türkiye`de büyüyen cari açık riski

advertisement
* ÖDP Ekonomi Çalışma Grubu Türkiye Ekonomisi Raporu-1
‘Türkiye’de Büyüyen Cari Açık Riski’
TÜRKİYE’DE BÜYÜYEN CARİ AÇIK RİSKİ
Günümüzde emperyalizmin yeni taktiklerinden biri finansal sermaye akımlarıdır. Emperyalist ülkeler sermayeyi finansallaştırarak bağımlı ülkelerin ekonomisinde rantiye peşinde koşmaktadırlar.
Sermaye ihraç eden emperyalist ülkeler finans kapitali çevre ülkelere aktararak kar elde etmekte, bu karı da
ülkelerine geri taşımaktadır. Kaynağın genellikle “sıcak para” dediğimiz kısa vadeli portföy yatırımları biçiminde aktarıldığı çevre ülkeler faiz ödeme yükümlülüğü ile borçlandırılmakta ve finans kapitalin giderek artan
ihtiyaçları neticesinde bu borç yükü gün geçtikçe daha da büyümektedir.
Finans kapitalin spekülatif kar elde etmek için metropol dediğimiz emperyalist ülkeler tarafından çevre
ülkelerin ekonomisine hücum etmesi ile çevre ülkelerde cari açık oluşmaktadır. Metropol-çevre arasında
kaynak- faiz/kar trafiği arttıkça, çevre ülkelerin ekonomileri de daha bağımlı hale gelmektedir. 20. yy’ın son
çeyreğinde neoliberalizmin küresel sermayeye yeni kar olanağını finansallaşma aracı ile sunması, bağımlı ülke
ekonomilerini birer spekülatif rant merkezine dönüştürmüştür. Bu dönüşüm sürecinde ise finansal sermayenin
faiz, kur, borsa üçgeninde kazanç fırsatlarının yaratılması amacı ile bağımlı ülke ekonomilerinde sosyal devlet
tasfiye edilmiş ve işsizlik, yoksulluk gibi kavramlar rafa kaldırılmıştır. Artık sanayileşme ve kalkınmaya dönük
politikaların yerini tamamen uluslararası finansal sermayenin sınıfsal ayrıcalıklarını önemseyen ve rant taleplerini karşılamaya dönük piyasacı politikalar almıştır. Ulusal tasarruflar kalkmış, yerini dış tasarruflara önem
veren teslimiyetçi uygulamalar almıştır.
Türkiye’nin özellikle 1980 sonrası tarihsel sürecindeki dış sermayeye artan bağımlılık süreci de cari açığın
giderek büyüdüğü ve finans kapitale bağımlı bir yapıya dönüşmesi ile gözlenmektedir. Çoğunlukla iktidar
partilerinin “finanse edilebildiği sürece sorun yok” gözü ile baktıkları cari açık, ülkede öncelikle istihdam,
sonrasında da sanayi ve kamu yatırımlarını doğrudan etkilemektedir.
Ülkemiz ekonomisindeki kurgu, dış kaynağın ülkeye çekilmesi amacına uygun bir yapılanma tarzı ile yüksek
reel faizli ve dalgalı kur sisteminde düşük kur sağlanan bir yapıda tutulmakta, ancak bu sayede ülkeye çekilen
dış kaynak akımları ile cari açık finanse edilebilmektedir. Cari açığın finanse edilmesi ise günümüzde daha
yüksek faiz ile borçlanma anlamına gelmekte ve cari açıkta sürekli bir artış ile sonuçlanmaktadır.
Cari Açık Nedir?
Ödemeler Bilançosu veya cari denge bir ülkenin aynası gibidir, ekonominin nasıl yönetildiğini yansıtır. Çok
genel bir tanımı ile ödemeler bilançosu bir ülkenin dış alem/yurtdışı piyasalar ile gerçekleştirdiği iktisadi faaliyetlerin bir bilanço hesabını kapsar. Ödemeler bilançosu dört ana hesaptan oluşur, Cari İşlemler Dengesi,
Sermaye Hesabı, Net Hata ve Noksan ve Rezervler Hareketleri.
Bilanço tanımı ve prensibi gereği Ödemeler Bilançosu genel dengesinin de sıfır olması mecburidir. Bilinen
adı ile cari açık, Ödemeler Bilançosu’nun cari işlemler dengesinde açık vermesidir. İhracat- ithalat dengesinin,
yurtdışı işçi döviz giriş-çıkışlarının, faiz ödemeleri ile kar transferlerinin bulunduğu bu hesap, kısaca ülkenin
dış ticaret dengesi ile döviz gelir- giderlerinin dengesini verir. Bu hesabın açık vermesi, gelirlerin giderleri
karşılamadığı durumdur ve zorunlu olarak borçlanmayı doğrur. Borçlanmanın sağlandığı hesap ise Sermaye
Hesabı’dır. Bu hesap finansal sermaye hareketlerinin oluştuğu, yurtdışı sermayenin giriş-çıkışlarının izlendiği
hesaptır. Alt kalemlerini doğrudan yabancı yatırımlar, finansal portföy yatırımları ve dış krediler oluşturur.
Türkiye’de cari açığın önemli ölçüde finansmanı, yaygınlaşan adı ile “sıcak para” olarak anılan finansal portföy
yatırımlarıdır. Sıcak para doğası gereği ülkeyi net borçlanıcı konumuna getirmekte ve aşağıda ayrıntılı olarak
değinileceği üzere ekonomik kırılganlığı arttırmaktadır.
Türkiye’de muazzam boyutlara ulaşan Net Hata ve Noksan kalemi ise kayıt dışı döviz giriş- çıkışlarını gösterir. Son yıllarda nereden geldiği belli olmayan ve kaynağı hakkında farklı yorumlar geliştirilen bu kalem, cari
açığın finansmanında önemli bir araç olarak kullanılmakta, ekonominin belirsiz kaynaklar ile yönetildiğine
işaret etmektedir.
Son hesap olarak Rezerv Hareketleri de aslında ilk üç hesabın durum özetini vermektedir. Eğer ilk üç hesap
fazla veriyorsa, bu fazlalık Rezerv’lere aktarılır, eğer eksi veriyorsa da Rezervlerde aynı oranda bir azalma meydana gelir.
AKP İktidarında Cari Açık
AKP iktidara geldiği 2002 yılında, 24 Ocak 1980 kararları ve 1998 yılında IMF’ye teslimiyetçiliği sağlayan
Yakın İzleme Planı ile neoliberal politikalar ışığında şekillenmeye başlayan bir ekonomiyi devralmıştır. 2002
yılından bu yana da AKP hükümeti, Türkiye ekonomisi üzerinde neoliberal politikaların baş taşıyıcılığı ile
yapısal değişimleri yaratmakta ve bu değişimler ile Türkiye ekonomisini küresel piyasalarda egemen sermayenin hegemonyası altına sokmaktadır.
AKP’nin ekonomideki bu misyonunda genel olarak yerli sermayenin küresel pazara entegrasyonu, uluslararası
ve yerli finansal semayeye maksimum getiri imkanı, ekonomide kamu payının en aza indirilmesi ve kamu
hizmetlerinin serbest piyasaya havale edilmesi, işgücü piyasasının kuralsızlaştırılarak ve esnekleştirilerek
birer “maliyet” unsuruna dönüşen işgücünün en ucuz hale dönüştürülmesi gibi sıralayabileceğimiz yapısal
değişiklikler yer almaktadır. Nihai hedef ise sermaye birikiminde sıkışan ve yeni karlı alanlar arayan sermayeye
bir yandan finansal rant merkezini oluşturmak ve bir yandan da ucuz işgücü ve ucuz ithal girdiler ile küresel
pazara ucuz üretim olanağı yaratmaktır.
AKP’nin iktidara geçtiği yıl olan 2002 yılından önce 2001’de, emperyalizmin yürütücü kurumları IMF ve
Dünya Bankası misyonerliğinde “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” uygulanmaya başlanmıştı. Özellikle 1990
sonrası sıklaşan krizler periyodunun aşılması, mevcut istikrarsız ve suni büyüme olgusunda oluşacak krizlere
yapısal önlemler alınması maksadı ile 2001’de yaşanan krizin ardından Dünya Bankası’ndan transfer Kemal
Derviş elçiliğinde bu sistem ekonomiye yerleştirilmiştir.
Cari Açık’ta yaşanan tırmanışın en belirgin hali ise bu 2001 yılından sonra incelenmektedir. Bankacılık Krizi
olarak adlandırılan ve hakikatte hızlı bir yapısal sürece gerekçe gösterilen bu kriz sonrasında, IMF ve Dünya
Bankası’nın “reçeteleri” başta Kemal Derviş ardından da iktidarı ele geçiren AKP hükümeti tarafından başarılı
bir şekilde ekonomiye adapte edilmiştir.
Daha önceye gidersek, 1990 yılında bir kararname ile Ödemeler Bilançosu’nda yer alan tüm sermaye hareketlerindeki denetim kaldırılmış, uluslararası finans sermayesine sınırsız sayılabilecek serbestlik kazandırılmıştı.
Böylece Türkiye ekonomisi, küresel alanda rant kovalayan finans kapitalin kısa vadeli akımları ile yabancı
sermayeye bağımlı hale gelmeye başlamış ve ekonomideki mevcut yapıda da reel sektörde yer alan sermaye
yatırımları hızla finansal piyasalarda spekülatif rantlara yönelmeye başlamıştı.
İşte 2001 yılında kurgulanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” da böylesi bir yapının zeminini yapısal hale
getirmek ve kaynak mekanizmasını sağlamlaştırarak oluşabilecek krizlerin önüne geçmeyi amaç edinmiştir.
Yüksek reel faiz ve düşük kur üzerine kurulan bu model, sıkı para politikası ve sıkı maliye politikasının
uygulanmasını da gerekli kılmıştır. Yani Merkez Bankası finans kapitalin baş düşmanı/ amortismanı olan enflasyonun ve düşük kur seviyesinin dizginlenmesini sağlayacak, hükümet ise olağanca gücü ile kamu bütçesinde
tasarruf yapacaktı. Söz konusu bu sistem en başarılı hali ile AKP’de hayat buldu. Daha sonra sistemin geliştirilip
AKP iktidarlığı döneminde “Enflasyon Hedeflemesi” programına da geçişi ile sistemde yapısal değişiklikler
“pürüzsüzce” hayata geçirildi. Merkez Bankası mali piyasalara aktif müdahale yeteneğini kaybederken artık
finans kapitalin rezerv deposu haline gelmiş, hükümet ise kamu bütçesinde tasarruf adı altında tüm kamu
hizmetlerinden sıyrılma ve bu hizmetleri “serbest piyasa” nın güdümüne sokma eğilimine girmiştir.
AKP eli ile yapısal hale getirilen bu sistemde kurgulanan yüksek reel faiz ve düşük kur ülkeyi “istihdamsız”
dediğimiz kalkınma yaratmayan, sosyal refahı ilerletmeyen bir “suni” büyüme sürecine itmiştir. Cari Açık
vererek büyüme diye de adlandırabileceğimiz bu sistem, dışa bağımlılığı derinleştirdiği gibi ülke ekonomisine
de tamamen dış gelişmelere karşı edilgen bir yapı kazandırmıştır.
AKP iktidarı ile yüksek seviyelerde çapa atan cari açık, AKP’nin tüm istihdam politikalarının ve sosyal devlet
anlayışının yansıması olarak karşımızdadır. AKP finansal sermaye girişleri ile yarattığı suni büyüme ortamında,
finans kapitalin artan talepleri ile emek üzerinden sömürü derecesini gün geçtikçe arttırmaktadır. AKP, finans
kapitali besledikçe ülkeye giren yeni finansal kaynak ile de cari açığı finanse etmekte, bu sayede kurduğu bu
sistemin sürdürülebilirliğini sağlamaktadır.
Dış Ticaret Açığı ve İthal Bağımlılık Hastalığı
Cari açığın yüksek seviyelerde kalıcı bir hal almasının en temel faktörü dış ticaret açığıdır.
Dış ticaret açığı kabaca bir ülkede ihracat gelirlerinin ithalat giderlerini karşılamaması, dış ticaret dengesinin
eksi vermesi durumudur. Bu kapsamda dış ticaret dengesinde oluşan açığın nedenlerine bakmak için yapısal
bir dönüşüme uğrayan üretim sürecine/bileşenlerine bakmak yerinde olacaktır.
Üretim sürecinde ithalat bağımlılığı olarak tabir ettiğimiz, üretim değerindeki ithalat bileşenlerinin yüksek
olması durumu, AKP hükümetinin dış talep odaklı politikaları ile son 12 yıl içinde sürekli bir artış eğilimindedir.
Özellikle imalat sanayi de ara mal ve yatırım mallarının artan bir oran ile ithal mallara yönelmesi, toplam sanayii de döviz kuruna ve dış fiyat gelişmelerine karşı savunmasız bırakmış ve dış gelişmeler karşısında kırılgan
bir yapıya itmiştir. Dolayısı ile bu durum sanayi ve istihdam yatırımlarında döviz kurunu da belirleyici bir
unsura dönüştürmüştür.
Küreselleşme ile beraber dünya ekonomisinde bir ortak pazar alanının daha da genişlediği gözlemlenmektedir. Neoliberal politikalar ile emperyalist merkez ülkeler, çevre ülkeler üzerinde IMF ve Dünya Bankası aracılığı
ile gerçekleştirdikleri bir dizi yapısal değişimler eşliğinde yeni üretim biçiminin ağlarını örmektedirler. Artık
ucuz işgücü ile bir ülke tarafından üretilen bir parça, bir sonraki aşamada baska bir ülkeye gönderilmekte, bu
süreç nihai mal ortaya çıkana kadar devam etmektedir. Sermayenin ucuz işgücü ve hammadde arayışı görece
daha az sanayileşmiş, çevre ülkeleri birer üretim çiftliği veya Türkiye gibi üretim taşeronuna çevirmektedir.
Aşağıda yer alan Tablo 1 ve 2’de görüleceği üzere Türkiye’de ara malda ithalat bağımlılığı giderek artmaktadır.
Bu durum ise üretimin maliyet bileşenlerinde yoğunluğu işgücünden hammaddeye veya ara mala doğru bir
kaymaya itmektedir. Tablo 3’de ise bir başka boyutu ile verilen ithalat bağımlılığı, dış fiyat gelişmeleri ve döviz
kuruna karşı edilgen bir yapı kazanan üretim modelinin işgücünde maliyet yönlü bir daralma eğilimini göstermektedir. Ödemeler, tüm faktörlerin durağan olduğunu varsaysak bile sadece döviz kurunda yaşanacak olası bir
artış, işgücüne yapılan ödemeleri anında kısmaktadır. Bu durum dış ticaret açığı riskinin, ülke kararları dışında
dış gelişmelere karşı işgücü gibi yapısal alanlarda oldukça kırılgan ve edilgen etkisini ortaya koymaktadır.
AKP politikaları ihracatçı kesimi ithal girdilerin rekabetçi gücüne karşı koruyamadığı gibi, özel sektörün
tümünde de emeği koruyan uygulamalar geliştirmekten yoksundur. Keza izlediği politikalarla da bunun tersi bir niyette olduğu açıkça görülmektedir. Özel sektörde işgücü maliyetlerinin sermaye lehine olabildiğince
kısılması, işgücünün örgütlü yapısının önüne geçilerek oluşabilecek bir karşı direncin önceden kırılması gibi
AKP’nin açık niyetleri zaten kendisinin de işgücüne karşı faal bir saldırı içinde olduğunu göstermektedir.
Tablo 1 Ara Malı İthalatı Endeksinin Sanayi Üretim Endeksine Oranı
Kaynak: TÜİK
Tablo 2 Ana Mal Grupları İtibarıyla İhracatın ve İthalatın Dağılımı (Yüzde)
Tablo 3 Üretim Maliyet Yapısının Gelişimi
Kaynak:TCMB
Dış ticaret açığının yapısal bir özellik kazandığı ekonomilerde, yüksek dış ticaret açığının istihdam üzerindeki olumsuz etkisi yapılan araştırmalar ile de kanıtlanmıştır. Örneğin Kucera ve Milberg’in 10 OECD ülkesi üzerinde yaptıkları araştırmaya göre dünya imalat sanayi ticaretindeki değişimlerin imalat sanayideki istihdamını
önemli ölçüde azalttığı sonucuna varılmıştır. Aynı araştırmaya göre bu yapı, tekstil, hazır giyim, ayakkabı gibi
emek yoğun sektörlerde ise daha yoğunluklu bir istihdam kaybı yaratmaktadır.
AKP’nin Ekonomik “Büyümesi” Halkı Yoksullaştırıyor
Kaynak : TÜİK
Dış ticaret açığının yüksek seviyelerde demir atması istihdam yatırımlarının önüne geçmekte ve işsizlik sorununu kamçılamaktadır. İstihdamda yatırım kararlarını geri çektiği gibi mevcut işgücü yapısını da değiştirmekte
olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle işgücünde yapısal dönüşümün mimarı olarak tarihte yer kaplayacak AKP
hükümeti, bu politikaların hızlı ve başarılı bir uygulayıcısıdır. Torba yasa ve devamında eklediği işsizlik prim
alma sürelerinin düşürülmesi, kıdem tazminatının kaldırılması, emekli maaşlarının “eşitlik” adı altında aşağı
yönlü revize edilmesi gibi birçok hak gaspının meşruiyet kazandığını görüyor ve tanık oluyoruz.
DİSK tarafından hazırlanan 2010 yılı Sanayide İstihdam ve Reel Ücretler Raporu’nda da işaret edildiği üzere
2008 kriz anında reel ücretlerde en sert düşüşler ithal girdilerin yoğun kullanıldığı sektörlerde görülmüştür.
Dış kaynak Hareketleri – Uluslararası Sermayenin Sömürü Tuzağı
Kaynak: BDDK
Türkiye ekonomisine adeta akın eden uluslararası finansal sermaye girişlerinin çoğunluğunu menkul kıymet
alımları oluşturmaktadır. Yüksek reel faiz sayesinde Türk Lirası cinsinden yatırım araçları, (devlet iç borçlanma
senetleri ve hisse senetleri gibi) gelen bu sermayeye dünya ölçeğinde muazzam bir kazanç fırsatı sunmaktadır.
Türkiye’de finansal piyasaların kuralsızlaştırılmış ve vergilendirme sisteminden de nispeten “temizlenmiş” kazanç cazibesi küresel alanda hızlı hareket etme yeteneğine sahip “sıcak para” dediğimiz bu akımları ülkeye
çekmektedir.
Sermaye Hesabı’nda toplanan bu giriş- çıkışlar ilk etapta cari açığın finansmanında büyük rol oynasa da,
aslında oluşturdukları yapı cari açığın hızlıca daha yüksek seviyelere tırmanmasını sağlamaktadır. Gelen dış
finansal akımlar ile döviz kuru düşmekte ve yukarıda bahsettiğimiz ithalata bağımlı üretim yapısında ithal
bileşenli üretimde itici gücü oluşturmaktadır. Dolayısı ile kur avantajından dolayı “suni” yani istihdamsız bir
büyüme sağlanmakta fakat bu büyüme ithalat yönü ile daha da yüksek bir cari açık yaratmaktadır.
AKP mimarisi ile, temelleri Kemal Derviş, IMF ve Dünya Bankası işbirliğince 2001 yılında atılan düşük
kur - yüksek reel faiz modeli, küresel piyasalarda rant avcılığına çıkmış finans kapitalin kendine rant merkezi kurma çabalarının bir ürünü olmuştur. IMF ve Dünya Bankası kardeşlerin gelişmekte olan ülkeler üzerinde kurguladıkları bu yapıdan Türkiye’de 2001 yılında payını almış, AKP eli ile de tamamen sisteme entegre
olmuştur.
Türkiye’de yaratılan ekonomik büyümenin finansal dış kaynak akımları üzerine kurulması, yüksek cari açık ve
yüksek işsizlik ile sonuçlanmaktadır. Bilindiği üzere istihdam kısa bir süre içinde işsizliğe dönüşebilmekte fakat
tedavisinde uzun süren bir süreç istemektedir. Dolayısı ile sıcak paranın girişi ile kırılganlaşan ve istikrarsızlık
kazanan ekonomik modelde krizler daha sert ve derin bir şekilde istihdam üzerinde hissedilir. Burada en yakın
örnek Türkiye’nin edilgen bir şekilde etkilendiği ama daha derin yaşadığı 2008 krizidir.
1970’lerden itibaren sanayi işletmelerinde gerileyen karları, finansal/spekülatif yani risk ve beklentinin
oluşturduğu karlar ile gidermeye çalışan sermaye, derinleşen finansallaşma ile şişirdiği balonunu Amerika
ekonomisinde patlatmış ve tüm dünyaya yaymıştır. Bu krizden en çok etkilenen ülkelerin başında da Türkiye
gelmektedir. 2008 krizini bir yıl rötarlı olarak yaşayan Türkiye ekonomisinde krizin etkileri finansal sermayenin çıkışı ile başlamış, reel sektörde de döviz kuru ve borçlanmaya bağlı olarak bir şok etkisi yaratmıştır. Tüm
makro büyüklüklerin, üretim ve istihdam başta olmak üzere, dip seviyelere ulaşması kriz ile başlayan bu şokun
kalıcı bir sorunlar bütününe dönüşmesi ile günümüzde de devam etmektedir.
2008 Krizinden kısaca bahsetmek gerekirse, Amerika merkezli başlayan, finansallaşmanın sürdürülemeyeceğini
ve sonunun mutlak bir kriz olduğunu kanıtlayan bir krizdir.
Her “büyüme”nin iyi bir büyüme olmadığının bir kanıtı olan finansal sermaye girişlerine dayalı bir büyüme
modelinin istihdam üzerindeki etkisi detaylı incelendiğinde oluşan tablonun emek yönünden oldukça tehditkâr olduğu da açık bir şekilde görülmektedir.
Aşağıdaki tablonun da gösterdiği gibi, 2008 krizi en derin etkisini istihdam üzerinde göstermiştir. 2008
yılında yüzde 10 seviyelerinde olan işsizlik oranı 2009 yılında bir anda yüzde 14’lere ulaşmış (gizli işsizlik
yüzde 18) ve bugün 2011’de bile kriz öncesi seviyelere ulaşamamıştır. AKP’nin istihdam politikasında da geçici
işçiliğe yöneldiği ve gün geçtikçe geçmiş kazanımlarını kestiği bir süreçte yüzde 14’lerden yüzde 11’e düşürdüğü
işsizliği ise bir “başarı” olarak saymakta, böyle lanse etmektedir.
İstihdam Değişim
Milli Gelir Değişim
YIL
İşsizlik Oranı (%)
200610,2
200710,3
200811
200914
201011,9
YIL
2007
2008
2009
2010
Sabit Fiyatlarla
GSYH yıllık değişim (%)
5
1
-5
9
2008 krizinde finansal sermaye çıkışlarının bir diğer etkisi de milli gelir ve cari açık üzerinde görülmektedir.
Burada da krizin etkisini diğer ülkelere göre daha derin yaşamış olan Türkiye ekonomisi, bugün bu dip seviyeleri baz alıp büyüme rakamları üzerinden de açık bir rant sağlamaktadır.
Sonuç:
Cari Açık Finansal Sermayenin Tahakkümüne İzin Veren
Bağımlı Ülkelerde Bir Kapitalist Sistem Hastalığıdır
Sürekli ve yüksek seviyelerde cari açık veren bir ekonomi, Marks’ın 150 yıl önceden bizlere ilettiği “kapitalizmin sürekli istikrarsızlıklara mahkûm bir sistem” öğretisinin somut bir örneği, finansal sermayenin tahakkümüne izin veren ülkelerde bir kapitalist sistem hastalığıdır. Bu hastalık, ülke kaynaklarını sermayeye
pompalayan bir sistemde kansere dönüşmekte ve öldürücü etkisini ise en başta emekçi kitleler üzerinde göstermektedir.
Cari açık veren ekonomilerde sıkı maliye politikası çerçevesinde kamu tasarrufu ön plandadır. Yüksek faiz
ödemeleri neticesinde kamu giderlerinin büyük ölçüde kısılması, gelirlerin ise çeşitlendirilerek arttırılması
hayatidir. Bu çeşitlendirme, çoğu zaman halkın üzerinde vergilerin çeşitlendirilmesi şeklinde olup, halkın gelirinin artan oranlarda sermaye kesimi için kamu bütçesine aktarılması ile sonuçlanmaktadır.
Kamunun sosyal devlet rolünü tamamen tasfiye ederek bütçesini, refah devleti kavramını tasfiye ederek
eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemleri gibi toplumsal kalkınmaya dönük yatırımlardan arındırarak finans
kapitalin yüksek faiz “rüşvetine” yoğunlaştırması bu sistemin bir parçasıdır.
AKP’nin yarattığı ekonomik “büyüme” cari açık yaratan bir model üzerine kuruludur. Cari açığın ekonomide
varlığı ise dış kaynak bağımlılığını yaratmakta, makro dengeleri de bu bağımlılık ilişkisi ile kurmaktadır. AKP,
sürekli bir işsizlik üreten, gelir adaletsizliğinin uçurumlaştığı ve yoksulluğun toplum içinde daha da yayıldığı
bir “büyüme”yi süreklileştirmektedir. Böylesi bir yapıda emeğin kazanımlarının her geçen gün yok edilmesi,
sistemin işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü oranının katlanarak arttırıldığı görülmektedir.
AKP’nin dışa dönük ekonomik yapısında ithal girdi bağımlılığı ile yeniden yapılandırılan üretim yapısı, ülke
sanayisini finansal piyasalarda spekülatif fiyatlanan döviz kurunun vicdanına bırakmaktadır. Uluslararası sermayenin adeta bir kumarhanesi konumuna gelen finansal piyasaların reel sektörde oluşturacağı bir daralma
ise işsizlik gibi yapısal sonuçlar doğurmaktadır. Türkiye bunu özellikle 1980 sonrası yaşadığı krizler ile sıklıkla
yaşamaktadır.
Emekten sermaye çevrelerine sürekli bir kaynak aktarımını gerektiren AKP’nin “büyüme” modelinde,
oluşturulacak örgütlü ve güçlü bir emek cephesi ise bu sisteme karşı geliştirilebilecek en etkili silahtır. Bu
hatta örülecek güçlü ve örgütlü bir mücadelenin, makro politikalar üzerinde de bir karşı direnç noktası
oluşturacağı kaçınılmaz olacaktır. Bu sayede AKP’nin sermayeye kaynak yaratan istihdam paketlerindeki
güvencesizleştirme ve esnekleştirme saldırılarına karşı bir mücadele geliştirilirken, aynı zamanda makro çerçevede de ithalatın önünü kesici ve yerli üretimde özendirici, sıcak para hareketlerinde kısıtlayıcı ve denetimci
bir yönetim anlayışının hâkim olduğu değişimler zorlanmalıdır.
Download