SD OCAK 2014 DERGI.indd - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
sunuş
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Başkanı
Yeni Türkiye’ye Pusu
Yeni yıla yeni sayımızla merhaba diyoruz. Yeni yılın hepimize, ülkemize, dünyamıza hayırlar getirmesini diliyoruz. Yaşamakta olduğumuz, görünürde şerden başka
bir şey görmediğimiz olayların hayra dönüşmesini de
diliyoruz. Muhakkak ki, fani ufkumuzla şer gördüğümüz
bir çok şeyde büyük hayırlar olabilir.
17 Aralık’ta geride bıraktığımızı düşündüğümüz darbe
teşebbüsü bambaşka aktörler marifetiyle ve yepyeni bir
stratejiyle boy gösterdi. Görünürde yolsuzlukla mücadele gibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir masumiyetin
arkasına saklanarak geldi darbe teşebbüsü. Darbenin
darbe olduğunu aslında herkes görüyor da, bu darbenin, bütün darbelerde olduğu gibi, destekleyenlerinde
daha büyük bir özgüvene yol açtığı görüldü. Çünkü
yolsuzluk ve rüşvetle mücadele hiç mazeret gerektiren
mücadeleler değil ve gerekçelerinin sepetinde rahatlıkla
herkesi vurmaya yetecek kadar cephane bulunur. Çamuru yapıştırmaya görün, gerisi nasılsa medya desteği
ve kampanyalarla gelir.
Yolsuzlukla mücadele kuşkusuz karşı çıkılması bile düşünülemeyecek bir şey, ama ya yapılan bu mücadelenin
kendisi bir sürü yolsuzlukla yüklenmişse. Ya hedef gerçekten yolsuzlukla mücadele değil de, birilerine atılan
çamurla başka birilerinin vurulmasıysa? Veya bu yolla
oluşturulan imajla Türkiye’nin tam bir yolsuzluk sarmalında olduğu izlenimi yaratılarak Türkiye çökertilmeye çalışılıyorsa? Buysa eğer, hedefe çoktan ulaşıldı ve doğru
olduğu kabul edildiğinde bile, yakalandığı iddia edilen
yolsuzluğun devede kulak kaldığı büyük bir zarara uğratıldı bile bütün ülke.
Yapılan operasyonun daha şimdiden maliyeti 100 milyar doları aştı. Daha önemlisi de Türkiye’nin maruz kaldığı itibar kaybı ülkemizin nasıl bir güvenlik riskiyle karşı
karşıya olduğunu gösteriyor... Belki bu yüzden bu tür
operasyonların değerlendirmesini hukukun çok daha
büyük bir sorumluluk duygusuyla yürütmesi gerekiyor.
Aksi takdirde sistemin kendini koruma içgüdüsüyle hareketi kendini yok etme riskini de üretebilir.
Nitekim, gündemdeki operasyon sistemin usulüne uygun yapılmadığı için, sistemin koruma kurallarını da aşmış ve ülke için ciddi bir risk alanı oluşturmuştur. Siyasi
unsurlar sistemin boşluklarını değerlendirerek siyasi bir
hamle yapmışsa, sistemin kendini korumak için siyasi
bir performanstan başka bir koruma alanı kalmamış demektir. O yüzden özü itibariyle siyasi olan ama yargıyı
kullanan bu operasyona karşı cevabın da siyasi olmak
zorunluluğu var. Konunun hukuk alanına çekilmesi,
zaten pusu kurulmuş bir alanda bocalamak anlamına
geliyor. Pusu orada kurulmuştur; o pusuya başını eğerek gitmenin bir erdem olduğu kandırmacasına kimse
inanmamalı...
Kim ne derse desin, 17 Aralık operasyonu Sarıkız ve
Ayışığı’nın, Balyoz’un, 27 Nisan e-muhtırasının, 7 Şubat
ve Gezi darbe teşebbüslerinin hizasına yazılıyor, neticesinin de bütün bu teşebbüslerin sonuçlarından farklı
olmayacağı anlaşılıyor. Çünkü siyasetin siyaset dışı yollarla dizayn edilmesine karşı halkımızın şimdiye kadar
sergilediği refleks bugün körelmiş değil, çok daha canlı
olduğunun işaretlerini veriyor.
Memleketin içinde uyumuş darbeci hücrelerin bir anda
harekete geçerek ne kadar büyük çaplı bir saldırı başlatabiliyor olduğunu görmek, memlekete sahip çıkmak
gerektiği duygusunu daha fazla besliyor. O yüzden
önümüzdeki günlerin bir yeniden istiklal mücadelesine
sahne olması mukadder görünüyor.
Bu sayımızdaTürkiye’ye karşı kurulmuş olan bu pusuya
ve bu pusuya karşı mücadeleye yer vermeye çalıştık.
Görünen o ki, bu konu uzunca bir süre gündemde kalacağa benziyor. Ama Türkiye ve Dünya gündemine dair
diğer konular da ihmal edilmedi. Ufuk açıcı ve katkı sağlayıcı okumalar diliyoruz.
icindekiler
STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 50 • Ocak 2014
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Yasin Aktay
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Alper Tan
Orhan Miroğlu
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Prof. Dr. Doğu Ergil
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Doç. Dr. Osman Can
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Faik Tarımcıoğlu
Sinan Tavukçu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
6
Yeni Türkiye’nin Yeni Darbecilerine
Karşı Yeniden İstiklal Mücadelesi
42
Mısır: Devrim, Darbe ve Yıkıcı Kaos
Doç. Dr. Ahmet Uysal
76
Prof. Dr. Yasin Aktay
16
21
Yeni Türkiye’de
Yeni Vesayete Hayır!
Serkan Şahin
46
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve
Anayası Tartışmaları Gölgesinde Mısır
Aydın Bolat
Öner Buçukcu
Mısır ve Türkiye’deki
Darbeci Müslümanlar
Türkiye-Irak-Bölgesel Kürt Yönetimi
Arasında Enerji Diplomasisi
50
Alper Tan
24
İktidarın Bitmeyen Görevi
Vesayetle Mücadele
79
İhracatta Kırılan Rekorlar
500 Milyar Dolar Hedefi
Dr. M. Levent Yılmaz
96
Küresel Projelere Küresel Darbe
98
2013’te İç Siyaset
53
İki Güç Arasında Ukrayna
56
Viktor Yanukoviç
ve Ukrayna Muhalefeti
Zeynep Songülen İnanç
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
26
Son Operasyon Neyin Parçası?
Prof. Dr. Talip Özdeş
Yeni Türkiye Kurulurken
36
Çözüm Süreci’ni Engellemeye
Yönelik Provokasyonlar
Dr. Murat Yılmaz
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
58
Asya Pasifikte Gerginlik
2013’ten 2014’e Dış Politika Panoraması:
Değişen Küresel ve Bölgesel İttifaklar
Denkleminde Türkiye
Doç. Dr. Erkin Ekrem
Prof. Dr. Birol Akgün
64
Abdülkadir Molla mı
Yoksa Hukuk mu Katledildi?
100
Fuad Shahbazov
30
Alper Tan
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Bülent Orakoğlu
86
Dr. Selman Öğüt
91
Terör ve Şiddete Karşı İslam’ın
Yaklaşımı
Prof. Dr. Ali Şafak
105
2013’te Savunma ve Güvenlik
Küreselleşme Çağında Demokrasiye
Tehditler: Avrupa’da Irkçılık,
Yabancı Düşmanlığı ve İslam
Karşıtlığı Çalıştayı
108
2013 Yılının İnsan Hakları Açısından
Değerlendirilmesi
68
Hasan Ruhani Kimdir?
70
Ermenistan’la Normalleşmeyen
İlişkiler
SDE Haber
Mehmet Fatih ÖZTARSU
Ortadoğu’da Geleceğin
İnşasında Kürtler Çalıştayı
Sinan Tavukçu
Fotoğraflar
AA, Cihan, ShutterStock
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden
izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve
yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik
Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini
yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü
temsil etmemektedir.
Türkiye’nin Komşu Coğrafya ve
Enerji ile İmtihanı
72
Türk Dış Politikasında Orta Asya’nın
Anlamı: Nedir? Ne Olabilir ?
Doç. Dr. Murat Çemrek
92
SDE Haber
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Selvet Çetin
Yeni Türkiye’nin Yeni Darbecilerine
Karşı Yeniden İstiklal Mücadelesi
Prof. Dr. Yasin Aktay
Yeni Türkiye’de Yeni Vesayete Hayır!
Aydın Bolat
Mısır ve Türkiye’deki
Darbeci Müslümanlar
Alper Tan
İktidarın Bitmeyen Görevi
Vesayetle Mücadele
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
Son Operasyon Neyin Parçası?
Prof. Dr. Talip Özdeş
Yeni Türkiye Kurulurken
Dr. Murat Yılmaz
Çözüm Süreci’ni Engellemeye
Yönelik Provokasyonlar
Bülent Orakoğlu
İÇ POLİTİKA
YEN TÜRKYE’NN
Yen Darbeclerne Karşı Yenden
İSTİKLÂL MÜCADELESİ
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Başkanı
Başa mı Döndük?
17
Aralık 2013 tarh tbaryle Türkye yen br darbe
türüne tanık oldu. Hayl uzun br darbeler tarhne
sahp Türkye’nn darbe çeştllğ bakımından da
yeternce zengn olduğu söyleneblr. Ancak bu seferknn gerçekten br başka olduğunu kabul etmek gerekyor. Başsavcısından habersz, aylar süren olağanüstü br gzllkle br savcının
yürüttüğü br soruşturma hükümetn en tepesn hedef almış
ve onu ndrmey kafaya koymuş gb harekete geçmş oldu.
Darbe bu sefer en masum, en sempatk yanıyla kendn ortaya
koydu: Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele. 11 yıldır hç br seçmle
devrlemeyen ve hükümet performansı dolayısıyla yarattığı
memnunyet sebebyle önümüzdek seçmlerde de devrlmes
mümkün görünmeyen hükümete karşı lk anda alıcısı hazır,
satışı ve tasvb garant br tham bu. Br savcının usulsüz de
olsa başlattığı br soruşturma, dell görüntüler y uydurulduğunda ve lk usul engellern fl durum yaratılarak atlattığında zaten yansımaları engellenemeyecek br hal alır. O saatten
sonra kmse, bu soruşturmanın hang usullere göre başlatılmış
olduğuna ve delllern doğru olup olmadığına da bakmaz...
6
OCAK 2014
OCAK 2014
7
Bugün tarhmze artık 17 Aralık dye br darbe teşebbüsü daha yazılmıştır. Bu darbe de dğerler gb
meşru hükümet gayrı meşru yollarla devrmey amaçlamış, bunun çn düzmece br dz bahane üretmş, bu
bahanelern geçerllğn spatlamak çn kendne bağlı medya brlklernn marfetyle hakkat en ğrenç
şekllerde çarpıtarak, önce gerçeklere hanet etmş ve tab bu esnada da fena halde enselenmştr.
Seçimlere doğru gidilirken, adayların da ilan edilmesinin ardından, 13 ay önce başlatılmış ve aylar önce
tamamlanmış bu soruşturmanın savcısının, alenen
hükümeti hedef alması, konunun bir yolsuzluk ve
rüşvet olmadığını yeterince gösteriyor. Savcıları harekete geçiren ve yönlendiren saiklerin bu arınma
duygusu olmadığı, esasen 7 Şubat 2011 tarihinden beri yaşanan bir gerilimin bir halkası olmasından ayan beyan ortada. Doğrusu daha ilk etapta
MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın Oslo görüşmeleri
dolayısıyla savcılıkla ifadeye çağrılması ile 17 Aralık
arasında niyet ve hedef itibariyle tam bir süreklilik
var. O gün de Hakan Fidan yoluyla hedeflenen başbakandı ve savcı yetkisi olmadığı halde başbakanın görevlendirmiş olduğu müsteşarını tam da işini
yapıyor olmaktan dolayı ifadeye çağırıyordu, üstelik
başbakan ameliyat için hastaneye kapanmışken.
17 Aralık operasyonu ile de bazı bakanların oğullarının gözaltına alınmasıyla başlayan operasyonun
bir sonraki adımının doğrudan başbakanın ailesi olduğu görüldü.
Türkiye 11 yıldır hem demokratikleşme hem de
ekonomik bakımdan sürekli bir büyüme trendi içindeyken, bölgede önemli bir uluslararası güç haline gelmişken Türkiye savcılarının bu hareketinin
Türkiye’ye maliyeti daha bu aşamada bile yüz milyar doları aşmış bulunuyor. 2071 yılını öngörmeye
çalışan ve bunun hesaplarını yapan Türkiye’nin, görünürde yolsuzluğa karşı mücadele gibi masum bir
kapıdan böyle bir saldırıya maruz kalması, güvenlik
değerlendirmelerinin ne kadar karmaşık bir hale
gelmiş olduğunu yeterince anlatıyor olmalı. Gözünü karartmış bir savcının isterse Türkiye’yi bir anda
allak bullak edebilecek bir imkana sahip olabilmesi,
hiç kuşkusuz, her şeyden önce Türkiye için ciddi bir
güvenlik riskini işaret ediyor.
Oysa Daha Sadece Bir Ay Önce Neler
Konuşuyorduk?
17 Kasım tarihinde, Diyarbakır’da Başbakan Erdoğan ile Mesut Barzani’nin bir araya gelmesiyle
8
OCAK 2014
gerçekleşen muhteşem buluşmanın bölgede bütün
dengeleri değiştirmeye aday olduğunu yazmıştık.
Konu tabii ki basit bir buluşmadan ibaret değildi.
Bu buluşma aynı zamanda Kuzey Irak petrolünün
pazarlanmasıyla ilgili önemli anlaşmalar ve bundan
doğacak para akışının düzenlenmesi de vardı.
Bu buluşmanın ışığında bundan sonra sadece Kürt
sorunu değil aynı zamanda bölgenin bütün unsurları için daha olumlu yeni bir geleceğin habercisi olduğunu da yazmış, ama şunu da eklemiştik:
“Ancak bu kazançlardan kendilerine kayıp ihtimalleri çıkaracak aktörler de vardır. Bu aktörlerin neler yapacakları, nasıl bir tepki ortaya koyacaklarını
öngörmeye çalışmak da lazım. Önümüzdeki günler,
muhtemelen bu yan gelişmelerin ihtimalden gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceğinin değerlendirilebileceği günler olacaktır.”
Aradan sadece bir ay geçti. 17 Aralık’ta İstanbul’da
gerçekleştirilen operasyon o ihtimalin gerçeğe dönüştüğü büyük bir saldırı olarak gerçekleşti. Kuşkusuz olayın uluslararası bağlamına bakmak istersek; Mavi Marmara’ya, hatta 2009 yılı Davos toplantısındaki “one minute” çıkışına, oradan da Mavi
Marmara’ya kadar uzanan bir nedenler zincirine
ulaşırız. Davos ve Mavi Marmara günlerinden beri
bunun intikamıyla Türkiye’yi İsrail’in dışında tehdit
eden geniş bir kalabalık görüyoruz. Bu kalabalık
koronun arasında Hocaefendi’nin otorite iznine atıf
yapan uyarısının basit bir uyarıdan öte ciddi bir ittifakın sinyallerini taşıyor olduğu bilhassa MİT müsteşarlığına karşı yürütülen kampanyalar yüzünden
giderek gizlenemez hale gelmişti. Ama intikam alınması gereken Tayyip Erdoğan’ın demokrasi yoluyla
hiç bir açık vermiyor olması, her geçen gün toplum
nezdindeki sempatisini daha fazla kökleştiriyor olması, başka tedbirler almayı gerektiriyordu.
Birileri şu Tayyip Erdoğan’ı durdurmalıydı. Ama
Erdoğan’ın yönettiği ülke her geçen gün daha da
büyüyor, güçleniyor, bölgede ve dünyadaki etkin-
liği daha da artıyor. Kanal İstanbul projesini kuru
bir seçim vaadi olmanın ötesine taşıyor, uygulamaya kalkıyor, İstanbul’a 3. Havaalanını, 3. Boğaz
köprüsünü yapmaya kalkıyor. IMF’ye olan müzmin
borcunu bitiriyor bir de IMF’ye borç vermeye kalkıyor. Yetmiyor bir de bölgede Irak’la, İran’la ve diğer
komşularla kendi başına işler yaparak bütün İslam
dünyasına, hatta başka ülkelere kötü örnek oluyor,
bastırılan ülkelere ve halklara umut oluyor.
iyi seçilmiş bir yoldu. Yoksa operasyonun kendisinden daha büyük bir yolsuzluk olamaz. Seçilen bu
yol bile operasyonun içerdiği yolsuzluğun, kuralsızlığın, saldırganlığın sadece ne kadar büyük çaplı
olduğunu gösteriyor. Teknik takibi aylar önce bitmiş
ve birbiriyle alakasız birkaç soruşturmanın seçimlere yaklaşıldığı bir zamanda bu sansasyonel vurguyla
operasyona dönüştürülmesinden daha âlâ bir yolsuzluk mu olur?
Onun daha önceki performansıyla verdiği bu umutlar Arap Dünyasında bahar dalgaları yarattı zaten,
toparlamak için Batılılar öne sürdükleri bütün değerlerden vazgeçmek, hiç bir şekilde savunulamayacak askeri darbelere destek olarak durdurmak
zorunda kaldı. O yüzden başbakanı, aslında onun
üzerinden Türkiye’yi cezalandırmak veya geriletmek
için eldeki enstrümanlar birer birer tüketiliyor, geriye
sahaya sürülebilecek en son kozlar kalıyordu.
Esasen, amaç gerçekten pekala en ideal demokrasilerde bile olabilecek bir yolsuzluk ve rüşveti ortaya
çıkarmak ve suçluyu yakalamaksa, bunu yapmanın
bin bir çeşit yolu vardır. Bunu hükümete karşı tahrip gücü yüksek parça tesirli bir hale getirmek bu
yollardan bir yol değildir. Hele olayla ilgisi olmayan
unsurların etkileneceği, zarar göreceği bir operasyon yapmanın nedenleri ve sonuçları üzerinde iyice
düşünmek gerek. Yapılan operasyonun daha şimdiden maliyeti hem Türkiye’nin ekonomisi üzerinde
100 milyar doları aşkın bir maddi kayıp ama daha
önemlisi de Türkiye’nin maruz kaldığı itibar kaybı
olmuştur. Belki bu yüzden bu tür operasyonların
değerlendirmesini hukukun çok daha büyük bir so-
Yolsuzlukla Mücadele veya Yolsuz Darbecilerin
İktidar Mücadelesi
Operasyonun yolsuzluk ve rüşvetle ilgili boyutu tabii
ki sadece etkisini, tahrip edici gücünü artırmak için
OCAK 2014
9
17 Aralık darbe teşebbüsünde cansperane öne atılanlar bell k Erdoğan’sız ve Ak Part’sz br
Türkye’nn olablrlğn görmüşler. Brler onlara böyle br Türkye smülasyonu göstermş olablr.
O yüzden hçbr ahlak ve yasal sınır tanımadan yüklenyorlar.
Cemaatin Yıkıcı Stratejisi
Bu arada, 17 Aralık darbe teşebbüsünde cansiperane öne atılanlar belli ki Erdoğan’sız ve Ak Parti’siz
bir Türkiye’nin olabilirliğini görmüşler. Birileri onlara
böyle bir Türkiye simülasyonu göstermiş olabilir. O
yüzden hiçbir ahlaki ve yasal sınır tanımadan yükleniyorlar.
rumluluk duygusuyla yürütmesi gerekiyor, tam da
bundan dolayı bu tür operasyonlarda aslında yargı
bürokrasisinin kendi tedbirleri vardır. Bu tedbirler
tam da bu tür kazalara karşı ülkeye zarar gelmemesi için sigorta görevi görür. Aksi takdirde sistemin
kendini koruma içgüdüsüyle hareketi kendini yok
etme riskini de üretebilir.
Ne var ki, gündemdeki operasyon sistemin usulüne
uygun yapılmadığı için, sistemin koruma kurallarını
da aşmış ve ülke için ciddi bir risk alanı oluşturmuştur. Siyasi unsurlar sistemin boşluklarını değerlendirerek siyasi bir hamle yapmışsa, sistemin kendini
korumak için siyasi bir performanstan başka bir
koruma alanı kalmamış demektir. O yüzden özü
itibariyle siyasi olan ama yargıyı kullanan bu operasyona karşı cevabın da siyasi olmak zorunluluğu
vardır. Konunun hukuk alanına çekilmesi, zaten
pusu kurulmuş bir alana çekilmek anlamına geliyor.
Pusu orada kurulmuştur ve o pusuya başını eğerek
gitmenin bir erdem olduğu kandırmacasına kimse
inanmamalı.
Yargı tabii ki hükümetten bağımsız hareket eder ve
tabii ki, suçu işleyen kim olursa olsun tepesine biner, ama yargı, hakimiyle, savcısıyla, suçu işleyen
kişiye bile düşmanca bir tutum sergileyemez. Savcının soruşturduğu insanların sadece aleyhine olanı
değil lehine olanı da değerlendirmek zorunda ol-
10
OCAK 2014
masının hikmeti budur. Hele başbakana düşmanca
bir tutum içinde hiç olamaz. Oysa bu olayda hedefi
doğrudan başbakan olan bir saldırı görüntüsü var
ve tam da bundan dolayı hiç kimse bunun bir yolsuzluk ve rüşvet operasyonu olduğuna inanmıyor.
Operasyon ekibinin içinde yer alan medya ne anlatırsa anlatsın bu olay Sarıkız ve Ayışığı’nın, Balyoz’un,
27 Nisan e-muhtırasının, 7 Şubat ve Gezi darbe teşebbüslerinin hizasına yazılıyor. Bu yeni teşebbüste yer alan aktörler ve yer aldıkları ittifakın sürpriz
keyfiyeti darbecilerin hile ve desiselerinin sadece ne
kadar büyük olabildiğini anlatıyor.
Hatırlatalım ve uyaralım: Bu, karşısında sürekli
yenilmeye bir türlü doyamadıkları, hezimete uğramaktan bir türlü usanmadıkları Başbakan Erdoğan’ı
daha fazla güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Şimdiye kadarki bütün darbe teşebbüslerinin
akabinde hep aynı şey oldu: Halk Erdoğan’a yönelen tehdidi kendi üstüne alıyor. Erdoğan’ın şimdiye
kadar girdiği bütün kavgalar, halkın kendini onunla
haklılık ve iyilik temelinde özdeşleştirmesini sağlamıştır. Bu sefer saldırının yolsuzlukla mücadele gibi
masum bir kılık içinde gelmiş olmasının da bir şeyi
değiştirmeyeceği anlaşılıyor. Operasyon sonrası
başbakanın gittiği her yerde karşılanırken sergilenen coşku bunun en iyi ifadesi.
Ortalık sakinleşince neler kaybediyor veya kaybettiriyor olduklarının hesabı daha iyi görülecektir.
Böyle bir kavgaya temsil ettikleri değerler adına
giriyor olduklarını söyleyemeyecekler, çünkü daha
bu kavgaya girerken ilk ihanet ettikleri o değerler
oluyor. Kuşkusuz daha sonra bu kavgada kimden
ne ummuşlarsa onunla baş başa kalacaklardır. O
baş başa kaldıkları yola çıkarkenki refikleri olmayacak, bu şimdiden belli olmuş oldu. Ancak o esnada onlarla nasıl bir arada beraber yaşayabilecekleri
de şimdiden merak konusu hale gelmiş bulunuyor.
Çünkü şimdiye kadar kıyasıya düşmanlık ediyor
göründükleriyle aralarına girmiş bulunan husumeti
atlatmaları kolay olmasa gerek. Bir açıdan bakıldığında bu yeni siyasal tutumun bir tür çılgınlık olduğu
da görülüyor. Belki bir öfke anında, bir patlama olarak hiç bir şey görülmeyebilir. Oysa bu operasyonların çok önceden hazırlığı yapılmış bir stratejik akla
dayandığı anlaşılıyorken bunca hazırlığın bir intihar
saldırısı çılgınlığına boca edilmesi şimdilik anlaşılmayan tek tarafı bu işin. Birilerine kendilerini şirin göstermek üzere yürütülen, son derece sabırlı ve ısrarlı,
kamu diplomasisinin mantığıyla hiç bağdaşmayan
bu son tavırların öfkeyle kalkanın zararı olarak geçiştirilmesi herhalde mümkün değil. O halde geriye
ne kalıyor?
Birileri tarafından bunca sabırla sağlanmış birikimin
kiralanmış olması ve hoyratça kullanılıyor olması bir
ihtimaldir. Hocaefendi’nin Amerika’da bulunuyor
olması bu yöndeki açıklamaları bir nebze olağan
ihtimal olarak karşılamayı sağlıyor. Cemaatin hükümete karşı son çıkışı, önceden hazırlığı ve istihkamı
yapılmış bir stratejiye dayanıyor olsa da bu strateji
yapıcı değil yıkıcı bir strateji. Bu yıkımın üzerine ne
inşa edilebilir? Cemaat açısından da bunun cevabının olduğunu sanmıyorum. Şayet bu yıkımın üzerine
kendi saltanatını müstakbel müttefikleriyle inşa edebileceğini düşünüyorsa, bu, şimdiye kadar yürütülen kamu diplomasisiyle de, küresel performansla
da hiç bir şekilde telafisi kabil değildir.
Şecaat Arz Ederken Darbesin Söyleyenler
Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele üzerinden bir güç
ve gövde gösterisi yapma, şecaatini ele güne arz
etme zehabına kapılan illegal yapılanma, şecaatini
arz ederken sirkatini de ifşa etmiş oldu.
Yolsuzlukla mücadele eden birimin kendisi bir yolsuzluk mantığıyla hareket ediyorsa, hiç bir meşru
dayanağı ve yetkisi olmadığı alanlara fütursuzca giriyorsa, ortaya çıkaracağı yolsuzluğun toplumsal temizlenmeye değil daha fazla kirlenmeye yol açacağı
gün gibi açıktır. Meşru iktidara karşı bir darbe yapıldığında, bu darbeyi harekete geçiren yanlışlıklar ne
olursa olsun, askeri darbenin kendisi bir cürümdür,
bir ahlaksızlık, bir tecavüzdür. Zaten uydurduğu bahaneler sayesinde kendisine yeterince halk desteği
bulamamış bir askeri darbe olmamıştır.
Bugün tarihimize artık 17 Aralık diye bir darbe teşebbüsü daha yazılmıştır. Bu darbe de diğerleri
gibi meşru hükümeti gayrı meşru yollarla devirmeyi amaçlamış, bunun için düzmece bir dizi bahane
üretmiş, bu bahanelerin geçerliliğini ispatlamak için
kendine bağlı medya birliklerinin marifetiyle hakikati en iğrenç şekillerde çarpıtarak, önce gerçeklere
ihanet etmiş ve tabii bu esnada da fena halde enselenmiştir.
7 Şubat darbe teşebbüsü başbakan hastayken MİT
Müsteşarını ifadeye çağıran savcılar marifetiyle yapılmıştı. Bir ülkenin bütün güvenlik sırlarını ve sorumluluğunu elinde tutan bir insan, bir savcının ifadeye
çağırması mesafesinde dokunulabilir olduğunda, o
yargının bağımsızlığı adına ancak kullanılışlı aptallar
gurur duyar. Buna rağmen bu darbe teşebbüsü bir
savcının haddini bilmezliği olarak geçiştirilebilirdi
ama aynı yayın grubunun bütün elemanlarıyla ve ıs-
OCAK 2014
11
Operasyon ekbnn çnde yer alan medya ne
anlatırsa anlatsın bu olay Sarıkız ve Ayışığı’nın,
Balyoz’un, 27 Nsan e-muhtırasının, 7 Şubat ve Gez
darbe teşebbüslernn hzasına yazılıyor. Bu yen
teşebbüste yer alan aktörler ve yer aldıkları ttfakın
sürprz keyfyet darbeclern hle ve desselernn
sadece ne kadar büyük olabldğn anlatıyor.
rarla bu hadsizliği savunmaya geçmeleri darbenin,
resmen üstlenilmiş olduğunu gösterirken, faili meçhul kalmamasını sağlamış oldu.
Sivil Toplum ve Devlet İçinde Örgüt
17 Aralık operasyonu dolayısıyla açığa çıkan veya
çıkma ihtimali olan bir yolsuzluk ve rüşvet varsa
bunu elbette ki hiç kimsenin savunması, tolere etmesi asla mümkün değildir ve olmayacaktır. Onun
da üstüne gidilecektir, gidilmelidir. Ama bence bu
operasyon dolayısıyla asıl açığa çıkan çok daha büyük bir gayrı meşru yapılanma vardır. Bu ikincisinin
üzerine gitmek çok daha önemli. Gülay Göktürk’ün
isabetle kaydettiği gibi, böyle bir yapılanmanın olduğu yerde hiç kimse güvende değildir.
Çünkü bu yapılanma devlet içinde hiçbir hukuka
tabi olmayan bir çete devletin bütün tavırlarını sergiliyor. Bu çete devletinin elindeki meşru imkanları
gayrı meşru amaçları için suistimal ediyor olduğu
çok açık. Polisin düzenlediği operasyonu destekleyen yayın kampanyaları ve saygın insanlara dönük
iğrenç karalama faaliyetleri, bir yerlerde herkes hakkında yıllar öncesinden başlayan ciddi dosyalamaların yapılmış olduğunu gösteriyor.
malde demokratik bir toplumda asla sorun teşkil
edecek şeyler değildir. Bir göreve gelenlerin toplumsal, kültürel aidiyetlerine de bakılmaz. Yıllarca
Türkiye’de bu vatandaşlık kriterinin geçerli olmasının mücadelesini verdik. Ancak bu yapıların kendi
aralarında devlet hiyerarşisini by-pass edecek şekilde, devlet yetkisini kullanıp devletten bağımsız bir
biçimde hareket edecek şekilde ayrı bir yapılanmaya gitmeleri sivil toplumun meşruiyet sınırlarını aşar.
Bu artık toplum güvenliğini tehdit eden bir hal almış
demektir.
17 Aralık’ta karşımıza çıkan garip cunta yetkisini
veya meşruiyetini devletten değil, sadece bir defalığına enselemiş olduğu izlenimini verdiği yolsuzlukla
mücadele havasından alıyor. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Türkiye tarihinde daha önceki darbeler
ülkeyi terörden, anarşiden kurtarma iddiasıyla sempati toplamaya çalışmıştı. Zamanla, kendisinden
kurtardıklarını söyledikleri anarşi ve terörü, sırf kendilerine kurtarma ortamı sağlamak için kendilerinin
ürettikleri anlaşıldı. Hoş, gerçekten de terör ve anarşi olsaydı bile onların darbe yapmasını haklı kılacak
bir şey değildi, ama onlar fiili durum yarattıklarında
kimsenin gerçekten terör var mıydı, yok muydu sorusunu soracak hali kalmamış oluyordu. Bugünse
yolsuzluk ve rüşvetten kurtarma bahanesiyle hükü-
mete öldürücü darbeyi vuranların toplumdan bekledikleri meşruiyet, başlı başına büyük bir yolsuzluğa
dönüşmüş durumda. Yapılan soruşturmaların içindeki usulsüzlükler, aylar öncesinden birilerini özellikle hedef alarak, onları bir şekilde tufaya düşürme
kastıyla büyük bir medya ve algı yönetimi eşliğinde
yürütülen soruşturma ve operasyon, darbenin aslında konvansiyonel stratejisini takip ediyor. Amaç
gerçekten rüşveti veya yolsuzluğu yakalayıp ülkeyi
bir ahlaksızlıktan kurtarmak değil, zamanlaması ve
hedef gözetimi itibariyle hükümeti düşürmeyi gerektirecek bir yolsuzluk kanserinin ülkeyi sarmış olduğu
izlenimi yaratmaya çalışmak. Bir savcının hedeflerini, görevlerini ve sorumluluklarını fazlasıyla aşan bir
hedeftir bu. Oysa savcının görevi, soruşturma esnasında soruşturduğu kişileri hasım gibi görmemek,
varsa aleyhine olanlar kadar lehine olan delilleri de
bulup ortaya çıkarmaktır.
Yolsuzluk Operasyonu ve Arınma, Ekonomiyi
Germez
Yargı cuntası operasyonu yaparken devlet çarkının
işleyişinden bağımsız hareket ettiği için toplumun
tamamında büyük bir gerilim yaratıyor.
Yolsuzlukla mücadele ve temizlik hareketlerinin
normalde ekonomide, borsada bir rahatlamaya
yol açması ve mesela borsanın buna tepki olarak
yükselmesi beklenir. Çünkü yolsuzlukla mücadele
pazara güven verir ve ekonominin artık daha adil ve
hakkaniyetli işleyeceğini hissettirir. Oysa operasyonun başladığı saatten itibaren borsa bu gidişatı endişeyle karşıladı ve on gün içinde yüz milyar doları
bulan bir kayıp gerçekleşti. Yetim hakkını koruma
sloganlarını da tepe tepe satan böyle bir operasyonda, daha ilk aşamada yetimlere kesilen faturanın
boyutu bu.
Daha iki hafta öncesine kadar dershane meselesini tartışıyorduk. Bu esnada Samanyolu, Bugün ve
Zaman yayın grubunun sergilediği akıl almaz propagandadaki abartılara, ithamlara ve kampanyalara
bakarak, meselenin dershaneden ibaret olamayacağını düşünmüş ve tahminimi söylemiştim. Sanırım tepede birileri Cemaatin tabanını AK Partiye
küstürmeye, AK Partiyle arasına onulmaz bir kırgınlık yerleştirmeye çalışıyordu. Bu sayede belki de camianın tabanını başka bir partiye taşımak daha kolay olacaktı. Orada camianın oy oranının aslında hiç
önemli olmadığını eklemeyi ihmal etmişim. Gerçekten de cemaatin herhangi bir seçimde AK Partiye
karşı sadece kontrol ettiği oy oranıyla veya o oyları
yönlendirmek suretiyle konuşmayacağını biliyordum
ama doğrusu ben bile bu şeklini tahmin edememiş-
Bu yapılanmadan temizlenme iradesine karşı yargıya müdahale eleştirilerinin hiçbir anlamı yok.
Türkiye’de meşru devlet yapılanmasının dışında
teşekkül etmiş, gücünü ve talimatını yasal amirlerinden değil, “dışarıdan”, devlet hiyerarşisinin dışındaki
bazı odaklardan alan bir yapılanma var karşımızda.
Bu yapılanma aylardır Türkiye’de veya Türkiye üzerine cereyan etmekte olan bir yabancı nüfuz kavgasının orta yerinde yabancı ve illegal unsurlar lehine
bir hareketle karşımıza çıkıyor. Bu boyutuyla doğrudan Türkiye’yi hedef alıyor.
Sivil toplumun veya cemaatin mensubu diye birilerinin devlet içinde şu veya bu göreve gelmesi nor-
12
OCAK 2014
OCAK 2014
13
götürmeye onu sevk eden duyguların kaynağı nedir? Cidden meraka değer bir konu...
O hiddet, o öfke, şimdiye kadar Allah’a ve Peygamberine karşı alenen savaş açmış insanlara gösterilmemiş, şimdi nerden icap etti? Müslümanların canlarını ve mukaddesatını çiğnemeyi mutat hale getirmiş İsrail’e, emperyalist katillere, 28 Şubatçılara bir
kem sözünü duymadığımız Hocaefendi’nin bir anda
beddua performansına yönelmesinin anlamı ne?
Bir öfke anında söylenip geçiştirilmemiş, belli ki çok
önceden hesaplanıp hazırlanılmış bir beddua bu.
Canlı yayın kazası falan da değil. Kameranın önünde poz verilerek, jestler ve mimikler ustaca ayarlanarak yapılmış olan bu beddua performansı kaydedildikten sonra muhtemelen defalarca izlenip, ince
elenip sık dokunduktan sonra yayına konulmuş. Bu
performansın nasıl anlaşılacağı, nasıl bir etki yapacağı, nasıl algılanacağı hesaplanmış.
tim. Cemaati yönetenler, gerçekten de tabanlarını
AK Parti’den uzaklaştırmaya çalışıyor, ama bizzat
kendi oylarının bir yekun tutacağına güvendiklerinden değil. Veya oylarının böyle bir çatışmadan
sonra bir yekun tutabileceğine inanıyorlarsa belli ki
birilerine iyi pazarlamışlar. Oysa bilhassa başbakanı
karşısına almış bir cemaatin peşinden gidebilecek
oyların sayısının çok sınırlı olduğu belli. Ancak sadece oylarını birilerine abartarak pazarlamamışlarsa
da, belli ki içine girilmiş AK Parti’yi bitirme sehemine
operasyon gücü, yıllar içinde biriktirilmiş şantaj dosyaları, medya gücü ve yargıdaki nüfuzla katkıda bulunuluyor. Dışarıya Gezi hadiselerinden beri özenle
çizilmeye devam edilen “diktatör Erdoğan” imajı,
sehemin çok önceden kurulduğunu ve camianın da
bu sehemin en hırslı ortağı olduğunu gösteriyor.
Amaç gerçekten rüşvet veya yolsuzluğu yakalayıp
ülkey br ahlaksızlıktan kurtarmak değl,
zamanlaması ve hedef gözetm tbaryle hükümet
düşürmey gerektrecek br yolsuzluk kansernn
ülkey sarmış olduğu zlenm yaratmaya çalışmak. Br
savcının hedeflern, görevlern ve sorumluluklarını
fazlasıyla aşan br hedeftr bu.
14
OCAK 2014
Cemaat adına hareket edenler şu ana kadar yürüttükleri AK Parti karşıtı kampanyada hiç bir sınır
tanımadıklarını gösterdiler. Oysa şimdiye kadar AK
Parti iktidarından en fazla kendilerinin yararlanmış
olduklarını bilmeyen de yok gibi. Yeni dönemde bu
yararı gözden çıkarmaya kendileri açısından değecek nasıl bir hesabın içinde oldukları meraka değer
bir konu.
Belli ki, “Hırsızlarla uğraşmak yerine onları yakalayanlarla uğraşanlar”diyerek bedduasına hedef kıldığı insanların daha mahkemesi başlamadan hırsız
olduklarına karar vermiş. Peki, nasıl, hangi bilgiyle
karar vermiş?
Böyle bir beddua performansının tam da hedefin
kim olduğuna dair mesajını çok iyi anlamış olan yargı mensuplarına bir talimat anlamına geldiğini, anlamayan var mı?
Talimat Gibi Beddua
Daha ötesini söyleyelim:
Dershane tartışmasından Türkiye’ye karşı uluslararası bir saldırının taşeronluğuna nasıl uzandık? Bu
baş döndürücü yolculuğu anlamlandırmak, hazmetmek o kadar kolay olmasa gerek. O yüzden
herkesin zihninde ve kalbinde gerçek bir travmanın
etkileri var.
“a. Evlerine ateş düşmesi,
Hocaefendi’nin bu süreç içinde bütün saygınlığını
riske edecek şekilde bütün varlığıyla kendini çatışma sahasına atması neyin ifadesi? Şimdiye kadar
İslam’ın azılı düşmanlarına karşı başvurmadığı (başvurmak ne kelime, onlara karşı sürekli olarak diyalog ve hoşgörüyle yaklaşmışken) bu şiddet ve celali
şimdi müminlere karşı, hele bütün dünyada Müslümanların kalbinde müstesna bir yere sahip bir insana ve sevenlerine karşı sergilemesi neyin ifadesi?
sözleri salt beddua değil, bir savaş stratejisinin
adımlarını çağrıştırıyor daha ziyade. Bu bedduanın
muhatabı, zalimlere asla yardım etmeyecek olan
rahmet ve merhamet sahibi Allah değil, talimatı yerine getirecek olan hizmete amade polis ve yargı
birlikleri.
Hukuka, ahlaka, dine, vicdana aykırı davranışlar
karşısında bir hüküm olarak işi lanetleşmeye kadar
Operasyonun yolsuzluk ve rüşvetle lgl boyutu
tab k sadece etksn, tahrp edc gücünü artırmak
çn y seçlmş br yoldu. Yoksa operasyonun
kendsnden daha büyük br yolsuzluk olamaz.
Seçlen bu yol ble operasyonun çerdğ yolsuzluğun,
kuralsızlığın, saldırganlığın sadece ne kadar büyük
çaplı olduğunu gösteryor.
Hükümet mensuplarının ileriye dönük bütün siyasi
kariyer planları bozulacak, önlenemeyen yükselişleri durdurulacak demek. Meşru demokratik yollarla
yapılamayan yapılmış olacak ve başta Başbakanın
Cumhurbaşkanı olması engeellenerek, önümüzdeki bütün seçimleri de kaybetmesi sağlanarak önleri
bu yolla kesilmiş olacak. Bu korkunç stratejik planın
bir beddua diliyle gereğini yapacaklara duyurulması güncel darbemizin özgün karelerinden biri olarak
kaydedildi bile.
Talimatlar başarıyla yerine getirildiğinde beddua tutmuş olacak, hoca da keramet göstermiş olacak.
Zaten kendisini uçurmakta olan şakirtler artık ışınlamaya geçmiş olacaklardır. Tutmadığında ise, zaten
sadece bedduaydı diye geçiştirilecek.
Görelim Mevla’m neyler...
b. Birliklerinin bozulması,
c. Bir şey olamamaları,
d. Önlerinin kesilmesi”
Bu talimatla harekete geçen ve militan gibi öne çıkan polis ve yargıçlarca atılan adımlar hükümete
yakın bir çok insanın evine ateş düşürecek demek.
Talimatla, şantajla ve baskıyla istifa ettirilecekler
yoluyla ve diğer etkilerle birlik bozulacak demek.
OCAK 2014
15
İÇ POLİTİKA
Yeni Türkiye’de
Yeni Vesayete Hayır!
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
Türkiye’nin Bağımsızlık
Mücadelesi
17
Aralık Operasyonu ile doğan
krizi anlayabilmek için biraz geriye
bakmamız ve Türkiye’nin değişim mücadelesinin kilometre taşları ile vesayetten kurtulma süreçlerini hatırlamamız gerekiyor. Bürokratik vesayet rejimi, ‘Derin
Devlet’ kurgusuyla yapılanmış yerleşik statüko ‘eski Türkiye’nin
kodları olarak dimdik ayaktayken son on yılda Türkiye bir ‘sessiz
devrim’e sahne oldu. 2002 yılında AK Parti’yi % 34 oyla iktidara
getiren halk iradesi sonraki seçimlerde % 47 ve % 50 ile değişim sürecini, gövdesini koyarak destekledi. Bu destek 2010 yılında Anayasa
Reformunda % 58, Cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesi için yapılan
referandumda % 65’lere kadar ulaştı. Millet iradesini engellemeye çalışan
ve siyasi iktidardan pay talep eden tüm girişimler akamete uğratıldı. 2006
Danıştay cinayeti, Cumhuriyet mitingleri, Ergenekon hamleleri, darbe teşebbüsleri, Hrant Dink cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı, AK Parti
kapatma davası, 27 Nisan Muhtırası, 367 krizi, 2009 andıcı, referandum
ittifakı gibi bütün derin tertipler boşa çıkarıldı. Hepsinin sonuçları demokratik değişim sürecinin daha da güçlenmesine hizmet etti. Halkın desteği
arttıkça değişim siyaseti daha da güçlendi, cesaretlendi. Siyasi irade güven verdikçe halkın desteği artarak devam etti. Ardı ardına demokratik
reformlar yapıldı. 2006’da derin devletin karargâhı olan üstyapının ortadan kaldırılması Türkiye için bir milat oldu. 2007’de açılan Ergenekon,
Balyoz ve diğer derin davalar, sürecin güçlenmesine ve demokratik
adımlara ivme kazandırdı. 2010 Anayasa referandumunun sonuçları adeta statükonun belini kıran bir hamle oldu. Askeri vesayet,
yargı vesayeti iyice geriletildi. Bürokratik vesayet direnci büyük
16
OCAK 2014
ölçüde kırıldı. Siyasi iktidar muktedir olmaya başladı. Daha
ileri reformlar, Yeni Anayasa ve ‘çözüm süreci’ için özgüven
buldu. Siyasi ve ekonomik istikrar, stratejik itibar Türkiye’yi
yükselen demokrasiler ve büyüyen ekonomiler arasına soktu.
Türkiye’nin bölgesel gücü arttı ve küresel rolü etkinleşti.
Tam bu aşamada içeriden ‘otoriteleşme’, dışarıdan ‘eksen
kayması’ eleştirileri yapılmaya başlandı. Değişim koalisyonundan çözülmeler başlarken küresel egemen güçlerden engellemeler, Yeni Türkiye vizyonuna hamleler gelmeye başladı.
İç ve dış komplo ve provokasyonlar birbirini tetikleyerek ülkenin istikrarı bozulmaya çalışıldı. 2012 yılına kadar statükocu, laik, elit ve CHP gibi muhalefet çevrelerinden gelen
tepkiler dışarıdan İsrail ve Neocon mahfilleri tarafından desteklendi.
Bu hamleler
başarılı olamayınca,
‘Yeni Ankara’yı durduracak başka araçlar devreye sokuldu. Siyasi iradeyi içeriden engelleyecek
girişimler başladı. Ne yazık ki bundan sonraki operasyonlarda ‘olağan şüpheli’ hep cemaat oldu. Genel algı böyle oluştu. 7 Şubat 2012
MİT Krizinde Müsteşar Hakan Fidan, Oslo Süreci üzerinden hazırlanan dosya kapsamında ifadeye davet edildi.
Hedef onu ve ekibi görevlendiren Başbakan’dı. Oslo Süreci,
bugün bir senedir başarıyla yönetilen ‘Demokratik Çözüm ve
Barış Süreci’nin temelini oluşturdu. Bir senedir şehit cenazesi
gelmiyorsa, analar ağlamıyorsa, akan kan durmuşsa, giden canlar engellenmişse bu sürecin kazanımıdır. Erdoğan bu emniyet-yargı
operasyonuna MİT kanununda yaptığı bir değişiklikle yani MİT yetkililerinin soruşturulmasını Başbakanın iznine bağlayan yasa hamlesiyle cevap verdi. Özel yetkili mahkemeler kaldırıldı. Görevini kötüye
kullanan emniyet görevlilerinin görev yerleri değiştirildi. Reyhanlı’da
53 kişinin katledildiği bombalamalarda hükümetin gücünü kırmak,
itibarsızlaştırmak, bedel ödetmek ve Suriye üzerinden mesaj vermek için tertiplendi. Yankıları ve etkisi çok büyük oldu. 2013 yılının
başından itibaren yürütülen ‘Çözüm Süreci’, içeriden ve dışarıdan
sayısız provokasyonlarla engellenmek ve bitirilmek istendi.
‘Gezi’ Türkiye için bir tatbikat alanı oldu. 1,5 milyon halkı ayaklandıran ciddi bir isyan bertaraf edildi. Ak-kara tüm renkler belli
oldu. ‘Gezi’ ve ‘dershane’ üzerinden yürütülen kampanyalarda aynı oyun, aynı senaryo ve aynı aktörler işbaşındaydı.
OCAK 2014
17
Sadece figüranlar değişti. Hedef: “Erdoğan gitsin
de ne olursa olsun.” Asıl amaç ise, ‘Yeni Ankara’yı
hapsetme mücadelesiydi. İkisi de değişim sürecine
provokasyondu. Bu çabalarla Türkiye, Suriye konusunda tam ortadan yarıldı ve bundan dolayı adım
atılamadı. Mısırdaki darbe, Türkiye’nin İslam Dünyasındaki etkinliğini ve Arap Baharı’ndaki rolünü
kırma girişimidir. Mesele ‘Gezi’deki ağaçlar değildi,
maalesef ‘dershane’ de değildi. Peki, mesele ‘yolsuzluk’ mu?
17 Aralık Operasyonu: ‘Yeni Türkiye’ye Darbe
Girişimidir!’
Bütün bu olanlardan sonra ‘sıcak geçecek
sonbahar’ı geride bırakırken, eksi derecelerde seyreden hava şartlarında kışa girerken, Türkiye, 17
Aralık operasyonuyla ‘ateş’ gibi bir gündemle sarsıldı. Bir devlet bankası olan Halk Bankasının genel
müdür ve yöneticileriyle, bazı bakanları, bakan çocuklarını, Fatih Belediye Başkanını ve bürokratlarını,
TOKİ Yöneticileri ve bazı ünlü iş adamlarını kapsayan, 94 civarında kişinin gözaltına alındığı ‘bomba’
tesirli kapsamlı bir operasyon gerçekleştirildi. Adı
‘yolsuzluk, rüşvet ve kara para aklama operasyonu’… Erdoğan, hükümet ve AK Parti’ye karşı çok
önceden hazırlanmış; kurgusu, zamanlaması manidar kuşkular taşıyan sinsi, kuralsız ve gözü kara ve
oldukça karmaşık bir operasyon…
17 Aralık operasyonunun
anlamı; ‘yeni Türkiye’nin
bölgesel ve küresel
adımlarının önü kesmek
ve gözdağı vermektir.
‘Yeni Ankara’ küresel
emperyalist güçler adına ve
hesabına içeriden ihanete ve
operasyona uğruyor.
Üç ayrı soruşturma, üç ayrı operasyon neden bir
araya getirildi? Halk Bankası, TOKİ, Fatih Belediyesi
hangi ilgiyle birbirlerine bağlandı? Elmalar, armutlar,
portakallar nasıl aynı sepete konuldu? Ortak noktası hepsinin de hükümeti hedef alması mı? Soruşturma zamanları farklı, konuları apayrı üç operasyon
‘bomba tesiri yüksek olsun’ diye mi birleştirildi?
Bir ülkenin istikrarı, ekonomik güvenliği, uluslararası
itibarı birkaç savcı ile birkaç polis şefinin inisiyatifine, insafına ve sorumluluğuna bırakılabilir mi? Buna
yargının bağımsızlığı, soruşturmanın gizliliği deyip
geçebilir miyiz?
Üç savcı, birkaç polis şefi; Başbakanı, bakanları,
hükümeti hedef alan, uluslararası finans piyasasında aktör olan büyük bir devlet bankasıyla ilgili siyasi
sonuçları aşikâr olan bir operasyon için bütün makamları aşarak düğmeye basıyor. Soruşturmanın
gizliliğine peki, ama hükümeti yıkabilecek, ülkenin
ekonomik güvenliğini tehdit edecek bir operasyon
için başsavcı da mı bilgilendirilmez! Buna hangi
devlet sistemi, hangi rejim anlayış gösterir? Bu sıradan bir adi operasyon mu? Başbakan değil tüm
devlet uyutuluyor, atlatılıyor, ama paralel emniyet
müdürleri olayı biliyor. Operasyona ait bütün bilgiler,
tapeler, kasalar, kutular ve resimler basına anında
servis ediliyor. O zaman soruşturmanın gizliliği nerede kaldı?
Halk Bankası Türkiye’nin İran’la, Hindistan’la ve
Körfezle ticari ve finans ilişkilerini yürütüyor. Sadece İran’la ticaretten Halk Bankası’nın geliri 2013 yılı
içinde 8,5 milyar dolar. Bu üç tane Boğaz Köprüsüne bedel... 16 Aralık’ta yani operasyondan bir gün
önce Türkiye’ye akmaya başlayan Kuzey Irak enerji
boru hattında finansal misyon yine Halk Bankası’nda
bulunuyor. ABD ve İsrail’in itirazına rağmen... Bu
hat yılda Türkiye’ye 1,5 milyar dolar kazandıracak.
Bu cari açığımızın kapanması demek... Ayrıca Çözüm Sürecine hayati katkısı ve Irak’la ilişkilerimizdeki rolü çok büyük. Enerji tedarikimiz bakımından
önemli bir alternatif. Bu konu Türkiye’nin bölge
denkleminde stratejik bir kartıdır. Yine operasyon
günü Azerbaycan’dan gelen Şahdeniz enerji boru
hattını Türkiye’den Avrupa’ya ulaştıracak anlaşma
imzalandı. Burada da Halk Bankası aktör...
Bu siyasi bir darbe değil midir? Yönetime el koyan
darbeci cuntalar başbakanları, cumhurbaşkanlarını
bir sabah ansızın evlerinden almadılar mı? Farkı ne?
Dün darbeci askerlerin yaptığını bugün savcı-polis
kurgusu yapmış olmuyor mu?
Zamanlama tabi ki çok manidar. İdris Bal’dan sonra
Hakan Şükür de ‘dershane’ meselesini öne sürerek
istifa etti bu günlerde. 2014, Türkiye’nin ardı ardına
üç seçim yaşayacağı bir yıl. Mahalli seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim. Bu seçimlerin
18
OCAK 2014
Türkiye için, bölgesel ve küresel anlamı ve önemi
çok büyük. Ülkenin rotası çizilecek, kader seçimlerimizden sayabiliriz. ‘Demokratik Çözüm ve Barış
Süreci’ en kritik evrelerinde. Zayıflayan bir siyasi irade süreci tehlikeye atabilir. Demokratik reformlarını
tamamlayamamış, Yeni Anayasasını yapamamış,
yeni devlet düzenini oturtamamış geçiş sürecindeki
Türkiye’nin istikrarsızlığa tahammülü yoktur.
Bu konjonktürde Amerika Neo-con-İsrail Bloku;
Türkiye’nin yukarıda açıkladığımız konulardan dolayı İran’la ambargoyu delen ilişkilerinden, Kuzey Irak,
Suriye, Mısır ve İsrail’le ilgili politikalarından dolayı
intikam almaktadır. Bunun için psikolojik istihbarat
harekâtıyla ders vermektedir. Tam bu kertede iş
gelip hükümet-hizmet ekseninde savaşa dönüşmektedir. Dış odaklar Türkiye’den intikam alırken
cemaatin de bundan yararlanarak hükümete bedel ödettiği algısı oluşmaktadır. Operasyonla ilgili
cemaate yakın televizyon, gazete, sosyal medya,
yazar-çizer ve sözcülerin; savcıları, polisleri ve emniyet yetkililerini canhıraş savunmaları bu algıyı kuvvetlendirirken cemaati otomatikman operasyonda
‘olağan şüpheli’ durumuna getirmektedir. ‘Savcılar, polisler hep doğru yaptı’ yorum ve yargıları
operasyona sahiplik görüntüsünü pekiştiriyor. Hele
Hoca Efendi’nin beddualarıyla patlayan nefret her
şeyi ispat ediyor, başka söze hacet kalmıyor maalesef. Bu operasyonun bütün tehditleri, hedefleri ve
kuşkularıyla cemaate mâledilmesi hizmeti çok zora
sokacak bir sonuç yaratmaz mı?
Buradan “Biz öyle güçlüyüz ki damarlarınızda
dolaşırız haberiniz olmaz. Ne MİT, ne hükümet,
ne devlet, ruhunuz duymaz.” mesajı verilse ne
olur? Bu kendilerine ve ülkeye verilecek hangi zararı karşılayabilir? Türkiye’de hangi cemaat siyasi
otoriteye böyle bir başkaldırıya, diklenmeye cesaret
edebilir? Öyleyse bu gözü karalağın sebebi, desteği
nedir? İnsan sormadan edemiyor!
‘Yolsuzluk’ Darbe Silahının Susturucusu
Olamaz
Yolsuzluğa gelince; bunu kimse savunamaz ve
koruyamaz... Başbakan dâhil bütün yetkililer, ‘yolsuzluk, haksızlık ve hırsızlık kim tarafından yapılırsa yapılsın, hukuk içinde sonuna kadar gidilmesi
gerektiğini’ söylediler. Soruşturmanın selameti için
bakanlar istifa ettiler. Belediye ve TOKİ yetkilileri dahil gözetim altındakilerin üçte ikisi serbest bırakıldı.
Soruşturmaya ek iki savcı verilerek güçlendirildi. Bu
arada görevini kötüye kullandıkları gerekçesiyle bazı
emniyet yetkilileri görevden alındılar. Dava milletin ve
bütün dünyanın gözü önünde devam ediyor. Suçlu
OCAK 2014
19
İÇ POLİTİKA
olan cezasını çeker, bedelini öder. Hiç kimse hukuk önünde imtiyazlı değildir. Hiç kimse milyonların
desteklediği partinin ‘Ak’ adını lekeleyemez. Kimse
hükümete, kendi günahı varsa taşıtamaz. Bir kitle
partisinde yanlış yapan insanların da bulunabilmesi
doğal karşılanabilir. İnsan çiğ süt emmiştir. Bu temel
insan gerçeğinde AK Partililer de istisna değildir. Bu
süreç bu anlamda bir arınmaya ve temizlemeye de
hizmet edebilir.
Ancak; “Dursun’un alnındaki sinek için, ‘dur bakayım’ diyerek sineği vururken Dursun’u da öldüren
Temel’in durumuna da düşülmemelidir.” Malum ‘sinek küçük ama mide bulandırır’ fakat her ne olursa
olsun sineğe Dursun, pireye yorgan feda edilmemelidir. ‘Yeni Türkiye’ varsa bir iki yolsuzluğa bedel
koyulmamalıdır.
‘Yeni Türkiye’ Yoluna İç ve Dış Vesayet
Odaklarıyla Savaşarak Devam Edecek.
Çok tarihi günler yaşıyoruz gerçekten. Elmanın
sapı, armudun çöpüne takılmadan büyük fotoğrafa
bakılırsa bu sadece bir yolsuzluğa karşı mücadele
değil, geniş kapsamlı stratejik ve siyasi bir operasyondur. ‘Diktatör’ diye nitelendirdikleri, muktedir ve
otoriter uygulamalarından dert yandıkları Başbakan
Erdoğan’a karşı çekilen operasyon ‘cambaza bak
cambaza, bütün cepler alabora’ diyen uyanık yankesicileri hatırlatmıyor mu? Motivasyonu ve komutları dış odaklardan verilen ve yakın hedefleri seçim
sürecine giren Türkiye siyasetini dizayn etmek olan
bu yapılanmanın devlet otoritesine ve siyasi iradeye
feyk atan boyutu, belki de en büyük idari yolsuzluk
ve darbe girişimidir.
Statükoyu yıkmışız, derin devleti tasfiye etmişiz,
Askeri vesayeti bitirmişiz, ülkeyi bağımsızlaştırarak
Amerika güdümünden çıkartmışız, IMF’ye borcumuzu kapatarak ekonomimizden kovmuşuz, İsrail’e
‘one minute’ çekmişiz, BM, NATO, AB gibi küresel
vesayet kurumlarını sorguluyoruz, medeniyet coğrafyamıza yardım ediyoruz, birbirimizle barışmışız,
kendimiz, tarihimiz, coğrafyamız ve değerlerimizle
barışmışız, milli gelirimizi üçe katlamışız, hazinemiz
dolmuş, ihracatımız rekorlar kırıyor, 81 ilde kentsel
dönüşüm uyguluyoruz, Kanal İstanbul, Avrupa’nın
en büyük havaalanı, 3. Köprü, savunma sanayinde dev projeler, nükleer santraller kuruyoruz, dünya ekonomik kriz yaşarken biz büyüme rekorları
kırarak dünyanın 16. Ekonomisi olmuşuz ve daha
ötesine de adayız, enerjide Azerbaycan, Irak, İran
20
OCAK 2014
Demokratik ülkelerde
asker, polis, yargı, medya
hükümetlere operasyon
çekemez. Çekerse bunun
adı darbedir. Yolsuzluğu,
hırsızlığı kimse savunamaz
ve koruyamaz.
üzerinden dev adımlar atıyoruz, Türkiye’yi bölgesel
güç ve küresel aktör olarak yeni bir vizyona taşımışız daha ne olsun? Bu milletimizi ve dostlarımızı sevindirirken düşmanlarımızı da kahreden bir tablodur.
Osmanlı da dâhil Son 250 yılın en parlak dönemini
yaşıyoruz. Bunun şükrünü iyi yapmalı ve değerini
çok iyi bilmeliyiz.
Sonuç: Türkiye Eski Türkiye Değildir
17 Aralık operasyonunun anlamı; ‘Yeni Türkiye’nin
bölgesel ve küresel adımlarının önünü kesmek ve
gözdağı vermektir. ‘Yeni Ankara’ küresel emperyalist güçler adına ve hesabına içeriden ihanete ve
operasyona uğruyor.
Demokratik ülkelerde asker, polis, yargı, medya hükümetlere operasyon çekemez. Çekerse bunun adı
darbedir. Yolsuzluğu, hırsızlığı kimse savunamaz ve
koruyamaz. Ama bunlar üzerinden de kimse ülkeye operasyon çekemez, bedeller ödetemez. Hırsıza
cezası verilir, vatana ihanet önlenir.
Bu yolsuzluk ve rüşvet operasyonu değildir. Uluslararası finans ve emlak operasyondur. Bu hükümete,
onun üzerinden de ‘Yeni Ankara’ya darbe hamlesidir. Küresel vesayet odaklarının çok uluslu psikolojik
bir harekâtı ile karşı karşıyayız. Türkiye üzerindeki
küresel vesayet kırılmalıdır. Uluslararası psikolojik
harekât bertaraf edilmeli, iç vesayetin dış destekçileri deşifre edilmelidir.
Bu operasyon küresel güçler adına, millet aleyhine, hükümete karşı, yeni devleti hedef alan,
Yeni Türkiye’ye kasteden bir saldırıdır. Bu ‘Yeni
Türkiye’nin istiklâl ve bağımsızlık mücadelesidir. Bu
kirli komplonun aktörleri ortaya çıkarılmalı, deşifre
edilmeli ve tasfiye edilmelidir.
Türkiye eski Türkiye değildir. Her türlü dış ve iç operasyonlara karşı koyacak savunma kabiliyetlerine
sahiptir. Rahat ol sen Türkiye...
MISIR ve
TÜRKİYE’DEKİ
DARBECİ
MÜSLÜMANLAR
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
A
ltı ay önce Mısır’da bir askeri darbe
oldu. Olaydan iki gün sonra darbenin
arka planına dair detayları “Mısır’da
pısırık Müslümanlığın sonu” başlığı ile yayınlamıştık. Şimdi lütfen o yazının ilk bölümünü
hatırlayalım. Şu günlerde Türkiye’de yaşananlarla ne kadar paralel olduğunu göreceksiniz. O gün şunları yazmıştık:
Mısır’ın resmi nüfusu 84 milyon. Ancak gerçek nüfusun 90 milyon civarında olduğu belirtiliyor. Nüfusun yaklaşık 85 milyonu Müslüman, gerisi gayri Müslimlerden oluşuyor.
“25 Ocak Devrimi” diye tarihe geçen süreçte, 2011 yılında 32 yıllık Hüsnü Mübarek diktatörü devrildi ama diktatörlüğün kurumları
neredeyse olduğu gibi ayakta kaldı. Çünkü
Mübarek’i devirenler, yeni yapıyı henüz kurmadan taht ve iktidar kavgasına tutuştular.
Bölündüler, geriye çekildiler. Devrimi yaptılar ama devrime yeterince sahip çıkmadılar.
Cumhurbaşkanı seçilen Mursi’ye yeterince
şans ve zaman vermeden acımasızca eleştirmeye ve yıpratmaya başladılar. Mursi’den
sanki bir mucize beklediler. Sabırlı, ferasetli
ve akılcı davranmadılar. Devrim yapan halk,
belli bir süre sonra devrilen zihniyetin temsilcileriyle aynı safta yer almaya başladı.
Arap baharına başından itibaren karşı olan
ülkelerin gizli servislerinin faaliyetlerinin de
OCAK 2014
21
Mısır darbesinde en cahilce tutumlardan biri El Ezher Şeyhinin de darbecilerle kol kola hareket etmesiydi. Darbeciler Müslüman Mısır’ın başına Hıristiyan
bir devlet başkanı atadılar. Güle oynaya, şuursuzca
darbecilere destek olan Müslümanlar birkaç hafta
içinde ne kadar büyük bir hata yaptıklarını daha iyi
anlayacak ve bu defa destek olarak getirdikleri darbecileri indirmek için yeniden Tahrir’i dolduracaklar.
***
tesiriyle Mursi’nin arkasındaki destek günden güne
zayıfladı. Bu arada ülkedeki egemen vesayet sistemi de boş durmuyordu. Ordusu, yargısı, medyası,
polisi ve bürokrasisi de Mursi’nin altının boşaltılması
için elinden geleni yaptı.
Devrimi yapan çoğunluk devrime gereği gibi sahip
çıkmazken, devrilen zihniyetin savunucuları ipin
ucunu hiç bırakmadılar. Olanca güçleriyle mücadele
ettiler. 3 Temmuz’daki askeri darbe öncesi Mursi’yi
devirmek için ülkenin çeşitli yerlerinde meydanları
dolduran kalabalık 16-17 milyonu bulmuştu. Acı
olan durum ise, Mursi’nin devrilmesi için meydanları
dolduran kalabalıkların yaklaşık 11 milyonunun, aslında neye hizmet ettiğinin hiç farkında olmayan, bilinçsiz şekilde dolduruşa getirilmiş, Selefiler ve Müslüman Kardeşler’in tabanı olmasıydı. Geri kalanlar
ise gayri Müslimler ve laik kesimlerdi. Mursi’yi devirmek için meydanları dolduran kalabalıkların çok
büyük bir çoğunluğu aslında İsrail’in ve ABD’nin
Neoconlar’ının değirmenine su taşımak için yönlendirildiklerinin farkında bile değillerdi.
Darbeci General Sisi, Mısır darbesini açıkladığı sırada Kahire’de akşam ezanları okunuyordu. Tahrir
Meydanı ile bağlantılı sokak ve caddeleri dolduran
yaklaşık 6,5 milyon Mursi karşıtının yaklaşık yarısı
o saatte akşam namazı kıldılar. Bir taraftan da aynı
22
OCAK 2014
meydanda, maytaplarla ve havai fişeklerle oyun oynayarak, çığlık atarak, coşku ve neşeyle askeri darbeyi kutlayanlar vardı.
Peki darbenin hemen ardından ne oldu? Darbenin
açıklandığı sırada Tahrir meydanında akşam namazı
kılan Müslümanların desteklediği darbeciler, Sahabe Amr Bin As tarafından 642’de Müslümanların
idaresine geçmesinden bu yana Mısır’ın başına ilk
defa bir Hıristiyan’ı devlet başkanı yaptılar. Müslümanların en dehşetli düşmanı İsrail’i sevindirdiler.
Afganistan’da, Irak’ta milyonlarca Müslüman’ı katleden, milyonlarca Müslümanın göçmen, sakat, dul,
öksüz ve yetim kalmasına neden olan Neoconlar’ın
projelerine apaçık alet oldular. Müslüman bir yönetimi düşürdüler. Bu şuursuz kalabalıkların, alet olarak
getirdikleri darbeci askerler, ilk icraat olarak İsrail’i
memnun etmek için Gazze’deki masumların yardım
yolu olan Gazze kapılarını kapattılar. Bu şuursuz
kalabalıklar, darbeci generallerin Müslüman avına
çıkmasına kapı araladılar. Müslüman Kardeşler’in
yüzlerce yöneticisi tutuklandı. Mısır halkının oylarıyla seçilen cumhurbaşkanı hapse atıldı. Darbeciler sandıkta yüzde 52 oy alan Muhammed Mursi’yi
gayrimeşru sayarken sandıkta yüzde 1 bile alamayan Baradei’yi darbe hükümetine ortak ettiler. Yüzde 52 oy alan Müslüman Kardeşler’i ise ezmeye
başladılar.
General Sisi darbesinden sadece iki gün sonra 05
Temmuz 2013 tarihinde bunları yazmıştık. Şimdi
bu yazıda Musır yerine Türkiye kelimesi yazın diğer
aktörlerin yerine de Türkiye’deki bazı aktörleri koyun. Başka bir şey söylemeye gerek var mı? Burada, o yazıda bulunmayan bir şeyi daha duyuralım.
Mısır’da demokrasiye karşı 3 Temmuz askeri darbesini yapan Abdülfettah Sisi de çocukluğundan
beri 5 vakit namazını aksatmayan bir darbecidir.
Birileri filanca, Müslüman adamdır, mütedeyyindir,
dini liderdir yanlış yapmaz diye savunmasın. Darbeci Sisi, bu güne kadar 6 ay içinde 6 500 civarında
Müslümanı katletti. El Ezher Şeyhi Ahmed et Tayyib
de Mısır’daki Selefiler de dindardı, önderdi! Bu gün
Pakistan’da ABD ile işbirliği içinde Pakistan halkına
ihanet edenler, ülkenin, milletin çile ve ıstırap çekmesine vesile olanlar da dini cemaat ve çevrelerdir.
Darbeci zihniyeti cübbenin, sarığın altına saklamak
suçun ve günahın örtülmesini sağlamaz. Haziran
ayında sahnelenen Gezi numarasıyla Türkiye’de ve
eşzamanlı olarak Mısır’da darbe süreçleri başlatılmıştı. Türkiye’de başaramadılar. Mısır’da darbeyi
başardılar. Temmuz ayında Mısır’da ne yapıldı ise
bugün aynı şeyler başka kisveler altında, farklı aktörlerle Türkiye’de sergileniyor. Bu artık gizli değil,
çırılçıplak bir gerçek olarak ortada.
Bu operasyonlar, Gülen cemaatine izafe ediliyor.
Cemaat yönetimi bunu reddediyor. Ancak cemaatin medyası ve cemaat adına konuşanlar operasyon
yapanların sonuna kadar arkasında duruyorlar. Bu
refleks yaklaşık 40 yıldır tanıdığımız bu cemaatin geleneksel reflekslerine hiç benzemiyor. Bu tavır, cemaatin yararına da görünmüyor. O halde cemaat,
operasyoncuları neden bu denli sahipleniyor?
Açık açık söyleyelim. Bu operasyonun arkasında
cemaatin boyunu çok çok aşan küresel bir iradenin olduğu gün gibi ortada. Hiç kimse bize bu
Yolsuzlukla mücadele ettğn
dda edenlern en başta
demokrasye saygı göstermeler
ve en başta kendlernn
temz olmaları gerekr. Çünkü
yolsuzluğun en fazla yapıldığı
yönetmler antdemokratk
yönetmlerdr.
operasyonun, bir yolsuzlukla mücadele olduğunu
anlatmaya çalışmasın. 6 ay önce Mısır’da yapılan
darbe, şimdi Türkiye’de tezgâhlanmaya çalışılıyor.
Eğer -Allah korusun- bu darbe amacına ulaşırsa
tıpkı Mısır’da olduğu gibi ilk tekmeyi yiyecek olan
bu cemaatin masum tabanı ve taraftarları olacaktır.
“Yukardakiler”in her söylediğine sorgusuz bir bağlılıkla ve “bir hikmet veya keramet” atfederek bu
vahim yanlışa alet olan veya olmaya müheyya tüm
dost ve kardeşlere duyurmak isteriz. Yukardakiler,
bir noktadan sonra kendilerini kurtarabilseler bile
sırf Allah rızası ve bu ülke için çalışan tabandaki insanlarımız “yukardakilerin” hatalarının bedelini ödemek zorunda kalabilirler. Operasyonların arkasındaki gerçekler iyice ortaya çıktığında kendi vicdanlarında izah edemeyecekleri hatalara alet olmak,
ömür boyu sürecek ve telafisi mümkün olmayan bir
pişmanlığa yol açacaktır.
Oylarımızla getirdiğimiz iktidarı oylarımızla götürmek
elimizde. Ama destekleyerek getirdiğimiz diktatörleri veya vesayet düzenlerini indirmek bizim elimizde
olmaz. Hüsnü Mübarek 32 sene, Muammer Kaddafi 42 sene ülkelerinin kaderine hükmettiler. Acısını
o ülkelerdeki Müslümanlar çektiler.
Yolsuzlukla mücadele ettiğini iddia edenlerin en
başta demokrasiye saygı göstermeleri ve en başta
kendilerinin temiz olmaları gerekir. Çünkü yolsuzluğun en fazla yapıldığı yönetimler antidemokratik
yönetimlerdir.
OCAK 2014
23
İÇ POLİTİKA
İktidarın Bitmeyen Görevi
Vesayetle Mücadele
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
SDE Uzmanı
17
Aralık 2013 sabahı, Türkiye bir dizi gözaltı haberiyle uyandı. Buna göre, İstanbul
Cumhuriyet Başsavcı Vekilliğinin yürüttüğü üç farklı soruşturma kapsamında aralarında siyasetçi yakını, bürokrat ve yerel yöneticilerin de bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı. Daha sonra
gözaltına alınanların büyük kısmı serbest bırakılırken
bazıları ise mahkeme tarafından tutuklandı. Gözaltına ilişkin kamuoyuna ilk yansıyan bilgiler geniş çaplı
bir yolsuzluk ve rüşvet vakasıyla karşı karşıya olunduğuydu. Nitekim “Cumhuriyet tarihinin en büyük
yolsuzluk operasyonu” gibi başlıklar, evlerden çıkan
milyonlarca dolarlar ve hatta para sayma makineleri gibi unsurlar aracılığıyla söz konusu yolsuzluğun
ne kadar büyük olduğu yönünde bir algı meydana
getirilmeye çalışıldı. Ayrıca operasyon kapsamında
gözaltına alınan ve çoğu birbiriyle ilişkisiz, ancak
hemen hepsi bir şekilde hükümetle ilişkili insanlar
aracılığıyla bu algı yönetimi daha ileri boyutlara taşınmaya çalışıldı. Daha açık bir ifadeyle, aslında bu
yolla soruşturmanın temel hedefinin hükümet olduğu yönünde bir izlenim oluştu.
yor. Geçmişte iktidarların yolsuzlukla mücadele konusunda yeterince duyarlı davranmadıkları yönünde
bir izlenimin oluşması hem görevde kalış sürelerini
kısalttı hem de bir bütün olarak siyaset kurumunun
itibarsızlaşmasına neden oldu. Farklı kurumların
kamuoyu nezdindeki güvenirliklerini ölçmeye çalışan güven endekslerinde siyaset sürekli olarak alt
sıralarda yer aldı. Oysa son dönemde, sivil siyasetin güçlendiği ve siyasetçilerin bir bakıma iade-i
itibar kazandıkları bilinen bir durum. Gelişmesinde
büyük pay sahibi olduğu bu durumdan bir geriye
gidiş yaşanmaması için hükümetin yolsuzlukla mücadele konusunda kararlı olduğunu göstermesi büyük önem taşıyor. Ancak bunun daha ötesinde söz
konusu operasyonun temelde başka bir amacının
bulunduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.
Nitekim operasyonun kapsam ve zamanlamasının
son dönemde dershane tartışmalarıyla alevlenen
hükümet-cemaat tartışmasının doğurduğu sonuçlardan biri olduğunu hemen herkes kabul ediyor.
Bu bağlamda, operasyonların genel niteliği ile ilgili
olarak bazı soru işaretleri doğuyor.
Söz konusu operasyon ve soruşturma bağlamında
öncelikle iki noktayı birbirinden ayırmak gerekiyor.
“Yolsuzluk” gibi her kesimden vatandaşın oldukça hassas olduğu bir konunun en geniş şekilde
soruşturulması, yargının ve güvenlik güçlerinin en
önemli görev ve sorumluluklarından birisidir. Dahası
geçmişte pek çok iktidarın sonunu getiren başlıca
konunun benzer iddialar olduğu hatırlandığında
hükümetin hem siyasal etik ilkeleri nedeniyle hem
de kendi kalıcılık süresini uzatmak için bu konunun
üzerine kararlılıkla gitmesi zorunluluk olarak beliri-
Operasyonda dikkat çeken ilk nokta, aslında uzun
süredir devam eden, birbirinden farklı üç soruşturmaya yönelik göz altıların aynı gün ve aynı saatte
gerçekleştirilmesiydi. Bazı siyasetçi yakınları ile bir
kamu bankasının ve bir belediyenin yöneticilerine
yönelik soruşturmalarla ilgili neden aynı gün harekete geçildiği çok anlaşılabilir bir durum değil. Kaldı
ki, operasyonun aslında üç ayrı soruşturmayla ilgili olduğu gerçeği bile daha sonradan ortaya çıktı.
Kamuoyunun algısı, iktidarın değişik yüzlerini temsil eden çok sayıda kişinin aslında ortak hareket
24
OCAK 2014
Halkın her seçmde daha da artan oranlarda AK Part’ye destek vermesnn en öneml nedenlernden br,
vesayetle mücadele açısından ortaya konulan kararlılık olarak gösterleblr. Bugün ortaya çıkan manzara
se esk vesayet kurumlarının boşalttıkları alanı yenlernn doldurmaya çalıştığı yönündedr.
ettikleri, hatta yolsuzluk paydasında buluştukları
yönünde şekillendirilmeye çalışıldı. Bunun yanında
operasyonun gerek emniyet gerekse yargı hiyerarşisi fazla dikkate alınmadan hayata geçirildiği görüldü. Başsavcı vekilinin başsavcıyı, ondan emir alan
güvenlik güçlerinin ise kendi sıralı amirlerini operasyondan haberdar etmedikleri savunuldu. Böylece
kendi bürokratlarının eylemlerinden habersiz, bir
bakıma muktedir olamayan bir iktidar portresi çizilmeye çalışıldığı iddia edildi. Böylesi bir tablonun,
hükümet açısından en az yolsuzluk algısı kadar
büyük bir sorun teşkil edeceği söylenebilir. Nitekim
emniyet bürokrasisinde kısa bir süre içinde gerçekleştirilen kapsamlı değişim bu durumun tersine çevrilme çabasıyla da yakından ilişkilidir.
Türkiye’nin geçmişte yüz yüze olduğu en büyük
sorunlardan birinin, kendilerini demokratik siyasetin
üzerine yerleştiren vesayet kurumları olduğu açıktır.
Nitekim son yılda, demokratikleşme alanında alınan
mesafelerin en önemlilerinden biri, söz konusu vesayet kurumlarının tasfiye edilmesi ya da etkilerinin
en aza indirilmesi oldu. Hükümet, bu süreçte yargıya intikal eden bir dizi darbe girişimi ile karşı karşıya
kaldı, hatta AK Parti’ye yönelik bir kapatma davası
açıldı. Buna rağmen, AK Parti, demokratikleşmenin
önünde engel olarak gördüğü vesayet kurumları ile
mücadele etmekten vazgeçmedi. Tüm bu süreçte
temel vurgu, karar alma süreçlerinin halkın seçilmiş
meşru temsilcileri dışındaki odaklara teslim edilmeyeceğiydi. Hükümetin bu çabasında büyük oranda
başarılı olduğu söylenebilir. Gerçekten de bugüne
dek karşılaşılan tüm risklere rağmen Başbakan Erdoğan, demokratik ilkelerden taviz vermedi ve bu
anlamda geri adım atmadı. Zaten halkın her seçimde daha da artan oranlarda AK Parti’ye destek
vermesinin en önemli nedenlerinden biri, vesayetle
mücadele açısından ortaya konulan kararlılık olarak
gösterilebilir. Bugün ortaya çıkan manzara ise eski
vesayet kurumlarının boşalttıkları alanı yenilerinin
doldurmaya çalıştığı yönündedir.
Demokrasilerde sivil toplum kuruluşlarının iktidarı
denetleme ve kendi amaçları doğrultusunda karar
almaya itme yönünde oldukça güçlü etkileri vardır.
Bu bağlamda, dinî cemaatler de belirli açıdan sivil
toplumun bir parçası sayılabilir ve bunların demokratik yöntemler kullanarak iktidarı etkilemeye çalışmaları oldukça meşru bir haktır. Ancak karar alma
süreçlerini kendi ellerinde tutması gereken asıl güç,
halktan bu konuda açıkça yetki alan siyasetçiler
olmalıdır. Demokrasilerin en fazla öne çıkan özelliklerinden biri, hiçbir kişi ya da kurumun önceden
yetkilendirilmediği bir alanda karar alma süreçlerini elinde bulundurmamasıdır. Sahip olmadıkları bir
yetkiyi kullanmaya çalışan kişiler ile kurumların vesayetçi bir tavırla kendilerini halkın meşru temsilcileri
durumunda bulunan siyasetçilerin üzerine yerleştirmeye çalıştıkları söylenebilir.
Türkiye’nin geçmişteki en önemli demokrasi sorunlarından birinin söz konusu vesayetçi kurumların kendilerini her türlü siyasal ve toplumsal ilişkinin
üzerinde gören tavırları olduğu hatırlandığında, bu
durumun doğuracağı olumsuz etkiler daha iyi anlaşılabilecektir. Eski vesayet kurumlarından daha
yakın zamanlarda kurtulmaya başlayan Türkiye’nin
yeni vesayete ihtiyaç duymadığı açıktır. Buna, “toplum mühendisliği” çabalarının bugüne kadar doğurduğu olumsuz etkiler de eklenebilir. Belirli bir proje
dâhilinde topluma yeni bir şekil vermeyi amaçlayan
toplum mühendisliği anlayışının yerini bu kez “siyaset mühendisliği”nin alması demokraside geriye
gidiş anlamına gelecektir. Ülke sorunlarını çözme
açısından inisiyatif kullanması gereken tek yapının siyaset kurumu olması gerekir. Aksi tavır, son
on yıllık süre zarfında Türkiye’nin demokratikleşme
bağlamında attığı adımların aslında başlangıç noktasından uzaklaşamadığını gösterecektir. Tekrar
altını çizmek gerekirse yolsuzlukla mücadele hükümetin hem sorumluluğu hem de halkın güveninin
kazanılması için zorunluluğudur. Ancak en az bunun kadar önemli bir diğer sorumluluk, bu konuda
hakkı ve yetkisi olmadığı halde halkın iradesini kendi
kontrolüne almaya çalışan vesayet odakları ile mücadeledir.
OCAK 2014
25
İÇ POLİTİKA
17
NEYİN PARÇASI?
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
İslam hassasyetlerle ve hzmet duygusuyla
hareket etmekte olduğunu deklere eden, tarkat
veya cemaat şeklnde örgütlenerek brçok
faydalı hzmetlere mzasını atan herhang
br hareket, Türkye’nn stkrarını ortadan
kaldırmayı, gelşm ve açılımının önünü
kesmey amaçladığı anlaşılan br operasyonun
parçası halne gelemez.
26
OCAK 2014
Aralıktan itibaren Rüşvet ve Yolsuzluk
Operasyonu adı altında Türkiye’nin gündemine oturan ve ABD, Avrupa ve Rusya
gibi devletler tarafından dikkatle izlenen söz konusu
operasyon üzerindeki sis perdesi dağılıp olay ve gelişmelerin ayrıntıları belirginleştikçe, hadisenin Türkiye ve İslam dünyasına yönelik büyük bir planın parçası olduğu anlaşılmaktadır. Birileri tarafından adli
soruşturmaya konu olabilecek birbirinden farklı ve
bağımsız konuların ilginç bir zamanlamayla bir araya getirilerek hükümete karşı zaman ayarlı bir bombaya dönüştürülmesi, Emniyet gibi devletin önemli
bir kurumunda görev yapan, aralarında fikir ve eylem birliği olduğu anlaşılan kimselerin başsavcıya,
amirlerine ve üst makamlara haber vermeksizin söz
konusu operasyonun parçası haline gelmeleri, gerçek veya gerçek dışı olup olmadığı ilgili makamlarca
henüz doğrulanıp kesinleşmeyen bilgi ve görüntülerin operasyona destek veren medya organlarına
servis edilmesi, montajlamalar, yargısız infazlar vb.
durumlar, global aktörler tarafından Türkiye’ye karşı yürütülen psikolojik bir harbin tezahürleri olarak
okunabilir. Yine medyaya yansıyan bazı haberlere
göre yabancı bir devletin elçiliğine mensup birinin
bazı işadamlarını ziyaret ederek Ak Parti hükümetine karşı bir lobi hazırlığı içerisinde olduklarını ifade
ederek onlardan destek istemesi; inkâr edilse bile,
ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin operasyonun başlamasının ardından 17 Aralık’ta bazı AB
temsilcileriyle bir araya gelerek ‘Halkbank’ın İran’la
ilişkilerinin kesilmesini istedik, dinlemediler. Bir
imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz’ şeklinde
medyaya yansıyan ifadeleri fotoğrafın eksik kalan
kısımlarını tamamlamaktadır. Ricciardone’nin daha
önce de füze ihalesinin Çin’e verilmesi, Gezi eylemleri, Ergenekon ve Balyoz davaları gibi birçok konuda Türkiye’nin içişlerine müdahaleyi alışkanlık haline
getirdiği söylenmektedir.
Yönetim mekanizmalarında, mali ve iktisadi kurumlarda, siyasi partilerde, bürokraside, vakıf ve
dernek gibi gönüllülük esası üzerine kurulan teşkilatlanmalarda görev alan insanlar arasında, özellikle
de kontrol ve denetim mekanizmalarının yeterince
oluşturulup geliştirilemediği durumlarda birtakım
yanlışlıkların, adına yolsuzluk denilen durumların
meydana gelmesi beklenmeyen bir durum değildir.
Dolayısı ile güçlü bir devletin ve istikrarlı bir toplumun oluşumunda siyaset ve ekonominin, bürokrasi
ve yargının açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik, denetlenebilirlik ve hesap verilebilirlik gibi prensipler
üzerine inşa edilerek kurumsallaştırılması fevkalade
önem arz etmektedir. Herhangi bir yolsuzluk iddiası
veya durumu ortaya çıktığında, devletin siyaset ve
yargı organlarının kendi yetki alanları içerisinde söz
konusu iddia ve durumların üzerine kesin bir kararlılık ve ciddiyetle gitmeleri, durumu açıklığa kavuşturarak sorumluları ortaya çıkarmaları, yapılan haksız
icraatların, yolsuzluk ve yanlışlıkların hesabını sorup
hukukun gereğini yapmaları onların asli görevleri arasında yer almaktadır. Başta siyaset ve yargı
olmak üzere devletin bütün kurumlarının her türlü
şaibeden uzak tutularak yanlışlıklardan, yolsuzluklardan, çeteleşmelerden ve derin yapılaşmalardan
arındırılması devletin, ülkenin ve milletin geleceği
için elzemdir.
Devlette, resmi veya sivil kurumlarda yolsuzluğa
bulaşanlar olduğunda, söz konusu kimseler hangi siyasi partiye, medya organına veya sivil örgüte
mensup olurlarsa olsunlar, devletin hangi kurumunda görev yapıyor olurlarsa olsunlar, olaylara muttali
olan kimselerin söz konusu durumlar karşısında tavır almaları, ilgili ve yetkili kurumlara şikâyette bulunmaları, ellerindeki bilgi ve belgeleri mevcut yasalar
ve mevzuat çerçevesi içerisinde onlarla paylaşmaları hem üstlendikleri sorumlulukların gereği hem
de vatandaşlık görevidir. Ancak daha henüz olaylar
açığa kavuşturulmadan yapılan yargısız infazlar, yaftalamalar, belgelerin tahrif edilmesi, montajlamalar,
ilgili makamlar haberdar edilmeksizin doğruluğu kesinleşmemiş bilgilerin medyaya servislenmesi, Halk
Bankası, TOKİ, Fatih Belediyesi ile ilgili birbirinden
farklı ve bağımsız soruşturmaların ilginç bir zamanlama ile tek bir operasyonunun konusu haline getirilmesi, gerçeklerin çarpıtılarak toplumun dezenformasyona maruz bırakılması asla kabul edilemez.
Topluma yansıyan bilgi ve belgelerden, 17 Aralık’ta
başlatılan operasyon, varsa yolsuzluğa bulaşanları
ortaya çıkarmaktan çok, iddialar üzerinden mevcut iktidarın prestijini, halk nazarında güvenilirliğini
sarsmaya yönelik bir planın parçası olduğu görünümünü vermektedir. Söz konusu operasyondan
hedeflenen şey, mevcut iktidarın öncülüğü ve inisiyatifi dâhilinde Türkiye’nin kendi bölgesinde ve
dünya siyasetinde itibar kazanmasının, bölgesinde
etkin bir aktör hale gelmesinin, Ortadoğu, Filistin,
İsrail ve İran konularında izlediği bağımsız siyasetin,
OCAK 2014
27
Henüz olaylar açığa kavuşturulmadan yapılan
yargısız nfazlar, yaftalamalar, belgelern tahrf
edlmes, montajlamalar, lgl makamlar haberdar
edlmekszn doğruluğu kesnleşmemş blglern
medyaya servslenmes, Halk Bankası, TOKİ, Fath
Beledyes le lgl brbrnden farklı ve bağımsız
soruşturmaların lgnç br zamanlama le tek
br operasyonunun konusu halne getrlmes,
gerçeklern çarpıtılarak toplumun dezenformasyona
maruz bırakılması asla kabul edlemez.
içeride gerçekleştirdiği barış, istikrar ve gelişmenin
önünün kesilmesi ise, gerçekler ortaya dökülecek
ve meş’um plan elbette ki geri tepecektir. Ergenekon çetesinin yanında olanlar, etnik terörün durmasını ve barış sürecinin devam etmesini hazmedemeyenler, Hakan Fidan’a operasyon düzenleyenler,
Filistin konusunda İsrail’e, Mısır’da askeri darbeye,
Suriye’de Esed diktatörlüğüne destek verenler,
amaçlarını Gezi Parkı eylemleriyle gerçekleştiremeyince, bu defa yolsuzluk operasyonuna (!) bel
bağlamış gözüküyorlar. Gezi Parkı provokasyonu
başarısızlığa uğrayınca, malum çevreler tarafından
Tayyip Erdoğan hükümetini iktidardan indirmek için
farklı müdahalelerin devreye sokulacağı zaten söyleniyordu.
Muhalif partiler ve cemaat tarafından operasyona
verilen destek, varsa rüşvet ve yolsuzlukları ortaya
çıkarma amacına matufsa buna saygı duyulur. Eğer
ortada iddia edildiği gibi birtakım suçlar ve suçlular
varsa, operasyonun hedefinin suça iştirak edenlerin
tespiti, yargılanması ve mahkûm edilmeleri ile sınırlı
olması gerekmez mi? Operasyon üzerinden mevcut
iktidarın töhmet altına alınarak itibarsızlaştırılması,
ülkenin istikrarının bozulması, milyarlarca lira zarara uğratılması ne ile izah edilebilir? Bu bağlamda
Cemaat medyasının ‘Erdoğan’sız Türkiye’ operasyonuna bütün gücüyle destek veriyor gözükmesi
düşündürücü olmakla beraber şaşırtıcı değildir.
Çünkü ülke ve millet için birçok faydalı hizmetlere
imza atmış olmasının yanında, 28 Şubat postmodern darbesi öncesinden günümüze gelinceye kadar başörtüsü, demokrasi, Mavi Marmara gemisi
28
OCAK 2014
gibi birçok konuda cemaatin izlediği siyasetin ve
ortaya koyduğu tavrın, cemaatin çıkarlarını merkeze
alan, dini hassasiyetleri göz ardı eden, mazlumların
ve hukuk ihlaline maruz kalanların yanında duramayan, güçlü gördüklerine teslimiyetini sunan takiyyeci
ve ilkesiz bir tavır olduğu söylenebilir. Bu şekildeki
bir siyaset ve tavır alış, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve 11 Eylül hadisesinden sonra İslam’a karşı İslam stratejisini planlayarak uygulamaya sokan
global sisteme ve küresel aktörlere istediği fırsatı
verir. İslam dünyasının din, millet, mezhep, tarikat,
cemaat ve siyaset konuları ile ilgili algısal zaafları;
ilahi vahyin özüyle uyum arz etmeyen yanlış gelenek
ve zihniyetler üzerine oturtulan teşkilatlanma şekil
ve yöntemleri ne yazık ki söz konusu stratejinin uygulanmasını kolaylaştırmaktadır.
Piramit şeklinde hiyerarşik bir düzen üzerinden örgütlenerek karizmatik bir lidere bağlı ve içine kapalı
herhangi bir cemaatin kurumsal yapısıyla siyasete
soyunması cemaat-siyaset ilişkileri açısından her
zaman problem olmuştur. Tarihte bunun birçok
örnekleri olmuştur. Nitekim bir zamanlar Osmanlı
Devleti’nin yardım ve teveccühünü kazanan Erdebil Tekkesi, Şah İsmail tarafından politize edildikten
sonra Osmanlı Devleti için bir tehdit haline dönüşmüştür. Şah İsmail’in, kendisine bağlı müritlere
dayanarak Saltanatını ilan edip Osmanlı Devleti ile
çatışmaya girmesi, her iki taraftan birçok insanın ölmesine, nice ihtilaf ve tefrikaların oluşmasına neden
olmuş; Müslümanlar arasındaki kardeşlik, birlik ve
beraberlik ruhuna büyük zararlar vermiştir. Dini ve
ahlaki değerler çerçevesi içerisinde topluma hizmet
etmeyi amaçlayan herhangi bir cemaatin, siyasal
parti olmadığı halde siyasi parti gibi hareket ederek
muhalefete veya iktidara oynaması, iktidar partisini
hükmü altına almak istemesi ne demokratik sistemin ne de cemaatin doğasıyla uyuşur. Cemaatleri siyasi kurumlarla çatışma sürecine sokabilecek
böyle bir çarpık ilişki, söz konusu cemaati bir çıkar
örgütüne dönüştürüp amacından saptırarak ona
da büyük zararlar verebilir. Bu durumda cemaate
hâkim olan ruh, Allah rızasını esas alarak karşılık
beklemeksizin hizmeti öne çıkaran ruh olmaktan
çıkarak cemaatçiliğe dönüşür. Ümmet ruhunun,
birlik ve beraberliğin, yardımlaşma ve dayanışmanın tesisi için, manevi ve ahlaki değerlerin ihyası için
İslam’ın teşvik ettiği cemaat ruhu yerini cemaatçiliğe terk ettiğinde, kendinden olmayanları ötekileş-
tirme, siyasette, devlet kurumlarında ve üniversitelerde kadrolaşma adına bir şekilde kul haklarının
ihlal edilmesi, dinin evrensel ahlaki değerlerinin ve
müminlerin kardeşliği ilkesinin cemaatin çıkarları ve
politikası doğrultusunda sulandırılıp erozyona uğratılması, cemaatin kısa vadeli çıkarları için ümmetin
çıkarlarının ve maslahatlarının feda edilmesi gibi durumlar ortaya çıkar.
Dini bir liderin etrafında, onun irşat ve vaazlarıyla
oluşan cemaat örgütlenmesinde piramit modeline
uygun hiyerarşik bir yapılanmanın teşekkül etmesi
işin tabiatı gereğidir. Ancak, tarikat veya cemaat
liderine mutlak bir teslimiyet üzerine bağlanılması,
liderin her sözünün ve eyleminin eleştirisiz doğru
kabul edilip uygulanması, mensupların siyasi görüş
ve tercihleriyle ilgili olarak hür düşünceye, akıl ve iradeler üzerine ipotek konulması, istişare edilmeksizin
ve üzerinde yeteri kadar fikri değerlendirme ve kritikler yapılmaksızın alınan kararlara ve yapılan işlere
sanki ilahi vahiy alınıyormuş gibi rüyalar ve yorumlar
üzerinden meşruiyet kazandırılıp mutlak itaat istenmesi, her türlü şirki nehyeden İslam dininin tevhit
ve nübüvvet inancı ile bağdaşmaz. İslami duyarlığa
sahip olduğunu, yaptığı hizmetlerde Allah rızasını
esas aldığını iddia eden bir cemaat liderinin, cemaat mensupları arasında İslam’ın tevhit ve nübüvvet
inancı ile bağdaşmayan anlayış ve kabullenmelerin
teşekkül etmesine fırsat vermemesi gerekir. Cemaat içerisinde lidere mutlak bağlılık, mensupların hür
düşüncelerine, kritikçi yaklaşımlarına, akıl ve iradelerine ipotek konulması, yalan yanlış propagandalar
üzerinden gerçekleştirilen şartlandırmalar, tarikat
veya cemaat şeklinde teşkilatlanan dini grupları
ve toplulukları dış müdahaleye ve global aktörlerin
mehdi projelerine konu haline getirir. Nitekim Internet aracılığı ile ulaştığımız bilgiler doğruysa, Irak’ta
Kadiriliğin bir kolu olan Kesnizani tarikatının, Irak’ın
ABD ve müttefikleri tarafından işgal edilmesinde CIA
ve MOSSAD tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Verilen bilgilere göre CIA ve MOSSAD, Birinci Körfez Harbinden sonra Kesnizani tarikatının önde gelenleriyle muhtelif yollardan temasa geçerek ilişkileri hızla geliştirmiş, tarikata mensup olup da Irak
Devleti içerisinde, özellikle de istihbarat gibi önemli
mevkilerde görev yapan kimseleri değişik yöntemlerle ikna yoluna gitmiştir. Irak devlet mekanizması söz konusu tarikat yoluyla devşirilmiş, Saddam
Hüseyin’in yatak odası dâhil, istihbaratçı müritler-
den derlenen bilgiler CIA ve MOSSAD`a aktarılmıştır. Saddam Hüseyin, en yakınlarının bile tarikat tarafından mürit yapıldığını ve her hareketinin CIA ve
MOSSAD`a ulaştırıldığını fark ettiğinde ise iş işten
geçmiştir. Amerikan ve İngiliz birlikleri Irak’a saldırdığında, tarikat şeyhinin emrindeki mürit generaller ve
askerler, vatanlarının bağımsızlığı için savaşmak yerine, tarikat lideri Şeyh Muhammed`in ABD birliklerine direnilmemesi yönündeki emrine itaat etmişler,
Bağdat ve çevresi Saddam`ın generalleri ve askerleri tarafından hiçbir direnç gösterilmeden düşman
kuvvetlerine teslim edilivermiştir.
İslami hassasiyetlerle ve hizmet duygusuyla hareket
etmekte olduğunu deklere eden, tarikat veya cemaat şeklinde örgütlenerek birçok faydalı hizmetlere
imzasını atan herhangi bir hareket, Türkiye’nin istikrarını ortadan kaldırmayı, gelişim ve açılımının önünü
kesmeyi amaçladığı anlaşılan bir operasyonun parçası haline gelemez. Kendisine göre hangi haklı gerekçelerle yola çıkılırsa çıkılsın, bu konuda atılacak
yanlış adımlar, İslam’ın ve bu ülkenin düşmanlarının
ekmeğine yağ çalmanın ötesinde ne ülkeye ne de
hiçbir Müslüman’a hayır getirmez. Hz. Peygamber
(s.a.s.) “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir; ona
zulmetmez, onu (düşmana da) teslim etmez…”
buyurmaktadır. Müslüman olduğunu iddia ettiği
halde müminleri bırakarak başkalarını dost edinenler, sonuçta hüsrana uğramaya mahkûmdurlar.
Müminler samimiyet, ihlâs, doğruluk ve takva üzerine hareket ettiklerinde, Allah hainlerin ve zalimlerin hilelerini boşa çıkarmaya kâdirdir. Yolsuzluk ve
rüşvet iddiaları, söz konusu iddialarla bağlantılı gelişen durumlar ve olaylar karşısında iktidara düşen
şey, bir taraftan mevcut iddialar üzerine ciddiyet ve
dürüstlükle giderek olayların aydınlatılması, masum
olanların temize çıkarılması, varsa sorumluların hukuk önünde yargılanarak mahkûm ettirilmesi; diğer
taraftan devlet içerisindeki çeteleşmelere, devlete
içerisindeki paralel örgütlenmelere, yabancı istihbarat örgütleriyle bağlantılı sızmalara karşı en etkin
ve tavizsiz mücadelenin kararlılıkla sürdürülmesi
olmalıdır. Devlette denetim mekanizmalarının tam
işlevsel olduğu; yönetimde açıklık, şeffaflık, kontrol
edilebilirlik ve hesap verilebilirlik ilkelerinin en ideal
anlamda uygulanabildiği bir demokrasinin hayata
geçirilmesi, bütün bir Türkiye halkının ortak talebidir.
Allah doğruların yardımcısıdır.
OCAK 2014
29
İÇ POLİTİKA
sürecinin başladığı iddiaları bu vadide içeride ve
dışarıda tartışılıyor. İşte bu vasatta AK Parti Hükümetinin Demokratikleşme Paketi bu sorulara verilen
cevaplardır. Bu yazıda bu vasat esas alınarak Demokratikleşme Paketi değerlendirilecektir.
l. AK Parti’nin “Demokratikleşme Paketi”
Daniel Pipes, AK Parti’nin başarılı olma sebebini,
eski rejimin 1.0’lık yazılımının AK Parti’nin 2.0’lık
yeni yazılımla aştığı şeklinde izah eder. (http://www.
danielpipes.org/7770/islamism http://www.danielpipes.org/84
Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın 30 Eylül 2013 tarihinde açıkladığı Demokratikleşme Paketi, eski rejimin 1.0’lık yazılımının
sona erdiğini bir kez daha göstermiş oldu. GeziTaksim olaylarıyla eski rejimin 3.0’lık yazılımıyla yeniden eski rejimin yolu açılacak endişeleri, AK Parti
Hükümetinin Demokratikleşme Paketini takiben
Balyoz mahkumiyet kararıyla da giderilmiş oldu.
Eski rejimin 3.0’lık yazılım denemesine kısa bir süre
sonra 4.0’lık yeni yazılımla cevap verildi. Eski rejimin
tasfiyesi kesinleşti, artık anayasal demokrasi ekseninde yeni rejimin ve Yeni Türkiye’nin önünde bir
engel kalmadığı yeniden deklare edildi. Türkiye’deki
demokratikleşme ve reform süreci artık geri dönülmez eşiği aşmış durumda. Bu bakımdan 1.0’lık yazılıma dönülmesi mümkün değildir.
67/islamist-turkey-overreaches)
T
Yeni Türkiye
Kurulurken…
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü
30
OCAK 2014
ürkiye’de tarihi kökleri,
sosyolojik tabanı, siyasi
temsilcileri, iktisadi aktörleri ve dış dinamikleri de
olan demokratikleşme süreci
devam ediyor. Vesayet süreci yasama, yürütme ve yargı
eliyle tasfiye ediliyor. Adeta
Türkiye’deki siyasi rejim yeniden kuruluyor. Bu kuruluş dönemi henüz tamamlanabilmiş değil. Kuruluş dönemi ve bu dönemin
uzaması, beraberinde umut ve endişeleri arttırıyor. Siyasi tartışmalar sertleşiyor.
Sertleşme ve kutuplaşmanın demokratikleşmeyi
engellemesinden demokratikleşmeden memnun
olanlar endişe, rahatsız olanlar memnuniyet duyuyorlar. Bu bakımdan karşılaşılan problem ve krizler
karşısında kadim otoriter yöntemlere mi, cedidî
demokratik yöntemlere mi başvurulacağı sorusu
hayati ehemmiyet kazanıyor. Ortadoğu’da Arap
Baharıyla başlayan demokratikleşme dalgasının Mısır’daki darbeyle tersine dönen havası, Türkiye’de
demokratikleşmeye ülke sınırlarının ötesinde küresel bir özgül ağırlık kazandırıyor. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin sona erdiği, bir otoriterleşme
30 Eylül 2013’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
bir basın açıklamasıyla yeni bir Demokratikleşme
Paketini açıkladı. Paketin muhtevası kadar istikameti ve zamanlaması da ehemmiyetliydi. Demokratikleşme paketiyle Türkiye’nin kadim meselelerinin,
artık kadim yöntemlerle; yani, otoriter rejim, resmi
ideoloji ve olağanüstü halle değil siyasetle, demokratik ve sivil bir şekilde çözüleceği ilan edilmiş oldu.
Bu bakımdan paketin ehemmiyeti, büyüklüğü veya
muhtevasından daha ziyade yeni paradigmayı teyit
etmesiydi.
Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor. Vesayet rejimi,
tasfiye edilerek demokratikleşme ve sivilleşme istikametinde önemli adımlar atılıyor. Kat edilen mesafe arttıkça demokrasi, sivillik ve özgürlük değerlerine toplumun daha çok sahip çıktığı görülüyor. Bir
kriz veya tartışma vesilesiyle, bütün bir demokrasi
tarihi hatırlanıyor, adeta yeniden yaşanıyor. Toplum
ve vatandaşlar kendilerini, demokrasiyi, sivilleşmeyi,
özgürlüğü ve siyaseti keşfediyorlar. Böylece siyasetin alanı ve tabanı genişliyor.
OCAK 2014
31
mokratikleşme Paketi milletin talep ve şikâyetlerine
bir cevaptır.
Demokratikleşme Paketinde Başbakan
Erdoğan şu vaatlerde bulundu:
Sadece siyasi rejim değil, siyasi söylem ve siyasi
kültür de değişiyor. Otoriter ve yarı totaliter bir resmî
ideoloji ve devlet düzeninin, vatandaşların siyaseti
algılama ve siyaset yapma tarzını tayin eden siyasi
kültürdeki kodları ve kalıntıları da ayıklanıyor. Hukuku ve kurumları değiştirmek fevkalade mühim fakat
ehemmiyetli olan onları hayata geçirecek insanların,
ruhun ve kültürün değişimi. Büyük değişim yaşanırken, bu değişimin bütün mevzuatta, kurumlarda, siyasi partilerde, siyasi hareketlerde, toplumsal
kesimlerde, fikir gruplarında ve vatandaşlarda aynı
şekilde ve hızda yaşanması mümkün değil. Hatta
böyle bir beklenti değişimin, toplumun ve siyasetin
tabiatına aykırı.
Bu itibarla değişimin, tartışma doğurması kaçınılmaz. Bir bakıma, buradaki ihtilaflardan siyasi ve demokratik bir bereket dahi beklenebilir. Bu bereketi
elde etmek için, ihtilafın çözülebileceği veya devam
edebileceği asgari müşterek bir mutabakat çerçevesine ihtiyaç vardır. Bu mutabakat çerçevesi de,
demokratik hukuk devletinin yanında liberal bir siyasi kültür olabilir. Bu bakımdan Demokratikleşme
32
OCAK 2014
Paketleri sadece mevzuat ve kurumların değil, siyasi kültürün değişmesinin de yolunu açıyor.
Başbakan Erdoğan, 30 Eylül 2013 tarihli konuşmasında Demokratikleşme Paketinin arkasındaki
siyasi anlayışı da vermektedir. Erdoğan, Paketi 10
yıllık değişim sürecinin devamı olarak takdim ediyor. Paket, demokratikleşme sürecinin son hamlesi
değildir. Dolayısıyla yeni demokratikleşme paketleri de beklenebilir. Paket millet iradesini savunanları
memnun ederken, darbecileri rahatsız edecektir.
Silah meşru bir hak arama yöntemi değildir, siyasetin önü açıktır. Meşruiyetin temeli millettir. Reformlar
halka rağmen yapılamaz, halkın ikna olması hayati
önemdedir. Halk ikna edilerek zihniyeti dönüştürmek mümkündür. Başbakan Erdoğan’ın ifadesiyle
artık eski devlet yoktur, yeni devlet vardır…
Türkiye’de vesayet düzeninin ve darbenin kökeninde 27 Mayıs 1960 darbesi yatmaktadır. Şimdi 27
Mayıs düzeni tasfiye edilmektedir. AK Parti 11 yıldır
reformlarla 27 Mayıs düzenini ortadan kaldırmaktadır. Başbakan Erdoğan’a göre, muhalefet hala 27
Mayıs 1960 zihniyetini devam ettirmektedir. De-
dirildiği, Kadın, Aile ve Sosyal dayanışma Bakanı
Fatma Şahin’in başkanlığında beş bakandan oluşan bir kurulun çalıştığı açıklandı. Ayrıca, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın sorumluluğunda,
Pakette eksikliği hissedilen Alevilere yönelik ayrı bir
çalışma yürütüldüğü bildirildi.
Roman Dil ve Kültür Enstitüsü kurulacak. Mor Gabriel, diğer adıyla Deyrulumur Manastırı arazisi mall. Sadece Bir Rejim Değil, Yeni Bir Toplum
nastır vakfına iade edilecek. İlkokullardaki öğrenci
Kurulurken AK Parti’nin Göreli Özerkliği
andı uygulaması kaldırılacak. Kılık kıyafet yönetmeliği değiştirilerek, kamu kurumlarında başörtüsü ya- Bürokratik vesayetin kalkması ve PKK’nin müzakesağı kaldırılacak. Nevşehir Üniversitesi’nin ismi Hacı reler sonucunda şiddetin sona ermesiyle siyasi reBektaşi Veli Üniversitesi olarak değiştirilecek. Köy jim ve en geniş anlamıyla toplum adeta yeniden kuisimlerinin değiştirilmesinin önündeki yasal engeller ruluyor. Daha doğrusu anayasal bir rejim ve toplum
kaldırılacak. Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde yeniden değil, yeni kuruluyor. Bu yüzden yaşanan
eğitimin önü açılacak. Farklı dil ve lehçelerde siyasi tartışmalar anayasal bir rejimin kurulmasının ötepropaganda yapılabilecek. Toplantı ve gösteri yü- sindedir. Bu yüzden sadece anayasa, kanun, mevrüyüşlerinde hükümet komiseri uygulamasına son zuat, kurumlar değil hayat tarzları, moral değerler,
verilecek, yükümlülükler düzenleme kurulları tara- tarih, kültür, sanat, din her şey tartışılıyor.
fından yerine getirilecek. Beldelerde teşkilat kurma
Baskı altına alınmış, yok olduğu sanılan, hatta gözorunluluğunu kaldırılacak, İlçelerde teşkilatlanmış
müldüğü düşünülen konular ve insanlar da günolmak yetecek. Siyasi Partiler Kanunu’nu değiştiriledemde. Zorla değiştirilen kadim adlar geri geliyor,
rek, devlet yardımı için gerekli olan yüzde 7’lik oran,
Aydınlar gidiyor Tillo geliyor. Ölen ama hakettiği
yüzde 3’e çekilecek. Tüzüklerde yer almak ve
usulde ve yerde defnedilmeyen Ahmet Kaya
2 kişiden fazla olmamak kaydıyla parCumhurbaşkanlığından ödül alıyor,
tiler, eş genel başkanlık sistemini
Başbakan keşke Diyarbakır’da
uygulayabilecek. Belirli suçolsaydı diyor. Faili meçhuller
lar, kişinin, dili, ırkı, milliyeti,
Eski rejimin tasfiyesi
soruşturuluyor, toplu merengi, cinsiyeti, engelliliği,
kesinleşti, artık anayasal
zarlar kazılıyor, davalar
siyasi düşüncesi, felsefi
Fırat’ın öte yakasına gedemokrasi ekseninde yeni
inancı, dini veya mezçiyor. Bütün bunlar sarejimin ve Yeni Türkiye’nin
hebi nedeniyle işlenirdece bir rejimin değil,
se, cezası daha da
önünde bir engel
yeni bir toplumun kuağırlaşacak. Ayrımruluşunu ifade ediyor.
kalmadığı yeniden deklare
cılıkla Mücadele ve
Üstelik bu kuruluşu
edildi. Türkiye’deki
Eşitlik Kurulu kurumümkün kılan Türkiye
lacak. Yaşam tarzına
demokratikleşme ve
sınırları ötesinde, küresaygı, TCK ile güvence
reform süreci artık geri
sel ve bölgesel gelişmealtına alınacak. Toplantı
ler
de var. Bu gelişmeler,
dönülmez eşiği aşmış
ve gösteri yürüyüşlerinin
Türkiye gibi aktörlere sistem
durumda.
süreleri uzatılacak.
içinde A. Frank’ın deyişiyle
AK Parti Hükümeti Demokratikleşme Paketindeki vaatlerin idari
tasarruf kısmını gecikmeden tamamladı.
Yasama faaliyeti icap eden, seçim sistemi dışındaki,
kısmını da TBMM’ne sunulacağını ve yeni yıla kadar
tamamlayacağını ilan etti. Romanlarla ilgili Enstitü
dışında Devlet Bakanlığı’nın Faruk Çelik döneminde
yaptığı Roman Çalıştayı’ndaki önerilerin değerlen-
“göreli bir özerklik” veriyor. Bu
özerklik, Türkiye’deki yeni rejim ve
yeni topluma uluslararası bir vasat da veriyor.
Siyaset, içeride ve dışarıdaki vesayetten kurtulduğu
ölçüde kazandığı yeni alanı ve sınırlarını keşfetme
arzusunda. Bu arzu, yeni rejim ve yeni toplum tartışmalarıyla beraber gelişiyor. Son dönemde artan
OCAK 2014
33
tartışmalar, yeni rejimle yeni toplumun kuruluşundaki rezonansla yakından ilişkilidir. Tartışmaların siyasetle sosyoloji arasında gidip gelmesi bu bakımdan
manidardır. AK Parti yeni rejime ve topluma siyasi
güçle müdahale etmeye çalışıyor. Toplum eski rejimin siyasi partilerini, sosyolojisini ve kurumsallaşmış
yapısını ancak bu siyasi güçle değiştirilebileceğinin
farkında. Bu yüzden de toplum, tartışmalara ve siyasi müdahaleye ciddi bir kredi açmış durumda.
Buradaki hassasiyet müdahalenin sınırlarıyla ve
hakların ihlal edilmemesiyle örtüşüyor. AK Parti,
geçmişte siyasi rejim yoluyla bastırılan toplumsallığın, temsil ettiği kısmın ötesinde dışlanan yönleriyle yeni toplumda meşru bir şekilde var olmasına
ve yeni rejimin toplumsallığı bastırmayacak şekilde
tesis edilmesine çalışıyor. Başbakan Erdoğan, Weberyen anlamda risk alan bir lider olarak, bu sürecin önünü açmaya çalışıyor. Organik bir şekilde bu
misyona kendisini adadığı görülüyor. Bu hamlelerin
basit bir seçim hesabının ötesine geçtiği alınan siyasi risklerin boyutlarından anlaşılıyor.
Türkiye’de muhafazakârlık, siyasi güç kullanılarak
bastırılmış hatta yer yer yok edilmiş bir toplumsallığı ifade ediyor. Bu bastırılmış muhafazakârlığı siya-
34
OCAK 2014
si bir kimlik olmaktan çıkararak kültürel muğlak bir
muhalefete dönüştürmüştür. Bürokratik vesayetin
kalkması bu muğlaklığı kaldıracak ve siyasileşmenin
önünü açacak tartışmaları beraberinde getirmiştir.
Bu şekilde muhafazakârlığın, tıpkı diğer kimliklerde olduğu gibi, sınırlarını artık bürokratik vesayet
değil, siyaset ve dolayısıyla toplumun kendisi belirleyecektir. Artık tartışmalar bürokrasi marifetiyle
toplumdan soyutlanmak yerine, siyaset marifetiyle
toplumsallaşmaktadır. Bu, siyasetin yanında toplumun da kendini keşfetmesi, kendini yeniden veya
yeni kurmasıdır.
Yeni rejim ve Türkiye’nin kuruluşunda siyasi güçle
yer açılan toplumsal kesimler, muhafazakârlardan
ibaret değildir. Muhafazakârlığın kendi içindeki çeşitliliği, Kürt siyasi kimliği, Alevi kimliği, eskiden
devralınan Kemalist ve milliyetçi kimlikler de yeni
toplumun kurucu unsurları olarak ortaya çıkıyorlar.
Ancak bu yeni toplumun kuruluşu, toplumsallıkların
siyasi güç ve temsillerinin zaafı ölçüsünde siyasetin
muhalefet kanadını zayıflatıyor. Muhalefetin zayıflığı
ölçüsünde iktidardan, yani AK Parti’den yeni rejim
ve yeni Türkiye’nin kurulmasındaki rolü hususundaki beklenti düzeyi artıyor. Bu, AK Parti’yi yeni rejimin
ve Yeni Türkiye’nin yegâne siyasi aktörüne dönüş- AK Parti geçtiğimiz dönemdeki reformlarla eski retürüyor. Bu yüzden de sadece muhafazakârlar de- jimi tasfiye etti, şimdi yeni rejimi kurmaya çalışıyor.
ğil, ona muhalif diğer siyasi kimlikler de yeni rejimin Demokratikleşme Paketi, siyasi partiler kanunu ve
ve yeni toplumun kurulmasında, AK Parti’nin temsil seçim sistemini tartışmaya açarak Yeni Anayasaetmesini veya temsil kanallarını açmasını bekliyorlar. nın yanında, temel siyasi metinlerden siyasi partiBurada oluşan güç ve temsil boşluğu, AK Parti’nin ler kanunu ve seçim kanununun da değişeceğine
önünde kendi oy tabanını aşan bir siyasi hareket işaret etti. Başörtüsü, anadilde eğitim, gayrimüsalanı bırakıyor. Bu alan, AK Parti’nin ve Başbakan limler, Romanlar ve Alevilere jestler yapıldı. Lakin
Erdoğan’ın kendi sosyolojisini aşan bir toplumsal- hala yapılması gerekenler var. Bilhassa Aleviler,
lıkta göreli özerklik kazanmasına yol açabiliyor. Bu tarikatlar, resmi ideoloji, ordunun sivil denetimi kobakımdan AK Parti ve Başbakan Erdoğan, 12 Eylül nularında. Ne yazık ki AK Parti’yi bu konularda re2010’da çıkan referandum sonuçlarındaki, kendi form yapmaya teşvik edecek veya zorlayacak bir
tabanlarını aşan bir %10’un varlığını daima hesaba muhalefet yok. Yaklaşan 2014 baharındaki yerel
katmalıdır. Çünkü bu %10 büyüdüğü nispette eski
yönetimler, yazındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleri
rejimin ve Eski Türkiye’nin reaksiyonu zayıflayacak,
demokratikleşme ve reform paketlerinin sınırlarını
yeni rejim ve Yeni Türkiye daha geniş bir muçiziyor. Siyasi kültürümüzdeki hâkim miltabakat zeminine oturacaktır. Yeni
let kodu ve adem-i merkeziyetçilik
Anayasa ve Aleviler başta olmak
korkusu, demokratikleşme ve
üzere yeni demokratikleşme
reformları sınırlıyor. AK Parti
Demokratikleşme
paketleri AK Parti’ye, hala
bu sınırlılıklarla çözüm sübu imkânı vermektedir.
paketiyle Türkiye’nin
recinin icapları arasında
Başbakan Erdoğan’ın
kadim
meselelerinin,
bir denge tutturmaya
son Diyarbakır ziyareti,
çalışıyor. Bu denge
artık kadim yöntemlerle;
bu imkânın ülke sınırarayışı, Demokratiklarını aşan potansiyani, otoriter rejim, resmi
leşme Paketini küçültyelini yeniden ortaya
ideoloji
ve
olağanüstü
halle
tü. Demokratikleşme
koymuştur.
aynı zamanda bir sideğil siyasetle, demokratik
Sonuç
yasi teşebbüstür. Bu
ve sivil bir şekilde
bakımdan denge arayışı
Türkiye, 3 Kasım 2002
çözüleceği ilan edilmiş
kaçınılmazdır. Bu dengeseçimleri sonrasında kurulan AK Parti Hükümetlenin
isabetli olup olmadığını
oldu.
riyle tedricen bürokratik vezaman, bir başka deyişle tarih
sayetin legal ve illegal ayaklarını
gösterecek. Demokratik muhatasfiye etti. 12 Eylül 2010 Referanlefet yokluğuna rağmen, demokratikdumu bürokratik vesayetin bel kemiğini analeşmenin durmaması elzem. AK Parti başladığı
yasal düzeyde kırdı. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat işi bitirmeli, reform sürecini tamamlamalı. Demokradavaları da bürokratik vesayetin illegal ayaklarını kır- tikleşme Paketini takiben Yargıtay’ın Balyoz kararı,
dı. Şimdi yeni anayasal demokrasi ve Yeni Türkiye demokratikleşme iradesini tahkim etti. Yargıtay’ın
kurulmaya çalışılıyor.
Balyoz kararını AB İlerleme Raporunun açıklanmaTürkiye’nin kadim meseleleri yeniden gündeme ge- sı ve AB üyelik sürecinde 22. faslın açılması kararı
liyor. Siyaset, bu meseleleri bürokrasiye havale et- ve en son Diyarbakır ziyareti takip etti. Bu şekilde
miyor. Dinliyor, konuşuyor, tartışıyor. Artık bu mese- Türkiye’de demokratikleşme süreci iç dinamiğin yaleler siyasetin konusu. Bunun anlaşılması bile, başlı nında yeniden AB çapası ve dış dinamiğini kazanbaşına önemli. AK Parti bu kadim meseleler hakkın- mış oldu. Demokratikleşme Paketi muhtevasından
da kendi program ve yaklaşımı doğrultusunda çö- ziyade gösterdiği istikamet ve demokratikleşmeyi
züm önerileri, demokratikleşme paketleri hazırlıyor.
tahkim iradesiyle tarihe geçecektir.
OCAK 2014
35
İÇ POLİTİKA
olarak gören, soğuk savaş döneminin paradigmalarını bir kenara iterek, askeri vesayeti sonlandırma,
millet iradesini öne çıkarma ve Türkiye’nin de Dünya’daki gelişmelere paralel olarak çağı yakalaması
adına ikinci değişim programını hazırlatmıştı.
Batılı ülkeler küreselleşme olgusunun yaratabileceği iç ve dış tehditlere karşı sistemlerini, savunma,
güvenlik ve istihbarat alanındaki, doktrin ve Paradigmalarını yeni tehdit algısına göre adapte edecek
şekilde yeni yapılanmalarını, 90’lı yılların başından
itibaren gerçekleştirdiklerini biliyoruz. Özal’ın da
Batı ile birlikte ekonomide, sanayide, eğitim ve öğretimde, savunma, güvenlik ve istihbaratta ‘devletin
milletin emrinde olduğu perspektifinden’ hareketle,
hantal sistemlerin yeniden yapılanmasına yönelik bir
çalışma başlatmasındaki öngörüsü büyük bir lider
olduğunun en önemli kanıtı olarak görünüyor.
Türkiye’de Kürt-Türk çatışması stratejisi üzerinden yaratılmak istenen kardeş kavgası ve iç savaş
tehlikesini ön gören Cumhurbaşkanı Özal, 13 Mart
1992’de yapılan MGK toplantısında PKK terörünün
bitirilmesi, Kürt sorunun çözülmesi adına genel af
da dahil olmak üzere siyasal-sosyal çözümleri içeren öneri paketlerini sunmuştu.
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
ÇÖZÜM SÜRECİ’Nİ ENGELLEMEYE YÖNELİK
PROVOKASYONLAR
T
ürkiye Soğuk Savaş sürecinde, 1950’li yılardan başlayarak günümüze kadar, Batılı ülkelerin birlik ve beraberliğimize, devlet-millet ayrışmasına, dış politikasına ve millet iradesine yönelik
psikolojik harp faaliyetlerinin hedefinde oldu. Amaç
ise Türkiye’nin içe kapatılarak, Ortadoğu’da ve
Dünya’da sözü geçen bölgesel ve küresel bir güç
olmasının engellenmesiydi. Çünkü bu özelliklere sahip bir Türkiye, Batı’nın Kolonyalist politika hedef ve
menfaatlerine zarar verebilirdi.
Batılı ülkeler bu amaçlarına ulaşmak için, sağ-sol,
alevi-sünni, laik-anti-laik, Müslüman-Hristiyan,
Kürt-Türk kamplaşmaları ve kutuplaşmalarını yara-
36
OCAK 2014
tacak, provokatif toplumsal olaylar ve faili belli veya
meçhul cinayetleri, ülkemizdeki derin yapıları da
taşeron olarak kullanmak suretiyle gerçekleştirdiler.
Türkiye’yi darbe şartlarına götüren kaos, istikrarsızlık, toplumsal olaylar, çatışmalar, fiili 4 darbe ve
darbe teşebbüsleri Türkiye’nin kaderi oldu. Türkiye
kendi iç sorunları ile uğraşırken uluslararası imajı ve
etkinliği, caydırıcı gücü neredeyse sıfırlandı. Devlet
ile milletin arası iyice açıldı. Her işlenen siyasi ve adi
cinayetler devlet içindeki çeteler veya yapılara mal
edildi.
Özal, soğuk savaş döneminin devleti öne çıkaran,
milleti devletin emrinde feda edilebilecek bir unsur
Özal’ın askeri vesayeti sonlandırarak, millet iradesini
öne çıkaracak, Kürt sorunu ve Kürt-Türk çatışmasını barış ve kardeşlik projesine döndürecek, yeni
ve büyük Türkiye adına değişim ve dönüşüm projelerini ortaya koyması, askeri vesayetçileri, onların
kontrolündeki sivil elitleri ve Batılı ülkeleri ve kontrol
ettikleri derin yapıları oldukça rahatsız etmişti.
Üstelik Özal’ın Talabani’yi devreye koyarak Öcalan
ile dolaylı görüşmeler yapması iç ve dış konjonktür
açısından da namüsait bir ortama işaret ediyordu.
Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde demokrasiye
9 yıl önce geçilmiş olmasına rağmen, askeri vesayetin siyasi irade üstündeki baskısı Köşk ve Milli Güvenlik Konseyi marifetiyle sürüyordu.
Cumhurbaşkanı olarak, Özal’a yapılan itibarsızlaştırma amaçlı 28 Şubat sürecini aratmayan psikolojik
harekâtlar bu sürece de damgasını vurmuştu.
Özal’ın ve yakın çalışma arkadaşlarının zehirlenerek, kaza süsü verilmiş suikastlarla ortadan kaldırılmasının ana nedeni Kürt Sorunun Çözümü için
yapılan çalışmalar ve PKK’ya çıkarılması düşünülen
genel af olmuştu.
Türkye Soğuk Savaş sürecnde,
1950’l yılardan başlayarak
günümüze kadar, Batılı ülkelern
brlk ve beraberlğmze,
devlet- mllet ayrışmasına,
dış poltkasına ve mllet
radesne yönelk pskolojk
harp faalyetlernn hedefnde
oldu. Amaç se Türkye’nn çe
kapatılarak, Ortadoğu’da ve
Dünya’da sözü geçen bölgesel
ve küresel br güç olmasının
engellenmesyd. Çünkü bu
özellklere sahp br Türkye
Batı’nın Kolonyalst poltka
hedef ve menfaatlerne zarar
vereblrd.
Özal’ın zehirlenmek suretiyle bir suikast sonucu hayatını kaybetmesin ardından, iktidara gelen Demirel,
Mesut Yılmaz ve Erbakan’ın da araya aracılar koymak suretiyle Öcalan ile dolaylı görüştükleri iddiaları
medyaya yansımıştı.
Ak Parti’nin 3 Kasım 2002 seçimlerinde yaklaşık %
35 oy alarak tek başına iktidar olması sonrasında,
MGK’da alınan karar doğrultusunda, 2008 yılı Eylül
ayında Oslo’da PKK-MİT arasında resmi görüşmeler başladı. Görüşmelerin İngiltere’nin koordinatörlüğünde yapıldığı iddia edildi.
Görüşmelere, Başbakan’ı temsilen Hakan Fidan,
Eski MİT Müsteşarı Emre Taner, Müsteşar yardımcısı Afet Güneş, MİT Daire Başkanları Yaşar Yıldırım
ve Hüseyin Kuzuoğlu katıldı. Diğer tarafta KCK’lı
Mustafa Karasu, PKK’lı Sabri Ok Kongra-Gel Başkanı Zübeyir Aydar örgüt adına toplantılara katılan
kişilerdi.
Görüşmeler kamuoyundan gizli yapılmıştı. Görüşmeler sürerken PKK’nın silahsızlandırılmasını sembolize eden bir grup PKK’lının, Habur’dan
OCAK 2014
37
Oslo sürecinin iç ve dış odaklarca
sabote edilmesi sonrasında, Başbakan Erdoğan şahsı ve partisi adına ciddi bir riske girerek, Türk-Kürt
kardeşliğini pekiştirmek ülkede akan
kanı durdurmak, büyük ve güçlü bir
Türkiye için yeni ve tamamen yerli
bir açılım süreci ‘barış ve kardeşlik
projesini’ başlattı.
Türkiye’ye girişlerinde binlerce insan tarafından
zafer nidaları ile karşılanması PKK örgütü mensuplarının örgütü simgeleyen giysiler içinde şov yapmaları, görüşmelerde silahların susması ve eylemsizlik
kararı alınmasına rağmen 14 Temmuz 2011 tarihli
PKK’nın Silvan saldırısında 13 askerin şehit olması
ve gizli yapılan görüşmelere ilişkin tutanakların medyaya sızdırılması Oslo sürecini baltalayan provokatif
olaylardı.
PKK-MİT arasında Oslo’da gerçekleştirilen, görüşmelerin 2,5 yıl içinde 5 kez gerçekleştiği, ayrıca
görüşmeler ile ilgili bazı tutanak ve belgelerin, KCK
operasyonlarında ele geçirildiği hususu da iddialar
arasında bulunuyordu.
KCK-MİT bağlantısının soruşturulduğu olay, İstanbul Terörle Mücadele ve İstihbarat Şube Müdürlerinin müştereken hazırladığı bir dosya. Özel yetkili
Savcı Sadrettin Sarıkaya’nın bu dosya üzerinden
KCK operasyonları çerçevesinde Oslo’da görüşme
yapan MİT’çiler hakkında yakalama kararı çıkarması, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı da şüpheli olarak
ifadeye çağırması Medya’da 7 Şubat Yargı- Polis
Darbesi olarak nitelendirilmişti.
Başbakan Erdoğan kendi sorumluluğunda ve emirleri doğrultusunda Oslo’da PKK’lılar ile görüşme
yapan MİT Müsteşarı ve diğer görevlilere sahip çıkarak acilen MİT Kanunu’nda yaptığı değişiklikle,
MİT mensupları ve bazı kamu görevlileri hakkındaki Ceza soruşturmalarında başbakan izni şartını
yeniden düzenleyerek yapılan operasyonun boşa
çıkmasını sağlamıştı. Savcı Sarıkaya İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı’ya operasyon
hakkında bilgi vermeyerek gizlediği soruşturmanın
gizliliğini ihlal ettiği için görevden alınmıştı.
38
OCAK 2014
Bu projenin önemli bir parametresi
olarak Öcalan 21 Mart Nevruzunda,
Diyarbakır’da okunan mektubunda ‘Silahlı mücadeleden, demokratik mücadeleye geçiş, silahların
bırakılması ve örgüt mensuplarının sınır dışına çıkma çağrısı yapmıştı.’ Çözüm sürecinin başladığı tarihten itibaren barış ve kardeşlik projesinin başarıya
ulaşmasını istemeyen küresel ve bölgesel aktörler
ve yerli işbirlikçileri çözüm sürecini baltalamaya yönelik olarak Paris saldırısı, Cilvegözü ve Reyhanlı
saldırılarını ve Gezi Parkı Kalkışmasını organize etmiş görünüyorlar.
Suriye’de yaşanan iç savaş ve gelişmeler, Türkiye’yi
ve özellikle de çözüm sürecini yakından ilgilendirmeye ve dış politikasını şekillendirmeye devam ediyor.
Suriye’de PYD tarafından kurulan Özerk Kürt Bölgesinin, Suriye sınırları içinde bulunması, PYD’nin
PKK’nın Suriye uzantısı olması, Suriye’nin toprak
bütünlüğünün, Türkiye’nin kırmızıçizgileri arasında
bulunması, Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına çekme
amacıyla, Suriye’ye müdahaleye zemin hazırlayan
küresel bir taktik ve stratejiyle karşı karşıya olduğumuz kuşkusunu yaratıyor.
PKK’nın eylemsizlik kararına rağmen, Şırnak’ın Cizre ilçesinde, Diyarbakır’da, asayiş birimleri kurduğu,
yol kesip kimlik kontrolü yaptığı, polisle çatıştığı görülüyor. Yüzleri poşulu tek tip kıyafetli, telsizli, kendilerine Yurtsever Devrimci Gençlik adını veren oluşum BDP yetkilileri tarafından kabul edilmiyor.
Başbakan Erdoğan’ın açıklamasına göre örgüt
%20 civarında Türkiye sınırları dışına çıktı, silahlar
bırakılmadı. Örgüt yetkilileri ve BDP eş Başkanları
da Türkiye’nin söz verdiği yasal düzenlemeleri yerine getirmediği iddialarını dillendirerek süreci bozacakları yönünde tehditlerine devam ediyorlar.
Ancak eylemsizlik kararının devam etmesi şehit
cenazelerinin gelmemesi, Başbakan’ın Çözüm ira-
desinde kararlı tavrı, Öcalan’ın da bu yönde tavır
alması kamuoyunun büyük desteği sürece yapılan
bütün provokasyonları boşa çıkarıyor.
konuşmalarının yazılı ve görsel medyaya sızdırılması
şüphelilere yargı eli ile yargısız infaz yapıldığının bir
kanıtı olarak önümüzde duruyor.
Başbakan’ın Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetimi Başkanı Barzani, Şivan Perper ve Tatlıses ile
Diyarbakır’a yaptığı çıkarma çözüm sürecini taçlandıran, Ortadoğu’da Türkiye’nin stratejik konumu ve
ekonomik çıkarları açısından çok önemli bir hamleydi diyebiliriz. Barzani petrollerinin, Türkiye üzerinden
dış dünyaya pazarlanması ve 16 milyar dolarlık bir
paranın Halk Bankası’nda toplanması söz konusu.
Soruşturmaları yürüten savcı ve polis şeflerinin,
3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve
Yolsuzluklarla Mücadele Kanunun 8’inci ve 19’uncu
maddelerini, İçişleri bakanlığınca 09 Aralık 2005 tarihinde yayınlanan Adli Kolluk Genelgesini ihlal ederek operasyon konusunda yetkili makamlara ve İl
Emniyet Müdürüne bilgi vermedikleri yaklaşık 1 yıl
4 ay süren soruşturma sürecini gizlediklerinin anlaşılması operasyonun amacı ve zamanlaması konusunda kamuoyunda şüphe ve tereddütlere neden
oldu.
Bütün bu olumlu gelişmelerin sürdüğü bir ortamda,
Hakkâri Yüksekova ilçesinde mezarların tahrip edildiği söylentisi ile halkın tahrik edilerek polis ile karşı karşıya getirilmesi suretiyle başlatılan olaylarda
güvenlik birimlerine, 10 ayrı noktadan uzun menzilli silahlarla ateş edilmesi sonrasında polisin açtığı ateşle iki kişinin ölmesi üzerine çözüm sürecine
açıkça yapılmış bu provokasyonun paralel devlet mi
olduğu, yoksa PKK’nın şahin kanadı tarafından mı
yapıldığı konusu ciddi tartışılan, kesinlikle çözümlenmesi gereken bir durum olarak görünüyor.
İstanbul’da 17 Aralık’ta rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu gerçekleştiren yargı ve adli polis birbirinden
bağımsız 3 ayrı dosya üzerinden, kamuoyunun
yakından tanıdığı ünlü isimleri gözaltına aldı. Halk
Bankası Genel Müdürü, Ali Ağaoğlu, Fatih Belediye
Başkanı, Halen kabinede bulunan 3 bakan çocuğu gözaltına alınanlar arasındaydı. Operasyonun
ilerleyen safhalarında operasyonda 4 Bakan’ın da
soruşturmaya dâhil edilerek, haklarında fezleke
hazırlanıp, TBMM Başkanlığı’na gönderildiği iddia
edilmiş bulunuyor.
Soruşturma ve yargılamaların, bağımsızlık, tarafsızlık, güvenilirlik
ve kişi haklarına saygı ilkelerine azami önem verilerek hukuk zemininde
yürütülmesi
kanuni
bir zorunluluk olmasına rağmen, CMK
157’nci maddesine
aykırı olarak şüphelilerin masumiyet
karinesi ihlal edilerek dava ile ilgili bazı
görüntü ve telefon
Başbakan Erdoğan, 7 Şubat darbesi ve Gezi Parkı
kalkışmasını kotaran küresel merkezli bir dış operasyonun yerel işbirlikçisi paralel devletin, yolsuzluk
örtüsü altında seçimleri hedef alan yeni saldırısı ile
karşı karşıya bulunduklarını belirterek paralel devlet
yapılanmalarının devlet kurumlarından söküp atacakları yönünde kararlığını açıkça ortaya koymuş
görünüyor.
ABD Büyükelçisi Ricciardone, AB Büyükelçilerine
verdiği yemekte yaptığı ‘İmparatorluğun çöküşünü
izleyin’ açıklaması bu kumpasın dış ayağını gözler
önüne sererken, kaos ve provokasyonların devam
edeceğinin işaretlerini de veriyordu.
Çözüm sürecini bozmak isteyen iç ve dış odakların tüm provokasyonlara rağmen siyasi kariyerini
ülkenin iç huzuru, barış ve kardeşlik projesi için çekinmeden riske eden Başbakan Erdoğan ve
siyasi iradesi bu kez ciddi bir tehdit
içinde bulunuyor.
Bu musibetten kurtuluşun tek yolu Parti
içinde
yolsuzluğa
bulaştığı iddia edilen bakanlar hakkında yeterli delil
ve karinelerin
tespit edilmesi durumunda
haklarında gereğinin yapılmasıdır.
OCAK 2014
39
DIŞ POLİTİKA
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Uzmanı
MISIR:
Devrim, Darbe ve
YIKICI KAOS
S
osyal Bilimciler, sosyal gelişmelerde düzen
aramak üzerine kurulmuştur. Toplumsal olgular genelde tekrarlayan kalıplar ve döngüler
şeklinde devam ederler. Sanatta ve felsefede ortaya çıkarak sosyal bilimlere uygulanmaya başlayan
Kaos Teorisi ise genel bir düzen yerine düzensizliğin
hâkim olduğu bir toplumsal yapı, siyaset ve uluslararası ilişkiler öngörmektedir. Düzen yerine düzensizlik, belirsizlik ve öngörülemezlik söz konusudur.
Mısır’daki devrim, darbe ve demokrasi mücadelesi
sonucunda ortaya çıkan karmaşa, koas olarak nasıl
analiz edilebilir?
Devrim öncesinde Mısır’da var olan düzen doğal
bir düzen değildi. Osmanlı Düzeni’nin yıkılmasıyla
I. Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da kurulan
Skyke-Picot düzeninde yer almaktaydı. Demokratik
parlamenter yapının var olduğu krallık dönemi yıkılarak, 1952’den sonra diktatörlüğün hâkim olduğu cumhuriyet rejimine geçilmişti. Bu değişim bile
doğal değildi çünkü 1952 darbesini yapan Cemal
Abdunnasır demokrasi vaadiyle gelmiş ve bu sözünden vazgeçmişti. Daha sonra Kral Faruk’u devirmek için kendisine destek veren diğer siyasi ve
toplumsal oluşumları ve özellikle İhvan-ı Müslimin’i
bastırmıştı.
42
OCAK 2014
Mısır’ın yanı başında
yine doğal olmayan İsrail ortaya çıkmıştı. Küçük bir
alanda yer almasına rağmen
dış destek ve askeri gücüyle büyük
Mısır’ı ve diğer Arap ülkelerini 1948 ve
1967’de yenilgiye uğratmış ve sınırlarını
genişletmişti. 1970’lerde Abdunnasır’ın yerine geçen Enver Sedat 1973 savaşında İsrail’e
karşı kısmi zafer kazansa da 1978 Camp David anlaşmasıyla kimsenin beklemediği bir hamle ile İsrail
ile kucaklaşarak Mısır’ın iç ve dış dengelerini altüst
etmişti. Bu durum hem ülke içinde hem de dışında
yeni bir kaotik durum yaratmış ve Mısır bölge liderliğini kaybetmişti. Sedat ölünce Mısır’ın daha bağımsız olacağını bekleyenler Mısır’ın nerdeyse İsrail ve
ABD politikalarına teslim olmasına şaşırmıştı. Örneğin, İsrail’e yarı fiyatına doğal satması ve Gazze ambargosunu desteklemesi Mısır’dan beklenmeyecek
hareketlerdi.
Arap dünyasında uzun süredir sürdürülmeye çalışılan ve doğal olmayan bir düzen Tunus’ta patlak
veren bir protesto dalgası sonucunda Bin Ali yönetimi devrildi ve sivillerden oluşan devrim konseyi geçiş sürecini yönetti. Benzer gelişmeler Mısır’da da
beklenirken, sürpriz bir hamle ile ordu, siviller yerine
Yüksek Askeri Konsey yönetimi devraldı. Kendisi
bir eski asker olan Mubarek aslında ordunun hâkim
olduğu bir devletin başkanıydı. Ama sivil demokrasi
isteyenlerin çoğu askerin demokrasiyi getireceğine
inandırıldı. Bu iyimserler arasında yıllarca devletin
gadrine uğramış olan İhvan-ı Müslimin de vardı.
Aradan geçen sürede tam anlamıyla kaotik bir süreç
yaşandı. Anayasa değişikliği ile Mübarek anayasası
önce kısmi bir değişiklikle meşrulaşmış olduğu için
devrim yerine ülkede reform mantığı geçerli oldu.
Parlamento seçimleri, askerin İhvan-ı desteklediği
yönünde tartışmaları altında geçti. Başkanlık seçimlerinde ise yasama, yürütme ve yargıyı ele geçirerek
devletin İhvanlaştığı söylemiyle baskındı ve Mursî
seçilmeden hemen önce Anayasa Mahkemesi bir
teknik bahane ile parlamento seçimlerini iptal etti.
İhvan’ın devlete hâkim olmasını bırakın Mursî’nin aldığı her karar ve atama mahkemelerden dönüyordu
ve devlet medyası bile devlet başkanına karşı duruyor ve muhalefete paralel yayın yapıyordu. Devletin
kontrolündeki birçok şirket piyasaya benzin, gaz ve
temel ihtiyaç malzemelerini vermiyordu.
Yeni anayasa yazımında İhvan’ın etrafı tamamen
boşaltıldı ve siyasi duruşu belli olmayan radikal Selefi hareketlerin etkisinde referanduma gidildi. Referandum sayısal olarak geçse de siyasal olarak
ciddi bir sıkışma ve istikrarsızlık ortaya çıkarmıştı.
Daha sonra muhalefetin birleşmesi ve darbecilerin
OCAK 2014
43
Mısır’dak kaotk durum dış güçlern de kafasını
karıştırmıştır. ABD İhvan’la sorunumuz yok
kışkırttığı “2. Tahrir Gösterilederken, darbeye darbe dyemed. AB ‘darbe’
ri” sonucunda Mursî devrildi.
Tahrir’de gösteri yapanların bir
ded ama somut tepk veremed. Mursî, brkaç
kısmı Mursî devrildikten sonra
kez madd destek bulmak çn medet umarken,
gerçekten demokrasiye geçileceğine inanıyordu. Bunların başındarbey Körfez ülkelernn fnanse etmes
da İhvan Karşıtı cephenin başkanı ve
çoğumuza sürprz oldu.
Nobelli diplomat Muhammed Elbaradai
ve 6 Nisan Hareketi benzeri Tahrir gençleri
geliyordu.
İhvan protestocuların sosyal tabanının ve sayısının
az olduğunu biliyor ve “vatansever” Mısır ordusunun darbe istemediğini düşünüyordu. Hatta “kardeş” Suud ve BAE devletlerinin darbeye destek ve
sponsor olacaklarını kimse beklemiyordu. Başka
kaotik bir durum ise Mübarek’in devrilmesine destek vermiş milliyetçilerin (Nasırcılar), İsrail ve Batı’nın
yörüngesinden çıkmayan Körfez finansmanıyla,
ülkeyi en az 10 yıl geri götürecek darbeye destek
olmalarıdır. Hâlbuki Abdunnasır’ın en büyük hasmı,
Batıya bağımlı Körfez krallıklarıydı.
Darbe yapıldıktan sonra bir uzlaşma bekleniyordu
ama en kötü senaryo hayata geçirildi: Mursî yanlıları kanlı bir şekilde bastırıldı. 5.000’den fazla insan
öldürüldü ve cadı avı başladı. Koalisyon darbeden
hemen sonra çatlamaya başladı. Başkan yardımcılığına getirilen Muhalefetin sözcüsü Elbaradai kan
dökülmesini protesto ederek ülke dışına kaçtı. Darbeciler vatana ihanetten hakkında dava açtılar ve
gelen tepkiler üzerine dava düşürüldü. Mısır’da artan baskı, tutuklama, mahkûmiyet ve infaz kararları
ile hızla eski günlere dönüldüğünü gösterdi.
Yeni durumda demokrasi beklerken darbe olduğu
anlaşıldı ve Mursî’nin devrilmesine destek veren
birçok grup da rahatsız olmaya başladı. Özellikle
gösteri yasasının özgürlükleri sınırlandırması demokrasiyi savunan İslamcı, liberal ve laik gruplar
arasında ciddi rahatsızlık yarattı. Bunların başında
Mubarek’in ve Mursî’nin devrilmesinde etkili olan
gösterilere katılan 6 Nisan Hareketi gelmekteydi.
Hareketin kurucularından Ahmed Mahir izinsiz gösteri yapmaktan tutuklandı. Mursî’ye muhalif olan
komedyen Basim Yusuf’un darbeyi eleştirmesi yüzünden programı sonlandırıldı.
İhvan dışındaki gençler ve laik gruplar yavaş yavaş
protestolara katılmaya başladılar. Gösteriler liselere ve kampüslere yayılmaya başladı. Ülke içinde
44
OCAK 2014
ve dışında infial yaratan gelişmelerden birisi de lise
ve üniversite çağındaki kız öğrencilerin 11 yıl hapse mahkûm edilmeleri oldu. Suçları ise sabah saat
7:00’de darbe karşıtı pankartlar taşımaktı. Gelen
tepkiler üzerine bu cezalar azaltıldı ve ertelendi ama
darbe karşıtı gösteri dalgası da hız kazandı.
Peki, Mısır darbesi neden kaotik? İnsan, kurum
ve kuruluşlardan sürpriz davranışlar beklenir ama
Mısır’la ilgili aktörlerin tavırları tamamen olağandışı. Devrimden sonra ülkede liderlik eksikliği ve kafa
karışıklığı, durumu kaotik bir hale getirmişti. Ordu
“Mursî demokrasiyi yok ediyor, biz demokrasi getireceğiz” diye darbe yaptı ve demokrasi başka bahara kaldı. Protesto demokrasilerin temel haklarından olduğu halde öldürülen protestocuların hakkını
pek savunan çıkmıyordu. Yine demokrasi isteyen
“silahsız kuvvetler”in hemen hepsi militarist çıktı ve
gerçek demokrasi isteyenler pek kalmadı.
Devrilen Mübarek’in kadrosu yavaş yavaş toparlandı ve ordunun yanında ve ordu desteği ile en
etkili grup haline geldi. Milliyetçi Nasırcılar Batı’ya
bağımlı Körfez parası ve İsrail desteği ile Mısır’ı
tekrar lider yapacaklarını savunuyorlardı. Laikler ve
Hıristiyanlar önce laik sonra demokrat olunabileceğini savunarak anayasada Şeriat var diye isyan
ettiler. Yeni tasarıda da Şeriat bulunuyor ama sorun yapmıyorlar. Selefiler, şeriat gelsin diye darbeye yol açtılar, şimdi din temelli partileri yasaklayan
darbecilerin anayasasını destekliyorlar.
Mısır’daki kaotik durum dış güçlerin de kafasını karıştırmıştır. ABD İhvan’la sorunumuz yok derken,
darbeye darbe diyemedi. AB ‘darbe’ dedi ama somut tepki veremedi. Mursî birkaç kez maddi destek bulmak için medet umarken, darbeyi Körfez
ülkelerinin finanse etmesi çoğumuza sürpriz oldu.
Nerdeyse Batı’nın her politikasına karşı duran Rusya ve Çin’den, darbeyi eleştirmeleri beklenirken on-
lar darbecilere kucak açtılar. Mısır içindeki gruplara
karşı şeytanlaştırma yetmemiş olacak ki Türkiye,
Obama, Suriyeli Mülteciler ve Hamas da Mısır düşmanı ilan edildi.
Mısır darbesinin en temel gerekçesi olarak, Mursî
ve Selefilerin kendi anayasalarını dayatması gösteriliyordu. Askere ayrıcalık veriyor ve Şeriat’ı ön plana
çıkarıyor diye eleştiriler sayesinde Muhalefet birleşmişti. Hâlbuki yeni anayasa taslağında ordunun
ayrıcalıkları aynen korunuyor: Ordu, savunma bakanının atanmasında ve kendi bütçesinde söz sahibi olacaktır. New York Times (4 Aralık 2013) yeni
anayasanın militarizmi artırabileceğini söylemektedir. Anayasa taslağı, 3 Aralık tarihinde başkan Adli
Mansur’a sunuldu. Ocak 2014 ortasında referandumla halka sorulacak.
Anayasa taslağına İhvan gibi birçok grubun karşı
olduğu anlaşılıyor. Bunlar arasında Mursî’nin yıkılmasına destek veren 6 Nisan Hareketi, Tahrir gençleri, Güçlü Mısır Partisi lideri Abdülmun’im Ebulfütuh
görülmektedir. Anayasa Değişiklik Komitesi üyelerinin, “belirli ve seçilmemiş” kişiler olduğunu savunan
Ebu’l Futuh, anayasa taslağının, partisinin savunduğu ilkeler arasında yer alan “sosyal adalet ve özgürlükler” ilkesine ters düştüğünü dile getirmiştir. Darbeye karşı çıkan güçler zaten yeni anayasaya doğal
olarak karşıdır. Referandumda ‘Hayır’ mı diyecekleri
yoksa veto mu edecekleri henüz net değildir ama
veto etmeleri beklenebilir.
Sonuç olarak, Mısır’da bugün yıkıcı bir kaos ortamı
görülmektedir. Yerel ve uluslararası birçok faktörün
etkili olduğu çok dinamik bir süreç yaşanmaktadır. Gösterilerin ve ekonomik sıkıntıların sürdüğü
Mısır’da darbenin başarısız olduğu açığa çıkmıştır.
Ülke içindeki ve dışındaki dengeler yakın zamanda
huzurlu ve istikrarlı bir yönetim kurulması ihtimalinin uzak olduğunu göstermektedir. Darbeciler çok
sayıda insanı öldürdükleri için demokrasiye geçişe
razı olmaları çok zordur. Darbeye karşı ordu içinden
yeni bir darbe gelebilir ama çözüm olmaz. Çünkü
her darbe yeni darbelere kapı aralayacağı için darbe
silsilesi de Mısır’ı selamete çıkarmayacaktır.
Pek çok insanın ölümüne yol açtığı için Abdülfettah
el-Sisi’nin Cumhurbaşkanı olmaktan başka seçeneği kalmamıştır. Anayasa referandumu ciddi sürtüşmeye yol açacağı gibi, Sisi’nin cumhurbaşkanı
seçilmek istemesi çatışmayı daha da artıracaktır. Bu
şartlarda Mısır’da nezih bir seçim yapılamayacağı
için Sisi, Mübarek gibi kendisini seçtirecektir. Önündeki engel seçim sistemi değil, halk gösterileri ve
direnç olacaktır. Bu mücadele ve çatışma tek turda
sona ermeyeceği için Mısır, uzun süre yıkıcı kaos
ortamını yaşamaya devam edecektir.
OCAK 2014
45
DIŞ POLİTİKA
Cumhurbaşkanlığı
Seçmler ve
Anayasa Tartışmaları
Gölgesnde
MISIR
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
3
Temmuz 2013’te, Mısır’ın özgür
seçimlerle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanı M. Mursî’ye karşı
gerçekleştirilen askeri darbe sonrası
Mısır’da istikrar arayışları devam ediyor. Darbenin en önemli gerekçelerinden birisi olarak Mursî yönetiminin
ekonomik alanda başarısızlığı gösterilmişti ancak asker tarafından Başbakan olarak atanan Hazım el-Biblavi
yönetiminin de bu anlamda başarılı olduğunu söylemek oldukça güç. Biblavi
hükümeti, temel ihtiyaç maddelerinin
fiyatlarının düşmesini sağlayamazken
kronik problem olan trafik sorununun
her geçen gün biraz daha ağırlaştığı
gözlemleniyor. Daha da önemlisi Mısır,
vatandaşların güvenliğinin sağlanması
anlamında 3 Temmuz öncesine oranla
çok daha kötü durumda. Zogby Araştırma Şirketi tarafından Mısır’da Eylül
2013’te gerçekleştirilen bir kamuoyu
araştırmasına göre ülkenin yarıya yakını
Cumhurbaşkanı Adli Mansur’a ve hü-
46
OCAK 2014
kümete güvenmiyor. % 46’lık bir kesim ise Mısır’da
durumun 3 Temmuz öncesine göre daha kötü olduğunu düşünüyor.
Eylül ayı içerisinde mevcut yönetimin Adalet
Bakanı’nın “adli tutuklamanın” kampüs güvenliği tarafından gerçekleştirilebileceğine dair yaptığı açıklama sonrası Kahire ve el-Ezher Üniversiteleri’nde
başlayıp diğer kentlerdeki bazı üniversitelere de
sıçrayan öğrenci hareketleri, hükümeti yeni bir
meşruiyet krizi ile karşı karşıya bırakmış bulunuyor.
Üniversitelere, kolluk kuvvetlerinin müdahalesine
ilişkin uygulama hem darbe ile meşru hakları elinden alınan ve siyasî bir dava ile muhatap bırakılan
Cumhurbaşkanı Mursî’nin haklarına yönelik hem de
liberal kazanımlara yönelik talepleri olan gösterilere
dönüştü. Kahire Üniversitesi’nde polis ve gösterici
öğrenciler arasındaki kavgada ateş açılması sonucu Muhammed Reda isimli üniversite öğrencisinin
hayatını kaybetmesi gösterilerin daha da yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. Mevcut hükümetin
sözcüsü, darbe yönetiminin içine düştüğü yeni
meşruiyet krizini mütecessimleştirir biçimde gerçekleştirilen protestoların izinsiz olduğunu; devlete
ve onun prestijine yönelik bir meydan okuma niteliği
taşıdığını iddia etti.
Uluslararası Sistemin “Vicdan Mahkûmları”
Darbe yönetiminin gerçekleşen protestolardan
esas çekincesinin, Müslüman Kardeşler’in yeni bir
toplumsal patlamanın fitilini ateşlemesi olduğu söylenebilir. Bu korkuyla darbe yönetiminin toplumsal
hareketliliklere paranoyak bir bakış geliştirdiği görülüyor. Bilindiği üzere 23 Eylül 2013’te alınan bir
mahkeme kararıyla Müslüman Kardeşler’in faaliyetleri yasaklanmış; tüm mal varlıklarına ve fonlarına el
konulmuştu. 6 Ekim 2013’te Tahrir Meydanı’nda
Mursî’ye destek vermek için toplanan gruplara, silahlı güçlerin ateş açması sonucu 60 kişi hayatını
kaybetmiş çok sayıda gösterici de yaralanmıştı. 15
Kasım 2013’te ise Mursi’ye destek gösterilerine katılan 12 el-Ezher öğrencisine 17’şer yıl hapis cezası
verildi.
13 Aralık Cuma günü gerçekleştirilen geniş katılımlı
protesto gösterisine sert biçimde müdahale eden
silahlı güçlerin açtığı ateş sonucu 2 gösterici hayatını kaybederken, 16 gösterici ağır biçimde yaralandı.
54 gösterici ise gözaltına alındı. Darbe yönetiminin
yaşadığı meşruiyet krizinin dışa yansıması da olan
şiddetin, devletin sistematik biçimde kullandığı bir
caydırma aracı haline gelmiş olması, Mısır’da devlet
aygıtı ile toplum arasında her geçen gün büyüyen
bir uçurum oluşturuyor.
Devlet ve Mısır halkı arasında her geçen gün büyüyen uçurumun trajik biçimde mütecessim hale geldiği örneklerden birisi de İskenderiye’de yaşandı.
Kasım ayı sonlarında İskenderiye’de Mursî yanlısı
gösteri yapan 21 kadın gözaltına alındı. 7’si henüz
18 yaşından küçük olan ve Abdülfettah el Sisi yanlısı
medya tarafından Müslüman Kardeşler - Mursî destekçilerinin stereotipi olarak kamuoyuna ve küresel
enformatik ağlarına sunulan bu kadınlar için uluslararası insan hakları örgütleri, kadın örgütleri Mısır
hükümetine koşulsuz ve hemen serbest bırakma
çağrısı yaparak kadınları “Vicdan Mahkûmları” diye
nitelemeye başladılar. Uluslararası kuruluşların tepkilerine ve girişimlerine rağmen mahkemeye çıkarılan kadınlardan 18 yaşından küçük olanlar serbest
bırakılırken 14 kadına 11’er yıl hapis cezası verildi.
Soğuk Savaş sonrası sistemde kadın hareketlerinin
etkinliğinin artmasının bir neticesi olarak ön plana
çıkan 21 kadın, aslında tutuklamalara verilen tepki
ve “vicdan mahkûmları” retoriği dolayısıyla uluslararası sistemin vitrininin temizlenmesinden başka bir anlam taşımıyor. Zira İnsan Hakları İzleme
Örgütü’nden yapılan açıklamaya göre darbe son-
Mısır’dak darbe yönetmnn
söylemler ve craatları da
Mübarek dönemn fazlasıyla
hatırlatıyor: Yönetmde
“demokratlar” var ama demokras
yok! Bunun toplumsal bellekte
de br paralel var elbette: 25
Ocak Devrm br vakıa olarak
var, devrmcler var ama pratkte
devrm yok… Cumhurbaşkanlığı
seçmlernn kadern ve Mısır’ın
geleceğn şekllendrecek olan da
toplumsal hafızadak bu
paralel algı.
OCAK 2014
47
ken hem ülkedeki geniş memnuniyetsizler kitlesini
hem de uluslararası tepkileri düşünerek hareket
edecek. Sisi’nin aday olması durumunda ülke siyasetinin ve hukuksal kurumlarının bu duruma göre
tasarlanacağını tahmin etmek güç değil. Ülkeyi takip eden uzmanların tahmin etmekte zorluk çektikleri husus ise “eğer Sisi Cumhurbaşkanlığı’na aday
olmazsa darbe yönetiminin Cumhurbaşkanlığı için
kimi hazırlayacağı” sorusunun cevabı.
rasındaki altı ayda büyük çoğunluğu Mursî yanlısı
olan binlerce insan katledildi. Örgüt, darbe sonrası
6 ayı modern Mısır tarihinin bugüne kadarki en kötü
şiddet dönemi olarak tanımlıyor. Bununla birlikte
mevcut uluslararası sistemin çok büyük ölçüde kurum ve dinamikleriyle Mısır’daki gelişmelere duyarsız kalması, Birleşmiş Milletler düzeninin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasındaki yetersizliğini
gözler önüne seriyor.
Mısır Siyaseti “Resetlenirken” Müslüman
Kardeşler
Müslüman Kardeşler’in yasaklanmasının ardından 4 Kasım itibariyle Cumhurbaşkanı Mursî’nin
yargılanmasına da başlandı. Mursî ve Müslüman
Kardeşler’in üst düzey yöneticileri hakkında açılan
davaların sağlıklı bir biçimde yürütüldüğünü söylemek ise oldukça güç. Müslüman Kardeşler üyeleri
davasına bakan 3 yargıç, sanıkların mahkeme sürecini bölmeleri ve yargı aleyhine slogan atmalarını gerekçe göstererek istifa etti. 29 Ekim’de de 3
yargıç, Müslüman Kardeşler davasında sanıkların
salona getirilmeleri sırasında polisin yaptığı hatalar
ve güvenliğin tam manasıyla sağlanamaması dolayısıyla istifa etmişti.
Diğer taraftan, 2014 yılının Mısır’da politik alanın
yeniden “programlandığı” yıl olması bekleniyor. Bu
çerçevede, yeni anayasa’nın yılın ilk döneminde
oluşturulması ve yeni Cumhurbaşkanı seçiminin
gerçekleştirilmesi bekleniyor ancak kronolojik olarak hangisinin daha önce gerçekleştirileceği ke-
48
OCAK 2014
sinlik kazanmış bulunmuyor. Bu bağlamda politik
aktörlerin yeni döneme ilişkin konumları da yavaş
yavaş netleşmeye başladı. Yeni döneme yönelik en
ilginç açıklama ise darbe öncesi sokak gösterilerini
Mursî’ye yönelik “laik bir darbe”nin hazırlıkları olarak niteleyip, Mursî’ye tam destek açıklaması yapan ancak süreçte oldukça düşük profilde bir politika izleyen Selefi Nur Partisi’nden geldi. Nur Partisi
sözcüleri yaptıkları açıklama ile Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde dinî referansı olan herhangi bir adayı
desteklemeyeceklerini duyurdular.
Darbeyi gerçekleştiren kadronun başında bulunan
ve mevcut Mısır siyasetinin en güçlü profili olarak ön
plana çıkan General Abdülfettah el-Sisi’nin Cumhurbaşkanlığı seçimleri için aday olup olmayacağı
henüz kesinlik kazanmadı. Darbeyi hazırlayan sürecin etkin aktörlerinden olan Tamarod Hareketi’nin
Merkez Komite üyelerinden Muhammed Nabavi
yaptığı açıklamada hareketin eski Cumhurbaşkanı
adaylarından Hamadi Sabahi’yi destekleyeceği iddialarını reddederek, ülkenin ihtiyaç duyduğu tek insanın General Abdülfettah el-Sisi olduğunu düşündüklerini belirtti. Bu çerçevede, Cumhurbaşkanlığı
seçiminin nasıl ve kimler arasında olacağının netleşmesi için General Sisi’nin Cumhurbaşkanlığı’na
aday olup olmayacağının kesinleşmesi gerektiği
söylenebilir. Ancak ülkenin büyük kısmında askerî
yönetime karşı güvensizlik oluşması dolayısıyla,
Sisi’nin özellikle militan laik çevrelerde popülaritesinin yüksek olduğu görülüyor. Dolayısıyla, General
Sisi Cumhurbaşkanlığı’na aday olmaya karar verir-
Cumhurbaşkanlığı için ön plana çıkan isimlerden ilki
eski Cumhurbaşkanı adayı Nasırist Hamdin Sabbahi. Çeşitli kaynaklar, Hamdin sabbahi’nin hâlihazırda
Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında kendisini
desteklemeleri için Tamarod Hareketiyle anlaşmaya vardığını iddia ediyor. Yukarıda da ifade edildiği
üzere Tamarod Hareketi bu iddiaları yalanladı ancak Ekim ayında, Mısır’da yayın yapan bir gazetenin
General el-Sisi ile yaptığı mülakatın off-the-record
bölümlerinin basına yansıyan kısımları, Sabahi’nin
Cumhurbaşkanlığı için şansının oldukça düşük olduğunu gösteriyor. Zira General Sisi bu bölümlerde,
Hamdin Sabahi’ye kişisel olarak hiç güven duymadığını ifade ediyor.
Mısır’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin öne
çıkan iddialardan bir diğer ise Adli Mansur’un görevine iki yıl daha devam etmesi. General Abdülfettah
el-Sisi’nin başında olduğu Yüksek Askeri Konsey’e
mensup ismi açıklanmayan birisinin Mısır basınına
yansıyan açıklamalarına göre son dönemde, halkın
önüne getirilecek anayasanın referandumunda darbeciler tarafından Cumhurbaşkanlığı’na atanan Adli
Mansur’un iki yıl daha Cumhurbaşkanı olarak görevine devam etmesinin de önerilmesi düşünülmeye
başlanmış durumda.
Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde Mursî’nin rakibi
olan ve kaybeden Ahmet Şefik’in mahkeme kararıyla siyaset yapmasının önünün açılması sonrasında kulislerde Cumhurbaşkanlığı için Şefik’in de ismi
dolaşmaya başladı. Ancak askere yakın kaynakların
yazdığına göre Ahmet Şefik’in yanı sıra, Sami Anan,
eski İstihbarat Başkanı Murad Mavafi’nin de aralarında bulunduğu askerle irtibatı bulunan kişilere
Cumhurbaşkanlığı için pek sıcak bakılmıyor. Söz
konusu kaynaklar, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
askerle irtibatı olan tek Cumhurbaşkanı adayının elSisi olabileceğini aksi halde Cumhurbaşkanı adayının “sivil”ler arasından seçileceğini iddia ediyorlar.
Bu siviller arasında ismi en çok ön plana çıkan isim
Darbe yönetmnn gerçekleşen
protestolardan esas çekncesnn
Müslüman Kardeşler’n yen br
toplumsal patlamanın ftln
ateşlemes olduğu söyleneblr.
Bu korkuyla darbe yönetmnn
toplumsal hareketllklere
paranoyak br bakış gelştrdğ
görülüyor.
olarak ise Dışişleri eski Bakanı ve Arap Birliği eski
Genel Sekreteri Amr Musa dikkat çekiyor. Ancak
askerî kaynaklar, Amr Musa için Sisi’den önceki
Genelkurmay Başkanı Tantavi ve eski Cumhurbaşkanı Mübarek’in vetosunun devam ettiğini ve dolayısıyla şansının çok düşük olduğunu söylüyorlar.
Sonuç Yerine: Mısır’da Cumhurbaşkanlığı
Seçimleri ya da “Not Election But Selection”
25 Ocak Devrimi’nin fitilini ateşleyen grupların başında gelen 6 Nisan Hareketi’nin liderlerine verilen
3’er yıllık hapis cezaları, Hüsnü Mübarek’in yeni
Cumhurbaşkanının belirlenmesi sürecinde oldukça
etkin olması, Mısır’ın özgür seçimler neticesi göreve
başlamış ilk Cumhurbaşkanı Mursî ve 35 Müslüman
Kardeşler üyesi hakkında 2005 yılında Lübnan Hizbullahı, Hamas ve İran ile terörist planlar içerisinde
bulunulduğu iddiasıyla casusluk suçlaması ile dava
açılması gibi gelişmeler, 25 Ocak Devrimine yönelik bir karşı devrim sürecinin işlediğini ortaya koyuyor. Mısır’da, 2014 yılı içerisinde yeni anayasanın
yürürlüğe girmesi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin
gerçekleştirilmesi bekleniyor. Ancak görünen o ki:
Mısır’da Cumhurbaşkanı bir seçim sonrasında değil askerî yönetimin ulusal ve uluslararası tepkileri
ölçtükten sonra vereceği karar doğrultusunda bir
“seçilim” olacak.
Mısır’daki darbe yönetiminin söylemleri ve icraatları
da Mübarek dönemini fazlasıyla hatırlatıyor: Yönetimde “demokratlar” var ama demokrasi yok! Bunun toplumsal bellekte de bir paraleli var elbette:
25 Ocak Devrimi bir vakıa olarak var, devrimciler
var ama pratikte devrim yok... Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin kaderini ve Mısır’ın geleceğini şekillendirecek olan da toplumsal hafızadaki bu paralel algı.
OCAK 2014
49
DIŞ POLİTİKA
Türkye-Irak-Bölgesel Kürt Yönetm Arasında
ENERJ DPLOMASS
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Uzmanı
T
ürkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasında enerji alanında süren çalışmalar
nihai aşamaya gelince, Türkiye-Irak Bölgesel Kürt Yönetimi arasında diplomasi hız
kazandı. Bölgesel Kürt Yönetimi Başbakanı
Neçirvan Barzani’nin, 1 Aralık 2013 tarihinde
Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette, Başbakan
Erdoğan’la görüşmesi ve bu görüşmede enerji
konusunda anlaşmaların imzalandığı haberleri
Türkiye ile Irak arasında yeni bir sürece girildiğini göstermektedir. 2010’un Mart ayında
Irak’ta yapılan seçimlerden bu yana Türkiye ile
Irak Merkezi Hükümeti arasında zaman zaman
tansiyonun yükseldiği dönemlerinde olduğu kötü ilişkiler dönemi birkaç aydır düzelme
seyri göstermişken, Türkiye ile Irak Bölgesel
Kürt Yönetimi arasında enerji sözleşmelerinin
imzalanması haberi yeni bir süreç mi başlıyor
sorusunu gündeme getirdi.
Yaklaşık üç saat süren Başbakan ErdoğanNeçirvan Barzani görüşmesinden sonra resmi bir açıklama yapılmasa da, verilen birçok
haberde Türkiye ile Bölgesel Kürt Yönetimi
arasında petrol ve doğal gazı konu alan çok
ciddi anlaşmaların/sözleşmelerin imzalandığı duyuruldu. Bu haberlerin yayılması üzerine
Bağdat ve Washington söz konusu sözleşmelere ilişkin kaygılarını açıkladılar. Yeni bir krize
meydan vermemek için Türkiye, Bölgesel Kürt
Yönetimi’yle yürütülen enerji görüşmelerinin
şeffaf bir şekilde sürdürüldüğünü ve sürdürülmeye devam edeceğini açıkladı. Aynı zamanda, Bölgesel Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, Irak Anayasası’na bağlı oldukla-
50
OCAK 2014
rını ve bağlı kalacaklarını açıkladı. Şuan göründüğü
kadarıyla Kuzey Irak’ın enerji kaynakları ilgili taraflar
arasında ciddi krizlere neden olmasa da, bu konuda
tartışmaların kolay sonlanmayacağı görülmektedir.
Bağdat-Erbil Arasında Enerji Sorunu
2005 yılında kabul edilen Irak Anayasası’na göre;
Federal Hükümet ülkenin petrol kaynaklarını bölge
ve eyalet yetkililerine danışarak yönetmeli ve petrol gelirlerinin hakkaniyetli dağılımını sağlanmalıdır.
Irak’ın tüm petrol ve gazı bütün Irak halkının malıdır
(madde 111). Ayrıca, Federal Hükümet mevcut yataklardan çıkarılan petrol ve gazı, üretici bölgelerin,
eyaletlerin hükümetleriyle işbirliği içinde, gelirlerin
tüm ülkedeki demografik dağılıma uygun olarak adil
bir şekilde dağıtılması koşuluyla yönetecektir. Eski
rejim tarafından veya daha sonra adil olmayan şekilde mahrum bırakılmış bölgelere, ülkenin farklı kesimlerinde dengeli kalkınmayı temin edecek tarzda
belirli bir zaman için kota belirlenmelidir. Bu husus
yasa ile belirlenecektir. Irak halkına en büyük yararı
sağlamak için modern tekniklere ihtiyaç duyan ve
yatırımı teşvike dayanan petrol ve gazdan sağlanan
serveti, Federal Hükümet ile üretici bölgelerin ve
eyaletlerin hükümetlerinin stratejik politikaları belirleyecektir (madde 112).
Irak Anayasası’nda petrol ve gaz kaynaklarının nasıl
yönetileceği ve paylaşılacağı belirlense de, bugüne
kadar kapsamlı bir petrol yasası henüz çıkarılabilmiş
değildir. Bağdat ile Erbil arasındaki siyasi mücadele
ve güven sorunu yakın gelecekte de kolay kolay bir
petrol yasasının çıkamayacağın gösteriyor.
Bağdat ile Erbil arasındaki belirli sebeplerden kaynaklanan anlaşmazlık, Bölgesel Kürt Yönetimi’ni
farklı arayışlara itti. Yasalara göre Irak’ın tüm petrol
ve gaz gelirlerinin % 83’ü Bağdat Yönetiminin elinde
olurken, %17’sinin Erbil’e gönderilmesi gerekmektedir. Fakat Bağdat Yönetimi zaman zaman bazı
nedenler ileri sürerek Erbil’e gönderilmesi gereken
payı geciktirmekte veya kesinti yapmaktadır. Erbil
Yönetimi bu tür sorunlardan kurtulmak için yeni
arayışlar çerçevesinde kendi bölgesindeki petrol ve
gazın aranması, çıkarılması ve pazarlanması konusunda, geliri Bağdat Yönetimi’yle paylaşmak koşuluyla, inisiyatifi eline aldı. Bu çerçevede en uygun
yol Türkiye ile yürütülecek projelerdi. Bu bağlamda, bir yılı aşkın süredir Irak’ın kuzeyinde KerkükYumurtalık Boru Hattı’na bağlanacak yeni bir boru
hattının inşası sürmekteydi. Sızan haberlere göre,
petrol sevkiyatı için son aşamaya gelindiği, doğal
gazın sevki için yürütülen projenin ise 2015 içinde
tamamlanacağı anlaşılmaktadır. Kısaca, Bölgesel
Kürt Yönetimi kendi bölgesindeki petrol ve gaz
kaynakları konusunda inisiyatifi ele almakta kararlı
olduğunu göstermektedir.
Anlaşmanın Türkiye Açısından Önemi
Her geçen gün enerji ihtiyacı artan ve Bölgesel Kürt
Yönetimi’ne komşu olan Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki petrol ve gaza kayıtsız kalması beklenmemelidir. Irak’ın kuzeyi, sahip olduğu petrol ve gaz
kaynakları açısından hatırı sayılır öneme sahiptir.
Bölgesel Kürt Yönetimi tarafından yapılan son açıklamalara göre, söz konusu bölgede 45 milyon varil
petrol ile 3-6 trilyon metreküp doğal gaz bulunmaktadır. Önemli bir petrol ve doğal gaz ithalatçısı
olan Türkiye’nin yanı başındaki petrol ve doğal gaz
kaynaklarına kayıtsız kalacağı düşünülmemelidir.
Her konuda Bağdat ile Erbil’in anlaşmasını beklemek, Türkiye’nin yanı başındaki kaynaklardan
mahrum olması anlamına gelir. Nitekim ABD’nin
önemli şirketlerinin de içinde olduğu dünyanın önde
gelen enerji şirketleri Bölgesel Kürt Yönetimi’yle
enerji anlaşmaları/sözleşmeleri imzalamaktadırlar.
Geçen süre içinde Erbil Yönetimi petrol ve doğal
gaz konusunda tüm anlaşmalarını yaptıktan sonra
Türkiye’nin ben de varım demesinin hiçbir anlamı
kalmayacaktır. Aksine, Türkiye’nin erken davranması bölgede oluşacak olan enerji denkleminin dışında kalmamasını sağlayacaktır.
Ekonomisi üzerinde büyük bir yük oluşturan enerji
maliyetini düşürmesi ve politik rahatlamayı sağlayacak olan enerji kaynak çeşitliği, Türkiye için her
geçen gün daha da önemli hale gelmektedir. Bugün doğal gaz konusunda büyük oranda Rusya ve
İran’a bağımlılık bazı kritik siyasi konularda Türkiye’yi
sıkıntıya sokacak potansiyeli barındırmaktadır. Bu
yüzden, Ankara ile Erbil arasında yapılan enerji sözleşmeleri büyük önem taşımaktadır.
Ekonomik getirisinin yanında, Türkiye ile Bölgesel
Kürt Yönetimi arasındaki enerji işbirliğinin siyasi ve
güvenlik alanında da Türkiye için önemli faydaları
olacaktır. Son yıllarda Ankara ile Erbil arasında gelişen ekonomik ve siyasi ilişkiler inşa edilen enerji
boru hatlarıyla daha da perçinleşmiş olacaktır. Bu
Ankara’ya yüzü dönük bir Kuzey Irak demektir. Ge-
OCAK 2014
51
DIŞ POLİTİKA
lişen ilişkiler her iki taraf içinde güvenlik anlamında
katkı sağlayacaktır. En azından eskiden olduğu gibi
bölge, Türkiye açısından sürekli güvenlik sorunu
yaratan bir alan olmaktan çıkacaktır. Son yıllarda
yakalanan iyi ilişkiler düzeyi bunu net bir şekilde
göstermiştir. Günümüzde, başta Suriye’de olmak
üzere Ortadoğu’da yaşananlar düşünüldüğünde
Irak’ın kuzeyinin istikrarlı ve yüzünün Türkiye’ye
dönük olmasının ne kadar önemli olduğu rahatlıkla
anlaşılacaktır.
Anlaşmanın/Sözleşmenin Bölgesel
Kürt Yönetimi Açısından Önemi
Yukarıda zikredildiği üzere, Bölgesel Kürt Yönetimi var olabilmesi için en temel kaynak olan enerji
(petrol-doğal gaz) konusunda sürekli sorun yaşadığı Bağdat Yönetimi’nin inisiyatifine kalmak istememektedir. Erbil-Bağdat arasında yaşanan her sorunda Bağdat Yönetimi enerji kartını bir silah olarak
kullanabilmektedir. Bu bağlamda Erbil’e aktarılması
gereken %17’lik enerji gelirinde bazı bahaneler ileri sürülerek kesinti yapılabilmekte veya ödemeler
geciktirilmektedir. Hem bu tür gelişmeleri hem de
tarihi deneyimleri göz önünde bulunduran Bölgesel
Kürt Yönetimi yetkilileri Bağdat’ın keyfi kontrolünden kurtulmak istemektedirler. Bölgenin ekonomik
ve siyasi anlamda rahatlamasını sağlayacak en
önemli proje Türkiye üzerinden petrolün ve doğalgazın satışı olacaktır. Bunun farkında olan Bölgesel
Kürt Yönetimi söz konusu projenin son aşamasına
gelmiş bulunmaktadır. Söz konusu proje, Bölgesel
Kürt Yönetimi için refahın, istikrarın ve Bağdat’ın
kontrolünden uzak olmanın en önemli aracı konumundadır. Söz konusu bu aracı kaybetmemek Erbil
için hayati önem taşımaktadır.
Bağdat Niye Karşı Çıkıyor?
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra her ne
kadar federal bir Irak oluşturulsa da, Bağdat Yönetimi merkezin güçlü olması konusunda ısrar ediyor.
Bu durum 2005 yılından beri Irak’ın Başbakanlığını elinde bulunduran Nuri el-Maliki’nin yürütmüş
olduğu politikalarda rahatlıkla görülmektedir. Bağdat, Erbil üzerinde azda olsa var olan kontrolünü
tamamen kaybetmek istememektedir. Bunun için,
Erbil’in Bağdat’la bağlantısının en önemli aracı olan
enerjiyi kontrolünde tutmaya çalışmaktadır. Fakat
Bağdat’ın tüm çabalarına rağmen enerji konusunda
geri dönülmez bir sürece gelindiği anlaşılmaktadır.
Bunun farkında olan Bağdat, hiç olmazsa Kuzeyde
inşa edilen boru hattından transfer edilecek petrolün gelirinin New York’taki Irak Kalkınma Fonu’na
aktarılmasını istemektedir. Fakat Bağdat’ın bu isteği gerçekleştirilirse, Bölgesel Kürt Yönetimi’nin
çabalarının bir anlamı kalmayacaktır. Bu yüzden,
Bağdat’ın talebinin gerçekleşmesi zor görünmektedir.
UKRAYNA
İki Güç Arasında
ABD Ne İstiyor?
ABD açısından en önemli şey, Irak’ın enerji kaynaklarının kendi kontrolünde dünya piyasalarına
sevkinin sağlanmasıdır. Bunu da Bağdat Yönetimi
üzerinden yapmak istiyor. Son yıllarda Türkiye ile
Bölgesel Kürt Yönetimi arasında yaşanan ve her
alandaki gün geçtikçe artan iyi ilişkiler bazı bölge
ülkelerini rahatsız ettiği gibi ABD’yi de rahatsız etmişe benziyor. Türkiye’ye şu mesaj verilmeye çalışılıyor; Irak’ta gıda ürünleri, tekstil ürünleri satabilirsiniz
ama enerjiden uzak durmalısınız. Irak’ın kuzeyi ile
yakınlaşabilirsiniz ama asla evlenemezsiniz…
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
U
krayna ile Türkiye arasında ilginç bir benzerlik bulunuyor. Her iki ülke de Asya ile Avrupa arasındaki ana stratejik koridor üzerinde
yer alıyor. Önemli su ve kara yolları üzerindeki bu
konumlarından dolayı bu iki ülke, stratejistler ve
yazarlar tarafından jeopolitik gelecekleri üzerinden
değerlendirilirler. Samuel Huntington’un parçalanmış devletler tanımlamasında adı geçen bu iki
ülkenin iki taraflı baskı altında oldukları düşünülür.
Bu görüşü Spykman, Brzezinski, Mackinder, Mahan gibi başka teorisyenler de paylaşmaktadırlar.
Bu nedenle Ukrayna, Rusya ile Avrupa arasındaki
karşılıklı etkileşimin somut yansımalarını doğrudan
hisseder. İki tarafa da hem yakın hem uzak olmak
Ukrayna için bir zenginlik kaynağına işaret ederken
bu durum aynı zamanda riskli ve gerilime açık ilişkilerin temelini oluşturur.
Avrasya, günümüzde ABD hariç AB, Rusya, Japonya ve Hindistan, Çin gibi büyük güçlerin yer
aldıkları coğrafyaya karşılık geliyor. Bu özelliğinden
dolayı bölge, geçmişten günümüze ilgi odağı olmuş
52
OCAK 2014
ve olmaya devam ediyor. Çatışmaya ve rekabete
dayalı ilişkilerin yoğunlaştığı bir coğrafya olarak Avrasya’daki istikrarsızlık, doğrudan küresel ölçekte
etki doğuruyor. Ukrayna’ya doğudan bakıldığında
Balkanların kapısı ve Avrupa’nın kilidi olarak görülüyor. Ukrayna’ya batıdan bakıldığında ise Kafkasya, Rusya ve Karadeniz havzası olmak üzere geniş
coğrafyalara açılan bir çıkış noktası olarak nitelendiriliyor. Bu çerçevede Ukrayna, tarihte olduğu gibi
günümüzde de güçler dengesi üzerinden uluslararası sistemdeki yerini belirliyor. Rusya, Ukrayna’ya
doğudan baktığında Balkanlara ulaşma hedefiyle
hareket ediyor. Bu sayede Rusya için Doğu Avrupa
üzerinden Baltık Denizi’ne kadar etki gösterme fırsatı ortaya çıkıyor. AB ise Ukrayna’ya batıdan baktığında, Kafkasya’da ve Orta Asya’da enerji ve ticaret
üzerinden siyasi hâkimiyet kurmayı amaçlıyor. Bu iki
güç arasındaki rekabet, ekonomik ve sosyal bunalımla boğuşan ve zaten istikrarsız olan Ukrayna’yı
daha fazla istikrarsızlığa sürüklüyor. Bu noktada
Ukrayna’da yaşananlar uluslararası sistemdeki güç
OCAK 2014
53
Rusya’nın bu hamleleri karşısında ABD, geniş Karadeniz havzasının NATO ve AB üyelik süreçleri aracılığıyla batı ile eklemlenemeyeceğini kabul etmiş gözüküyor. Bu doğrultuda geniş Karadeniz bölgesinin,
AB ile Rusya arasında bölünmesindense bağımsız
kalmasını destekliyor. Bu çerçevede, 1990’lı yıllarda
Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta Asya’da sürdürülen çevreleme politikasının 2000’li yıllarla birlikte terk
edildiği söylenebilir. Obama yönetimi ise ABD’nin
bu bölgedeki varlığını, Rusya ile yapılan pazarlıklar
sonucunda belirliyor. Bu noktada ABD’nin, Balkanlardaki devletlerin NATO’ya ve AB’ye üye olmaları
konusunda koşulsuz ve kararlı biçimde baskı yapmasının söz konusu olmayacağı söylenebilir.
dengesi politikalarının, bir devletin istikrarındaki belirleyici rolünü göstermesi bakımından önem taşıyor.
AB’nin, 2004 genişleme dalgasının ardından devletlere tam üyelik perspektifi vererek doğuya doğru
ilerleyebileceği geniş coğrafyaların kalmadığı anlaşıldı. Bunun üzerine AB, kısa ve orta vadede üyelik
ile doğrudan bağ kurulamayacak ülkelerle işbirliğini
geliştirmek için Avrupa Komşuluk Politikası, Doğu
Ortaklığı Girişimi gibi çeşitli araçları harekete geçirdi. Bu sayede doğu sınırını istikrara kavuşturmayı
ve bu sınırın ötesinde etkinlik göstermeyi amaçladı.
Bu amaç halen AB’nin gündeminde yer alıyor ve
AB bu amacı gerçekleştirmeye yönelik faaliyetlerde
bulunuyor. Ukrayna’nın, AB’den uzaklaşarak Rusya
ile yakınlaşması, AB’nin bu amacına ulaşmasını zorlaştıracak ve hatta imkânsız hale getirecek bir unsura işaret ediyor. Bu nedenle Ukrayna ile yürütülen
serbest ticaret görüşmelerinden bütünüyle vazgeçilmiyor ve Ukrayna ile imzalanmak istenen Ortaklık
Antlaşması ısrarla hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Rusya ise Deli Petro’dan beri öncelik alanını batı olarak belirlemiştir. Bunun keyfi bir politika yöneliminden ziyade güç üzerinden etki alanı yaratılması çabalarının bir sonucu olduğu söylenebilir. Zira Rusya
için batıda etkinlik göstermek, Çin’in, Japonya’nın
ve Hindistan’ın bulunduğu ve dışarıdan ABD’nin
müdahil olduğu doğuda etkinlik göstermekten daha
kolay görünüyor. Doğuda Çin, Rusya, Japonya, Hindistan ve ABD arasındaki rekabet, aktörlerin ortak
hareket edebilecekleri veya işbirliği yapabilecekleri
fırsatları sınırlandırıyor. Rusya’nın bu coğrafyada tek
54
OCAK 2014
başına hareket etme imkânı ve lüksü olduğu söylenemez. Oysa batıdaki etki alanının genişletilmesiyle
Rusya’nın doğrudan nüfuz edebileceği coğrafyalar
bulunuyor. 2008 yılında Kosova’nın bağımsızlığını
ilan etmesi, Rusya için etki alanının daraltılması ve
sınırlandırılması anlamına geldi. Bu duruma Rusya
fena halde üzülmüş ve kırılmış olmalı ki 2008 yılının
ağustos ayında etki alanını tanımladığı coğrafyayı
Gürcistan’a savaş ilan ederek gösterdi. Aynı şekilde Ukrayna’nın gazını bir kesip bir vererek veya bu
tehdidi kullanarak Ukrayna’ya tarafını belirlemesi
konusunda baskı yaptı. Ukrayna’nın, bu ve benzeri Rus tehditlerinden çekindiği; Ukrayna’da yapılan
seçimlerin sonucunda Rus yanlısı Yanukoviç’in,
Avrupa taraftarı Timoşenko’yu devirmesi ve
Timoşenko’nun hapis cezasına çarptırılması, 2010
yılında Kırım-Akyar(Sivastopol)’daki Rusya Karadeniz Filosunun 2042 yılına kadar buradaki varlığının
devam etmesi konusunda Medvedev ile Yanukoviç
arasında imzalanan Harkov Antlaşması gibi örneklerden anlaşılabilir. Bu örnekler, Ukrayna’nın 2008
yılından başlayan süreçte Rusya’ya yaklaştığını
gösteriyor. Bunlara ek olarak, Gürcistan savaşı ve
sonrasında Kafkaslar’da yaşanan gelişmeler, Ermenistan’daki Rus askeri üssünün 2044 yılına kadar bölgede kalacak olması, Rusya, Kazakistan ve
Belarus arasında gümrük birliği uygulanması ve bu
alanın serbest ticaret antlaşmalarıyla genişletilmesine yönelik girişimler, Rusya’nın Belarus ile birleşme
yönündeki faaliyetleri gibi unsurlar, Rusya’nın geniş
Karadeniz bölgesindeki artan gücünü sergiliyor.
Ukrayna’da yaşanan krizin arka planına bakıldığında, Almanya ile Rusya arasındaki çekişme dikkat çekiyor. AB içerisindeki lider rolüyle Almanya,
Ukrayna’da Rus etkisine ne ölçüde izin verileceğini
belirleyen aktör olarak ortaya çıkıyor. Rusya, Ukrayna üzerinden Avrupa coğrafyasına nüfuz etmek
istiyorsa bunu Almanya’nın rızası olmadan hayata
geçirmesi mümkün görünmüyor. Bu itibarla Rusya
ile Almanya arasındaki pazarlıklar, işbirliği girişimleri
ve derecesi, Ukrayna’nın ve geniş anlamda Karadeniz bölgesinin geleceğinin belirlenmesinde önem
taşıyor. Hâlihazırda Ukrayna konusunda Almanya
ile Rusya arasında derin bir anlaşmazlık olduğu
anlaşılıyor. Kuzey Akım boru hattının güzergâhında
Ukrayna’nın yer almaması bu anlaşmazlığı gözler
önüne sermişti. Almanya’ya, yakın dostu Fransa da
koşulsuz destek veriyor. Ukrayna’nın siyasi, ekonomik ve sosyal sisteminin yeniden kurulmasında
Avrupa söz sahibi olmak istiyor. Bunun karşısında
Rusya da tarihi etki alanından vazgeçmeyeceğini ısrarla tekrar ediyor. Ukrayna’nın içerisinde bulunduğu istikrarsızlık ve kriz ortamında iki tarafın baskıları,
Ukrayna’ya ne kadar yardım yapılacağı üzerinden
tartışılıyor. Dışarıdan yapılan müdahaleler sonucunda Ukrayna içerisinde yaşanmakta olan istikrarsızlık
ve kriz artarak devam ediyor. Bu nedenle, ülke gün
geçtikçe ticaret ortaklarının tasarruflarına bağımlı
hale geliyor.
Ukrayna’nın geleceği açısından optimum çözümün,
Rusya ile AB arasında dengeli ilişkiler kurulmasından geçtiği söylenebilir. Bununla birlikte taraflar
arasındaki derin yarılmalardan dolayı bu çözüme
ulaşılması mümkün görünmüyor. AB, Ukrayna için
büyük bir ekonomik ve ticari pazara karşılık gelirken
Ukrayna’nın siyasi, ekonomik
ve sosyal sisteminin yeniden
kurulmasında Avrupa söz
sahibi olmak istiyor. Bunun
karşısında Rusya da tarihi etki
alanından vazgeçmeyeceğini
ısrarla tekrar ediyor.
aynı zamanda siyasi ve kültürel anlamlarda bir çekim merkezine işaret ediyor. AB, her ne kadar derin
bir krizden geçmekte olsa da Ukrayna’ya fazlasıyla
destek vermeye hazır olduğunu ve bu bilek güreşinden vazgeçmeyeceğini ortaya koydu. Bu anlamda
AB ile bütünleşmeye gidilmesinin, Ukrayna toplumunun geniş bir kısmını memnun edeceği ve bu projeden kaynaklanacak faydaların halkın çoğunluğuna
yayılacağı belirtilebilir. Rusya ise enerjiye ve silaha
dayalı ekonomik ve sınai görüntüsüyle Ukrayna’nın
çeşitlilik gösteren ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir
yapıya denk gelmiyor. Rusya ile bütünleşmenin ileri
safhalara ulaşmasından, Ukrayna’da yaşayan Rus
nüfusun memnuniyet duyacağı biliniyor. Rusya, geniş kesimlerce kabul edilmekten ziyade Rus topluluğunun taleplerine ve beklentilerine cevap vermeyi
yeğliyor ve Ukrayna üzerindeki baskısını büyük ölçüde bu toplum üzerinden hissettiriyor. Rusya’nın
bu yöndeki çabalarının cılız kaldığını söylemek ise
mümkün değil. Zira seçimlerden Rus yanlısı iktidar
galip çıktı.
Bu manzaraya bakıldığında Ukrayna, hem AB’den
kopmayı göze alamıyor hem de Rusya’yla yakınlaşmaya cesaret edemiyor. Bir başka deyişle ne AB
ile ne de Rusya ile birlikte hareket edilebilecek bir
bağlamda yer alıyor. Ukrayna, bunu bir güç kaynağı olarak kullanmayı denedi ancak gelinen noktada ne tarafa yüzünü dönerse dönsün istikrarsızlıkla
karşı karşıya kalıyor. Bu istikrarsızlığın aşılmasında,
Rusya ile Almanya liderliğindeki AB arasında yapılacak pazarlıklar önemli rol oynuyor. Bu pazarlıklarda
-şimdilik bu tür bir çabadan söz edilemese de- AB
ile Rusya’nın yakınlaşabilecekleri ve anlaşabilecekleri alanların ön plana çıkarılması önem taşıyor. Belirli konu-alanlar üzerinden ilerleyecek pazarlıkların
güç mücadelesini hafifleteceği ve uzun vadede sisteme belirli ölçüde istikrar ve düzen getireceği ileri
sürülebilir.
OCAK 2014
55
DIŞ POLİTİKA
VIKTOR YANUKOVİÇ
ve Ukrayna Muhalefet
Fuad SHAHBAZOV
Araştırmacı
S
on günlerde Ukrayna’nın başkenti Kiev’de
yaşanan olaylar, dünya gündemine bomba
gibi düştü. Ukrayna cumhurbaşkanı Viktor
Yanukoviç’in, Vilnius’da gerçekleşen Avrupa Birliği
liderleri toplantısında anlaşmaları imzalamayı reddetmesi karşısında, ABD dâhil tüm Avrupa liderleri şaşkına dönmüş durumdadır. Bu haber üzerine
sokaklara dökülen ve çoğu öğrencilerden oluşan
eylemciler, ilk günlerde başkanın kararını boykot
etseler de eylemin büyümesiyle talepler de büyümüş bulunmaktadır. Artık protestocular Viktor
Yanukoviç’in görevden istifa etmesi talebiyle sokaklara dökülmektedir.
Vilnius zirve görüşmelerinin sona ermesinin ardından, birçok Avrupa lideri Rusya cumhurbaşkanı
Vladimir Putin’i, Kiev’e ekonomik ve siyasi baskılar
yapmakta suçlayarak bunun siyasi ahlaka ters düştüğünü belirtmiştir. Avrupa Birliği başkanı Herman
van Rompuy basına yaptığı açıklamada “Uluslararası ilişkiler sisteminin 21. yüzyılda yürümesi gerektiği
gibi yürüyemediğini, bunun sebebinin de Rusya’nın
bağımsız ülkelerin iç meselelerine karışarak çeşitli
baskılar yapması ile alakalı olduğunu” belirtmiştir.
Devlet başkanı Viktor Yanukoviç, anlaşmadan vazgeçmesine sebep olarak Avrupa’nın Kiev’e yönelik
orta ekonomik yardım paketini oluşturamamasında
ve Avrupa’ya olan güvensizlikten kaynaklandığını
söylemiştir. Zira bundan önce Avrupa’nın desteği
ile başkanlık koltuğuna getirilen Viktor Yuşenko da
kısa zamanda destekçilerini hayal kırıklığına uğrattı.
Neticede siyasi otoritesini ve karizmasını kaybeden
56
OCAK 2014
Viktor Yuşenko koltuğunu bırakmak zorunda kaldı.
Onunla aynı dönemde başkanlığa aday olan Yuliya Timoşenko seçimleri kaybetse de yeni hükümet
döneminde başbakanlığa getirildi. Lakin çok bahsettiği ekonomik reformları gerçekleştiremedi, aksine 2011’de rüşvet suçlamasının ardından da hapse
atıldı.
Uzmanların beklentisine gelince, çoğu Batılı uzman
Yanukoviç hükümetinin protestoları zorla bastıracağından ve bundan sonra ülkede başlayacak kaosun
daha da büyüyerek diğer şehirlere yayılması yönünde tahminler yürütmektedir.
2004 senesinde Leonid Kuçma’ya karşı ayaklanan
öğrenciler polis ve asker zoruyla dağıtılmış; çoğu
gençlerden oluşan ve aralarında bulunduğu belirtilen provokatörler de hapse atılmıştı. 1 milyonu aşkın kişinin sokaklara döküldüğü bugünlerde henüz
bir çözüm süreci belirlenebilmiş değildir. Bu da ana
muhalefeti zayıf kılan hassas noktalardan birisidir.
İkinci ve en önemli eksikliklerden biri de muhalefeti
idare eden tek bir liderin olmamasıdır. Protestolara
katılanlar arasında eski devrim lideri Viktor Yuşenko
kadar popüler olan veya Yuliya Timoşenko kadar siyasi karizmaya sahip olan herhangi bir siyasetçinin
mevcut olmamasıdır.
Öğrencilerin eylemleri bir hafta daha uzatma planı
muhalefet liderlerini daha da umutlandırmış gözüküyor. Eski boks şampiyonu olan ve şimdilerde
popüler bir siyasi isim olarak öne çıkan Vitaliy Kliç-
ko protestocularla beraber meydanlarda olacağını
Vilnius toplantısında Avrupa liderlerine belirtti. Aynı
zamanda Ukrayna muhalefetini bir çatı altında birleştireceğini de beyan ederek; birçok kişinin daha
eyleme katılabileceği yönündeki umutlarını da artırdı. “Bizim cumhurbaşkanımız siyasi iradesi olmayan biri. Bu yüzden biz erken seçimlere giderek
Ukrayna’yı Avrupa’da hak ettiği yere getireceğiz”
dedi.
Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç, Avrupa’ya sırt
çevirmesinin sadece ekonomik nedenlerden olduğu konusunda da ısrar etmeye devam ediyor. Anlaşmanın imzalanmasına birkaç gün kala alacağı
610 milyon avro para yardımının yeterli olmadığını
düşünen Yanukoviç, Moskova ile yeni enerji anlaşmasının ve 10 milyar avro para yardımının daha olacağını düşünmekte. Anlaşmaların fes edilmesinden
1 gün sonra Moskova, Ukrayna’ya verdiği doğal
gaz fiyatlarında indirim yaptığını beyan etti. Bu beyanatın üzerine protestoların şiddeti daha da artmaya başladı. Bazı şehirlerde Ukrayna iktidar partisinin
üst düzey isimleri, cumhurbaşkanının bu tavrına
karşı görevlerinden istifa etmeye başladılar.
Bugün ülke ekonomisinde en büyük düşüş süreçlerinden birisi yaşanmaktadır. Ülke içinde işsizlik oranını sadece 2 yılda %10 arttı ve dış borcun %30a
varan oranlarda yükseldiği bir devirde; öğrenci ve
gençlerin çoğu ülkeyi terk etmeye devam ediyor.
Dünyanın önde gelen ekonomik araştırma merkezlerinin yaptıkları araştırmalarda da Ukrayna’nın,
Yunanistan’la aynı kaderi paylaştığı ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra çoğu ülke de, Kiev’in gelecek
5 yıl boyunca dış borçlarını kapatacağına inanmamaktadır.
Tabii ki, Ukrayna’nın bu kararının da ağır bir bedeli olacak. Anlaşmaların fes edilmesinden sonra
Kiev diğer Avrupa ülkelerinden borç ve kredi yardımları alamayacağını anlayarak, yüzünü Doğu’ya,
Çin’e çevirmiş bulunmaktadır. Yanukoviç’in beklemeden Pekin’e gitmesi de bunun ispatıdır. Anlaşmanın imzalanmamasıyla, eski başbakan Yuliya
Timoşenko’nun da beraat etme hayalleri de suya
düştü. 2015’teki seçimlerde yeniden aday olmayı
planlayan Viktor Yanukoviç’in ikinci kez seçilmesi
durumunda, Ukrayna’nın geleceği açısından bir felakete yol açacağı düşünülmektedir.
OCAK 2014
57
DIŞ POLİTİKA
ASYA PASİFİKTE
GERGİNLİK
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
Ç
in Halk Cumhuriyeti, 23 Kasım 2013 tarihinde,
1997’de yürürlüğe giren Çin Milli Savunma
Kanunu, 1995’te yürürlüğe giren “Çin Halk
Cumhuriyeti Sivil Havacılık Kanunu” ve 2001’de
yürürlüğe giren “Çin Halk Cumhuriyeti Uçuşlar Hakkında Temel Kuralları” gibi kanun ve kurallara dayanarak, Çin’in “Doğu Çin Denizi Hava Savunma
ve Tanımlama Bölgesi”ni ilan ederek uygulamaya
başlamıştır. Bu kapsamda, söz konusu sahaya giren herhangi bir uçağın ‘uçak tanımlama’ kurallarına
uyması; yani uçuş planı tanımlama, telsiz tanımlama, yanıtlama cihazı tanımlama ve logo tanımlama
bilgilerini bildirmesi gerekmektedir. Talimata uyumayan ve bildirimde bulunmayı reddeden uçaklara
karşı, Çin Silahlı Kuvvetleri tarafından gereken acil
savunma önlemlerinin alınacağını da belirtilmiştir.
Çin’in Hava Savunma Bölgesi’nin ilan edilmesi ile
beraber, Çin Hava Kuvvetleri ilk hava devriyesini
başlatmış ve erken uyarı uçakları ile farklı tipteki
savaş uçaklarının koruması altında iki adet büyük
keşif uçağı devriye gezisi uygulamasına başlamıştır. Çin Donanması Bilgi Yönetim Uzman Komitesi
Müdürü Tuğgeneral Yin Zhuo, söz konusu uygulamayı şu şekilde açıklamıştır: “Bugün ve geleceğe
doğru Çin’in güvenlik çevresi karmaşık hâl almıştır. Doğu Çin Denizi Hava Savunma ve Tanımlama
Bölgesi’nin çizilmesi, bu karmaşık duruma bir tedbir
ve Çin’in toprak bütünlüğü, hava sahası, egemenliği ve güvenliğinin korunması için yasal ve meşru bir
uygulamadır”. Yani Çin tarafı bazı tehditleri hissettiği
için böyle bir uygulamayı tercih etmiştir.
Çin Savunma Bakanlığı Sözcüsü Albay Yang
Yujun’in Xinhua Ajansına yaptığı açıklamada, Çin’in
Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ni uygula-
58
OCAK 2014
masının amacını şu şekilde açıklamaktadır: “Ulusal
egemenliği, toprak ve hava sahasının güvenliğini savunmaktır; uçuş düzenini korumaktır. Bu da
Çin’in kendini savunma hakkını verimli icra etmesinin gereğidir ve hiçbir ülkeye ve hedefe yönelik
değildir. Bu durum, ilgili hava bölgesindeki uçuş
özgürlüğünü de etkilemez”. Ancak, yukarı da belirtildiği gibi, Çin’in Hava Savunma ve Tanımlama
Bölgesi’ne girmiş uçaklar, Çin’in talimatına uymadıkları takdirde Çin Silahlı Kuvvetleri’nin acil savunma önlemleri ile karşılaşacaktır. Çin tarafının alacağı
güvenlik önlemlerine ilişkin Albay Yang Yujun açıklık
getirmiştir: “Tehdit içeren ve bilinmeyen uçar aletlere karşı Çin tarafı, koşullara bağlı olarak, vaktinde tanımlama, kontrol ve sonuçlandırma işlemleri
ile cevap verecektir. İlgili tarafların aktif bir şekilde
uyum sağlamasını ve birlikte uçuş güvenliğinin korunmasına katkıda bulunmasını umuyoruz”.
Çin’in emekli Tuğgenerali ve Çin Askerî Bilimler
Enstitüsü Genel Sekreter Yardımcısı Luo Yuan da
söz konusu önlemin nasıl uygulanacağını şu şekilde
ifade etmektedir: ‘Çin’in Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ne izinsiz giren ve gerekli bildirimlerde
bulunmaya yanaşmayan hava aracına önce uyarı
yapılacak, sonuç alınamadığı takdirde zorunlu inişe
hatta silah kuvveti ile hava sahasından dışarı çıkmaya zorlanacak, yine de sonuç alınamazsa ve bizzat
tehdit oluşturduğu da tespit edilmişse o zaman acil
önlem alınacaktır.’ Bu son “acil önlem” ifadesi de
açık değildir, herhalde silahlarla karşı koyacakları
ifade edilmektedir.
Japonya Öz Savunma Kuvvetleri, 2012 yılı buyunca Japonya Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi
OCAK 2014
59
ve hatta Senkaku (Daiyu Dao) adalarını kapsayan
yasal hava sahasına giren Çin uçaklarına karşı 306
defa acil uçuş yapmak zorunda kalmıştı. Japon
tarafı Çin uçaklarına karşı savaş uçakları dışında
AWACS ve E2C tipteki erken uyarı uçaklarını da
acil uçuşa dâhil etmiş, zaman zaman “izli mermi”
ile uyarı yapmıştır. Çin de Japonya gibi gelen uçakları söz konusu Hava Tanımlama Bölgesi’nde takip
eder ve uzaklaşmalarını sağlar.
Bu konuda, General Yin Zhuo de Çin ordusunun
Doğu Çin Denizi Hava Tanımlama Bölgesi’nde etkili yönetme-kontrol kapasitesine sahip olduğunu
ve havadan gelecek farklı tehditlere karşı uygun
önlemleri alabileceğini belirtmektedir. Çin’in askerî
uzmanı Zhang Jun, Hava Savunma ve Tanımlama
Bölgesi uygulamasının Çin’in hava savunma ve erken uyarı kapasitesini arttıracağını ve bölgeye giren
yabancı uçaklardan dolayı yaşanabilecek askerî
yanlış hükümleri önleyebileceğini vurgulamaktadır.
Zhang Jun’a göre, yabancı uçakların söz konusu
hava bölgesine girdiklerinde yaptıkları bilgilendirme
ve bu doğrultuda alınan düzenleyici tedbirlerin her
iki taraf için önemli rolü vardır. Hava Tanımlama Bölgesi uluslararası hukuk tarafından tanımlanan hava
sahası (airspace) değildir, ancak Çin tarafının yukarıdaki ifadelerinden bu iki tanım ve kavramı
karıştırarak anlattığı izlenimi oluşmaktadır.
Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi (Air
Defense Identificati-
on Zone, ADIZ), bir ülkenin hava savunma ihtiyacından ve ordu tarafından, gelen uçan cismi hızlı tespit
ve kontrol edebilmesinden dolayı tek taraflı çizilmiş
hava bölgesidir. Bu ilk defa 1950 yılında ABD tarafından uygulanmıştı. Hava Savunma ve Tanımlama
Bölgesi, ne hava sahasıdır, ne de hava sahasının
genişletilmiş bir alandır. Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR) de
değildir, ancak hava sahasından daha büyüktür.
20’den fazla ülkede Hava Savunma ve Tanımlama
Bölgesi uygulanmaktadır, ancak bu tür uygulama
uluslararası hukukun aslında yok hükmünde olduğunun altını çizer. Genellikle, bir uçan cisim, bir
ülkenin Hava Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ne
yaklaştığında ve talimata uygun bildirimde bulunmadığında, savaş uçakları takibe başlar ve o cismi
kendi hava sahasına girmediği sürece takibe devam eder. Bu durumda, inişe zorlama ve ateş açma
gibi müdahale yetkisi yoktur. Aksi halde uluslararası
hukuk ciddi ihlal edilmiş olur. Birçok ülke kendi hava
sahasına girmeyen ve yalnızca Hava Savunma ve
Tanımlama Bölgesi’nden geçen sivil uçaklardan tanımlama talebinde bulunmaz, ancak Çin sivil veya
askerî uçak farkı gözetmeksizin her uçaktan tanımlama bilgisini talep etmektedir.
Bu nedenle Pekin Hükümeti, Doğu Çin Denizi Hava
Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ni ilan eder etmez
ABD, Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler derhal
tepki göstermiş ve kararı geri almasını talep etmiştir.
ABD Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü
Caitlin Hayden, 23 Kasım’da
Çin’e güçlü endişelerini
ilettiğini ve bölge-
deki müttefikleri ve ortakları ile yakından koordine içinde olduklarını beyan etmişti. ABD Dışişleri
Bakanı John Kerry de Çin’in talimatlara uymayan
uçaklara uygulama yapmamasına ilişkin çağrıda
bulunmuştu.
ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel de Senkaku
(Diaoyu Dao) adalarının Japonya yönetiminde olduğu gerçeğine dikkat çekerek, Japonya’nın bir
saldırıya uğradığı anda ABD-Japonya Güvenlik
Antlaşması’nın devreye gireceğini ifade etmiştir. 26
Kasım günü ABD’nin iki B-52 bombardıman uçağı, Çin’e bildirmeden Çin’in Doğu Çin Denizi Hava
Savunma ve Tanımlama Bölgesi’ne girip geçmişti.
ABD, söz konusu Hava Savunma Bölgesi’nin refleksi ve reaksiyonunu sınamıştı ve Çin de bu reaksiyonu hemen gösterememişti. Buna rağmen, 29
Kasım’da Obama Hükümeti ABD’nin sivil uçaklarının
Çin’in uyguladığı Hava Savunma Bölgesi’ne uyum
sağlamasını istemiştir. Devamında ABD’nin American Airlines, Delta Airlines ve United Airlines gibi
Çin’in
havayolları Çin
in söz konusu bölgesinden geçerken gereken talepleri yerine getireceğini ilan
etmiştir. Ancak, ilerleyen günlerde
ABD söz konusu
bölgeden geçmemek
için
uçuş rotasını değiştirme niyetindedir.
Bu rahatsızlığı gören Çin
yetkilileri açıklama yapma ihtiyacı
duymuş ve 29 Kasım’da, Çin Dışişleri
Bakanlığı Sözcüsü Qin Gang, ‘Çin’in Hava
Savunma Bölgesi hiçbir ülkeye yönelik değildir.
Bu durum herhangi bir ülkenin askeri uçakları dâhil
bütün uçaklarının normal uçuşunu etkilemez. Çin
Halk Cumhuriyeti’nin egemenliğine saygı gösteren
herhangi bir ülkenin gerginlik hissetmesine gerek
yoktur.’ diye konuşmuştu.
“Doğu Çin Denizi Hava Savunma ve Tanımlama
Bölgesi” ilan edildikten sonra, ABD-Çin arasında
yaşanan gerginliğe son verilebilmesi için gözler
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in 2-7 Aralık tarihleri arasındaki Japonya, Çin ve Güney Kore ziyaretine çevrilmişti. 2-3 Aralık’ta Japonya’yı ziyaret
60
OCAK 2014
eden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Çin’in yeni
Hava Savunma Bölgesi uygulamasının JaponyaÇin gerginliğini arttırdığını ve bölge uçuş güvenliğinin de endişeli hale geldiğini belirterek, 4 Aralık’ta
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile yapacağı görüme
esnasında bu endişeleri dile getireceğini ifade etmişti. Çin’in duruma yanlış hüküm verip hata yapma ihtimalinin yüksek olduğunu belirten ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, 4 Aralık’taki Çin ziyaretinde resmi görüşmelerinde değil akşam yemeğinde,
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’e, Washington’un,
Çin’in söz konusu kararından endişe duyduğunu
ve bu uygulamayı kabul etmediğini iletmiştir. Ancak,
Joe Biden’in Asya ziyareti, Çin’in Hava Savunma
Bölgesi’nin belirlenmesinin oluşturduğu gerginliği
yumuşatamamıştır. Çin-ABD arasındaki gerginliğin
fazla tırmanmadan kapalı bir şekilde uzlaşma ile sonuçlanması her iki taraf için faydalı olacaktır.
Japonya da Çin’in Hava Savunma Bölgesi uygulamasından rahatsızdır. Aslında, 29 Ağustos
1968 de, Japonya ilk olarak Hava Savunma
Sa
1968’de,
ve Tadünya duyurmuş,
nımlama Alanı’nı belirlemiş ve dünyaya
genişlet
zaman içinde de birkaç kez genişletmişti.
Haziran
A
2010’da, Japonya, Hava Savunma Alanı’nı
güneydeki Yonaguni-jima adlı adanın bat
batısına uzatınca
Tayvan’ın Hava Savunma Bölgesi ile çakışmış, bu
yüzden tepki almıştı. Çin tarafı da Jap
Japonya’nın uluslararası teamüllere aykırı davrandığın
davrandığını ileri sürerek,
bu durumun yasal olmadığını ortaya koymuştu.
Çin’in Hava Savunma Bölgesi ile ilgili
ilg kararını ilan
etmesi ile Japonya tepkisini hemen g
göstermişti. Japonya Bakanlar Kurulu Sekreter Yardımcısı
Yar
Katsunobu Kato 25 Kasım 2013’te, Çin’in ttek taraflı Hava
Savunma Bölgesi’ni çizmesinin Doğu Çin Denizi’nin
v bölge gerilimevcut durumuna aykırı olduğunu ve
ABD Beyaz Saray Ulusal
Güvenlik Konseyi Sözcüsü
Caitlin Hayden, 23 Kasım’da
Çin’e güçlü endişelerini
ilettiğini ve bölgedeki
müttefikleri ve ortakları ile
yakından koordine içinde
olduklarını beyan etmişti.
OCAK 2014
61
Birçok ülke kendi hava
sahasına girmeyen ve yalnızca
Hava Savunma ve Tanımlama
Bölgesi’nden geçen sivil
uçaklardan tanımlama
talebinde bulunmaz, ancak
Çin sivil veya askerî uçak farkı
gözetmeksizin her uçaktan
tanımlama bilgisini talep
etmektedir.
mini arttırdığını beyan etmişti. Katsunobu Kato’ya
göre, Çin’in bu tutumu öngörülemeyen olayları yaratacak çok tehlikeli bir davranıştır. Çin, uluslararası
hukukun evrensel prensiplerinin belirlediği açık denizde uçuş özgürlüğünü ihlal etmiştir. Çin’in bu girişimi Japonya’yı bağlamamaktadır. Aynı günde Japonya Başbakanı Shinzo Abe de Çin’i eleştirerek,
söz konusu Hava Savunma Bölgesi’nin Japonya’yı
bağlamadığını ve Çin’in açık denizde özgür uçuş ilkesine aykırı olan eylemini geri çekmesini istemişti.
Aynı zamanda Japonya Dışişleri Bakan Yardımcısı
Akitaka Saiki de protestosunu bildirmek için Çin’in
Tokyo Büyükelçisi Cheng Yonghua’yı Bakanlığa
çağırmıştı. 27 Kasım’da Japonya Hükümeti, Çin’in
Liaoning Uçak Gemisi’nin doğurabileceği tehditlere karşı kendi Hava Savunma Alanı’nı Ogasawara
adalarını kapsayacak şekilde genişletme planı yapmıştı. Japonya aynı zamanda Kore, Tayvan, ASEAN gibi Çin Hava Savunma Bölgesi’nden etkilenen
ülkelere çağrıda bulunarak Çin’in geri adım atması
için işbirliği teklifinde bulunmuştu. Japonya’nın bazı
sivil havayollarının, önceden Çin’e uçuş planını göndereceklerine dair karar almalarına rağmen, yukarıda ifade edilen gelişmeler sebebiyle, 27 Kasım’da
62
OCAK 2014
Japan Airlines ve All Nippon Airways gibi havayolları
uçuş planının verilmeyeceğini ilan ettiler.
26 Kasım’da, ABD’nin iki B-52 bombardıman
uçağının bilgi vermeden Çin Hava Savunma
Bölgesi’nden geçmesinden sonra, Güney Kore
Donanma P3C devriye uçağı, Çin-Güney Kore
Hava Savunma Bölgeleri’nin çakıştığı bölgeye yani
aralarında ihtilaflı mercan resif hava bölgesine bilgi vermeden devriye gezisi yapmıştır. Japonya Öz
Savunma Kuvvetleri’ne bağlı Hava Kuvvetleri P3C
devriye uçakları Çin’in çizdiği söz konusu sahalarında uçuşuna devam etmiştir. Japonya Savunma Bakanı Itsunori Onodera da 30 Kasım’da, Japonya’nın
devriye uçaklarının Çin tarafından takip edilmediğini teyit etmiştir. Çin’in Hava Savunma Bölgesi’ne
yönelik bu uçuşlar Pekin’in tepkisini ölçme eylemi
olarak algılanabilir, neticede Pekin Hükümeti bu eyleme karşı tepki göstermemiştir.
28 Kasım’da, Japonya Kabine Genel Sekreteri Yoshihide Suga, Japonya’nın toprak karasuları ve hava
sahasını korumak için gereken takip ve gözetim
faaliyetlerine devam edeceğini ve Çin’in tepkisinin
bu faaliyetlere engel olamayacağını ifade etmiştir.
Japon siyasîler, Çin’in “Hava Savunma Bölgesi”
kararını bir yayılmacı eylem olarak tanımlamaktadır.
Japonya Hükümeti’nin, Çin’in çizdiği Hava Savunma Bölgesi’ni tanımama tutumu devam etmektedir.
Aynı günde Çin Savunma Bakanlığı sözcüsü Yang
Yujun de Japonya’nın söz konusu Hava Savunma
Bölgesi hakkında sorumsuz açıklamalarını durdurmasını istemiştir. Japonya’nın, Çin’in çizdiği Hava
Savunma Bölgesi’ni geri çekme talebine karşı, Yang
Yujun, Japonya bu talebi yapmadan önce 1969’da
çizdiği Hava Savunma Alanı’nı geri çeksin, 44 yıl
önce kendi Hava Savunma Alanı’nı belirleyen bir ülkenin böyle bir talebe hakkı olmadığını düşünmesi
gerekir diye konuşmuştur. 29 Kasım’da Çin Dışişleri
Bakanlığı Sözcüsü Qin Gang, Japonya’nın Çin’in
belirlediği Hava Savunma Bölgesi üzerinde sarf ettiği eleştirileri “her yerde rüzgâr estirip ateş yakmak”
olarak nitelemiştir. Qin Gang, “kendisi yangın yaratır,
diğerlerin lamba yakmasına yasak getirir” şeklindeki
Çin atasözünü hatırlatarak, Japonya’nın yaptıklarının hiçbir mantığa uymadığını ve tamamen ard niyetli olduğunu söylemiştir.
Bu gelişmeler sürerken, Güney Kore de 15 Aralık
2013 tarihinde, mevcut Hava Savunma Bölgesi’ni
genişletmiş olduğunu beyan etmiştir. Güney
Kore’nin Hava Savunma Bölgesi (KADIZ) 1951
yılında, ABD’nin himayesinde çizilmiş ve genişletilmişti. Güney Kore’nin Hava Savunma Bölgesi,
Çin ile ihtilaflı olan ve Çince adı Suyan Kayaçları,
Korece adı Ieodo Kayaçları olan adasını kapsayan
hava bölgesini içermektedir. Güney Kore ile Çin’in
çizdikleri Hava Savunma Bölgeleri bu tartışmalı bölgede birbirleriyle çakışmaktadır. Çin’in belirlediği
Hava Savunma Bölgesi’ne karşı Güney Kore tarafı,
28 Kasım’da Seoul’de düzenlenen Güney Kore-Çin
III. Savunma Strateji Diyaloğu’nda tutumunu açıklamıştı. Ancak Çin, Güney Kore tarafından belirlenen ve Güney Kore’nin güneybatı bölgesindeki Jeju
Adası (örtüşen alan uzunluğu 115 km, genişliği 20
km) ve iki ülke arasında tartışmalı ada olan Ieodo
Kayaçları’nı kapsayan Hava Savunma Bölgesi’ni tanımadığını ve yeniden düzenlemesi gerektiğini Güney Kore’ye iletmişti.
Çin tarafının kendi Hava Savunma Bölgesini ilan etmesinin ardından, Güney Kore Savunma ve Dışişleri Bakanlıkları, Seoul’da bulunan Çinli diplomatları
25 Kasım’da Bakanlığa çağırarak, Çin’in tek taraflı
girişimine tepki göstermişler ve Güney Kore’nin Ieodo Kayaçları üzerindeki hava sahasında tartışmasız
Çin’in Hava Savunma ve
Tanımlama Bölgesi’ne izinsiz
giren ve gerekli bildirimlerde
bulunmaya yanaşmayan hava
aracına önce uyarı yapılacak,
sonuç alınamadığı takdirde
zorunlu inişe hatta silah
kuvveti ile hava sahasından
dışarı çıkmaya zorlanacak,
yine de sonuç alınamazsa ve
bizzat tehdit oluşturduğu da
tespit edilmişse o zaman acil
önlem alınacaktır.
olarak kontrol hakkının kendilerinde olduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca, Çin’in bölgesel gerginliklere neden olacak faktörlerden kaçınması gerektiğinin de
altını çizmişlerdir. Güney Kore Savunma Bakanlığı
Sözcüsü Kim Min-seok, Güney Kore’nin uçaklarının Çin’in belirlediği Hava Savunma Bölgesi’nden
geçerken Çin’e ayrıca bilgi vermeyeceğini ifade
etmiş ve iki ülke arasında muhtemel bir çatışma
olup olmayacağı sorusuna istinaden de, ‘Çin’in
çizdiği Hava Savunma Bölgesi Çin’in Hava Sahası
değildir, eğer çatışma yaşanacak ise, o da Çin’in
meydan okuması sayılır’ diye cevap vermiştir. Nitekim 26 Kasım’da, Güney Kore Deniz Kuvvetleri’nin
P3C devriye uçağı Jeju Adası’ndan kalkarak Çin’in
belirlediği Hava Savunma Bölgesi’nden geçmiş ve
Çin’e hiç bilgi vermemiştir. 8 Aralık’ta, Güney Kore
de mevcut Hava Savunma Bölgesini genişleteceğini ve bu bölgenin Japonya ile Çin’in belirlediği
Hava Savunma Bölgesi ile çakışan bölgeler olacağını belirtmişti. Güney Kore, kendi Hava Savunma
Bölgelerinin uçuşları olumsuz etkilemediğini ve bu
bölgeden geçen uçakların önceden bilgi vermesine
gerek olmadığının da altını çizmiştir. Ayrıca, Güney
Kore sivil havayolları ise Çin’in taleplerine uyacağını
12 Aralık’ta Çin’e iletmiştir.
Fakat 29 Aralık’ta, Çin’in kendi Hava Savunma
Bölgesi’ne giren uçakları Su-30 ve J-11 tipli savaş
uçaklarıyla takip edeceğini beyan etmesiyle bu durum emsal teşkil etmiş ve bölgedeki gerilim durumu
sürekli hale gelmiştir.
OCAK 2014
63
DIŞ POLİTİKA
Verilen idam kararının Bangladeş iç hukuku açısından da sıkıntılı olduğu dile getirilmektedir. Molla’nın
avukatı Tajul İslam, idam kararı verildikten sonra 15
günlük sürenin beklenmemesinin şoke edici olduğunu ifade etmiştir. Buna ek olarak İslam Uluslararası Ceza Divanı’na başvuracaklarını belirtmiştir.
Zira Bangladeş Anayasası’na göre idam kararı verildikten sonra 15 gün beklenmesi gereken bir af
dileme süresi mevcuttur.
Verilen idam cezası kararı hem
Bangladeş iç hukuku açısından
hem de uluslararası hukuk
açısından haksız bir karardır.
Uluslararası ve Evrensel Standartları
Karşılamayan Usuller Sonucu Verilmiş Bir Ceza
Abdülkadir Molla mı
Yoksa Hukuk
mu Katledildi?
Dr. Selman ÖĞÜT
Marmara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Öğretim Üyesi
B
angladeş hükümeti, 1971 yılında Pakistan’a
karşı verilen bağımsızlık mücadelesi sırasında
işlenen suçlara istinaden 2010 yılında Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi kurdu. Bu mahkeme 5 Şubat 2013 tarihli kararı ile Bangladeş’teki
Cemaat-i İslam Partisi Genel Sekreter Yardımcısı Abdülkadir Molla’yı ömür boyu hapis cezasına
çarptırdı. Daha sonra Uluslararası Savaş Suçları
Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar Bangladeş
Anayasa Mahkemesi tarafından idam cezasına
çevrildi. Abdülkadir Molla’nın avukatlarının yapmış
olduğu temyiz başvurusu dikkate alınmadı. Ülkede
idama karşı yönelmiş protestolar yüzünden idam
kararının icrası ancak bir gün ertelendi. 12 Aralık
2013’te Molla idam edildi.
64
OCAK 2014
Aralarında İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human
Rights Watch) ve İngiltere Müslüman Konseyi’nin
de bulunduğu birçok sivil toplum örgütü idamı kınadı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bazı devletler de idamı kınadıklarını açıkladılar.
Davacının Temyiz Talebi Daha Ağır Ceza ile Sonuçlanabilir mi?
İcra aşamasına geçilmeden önce, verilen kararın
uluslararası hukuka aykırı olduğu noktasında birçok
itiraz dile getirildi. Buna rağmen idam gerçekleşti.
Bu iddialar arasında ilk etapta ele alınması gereken
husus, idam kararını veren mahkemenin bir temyiz
mahkemesi olmasıdır. 5 Şubat 2013’te ömür boyu
hapse mahkûm edilen Molla suçlamaları reddede-
rek kararın temyiz edilmesini Bangladeş Anayasa
Mahkemesi’nden talep etmiştir. Ancak Anayasa
Mahkemesi mevcut kararı, Molla’nın aleyhine bozmuş ve Molla’nın idamına karar vermiştir. Söz konusu durum genel olarak temyiz mahkemesinin işleyiş
usulü açısından problemlidir.
Türkiye’nin ve İngiltere’nin de aralarında bulunduğu
Dünya’daki birçok hukuk sisteminde, verilen cezaya karşı temyize gidilmesi durumunda ikili ayrıma
gidilmektedir. Eğer verilen cezaya itiraz eden taraf
davacı taraf ise -ki bunun sebebi davacı tarafın cezayı gereğinden az olarak görmesidir- temyiz mahkemesi mevcut cezanın arttırılmasına hükmedebilir.
Bununla birlikte, şayet temyiz talebinde bulunan
taraf davalı (müdafii) taraf ise temyiz mahkemesinin söz konusu cezadan daha fazla bir ceza verme
hakkı yoktur. Çünkü bu ikinci durumda, davalı taraf
kendisine verilen cezanın, yargılamanın yapıldığı hukuk sistemi açısından fazla olduğunu düşünürken
davacı taraf cezadan memnundur. Molla’nın davalı
taraf olduğunu düşündüğümüz zaman ortada ne
denli büyük bir hukuk katliamının olduğunu görmemiz hayli basittir. Bangladeş Hukuk Sistemi’nin
İngiliz Hukuk Sistemi’ni baz alarak kurulduğunu da
hatırlatmamız gerekir.
BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay, idam
kararı alındıktan sonra 10 Aralık’ta yaptığı açıklama ile söz konusu kararın uluslararası standartları
karşılamayan bir yargılama sonucunda alındığını
dile getirmiştir.1 Pillay adil bir yargılamanın yapılmadığının özellikle altını çizmiştir. Bangladeş’in
de taraf olduğu BM Uluslararası Kişisel ve Siyasi
Haklar Sözleşmesi’nin 14. maddesinin 1. fıkrasında herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğu
belirtilmiştir.
Pillay’den birkaç gün önce açıklama yapan iki özel
raportörden Gabriela Knaul, temyizi mümkün olmayan bir idam cezasının verilmesini eleştirmiştir.
Hukuken önemli bir hak olan temyiz hakkının ölüm
cezası söz konusu olduğunda daha farklı bir ehemmiyeti haiz olduğunu belirtmiştir. Bu hususu evrensel bir hukuk ilkesi olarak değerlendirebiliriz. İdam
kararı icra edildikten sonra geri dönüşü olmayan
bir yola girildiği için, kişiye temyiz hakkının verilmesi
güvenilir bir hukuk sistemi kurma açısından hayati öneme sahiptir. Farklı hukuk sistemlerine baktığımız zaman uygulamaların, belirttiğimiz şekilde
idam mahkûmuna temyiz hakkı verdiğini görüyoruz. Zaten BM Uluslararası Kişisel ve Siyasi Haklar
Sözleşmesi’nin 14. maddesinin 5. fıkrası ‘’bir suçtan ötürü mahkûm olan bir kimse, mahkûmiyetinin
ve aldığı cezanın daha yüksek bir yargı yeri tarafından hukuka göre incelenmesini isteme hakkına
OCAK 2014
65
sahiptir’’ hükmü ile bu hakkı güvence altına almıştır.
Buna rağmen söz konusu ilkeye uyulmaması uluslararası bir sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüğün ihlal edilmesidir.
Diğer özel raportör Christof Heyns ise adil yargılama ilkesinin gerektiği gibi uygulandığı noktasında
şüpheler olduğunu dile getirmiştir. Molla’nın lehine
tanıklık yapanların ve Molla’nın avukatlarının korkutma, yıldırma ve taciz dolu bir atmosferden şikâyetçi
olması da raportörler tarafından eleştirilmiştir. Uluslararası Hukukçular Birliği Genel Sekreteri Av. Necati Ceylan da aynı noktaya temas etmiştir. Hâkim,
savcı ve soruşturma komisyonunun tamamen hükümet tarafından atanan ve sanıkların da hükümete
muhalif olduğu bir mahkemedeki tarafgirliğe dikkat
çekmiştir.2 Hukukta silahların eşitliği olarak anılan
ilkenin dava süresince devam eden yanlı tutum ile
ihlal edilmiş olduğu aşikârdır.
Sonuç olarak verilen idam cezası kararı hem Bangladeş iç hukuku açısından hem de uluslararası hukuk açısından haksız bir karardır. Yüksek Komiser
Pillay kararın haksız olduğunu idamdan sonra dile
getirmiştir.3
kukta ‘’ad hoc’’ olarak adlandırılan ve BM Güvenlik
Konseyi tarafından kurulan eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Ruanda Uluslararası
Ceza Mahkemesi, eski Yugoslavya ve Ruanda’da
meydana gelen ciddi suçlara ilişkin gereken yargılamayı yapmak için kurulmuş mahkemelerdir. Bunun
yanında uluslararası ve ulusal hâkimlerin katılımı ile
kurulmakla beraber ulusal hukuk sistemi temeline
oturtulmuş Kamboçya ve Sierra Leone mahkemeleri gibi melez mahkemeler de mevcuttur. Yani ad
hoc kurulmuş mahkemeler ile Uluslararası Ceza
Divanı’nın yetki alanlarını ve yargılama şekillerini karıştırmamak gerekir.
Uluslararası Ceza Divanı ise 1998 yılında kabul
edilen Roma Statüsü’ne göre kurulmuş ilk daimi
uluslararası ceza mahkemesidir. BM’in çabası ile
Roma’da 1998 yılında başlayan çalışmalar sonucunda, Roma Statüsü 120 ülkenin evet 21’inin çekimser ve 7’sinin red oyu kullanması ile kurulmuştur.
2013 Mayıs itibari ile 122 devlet statüyü onaylamıştır. Ulusal ceza mahkemelerine nazaran tamamlayıcı
bir rol üstlenmiştir. Divan dört tip suçla ilgili yargılama yetkisini haizdir. Bunlar savaş suçları, insanlığa
karşı suçlar, soykırım suçları ve saldırı suçudur. Bu
arada ABD’nin kendi personelinin yaptığı ve yapmakta olduğu hukuk ihlalleri nedeni ile statüye taraf olmadığını hatırlatmamız gerekir. ABD bunun
yanında kendi personelinin divana şikâyet edilmemesi için birçok devlet ile ikili anlaşma imzalamıştır.
Sadece bu örnek uluslararası hukukun ne şekilde
suiistimal edildiğini göstermeye yeterlidir.
Lowe’nin de belirttiği gibi işlenen suç ne kadar ağır
olursa olsun, devletler her zaman şüphelileri tek
başlarına cezalandırmak istemezler. Devlet niye
böyle bir refleks gösterir? Kimi zaman devlet suçluya sempati besler, kimi zaman çıkacak olan iç karışıklıktan çekinir.4 Velhasıl uluslararası bir niteliğin kazandırılması hem daha ciddi, daha güvenilir ve daha
şeffaf bir yargılama yapılmasını hedeflemektedir.
Bangladeş’te kurulmuş olan Uluslararası Suçlar
Mahkemesi 1971 yılındaki olaylarla alakalı kurulmuştur. BM ve Avrupa Birliği’nin de desteğini alarak
kurulan mahkeme ile ilgili eleştiriler çok gecikmeden
gelmiştir. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün mahkemenin işleyişi ile ilgili adil yargılama ve şeffaflık ilkelerinin eksik olduğu yönünde eleştiriler, uluslararası
camianın baştan itibaren mahkemeye kuşkulu yaklaşmasına sebebiyet vermiştir. Uluslararası Suçlar
Mahkemesi teşekkülü itibari ile ulusal nitelikte bir
mahkemedir. Yukarıda belirtildiği üzere mahkeme
kadrosu hükümet tarafından atanmıştır. Ulusal ve
uluslararası hâkimlerden teşekkül etmiş Ruanda ya
da Sierra Leone gibi mahkemeler uluslararası niteliktedir.
Tarihe baktığımız zaman kurulan mahkemelerin farklı
niteliklerde olduğunu görüyoruz. Uluslararası hu-
En önemlisi Uluslararası Suçlar Mahkemesi Uluslararası Ceza Divanı ile karıştırılmamalıdır. Molla’nın
Bangladeş Uluslararası Suçlar Mahkemesi ve
Uluslararası Ceza Mahkemeleri
66
OCAK 2014
insanlığa karşı suç ve savaş suçu işlediğine hükmetmiş olan Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nin kararı,
Uluslararası Ceza Divanı’nın vermiş olduğu bir karar
değildir. Uluslararası Ceza Divanı’nın yaptığı yargılamalar Roma Statüsü’ne dayanır. Bangladeş’in söz
de uluslararası mahkemesi 1971 yılında hükümet
tarafından çıkarılan bir yasa ile kurulmuştur. 1971
Yasası olarak doktrinde adlandırılan düzenleme,
insanlığa karşı suç, barışa karşı suç, soykırım, savaş suçları, 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nde geçen
silahlı çatışmalarla ilgili insancıl hukuk kurallarının
ihlali ve uluslararası hukukun kabul ettiği herhangi bir suçu yetkisi altında göstermiştir. Ayrıca bu
suçların işlenmesini teşvik, tahrik ya da planlamayı, suç ortaklığı yapmayı ya da söz konusu suçları
engellemekten kaçınmayı da suç olarak saymıştır. Görüldüğü gibi buradaki suç tipleri hem Roma
Statüsü’nde sayılanlardan daha fazla hem de daha
farklıdır. Her ne kadar isim benzerliği olsa da suçların tanımlanması da farklıdır.
İdam Kararı Hukuki mi Siyasi mi?
1973 yılında Pakistan’ın ilk başkanı Şeyh Mujibur Rahman tarafından çıkarılan genel af olaylarla
bağlantısı olan herkesi kapsamıştır. Bu affın sebebi Pakistan ve Hindistan arasında imzalanan ve
Bangladeş’i de bağımsız bir devlet olarak tam anlamıyla tanıyan Simla Antlaşması’nın getirmiş olduğu
olumlu havadır. Bu hava o kadar olumlu idi ki Başkan Rahman Bangladeş hapishanelerindeki bütün
Pakistanlı mahkumları yurtlarına geri göndermiştir.5
belgelerinde iktidar olan Avami Partisi’nin, Cemaat-i
İslam’ın ve diğer İslamcı partilerin ezilmesi için zamanın doğru olduğu cihetindeki kanaati yer almıştır.
Münevver Hasan, seçimleri kaybetme korkusu ile
hareket eden iktidar partisinin ve dolayısıyla hükümetin batı ve Hindistan’la işbirliği yaparak haksız
kararları uygulattığını belirtmiştir. Zaten idam kararından önce mahkemenin yapmış olduğu keyfi gözaltına alma eylemleri, İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin 9. maddesini ve BM Uluslararası
Kişisel ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 9. Maddesini ihlal ettiği gerekçesi ile BM Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu tarafından eleştirilmiştir.
Sonuç olarak, uluslararası hukuka aykırı bir usulle
yargılama yapılmış ve yine uluslararası hukuka aykırı
şekilde karar alınmıştır. Molla’nın temyize gidememesi, iç hukukta yer alan 15 günlük af dileme süresinin verilmemesi, yapılan yargılamanın silahların
eşitliği ve adil yargılanma hakkı gibi birçok evrensel
ilkeye aykırı olması, siyasi kaygıların hâkim olduğu
bir karar ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. 2009’da yapılan mevzuat değişikliği ile başlamış ve halen devam etmekte olan bu süreçle alakalı
uluslararası camianın cılız tepkisi ayrıca kınanması
gereken bir durumdur. Bununla birlikte mahkeme
gözünü Cemaat-i İslam’ın lideri Gülam Azam’a dikmiş durumda... Azam da Molla gibi idamla yargılanıyor. Henüz vakit varken, Molla için gerekli tepkiyi
koymamış olan uluslararası camia Azam için harekete geçmelidir.
Uluslararası Suçlar Mahkemesi Anlaşması’nda
2009 yılında yapılan bir değişiklikle, bağımsızlık
karşıtı silahlı gruplara (anti-liberal armed forces)
üye olduğu iddia edilen kişiler için yargılamaya giden yol açılmıştır. İlginç bir şekilde aynı çatışmanın
diğer tarafı olan bağımsızlık taraftarı silahlı gruplar
(pro-liberation armed forces) için yargı yolu açılmamıştır. Özenle seçilmiş 40 adet sivilin yakalanması
için keşfedilmiş olan bu değişiklik özellikle Cemaat-i
İslam üyelerinin tutuklanmasına sebebiyet vermiştir.
Cemaat-i İslam’ın Pakistan kolu lideri Münevver
Hasan, idamın arkasında ABD, Batı ve Hindistan’ın
olduğunu söylemiştir. Bangladeş hükümetinin savaş mahkemeleri yoluyla insan haklarına aykırı işlere
imza attığını ve asıl amacın taraflı ve planlı bir şekilde Cemaat-i İslam üyelerini infaz edilmesi olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, 2010 yılının Kasım
ayında ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan sızan Wikileaks
1
2
3
4
5
http://www.un.org/apps/news/story.asp?NewsID=46704&Cr=deat
h+penalty&Cr1=#.UrW1OtJdWi4
http://hurseda.net/Guncel/95463-Hukumetten-Af-Dilemedi.html
http://www.newagebd.com/detail.php?date=2013-1220&nid=77396#.Ura0R9JdWi4
Vaughan Lowe, ‘’International Law’’, Clarendon Law Series,
Oxford: Oxford University Press, 2007, s. 182
John Cammeg, The Bangladesh War Crimes Tribunal:
Reconciliation or Revenge?, http://www.crimesofwar.org/
commentary/the-bangladesh-war-crimes-tribunal-reconciliationor-revenge-2/
OCAK 2014
67
DIŞ POLİTİKA
H
asan Ruhani, 12 Kasım 1948 tarihinde İran’ın
Simnan yakınlarındaki Sorkheh şehrinde
dünyaya geldi. Öğrenimine Simnan’da başlayan Ruhani, Kum şehrinde klasik medrese eğitimini tamamladı, bunun yanı sıra hukuk dalında öğrenim yaptığı Tahran Üniversitesi’nden 1972 yılında
mezun oldu.
İran İslam Cumhuryet’nn
7. Cumhurbaşkanı
Hasan Ruhan
Kmdr?
Sinan TAVUKÇU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
68
OCAK 2014
Hasan Ruhani, Haziran 2013’te yapılan İran cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde muhafazakârlara karşı reformcuların adayı olarak seçimlere
katıldı. Kendisi reformcu olmaktan ziyade reformcuların desteklediği
pragmatist bir aday olarak görüldü. Hasan Ruhani yapılan seçimleri %52 oy
oranıyla kazanarak İran İslam Cumhuriyeti’nin 7. Cumhurbaşkanı seçildi.
Hasan Ruhani, Şah rejimi döneminde muhalif kimliği ile tanındı. İran’ın pek çok yerinde rejim aleyhine verdiği vaazlar dolayısıyla birçok kez tutuklandı.
Gençliğinden itibaren Humeyni’nin yanında yer alan
Ruhani’yi öne çıkaran özelliği, 1977 yılında verdiği
bir vaazda, sürgündeki Humeyni’ye “İmam” diye
hitap edilmesini teklif etmesi oldu. Şia teolojisinde çok önemli bir yere sahip olan “İmam” sıfatının
Humeyni için kullanılması, Humeyni taraftarları nezdinde kabul gördü ve o günden itibaren kendisine
“İmam Humeyni” denilmeye başlandı.
Diplomat Ruhani
Hasan Ruhani İskoçya Caledonian Üniversitesi’nde
1995 yılında master, 1999 yılında da hukuk sosyolojisi dalında doktora derecesini aldı. Hem master
hem de doktorasının konusu İran siyasal sistemi ve
şeriat hukukuydu.
Hasan Ruhani, Haziran 2013’te yapılan İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhafazakârlara karşı
reformcuların adayı olarak seçimlere katıldı. Kendisi
reformcu olmaktan ziyade reformcuların desteklediği pragmatist bir aday olarak görüldü. İran’ın eski
cumhurbaşkanlarından Muhammed Hatemi seçim
öncesi yayınladığı bildiriyle 11. Dönem cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hasan Ruhani’yi desteklediğini
ilan etti.
20 yaşında evlenen ve 4 çocuğu bulunan Hasan
Ruhani, İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça ve
Arapça olmak üzere 5 dil bilmektedir. İslami düşünce tarihi, Şii imamları tarihi, İran devlet yapısı ve
Şeriat hukuku üzerine yazılmış kitapları mevcuttur.
Devrimden Sonra Ruhani’nin Rolü
1979’da başarıya ulaşan İran Devrimi’nden sonra
Hasan Ruhani, düzensiz vaziyette bulunan İran ordusunu düzene sokmak için faaliyet gösterdi.
1980 yılında İslam Danışma Meclisi’ne seçilen Ruhani 5 dönem milletvekilliği yaptı. 2 dönem Savunma Komisyonu Başkanlığı, 2 dönem Dış Politika
Komisyonu Başkanlığı ve Meclis Başkanvekilliğinde
bulundu. Hasan Ruhani, 1980 yılında başlayıp 1988
yılına kadar devam eden İran-Irak savaşı sırasında üst düzey komutanlıklar, Genelkurmay Başkan
Yardımcılığı ve Uzmanlar Konseyi Üyeliği yaptı. Bu
savaştaki hizmetlerinden dolayı ikinci derece Zafer
Madalyası ile de ödüllendirildi. Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi’nin kurulması ile birlikte bu Konseyde
dini liderin temsilcisi ve Konsey genel sekreteri oldu,
bu görevi 2005 yılına kadar sürdürdü. Ruhani cumhurbaşkanı seçilene kadar Düzenin Yararını Teşhis
Konseyi üyeliği yaptı. Aynı zamanda, bu konseye
bağlı bulunan Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun
başkanlığını da yürüttü.
Dünya kamuoyunun Hasan Ruhani’yi tanıması,
Nükleer Başmüzakereci sıfatıyla 2003-2005 yılları
arasında katıldığı toplantılarda İran’ı temsil etmesi
sırasında olmuştur. Başarılı bir diplomat olduğunu
herkese kabul ettiren Ruhani, Nükleer Başmüzakereci olarak yaşadıklarını “Ulusal Güvenlik ve Nükleer
Diplomasi” isimli, 2011 yılında basılan hatıratında
anlatmıştır.
İran Seçimleri ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi
Ruhani seçim propagandalarında daha özgür ve
dünyayla barışık bir İran vadetti. Seçim öncesi yaptığı konuşmalarda; Merkez Bankası’nın bağımsız
hale getirileceği, tüm vatandaşların sigortalı yapılacağı, petrol ambargolarının müzakereler yoluyla kaldırılması ve petrol gelirlerinin hükümetin kısa vadeli
harcamaları yerine yatırıma dönüştürülmesi politikası güdüleceği, devletin kültürel faaliyetleri kontrol
etmesine son verileceği ve sanatın gerçek sahibi
olan sanatçılara bırakılacağı, kültürel meselelerin
güvenlik konusu edilmeyeceği, medya organlarının
özgürleştirileceği, internet bandının genişletileceği,
kadın bakanlığı kurulacağı, gezici irşat polisliğinin
kaldırılacağı, engelli çalışan oranının yükseltileceği,
siyasi mahkûmların serbest bırakılacağı, insan haklarının güvence altına alınacağı vaatlerinde bulundu.
Hasan Ruhani yapılan seçimleri %52 oy oranıyla
kazanarak İran İslam Cumhuriyeti’nin 7. Cumhurbaşkanı seçildi.
İran’ın Diplomasi Atağı
Cumhurbaşkanı seçilen Ruhani peş peşe dünyanın dikkatini çeken adımlar attı. İlk olarak Amerikan
NBC televizyonuna yaptığı açıklamada, İran’ın hiç
bir zaman nükleer silah geliştirme çabasında olmadığını vurgulayarak, hiçbir şart altında nükleer
silahlar dâhil herhangi bir kitle imha silahı peşinde
olmadıklarını ve bundan sonra da asla olmayacaklarını belirtti. Hasan Ruhani, İran cumhurbaşkanlığına seçilmesinin ardından ABD Başkanı Barack
Obama’nın kendisine yolladığı tebrik mektubunu
‘olumlu ve yapıcı’ bulduğunu belirtti.
İran Cumhurbaşkanı’nın o zamana kadar rejimin
küçük şeytan olarak düşman ilan ettiği Yahudilerin Roş Aşana bayramını kutlaması herkesi şaşırttı.
Ruhani’nin, Washington Post’ta akademik kimliğini
öne çıkartarak yazdığı dünya siyasetini değerlendiren makalesi İran’daki değişime uluslararası kamuoyunun dikkatini çekti.
Birleşmiş Milletlerin 68’inci Genel Kurul toplantılarına katılmak üzere New York’a gelen Ruhani, CNN
televizyon kanalına verdiği demeçte, Yahudilerin
Sukot bayramını kutladıktan sonra, Yahudilerin
2’nci Dünya Savaşı döneminde Nazi Almanya’sı tarafından maruz bırakıldığı soykırımı kınadı.
Birleşmiş Milletlerde etkili bir konuşma yapan Hasan Ruhani’nin Tahran’a dönüş yolunda ABD Başkanı Obama ile yaptığı telefon görüşmesi yeni bir
döneme girildiğinin habercisi oldu.
Bunu, İran ile BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi
üyesi ve Almanya (5+1) arasındaki, İran’ın nükleer programına ilişkin müzakereler takip etti. 24
Kasım’da sona eren görüşmelerden sonra Obama
yaptığı açıklamada “Bugün diplomasi, İran’ın nükleer programının barışçıl olduğunu ve nükleer silah
elde edemeyeceğini teyit edebileceğimiz daha güvenli bir dünyaya doğru yeni bir yol açtı” açıklamasında bulundu.
Akademisyen, asker, siyasetçi ve diplomat kimliklerini üzerinde taşıyan ve İran İslam Cumhuriyeti’nin
kuruluşundan itibaren her safhada hizmeti bulunan
Hasan Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte, İran’ın şaşırtıcı ataklarını dünya kamuoyu izlemeye devam edecek görünüyor…
OCAK 2014
69
DIŞ POLİTİKA
sürecini çoktan askıya almış bir siyasi iradenin bulunduğu açıktır.
ERMENiSTAN’LA
Normalleşmeyen İlişkiler
Mehmet Fatih ÖZTARSU
Tiflis Ilia Devlet Üniversitesi
D
ışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 12
Aralık’ta Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısına katılmak üzere Erivan’a düzenlediği
ziyaret, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin bugünkü durumunu anlamamız için önemli ipuçları sundu.
Ermenistan’da siyasi ve sivil platformların ziyaret süresince yaptığı olumsuz demeç ve yayınlar,
Erivan’ın, Ankara’ya olan yaklaşımlarında sürekli
artan bir güvensizlik olduğunu göstermiştir. Ziyarete iki gün kala Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’la
Davutoğlu’nun görüşmesinin mümkün olmadığını
büyük bir ciddiyetle belirten Ermeni yetkililer, Dışişleri Bakanı Eduard Nalbandyan ile bir görüşme
yapılmasının ise ihtimal dâhilinde olduğunu ifade
etmişti. Ayrıca Ermeni medyasında da yer aldığı şekilde, ziyaret başlangıcında Nalbandyan, Davutoğlu
70
OCAK 2014
ile karşılaşmamak ve medyaya dostane bir görüntü
sunmamak için elinden geleni yapmıştı.
İki yetkilinin görüşmesi Türkiye ve Ermenistan
medyasında farklı biçimlerde ele alındı. Türkiye’de,
Davutoğlu’nun yaptığı ziyaretin çok verimli olduğunu yazan gazetecilerimizin aksine, Ermeni medyası Türkiye’nin şov yaptığını ifade ederek her türlü
olumsuz senaryoyu gündeme taşıdı.
Ermenistan’ın, bu dönemde tamamen Türkiye karşıtı olan duruşunda, yeni bir siyasi yaklaşımın etkileri
görülmektedir. Bu yeni siyasi yaklaşımın şifrelerini,
Davutoğlu’na ait olduğu belirtilen “tehciri benimsemiyor ve gayri insani buluyoruz” ifadelerinden de
çözmek mümkündür. Çünkü yetkililerimizin de müşahede ettiği şekilde; Ermenistan’ın isteksiz tavırları
ve soğuk misafirperverliğinin ardında, normalleşme
görüntü vermektir. Ermenistan’ın normalleşmeye
topyekûn soğuk yaklaşımlarına rağmen bu ülkeyi “potansiyel dost” olarak adlandırma ve tehciri o
Ermenistan’la ilişkilerde önemli bir sıçrama noktası
olabilecekken, Ankara açısından bir hayal kırıklığına dönemin yönetimine bir günah olarak yükleme gidönüşen Erivan ziyaretinde dikkat çeken en büyük rişimlerinin olumlu bir sonuç vereceğini düşünmenokta, Ermeni yetkililerin futbol diplomasisinden bu mek gerekir. Çünkü bu olayları sadece bir yönetiyana ilk defa kalın bir ses tonuyla Türkiye’yi yar- min suçu olarak adlandırmayan, meselenin kökü ve
gılamaları olmuştur. Sınırların açılmasını ve iki ülke sahip olduğu süreci çok geniş biçimde ele alarak,
ilişkilerinin ortak menfaatler doğrultusunda gelişti- Türkiye’yi ağır bir yükün altına sokmaya gayret eden
rilmesini önemseyen Ankara, keskin bir siyasi dil- mekanizma, Türkiye’den çok daha iyi çalışmaktale ifade edilen, 1915’in soykırım olarak tanınması dır. Ayrıca dünyayı bu konuda ikna etme kabiliyetleri
ve sonrasında sınırların buna bağlı olarak açılması ,Türkiye’ye göre çok daha yüksektir. Bu durumda
isteğiyle karşılaşmıştır. Yani Ermenistan artık nor- sırasıyla; Gümrü, Kars, Moskova Antlaşmaları, Nemalleşmenin ön şartı olarak sözde soymesis Operasyonu, ASALA terörü ve
kırımın tanınmasını istemektedir.
Karabağ’daki insanlık suçları gibi
Ermenistan Dışişleri Bakan
pek çok konu elindeyken kulYardımcısı Şavarş Koçaryan
lanamayan Türkiye’nin, yeni
Sınırların açılmasını ve
da, Davutoğlu’nun ilişkitip söylemlerle son dereleri normalleştirmek için
iki ülke ilişkilerinin ortak
ce çalışkan ve organiöncelikle Erivan’daki
menfaatler doğrultusunda
ze bir mekanizmayı
Soykırım Anıtı’nı ziyaalt etmesi kesinlikle
geliştirilmesini
ret etmesi ve sözde
mümkün
değildir.
soykırımı
tanımaönemseyen Ankara,
Adına
ister
rekabet
sı gerektiğini dile
kesin bir siyasi dille ifade
densin, ister savaş;
getirerek ilk açılımı
edilen, 1915’in soykırım
Türkiye’den fersah
yapmış oldu. Yeni
fersah önde olan Ersöyleme göre Erivan,
olarak tanınması ve
Türkiye’ye “Osmanlı
menilerin her geçen
sonrasında sınırların
Devleti’nin Ermenilegün elini güçlendirdiği
buna bağlı olarak açılması
re karşı yapmış olduğu
açıktır. Ermenistan’ı ve
isteğiyle karşılaşmıştır.
soykırım”ı tanıma çağdiasporayı iyi okuyamarısında bulunmaktadır. En
yan bir politik sistemin ulusazından bunu yaparak insancıl
lararası platforma haklılığını anbir devlet olduğunu gösterebilecek
latabilmesi çok zordur. Ancak tüm
olan Türkiye’nin diğer aşamada ise Karabu olumsuz gerçekler, Türkiye’nin garip bir
bağ meselesine bulaşmaması ve bu konuda saldırözgüvenle yeni siyasi açılımlar oluşturmasına engel
gan tavır sergilememesi talep edilmektedir.
olamıyor. Örneğin, son dönemde MüslümanlaştıBuna benzer görüşler iktidar ve muhalefet cephele- rılmış Ermeniler meselesiyle ilgili çalışmaların dahi
rinden de gelmiş ve özellikle çeşitli diaspora örgüt- dışarıdaki yansımaları, Türkiye’nin Ermeni meseleleri sert sayılabilecek açıklamalarla Türkiye’ye yük- sindeki mevcut durumunun çok daha farklı şekilde
lenmiştir. Türkiye’nin, Erivan’ı hukuksuz bir normal- sorgulanmasına sebep olmuştur. Mesele gittikçe
leşme sürecine sokacağını iddia eden diasporanın kökleşmekte ve buna paralel olarak yeni konular
son derece ilgi çekici terimlerle tanımladığı soykırım müzakere edilmektedir. Tek bir noktaya odaklanan
kavramı ve Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımlarına Türkiye’nin ise masumane bir taviz ile tehcir meseyönelik etkileyici açıklamaları durgun suların gerek- lesinden sıyrılmayı düşünmesi maalesef umulduğu
siz yere bulandırılmasına sebep olmuştur.
gibi sonuçlar doğurmayacaktır. Yeni dönemde ise
Türkiye’nin bu konudaki en büyük hatası, normal- tehcire bağlı olan onlarca yeni dosya Türkiye’nin
leşme sürecini 2015’e kilitlemek veya o şekilde bir önüne gelmeye devam edecektir.
OCAK 2014
71
DIŞ POLİTİKA
Türk Dış
Politikasında
Orta Asya’nın
Anlamı:
Nedir?
Ne Olabilir?
Doç. Dr. Murat ÇEMREK
Avrasya Araştırma Enstitüsü Müdürü
B
aşlığı okuyunca “Ne Olabilir?” yerine “Ne Olmalıdır?” şeklinde normatif bir çözümlemenin
gerekliliği ivedilikle zihinde beliriyorsa da bu
yazı, fildişi kulesinden nasıl olması gerektiğine dair
bol keseden akıl dağıtan bir yaklaşım yerine mevcut
durumu tespit edip olasılıkları irdelemek amacındadır.
Türk Dış Politikası (TDP), Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kendilerini zaten hiç beklemedikleri bir
kaosun içinde bulan ve kendilerine gümüş tepside
ikram edilen bağımsızlığın gereklerini hızla yerine
getirmek zorunda kalan Güney Kafkasya’da Azerbaycan ve Orta Asya’daki Kazakistan, Kırgızistan,
Özbekistan ve Türkmenistan için normatif bir perspektifle başlamıştır. TDP’nin bu normatif perspektifi,
başlarda Türkiye’nin “bağımsızlığını kazanan” bu ülkeleri küresel kapitalist ekonomik sisteme ve liberal
demokratik siyasete entegre etmeye yönelik kerameti kendinden menkul bir “ağabeylik” hamasetiyle yoğrulmuştur. Öte yandan kendisi bu bağlamda
himmete muhtaç Türkiye’nin bu hamasî söylemini
pratiğe tahvil etmeye nefesi yetmediği anlaşıldıkça, normatif dış politikası yer ile yeksan olmuştur.
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse Türkiye’nin;
1994, 1999 ve 2001’deki maruz kaldığı ekonomik
krizlerine paralel 1991-2002 arasındaki kırılganlığı
giderek artan koalisyon hükümetleri ve 1997’deki
28 Şubat post-modern darbesiyle de başka ülkelere ders vereceği konularda kendisinin sınıfta kaldığı
72
OCAK 2014
ayan beyan ortaya çıkmıştır. Böylece, Türkiye için
gözden ırak olan Türkî Cumhuriyetleri tedricen gönülden de ırak olmaya başlamıştır.
Türkiye’nin tam teşekküllü bir Orta Asya politikası geliştirmesinde etnik vurgunun her şeyin önüne
geçmesi, örneğin Tacikistan’a dair dişe dokunur
bir dış politika geliştirilmesini örselemiştir. Bir diğer
handikap ise Türkiye’nin Sovyetlerin dağılmasıyla
Rusya ile özellikle Kafkasya ve Orta Asya’da güreşe
tutuşabileceği ve Büyük Ayı’yı kündeye getirebileceğini vehmeden miyop olduğu kadar kibirli yaklaşımıdır. Başka bir hata da dış politika yapıcılarının
Sovyetlerin dağılmasıyla panikleyerek etnik, dinsel
ve mezhepsel bütün kartların hepsini birden oynamaya kalkmasıyla, küresel ve bölgesel dış politika
yapım süreçlerini senkronize etmekteki zafiyetleridir.
Bundan daha vahimi ise dış politika yapımının, iç
siyasetle senkronize olmaması bir yana tutarlı bir
felsefesinin de olmadığı aşikâr olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’nin Yugoslavya’nın dağılmasıyla
Bosna için din kartını oyuna sokarken, Sovyetlerin
dağılmasıyla Güney Kafkasya ve Orta Asya’da etnik
kartı kararken ülkedeki Cumhuriyetin sınırlarına kapanan kurucu felsefesi ve militarist laiklik anlayışıyla örtüşmediği gün yüzüne çıktıkça oluşturulan dış
politikalar temelsiz kalmıştır. Dahası Türkiye, Avrupa
Birliği (AB) üyeliğine yüklendikçe Asya ayağı zayıflayan ya da tam tersi gelişmeler yaşandıkça terazide
AB kefesinin düşük kalması efradına cami ağyarına mani bir Avrasya politikası geliştirmekten uzağa
düşmüştür. Böylece XXI. asrın “Türk asrı” olacağı
ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası”
gibi ağzı doldura doldura yüksek perdeden söylenen büyük laflar ancak büyük hayal kırıklıklarına
harç taşımıştır.
TDP yapıcıları “bir Türk gibi” başladıkları Orta Asya
politikasında “bir İngiliz gibi” sürdürememişler ve
kısa sürede yukarıda saydığımız nedenlere paralel
olarak havlu atmışlardır. 2002 sonrası bir önceki on
yılın yaralarını her anlamda sarmaya yönelik olarak
dış politikanın da yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Kaldı ki Türkiye, Türkî Cumhuriyetlere
verdiği sözleri yerine getiremedikçe ilişkiler tavsamış
hatta yıpranmıştır. Napolyon’un söylediği gibi coğrafya bir ülkenin kaderi olduğundan hareketle Orta
Asya Türkiye’ye çok uzaktır. Uzak ülkeler arasında
ilişkileri geliştirmenin en temel yolu, ilişki kanallarını
açabilecek idealleri reel politikalara dönüştürebilme
becerisidir. Türkiye’nin Orta Asya ülkeleriyle geliştirebileceği ne gibi ortak idealleri olabileceği soru-
su pan-Türkist ve pan-İslamist olanları bir kenara
koyarsak reel dünyada bir karşılığı yoktur. Öncelikle
Türkiye, bırakın AB üyesi olması bağlamında üstlendiği Gümrük Birliği üyeliğinden doğan angajmanlarını, iki yüzyıllık Batılılaşma süreci çerçevesinde Avrupa kabullense de kabullenmese de en azından
standartları itibariyle özelde Avrupa genelde Batı
dünyası ile kader birliği yapmış durumdadır. Orta
Asya ülkelerine gelince, Moskova’ya kulak kabarttıkları kadar Ankara’yı dinlemek yerine duymazdan
gelmek onlar için daha kolaydır. Kaldı ki, 1990’ların
başındaki Türkiye’nin bölge için dillendirdiği ağabeylik politikası geri tepmiş ve zaten Moskova’nın
ağabeyliğinden sıkılan bu ülkeler için yeni bir ağabey istenmeyecek bir tipleme olmuştur. Üstüne
üslük bir de ağabey iddiasındaki Ankara, Moskova
kadar güçlü ve cömert değilse ancak diplomatik bir
tebessümle itibar bulabilir bölgede ve yaşanan da
bu olmuştur.
Yukarıda çektiğimiz resmin Türkiye’nin daha önce
elinde patlayan hamasi söylemini dizginleyecek bir
eleştirel perspektife sahip olduğu aşikârdır. Zaten
Türkiye’nin bölge ile stratejik bir dış politika geliştirebilmesi önce bölgenin stratejik değerini din, etnisite, mezhep gibi kültürel değerleri abartmadan ama
yok da saymadan yeniden düşünmesiyle mümkün
olabilecektir. TDP için Orta Asya ne olabilir? sorusuna daha önce makro politikalar geliştirmeye çalışıp
başarısız olan Türkiye vites düşürüp orta çaplı ve
tematik politikalar geliştirme yoluna gidebilir. Böylece Türkiye, birçok sorundan dolayı bu ülkelerle bir
türlü geliştiremediği ticarî ilişkilerinden dert yanmak
yerine başta eğitim olmak üzere kültürel politikalara
ağırlık verebilir. Türkiye, özellikle bölgede petrol ve
doğalgaz zengini Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan için bu sektör bağlamında politikalar geliştirmesinin ciddi sermaye birikimi gerektirdiğini fark
etmesi isabetli olacaktır.
Sonuç olarak, Orta Asya ile neden bir türlü ilişkilerimizi istediğimiz kıvama getiremedik diye ah vah
etmenin anlamı yoktur. Türkiye, kan ortaklığına fazla
prim verip beklentileri gerçekleşmedikçe sosyoekonomik bağlam başta olmak üzere kan uyuşmazlığını fark etmek ve politikalarını kültürel kodları
fetişleştirmeden orta düzey ilişkiler gerçekleştirme
yolunu seçebilir. Uzun lafın kısası, Türkiye her alanda ve her sektörde her Orta Asya ülkesiyle ile aynı
çerçevede ilişki geliştiremeyeceğini fark etmesi, bir
ilişkiler çeşitlemesi yapmanın ne olabilir sorusuna
cevap olacağını görebilmesine bağlıdır.
OCAK 2014
73
Türkiye’nin Komşu Coğrafya ve
Enerji ile İmtihanı
Serkan Şahin
İhracatta Kırılan Rekorlar
500 Milyar Dolar Hedefi
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
Türkiye’nin
Komşu Coğrafya ve Enerji ile İmtihanı
Serkan ŞAHİN
SDE Enerji Uzmanı
O
rta Doğu, Dünya enerji piyasası içinde her
zaman önemli bir bölge olarak bilinir. Bu
bölgedeki her türlü gelişme, tüm Dünya’nın
doğrudan ilgi alanında olmuş ve bu duruma paralel
olarak da bu bölgenin nabzını kontrol etme çabası
da herkesin önemsediği bir konu olmuştur. Türkiye de Orta Doğu, Asya ve Avrupa’nın kesişiminde
bulunmanın verdiği “avantaj” ile bu çekişmelerden
fazlasıyla nasibini almıştır.
Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ekonomik gelişmeler, beraberinde bazı sorunları da getirdi. Kendi
enerji kaynakları sınırlı olan Türkiye, enerji ithalatından kaynaklanan risklerini azaltamadan, birden
76
OCAK 2014
enerji ihtiyacı en hızlı artan ülkelerden oluverdi. Her
ne kadar Dünya’nın en büyük ve önemli petrol ve
doğal gaz kaynaklarına coğrafi olarak çok yakın bir
ülke olmasına rağmen, bu avantajını maliyeti azaltma anlamında çok da başarılı kullanamadı. Kendi
kaynaklarına da ulaşamayan Türkiye, kaçınılmaz
olarak enerjide dışa bağımlılığın acısını çok ciddi şekilde yaşar bir duruma geldi.
Aynı zaman diliminde İran’ın nükleer çalışmalara başlaması, ABD ve İsrail başta olmak üzere,
Dünya’nın büyük bir kısmı tarafından tehdit olarak
yorumlanınca, İran’ı bu çabalarından vazgeçirmek
için neredeyse küresel bir işbirliği başladı. ABD ve
İsrail’in yanısıra bölgede İran
ile çok ciddi çıkar çatışmaları
yaşayan Suudi Arabistan’ın
da katkıları ile İran, Avrupa
Birliği’nin desteğini de kaybederek yalnızlaştırılmaya, petrol
ve doğal gaz gelirlerinden alıkonulmaya çalışıldı. Başarılı
da olundu. Uygulanan ambargolar ile İran’ın ekonomik
dengeleri altüst edildi. İran’ı
ayakta tutan şeylerden ikisi, Rusya’nın desteği ve
Çin’in ABD ambargosunu ciddiye almayışıydı.
Tabi bir de Türkiye’nin
İran’a
ambargoyu
delmek için verdiği destek vardı.
Bu her ne kadar
Türkiye’nin kendi
cari açık ve enerji
ihtiyacı sorununu
çözmek için giriştiği bir
macera olduysa da bundan asıl karlı çıkan muhtemelen İran oldu.
Yine aynı zaman dilimine denk gelen bir dönemde,
ABD’nin Irak’taki askeri varlığını çekmeyi planlaması ve çekmesi ile Irak’ın kuzeyi ile merkez yönetimi
arasındaki görüş ayrılıkları daha bariz bir hal aldı.
Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi, bölgesindeki petrol ve doğal gazı Bağdat’tan bağımsız bir şekilde
Dünya’ya sunmanın yöntemlerini araştırmaya başladı. Bunu yaparken de ABD’yi bile karşısına almayı
göze aldı ki bu ne kadar ciddi olduklarını göstermeleri için yeterince önemli. Hürmüz Boğazı sorunu ile
başlayan ve Suriye’deki iç savaş ve Mısır’daki yönetim anlaşmazlıkları ile iyice alevlenen bir şekilde
Basra Körfezi ve Süveyş Kanalı’nın Irak, Katar ve
Kuveyt kaynakları için ne kadar güvenilir ve sürdürülebilir olduğu konusu kuşku uyandırmaya başladı.
Bu da bu ülkelerin kaynaklarını Dünya’ya ulaştırmak
için alternatifler aramasına neden oldu. Bu arayışları
içerisinde en beklenmeyen oldu ve ilk adımı Kuzey
Irak’taki Kürt yönetimi, Türkiye’yi en makul rota
olarak gördüğünü resmi olarak açıklayarak, başta
Bağdat olmak üzere tüm Dünya’da çok büyük şaşkınlık yarattı.
Doğu Akdeniz’deki doğal gaz kaynaklarının somutlaştırılması ve İsrail’in Tamar ve Leviathan sahalarındaki doğalgaz kaynaklarının keşfi ile Kıbrıs meselesi
bambaşka bir hal aldı. Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan içinde bulundukları ekonomik problemi Doğu
Akdeniz’deki kaynakları üretime açarak giderme girişimlerinde bulununca, Türkiye çok sert bir tavırla
bu girişimleri engellemeye çalıştı. Yunanistan’ın ve
peşinden Kıbrıs Rum Kesimi’nin resmi olarak iflaslarını açıklayıp, Türkiye ile bir dalaşmaya giremeyecek
kıvama gelmelerine kadar da bu restleşme sürdü.
Yunanistan’ı kurtarma operasyonlarının bir parçası
olarak Azeri doğalgazının Avrupa’ya taşınması için
Nabucco yerine TAP tercih edilince, Türkiye’nin doğal gazda transit ülke olma çabalarına da bir darbe
daha indirildi.
Bütün bunlar olurken, Rusya’nın Güney Akım ile
Avrupa’ya giden doğal gaz ticaret yollarını çeşitlendirme çabası, daha da belirginleşti. Bir yandan
Orta ve Batı Avrupa’ya giden doğal gazı Ukrayna
ve Belarus yerine Karadeniz’in dibinden götürerek
kendisini sağlama almaya çalışan Rusya, diğer taraftan da Ukrayna’nın kayagazı çıkarma çabalarına
müdahele etmeye çalıştı. Ukrayna’ya daha ucuz
doğalgaz vermesini de içeren finansal destek ile bir
hamle yapmış olsa da ABD’den gelen fazla doğalgazın neden olduğu fiyat kırılmalarına karşı bir ön-
Türkiye’yi Bağdat ile
anlaşmak zorunda
bıraktıktan sonraki
hamlenin, İran ve Türkiye
arasındaki ticari ilişkilerin
koparılarak, İran’ın
sadece ve sadece ABD’nin
kabul edebileceği şekilde
kaynaklarını kullanması
karşılığında ambargonun
kalkacağını bilmek için
uzman olmaya gerek
yok. ABD’nin bu istek
senaryosunda Türkiye pek
de istenen bir karakter
olamaz.
OCAK 2014
77
EKONOMİ
petrol fiyatlarında kontrol elde etmek için Suudi
Arabstan’ı işlevsizleştirmesi için bu ittifak grubuna ihtiyacı olduğunu düşünmek çok hayalci olmaz
bence. İran’a Ahmedinejad döneminde destek vermekle Ruhani döneminde destek vermek arasındaki farkı da iyi anlamak gerek ki bu ABD için gayet
önemli.
lem alamıyor. Bununla beraber Avrupa Birliği içerisinde ciddi şekilde dillendirilen kayagazının üretime
açılması için çevre kısıtlamalarının kaldırılması da
Rusya’nın uğraşmak zorunda olduğu bir konu haline geldi. AB üyesi ülkelerden Fransa ve Polonya’nın
kayagazı kaynaklarını üretime açmak için ortaya
koydukları hevesi açıkça dile getirmelerinin ardından, Romanya’nın AB üyeliğinden kayagazı için
vazgeçebileceğini duyurması ise çok ciddi alarmların çalmasına sebep oldu. Her ne kadar şu an için
durulmuş gibi görünse de Avrupa Birliği içerisinde
kayagazı destekçileri ve karşıtları arasında çok ciddi
tartışmalar hala sürmekte.
Kasım ayında P5+1 ile İran arasındaki anlaşmayla,
İran’a uygulanan ambargonun geçiş dönemi süresince kaldırılmış olması ancak hemen ardından
da ABD senatosunda İran’a ambargo döneminde
destek veren, İran ile finansal ilişkilere giren ülke
ve şirketlerin cezalandırılması ile ilgili gelen tasarı, konunun aslında İran olmadığının bir işareti gibiydi. Çin ile Çin Denizi’nde savaşın eşiğine gelen
ABD’nin, Kuzey Irak petrol ve doğalgazını ABD harici Dünya’ya açmak için kendi çabalarını yürüten
Türkiye’ye de diş bilediğini düşünmek yanlış olmaz.
Kaya petrolü ve gazı ile petrol üretimini 1983 seviyelerine çeken ABD, toplam petrol ve petrol sıvısı
üretiminde Rusya’yı geçti ve ham petrol üretiminde iki yıl içerisinde Suudi Arabistan’ı geçecek bir
üretim çılgınlığına başladı. Bu da bana ABD’nin şu
an için Çin, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye ile
girdiği soğuk savaşta Avrupa Birliği, İsrail, Mısır ve
Japonya’yı yanına almak istediğini ve bu ittifak grubuna İran’ı da dâhil etmek istediğini düşündürtüyor.
Üretim konusunda sıkıntısı olmayan ABD’nin sıkışık
zamanlarında Çin’i artık bir tüketim üssü olarak görmek istemesi, doğalgazda Rusya’nın üstünlüğüne
göz koyması, OPEC’i devre dışı bırakarak küresel
78
OCAK 2014
Şu an Suriye konusunda savaşın biraz daha sürmesi gerektiği üzerine bir uzlaşma olduğu aşikâr. Buna
paralel olarak dostane ilişkileri olan Mısır ve İsrail rüyası olan ABD, Müslüman Kardeşleri de bu arada
pasifize etmek için gerekli tüm adımları attı. Kuzey
Irak kaynaklarının tanınması konusunda Türkiye’yi
Bağdat ile anlaşmak zorunda da bıraktıktan sonraki
hamlenin, İran ve Türkiye arasındaki ticari ilişkilerin
koparılarak, İran’ın sadece ve sadece ABD’nin kabul edebileceği şekilde kaynaklarını kullanması karşılığında ambargonun kalkacağını bilmek için de uzman olmaya gerek yok. ABD’nin bu istek senaryosunda Türkiye pek de istenen bir karakter olamaz.
Kuzey Irak Kürt Yönetimi Sözcüsü Sefin Dizayi’nin
yaptığı açıklamalara göre Kuzey Irak’tan Türkiye’ye
boru hattı ile petrol akışı yılbaşından itibaren başlayacak. Yani önümüzde çok kısa bir süre kaldı. İran
ambargosunun kalkması ile Kuzey Irak petrolünü
Dünya’ya taşıyan Türkiye, İran’a da el verebilir mi
ben biraz şüpheliyim. İran doğal gazının gitmesi
muhtemel bir numaralı adresi Avrupa Birliği’nin kartel tedarikçisi Rusya’nın İran’in abisi pozisyonunda
olduğunu da düşününce şüphelerim daha da artıyor. Şahdeniz Konsorsiyumu’nun, Avrupa’ya giden
doğal gaz için Nabucco yerine TAP’ı seçmesinin
ardında da Rusya’nın Türkiye’yi transit ülke olarak
görmek istememesi olduğunu görebilmek için de
çok derin analizlere gerek olduğunu sanmıyorum.
Yukarıda bahsettiğimiz konuların ışığında düşününce, Türkiye’nin şu an çok zor bir tercih dönemi
arifesinde olduğunu düşünüyorum. Çok önemli bir
seçim dönemine giren Türkiye, enflasyon ve cari
açık baskısı ile mücadele ederken, bir yandan da
kur baskısı yüzünden bu sıkıntısı derinleşirken “ya
tamam, ya devam” diyeceği bir noktaya doğru mu
yaklaşıyor? Gözünü tamamen karartarak Kuzey
Irak, Doğu Akdeniz, Suriye ve İran politikalarında
hiç geri adım atmadan hareket etmek Türkiye’ye
neler kazandırır, neler kaybettirir? Bana sorarsanız
geri dönülemez bu yola çoktan girildi bile.
İHRACATTA KIRILAN
REKORLAR
500 Milyar Dolar Hedefi
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Ekonomi Uzmanı
D
oğu ile batı coğrafyalarının tabii köprüsü olan
Anadolu, tarih boyunca çok önemli bir diğer
misyonunu da başarı ile yerine getirmeye devam etmektedir. Kültürleri ve ülkeleri birbirine bağlayan bu topraklar, ticaretin de üs noktalarından birisi
olmayı her zaman başarmıştır. Dünya’ya yön veren
tarihi İpekyolu’nun en önemli kavşak noktası olma
özelliğine sahip Anadolu, bugün dünya için her
zamankinden daha fazla önemli hale gelmiştir.
London School of Economics öğretim üyesi
olan Prof. Dr. Danny Quah, “Dünya’nın Ekonomik Ağırlığı Doğu’ya Kayıyor1” başlıklı çalışmasında 2008 krizi ve ilave olarak da Çin ve
Hindistan’ın sürekli artan üretim kapasitesi ve kalitesinin, ekonomik ağırlığı Batı’dan
Doğu’ya doğru kaydırdığı ifade etmektedir.
Quah, bu durumun analizini basitleştirmek
için aşağıdaki haritayı kullanmaktadır.
Quah, son 30 yılda Dünya’nın ekonomik
ağırlık merkezinin Batı’dan Doğu’ya kayışını siyah noktalarla gösteriyor. Ancak
OCAK 2014
79
2001-2012 Döneminde Türkiye’nin ihracat performansı, Dünya İhracat performansının ortalama yıllık
değişiminin 2 katından fazla bir artış göstermiştir.
Daha da önemlisi Quah’ın yukarıda belirttiğimiz çalışmasında işaret ettiği Doğu Asya ülkelerinin performansını yakalayıp geçmeyi de başarmıştır.
Türkiye’nin ihracatındaki bu hızlı artış gündeme geldiğinde karşı tez olarak geliştirilen durumlardan bir
tanesi ise Türkiye’nin ithalatıdır. Son 10 yıllık süreçte
gerçekten de Türkiye’nin ithalatında 4,58 katlık bir
artış yaşanmış ve ithalatımız 51,6 Milyar Dolar’dan
236,5 Milyar Dolar’a yükselmiştir. Aşağıda bu durum bir grafik yardımıyla gösterilmiştir. (Grafik-3)
Grafik-3: Türkiye’nin İthalatı
Kaynak: http://globalpublicsquare.blogs.cnn.com/2011/04/07/worlds-center-of-economic-gravity-shifts-east/
Quah’ın çok daha önemli bir iddiası var; önümüzdeki 30 yılda ağırlık çok daha hızlı bir şekilde Doğu’ya
doğru kayacak. Quah bu durumu da kırmızı noktalarla gösteriyor.
Bu durumun en çok etkileyeceği ülkeler arasında
elbette Türkiye var. Çünkü Türkiye artık her zamankinden daha dışa açık bir politika izliyor ve dış
ticaretinde ihracata ağırlık verecek politikalar belirliyor. Bu politikanın olumlu etkilerini son 10 yılda
gördüğümüzü söylemek çok yanlış değil. Son 10
yılda, Türkiye’nin ihracatı 4,22 kat artarak 36,1 Milyar Dolar’dan 2012 yılsonu itibariyle 152,5 Milyar
Dolar’a ulaşmayı başarmıştır. Bununla birlikte 2013
yılını da aşağı yukarı 151 Milyar Dolar seviyelerinde bitireceğimiz tahmin edilmektedir. Bu noktanın
başarı sayılmasının diğer nedenleri olarak da 2001
yılında yaşadığımız ekonomik krizin etkilerini ve
2008 yılında bütün dünyayı çöküşe sürükleyen Küresel Finansal Krizi unutmamak gerekir. Zira, ihracatımızdaki bu 4,22 katlık artış söz konusu iki krize
rağmen yaşanmıştır. Aşağıdaki grafikte, Türkiye’nin
ihracatında kaydettiği mesafeyi görmek mümkündür. (Grafik-1)
Türkiye, bu başarısı ile dünyanın geride kalan kısmından farklı bir şekilde ayrışmayı da başarmıştır.
Aşağıda, Türkiye’nin İhracat performansının diğer
ülkeler ve bölgeler ile karşılaştırılması gösterilmiştir.
(Grafik-2)
80
OCAK 2014
Grafik-1: Türkiye’nin İhracatı
Kaynak: TÜİK Verileri Kullanılarak hazırlanmıştır. 2013 yılı rakamı ise
tahmindir.
Kaynak: TÜİK Verileri Kullanılarak hazırlanmıştır. 2013 yılı rakamı ise
tahmindir.
Grafik-2: Türkiye’nin İhracat Performansı
Kaynak: Hesaplama Türkiye için TÜİK verileri kullanılarak hazırlanmış, diğer
bölge verileri ise IMF World Economic Outlook, October 2013 raporundan
alınmıştır.
Her ne kadar bu durum aleyhimize olarak görünse
de, gelişmekte olan ülkelerin genelinde bu tarz durumlar meydana gelebilmektedir. Zira üretime geçen ve yeni yeni dünya’ya açılan ekonomilerde denge noktasına ulaşılıncaya kadar ciddi bir makine ve
teçhizat ithalatı gözlemlenmektedir. Yani üretim yapacak makinaların ithal edildiği bu dönem sonlandığında, Türkiye’nin dış ticaret yapısında lehine değişiklikle olacağı görülecektir. Aşağıda, Türkiye’nin
makine ve teçhizat ithalatı görülmektedir. (Grafik-5)
Türkiye’nin üretimde ihtiyaç duyduğu makine ve
teçhizatın arttığı son 10 yıllık dönemde ihracatında
da belirgin bir artış olduğunu gözlemliyoruz. Türkiye sanayisi belirli bir kapasiteye ulaşıncaya kadar
bir süre makine ve teçhizat ithalatımız artacaktır.
Ancak nihai olarak kapasitesini kullanmaya başladıktan sonra Türkiye’nin ihracatının, ithalatından
daha hızlı bir şekilde artacağı ise göz ardı edilemez
bir gerçektir. Gelişmekte olan ülke ekonomilerinin
Grafik-4: Türkiye’nin Makine ve Tichizat İthalatı
Kaynak: TÜİK Verileri Kullanılarak hazırlanmıştır. 2013 yılı rakamı ise
tahmindir.
sıkça yaşadığı bu sorunu, Türkiye’nin zaman içerisinde aşacağının en önemli göstergelerinde birisi toplam sanayi verimliliğindeki artıştır. Hazine
Müsteşarlığı’nın hesaplamalarına göre, Türkiye’nin
Toplam Sanayi Verimlilik Endeksi sürekli ve belirgin
bir artış göstermektedir. (Grafik-5)
Sanayi verimliliğimizin artması, üretmeyi ve daha da
önemlisi daha ucuza daha çok üretmeyi öğreniyor
olduğumuz anlamına gelmektedir. Bu açıdan konu
ele alındığında ise önümüzdeki dönemde, makine
ve teçhizat ithalatının düşmesi ve ardından da artan
Türkye, 2023 yılı çn belrlenen
500 Mlyar Dolar’lık hracat
hedefne yönelk belrgn adımlar
atmaktadır. Açıkça görülmektedr
k, Türkye br yandan hracatını
artıracak poltkalar belrlerken,
dğer yandan da dış tcaretn
lehne gelştrecek önlemler
almaktadır. Son 10 yılda
Türkye’nn hracatı 4,22 kat artarak
36,1 Mlyar Dolar’dan 2012 yılsonu
tbaryle 152,5 Mlyar Dolar’a
ulaşmayı başarmıştır. Bununla
brlkte 2013 yılını da aşağı yukarı
151 Mlyar Dolar sevyelernde
btreceğmz tahmn edlmektedr.
OCAK 2014
81
Grafik-5: Türkiye’nin Toplam Sanayi Verimlilik Endeksi
Kültürler ve ülkeler brbrne
bağlayan bu topraklar, tcaretn
de üs noktalarından brs olmayı
her zaman başarmıştır. Dünyaya
yön veren, tarh İpekyolu’nun
en öneml kavşak noktası olma
özellğne sahp Anadolu, bugün
dünya çn her zamanknden
daha fazla öneml hale gelmştr.
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı, Aralık 2013, Ekonomi Sunumu, s.23.
sanayi verimliliğimiz, 2023 yılı için 500 milyar dolar
olan hedefimizde önemli bir kilometre taşı olacaktır.
Türkiye’nin dış ticaretinin aleyhine gelişmesinin
bir diğer nedeni ise enerji ithalatıdır. Bilindiği üzere ülkemiz net bir enerji ithalatçısı durumundadır.
Ancak son dönemde atılan bazı önemli adımların
önümüzdeki dönemlerde bizi rahatlatacağı düşünülmektedir. Bunlardan en önemlisi, petrol ve doğalgaz taşıma projeleridir. Türkiye’nin, tıpkı Tarihi
İpekyolu’nda olduğu gibi, Modern İpekyolu’nda
da önemli bir kavşak noktası olacağı, Nabucco
ve Tanap gibi projelere yenileri de eklenmektedir.
Özellikle Kuzey Irak petrolünün ve İsrail’de bulunan
ciddi doğalgaz rezervinin de gündeme gelmesinin
ardından, Türkiye’nin orta vadede bu sorunu çözmesi enerji ithalatında ciddi bir düşüş yaşanmasını
sağlayacaktır. Bununla birlikte devam eden Nükleer
Güç Santrali projeleri de enerjide dışa bağımlılığı ve
enerji ithalatını düşürecektir.
Son 12 yılda, Türkiye biri ulusal diğeri uluslararası olmak üzere ekonomisini
derinden etkileyen iki tane krizle karşı
karşıya kalmıştır. Buna rağmen çok ciddi
bir performans göstererek büyümesini
sürdürmüş ve ihracatında yeni rekorlara imza atmıştır. Bu süreç içerisinde
göstermiş olduğu performans, Dünya
ortalamasının ve gelişmekte olan Asya
ülkelerinin üzerinde olmuştur. AB’nin
içine düştüğü borç krizinin ardından da
kendisine yeni pazarlar bulmayı başaran
Türkiye’nin İhracat performansı her geçen gün artmaktadır. Aşağıda, AB Borç
krizinin ardından Türkiye’nin yeni dış ticaret partneri olan MENA (Orta Doğu ve
Kuzey Afrika) ülkeleri ile geliştirdiği ticareti görmek
mümkündür.
Tablo: Türkiye’nin Toplam Ticaretinde MENA ve Euro Bölgesi’nin Yeri
2001
MENA
9,4 %
2002
40,3 %
7,9 %
2003
40,9 %
9,5 %
2004
39,4 %
12,1 %
2005
36,2 %
10,9 %
2006
34,6 %
10,9 %
2007
33,3 %
10,5 %
• Markalaşma ve kurumsallaşmanın
artırılması,
2008
30,1 %
13,7 %
• Bölgesel işbirliklerinin geliştirilmesi,
2009
31,6 %
14,2 %
• Lojistik sektörünün güçlendirilmesi,
2010
30,4 %
15,2 %
• Ekonomi Güvenliği’nin sağlanması.
2011
30,1 %
14,1 %
2012
27,5 %
18,4 %
Özetle; Türkiye, 2023 yılı için belirlenen 500 Milyar
Dolar’lık ihracat hedefine yönelik belirgin adımlar atmaktadır. Açıkça görülmektedir ki, Türkiye bir yandan ihracatını artıracak politikalar belirlerken, diğer
OCAK 2014
• Üretimde kullanılan ara mallarda iç
kaynaklara yönelme,
Euro Area
40,4 %
Türkiye’nin MENA ülkeleri ile olan dış ticaretinin
yapısı incelendiğinde ağırlığın, Türkiye’nin ihracatı
şeklinde geliştiği görülmektedir. Elde edilen veriler
bu makalenin en başında Quah tarafından belirtilen
Doğu’ya kayışta Türkiye’nin önemli bir rol üstlenmeye başladığını göstermektedir.
82
yandan da dış ticaretini lehine geliştirecek önlemler
almaktadır. Bununla birlikte 500 Milyar Dolar hedefi
için aşağıda bazı öneriler sıralanmıştır;
• Daha verimli ve kaliteli üretim,
• Yeni pazarların bulunması,
• Enerjide dışa bağımlılığı düşürecek adımlar,
• Toplam tasarrufların artırılması,
• Know-How geliştirilmesi,
Yukarıda sıralanan önerilerin bir kısmında atılan
adımlar 500 Milyar Dolar’lık hedefe ulaşma açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak şu aşamada
kat edilmesi gereken önemli bir mesafe vardır. Her
ne kadar dünyanın içinde bulunduğu ekonomik durum 500 Milyar dolar için ulaşılması zor bir hedef
algısı yaratsa da, bu hedef doğrultusunda çalışmak
Türkiye için ciddi bir dinamizm oluşturacaktır. Bu
bakımdan çıtayı yükseğe koymanın hiçbir zararı olmadığı gibi, çıtanın yükseğe konulması, ülke ekonomisinin motivasyonu açısından önemlidir.
1
Çalışmanın orijinal adı “World’s center of economic gravity shifts
east” olup, esere internet üzerinden ulaşmak mümkündür.
OCAK 2014
83
Terör ve Şiddete Karşı İslam’ın
Yaklaşımı
Prof. Dr. Ali Şafak
Küreselleşme Çağında Demokrasiye
Tehditler: Avrupa’da Irkçılık,
Yabancı Düşmanlığı ve İslam
Karşıtlığı Çalıştayı
SDE Haber
Ortadoğu’da Geleceğin İnşasında
Kürtler Çalıştayı
SDE Haber
GENEL
(dindir). Rabbiniz de Ben’im. Öyle ise yalnız Bana
ibadet edin.”2
TERÖR ve ŞİDDETE KARŞI
İSLAM’IN YAKLAŞIMI
Prof. Dr. Ali ŞAFAK
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
T
ürkiye’de ve dünyanın diğer birçok demokratik ülkesinde kurulu düzenin yıkılmasını ya da
ülkenin bölünüp parçalanmasını amaçlayan
terör girişimleri ile mücadele, o ülkelerin baş sorunu
haline gelmiştir.
Terör; hukuk dışı yollarla, kurulu düzeni bozmak için
kullanılan bir yöntemdir. Hangi amaçla yapılırsa yapılsın terörün ve terörist hareketlerin tasvibi ya da
hoşgörüyle karşılanması mümkün değildir.
Küreselleşme ve Müslüman Yoğun
Toplumlarda Terör Hareketleri, Ortaya
Çıkan Yeni Sorunlar ya da Irkçılık
İslâm’ın temel kaynakları; Kitap ve sünnette, topluluğun dört ayrı ifade biçimi
vardır ve bunlar hakkında açıklayıcı
ilkelere yer verilir. Şöyle ki,
İlki, tüm insanların ait olduğu, insanlığı en geniş anlamda kapsayıcı
grubu oluşturur. “Bütün insanlar bir
tek ümmet teşkil eder. Aralarında
ihtilaflar başlayınca, Allah onlara
içlerinden müjdeleyici ve uyarıcı
olarak peygamberler göndermiştir. Onların beraberinde, insanlar
arasında hükmetmek için, kitap
ve hikmeti gönderdi ki, ihtilaf ettikleri konularda aralarında hükmetsin...”1 ve “İşte sizin bu dininiz (ümmetiniz) bir tek ümmettir
86
OCAK 2014
İkincisi, belli bir ırka dayanan etnik veya ilkel topluluklar. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden
(kadından) yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız
için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki
Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri
olandır…”3
Üçüncüsü, siyâsî veya anlaşma metinlerine
dayalı topluluk (millet) ifadeleri; Hz. Peygamber (as) bu
kelimeyle,
Medine’de
bir şehir devleti kur-
duğunda, bileşik bir millet veya siyasî bir topluluk
olarak Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan
nüfusu tanımlamıştır.4
Dördüncüsü, önceki gruplara benzemeyen insanların küresel topluluğu; bölge-ötesi ve etnik-ötesi
topluluklar. Mesela Romalılar, Abbasîler, Osmanlılar
vb. toplumlar gibi.
Bugün terörün en önemli kışkırtma nedenlerinin başında kavmiyetçilik gelmektedir. Hz. Muhammed’e
(as) asabiyenin tanımı sorulmuş, o da “Asabiyye; birinin kendi halkına ahlâkî olmayan bir şekilde yardımda bulunmasıdır… Her kim, bir diğerini
asabiyeciliğe teşvik ederse bizden biri değildir;
kim asabiye için savaşırsa bizden biri değildir; kim
ki, asabiye uğruna can verirse bizden biri değildir.” Kavmiyetçiliğin yol açtığı kavgalar vesilesiyle,
Hz. Peygamber (as) değişik zamanlarda “Neden
cahiliye devrinin geleneklerini sürdürüyorsunuz?
Bu geleneklerden vazgeçin; onlar kokuşmuştur”
buyurmuştur.5 Âyette; “Allah yolunda gereği gibi
cihad edin. Sizi insanlar içinde bu emânete ehil
bulup seçen O’dur. Din konusunda, size hiçbir
zorluk da yüklemedi. Haydin öyleyse babanız İbrâhim’in milletine ve yoluna!..”6 uyarısı
yer alır. Burada geçen “Cihad” kelimesi kapsamı, savaşmak anlamına gelen
mukâtele (fiilen savaşa tutuşmak) anlamında değildir. Cihadın tam anlamı; her nevi düşmana karşı bütün
gücünü harcamak demek olup üç
kısımdır. Birincisi; açıkça kendisini
belli etmiş düşmana karşı yapılan cihad. İkincisi; şeytan ile yapılan cihad. Üçüncüsü; Nefse
karşı yapılan cihad. Âyette
geçen “mücâhede ediniz”
emri bu üç kısmı da kapsar.
Yoksa bazılarının anladığı
gibi vurup kırmak – dökmek, öldürmek değildir.
Birçok ülke insanları,
ırkçı telâkkî ile milliyetçi
yaklaşımı birbiriyle özdeşleştirmişlerdir. Mesela son otuz yılda Sırplar,
kendi insanlarının tek bir
etnik kökenden geldiği,
tek bir dili konuştuğu ve
OCAK 2014
87
(as) peygamberliğine inanır yani Müslüman olursa, Peygamberin şu hadis-i şerifi hükmüne tâbidir;
“İnsanlar, Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed
Allah’ın peygamberidir deyinceye kadar onlarla
savaşmakla emrolundum. Böyle derse (kelime-i
tevhid getirirse) benim tarafımdan, onlar dokunulmazdır….”9 İslâm ülkesinde oturan Müslümanlar
İslâmlıklarıyla; zimmîler ise güven andlaşmalarıyla
can ve malları dokunulmaz hale gelmiştir.10
Düşman Ülkesi (Dârü’l-Harp): Müslümanların yönetimi ve hâkimiyeti altında bulunmayan veya İslâm
hükümleri açıkça yerine getirilemeyen, uygulanamayan ülkelerdir. Bu yerleri bir veya birden çok
devletlerin hüküm ve idare etmesi arasında bir fark
yoktur. Buralarda Müslümanlar, İslâm hükümlerini açıkça yerine getiremediği müddetçe sürekli de
otursalar, geçici de otursalar durum aynıdır.
aynı dini paylaştığı bir Büyük Sırbistan oluşturmayı amaçlamışlar. Bu yaklaşımların o milletleri ne gibi
maceralara sürüklediği işte ortadadır. Normal koşullarda “vatanseverlik” daha bir doğal ve de mantıklıdır. Ne var ki, zamanla bu kavram da yozlaştırılmış,
dışarıdan gelenlere nefretle bakılmış, yabancı düşmanlığı ile hoşgörüsüzlüğe dönüşmüş, mantıktan
uzaklaşmıştır. Yıllarca yabancının emeğini satın alan
ve o emekler üzerinde yükselen gelişmiş devletlerin
toplumları şu anda bunu yaşamaktadır. İslâm, vatanseverliğe karşı değildir. Zira bu kavram insanlığın
eşitliğine, hakkâniyete, adâlete ve merhametliliğe
destek çıkar; İslâm kültürünü özümsemiş toplumlarda mezhepçiliğin, saldırganlığın ve ırkçı milliyetçiliğin yeri olmamıştır, olmaz da.
Küreselleşme ve Terör Bağlamında İslâm
Hukuku İlkeleri
İslâm hukukçuları, dünyayı ikili bir ayrıma tabi tutar. İlki; bütün İslâm ülkeleri toplumlarını kapsar
ve Dârü’l-İslâm (İslâm Ülkesi) derler. İkincisi ise,
bunların dışında kalan diğer ülkeleri kapsar. Buna
da Dârü’l-Harp (Düşman Ülkesi) demişler. Çünkü
ilkinde İslâm din ve hukukunun uygulanması sözkonusu; ikincisinde böyle bir uygulamaya imkân
bulunmamaktadır.7 Buna göre, vatandaşlarının
88
OCAK 2014
bütünü veya çoğunluğu Müslüman olan her ülke
ile vatandaşlarının çoğunluğu Müslüman olmasa
da Müslümanların yönetime hâkim bulunduğu her
ülke İslâm ülkesidir. Ayrıca yöneticileri, hâkim zümre gayr-ı müslim olsa da Müslüman vatandaşların
İslâmî hükümleri açıkça yerine getirebildikleri veya
açıkça yerine getirebilmelerini engelleyici hükümlerin bulunmadığı ülkeleri de ya Dâru’s-Sulh (Barış Ülkesi) ya da Dârü’l-İslâm’ın bir parçası sayarlar. İşte
buralarda oturanlar iki kısımdır:
a) Müslüman vatandaşlar,
b) Zimmî vatandaşlar.
Bunlar, inançları bir tarafa bırakılacak olursa Dârü’lİslâm’da sürekli olarak oturan, dünyalık işlerde
(kendi dinlerinin düzenlediği alanlar hariç) haklarında İslâm hükümlerinin uygulanmasını kabul etmiş,
Müslüman olmayan unsurlardır.
Müslüman ve zimmî vatandaşların, İslâm ülkesinde
oturmaları sebebiyle can ve mal güvenliği, dokunulmazlığı eşit şekildedir. Çünkü İslam’a göre, kişi dokunulmazlığı8 iman veya emândan (güvenceden) birisiyledir. İman, İslam’dır; güvence ise, karşılıklı söz
verme demektir. Zimmet anlaşması da barış veya
benzerleriyle meydana gelir. Kim Hz. Muhammed’in
Düşman ülkesinde oturanlar için genelde savaş halindeki ülkenin insanları anlamında harbîler denilir. O
yerler vatandaşlarının, İslâm ülkesi vatandaşları açısından ilke olarak dokunulmazlıkları yoktur. Kendileriyle İslâm ülkesi arasında bir barış anlaşması bulunmadıkça o yerlerde de Müslümanların can ve malları dokunulmaz değildir. Çünkü az önce de belirtildiği
gibi, İslâm hukukunda dokunulmazlık iki şeyden biriyledir; ya imân ya da emânladır(anlaşma). Düşman
ülkesine mensup birisi İslâm ülkesine özel bir izin,
bir güvenceye dayanarak girerse ona, müste’men
(güvence altındaki) pasaportlu denilir. Müste’menin
can ve malı, güvence süresince dokunulmazlık kazanmıştır, vize güvencesi vardır. İslâm ülkesini terk
edip gidince can ve malı dokunulmazlığını kaybeder. Ayrıca oturma süresi sona erince de düşman
ülkesi vatandaşı haline döner.11
Günümüzde İslâm ülkeleriyle diğer ülkeler arasında
sürekli anlaşmalar vardır. Burada hem anlaşmanın
tarafları devletler hem de vatandaşları verdikleri
söze/sözlere uyacaklardır. Bu, “Pacta sunt servanda = Ahde vefâ” ilkesinin tabiî bir sonucudur. Şimdilerde yeryüzünde aralarında karşılıklı savaş halinin
olduğu veya sürdüğü ülkeler yoktur. Ne bir Müslüman için şu veya bu nedenle İslâm ülkesi vatandaşları olmayanlara saldırma hakkı ne de düşman
ülkesi vatandaşının bir İslâm ülkesi vatandaşına saldırma, can ve mal güvenliklerini ihlal hakkı vardır.
İkinci dünya savaşını izleyen yıllarda Batıda dikkat
çekici bir gelişme yaşandı. Batılılar, I. Dünya savaşı
sonrasında Osmanlı Devleti’ni parçaladıktan sonra
ve ikinci dünya savaşını izleyen yıllarda kendilerini
tümüyle Pax Romana yerine koydu, Orta Çağ’da
İslâm toplumlarının hükümrânlığı yerine kendisini
yerleştirdi. Bu kez de onlar soğuk savaş sırası ve
sonrasında dünya ülkelerini şu kategorilere ayırdı:
a) Batı Dünyası,
b) Kendileriyle savaş halinde gösterdikleri ya da
baktıkları ülkeler (Temelde ve genelde komünist
toplumlar ve şu anda bazı Müslüman ülkeler),
c) Anlaşmalı topraklar ya da Üçüncü Dünya,
Bu guruba giren toplumlar ve devletler, ekonomik
ve askerî yönlerden birinci gurubun sömürgesi,
ekonomik ve stratejik yönlerden arka bahçesi olmuştur. Onlar Batı’ya hep vergi ödemiş ve ham
madde temin etmişlerdir.
Birinci guruptakilerin (Batının), ikinciler hakkındaki
yaklaşımları teoride komünist toplum gibi görünse
de uygulamada Müslüman toplumların yaşadıkları
topraklar da dâhil olmak üzere neredeyse tümüyle
Üçüncü Dünya toprakları üzerinde gerçekleştirmiş
ve gerçekleştirmektedirler.12 Son elli yıldır yüzbinlerle ifade edilen Müslüman Cezayirli, Libyalı, İranlı,
Lübnanlı, Suriyeli, Filistinli, Sudanlı, Filipinli, BosnaHersekli ve Iraklı, kendi içlerinden çıkarılan teröristlerce değil ateş etme meraklısı insanlarca, silah
ekonomisinde güçlü ülkelerden sağlanan silahlarla
öldürülmüş, halen de öldürülmektedir.
İslâm, terörist bir din olmadığı gibi terörist üreten,
terör olaylarını özendiren ve destekleyen bir din de
değildir. Terör eylemleri, dış güçlerin destekleriyle
son yıllarda yaygınlaşarak dünyada birçok ülkede
Şu anda uluslararası
arenada sahnelenen
oyunlar, terör grupları
tamamen taşerondur. Onları
etkileyen herkes, kendi kötü
emellerine âlet etmektedirler.
Sonra da bunlara
‘İslâmî Terör Örgütleri’
yaftası yakıştırılmaya
kalkışılmaktadır.
OCAK 2014
89
kerleriyle savaşlara tutuşmamaktadır. Rakip ülke
içerisinden ajanlar elde ederek, örgütler kurdurarak,
silahlar vererek ülkeleri kendi içerisinden vurmakta,
vatandaşlarını vuruşturmaktadır. Şu anda uluslararası arenada sahnelenen oyunlar terör grupları tamamen taşerondur. Onları etkileyen herkes, kendi
kötü emellerine âlet etmektedirler. Sonra da bunlara
‘İslâmî Terör Örgütleri’ yaftası yakıştırılmaya kalkışılmaktadır.
kamu düzenini tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Terör suçlarına karşı yürütülen mücadeledeki güçlüklerin temelinde olayların gerçek yüzünü bilmeme,
tanımama ve kasıtlı olarak tanıtmama bulunmaktadır. İnsan sevgisinin ve insânî değerlerin öğretilmediği toplumlarda insanlar canavarlaşmaktadır.
Bu can alıcı durumun önünü alabilmek ancak eğitim-öğretimle, barışın değerini takdir edici kişiliklerin
oluşturulup geliştirilmesiyle mümkündür. Günümüzde dünyanın her yerinde terör örgütü olarak nitelenenlerin sebep oldukları olayların; öldürmelerin, yakıp yıkmaların İslam’la, inançla hiçbir alâkası yoktur.
Çünkü İslâm’ın temel amacı insanı kazanmak, onu
ihya etmek, barışı sağlamak, can ve mal güvenliğini
gerçekleştirmektir.
Kur’ân’da; “… Kim, katil olmayan ve yeryüzünde
fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir adamın hayatını
kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış
olur... Ne var ki, onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâlâ yeryüzünde fesad ve cinâyette aşırı gitmektedirler.”13, “... Fitne çıkarmak adam öldürmekten
beterdir...”14.
Teröre ve teröriste destek çıkan, silah temin eden,
madden ya da psikolojik olarak teşvikte bulunanlar da en az teröristler kadar sorumludurlar. Anılan
hükümler karşısında samimi bir Müslümanın terörist
olması veya teröre destek çıkması kabul edilir bir
hareket değildir. Ne var ki, bir kısım ülkeleri kendilerine rakip görenler, özellikle de gücü ve dünya siyaseti üzerinde hâkimiyetini sürdürmek isteyen güçlü
devletler, rakiplerine karşı, eskiden olduğu gibi as-
90
OCAK 2014
Globalleşen dünyada hiçbir devlet; “Benim teröristim kötü, senin teröristin güzel” diyemez. Demeye
hakkı da yoktur. Öyle dediği anda kendisi terörist
başının tâ kendisi haline gelir. Nitekim teröre destek
veren Devletlerin bir kısmı bugün ya bizzat kendisi
terörist olmakta ya da terörist hareketlerden toplumu muzdarip hale gelmektedir. Orta çağda Müslümanların dünya politikasına etkin olduğu zamanlarda ne iç terör tehdidi vardı ne de dış terör tehdidi
yaşanıyordu. Sömürgeci zihniyetin yaygın ve baskın
olduğu 20 ve 21. asırda bu fitne kazanlarını, ocaklarını o tür zihniyet sahipleri kaynatır olmuştur. Ama
fatura barış yanlısı, rahmetler müjdecisi İslâm’a çıkarılmaktadır. İşte bu durum kabul edilebilir değildir.
Yaklaşık 25-30 yıldır terör gerçeği ile karşı karşıya
olan Türkiye, terörle mücadelesini tek başına yürütmüş ve yürütmektedir. 2000’li yılların başında
Birleşmiş Milletler Terörün dininin, milletinin, ırkının
olmadığını görmüş, bu konuda birlikte hareket etmenin gerekli olduğunu vurgulamıştır. Mâlî sistemin
ve araçların gelişmişliği terörizmin finansmanını, dolayısıyla terörizmi güçlendirmiştir. Büyük mâlî kaynaklar, örgütlerin sempatizanı ülkeler yoluyla terör
örgütlerini beslemiş ve beslemeyi de sürdürmektedir. 11 Eylül 2001 tarihinde yaşanan müessif saldırı,
milletlerin ve devletlerin dikkatlerini bir kez daha teröre çekmiştir. Bu kez konuya birçok ülke duyarlılıkla
yaklaşarak terörün uluslararası bir problem olduğu,
parasal kaynaklarının uluslararası alanda izinin, sürülmek suretiyle önlenebileceği tespitine varılmıştır.
Ülkeler terörist kabul ettiği örgütleri ortaklaşa ve
karşılıklı olarak belirlemeli, bir ülkenin terörist kabul
ettiği örgüte bir başka ülke aktivist dememelidir.
Terör eylemi olarak belirlenen bir olayın başka ülke
tarafından din, dil, ırk düşüncesi gibi önyargılardan
sıyrılarak, yapılan müdahalenin ne kadar önemli
olduğu ortaya konulmalıdır. Mücadelede ortaklaşa
hareket edilmelidir.
haber
Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler:
Avrupa’da Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve İslam Karşıtlığı Çalıştayı
04 Aralık 2013 Çarşamba günü SDE - Türk
Parlementerler Birliği işbirliği ile düzenlenen “Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler: Avrupa’da Irkçılık, Yabancı
Düşmanlığı ve İslam Karşıtlığı” başlıklı
toplantıya akademisyenler, sivil toplum
kuruluşları temsilcileri ve SDE uzmanları
katılmışlardır. Moderatörlüğünü SDE Dış
Politika ve Uluslararası İlişkiler Koordinatörü Prof. Dr. Birol Akgün’ün yaptığı çalıştay SDE
Genel Merkezinde gerçekleştirilmiştir.
Soğuk Savaş’ın sonrası dönemde devletler arasında konvansiyonel savaş riski azalırken, küreselleşme sürecinin de etkisiyle pek çok ülkede etnik, kültürel ve siyasi temelli aşırılığın arttığı gözlenmektedir.
11 Eylül olaylarının yarattığı güvensizlik ortamı ise
özellikle Avrupa ülkelerinde yabancı düşmanlığını
tetiklemiş, ırkçı ve İslamofobik siyasi akımları güçlendirmiştir. Bu nedenle 2000’li yıllardan itibaren Avrupa kıtasında demokratik ülkelerde dahi dışlayıcı
ve ayrımcı uygulamalar yaygınlaşmıştır. Toplumsal
seviyede İslam korkusu, göçmen karşıtlığı, yabancı
düşmanlığı gibi unsurlar üzerinden ortaya çıkan bu
uygulamalar Avrupa’daki sosyal ve siyasi hayatı derinden etkilemekte ve bunun sonucunda aşırı sağcı
partiler Avrupa siyasetinde etkin rol oynamaktadırlar. Aşırı sağcı partilerin ayrımcı ve dışlayıcı bakış
açıları merkez sağ partilerin gündemlerini de aşırılıkçı perspektife kaydırmaktadır. Bu ortamda nefret
ve korku temelli bir bakış açısıyla şekillenen “öteki”
tanımı, ekonomik krizden etkilenmekte ve çok kültürlülük perspektiflerini zedelemektedir.
Göçmenleri, yabancıları, Müslümanları hedef göstermenin ötesinde sözü edilen dışlayıcı ve ayrımcı
perspektifin Avrupa toplumları için bir tehdit haline
geldiği görülmektedir. Bu çerçevede Avrupa’daki
birlikte yaşama kodlarının içermeci bir vizyonla yeniden tartışmaya açılması önem taşımaktadır. Zira
bireylerin kendilerini tanımladıkları değerler sistemi
içerisinde herhangi bir unsurdan dolayı sistem dışına itilmesi mümkün hale gelmekte ve bu durum
demokratik sistemler açısından bir soruna işaret
etmektedir.
Avrupa Konseyi’ne Üye Ülkeler Eski Parlamenterleri
Avrupa Derneği tarafından 2014 yılında gerçekleştirilecek “Küreselleşme Çağında Demokrasiye Tehditler - Demokratik Kurumları ve Halkın Katılımını
Nasıl Güçlendirebiliriz?” konulu çalıştaya katkı sağlamak amacıyla SDE tarafından “Avrupa’da Irkçılık,
Yabancı Düşmanlığı, İslam Karşıtlığı” başlıklı bir çalıştay düzenlenmiştir.
04 Aralık 2013 Çarşamba günü Türk Parlementerler
Birliği ile birlikte düzenlenen “Küreselleşme Çağında
Demokrasiye Tehditler: Avrupa’da Irkçılık, Yabancı
Düşmanlığı ve İslam Karşıtlığı” başlıklı toplantıya
akademisyenler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri
ve SDE uzmanları katılmışlardır.
Toplantıda, Avrupa’da ırkçılık ve yabancı düşmanlığının Avrupa demokrasisine olumsuz etkileri üzerinde durulmuş, çözüm önerileri tartışılmıştır. Ayrıca
Avrupa toplumlarının ötekiyle yaşama konusunda
hiç de iyi bir karnesi olmadığı katılımcılar tarafından
vurgulanmıştır.
OCAK 2014
91
haber
Ortadoğu’da Geleceğin İnşasında
Kürtler Çalıştayı
Diyarbakır Buluşması,
Ortadoğu ve Kürtler
SDE’nin gerçekleştirdiği “ORTADOĞU’DA GELECEĞİN İNŞASINDA KÜRTLER” konulu çalıştay
epey ses getirdi. Çalıştay, Diyarbakır’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Kürdistan Federe
Bölgesi’nin Başkanı Mesut Barzani’nin Diyarbakır
buluşmasından sonra gerçekleşti. Çalıştaya, katılan
çok sayıda Kürt siyasetçi, konuşmalarında bu buluşmaya geniş yer ayırdı. Diyarbakır buluşmasının,
Kürt siyasetinin tek seslilikten kurtulması, tek sesliliğin yarattığı siyasi iklimin önemli oranda dağılması
ve siyasi ortam içinde belli bir rahatlamanın meydana gelmesi gibi oldukça önemli hedeflere hizmet
ettiğini söylemek zor değil.
Kürt siyasetinin önde gelen aktörleri, sivil toplum temsilcileri, işadamları, medya mensupları ve
Türkiye’nin Kürt Sorunu konusunda önemli katkılar vermiş entelektüelleri 2 Aralık Pazartesi günü
Stratejik Düşünce Enstitüsü ev sahipliğinde gerçekleşen “Ortadoğu’da Geleceğin İnşasında Kürtler” çalıştayında buluştu.
Siyaset ve düşünce dünyasının önemli temsilcilerinin katıldığı toplantı, konunun önemli entelektüel simalarından biri ve aynı zamanda SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörlüğü Uzmanı
Orhan Miroğlu moderatörlüğünde gerçekleştirildi.
92
OCAK 2014
Ama bu buluşmaya atfen ortaya atılan; “Hükümet,
KDP’yi öne çıkararak, Türkiye’de, BDP/PKK cenahının temsil ettiği Kürt hareketini tasfiye etmek ve PYD’yi Suriye’de KDP
aracılığıyla baskılamaktan yana bir
siyasi tercih ortaya koyuyor.” Gibi
bir takım iddialar da gerçeği elbette yansıtmaktan uzaktır. Gelişmeler
bu iddiaları doğrulamıyor.
daşlarıyla ilişkilerini yeniden ve demokratik bir zeminde kurmak, çözüm sürecini başarıyla sona erdirmek istiyor. Kürt halkının Türkiye’de olsun, Irak
ve Suriye’de olsun özgür iradesiyle ortaya koyduğu
siyasi tercihlere karışmak gibi bir niyet yok ortada.
Ama Türkiye’nin istediği bir şey var ki o da Kürtler
arasındaki çatışmaların sona ermesidir. Diyarbakır
buluşmasının bu amaca sunduğu katkıyı anlayabilmek için bu tarihi buluşmadan sonra meydana
gelen gelişmelere kısaca bakmakta fayda var.
PYD ve KDP arasında görüşmeler Erbil’de yeniden
başladı. Mesut Barzani’nin öncülüğünde kurulan
ama PYD’nin sekter anlayışı nedeniyle işlevsiz hale
gelen Suriye Kürt Ulusal Konsey’i yeniden toplandı. Muhtemel Cenevre Konferansına Kürt tarafının
ortak bir temsiliyetle katılması için anlaşmaya varıldı. Ayrıca, bir türlü yapılamayan Kürt Ulusal Konferansının yapılması için görüşmeler yeniden başladı.
PYD’nin, KDP’yle iyi ilişkiler içinde olması elbette
Kürtler arası barışın olmazsa olmazıdır ve Türkiye
buna karşı değildir. Kürtler arası anlaşmazlıkların
derinleşmesinde Türkiye’nin hiçbir çıkarı olmaz.
SDE’nin, Diyarbakır buluşmasından sonra gerçekleştirdiği çalıştay ve çalıştaya katılanların ifade ettiği
görüşler, Kürt sorunundaki siyasi iklimi anlayabilmek
açısından son derece verimli olmuştur. Çalıştay’ın
bir rapor halinde kamuoyuyla paylaşılması için ilgili
arkadaşlarımız çalışmalarını sürdürüyorlar.
Türkiye, Kürtler’in iç işlerine karışmak, bir takım siyasi tasfiyelerle
uğraşmak isteyen bir ülke değil
artık. Bu politika çok gerilerde
kaldı. Türkiye kendi Kürt vatan-
OCAK 2014
93
Küresel Projelere
Küresel Darbe
Alper Tan
2013’te İç Siyaset
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
2013’ten 2014’e Dış Politika Panoraması:
Değişen Küresel ve Bölgesel İttifaklar
Denkleminde Türkiye
Prof. Dr. Birol Akgün
2013’te Savunma ve
Güvenlik
2013 Yılının İnsan Hakları
Açısından Değerlendirilmesi
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Selvet Çetin
2013 PANORAMA
KÜRESEL PROJELERE
KÜRESEL DARBE
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
M
alum Gezi provokasyonları devam ederken 7 Haziran 2013 tarihli analizde “Taksim
Derebeyliği’ni kim kurdu?” diye sormuştuk.
Gezi Parkı’nda ağaçları korumak için eylem yaptıklarını
ileri sürenler, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’la görüştükten sonra taleplerini şöyle açıklamışlardı:
1. Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi yıkılmasın
2. Kanal İstanbul yapılmasın
3. 3. Köprü yapılmasın
4. 3. Havaalanı yapılmasın
5. Hidroelektrik santraller ve nükleer santraller
olmasın
6. Türkiye dış politikasını değiştirsin
Aslında Blal Erdoğan üzernden
Tayyp Erdoğan vurulmak
stenyor. Başbakan Erdoğan,
tüm rüşvet ve yolsuzlukların
odağındak adam olarak
lan edlmek stenyor. Eğer
Tayyp Erdoğan yıpratılır ve
tbarsızlaştırılırsa, yerne
gelecek kşyle Ak Part’nn
kolayca yönlendrlebleceğ
düşünülüyor. Tayyp Erdoğan
devre dışı bırakılırsa Türkye’nn
dış poltkasının esk halne
döndürülebleceğ varsayılıyor.
96
OCAK 2014
Taksim Derebeyliği’ni ilan etmiş gibi konuşan bu arkadaşlara “Başka bir arzunuz var mı?” diye de sormuştuk o zaman!
Şimdi lütfen dikkat! İşin püf noktasına geliyoruz. 2425 Aralık 2013 günlerinde bir şayia çıkarıldı. 17 Aralık
operasyonlarını başlatan savcı, tanınmış 30 kişiye daha
operasyon yapmak için düğmeye basmış. Ama Emniyette yeni atanan kadrolar ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı buna izin vermemiş. Kimlere
operasyon planlandığına dair operasyoncu medyada
ve uzantılarında, bir de sosyal medyada liste halinde
isimler sıralandı. İsimleri tek tek incelediğiniz zaman
karşınıza çok ilginç, ilginç olduğu kadar da anlamlı ve
dehşet verici bir tablo çıkıyor.
Nasıl mı?
Yapılmaya çalışılan ama yapılamayan operasyonda bakın kimler hedeflenmişti!
Bu analizin sonunda ortaya çıkacak tabloyu başta
duyuralım. 6 ay önce bir darbe girişimi olarak gelişen
ama sonuç alınamayan Gezi provokasyonu ile yapıl-
maya çalışılanlar, şimdi Yargı ve Emniyet darbesi ile
hayata geçirilmeye çalışılıyor. 6 ay önce Başbakan
Yardımcısı Bülent Arınç ile görüştükten sonra Taksim cuntası tarafından dile getirilen talepler, bu defa
yargı darbesi ile yapılmak isteniyor. Şimdi bunların
bazılarını tek tek sıralayalım.
İstanbul’a 3. Boğaz köprüsünü de içine alan “Kuzey
Marmara Otoyolu Projesi” ihalesini IC Holding’e
ait İÇTAŞ ve İtalyan inşaat grubu ASTALDİ ortak
girişimi kazanmıştı. Köprü inşaatı başladı. Kuzey
Marmara Otoyolu Projesi’ni kazanan İÇTAŞ’ın patronu, işadamı İbrahim Çeçen. İbrahim Çeçen son
operasyon girişiminde tutuklanmak istenen isimler
arasındaydı. Şirketin patronu tutuklanarak şirketin
itibarı ile oynanacak, ama esas olarak 3. Boğaz
köprüsünün inşaatı yargı eliyle durdurulmaya çalışılacaktı. Böylece Gezi darbesi ile beceremediklerini
yargı darbesi ile becereceklerdi.
İstanbul’a yapılacak 3. havalimanı için düzenlenen
ihaleyi KDV hariç 22 milyar 152 milyon Euro ile Limak-Cengiz-Mapa-Kalyon OGG kazanmıştı. Bu
ihale, Cumhuriyet tarihinin en büyük ihalesi olarak
kayıtlara geçti. Cengiz İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı İşadamı Mehmet Cengiz ve Kalyon İnşaat’ın
patronu Orhan Cemal Kalyoncu tutuklanacak,
İstanbul’a dünyanın en büyük havaalanını yapacak
olan konsorsiyuma şüphe ve şaibe atfedilecek ve 3.
Havaalanının yapımı yargı eliyle durdurulmaya çalışılacaktı. Gezi darbesiyle yapılamayan Yargı darbesiyle yapılacaktı.
Gözaltına alınıp tutuklanacaklar arasındaki isimlerin
bir kısmı ise Kanal İstanbul projesini ihaleye hazırlayan komisyonun üyelerinden oluşuyor. Bu isimler de şaibe ve zan altına sokulup, projenin daha
başlamadan akim bırakılması hedefleniyor. Böylece
Gezi darbesiyle yapamadıklarını, yargı darbesiyle
yapmayı planladılar.
Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV)
Yönetim Kurulu Üyesi ve Başbakan Erdoğan’ın
oğlu Necmettin Bilal Erdoğan da gözaltına alınacaklar listesinde. N. Bilal Erdoğan, kurucuları arasında olduğu vakfa bazı kamu arazilerinin tahsisi
ve bu vakfa yapılan bağışlar gerekçesiyle hedefte.
Aslında Bilal Erdoğan üzerinden Tayyip Erdoğan vurulmak isteniyor. Başbakan Erdoğan, tüm rüşvet ve
yolsuzlukların odağındaki adam olarak ilan edilmek
isteniyor. Eğer Tayyip Erdoğan yıpratılır ve itibarsızlaştırılırsa, yerine gelecek kişiyle Ak Parti’nin kolayca yönlendirilebileceği düşünülüyor. Tayyip Erdoğan
devre dışı bırakılırsa Türkiye’nin dış politikasının eski
haline döndürülebileceği varsayılıyor. En azından
seçim öncesi Ak Parti ciddi biçimde oy kaybına uğratılırsa hükümetin ve Türkiye’nin karizmasının da
çizileceği düşünülüyor.
Yukarda da belirttiğimiz gibi gözaltına alınmak istenenlerden birisi Orhan Cemal Kalyoncu. Kalyon
Grup Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Cemal Kalyoncu geçen hafta ATV ve Sabah Gazetesi’ni satın aldı. Bunlar da operasyonun hedefindeler. Ciner
Grup Yönetim Kurulu Başkanvekili Fatih Saraç da
gözaltına alınacaklar listesinde. Başta Show TV,
Haber Türk TV ve gazetesi olmak üzere Ciner Grubu medyasına gözdağı verme amaçlı olduğuna dair
ciddi kuşkular var. Yine gözaltı listesinde bulunanlar
arasında Eksim Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdullah Tivnikli de var. Tivnikli’nin Çoruh Nehri
üzerine 150 milyon dolarlık HES yatırımı yapmakta
olduğunu hatırlatmak isteriz.
Hızlı tren, Marmaray gibi devasa projeleri yürüten
TCCD Genel Müdürü Süleyman Karaman ve yakın
ekibinin de listede bulunması gerçek amacın farklı
olduğu izlenimini güçlendiriyor. Gezi’de beceremediklerini şimdi yapmaya çalışıyorlar.
Taksim Derebeyliğini yöneten arka plandaki küresel iradenin, şimdi başka bir maske ile Türkiye’nin
karşısına çıktığını deşifre etme zamanı geldi. Bu
günlerde zaten bazıları hep demek istemediklerini
diyor. Şimdi biz de demek istemediğimizi diyelim.
ABD elçisinin dediği ama inkâr ettiği “İmparatorluğun çöküşü” sürecinde miyiz? Yoksa Küresel
sömürgeci Washington imparatorluğunun küresel
planlarının çöküşünü mü izleyeceğiz? Bunu görmek
için az kaldı. Küresel oyuncunun yerel piyonlarının
da deşifre olduklarını pek yakında herkes görecek.
Bunların da Bedrettin Dalan gibi biletlerini ve pasaportlarını hazırlamalarında fayda var. Vizeleri ve yeşil
kartları muhtemelen hazırdır zaten.
OCAK 2014
97
2013 PANORAMA
ne yardımının sınırlarının genişletilmesi de yer aldı.
Paketin içerdiği temel haklarla ilgili en önemli düzenlemelerden biri ise kamuda başörtüsü ile görev
yapabilme hakkının tanınması oldu. Bunun dışında
çok sayıda önemli başlık içeren paketin Türkiye’nin
demokratikleşme yönündeki ihtiyaçlarına cevap
verme bakımından oldukça anlamlı olduğu açıktır.
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
SDE Uzmanı
İ
ç siyaset açısından 2013 yılına
Çözüm süreci bağlamında hayata
damgasını vuran belki de
geçen bir diğer durum ise hüen önemli gelişme “çökümet tarafından hazırlanan
2013’ün Türkiye siyaseti
kapsamlı “demokratikleşzüm süreci”nin devam
için oldukça hareketli,
me paketi” oldu. Söz
ettirilmesi oldu. 2013
bazen
olumsuz
bazense
konusu paket, Başbayılında
hükümet,
kan Recep Tayyip Ergeleceğe
iyimser
Kürt
sorununun
doğan tarafından 30
çözümüne yönelik
bakılmasını gerektirecek
Eylül’de geniş katılımlı
olarak daha önce
gelişmeler ürettiği
bir basın toplantısıyla
attığı adımları daha
kamuoyuna açıklansöylenebilir. Ancak kritik
da derinleştirdi. Bu
dı.
Demokratikleşme
iki seçimin yaşanacağı
konudaki ilk somut
paketinin en başta
2014’ün bu yönüyle
girişim, 2013 başTürkiye’de demokratik
larında “akil insanlar
siyaset zemininin geniş2013’ü aşacağı da tahmin
lemesi için birtakım düzenheyeti”nin oluşturulması
edilebilir bir durumdur.
lemeler
içerdiği görüldü. En
oldu. Kamuoyu nezdinde
başta,
uzun
süredir tartışılan,
tanınırlık ve saygınlığa sahip,
seçimlerde
uygulanan
yüzde 10
her kesimi temsil eden 63 isim
barajının kaldırılması veya düşürülmesi
akiller heyeti olarak belirlendi. Belirlegündeme alındı. Pakette, seçimlerde uygulananen isimler, yedi farklı bölgede görev yapacak şecak yöntem konusunda kamuoyunda tartışılmak
kilde dokuzarlı gruplara ayrıldı ve sahaya indi. Akil
üzere üç seçenek önerildi. Buna göre, mevcut duinsanlar, görev bölgelerindeki farklı toplumsal kerumun, yani yüzde 10 barajının aynen devam etsimler, sivil toplum örgütleri ve soruna değişik açı- mesi; seçimlerde uygulanan barajın yüzde 5 sınırına
lardan bakan gruplarla toplantılar yaparak sürecin çekilmesi ve her seçim çevresinde beş milletvekillikamuoyu ayağının güçlü bir görünüm kazanmasını ğini kapsayan daraltılmış bölge uygulamasına geçilsağladılar. Ayrıca bu çalışmalar aracılığıyla sorunla mesi veya barajın tamamen kaldırılması tartışmaya
doğrudan ya da dolaylı şekilde ilgili değişik kesim- açıldı. Aynı şekilde pakette, siyasal partilere üyelik
lerin talep ve beklentilerinin hükümete sivil bir bakış hakkının genişletilmesi, farklı dillerde propaganda
yapabilme hakkının genişletilmesi ve partilere haziaçısıyla iletilmesi mümkün oldu.
98
OCAK 2014
2013’te ülke gündemine damga vuran en önemli
gelişmelerden bir diğeri ise Taksim Gezi Parkında
yaşanan olaylar sonucu başlayan eylemler oldu.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından daha önceden başlatılan yayalaştırma projesi kapsamında
Taksim Gezi Parkı’nda bazı ağaçların kesileceği ya
da taşınacağı iddiası, parkta küçük bir grubun oturma başlatmasını beraberinde getirdi. Ancak eylemciler kısa süre içinde sosyal paylaşım platformları
la geçti. AK Parti, 2009 seçimlerinden farklı olarak
üzerinden örgütlenerek sayılarını artırdılar.
adaylarını nispeten daha erken tarihlerEylemcilere polis tarafından müdahade açıkladı. Özellikle büyükşehirle edilmesinden sonra Gezi Parkı
lerde aday tespitlerinde sürpriz
ve Taksim Meydanı etrafındasayılabilecek tercihler de
ki kalabalık arttı. 31 Mayıs
İç siyaset açısından
yapmadı. Örneğin Ankara
2013 Cuma gecesi ise
ve İstanbul gibi şehirler2013
yılına
damgasını
eylemler
İstanbul’un
de AK Parti, mevcut
başka yerleri, Ankara
vuran belki de en önemli
belediye başkanları
ve İzmir gibi büyükile seçime devam
gelişme “çözüm süreci”nin
şehirler başta olmak
etme kararı aldı. Bu
devam ettirilmesi oldu.
üzere ülkenin değikonuda asıl değişik
şik yerlerine yayıldı.
2013 yılında hükümet,
tavrın ise CHP’den
Eylemcilerden
bir
geldiği açıktır. CHP,
Kürt sorununun
kısmı, polisle çatışAnkara’da 2009 semalara girişti, kamu
çözümüne yönelik olarak
çimlerinde MHP adabinaları ve özel işyeryı olan Mansur Yavaş;
daha önce attığı adımları
lerine zarar verdi. Bu
İstanbul’da ise daha
bakımdan,
eylemlerin
daha da derinleştirdi.
önce partiden ihraç edilen
bir bakıma hükümet karşıtı
Mustafa Sarıgül ile seçimkalkışmaya dönüştürülmeye
lere girme kararı aldı. Böylece,
çalışıldığı gözlendi. Hatta hüküCHP’nin seçimlerde oy oranını artırmete muhalif pozisyonda bulunan farklı
mak için geleneksel seçmen tabanını, hattoplumsal kesimler, aralarında neredeyse hiç ortak ta bazı parti yöneticilerini rahatsız edecek adımlar
payda bulunmamasına rağmen eylem sürecinde attığı görüldü. Bu bakımdan, CHP’nin daha önce
birleşti. Ancak “hükümet karşıtlığı tutkalı”ndan çok 2011 seçimlerinde de denediği sağa açılma politidaha güçlü ortak paydaları bulunan bu kesimler kalarını genişlettiği söylenebilir.
kısa bir sürede yeniden ayrıştılar. Eylem sürecinde
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kararlı duruşu, Hiç şüphesiz, 2013’ün Türkiye siyaseti için oldukça
kendi kitlesinin desteğini yeniden almasını ve bir ba- hareketli, bazen olumsuz bazense geleceğe iyimser
bakılmasını gerektirecek gelişmeler ürettiği söylenekıma seçmen kitlesini konsolide etmesini sağladı.
bilir. Ancak kritik iki seçimin yaşanacağı 2014’ün bu
Geride bıraktığımız yılın son dönemi ise 30 Mart yönüyle 2013’ü aşacağı da tahmin edilebilir bir du2014 tarihinde yapılacak yerel seçim tartışmalarıy- rumdur.
OCAK 2014
99
2013 PANORAMA
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü
2013’TEN 2014’E DIŞ P
DEĞİŞEN KÜRESEL VE BÖLGESEL
2
013 yılının son aylarına girerken uluslararası
politikada beklenmedik ciddi bazı gelişmeler
yaşanmaktadır. ABD’nin İran ile doğrudan görüşmelere başlaması; Suriye’de ABD ve Fransa’nın
değil de Rusya-İran ikilisinin iradesinin belirleyici
olması; ABD-Suudi Arabistan arasındaki tarihsel ittifakın sarsılması; Amerika ve İsrail arasındaki
stratejik ittifakın sorgulanmaya başlanması; Mısır’ın
yeniden Rusya ile siyasi-askeri flörte başlaması ve
nihayet NATO üyesi Türkiye’nin uzun menzilli hava
savunma sistemi kurmak için batılı ülkeleri değil de
Çin gibi bir ülkeyle görüşmelere başlaması son yarım asırda ender görülen olağanüstü gelişmelerdir
ve bunların önümüzdeki yıllarda da uluslararası politikadaki etkileri devam edecektir. Zihinsel kalıpları soğuk savaş mantığı ile çalışmaya devam eden
bazılarının anlamakta zorlandığı ve hatta tehlikeli
bulduğu bu gelişmeler, aslında soğuk savaş sonrası ortaya çıkan ABD merkezli küresel hegemonik
Türkiye’nin gelecek yıllarda
küresel güç dengelerinde
daha etkili ve belirleyici
olabilmesi için, ülkemizdeki
tüm aktörlere de ciddi
sorumluluklar düşmektedir.
Yeni Türkiye’nin siyasi
elitlerinin amacı Türkiye’yi
yalnızca küresel düzlemde bir
özne, aktör ve stratejik oyuncu
haline getirmekle sınırlı
kalmamalıdır.
100
OCAK 2014
yapının zayıfladığının da önemli işaretleri olarak okunabilir. Türkiye gibi farklı jeopolitik fay hatlarının tam
kesişim noktasında bulunan kritik ülkeler açısından,
Küresel güç değişiminin doğru okunması ve gerekli
adımların zamanında kararlılıkla ve cesaretle atılması önemlidir. Bu bağlamda, Türkiye’nin gelecek
yıllarda küresel güç dengelerinde daha etkili ve belirleyici olabilmesi için, ülkemizdeki tüm aktörlere de
ciddi sorumluluklar düşmektedir.
ABD Merkezli Sistem Çözülüyor
Bizim nesil üniversite yıllarındayken Sovyetler Birliğinin çöküşüne şahitlik etti. Ardından 1990’lı yıllarda
ABD merkezli tek kutuplu dünyanın yükselişini gördü. 11 Eylül olaylarını önce tekil bir terör olayı olarak
algıladık. Ancak ikiz kulelerin çökmesinin yalnızca
fiziki bir olay olmadığı, aynı zamanda liberal değerler temelinde kurulan ABD’nin küresel hegemonyasının da çözülmeye başlamasının miladı olduğu
bugünlerde daha iyi anlaşılıyor. Bush dönemindeki
ABD siyasi elitleri, Amerikan imparatorluğunun elindeki imkânları küresel terörle mücadele etme adına
çok kötü bir şekilde kullandılar. Afganistan ve Irak
savaşları siyasi amaçları net olmayan yarı hayali savaşlardı. İkinci dünya savaşında teslim aldıkları Japonya ve Almanya gibi Irak ve Afganistan’ı da dize
getirip, yeni bir devlet ve yeni bir ulus inşa edebilecekleri zehabına kapıldılar. Ama bu proje başarısız
oldu.
Obama iş başına geldiğinde de tüm iyi niyetli imparatorluğu kurtarma çabalarına rağmen ABD hegemonyası kan kaybetmeye devam etti. 2008’de
başlayan ekonomik kriz Washington’u da, Avrupalı
müttefiklerini de inanılmaz derecede ağır etkiledi.
Bugün yeniden toparlanmaya çalışsalar da Amerikan halkının da Avrupalıların da kendi siyasi partile-
LİTİKA PANORAMASI:
İTTİFAKLAR DENKLEMİNDE TÜRKİYE
rine, liderlerine ve aslında bizatihi kendi değerlerine
olan güvenleri derinden sarsılmış durumdadır. Birkaç yüzyıldır dünyayı yönetme tekelini elinde tutan
batılı ülkeler, artık tarihin akışını tek başlarına yönlendirme gücünü kaybediyorlar.
Birkaç yıldır Ortadoğu coğrafyasında yaşanan köklü
değişimler de bir anlamda Batı merkezli bu siyasi
çözülmenin dolaylı bir sonucu olarak görülebilir. Burada tartışılması gereken temel konu, Türkiye’nin
küresel sistemdeki değişimi doğru okuyup okuyamadığı ve izlediği dış politikanın değişim dinamikleriyle ne kadar uyumlu olduğudur. Gerçekten de
son yıllarda Türk dış politikasını yakından izleyenler,
soğuk savaş dönemindeki ve hatta 1990’lardaki
bir Türkiye’den çok daha farklı bir Türkiye ile karşı
karşıya olduklarını hemen fark ediyorlar. Peki, nedir
yeni Türkiye’nin dünyayı okuma biçimi ve yeni Türk
dış politikası Ankara’nın dünyayı okuma/anlama biçimini nasıl yansıtmaktadır?
Türkiye’nin Önündeki Üç Tarzı Siyaset
Türk dış politikasının son on yılına damgasını vuran Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’ye
atfedilen doğu batı arasında bir “köprü olma” niteliğini reddediyor. Tersine Türkiye’nin doğuyu da
Batıyı da iyi tanıyan, kendine has bir siyasi kültüre ve geleneğe sahip olan “merkezi bir ülke” olarak tanımlıyor. Coğrafyasının, tarihinin ve insani
birikiminin kendisine sağladığı avantajları doğru
kullanan bir Türkiye’nin potansiyel olarak “küresel
bir güç” olabileceği Başbakan Erdoğan tarafından
da sıklıkla vurgulanıyor. Daha da önemli olan şey
ise, Türkiye’de son zamanlarda akademiyadan sivil
toplum kuruluşlarına ve medyaya kadar entelektüel
kesimlerin de dünyaya bakışında ciddi bir değişimin
yaşandığı gözleniyor.
Şunu söylemek mümkündür. Türkiye, 90 yıl aradan
sonra kendi stratejik kültürünü ve stratejik kimliğini
yeniden tanımlamaktadır. Artık yalnızca Batı medeniyetinin bir parçası olarak değil, Asyalı kimliğini de
İslam kimliğini de Türkiye’nin milli-stratejik kimliğinin
ayrılmaz bir parçası haline getiriyor. Aslında böyle
bir kimlik tanımı, Türkiye’nin dış dünya ile kurduğu
reel ekonomi-politik bağlantıları ile de büyük ölçüde
örtüşmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin son yıllardaki
dış politika tercihlerinin bu anlamda rasyonel bir temele dayandığı ve siyasi kimliği ve kültürel değerleriyle de uyumlu olduğu söylenebilir. Yeni Türkiye’nin
siyasi elitlerinin amacı Türkiye’yi yalnızca küresel
düzlemde bir özne, aktör ve stratejik oyuncu haline getirmekle sınırlı kalmamalıdır. Nihai amaç,
Türkiye’yi entelektüel anlamda da dünyanın yeni
epistemolojik merkezlerinden biri yaparak, küresel
düzlemde tüm insanlık için bir referans ve ilham
kaynağı haline getirmek olmalıdır.
OCAK 2014
101
Suriye, yakın gelecekte
uluslararası politikanın en
sıcak krizi olmaya devam
edecektir. Ocak ayı sonunda
yapılması planlanan
Cenevre-2 konferansının
ne kadar başarılı olacağını
öngörmek zordur.
Türkiye’nin Hareket Kabiliyetleri: Üç Tarzı
Siyaset
Yukarıdaki analiz çerçevesinde 2014 yılına girerken
Türkiye’nin dış dünya ile entegrasyonu ve siyasi,
ticari ve stratejik ittifaklarını üç başlık altında incelemek mümkündür. Bunlar sırasıyla Batı dünyasıyla
bütünleşme; Avrasya ülkeleriyle çok yönlü ve derinleştirilmiş ilişkiler ve Türkiye merkezli yeni bir ittifaklar ağının kurulmasıdır. Bir anlamda Türkiye’nin dış
politikadaki stratejik opsiyonlarını da gösteren bu
seçenekler, Osmanlı’nın son zamanlarındaki aydınlar arasında sıkça tartışılan “üç tarzı siyaset” yaklaşımını da hatırlatmaktadır.
Batı dünyası ile entegrasyon (Batıcılık):
Türkiye’nin, Tanzimat’tan bu yana en önemli stratejik hedeflerinden biri modernleşme yoluyla batılılaşma ve bu sayede tarihteki eski gücüne, refahına
ve güvenliğine yeniden kavuşmaktır. Türkiye’nin bu
tercihinin 20. yüzyılın ortalarındaki somut hedefi güvenliği için NATO’ya girmek; ekonomik refahı ve siyasi istikrarı için de Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği
gibi yapılarda yer almak şeklinde olmuştur. Bugün
uğruna yarım asırlık bir siyasi sermaye harcadığımız
AB ile bütünleşme çabaları, bir anlamda bizim için
aynı zamanda bir medeniyet tercihiydi. AB üyeliği
projesi bugün halâ Türkiye’nin dış politikasında en
önemli opsiyonlardan biridir ve yakın gelecekte bir
referandum olması durumunda halkın yarıdan fazlasının bu projeyi hala desteklemesi olasılığı hayli
yüksektir.
Ancak son yıllarda halkımızın AB’ye olan bakışında
ciddi bir kırılma yaşandığı da gözlenmektedir. En
azından her şeyin (medeniyetin, bilginin, teknolojinin
ve hatta erdemin) kaynağının Batı olduğu şeklindeki
algılamalar artık değişmiş, giderek daha gerçekçi
bir bakış açışı oluşmaya başlamıştır. Zira son krizler
102
OCAK 2014
batının liberal ekonomi-politik söylemlerinin meşruiyetini de sorgulanır hale getirmiştir. Üstelik Çin,
Rusya ve Hindistan gibi farklı siyasi-ekonomik gelişme modeli izleyen ülkelerin sergiledikleri yüksek
performans da, sadece Türkiye’de değil dünyanın
dört bir yanındaki halkların kafasındaki batı imajını
kökten sarsmıştır. Batı artık gelişme, kalkınma ve
siyasal istikrarı sağlamanın tek modeli olmaktan
çıkmış; dünyada çoklu modernite tartışmaları başlamıştır. 2013 yılında Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde
ciddi bir ilerleme olmamıştır. Yalnızca bir müzakere
başlığı açılmıştır ve vizesiz Avrupa için ön mutabakat
antlaşması imzalanmıştır. Türkiye’nin siyasi istikrarını ve ekonomik büyümesini sürdürdüğü müddetçe
AB’nin, Türkiye’nin dış politikasındaki etkisinin görece azalması beklenebilir. Ancak her iki taraf da
gelecek on yılda bu ilişkiyi kolayca kesemeyecektir.
Avrasya bölgesi ile entegrasyon (Avrasyacılık): Türkiye için ikinci opsiyon yükselen doğu ülkeleri ile stratejik işbirliği modelleri geliştirmektir.
Avrasyacılık projesi olarak tanımlayabileceğimiz bu
yaklaşım, düne kadar Türkiye’de yalnızca bazı marjinal kesimlerce savunulmaktaydı ve toplumsal desteği de yüzde beşler düzeyindeydi. Ancak bugün
Türkiye’nin Rusya ile $40 milyar, Çin ile $20 milyar
ve İran ile $15 milyarı bulan ticaret hacimleri dikkate
alındığında bu tercih yavaş yavaş daha ciddi olarak
tartışılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin, Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin geliştirilme çabaları ve Kazakistan gibi bazı Avrasya ülkelerinin Türkiye’yi, Rusya
öncülüğünde kurulan “Avrasya Gümrük Birliğine”
davet etmelerini bu çerçevede tarafların birbirlerine
yönelik artan ilgilerini göstermektedir. AB ile ilişkiler
bu kadar derinleşmişken, Türkiye’nin Avrasya Birliğini ön plana çıkartması mümkün değilse de, en
azından bölge ülkeleri ile yürütülen ekonomik-ticari ilişkilerin en az düzeyde etkilenmesi için Türkiye
gelişmeleri yakından izlemeli ve ciddi bazı tedbirler
almalıdır.
tak refah alanı yaratma düşüncesidir. Düne kadar
zayıf (ve hatta hayali) bir tercih olarak görülen bu
son seçenek bugün Türkiye’de farklı toplum kesimlerinde daha çok kabul görmeye başlamıştır. Bölgesel reel politikte de uygulama alanı özellikle Arap
Baharı’nın yarattığı yeni açılım imkânları sayesinde
giderek genişlemektedir. Türkiye’nin sahip olduğu
endüstriyel üretim çeşitliliği, çoğulcu ve kapsayıcı
siyasi kültürü, artan insani duyarlılığı gibi özellikler
ülkemizi bölgede inanılmaz bir ilgi odağı haline getirmektedir. Türkiye ekonomik olarak büyüyüp geliştikçe, demokratik istikrarını sürdürdüğü müddetçe
artan ilginin giderek siyasi bir işbirliğine dönüşmesi
olasılığı da artacaktır.
gesinde ise geleneksel ittifak ilişkilerinin ve güvenlik mimarisinin çöktüğü ve yeni ittifak arayışlarının
arttığı bir döneme giriyoruz. Barzani’nin Diyarbakır
çıkartması, tam da bu anlamda bölgedeki en kritik
merkezlerden biri haline gelen Erbil’in stratejik aklının, gelişmeleri ve Türkiye’nin bölgedeki yeni rolünü
doğru okuduğunun bir göstergesidir. Suriye krizi ise
tüm bu yeni ilişkiler ağının test edilmeye devam ettiği bir sorun yumağı olmaya devam edecektir.
2013 yılı Türkiye’nin bu üç siyaset tarzının
imkânlarının ve fırsatlarının arttığı, dış politikada
manevra kabiliyetlerinin genişlediği ve küresel ve
bölgesel ölçekte daha otonom bir siyasi aktör haline geldiğinin daha iyi algılanmaya başlandığı bir yıl
olmuştur. Türkiye aleyhine gibi görülen Washington
merkezli “Hakan Fidan” tartışmaları da “Çin füzeleri”
tercihinin NATO dâhil Batılı ülkelerde yarattığı yansımaları da bu gözle okumak gerekir. Ortadoğu böl-
Suriye: Suriye, yakın gelecekte uluslararası politikanın en sıcak krizi olmaya devam edecektir. Ocak
ayı sonunda yapılması planlanan Cenevre-2 konferansının ne kadar başarılı olacağını öngörmek
zordur. Ancak çözüm için ufukta başka bir ümidin
kalmadığı bir ortamda Cenevre görüşmelerinin başarısı için kritik faktör ABD, Rusya ve Çin gibi büyük
güçlerin çözüme yönelik bir siyasi formül üzerinde
uzlaşıp uzlaşamayacaklarına; eğer uzlaşırlarsa çö-
2014 İçin Öngörüler
Küresel ve bölgesel düzlemde 2013 yılındaki gelişmelerin etkisi 2014 yılında da devam edecektir.
Bunları kısaca özetlemek gerekirse,
Türkiye merkezli bölgesel işbirliği ağı: Üçüncü
opsiyon, Türkiye’nin Ak Parti hükümeti döneminde
Erdoğan-Gül ve Davutoğlu üçlüsü tarafından geliştirilmeye çalışılan Türkiye odaklı yeni bir ekonomipolitik güç merkezi inşa etme projesidir. Bu model
Erbakan İslamcılığından farklı olarak, Ortadoğu’yu,
Kafkasları ve Orta Asya’yı içine alan ve hatta
Afrika’nın iç bölgelerine kadar uzanacak geniş bir
işbirliği, siyasi dayanışma, ekonomik gelişme ve or-
OCAK 2014
103
2013 PANORAMA
züm için sahadaki aktörlerin nasıl ikna edileceğine
bağlıdır. Ancak şunu söylemek mümkün: 1990’lı yıllarda Bosna Savaşının bitirilmesi büyük ölçüde savaşan tarafların yeterince yorulduğu ve büyük güçlerin yeterli siyasi irade sergiledikleri bir dönemde
olmuştu. Suriye’de de taraflar için ateşkes ve barış
yapmak için şartlar giderek olgunlaşmaktadır. Esed
rejimi tüm ülkede tekrar kontrolü ele geçirememiş;
muhalefet ise savaşı kazanacak duruma gelememiştir. Türkiye, muhtemel bir barışı desteklemeli ve
geçiş süreci için yaratıcı fikirler üretmeye devam
etmelidir. Her halükarda 2014 yılında barış olsa da
olmasa da Suriye, Türk dış politikasındaki ağırlıklı
yerini koruyacaktır.
İran: İran’ın, Batılı ülkelerle imzaladığı 6 ay süreli
nükleer antlaşmanın kalıcı bir antlaşmaya dönüşüp
dönüşmeyeceği tartışmalıdır ve içeride ve dışarıda
İran-Batı yakınlaşmasına karşı çıkan pek çok aktör
vardır. Dolayısıyla komşumuz İran’ın uluslararası
sistemdeki rolünü yeniden tanımlayacak ve dolayısıyla bölgesel ve küresel dengeleri köklü biçimde
etkileyecek olan sürecin geleceği özellikle 2014’ün
ikinci yarısında çok konuşulacaktır. İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin liderlik ve diplomatik becerileri
bu süreçte belirleyici olacaktır.
Irak’la ilişkiler: Son yıllarda ciddi bir güven krizi
yaşayan Ankara-Bağdat ilişkileri, 2013’ün son aylarında gerçekleşen karşılıklı ziyaretlerle düzelme
yoluna girmiştir. Yeni bir seçim sürecine giren Irak’ta
Maliki yönetimi, yalnızca İran’a endeksli bir politika
izlemenin ülkede istikrar ve güveni sağlamaya yetmeyeceğini fark etmiştir. Ayrıca Maliki yönetimi Kuzey Irak’ın, Türkiye ile geliştirdiği iyi ilişkilerin yarattığı
ekonomik dinamizmi bugünlerde daha iyi anlamış
Barzani’nin Diyarbakır
çıkartması, tam da bu
anlamda bölgedeki en kritik
merkezlerden biri haline
gelen Erbil’in stratejik
aklının gelişmeleri ve
Türkiye’nin bölgedeki yeni
rolünü doğru okuduğunun
bir göstergesidir.
104
OCAK 2014
2013’te
gözükmektedir. 2014 yılında Türkiye ve Irak merkezi
yönetiminin yakınlaşma süreci devam edecektir.
Büyük güçlerle ilişkiler: Türkiye’nin, ABD ile olan
ilişkilerinde stratejik kopuşlar beklenmemelidir. Ancak Türkiye’nin ardı arkasına üç seçim süreci yaşayacağı dikkate alınırsa, iç politikada gezi olayları
ile başlayan hassas dönemin Ankara-Washington
ilişkilerinde zaman zaman gerginlikler yaratması
yüksek olasılıktır. Özellikle yaz aylarında Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçim süreci en hassas dönem olacaktır. Washington’daki bazı aktörlerin eski
alışkanlıklarla Türkiye’nin siyasi hayatını etkilemeye
yönelik yapacakları her açıklama ilişkileri umulmadık
şekilde olumsuz etkileyebilir.
Türkiye’nin, AB ile ilişkilerinde mevcut şartlar altında
radikal gelişmelerin olması sürpriz olacaktır. Ancak,
Kıbrıs sorunu konusunda ciddi bir çözüm olasılığının ortaya çıkması durumunda, AB ile tıkanan
müzakere süreci hızlanacaktır. Rusya ve Çin gibi
ülkelerle ise Türkiye’nin stratejik ilişkileri derinleşmeye devam edecektir. Kafkaslarda ise Türkiye’nin
Ermenistan’la olan ilişkilerinde ciddi gelişmelerin
olması sürpriz olmayacaktır. Özellikle İşgal altındaki
Karabağ’daki reyonlardan bazılarının Azerbaycan’a
iadesi karşılığında sınır kapılarının tedricen açılması
uzak bir ihtimal değildir.
Özetle, Türkiye açısından önemli olan, içeride siyasi
istikrarını ve ekonomik gelişme trendini korumak;
demokratik açılımlarına devam etmek ve küresel güç merkezlerinin her biriyle potansiyel işbirliği
imkânlarını sonuna kadar zorlamaktır. Bu bağlamda
2014 yılı, Türk iç ve dış politikası açısından siyasi
aktörler için kolay bir yıl olmayacaktır. Mart ayındaki
yerel seçimler ile yaz aylarındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye’deki iç siyasi dengeleri ciddi
biçimde etkileyecek riskler taşımaktadır. Ancak bu
kritik seçimler, asla Türkiye’nin küresel düzlemdeki güç kaymalarını yakından izlemesine engel olmamalıdır. Aksi halde ülke olarak 2000’li yıllarda
kazandığımız yüksek performansımızı kaybeder,
1990’lı yıllardaki gibi kendi siyasi sorunları ile boğuşan içine kapanık bir ülke haline gelebiliriz. Kendi
medeniyetimiz, insanlık ve ülkemizin yarınki nesilleri
adına, Türkiye’nin üç asır sonra yakaladığı bu tarihi
fırsatı harcama lüksü yoktur. Bu nedenle, ülkemizdeki tüm aktörler bu tarihsel yükü hatırlayarak azami sorumlulukla hareket etmelidirler.
SAVUNMA VE GÜVENLİK
Prof. Dr. Aytekin GELERİ
SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü
2
013 yılı her alanda önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıl oldu. Bu gelişmelerin etkileri 2014
yılında da devam edeceğe benziyor. Özellikle
Savunma ve Güvenlik açısından ön plana çıkmış
bazı önemli olayları siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum:
3 PKK’lı Kadın Paris’te Öldürüldü
PKK sorununun çözümü konusunda çok önemli
olumlu gelişmelerin yaşandığı ve herkesin “provokatif eylemlere dikkat” dediği bir dönemde, Fransa’nın
başkenti Paris’te, 9 Ocak 2013 tarihinde, terör örgütü PKK’ya yakınlığı ile bilinen Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda aralarında PKK’nın kurucularından Sakine Cansız’ın da bulunduğu 3 PKK’lı
kadın öldürüldü. Saldırıda öldürülen diğer kadınların
Fidan Doğan ve Leyla Söylemez adlı PKK’lılar olduğu belirlendi. Saldırı sonrası yapılan çok farklı değerlendirmeler içerisinde saldırının “örgüt içi infaz”
ve “çözüm sürecine karşı provokatif bir eylem” olma
olasılığı ağırlık kazandı. Sonraki gelişmeler bu iddiaların doğru olduğunu ortaya koydu. Fransız polisi,
PKK’lı 3 kadının öldürülmesiyle ilgili olarak Sakine
Cansız’ın şoförü 1982 doğumlu Ömer Güney’i tutukladı. Ömer Güney’in 2 yıldır PKK üyesi olduğu
ve “Terör örgütü” bağlantılı cinayetten tutuklandığı
açıklandı.
Yeni Çözüm Süreci Başladı
MİT görevlileri ile Abdullah Öcalan arasında İmralı’da
uzun zamandır devam eden görüşmeler sonrasında Öcalan’ın Yeni Çözüm Süreci’nin başlatılmasına
yönelik mektubu BDP’li yetkililer tarafından 21 Mart
günü Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarında kamuoyu ile paylaşıldı. Öcalan’ın Kandil, BDP ve Avrupa’daki PKK’lılara göndermiş olduğu mektuplardaki
açıklamalarına bağlı olarak KCK’nın o dönemdeki
Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, PKK’nın
silahlı güçlerinin 8 Mayıs’tan itibaren Türkiye’yi terk
etmeye başlayacağını, saldırıların olması durumunda geri çekilmeyi durduracaklarını ve geri çekilme
sürecinin “en kısa sürede tamamlanacağını” açıkladı. Karayılan Öcalan’ın mektubunu aynı zamanda
‘manifesto niteliğinde’ olarak tanımladı ve “silahların
yerine demokratik siyaset zamanına geçişin kapısını aralayan” yeni bir sürecin başladığını vurguladı.
Süreç kapsamında BDP’den heyetler defalarca
Öcalan’la İmralı’da, KCK üst yönetimiyle Kandil’de,
PKK’nın Avrupa sorumlularıyla Avrupa’da ve Barzani ile Erbil’de görüştü.
OCAK 2014
105
MİT görevller le Abdullah
Öcalan arasında İmralı’da uzun
zamandır devam eden görüşmeler
sonrasında Öcalan’ın Yen Çözüm
Sürec’nn başlatılmasına yönelk
mektubu BDP’l yetkller tarafından
21 Mart günü Dyarbakır’dak
Nevruz kutlamalarında kamuoyu
le paylaşıldı.
Süreç esas itibariyle üç aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada eylemsizlik kararı alınacak ve PKK’lı
teröristler Türkiye’den çekilecektir. İkinci aşamada
demokratikleşme, Kürt meselesi ve PKK terörü ile
ilgili konularda anayasal, yasal ve idari düzenlemeler
yapılacaktır. Normalleşme süreci olarak da tanımlanan üçüncü aşamada ise, dağdaki PKK’lıların ailelerinin yanına dönmesini, topluma kazandırılmasını
ve barışın kalıcı olmasını sağlayacak adımların atılması konusu yer almaktadır. Kalıcı barış için ise en
önemli ön şart PKK’nın silahlarını bırakmasıdır. Bu
aşamada PKK’nın silahsızlandırılması söz konusu
olacaktır.
Bu genel başlıklar içerisinde PKK çekilmeyi 8
Mayıs’ta başlattı. Çekilmenin 2-3 ay içinde tamamlanması öngörülüyordu. BDP Eş Genel Başkanı Demirtaş 26 Mayıs’ta yaptığı bir açıklamada çekilmenin Haziran ayı sonuna kadar tamamlanabileceğini
ifade etti. Demirtaş PKK’lıların sınır dışına çekilmeleriyle ilgili olarak Haziran ayı sonlarında yaptığı bir
açıklamada ise “PKK’lıların yüzde 80’i belki daha
fazlası yerlerini terk etmiş ve sınır hattına doğru ilerliyorlar” ifadesini kullandı. Bu dönemde gerek Hükümet, gerekse kamuoyundaki beklenti çekilmenin
Eylül sonlarına doğru tamamlanacağı yönündeydi.
Ancak bu beklenti bir türlü fiili gerçeklerle örtüşmedi. Öcalan’ın açıklamaları, Kandil’in vermiş olduğu
söze rağmen PKK sürecin birinci aşamasının gereklerini yerine getirme konusunda oldukça yavaş
ve isteksiz davranmaya devam etti. Haziran ayı
geçmesine rağmen PKK’nın ancak Türkiye’deki teröristlerin %15 kadarını ülke dışına çıkardığı, bu ayrılanların önemli bir kısmının yaşlı, hasta ve kadınlar
olduğu yönünde medyada haberler çıkmaya başladı. Bu görüş Başbakan Sayın Erdoğan tarafından
106
OCAK 2014
da daha sonra kamuoyu ile paylaşıldı. Bu konudaki
tespitler bu şekilde iken Kandil’deki KCK üst yönetimi ve BDP ısrarla birinci aşamanın bittiğini ve bu
nedenle ikinci aşamanın devreye girmesi gerektiğini
ileri sürmeye devam etmektedirler.
Geri Çekilme Durduruldu
Süreç belki yavaş ama yine de oldukça olumlu bir
şekilde ilerlerken KCK, 8 Eylül 2013 tarihinde hükümetin demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü
konusunda adım atmadığını ileri sürerek PKK’lı teröristlerin geri çekilmesini durdurduklarını duyurdu.
Açıklamayı KCK Yürütmesi Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık yaptı. Bayık, hükümetin adım atmaması
yüzünden tıkandığını söylediği çözüm sürecini açmaya çalıştıklarını ileri sürdü. “Bazı güçler bu süreci
tıkatmak için çaba sarf ediyor. Bu nedenle hassas
bir süreçten geçiyoruz” diyen Bayık, savaşın başlaması durumunda kendilerini savunacaklarını ve
çekilen PKK’lı grupları yeniden Türkiye’ye göndereceklerini söyledi. PKK’nın çekilmeyi durdurduğunu
açıklamasıyla birlikte “eylemsizlik halinin” devam
edeceğine vurgu yapması da burada öne çıkan bir
başka husus olarak dikkat çekmektedir.
Demokratikleşme Paketi Açıklandı
Hükümetin hazırlamış olduğu demokratikleşme
paketi 30 Eylül 2013 de Başbakan Sayın Erdoğan
tarafından kamuoyuna açıklandı. Paket içerisinde
toplumun farklı kesimlerini ve alanlarını ilgilendiren
hususlar bulunmaktadır. Bu yönüyle paket belirli bir
konu veya kesim için hazırlanmayan, ülkenin tamamına hitap eden ve temel anlamda ülkede devam
etmekte olan demokratikleşme sürecine önemli bir
ivme kazandıran bir özelliğe sahiptir.
(Kuzey Irak) yapıldı. Kongrede örgütün silahlı kanadını güçlendirme kararı verildi. Yürütme Konseyi
Başkalığına Murat Karayılan’ın yerine Cemil Bayık
getirildi. Murat Karayılan da örgütün silahlı kanadı
olan ve daha önce başında Suriyeli Nurettin Sofi’nin
bulunduğu Halk Savurma Güçleri’nin (HPG) başına
geçti. KCK sisteminde değişikliğe gidilerek ‘genel
başkanlık konseyi’ oluşturuldu. Yürütme konseyinde de eş başkanlık sistemine geçildi. Buraya Cemil
Bayık ile Bese Hozat, Kongra Gel eşbaşkanlığına
ise Hacer Zagros ile Remzi Kartal seçildi.
Bu değişikliklerin Abdullah Öcalan’ın talebiyle yapıldığı ve Öcalan’ın önümüzdeki dönemde, yeni çözüm sürecinin dinamiklerini de dikkate alarak örgütteki kontrolünü artırmak amacıyla yaptığı yönünde
analizler ağırlıklı olarak yapıldı.
Yaş Kararları Açıklandı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında
Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı’nda yapılan
Yüksek Askeri Şura’da alınan kararlar (YAŞ) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandı.
Gül’ün onayının ardından YAŞ kararları Cumhurbaşkanı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever tarafından Çankaya Köşkünde açıklandı. YAŞ kararlarına
göre; Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanması beklenen Jandarma Genel Komutanı Bekir Kalyoncu
emekli edildi. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Orgeneral Hulusi Akar atandı. Eğitim ve Doktrin Komutanı Orgeneral Servet Yörük Jandarma Genel
Komutanlığı’na; Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na
Akın Öztürk ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na Bülent Bostanoğlu atandı. Ayrıca, 34 amiral ve general
üst rütbeye, 50 albay amiral ve generalliğe yükseldi.
BM Güvenlik Konseyi’nin 5 Üyesi ve Almanya,
İran ile Nükleer Program Konusunda Anlaştı
BM Güvenlik Konseyi’nin daimi 5 üyesi ve
Almanya’nın katılımıyla oluşan 6 ülke (5+1 ülkeleri),
nükleer programını sınırlandırması karşılığı ambargonun hafifletilmesi konusunda 24 Kasım 2013 tarihinde Cenevre’de İran ile anlaştı. Anlaşma uyarınca
İran nükleer programını bomba üretmeyecek şekilde devam ettirecek, bunun karşılığında ise petrol
ihracatındaki kısıtlama kaldırılacak. ABD ve Avrupa
Birliği’nin İran’ın petrol ihracatını sınırlayan yaptırımları nedeniyle ülkenin yaptırım öncesi günde 2,5 milyon varil olan petrol ihracatı günde 1 milyon varile
kadar gerilemişti. Altı aylık bir sürede, İran, nükleer
programında yapacağı kısıntıya karşılık olarak tutarı
7 milyar dolara çıkabilecek yaptırım muafiyetinden
yararlanacak.
Barzani Diyarbakır’ı Ziyaret Etti
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır
programına davet ettiği Irak Kürt Bölgesel Yönetimi
(IKBY) Başkanı Mesut Barzani ve sanatçı Şivan Perver 16 Kasım 2013 Cumartesi günü Diyarbakır’a
geldi. Barzani ile birlikte yola çıkan sanatçı Şivan
Perver, Diyarbakır’a kalabalık bir konvoy eşliğinde
geldi. Bu ziyarette Barzani Başbakan Sayın Recep
Tayyip Erdoğan ile bir araya geldi ve yüzbinlerce vatandaşın sevgi gösterileri içinde çok olumlu mesajlar verdi. Barzani’nin 21 yıl Perver’in de 37 yıl aradan sonra Diyarbakır’a yapmış oldukları bu ziyaret
Türkiye’de devam etmekte olan “Çözüm Sürecine”
katkı anlamında büyük bir önem taşımaktadır.
Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Barajı’ndan, eşbaşkanlığa, nefret suçlarıyla ilgili düzenlemeden,
kamuda başörtüsü serbestisine, anadilde eğitimden, öğrenci andına varana kadar birçok alanda
düzenlemeler içeren Demokratikleşme Paketi, gelecek için de umutları artıran bir paket oldu.
KCK Yönetimi Değişti
Terör örgütü PKK’yı da bünyesinde barındıran
KCK’da Temmuz 2013’de değişikliğe gidildi. Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) yapısının yasama organı
olarak görev yapan Kongra-Gel’in 9. Genel Kurulu
30 Haziran-5 Temmuz tarihleri arasında Kandil’de
OCAK 2014
107
2013 PANORAMA
Hükümet tarafından oluşturulan Akl İnsanlar Komsyonu aylarca süren bölgesel zyaretler
gerçekleştrmş ve çözüm sürecnde belrgn br rol oynamıştır. Kürt meselesnde Başbakan’ın fadesyle
“toplumsal algıyı oluşturmak ve gelştrmek” olarak özetlenecek br msyonu üstlenen komsyonun
çalışmaları tamamlanmış ve elde edlen bulgular Hükümete br rapor halnde sunulmuştur.
sı için yeni bina yapımlarına hız verilmiştir. Tutuklu
ve hükümlü ziyaretlerinde Türkçe’nin dışında başka
dillerin de kullanılmasıyla ilgili düzenleme yapılmıştır.
Mahkûmların tıbbi muayenelerinde kolluk görevlilerinin bulunmasını önlemek amacıyla, Bakanlıklar
arasında imzalanan üçlü protokolün uygulanmasına
devam edilmiştir. Ayrıca, çocuk gözaltı merkezlerinin fiziki ve insani şartlarının iyileştirilmesi amacıyla
kapsamlı bir program hazırlanmıştır. Bununla birlikte cezaevlerindeki insan hakları sorunlarının yerinde tespit edilmesi ve belgelenmesi doğrultusunda,
kamu idaresiyle sivil toplum örgütlerinin birlikte izleme yapabilmesini güçleştiren sorunlar bulunmaktadır.
Yargı Sistemindeki Düzenlemeler
2013 Yılının İnsan Hakları Açısından
Değerlendrlmes
Selvet ÇETİN
Araştırmacı
T
ürkiye’de insan hakları alanında yaşanan gelişmeler, ülkedeki siyasi ve hukuki sistemin
dönüşümü ile yakından ilgilidir. Son 10 yılda
gerçekleştirilen yapısal reformların insan haklarının
korunmasında güçlendirici bir etkisi söz konusudur.
2013 yılındaki yasal düzenlemelere ve uygulamalara bakıldığında, insan hakları mekanizmalarının ve
kurumlarının oluşturulmasında ve hukukun üstünlüğünün sağlanmasında önemli adımların atıldığı görülmektedir.
2013 yılında temel haklar ve özgürlüklerin korunmasına yönelik olarak yasal iyileştirmelerin devam ettiği
108
OCAK 2014
görülmüştür. İfade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında olumlu
sonuçlar doğuran çabalar sarf edilmiştir. Uluslararası normlara uygun bir insan hakları mevzuatının
oluşturulması bakımından hükümetin geçmiş yıllara
göre daha yoğun bir reform sürecini işletmeye çalıştığı söylenebilir. Ancak özellikle iltica hukuku, vicdani ret gibi konularda AİHS ile uyumlu bir hukuki
çerçeve henüz şekillenmemiştir. Cezaevi koşullarının iyileştirilmesi amacıyla uygulanmakta olan cezaevi reformu devam etmiş, aşırı kalabalıklaşmanın
önlenmesi ve cezaevlerinin kapasitelerinin artırılma-
Yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını korumak ve geliştirmek amacıyla yürütülen çalışmalara 2013 yılında da devam edilmiştir. Bu bağlamda, Hâkimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu’nun uygulamaya koyduğu
2012-2016 stratejik planında öngörülen hedeflere
ulaşılması için gerçekleşecek düzenlemeleri takip
etmek gerekmektedir. Özellikle tutukluluk sürelerine yönelik eleştirileri azaltan ve 2012 yılında kabul
edilen Üçüncü Yargı Reformunun ardından, 2013
yılında Dördüncü Yargı Reformu Paketinin hazırlanmasıyla, AİHM’den çıkan mahkûmiyet kararları arasında yakın bir ilişki söz konusudur. Bugüne kadar
çok sayıda davada AİHS’in ihlali nedeniyle cezalandırılan Türkiye, bu davalarla ortaya çıkan hukuki sorunu çözmeye çalışmakta, uluslararası insan hakları
normlarını yerel hukuk mekanizmalarında etkinleştirmek istemektedir. Paket, aynı zamanda şiddet
ya da cebir kullanımı ile ifade özgürlüğü arasındaki
bağı AİHM standartlarıyla uyumlu hale getirmektedir. Benzer şekilde paketin, ceza adalet sisteminin
standartlaşması yönündeki uygulamalara olumlu
etkileri olacaktır.
Sivil Anayasa’da Hayal Kırıklığı
Yeni anayasa çalışmaları, TBMM Anayasa Uzlaşma
Komisyonunda dört partinin katılımıyla sürdürül-
müştür. Esasen 2013 yılının ortalarına kadar kamuya açık, oldukça canlı bir anayasa tartışma ortamı
bulunuyorken, yılın ikinci çeyreğinden itibaren bu
çalışmalarda durağanlık yaşanmıştır. İnsan hakları
hukukunu da içeren 60 maddelik bir değişiklik önerisinde siyasi partiler önce uzlaşmış fakat daha sonra bu uzlaşı da çeşitli gerekçelerle sona erdirilmiştir.
Nihayet Kasım 2013 tarihinde iki yıldır çalışmalarını sürdüren Anayasa Uzlaşma Komisyonu yeni bir
anayasa yapamadan dağılmıştır. Dolayısıyla kamuoyunun uzun süredir büyük bir istekle beklediği sivil
anayasa yapım süreci, en azından 2013 yılı itibariyle
kapanmış gözükmektedir. Anayasa yapım sürecindeki tıkanıklığın ne zaman aşılacağı belirsizliğini korumaktadır.
Azınlık Haklarında İlerleme
Türkiye’de her ne kadar Lozan Anlaşmasıyla çerçevesi belirlenen ve oldukça sınırlı bir azınlık hukuku
bulunsa da genel olarak etnik ve dini azınlıkların temel haklarının iyileştirilmesine yönelik düzenlemeler
2013 yılında ivme kazanmıştır. Gayrimüslim cemaat vakıflarının mülkiyet hakları ile ilgili olarak ilerleme sağlanması ve Mor Gabriel Süryani Ortodoks
Manastırının sahip olduğu taşınmazların iadesi, bu
alandaki iyileşmenin göstergesidir. Azınlık toplumlarının mülkiyet hakkının tam olarak yerine getirilmesi
bakımından uygulamanın dikkatle izlenmesi gerekir.
Öte yandan Gökçeada’daki Rum azınlık okulu 2013
yılında açılmış ve Milli Eğitim Bakanlığı farklı inanç
gruplarının zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden muaf tutulmasına yönelik talepleriyle ilgili
olarak tüm okulları bilgilendirmiştir.
Yine 2013’te alınan mahkeme kararına göre, Süryani vatandaşlar kendi okullarını açabilmektedirler.
Bununla birlikte resmi olarak tanınmayan gayrimüslim cemaatlerin, ibadet yeri açma ve bu yerleri kullanmalarıyla ilgili yasal statü sorunu giderilememiştir.
Alevilerin inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlanmasına yönelik açılım politikasına devam edilirken, din
kültürü ve ahlak bilgisi ders kitapları yenilenerek Ale-
OCAK 2014
109
Son 10 yılda gerçekleştrlen yapısal reformların nsan haklarının korunmasında güçlendrc
br etks söz konusudur. 2013 yılındak yasal düzenlemelere ve uygulamalara bakıldığında,
nsan hakları mekanzmalarının ve kurumlarının oluşturulmasında ve hukukun üstünlüğünün
sağlanmasında öneml adımların atıldığı görülmektedr.
vilikle ilgili temel bilgilere yer verilmiştir. Cemevleri’nin
ibadet yeri olarak kabul edilip edilemeyeceğine
ilişkin Diyanet İşleri Başkanlığı görüş bildirmiş ve
Müslümanların tek ibadet yerinin cami olduğuna
karar vermiştir. Dolayısıyla cemevlerinin statüsüyle
ilgili olarak nasıl bir yasal düzenleme yapılacağı belirsizliğini korumaktadır. Cami ve cemevi’nin birlikte
yer aldığı bir ibadet yeri inşa edilmesiyle ilgili yapılan
çalışmalar, Alevi toplumunun önemli bir bölümü tarafından memnuniyetle karşılanmıştır.
Mülteci ve Sığınmacılar
Mülteci ve sığınmacılar için ciddi bir hedef ülke konumundaki Türkiye, son üç yıldır Suriyeli sığınmacıların sorunlarıyla ilgilenmek durumundadır. Suriyeli sığınmacılar için açık kapı politikasını sürdüren
Türkiye, sayıları yaklaşık 800 bine ulaşan Suriye
vatandaşlarının temel insani gereksinimlerini karşılamaya çalışmaktadır. 2012 yılının sonlarına doğru
BM’nin Suriye Bölgesel Müdahale Planına dahil
olan Türkiye’nin, Suriyeli sığınmacılara yönelik insani yardım konusunda uluslararası toplumdan yeterli
bir destek aldığı söylenemez. Mülteci kamplarının
yönetimi ve denetimi konusunda yaşanan sorunların giderilmesi bakımından daha kapsamlı tedbirlerin alınması gerekmektedir. Sığınmacıların gıda,
barınma, sağlık ve eğitim gibi ihtiyaçlarının karşılanmasında, sivil toplum örgütleriyle daha sıkı işbirliği
yapılmasında yarar bulunmaktadır.
2013 yılında mülteci hukukunu düzenleyen en
önemli gelişme, Yabancılar ve Uluslararası Koruma
Kanunu’nun kabul edilmesidir. Mevzuatın uluslararası standartlara uyumunu güçlendiren bu düzenleme, aynı zamanda göç ve iltica konularında ayrıntılı
bir hukuki çerçeve sağlamaktadır. Geri gönderme
ve kabul merkezlerinin yapımlarına 2013 yılında da
devam edilmiştir. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün
kurulmasıyla mülteci, sığınmacı ve düzensiz göçmenlerin yasal ve hukuki durumlarının yakından izlenebileceği bir süreç başlamıştır.
110
OCAK 2014
Gezi Parkı Olayları
Haziran 2013’te, İstanbul’un merkezindeki Gezi
Parkı’nda belediyenin bir kentsel dönüşüm projesine karşı başlayan barışçıl çevreci eylemler, kısa
süre içinde şiddete başvuran kitlesel gösterilere
dönüşmüştür. Farklı kentlere de yayılan olaylarda
göstericiler ve polis arasında çok sayıda çatışma
yaşanmış, sonuç olarak altı kişi hayatını kaybetmiş, yüzlerce kişi de yaralanmıştır. Bazı olaylarda
güvenlik birimlerinin aşırı güç kullandığı gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı tarafından 164 kolluk görevlisi
hakkında idari soruşturma başlatılmış ve kolluk görevlilerinden 32 emniyet amiri ile 30 polis memuru
görevden uzaklaştırılmıştır. Ölümle sonuçlanan bazı
vakalarla ilgili davalar halen devam etmektedir.
Gezi Parkı olaylarının barışçıl özelliğini kaybederek şiddet eylemlerine dönüştürülmesi, toplantı ve
gösteri hakkının açık şekilde suistimal edilmesi anlamına gelmektedir. Kamu mallarının yanı sıra özel
mülklerin de saldırıya uğramasına ve zarar görmesine yol açan şiddet olaylarına müdahale konusunda,
güvenlik güçlerinin orantılılık ilkesine riayet etmediği
ileri sürülmüştür. Nitekim olaylar sırasında yaşandığı
belirtilen insan hakları ihlallerinin eylemcilere yönelik
orantısız güç kullanılması sonucunda meydana geldiği ifade edilmiştir. Gezi Parkı olayları, masum bir
çevre duyarlılığı eyleminin derin güç odakları tarafından siyasal ve toplumsal kaos oluşturmak amacıyla
kullanıldığı yıkıcı bir faaliyete dönüştürülmek istenmiştir. Bu yüzden Gezi Parkı eylemleri, her ne kadar
başlangıçta meşru bir hak talebiyle ortaya çıkmış
olsa da sonuçlanma biçimiyle tamamen şiddet içeren gösteriler olarak nitelendirilmekte ve bu yönüyle
insan hakları hukukuna aykırılık teşkil etmektedir.
Kamu Denetçiliği ve Güvenlik Güçlerinin Sivil
Denetimi
İnsan haklarının güvence altına alınması bakımından önemli bir işlevi olan Kamu Denetçiliği Kurumu
2013 yılında faaliyete geçerek ilk şikâyetleri alma-
ya başlamıştır. Kurumun çalışma usul ve esaslarını
düzenleyen yönetmelik, uluslararası ombudsmanlık
kriterleriyle uyumludur. Nihai karar verme yetkisinin
Baş Denetçiye ait olduğu kuruma, Temmuz ayı itibariyle 3.500 civarında başvuru yapılmıştır. Kamu
Denetçiliği Kurumu’nun insan hakları ihlallerine yönelik önemli bir denetim mekanizması olması beklenmektedir.
Silahlı Kuvvetler üzerinde sivil denetimin sağlanması
ve darbe suçlarının soruşturulması amacıyla yürütülen çalışmalar hız kesmeden devam etmiştir. Bu
çalışmaların önemli bir ayağını yeni anayasa yapım
süreci oluştururken, Darbe Davalarının sonuçlanmasıyla da kritik bir eşik aşılmıştır. 6 yıldır İstanbul
13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan
Ergenekon Davası 2013 yılında karar bağlanmış ve
91 sanığa “Ergenekon Terör Örgütüne üye olmak”
suçundan, 4 sanığa da “Ergenekon Terör Örgütüne yardım etmek” suçundan çeşitli hapis cezaları
verilmiştir. Aynı davada eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ müebbet hapis
cezasına mahkûm edilmiştir. Benzer şekilde hükümete yönelik darbe planı hazırladıkları iddia edilen
askeri görevlilerin yargılandıkları “Balyoz Darbe Planı” davası sonuçlanmış ve aralarında üst düzey ko-
mutanların da bulunduğu 237 sanık çeşitli cezalara
çarptırılmıştır.
1980 askeri darbesine ve 28 Şubat post-modern
darbesine yönelik adli soruşturmalara 2013 yılında
devam edilmiştir. Bu soruşturmalardan birini oluşturan 28 Şubat post-modern darbesinde tutuklu
yargılanan sanıkların tamamının mahkemece tahliye
edilmeleri büyük bir şaşkınlıkla karşılanmıştır. Kamuoyu, askeri darbelerin soruşturulduğu dava süreçlerini yakından izlemektedir. Sonuç olarak, sivil
siyaset kurumunun güçlenmesi ve askeri vesayetin
tasfiyesi bakımından darbe soruşturmalarının büyük
önem taşıdığını ifade etmek gerekir. Aynı zamanda
yasal düzenlemelerle, sivil denetimin sağlanması
amacıyla daha etkin bir politika yürütülmelidir. 2011
yılında askeri uçakların hava saldırısı sonucu meydana gelen Uludere olayının aydınlatılması bakımından, devam eden adli soruşturmalar henüz sonuçlanmamıştır. Uludere olayı tüm yönleriyle biran önce
açıklığa kavuşturulmalıdır.
Demokratikleşme Paketinin İnsan Haklarına
Etkisi
30 Eylül 2013 tarihinde Hükümet tarafından açıklanan “Demokratikleşme Paketi” merkeziyetçi-otoriter devlet yapısının tasfiye edilmesi, hukuki reformların güçlendirilmesi ve insan haklarının daha büyük
ölçekte güvence altına alınması bakımından önemli
konuları içermektedir. Paket, iki ana başlıkta şekillenmiş, sivil siyaset alanını genişletmeye ve siyasi
özgürlükleri korumaya yönelik düzenlemeler ilk başlığı oluşturmuştur. Bu doğrultuda, Türkiye’nin başlıca insan hakları sorunlarından biri olan başörtüsü
yasağı ve buna bağlı ayrımcılığın tasfiyesine yönelik
olarak kılık kıyafet yönetmeliğinin değiştirilmesi ve
kamu kurumlarında başörtüsü yasağının kaldırılması, on binlerce mağdur üreten bir ihlalin son bulması
anlamına gelmektedir. Sadece kadınlar için değil
erkekler için de baskıcı ve tek tipçi hükümler içeren
bu mevzuatın yürürlükten kaldırılması, hem din ve
vicdan özgürlüğü bakımından ve çalışma hayatında
ayrımcılığın önlenmesi için zorunludur. Bu çerçevede, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu’nun
hayata geçirilecek olması da ciddi bir yapısal reform
olarak dikkat çekicidir.
Uzun süredir tartışılan insan hakları sorunlarından
biri olan nefret suçlarının, ceza hukukunun bir par-
OCAK 2014
111
çası haline getirilecek olması ise başlı başına önemli
bir gelişmedir. Bilindiği gibi, Türkiye’de nefret suçunu düzenleyen bir yasa veya doğrudan nefret
suçuna ilişkin ceza hukukunda özel bir düzenleme
henüz bulunmamaktadır. Dolayısıyla nefret suçu
kapsamında işlenen fiillere, işlenmiş suçun neticesinin ağırlaşmasına göre ve orantılılık ile ölçülülük
ilkelerine dikkat ederek daha ağır yaptırımlar getirilmeli, suçların basın yayın yoluyla işlenmesi halinde
etki gücünün artması dikkate alınarak yaptırımlar
ağırlaştırılmalıdır. Ana dilde eğitim hakkının devlet
okullarında uygulanmasına yönelik düzenlemeye
pakette yer verilmemesi hayal kırıklığına yol açsa
da özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin
önünü açacak yasal değişikliğin ileride yapılacak
reformlara zemin hazırlayacağı öngörülmektedir. Bu
gelişmeyle bağlantılı olarak Q,X ve W harflerinin kullanımının serbest bırakılıyor oluşunu da küçümsememek ve ana dilin kullanımı açısından bir kazanım
olarak görmek gerekir.
Tek ulus kimliği üzerine bina edilen ulus devletin
farklı etnik ve dini kimlikleri baskılayıp aynı potada
eritme politikasında sona yaklaşıldığının en iyi örneklerden biri, yer isimlerinin iadesiyle ilgili sağlanan
ilerlemedir. Kendi yaşadıkları coğrafyanın tarihi ve
kültürel değerleriyle özdeşleşen etnik ve dini azınlıkların köy, kasaba ve şehirlerini dil, tarih ve kültürel
değerlerine göre isimlendirmesinin önündeki yasal
engellerin kaldırılması, farklılıklara ve insan haklarına
saygının bir ifadesidir.
İlkokullarda her sabah çocuklarımızın koro halinde
bağırtılarak söylemelerinin istendiği “üstün ırk ve üstün millet” andı nihayet tarihe karışmış görünmektedir. Süryani cemaatini yakından ilgilendiren ve yıllardır bitmeyen hukuk savaşına konu olan Mor Gabriel
Manastırı’nın arazilerinin iade edilmesi, dini azınlıkların mülkiyet hakkı ve dini ibadet özgürlüğü bakımından son derece önemli olmakla birlikte Heybeliada Ruhban Okulu’nun statüsüne ilişkin belirsizlik
güncelliğini korumaktadır. Hükümetin farklı etnik ve
kültürel toplumlara yönelik açılım politikalarından birine konu olan Romanlara bir jest yapılması ve Roman Dil ve Kültür Enstitüsü kurulması, bu çevrede
de memnuniyetle karşılanmıştır. Ancak unutmamak
gerekir ki, sayıları milyonla ifade edilen Türkiye’deki
Romanların etnik ve kültürel kimliklerinin tanınmasının önünde hala birçok yasal engel bulunmaktadır.
112
OCAK 2014
Kürt Sorununda Çözüm Süreci
Türkiye’de Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümünü amaçlayan kritik sürece “Çözüm Süreci” adı
verilmekte ve uzun süren çatışma, şiddet ve insan
hakları ihlallerinin son bulması için çaba harcanmaktadır. 2013 yılında Kürt sorununa bağlı çatışma
neredeyse hiç yaşanmadığı gibi çözüm sürecine
ilişkin çabalar neticesinde can kayıplarının önüne
geçilmiştir. Halen ülkenin en önemli siyasal, toplumsal ve ekonomik meselesi olarak adlandırılan
sorunun çözülmesine katkı sağlayacak önemli bir
model olarak “Akil İnsanlar Komisyonu” harekete
geçirilmiştir. Hükümet tarafından oluşturulan Akil İnsanlar Komisyonu aylarca süren bölgesel ziyaretler
gerçekleştirmiş ve çözüm sürecinde belirgin bir rol
oynamıştır. Kürt meselesinde Başbakan’ın ifadesiyle “toplumsal algıyı oluşturmak ve geliştirmek” olarak özetlenecek bir misyonu üstlenen komisyonun
çalışmaları tamamlanmış ve elde edilen bulgular
Hükümete bir rapor halinde sunulmuştur. Onlarca
yıla yayılmış ve uluslararası bağlantıları oldukça güçlü bir sorunun kısa sürede çözülmesini beklemek
mümkün olmadığına göre barışa giden yolun kararlılıkla izlenmesi gerekmektedir. Bu bakımdan Kürt
Sorunu ile ilgili tüm çözüm aşamalarında siyasal katılımın derinliği büyük önem kazanmaktadır.
Değerlendirme
Önceki yıllarda gerçekleşen düzenlemelerden yola
çıkılarak değerlendirildiğinde, 2013 yılının insan
hakları açısından ilerlemenin sürdüğü bir yıl olduğu görülmektedir. Özellikle Kürt sorununun barışçıl
yollarla çözümünü sağlamaya yönelik atılan adımlar umut vericidir. Darbeciler ve darbe dönemleriyle
mücadele bağlamında tamamlanan ve devam eden
soruşturmaların askeri vesayet rejiminin tasfiyesindeki rolü vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bununla
birlikte 28 Şubat Davasındaki son tahliyelerin kamuoyunda meydana getirdiği tedirginliğin de altını
çizmek gerekir. Öte yandan sivil anayasa çalışmalarının sekteye uğraması da köklü bir yapısal değişimin önündeki en ciddi engel olarak görülmektedir. Dolayısıyla biran önce sivil siyaset kurumunun
masaya dönerek çalışmalara kaldığı yerden devam
etmesi beklenmektedir. İnsan hakları alanında gerçekleşecek ilerlemelerin, sivil toplum kuruluşlarıyla
paralel bir duyarlılık içinde yürütülmesi daha hızlı ve
bütüncül bir insan hakları politikası oluşturulmasına
katkı sağlayacaktır.
Download