıllık binanın elektrik kablolarını standarta uymuyor diyerek hepsini söküp 500,000 yuane elektrik kablolarım değiştirttiler. Kendilerinin önce verdikleri sigorta ve kefalet belgelerini kendileri kabul etmediler. Belediye Çevre Koruma Müdürlüğü’nün denetçileri gelip ticaret sarayının etrafında çevre koruma sistemi yok diye 280,000 yuanı kopararak götürdüler. Bir hafta sonra Şehir Görüntüsünü Denetleme Bölümü’ndekiler gelip “Şehrin görüntüsünü bozdu” diyerek Çevre Koruma Müdürlüğümün kurduğu sistemi söktüler. Tapu Denetim Müdürlüğü, Yeşillendirme Müdürlüğü, Çöp Müdürlüğü, Su Müdürlüğü, Posta Müdürlüğü, Telefon Müdürlüğü... kısacası Rabia Kadir Ticaret Sarayından para koparma imkanı olan müdürlüklerin hepsi sırayla, sanki tek elden idare ediliyormuş gibi, iki üç kez gelip gittiler. Rabia, bu sırada hiçbir işlem ve belge olmadan yaklaşık 30,000,000 yuan masrafa girdi. 189 Hepsinden daha rahatsız edici olan şey polisler oldu. Onlar şirket çalışanlarını, ticaretçileri, hatta müşterileri istediği zaman gelip kontrol ettiler, aradılar, sorguladılar, rahatsız ettiler. Tam o günlerde Seyfettin Ezizi’nin hanımı Ayım, Urumçi’deki Dildar’a “Rabia Kadir’i tutuklatacağı” hakkında mektup yazdı. Kimliği belirsiz birisi, bu mektubun bir nüshasını Rabia’ya teslim etti. Belli bir başkanın hanımı, Rabia’ya “Parti Komitesi’ndekilerin ağzında Rabia’yı tutuklayacakları hakkında söylentilerin dolaştığımı fısıldadı. Halk Kurultayfnın başkanı Hamidin Niyaz’ın hanımı Nesime de aynı konuda bir şeyler söyledi. Böylece Urumçi’deki yöneticilerin ağzından çıkan “Rabia Kadir, eylül ayında tutuklanacakmış” şeklindeki söylenti halk arasında yayılmaya başladı. Rabia Kadir, ofisinde perişan bir hâlde oturup Uygur halk şarkılarından: Ben nereye giderim boynum kılla bağlanmış, Her attığım adım bin göz ile izlenmiş. Şarkısını mırıldanarak söyledi. O, içinden hiçbir suçum yok, hukuk var ise, kimse beni tutuklayamaz, tutuklasalar da mahkemeden aklanarak çıkacağım diye kendine güveniyordu. O, yine de bir taraftan şirketin maliye, banka hesabı ve vergi işlemleri gibi belgelerini tamamladı, oğlu Ablikim ve Alim’e hesapta sıkı olmayı, asla yanlış yapmamayı, hükümete bahane için açık bırakmamayı, kendisinin olmadığı durumda şirketi bağımsız yönetmeyi tekrar tekrar tembih etti. Rabia’nın gönlü, bir mutsuzluğun eninde sonunda geleceğini sezmiş gibi perişan idi. Ah, Evlatlarım Ben Size Borçluyum Bu günlerde Rabia’nın eli hiç işe varmıyordu. O, uzun yıllardan beri para kazanarak milyoner, yol bularak yetki sahibi, akıl bularak önder hâline gelmişti. Buna rağmen o yine de gece gündüz daha fazla para kazanmanın yollarını aradı. Uygur 190 ekonomisini kurmaya çalıştı. Daha büyük yetki sahibi olarak halk için daha çok önemli işler yapmayı planladı. Akıllı kişilere danıştı, milleti kurtarmak, hürriyetine kavuşturmak, Kazak, Özbek ve Kırgız kardeşleri gibi kendi ülkesine eriştirmek için arayışlara girdi. Ne yazık ki, bugün o, kanadından ayrılan güvercine dönüşmüştü. Onun derdine derman olan, dünyanın, Çin’in, Uygur’un genel durumunu dikkatle gözlemleyerek değerlendiren ve kurtuluşun en doğru yolunu tahmin edebilen sevgili kocası yanında yoktu. Rabia, daima Sıddıkhacı ile birlikte yattığı çift kişilik görkemli yatağında yalnız yatarak derin düşüncelere dalıyordu. O, 29 yaşında altı çocuğunu alarak evden çıktığından beri analı babalı iken yetim hâline gelen çocuklarının kaderini düşünerek kendisini yaşamın karışık girdabına bırakmıştı. O, hayatı boyunca evlatlarım diye ağladı, evlatlarım diye inledi, evlatlarım diye çalıştı, evlatlarım diye hor görülmeye razı oldu, evlatlarım diye canlandı, evlatlarım diye para kazandı. Evlat mihri, evlat sevgisi, evlat derdi, evlat kaygısı, evlat sevinci Rabia’nın hayatının en anlamlı bir parçası olmuştu. O, gerçekten çocuklarına düşkündü. O, bugün 11 çocuğun annesidir. Bunlara evlat edindiği çocukları dahil değil. O, çocuklarının öncelikle üniversiteye kadar okumalarını, yabancı dil öğrenmelerini, Uygur tarihini iyi öğrenmelerini istedi. Kendisi sürekli olarak onlara edepli ve ahlaklı olmayı öğretti. Çocuklarının dördüncüsü olan Tursun, gerçi Sıddıkhacının oğlu ise de, Rabia ona kendi evladı gibi baktı. Tursun şimdi Avustralya’da yerleşmiş bulunuyor. Kahar, Aksu’da doğmuştu, yaşı 30’u geçti, ticarette yetişti, dünyayı dolaşarak ticaret yapıp çeşitli maceralar yaşadıktan sonra Aksu’ya döndü, orada 70 bin dönüm arazı satın aldı, restaurant, otel açarak kendi işini kurdu. Onun büyük kızı Roşengül, Urumçi’de üniversiteyi bitirdikten sonra Trafik Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. 191 Kızlarının İkincisi Rahile, Amerika’ya gidip yarımgün çalışarak okumaktadır. İkinci oğlu Adil, Aksu’da babasının yanında kalmıştır. Şu anda bankada çalışmaktadır. Oğullarının içerisinde usta ticaretçi olarak yetişen Ablikimdir. Şu anda şirketin işlerini o idare etmekte, ona destek olmaktadır. Onun küçüğü olan Alim, doktor olmayı düşünerek Tıp Üniversitesi’nde okudu. Mezun olduktan sonra şirketin hukuki işlemlerini yapma, sözleşme yapma, sözleşmeyi uygulama işlerinde uzun yıllar çalışarak kendisini yetiştirdi. O, çok tedbirlidir. Para kazanmanın yollarını kolay keşfedebiliyor. Bu ikisinin çabasıyla işte yeni bir yüksek bina daha boy göstermeye başladı. Onun kızı Hanzöhre, Akide, küçük oğlu Mustafa babasının yanında üniversitede okumaktadırlar. Çocuklarının en küçüğü, şımarığı Kıknus 10 yaşma girmek üzere. Anne sevgisine doya-mayan zavallı, şu anda Amerika’da ilkokulda okumaktadır. Yani çocukların beşi vatanda, beşi Amerika’da, biri Avustralya’dadır. Çocuklarının geleceği nasıl olacak? Ya babasız annesiz kalan çocukların? Çocuklarını canından çok seven Rabia, kendi çocuklarının çokluğuna bakmadan yetim öksüzlere de kucak açtı. O, çocuğu yetim kalan dul kadınları öncelikle işe aldı. Onlara yardım etti. Bu sırada sahipsiz kalan çocukları bulanlar Rabia’ya getirip onun korumasını isterlerdi. Sorumsuz karı kocaların doğurur doğurmaz terk ettiği çocukları bulanlar, Rabia’ya getirip teslim ederlerdi. Rabia yetim çocukların hepsine sahip çıkardı. O, Uygur’un bir tek yetim çocuğunu bile aşağılatmayacağım, derdi. O, yine yetim çocuklara bakmanın iyi bir çaresini de bulmuştu. Birçok yaşlı, dul kadınlar iş arayıp gelirlerdi, onlara uygun iş olmadığı zaman Rabia onların geçimini sağlayacak kadar yardım ederdi ve bunu kimseye söylemezdi. Rabia, yetim çocukları işte o annelere teslim ederdi ve çocuk bakmaları için ücret öderdi. Bir kaç ay veya yıl geçince çocuklar, o kadınların kendi evladı hâline geliyorlardı. Hatta, çocukları onlardan geri almak da mümkün olmuyordu. Rabia buna çok sevinirdi. Bu şekilde büyütülen çocukların bir kaçı 192 üniversitelerde okumakta, okullarda öğretmenlik yapmaktadır. Onların arasında evlenenler, çocuk sahibi olanlar da vardır. Onların çoğu, kendilerinin yetim olduklarını bilmezler. Sadece anneme iş bulmuş, yardım etmiş diyerek anneleriyle Rabia’yı ziyarete gelirler. Onların sırrını sadece Rabia ile evlat edinen anneler bilir. Anneler, anlamlı anlamlı güldükleri zaman çocuklar işin aslından habersiz bir şekilde gülerler. Bir gün Rabia, binlerce yuan parayı ödünç aldıktan sonra zamanında geri ödemeyen Tursunay adındaki bir kadının evine haber vermeden gitti. Aslında o, başkalarından Tursunay’ın kötü yola düştüğünü, paraları başka işler için harcadığını duymuştu. Rabia, kapıdan girer girmez şaşkınlıktan dona kaldı. Mütevazi evdeki yatakta beyaz çarşaf ve yorganları örtünen sevimli iki çocuk tatlı uyuyordu, aşağıdaki sert sekide ise ince battaniyeyi örten Tursunay uyuyordu. Rabia etkilendiğinden o anda Tursunay’ın bütün borcunu sildi ve onu doğru ticaret yoluna yönlendirdi. Rabia’nın çocuk sevgisi, Urumçi’deki Çocuk Eğitim Cezaevi, Toplama Yeri, Yetim Çocuklar Yetiştirme Yurdu gibi yerlere de ulaşmıştı. O sürekli para ve oyuncak alıp oralardaki çocukları ziyaret ederdi ve hükümet çalışanlarının yolsuzluklarından çocukları korumak için denetlerdi. Uygur çocuklarının zekasını geliştirme maksadıyla televizyonlarda bilgi yarışmaları düzenleyerek halkın övgüsüne erişen “Gonca Mükafat Bilim Demeği” kurulduğu zaman Rabia çok miktarda para bağışladı. Sonra bu demek yönetiminde görev aldı. Okullar, dergiler, kadın örgütleri sürekli Rabia’ya gelerek para yardımı alıyor ve faaliyetlerini canlandırıyorlardı. Kısacası Rabia’nın kucak açtığı çocuklar gerçekten çoktu. Üniversiteden mezun olan gençler, hatta yurtdışında okuyup döndükten sonra iş bulamayan öğrenciler de Rabia’yı ararlardı. 193 Rabia’nın düşünceleri gittikçe derinleşmeye başladı. O, çocukları üzerindeki sorumluluğunun çok ağır olduğunu hissetti. “Zavallı Uygur’umun üç milyon kadar evladı, bugün en kötü yaşam koşullarında can çekişerek yaşıyor. Onlar anne baba sevgisine doyamadılar, kamı doyuncaya kadar yemek yiyemediler, doktora gidip tedavi olamadılar, rahat okullarda okuyamadılar, üzerlerine yeni elbise giyemediler. Birçok evladım, Çin eyaletlerinde hırsız ve kumarbazların kölesi hâline geldiler, bir sürüsü uyuşturucunun kurbanı oldular. Ah, zavallı çocuklarım, aklını bulup göğüs gererek ortaya çıkan binlerce evladım Çin cezaevlerinde suçsuz yere dayak yiyerek yatmakta.. ٠ Ben onların hepsini kurtarmalıyım! Ah, zavallı evlatlarım, ben size borçluyum!” 194 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ZİNDANDAKİ 2045 GÜN 195 Gizemli Tuzak 2 Ağustos 1999'da gece saat 01.00’de aniden çalan telefon uyuyamadan hayallere dalarak yatan Rabia Kadir’i korkuttu. Telefon Amerika’daki eşi Sıddıkhacı’dan gelmişti. Sıddıkhacı hâl hatır sorduktan sonra ciddi bir şekilde: “Rabiagül, 11 Ağustos günü Amerika Devlet Meclisi Temsilciler Heyeti, Urumçi’ye ulaşacak. Kurum Oteli’nde kalacaklar. Derhal gidip görüşün, ‘emanetleri’ onlara teslim edebilirsin” dedi. Rabia, derin düşünceye daldı. O, Pekin’deki toplantıdan döndükten sonra elinin ayağının bağlanmasına bakmadan çeşitli vasıtalarla bir adım daha ileri giderek belge topluyordu. Onun yanında yine “Amerika Halkına Müracaat” başlıklı bir rapor, yani on yıldan fazla bir süredir Çin hükümetinin idama mahkum ettiği tutukluların, cezaevinde yatan yargılanmış ve yargılanmamış siyasi tutukluların, ayrıca planlı doğum ameliyatlarından sonra ölenlerin isim listesi vardı. “Emanet” işte bunlardı. Amerika Devlet Meclisi temsilcilerinin Uygur bölgesine ilk defa gelmeleri Uygurlar için iyi bir başlangıcın işaretiydi. Bu belgelerin onlara teslim edilmesi, büyük işlerin halledilmesinde yararlı olmakla birlikte denetim için gelen temsilcileri ikna etmede de önemli rol oynayacaktı. Rabia, belgeleri kesin olarak onların eline ulaştırma kararına vardı. O sabah erkenden hazırlandı. Beraber gidecek kişileri belirledi. Öğlenden sonra saat 17:00 sularında o yanından hiç ayırmadığı Ramile’yi, İngilizce tercüme için İlham’ı ve fotoğrafçı çocuğu alarak binadan çıktı. Onlar yolun kenarına geldiklerinde bir taksi hızla önlerine gelip durdu. Rabia, biraz kuşkulanarak etrafına bakındı. Yolun sağ tarafında duran Santana model beyaz arabanın içinde siyah takım elbiseli kişilerin taksiye dikkatle baktıklarını gördü. Ramile arkadaşlarıyla taksiye binip yola çıktıklarında deminki beyaz Santananın da peşinden takip ettiğini fark etti. Rabia Kadir, taksinin önünde, diğerleri arkada oturmuşlardı. Rabia, kendilerini takip eden beyaz Santanayı atlatmak için taksi 196 Şihaba’nın köşesine geldiğinde şoföre Muhacirler Oteli’ne dönmeyi buyurdu. Şoför hemen karşı çıktı. O şaşırmıştı. Rabia, yüksek sesle hemen direksiyonu çevirmesini istedi. Tam o sırada takip eden Santana hızla gelip taksiye çarpmak istedi. Şoför telaşlanarak direksiyonu yana kırmıştı, Santana çizerek geçti. Taksinin arkasında oturan Ramile, Rabia’ya bakarak: ‘’Rabia Abla, biz arabadan inelim, gördünüz mü onları, sabahtan beri saray önünde gözcülük yapan beyaz Santanadakiler şimdi bizi takip edip çarpmak istiyorlar, geri dönelim’’ dedi. ‘’Kardeşim, telaşlanmayın, olan oldu, biz işimize geç kalmayalım, gidelim’’ dedi Rabia. Taksi doğru giderek trafik noktasına geldiğinde bir başka araba taksiyi sıkıştırıp çarpmaya başladı. Taksinin önü ve arkasındaki ondan fazla araba taksiyi sıkıştırarak durdurdu. Kendilerini trafik polisi diye tanıtan birkaç kişi Rabia’yı ve arkadaşlarını taksiden indirip zorla bir arabaya bindirdiler. Seminki siyah takım elbiseli kişilerde hemen geldiler. Onlar trafik kazası oldu diyerek etraftaki araba ve insanları yaklaştırmadılar. O esnada taksinin ve bunların yanında duran beyaz Santana’nın şoförü gözden kayboldu. “Ramile, bunlar bizi gizlice yakaladılar, onlar bana suikast yapmak istiyorlar, siz mümkün olursa arabadan inin, saraydakilere, eğer mümkünse, Amerika’dan gelen misafirlere haber verin” dedi Rabia arabaya bindikten sonra Ramile’ye. Ramile yan taraftaki kapıdan kendisini aşağıya atarak koşar koşmaz bir Çinli Müslüman polis gelip onu yakaladı ve saçından çekerek getirip arabaya attı. Rabia, derhal arabanın camını indirip: “imdat, ben Rabia Kadir, beni bunlar kaçırıyorlar. Uygur var mı? Rabia Kadir Ticaret Sarayı’na haber verin!” diye yüksek sesle bağırdı. Bu sesi duyarak arabaya yaklaşan bir Uygur çocuğunu polisler dövdüler. Polisler Rabia’yı ve beraber yakaladıklarını konuşmalarına dahi izin vermeden götürdüler. Araba, Belediye 197 Trafik Müdürlüğü ’nün önünde durdu. Rabia arabadan iner inmez polislerle tartıştı: “Ben Rabia Kadir, bilmelisin ki, yaptığına bin pişman olacaksın. Kim o beni tutuklamaya cesaret eden?” “Sizi kimse tutuklamadı, trafik kazası oldu, olay yerindekileri Trafik Müdürlüğü’ne getirdik, şimdi ifadeniz alınacak”. “Trafik kazası ise bizim bindiğimiz taksinin şoförünü niye bıraktınız, bize çarpan beyaz Santana’nın şoförünü yakalamayacak mısınız? Nerede onlar?” “Hey Rabia, kendinize hakim olun, şimdi her şey açığa çıkacak.” “Doğrusu, biz bilmiyoruz, yetkililer şimdi gelecekler.” Polisler Rabia’yı, Ramile’yi ve İlham’ı bir odaya kapattılar. Onların telefon etmelerine de izin vermediler. Orada Rabia ile Ramile tuvalete çıktı. Onlar tuvaletten dönerlerken bir siyah takım elbiseli kişi, onları görüp geri getirdi ve tuvalete çıkmalarına izin veren polisi azarladı. Ramile, tuvalette belgeleri gizlemek ya da bırakmak için bir fırsat olur diye düşündü. Trafik Müdürlüğündeki polisler gereksiz ve tutarsız sorular sorarak iki saati geçirdiler. Bu arada fotoğrafçı çocuk bir plisin fotoğraf makinasına beyaz bir şeyi sokmaya çalıştığını, ama beceremediğini gördü ve derhal makinayı eline alarak açık bir şekilde: ‘’Sen zahmet etme, sabahtan şimdiye kadar 8 parça fotoğraf çekildi. Eğer makinanın içinde eroin olsaydı fotoğraf çekilemezdi, ben kendimi savunabilirim, ama sen yakayı ele vereceksin” dedi. Yine iki bayan polis girip Rabia ile Ramile’nin yanlarını, çantalarım aradılar, onlar da polisler bir şeyler koymasınlar diye gözlerini dört açtılar. Rabia olanlardan hiç telaşlanmadı. O çoktan beri böyle bir şeyin olacağını hissederek buna hazırlanmıştı. O diğer taraftan, ne olursa olsun, hükümet yetkilileri ya da ilgili kişilerin haberi olursa emniyet birimlerinin polisleriyle konuşup kendini kurtaracaklarına inanıyordu. O, yine hiçbir suç delili olmadan polisler de kanunen 198 suçlamaya cesaret edemezler diye düşünüyordu. Rabia, Ramile’ye soğukkanlılıkla şöyle bir hikayeyi anlattı: “Hitler faşistleri Yahudileri tutup öldürmeye başladıkları zaman altı çocuklu bir doktoru tutuklamak istemişler, onlar önce bir kızı zehirleyerek öldürmüşler, sonra bu suçu Yahudi’nin üzerine yükleyerek tutuklamışlar. Her gün sorguda bir çocuğunu öldürerek onu itiraf etmeye zorlamışlar. Doktor son çocuğu kaldığında kahkaha atarak gülüp: “Ben çocuklarımın dostumun elinde değil, düşmanımın elinde öldüklerine gülüyorum” demiş. Ramile hikayeyi dinleyince Rabia’nın ne demek istediğini anladı ve ona: “Rabia Abla, rahat olun, ölsek de sırrımız açığa çıkmayacak, size olan bağlılığımı göreceksiniz.” diye cevap verdi. Bunların konuştuğunu gören polisler onları birbirinden ayırdılar. Rabia’nın kapatılığı odaya polisler giriyor, çıkıyor ve telaşlı telaşlı dolaşıyorlardı. Onların bir şey yapmak isteyip de beceremedikleri fark ediliyordu. Karanlık çökmek üzereyken odaya bir Uygur ve bir Çinli bayan polis girdi, Uygur polis, Rabia’nın önüne gelip bir şey söylemek istiyormuş gibi afallayarak baktı, o telaşlı gözlerini Çinli polisin arkasına sakladığı ellerinden ayıramıyordu. Çinli polis ise, Rabia’nın arkasına geçerek eldiven takılan sağ elindeki beyaz bezi aniden Rabia’nın ağız ve burnuna sokarak sıkı tuttu. Rabia, nemli soğuk bezden çıkan ekşi kokuyu hissetti, hemen bayıldı. îki bayan polis, Rabia’yı sürükleyerek koltuğa yatırıp elbiselerini çözdü, Rabia’nın çantasından aldığı defter gibi kalın materyali onun iç çamaşırının içine koydu, yine bir kaç gazete parçasını onun koynuna, sutyenine, sonra elbiselerini tekrar düzeltip giydirdi. Bir kaç dakika sonra Rabia kendine geldi. O zaman Rabia, iki bayan polisin yumuşak davranışlarıyla onun elbiselerini çözdüğünü, birkaç Çinli yetkilinin korkunç bakışlarını, yine birkaç polisin 199 fotoğraf çektiğini ve ortamı kameraya kaydettiğini gördü. Rabia, fotoğraf makinasının flaş ışıkları ve kamera ışıkları altında gözlerini açamadı. Bayan polisler, onun koynundan ve lastikleri çekerek kendi koydukları “emanet” i iç çamaşirdan çikarip aldılar. “Tamam, götürün! Suç delili tamdır!” diye bağırdı yaşça büyük göbekli bir Çinli yetkili polislere bakarak. Rabia, ayağa kalktıktan sonra pencereye bakıp şok oldu. Dışarıda binlerce polis, asker, yüzlerce polis arabası vardı. Rabia şaşırdı. O, Trafik Polis Müdürlüğüme geldiğinde hava açıktı, güneş vardı. Bir anda hava bozularak göğü simsiyah bulutlar kapladı, ardından yağmur yağmaya başladı. Polislerin dışarıdaki duruşundan sanki savaş olmuş gibi bir manzara oluşmuştu. Ne oldu? Neler oluyor?” dedi Rabia polis müdürüne bakarak ‘’Bana ne yapmak istiyorsunuz?” Ne olacak, yabancılara gizli belgeleri çalarak vermek isteyen Rabia Kadir, suçüstü yakalandı.” dedi polis müdürü ve kapıya bakarak “Götürün!” diye bağırdı. Rabia’nın başına odada siyah çuval geçiren polisler onu alarak dışarı çıkardılar. Gerçekten korkunç bir manzara oluşmuştu. Emniyet Bakanlığının onlarca siyah arabası ve sivil giyinmiş onlarca elemanı, Güvenlik Bakanlığının onlarca jeep arabası ve elinde tabanca tutan polisleri, yine 20-30 arabada trafik polisleri, silahlı polis birliklerinin adamları, Urumçi Belediyesi Asayişi Koruma Özel Birlikleri’nin askerleri, kısacası otomatik silahlarını tetikte tutan korkunç suratlı kişiler acele arabalarına bindiler. Birisi düzeni sağlamaya komuta etti. En önde sireni çalan renkli ışıklı bir polis arabası hareket etti, diğerleri Rabia’nın bindiği arabayı sararak önde ve arkada olmak üzere sırayla hareket ettiler. Araba - “konvoyu Şimali Kovuk (Kuzey Kapı)tan sağa saparak Liudavan Cezaevi tarafına doğru yol aldı. Rabia’nın yanında oturan yaşlı polis, Rabia’nın başına geçirilen siyah çuvalı çıkardıktan sonra ona kalem ve not defterini uzatarak: 200 “Rabia Hanım, bana bir imzanızı vermenizi rica ediyorum.” diye yalvarma tonunda konuştu. Rabia, Çinli polisin neleri düşünerek böyle yaptığını anlayamadı. Ama alışkanlığı gereği eline kalemi alarak onun not defterine Uygurca “Rabia Kadir” diye yazdı. Cezaevindeki ilk Gece Urumçi’den otobüse binerek Liudavan Tik Kuduk’a giden kişiler, sol tarafta simsiyah kapısıyla göze çarpan cezaevini görürler. Burası Liudavan Toplama Yeri diye adlandırılmıştır. Sadece Urumçi’de doğup büyüyen Uygurlar değil, Urumçi’ye hiç gelmeyen Uygurlar da korkunç Liudavan Cezaevi’ni iyi bilirler. Urumçi Belediyesi Kamu Güvenlik Müdürlüğü’ne bağlı bu cezaevinin adı 1949 yılının güzünde Urumçi’ye gelen komünist partisinin adıyla birlikte konuşulmaya başlamıştı. Çünkü soruştursanız, her hangi bir Uygurun ya da onun bir akrabasının çeşitli dönemlerde bu cezaevine girip çıkmış olduğunu öğreneceksiniz. Uygurların ünlü aydınları, muhterem ileri gelenleri, yiğitleri, hatta kabadıylan da bu acımasız cezaevinde ya yaşamlarını yitirmişler ya da unutulmayacak acıklı hatıralar bırakmışlardır. Liudavan Cezaevi, korunmasının sıklığı, duvarlarının sur gibi yüksekliği, nöbetçi askerlerin çokluğu, polislerin acımasızlığı, gardiyanlarının taş yürekliliği, tutukluları suçluların eliyle işkence ederek cezalandırma tedbirinin aşırılığı, ayrıca hücre ağalarının çokluğuyla ünlü bir cezaevidir. Bugün sabah Sincan Uygur Özerk Bölgesi Parti Komitesi Hukuk Komisyonu’da acil olarak kurulan Olağanüstü Kumandanlık Karargahında başta WANG leçuan olmak üzere Güvenlik, Emniyet Bakanlıkları, Asayiş Koruma Özel Ekibi gibi kurumların üst düzey yöneticileri toplanmışlardı. Onlar ‘Rabia Kadir’i suçüstü yakalama operasyo’ nu buradan yönettiler. Operasyonu akşam saat 20: 00’da tamamladıktan sonra rahat bir nefes alarak çaylarını yudumladılar. 201 Bu operasyona katılan binlerce asker, polis ve gözcü operasyonu fazla gürültü yapmadan bitirdikleri için sevindiler ve büyük ziyafet düzenlemeye giriştiler. Büyükleri hemen Pekin’deki patronlarına rapor verdiler. Pekin’swki Devlet Güvenlik Bakanlığındaki sorumlu kişinin “Rabia Kadir’i nereye koydunuz?” şeklindeki sorusuna Çinli Bakan kibirli bir biçimde: “Partimiz tarihinde diktatörlüğümüzün en sağlam kalesi diye ün yapan Urumçi Liudavan Cezaevi’ne koymak istiyoruz” diye cevap verdi. Rabia Kadir’i götüren araba ekibi işte o Liudavan Cezaevi’nin simsiyah korkunç kapısı önüne geldiğinde sırasıyla ikiye bölünerek iki sıra hâlinde durdu. Ortadaki boşalan yere Rabia’yı getiren Jeep araba gelerek kapı önünde durdu. Arabalardan inen polisler ve askerler iki sıra hâlinde silahlarını doğrultarak dizildiler. Rabia, arabadan inerken etrafına bakındı. Binlerce silahlı asker silahlarını doğrultarak ona korkunç bir şekilde bakıyorlardı. Yüksek duvar üzerinde, uzaklardaki binaların çatılarında askerler vardı. Rabia için iki sıra hâlinde dizilen polis ve askerlerin arasından siyah kapıya kadar yol açılmıştı. Rabia tereddüt etmeden dosdoğru yürüdü. Siyah kapı önünde cezaevi müdürü ellerini arkasına bağlayarak afyon içe içe şişen kıpkırmızı gözleriyle yan bakıyordu. O emin adımlarla göğsünü gererek gelmekte olan Uygur annesine ya da onu sararak gelen yüzlerce polis ve askere fırsatı kaçırmadan kendini tanıtmak istiyormuş gibi: “Dur ”؟diye öyle yüksek sesle bağırdı ki, Rabia şaşarak durdu. Etrafındaki polis ve askerler de korktular. Cezaevi müdüründen daha yüksek düzeyde yönetici olduğu görünüşünden ve yürüyüşünden belli olan sivil kıyafetli birisi onun önüne gelip fısıldadı, sonra Rabia’nın önüne gelerek: “Biz seni cezaevine teslim edeceğiz, sen onlardan, baogao!’ (Rapor) diye yüksek sesle bağırarak izin istemen, onlar izin verdikten 202 sonra yürümen gerekir, anladın mı„ dedi. Rabia onu umursamayarak soğuk gülümsedi ve: Ben keyfimle izin isteyip misafirliğe gelmiş değilim, sen beni diktatörlükle zorla bu kapıdan İçeri sokuyorsun, neden yine sana ’baogao’ diyecekmişim? Demeyeceğim!” dedi Rabia. Bagao diye bağırmazsan onlar ateş edecek, vuracak, anlıyor musun?” “Ne vuracak? 0 zaman vursun, haydi.” Rabia üzerine yürüyerek ؟ince bağırdı “Nice kardeşlerim bu zindanlarında yaşamlarım kaybettiler. Ben de onlar gibi Uygur’um. Fazla korkutacagım demeden ne yapacaksan yap. Zaten yapacağım yapıyorsun.” Rabia’nm kararlı konuşması ve soğukkanlı davranışı onları telaşlandırdı. Rabia, kapı önüne gelip cezaevi müdüröne dikildi. Cezaevi müdürii olan ؟inli yavaşça yere baktı. Bu onun ilk adımda yenildigini kabul etmesiydi. Ama 0 çıkık dişlerini gıcırdıtıyordu٠ Onun karizmasının, çizildiğini gOren polis ve askerler, onu alaya alarak güldüler. Cezaevi müdürii, bu zor durumdan çabuk kurtul-mak İçin Rabia’nm “Baogao” sini da beklemeden yanındakilere daha çirkin bir sesle bağırdı: “Kapıyı açın, İçeri atıp kapatın bu alçağı!” Cezaevi gardiyanları Rabia’yı kat k.at kapılardan geçirip ortadaki bir odanın önünde durdurdular. Kapının önündeki kadın gardiyanlardan buranın kadınlar cezaevi olduğu anlaşılıyordu. Rabia, eşiğe adımını atar atmaz öyle korkunç bir ses duyuldu ki, cezaevinin demir kapılan da çıngırdayıverdi.' “Dur! Hey kuraldan anlamayan suçlu! Bu senin sarayın değil ؟.” Bu sesin kapı önünde duran biçimsiz şişko, ağzı ayak-kabı kadar büyük, çirkin bir bayan gardiyanın ağzından çıktığını Rabia ancak fark etti. Bu gardiyanın ilk olarak Rabia’yı korkutma ya da nabzım tutma taktiği idi. 203 “Niye bağırıyorsun? ” dedi Rabia da yüksek sesle “Baogao demeyecek misin?” Defol gözümden gardiyan! Rabia sinirinden elini salladı. Şimdi bu belayı görün. Yaşlı kadın gardiyan kurşun yiyip kudurmuş ayı gibi sallanarak Rabia’nın üzerine geldi. Çirkin | sesiyle çığlık atıyordu. O, şu anda Rabia’yı çiğneyecekmiş gibi, yiyecekmiş gibi korkunç gözüküyordu. Rabia, çevik bir hareketle i arkaya bir adım çekilerek onun bileğinden yakaladı. Tam o sırada gardiyanın peşinden yetişip gelen Uygur polis kız, onun öteki bileğinden yakaladı ve onu bir kenara çekerek. “Sen kimi dövmek istiyorsun, biliyor musun? Rabia Kadir’e diğerleri gibi davranacağım deme” diye fısıldadı. “Bana ne, burası cezaevi, ona boyun eğdireceğim.” “O daha yeni geldi, yavaş yavaş alıştıracağız.” “Hey, Heyrigül, o zaman sen onu, evine götürüp besle!” “Sakın ona dokunayım deme؟. Sorumluluğu kaldıramazsın!” Rabia bir kenarda durdu, o iki gardiyan birbirine girdi. Rabia, Uygur polis kızın adının Heyrigül olduğunu, Uygur olduğu için vicdanının kaldıramadığını, insan dövmenin yasal olmadığım ısrarla dile getirerek deminki vahşi celladı engellediğini görünce, polis kıza acıdı ve biraz uslu durdu. Yine de o Çinli gardiyan kadına bakıp: “Hey ihtiyar yaltak, ben merkezinden her yere kadar dolaşıp senin gibi utanmaz serserilerden binlercesini görmüştüm, benim bir tel kılıma dokun göreyim, yarın yetmiş sülaleni gözüne göstereceğim. Fazla haddim aşma!” dedi. Uygur polis kız şimdi Rabia’ya anlatmaya başladı: “Siz şimdi tutuklandınız, yarın sabah hüküm kararını okuyacaklar. Buranın da kuralları var, başkalarının bundan sonra küfretmeleri, sizi hor göremeleri, hatta dövmeleri mümkün, onun için 204 yavaş yavaş alışacaksınız, polislerden ‘baogao’ diye izin almadan hareket etmek mümkün değildir.” Gardiyanlar, Rabia’yı götürüp No. 105 yazılı tahtanın asılı olduğu demir kapının önünde durdurarak kapıyı açtılar ve onu içeriye itip kapıyı şakırdatarak kapattılar. O zamana kadar sessiz olan cezaevinin içi birden bire canlandı, her taraftan sesler duyulmaya başladı: “Rabia Abla, sizin geldiğinizi öğrendik.” “Rabia Abla, gardiyanın dersini verdiğinizi duyduk.” “105 Rabia, Rabia 105...” “Rabia kardeşim, Allah sizi korusun!” Kızlar, kadınlar, nineler bütün sesleriyle bağırmakta, demir kapıları yumruklamakta, gardiyanlar ise sopalarıyla kapılara vurup bağırarak düzeni sağlamaya çalışmaktaydı. 'Deminden beri 40’tan fazla hücredeki siyasi suçlu diye kapatılan yaklaşık 800 Uygur kız, kadın ve anne kapıdan girer girmez Çinli celladın dersini veren Rabia’nm sesini duyunca kapının deliklerinden bakıyor, demir kapıya kulaklarım yaslayıp sessiz duruyorlardı. Bu yeni giren tutuklunun Rabia Kadir olduğunu öğrendikten sonra birden bire cezaevinin sıkı disiplinini bir kenara bırakıp bağırmaya başlamışlardı. Bu akşam tutuklular cesaretli idiler. Hepsi gazapla nefretle bağırmak, polislere küfretmek istiyorlardı. Onlar ellerindeki plastik yemek tabaklarını bir birine vurarak, demir kapıları tekmeleyerek, yumruklayarak bağırıyorlardı. Hücrelerden düzensiz, nefret dolu kızgın sesler yükseliyordu. Eskiden birisini ya da ikisini döverek korkutup susturabilen gardiyanlar, bugün bir şey yapamadılar. Bağıra bağıra yorulup bitkin düştüler. Rabia 105,105 Rabia.... Sesler uzaktaki erkekler cezaevine de duyuldu. 205 Sabah olmak üzereyken tutuklu kadınlar uykuya daldılar. Rabia, tavandaki küçücük bacadan inen zayıf ışıkla hücre içine baktı. Duvarları çok pisti, çimento olan yerleri rutubetten kokmuştu, hücrenin ortasında tuvalet deliği vardı. Demir kapının ortasında yemek tabağı sığacak kadar delik vardı. Rabia, hücreye girer girmez duvara yaslanıp dizlerine sarılarak kımıldamadan oturdu. Onun gözlerine uyku girmiyordu. “Ne suç işledim? Bunlar neden beni tutukladılar?”. Rabia başı sonu olmayan sınırsız hayal dünyasına daldı. Zalimliği Stalin’den öğrenen cellat Şeng Şisey, sayısız zenginleri, ileri gelenleri, Uygur halkının kurtuluşu için göğüs gererek ortaya çıkan yiğitleri işte bu şekilde gizli tutuklamış; hapse atarak öldürmüştü. Sonra Stalin, yine Çin komünistleriyle işbirliği yaparak Ahmetcan Kasımı önderliğindeki Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kuran kahramanları gizlice tutuklayıp yok etti. Çin komünistleri vatanımıza geldikten sonra vatan, millet, halkım diyen Uygur delikanlı ve kızlarını yine bu şekilde tutuklayıp içeri atarak öldürmekte. Demek, şimdi sıra bana gelmişe benziyor. O, düşüne düşüne sonunda sesli fısıldadı: “Atalarımız yatarak öleceğine atarak öl demişlerdi.” İlk Sorgu Rabia Kadir, dizlerine sarılarak oturup uyumuştu. O, uykudan şaşarak uyandı. Başını yavaşça kaldırıp ne sabah, ne akşam olduğu belli olmayan hücrenin zayıf ışık düşen küçücük bacasına dikkatle baktı ve sabah olduğunu anladı. O, ayağa kalkarak hücrenin büyük bir kısmının çimentodan yapılmış seki olduğunu gördü. Yavaş adımlarla ileri geri yürüdü. Rabia, acele etmeden teyemmüm ettikten sonra kıbleyi tahminen belirleyerek sabah namazını kıldı. O, namazın farzını kılıp selam verdikten sonra uzun uzun fısıldayarak dua etti. Namazdan sonra oturup yine hayale daldı. 206 Onun tahminine göre, bugün her şey açığa çıkacaktı. Sabah mesaiye başlayan hükümet yetkilileri, başkan Ablet Abdureşit bu işi öğrenecek, onlar belki araya girecekler, belki yanlış anlama olmuştur, belki aralarından birisi çıkıp “Hey, çok abartmışsınız, yeter, bırakınız” diye emredecek, kısacası dünkü olaylar onun sessizce yok edilemeyeceğinin işaretleriydi. Hiç değilse, yüzlerce tutuklu onun içeri girdiğini öğrendi, şimdi onu gizlice yok etmek mümkün değil. Belki merkezdekiler, Siyasi İstişare Kurulumdakiler duyarsa bir şeyler söyler... Hey… Ayım denen gerçekten uğursuz kadınmış. Onun dediği oldu, başka kulağı delik kadınların fısıldamalarına göre, hükümet onu çoktan tutuklamalıymış, ama tutuklamak için bir bahane olacak hiçbir sebep bulamamış. Vergi kaçakçılığı, banka hesabı, kaçak mal gibi çeşitli dosyaları açtılarsa da, doğru dürüst açık bulamayan “Rabia Kadir’i Tuzağa Düşürme Grubu”na o gün Emniyet Müdür lüğü’nden yeni bir haber gelmişti. Sıddıkhacı’nın Amerika’dan ettiği telefon, yani Amerikalıların Urumçi’deki ziyaretiyle ilgili telefon kaydı onlara yeni bir planın ipucunu vermişti. Belki Amerikalı misafirler gittikten sonra Emniyet Bakanlığının bakanı, “Hey, bakın Rabia’cığım, bizimkiler aceleyle sizi tutuklamışlar, yanlış anlaşılma olmuş diyerek onu hapisten çıkarır. Belki ondan daha büyük bir yetkili...” Rabia’nın kapatıldığı hücrenin demir kapısı şakırdayarak onun hayalini böldü. Sabah nöbeti tutan kadın gardiyan Rabia’ya sorguya hazırlanmasını, beş dakika sonra sorgulanacağını duyurdu. Rabia, ilk sorgunun ilk savaş, ilk direnme olduğunu tahmin ederek yüzünü gözünü iyice yıkadı, saçlarını tarayarak uzun bıraktı, dün Amerikalı misafirlerle görüşmek için özel olarak giydiği beyaz takım elbisesini giyerek soğukkanlı bir biçimde sorgulama odasına yürüdü. 207 Kadm cezaevinin hücrelerinin bulunduğu salondan geçerek aradaki avluya çıktığında sorgu hakimlerinin odaları gözüktü. Rabia, sorgulama odasına girdiğinde köşede sırayla konulan masaların başında oturan sekiz sorgu hakimi ayağa kalktı, Rabia başını hafifçe sallayarak selâmlaştı. Sorgu hakimlerinin dördü Uygur, dördü Çinli idi ve onlar kendilerinin neden ayağa kalktıklarını anlayamadılar. Onlar öndeki ufak tefek, ama korkunç suratlı Çinli kadına kendini tanıtan Rabia’nm şimdi karşılarında bir suçlu olduğunu hatırladıktan sonra kendilerinin de ne denli afalladıklarının farkına varıp birbirlerine ters ters baktılar ve sonra oturdular. Karşılarına konan yumuşak koltuğa Rabia’yı oturtup sorgulamaya başladılar. Ortada oturan bir Uygur sorgu hakimi defterine bakarak soru sormaya başladı: “İsmin ne?” “Rabia Kadir.” “Ne iş yaparsın?” “Birleşmiş Milletler 4. Dünya Kadınlar Kongresi’nin delegesiyim. Devlet Siyasi İstişare Kurulu’nun daimi üyesiyim. Devlet Ticaret ve Sanayiciler Birliği’nin daimi üyesiyim. Devlet Kızılbayrak öncüsüyüm. Şincang Uygur Özerk Bölgesi Siysasi İstişare Kurulu’nun daimi üyesiyim. Şincang Uygur Özerk Bölge İşletmeciler, Kadın İşletmeciler Demekleri ve Urumçi Belediyesi Ticaret ve Sanayiciler Birliği’nin başkanıyım. Çin’deki en zengin 10 kişiden biriyim.” Biz şimdi sorgulamaya başlayacağız, partinin politikası nettir, itiraf edenlere yumuşak, direnenlere sert davranınz, sorgulama 208 sırasında bize uyarsan tutumumuz iyi olacak, eğer karşılık gösterirsen sert davranacağız ». “Ben size uyacağım diyemem, ben eskiden var olana var, olmayana yok diye alışmıştım.” “Amerika ile ne ilişkin var?” “Ben Amerika’ya gitmiştim, eşim ve çocuklarım şu anda Amerika’da yaşıyorlar. “Amerika hükümetiyle ne ilişkin var?” “Amerika hükümetiyle hiçbir ilişkim yok.” “Amerika hükümetine hangi bilgileri gönderdin?” “Hiçbir bilgi göndermedim. “Dün yanından çıkan belgelere ne diyorsun?” ‘’Bu belgeleri ben 1996 yılında Devlet Siyasi İstişare Kurulu toplantısında ortaya koymuştum. Bu benim yasal hakkım. Bütün Siyasi İstişare Kurulu üyeleri merkezin yetkilileri, hatta Jiang Zemin’in benim elimi sıkarak ’Siz çok önemli meseleleri ortaya koydunuz, derhal düzelteceğiz, size teşekkür ederiz’ demiş olmasına rağmen şu ana kadar kimse onu yerine getirmedi. Onun için bunu dünya halkı duysun diye düşündüm“. Devlet sırrı sayılan bu belgeleri yabancılara vermek istediğin suçunu kabul eder misin?„. “Hayır, kabul etmeyeceğim, benim hiçbir suçum yok!” “Komünist Partimiz seni eğiterek yetiştirdi, hükümet seni destekleyerek en ünlü zenginler arasına kattı, en yüksek makam ve mevkiler verdi, devlet ve özerk bölge boyunca 50 defadan fazla ödüllendirildin, partimizin en yüksek şefaatine eriştiğin hâlde hainlik edip rezil oldun, bu suç değil de nedir?” “Ben Uygur’un kızıyım, Uygur’un annesiyim, vatanıma, halkıma, milletime hainlik etmedim. Aksine bağlı kaldım. Halkımın 209 çekmekte olduğu ızdırap ve eziyetlerini, dertlerini, şikayetlerini ve dayanılmaz feryatlarını yukarıya duyurdum. Ben halkımın arzusunu, umudunu, hayallerini iyi biliyorum. Eskiden beri bize ne verdiğinizi de iyi biliyorum. 50 yıldan beri burada ne yaptığınızı da iyi biliyorum. Komünist Parti yöneticisi, beni altı çocukla sokağa attığı zaman, ben inleye ağlaya çamaşır yıkayıp çocuklarıma baktığım zaman, ben şehir şehir dolaşıp para kazandığım zaman, ben gece gündüz uyumadan çalıştığım zaman Komünist Parti nerdeydi? 1944 yılında Milliyetçi Çin istilacılarını tarumar ederek Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kuran Ahmet Efendi başkanlığındaki devlet yetkililerini kim katletti? Çingiz Damol-la, Eshetullah Damolla, Abliz Mahsum gibi din alimlerimizi kim yok etti? İbrahim Turdi, Tohtı Kurban gibi aydınlarımız nasıl öldürüldü? Muhemmetimin İminov’u kimler suikastla öldürdü? Seyfettin Ezizi neden Pekin’deki ’Altın kafes’e kapatıldı? Kimler ona iğne yaparak delirtti? Kısacası gerçeği öğrenen her hangi Uygur, sizin suikastınızdan kurtulamadı. Bilmelisiniz ki, ben sizin tarafta değil halkın tarafındayım. Halkımın kan teri bedeline hazırlanan ziyafete katılamam, halkımın kemikleriyle yapılmış heybetli köşklerdeki makam ve tahtlarda oturamam. Halkımın kıpkırmızı kanıyla boyanmış kırmızı halılara rahat basıp yürüye-mem. Daha bir kaç yıl önce Kulca’da neler yapmadınız? Haksız yere tutuklanan suçsuz akrabalarını sormak için gelenlere kurşun yağdırdınız, itirazlarını ifade etmek için gösteri yapanları köpeklere parçalattınız, göre göre vurdunuz, binlerce genci açık hava spor salonuna bir gece kapatıp üzerilerine yüksek basınçlı su sıkarak dondurup öldürdünüz, yüzlerce Uygur gencini idam cezasına mahkum ettiniz, bazı köylerde çiftçilerin evlerini basıp yaşlı dede, nine, hatta bebekleri kurşuna dizdiniz, onbinlerce genci tutukladınız, 15 gün içerisinde hiç sorgusuz sualsiz, hatta birçoğunun adını bile kayıt etmeden Üretim ve İmar Ordusu’nun nakliye tümeninin otobüsleriyle Siçuan eyaletindeki cezaevlerine götürdünüz. Nice Uygur genci sessiz sedasız kayboldu. Çocuklarını soruşturan anne-baba ve kardeşlerini de gözaltına aldınız. Ben yardımcım Ramile ile Devlet Siyasi İstişare Kurulu’nun 210 yasal işlemiyle Kulca’ya gidip bu olayları denetlerken ikimizi de utanmadan gözaltına alıp sorguladınız. Kulca’daki Uygur okullarında aşı denemesi bahanesiyle öldürülen binlerce çocuğun isimleriyle ilgili belgeye el koydunuz. Hatta insanlık dışı muameleyle beni ve Ramile’yi soyarak iç çamaşırla evin köşesinde beklettiniz, erkek polisler girip arayarak sorguladılar. Çoluğu çocuğu ölen ailelere dağıtılan 60,000 yuanın izini bulmak için bizi sıkıştırdınız! Planlı doğum sırasında milyonlarca Uygur kadınını zorla kısırlaştırdınız, on binlerce Uygur erkeğini kısırlaştırdınız, yüz binlerce masum bebek dünyaya gözünü açamadan öldü. İtiraz edenler, boyun eğmeyenler hapislere atıldılar, ağır para cezasını ödeyemeyip servetinden, evlerinden ayrıldılar. Maksatlı yürütülen eroin ticaretiyle Uygurların, öncelikle Uygur yönetici ve aydınlarının binlerce çocuğu zehirlenerek öldü. Milyonlarca Uygur çiftçisi, hayvan yetiştiricisi ve bahçecisinin zorla ücretsiz çalıştırma, vergi ve angarya nedeniyle nasıl yaşadıklarını biliyor musunuz?... Kısacası ben halkımın bütün dertlerini anladım, araştırdım, belgeleri topladım, sizin bütün politika, genelge ve kanunlarınızı gerçek zannedip Siyasi İstişare Kurulu’nda konuştum, herkes dinledi, övdü, düzeltmedi, değiştirmedi, oysa siz ondan beri bana suikast yapmaya çalışıyorsunuz. İşte bunların hepsini dünya duysun demiştim. Her halde dünyada adalet ve hakikat vardır diye düşündüm.” Rabia’nın etkili sözleri sırayla oturan sorgu hakimlerinin başlarını öne eğmelerine neden oldu. Sorgulamayı kayda geçiren sekreter damlayıp akan yaşlar önündeki kağıdı ıslattı. kızın gözlerinden “Sorgulama yarın devam edecek” diye yavaş ve üzüntülü bir ses tonuyla uzatarak konuştu baş hakim "sorgulamayı kesip. O ayağa kalkarak Rabia Kadir’in tutuklanma kararını okudu: “Rabia Kadir, 12 Ağustos 1999’da devlet sırrı olan belgeleri yabancılara ve yurtdışındaki bölücülere verdiği gerekçesiyle suçlanarak tutuklanmıştır. Burayı imzala!” dedi hakim elindeki kağıdı göstererek. 211 Rabia kesin reddetti: “Hayır, imzalamayacağım؛. Bana yüklenen suçları da kabul etmeyeceğim!” Tehdit ve Feryat Sorgulama her gün sabah ve öğlenden sonra olmak üzere iki defa yapılıyordu. Sorgulamayı bir gün Uygur, bir gün Çinli sorgu hakimi yapıyordu. Çinli sorgu hakimleri, Uygurca’yı atasözleri-yle birlikte akıcı bir şekilde konuşuyorlardı. Bugün asık suratlı Çinli sorgu hakimi konuşmaya başladı: “Rabia, sen inat etme, senin Orta Asya’ya, Türkiye’ye, İngiltere’ye ve Amerika’ya gitmen sana iyi bir son getirmedi. Biz senin yurtdışındaki bölücülerin, milli bölücü olan eşinin etkisinde kaldığını iyi biliyoruz. Düşün, Komünist Parti Uygur halkını gerilikten, fakirlikten kurtarıp mutlu bir hayata kavuşturdu.” “Ne dedin? Sen daha bizi gerilikten mi kurtardın? Uygurlar tarihte İpek Yolu’nu açarak size ticaret yapmayı öğretti, medeniyet öğretti, din öğretti, müzik öğretti, kağıt, ipek, matbaa, barut ve top yapmayı öğretti, tarih sayfalarım aç ve bir bak! Başkentin Pekin’deki Han sarayı olan Yasak Kent’i kim projelendirdi? Senin dünyada övündüğün seramik su kanalizasyonunu kim planladı? Uygurlar büyük saraylar yapıp bahçeler ihya ederlerken, evlerinin avlularını çiçeklendirip güzel ve temiz yaşarlarken, sizler her gördüğünüz böcek ve kurtlan yiyerek pisliğinizi yemek yenen evdeki taslara yaparak yaşıyordunuz, o pislikleri yurdumuza getirdiniz. Sen daha bizi fakirlikten mi kurtardın? Sen gelmeden önce bütün Uygurların tarlada ekin, harmanda buğday, dağda hayvanları vardı, bereket içinde yaşıyorlardı, herkes zekat verip dul kadınlara, yetim çocuklara bakmayı şeref diye bilirdi. Uygur’un tarihinde meyveyi, sütü ve yumurtayı parayla satmak yoktu, tanımadık misafir gelirse kuzu keserek ağırlarlardı, kişiler bir aylık yolculuğa da yol üzerinde misafir olarak giderlerdi. Ne zaman siz geldiniz, misafirsever, iyi niyetli Uygur 212 halkım fakirlik ve yoksulluk çekmeye başladı. İnsanları pislikten de para isteyecek hâle getirdiniz. Bütün servet Çin eyaletlerine götürüldüğü için halk angarya, vergi ve ücretsiz çalıştırmalardan kurtulamayıp bugüne kadar boğaz derdiyle aç muhtaç yaşamakta. Uygur’un gerçek hayatını saraylarınızdaki iki yaltağın sofrasına bakarak değil, Uygur köylerine gidersen ancak anlarsın.” Asık suratlı hakim, konuşmasını kesti ve bağırdı: eliyle masaya vurarak Rabia’ın “Yoldaş Rabia, bizde hürmet şarabını içmezsen, ceza şerbetini içersin diye bir söz var, böyle haddinizi aşarsanız, kusura bakmayın„. O, kapının yanındaki polise bir şeyleri gösterip işaret etti. Rabia’mn sorgulandığı odanın iki tarafından aynı anda Uygur çocuklarının inleyerek bağırmaları duyuldu. İki yandaki odalarda dehşetli işkence ve sıkıştırmalar başladı. Onlarca gardiyan demir sopalarıyla çocukları dövüyordu. Çocukların tırnaklarına batırılan iğnelere cerayan vererek onları bağırtıyorlardı. Birisi aniden bayıldı, gardiyanlar onun başına bir kova kirli su döktüler. “Zalim faşistler, canımı alacaksanız alm, bilmiyorum dedim, bilmiyorum.” Diğer bir odadan bir Uygur çocuğun bağırtısı duyuldu. Hemen ardından o göğsüne bastırılan ütünün sıcaklığıyla çığlık atarak ağladı. İnsanın kalbini parçalayan bu dehşetli manzara, korkunç seslerin yankılarıyla birlikte “Hepiniz duyun, inat ederseniz, sonunuz böyle olacak” mesajını veriyordu. Bu sesler hücrelerin kapılarından, bacalardan gelerek her tutuklunun kalbini sızlatıyordu. Rabia, başlangıçta bu çığlık ve feryatlara dayanamadı, sonra fark etti ki, ona bakıp duran polisler sana da böyle işkence edeceğiz diyormuşçasına sırıtıyorlardı. Çocukların feryadı feleğe ulaştı. Rabia’nın kalbinin dayanacak gücü kalmadı. Polisler onu korkup titreyecek diye zannediyorlardı. Ama Rabia alt dudağını sıkı ısırarak ayağa kalktı. O sorgu hakimlerine: 213 “Komünistlerin Uygur halkına ne yaptıklarını şimdi kendiniz mi gösteriyorsunuz? Derhal durdurun bu oyunlarınızı!” diye bağırdı. İşkence daha da artarak devam etmekteydi. Rabia, diz çökerek oturdu, o önce iki avucuyla bileklerini, yüz ve alınlannı sıvazlamaya başladı. Müslümanlıktan biraz anlayan bir sorgu hakimi, Rabia’nın teyemmüm etmekte olduğunu tahmin etti. Rabia sessizce iki rekat namaz kılıp selam verdikten sonra iki elini göğe kaldırarak feryatla dua etmeye başladı. Onun gözlerinden damla damla yaş dökülüyordu: “Ah, yüce Allah’ım, dünyadaki bütün canlıları, bütün insanları sen yarattın, burada oturan sorgu hakimleri olan Çinlileri de sen yarattın, neden zavallı Uygur’u bu namert Çinlilere muhtaç ediyorsun? Ah Allah’ım, biz senin adaletini istiyomz, senin hürriyet nasip etmeni istiyoruz, Allah’ım, şu masumların feryadını duyuyor musun? Bize acı, bize şefaat et, El kısasul minelhak diyorsun, bana medet ver Allah’ım, sana söz veriyorum, zavallı çocuklarımı kurtaracağım! Uygur halkını bu pislerin zulmünden kurtaracağım, bize nusret bağışla, ya Rabbim!..” Rabia Kadir’in ağlamaklı feryadı yankılanarak bütün hücrelere ulaştı. 7-8 yüz kız, kadın aynı anda “Amin„ diye bağırırken ceazevinin duvarları yıkılıyormuş gibi büyük bir gürültüyle sarsıldı. Kapılar pencereler sallandı. Tutuklular Rabia’nın verdiği cesaretle canlarından bıkmışçasına yabaniler gibi kapılara saldırıp bağırıyorlardı, çığlık atıyorlardı, ağlıyorlardı, feryat ediyorlardı, kapıları tepikliyorlardı, tabaklarını birbirine vurarak gürültü yapıyorlardı, yüzlerce kız ve kadın isyan çıkarmışlardı, itiraz ederek gösteri yapıyorlardı. Rabia’yı kurtarmak için ayaklanmaktaydılar. Eskiden birisi bağırdığı ya da kapıyı tepiklediği için şiddetli dayağa maruz kalır ve tövbe etmek zorunda kalırlardı. Şimdi onlar korkmuyorlar, Rabia anneleri onlara medet vermekte. Bu cezaevinin tarihinde böyle genel isyan ilk defa meydana gelmişti. Rabia’nın sesi yine yankılanıyordu: 214 “Ey Allah’ım, şu masum kızlarımı kurtarmak için bana akıl fikir ver, güç, gayret, umut ve güven veresin!” “Amin, yaşa Rabia Ana!” Hakimlerin, cezaevi müdürünün, gardiyan ve j andarma-lann “Dur”, “Dur, yoksa...” diye bağırmaları bu dehşetli sesler içerisinde kayboluyordu. Cezaevi içinde başlayan bu ayaklanmadan korkan sorgu hakimleri sorgulamayı keserek Rabia’nm götürülmesini emrettiler. Beş polis, Rabia’yı alıp sorgu odasmdan hücreye götürürken bağırmakta olan kızlar ve kadınlar seslerini kestiler. Tam o sırada polisler yan canlı hâldeki iki Uygur delikanlısını destekleyerek hücreye götürdüler. Bütün vücudu kana boyanmış, vücudu parçalanmış, yüzü ve gözleri şişerek tanınmaz hâle gelen çocukların durumunu Rabia’ya mahsus göstermek onların en son kullandıkları psikolojik tehdit idi. Ağzından fışkırarak kan akan, saçı traş edilmiş 21 yaşlanndaki Uygur çocuk, polisin elinden bir anda sıyrılıverdi, ama kendini taşıyâmadı, yere düştü. O, bütün gücünü toplayıp iki elini destek yaparak başım kaldırdı ve Ra-bia’ya baktı: “Ey Rabia Ana, sen neden girdin bu cehenneme, bu azabı, bu derdi biz çeksek yetmez miydi? Canım ana, sizi zulümden kurtaracağız diye biz yattık bu hapiste, senin için biz ölmeye hazırız, kendine iyi bak Rabia Ana!” Kıpkırmızı kan içinde feryat eden mert Uygur yiğidinin ağzı kanlar içinde kımıldıyordu, gözleri kanlar içinde ışıldıyordu, yüreği eriyerek ağlıyordu. Rabia kendine hakim olamayıp çocuğa sarıldı. Onun başını kucağına alarak yine feryat etti: “Ey yüce Allah, görüyor musun, çocuklarımı mutlaka kurtarmalıyım!” Polisler, Rabia’yı elinden tutup çektiler, bir kaçı delikanlıyı elleri ve ayaklarından tutup sürükleyerek erkekler cezaevinin kapısına doğru götürdüler. Rabia, çocukların kanıyla boyanmış yummğunu sıkarak 105 no’lu hücreye doğru yürüdü. Bu olayı sessizce izleyen ve duyan kız ve kadınlar, aralarından birisinin 215 başlamasıyla Abdurahim Ötkür’ün “İz„ şarkısını duygulu ve coşkun sesleriyle söylemeye başladılar. Yüzlerce kişilik koro sesi göklere ulaştı. Uzaklarda erkek tutuklular şarkıya eşlik ettiler. Liudavan Cezaevi’nin duvarlan sarsılmaya başladı. Binlerce insanın ağzına pamuk sokmak için bu cezaevindeki gardiyanlar yetişemezdi. Uygur polis ve gardiyanlar ise, bu koro şarkısına alışmış idiler, hatta aralarındaki bazıları yalnız olduğu zaman hafif mırıldanarak eşlik ederlerdi. Rabia, heyecan içinde koroya katılıp “Iz” şarkısını yüksek sesle söylemeye başladı: Genç idik uzun sefere atlanıp yürürken biz, Şimdi ata binecek kadar büyüdü nevremiz (4). Az idik zorlu sefere atlanıp çıkarken biz, Şimdi büyük kervan olduk bırakıp çöllerde iz. Kaldı iz çöller ara, kah yokuşlarda daha, Kaldı nice arslanlar kum ve çölde kabirsiz. Kabirsiz kaldı demeyin ılgın kızarmış kırlarda Gül çiçeüe bürünür yarın baharda kabrimiz. Kaldı iz, kaldı menzil, kaldı uzakta hepsi, Çıksa boran, göçse kumlar da gömülmez izimiz. Kalmaz kervan yolundan atlar çok zayıf, Bulacak hiç değilse bu izi bir gün nevremiz, ya çevremiz. Dokuz Günlük Açlık Grevi İz şarkısı bittiğinde, Rabia 105 no’lu hücrenin çimento sekisinde oturup kendini hayli rahatlamaış gibi hissetti. Bugünkü sorguda o, Çin yönetiminin sahtekarlığını teker teker dile getirip içini boşaltmıştı. Hatta polislerin bazıları gözlerinden yaş akıttılar. Sorgu hakimleri iki genç çocuğu döverek işkence edip: “Maymun öldürüp kaplanı korkutma” taktiğini kullandılarsa da, Rabia kalbinden 216 Allah’a feryat ederek güç kuvvet topladı. Şimdi sorgudan çıkarken bütün kadın ve kızlar ona destek vererek “İz” şarkısını söyledi. "Rabia, hayal ekranında sınırsız kainatı dikkatle izledi ki, kendisinin içinde bulunduğu dünya küçücük bir top gibi gözüktü. Eskiden günümüze kadar insanlık tarihinin sayfalarını çevirdi, o da kısa bir mesafe gibi bilindi. Bir insanın hayat süresine baktı, o sabah doğup akşam batan güneşin bir günlük ömrü gibi geldi. Kısacık dört günlük hayatımda neleri görmedim ki. Dilencinin uğursuz kaderi gibi yoksulluktan kralların hayatı gibi bolluğa kadar, hayvan gibi aşağılanmaktan yüksek itibar ve saygıya kadar hepsini gördüm. Yedim, içtim, giydim, gözüm doydu. Ateş yürekli, yiğit kocaya da vardım, eşim Sıddıkhacı 24 yaşında, delikanlılığın en güzel döneminde vatan, millet diye ortaya çıkıp işte böyle cezaevinde 10 yıl yatmamış mıydı? İyi ki onu Çinlilerin elinin ulaşamayacağı yere götürdüm. O da Çinlilerin Uygurlara ettikleri zulümlerini açığa vuran bildiriler yazarak ve radyoda anlatarak muradına erdi. Çocuklarımın beşini Amerika’ya, beşini servetin ve endişenin ocağına bıraktım. Bunlar Allah’a emanet. Artık Olsem de gam yemem. Hiçbir şeyden korkmayacağım, bunlarla ölünceye kadar mücadele edeceğim. Tövbe, daha şimdi Allah’tan akil, fikir, güç kuvvet, umut ve güven dilemiştim, dileğim makbul mü oldu ne? Şükürler olsun Allah’ım... Mücadeleye şimdi başlayacağım. Ben de gelecek evlatlarım İçin bulabilecekleri kadar iz bırakıp gidecegim„. Ertesi sabah gardiyanlar, Rabia Kadir’in açlık grevi ilan ettiğini, konuşmamaya karar verdiğini rapor ettiğinde, cezaevi müdürii biraz telaşlandı. 0 sorgu hakimlerinin dün biraz sınırı geçtiklerini düşünerek eğer benim idarem döneminde bir terslik olursa hem ^kandan hem halktan ayni anda tokat yerim diye korktu. Sorgu hakimleri geldiler. Onlar da derece derece yukarıya rapor edip sonunda Wang Leçuan’in “Sorgulamayı sakin durdurmayın!” şeklindeki telefonla verdiği talimatı aldıktan sonra gündelik işlerine başladılar. Rabia, sorgu odasına emin adımlarla girip onlara guru-rlu 217 bir şekilde dikilip oturdu. Ama ses çıkarmadı. Sorgu hakimleri, kendileri sırayla konuşarak saatleri doldurdular. Akşam Rabia’yi gözlemek İçin bir Çinli ve bir Uygur tutukluyu getirip koydular. Ertesi sabah Rabia Kadir’in açlık grevi ilan ettiğini duyan kadınların hepsi sabah kahvaltısı yapmayı reddettiler. Bu İş iki üç gün devam etti. Şemşinur adında bir kız 7 gün kadar hiçbir şey yemeden Rabia’ya destek verdi. 8. günündeki sorguda Ra-bia halsizleşmekte olduğunu fark etti, onun gözleri kararıp başı dönmeye başladı. Sorgu hakimleri, her gün masaya lezzetli yemekleri, kimyon kokulu kebaplan, kızarmış piliçleri getirip dizerek Rabia’yi yemeye, konuşmaya zorladılar. Rabia bakmadığı zaman kendileri yediler, özellikle Rabia’yi gözlemekle görevlendirilen iki tutuklunun şansı yaver gitti. Bir hafta içerisinde onlar 105 no’lıı hücreye dizilerek konulan yemeklerle yıllarca aç kalan karınlarım doyurmakta idiler. 9. gününde Rabia’yı sorguya gardiyanlar destekleyip götürdüler. O fazla geçmeden sorgu odasında bayıldı. Rabia Kadir, özel olarak hazırlanan yatağa yatırılıp ayaklan ve belinden sıkı bağlanırken kendine geldi. Rabia’nm açlık grevi ilan ettiği haberi Çin Kamu Güvenliği Bakanlığındaki yetkililerin kulaklarına ulaştı. Onlar yerel yöneticilere “Hemen tedbir alarak Ra-bia’nın sağlığını iyileştirin, Amerika onu soruyor, bir iş olursa, sorumluluğun bedeli ağır olacak” şeklinde talimat verdiler. Bu talimattan sonra “Ölürse ölür” diyenlerin ödü patladı. En tedbirli psikologlar, usta doktorlar gelerek Rabia’yı kurtarma operasyonuna başladılar. Onun bileklerinden iğneyle glikoz verildi, makatından plastik boruyla süt verildi, ağzını açıp sıvı damlatmak için yarım saat uğraşan doktorlar onun ayıldığını görünce sevindiler. Bir büyük doktor sevecenlikle: “Rabia Hanım, fazla zahmet etmeyin, yemeyerek içmeyerek de ölemezsiniz, çünkü sizin ölmenize hükümet izin vermiyor. Görüyorsunuz, bunlar size çeşitli çare ve tedbirlerle yemek yedirecekler. Ben doktorum, sizin hayatınızı garanti altına almak 218 benim görevim, en iyisi ne talebiniz varsa bana söyleyin, ben onlara ulaştırıp hallatmeye çalışacağım” dedi. Rabia, bin bir zorlukla başını sallayarak seslendi: “Buraya Adliye, Mahkeme, Güvenlik ve Emniyet Bakanlıklarının yetkilileri gelsinler. Onlara talebimi söyleyeceğim” dedi Rabia yavaşça. Rabia’nın ilk şartı tez vakitte yerine getirildi. “Devleti hukukla yöneteceğiz diyordunuz, hani?” diye yavaşça konuşmaya başladı Rabia. Derin bir nefes alıp onlara teker teker baktıktan sonra devam etti “En basiti kendinizin belirlediği tek yanlı kanunlarınıza da uymuyorsunuz, ben şahsen kendimin, cezaevindeki suçsuz tutukluların, milletimin, kısacası halkımın insan haklarını korumak için meydana çıktım. Bütün Uygurlara, 1 milyar 300 milyon Çin halkına ve dünya halkına haklı taleplerimle hayatımı feda etme kararını aldım. Eğer gerçekten dinlemek isterseniz ilk taleplerimi ortaya koyacağım: “Haydi söyleyin, bütün talep ve şartlarınızı yerine getirmeye çalışacağız” dedi bakanlar. Onlar, akşam merkezin bununla ilgili talimatını aldıktan sonra işin inceliğini düşünerek eğer bir iş çıkarsa merkeze cevap vermenin zor olacağının farkına varmışlardı. Onlar: “Rabia Kadir, merkezin talimatı var, sizin hayatınız her şeyden önemli, şartınızı söyleyin.” Yetkililer Rabia’ya baktılar. “O zaman dinleyin.” Rabia’nın sesi yükseldi. “Birincisi, bana göstere göstere tutuklu çocukları döverek işkence ettiniz, bu tür yasadışı davranışlar derhal durdurulsun. İkincisi, yüzlerce Uygur kız ve kadın sorgusuz sualsiz yatıyor. Bazıları iki yıldan beri sorgulanmamış. Aralarında ne suç işlediklerini bilmeyenler de var. Bu tür yasadışı duruma son verilsin. Üçüncüsu, müslüman tutuklulara domuz eti yedirme gibi yasadışı davranışlar durdurulsun. Dördüncüsü, gardiyanların kasıtlı sorun yaratıp tutuklulara sövmeleri, onları aşağılamaları, manevi işkenceye tabi tutmaları gibi yasadışı davranışları durdurulsun. Beşincisi, tutukluların konuşma, gazete, kitap okuma, radyo dinleme ve şarkı söyleme gibi en doğal 219 kişilik haklarının çiğnenmesi durdurulsun. Akıncısı, benim çocuklarımla haftada bir kez konuşmama, haftada iki kez banyo yapmama izin verilsin. Bu talepler zaten sizin kanunlarınızda olup yerine getirilmeyen meselelerdir. Ben bunu hem merkeze hem dünyaya anlatacağım. Eğer taleplerim yerine getirilirse yemek yiyeceğim, konuşacağım.” Rabia Kadir konuşmasını bitirdi. Bütün taleplerinizi koşulsuz yerine getireceğiz, size söz vereceğiz.” Yetkililer birbirlerine baktıktan sonra başlarım salladılar. Yetkililer korktular. Rabia’nın kocası Amerika’da, o yabancı ülkenin radyosunda sürekli konuşuyor. Rabia’nın Devlet Siyasi İstişare Kurulu’nda hala etkisi var. Yerel cezaevlerinde alışkanlık hâline gelen bu davranışlar yukarıya, özellikle yurtdışına ulaşırsa kendi makamlarını koruyamayacaklarını düşünen yetkililer, yarım gün gizli toplantı yaptıktan sonra cezaevinde, gardiyanlarda ve sorgu hakimlerinde değişiklikler görülmeye başladı. Her gün duyulan adam dövme, küfretme sesleri duyulmaz oldu. Kızlar ve kadınlar sorgulanmaya başladılar. Domuz eti kokusu kayboldu. Öbür tarafa geçerken de, bu tarafa geçerken de Rabia’ya kötü gözle bakan, kasten küfreden, tartaklayan gardiyanlar başlarını yere eğerek sessizce ya da yalandan gülümseyerek geçmeye başladılar. “Vay, bu cezaevini biz mi idare edeceğiz, yoksa Rabiamı? Krallar gibi yaşıyorduk, nereden çıktı bu belâ, büyüklerin hepsini önüne getirip bizim cennetimizi yıktı yahu?” dedi cezaevinde her gün tutukluların paralarını kandırarak alıp dört çocuğuna bakan yaşlı kadın gardiyan, cezaevi müdürüne yakınarak. Cezaevi müdürü suratını asarak ona kötü kötü baktı: “Beni rahat bırak, yetkililerin niyetleri kötü, her şeyi üzerime yükleyip beni devireceğe benziyorlar, hey, bu Rabia’yı merkezden bize casus olarak mı koydular ne? Tutuklular rahat bir nefes aldılar. Ama Rabia’nın sorgusu devam etti: “Suçunu kabul ediyor musun etmiyor musun?” 220 “Benim hiç bir suçum yok.” Bu konu çerçevesinde sorgulama her gün iki defa yapılıyordu. Bir gün Rabia, biraz kendini toparladıktan sonra 105 no’lu hücrede oturup Tahir’in Zühre’ye hitap ederek söylediği şarkısını kendisine uyarlayıp şunları söyledi: Uygur halkım, hürlük için ateş olup yandım şimdi, Gece gündüz vuslat için düşman eline düştüm şimdi. Rabia diye adım kaldı, figan ile derdim kaldı, Zindan beni koynuna aldı hasret ile gittim şimdi. Rabia şarkısını kesip derin nefesle içini çekerken bütün hücrelerden bu şarkı koro şeklinde yankılanmaya başladı. Tutuklu hanımların kalplerini titreten, kalplerinin derinliklerinden fışkırıp çıkan bu acıklı şarkıyı gardiyanların sopalarıyla kapılara vurarak bağırmaları da engelleyemedi. Ondan itibaren cezaevi hücrelerinde Rabia’nın öncülük etmesiyle tıpkı Çinlilerin her gün sabah zorla söylettikleri “Doğu kızardı, güneş doğdu” şarkısı gibi, sabah “İz” şarkısı, akşam “Zühre Canım”, “Vücudum Yaprak”(tenlirim yaprak), “Rabia Anamız Hani?”, “Geri Dönme, İlerle”(Keyningge mangma, al-dıngga mang), “Doğu Türkistan” gibi şarkılar söylenmeye, şiirler okunmaya başladı. Bazı şarkı ve şiirleri Rabia Kadir kendisi yazarak okuyordu. Acaba Son Görüşme mi? Bugün sorgu hakimleri Rabia Kadir’i formalite gereği şöyle böyle sorguladıktan sonra ona şöyle dediler: “Bugün öğlenden sonra seni sorgulamayacağız, bir iyi haberimiz var, çoluk çocuğunla görüşeceksin, dikkat edilecek işleri ve kuralları cezaevi polisleri sana anlatacaklar. Ama söylemeliyiz ki, ne dersem yerine getireceklermiş diye kibirlenme, sen dada mahkemenin hükmünü almadın, kanuna göre hüküm kesilmeden kimseyle görüştürülmez. Bu defa belki senin son görüşmen olabilir?” 221 Rabia, 105 no’lu hücreye girdikten sonra eli hiçbir işe varmadı. Yemeğini hazırlayıp masaya koydu, ama bir türlü yiyesi gelmedi, iştahı birden kesildi. Onun kalbi sevinçten çarpıyorsa da, gönlü yine de perişandı. Sorgu hakimlerinin “Çocuklarınla görüşeceksin” sözüyle “son görüşmen olabilir” sözü arasında bir korkunun gölgesi beliriyordu. Ne olursa olsun, hazırlanmak gerekti, Rabia tertemiz yıkanıp tarandı, güzel elbiselerini giydi, makyajını da yaptı ve çocuklarıyla görüşecek zamanı sabırsızlıkla beklemeye başladı. Saat 12.00 sularında kadın gardiyan sallanarak gelip kapıyı açtı ve Rabia’ya dikkatle baktıktan sonra sırıttı: “Eyvah, sorgu hakimleri sana söylemiş demek ha, hazırlanmışsın, ben de güzel haberi verip müjdemi alacağım diye düşünüp acele etmişim”. Gardiyan, Rabia’yı alarak hücre ve odalardan geçerek bekleme odasına getirdi. Mütevazi, ama masa, sandalye ve koltukların konulduğu bu evin aslında ofis olduğu, Rabia için hazırlandığı belli idi. Rabia, biraz bekledikten sonra aniden kapı açıldı. O, kapıdan fırlayarak içeri giren çocuklarını bağrına bastı. Onlar ağlaştılar. Çocuklar sessizce ağlayarak gözlerinden yaş döküyorlardı. Rabia, kesinlikle ağlamayacağım diye hazırlandıy-sa da kendisine hakim olamadı. O, sonunda için için ağlayarak içini boşalttıktan sonra çocuklarını avutmak zorunda kaldı. Rabia ile görüşmeye oğlu Kahar, Ablikim, Alim, kızı Roşengül ve sekreteri Ayşegül için izin verilmişti. Çocuklar koltukta oturdular, Rabia karşıdaki sandalyeye oturdu. İki tarafa da neyin yapılması, neyin yapılmaması, neyin söylenmesi, neyin söylenmemesi konusunda uzun uzun ders verildiği için kimse aceleyle bir şey söylemeye cesaret edemedi. Çocukların hepsi annelerine bakıyorlar ve yine için için ağlamaya başlıyorlardı. Rabia ise: Ağlamayın çocuklarım, cesaretli olun, kader kısmet işte böyle bir şey dedi ve soğukkanlılıkla içini çekerek konuşmaya devam etti, çocuklarım, benim gözlerimden hapiste yattığım için değil, Anne mihri, anne sevgisi dediğimiz duygu ayrılık ve kavuşma anlarından ön plana geçer. Çocuklar, annelerinden 222 ayrılırken nasıl ağladılarsa, bugün anneleriyle görüştüklerinde de öyle duygu içerisinde ağlıyorlardı. “Ah Allahim, çocuklarımı bir görsem gam yemezdim”. Rabia bu sözü defalarca söylemişti, bugün dileği gerçekleşip çocuklarıyla görüşürken kalbinden sevinç ve mutluluk değil, daha yüksek arzu ve hasretlerin kıvılcımları parlamakta. “Halkımın durumu nasıl? Halkı yine iutukluyorlar mı? Ramile ve onlarla birlikte tutuklananlar ne oldu?” diye sordu Rabia ağlamasını kesemeyip gözyaşlarını silmekte olan Ayşegül’e. “iki çocuğu ertesi gün bıraktılar, Ramile’yi dört gün sonra bıraktılar. Hepsi sağ salim çalışıyorlar” dedi Ayşegül. “Kahar oğlum, ya sen?” “İyiyim anne, Aksu’dan 70 bin dönüm tarlayı kiralamıştım, altı katlı bir bina yaptırmak istiyorum, restaurant ve otel açmak istiyorum, bu işlerle... “Roşengül kızım, ya sen? “Hepimiz iyiyiz anne, üniversiteyi bitirdim, Trafik Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyorum. “Ablikim, bütün iş senin üzerine kaldı, oğlum, işlerin nasıl?”. “Yeni bina bitti, kiraya verdim, büyük restaurant açtım, şu anda müşteriler öyle çok ki, işler çok yoğun anne. “Oğlum Alim, senin okulun nasıl gidiyor?, Diğer işlerin nasıl?”. “Anne üniversiteyi bu yıl bitirirsem doktor olacağım, şirketimizin hukukla ilgili işlem ve belgelerini düzenliyorum. Alacak verecek işlerindeki borçları bitirdim. Bir kaç yerde Fastfood Lokantası açmak için işlemleri bitirdim, ardıardına 7-8 yerde Fastfood Lokantası açmamız mümkün. Dünyada günlük geliri en iyi olan ticaret Fastfood Lokantalarıdır anne”. 223 “Kıknuslardan haber var mı?”. Rabia şimdi Amerika’daki çocuklarını sormaya başladı. Ablikim acele etmeden bir bir cevap verdi. “Sıddıkhacı babam, çocukların hepsini alarak Oklahoma Eyaleti’ne taşınmış, manzarası güzel, Urumçi gibi havası kurak, yiyecek içecekleri ucuz ve bereketli bir yer olsa gerek, üstelik babamızın hemşehrileri varmış. Rahile, eşiyle birlikte yarımgün çalışarak okuyormuş. Oğlu İliyar kreşteymiş. Akide inşaat mühendisliği alanında, Hanzohre müsbet ilimler alanında, Mustafa ortaokulda, Kıknus ilkokulda okuyormuş. Onlar gider gitmez bir ev satın almışlar, şimdi bir ev daha satın alarak kiraya vermişler. Hepsi çok iyiler, devamlı telefonlaşıyoruz, anne.” “Aile içi işleri aşan sözleri söylemeyin!” Ciddi, ama alçak sesle uyardı bir kenarda bakıp duran polis onları. “Tursun ağabeyinizden haber var mı?” “Tursun ağabeyim, o gidişten sonra hiç dönmedi, anne, Avustralya’ya yerleşecek gibi. Geçenlerde telefon açmış.” “Amerika lafını kestirdim, şimdi Avustralya ediyorsunuz, dikkatli olun!” Polis yine konuşmayı böldü. lafını “Çocuklarım, biliyorsunuz, bu beklenmedik bir anda oldu, anneniz suçsuz, ben sizi mahcup edecek, sizi utandıracak bir şey yapmadım. Ben sadece halkım için yapmam gereken işleri yaptım. Her şey netleşince aklanarak çıkacağıma inanıyorum. Siz dayanıklı olun, cesaretli olun, akıllı tedbirli olun, uyanık olun, şirketin işlerini kanunla idare edin, söylediklerinize çok dikkat edin, alacak verecek işlerinde adil olun,,yoldan çıkma, handan korkma’ derler ya, halk, vatan ve millet için gurur verici işleri yapmak hepimizin borcudur. Ben milletime, halkıma ve vatanıma kendini adayan ve onlar için bedel ödemeye hazır iradeli bir Uygur an-nesiyim. Ben kendimle gurur duyuyorum. Bana insan gibi yaşamayı nasip eyleyen ve beni doğru yola sevk eden Allah’a sonsuz şükrediyorum. Kimsenin karşısında dilim tutulmaz. Siz de hiçbir şeyden korkmayın, yiğit gibi 224 yaşayın!” Rabia gittikçe heyecana gelip yüksek sesle konuşmaya başladı, ayrıca aile içi işleri aşıp polislerin koydukları çizgiyi geçerek konuşmaya başlamıştı. Bunları gözleyen polis yine “Olmadı” anlamında başını salladı. Yandaki evde televizyon ekranında konuşmaları aynen izleyen ve dinleyen dört sorgu hakimi ayağa kalkarak Rabia Kadir’in çocuklarıyla görüşmekte olduğu odaya girdi. Aralarından birisi, çocukların büyüğü olan Kahar’a bakarak şöyle dedi: “İşte, anneniz partimizin şefkatine asilik edip kanuna karşı suç işledi. Siz annenizle konuşup günahını anlamasına, suçunu kabul etmesine yardımcı olun, yoksa bu görüşmeniz son görüşme olacak” dedi. “Hey Kahar” dedi bir başka polis ardından “sen Amerika’yla telefonla sürekli konuşuyorsun ya? Üvey baban Sıddıkhacı’ya söyle, Özgür Asya Radyosu’ndaki bize karşı saldırısını hemen durdursun. Yoksa annenizin sonu iyi olmayacak, eğer şirkette iyi çalışıp para kazanacağım diyorsanız, önce anneniz ve babanız partimizin sözünü dinlesin. Anladınız mı? Yoksa kimse zengin olacağım diye hayal etmesin. Babana bu sözlerin hepsini söyle. İhtiyar Çinli sorgu hakiminin işaretinden sonra gözcü polis saatine bakarak: “Ziyaret zamanı doldu, şimdi dönün” diye bağırdı. Rabia ayağa kalkarak Ayşegül ve çocuklarıyla teker teker sarılarak vedalaştı. Polis amirinin “Son defa” sözü hem Rabia’nın kalbine hem çocukların kalbine taş gibi oturmuştu. Kesilmeyen ağlamaya da o son söz sebep olmuştu. Rabia, akşam yatakta sevinç, mutluluk ile üzüntü karışık bir duyguyla ne gülebildi, ne ağlayabildi. Ölümden Dönen Mahkum Bugün 9 Mart 2000. Rabia cezaevine gireli tam altı ay oldu. O her zamanki gibi sabah uyandı. -Hücrenin küçücük bacasından göğün 225 ağarmış bir parçası gözüküyordu. Sabah namazı vakti olmuş diye tahmin etti Rabia sırtüstü yatarken. O gece üç dört defa kabus gördü. Simsiyah korkunç bir ejderha onu yakalamaya çalışıyordu. Rabia telaşla arkasına çekiliyordu. O, gördüğü rüyanın gerisini hatırlayamadı. Aniden ayak sesi duyuldu. Bu ses, gardiyanın gelmekte olduğunu haber veriyordu. Arada aşçının sinirli sesi de duyuldu. “Azrail geldi, millet uyanın.” Karşıdaki hücreden Şemşinur’un sesi duyuldu. Bütün hücrelerde patırtı gürültü koptu. “Kimmiş? Hangi hücre, görenler bağırsın.” “Gardiyan 105’i açıyor! Allah sen koru!” İdam cezasına mahkum edilecek ya da infaz edilecek tutuklulara sabah saat 04:00-05:00 sularında beş çeşit yemek verilirdi. Saat 07:00-08:00 sularında götürülürdü. “Yukarının talimatı, şimdi aldık”. Kadın gardiyan suratını asarak. Çince konuştuktan sonra peşinden giren aşçıya masayı göst؟rdi. Aşçı elindeki geniş tepsiyi masaya) koydu. Tepside'bir ziyafet çekmeye yeterli yemek vardı. Bir kase pilav, bir kase ma-kama çorbası, bir tabak etli kavumia, iki tabak etsiz kavurma, demlenmiş çay... Bunun son yemek, yani vedalaşma ziyafeti olduğunu Rabia da iyi biliyordu. Bu tepsiye gardiyanla da “Ecel sofrası” derler, di. Gardiyan ile aşçı konuşmadan çıkıp gittiler. Aşçı kapıya geld-iginde başını yavaşça kaldırıp arkasına döndü ve Rabia’ya üzgün bir hâlde baktıktan sonra çıkıp gitti. 0 esnada Rabia, onun gö-zlerinden damlayan gözyaşını gördü. Rabia, her şeyi anladı, ama ne diyeceğini, ne yapacağım, hatta ne düşüneceğini şaşırarak bir an öylece kaldı. Köşedeki bir hücreden yavaş, ama titrek bir sesle çıkan kıraat sesi Rabia’yı kendine getirdi. Aminhan Büvim, Yasin okuyordu. Rabia, derhal ayağa kalkarak abdest alıp iki rekat sünnet namazı, ardından iki rekat farz namazı kıldı, selamdan sonra iki avucunu yanyana getirip göğün gözüktüğü bacaya bakarak dua etti. Onun büttin vücudu hafifçe titriyordu. Kalbinden fışkıran bir rahatlık duygusunun idrakine vardı. Gönlünde ise sevinç duygusu 226 coşuyordu. O, her şeyi doğru yaptığından emin olarak gururla AlJah’a emanetini teslim etmeye hazırlanmıştı. “Binlerce şükürler olsun, ey, Allah’ım, beni düşmanın önünde yere baktırmadın. Binlerce şükürler olsun ki, beni hayatımda mertlerce yaşattın. Vatanim, milletim ve halkım İçin çalışmaya güç verdin, akil verdin, şükürler olsun Allah’ım. Ey kardeşlerim, amin deyiniz, müslümanlar, Hıristiyan'lar, BudiStler... Hapis arkadaşlarım amin deyiniz! Bütün cansız ale-mi, insanoğlunu yaradan yüce Allah’ım, nur İçinde ışıldayan 99 isminin hürmeti için, amin! Kur an, Tevrat, İncil ve Zebur gibi kutsal kitaplarının hak ve hürmeti için, amin! Bütün peygamberlerin, Hazreti Adem, Havva Anam, Cebrail, İbrahim, İsa Aleyhisselam, son peygamberimiz Muhammed Sallallahu aleyhisselam’ın ve sahabelerinin hürmeti için, amin! Yarattığın iki dünyanın, cennetin ve cehennemin hikmeti için sana yalvararak feryat ediyorum, ey eşi olmayan yüce Allah’ım, beni öldürme! Ruhumu meleğe dönüştürüp yüksek göklere uçurarak götür, şehitlik mertebesini nasip eyle, amin! Çin istilacılarının pis ayakları altında ezilip öbür dünyanın azabını bu dünyada çekmekte olan Uygur milletinin kurtuluşu için niyet ettim. Bana güç ver, kudret bağışla, amin! Bana, hayat gerek, bana azatlık gerek, bana özgürlük gerek, beni ve halkımı murat ve maksatlarına ulaştır Allah’ım, amin. Vatanım Doğu Türkistan’ı pis Çin komünistlerinin zulmünden kurtarıp halkımı bağımsız devletine kavuştur, amin!”. “Amin., amin...amin.. Sabah sabah cezaevi hücrelerinden yankılanan “amin” sesi dehşetli gök gürültüsü gibi ve heybetli müzik sesi gibi bir yükselerek 227 bir alçalarak yürekleri ezmekte idi. Rabia Kadir göğe bakıp yalvarmakta, kalbi parçalanarak ağlamakta, feryat etmekte, ah çekmekte, inlemekte... amin! Rabia Kadir gururlu bir biçimde şöyle dedi: “Ölümden korkmayacağım, halkımın kurtuluşu için yapmak istediğim pek çok işi yapamadım, bu yolda kendimi 30 yıl yetiştirdim. Ey yüce Allah, yüklediğin görevleri yerine getirmem için bana güç ver, akıl ver, cesaret ve fırsat ver, amin! “Elveda Rabia Ana, yolunuza biz daima hazırız. “Güle güle Rabia Ana, hakkınızı helal edin!” “Rabia Hanım, merak etmeyin, vatanı bağımsızlığına kavuşturuncaya kadar mücadeleye devam edeceğiz. amin!” “İz” şarkısı bütün cezaevini sarstı. Rabia, duadan sonra yavaşça ayağa kalktığında gerçekten melekler gibi hafiflediğini hissetti. O, yavaşça sandığı açarak uzun ve beyaz, kar gibi berrak takım elbisesini üzerine giydi. Üstüne simsiyah, dik yakalı, dar paltosunu giydi, ayaklarına siyah konçlu çizmesini giydi. Bembeyaz kuş tüyü gibi samur kürklü kalpağını başına giydi. Onun örülmemiş kıvırcık saçları dizlerinden bir karış aşağısına kadar inmiş, hafifçe sallanıyordu. Rabia yavaşça yürüyerek demir parmaklı kapının yanına geldiğinde bütün hücrelerdeki abla ve kardeşleri: “Ah, güzel Rabia Ana, meleğe dönüşmüşsünüz!” diye bağırdılar. Rabia’nm simsiyah kaşları altında kartalın gözleri gibi keskin bakışlı gözleri yavaş yavaş süzülerek bütün hücrelerdeki lerle vedalaşmakta, helâllaşmakta idi. Ağır Çin zulmünden ruhu sönmüş, kalbi kırılmış, yüreği parçalanmış, vücudu zayıf düşmüş, gözleri yumulmuş, belleri bükülmüş, yüzü sararmış zavallı Uygur kızları, Uygur kadınları, Uygur anneleri Rabia’ya imrenerek bakmakta idiler. Onların gözleri önünde beyaz atma binen, gümüş saplı keskin kılıcını oynatan, on binlerce atlı yiğide öncü olarak surları yıkarak gelmekte olan Tomaris canlandı. Onların gözleri önünde Saidiye ülkesini ilmin nuruyla aydınlatan, heybetli saraylarda makam müziğini yankılatan 228 Amannisahan canlandı. Onların gözleri önünde Çin hanlarının şehvetli hevesini yerle bir eden, Uygur kadınlarının iffet namusunu hayatı pahasına koruyan İparhan canlandı. Onların gözleri önünde istilacı Mançu yöneticilerinin kara kalbine intikam hançerini saplayan kahraman Naziğim canlandı. Onların gözleri önünde kurtuluş savaşçısını korumak uğruna aziz hayatını feda eden Rızvangül canlandı. Onların gözlerine, halkın özgürlük ve kurtuluşu için fedailer gibi savaşan kahraman Hediçahan yine emir veriyormuş gibi gözüktü. Rabia’nın cesaretine, güzelliğine hayran olan sorgu hakimi, polis ve gardiyanlar da birer birer gelip onu gördükten sonra gittiler. Keyfi uçan Çinli polisler, rabia’ya bakıp sırıtıyorlardı. Uygur polis ve vatandaşlar gözleri yaşlı halde vedalaştılar. “Amirim, Rabia’mn eline kelepçe takacak mıyız?” Amir cevap vermeden önce Rabia konuştu. “Takın, altın bilezikler ışıldayan bileklerime demir kelepçe yakışır.” “Amirim, Rabia’nın ayaklarına zincir takacak mıyız?” Yine Rabia cevap verdi: ‘’Takın, duyulsun.’’ zincirlerin şıkırtı sesleri matem müziği gibi Rabia’nın önünde, arkasında ve iki yanında ikişerden otomatik tüfekli asker vardı. Onlar Rabia’yı sararak zindandan çıkardılar. “Elveda kardeşlerim, hakkınızı helal ediniz!” Rabia, bütün hücrelerdeki kız. ve kadınlara yüksek sesle dalaştılar, dua ettiler. Rabia, soğukkanlılıkla adım atıyordu, başını dik tutup gülümseyerek yürüyordu, o daha da canlanmıştı, kendisiyle gurur duyuyordu. Ölüm ona düğün gibi geliyordu. Onun içinden bir çeşit yiğitçe gülüş ve zafer sevinci fışkırıyordu. Dışarı çıktığında Rabia 229 şaşkınlıktan dona kaldı. Onu götürecek yüzlerce arabada silahlı askerler ciddi bir biçimde oturuyorlardı, önünde ışıklı arabalar sirenlerini çalarak öncülük ediyordu. Gökte askerler helikopterden gözetleyerek gidiyorlardı. Rabia’yı sanki birisi topraktan aniden çıkıp veya gökten aniden birisi inip kaçıracakmış gibi koruyarak gitmekte olan araba konvoyu Urumçi’ye girip Cenubiy Kovuk (Güney kapı)u dolaşarak Tanrıdağ Bölgesi Orta Dereceli Mahkeme binasının önüne geldiğinde durdu. “Bugün Rabia’yı mahkemede yargılayıp idam edeceklermiş” şeklinde bir haber şehre yayılmıştı, insanlar sokakları doldurmuştu. Uygurlar ağlayarak el işareti yapıp vedalaştılar. Rabia’yı son defa görmek için boyunlarını uzatarak baktılar, çok sayıdaki Çinli de Rabia’nm yaptılarından mı ya da halkın eğiliminden mi etkilendiler veya kendi hükümetine olan nefretinden mi bilinmez, ama farkında olarak veya olmayarak ellerini sallayıp saygı gösterdiler. Mahkeme binasının önüne 5-6 bin kişi toplanmıştı. Rabia, arabadan inip arkasına dönerek halkı selamladıktan sonra cesur adımlarla mahkeme binasına yürüdü. Binanın içi, siyah takım elbiseli, güneş gözlüklü, korkunç suratlı Çinlilerle dolmuştu. Bir salonda beyaz önlük giyen doktorlar telaşlı telaşlı geziniyorlardı. “İdam edilecek insanın organlarım*alıp satıyorlar” diyorlardı, demek ki, gerçekmiş, bunlar da beyaz arabalarıyla hazır olmuşlar diye düşündü Rabia, doktorlara dikkatle baktıktan sonra. Gerçekten de özel hazırlanmış doktorlar, Rabia’nın bütün organlarına dikkatle bakıyor, ellerindeki aletlerle kontrol ediyor, ellerindeki Mahkeme not defterine “Normal, sağlam, iyi” gibi yazılar yazıyorlardı. Rabia, mahkeme salonuna girince daha da şaşırdı. Karşısında bir Uygur, iki Çinli hakim oturuyordu. Yan tarafta bir katip, iki davacı, sol tarafta iki avukat, karşıda bir boş sandalye, yani Rabia’nın yeri vardı. Mahkeme salonunda başka kimse yoktu. Şehir sokaklarındaki, mahkeme binası önündeki binlerce insanın aksine mahkeme salonu boş ve sessizdi. 230 Pekin’den gelen mühürlü zarfı henüz kimse açmamış olsa gerek, onun içindeki gizli mektuptan bütün Çinli yöneticiler haber Sızmış gibi ‘’Rabia Kadir, kesin idama mahkum olacak’’ şeklindeki tahminlerle hareket etmeye başlamıştı. Ortada oturan Uygur hakim, davacı, avukat denen polisler, önceden hazırlık yaparak ezberledikleri mahkeme diyaloglanm okuyup işlemleri tamamladıktan soma ayağa kalktılar ve görevli, elindeki kağıtta yazan hüküm karanını) diksek sesle okumaya başladı: “Rabia Kadir,... devlet sırrını yabancılara verme, milli bölücülere yardim etme gerekçesiyle.... suçlanarak 8 yıllık hapis cezasına mahkum edilmiştir”. Mahkeme binası içindekiler aceleyle kendilerini dışarı attılar. “Müjde, Rabia Kadir idama mahkum edilmedi, 8 yıl kesildi.” Dünyada yine böyle bir gerçek de varmış, insanin başına musi. bet yaklaştığında ondan hafifi yine de bir şans gibi geliyormuş. Birisinin çocuğu suda boğulup üç gün cesedi bulunamayınca, yasını tutanlar çocuğunun cesedine ulaşmayı Allah’tan dilemişler, 0 gün çocuklar “Müjde, ceset bulundu” diye bağırarak girdiğinde herkes sevinmiş. Tıpkı bunun gibi, Rabia’nm idam cezasına mah-kum edilmediği, hatta 8 yıllık hapis cezası alması da insanlara müjde gibi geldi. Rabia Kadir, yine ayni gözdağıyla Liudavan Cezaevi’ne geri getirildi. Kişiler, yol boyunca sevinç çığlıkları atmaktaydılar. Cezaevindekiler Rabia’yı hücreye ginueden şarkı söyleyerek kut-ladılar. Uygur polisleri de sevindi. Ama Rabia bir tüllü sefineme-di, 0 sanki muradına eremeyen aşık gibi üzülerek ağladı ve kendi kendine fısıldadı: “Şükürler olsun Allah’ım, deıuek ki, vatanı kurtarma gibi kutsal görev bana yüklendi”. Liudavan Cezaevi’nin yakın tarihinde sessizce yaşanan ölüm olayları sayısız olsa da, tutukluların gözleri önünde yaşanan “7. hücredeki kanlı facia” en dehşetli olay olarak kayda geçti. 231 1993 yılının yazında Çin komünistleri Kaşgar, Aksu, Hoten ve Urumçi’de bir gecede Abdulhekim Mahsum’un talebeleri diye 300’den fazla Uygur gencini tutuklayıp Urumçi Liudavan Cezaevi’ne naklettiler. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurmayı amaç edinen Obulkasım ve onun arkadaşları Liudavan Cezaevi’nin 1. Blok 7. hücresine kapatıldılar. Tutuklular, dehşetli ağır cezalara boanın eğmeden, örgütsel gizliliği açığa çıkarmadan kahramanca göğüs gerdi. 18 Mart 1994 sabahında cezaevi gardiyanları, kıpkırmızı kana boyanıp yatan Obulkasım’ı yine sorgulamaya götürmek İçin 7. hücrenin kapısını açtı. Obulkasım’ın arkadaşları insanlık dışı vahşilikleri protesto ederek Obulkasım’ı vermeyi reddettiler. Onlar gözdağı vererek İçeri girmek isteyen silahlı askerleri engellediler. Tam 0 sırada, 20 yaş civarındaki bir Çinli asker hiç tereddüt etmeden otomatik silâhını doğrulttıp 7. hücrenin İçine bir şarjör mermiyi boşalttı. Hücreden “Yok olsun Çin istilacılarıYaşasın Doğu Türkistan’ın azatlığı” şeklinde sloganlar yükseldi. Arkasından ortalığı derin bir sessizlik sardı. Bütün hücrelerin kapı deliklerinden bakan yüzlerce tutuklu, 7. hücrenin demir kapısının altından yayılarak akan kızıl kanı gördüler ve bu korkunç olaya şahit oldular. Onlar alçak sesle ke-lime-i şehadet getirdiler. Çinli gardiyanlar, kısa vakit içerisinde 4 Uygur gencinin cesedini sürükleyip götürdüler. Polisler, bu olayı gören, duyan ve konuşanlara idam cezası verecekleri yaygarasını yayarak bir ay boyunca toplantı yaptılar. Onlar, tutukluları askerlerin elindeki silahı ele geçilmeye çalışan her kişi vurulacak diye korkuttular. Liudavan Cezaevi’ndeki 30-40 hücreye kapatılanların büyük bir kısmı Uygurdu, bunlar siyasi ve adi suçlular diye iki gruba, hüküm giymiş ve hüküm giymemiş suçlular diye iki guruba, itiraf edenler ve itiraf etmeyenler diye iki gmba, parası olanlar ve parası olmayanlar diye iki guruba ayrılmışlardı. Bu cezaevinde her gün üç kadın gardiyan nöbet tutuyordu. Üzerine polis üniforması giyen, yanma elektrikli sopa asan bu gardiyanların gözleri, ağızları ve elleri tutuklulara eziyet etmekten bir an olsun geri durmadığı İçin tutuklular onlara “açgözlü kudurmuş köpekler” diyorlardı. 232 Zavallı tutuklular, önce hücrede zulme maruz kalıyorlardı. Bir odalı hücre sadece Rabia için özel olarak ayrıldıysa da genellikle 7-8 kişi ancak sığacak hücrenin çimento sekisinde 20’den fazla kadın sıkışarak yatıyordu. Onların kımıldayacak alanı olmadığı İçin gece boyunca gürültü e kavgadan uyumak mümkün degildi. Özellikle hava ısınıp 40 dereceye ulaştığı günlerde hücrenin İçi sanki tandıra benzerdi. Tutuklular sıcak çarptığı İçin hastalansalar da kimse umursamazdı. Siyasi tutukluların günü daha da zordu, bazen onların ayaklarına zincir, ellerine kelepçe takılır, eli ayağı birlikte bağlı tutulurdu. Onlar her zaman önüne eğilerek oturup yemek yerler ve uyuyorlardı. Onların yemekleri kapıda-ki küçük delikten bırakılırdı. Sabah su ile buhar ekmeği, öğlen yağsız haşlanarak pişirilen sebze ile bir buhar ekmeği, akşam makama çorbası ya da sebze çorbası verilirdi. Parası olanlar siparişine göre pilav, leğmen (özel soslu makama) gibi yemekleri satın alarak yiyebilirlerdi. Polis ve gardiyanların açgözlülüğü İşte bu yemeklerden başlardı. Suçlu sayısı ne kadar çok olursa, bunlar o ölçüde sevinirlerdi. Çünkü onlara ayrılan yemek parası ne yiyip ne içtikleri kimsenin umrunda değildi. Aksine tutuklular, zayıflayarak güçten kuvvetten düşerek, kansızlıktan ya da besin yetersizliğinden hastalanıp ölürlerse, cezaevi doktorunun ‘’hastalık nedeniyle ölmüştür’’ şeklindeki hükmüyle iş biterdi. Kısacası gardiyanların söz ve davranışlarından onların bir çaresini bulup tutukluları hem manevi hem fiziki yönden eziyet ederek öldürmeyi amaç edindikleri açıkça belliydi. Cezaevi yetkilileri müdürün planlamasıyla en ucuz fiyattaki kalitesiz un ve pirinçleri satın alırlardı, sebzeler ise çürümek ve bozulmak üzere olan sebze yaprakları, hayvanların dahi yemediği sebze kalıntıları idi. Bunlar toptancı pazarındaki fiyatı indirilmiş en ucuz sebzeler olup, bunlarla yüz kişilik yemek hazırlandıktan sonra üzerine dört kova suyu fazladan ilave ederek 600 kişiye paylaştırırlardı. Bunu kimse soruşturmazdı. Tutuklunun karnı doyar mı doymaz mı, kimsenin umurunda değildi. İtiraz edenler dayak yerlerdi. Tutukluların gündelik yemeği için ayrılan paranın önemli kısmı onların cebine girerdi. 233 Diğer bir tencerede parası olanlar için güzel yemekler hazırlanırdı. Pazarda bir tabağı 3-5 yuan olan lağmen burada 15-20 yuanden, 8-9 yuan olan pilav 30 yuanden satılıyordu. Böylece onlar murabahacılıkla kâr ediyorlardı. Üstelik bu yine “suçlularla ilgilenildi, kolaylık sağlandı” diye övülüyordu. Tutukluların akrabalarıyla görüşmeleri yasaktı, ama cezaevi bankasına para yatırmaları, postayla havale etmeleri çok kolaylaştırılmıştı. Kimin cezaevindeki banka hesabında parası çoksa, gardiyanlar ona özel ilgi gösterirlerdi. Bazı işlerine göz yumarlardı. Bazı paralı tutuklular kasten zorbalık yapabiliyorlardı. Çünkü gardiyanlar bu paralılar aracılığıyla çok gelir elde edebiliyorlardı. Onların her ay aldıkları maaş, aylık ikramiyesi hem de ‘’küçük hazine’’ den hükümet kayıtlarına geçirilmeden aldıkları para dışardaki devlet memurlarından birkaç kat daha fazla idi. Onun için cezaevi müdürü kendi başına kral gibi yaşıyordu. Ramazan ayı gelince gardiyanların amiri Rabia’ya sevecenlikle; ‘’Rabia, sen milyonersin, cezaevi banka hesabında çok paran var, sevap işleri yapmayı da çok seviyorsun, biz tavuk pişirip satmak istiyoruz, sana ne kadar istiyorsan vereceğiz, alır mısın?’’ diye sordu. “Alacağım” dedi Rabia hemen tereddüt etmeden “bu kadın bu kadın hücresindeki bütün tutuklulara birden tavuk dağıtacağım, şartım odur ki, tavuk iyi kızartılıp pişirilmiş oldun, baharatları iyi ayarlanmış olsun’’. Böylece, gardiyan polisler pazardan bir tanesini 15 yuanden aldıkları yaklaşık 600 tavuğu Rabia Kadir’e 60 yuanden sattılar, yuanden gelir elde etti, yani bir günde her biri bir aylık maaşına yakın para aldı. Bir Kurban Bayramı arafesinde gardiyanlar, Rabia Kadir’e bütün tutuklulara yetecek kadar pilav satarak pek çok gelir elde ettiler. Cezaevindeki akrabalarını ziyaret için gelenlere gardiyanların ortak bir cevabı vardır: 234 “Merak etmeyin, burada her şey bulunur, yiyecek, içecek, sigara almayız, bulaşıcı hastalıklara dikkat ederiz. Onun için para alacağız’’. 600 ila 800 arasında değişen kadın tutuklulara her ay bir kere ziyaretine izin verilen yakınlarının getirdikleri hediyeleri saymak kolay değildir. Hediyeler tutukluların ellerine doğrudan verilmezdi. Polisler bu iş için “özel ilgi gösterip” mahsus adam ayırmıştı. Giysi, sabun ve sigara gibi şeylerin yarısı, bazen hepsi sessizce kaybolurdu. Tutuklular buna alışıktı. Onlar ‘’ Her neyse, yarısı da olsa elime ulaştı” diye sevinirlerdi. Kadınlar cezaevindeki polis ve gardiyanlar, her gün akşam ya da sabah nöbet süresi dolduğu zaman ceplerini doldurup ağır çantalarla mutlu bir şekilde evlerine dönseler de, mesaiye başlarken kapıdan girer girmez yine kudururlardı. Gardiyanların farklı ölçülerde “adama küfretmediği, dövmediği zaman baş ağrısı çekme” gibi psikolojik hastalığı olduğunu tutukluların hepsi iyi biliyordu. Her gün 3-4 tutukluyu dövüp sövmeyen gardiyan evine kesinlikle sinirli dönerdi ya da o gün uyuyamazdı. Tutukluyu dövüp sövmekten başka hiçbir görevi olmayan gardiyanlar, her an bir bahane arayarak fare gibi dolaşıyorlardı. Bazen “Biz gittik” diye bağırdıktan sonra ayaklarının ucuyla basarak gelip hücrenin deliğinden birilerini suçüstü yakalar ve hepsine ibret olsun diye dışarı çıkartıp iyice döverlerdi. Onların bahanelerinin içerisinde en basit olanı “Benimle dalga geçtin”, “Delikten baktın”, “Yüksek sesle konuştun”, “Güldün” gibi önemsiz söz ve davranışlara kadar devam ederdi. Genellikle, tutukluların kulağını çekme, saçını yolma, çimdikleme, tokat atma, kıçına tekme atma, elini kıvırma, ayaklarını büküp yıkma, tükürme... gibi şeyler normal ceza olarak sayılırdı. Canı sıkılan kadın gardiyanlar, güzel Uygur kadınının güzelliğini kıskanarak “Süslendin” diye salona çıkartıp elektrikli sopasıyla döver, o kadın korkarak kaçarsa peşinden takip ederek döverlerdi. Diğerleri eğlenerek seyreder, sert dövemediği zaman alay eder, dövdüğü zaman gururla kahkaha atarak gülerlerdi. Ayrıca “Kocaya varacakmış gibi süslendiğine bakın bu kaprislinin” diye söverlerdi. 235 Buna benzer eğlenceler sık sık görülürdü ve bazen saatlerce devam ederdi, tutuklu bayıldığı ya da fazla kan aktığı zaman kesilirdi. Bir gün Ma denen kadın gardiyan, bankayı dolandırdı diye tutuklanıp içeri atılan Zöhre adlı bir Uygur kadını “Benimle dalga geçerek güldün’’ diye götürüp döverek 52 iskambil kağıdını zorla yedirmişti. Zöhre kağıdı boğazından geçiremeyip durduğunda, gardiyan Ma elindeki elektirikli sopayla döverek kağıtları bitinceye kadar yedirmişti. Polislerin en önemli işi görevini yerine getirmektir. Terfi etmek, maaşına zam yaptırmak gibi işlerin hepsi görev sırasında aldıkları puana bağlı olduğu için, polisler erkek kadın demeden tutuklayarak içeriye atarlardı, yeter ki bir bahane bulsunlar. Haklıyla haksızı onlar ayırmazlar. Onların sadece adam tutuklayıp içeri atarak görevini fazlasıyla yerine getirmeleri önemli. Uygurlara gözdağı vermek, ruhunu zayıflatmak maksadıyla adam tutuklama sokağa çıkan Çinli polislerin normal davranışı idi. Kadınlar cezaevine giren birçok kadın, yıllarca yatmalarına rağmen sorgulanmadıklarından kendilerinin ne suç işlediklerini bilmiyorlardı. Hatta soruşturup öğreninceye kadar aylar, yıllar geçerdi. Onlar yeni girenlerle şöyle tanışırlardı: “Ee., ne yaptınız da girdiniz?” “Eroin gibi şeylerden bahsediyor polis.” “Ee, beyaz sigara (eroin) sattınız mı ya da içtiniz mi?” “Ne? Beyaz sigara denen nedir? Ben sigara içmesini bilmiyorum ki.’’ Bir Tabak Leğmen (Özel Soslu Makarna) Yeseydim ‘’ İmdat, imdat, ben ölüyorum, bir tabak lağmen yeseydim de ölseydim. Suçsuz ölüyorum, vah göğsüm… Her gün herkesin gönlünü karartan bu ağlamaklı inleme sesi, bu çığlık, bu feryat 236 köşedeki hücreden çıkıyordu. Bu ses, cezaevine ne suçla girdiğini bilmeyen Amine’nin feryadı idi. Diğerleri onun midesi, bağırsakları iltihaplanmış diyorlardı, gardiyanlar ise ona hemen hemen her gün eziyet ederlerdi. Dışarıda ona yardım edecek, gardiyanların evine gidip Amine’ye ilgi gösterin diye torpil yapacak yakınlan da yoktu. Bir gün onun küçük çocukları komşusundan 50 yuan borç alarak onunla annelerine meyve, yemiş getirdi iseler de, gardiyanlar suçunu kabul etmeyen inatçı Amine’nin hiçbir şeyini almayız diye çocuklarını geri gönderdiler. Böylece Amine ilk geldiğinde aç kaldı. Açlığa dayanmak mümkün, ama aşağılanma onun ağrına gitti. O, başlangıçta kocasını öldüren bir Çinli müslüman kadının ağalık yaptığı bir hücreye kapatıldı. Hücreye girdiği gün o, Çinli Müslüman kadının emriyle el koyma cezasına maruz kaldı. 7-8 tutuklu kadın onun getirdiği bohçasındaki bütün giysi, yüz kremi, diş fırçası, sabun ve havlularına el koyarak paylaştılar. Ardından üzerindeki elbiselerini de çıkartıp el koydular. Üzerinde sadece bir donla sutyeni kaldı. Bir zaman sonra bir ihtiyar kadın sırıtarak gelip bunun sutyeni benim gömleğime uyuyormuş diye sutyenini de zorla eline geçirdi. Çinli Müslüman kadın için için ağlayan Amine’yi bağırarak durdurdu ve kirden kararan bir beyaz tişörtü ona acıyarak verdi. O Amine’ye: “Evet, şimdi bize benzedin, burada her şey sıfırdan başlar. Biliyorsun, önce toprak reformu oldu, şimdi zenginlerin mallarına el koyduk, bundan sonra diktatörlüğün tadını alacaksın, haydi, edep ve kuralları öğretmeye başlayın” dedi o etrafındakilere. Onlar üşüşüp gelerek Amine’ye vurmaya, onu çimdiklemeye, taşlamaya başladılar. “Edep öğretme cezası”nın başlamasıyla kadın ağa yine konuştu: “Sen artık bizim ailemizin üyesi oldun. Bir ailede her şeyi senin benim demeden kullanacağız, onun için demin kardeşlerin fazla eşyalarını paylaştılar, şimdi ailede arada bir kavga dövüşler de oluyor, söz dinlemeyenler size getirilir’’ dedi ve etrafındakilere ‘’Haydi, başlayın bakıp surmayın’’ diye bağırdı. 237 Niyetleri bozulmuş acımasız kadınlar üşüşerek gelip saçından sıkı tuttular, birisi onu tokatlamaya başladı, bir kaçı böğrünü çimdikleyip nerdeyse kopartıyordu. Zavallı Amine can acısıyla çiğhk atıp kıvrandı. Kadınlar onu dövüyor, alay edip gülüyorlardı. Birileri erkekler gibi onun göğsünü mıcıklamaya, bacaklarını okşamaya başladı. Bu ceza Amine bayılana dek devam etti. Bu hücredeki Amine’yi karşılama faaliyetini nöbetçi gardiyanlar eğlenceyle seyrediyorlardı. Amine kendine geldiğinde başında ayakta duran Çinli Müslüman kadın: “Ayağa kalk, şimdi bizim ailemizin kurallarını öğreneceksin, bu hücrenin sultanı benim, benim emrimi yerine getirmezsen, polis, gardiyanlara ispiyonluk edersen, şikayet edersen, bugünkü gibi her gün dayak yersin. Burada ölürsen, ölünü mutfağın arkasındaki kuduz köpeklere atacaklar. Polise şikayet edersen, biz işbirliğiyle suçunu kabul etmeye zorladık deriz, hepimizin ağzı birdir, kendin suçlu olursun, anladı mı?’’ diye onun başını ayağıyla tepikledi ve hemen ardından “Haydi, şu tastaki suyu getirip ayaklarımı tertemiz yıka!” diye bağırdı. ‘’Tamam de, çabuk ol, çabuk yerine getir.’’ Diğerleri de aynı anda yaygara kopardılar. Ertesi günden itibaren Amine, hücredeki 7-8 kadının uşağı haline geldi. Onun günlük üç öğün yemeğinin yarısının zorunlu olarak Çinli Müslüman kadına verilmesi şarttı. Bazı günler sabah kadın ağa onun elindeki yumruk kadar bir buhar ekmeğini kaparak iki çırpıda bitirdi ve ona: ‘’Bugün oruç tut, sevabı sana olsun’’ diye gülerdi. Böylece hiçbir suçu olmadan hapse düşen Amine, bazen aç, bazen tok yaşayarak dayanılmaz acılar çekti. Çocuklarının gamıyla ağlaya ağlaya 6 ay içinde mide ve bağırsak iltihabına yakalandı. Rabia, mide kanserine yakalanmış, yakında ölecek diye teşhis konulan, hücredekilerin ise hastalığı bulaşır diye korkarak kaçtıkları 238 Amine’yle çok ilgilendi. Onun lağmeni çok sevdiğini öğrendikten sonra bir kaç kez ona lağmen gönderdi. Bir gün Amine köşedeki hücreden: “Rabia Abla, sağolun, ben lağmen yedim, millet ben lağmen yedim” diye bağırarak ağladı. O günlerde Amine ishal olarak Cezaevi Hastanesinde yattı. Gardiyanlar, Amine’yi Rabia’nın gözleri önünde ölsün diye mi düşündüler ya da hastalığı ona bulaşsın diye mi düşündüler bilinmez, ama onu aynı gün Rabia’nın hücresine getirip koydular. Rabia onun yarı canlı vücuduna, gözlerine dikkatle baktıktan sonra, kendi deneyimine göre, onun bağırsaklarının yağsız kalmaktan kuruduğunu, damarlarının kansız kalmaktan sarardığını, bütün hastalığının dermansızlıktan olduğunu fark etti. Rabia, o günden itibaren Amine’ye tıpkı hemşireler gibi kendisi baktı. Öncelikle onun bütün elbiselerini değiştirdi, temizlik yaptırarak yeni elbiseler giydirdi, sohbet ederek ruhunu canlandırdı, yavaş yavaş beyaz yağ, tereyağı ve et gibi besin değeri olan yemeklerle besledi. Gerçekten aylar sonra, Amine bir iki tabak lağmeni tamamen yiyip bitirebilecek güce ulaştı. O, Rabia’yı kendi ablası gibi severek ona dertlerini anlattı. Amine’nin kocasını hükümet 3-4 arkadaşıyla birlikte tutuklamış. Amine hiçbir yerde onun izini bulamamış, iki yıl sonra hükümet onun kocasını “eroin sattı” diye idama mahkum edip infaz etmiş. İki çocuğuyla yalnız kalan Amine, kocasının çalıştığı yerdeki tanıdıklarının ispatlarını alıp beş vakit namaz kılan kocasının ömründe eroin değil, sigara bile içmediğini kanıtlamış ve kocasının cesedine hastanede otopsi yapılması konusunda dilekçe vermiş. Ondan sonra polisler gece yarısında aniden onun evine gelip arama yaparak “İşte kanıt” diye bir paket deterjanı göstererek Amine’yi tutuklayıp götürmüşler. Polisler, onu hapse attıktan sonra her gün sorgulayarak işkence yapmışlar, korkutmuşlar, dövmüşler. Polisler sorgulama sırasında sadece “eşim eroin satıyordu, eve bir paket eroin saklamış, ben param kalmayınca onu götürüp sattım” diye imza atarsa onu serbest bırakacaklarını söylemişler. 239 Rabia ona acıyarak iyi. bir avukat tuttu. Akıl öğretti. Böylece ne suç işlediğini bilmeden üç buçuk yıl hapiste yatan Amine, biraz iyileştikten sonra sorgulamaya çıkabilecek duruma geldi ve fazla geçmeden suçsuz hapse atıldığı anlaşılarak aklanıp tahliye edildi. O, mahkemedekilere nefretle iyice sövdükten sonra çıkıp gitti. Başörtüsü Takmak Suç mu? 1990 yıllarından itibaren, Çin hükümeti “Şincang’ı açmak, geliştirmek” sloganıyla yeni politikalar uygulamaya koydu ve genelgeler yayımladı. Bunun en barız ifadesi odur ki, yanında nüfus cüzdanı taşıyan her hangi bir Çinli, Uygur Bölgesi ١ne istediği gibi gelebilecekti. Bütün Çin eyaletlerinde “Jiangnan’den daha güzel yer”, “Cennet mekan”, “Para kazanmak kolay”, “Yönetici olmak istersen Şincang’a git” gibi propagandalarla planlı plansız bir şekilde göçmen akını meydana getirildi. Bunun üzerine, Çinliler sel gibi akıp gelmeye başladılar. Askerler, Üretim ve İmar Ordusu’na transfer olan işçiler, memur, yöneticiler, ordudan meslek değiştirip yönetici olarak tayin edilenler, okulunu bitirdikten sonra iş bulamayanlar, iş aramaya gelen serseriler, nakli yapılan suçlular, hapisten kaçan suçlular, katiller... kısacası çeşitli ad ve kisveler altında Uygur şehirlerine gelip yerleşen Çinliler, kendileriyle birlikte bir çok kötü alışkanlık, kötü, ahlak, alçakça davranışları getirip Uygur şehir ve köylerine yaymaya başladılar. Bunların içerisinde açık olanı ayyaşlık, uyuşturucu kullanma, kumar, hırsızlık ve zamparalık gibi illetler olup bundan Uygur gençleri yavaş yavaş etkilenmeye başladılar. Anne babalar, aydınlar, ulemalar, öğrencilerin ciddiye alıp genç ve çocuklar arasında yaygınlaşmaya başlayan bu çeşit ahlaksızlıklara karşı koymanın türlü çarelerini aradıkları bir dönemde Uygur şehir ve köylerinde İslam’ın İnanç ve kuralları anlatılarak genç ve çocukların imanlı, vicdanlı olarak yetiştirilmesi kampanyası başlatılmıştı. 240 Uygur halkı, milli uyanış rüzgarından yararlanarak temiz iman ve temiz vicdanla silahlanarak Çinli serserilerin ahlaksızlıklarına, illetlerine karşı koymanın gerekliliğini anlamıştı. Ne yazık ki, bu tür hareketlerin Çin hükümeti tarafindan milli bölücülük, terörizm, köktencilik gibi ithamlarla suçlandı, bu, insanlarda “Acaba hükümet bizi zorla bozmak, yok etmek planını mı uyguluyor?” şeklinde bir korku yarattı. Çinliler kendi Anayasası’nı, Milli Bölge Özerklik Yasası’nı bir kenara bırakıp dini faaliyette bulunan her hangi bir kişiyi tutuklamaya, hatta armaya çalıştı, itiraz edenleri Hoten’de, Kulca’da olduğu gibi kanlı bir şekilde bastırarak tutuklamaya devam etti. Komşu mahallede namaz kılan, sakal bırakan, başörtüsü takan ve oruç tutanları da suçlu sayarak cezalandırdı. Rabia’nın kaldığı 105 no’lu hücrenin karşısındaki hücrede yatan genç Uygur kızı Şemşinur 1998 yılının ilkbaharında başörtüsü taktığı gerekçesiyle üniversiteden atılmış 14 Uygur kızından biriydi. Şemşinur, akıllı, zeki ve hoş bir kız olup Kaşgar Beşkerem’den Uıumçi Üniversitesi Tarih Fakültesini kazanmıştı. Mezun olacağı yıl, sürekli başörtüsü taktığı, gizlice oruç tuttuğu İçin okuldan atılmıştı. Şemşinur, üniversiteden ayrıldıktan sonra Urumçi sokaklarındaki ahlaksızlıklara sinirlenerek beş vakit namaz kılan 9 kız ve erkek arkadaşıyla birlikte Uygur genç ve çocuklarının kötü yola girmelerini engelleme, onları eğitme faaliyetlerini yaygınlaştırdı. Onlar her yerde sürekli konuşarak anne ve babalara durumun ciddiyetini anlattılar. Onları ikna ederek harekete geçirdiler. Onlar restaurantlara girip yan çıplak çalışan Uygur kızlarını, uyuşturucu kullanan çocukları kurtararak anne babalarına teslim ettiler. 1998 yılının kışında Şemşinur kardeşleri ve uyuşturucudan zarar gören arkadaşlarıyla birlikte, Uygur gençlerini kasıtlı olarak içkiye, sigaraya ve uyuşturucuya alıştıran Çinlilerden öç alma niyetine geldiler. Onlar bir çaresini bularak kendi yaptıkları bombayı Urumçi’deki bir Çinli’nin içki satılan dükkanına bırakıp kaçtılar. Bomba patlayınca dükkanın pencereleri parçalandı, başka büyük bir hasar meydana gelmedi. Çinliler o gece bütün Urumçi’de olağanüstü 241 hâl ilan ederek casus ve gözcüleri kullanıp daha önce listeye aldıkları yüzlerce Uygur gencini bir anda tutukladılar. Çinli polisler yüzlerce Uygur gencine sabaha kadar insanlık dışı vahşi yöntemlerle işkence ederek sorguya çektiler. Olaya katılan ya da ilgisi var diye düşündükleri başta Şemşinur olmak üzere 9 Uygur kız ve delikanlısını resmi olarak tutukladılar. Mecburi itirafname ve yalan kanıtlar uydurarak “Dokuz Kişilik Terör Örgütü”nün “Bağımsız Doğu Türkistan kurma” yolunda içki dükkanını patlatma suçundan 7 Uygur gencini geciktirmeden idam ettiler, birisini müebbet hapis cezasına çarptırdılar. Şemşinur, suçsuz olmasına rağmen ve hiçbir şeyi kabul etmemesine rağmen 7 yıllık hapis cezasına mahkum edilerek bu cezaevine konuldu. Şemşinur, Liudavan Kadınlar Cezaevi’nin karanlık hücresinde eline kelepçe, ayaklarına zincir takılmış bir vaziyette uzun süre yattı. Onun elindeki kelepçe, ayağındaki zincire kilitlendiği için, Ayağa kalakarak yürüyemiyordu, düzgün oturarak yemek yiyemiyordu, bükülerek oturup uyuyordu, daha doğrusu onun uyuma fırsatı da azdı. Gündüz sorgu hakimleri, akşam gardiyanlar Şemsinur’u itiraf ettirmek için, bazen can sıkıntısını gidermek için, hatta bazen adam dövme tutkusunu tatmin etmek için karşılarına getirip sorgularlardı, döverlerdi, tepikleyip tartaklarlardı. Şemsinur, her seferinde mertçe bağırarak polisin iftiralarını yüzüne vuruyordu. Çinli polisler, bazen Şemşinur’un üniversitede Çin, Dünya ve Uygur eski ve yakın çağ tarihini iyi öğrendiğini bildikleri için kasıtlı olarak tarih konularında onun ağzından laf almaya çalışırlardı. ‘’Uygurlar tarihte devlet kurup şehir yönetmişler midir?’’ ‘’Okuman yazman varsa, Hanname’yi, yeni, eski Tangname’yi oku, Hun imparatorluğu, Karahanlılar İmparatorluğu, İdikut İmparatorluğu denen devletler gözüne çarpar, bunların hepsini benim atalarım kurmuştu. Daha düne kadar buralarda Saidiye, Kaşgarya, İli Sultanlığı, Hoten Emirliği, Lükçün Krallığı gibi bir sürü 242 Uygur devleti vardı. Siz gelmeden önce Kaşgar’da Doğu Türkistan Bağımsız Cumhuriyeti, Kulca’da Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulmuştu. Siz gelirken de Manas’ın öbür tarafında Uygurların ay yıldızlı gök bayrağı dalgalanıyordu. İşte bunların hepsi Uygurların devletleri idi. Ya siz, tarihinizde bir devlet kurdunuz mu? Hunlar, Uygurlar, Tübütler, Moğollar, Mançular’ın kurdukları devletlerde sömürge olarak yaşadığınız soy kütüğünüzden başka neyiniz var?’’ “Tarihi bırak da, şimdi bizim Çin’in topraklarının nerelere kadar uzandığını haritada görüyorsundur?” “İşgal ettiğin yerlerin hepsi senin sayılmaz.” “Kanıtın var mı?” ‘’Var, doğudan batıya uzanan heybetli Çin Şeddi duvarı işte ben Çin in en genişlemiş, güçlenmiş döneminde yapılan hududuyum diye boy göstermiyor mu?” Dili tutulan polis konuşmasını keserek yine onu dövmeye başladı. Rabia hapse girdikten sonra, Şemşinur’la karşı karşıya bulunan hücrede “Tenlirim Yaprak” (Vücudum Yaprak gibi) şarkısını beraber söylerdi. Rabia, yine Şemşinur’un cezaevinde yazdığı şiirlerini toplayarak sakladı. Roşengül’ün intikamı Liudavan Cezaevi’ndeki son günlerde Rabia’nın damarına & ^ dokunan bir olay daha yaşandı. Çinli Müslüman kadın gardiyan Ma, önemsiz bahaneyle Roşengül isimli bir kıza “Bana yan baktın„ diye zincir vurarak 15 gün zinciri çıkarmadı. Zavallı kız 10 kiloluk zinciri kaldıramayıp inlediyse de bakmadı bile. Roşengül 15 yaşında bu hapse düşmüş küçük bir kızdı. O ortaokulda okurken arkadaşlarıyla birlikte eğlenmeye gitmek istedi. Kaldığı evdeki teyzesinin altın küpe ve kolyelerini takarak dolaşırken kaybetti. Arkadaşlarıyla her yeri aradıysa da bulamadı. Akşam eve 243 döndükten sonra durumu utanarak teyzesine anlattı. Teyzesi altın takılarının ne zaman, nerede, nasıl kaybolduğunu sorarken bu sözleri duyan komşusu derhal polise gidip durumu anlattı. O gün adam tutuklama görevini yerine getiremediğinden siniri bozulmuş bir hâlde oturan iki polis, bu haberi duyduktan sonra hemen yetişip gelerek “evden altın takı çalan hırsız„ diye Roşengül’ü tutukladılar. Polisler onun teyzesinin yalvarmalarına aldırmadan dilekçe sunarak onaylattılar, onu iki yıl hapis cezasına çarptırıp Liudavan Cezaevi’nin kadınlar hücresine koydular. Ondan sonra zavallı kız gardiyanların en küçük uşağı hâline geldi. Polisler onun bembeyaz yüzüne tokat atarak neşe buluyorlardı. Bir gün gardiyan Ma, geçerken Rabia ayaklarını üst üste koyarak yerinden kımıldamadan oturdu. Ma’nın isteğine göre, Rabia’nın derhal ayağa kalkması, elini aşağıya indirip başını eğmesi, “Peki” deyip yolu boşaltması gerekti. Rabia ise, bu taş kalpli, acımasız gardiyandan Roşengül’ün öcünü almanın fırsatını bekliyordu. O, bardaktaki kaynar suyu içerek oturdu. Rabia’nın bu hâlini gören Ma, sinirli bir şekilde bağırarak onun ayağına tekme attı. “Ne yapıyorsun?” dedi Rabia ayağa kalkar kalkmaz elindeki bardağı kaynar su ile birlikte onun yüzüne atarak, “Niye ayağıma tekme atıyorsun? Ben senin oynayacağın küçük çocuğun değilim.” Ma’nın rengi uçtu, o çirkin sesiyle bağırarak gelip Rabia’ya asıldı. Rabia da onun saçlarından tutup aşağı çekti. Gürültü patırtıyla bir meydan savaşı başladı. Ma, Rabia’yı dövüyordu, Rabia da eline neresi geldiyse çekip tırmalayarak elbiselerini parçaladı. Rabia başı aşağıda kaldığı bir anda kendisi de farkında olmadan Ma’nm göğsünü koparırcasına sert ısırdı. Gardiyan çığlık attı. O esnada diğer gardiyanlar ve hizmet göstermek için fırsat kollayan suçlular gelerek Rabia’yı iki elini kıvırarak tuttular. Birisi arkasından saçını avuçlayarak çekti. Ma ise koşarak gelip Rabia’nın kamına yumruk attı. Rabia, gazapla gücünü toplayarak onun kasığına sert bir şekilde tekme attı. Gardiyanlar bunları ayırdılar. Ma bağırıyordu: 244 “Niye haddini aşıyorsun, ben sana kendimi tanıtmasını bilirim, göreceksin.” Rabia da ondan geri kalmadı, aynı anda bağırdı: “Ben kimim biliyor musun? Acele etme, zorbalığını ben sana gösteririm, herkesi haksız yere ezeceğim diye hayal etme.” “Aklını başına topla Rabia, yakında göreceksin dersini nasıl vereceğimizi.” “Kim kimin dersini verecek, sen de göreceksin, acele etme.” Gardiyanlar Rabia’yı hücresine kapattılar. Rabia yüksek sesle bağırdı: “Müdür, Pekinli avukatımı çağırın, davacıyım!” Ertesi gün Teftiş Mahkemesinin memurları geldiler. Gardiyanın yolsuz olarak kavga çıkardığı kanıtlanmış olmasına rağmen, onlar kendi adamlarının tarafını tutup meseleyi iki tarafa da yükleyerek olayı kapattılar. Ondan itibaren gardiyan Ma, fırsat bulur bulmaz Rabia’yı ezmeye, tutarsız bahanelerle onun damarına basmaya başladı. Rabia da fırsat bulduğunda ona söverek kendisine yaklaştırmadı. O günlerde Rabia’nın 8 yıllık hapis cezasına mahkum edildiği duyuruldu. Rabia, bir üst mahkemeye dilekçe verdi. Üst mahkemenin cevabını beklediği sürede hücrenin yemek verilen deliği açıldı ve Ma’nın başı gözüktü. O çirkin bir şekilde sırıtarak: “İşte gördün mü? 8 yıl, şaka değil, tam 8 yıl. Aslında idam etmek gerekirdi seni. Artık seni istersek her gün insanların öldüğü kömür madenine kapatırız, istersek Gansu’daki aç kalanların cezaevine naklederiz, kısacası buradan kemiklerin şıkırdayarak çıkar, kendin hapiste çürüyüp bitersin, sen siyasi suçlusun, yabancılara devlet sırrını veren casus, çeşitli bahanelerle süreni uzatacağız, Amerika’daki anti-devrimci yazı yazan eşin kurtarabilir mi seni, ha...ha..ha..., vay zavallı...” Gardiyan Ma, kibirle gülmeye başladı. Rabia ayağa kalkmak isterken iki yanındaki gözcü suçlular onun bileğine ellerini uzattılar. Rabia fırsat bekleyerek Ma’yı lafa tuttu: 245 “Benim eşim yazdıysa, Akşam’ gazetesinde sizin Çin eyaletlerinden uyuşturucu getirip Uygur gençlerini zehirlediğinizi yazdı. Sizin gibilerin kendi belirlediği kanunlarını dahi ayaklar altına aldıklarını yazdı, aceleyle gülme, Ma„. Rabia öyle diyerek iki gözcünün ellerinden sıyrıldı ve ok gibi fırlayıp gelerek hücrenin deliğinden şiddetli bir yumruk attı. “İmdat„ sesiyle birlikte gözleri moraran, burnu kanayan Ma, yerde yuvarlanarak feryat etmeye başladı “Ben davacıyım, kanun memurunu dövme suçun için yine üç yıla mahkum olacaksın, görürsün sen. “Elinden geliyorsa vur, ama gerçek bir gün açığa çıkacak. Dersini o gün vereceğim senin, bunu bil, kancık köpek ulağı. Rabia şimdi muzaffer bir biçimde gülümsedi. Olay gerçekten ciddiye dönüştü. Rabia da avukat aracılığıyla şikayetname sundu, gardiyan Ma da şikayetname sundu. Teftiş Mahkemesi, Rabia’nın avukatının “Kanun organlarındaki kanun uygulayıcılarının devlet kanununa aykırı biçimde suçlulara, özellikle suçu daha aydınlığa kavuşmamış sanıklara ten cezası ya da şekli değiştirilmiş ten cezası verdiği” hakkındaki kanıtlarım reddedemedi. Gardiyan Ma, cezalandırılmamış ise de, yönetim tarafından ağır bir şekilde eleştirildi. O, darılarak hizmetten çekilmekle tehdit etmişti, üst merciden gelen yetkili: “Yoldaş Ma, haddinizi aşmayın, şakalaşmayın erbap ile, tongaya bastırır her bap ile’ derler ya, siz sıradan insanlara yaptıklarınızı Rabia’ya yapamazsınız, merkezin ciddi talimatı var, bu uluslararası mesele, bizi de belâya itiyorsunuz!’’ Ondan sonraki günlerde, Ma, Rabia’nın hücresi etrafında dolaşamadı. Rabia ona söverdi, tükürürdü, eline geçen her şeyi ona fırlatırdı. Rabia, resmi hüküm ilan edilip cezaevine nakledildiği gün, gardiyan Ma en ağır suç işleyen suçlulara takılan 15 kilo ağırlığındaki ziniciri getirip Rabia’nın önüne şıkırdatarak attı. Rabia’nın zayıf 246 düşen vücudu bu ağır zinciri taşıyamazdı. Cezaevinden nakletme bahanesiyle öcünü almak isteyen Ma, yenlerini dürerek zinciri takmak üzere elini uzatmıştı, yanında bakıp duran cezaevi müdürü ona: “Çok ağır oldu, 10 kiloluk olanını getirin„ dedi alçak sesle. Ma itiraz ederek biraz surat astıktan sonra bir diğer zinciri acele getirip şıkırdatarak yere attı. Bu sırada yan tarafta bekleyen Uygur polis Şiringül büyük adımlarla yaklaştı ve zinciri alıp uzağa fırlatarak attı. Zincir şıkırdayarak yere düştü. O kız akıcı bir şekilde Çince konuşmaya başladı: “Şimdiye kadar hükmü kesilip nakledilen hangi suçluya zincir taktık ki? Neden devletin kurallarını bildiğimiz hâlde uygulamıyoruz? Bizim Rabia Kadir’i cezalandırma hakkımız yok ki? Zincir takılmaz؛.” Bu kızın yiğitçe sözleri onları etkilemiş ya da o kızın babasının kanun alanındaki nüfuzundan korkmuş olmalılar ki, cezaevi müdürü ve Ma, dişlerini gizlice gıcırdatarak arkalarına baktı. Uygur polis kız, Rabia’nın eline hafif bir şekilde kelepçe taktı ve onu nakil arabasına bindirirken: “Bugünden itibaren siz suçlu sayılırsınız, bizim nezarethanenin, hatta cezaevi polislerinin de sizi dövme, size sövme yetkileri yok. Eğer ciddi bir durum görülürse bana haber verin. Ben devlet kanununu koruyacağım!” dedi. Rabia’nm gözlerinden sıcak yaş aktı, çünkü o cezaevine kapatıldığından bu yana ilk kez, üstelik kendi milletinden, kendi cinsinden kısmen de olsa kendi duygusunu paylaşan birinin sesini duyuyordu. ‘’Teşekkür ederim kardeşim, bu sözlerin beni memnun etti” diyebildi Rabia. 247 Karanlık Hücredeki Tatlı Hayaller Bugün 11 Kasım 2000. Rabia Kadir’in tutuklanmasına tam 15 ayı olduğu gün. Rabia’nm unutulmaz acı hatıralarıyla sonsuza dek akıldan çıkmayacak izler bırakan, izdıraplı günler ve hasretli gecelerin tanığı olan Liudavan Cezaevi’nden ayrılarak yola çıktığı gün. 15 ay önce Çin polislerinin heybetli araba konvoyu Rabia’yı Liudavan’a nasıl getirdiyse, bugün de aynı gözdağı ve heybetle Bacanhu Cezaevi’ne getirdiler. Polisler, Rabia’yı cezaevinin büyük siyah kapısının yanındaki küçük bir odaya kapatarak teslim etme, teslim alma işlemlerini yerine getirdiler. Bacanhu polisleri, onu başından ayaklarına kadar tekrar aradıktan sonra ilgili evrakları imzaladılar. O arada önce cezaevinin dış dünya ile olan irtibatını korumadan sorumlu askerler, sonra polisler, personeller, gardiyanlar, hatta sur dışında çalışma, yani cezaevi patronlarının aile işlerini yapma yetkisine erişmiş olan kibirli suçlular da ardı ardına gelerek Rabia’yı gördüler. Rabia’yı siyah kapıdan içeri aldıklarında, tıpkı Liudavan Cezaevi’nde yaşanan olay tekrarlandı. Bir ihtiyar kadın polis “Baogao„(Rapor) demedin diye sinirlenerek bağırarak Rabia’nın üzerine geldi ve havaya ateş etti. O, Rabia’ya asılmak isterken Rabia’yı getiren erkek polis onu engelledi. Polisler beyaz çizgili mavi ceket giymiş suçluları döverek, söverek, koşturarak çalışmaya götürüyorlardı. Gürültü patırtı sesleri, gardiyanların bağırmaları, küfür çığlıkları suçluların takırdayan ayak sesleriyle birleşerek korkunç bir durumu meydana getirmişti. Kadın polis elinde yorgan, döşek, bohça ve çantalarını güçlükle taşıyan Ra-bia’yı daha hızlı yürümeye zorlayarak bağırdı. Rabia’nın çantası ya da bohçası ise yere düşüyordu ve o bunları alıncaya kadar bir kaç dakika geçiyordu. O zaman kadın polis bütün sesiyle bağırarak Rabia’yı sıkıştırdı. Rabia buranın polislerinin de kendisini denemekte olduğunu tahmin ederek çantasını kasıtlı olarak yere bıraktı. Onu alıyormuş gibi eğilip diğer çantasını bıraktı ve yerinde durdu. Kadın polis, elektrikli sopasını eline aldı ve kötü kötü bakıp bağırarak yaklaştı: 248 “Çabuk yürü, bekleme, durma, kaldır bohçalarım, şimdi ha, beni tanıyor musun?” ‘’Cellat gibi bağırıyorsun, serseri gibi küfrediyorsun, böbürlenip kendini kaybediyorsun, seni bu hâle getiren gücümün olduğunun farkındayım. Yürümeyeceğim, ne yaparsın?” Rabia, omzundaki bohçasını da yere bırakıp kadın polisin üzerine yürüdü. Kadın polis, elektrikli sopasını yukarı kaldırırken yandaki amiri ona engel oldu. O, yine bağırdı: “Siz bunu kötü alıştırıyorsunuz, diğerleri gibi işkence edip cezalandırmak gerek bunu.” “Acele etme, yetkililere soralım, boşuna belâya girmek istemiyorum„ dedi amiri ve iki suçluyu çağırıp Rabia’nın çanta ve bohçalarını taşıtarak hastane odasının önüne getirdi. “Rabia denen kişi sen miydin, Muayene edeceğiz” dedi deminden beri olanları seyreden Çinli doktor. ‘’Fazla kibirli olma, ananı gözüne gösterecek bir yer bu” dedi mavi gözlü sarışın doktor. “Anamı ağzına alırken kendi anan gözünün önüne gelmiyor mu? Doktorsan meslek ahlakına uygun konuş, bizim ilişkimiz polisle suçlu ilişkisi değil, doktorla insan ilişkisi olmalı. Buna uymazsanız defolun gözümden!” Rabia da boş bırakmadan bağırdı. İki doktor dersini aldıktan sonra Rabia’ya el uzatmadan sinirlenerek muayene etmeyi reddettiler. Diğer bir doktor gelerek: “Evet, ne derdin var, söyle” dedi Rabia’ya kabalıkla. “Vatan, millet, halkım diye bir dert var içimde, yaz defterine.” Rabia da sert cevap verdi. “Evet, doğru söyledin, o hastalığını ütülemek için buraya getirdik seni” dedi Çinli doktor sırıtarak polislere bakıp. O götürün anlamında eliyle işaret etti. Kadın gardiyan, Rabia’yı 200 kadar kadın tutuklunun başlarını kaldırmadan çalıştıkları büyük bir atölyeye getirdi. Çalışan tutukluların hiçbiri başını kaldırmaya cesaret 249 edemedi. Kadın gardiyan, oturan bir Çinli suçluyu çağırarak: “Makası getirip bunun saçlarını kes” diye emretti. Rabia şaşırdı, o sadece: “Saçımı Çinliye kestirmem, Uygur kessin, yoksa makası kamıma sokarım!” diye bağırdı. Polis amiri yine, evet, dedi ve: “Adalet, gel” dedi o, uzakta çalışan uzun boylu, hoş bir Uygur kızı çağırarak. Ona: “Bunun saçlarını dibinden kes!” diye emretti. Adalet yaklaşarak gelip Rabia’ya baktı ve onun su samuru gibi simsiyah saçlarını hafif okşayarak fısıldadı: “Rabia Abla, kusura bakmayın, Ciliyüzü’nden geldim, ağabeyim, ablam Kulca olayında siyasi suçlu sayıldılar, ailemizden babam, annem başta olmak üzere on birimiz hapiste, bizi uyuşturucu sattı diye içeri attılar.” Adalet, Rabia’nın olurunu aldıktan sonra saçlarını üç santim bırakarak düzgün bir biçimde kesti. Adalet’in Rabia’nın saçlarını düzelttiğini göre kadın gardiyan bağırıp çağırdı ve onun elindeki makası alarak kendisini kovdu. Gardiyan, Rabia’nın 80 santimlik uzun saçını sanki kocaman bir balığı atıyormuşçasına önüne attı. Rabia, saçlarına bakarak kendini tutamadı ve ağladı. “Saçımı bana verin, hiç değilse insansız bir yere gömünüz.” Kadın polis, Rabia’nın yalvarmalarına aldırmadan onu tuvaletin önüne getirdikten sonra saçlarını ona göstererek pisliğin üzerine attı. Bu taş kalpli polisin acımasız davranışı Rabia’nın gözünü açtı. Rabia başını sallayarak halkım sıcakkanlarını döküyor, benim saçımı attıysa ne olacak, dayanayım diye düşündü ve: “Elinden geleni ardına koyma, ama acele etme, bir gün gelecek, hepsinin hesabı sorulacak” dedi polise soğuk gülerek. O esnada pamuklu ayakkabıları taşıyan bir tutuklu kız uzaktan Rafta’ya sıcak gülümseyerek baktı ve gözünü kıstı. Rabia, dikkatle bakınca Liudavan Cezaevi’nden nakledilen yakın cezaevi arkadaşı Şemşinur’u tanıdı. Ama fazla görüşme fırsatı olmadı. Yine de Rabia sanki bir akrabasını görmüş gibi sevindi. 250 Sabah polisler Rabia’yı hücreden alarak rengi sönmüş, mavi pamuklu ceketi ve pamuğu sökülmüş, büyük pantolonu ona zorla giydirdiler. Eline ayağına kelepçe ve zincir takarak aynanın önüne getirip durdurdular ve alaylı bir şekilde: “Hâline iyi bak, bu güzel cemalini ibret için çoğunluğa teşhir edeceğiz” dediler. “İnsanı çirkin gösteren insan değil, elbisedir” atasözü gerçekten doğruydu, Rabia dağınık kısa saçlarını, ceketin yakası içinde kaybolan başını ve üzerindeki eskimiş beyaz çizgili mavi pantalon ve ceketi görünce kendisini tanıyamadı. Elbise onu öyle çirkin gösteriyordu ki, Rabia bu hâliyle kendisini görmek isteyen tutukluların karşısına çıkmaktan bile utandı. Polisler onu zorla götürdüler. Cezaevi içerisindeki geniş alana iki bin kadar suçlu sıra hâlinde askerler gibi düzgün oturtulmuştu. Bir tarafında polis ve gardiyanlar için özel sahne hazırlanmıştı. Rabia, ayaklarındaki ağır zinciri şıkırdatarak sürüklüyordu. İki eli de kelepçelenmişti. O yavaş yavaş yürüyerek alana girdi. “Geldi, Rabia Hanım geldi!” Tutuklular arasından birisi yüksek sesle bağırdı. Bu sesle birlikte bütün Uygur tutuklular bir anda ayağa kalktılar, arkasından Çinli tutuklular da ayağa kalktılar, hatta sahnedeki kendilerinin ne yaptıklarının farkında olmayan polisler de kendiliğinden ayağa kalktılar. Uygur tutuklular, heyecanla bağırıyorlardı, gözlerindeki yaşları siliyorlardı, aniden birisinin başlamasıyla bütün tutuklular alkışlamaya başladılar. Bu sırada polisler telaşlanıp düzeni korumak için ayağa kalkarak etrafta koşuşturdular. Bağırmalar, çağırmalar, başlar üzerinde dolaşan elektrikli sopalar işe yaramadı. Polisler havaya ateş etmeye başladılar. Ama tutukluların, suçluların heyecanlı bakışlarını engelleyemediler. Bu esnada Rabia iki avucunu birleştirip başını hafifçe sallayarak kalabalığı selamladıktan sonra ilerledi ve sahnenin karşısına geldiğinde başım kaldırıp kelepçeli elleriyle “durun” anlamında işaret etti. Etraf birden bire sessizleşti. Çeşitli korkutmalarla susturulamayan tutukluların bu sessizliğine şaşıran 251 polisler, Rabia’ya bakıp sessizce durdular. Buradaki sert düzen, sopayla sağlanan disiplin ve ölüm korkusu ile kontrol altına alınan irade bugün bozulmuştu. Sadece masum tutuklular değil, katil, hırsız, yankesici, hatta uyuşturucu taciri gibi suçlular da hiçbir şeyden korkmadan Rabia’yı karşılamakta idiler. “En başta bağıran kim?” Cezaevi müdürü nefes nefese bağırdı. Yaşı elliyi geçen, zayıf Uygur kadın elindeki bastona dayanarak ayağa kalktı: “Ben bağırdım, ben Rabia Hanım’ın sayesinde dükkan açarak çocuklarıma bakıyordum, hanım tutuklandıktan sonra, işsiz kalıp çocuklarıma bakamayınca uyuşturucu sattım.” Kadın ağladı. Polisler derhal onun ellerine kelepçe taktı. Cezaevi müdür yine bağırdı: ‘’Mahkum bir ay süreyle karanlık odaya kapatılacak, bir ay süreyle bir öğün yemek verilecek, puanlamasından 15 puan düşürülecek.” ‘’Teşekkür ederim hanım, korkmayın bunlardan, siz de bizim uğrumuza girdiniz, iyi anlıyoruz.” Polisler bağırmakta olan kadım sürükleyerek götürdüler. Cezaevi müdürü şimdi alandaki alçak sandalyelerde oturan tutuklulara konuşmaya başladı: “Demin bilmeden ayağa kalktınız, işte bu Rabia, 8 yıl hüküm giyen suçlu, o Amerika’ya gizli belge gönderen casus, yurtdışındaki bölücü güçlerin uşağı, bundan sonra kim ona bakarsa, gülerse, konuşursa, karanlık odaya kapatılacak, yemek verilmeyecek, ailesiyle görüşemeyecek, af puanı düşürülecek.” Polisler, Rabia’yı o alandan kara cezaevi denen karanlık hücreye götürüp kapattılar. Tutukluların cehenneme benzettikleri bu kara cezaevi tavanında küçücük bacası olan kapkaranlık hücre idi. Rabia’ya çok zor gelen odur ki, hücrede onun yürümesine, yatmasına izin verilmiyordu. Sadece belirlenen yerde sessizce oturması gerekti, kımıldarsa kamerada fark ediliyor, kadın cellat bunun üzerine hemen hoparlörden bağırıyordu, her gün iki tutuklu onun yemeğini 252 getiriyor, yemekler bitinceye kadar ses çıkarmadan bakıp duruyor, sonra kaseyi alıp gidiyorlardı. Rabia yalandan tuvalete gitmek için izin alarak biraz hareket ediyordu. Rabia bu şekilde 45 gün yattıktan sonra bir kez güneşe çıkarıldı. Üç ay olduğunda bir kez çocuklarıyla görüştü. Polisler ona çocuklarının getirdikleri yorgan ve döşekleri vermeyip eski yaygıyı verdiler. Rabia, ağır hastalandığı zaman çocuklarının getirdikleri hazır makarnayı beşer taneden iki defa verdiler. Rabia bu makarnaları bölerek dört ay kadar yedi. Eskiler “Halk ile olan ölüm sanki düğündür” diye boşuna söylememişlerdi, dünyada insan için en ağır ceza yalnızlıktır. Etrafında binlerce insan var, ama sana kimse bakamayacak, kimse seninle konuşamayacak, sabahı olmayan geceler, güneşi olmayan gündüzler bitmeyecek, sonu gelmez hayaller, şirin hatıralar, tatlı düşünceler, unutulmaz anılar, uzun geçmişin ayağı kesilmeyecek. İnsanın hayatında hiç önemli olmayan bir sürü olaylar, bu sıkıntılı yalnızlıkta acayip sihirli olaylar gibi gelecektir. Rabia’nın sürekli tekrarlanan şirin hayalleri arasında ailesinin acıklı kısmetleri uzun zaman alırdı. Bugün o yine anne babasını, kardeşlerini hatırladı. Rabia ikinci kızı Roşengül’ü doğurduğu zaman annesi mide iltihabıyla hastalandı ve Kulca’da vefat etti. O gün o, kocası ve çocuklarını toplayarak vasiyet etti: “Çocuklarım, hayatımız boyunca vatansız, yurtsuz şaşkın dolaştık, bunun sebebini bana kim anlatabilir? Bu soruya cevap verebilen insan çocuklarına da, halkına da cevap verebilir” diye sordu. Herkes sessiz bakıp dururken, Rabia: “Çinli’nin zulmünden bu günlere kaldık anne” diye cevap verdi. Annesi memnun olarak: “Benden sonra kardeşlerine Rabia baksın, babanız bir yıl sonra ağırbaşlı, vefalı biriyle evlensin, ama düğün günü benim mezarıma gelip bir kova su döksün, yoksa içime ateş düşecek dedi ve 253 gözlerini yumdu. Rabia, babası ve kardeşleriyle ağlama inlemeler içinde annesinin cenazesini Kulca’daki Dönmazar’a defnetti. Rabia’mn babası bir kaç yıl sonra Kulcalı uslu bir kadınla evlenip üç çocuk sahibi oldu. O tayin edildiği kooperatifte Kültür Devrimi döneminde zorunlu çalışmaya tabi tutulduğunda berberliği öğrenmişti. Bu meslekle çocuklarına baktı. Hayatı boyunca Rabia’dan endişe ederek yaşayan Kadir Ahund, yaşlandığı zaman Rabia’yı göremeyince kızımı bulun diye çocuklarına yalvardı. Çocuklar, Rabia’nın tutuklandığını babasına söylememişlerdi. Rabia’nın ablası bir kaç defa “Ben Rabia’yım, baba, ben şu anda Amerika’dayım„ diye telefon ettiyse de, babası “Yalan, onun başına bir iş gelmediyse bu zamana kadar defalarca yanıma gelirdi„ diye asla inanmadı. Sonra cami cemaatinin fısıltılarından Rabia’nın hapse atıldığını duyunca “Rabia çocuğum, Rabia çocuğum” diye sokaklara çıkıp ağlayarak beyin kanaması geçirdi. Sonunda kızımı bir göreyim diye yalvardığı için çocukları onu zembile yatırıp Urumçi’ye getirdiyseler de Bacan-hu Cezaevi’nin taş kalpli polisleri onu Rabia ile görüştürmediler. 7 Haziran 2004’te Kuça’da zavallı baba, kızım göremeden vefasız dünyaya gözlerini yumdu. Rabia’nın ablalarından Zöhrehan, Hacerhan ve küçük kardeşi Arzugül emekliye ayrıldıktan sonra şu anda Urumçi’de yaşamaktadırlar. Küçük kardeşi Helçem, Çiri-ye’de ev tutup üç çocuk sahibi oldu, çocuklarıyla şu anda İlçi’de dükkan açarak ticaret yapmaktadır. Rabia’nın tek oğul olan kardeşi Memet çocukluğunda cezaevinin tadını almıştı. 1979 yılının Ekim ayında Aksu pazarında sarhoş beş Çinli polis, sokakta dolaşan iki Uygur çocuğunu tutup odalarına götürdüler ve döverek yarı canlı hâle getirdiler. Onların birisi Rabia’nın eşi Sıddıkhacı ile Aksu’daki Üretim ve İmar Ordusu Cezaevi’ne nakledildiğinde 6 ay birlikte yatan Yolvas isimli gençti. Çinli polisler, onun ağzına kirli paspası sokarak öldürüp sokağa attılar. Onun vücudu bıçakla dilim dilim kesilmişti. Bu olaydan öfkelenen Rabia, Sıddıkhacı’ya danışarak bir kaç genci ayarlayıp 254 Yolvas’ın cenazesini 10 bin yuane satın aldı. Ertesi gün camiye cenaze namazına gelen halkı harekete geçirdi, civar ilçelerdeki gençleri organize ederek tabuta slogan asarak gösteri yaptı. Rabia ile Sıddıkhacı, ertesi gün Şanghay’a gitti. Hükümet gösteriyi bastırıp Rabia’nın kardeşi Memet ile arkadaşı Erkin’i bu olayı çıkardı diye kuşkulanarak tutuklayıp 6 ay gözaltına aldı. “Hey, bütün ailemde benim derdimi çekmeyen kimse kalmadı” diye derin bir iç çekti Rabia daldığı hayalden başını kaldırarak. Rabia Kadir, karanlık hücrede işte böyle hayallerle iki yılı geçirdi. 96 Yaşındaki Siyasi Mahkum Heyrinisahan Ana, Bacanhu Kadınlar Cezaevi’ndeki yaşça en büyük Uygur siyasi suçludur. O, müebbet hapis cezasına mahkum edilmişti. Onun suçu oğlunu evinde saklamasıydı. Nine suçunu asla kabul etmemişti. Onun mazereti çok basit ve insanı ikna edici idi: “Oğlumu evde saklama hakkım yok mu! Ana kendi çocuğunu, yürek parçasını evinde yatırmayıp senin pis cezaevine mi bıraksın?” Cezaevindeki ağızdan ağıza dolaşan söylentilere göre, uzun yıllar önce, Heyrinisahan Ana’nın kocası, hükümetin Hoten bölgesinde uyguladığı yolsuz zorbalıklara ve dini politikasına itiraz ederek yakın adamlarıyla birlikte bir örgüt kurmuş, onlar önce yurdunu, sonra bütün Doğu Türkistan’ı kurtararak bağımsız devlet kurmak istemişler, onlar iki defa toplantı yapmışlar. Bu suçu için Hoten İl Mahkemesi Heyrinisahan Ananın kocasını idam cezasına çarptırarak infaz etmiş. O olaydan sonra, Heyrinisahan Ana’nın oğlu ihtiyat ederek kaçmış, Heyrinisahan Ana, bir süre sonra dönen oğlunu evinde gizlice saklamış. Çin polisleri bunu fark ederek Heyrinisahan Ana’yı oğluyla birlikte tutuklamışlar. Fazla geçmeden oğlunu da idam cezasına çarptırarak infaz etmişler. Kocasından ve 255 oğlundan ayrılınca canından bezmiş olan Heyrinisahan Ana, cezaevi ve mahkemede Çin hükümetinin vahşiliğini nefretle protesto ederek kınamış. Her sorgulamada ve mahkemede onun cevabı sadece bir kelimeden ibaret olmuş: “Eşimi vurdun, oğlumu vurdun, haydi şimdi beni de vur! Bir kurşunun parasını kendim ödeyeceğim!” Hoten bölgesinde Heyrinisahan Ana’yı soruşturan insan çok olduğu için hükümet onun etkisiyle olay çıkmasından endişe ederek onu tek başına Urumçi’ye, yani Bacanhu Kadınlar Cezaevi’ne nakletmişti. O, burada da hiç gevşemedi. Gardiyanlar ilk günlerde onu kulağından çekip tartaklayarak ezmek istediler. Heyrinisahan Ana, yiğit gibi göğüs gererek: “Vur haydi, elinden geliyorsa öldür, katilimi iyi tanıyayım” diye bağırarak kendisini ezdirmedi. Gardiyanlar canı sıkıldıkça onu lafa tutup sorguya çekerlerdi: “Hey ihtiyar anti-devrimci, bu yaşında kabadayılık edeceğine mahallende rahat yaşasan olmaz mıydı?” “Karga her yerde kara ya, mahallemiz buradan daha beter.” “Kocadığında ne istiyorsun ki, her yer hükümetin yeri iken?” “Hükümet anasının yanından mı getirmiş, her yer bizim iken niye istemeyecekmişiz?” “Şincang kimin, söyle bakayım?” “Kimin olacak, benim.” “Büyük konuşma ihtiyar, yarın öbür gün öleceksin.” “Ben ölsem de kendi yerimde, vatanımda yatacağım, ya sen? Bilmelisin ki, sen burada yatarsan toprak da seni kabul etmeyecek.” Bu sözleri duyup dersini alan Çinli gardiyan, gözünü yumarak bir süre durduktan sonra derin bir iç çeker ve kalkıp giderdi. 256 Bir gün Heyrinisahan Ana’nın yattığı hücredeki bir Uygur kadın: “Hey, büyük anne, yaşlılığınızda bu dertleri çekeceğinize rahat yatıp ekmeğinizi yeseydiniz, sen ne yapabilirdin ki, Hotenlilerin ne yapabilirler ki?” diye onun sinirine dokundu. Heyrinisahan Ana, bu sözleri duyunca hücrede yatan 20 kadar kadına yavaşça konuştu: “Hey, çocuklarım, Hotenlileri küçümsemeyin öyle, hepimiz bir Uyguruz, hepimiz müslümanız, memleketi Çinliler işgal ederken bakıp duran münafık olur. Vatanını seven kişi imanlı olur. Benim hayatımda Hoten şehrinden acayip kahramanlar, muhterem büyükler geçti. 70 yıl önce Muhemmedimin Hezretim iki kardeşiyle on binden fazla Hotenli gence önderlik ederek gaza savaşı yapmıştı, 2-3 ayda Hoten’i fethetti, kurtulduk. Kaşgar’da Savut Damolla cumhuriyet kurdu, Çinlileri kovmak üzereyken Ruslar gelip Çinlilerle birlik oldu ve Hoten’i tekrar işgal ettiler. Arkasından bu Kemnamuslar (kem- namus-lar: Namussuzlar, yani komünistler) gelip yapmadıkları kalmadı. 1955 yılının güzünde Abdulhemit Damolla ile Fatiheddin Mahsum on bin kadar Hotenli çiftçiyi silahlandırıp Atçoy köyünde ayaklanmaya hazırlanırken Çinliler kuşatarak pek çok genci şehit ettiler. Bu kemnamus denenler 1958 yılında Fatiheddin Mahsum’u, bir yıl sonra Abdulhemit Damolla’yı yakalayıp idam ettiler. O yıllarda yine Karakaş’ta Baki Damolla, Muhemmed Damolla, Lop’ta Abdukadir Damolla gibi kişiler de binlerce kişiye öncülük edip savaşarak Çinlilerin ellerinde şehit oldular. 1962 yılında Tursun Hapiz Karakaş’ta gençleri örgütleyerek “Doğu Türkistan Gerillaları” örgütünü kurdu, cephanelik toplayıp ayaklanmaya hazırlanırken gizlilik açığa çıktı ve pek çok genç öldü, cezaevlerine atıldılar. Hey, daha 1981 yılında Kağılık ve Peyzivat gibi bölgelerde silahlı savaşa giren gençleri demeyin, onlar 7 Temmuz 1995,te harekete geçip gösteri yaptılar, Çinlilerin Hoten’deki hükümet binası ile polis müdürlüğünü basarken kuşatılarak yakalandılar. Cezaevlerine atılan binlerce genç bizim için yatmamışlar mıydı? Hey çocuklarım, bu dava ölmeyecek davadır, bilmelisiniz ki, Hoten’in 257 toprakları yiğitlerin kanlarıyla boyanmış topraklardır. Hoten halkı, yeşim taşı gibi saf ve berrak, yeşim taşı gibi sağlam ve dayanıklıdır„. Kadınlar bu sözleri duyunca çok etkilendiler. Bazıları ağladılar. “Hey Rabia kızım” dedi Heyrinisahan Ana, bir gün hastanede iğne yaptırdıktan sonra “Siz millet için sayısız sevap işleri yaptınız” Bin Anne Şirketi’ni kurup Uygur kadınlarına öncü oldunuz, şimdi de milletin derdiyle burada yatıyorsunuz, hey, sizin bir yerleriniz bizim Hoten’in kadınlarına benziyor, kanınız benimkiyle aynı mı acaba.” Heyrinisahan Ana halsizlikten yatarken Rabia onu yemek götürerek ziyaret ediyordu. “Öyle ana, benim atalarım Hoten Karakaş’tan” dedi Rabia, Heyrinisahan Ana’ya gülümseyerek. “Evet, gözlerim fark etti, yine bir adım daha ileri giderek sorayım, 1957 yılında Çin kem namusları bizim memlekette milliyetçi, sağcı, zorba diye Uygurları öldürmeye başladığında Hanerık köyündeki Hediçehan memleketteki büyüklerle danışarak gençleri harekete geçirip ayaklanmıştı. On gün içerisinde eline av tüfeği, kazma balta, çekiç alan on binlerce çiftçi Hediçehan’ın peşinden gitti, civardaki köylerin hepsi onun eline geçti. Hükümetin gönderdiği polisler, ölülerini alarak güçlükle kurtulup kaçtılar. Hükümet, Hoten İl Siyasi İstişare Kurulu’nun Başkam Nasır Hacı’yı ayaklananları kandırmak için göndermişti. Halk onu döverek öldürdü... Hey, Çinliler pek çok asker gönderip etrafı kuşattı, birçok köyde epey uzun savaşlar yaşandı, yiğit Hediçehan o savaşların birinde şehitlik şerbetini içti. Savaştan sonra Hediçehan’m mezan güllerle örtündü, hain Nasırhacı’nın mezarı ise pislikle doldu, hey, çok ilginçtir, bakın, gelen geçen arabaların eşekleri de Nasırhacı’nın mezarının yanına geldiğinde pislerlermiş, ha...ha...ha... 258 Hey, Rabia kızım, sizin ışık saçan gözlerinizde, hayır yağan yüzünüzde işte o kahraman kumandan Hediçehan’ın ruhunu görüyor gibiyim. “Sağol ana, teşekkür ederim, inşallah hepimize o kahramanların cesareti, akıl feraseti nasip olsun” dedi Rabia Heyrinisahan Ana’nın ağzından çıkmakta olan yiğitçe sözlerden memnun olarak. “Amin kızım, Allah nasip eyler.” Nine umut dolu gözlerini Rabia’dan ayıramadan baktı. “Hey Rabia Kadir, sen de bulduğunu bu ihtiyara vermeye başladın, parası çok bu ihtiyarın, her şeyi var burada. Bu insanlar çok yurtsever, birlik beraberlik içinde yaşayan insanlarmış, bütün Hoten’deki tanıdık tanımadık herkes bu ihtiyara paket ve para gönderiyor, Urumçi’ye gelen Hotenlilerin bu ihtiyarı ziyaret etmeden gidenleri çok az” diye fısıldadı bir gardiyan Rabia’ya. O esnada hastaneye gelen cezaevi müdürü bağırdı: “Hey Rabia Kadir, hastaneye ilaç alacağım diye gelip bu canı pek ihtiyara acımaya mı başladın? Derhal işini bitirip dön. Gördün mü bu ihtiyarın inadını, bir değil iki ayağı çukurdayken hâlâ, Doğu Türkistan Devleti kuracağız’ diye ham hayal kuruyor.” Rabia ayağa kalktı. Heyrinisahan Nine, onun gözlerine gerçekten kahraman Hediçehan gibi, Naziğim gibi, İparhan gibi, Tomar-is gibi yücelerek gözükmeye başladı. Gülnisa’nın Suçu Cezaevi bambaşka bir dünya. O sanki siyasi tutukluların, adi suçluların ve gardiyanların geçmişlerinin, hikayelerinin ve hayallerinin karıştığı bir roman. 50 yıldan bu yana, bu cezaevine girenler, buradan çıkanlar, hâlâ burada yatanlar ve başı dertten kurtulanların yaşadıkları olaylar ağızdan ağıza dolaşarak cezaevi tezkiresini oluşturmuştu. 259 1990’lı yılların başında kahraman Uygur yiğidi Şireli’nin öncülüğünde kurulan “Doğu Türkistan Kurtuluş Örgütü”ndeki gençler, Hoten’den başlayarak Çin istilacılarına ve uşaklarına son darbeyi vurma mücadelesini yaygınlaştırıp Çin hükümetini telaşlandırdı. 1994 yılında Şireli arkadaşlarıyla birlikte tutuklanarak Çin cezaevinde yattı, sonra onlar cezaevinden kaçarak silahlı mücadeleyi şiddetlendirdiler. Şireli arkadaşlarından bir kısmını kurtararak NepaPe götürdü. 2002 yılında Nepal hükümeti onu arkadaşlarıyla birlikte Çin’e iade etti. Çinliler, Şireli’yi vahşice öldürdüler. Böyle kanlı olaylardan sonra Urumçi, Kaşgar, Hoten, Aksu, Kulca, Bortala, Turfan ve Kumul gibi bölgelerden bu tür kanlı olaylara, siyasi suçlara tanık olan birçok Uygur kız ve kadınları, hatta ihtiyar nineler de hapse atıldılar. Sonra hiçbir kanunda, yönetmelikte ve genelgede yer almayan çok gülünç “suç”larla cezaevine girenlerin sayısı da çoğalmaya başladı. Bunların arasında Bacanhu Kadınlar Cezaevi’ne giren kız ve kadınlardan birisi de Gülnisa idi. Gülnisa, Aksu Şayar’dan bir çiftçinin kızı idi. Onun sözlüsü arkadaşlarıyla birlikte dini bilgiler öğrendi ve Uygur gençleri arasında yaygınlaşmakta olan uyuşturucu kullanma, içki içme, kumar oynama gibi ahlaki yozlaşmayı dini ahlakla durdurmak, gençleri uyumlu, sevecen ve edepli olmaya yönlendirmek amacıyla propaganda ve eğitim faaliyetine girişmişti. Şayar İlçe Kamu Güvenlik Müdürlüğü’nün polisleri bir gece onun evine baskın düzenleyerek onu tutukladılar ve “anti-devrimci örgüt kurup hakimiyeti devirmek istemiştir, dini kitapları saklamış ve okumuştur” diye suçlayarak idam ettiler. Gülnisa’yı ise “antidevrimci dini gericiyle evlenmek istemiştir” diye suçlayarak yedi yıl hapis cezasına mahkum edip Urumçi Bacanhu Cezaevi’ne naklettiler. “Suçun ne?” ‘’Şayar’daki polisler, Doğu Türkistancı kocaya varmak istemiştir demişti, başka suçum yok.” Gülnisa’nın sorgulamada verdiği bir tek cevap bu idi. Gülnisa’nın yattığı hücreye sonra 20 yaşına bile basmamış Rozinisa denen kız girdi. O, sevgilisinin verdiği 260 dini kitapları, Orta Asya üzerinden Hoten’e sokulan Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını teşvik edici kitapları okuduğu için iki yıla mahkum edilmişti. Onun ardından yine 20 yaşındaki Heliçe’yi Kuça’dan tutuklayıp getirdiler. Heliçe de din propagandası yapan kocasını evinde sakladığı, hükümete bildirmediği için tutuklanarak beş yıla mahkum edilmişti. Kocaları ve sevgilileri idam edilmiş bu üç kız cezaevinde can dostu oldular. Rozinisa’nın süresi bitmek üzereyken onlar Uygur gençlerinin çöküş içinde oldukları, ahlak yönünden yozlaşmaya başladıkları, yoksulluk, açlık içinde suç işleyenlerin çoğaldığı, bunları doğru yola yönlendirmenin gerekliliği hakkında uzun uzun dertleşip konuştular. Cezaevinden çıktıktan sonra devamlı birbirlerini aramaya, sonsuza dek ayrılmayacak dostlardan olmaya yemin ettiler. Bundan sonraki hayatlarında cahil halka Çin yönetiminin zulmünü anlatmak, Uygur halkını kurtuluş hareketine yönlendirmek için mücadele etmeye söz verdiler. Rozinisa hapisten çıktıktan sonra, Heliçe’nin süresinin de dolmasına az kalmıştı. O kendisiyle birlikte kalan diğer bir tutuklu Uygur kızına üç arkadaşının yeminini anlatıp onun da hapisten çıktıktan sonra birlikte mücadele etmesini istedi. O kız da onlara katılmak istedi. Ama Uygurca bildiğini gizleyerek bir haftadan beri bunların sohbetini dinleyen bir Çinli Müslüman kadın, hizmet göstererek süresini indirtmek için onları ihbar etti. Ağır sorgulama ve dehşetli işkencelerden sonra cezaevinde “Doğu Türkistancılar Örgütü”nü kuran Gülnisalar çetesi ortaya çıkarıldı. Gülnisa’nın simsiyah uzun saçlarından kaparak sert bir şekilde tartaklayıp bağıran Çinli polis, yorulduğuna bakmadan onun ayağına tekme attı. Yere düşen Gülnisa’ya eğilerek yine bağırdı: “Suçunu kabul edip imzalayacak mısın yoksa ölümü mü tercih edersin?” 261 “Ben temiz bir Uygur kızıyım, senin gibi insan öldüren, insan dövenler suçludur.” Halsizleşen Gülnisa gözünü yumup sözünü yine tekrarladı. “Senin sözlün idama mahkum edilmiş suçlu, sen de suçlusun!” “Benim sevgilim iyi niyetli, vicdanlı, imanlı, ahlaklı Uygur delikanlısı, helal emeğiyle ailesini koruyan çiftçi idi. Rahmetli babasının peşinden kazmayı omzuna alarak yıl boyunca çalışsa da ailesine bakamıyordu. İlkbaharda, ekim zamanında Çinli serseriler için ekin yeri açma angaryasına sürüldü. Yazın, hasat toplama zamanında vergi kesen memurların çokluğundan boş çuvalı alarak döndü. Başka mahalledeki camide namaz kıldığı için ceza ödeyerek yüzlerce yuan borca boğuldu. Ağabeyinin hükümetin belirlediği süreden bir yıl önce çocuk sahibi olması gerekçesiyle buzağısı olan ineğe el koydular. Yanımızdaki en verimli, suyu bol topraklara yerleşen Üretim ve İmar Ordusu’ndakiler yılda binlerce yuan gelir elde ederler, ama onlardan kimse vergi almıyor, onlar ücretsiz çalışmaya gitmezler, onlar her gün toplantı yapmazlar. Yüzyıllardan beri çiftçilik yaparak refah içinde yaşamakta olan Uygur çiftçileri şimdi sadece hükümet için ekin ekiyorlar, hükümete yetiştiremiyorlar, üstelik binlerce yuan borçlanıyorlar. Benim sevgilim gerçeği cesaretle dile getiren delikanlıydı, onun suçu yoktu” “Sen onu savunacağım diye zahmet etme, senin de sonun onun gibi olacak. İyisi aklını başına topla, çabuk imzala!” “Ne, siz sevgilimi haksız yere öldürdünüz, ben onu sonsuza dek savunacağım, haydi, beni de öldürün, eğer sevgilisine bağlı kalmak suç ise, buyurun, herkese duyurup beni de vurun, ben de onun gibi şehitlik şerbetini içip cennete girmeye razıyım, kölelik ve zulüm altında bir gün daha yaşamayacağım!” Gözleri kızarmış olan gardiyan Gülnisa’nın gömleğini göğsünden çekerek yırttı ve onu ceza masasına yatırıp ayaklarını, 262 ellerini ve başını bağladı. Sonra kablolu kıskaçı getirip onun göğüs uçlarına taktıktan sonra elektrik düğmesine bastı. Gülnisa şiddetli bir şekilde silkindi, gözleri fırlayıp çıkacakmış gibi, kalbi ağzına tıkılmış gibi oldu, nefesi durdu, yüksek sesle çığlık atarak bayıldı. Kadın gardiyan, elektriği kestikten sonra bir kenarda duran arkadaşına bakarak kahkaha attı. Aradan fazla geçmeden polisler henüz Karakaş’a ulaşan Rozinisa’yı yakalayıp getirdiler. Şiddetli işkencelerden sonra dosya açıldı, kağıda bayılmış olan kızların parmağı basıldı. Hakim önceden hazırladığı hükümnameyi okudu. Gülnisa dört yıl, Rozinisa üç yıl, Heliçe 5 yıl ilave hapis cezasına mahkum edildi. Cezaevindeki Hayvanat Bahçesi Çin hükümeti Uygur bölgesini geliştirme sloganı altında şehirleri Çinlileştirmek için sürekli göçmen naklederek bir sürü sanayi tesisleri kurdu, bununla birlikte şehir ve köylerde ticaret ve sanayi alanını genişleterek pazarı canlandırmaya, bir kısım kişilerin öncelikli olarak zenginleşmelerine izin vermeye başladı. Dolayısıyla “Batı Bölgesi„ne gelenler de çoğaldılar. Değişik manzara, farklı şehir yapısı, farklı din ve yabancı milletlerin, özellikle tarihte çok başlarını ağrıtan Uygurların şehirleri, köyleri, örf adetleri Çinlilere sanki yurtdışına çıkmış gibi bir duygu verdiği için, ayrıca hükümetin parasıyla yemek içmek, hükümetin parasını çarçur etmek ve paylaşmak kolay olduğu için, merkezdeki bakanlıklardan çeşitli eyaletlerin her düzeydeki, her alan ve branştaki kurumlan yıllık ve sezonluk toplantılarını buraya ayarlarlardı. Eskiden ülke çapında bir numaralı zengin kadın diye ünlenen Rabia’nın ticaret binasını ziyaret eden Çinli gruplar, artık onu cezaevinde ziyaret etmeyi talep ediyorlardı. Bu tür ziyareti önce Devlet Kamu Güvenliği Bakanlığı’nın deneyim ve fikir alış verişinde bulunma toplantısı için gelen Çinli bakanlar başlattılar. Toplantıda ekonomik gelişmelerden bahsedildiği zaman Rabia Kadir Ticaret Sarayı’m örnek göstererek konuşanlar artık güvenlik hizmetlerinde en tipik örnek olarak yine Rabia Kadir dosyası hakkında konuşur oldular. Bunu duyan Çinli 263 yetkililerde dünyayı dolaşan, ailesini Amerika’ya yerleştiren, evinde dünyanın en büyük zengini Bili Gates’i ağırlayan, Devlet Siyasi İstişare Kurulu toplantısında bütün salondakileri ağlatan, Jiang Zemin’e ağız açtırmayan bu Uygur kadını bir görme arzusu doğuyordu. Yemekten içmekten canı sıkılan yöneticilerini memnun etmek için koşturan uşaklar, onları Rabia’nın kaldığı cezaevi hücresine getiriyorlardı. Böylece Urumçi’ye ziyarete, çalışmaya, toplantıya ve seyahate gelen Çinli yöneticilerin ziyaret ettikleri müze, 8 Ordu Karargahı, Lin Zeyşu’nün heykeli gibi yerlere Hayvanat Parkı olarak Rabia’nın hücresi de dahil edilmişti. Çinli grupların büyük bir kısmı aniden gelirlerdi. Onlar sanki kafesteki arslandan korkuyormuş gibi yavaşça yürüyerek gelir, boyunlarını uzatır, hatta birbirlerini iterek Rabia’yı seyrederlerdi. Onlar net göremedik diye şikayet ettikleri için cezaevi idaresi hücrenin demir kapısını sökerek demir parmaklık yaptırmışlardı. Bir gün eğitim için Polis Okulu’na gelen 100’den fazla polis memuru, Rabia’nın kafesini ziyaret etmeye geldiler. Onlar maymun seyrediyormuş gibi bağırdılar, güldüler, kendi aralarında tartışarak düzeni bozdular. Rehberleri onları kuyruğa sokarak sırayla görmelerini sağladılar. Yine göremedik diye bağıranların daha iyi görmeleri için, gardiyanlar Rabia Kadir’e demir parmaklığın önüne gelip ayakta durmasını emrettiler. Rabia Kadir ise Hayvanat Parkı’nın seyircilerinden bıkmış arslanlar gibi alışmıştı. O gelenlere aldırmazdı, ama hiçbir fırsatı elinden kaçırmadan kendi gerçeğini, Uygurun gururunu ve cesaretini sürekli anlattı. O esnada önündekiler “Bir dakika, daha göremedim„ derken, arkadakiler “Niye konuşmuyor?„ diye toplandılar. Rabia Kadir, bir adım ileri gelerek iki eliyle demir parmaklığı sıkı tutup onlara hitap etti: “Seyret, işte ben milyoner Rabia, Jiang Zemin’i ağlatan Rabia benim, iyi bak, işte gözüm, işte ağzım, işte başım, işte elim, işte ayaklarım, gördünüz mü? Size benziyor muyum? Her yerim benzer, ama size benzemeyen şey benim yüreğim, arslan gibi yüreğim, onu siz göremezsiniz, eğer sizde vicdan denen 264 şey varsa, insana has adalet duygusu varsa, hey Uygur polisler, sizde milli ruh, milli duygu, doğrusu damarınızda Uygur kam varsa, gözüme dikilip bakın, benim kalbimi görebilirsiniz. Benim kalbim 20 milyon halkımın çektiği ızdıraplarına dayanamadan için için ağlayan, kan ağlayan dertli kalptir, benim kalbim milli tahkire, milli sömürgeye, milli kırgına karşı yanardağ gibi patlayan ateşli kalptir.” “Rabia dur, konuşma! “Ey millet, o konuştu, konuşabilirmiş.” “Tövbe, gönlüm bir tuhaf oldu yahu!” “45 dakika yetmedi, yine uzatın. “Defol, çabuk yürü, biz size, ders olsun diye buraya getirdik, bu vatan haini, bölücünün sözünden etkilenip başını eğdiğine bak bunların...” dedi onları getiren yetkililer. Merkezin koca göbekli yöneticileri, emniyet, güvenlik ve adliyenin üst ve alt düzey yöneticileri her gelişlerinde Rabia Kadir’i lafa tutarlardı, soru sorarlardı ve dersini alınca da sesini çıkarmadan giderlerdi “Hey Rabia, buraya baksana, dün görmüştüm, bugün burada kendini bir göreyim. Ticaret Sarayı’nı “Peki, iyice gör, dışarıda olsaydım beni görmeye fırsatın olmazdı, yine de el ve ayaklarımda zincir, demir parmaklıkların ardında kahramanken gördün, sonsuza dek unutamayacak kadar bak. Her defa aklına geldiğinde ’Yakında Rabia’nın yerine ben girip yatacağım” diye düşünmeyi unutma! Bu dünyanın hesabı vardır. Büyük konuşma, elinden hiçbir şey gelmemiş ve gelmeyecek Biliyor musun, benim atalarım devlet kurmuştu, hükümdarlık etmişti, devletini yönetemeyenlerin şehrine asker sevkedip devlet yönetmeyi öğretmiş ve kızını alıp dönmüştü. Sizin gibi yatmamışlardı. Kalbini tut bak, şimdi elinden hiçbir şey gelmeyen bir kadını demir parmaklıkların içinde görüp kalbiniz titriyor, bizim elimizden ne geldiğine tarihini aç da bak, anlayacaksın.” 265 “Bu kadın delirmiş gibi, ters bakıp oturmasına bakın, çağırsak da bakmıyor. Sen kendin deli, deli olmasaydın 5000 km uzaktan ben görmeye gelmezdin. Aldırmayın, umursamayın.” Aldırdığın için, umursadığın için, 20 milyon Uygur’un gücü toplanan cesaretimi bildiğin için korkup görmeye gelmişsindir. Rabia Kadir’in konuşmasını duyan, sorularının gerekli cevabını alan, dersini alan Çinli yöneticiler, Pekin’de, Şanghay’da, Guangcou’da, Çin’in her yerinde Uygur bölgesinden bahsedildiği zaman Rabia Kadir hakkındaki hikaye, masalları anlatırlardı. Sonunda hepsi aynı ağızdan: “Gerçekten babayiğitmiş, çok yetenekliymiş, onun için milyoner olabilmiş, kimseye kendini ezdirmemiş„ diye ikna olduklarını ifade ederlerdi. Bu tür ziyaret olayları sonunda Rabia Kadir’in “Seyret” başlıklı şiirini ortaya çıkardı. Gruplar gelir gelmez hücrelerdeki kızlar bağırıyorlardı: “Seyret... „ Bahar Bayramında Öç Alma Her yıl şubat ayının başlarında gelen bahar bayramı Çinlilerin en büyük milli bayramıdır. O gün Çinliler, büyük ailelerine toplanarak çeşitli yemekleri hazırlarlar, yer içerler, bir yıllık aile gelir giderlerinin hesabını yaparlar. Doğu Türkistan’da Çinlilerin neşeyle bayram kutlama fırsatı bir daha geri gelmemek üzere gitti. On yıldan beri Bahar Bayramı’nın arefesinde yaşanan patlama ve ölümler, özellikle 1997 yılında Bahar Bayramı arefesinde Kulca’daki gösterinin kanlı bastırılması, Urumçi, Kaşgar, Aksu ve Kulca gibi şehirlerdeki hükümet yöneticilerini, asker 266 ve polisleri hem de Çinli sivilleri endişe içinde bırakmıştı. Bir sürü Çinli, Bahar Bayramı’m rahat kutlamak için Çin eyaletlerindeki memleketlerine dönerlerdi, diğerleri ise Uygurlara önceden sert darbe vurma, onları kanlı bastırma, tutuklama ve içeri atma gibi tedbirleri kullanarak Bahar Bayramı’m rahat kutlamaya çalışırlardı. Bu kez Bacanhu Cezaevi’nin kadınlar bölümünde, Çinli polis ve gardiyanlar evlerine dönünce Uygur, Çinli polis ve gardiyanlar nöbetçi olarak çalıştı. Bu gardiyanlarına da güvenmeyen Fan Zidao adındaki asker kökenli yönetici, evine dönmeden onlarla birlikte çalışmak zorunda kaldı. Rabia ya göz kulak olmak için görevlendirilen iki Çinli gözcü kadın, banka ve vergi kurulularından pek çok parayı dolandırıp yiyenlerden idi. Onlar arkasındakiler rüşvet vererek kurtarılmalarını bekliyorlardı. Bahar Bayramı arefesindeki akşam yemeğinde Fan Zidao denen komiser onlara özel siparişle kızartılmış iki tavuk getirterek verdi, diğer Çinli suçlulara da öyle yaptı. Fan Zidao, bir ara Rabia ile birlikte kalan bu iki Çinli kadına ilgi göstermek için ziyarete geldi. Kızartılıp pişirilen tavukları iştahla yemekte olan Çinli kadınlar gülümseyerek ayağa kalktılar. Rabia ise yatağında oturup iğne işiyle meşgul oluyordu. Fan Zidao tavuk butundan birini alarak Rabia’ya uzattı. Rabia bakmadı bile. “Rabia Kadir, ben sana tavuk veriyorum.” Rabia’nın cevap bile vermeden ters bakıp oturduğunu görünce sinirlenen Fan Zidao yine bağırdı “Yarın ne bayramı biliyor musun?” “Bilmiyorum.” “Bilmiyorum! Bütün Çin milletlerinin en büyük bayramını da mı bilmiyorsun?” “Bilmiyorum.” Eğer söylersen, sana da bir kişilik tavuk pişirteceğim.” “Yemem.” 267 “Senin içinden milli kin fışkırıyor, Uygurları da kapsayan Çin milletlerinin büyük bayramının adını dahi söylemek istemiyorsun. “Çin milletleri mi diyorsun? Senin Çin milletleri dediğin bu iki Çinli kadın olmasın? Eğer bütün halkın bayramıysa neden başkalarına, yüzlerce Uygur tutukluya tavuk pişirtip vermiyorsun? Kendi bayramında verme, tamam, bizim Kurban, Ramazan bayramlarımızda, Nevruz bayramımızda böyle lezzetli yemekleri niye vermiyorsun? Haydi söyle, kimin içinden milli kin fışkırıyormuş? “Yalan söyleme, geçen sene Kurban Bayramınızda pilav vermedik mi? Ramazanda sana tavuk pişirtip vermedik mi? Unutmuşsun her hâlde. “Ne dedin?” Rabia yerinden fırlayarak kalktı, “Sen daha bize yemek verdiğini mi söylüyorsun? Siz bizi kandırmakla dolandırmakla kazandığınız paraları az görüp pazardaki ucuz yemekleri getirerek bize kat kat pahalı satmadınız mı? Bu para kazanmak için yaptığınız işe bayramlık yemek mi diyorsunuz?” Zidao, göğüslerine kadar kızarmıştı. O, Rabia’nın konuşmasından. Afallayarak ne diyeceğini şaşırdı ve bir an dura kaldı. Sonra söylenerek kapıya doğru yürüdü ve: “Bugün herkesin neşelendiği gün, Rabia senden başka, ha., ha...ha...” diye gülerek hücrenin kapısından çıktı. Bugün sadece senin mutlu günün, sen herkesi inletip ezerek köle gibi hor görünce neşelenen insansın.” Rabia sesini yükselterek bağırdı. “Gördün mü burada yatan binlerce suçsuz tutuk lulan, siz her yıl Uygur halkını kanlı bastırdığınız yetmiyormuş gibi, Bahar Bayramı’m rahat geçirmek için pek çok Uygur’u tutuklayıp içeri atıyorsunuz, beşer onar gruplar hâlinde götürüp kurşuna diziyorsunuz, üstelik utanmadan gazete, dergi ve televi¬zyonlarda halkın rahat bayram kuuaması için böyle yaptık diye propaganda yapıyorsunuz, bilmelisin ki, biz Uygurların seninkin- den farklı bayramımız var, seninle ne kanımız, canımız birleşir, ne bayramımız. 268 “Hey Rabia, kendi cezanı kendin buldun, bundan sonra sana asla etli yemek verilmeyecek. Ne zaman bizim Bahar Bayramımızı hepimizin ortak bayramı diye kabul edersen, o zaman sana böyle lezzetli tavuk budu hediye edeceğim, kabul ettiğin gün haber ver.” Fan Zidao arkasına dönmeden ofisine gitti. Rabia, hücre kapısına gelip demir parmaklıklardan dışarıya bakarak bağırdı; “Hey, Fan Zidao denen cellat, tavuk budunu Çin eyaletlerindeki aç çıplak kalan abla, kardeşlerine gönder...” Bütün hücrelerden gülme sesleri yükseldi. “Yaşa Rabia Abla” diye bağırdılar hücrelerden ellerini sallayan kız ve kadınlar. Aydınlık Dünyadaki Umut Işığı 2002 yılının güzünde cehennem gibi karanlıktaki yalnızlık son buldu. Cezaevi yöneticileri aniden Rabia’yı aydınlık dünyaya çalışmaya çıkardılar. Rabia insanları gördü, toprağı gördü. O sanki kurtulmuş gibi, cennete girmiş gibi sevindi, sevinci içine sığmadı, kendi kendine gülümsüyordu. Gardiyanlar her birinde 20-30 tutuklunun kaldığı hücrelerin birine Rabia’yı yalnız yerleştirdiler. Onu gözlem altında tutmak için iki ayal Çinli suçluyu getirip koydular. Rabia, iki Çinli bayan suçlunun “Amerika’nın başkani Bush, Pekin’e gelmiş, polisler Rabia’nın sözü edilmiş diyorlar„ diye fısıldadıklarım duydu. Hücre aydınlık, temiz ve sade idi. Gardiyan, Rabia’yı çalışma yerine götürdü. Onu yüzlerce suçlunun kazak örmekte olduğu büyük salondan geçirip yandaki yeni, hazırlanmış küçük bir odaya getirdi. 10’dan fazla kadının çalıştığı bu atölyeye terzi makinaları konulmuştu. Rabia için perdeleri olan pencerenin yanma bir koltuk koydular. Polislerin arasından birisi yavaşça: “Rabia üşümesin, öbür tarafta otursun„ diye fısıldadı. Gerçekten Rabia iki yıldan beri karanlık zindanda bir deri bir kemik hâline gelmişti. Polisler, ona çay bardağı verdiler, terzilere tembih ederek yorgan, döşek, yastık, hatta 269 koltuğun altına koymak için minder diktirip verdiler. Kadınlar sevincinden daha önce sakladıkları kaliteli atlas kumaşlarını, beyaz kumaşlarını, yumuşak yün ve pamuklarını çıkararak kalın ve güzel yorgan, döşekler hazırladılar. Rabia’yı çalıştırmak üzere özel hazırlanan bu atölye aynı zamanda gazete, televizyon muhabirleri, ayrıca sağdan soldan gelen denetimciler için özel ziyaret odası idi. Hatta Rabia’nın rahat odasında gönüllü çalışmakta olduğunu filme çekerek bir yerlere götürdüler. Polisler Rabia’ya haftada bir kere 45 dakika süreyle banyo yapabileceğini, ayda bir kere çocuklarıyla görüşebilceğini, üç öğün yemeğini gece nöbeti tutan özel imtiyazlı suçlularla birlikte yiyebileceğini bildirdiler. İlk yemekte kavga çıktı. Rabia kovadaki sebze çorbasını kaselerine doldurmasını bekleyen ondan fazla kadının yanına gelip kuyruğa girdi. Sırası gelince kepçe tutan ihtiyar Çinli kadına kasesini uzattı. “Pis kaseni koyup uzak dur” diye bağırdı ihtiyar kadın, elinde-ki kepçeyi Rabia’nın yüzüne doğrultarak. Rabia kasesini kovanın yanma koydu, ama tepesi atınca bir bahaneyle onun dersini vermek için bekledi. Yemek verme yetkisine sahip olduğu için göğsünü gererek dolaşan, cezaevi müdürünün hemşehrisi olan biçimsiz kadın, kepçesini kovaya şöyle daldırıp aldığı sebze çorbasını Rabia’nın kasesine sallayarak döktü. Kepçedeki azıcık sebzenin bir kısmı kasenin dışına sarktı, bir kısmı yere düştü. Biçimsiz kadın, bir elinde kepçeyi oynatıp diğer eliyle yerdeki sebzeyi.alarak Rabia’nın kasesine koydu. Rabia bir saniye beklemeden kasesini eline alıp o kadının başına attı. Arkasından ona söverek dövmek için üzerine gitti. Yıllardır itaatkar kölelerin arasında bey gibi kibirli dolaşan bu kepçe amiri, hiç beklemediği bu darbeden afallayarak arkasına çekildi, ama derhal bağırıp çağırarak yaygara kopardı. Korkan, ama sevinen diğer kadınlar araya girdiler, gardiyan ve polisler de koşarak geldiler. “Sen beni hayvan gibi mi görüyorsun, hey pislik, bak şunun yerdeki çöpü kaseme koyduğuna, senin gibi domuz yer yerdeki 270 yemeği, kendin ye!” Rabia kendine hakim olamadan hâlâ ona sövüyordu. Rabia’nın beyninde bu ilk meydan savaşının çok önemli olduğu, bu savaşı kazanırsa, bundan sonra burada kimsenin onu ezemeyeceği fikri yıldırım gibi çaktı. Kovadaki yenilebilecek şeyleri kendine ve yakınlarına ayırıp diğerlerine sadece suyunu vermeye alışan ukala kadın, hemşehrisine güvenerek kurulup yine bağırmıştı. Polis amirinin hükmü onu mat etti: “Bundan sonra Rabia, yemeğini herkesten önce kendisi alacak. O, size benzemez, onun dosyası merkezle, yurtdışıyla ilgilidir. Merkezin talimatı var.” Polis amiri aceleyle söylenmemesi gereken birçok sözü ağzından kaçırdı. Rabia bu sözleri duyunca bir adım daha ileri giderek isteklerini söyledi: “Benim yemeğimi, buhar ekmeğimi Çinli ellerse yemeyeceğim, Liudavan’da 9 gün yemek yemeden dayanmış Rabia’yım ben.” Bu sözü duyan polis amiri korktu. Rabia burada ve bu günlerde açlık grevi ilan ederse yöneticilerin başı belâya girecekti. O seferki kavgadan sonra, Rabia yemeğini herkesten önce almaya, buhar ekmeğini de Uygur kadınlar getirmeye başladı. Rabia’nın yerleştirildiği atölyede çalışanlar, büyük salondakiler örülen kazaklara çiçek işleme görevini yerine getiriyorlardı. »Başkaları günde beş kazağa çiçek işlerken, Rabia günde iki kazağa çiçek işliyordu. Yüzlerce tutuklunun zorunlu çalışmayla ücretsiz ördükleri kazaklar, pazarda yüksek fiyattan satılıyordu. Rabia nın önüne hatta yabancılarla ortak olan büyük fabrikaların ürettikleri “Tiyanşan”, “Tianbey” markalı kazaklara çiçek işleme işleri de geliyordu. Cezaevindekilerin para kazanma hırsı öyle güçlü idi ki, onlar yurtdışına gönderilecek birçok malın siparişini verirdi, ünlü markalı malları gizlice taklit edip yurtdışına satarlardı. Bir gün mal siparişi veren kadın patron, renkli sentetik iple yapılmış battaniye, koltuk örtüsü ve yastık kılıfı üzerine nakış işleme isteğini ortaya koydu. Cezaevi müdürü, deneyimli usta suçluları yaratıcılığını ortaya koymaya çağırdı. Rabia, çocukluğundan beri 271 annesinden dantel örme, yastık kılıfı ve mendillere çiçek işleme, dokuma ve nakış işlemeyi öğrenmişti. Aksu’dayken mahalle hanımlarına da öğretmişti. Böylece Rabia, renkli sentetik iplerle önce zincirleme çiçek işledi, onu çevirerek büyük bir tane kıpkırmızı gül işledi. Altındaki beyaz zemin üzerine yeşil yaprak işledi. Böylece bir buçuk ay içerisinde 10 tane yeşil yapraklı gülü olan yastık kılıfı ve 260 gülü olan battaniye işledi. Rabia’nın işlediği yastık kılıfı ile battaniyeye çalışanlar da, yöneticiler de hayran kaldılar. Öyle nefis, öyle düzgün ve görkemli, renkleri öyle canlı olan bu el işlemesi, mal siparişi veren kadın patronu da memnun etti. O, polisten gizli bir şekilde Rabia’ya eğilerek teşekkür etti. İşte bu emek ve yaratıcılıktı, işte bu yeni ürün yaratmaktı, işte bu ünlü marka için bir girişimdi. Ne yazık ki, “Helva verirsen hayvana, saman kadar olmaz leziz/Su getiren hor görülür, testiyi kıran aziz„ misali, Rabia artan parça iplerle küçücük bir yastık kılıfı işleyip kızının doğum gününe hediye etmek istemişti, ama polisler el koydular. Rabia sonra dışardakilerden “Gül” markalı koltuk örtüsünün başka Çinlilerin adıyla ünlü ürün olarak pazar bulduğunu, cezaevlerindeki sayısız tutuklu ve suçluların kan teri bedeline ücretsiz üretilen çok sayıdaki ürünlerin Çinli yöneticilerin cebini doldurduğunu duydu. Bir gün çocukları Rabia’yı ziyarete geldiklerinde fırsattan yararlanarak babalarının Amerika’daki faaliyetlerini, yakında Amerikalı yetkililerin Pekin’e gelip gittiklerini, Rabia’nın uluslararası ünlü RAFTO ödülünü kazandığını anlattılar. “Ah, Allah’ım şükürler olsun sana” dedi Rabia göklere bakarak, “Bana özgürlük ver, milletimin, halkımın hürriyeti ve kurtuluşu için bana akıl, güç ve irade ver! SON 272 17 ؛Mart 2005. Sabah. Washington. Oh, şimdi yüzde yüz emin oldum. İnşallah yine 12 saat sonra uçak Washington Reagan Uluslararası Havaalanı’na inecek. 8 yıldan beri gece gündüz sabırsızlıkla beklediğim eşimle görüşeceğim. Tövbe, insanın inanamayacağı bir mucize gerçekleşti. 8 yıla mahkum edilerek Çin’in başkenti Pekin’den 5000 km uzaklıktaki Urumçi Bacanhu Cezaevi’nde yatan, 11 çocuğun annesi, Uygur kadını Rabia’yı bir gün içinde Amerika’ya | getirdiler derlerse kim inanacak ki? İşte Amerika’nın mucizesine ؛bakın„. Sıddıkhacı elindeki Marlboro paketinin içindeki son kalan bir tane sigarayı çıkarıp yaktıktan sonra paketi bir kenara bırak¬tı. Sigarayı bütün gücüyle içine çekerek dumanı içinde bir süre ؛.tuttuktan sonra hafif üfleyerek gözlerini yumdu. Göğsünden hem sigaranın dumanı hem efkarı süzülerek çıkıyordu Ayrılık, insanın hayatındaki en ağır ızdırap veren, en çok hasret çektiren, en derin özleme sevk eden, en uzun hayallere daldıran acı bir kader. Şimdi delikanlılık duygusunu kaybetmeden bu günlere kadar gelen Sıddıkhacı 6 yıla yakın bir zaman içerisinde epey yıpranmıştı. Onun simsiyah sık saçları yanyarıya ağardı, alnında çizgiler oluştu, kor gibi yanan gözleri zayıfladı, gam, kaygı ve üzüntü yüzünden kalbi parçalandı, sinirleri bozuldu, uykuları kaçarak hayalden sıyrılamayacak bir hâle geldi. Sıddıkhacı sabırsızlıkla duvardaki saatin ibresine bakarken kimsenin aklına gelmeyen ince hesaba girişerek düşünceye daldı. Saatte 720 kilometre hızla uçan bir uçak dakikada ve saniyede kaç kilometre yaklaşır acaba? “Rabia şimdi saniyede 200 metre hızla bana yaklaşıyor„. O saatin ibresinden gözlerini ayırmadan yine derin düşünceye daldı. 15 Temmuz 1999’da, Sıddıkhacı, Amerika Kongresi’nde ilk kez Tanıklık Etme Toplantısı’na katıldı, Çin Hükümetinin Rabia Kadir’in pasaportuna el koyduğunu şikayet eti, ondan itibaren, Amerika, Rabia ile tanışmaya başladı. O gün, Sıddıkhacı yine kongre 273 üyesinin yardımcısı Josef Efendi’ye Uygur meselesiyle ilgili 15 sayfadan oluşan 7 maddeli raporunu sunmuştu. 2 Ağustos 1999’da, Amerika Kongresi Kütüphanesi’nin Asya Bölümü’nün araştırmacısı Karry Dombah Hanım Sıddıkhacı’ya telefon etti. O yakında Amerika Kongre üyelerine rehberlik ederek Urumçi’ye gideceğini, Rabia Kadir ile görüşeceğini söyledikten sonra Rabia’nın telefon numarasını istedi. Sıddıkhacı’nın kalbi küt diye attı, şu anda Rabia diken üzerindeydi, Rabia’nın kongre üyeleriyle görüşmesi çok tehlikeliydi, görüşmezse, burada siyasi sığınma talep etmenin hiçbir anlamı olmayacaktı. Milletin kaderiyle ilgili çok önemli bir meselede fedakarlık yine ön plana çıktı. Onlar Rabia’nın telefon numarasını aldıktan sonra yola çıktılar. Sıddıkhacı bu arada Rabia’ya telefon ederek durumu anlattı ve görüşürken nelerin söylenmesi gerektiği hakkında mektup yazarak faksladı. Rabia ise, aceleyle belge hazırladı. Elindeki belgelerle Çin’in eline düştü. 11 Ağustos 1999’da, Çinliler Rabia’yı özel bir planla tutukladılar. Rabia’nın tutuklandığı haberini oğlu Alim’e bir Uygur ayakkabıcı ulaştırdı. Alim, Amerika’ya telefon ettiği için o gece tutuklandı. Oğlu Ablikim ofisinden götürüldü. Bu haberleri Sıddıkhacı’ya oğlu Kahar ulaştırdı. Ardı ardına gelen üzücü haberleri alınca, Sıddıkhacı ne yapacağını şaşırdı. İki saat kadar ne yapması gerektiğini düşündü. Sıddıkhacı, o gün televizyonda 2. Dünya Savaşı’m konu alan bir filmi izlemişti. Filmde düşman cezaevine düşen Avustralyalı kan koca vardı. Kocası İsviçre’ye kaçınca, düşman cezaevi avlusunda karısı kurşuna dizilmişti. Sanki Allah’ın işareti gibi, bu tür beklenmedik bir ana rastlanan kader benzerliği Sıddıkhacı’nın ruhsal durumunu daha da kötüleştirdi. O gece boyunca düşündü, bir ay önce Amerika Kongresi’ne yolladığı raporun 7. maddesinde Yalta Zirvesi’nin, Moskova Zirvesi’nin zamanının geçtiğini, Uygur meselesinde Amerika’nın sorumluluğu olduğunu ortaya koymuştu. Acaba bu 274 sözüm yanlış mıydı, ülkeler arasındaki diplomatik ilişkileri mi etkiledi acaba gibi endişeler onu korkuttu. Sıddıkhacı ertesi sabah Uluslararası Af Örgütü’ne konuyla ilgili mektup yazdı. Uluslararası Af Örgütü’nün genel sekreteri Albert Ledivi Hanım 24 Mart 1998’de Londra’dan Oklahoma’ya gelip Rabia Kadir ve Sıddıkhacı’nin siyasi durumunu araştırmıştı. 13 Ağustos’ta Uluslararası Af Örgütü Londra’dan Rabia Kadir’in tutuklandığı hakkında bir duyuru yayınladı. O zaman Sıddıkhacı’nın gönlü biraz rahatladı. 3 Ekim 1999’da, Sıddıkhacı, Oklahoma’dan küçük kızı Kıknus’u alarak otobüsle Washington’a geldi. Onu Reşat Ab-bas karşılayarak şu anki Amerika Kongre Meclisi Uluslararası İlişkiler Komisyonu başkam Christopher Smith’in yardımcısı Josef Efendi ile görüştürdü ve kendisi tercümanlık yaptı. Josef Efendi bu iş için zaman gerekeceğini söyledi. Sıddıkhacı kesin karara geldi, mücadeleye devam etmesi gerektiğini, bunun için, gerekirse Amerika Kongresi merdivenlerini aşındırması gerektiğini düşündü. 4 Ekim’de Reşat Abbas onu Amerika Kongresi’ne götürdü. Kongre üyesi Tom Lantos’un ofisinde Sıddıkhacı١yı ofis müdürü Hans Efendi kabul etti. Sekreter hanım, Uygurlar ve Rabia Kadir’in kaderi hakkmdaki bilgileri bir bir not etti. Hans Efendi bu sözleri dinledikten sonra: “Biz Çin hükümetinin Amerika Kongresi ’nde tanıklık eden, Amerika Radyosunda çalışan birinin hanımının tutuklamasına seyirci kalamayız, hanımınızı mutlaka kurtaracağız.” dedi. 7 Ekim’de Reşat Abbas yine onu Uluslararası Af Örgütü Washington Şubesi Asya Bölümü’nün müdürü T. Kumar Efendi’nin ofisine götürüp onunla görüştürdü. Sıddıkhacı ona Çin hükümeti eğer Rabia Kadir’e hapis cezası hüküm kararım ilan ederse nasıl olacağım sorduğunda, Kumar net olarak: “Eğer mahkumiyet karan ilan edilirse daha iyi olacak, bizim için elverişli şartlar ortaya çıkacak. Onlar Rabia’yı ister gözaltında 275 tutsunlar, isterse mahkumiyet kararını ilan ederek hapse atsınlar, bizim için fark etmez, biz Rabia’yı kurtarıncaya kadar işimize devam edeceğiz.” dedi. 7 Ocak 2000’de, Uluslararası Af Örgütü’nün Rabia Kadir hakkında yaptığı 5 dakikalık belgesel film, BBC televizyon kanalında ilk kez gösterildi. Bu işten sonra Sıddıkhacı oldukça rahatladı. 3 Mart 2000’de, Amerika Kongresi’nde Çin meselesi ile ilgili Tanıklık Etme Toplantısı düzenlendi. Sıddıkhacı bir hafta öncesinden geldi, hazırlamış olduğu belgelerin İngilizcesini kızı Akide’ye Rabia Kadir için ayrılan 15 dakika süre içerisinde okuttu. Tanıklık Etme Toplantısı’na katılan Amerika Kongre Meclisi Uluslararası İlişkiler Komisyonu Başkanı Christopher Smith başkanlık etti. Toplantıya 15 kadar parlamenter ve kongre üyesi katıldı. Uygurlardan ise Reşat Abbas ve Dolkun Kamberi katıldı. Kongre üyesi James Loger konuşarak “Biz Uygurlarla ilgili tanıklık etme toplantısı yapıyoruz, Amerika’da sadece iki Uygur mu var?„ diye sordu. Toplantıdan sonra Christopher Smith Sıddıkhacının yanma geldi ve özel olarak ilgilendi. 16 Mayıs 1996’da ofisinde Sıddıkhacı ve Rabia ile görüştüğünü, sonra çocukları getirme işiyle uğraştığını anlattı. Yine o zaman “Ben gelecekte Urumçi’ye özel bir temsilciler heyeti gönderip Uygurların durumunu araştıracağım„ dediğini ve sözüne uyarak 11 Ağustos’ta temsilciler heyeti gönderdiğini vurguladı. O yine Sıddıkhacı’ya akşam Albert Hanım’la evinde görüştüğünü, onun “Uygurlar denen nedir, yenecek bir şey mi, yoksa giyinecek bir şey mi?” diye sorduğunu anlattı. Sıddıkhacı, Albert Hanım’ın(USA Amerikan birleşme devlet işleri katip idi) Uygurları bilmemesinin 21. yüzyıldaki Uygurlar için gerçekten büyük bir facia olduğunu anladı. Aradan 6 gün geçti. 9 Mart’ta Urumçi’den oğlu Kahar telefon açarak ağlamaklı bir şekilde Rabia’ya 8 yıl hapis cezası kesildiğini Sıddıkhacı’ya anlattı. Telefonda Roşengül’ün yüksek sesle ağladığı duyuluyordu. Sıddıkhacı’nın kalbi bir an durmuş gibi oldu. 276 “Acele etme oğlum.” diyebildi Sıddıkhacı, “Kim yamanmış göreceğiz.” demek istedi, ama bu sözleri içine attı. Rabia’ya mahkumiyet kararı ilan edildikten bir gün sonra, yani 9 Mart’ta Clinton hükümetinin sözcüsü Robert Efendi dünyaya ilk kez Rabia Kadir’i, Ablikim’i ve sekreteri Kahraman’ın serbest bırakılmaları hakkında beyanat verdi. Bu, Sıddıkhacı’yı daha da rahatlattı. 16 Mart’ta Oklahoma günlük gazetesinin muhabiri Sıddıkhacı ile yaptığı röportajı yayımladı. Sıddıkhacı röportajında Amerika olmasaydı dünyada Uygurlar gibi ezilen milletlerin başkalarına yem olacağını, Amerika’nın 2. Dünya Savaşı döneminde Stalin’e taviz vererek Uygurların Çinlilerin kölesi durumuna gelmelerine neden olduğu için ahlaki sorumluluğu olduğunu, şimdi bu sorumluluğu yerine getirmenin zamanının geldiğini tarihi belgelerle anlatmıştı. 2 Temmuz 2000’de, Clinton hükümeti döneminde Amerika Kongresi’nde Çin Hükümetinin Rabia Kadir’i koşulsuz serbest bırakması hakkında yasa çıkarıldı. 14 Mart’ta Meclis’e yasa tasarısı sunuldu, 28 Mart’ta senato ve meclis birleştirilmiş yasa tasarısını onayladı. Çin ilk defa sesini çıkarıp karşı beyanat verdi. 9 Ağustos 2000’de, Uluslararası Af Örgütü ardı ardına Rabia Kadir’in serbest bırakılmasıyla ilgili beyanat yayınladı. 11 Kasım 2000’de, yani Çin hükümeti Rabia Kadir’i Bacanhu Cezaevi’ne naklettiği gün, Amerika İnsan Haklarını Gözetleme Örgütü, Sıddıkhacı’yı New York’a davet etti. Bu örgüt tarafından düzenlenen bağış toplama toplantısında Ürdün’den Ayşe Hanım, Hindistan’dan Martin Efendi, Çeçenistan’dan Hasanov Efendi, Siraniya’dan Abdullah Ticen Efendi ve Doğu Türkistan’dan Sıddıkhacı Rozi gibi kişiler konuşmaya davet edildi. Amerika’nın üst düzey zatları ve ünlülerden 850 kişinin katıldığı toplantıda Sıddıkhacı Rozi, Uygurların tanıtımını konu alan makalesini Turdi Hoca’nın çevirisiyle okudu, toplantıya katılanlar ilk kez tanıştığı 277 Uygurlar hakkındaki bildiriyi heyecan içinde dikkatle dinlediler. Ayşe Hanım: “Uygurların dili ne kadar ritimli, melodik bir dilmiş” diye övdü. Toplantı 3. gününde Kaliforniya’nın Los Angeles şehrinde ünlü politikacılar ve Hollywood’un ünlü sanatçılarının katılımıyla devam etti. Sıddıkhacı’nın etkili sözlerini ünlü bir sanatçı okudu. Salondakilerin hepsi Sıddıkhacı’yla birlikte ağladılar. Sanatçılar çok etkilendiler, ortaokul öğrencileri toplantı sonunda “Özgürlük” şarkısını okudular. Bütün Los Angeles öğrencileri Rabia Kadir’in serbest bırakılması konusunda Amerika Hükümeti ve Çin’e mektup yazmaya davet edildi. 15 Aralık 2000 de, Amerika Hükümeti beyanat vererek Çin Hükümetinin Rabia Kadir’i koşulsuz serbest bırakmasını talep etti. İşte o zaman Sıddıkhacı’nın perişan gönlü çok rahatladı. Sıddıkhacı elindeki ikinci Marlboro paketini yere bırakıp son bir tane sigarayı yaktı. Sigara dumanını göğe halka şeklinde üfledi ve yine gözlerini saatin ibresinden ayırmadan tatlı hayallere daldı. 2001 yılının Mayıs ayını Sıddıkhacı Washington’da hükümet, parlamento ve kongre binalarında geçirdi. 8 Mayıs’ta Dışişleri Bakanlığında Devlet İşleri sekreter yardımcısı Michael Efendi onu kabul etti. Suzan Hanım ve yardımcıları hazır oldu. Sıddıkhacı onlara Rabia Kadir ve Uygurlar hakkındaki yeni belgeleri, evrakları teslim etti. 9 Mayıs’ta o yine Demokrat Parti Senatörü Wilson ile ofisinde görüşüp rapor verdi, birlikte fotoğraf çektirdi. Böylece Sıddıkhacı bir yıldan fazla vakit içinde Amerika’nın yetkililerini, dünyanın kaderini elinde tutan dört binanın önünde ve arkasında, altında ve üstünde tabanları delininceye de koşturdu, 90 defa parlamento üyesi, senatör ve onların ofis müdürleri ya da yardımcılarıyla görüştü, Uygurların yaşadıkları kanlı olayları, çektikleri dert ve ızdıraplarını, insan haklarının nasıl ayaklar altına alındığını anlattı, şikayet etti, inledi, ağladı, yalvardı, bağırdı, Rabia Kadir’i kurtarmasını rica etti. Bu sırada Washington’daki bir kısım Uygurlar ve Uygurların dostu Yahudi kızı Kathy çok yardımcı oldu. O, birçok ofise kendisi belge 278 hazırladı, Sıddıkhacı’yı götürüp tanıştırdı. Ne yazık ki, bazı kardeşlerimiz Uygur’un davasını Kathy’den kıskanarak onu dışladılar. Bir gün parlamento üyesinin ofis müdürü Sıddıkhacı’ya: “Sen siyasi faaliyetlerini durdurup Rabia’yı sessizce kurtarsan olmaz mıydı?” dedi. Sıddıkhacı ise yiğit gibi: “Efendim, ben insan hakları mücadelesini sürdüreceğim, siyasi mücadeleyi de durdurmayacağım, Rabia’yı da kurtaracağım, vatanımızı da kurtaracağım” diye cevap verdi. 29 Mayıs’ta, Amerika Devlet Savunma Bakanlığı gazetede genelge niteliğinde bir makale yayımlayarak Amerika’nın global strateji politikasının Avrupa’dan Asya’ya yöneldiğini ilan etti. O gün Sıddıkhacı bu yazıyı okuduktan sonra artık bize de güneşin doğacağı günler geleceğe benziyor diye umutlanmıştı. 11 Eylül 2001’de teröristler Amerika’nın New York şehrindeki İkiz Bina’ya ve Washington şehrindeki Pentagon binasına saldırdılar. 13 Ekimde Washington Post gazetesinin Pekin’deki muhabiri John Pomfret Sıddıkhacı’yla telefonda üç saat röportaj yaptı. O, Rabia Kadir’in Orta Asya’daki ticaret durumunu sorduğunda, Sıddıkhacı Taşkent’te kalan 600 bin Amerika Dolan, Urumçi’de el konulan 300 bin Amerika Doları değerindeki 9 adet otomobilin Urumçi Belediye Başkan Yardımcısı Mu’nun oğlu tarafından satıldığı olayını belgeleriyle ortaya koydu. Sıddıkhacı muhabirin ٠ son olarak: “11 Eylül olayı Amerika’nın siz Uygurlarla ve Rabia Kadir ile ilgilenmesini etkileyecek mi?” şeklindeki sorusuna: “Hayır, etkilemez. Ben Amerika’nın büyük global stratejisine, adil politikalarına ve Uluslararası İnsan Hakları Örgütü’ne güveniyorum, bana göre Amerika bizi terk etmez, Rabia Kadir meselesiyle devamlı ilgilenecektir” diye cevap verdi. Gerçekten 20 Şubat 2002’de Başkan Bush, Pekin ziyaretinde Çin hükümetini terörizme karşı mücadeleyi bahane ederek Uygurları 279 bastırmakla suçladı. Dört gün önce Sıddıkhacı’nın Bush’a yazdığı mektup Washington Post gazetesinde yayımlanmıştı. 20 Şubat’ta Bush, Pekin’e gelir gelmez, Urumçi’de Rabia Kadir iki yıldan beri yattığı karanlık odadan alınarak işe yerleştirildi. 22 Şubat’ta Washington Post gazetesi bir sayfasına Bush ile Jiang Zemin’in basın toplantısıyla ilgili haberi, diğer sayfasına kongrede tanıklık eden Rabia’nın dört çocuğunun fotoğraflı haberini yayımladı. O zaman 72 kongre üyesi Rabia Kadir’in serbest bırakılması hakkında mektup yazıp imzalayarak Bush’a yollamıştı. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra, 28 Şubat’ta, Amerika Hükümetinin büyükelçisi Urumçi’ye gitti. Yılsonunda, yani 18 Aralık’ta Dışişleri Bakan Yardımcısı Loren Crayner Urumçi’ye gitti ve Bush’un Uygurlar hakkındaki endişelerini tekrarladı. Birçok görüşme gizli yapıldı. 25 Mayıs 2003,te, Çin hükümeti Uygurlarla ilgili Beyaz Ciltli Kitap yayımladı. O gün Bush Moskova’da Peterburg şehrinin kuruluşunun 300 yıllığını kutlama faaliyetine katılıyordu. Hu Jin-tao, Rabia Kadir’i serbest bırakma konusunda söz vermiş olmasına rağmen sözünde durmadı. Ertesi gün Uluslararası Af Örgütü, *Çin’in Beyaz Ciltli Kitabı’nı reddettiğini ifade eden beyanat verdi. 1 Haziran 2003’te, Sıddıkhacı yine Oklahoma’dan acele Washington’a geldi. Bu sefer o, Rabia ile hapiste beraber yatan bir kadının Rabia’nın hastalandığıyla ilgili konuşmasının ses kaydını alarak 8 Haziran günü Dışişleri Bakanlığı’na geldi. Onu Suzan Hanım ve yardımcıları, ayrıca Amerika’nın Pekin Büyükelçisi birlikte karşıladılar. Büyükelçi, Sıddıkhacı’ya: “Benim Pekin’deki faaliyetlerim arasında Rabia Kadir olayı birinci derecede önemli mesele sayılır.” dedi. 11 Ağustos 2003’te, Sıddıkhacı, Amerika Kongresi’nin Çin İşleri Komisyonu’ndaki 9 kişi ile görüştü. Onu buraya İnsan Haklarını Gözetleme Örgütü’nde çalışan bir kız getirdi. Akide tercümanlık yaptı. 280 3 Ekim’de Amerika Kongresi Senatörü Josef Bay don başkanlığında Rabia Kadir’in serbest bırakılmasıyla ilgili 3. kez kanun tasarısı onaylayarak hükümete ve Pekin’e gönderdi. Başkanın imzasıyla yürürlüğe girecek olan bu karar, gerçi formalite gereği Kongre’ye iade edilmiş ise de, başkanın ofisinde dosya olarak kayda geçti. Aradan dört gün geçtiğinde Çin Hükümeti, Sıddıkhacı’nın Urumçi ile olan irtibatını kesti. 9 Aralık’ta, Wen Jiabao Washington^ geldi, Uluslararası Af Örgütü, Uygur, Tibet örgütleri birleşerek Rabia’nın serbest bırakılması talebiyle binlerce kişilik protesto gösterisi düzenlediler. Gösteriye Akide Oklahoma’dan gelerek katıldı. 18 Mart 2004’te, Uluslararası Af Örgütü Washington Şubesi Başkanı T. Kumar Sıddıkhacı’ya telefon ederek bu yıl Cenevre’de insan Haklan Komisyonu toplantısında Çin’in suçlanıp suçlan-mamasının Çin’in Rabia Kadir’i serbest bırakıp bırakmamasına bağlı olduğunu duyurdu., O gün, Urumçi’den Ablikim telefon ederek Nanming Polis Karakolu polislerinin kendisini çağırıp Rabia’yı serbest bırakacağız, Amerika’ya ve kimseye haber vermeyeceksin dediklerini anlattı. Eğer Sıddıkhacı, bu haberi Amerika Hükümetine duyurursa dört gün sonraki Cenevre toplantısında Çin suçlanmaktan kurtulacaktı. Sıddıkhacı ses çıkarmadı. Sonuçta Çin Rabia’yı serbest bırakmadı. Amerika suçlama raporunu sundu, bu rapor gerçi Rusya ve İran gibi ülkelerin vazgeçmesiyle engellenmiş ise de, Amerika bu sefer Çin’in en zayıf noktasından yakaladı. Çünkü raporda Uygurlar için beş sayfa ayrılmış olup Çin hükümetinin Uygur şehirlerine 11 milyon göçmen naklettiği, 1949 yılında Urumçi’de 300 bin Çinli olduğu, o zaman Uygur nüfusu yüzde 80 iken, şimdi Çinli nüfusunun yüzde 80 olduğu gibi hususlar ve Rabia Kadir meselesi yer almıştı. 2004 yılı Ağustos ayının başında Sıddıkhacı çocuklarıyla birlikte Oklahoma’dan Washington’a taşındılar. 23 Eylül’de Rabia Kadir’e RAFTO ödülünün verildiği duyuruldu. Bütün dünyadaki Uygurlar sevince boğuldular, bayram havası estirdiler. Sıddıkhacı ile kızı Akide, 7 Kasım’da düzenlenecek olan ödül verme toplantısına 281 davet edildilerse de, beklenmedik nedenlerden dolayı pasaport işlemlerinin gecikmesiyle Norveç’in Birgin şehrine gidemediler. Toplantıya Uygur örgütü yetkililerinden. Sıddıkhacı çocuklarıyla Washington’daki evinde televizyon aracılığıyla toplantıya katıldı. Sıd-dıkhacı’nın talebine göre, Rabia’nın ödülünün Washington’da verileceği kararlaştırıldı. O gün, Norveç’teki Uygurlar ve Bergen şehir ahalisi gece boyunca meşale taşıyarak gösteri yaptılar ve Rabia Kadir’in serbest bırakılmasını talep ettiler. O gün yine Norveç’in gazete ve televizyon muhabirlerinden beş kişi Sıddıkhacı’nın evine gelerek onu ve çocuklarını ziyaret ettiler. Sıddıkhacı onların sorularına cevap verdi. Muhabirler: “Memleketinizden petrol çıkıyor mu?” “Neden Çin’in sömürgesi oldunuz?” “Tarihteki atalarınızı biliyor musunuz?” gibi soruları sordular. Sıddıkhacı onlara Uygurların kaderini, Yalta Zirvesi’nin genel durumunu anlattı. Bir muhabir ona: “Siz tarihte Avrupa’yı titreten Atilla’nın, Cengiz Han’ın torunlarısınız, biliyoruz” dedi. 2005 yılı Mart ayının başında Rabia’nın serbest bırakılacağı hakkındaki söylentiler çoğalmaya başladı. 10 Mart’ta Amerika Dışişleri Bakanlığı’ndakiler Sıddıkhacı’ya telefon ettiler. Onlar Rabia’nın yakında serbest bırakılacağını, uçak hareket etmeden kimseye söylenmemesi gerektiğini duyurdular. 17 Mart’ta, işte bugün sabah saat 05:00’te, Amerika’nın Pekin’deki Büyükelçisi Sıddıkhacı’ya telefonla uçağın hareket ettiğini bildirdi. “Ah, şimdi tamamen rahatladım؛.” Sıddıkhacı yine bir kez derinden nefes alarak sigarasını yaktı ve saate baktı. 20 bin kilometre mesafe, beş çocukla Rabia orada, beş çocukla ben buradayım. Sekiz yıllık ayrılık, sekiz yıllık yalnızlık, sekiz yıllık hasret, sekiz yıllık mücadele! 282 1 milyar 300 milyon nüfusuyla, binlerce atom bombasıyla, 60 milyon komünisti ile dünyaya hava atan Çin’in 50 yaşını geçen bir Uygur annesinden ne kadar korktuğuna bakın! Amerika’nın önünde onu iki eliyle teslim etmesine bakın! İşte bu mucize, eşsiz güç ve adaletin zaferi, dünyanın sahibi Allah’tir. Ah, Allah’ım binlerce şükürler olsun sana! Sıddıkhacı saatine baktıkça sabırsızlandı ve iki eline iki bayrağı, yani Amerika’nın elli yıldızlı bayrağı ile Doğu Türkistan’ın ay yıldızlı gök bayrağını alarak havaalanına doğru koştu. Rabia Kadir’i alıp Pekin’den Washington’a uçan özel uçak, o gün akşam saat 23:00’de Reagan Uluslararası Havaalanı’na gelip indi. Amerika’nın, Uluslararası Örgütlerin yetkilileri, gazete, televizyon muhabirleri, bayrak, çiçek taşıyan yüzlerce Uygur gözlerinden sevinç yaşı dökerek onu karşıladılar. Sıddıkhacı ile, çocuklarıyla doyasıya sarılıp görüşen Rabia Kadir, kendisine bakan kişilere ve muhabirlere hitap etti: “Kardeşlerim, ben kan içici zalimlerin demir pençesinden sağ salım kurtularak çıktım, ama vatanımızda bana benzer on binlerce siyasi tutuklu hâlâ azap içinde inlemekte, 20 milyon Uygur halkı açık hava cezaevinde can çekişmekte. Onların insanlık hak ve hukuku için, özgürlüğü için, milli bağımsızlığı için yapacağımız mücadele önümüzdedir!„ 2005. EKİM WASHİNGTON DC 283 www.uyghurbahari.org Email: [email protected]