Dört Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsağı özgür

advertisement
Merhaba dostlar,
12 Temmuz'da, İstanbul sokaklarında
yankılanan "Yoldaşlar
Bizi Aşın" şiarı, halk
kurtuluş savaşımızın
16'sında direnişçilerinin, 18'indeki kahramanlarının yüreklerine ve bilinçlerine isyan ateşini mayalamıştır.
O yoldaşlarımızın kanlarıyla sulanan devrim tohumları, bugün Gazi'den
Nurtepe'ye, Okmeydanı'ndan Armutlu'ya gelişip boy veriyor.
Özgür vatan toprağını adınıza, onurunuza layık bir şekilde yaratacağız!
Öldüler Yenilmediler
Temmuz Şehitleri Yaşıyor,
Parti-Cephe Savaşıyor
Çankırı Cezaevi
DHKP-C Tutsakları
Merhaba,
Korkuyorlar, sonlarının yaklaştığını gördükçe daha fazla artıyor
korkuları. Gece mezarlıktan geçerken korkusunu bastırmak için ıslık çalanlar gibi
"kahraman" edalarıyla yürüyüşler yaparak bastırmaya çalışıyorlar korkularını. Oysa korkunun ecele faydası yokKorkuyorlar ve bunun için azgınlaşıyor, saldırıyorlar. Onlarla bir insanımıza
saldırırken, yüzlerle bürolarımızı basıp
talan ederken, binleri bulan sayılarıyla
yürüyüş
yaparken
titremelerini
durduramıyorlar. Çünkü ülkemizin her
yanından yükselen ''Titre Oligarşi" şiarı
bir kabus gibi sarıyor onları....
Son olarak sesimiz, güzümüz, kulağımız, gazetemiz Kurtuluş'a saldırdılar.
Saldırmakla susturabileceklerini sandılar. Oysa Rıfat'ların, Ahmet'lerin, Mikail'lerin, daha nice şehitlerimizin kanında yükseldi umudumuzun sesi.
Nasıl halkımızın umudunu söndüremeyeceklerse, Kurtuluş'umuzu da susturmayacaklar. Kurtuluş gazetesine ya-
Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı
Kurtuluş gazetesi, Özgür Gelecek dergisinin 15-30 Haziran 1995 tarihli sayısında yayınladığı "Tavrımız Devam Ediyor" başlıklı yazısını cevapladı. Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Kurtuluş
gazetesinden yapılan açıklamada şöyle
denildi:
"Özgür Gelecek dergisinin 15-30 Haziran 1995 tarihli sayısında, Çiftehavuzlar davası hakkında 15 Haziran günü
Yeni Politika gazetesinde çıkan ilanla il1
gili olarak 'Tavrımız Devam Ediyor başlıklı bir yazı yayınlandı. Özgür Gelecek
bu yazıda aynen şunları belirtmişti:
Devletin yargısız infazlarda ve gözaltında kaybetmesi sonucunda şehit düşen
devrimcilere hangi anlayışa sahip olursa
olsun sahip çıkacağımızı, cenazelere ve
bu yönlü protesto eylemlerine fiili olarak
katılacağımızı,
ancak
eylembirli-ği
içeriği taşıyan, imza atma ve ortak
kararlar alarak hareket etme türü eylemlere girmeyeceğimizi belirttik. Bu-
pılan son saldırıyı nefretle lanetliyor,
protesto ediyoruz.
Hüseyin Özaslan
Kayseri Özel Tip Cezaevi
DHKP-C Dava Tutsakları
Merhaba Umudumuzun bir parçası
Kurtuluş emekçileri
Öncelikle mücadelenizde başarılar diliyor,
Kurtuluş bürosunu basanları nefretle kınıyoruz. Boşuna uğraşmasınlar, bizleri hiç kimse yolumuzdan
geri çeviremez. Hoşçakalın...
Gazi Mahallesi'nden
Bir Kurtuluş Okuru
Merhaba Yoldaşlar
Kızıldere'den mayalarını almışlar, teslim
olmamayı orada öğrenmişlerdi. Düşmanla dişe
diş savaşma cüret, cesaret ve bedel istiyordu,
bunun da bilincindeydiler. Hareketi, yoldaşları sahiplenmek ve onları korumak,
son anlarında dahi "Bize Ölüm Yok"
sloganlarıyla ölümü sıradanlaştırmanın
adı oldu 12 Temmuz.
Özgür vatan topraklarını yaratmak
için Ayşenur'ların, Sibel'lerin ve onlarca
şehidimizin elinde düşmana yönelen silah, halkımıza uzanan umudun adı oluyor ve kavga büyümeye devam ediyor ve
edecek.
12-14 Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür!
12-14 Temmuz'un Hesabını Sorduk
Soracağız!
Bursa Özel Tip Cezaevi
DHKP-C Tutsakları
Merhaba,
12-14 Temmuz'da
İstanbul ve Ankara'da
direnen, çatışan, slo-
nun üzerine imza atmayacağız ama
mahkemeye fıılı olarak katılacağımızı
söyledik. Ve böyle de yaptık. Fakat 15
Haziran 1995 tarihli Yeni Politika gazetesinde, Sabahat Karataş'ların mahkemesine çağrı ilanında Özgür Gelecek
imzasını gördük. Kurtuluş Gazetesi yetkilileriyle bu konuya ilişkin görüştüğümüzde, şu ana kadar hatanın nedenini
henüz bulamadıklarını (teknik mi, yanlış
bir anlama sonucu mu) belirterek, hatanın nereden kaynaklandığını buldukları
an düzelteceklerini söylediler. Sonuç
olarak 15 Haziran 1995 tarihli Yeni Politika'daki ilanda yer alan Özgür Gelecek
imzası bizim dışımızdaki bir hatadan
kaynaklanmıştır.'
Olay ise tam olarak şöyle gelişmiştir: Özgür Gelecek dergisiyle ilan konusunda görüşen iki kişi çeşitli operasyonlarda gözaltına alındı. Özgür Gelecek'in ne cevap verdiği bu nedenle öğrenilemedi. Bunun üzerine 14 Haziran
1995 Çarşamba günü bir arkadaşımız
ganlarla, marşlarla şehit düşenler Türkiye ve Kürdistan halklarının yiğit evlatlarıydı. Onlar Devrimci Sol'un önderleriydi, savaşçılarıydı...
Türkiye ve Kürdistan halklarına faşizme ve emperyalizme karşı savaşmayı
öğretenler, Gazi, Çayan Mahallesi, Okmeydanı, Küçükarmutlu'da on binleri
faşizme karşı ayağa kaldıranlar onlardı. Ölenler ama yenilmeyenler, oligarşiyi mezara gömecek olan PartiCepheyi yaratanlar yine onlardı...
Rahat uyuyun yoldaşlar, halk kurtuluş savaşımız, canımızdan çok sevdiğimiz, uğruna öldüğünüz başkomutanımız Dursun Karataş'ın önderliğinde
büyüyor. Düşman çırpınıyor, çırpındıkça batıyor. Siz DHKP-C savaşçıları, intikamınızı alacak ve özgür vatanı kuracağız...
Sizlerin üzerine and içiyoruz, ölüme
gülerek gittiğimiz yolda zafere ulaşacağız...
12-14 Temmuz Şehitleri Yaşıyor,
Parti-Cephe Savaşıyor!
Yaşasın Devrimci Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi!
Yaşasın Önderimiz
Dursun Karataş!
Bartın Cezaevi
DHKP-C Tutsakları
Merhaba,
12 yoldaşımız
bize savaşçı insanın,
savaş örgütünün ne
demek olduğunu
canlarını vererek
öğrettiler. Kimi önder, kimi sıra
neferi ama hep bir amaç için çarpan
yüreklerde kurtuluşa olan inancı var. Bu
inanç, Parti-Cepheli savaşımızda
halkımızın direnişlerinde da her gün
yeni güzellikler katarak yaşatıyoruz.
Kurtuluşa Kadar Savaş
DHKP-C Tutsakları Adına
Aslıhan Gençay
Buca/İzmir
telefonla Özgür Gelecek dergisini arayarak aynı gün çıkan ilanda imzalarının
çıkmadığı için özür de dileyip 15 Haziran günü çıkacak ilana katılıp katılmayacaklarını sordu. Verilen cevap, 'Tabii
ki imzamızı kullanabilirsiniz'"mahkeme
programına da katılacağız'" şeklindeydi. Bunun üzerine 15 Haziran 1995 tarihinde Yeni Politika gazetesinde yayınlanan duruşmaya çağrı ilanında Özgür
Gelecek'in de imzası çıktı.
'Tavır aldıkları' sonradan akıllarına
gelmiş olan Özgür Gelecek'ten bir
yetkili ise ilan çıktıktan sonra büromuzu
arayarak konuyu bilmeyen bir arkadaşımızla durumu telefonla görüştü.
Arkadaşımız Özgür Gelecek'e konuyu bilmediğini, bir hata olmuşsa onu da
bilmediğini, hatanın nereden kaynaklandığını da bilmediğini söylemiştir.
Bütün bunlar üzerine Özgür Gelecek'in bu şekilde yazması açıkçası basit hesaplar yapmaktır. Bizim bu tür basit hesaplarla işimiz yoktur..."
Merhaba
Gazetemiz Zafer Yolunda Kurtuluş'la
okurlarımızla bir kez daha
kucaklaşmanın onurunu ve coşkusunu
yaşadık. Biz bu sevinci okurlarımızla
paylaşırken yayın yaşamına yeni adım
atan gazetemizin toplatılması da uzun
sürmedi. Toplatma gerekçesi her
zamanki gibi bilinen "malum maddeler"e
dayandırılarak yapıldı.
Toplatma gerekçesi örgüt
propagandası yapmak, devletin ve
milletin bütünlüğünü tehdit etmeye
yönelik yazıların yer almasıydı. Biz
hiçbir zaman şunu söylemekten
kaçınmadık. Halkın haklı mücadelesinin
yanında olacağımızı ve halkın sesi,
soluğu olup halkın taleplerine rehber
olacağımızı ifade etmiştik. Çünkü sınıflar
mücadelesinde ortada olmak diye bir şey
yok. Ya her şeye boyun eğip onursuz bir
şekilde sürüngenler gibi yaşamayı tercih
edeceksin ya da onurlu bir şekilde
yükselen mücadelenin içinde yer
alacaksın. Gelişen sınıflar mücadelesi
kimsenin önünde başka tercih hakkı
bırakmıyor.
Devlet gün geçtikçe tükenişin ve yok
oluşunun verdiği acizlik ve aymazlık
içinde halka ve halkın haklı kavgasının
yanında yer alan sosyalist basına da
azgınca saldırıyor. Her geçen gün yeni
saldırılarla emekçi halk kitlelerine
saldıran devlet, bu saldırıların karşısında
yer alan sosyalist basım da susturmak ve
sesini boğmak için her türlü yönteme
başvurmaktan kaçınmıyor.
Kurtuluş Gazetesi bürosunun
basılarak 17 çalışanının ve 2 okurunun
gözaltına alınmasından sonra Anadolu
bürolarına da yönelik saldırılar da
devam etti. 4 devrimci tutsağın özgürlük
eyleminden sonra şok olan polis, Kurtuluş
gazetesinin İzmir temsilcisinin evini
basarak anne-babasını işkenceden
geçirdi. Ölümle tehdit etti.
Konya temsilcisi Fikret Eğilli ise gece
evine giderken üzerine araba sürülerek
ezilmeye çalışıldı. Öte yandan Adana
Kurtuluş bürosu da basılarak büroda
bulunan gazete ve dergi arşivlerine el
konuldu.
Halkın talep ettiği en doğal ve insani
hakları bile şiddet, terör ve silahla
engellenmeye çalışan devlet adeta
şuursuzca sağa sola saldırarak
korkusunu bastırmaya çalışıyor. Ancak
hep söylediğimiz gibi boşuna uğraşıyor.
Halklarımızın insanca yaşamak için,
eşitlik, adalet ve özgürlük için yükselttiği
mücadeleyi yok edemeyecekleri çok açık.
Hu mücadelenin beyni ve silahı particephe, halkla etle tırnak olduktan sonra
asla! Hiç yolu yok! Yıkılıp gidecekler!
Halk için devrimcilik yapmak
M. Ali BARAN
Halk çok çeşitli kültürlerden, sınıflardan ve değişik tabakalardan oluşmuş geniş bir topluluktur. Kapitalizmin krizi ve
bununla orantılı baskılar arttıkça devrimci
mücadelenin de gelişmesiyle birlikte halkın çok çeşitli kesimlerinden insanlar
devrimci saflarda yer almaya başlarlar.
Özellikle de kitleselleşmenin gelişmesiyle
birlikte, bilinç düzeyi gelişmemiş, devrimi
ve devrimin yapmak istediklerini, sosyalizmi yeterince içselleştirememiş, bilince
çıkaramamış, binlerce geri bilinçteki insanlar devrimci mücadelede yer alırlar.
Bu durum, savaşın halklaşmaya başladığı, geliştiği olumlu bir süreç olmakla
birlikte olumsuzlukları da içinde taşır.
Herşeyden önce, devrimin amaçlarını,
savaşın hedeflerini yeterince kavramamış, devrimci kişiliğin şekillenmediği
bu insanlar düzenden aldıkları çok çeşitli
kültürleri, alışkanlıkları örgüte ve mücadeleye taşırlar. Ünlü deyimle Türkiye küçükburjuvalar ülkesidir. Ve küçükburjuvalar ülkesinde hemen bir çok sınıf ve tabaka farklı özellikleri yanında küçükburjuva
özelliklerini de gösterirler. Küçükburjuvazinin mülkiyetçiliği, burjuvaziye olan özlemleri, çarpık yaşam tutkusu, neyi niçin
istediğini tam olarak bilmeme, belirsizlik,
kararsızlık, zik zaklar vb. hep ona özgü
davranışladır. Düzene muhaliftir. Hatta
devrim ister. Bu isteğinde samimidir de.
Ama, devrimin uzun soluklu bir iş olduğu,
özveri gerektirdiğini, risklerle dolu olduğunu sözde bilmesine karşın, pratikte bu
gerçeklerle karşıkarşıya geldiğinde zorlanır, eski alışkanlıklarında ayak direr ve
fırsatını buldukça da kendi özlemlerini,
düşüncelerini hayata geçirir. Objektif olarak örgütle karşıkarşıya gelir. Görünüşte
örgütlüdür, örgütün amaçları için çalışmaktadır. Örgütlü değildir. Örgütün yaptığı analizleri, tespitleri, uygulanması gereken taktikleri, yapılması gereken hemen herşeyi o da söyler ve katılır. Ama
sorun, pratikte bunların yapılmasına gelince... olmazlar... yoklar gerekçeleri ile
hemen hiç bir işten sonuç alamaz. Örgütün bu gerekçeleri kabul etmemesi, hangi
tarzda hangi sonucun alınacağı şeklindeki
yol göstericiliğine rağmen, gerekçeler
bitmez. Ve olumsuz sonuç değişmez. Biraz daha zorlandığında kafasından geçirip te söyleyemedikleri açık hale gelir.
Hiç boş durmadıklarını, yalan söylemediklerini, aslında kendilerinin ve içinde
bulunulan koşulların anlaşılmadığını söylerler. İçinde bulunulan koşullar nedir?
Anlaşılmayan nedir? Bu sorulara verilen
doğru dürüst bir cevap yoktur. Açıklanmayan, sıkıntılı bir durum sözkonusudur.
Sorunun, yapılmayanların üzerine gidildiğinde küçükburjuvazinin rahatına düşkün, kitlelere gitmeyen, eğitmeyen, emek
vermeyen, örgütleyici olmayan, kollektif
çalışmaya gelmeyen, ya liberal ya da
sekter, planlı programlı bir şekilde sonuç
almak için çalışmayan vb. küçükburjuvazinin özellikleri ortaya çıkar. Bu kafa yapısı önlem alınmadığında, çalışma tarzı
irdelenip devrimci çalışma tarzı hakim kılınmadığında, öyle bir hale gelir ki, devrimci coşku, halk sevgisi, vatanseverlik
tamamen ortadan kalkar. Devrimciliğin
kim ve ne için yapıldığı belirsiz hale gelir.
O, artık günlük yaşayan, günlük iş yapan
ve günlük olarak hareketini aldatan bir
durumdadır. Olmayan işler, olacak gibi
gösterilip hep geleceğe ertelenir. Kazara
yeni bir gelişme olmuşsa bu artık can simidi olur. Veya, kendisinin tüm özverilerine ve yeteneklerine rağmen, bir türlü iş
yapmayan, söz dinlemeyen kötü niyetli
insanlar vardır. Doğal ki, kabaca ifade ettiğimiz bu çalışma tarzından hiç bir olumlu sonuç alınamaz. Tersine üretimsizlik,
kişiler arası çelişkileri derinleştirecek, dağıtıcılığı gündeme getirecek ve sonuçta
bir türlü açıklanamayan, cevabı bilinmeyen sorularla dolu, karamsar ve kötümser bir ruh hali egemen olmaya başlayacaktır.
Bu noktaya nasıl gelinmiştir? Genel
olarak yönetici, sorumlu konumda olan
insanlarda görülen bu olgu, küçük burjuva mülkiyetçiliğinin ve bu temelden kaynaklanan bencillik, rahatına düşkünlük,
bürokratlık, amir-memur ilişkisi, sekterlik
ve liberallik, mutlaka sonuç almak için
çalışma, partinin programını uygulama
yerine kendi duygu ve özlemleriyle hareket etme anlayışı onu buraya getirmiştir.
Objektif olarak Partiyi tasfiye etmiş, parti
yerine küçükburjuvazinin anlayışını koymuştur. Daha baştan, devrimi büyük bir
halk sevgisi ve vatanseverlik duygularıyla
istememiştir. Bu duygu ve düşüncelerin
ağırlığıyla mücadeleye katılmamıştır.
Devrimi ve mücadeleyi esas olarak kendi
kişisel çelişkilerinin çözümü, özgürlüğü
ve rahatlığı için düşünmüştür. Devrimi
böyle kavrayınca, örgütü de buna uygun
tasarlaması kaçınılmazdır. Kuşkusuz,
halkın her sınıf ve tabakasından insanlar,
burjuva ideolojisinin ve faşizmin etkisi altında çok farklı, hatta özgün nedenlerle,
devrimciliği tercih edebilirler. Ama başlangıçta doğal olan bir durum büyük bir
halk ve vatan sevgisiyle birleşmez ve
kendi çelişkilerinin çözümünün ancak genel çelişkilerin çözümlenmesiyle mümkün olabileceğinin bilincine dönüşmezse
örgüt ve mücadele kişinin çelişkilerinin
çözümünün araçları haline gelirler. Daha
doğrusu küçükburjuvazi örgütü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için çaba sarfeder. Örgütsel denetim yoğunlaştıkça rahatsız olur. Denetimden kaçmak
için çok yaratıcı yollar bulur. Kendi dışındakilere uyguladığı disiplin ve cezalar
kendisine uygulandığında veya uygulanacağını sezdiğinde dengesizleşir, asi
rollere girer. Gücü ve yeteneği olsa hizip
kurup, komplo düzenler. Kulis yapar.
Tayfa kurar. Kısaca örgüt içerisinde düzeni yaşatarak yaşayamayacağının farkına vardığında her yolu mübah görür. Sırtında yumurta küfesi yoktur. Sorumsuzdur. Rahatlıkla "... devrimciliği bırakıyorum ..." diyebilir. Düşman karşısında ise,
güçsüz ve ideolojik donanımdan tamamen yoksun olduğundan düşmanın hapis
yatmama, işkence görmeme vb. teklifleri
karşısında direnmez. Teslim olur.
Burjuvazi, yaşam biçimiyle, kültürüyle
hemen herşeyiyle başta gençlik olmak
üzere hemen herkesi kendi ahlaksız, yoz
ve bireyci yaşamına özendirmektedir. Sınıfsal konumu gereği burjuvazinin bu yaşam standartlarına ulaşamayanlar kişiliksiz, bunalımlı tipler olarak ortaya çıkmaktadır. Burjuva özlemleri, insanlarımızı her
yönüyle kirletip bataklığa sürüklerken, bu
insanlarımız bataklıktan kurtulmayı, temizliği ve saflığı da aramaktadırlar. Bu
arayış, çoğu kez insanları devrimci saflara veya başka düşünce akımlarına götürmektedir. Bataklıktan getirilen alışkanlık
ve düşüncelerle devrimci düşünceler ta-
mamen yer değiştirmediğinde örgütü bataklığa çevirme şeklinde ifade edebileceğimiz düşünceleri kendini gösterir. Burada kişi esas olarak amaçsızdır. İdeallerden yoksundur. Halk ve vatan kavramları
ona yabancıdır. Hemen herşeyin merkezinde kendi duyguları, düşünceleri ve yaşam özlemleri vardır. Elbette, bu ruh halindeki bir insan ülkesinin ve halkının
içinde bulunduğu durumu, faşizmin zulmü karşısında yapılması gerekenleri düşünmez. Düşünse de bunlar anlık ve geçici olup tekrar kendisine döner. Bazen
olumlu gelişmelerden etkilenir. Morali
yükselir. Ama bu çok sürmez. Çünkü
onun beyninde halk, vatan ve devrim
yoktur. Onun şiarı her şey kendisi içindir.
Kendisi için iyi olan iyi, gerisi kötüdür.
Öyle bir kişilik düşman karşısında neden
direnecektir? Neyi niçin koruyacaktır?
Uzun yıllar tutsak olmak, işkence görmek, ölmek onun çelişkilerini çözemez.
O yaşamak istiyordur. Ama sınıfsal konumu, düzende istediği gibi yaşamasına
izin vermemektedir. Düzen onu bataklığa
itmiştir. Bataklığı da sevmemiştir. Özlemlerini örgütte bulacağını sanmıştır. Bunu
da yapamadığında tükenir ve yeniden kişiliksiz, onursuz bir şekilde düşmana teslim olur ve bataklığa döner. Öylesine
onursuzdur ki, düşman tecavüze yeltenmiş, tecavüz etmiş veya sevdiklerinin,
yakınlarının, yoldaşlarının namusuyla oynamıştır. İntikam almayı bile düşünmez.
Oysa, sıradan feodal insanlar dahi, bu
durumda intikam almak için yaşarlar.
Devrimi ve faşizmi tanıyan insanlar bunlara rağmen düşmanla anlaşıp, bataklığa
dönüyorlarsa bu, faşizmin kişiliksizleştirme, tüm değerlerden arındırma politikasının başarısından başka bir şey değildir.
Kapitalizm, bunalımlı kişiliği yaratmış ve
o kişiliği kendi çıkarları doğrultusunda
kullanmıştır.
Burjuvaziyle olan savaşımız, esas olarak bu ideolojik savaştır. Bu ideeoloji çok
çeşitli tonlarda, renklerde ve biçimlerde
hemen hergün, üretilmektedir. Devrimci
saflara halkın akışı hızlandıkça da bunun
yansımaları mücadale içerisinde de görülmektedir. İşlemeyen, yürümeyen, gerektiği gibi olmayan, sonuç alınmayan faaliyetlerin gerisinde bu burjuva ideolojisinin yansımaları vardır. Diyebiliriz ki, bugün faşizme karşı açık savaş ve bu savaşta yapılması gerekenler savaşımızın
en zor yanı değildir. Savaşı daha yüksek
biçimlerde sürdürmemizi, halka daha çok
gitmemizi engelleyen ve enerjimizin, zamanımızın büyük çoğunluğunu alan devrimcilik, sosyalistlik görünümleriyle saflarımıza sızan burjuva ideolojisidir. Bu ideolojinin yaşamda, pratikte, kültürde, kişilik
oluşumunda etkilerini büyük ölçüde
ortadan kaldırmazsak, düşman bunlar
aracılığıyla savaşımızın önüne set çekecek ve gelişimi engelleyecektir.
Halk düzene karşı büyük bir memnuniyetsizlik içinde olup, faşizme karşı tepkilerini çok çeşitli biçimlerde göstermekte
ve bu şekilde yaşamak istememektedir.
Ama, çarpık kapitalizmin yarattığı ve insanlara sunmak istediği yaşam ve kültürle birlikte halkın, nasıl bir düzende ve nasıl yaşamak istediği belirsizdir. Halk kitleleri kapitalizmin çirkefliklerini, adaletsizliklerini, vahşetini çok açık görmektedir.
Ama alternatifi nedir? DEVRİMCİ HALK
İKTİDARI VE SOSYALİZM programımızı
halka kavratmalıyız. Savaş, halkın katılımıyla ve halk içerisinden çıkartılacak par-
ti ve cephe kadrolarının öncülüğünde gelişecektir. Kadrolaşma ve halkın eğitilmesi
sosyalist alternatifin, sosyalist yaşam
biçiminin, kültürün halk kitlelerine kavratılması, burjuva ideolojisi önündeki en
büyük barikattır. Bu barikatı aşılmaz biçimde örmek, ancak parti ve halk okullarının, halk kitlelerinin olduğu her yerde en
geniş biçimiyle uygulanmasına ve sonuç
alınmasına bağlıdır. Çocuklarımızı, kadınlarımızı, gençlerimizi, yaşlılarımızı,
her inançtan ve milliyetten halkımızı, herkesi eğitmeyi hedeflemeliyiz. Bunları yapamadığımızda veya eksik bıraktığımızda, burjuva ideolojisi devrimcilik görünümü altında, devrimci saflarda daha fazla
gelişecek, savaşı geriletecek, hedef saptırtacak ve düşman kazanacaktır. Militan,
halk ve vatan sevgisiyle dolu kadro ve
savaşçılar ancak halkın eğitildiği ve mücadeleye katıldığı koşullarda sağlıklı olarak yetişebilirler. Militanlık, savaşçı olmak
sadece silahlı eylem yapıp yapmamayla
sınırlandırılamaz. Devrimci militan, hangi
alanda, hangi görevde olursa olsun parti
programını uygulamak ve sonuç almak
için bütün enerjisini, zamanını ve yaratıcılığını kullanarak sonuç almıyorsa militanca bir çalışma içerisinde değildir. Parti
karşısına gerçeği yansıtmayan gerekçeler ve olmazlarla çıkanlar ve bunu alışkanlık haline getirenler esasta özürleri,
yeteneksizlikleri yoksa gizli veya açık,
devrimden, mücadeleden kaçış içerisindedirler. Milyonlarla ifade edebileceğimiz
emekçi halk, arayış içerisinde olup, faşizme karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin yol ve yöntemlerini ararken, kendiliğinden eylem biçimleri yaratırken devrimcilerin halka gitmemesi, onları eğitmemesi hiç bir gerekçeyle açıklanamaz. Engeller, olumsuzluklar olanaksızlıklar hep
olacaktır. Hiç bir zaman, hiç bir örgüt, örgüt birimi, yönetici, elinin altında istediği
her türlü olanağı hazır bulamayacaktır.
Devrim sürecinde de, devrimden sonra
da bu hep böyle olacaktır. Örgüt veya
yöneticiler, savaş için gerekli olanı nereden ve nasıl olursa olsun bulmak ve savaşın ihtiyaçlarını gidermek zorundadırlar. Temel sorun insandır. İnsan kaynağı
halktır. Bu basit gerçek unutulmaz ve
halka gerektiği gibi gidilir, halktan ne istediğimizi, ne yapmak istediğimizi devrimci
bir tarzda anlatırsak, eğitirsek bu halk bize gereken herşeyi verecektir. Halka gitmeyenler, halkı eğitmeyenler, ne kendilerini ne de kadroları eğitemezler. Halkı savaşa katamazlar. Hiç bir olanak yaratamazlar. İhtiyacın kendini dayattığı ve zorunlu olduğu koşulda yoklar edebiyatıyla,
zavallı, çaresiz tipler olarak ortaya çıkar
ve halkın mücadelesini, faşizmin zulmünü, eli kolu bağlı seyrederler. Devrimciler
çaresiz olamazlar. Çaresizlik, burjuvazinin yaratmak istediği bir tablodur. Çaresiz, zavallı devrimci tipi asalak devrimci
tipidir. Kendine, örgütüne ve halka güvenmeyen, devrimi dışardan bekleyenler,
mücadeleyi zafere kadar sürdüremez ve
er geç bataklığa dönerler. Engin bir yurtseverlik duygusu ve halk sevgisi taşıyanlar halka güvenenlerdir. Halka güvenenler, yurtsever olanlar, düşmanın baskıları
ve olanaksızlıklarla dolu koşullara teslim
olmazlar. Güçlü bir yurtseverlik ve halk
sevgisini kendi kişiliğimizde, kadrolarımızda ve halkımızda yaratmadan devrimcilik yapılamaz. Yapıldığında ise kolay
bir devrimcilik ve aynı kolaylıkta düzene
dönüş zor olmayacaktır.
Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Basın Bürosu'nun 16 Temmuz
1995 tarihli, 3 sayılı açıklamasını
yayınlıyoruz.
13 Temmuz 1995'te DEVRİMCİ
HALK GÜÇLERİ, gözaltında kaybedilenlerin bulunması, 12 Temmuz
lerinin bu doğrultuda harekete geçmesini engellemek için "EŞKIYA
ÇETESİ" dediği kontrgerilla güçlerini yardıma çağırmış, onlarla birlikte
olduğunu açıkça göstermiştir.
CEM BOYNER'in partisinde burjuva demokrasisi, insan hakları arayan birçok devrimci dönek ve de-
lardır.
Kontrgerilla şeflerinden HÜSEYİN KOCADAĞ ve NECDET
MENZİR, CEM BOYNER'in İçişleri Bakanı
ve Valiliğe saldırı izni
vermesiyle saldırıya
geçtiler. CEM BOYNER saldırı iznini o an
partide bulunan partililere sormadan verdi. Çünkü
CEM BOYNER emperyalizme ve
kontrgerillaya rüştünü ispat etmek istiyordu.
Saldırı iznini veren CEM BOYNER'di.
Saldırıyı yönetenler, NECDET
MENZİR ve Emniyet Müdür Muavini HÜSEYİN KOCADAĞ'dı.
14 TEMMUZ 1995,
SAAT 16.00,
GALATA KULESİ
1991, 16-17 Nisan 1992 vb. onlarca
infazı gerçekleştiren katillerin yargılanması için İstanbul YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ İl Merkezi'ni işgal
ettiler.
İşbirlikçi tekelci sermayenin ve
emperyalizmin has adamı Boyner
demokrasi, insan hakları, Kürt halkının kültürel hakları vb. sorunlarla
halkın devrimci mücadelesini engellemek için, faşizmin yedekteki partisi
misyonunu oynayabilmek için takındığı, demokrat maskesi düştü. Eylemcilerin GÖZALTINDA KAYBEDİLENLER BULUNSUN, KATLİAMLARI YAPANLAR YARGILANSIN
demokratik talebine CEM BOYNER'in verdiği cevap, eylemcilerin
üzerine bomba ve silahlarla polis
göndermekti.
YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ,
bu tavrıyla gözaltında kaybetmelerden, katliamlardan yana olduğunu
göstermiş, hem de bu taleplerin halk
kitlelerine duyurulması ve halk kitle-
mokrat da vardır. Bunlar, ülkemizin
bugünkü koşullarında burjuva partilerinde burjuva demokratik mücadelenin bile verilemeyeceğini görmelidirler. CEM BOYNER emperyalizmle ve işbirlikçi devletle birliktedir.CEM BOYNER, ülkemizin ve halkımızın hiçbir talebini çözemez. YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ içerisinde halktan yana olanlar, CEM
BOYNER'in DEVRİMCİ HALK
GÜÇLERİ'ne polisi saldırtmasını
sorgulamalıdırlar.
Polis, bütün dünyanın gözleri
önünde, herkesin TV kanallarında
gördüğü gibi, eylemcilere vahşice
saldırmış, bomba atmıştır. Bunları
yaparken, partide bulunan partilileri
de hiç düşünmemiş, onların can güvenliğini de tehlikeye sokmuştur.
Oysa eylemciler, hiç kimsenin kılına
dahi dokunmamış, zor kullanmamış,
rehin almamışlardır. Sadece haklı
taleplerini söylemiş ve o insanlar da
bu taleplerin doğruluğuna katılmış-
Gözaltında kayıpların bulunmasını
ve 12 Temmuz gibi katliamları gerçekleştiren kontrgerilla mensuplarının isimlerinin açıklanmasını isteyen
DEVRİMCİ
HALK
GÜÇLERİ,
Emniyet
Müdür
Yardımcısı
HÜSEYİN
KOCADAĞ'la pazarlık yapmaktadırlar. Bazı basın
mensuplarının
ve
avukatların aracı olmasıyla
eylemciler
HÜSEYİN
KOCADAĞ'ın
YENİ
DEMOKRASİ
PARTİSİ
işgalinden
gözaltına
alınanların
hemen
serbest bırakılacağı ve
GALATA
KULESİNİ
işgal
edenlerin
de
gözaltına
alınmayacağı
ve bir işlem yapılmayacağı sözünü vermesi üzerine, eylemin de
amacına
ulaştığını
düşünerek işgale son
verdiler.
Kontrgerilla
yöneticilerinden
HÜSEYİN
KOCADAĞ
kontrgerilla şeflerinden
MENZİR'in
emriyle
işgalcileri gözaltına aldı
ve işkenceye götürdü.
Ardı sıra bütün basın, TV
mensuplarının,
halkın
gözleri
önünde hiç utanmadan zafer kazandıklarını söyleyip GÖZALTINDA
KAYBOLANLAR BULUNSUN, KATİLLER YARGILANSIN, pankartının
yerine Türk bayrağı asarak, katil polis sürüsüne slogan attırarak yürüyüş
yaptırdılar. Gerçeklerin bilinmesinden korkuyorlardı. Bunun için televizyon ve basın mensuplarının filmlerine el koydular. Haberleri sansürlediler. Zavallılıklarını sergilediler.
DEVRİMCİ HALK GÜÇLERİ, turistlerin, çalışanların ve tarihi GALATA KULESİNİN hiçbir zarar görmemesi için özenli davranmış, faşizmin
bu konuda yapmak istediği demagojilerin önünü kesmiştir. Eğer herhangi
bir kişiye veya eşyaya zarar verilmişse, bunun sorumluluğu tamamen
polise aittir.
Silahsız on eylemciye karşı, yüzlerce polis, helikopter ve gaz bombalarıyla saldırmaya kalkmış, ama sonuç alamamıştır. Kontrgerillanın uşağı bazı televizyonlar ve basın yalan
söylüyorlardı. Kontrgerillanın zavallılığını gizlemeye çalışıyorlardı. Helikopterle indirme yaparak, operasyon
gerçekleştirmek istediler, yapamadılar. Kapıdan polis saldırısıyla işgali
kırmak istediler. Cesaret edemediler.
Ama faşizmin ahlakı ve namusu yok-
tur. Bütün basının ve avukatların
önünde söz verdikleri halde sözlerini
yerine getirmediler.
Bu kez de namussuzluk ve şerefsizlik "kahramanı", Bağcılar katliamını bizzat yöneten, onlarca devrimci
ve yurtseverin katili, işkence ve baskılardan birinci dereceden sorumlu
kontrgerilla çetesi yöneticilerinden ve
bazı düzen yanlısı gerici Alevilerin
"sevgili çocuğu" İstanbul Cem Vakfının açılışının büyük konuğu HÜSEYİN KOCADAĞ di.
15 TEMMUZ 1995
GECESİ, SAAT 00.02,
İSTANBUL
BAYRAMPAŞA
CEZAEVİ
İstanbul Terörle Mücadele Şubesi
Müdürü REŞAT ALTAY, İstanbul
Cumhuriyet Başsavcısı AVNİ BİLGİN, Başsavcı Vekili, Jandarma
Alay Komutanı, Tabur Komutanı,
Cezaevi Müdürleri, Tutsak ve Ailelerin Avukatları ve Tutsak Aileleri tartışma halindedirler.
12-13 Temmuz'da cezaevi polis
tarafından kuşatmaya alınmış, tutsak yakınları gerekçesiz kaçırılarak
gözaltına alınmakta ve gözaltında
oldukları da açıklanmamaktadır.
Tutsak yakınları, gözaltına alınanların isimlerinin açıklanması ve serbest bırakılmaları için cezaevi müdürünün odasını işgal ettiler. Bu işgalde bazı diyalogları halkımıza aktarmak istiyoruz.
REŞAT ALTAY, Başsavcı Vekiline: "...Ben size hiçbir açıklama yapmam, gözaltındakilerin isimlerini de
açıklamayacağım..."
SAVCI VEKİLİ: "...Ama yasal olarak açıklamak zorundayız..."
REŞAT ALTAY: "...Açıklamıyorum. Ben sadece Başbakandan ve
İçişleri Bakanından emir alırım. Gözaltına aldıklarımızı serbest bırakmayacağım..."
Savcı Vekili şaşkın ve çaresizdir.
Devletin savcısıdır. Çok şey görmüştür. Kanunsuzlukları, keyfilikleri
bilmektedir ama kontrgerillayı yeterince tanımamaktadır.
Aileler ve avukatlar savcı vekiline
"...Bu konuşmaları halka açıkla..."
dediklerinde, "...devlet memuruyum..." diyerek açıklayamayacağını
söyler.
Sonra Alay Komutanı, Tabur Ko-
mutanı ve Cumhuriyet Başsavcısı
AVNİ BİLGİN ve HÜSEYİN KOCADAĞ diyaloğa katılırlar. Cezaevi dışgüvenliğinden Jandarma sorumludur.
Jandarma Alay Komutanı: "...Cezaevi dışından biz sorumluyuz, bizden habersiz cezaevinin güvenliğini
tehlikeye düşürecek, cezaevinde
olay yaratacak, keyfi uygulamaları
yapamazsınız..."
REŞAT ALTAY "...Yaparım, kimseden emir almam..." tavrını sürdürür. REŞAT ALTAY kime güveneceğini iyi bilmektedir. Ve sadece kontrgerilladan emir aldığını, hiçbir devlet kurumunu işletmeyeceğini, hiçbir
yasaya bağlı olmadığını göstermek
istemektedir. Katil ve işkenceciliğiyle
ünlü REŞAT ALTAY'ın tüm kahramanlık gösterilerine rağmen, savunduğu devletin çürüdüğü, kimsenin
kimseye söz geçiremediği kaos, kargaşa ve it dalaşı gözler önündedir.
AVNİ BİLGİN'in, REŞAT ALTAY'la diyaloglarından sonra cezaevi önünden alınan tutsak yakınlarının isimlerini söyleyerek, ikisi hariç
serbest bırakılacağını ve ailelerin de
gözaltına alınmadan gidebileceklerini, kendisinin kefil olduğunu, hiçbir
şey olmayacağını söylemesi üzerine
işgale son verildi. Ama, AVNİ BİLGİN de yanılmıştı. Kontrgerilla,
Cumhuriyet Başsavcısı diye bir kurumu dinlemezdi. Ancak, Ankara
Başsavcısı NUSRET DEMİRAL gibi
kontrgerilla sözcülerinden ve işbirlikçilerinden olduğunda bir değeri olabilirdi. Tutsak yakınları AVNİ BİLGİN'in kefilliği ve denetiminde dışarı
çıktıklarında REŞAT ALTAY'ın emriyle yüzlerce polisin saldırısına uğradılar. Çocuk, yaşlı demeden herkesi döverek gözaltına aldılar. REŞAT ALTAY, kontrgerilla şefi olduğunu, AVNİ BİLGİN'e kanıtlamıştı.
AVNİ BİLGİN gibileri bundan böyle
ya kontrgerillayla işbirliği yaparak az
da olsa hala var olan onurunu tümden yitirecek veya kontrgerillaya hizmet etmeyecekler. Başka yolları
yoktur.
Kontrgerilla sözünde durmamış,
tutsak yakınlarını işkenceyle gözaltına almıştı.
Yukarıda anlattığımız DEVRİMCİ
HALK GÜÇLERİNİN gerçekleştirdiği bütün eylemler herkesin kabul
edeceği ve herkesin savunması gerektiği taleplerle yapılmış ve silahsız
eylemler olduğu halde polisin tüm
gücüyle saldırdığı, vahşice bastırmaya çalıştığı görülmektedir. Polis
bu saldırılarla GÖZALTINDA KAYBETMELER VE İNFAZLARLA gerçekleştirdikleri katliamların halk tarafından bilinmemesini istemektedir.
Halk gerçekleri bildiğinde, halk içerisinde rahatça dolaşamayacaklarını,
her yerde yüzlerine tükürüleceğini
ve yaşayamayacaklarını bilmektedirler. Dikkat edin, gözaltında kaybedilenler ve infazlar doğru değildir, yalandır bile diyememektedirler artık.
Ülke ve dünya kamuoyu önünde hiçbir haklılıkları, meşrulukları kalmamıştır. Bu nedenle ifadesini katil REŞAT ALTAY, MENZİR, KOZAKÇIOĞLU, ÜNAL ERKAN gibilerinde
bulan kontrgerilla uygulamalarına
daha fazla sarılmakta ve pervasız
hareket etmektedir. Bu pervasızlıklarıyla "...katliamları, katilleri araştırmayın, sormayın, daha çok katlederiz..." diyerek, halkı ve devrimcileri
susturmak istemektdirler.
Susmak ölümdür. Faşizme karşı
çıkmamak yaşamamaktır. Kontrgerillanın vahşetine teslim olmak, korkarak sinmek, katliamlara yeşil ışık
yakmak demektir.
Devrimciler ve halk, faşizmin hiçbir yasa ve kural tanımayan kontrgerilla yönetimi karşısında çaresiz değildirler. GÖZALTINDA KAYBEDİLENLER BULUNSUN. KATİLLER
AÇIKLANSIN en masum talepler
doğrultusunda yapılan silahsız eylemlerin dahi vahşetle bastırıldığı ülkemizde, silahla hak aramaktan
başka hiçbir yol yoktur. Başka yol
var diyenler ya gözlerini olup bitene
kapamış, hiçbir şeyi görmeyen ahmaklar ya da emperyalizme ve işbirlikçilerine satılmışlardır.
Bu nedenle,
GÖZALTINDA
KAYBEDİLEN 300
İNSANIMIZ
NEREDE?
AYŞENUR, HASAN
VE RIDVAN'IN
KATİLLERİ
NEREDE?
12 TEMMUZ GİBİ
ONLARCA İNFAZI
GERÇEKLEŞTİREN VE
YÜZLERCE
İNSANIMIZI KATLEDEN
KATİLLER, TÜM
DEMOKRATİK
GÜÇLERİN ONAY
VERDİĞİ, HALKA AÇIK,
BAĞIMSIZ BİR
MAHKEMEDE
YARGILANMALIDIR.
esas taleplerimizle birlikte son olarak,
KÜÇÜKARMUTLU HALKINA,
YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ İŞGAL EYLEMCİLERİNE, GALATA
KULESİ İŞGALCİLERİNE, BAYRAMPAŞA CEZAEVİ MÜDÜRÜNÜN ODASINI İŞGAL EDEN TUTSAK YAKINLARINA yapılan saldırılara ve de söz verip bu sözlerini yerine getirmedikleri için misilleme olarak,
16 Temmuz 00.40'ta, İstanbul Ordu Caddesi, Direkli Cami Sokak'ta
halka baskı, gözdağı görevleri yanında haraç almalarıyla ünlü MENZİR
ve REŞAT ALTAY'ın bir polis ekibi
Z EYNEP EDA BERK SİLAHLI
PROPAGANDA BİRLİĞİMİZ tarafından taranarak cezalandırılmıştır.
Tekrar belirtiyoruz, "emir kuluyum,
ekmek parası kazanıyorum..." diyerek zalime uşaklık etmek, zalimin kılıcı olmak meşrulaşamaz. Polisler,
zalimler adına halka kılıç salladıkları
sürece halkın hedefi olacaklardır.
Bütün zulümlerden sorumludurlar.
Sorumlu olmak istemiyorlarsa, bu
namussuz mesleği bırakıp milyonlarca halkımız nasıl yaşıyorsa onlar gibi
yaşamalıdırlar. İş yok demeyin, simit, ciklet satarak, seyyar satıcılık
yaparak hatta dilenerek yaşamak,
faşizmin uşaklığını yapmaktan daha
onurlu ve saygındır.
ZALİMLERE VE
ONLARIN
UŞAKLARINA
KARŞI
SAVAŞIMIZ
SÜRECEKTİR
DEVRİMCİ HALK
KURTULUŞ CEPHESİ
Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi
Basın Bürosunun 17 Temmuz
1995 tarihli, 4 sayılı açıklamasını
yayınlıyoruz.
Faşist Tansu Çiller hükümetinin
kaçacak hiçbir yeri yoktur. Halka
karşı işlediği binlerce cinayetin hesabını vermek zorundadır. Cebindeki
Amerikan pasaportu da onu kurtaramaz.
Tansu Çiller hükümetini, Bakanlarını, Milletvekillerini, Genelkurmayı, polis şeflerini, iktidar veya muhalefetteki tüm milletvekillerini uyarıyoruz: Artık hükümetin cinayetlerinden, kaçırıp kaybettiklerinden, işkencelerinden, sokaktaki politikayla
uğraşmayan sıradan insanlarımız
dahi bilgi sahibidir. Cinayetlerinizi
ve bu cinayetleri işleyen katilleri gizleyemezsiniz. Gizledikçe katillere
bizzat emir verenlerin, yönetenlerin
sizler olduğu biraz daha netleşmektedir.
Kaçırıp kaybettiğiniz insanlarımız
hala kayıp. "Çocuklarımız nerede"
diye kapılarınızı aşındıran kayıp anneleri ve yakınlarına sadece ve sadece çocuklarını istedikleri için saldırıyor, gözaltına alıyor, tutukluyorsunuz. Herkesi susturup cinayet işlemeye devam etmek istiyorsunuz.
Katlederek, işkence yaparak, kaybederek belki vatanlarına ve halklarına yeterince bağlı olmayan, çıkarcı
veya bilinçsiz bir kısım insanları
susturabilir hatta işbirlikçiniz yapabilirsiniz. Ama 60 milyon halkı susturamaz ve yenemezsiniz. Bunun için,
tekrar uyarıyoruz.
Kaçırıp kaybettiğiniz in-
sanlarımızı verin.
Katillerini halka teslim
edin.
Katilleri tüm dünya halklarına açık bir şekilde yargılayacağız. Halka açık yargılayacağız ki, bütün dünya gerçek yüzünüzü görsün.
Kaçırmaya, kaybetmeye,
katletmeye devam ettikçe,
devrimcilerin misilleme yapma hakkı meşrudur ve bu
hakkımızı kullanmaya devam
edeceğiz.
Bu faşist devleti savunan, uygulamalarına onay veren veya bu uygulamalara karşı ses çıkarmayan başta Tansu Çiller olmak üzere, tüm
partiler ve yöneticileri, bütün milletvekilleri, Genelkurmay ve polis şefleri ve bunlara bağlı silahlı güçler,
devlet bürokratları, sermaye kesimleri, devletin kaçırma, kaybetme, cinayet, işkence, katliam vb. tüm baskı politikalarından birinci dereceden
sorumludurlar.
Misilleme eylemlerimize devam
edeceğiz.
Bu amaçla 17 Temmuz 1995, saat 22.30'da Alibeyköy'de Eyüp Emniyet Amirliğine bağlı Terörle Mücadele Bürosunun bir ekibine FERİT
ELİUYGUN SİLAHLI PROPAGANDA BİRLİĞİMİZ tarafından bir saldırı
düzenlenmiştir. Bu saldırıda SÜLEYMAN UYSAL adlı işkenceci,
katil polis ölümle cezalandırılmış, diğer bir işkenceci de yaralanmıştır.
"Terörle Mücadele Şubesinin" eski adı siyasi şubedir. Siyasi kavramı
düşünceyi yargılamayı çağrıştırdığı
için Terör olarak değiştirdiler. Böyle-
ce, Türkiye ve dünya
kamuoyuna, Türkiye'de
düşüncelerin yargılanmadığını, sadece şiddet
eylemlerinin sorgulandığı mesajını vermek istediler. Ardı sıra yüzlerce
gazeteciyi, aydını, bilim
adamını sadece yazıp
konuştuğu için cezaevlerine attılar. Terörle Mücadele
Şubesi, yani siyasi şube cinayet ve
provokasyon-larıyla artık ülkemizde
iyice tanınan kontrgerillanın yasal
bir
kurumudur.
Cinayet
ve
işkencelerini,
provokasyonlarını
ülkenin en ücra köşelerine kadar
yaymışlardır. Bunun örgütlenme
biçimi ise bütün Emniyet Amir-
İlklerinde 24 saat görev yapan bu işkenceci ve katil ekiplerinin sürekli
bulundurulması. Bu ekipler, kendi
bölgelerinde doğabilecek her türlü
düzen aleyhtarı hareketi engellemek için kaçırma, kaybetme, baskın, işkence yapma, gösteri dağıtma, grev kırma, gerekirse provokasyon düzenleme vb. her türlü yetkiyle
donanmışlardır. Görünüşte emniyet
amirliklerine bağlıdırlar. Yalandır.
Doğrudan siyasi şube merkezine
bağlıdırlar. Ve bunların emniyet
amirliklerinde dokunulmazlıkları vardır. Emniyet Amirini dahi dinlemezler. Ne kadar çok cinayet işler ve
halka baskı yaparlarsa, daha hızlı
terfi ederler.
Siyasi şube yöneticileri ve şefleri
tamamen Milliyetçi Hareket Partisi
kadrolarından oluşmuş olup, ülkemizdeki bütün kaybetmelerden, cinayetlerden ye katliamlardan sorumludurlar. İstanbul Siyasi Şube
Müdürü REŞAT ALTAY'ın dediği gibi, onlar sadece Başbakandan ve
İçişleri Bakanından emir alırlar.
Katilleri, emir verenleri biliyoruz.
Katiller Terörle Mücadele Şubesi
başta olmak üzere resmi ve sivil
tüm devlet güçleri ve hükümettir.
YARGILAYIP
CEZALANDIRMAYA
DEVAM EDECEĞİZ
BÜTÜN SORUMLULUK
KAYBEDEN, KAÇIRAN,
KATLEDEN HÜKÜMETE
AİTTİR
DEVRİMCİ HALK
KURTULUŞ CEPHESİ
"Kaybolan"
devletin meşruluğudur
D
evlet terörü sürüyor. Faşizm kudurmuş gibi saldırıyor. Yakıyor, yıkıyor, katlediyor, kaybediyor. Egemen sınıflar, tarihlerinin en korkulu ve en
istikrarsız sürecini yaşıyorlar. Kırda ve
şehirde tüm ülke sathına yayılmaya başlayan savaşın her geçen gün artan sayıda insanı içine çekmesi, yoksul emekçi
halkın yalan ve demagojilere fazla itibar
etmeyip direkt suçun kaynağına yönelmesi oligarşiyi ve emperyalistleri yeni
baskı önlemleri almaya, saldırı ve katliamları daha yaygın ve daha şiddetli hale
getirmeye itiyor. Geniş halk yığınlarının
baskı ve teröre, hak gasplarına, sömürüye, ulusal baskıya karşı kitlesel olarak
ayağa kalktığı ve seslerinin çok daha gür
çıktığı bu süreçte, faşizm, elindeki tüm
kozları büyük bir hırçınlıkla kullanıyor,
halkı sindirmek, devrimcileri yok etmek
için kontrgerilla taktiklerinin her türünü
savaş alanına sürüyor.
İnfazlar ve kayıplar oligarşinin bu çaresizliğinin en üst boyuttaki ifadesinden
başka bir şey değildir. Özellikle son beş
yıl içinde kontrgerilla devleti, terörünü
doruk nokaya taşımış, katliamlar ve kayıp
olayları tırmanışa gelmiştir.
Bu koşullar altında, klasik devlet şekillenmesi süratle değişmeye başlamış,
devlet savaşı kazanmak adına, meşruluğunu yitirmek pahasına tüm geleneksel
görüntüsünü terk etmeye başlamıştır.
Yapılanış ve icraatların yeniden düzenlendiği bu süreçte, tek yetkili ağız Milli
Güvenlik Konseyi olmuştur. Tüm diğer
kurumlar birer kukla durumuna getirilmiş-
tir. Yasa ve kural yoktur artık. Halk hareketi bastırılmalıdır. Amaçlanan budur.
Faşist devletin bu çırpınışının altında
yatan neden, yalan ve demagojilerinin
bir türlü maya tutmamasıdır. Baskı ve terör politikaları, devrimcilerin önderliğinde
gelişen geniş halk yığınlarının devrimci
şiddetiyle göğüslenmekte, halk hareketi
sinmenin aksine her geçen gün daha da
kitleselleşmekte, eylemleri daha nitelikli
hale gelmektedir. Özellikle yoksul gecekondu halkları düşmanını iyi tanımakta,
gerçek suçluları ayırt edebilmekte ve direkt bu hedefe yönelmektedir.
Oligarşi '87-'88'lerle birlikte gelişen ve
genişleyen devrimci ve yurtsever harekete karşı işkence ve katliamları yaygın
olarak kullandı. '90'lara gelindiğinde ise,
"kayıp etme" devrimci hareketi bastırmanın önemli araçlarından biri haline getirildi.
Her şeye rağmen, mücadelenin yükselmesi, diğer tüm saldırı biçimlerinin etkisinin giderek sınırlı hale gelmeye başlaması oligarşiyi, kayıplar politikasını
devreye sokmaya itmiştir.
İşkence, asıl olarak teslim almak ve
teslimiyeti halka yaymak amaçlı bir politikadır. Ancak devrimci hareketin politik
perspektifi ve kararlılığı, her koşulda mücadeleyi yükseltip, halk güçlerinde yarattığı moral güç, düşmanın bu politikalarında önemli gedikler açmıştır. Devrimciler,
işkenceler karşısında susma hakkını gelenekselleştirmiş ve düşmana bu mevziinde yenilgiler tattırmıştır.
Baskın ve infazlar ise, ağırlık olarak
teslimiyete zorlamanın, savaş kararlılı-
Ne pahasına olursa olsun...
Kayıplar namusumuzdur.
Olayları aydınlatmak, tüm
ayrıntılarıyla gözler önüne
sermek boynumuzun borcudur.
Nerede alındılar, kimler aldı,
nereye götürüldüler, başlarına
neler geldi, tetiği kimler çekti,
kimler işkence yaptı, şimdi
neredeler... Tüm bu soruların
cevaplarını alacağız.
Er ya da geç, mutlaka ama
mutlaka kayıp edilen
yoldaşlarımızın akıbetini ortaya
çıkaracağız. Bedeli mi var,
ödeyeceğiz.
Bu bizim insanlığa ve tarihe
karşı sorumluluğumuzdur. Ne
pahasına olursa olsun, onları
kaybedenleri, emir verenleri,
işkence edenleri tek tek halkın
adaletinin karşısına çıkaracağız.
Bu alçakça, bu sefil politikanın
mimarlarının ve uygulayıcılarının
üzerine en ağır şiddetimizle
gideceğiz. Dünyanın öbür ucuna
da gitseler, bulacağız onları ve
deliklerinden çıkarıp, halkın
adaletine teslim edeceğiz.
Kimse bizden, yıllarını umut
işkencesiyle geçiren analarımızın
gözyaşlarına ihanet etmemizi
beklemesin.
Kimse bizden, oğullarının
cesetlerine bile sarılma şansı
bulamayan, sonsuz karanlıklara
itilmiş acılı babaların
haykırışlarına kulaklarımızı
tıkamamızı, sırtımızı dönmemizi
beklemesin.
Bu trajedi, tarihin
karanlıklarında kaybolup
gitmeyecektir.
Hayır, bizler bu halkın en
değerli evlatlarının karanlık
dehlizlerde boğazlandığı bir
ülkede yaşıyoruz. Bebeklerimizin
üniformalı canilerce, yanan otlar
arasına atıldığı ve genç
kızlarımızın ırzına geçildiği bir
ülkede soluk alıyoruz.
Ve namusluyuz. Tarihe ve
insanlığa karşı sorumluyuz.
Yeni bir dünya kuracağız. Ve
bu dünyada hiçbir alçaklığa yer
olmayacaksa, yaşananların
hesabının sorulduğunun
rahatlığıyla kurmalıyız dünyamızı.
Ve bir daha geri getirmemek için
bu yaşananları, daha ciddi, daha
acımasız olmalıyız.
ğını kırmanın, zayıflatmanın politikası olmuştur. Ancak, devrimcilerin bu konuda
da yarattıkları destansı direnişler bu
alanda da, karşı-devrim güçlerine önemli
prestij kaybettirmiş, yenilmezlik zırhlarını
parçalayıcı bir işlev görmeye başlamıştır.
Ve bugün hemen hiçbir devrimciyi direnişsiz ve sağ olarak ele geçirememekte,
üstelik infaz ederken halkın gözünde küçülmekte, zavallılaşmaktadır.
Savaşın boyutlanmasıyla başlayan
"kayıp etme" politikası, psikolojik yönü
ağırlık taşıyan, tahripkar bir politikadır.
ClA'nın psikolojik savaş uzmanları tarafından yaratılıp, biçimlendirilen ve yeni
sömürgelere ihraç edilen bu politika, bugün halka karşı yürütülen savaşın en
önemli ayaklarından biri haline getirilmişDiğer tüm yöntemleri terk etmemekle
birlikte, oligarşi özellikle infaz ve kaybetme, diğer bir deyişle insanları "yok etme"
tehdidiyle yüz yüze getiren bu politikalara
bugün büyük sürat kazandırmıştır.
1980-90 yılları arasında yalnızca 19
olarak tespit edilebilen kayıp sayısı, sadece 1994 yılında 296'dır. Bu da kayıp
etme politikasının nasıl bir sürat kazandığının çarpıcı bir göstergesidir.
"CAN PAZARLIĞI" DEVLETİN
SON KOZLARINDAN BİRİDİR
Kayıplar politikası ile kaybolan devrimciler değil, devletin meşruluğudur. Ve
bu politika, onun sonunu hızlandırmakta,
kan kaybını artırmaktadır.
Devletin son kozu, devrimciler ve
halkla "can pazarlığı"na oturmasıdır.
Amaç korkuyu beslemektir. Yaratılmak
istenen korku atmosferidir.
Halka verecek bir şeyi kalmayan ve
halkı aldatmanın yol ve yöntemlerinden
giderek artan oranda mahrum kalan oligarşi, halkın yükselen mücadelesini korkuyla kuşatmak, umutsuzluk yaymak isteğindedir. Kısaca, ya bu yolu terk et ya
da seni yok ederim ve hatta mezarsız bırakırım demek istemektedir. Oligarşi bu
yolla, herkesin kafasına bu düşünceyi
yerleştirmek, oto-kontrol mekanizmasını
güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu iğrenç
politikanın halkı pasifize etmeye dönük
yanı tüm çıplaklığıyla görülebilecek netliktedir.
"Baba devlet", "müşfik devlet", "her
şeye kadir devlet" demagojileri etkisini
yitirmiş, vuran, öldüren, yakan, süren, ırza
geçen bir devlet vardır karşımızda. Artık
"Vatanı ve milletiyle bütün" bir devlet
yalanı açığa çıkmış, halkı birbirine kırdırmak için her türlü provokasyonu düzenleyen, ülkesini yönetemez hale gelmiş bir devlet vardır karşımızda. "Hukukun üstünlüğüne saygılı" bir devlet değil,
meşruluğunu yitirmiş, kontrgerilla hukukunu hukuk edinmiş, insani, ahlaki hiçbir
değeri kalmamış, inkarcı ve ikiyüzlü faşist bir devlet vardır. Bu devletin tek derdi,
bu kalkışı ne pahasına olursa olsun
dizginlemek, kendi içinde eritmek ve sonunu getirmektir. Tüm politikası buna göre şekillenmektedir. Ve bu noktadan sonra
dönüşü olmayan bir yolun başındadır.
Artan terörü ve pervasızlığı bu kaçınılmaz sonu bir an, bir dakika, bir saat geciktirmek içindir. Politikacısını, ekonomistini, yargıcını, askerini, polisini topyekün tüm güçlerini bu hedefe kilitlemiştir.
Ayrıca kendine yedeklediği doktorundan,
öğretmenine çeşitli mesleklerdeki işbirlikçileriyle de kirli savaşına destek sağlamaktadır. Bu savaşı kazanmak zorundadır.
Oligarşi açısından, halkın tepkilerini
farklı kanallara akıtamamanın, halkın öfkesinin direkt kendisini hedef almasının
ve ekonomik-demokratik temelden çıkıp
iktidarı alma hedefine yürümesinin önünü açacak güç devrimcilerdir. Bu nedenle, terörünün ve baskısının en çıplak yüzünü gösterir devrimcilere.
Devrimcilere dönük politikası, "bu yolun terk edilmesi, aksi takdirde ölüme hazırlanılmasıdır". Kontranın çifte pasaportlu uşağı Çiller'in dediği gibi, "Ya teslim
olacaksınız, ya da ölecek!" Emekli olduktan sonra Amerikancı halk düşmanları
tarafından tekrar göreve çağrılıp İstanbul
kontrasının başına getirilen Menzir ise
daha açık ve daha tehditkar konuşuyor:
"Sonları ya hapishane ya da hastane
morgu olacak!"
Oligarşinin sözcüleri tehdit ve gözda-
ğıyla halkın bu en değerli evlatlarını,
halk hareketinin fitili durumundaki bu
insanları, "kendisiyle hesaplaşmaya
sokmak, yalnızlaştırmak, silahlarını
kullanamaz hale getirmek" istemektedir.
Özellikle silahlı mücadelenin bütün
engelleri aşıp gelişmesi karşısında
korkuya kapılan egemenler, yüzlerini
gizleme kaygısı bile taşımadan devrimcilere karşı barbarlıkta hiçbir sınır
tanımaz oldular. Son dönemde, "mehmetçiklerin ailelerine gururla yolladıkları resimler basında sık sık çıkmaya
başladı. Bırakalım dirisini, gerillanın
cesedine bile işkence yapan, kadın
gerillaları çırılçıplak soyup teşhir eden
bu düzen, onlara mezar taşını bile lüks
görecek kadar iğrençleşmiştir. '80 öncesinde bir gece vakti Kasımpaşa kimsesizler mezarlığına gömülüyordu
devrimciler. Şimdilerde ise Kasaplar
Deresine ya da Beykoz ormanlarına
atılıyor. Asfalt yollara terk ediliyor cansız bedenleri. Oligarşi kendince mesaj
gönderiyor.
Gözdağı ve yıldırmak amaçlı bu eylemler, devletin kontrgerilla hukukunu
tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Daha doğrusu devletin hukuksuzluğunu...
Oligarşi, bu politikasını aralıksız hale getirerek kanıksanmasını ve günlük
hayatın bir parçası olarak algılanmasını istemektedir. Güvensizlik ve
inançsızlık tohumları ekme gayretindedir.
Bu sinsi politikanın çok yönlü hedeflerinden birkaçı bunlarken, ayrıca
devrimci örgütlerin çalışmalarını baltalayıcı rolünü de eklemek gerekir. Devrimcinin akıbetinden habersiz olan
devrimci hareketin, örgütlenme, çalışma tarzı ve sırlarına ilişkin bilgilerin
düşmanın bilgisi dahilinde olup olmadığının netleştirilmesi zaman aldığından, mücadele belli alanlarda zorluklarla yüz yüze gelebilmektedir.
KAYIP ETME POLİTİKASI TÜM
OLİGARŞİLERİN
VAZGEÇEMEYECEĞİ
BİR SİLAH OLMUŞTUR
Ülkemizde son yıllarda büyük hız
kazanan kayıp olaylarının emperyalistlerce hazırlanıp, yeni sömürge ülke oligarşilerine sunulduğu ve halklara karşı
etkili ve yaygın tarzda kullanıldığı biliniyor. 1967 yılından başlamak üzere
Guatemala'da, 1973'te Şili'de,
1976'larda Arjantin'de "Milli Güvenlik
Doktrini" adı altında ABD desteğiyle
yönetimlere el koyan cuntacılar, bu
yöntemi en kitlesel boyutuyla hayata
geçirdiler.
Guatemala'nın Gualan bölgesinde
Plata ırmağına atılan her olta, insanların bir parçasını getirmeye başladı.
Devlet, hukuk,
kayıplar ve
infazlar
Pacaya yanardağı eteklerinde toplu
mezarlar bulundu. Uruguay'da da durum farklı değildi. 1973 Haziran sonunda iktidarı ele geçiren cuntacılar,
binlerce devrimciyi ormanın derinliklerinde ya da lağım çukurlarında çürümeye bıraktılar. 1973'te halkın oylarıyla
iktidara gelen ilerici Ailende yönetimini
tanklarla devirip iktidara oturan CIA
destekli General Pinochet'in kanlı
diktatörlüğü sırasında on binlerce Şilili
devrimci ve muhalif, stadyumlara doldurulup katledildi. Binlercesinin cesedi
dahi bulunamadı. 1976'lara gelindiğinde sıra bu kez Amerikancı Arjantin generallerindeydi. İktidarı ele geçiren generallerin kurduğu işkence merkezlerine götürülen binlerce devrimci yok
edildi. Özellikle işkence gemisi "33
Orientales" bu kıyımda başrolü oynayan işkence merkezlerindendi. ClA'nın
öğrencisi General Videla'nın işkencecileri binlerce devrimciye işkence yaptıktan sonra ayaklarına taş bağlayıp
uçaklarla okyanusa attılar. Nikaragua'da FSLN önderliğindeki mücadelede
1979'a gelinceye dek 3 bin civarında
köylü "resmi" olarak kaybedildi. Kayıtları tutulmayan on binler hakkında ise
hiçbir bilgi edinilemedi. Latin Amerika'daki Kolombiya, El Salvador gibi ülkelerde de benzer süreçler yaşandı.
Filipinler, İran, Irak gibi ülkelerde de
kitlesel kayıp olayları yaşandığı biliniyor. Özellikle Irak'ta rejim muhalifi on
binlerce kişinin kaydına rastlanamıyor.
Dünyadaki pek çok yeni sömürge
ülkede özellikle askeri cunta dönemlerinde uygulanagelen ya da bu dönemlerde hız kazandırılan bu politika, ülkemizde daha çok cuntanın "sivil" hükümetleri sırasında büyük ivme kazandı.
ikinci paylaşım savaşı sonrasında
bizzat ABD'nin ya da NATO'nun denetimindeki ordular yeniden şekillendirilirken, daha kısa vadeli projelerle iç sa-
Savaşın boyutlanmasiyla başlayan "kayıp etme"
politikası, psikolojik yönü ağırlık taşıyan, tahripkar
bir politikadır. CIA'nın psikolojik savaş uzmanları
tarafından yaratılıp, biçimlendirilen ve yeni
sömürgelere ihraç edilen bu politika, bugün halka
karşı yürütülen savaşın en önemli ayaklarından
biri haline getirilmiştir. Diğer tüm yöntemleri terk
etmemekle birlikte, oligarşi özellikle infaz ve
kaybetme, diğer bir deyişle insanları "yok etme"
tehdidiyle yüz yüze getiren bu politikalara bugün
büyük sürat kazandırmıştır.
vaşa diğer bir deyişle, halkın gerilla savaşına karşı "Özel Güçler"in oluşturulması gündeme geldi. NATO üyesi ülkelerde kurulmaya başlanan bu örgütün ülkemizdeki ilk adı "Seferberlik Tetkik Kurulu" idi. Direkt ClA'ya bağlı bir
kurum olarak çalışan bu örgütün adı
daha sonra 1965'lerde "Özel Harp Dairesi" olarak değiştirildi. Şimdilerde ise
"Özel Kuvvetler Komutanlığı" olarak
anılıyor. Şekli, ismi ne olursa olsun, bu
örgütler tek bir adla anılırlar: Kontrgerilla.
Başlangıçta fazla bir işlevi olmayan
ve özellikle de ordu ve polis içindeki
personelden oluşan bu örgütler 1970'li
yıllarda "paramiliter" örgütlenmelere
açıldı. 1970'lerin sonları ve '80'li yıllarda
ise sınıflar mücadelesine aktif olarak
katıldılar. Çeşitli isimler altında legal,
illegal, karşı-devrimci milis teşkilatlarıyla zenginleştiriciler. Ülkemizde bu
teşkilata sivil olarak kaynaklık eden gücün MHP olduğu fazlasıyla biliniyor artık.
Kontrgerilla, cunta sonrası süreçte
politikayı belirleyen ve uygulayan asıl
güç durumuna geldi. Halkın mücadelesinin, devrimci mücadelenin gelişimine
paralel olarak yeni adımlar atıldı ve gelinen süreçte devletin organik bir parçası haline getirildi ve giderek, emperyalistlerce planlandığı üzere, tasfiye
edilmesi mümkün olmayan ve tamamen ona nüfuz edip ele geçiren, tek
karar sahibi organ haline geldi.
Özellikle '80 sonrasında yaşanan
budur. Kontrgerilla ülke yönetimini tamamen ele geçirmiş durumdadır. Gelişen Kürt ulusal mücadelesi ve devrimci
mücadele karşısında kontrgerilla, etkinliğini, kurumlaşmalarını ve halka dönük saldırı örgütlerini artırıp yaygınlaştırmıştır. Bugün artık tüm devlet kurumlarında bizzat, kendi eliyle denetim
yapmaktadır. Hiçbir yasa ve kural bu
teşkilat için geçerli değildir. Hiçbir yetkilinin bu gücü atlama şansı yoktur. Devlet içinde devlettir özcesi.
Kontrgerillanın bir diğer yüzü sayıları 25 bini aşan Özel Ordu ve Özel
Tim teşkilatıdır. Bu örgütler devletin
görünen yüzündeki hiçbir kuruma bağlı
değillerdir. Kendi yasa ve kurallarıyla
çalışırlar. Kimseden emir almazlar. Bu,
kentlerde de, kırlarda da böyledir. Devletin vitrininde yer alanlar, bu gücün
komutasındadır.
Kaybedilen, kaçırılan 300'den fazla
insanımızın sorumlusu bu güçlerden
başkası değildir. Hiçbir soruşturma ve
araştırma bunlara uzanamamaktadır.
Çünkü, öyle bir noktaya gelinmiştir ki,
Sınıflarla birlikte ortaya çıkan devlet kurumu, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı
aygıtı işlevini görmektedir. Ancak salt bu ifade ediş tarzı devlet olgusuna bütünüyle açıklık kazandırmıyor. Altını biraz daha açmak
gerekir.
Devlet, bir sınıfın egemenliğini diğer sınıf
ve tabakalara dayatırken, bunu belli bir yapılanışla, belli bir işleyişle, kural ve ilkelerle ifade
etmek zorundadır. Başlangıcından bugüne,
gelişim seyri hep böyle olmuştur. Devletler,
bir hukuk anlayışı oluşturmuş ve bu hukuk
dahilinde yasama, yürütme ve yargı denilen
3 temel öğeyi şekillendirip, işlerlik kazandırmışlardır.
Toplumlar tarihinde her dönem (köleci-feodal-kapitalist) egemen sınıflar belli hukuk
normları tespit etmiş ve devlet yapısını buna
adapte etmişlerdir. Ve ağırlıklı olarak bu
normlara sadık kalmışlardır. Çünkü, bu
normların dışına çıkmanın devletin meşruluğuna gölge düşüreceğinin bilincindedirler.
Bunun için yazılı normlarla pratik arasında
bir uyum olmasına genel olarak özen göstermişlerdir. Böyle sürdürmüşlerdir tahakkümlerini. Baskıcı da olsa, faşizan da olsa konulan
yasalar konulmuş ve aynen uygulanmıştır.
Genel olarak bir tutarlılık söz konusu olmuştur hep.
Faşist Hitler ya da Mussolini iktidarlarında bile devlet, faşizan yasa ve yönetmeliklerle
kendi ırkçı, gerici yüzünü yazılı hale getirmiş,
suçlarını kendi yasalarıyla "meşru" kılmışlarOysa ülkemizde durum alabildiğine farklıdır. Türkiye oligarşisinin devleti, kendi koyduğu yasaları bile hiçe saymakta, bunları
ayaklar altına almaktadır. Güçsüzdür, zavallıdır, çaresizdir. "Kırmızı Kitap"larla ülke
idare edilmektedir. Kanun hükmünde kararnamelerle yasama kurumunun işi bitirilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi denilen kurum
tüm yasaların üzerinde bir statüye kavuşturulmuştur. Milyonların iradesi hiçe sayılarak
"Generallerin iradesi" tek güç haline getirilmiştir.
Görünürde ya da "Anayasa gereği" devletin en üst yetkili organı olan Meclis, kelimenin gerçek anlamıyla "hiç"leştirilmiştir.
"Atanmışlar", "seçilmişler"i tanımamaktadır
bile. Yargı ise tam bir komedidir. Yürütmenin iddialarım hüküm haline getiren bir mekanizma olmaktan bir adım öteye geçememektedir. Bir bütün olarak yasama, yürütme,
yargı denilen devletin üç erki, kontrgerilla
teşkilatının uygulamalarını yasal bir çerçeveye oturtan, meşru bir hava kazandıran ve beraat ettiren kurumlar haline getirilmiştir.
Başka bir işlevleri kalmamıştır.
Kendini ifade ettiği biçimi bile reddeden,
icraatlarını bile kendi yasalarıyla açıklayamayan bu devlet, burjuva hukuk normlarınca bile meşru sayılmayacak, tanınmayacak
bir nitelik kazanmıştır.
Kayıplar ve infazlar olayı, devletin hukuksuzluğunun en tepe noktasıdır. Artık öyle bir
durumdur ki bu, devlet yaptığına sahip çıkamaz durumdadır. Bu olay devletin hiçbir yasasına uymamakta, hiçbir kurum tarafından
üstlenilmemektedir. Özcesi bu durum, devletin kendi meşruluğunu inkarıdır.
Böyle bir devlet, halkın gözünde yıkılmayı,
yok olmayı binlerce kez hak etmiş durumdadır. Bu devlete, bu hukuk tanımazlığa, bu
keyfiyete, vahşete karşı savaşmak, dünyanın
en meşru hakkı, en şerefli görevidir.
bu örgütlenme çözüldüğünde devlet kurumu tamamen çökecektir. O denli bir iç
içe geçiş söz konusudur.
Tüm bu anlatımlardan yola çıkarak,
kontrgerilla örgütlenmesini çok esrarlı bir
örgütlenme olarak düşünmemek gerekir.
Aksine bu örgütlenmenin elemanları ve
şefleri bildik-tanıdık yüzlerden farklı değildir. Valiler, Emniyet Müdürleri, Generaller, DGM Savcıları, polisler, subaylar,
maliyeciler, MİT'çiler, JİTEM'ciler, büyük
gazetelerin sahip ve kimi köşe yazarları
vb. pek çok unsur bu teşkilatın elemanı
ya da şefleri durumundadır. Bu unsurlar
görünen yanlarının aksine, kontrgerillanın
ülkemizdeki misyonunu yerine getiren kişilerdir.
Bu örgütlenmenin değişik adlar altında
gündeme geldiğini söylemiştik. Kimi zaman "Hizbullah" oldular, kimi zamansa
"Kemalist Polisler". Ancak adları ne olursa
olsun, tek görevleri vardır: Halkın mücadelesini bastırmak ve devrimci öncüleri imha etmek. Bu yolda, kayıplardan, infazlara, sürgünlerden köy yakmalara,
provokasyonlara kadar her yönteme başvururlar. Dünya halklarının baş düşmanı
ABD'li emperyalistlerin okullarında bizzat
eğitimden geçirilen, zaman içinde programından teçhizatına kadar tüm ihtiyaçları
bu merkezlerden karşılanan bu infaz
mangaları, doğal olarak dünyanın hemen
her yerinde aynı mantık ve çok benzer
yöntemlerle çalışıyorlar.
TEPKİLER TEK BİR NOKTAYA
KİLİTLENMELİDIR
Devletin tüm meşruiyetini yitirdiği, gerçek yüzünü bu kadar açık ortaya koyduğu bu politikalara karşı, halkın tüm kesimlerinin birliğini ele almak, tepkileri tek
bir noktaya kilitlemek bugün önemli taktik
görevlerimizdendir. Eleştiri-birlik-eleştiri
zemininde toplumun tüm duyarlı kesimlerine bu gerçeği götürmek, tepkileri örgütlü
kanallara akıtmak gerekir.
Bundan sonraki süreç açısından, bu
pervasızca saldırılara engel olmak, bunun yollarını bulup çıkarmak ve olanca
gücümüzle yüklenmek gerekiyor. Bunun
için tepkileri tüm toplum düzleminde ve
kitlesel boyutta gerçekleştirmeliyiz. Bu
baskı öyle bir noktaya taşınmalıdır ki,
teşhir o denli boyutlandırılmalıdır ki, oligarşi kendi terör ekiplerine sahip çıkamayacak hale gelmelidir. Böylece, her yeni
adımını çekinerek atacak, "sütten dili yanan" misali bir ruh hali içinde olacaktır.
Mücadeleyi en geniş yelpazeye yaymak, bütün demokratik mevzileri bu yolda kullanmak önemlidir. Dernekler, sendikalar, platformlar, odalar, partiler, halk
komiteleri vb. tüm örgütlenmelerde ortak
hedefler doğrultusunda zeminler yaratılarak mücadele edilmelidir.
Halka, bu suçları ortadan kaldırmanın
tek yolunun bu düzeni ortadan kaldırmak
olduğu gösterilmelidir. Çünkü özellikle
kayıplar ve infazlar konusunda, geliştirilecek her tepki otomatik olarak devleti hedef alacaktır. Arada, devletin suçu yükleyip
kıyıya çekileceği bir kurum yoktur.
Halkımız geliştirdiği tepkilerle de bunu
görmektedir.
Katıldığımız her türlü etkinliğe büyük
bir cesaretle yüklenmeli, gündemler bu
konuya çekilmelidir. Her yer ajitasyon,
propaganda alanı olarak kullanılmalıdır.
Faşizm bu kürsülerde, kahvede, sokakta
her yerde iyice hırpalanıp sarsılmalı, gerçek yüzü halka anlatılmalıdır. Faşizme
Karşı Mücadele ve Savunma Komitelerinin yaratılması ve yaygınlaştırılması bu
süreçte önemlidir. Halkın adalet isteğini
yansıtan bu tür örgütlenmelerle, faşizmi
geriletmek, halkın kendine güvenini geliş-
tirmek mümkün olacaktır.
Mücadelemizi ve örgütlenmelerimizi
halkın her kesimine yayabileceğimiz
önemli bir politikadır kayıplar ve infazlar.
Devletin gerçek yüzünü göstermede bu
süreç iyi değerlendirilmelidir. Ki bu yolla
eylemlerimiz ve örgütlenmelerimiz kitlelere
artan oranda mal olacak, en geniş duyarlılık zemini yakalanabilecektir. Halk
Meclisleri ve Halk Komiteleri bu vb. yollarla çalışacak birleştirici, örgütleyici ve
harekete geçirici misyona sahip olacaktır.
Bu silahımızı bu sürecin önünü açıcı tarzda kullanma becerisini göstermeliyiz. Neredeyse çalınan her kapıdan değişik boyutuyla da olsa olumlu cevap alınabileceği böylesi bir süreçte halkın her kesimini
yetenekleri ve gücü ölçüsünde istihdam
edebileceğimiz yüzlerle ifade edilebilecek
alt birimler de oluşturmak mümkündür.
Yine bu süreçte, bütün mücadele yöntemlerini kullanmanın, buna yeni yöntemler bulup eklemenin önemini de görmeliyiz. Halka gidildiğinde, halkın olanak ve
yaratıcılığı açığa çıkartıldığında, faşizmin
geriletilmesi, saldırıların durdurulması ve
püskürtülmesinde ne denli önemli araçların yakalanabileceği ortaya çıkacaktır.
Teşhir boyutunu aşmayan bu eylemlilikler, suçun kaynağına yönelik bir devrimci şiddet hareketiyle beslenmelidir.
Halkın öfkesi bu noktaya taşınmalı, halkın kitlesel silahlı şiddetini örgütleyebilmeliyiz.
Bütün mücadele biçimlerinin silahlı
mücadeleye bağlı ele alınmamasının,
ona uygun tarzda örgütlenmemesinin bizi
düzen sınırları içinde tutucu etkisi açıktır.
Aksine faşizmden hesap sormak, onu köşeye sıkıştırmanın en önemli yollarından
biridir halkın şiddeti. Bu anlamda, bir yandan halkın duyarlılığına seslenip, onları
kayıplar konusunda bilgi sahibi ederken,
diğer yandan onlara tek çözümün silahlı
mücadele ile bu düzenin alaşağı edilmesi
olduğunu açıkça ifade edebilmeliyiz.
Kamuoyu olgusunu ülke boyutundan
çıkarıp tüm dünya ölçeğinde düşünmenin
ve böyle ele almanın, bu yönde duyarlı
tüm kesimlerin yapabileceği şeyler olduğunun görülmesi anlamında önemli derslerle doludur yaşadığımız süreç. Uluslararası kamuoyunda oluşturulabilecek bilinç ve eylemlilik, faşizmi önemli ölçüde
köşeye sıkıştırmakta ve önemli bir güç
odağı yaratmaktadır.
Faşizmin göstermelik kurumlarını bile
elden teker teker çıkardığı ve tüm uluslararası hukuk ve normları terk ettiği bu
uygulamalar iyi teşhir edildiğinde, önemli
işlevleri olacaktır. Faşizm, bu noktada yapılacak sıkıştırmalara özellikle tahammülsüzdür.
Yine DU aonem, dostu düşmandan
ayırmakta daha bir ustalık kazanma
şansı veriyor bizlere. Yaşanan süreçte bu
tecrübelerden geleceğe dönük dersler çıkarmalıyız. Böylesine kanlı ve alabildiğine gayri-meşru uygulamaların hat safhaya vardığı süreçte, kaçkınlıkların, yasal
sınırlar içinde çözüm önerilerinin ne anlama geldiği daha bir somuttur artık.
ÇÖZÜLMEYİ HIZLANDIRMALIYIZ
Faşizmi her alanda teşhir etmeli, bu
temeldeki ajitasyon ve propagandayı her
anımızın devrimci görevi olarak algılamalı, kentin ve kırın tüm mevzilerinden
devrimci davamız için yararlanmalıyız.
Halkımız süratle düzenden kopma eğilimindedir. Bunun işaretlerini fazlasıyla
vermektedir. Aynı zamanda devlet de,
meşruiyetini kaybetmektedir. Çaresizlik
içindedir ve bu yüzden halk cephesini daraltmak, halkın birliğini parçalamak için
her yolu denemektedir. Güncel gündemi
budur. Provokasyonları hep buna yöneliktir.
Bu durumu iyi gözlemlemeli, buna uygun halkı birleştirici, düşman güçlerini
parçalayıcı, onları saflaşmaya itici politik
tavır alışlar içinde olmalıyız.
Çaresizlik ve çırpınışını sürdüren egemenlerin çözülüşünü hızlandırıcı, halkın
"yönetilmek istememe" duygularını güçlendirici bir eylem çizgisi içinde olmalıyız.
Bunu sürdürürsek, attığı her yeni adım
içinde ve dışında çatlamalara yol açacak,
tüm kesimleri devrim ya da karşı-devrim
arasında tercih yapmaya zorlayacaktır.
Umutsuzluğu umuda, yılgınlığı cesarete dönüştürecek olan halkın savaşıdır.
Faşizme karşı olan tüm kesimleri bu savaşa toplamalı, halkın cephesini en geniş
zeminlere yayabilmeliyiz. Çözülmeyi hızlandırmak, safları belirginleştirmek için
vurmalı, daha şiddetli, daha yaygın vurmalıyız. Her türlü olanağı silah haline getirip, düşmana tüm cephe boyunca soluk
aldırmamacasına vurmalı, faşizmi savunan tüm kesimler bizi karşılarında bulabilmelidir.
SIRA HERKESE GELECEK
Kayıplar konusunda sof, başlangıçta
uzunca bir süre sessizliğini bozmadı. Bugün bazı siyasetlerin dışında bu sessizlik
halen sürmektedir. Ancak, gelinen aşamada belirli bir mücadele çizgisi tutturan
siyasetlerin de "sıra kendilerine geldiğinde" harekete geçtiklerini unutmamalıyız.
Ne zaman faşizm kendilerini de hedeflemiştir, ancak o noktada bir şeyler yapma
gereği duymaya başlamışlardır.
Faydacılık, oportünist solu her konuda
olduğu gibi bu konuda da atıl bıraktı.
Düşmanın hamlelerini doğru tahlil edemeyen ve kendine güvensiz sol, gelişmelere kayıtsız kaldı hep. Ve sıra kendilerine geldiğinde ise neye uğradıklarını şaşırdılar. Daha düne kadar, yapılan onca
çağrıya kulak tıkayanlar, birden bire çağrı
üstüne çağrı yayınlamaya başladılar.
Bugün, büyük bir çoğunluğu hala suskunluğunu koruyan sol, konumuz dışıdır.
Bu siyasetler artık ciddi bir şekilde kendilerini sorgulamalıdırlar. Ancak bugün belli
bir duyarlılık sergileyerek, kayıplar konusunda çeşitli eylemlilikler içine giren yapılar, her zeminde ortak paydalar yaratılarak güç birliği yapabileceğimiz güçlerdir.
Bunlar dışında kalan, hala sessizliğini koruyanları da mücadele arenasına çekmek
için gereken çabayı ve sabrı göstermeliyiz. Herkesle paylaşabileceğimiz şeyler
vardır. Her türden demokratik kitle örgütlenmesinde, mesleki kuruluşlarda, mücadele alanlarında ortak programlar çıkarabilmeli, herkesin yapabileceği bir şeyler
olduğuna inanarak hareket etmeli ve bunu kanıtlamalıyız.
Faydacılık bu gelişmeler içinde oportünist solun nükseden hastalığıdır. İnfaz
ve kayıplar karşısında başlangıçtaki vurdumduymazlık bunun bir ifadesi olduğu
gibi, bugün kayıplar ve infazlar konusunda kendilerinden onlarca hatta yüzlerce
kat fazla kayıp vermiş yapılar ve isimleri
"hasbelkader" liste ve gündemlerine almaları da bunun yansımasıdır. Ancak dışımızdaki solun bu zaafına prim verilmeden, birlik zeminleri zorlanmalıdır.
Sözünü ettiğimiz solun durumu buyken, şimdilik faşizmin kaybetme ve infaz
hedefleri arasına girmeyen küçük burjuva aydınlarımız ise, eylemsizliklerini sürdürüyorlar. Ne yardan, ne serden geçen
aydınlarımızın dönem dönem verdikleri
destek de "dostlar alışverişte görsün"ün
ötesine geçmedi. Popülarite avcısı bu
kesimlerin ağırlıklı olarak yazılı verdikleri
destek de daha çok "duygusal" temelde
olmuştur. Özellikle kayıplar konusunda
döne dolaşa duygulara hitap ilerek,
misyonlarının bir adım ötesine geçememişlerdir. Yakınları kayıp olanların duygularını ticari malzeme haline getiren ve
onları eyleme itmeyen bu tavırlarından
hala da vazgeçmiş değillerdir. Kendilerine soru sormayı, sorgulamayı aklının köşesinden bile geçirmeyen, her şeyi "zorunda bırakıldıklarla açıklama alışkanlığı edinmiş bu kesimlerin, halka yönelik
saldırıda bu denli meşru zemini bile kullanamayışları geldikleri noktayı özetler
mahiyettedir.
Oysa aydınlarımızın unutmaması gereken şeyler vardır. "Sıra" kendilerine de
gelecektir. Hitler Almanya'sında yaşananlar çokça biliniyor. Latin Amerika oligarşilerinin rahipleri bile hedef almış olması,
sıranın kendilerine haydi haydi geleceğinin somut işaretlerinden birkaçıdır. "Seslerini duyup ellerinden tutacak" güçler birer birer katledilip, kaybedilirken, basit de
olsa tepkisiz kalan aydınlarımız, gelecekleri konusunda şimdiden kaygılanmalıdırlar. Faşizm onları hedefleyecektir.
Devrimciler açısından, aydınlarımıza
tarihsel, toplumsal görevlerini hatırlatmak
onları görevlerini yerine getirmeye çağırmak güncel görevdir. Onlara, sürecin dışında olmadıkları, yükümlülükleri hatırlatılmalıdır. Küçük burjuva aydınlar da, saflaşmaya başlamalı, kendilerini bir cepheye taşıyacak sarsıntılar geçirmelidirler.
Onları halkın saflarına katmanın yolları
bulunmalıdır. Bıkmadan anlatmalı, gitmeli
ve somut yapılabilecekler konusunda ısrarımızı sürdürmeli, kaçabilecekleri hiçbir
yer bırakmamalıyız.
YDH ve Galata işgalcileri tutuklandı
Aileler: "Gerekirse
biz devam edeceğiz"
YDH işgalinden gözaltına alınan devrimcilerin aileri çocuklarına herkesin gözleri önünde işkence edilmesini protesto ederek evlatlarına sahip çıktılar.
"Kanlı Gömlekler
Sizin Çocuklarınızın Olsa.."
15 Temmuz'da siyasi şubeye
evlatlarını sormaya giden ailelere
evlatlarının kanlı gömlekleri verildi. Kanlı gömlekleri görünce polislere tepki göstererek "Bu gömlekler sizin çocuklarınızın olsa ne yaparsınız" diyen aileler aynı gün
saat 20.00 sıralarında Nurtepe
Hüseyin Aksoy parkında toplanarak, ertesi gün insan hakları derneği'nde yapacakları basın açıklaması için halka çağrı yaptılar.
Aileler, 16 Temmuz Pazar günü, İHD'de yaptıkları basın açıklamasında, gözaltında kaybedilen
300'ün üzerinde insanın durumlarından haberdar olmak isteyen,
bunun için YDH İstanbul İl binasını işgal eden evlatlarının işkence yapılarak gözaltına alındıklarını belirttiler. Aileler açıklamalarında, "Bizler polis tarafından gözaltına alınan insanların nasıl bir
tutumla karşı karşıya kaldıklarını
gayet iyi biliyoruz. Zira YDH işgalinden alınan evlatlarımızın doktor
raporları ve girişimlerimiz sonucu
ele geçirdiğimiz kanlı gömlekleri
bunun en açık belirtisidir" dediler.
İşgalciler Tutuklandı
13 Temmuz günü YDH işgalinden gözaltına alınanlar 18 Temmuz günü DGM Savcılığına çıkarıldılar. Savcılıkta ifadeleri alındıktan sonra mahkemeye bakacak
hakim olmadığı gerekçesiyle Savcılık eliyle tekrar polise teslim edilerek işkencehaneye geri gönderildiler.
19 Temmuz Çarşamba günü
DGM'ye çıkarılan Mahir Karaçam,
Ali Değerli, Fikret Korkmaz, Barış
Arslan, Bülent Güzel ve Tekin
İme tutuklanarak cezaevine gönderildiler. Aynı gün Galata Kulesi
işgalinden gözaltına alınan devrimciler de DGM'ye çıkartılarak
tutuklandılar.
"Evlatlarımızı Tutuklayanlar
Kayıplardan, Katliamlardan
Yanadır"
YDH veGalata Kulesi işgallerinden gözaltına alınarak tutuklanan devrimcilerin aileleri 20 Temmuz Perşembe günü Nurtepe Hüseyin Aksoy Parkı'nda toplanarak
basın açıklaması yaptılar. Tutuklanan devrimcilerin aileleri ile TİYAD ve Özgür-Der'lilerin basın
açıklaması polis tarafından engellenmeye çalışıldı. Polisin tüm engelleme çalışmalarına rağmen
yapılan basın açıklamasında aileler, "Halka karşı suç işlemeye devam eden devlet, dün DGM'ye çıkarılan evlatlarımızın 14'ünü tutuklayarak suçunu sürdürdü. İstiyorlar ki; kayıpların, katliamların
katillerinden hesap sormayalım,
katillerin elleri soğutulmasın. Her
gün evlatlarımızdan birini daha
katletsinler, kaybetsinler. Hayır!
Buna izin vermeyeceğiz. Evlatlarımıza sahip çıkacağız, yaptıklarının doğru olduğunu haykıracağız.
Gerekirse onların bıraktıkları yerden biz devam edeceğiz." dediler.
Basın açıklaması bittikten sonra aileler dağılırken TİYAD Başkanı Oya Gökbayrak, Atılım Gazetesi muhabiri ve Çağlayan'dan
4 kişilik bir ailenin yolu kesilerek
polis tarafından gözaltına alınmaya çalışıldı. GözaJtına alınmaya
çalışılan insanları halkın sahiplenmesi sonucu polis geri adım atarak çekilmek zorunda kaldı.
Nurtepe halkı gözaltılara izin
vermemek için aileleri gidecekleri
yerlere kadar götürerek büyük bir
sahiplenme örneği sergiledi.
Gözaltına alınırken ve gözaltında gördükleri işkence nedeniyle Taksim Hastanesi Acil Cerrahi
servisine kaldırılan 9 işgalcinin
muayenesinde saptanan bulguları
aynen yayınlıyoruz:
1-Olcay BULUT (1975 doğumlu): Kulak kepçesinde kesiklik, sırt
ve gözde bant şeklinde morluk,
bacakta yuvarlak morluk var.
2-Mahir KARAÇAM (1975 doğumlu): Sol şakak, boyun, sol ve
sağ kürek, sırt ortasında, belde
pek çok bant şeklinde morluklar.
3-Ali DEĞERLİ (1972 doğumlu): Şakakta morluk, sol kürek üstü, sol uyluk, sol bacak, sol kol,
boynun sol altı, göz kapakta morluk, dudakta şişlik, kafada 3
cm.'lik kesik, sol elde kırık.
4-Aşur TAVŞAN (1972 doğumlu): Sağ omuz, sol kürek kemik
üstü.sırtta morluk, üst dudak sıyrtk, kafada kesik, sol bacak uylukta morluk.
5-Gülsare AKKUŞ (1978 doğumlu): Sol kürek kemik üstü, sol
kol, bel, sağ-sol kalça, sırtta gelişen bant şeklinde morluk.
6-Fikret KORKMAZ (1977 doğumlu): Sağ omuz, sol kürek üstü, bel, kol, sırtta morluklar, sağ
uyrukta kızarıklık.
7-Barış ARSLAN (1977 doğumlu): Kafasında cilt altı kan
toplanması (şişlik) sağ omuzda,
sol kürek kemik üstü, sırtta iki
adet morluk.
8-Bülent GÜZEL (1975 doğumlu): Sol kolda, sırt, sağ kalçada bant şeklinde morluk, sağ parmakta morluk var.
9-Tekin İME: (1977 doğumlu):
Boyun arka bölge, sağ ve sol kürek kemik üstü, sırtta bant şekilnde morluklar var.
Tutsak yakınları serbest bırakılsın
Gözaltında kayıpların, katliamların ve işkencelerin sorumlusu
olan kontrgerilla devletinin halkların mücadelesine karşı sürdürdüğü
savaş cezaevlerinde de yansımasını buluyor. Kontrgerilla, Sağmalcılar Cezaevi'nde tutsakların sahiplenilmesine olan tahammülsüzlüğünü bir kez daha gösterdi.
12-13 Temmuz'da cezaevi polis tarafından kuşatıldı, bir kısım
tutsak yakını gözaltına alındı, Ancak gözaltına alınanlar polis tarafından kabul edilmek istenmedi.
Bunun üzerine aileler gözaltına
alınanların isimlerinin açıklanması
ve gözaltındakilerin serbest bırakılmaları için cezaevi müdürünün
odasını işgal ettiler. Olayın tutsaklara ulaşması sonucu ailelerin direnişine destek vermek amacıyla
tutsaklar sayım vermeyeceklerini
açıkladılar. Daha sonra gece saat
02.30'da cezaevine gelen İstanbul
Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin, Başsavcı vekili, Jandarma
Alay Komutanı, Tabur Komutanı,
Cezaevi Müdürleri, Kontrgerilla
şeflerinden Reşat Altay ve tutsak
aile ve avukatları görüşmelere
başladılar. Avni Bilgin'in ailelere
ve tutsaklara "Gözaltına alınanların serbest bırakılacağına ve tutsak yakınlarına herhangi bir saldırı
yapılmayacağına" dair söz vermesi
üzerine tutsak yakınları eylemlerine son verdiler.
Gelişen bu durum üzerine tutsak avukatları sabaha karşı 02.40
sıralarında aileleri evlerine bırakmak için dışarı çıktıklarında altısının yaşları 12-13 olan ve 20'si kadın olan toplam 26 tutsak yakınına
kontrgerilla şefi Reşat Altay ve katil
çetesi tarafından saldırılarak aileler gözaltına alındı.
Konuyla ilgili olarak Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Metin
Narin İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin'in verdiği söze
rağmen polisin aileleri yerlerde sürükleyerek gözaltına aldığını ve bu
ülkede Avni Bilgin gibi kişilerin değil, kontrgerillanın isteklerinin ge-
çerli olduğunu düzen savunucusu
olan Avni Bilgin'lerin işlerine yaradığı müddetçe kullanıldıklarını, ancak işleri bitince hiç düşünmeden
bir kenara atabileceklerini, dolayısıyla göstermelik olan yargı-yasama ve yürütmenin Avni Bilgin'ler
tarafından değil kontrgerilla tarafından yürütülmekte olduğunu belirtti.
15 Temmuz günü Eyüp Cumhuriyet Savcılığı sorgu hakimliğine
çıkarılan ailelerden Fatma Alcan,
Cemile Ayydıldız, Ali Ekber Bad,
Güzel Boztaş, Kibar Saadet, Bilgi
Camekan, Nurettin Erdek ve Kemal Erdinç tutuklanarak Sağmalcılar Özel Tip Cezaevine götürüldüler. Ayrıca tutsak yakınlarından
Ayhan Mimtaş, Ulaş Çelik, Laser
Fidan ve Songül Çiftçi Terörle Mücadele Şubesi'ne götürüldüler. Terörle mücadeleye götürülen tutsak
yakınlarının küfür ve hakaretlere
maruz kaldıkları ve yoğun işkence
altında olduklarını kamuoyuna bildiririz.
Kayıp ve katliamları protesto
eylemleri çoğalıyor
İSTANBUL
13 Temmuz'da Devrimci Halk Güçleri tarafından Nurtepe'de
gözaltında kayıp ve infazlarla ilgili bir pankart asıldı. Pankartta
"Gözaltında Kayıpların Hesabını Sorduk Soracağız-DHG" ibaresi yer alıyordu. Ayrıca aynı günün akşamı Devrimci Halk
Güçleri tarafından bir gösteri yapıldı. 12-14 Temmuz katliamıyla ilgili olarakta "Çayan" mahallesi yazılamalarla donatıldı.
İstanbul, 20 Temmuz günü DHKC-Devrimci Halk Güçlerinin
astığı bombalı pankartlarla uyandı. İlk pankart sabah saat
07.00'de Çağlayan Dere'de asıldı. İki saat kadar asılı kalan
bombalı pankart, halkın yoğun ilgisini çekti. DHKC-Devrimci
Halk Güçleri imzalı pankartta "Kaybedilen 300 Masum İnsan
Nerede? Katilleri istiyoruz, Yargılayacağız" yazılıydı.
Yine aynı sabah saat 08.00'de bu sefer Çağlayan merkezdeydi. DHKC-Devrimci Halk Güçlerinin pankartı. "Yüzlerce Masumun Katilleri, Katliamlara Devam Ediyor. Katilleri Bulacağız,
Yargılayacağız" yazılı pankart ancak bir saat sonra indirilebildi.
Aynı sabah asılan diğer pankart ise Güzeltepe Açıkgöz sokağın meydanındaydı. Halkın ilgisini çeken ve üç saat asılı kalan bomba süsü verilmiş pankartta "Gözaltında Kayıpların Hesabını Soracağız" yazıyor, DHKC-Devrimci Halk Güçleri imzasını taşıyordu.
21 Temmuz günü Okmeydanı DHKC-Devrimci Halk Güçleri
tarafından M.Şevket Paşa, Piyalepaşa, Hasköy ve Örnektepe
mahallelerinde gözaitmda kayıp ve katliamlarla ilgili olarak "Katilleri Bulacağız, Yargılayacağız", "Gözaltında Kayıpların Hesabını Sorduk, Soracağız", "Kaybedilen 300 İnsan Nerede?" şeklinde yazılamalar yapıldı.
ANKARA
Ankara'nın birçok mahallesinde kayıp ve katliamlarla ilgili
çok sayıda yazılamalar yapıldı. Önder Mahallesi'nde yapılan
DHKC imzalı "Kayıpların Hesabını Soracağız, Yaşasın Halkın
Adaleti" yazılamaları yapılırken, Taşocağı Mahallesi'nde "Kaybediien 300 İnsanımız Nerede?" şeklinde DHKC imzalı yazılamalar yapıldı.
Ankara'nın Battalgazi mahallesinde gözaltında kayıplarla ilgili DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı yazılamalar yapıldı. Yapılan yazılamaları "Gözaltındaki Kayıpların Hesabını Sorduk
Soracağız, Yaşasın Halkın Adaleti, Kayıpların Hesabı Sorulacak" şeklindeydi.
17 Temmuz günü Ankara'da Çınçın Ülkü ocağı DHKC/Devrimci Halk Güçleri tarafından molotoflanarak tahrip edildi. Ayrıca Tepecik ve Hacettepe mahallelerinde de "Katliamların, İnfazların Sorumlularından Hesap Soracağız-DHG" imzalı yazılamalar yapıldı.
İZMİR
Kayıplara ve katliamlara karşı 20 Temmuz'da İzmir Çiğli'de
yazılamalar yapıldı, bildiriler dağıtıldı. "Halka Kalkan Faşist
Elleri Kırıyor, Kıracağız", "Gözaltında Kayıpların Hesabını
Soruyor, Soracağız" gibi geniş çaplı yazılamalar Devrimci Halk
Güçleri tarafından yapıldı. Ayrıca Çiğli'nin birçok yerinde dağıtılan bildiriler, açık alanda yapılan bir düğünde de halka dağıtıldı.
Eylem halk tarafından sempati ve coşkuyla karşılandı.
AVRUPA
Kayıplar kampanyası çerçevesinde Avrupa'nın bir çok yerinde çeşitli etkinlikler yapıldı. Bu amaçla bir çok ülkede ve şehirde duvar yazılamaları ve pankartlamalar gerçekleşti. Devrimci
Halk Güçleri tarafından stantlar açıldı ve imza kampanyaları
düzenlendi. Türkçe ve Almanca olarak Devrimci Halk Kurtuluş
Cephesi Avrupa örgütü tarafından el ilanları, bildiriler ve kuşlamalar yapıldı. Bu arada Özgür Halklar Komitesi tarafından hazırlanan ve kayıpların anlatıldığı Almanca ve Türkçe yazılı dosyalar standlarda yerini aldı.
DHKC Avrupa Örgütü'ünün "Kaybedilen 300 insanımızın
Hesabını Soralım. Katilleri Yargılayalım" başlığıyla yayınladığı
bildiride ise şöyle denildi.
"Vatanımızın evlatlarının, genç kızlarımızın, delikanlılarımızın, devrimci ve yurtseverlerimizin katillerini istiyoruz"
"Vatanını seven, halkına bağlı herkesi, hangi düşünce ve
inançtan olursa olsun göreve ve dayanışmaya çağırıyoruz"
"Ülkemizin yüzkarası olan faşizmin suçlarına hep beraber
dur diyelim"
"insanlarımızın kaçırılmasına, kaybedilmesine, katledilmesine hep beraber dur diyelim"
"Kaçırılıp kaybedilen yüzlerce insanımızı bulalım...Binlerce
insanımızı katleden ve katletmeye devam eden katilleri bulup
yargılayalım!"
Dünya kamuoyu, bugün Bosna Hersek'te Srebrenica'dan Tuzla'ya uzanan yeni bir trajediye tanık oluyor.
Bu trajedi, burjuva politikacıları tarafından, basın ve
TV tarafından, çeşitli insan haklan örgütleri tarafından,
dünya kamuoyuna "insanlık ayıbı olarak" sunuluyor.
Hayır, eksik ve yanlış bir adlandırmadır bu.
Srebrenica trajedisi, "insanlık ayıbı" değil, emperyalizmin vahşetidir, gerçek yüzüdür.
BOSNA - HERSEK'TEKİ VAHŞETİN
SORUMLUSU EMPERYALİZMDİR
"Böl, parçala, yönet"; emperyalizm özellikle '80'li yılların sonlarından bu yana tüm ülkelere ve halklara
karşı artan oranda bu planı uygulamaktadır.
Dağılan Sovyetler Birliği topraklarında, Balkanlarda
ve Yugoslavya'da son 4-5 yıldır bitmek bilmeyen savaşların temelinde bu politika ve plan vardır.
Emperyalizm, ekonomik, politik, askeri nüfuzunu
kullanıp milliyetçiliği ve şovenizmi kışkırtarak, halkları
birbirine düşman ederek ve soysuzca birbirine karşı silahlandırarak bu vahşetin hazırlayıcısı olmuştur.
Yugoslavya'nın parçalanmasını teşvik eden emperyalizmdir.
Olayı tek başına Sırp vahşeti olarak görmek ve göstermek de emperyalizmin rolünü ve suçunu gizlemeye
hizmet etmektir. Başta Sırpları hızla silahlandırıp sonra eşit olamayan güçlere silah ambargosu uygulayarak
vahşete çanak tutan emperyalizmden başkası değildir.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER,
EMPERYALİZMİN KUKLASIDIR
Başta ABD olmak üzere, emperyalist güçler dünya
halklarına karşı alacakları tüm kararlarda uygulayacakları tüm yaptırımlarda Birleşmiş Milletler (BM) şemsiyesini kullanmayı kural haline getirdiler.
En bariz haliyle Emperyalizmin Irak'a saldırısında
yaşanan bu durum bugün de sürmektedir.
"BM Barış Gücü" ise emperyalizmin savaşlardaki
rolünü gizlemek için dünya coğrafyası üzerinde dolaştırılan bir piyonlar ordusudur.
Bosna-Hersek'te "vahşetin seyircisi" olarak bulunmakta, emperyalizmin "dünya barışının hamisi" demagojisinin malzemesi olmaktan başka bir rol oynamamaktadır.
DİNLER VE MİLLİYETLER İÇİN DEĞİL,
EMPERYALİST ÇIKARLAR İÇİN
KARDEŞ HALKLAR BİRBİRİNE
KIRDIRILIYOR
Bosna-Hersek'te süren savaş ne müslümanlık ya
da Hıristiyanlık adına, ne de Boşnak'ların ya da
Sırp'ların ulusal çıkarları adınadır.
Boşnaklar, yüzlerle, binlerle katledilmekte, topraklarından sürülmektedirler. Savaşın görünürdeki kaybedenidirler.
Peki, kazanan Sırplar mıdır?
Hayır! Halkların birbirine kırdırıldığı bu savaşın tek
kazananı emperyalizmdir. Boşnakları ezerek savaşı
bitirdikleri noktada Sırplar da, bağımsız ve özgür bir
Sırbistan'ın değil, emperyalizme tam bağımlı bir Sırbistan'ın "sahibi" olacaklardır. Çünkü bu savaş, iki taraf için de gerçek bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı
olarak başlamamıştır. Çünkü bağımsızlık ve özgürlük
savaşı, dünyanın neresinde olursa olsun emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşarak verilir.
Savaşın kazananı, emperyalizmin "halkları birbirine
kırdırarak" ülkeleri ve halkları kendine muhtaç hale getirme politikasıdır. Bugün Boşnak'lar umutlarını emperyalizme bağlamışlardır. Sırplar emperyalizmin onay
ve desteğiyle silahlanıp savaşabilmektedirler. Kazanan emperyalist silah tekelleridir.
EMPERYALİZMİN OYUNCAĞI DEĞİL,
BAĞIMSIZ BİRLEŞİK YUGOSLAVYA
Halkların çıkarları birbirinin kanını dökmekte değil,
emperyalist sömürüye, talana ve zorbalığa karşı güçlerini birleştirmektedir.
Yugoslavya topraklarındaki halklar yıllarca bir arada
yaşayabilmişlerdir. Bugün yaşayamamalarının tek nedeni emperyalist kışkırtma ve milliyetçilik-şövenizm
batağıdır.
Sırp'lar, Boşnak'lar, tüm Yugoslavya halkları Bağımsız, Birleşik bir Yugoslavya için emperyalizme
karşı birleşmeli ve savaşmalıdırlar. Barış, Yugoslavya
topraklarına ancak bu topraklardaki her görünüm ve
biçim altındaki emperyalist güçlerin, halkların ortak direnişiyle kovulmasından sonra gelecektir.
TÜRKİYE OLİGARŞİSİ BOSNA-HERSEK
KONUSUNDA SAHTEKARCA VE
İKİYÜZLÜCE DAVRANMAKTADIR
Çiller hükümeti, CHP'si, ANAP'ı, RP'si, MHP'siyle
düzen partileri baştan beri Bosna-Hersek halkının değil, emperyalizmin yanında olmuşlardır.
Savaşı kışkırtan ve vahşetin sürmesini sağlayan
başta ABD, Almanya ve Fransa olmak üzere emperyalistler olduğunu bilmelerine karşın, emperyalist efendilerine değil tavır almak, tek bir söz bile etmemiş, "Sırp
Vahşeti" deyip, asıl sorumluyu gizleyerek, vahşetin
sürmesine seyirci kalarak destek vermişlerdir.
Onların "Bosna-Hersek halkının yanındayız" deyişleri de, Bosna halkı için toplanan paralara el koyacak
kadar, açlıkla, hastalıkla yüzyüze olan bir halka ciddi
tek bir yardımı göndermeyecek kadar ikiyüzlücedir.
Türkiye faşist devleti, Bosna halkının yanında değildir.
Çünkü kendileri emperyalizmin kuklasıdırlar. Çünkü
kendileri faşisttir ve halklarımıza zulmetmektedirler.
Emperyalizme karşı olmayanlar kendi halklarına zulmedenler, başka halkların destekçisi olamazlar.
HALKIMIZ,
Bosna-Hersek'teki vahşet karşısında tepkinizi, öfkenizi emperyalizme yöneltmelisiniz. "Sırp Vahşeti" em-
peryalizmin desteğiyle gerçekleşmektedir. Emperyalizmi bu vahşeti sona erdirecek "kurtarıcı" olarak görenler ve gösterenler işbirlikçiler ya da emperyalizmin
oyununa gelenlerdir. Emperyalizmin çıkarı savaşın
sürmesindeydi bugüne kadar. Onun için de kılını kıpırdatmamıştır. Yarın "müdahale" ettiklerinde bu "barış"
için, vahşeti sona erdirmek için değil, kendi çıkarları
gerçekleşmiş olduğu için edecektir. Yani emperyalist
silah tekellerinin kasaları yeteri kadar dolmuş, halkların kanı yeterince dökülmüş ve halklar arası düşmanlık
tohumları yeterince yerleştirilmiş, halklar yeterince parçalanmış ve güçten düşürülmüş olduğundan "müdahale" edeceklerdir.
Boşnak halkını emperyalizm değil, emperyalizm ve
emperyalizmin işbirlikçilerine karşı direnmek kurtarabilir
ancak. Bosna-Hersek halkını desteklemek, emperyalizmin vahşetine, Yugoslavya'daki tüm uşaklarına
karşı çıkmak, direnmek ve savaşmaktır.
Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi olarak, Bosna-Hersek'te katledilen halkın, Srebrenica'da sürülen onbinle-rin
acısını, halkımızın bu vahşete duyduğu öfkeyi paylaşıyoruz. Ve halkımızı, dünya halklarını, bu öfkelerini
vahşetin, acıların asıl sorumlusuna yöneltmek için emperyalizme karşı savaşan devrimcilerin saflarına çağırıyoruz.
Bosna halklarının dostları ne emperyalizm, ne Türkiye oligarşisi ne de müslüman olduğunu söyleyip, emperyalizimin uşağı olan Arap devletleridir. Bosna halkının tek dostu ezilen halklardır. Ezilen halklar birleşip
emperyalizmin "böl, parçala, yönet" politikalarına karşı
savaşmadıkça emperyalistler, dinler, mezhepler, milliyetler temelinde halkları birbirlerine karşı kışkırtacak,
savaştıracak, güçten düşürecek, parçalayacaktır. Bugün Bosna'da yaşanan vahşetin sorumlusu emperyalizm ve onun işbirlikçisi Türkiye oligarşisidir.
Halkımız ve bütün dünya halkları emperyalizme ve
faşizme karşı birleşip savaşmadıkça emperyalizm
Bosna'da olduğu gibi katliamın teşvikçiliğini, koruyuculuğunu ve destekçiliğini yapacak ve mazlum halklar
ezilmeye devam edecektir.
EMPERYALİZM, BALKANLARDAN
ELİNİ ÇEKMELİDİR.
EMPERYALİZM, MİLLİYETLER VE
DİNLER SAVAŞI YARATARAK
HALKLARI GÜÇSÜZ DÜŞÜRÜP
EGEMENLİĞİNİ SÜRDÜRMEK İSTİYOR.
BÜTÜN HALKLAR KARDEŞTİR. ORTAK
DÜŞMAN EMPERYALİZMDİR.
DEVRİMCİ HALK
KURTULUŞ CEPHESİ
Emperyalizmin gerçek yüzü:
Srebrenica...
40 bine yakın kadın, çocuk ve yaşlı yollarda, savaşın içinde açlıkla, sıcakla savaşıyor, ölüyor, intihar ediyor. Dünya günlerdir TV ekranlarından bu
trajediyi izliyor. Hem de emperyalist iletişim tekellerinin dünyaya dağıttığı görüntülerle. Emperyalizm
kendi yarattığı vahşetinin filmini sunuyor dünya kamuoyuna.
Ama TV ekranlarında tek bir suçlu görünüyor;
Sırplar.
Bosna-Hersek'teki savaş üç yılı aşkındır sürüyor
ve Srebrenica, bu savaştaki ilk vahşet ya da trajedi
de değil. Son da olmayacak. Zepa'da yaşayan 15
bin insanı da aynı akıbet bekliyor. Ve bu vahşetin
sorumlusu tek başına Sırplar değil. Onlar daha çok
uygulayıcıdır. Asıl sorumlu emperyalizmdir.
SREBRENİCA EMPERYALİZMİN HALKLAR İÇİN
KURDUĞU DÜNYANIN AYNASIDIR
Emperyalizm dünya halklarını nasıl bir dünyada
yaşamaya mahkum etmeye çalışıyor? Srebrenica'dan Tuzla'ya uzanan yol bu sorunun cevabıdır.
Uzayı uydularla dolduran teknolojiye, yüzbinlerce
askeri, tankı, topu üç-beş günde Irak sınırına yığabilen teknik kapasiteye rağmen, Srebrenica'dan kovulup yollara düşen 40 bin insanın açlığa, kilometrelerce uzayan yola karşı verdiği yaşama savaşı
karşısında seyirci kalındığı bir dünyada yaşıyoruz...
Balinaları kurtarmak için onlarca geminin seferber
edilebildiği ve Srebrenica'da susuzluktan, evet yalnızca yeterli içme suyunun olmamasından dolayı da
çocukların ölebildiği bir dünyada yaşıyoruz. Evet su,
yalnızca su, 300 ton, 500,1000 ton su ulaştırılamıyor. Srebrenica'lı çocuklara. Çünkü, bu teknolojinin
sahibi Emperyalizmdir... İnsan nasıl isyan etmez
böyle bir dünya düzenine; eğer insansa!
Emperyalizmin dünya halklarına verdiği ve verebileceği dünya, tüm adaletsizliğiyle budur. Petrole
bulanmış bir karabatak için tüm dünyayı ağlatan
emperyalizm, uyguladığı politikalarla binlerce çocuğu, susuz, ilaçsız bırakır; topları ve uçaklarıyla Ruanda'da, Bosna'da, Irak'ta, Azerbeycan'da yüzbinleri katleder, katlettirir.
Emperyalizm ve işbirlikçileri dünya halklarının
Emperyalizm çifte standartlı falan
değildir. Tek standartı vardır onun, kendi
ekonomik, politik çıkarları... Irak'a bunun
için müdahale etmiştir ve bugün Sırplara
da yine işte bunun için müdahale
etmemektedir... Bosna-Hersek konusun da
BM'i, NATO'yu emperyalist ülkeleri
sadece "müdehale etmemekle"
eleştirenlerin yanıldıkları ya da bilerek
yanlış gösterdikleri nokta, yaşananın tek
başına bir "Sırp vahşeti" olayı olmadığıdır.
Bu savaşın arkasında ABD'si, Almanya'sı,
Fransa'sıyla emperyalizm yardır. Savaşı
kışkırtan, körükleyen, Sırpları
silahlandıran onlardır. Bu sorumluluğu es
geçilerek emperyalizme yöneltilen her
eleştiri, özünde, emperyalist politikaların
onaylanmasına, gerçek suçlunun
gizlenmesine ve katliamların, trajedilerin
sürmesine hizmet eder.
ürettiği tüm değerleri gaspedecek, halkların onurunu ve bağımsızlığını çiğneyecek ancak öte yandan
emperyalist efendiler yine
de özgürlük, demokrasi ve
barış savunucuları olarak
kutlanacaklardır. Dayatılmaya çalışılan, BosnaHersek'teki savaşın, Srebrenica'daki trajedinin gerçek sorumlusu olan emperyalizmin, hala kurtarıcılık rolünü oynayabildiği işte
böyle bir dünyadır.
Emperyalizmin bu
düzeninin kabul eden,
emperyalizme karşı
direnmeyip, tersine ona güvenip,
geleceğini ve iradesini
emperyalistlere teslim eden ülkelerhalklar-örgütler, bunun bedelini bir biçimiyle ödeyeceklerdir. Bu bedel bazen bir katliamdır, bazen bir trajedi,
bazen kölece bir boyun eğişe zorlanmaktır.
Şimdi Sırplara karşı direnmeye çalışan Boşnakların en büyük hatası da
emperyalizme güvenmeleri, silahlarını
onlara teslim etmeleridir. Srebrenica'ya uzanan tarjedide halklarının gerçek bağımsızlığını hedeflemek yerine,
emperyalizmle işbirliğini esas alan
Boşnak milliyetçilerinin de payı vardır.
Bosna-Hersek bir kez daha göstermiştir ki, halkları milliyetçilik ve şovenizm
batağında boğarak dünyayı teslim almaya çalışan emperyalizm, denize düşenin sarılacağı yılan bile değildir.
Çünkü emperyalizm bugün dünyanın
en öldürücü, en yıkıcı, en tehlikeli gücüdür.
EMPERYALİZM
SAVAŞLARIN SONA ERDİRİCİSİ
OLAMAZ
Emperyalizmin tüm olaylardaki "müdahale" politikalarını belirleyen kriter,
çıkarları ve kendi dünya düzenidir.
Emperyalizm Irak'a müdahale etmiştir. Çünkü Irak'ın girdiği Kuveyt,
onun için petro-dolarlar demektir. Petrol şeyhleri üzerine kurduğu Ortadoğu
statükosu demektir. Irak'ın Kuveyt'e
girmesi bu statükoya darbedir. BosnaHersek'te şeyhler, dolarlar yoktur ve Bosna-Hersek
halkının da emperyalizm açısından bir değeri yoktur. Emperyalizm açısından orada değerli olan savaşın kendisidir.
Sosyalist sistemin çözülmesiyle birlikte, emperyalizm "böl-parçala-yönet" politikasını tüm tarihindeki en üst düzeye tırmandırma ve yaygınlaştırma imkanı bulmuştur. Emperyalizm bu politikayla "bir taşla
birkaç kuş" vurmuş olmaktadır. Halkları birbiriyle
kırdırarak bir yandan halkların tüm insan ve maddi
kaynaklarını tüketip güçsüzleştirmekte ve onları
ekonomik, politik her açıdan emperyalizme muhtaç
hale getirmekte; bir yandan da halklar arasındaki
savaşlar sürdükçe emperyalist ekonomiyi ayakta tutan silah sanayi sürekli işlemektedir. Keza, halklar
arasındaki savaş ve suni çelişkilerin sürmesi, kalıcılaşması emperyalizmin işine gelmektedir.
'80'li yılların sonuna kadar emperyalizmin silahlanmasının ve yeni-sömürge ülkeleri de silahlandırmasının gerekçesi olan "Sovyet Tehdidi", "Komünizm tehlikesi" yoktur bugün. Bu yüzden emperyalizm askerileşmiş ekonomisini ayakta tutmak için
bölgesel savaşlara, gerginliklere daha fazla ihtiyaç
duyar hale gelmiş ve hemen tüm Rusya, Balkanlar,
Ortadoğu, Afrika, Asya politikaları bu ihtiyaca göre
biçimlendirilmiştir.
Halklar-ülkeler arasındaki bölgesel savaşların
emperyalizm açısından böyle "hayati" önem kazandığı bir noktada, emperyalizmden savaşları sona
erdirici "müdahaleler" beklemek, doğal ki, mümkün
değildir. Ancak dünya kamuoyunu böyle bir beklenti
içine sokmak da hep gündemde tutulan bir demagoji olarak, bu saldırgan, kışkırtıcı, aşağılık "halkları
birbirine kırdırma" politikasını tamamlayan bir par-
M-L'ler, Devrimciler, Demokratlar, Aydınlar,
çadır. Emperyalistler bu anlamda zaman zaman,
dünya kamuoyunun gözünde "dünya barışının güvencesi" oldukları aldatmacasını sürdürebilmek ve
denetimi hep ellerinde tutabilmek için -onbinlerce,
yüzbinlerce insan öldükten, silah tekelleri kasalarını
"yeterince" doldurduktan sonra- çeşitli müdahalelerde bulunmakta, ancak bir yerde bir savaşı sona
erdirirken bir başka yerde benzer bir çatışmanın) tohumlarını yeşertiyor olmaktadırlar.
TÜRKİYE OLİGARŞİSİ BOSNA-HERSEK
HALKININ DEĞİL, EMPERYALİZMİN YANINDA
Bugün, hükümet, tüm düzen partileri ve oligarşinin burjuva basınındaki tüm sözcüleri koro halinde
emperyalist ülkeleri müdahale etmemekle, çifte
standart uygulamakla suçluyorlar.
Emperyalizmin Irak halkına saldırısını "özgürlük"
adına, "dünya barışı", "uluslararası hukuk" adına
onaylayıp alkışlayanların bugün Bosna-Hersek halkına sahip çıkmaya herşeyden önce yüzleri yoktur.
Hükümet bir yana, politikacılar bir yana, basındaki
"sol"cu, "liberal", "demokrat" köşe yazarları, sağcı
basının "müslüman" köşe yazarları nasıl alkışlamışlardı Irak'a müdahaleyi. Diktatörlerin dünyanın düzenini bozmasına izin verilemezdi!.. İzin vermeyen
kimdi oysa? Emperyalizm. Bozulan düzen de emperyalizmindi. Bunların hiç biri o zaman, acaba Irak
Kuveyt'e değil de, Kuveyt Irak'a girseydi, emperyalizm aynı özgürlük şampiyonluğuna soyunup, milyonlarca dolar masrafla yine seferber olup müdahale
eder miydi? diye sormadılar hiç.
Emperyalizm çifte standartlı falan değildir. Tek
standartı vardır onun, kendi ekonomik, politik çıkarları... Irak'a bunun için müdahale etmiştir ve bugün
Sırplara da yine işte bunun için müdahale etmemektedir... Bosna-Hersek konusunuda BM'i, NATO'yu emperyalist ülkeleri sadece "müdahale etmemekle" eleştirenlerin yanıldıkları ya da bilerek yanlış
gösterdikleri nokta, yaşananın tek başına bir "Sırp
vahşeti" olayı olmadığıdır. Bu savaşın arkasında
ABD'si, Almanya'sı, Fransa'sıyla emperyalizm var-
Srebrenica'daki trajedi yaşanırken,
hükümet sessizliğini örtmek istercesine
1992den bu yana Bosna-Hersek'e 17
milyarlık ilaç vs. yardımı
yapıldığını açıklıyor.
Bosna-Hersek halkı için bir şey
yapmadıklarını gizlemek için "birşeyler
yaptıklarını kanıtlamaya çalışırken" bile
gülünçtürler,politikalarındaki
sahtekarlığı ele vermektedirler. Bu
para, işadamının kızının düğününde
verilen hediyelerin tuttarı kadardır. Bu
kadar yanındadırlar
Bosna-Hersek halkının.
Srebrenica'da akıtılan kan, dünya halklarının kanıdır. Trajedi,
halkların trajedisidir. Srebrenica'da yollara dökülen, aşağılanan,
eza çekenler, halktır.
Bosna-Hersek halkına sahip çıkmak, Bosna için topladıkları
milyarları gaspedenlerin, emperyalizmin uşağı oligarşinin ve
hükümetinin işi olamaz. Bosna, Azerbaycan ve benzeri yerlerde
yaşanan katliamlar, gericilerin, faşistlerin din ve ırk sömürüsüne, onların halkların yaşadığı acıları kullanıp ülkemizde gericiliği
ve şovenizmi körüklemekten başka amacı olmayan her türden
istismarına terkedilemez.
Tüm bu vahşetin, halkların kıyımının sorumlusu bellidir. Emperyalizmin halkları birbirine kırdırarak teslim almaya çalıştığı
bu zeminde teşhir ve protesto etmek, halkları bu savaşları sona
erdirmek için emperyaiizme karşı savaşa çağırmak görevimizdir. Dünya halkları arasındaki dayanışma için; emperyalist politikaları geriletmek ve bozmak için; emperyalizme karşı halkların
güç birliği için ve ülkemizde gericilerin, faşistlerin bu halklara
sahip çıkıyor görünmesindeki sahtekarlığın gericiliğin ve şovenizmin körüğü olarak kullanılmasını engellemek için; bu görevi
omuzlamalı, pratiğimizde somutlamalıyız.
dır. Savaşı kışkırtan, körükleyen, Sırpları silahlandıran onlardır. Bu sorumluluğu es geçilerek emperyalizme yöneltilen her
eleştiri, özünde, emperyaTürkiye Halkları, Dünya Halkları;
list politikaların onaylanAcıyla, öfkeyle, küfürle, kahırla izliyoruz Srebrenica'da yaşamasına, gerçek suçlunun
nanları. Emperyalizmin dünya halklarına yaşattığı ve izlettirdiği
gizlenmesine ve katliamlailk vahşet, ilk insanlık ayıbı değildir bu. Belki yarın da Zepa'da
rın, trajedilerin sürmesine
yaşanacak, öbürsü gün dünyanın ya da ülkemizin bir başka köhizmet eder.
Türkiye oligarşisinin, hü- şesinde. Bu vahşete, bu insanlık ayıbına öfkemiz, küfrümüz,
kümetinin, politikacılarının kahrımız, emperyalizme yönetmezse boşunadır. Öfkenizi, tepkida zaten Bosna-Hersek'te- nizi emperyalizme değil de, yanlış yerlere, halklar arasına, yeni,
ki halkın katledilmesini ön- bitmeyecek düşmanlık tohumlan ekmeye yöneltenler bilin ki,
lemek diye bir dertleri yokgerçek suçlular emperyalistler ve onların işbirlikçileridir.
tur. Onlar da, "Sırp VahşeUnutmayın ki, gerçekte bir "insanlık ayıbı" değildir Srebreniti" diyerek emperyalist
efendilerinin suçunu gizle- ca. Emperyalizmin ayıbıdır. Ve insanlık, ancak emperyalizmi
mekte ve efendilerini "mü- durdurmak, yıkmak için savaşmadığında bu ayıbın ortağı otur.
dahaleye" çağırıp kurtarıcı
Halklar kardeştir. Düşman emperyalizmdir. Öfkenizi ve tepkiolarak kutsamaktadırlar. nizi suçluların, işbirlikçilerin saflarında boğmayın. Devrimcilerin
Kamuoyu karşısındaki
saflarında gerçek düşmana yöneltin.
eleştirileri, "Bosna-Her- izin verdiği kadardır.
sek'e" ilgileri efendilerinin
Srebrenica'da
yaşananlar
karşısında
iktidar
virmeye çalışıyorlar. Her şeyi yakıp yıkarken
nerdeyse sessiz, tepkisiz kalmış, her zamanki
tiyatroda hep yapan, kuran, kurtaran maskesiyle dogöstermelik girişimlerinden bile geri durmuştur. laşmak istiyorlar. Ama katledilen, katledilmeye deAnlaşılan o ki emperyalizm öyle istemiştir.
vam edilen yüzbinlerin cesetleri, yaşanan insanlık
İktidarın ve düzen partilerinin sözcüleri "Bosnatrajedileri orta yerdedir, hiç bir dekorun, hiçbir seHersek'li müslüman kardeşlerimizin yanındayız"
naryonun gizleyemeceği kadar çokturlar. Emperyaderken yalan söylemektedirler.
lizmle ve işbirlikçi yönetimlerle uzlaşarak, onların
Srebrenica'daki trajedi yaşanırken, hükümet adeta
düzenine, kurallarına tabi olarak hiç bir halkın basessizliğini örtmek istercesine 1992'den bu yana
ğımsız olma, özgür yaşama, mutlu olma hakkı yok
Bosna-Hersek'e 17 milyarlık ilaç vs. yardımı yapıldı- bu dünyada. Bu hak ancak, emperyalizme, onun
ğını açıklıyor. Bosna-Hersek halkı için bir şey yapbeslediği saldırganlara direnilerek kazanılabilir. Yemadıklarını gizlemek için "birşeyler yaptıklarını kani bir dünyayı yapacak, kuracak tek güç halkların
nıtlamaya çalışırken" bile gülünçtürler, politikalarınkendisinden başkası değildir. Bosna-Hersek halkıdaki sahtekarlığı ele vermektedirler. Bu para, işadanın yaşadığı vahşetin ve trajedinin bitmesinin de
mının kızının düğününde verilen hediyelerin tutarı
başka bir biçimi yoktur.
kadardır. Bu kadar
yanındadırlar Bosna-Hersek halkının.
Sürgünde Kürt
Parlamentosu'na ev
sahipliği yaptı diye,
DHKC'ye büro açma izni verdi diye
şu ya da bu ülkeyi
"kırmızı liste"lere
alan oligarşi, örneğin Sırplara silah
veren Almanya'ya
böyle bir tavır almayı aklından geçirmiyor elbette. Sırp
vahşetinin bu kadar
karşısındadırlar.
Emperyalizm ve
işbirlikçisi yönetimler, dünyayı büyükçe bir tiyatroya çe-
Dört Devrimci Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi tutsağı özgür
O, duvar
o, duvarlarınız
vız gelir bize
vız...
Dört Devrimci Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi tutsağı 17 Temmuz günü gerçekleştirdikleri firar
eylemiyle özgürlüklerine kavuştular. Ali Rıza Kurt, Tevfik Durdemir, Celalettin Ali Güler ve Bülent
Pak şimdi oligarşinin duvarları dışındalar.
Buca Cezaevi"nde Devrimci
Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsaklarının tutuldukları "Yeni Bölüm" adlı kısımdan ziyarete çıkmak üzere ayrılan 4 Devrimci
Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsağı, devrimci kararlılık ve yaratıcılıkla bir kez daha oligarşinin karanlık zindanlarının kapılarını özgürlüklerine kavuşmak üzere açtılar.
Devrimlci tutsakların özgürlüklemeleri değildi bu. Buca Cezaevi'n
deki devrimci tutsaklar bir çok kez
firar eylemleri örgütlemeye çalışmışlar ancak bunlar çeşitli nedenlerle gerçekleştirilememişti.
Her firar denemesi sonucu devrimci inanç ve kararlılıkla yeni bir
mızın da asla kuşkusu olmasın"
derken devrime ve halka olan
bağlılıklarını kavgaya ve özgürlüğe olan inançlarını haykırıyorlardı.
Yine aynı açıklamalarında şöyle
sesleniyorlardı. "Bir gün dağlarda kentlerde ama mutlaka
cephelerde görüşeceğiz" Bu
sözler devrimci tutsaklar tarafından boşuna söylenmedi.
Onlar 12 Mart faşizminin zindanlarını aşarak özgürlüğe koşan
Mahir'lerin, Ulaş'ların soyundan
geliyorlardı.
Onlar cezaevlerini sınıflar mücadelesinin bir parçası olarak ele
alan anlayışın temsilcileriydiler.
Onlar her zindanın mutlaka bir
çıkış yolu vardır diyenlerdir.
Devrimci tutsaklar en doğal en
meşru hakları olan özgür olma
haklarını kullandılar. Bu özgürlük
tutkusu inancın, kararlılığın ve
mücadeleye olan bağlılığın ifadesiydi.
Dört Devrimci Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi tutsağının özgürlük eylemi devrime ve halka olan
inancın zaferidir.
Devrime ve halka olan inançlarını hiçbir zaman yitirmeyen tüm
duygularını ve yaratıcılıklarını
devrime yönelten Devrimci Halk
Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsakla-
yapma bahanesiyle gelen polis,
evde bulunan akrabalarından Satılmış Isıtır ve eşi Teman Işıtır'ı bir
odaya sokarak 3 polisi başlarına
bıraktı.
Daha sonra gazetemiz çalışanlarından Sümbül Gösteriri sorma
bahanesiyle anne ve babasına silah kabzasıyla, tekme, tokat ve
küfürlerle saldırdılar. Anne Meral
Gösterir'in ağzına silah dayayıp
"Devlet bu silahı bize sizi öldürmemiz için verdi" diyerek tehditlerle saldırılarını sürdürdüler. Baba İsmail Gösterir'i yanlarına alan
polisler polis aracında 1.5 saat
boyunca elleri kelepçeli halde döverek ve hakaret ederek saldırılarını sürdürdüler.
Dayak ve işkence sonucu vü-
cutlarının her yerinde morluklar
oluşan ve ayakta duracak halleri
kalmayan muhabirimizin anne ve
babası 18 Temmuz günü Adli
Tıbba sevkleri için Bornova Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundular.
Özgürlük eylemi sonrası, Buca
Cezaevi'ne görüşe gidenlerden
Ali Duru, Menekşe Kılınç, Turhan
Kılınç ve ismini öğrenemediğimiz
bir kişi ise şu anda gözaltında.
Ana babalarımıza saldıran işkencecilere söyleyecek tek bir
şey var: Yaptıklarınızın hesabını
vereceksiniz. Analarımızın ağzına
dayadığınız silahınız da sizi kurtaramayacak. Analarımızın babalarımızın ahi yerde kalmaz, kalmayacak.
Aydın Merkez Kapalı Cezaevi'nden Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi
tutsağı Ümit İlter'in Özgürlük eylemiyle ilgili mesajını yayınlıyoruz:
MERHABA,
Dağlarda, şehirlerde ama bir gün mutlaka Cephelerde
görüşme inancını hiçbir koşulda yitirmeyen özgür
tutsaklarımızdan dördünü daha kurtuluş savaşımıza
göndermiş olmanın coşkusunu taşıyoruz.
özgürlük eylemi için kollarını sıvayan devrimci tutsaklar oligarşinin
duvarlarını aşarak bir gün mutlaka zindanların ötesine geçecekleri
inancını asla yitirmediler.
9 Şubat 1993'te Buca Cezaevi'nde sürdürülen özgürlük eylemi
sırasında açtıkları 23 metrelik tünelin bulunmasından sonra yaptıkları açıklamada Devrimci Halk
Kurtuluş Partisi-Cephesi tutsak'arı
"And içiyoruz ki bir gün mutlaka bu duvarları delip geçeceğiz,
bundan dostun da, düşmanları-
rının özgürlük eylemi duyulur duyulmaz karşı-devrimci cephede
panik ve korku devrimci saflarda
ise büyük bir coşku yaşandı.
Özgürlük Eylemi Sonrası
Polis Saldırısı
Firarları hazmedemeyen polis
hemen her firar sonrası azgınca
saldırır, çevrede bilinen insanların
evlerine baskınlar düzenler. İzmir
polisi de öyle yaptı. Aynı gece
Kurtuluş gazetesi çalışanlarından
Sümbül Gösterir'in evine arama
Rıza, Celo, Tevfik, Pak... Hepsinin yüreklerine öfkemizi,
inancımızı, özlemlerimizi yükledik. Şimdi kentlerin
sokaklarında, dağların patikalarında, fabrikalarda, okullarda,
tarlalarda, varoşlarda, ama illa kî Cephelerde onlarlayız.
Umutlarımız, nehir olup taşarak denizlere kavuştu onlarla...
Mahirlerden, önderimizden bu yana bir kez daha duvarları
parçalayarak yüreğimizi kabarttılar, onurumuzu, coşkumuzu
güçlendirdiler.
Ve bir kez daha özgürlük tutkusunun Parti-Cephe ailesinin
bir geleneği olduğunu somutladılar. Örnek oldular.
Sefam olsun, oligarşi için ölüm kabusu, halklarımız için
coşku olan dörtlere.
Selam olsun, özgürlüğe bayrak bayrak koşanlara.
Selam, olsun bir gün mutlaka diyen özgür tutsaklara...
Çok yönlü bir savaşın içindeyiz.
Düşman, yalnız silahlı mücadele cephesinde değil, her cephede halka karşı
acımasız bir savaş yürütüyor. Kan döküyor, cana kıyıyor, zorbalık yapıyor.
Emperyalizm ve oligarşi, devlet denilen baskı aygıtının tüm olanaklarını bu
savaşı kazanmak için seferber edip,
eğitim kurumlarından tutun da, Sağlık
alanına, Ordusundan Maliyesine tüm
yapılarını bu savaşın birer elemanı haline getiriyor. Diğer bir deyişle düşman,
her şeyi silah haline getiriyor.
Terör, yalan, demagoji, tehdit ve
gözdağı bu savaşın değişmez elemanları. Düşman bu silahları en verimli
tarzda kullanıp, en kısa sürede mümkün olan en büyük kazancı elde etmeyi
hedefliyor. Emekçi halkı ve devrimcileri
korkutmak, yıldırmak ya da hareketsiz
bırakmak için kimi zaman "ibret-i alem"
için en vahşi eylemleri düzenlerken, kimi zaman da "mağdur" rollerine soyunuyor. Silahlarını koordineli kullanmak
ve eş güdümü sağlamak için önlemler
alıyor, yeni kurumlaşmalara ve düzenlemelere yöneliyor.
Bir yandan infazlar, katliamlar ve
kaybetmelerle savaşını sürdürürken, diğer yandan "hedef kitle"nin ruh halini ve
eyleminin geldiği boyutu değerlendirerek psikolojik savaşın en kirli yöntemlerine başvuruyor. Ya eylemi gizleme yoluna gidiyor ya da sıkıştığı noktada yalan ve demagojilerle eylemini haklı çıkaracak zemini oluşturmak için basınTV vb. araçları kullanıyor. Özellikle
devrimcileri yıpratmak, kitlelerden yalıtmak, moralman geriletmek, halkın devrimcilere duyduğu ilgiyi köreltmek ve
cesaretini kırmak için her türlü araç ve
yöntemi devreye sokuyor. Halkın değerlerini sınır tanımaksızın istismar ediyor, kirli ve hayasız bir savaş yürütüyor.
Aracın bol, yöntemin sınırsız olduğu
bu koşullarda bile savaş, kendi ilke ve
kurallarını dayatarak düşmana ancak
geçici başarılar kazanma hakkı tanıyor.
Çünkü savaşın sonucunu belirleyecek
olan temel kıstas haklı olup olmama
durumudur. Teknik üstünlük de önemli
bir faktördür ama, sonucu etkileyen faktörlerden biri olmaktan öte bir anlam taşımaz.
SİLAHLARIMIZI KUŞANMA
ZAMANIDIR
Savaş, iradeyi karşı tarafa kabul ettirmek mücadelesi olarak kısaca özetlenebilir. Bir kez başladıktan sonra önünü
almak, sonuçsuz bırakmak mümkün
değildir. Ya yok olacaksındır, ya da kazanacaksın. Bunun bir üçüncü yolu
yoktur.
Neden savaşıyoruz, haklı bir nedenimiz var mı? Kime karşı savaşıyoruz?
Hedefimiz kimler ve nelerdir? Savaşırken hangi araç ve yöntemleri kullanacağız? Düşmana karşı avantaj ve dezavantajlarımız nelerdir? Evet, tüm bu
soruların cevaplarını vermeli ve daha
önemlisi bu cevaplar birbirini tamamlar
nitelikte olmalıdır. Çünkü ne sadece
haklı olmak yeterlidir, ne de uygun silahlara sahip olmak. Ne sadece hedef-
lerimizi doğru seçmemiz yeterlidir ve ne
de ciddi avantajlara sahip olmamız.
Tarihsel olarak haklıyız ve bilim de
bizden yana. Bu noktada yaptığımız
tahliller ve stratejik hedefimiz doğrudur.
Hayatta da bu doğruluk defalarca kanıtlanmıştır. Asıl tartışılması gereken konu bugün için bu değildir. Devrime giderken hangi araçları ve yöntemleri kullanmamız gerektiği ve hedefimizin kimler ve neler olduğudur. Tartışmamız gereken silahlarımızın neler olduğu, neleri
silah haline getirebileceğimiz ve hangi
hedeflere yönelteceğimizdir.
Psikolojik, fiziki ve ideolojik boyutuyla süren savaşımızda, düşmanımızın
hangi silahlarla üzerimize geldiğini hepimiz görüyoruz. Faşizm, tankıyla, topuyla, uçağıyla, panzeriyle, yalan ve
demagojileriyle, dedikodu ve söylentileriyle, mahkemeleriyle, bürokratlarıyla,
basınıyla, televizyonuyla her şeyi tek
merkezden güdümlü hale getirerek saldırıyor bizlere.
Faşizmin en büyük dezavantajı, devasa teknolojik ve fizik üstünlüğüne
rağmen, tüm benliğiyle zaferi kazanmaya kilitlenmiş, haklılık ve meşruiyetine
inanmış, tüm fizik ve ruh kapasitesini
mücadele alanlarına taşımış "insan"
faktörüne sahip olmayışıdır. Geçici başarılarına rağmen, onu nihai anlamda
yenilgiye götürecek olan olgu burada
saklıdır. Örnek vermek gerekirse, bugün dünyada milyonlarca İnsanı kendine bağlamış ve savaşa sürmüş olan
emperyalizm, 75 gün kendisi için ölüme
yatabilecek, santim santim ölüme giderken bile davasından dönmeyecek
ya da son anında, o en değerli varlığını
yitirmeye birkaç saniye kalmışken bile
yarasına bandığı eliyle duvara inancının adını yazabilecek bir tek insan çıkarabilir mi? Cevap hayırdır. Düşmanın
büyüklüğü kafasına ilk taşı yiyen polis
şefi gibi koftur. Onu, böylesine silahlanmaya iten güç işte bu zayıflığı ve "silahsızlığı"dır aslında. Çünkü onlarda ozanın dediği gibi: "...İnsanlar makineleri
değil, makineler kullanır insanı". Onu
yine böyle saldırganlaştıran neden ise,
hiçbir haklı gerekçeye sahip olmamasıdır. Dolayısıyla, insanları inandıramamaktadır. Kendine, çıkarsız, salt inançla
bağlanmış tek bir insan bulamamaktadır. Bu nedenle her yeni örgütlediği
insan, her yeni icat ettiği silah ve teknoloji er ya da geç kendini vuran silaha
dönüşmektedir. Ve bü kaçınılmazdır.
Faşizme karşı yürüttüğümüz savaşın
en temel öğesi insandır. Bu silahı iyi
değerlendiren ve doğru yönlendiren gücün zafere ulaşamaması mümkün değildir. Kararlı insan iradesinin önüne
hiçbir bir güç geçemez ve bu güç asla
durdurulamaz. En göz kamaştırıcı silahların bile insan iradesinin ürünü olduğu ve yine insan tarafından kullanılıp
yönlendirildiği düşünülecek olursa olay
sadeleşir.
Kararlı insan iradesi derken, tüm yeteneklerini savaşa sürme kararlılığına
sahip insandan bahsediyoruz. Silah
derken de çapı, azami ve etkili menzili
şu kadar, şu kadar diye resmedebileceğimiz tabancayı, tüfeği kastetmiyoruz
elbette. Mutlaka bunlar da birer silahtır.
Ancak tek başına yetersiz ve etkisizdir.
Bu anlayış kısır bir anlayıştır.
Oysa hepimiz daha doğuştan itibaren silah haline getirebileceğimiz yeteneklerle doluyuz. Bir bakışımızın, bir
susuşumuzun, bir sloganımızın, bir
haykırışımızın bile yeri ve zamanı iyi
seçildiğinde en kuvvetli silahlardan daha etkili sonuçlar yarattığını kim yadsıyabilir? Şubedeki susuşumuzun, dişimizi
sıkışımızın, dik duruşumuzun, göz
bandı indirme kararlılığı gösterişimizin
yarattığı etkiyi getirelim gözlerimizin
önüne. Kaleme aldığımız bir bildirinin,
yaktığımız bir türkünün, oturup-kalkışımızın, temiz ve disiplinli yaşam tarzımızın yarattığı etkiyi başka hangi silahla
sağlayabiliriz? Vietnam halkının 1.5
milyonluk ve her türden yüksek teknoloji ürünü silahlarla donanmış Yankee'lere karşı yürüttüğü savaşta nelerin
silah haline getirildiğini ve ne büyük sonuçlar yarattığını hatırlayalım. Bu savaşta, cangılların insanı saklama özelliğinden, coğrafya bilgisine, zehirli yılanlardan, dışkıların renkleri hakkındaki
bilgiye kadar her şey ama her şey cepheye sürülmüş ve ABD'li insan avcılarına bugün hala üzerlerinden atamadıkları "sendromun" ilk tohumları atılmıştır.
Ülkemizde de savaş böylesine küçük silahların birleşmesi sonucunda kazanılacaktır. Hiç kimse, zafer öncesinde emperyalizmle benzer ve eşit silahlara sahip olacağımızı tasavvur etme-
Psikolojik, fiziki ve ideolojik boyutuyla süren
savaşımızda, düşmanımızın hangi silahlarla üzerimize
geldiğini hepimiz görüyoruz. Faşizm, tankıyla, topuyla,
uçağıyla, panzeriyle, yalan ve demagojileriyle, dedikodu
ve söylentileriyle, mahkemeleriyle, bürokratlarıyla,
basınıyla, televizyonuyla her şeyi tek merkezden
güdümlü hale getirerek saldırıyor bizlere. Faşizmin en
büyük dezavantajı, devasa teknolojik ve fizik
üstünlüğüne rağmen, tüm benliğiyle zaferi kazanmaya
kilitlenmiş, haklılık ve meşruiyetine inanmış, tüm fizik ve
ruh kapasitesini mücadele alanlarına taşımış "insan"
faktörüne sahip olmayışıdır. Geçici başarılarına rağmen,
onu nihai anlamda yenilgiye götürecek olan olgu burada
saklıdır.
melidir. Bu mümkün değildir.
Kullanım yeri ve zamanı iyi seçildiğinde en etkili silahlardan biridir bedenimiz. Unutulmamalıdır, '80 cuntası
sonrası toplumsal muhalefetin kıvılcımı,
silahların namlularından çıkan ateşle
değil, can pahasına yürütülen ölüm
orucu ile çakılmıştır. Ve o kıvılcım bugün, yüzbinlerin elinde silaha dönüşmüştür. Bu eylem, olanakların neredeyse sıfırlandığı noktada bile neler yapılabileceğinin, nelerin silah haline getirilebileceğinin örneğidir.
Amacımız silahlanmaktır. Düşmanı
kahredecek, yakacak, yıkacak, elini kolunu bağlayacak silahları bulup çıkarmaktır.
Düşmanı yenebilmenin, halk kitlelerini
düşmana karşı ayaklandırabilmenin
yolu, her savaşçının koşullarını değerlendirerek, hangi yetenek ya da aletedevatını düşmana karşı silah haline
getirebileceğini düşünmesinden geçiyor
biraz da. Ama asıl olarak bulunması
gereken, düşmanı yok edecek silahlardır.
Aksi düşünce, savaşçı niteliklerine
sahip olmamakla özdeştir. Savaşçı
daktilo yazarken de savaşçıdır, Kaleşnikov kullanırken de. Bomba imal ederken de savaşçıdır, şarkı bestelerken
de. Önemli olan aynı savaş örgütünün
farklı cephelerinde düşmana darbeler
vurmak, saldırılarını püskürtmek, alternatif olabilmek, onu geriletmek ve imha
etmektir. Bu ruha ve anlayışa sahip
olunduktan sonra diğer konular ayrıntıdır. Bu ruha sahip olan bir insanın, bir
tabancanın ya da bir RPG-7'nin nasıl
kullanılacağını öğrenmesi birkaç saatlik
bir çalışma gerektirir, hepsi o kadar.
"Tetiği bilek değil, yürek çeker" özdeyişini akıldan çıkarmamalıyız.
Kalemimiz, daktilomuz, sazımız, taşımız, sopamız, bıçağımız, tabancamız
vb. her şey kullanana ve yöneltildiği hedefe göre anlam kazanır. Tek başlarına
hiçbir şey ifade etmezler. Bir propaganda aracı ya da siyasi gerçekleri kavratma aracı olarak her şey ama her şey
silaha dönüştürülebilir. Düşmanın
oyunlarını bozmak, ataklarını boşa çıkarmak, silahlarını etkisiz kılmak için
çevremize şöyle bir baktığımızda onlarca hatta yüzlerce böyle silahla karşılaşabiliriz.
Devrimci savaşımızın, halk kitlelerini
de savaştıran, onları savaşın asli unsurları haline getiren bir anlayışa sahip
olduğunu unutmayalım. Karşı-devrimin, devrimi boğmak için her türlü araç ve
yöntemi kullandığı süreçte, devrimciler ellerindeki tüm silahları, tüm mücadele yöntemlerini kendi zenginlikleri
içinde kullanmalı, düşmanı geriletmenin yollarını aramalıdır. Halkımızın olanakları sınırsızdır.
Gazi'de, Nurtepe'de, Okmeydanı'nda Küçükarmutlu'da Devrimci Halk
Kurtuluş Cephesi önderliğinde gerçekleştirdiğimiz ayaklanmalar ve direnişler
bugün bizlere önemli dersler sunmaktadır. Bu ayaklanmalar ve direnişler
halkla bütünleşen devrimci önderliğin,
düşmanın en zamansız ve en azgın
saldırılarını en hazırlıksız olunan koşullarda bile nasıl püskürttüğümüzün somut örnekleridir.
Halkımız ve devrimciler ayaklanma
günlerinde, otobüs duraklarından, yatak çarşaflarına, boş şişelerden pazar
tezgahlarına kadar her şeyi düşmana
karşı silah haline getirmiştir. Bu unsurlar, kararlı insan iradesi ile ve yetenekleriyle birleştiğinde bu dünyanın düşmana dar edilmesi işten bile değildir.
Silah mı yok, bulacağız. Düşmanın
belinde varsa ondan alacağız. Yakmak
mı gerekiyor, araba depoları ne güne
duruyor, patlatmak mı gerekiyor, hepimizin evinde tüpgaz var.
Savaşın en temel gerçeklerinden biri
acımasızlığı ve sertliğidir. Bu seyrin
kendi içinde tereddüte, el titremesine
yer yoktur. Özenli olma adına, hümanizm batağına saplanmanın ise, hiç
gereği yoktur. Savaş, bedel ister. Bu
bedeli yalnız bizler değil, herkes ödeyecektir.
Yaşadığımız günlerde süreç, dev-
rimcilerin önüne ciddi ve büyük görevler koymaktadır. Ayaklanmaları tüm ülke sathına yaymak, halkı kendi savaşına sahip çıkmaya çağırmak ve onlara
örgütlenme modelleri sunarak pratik
olarak öncülük etme görevi önümüzde
durmaktadır. Oligarşi tükendikçe, çareleri birer birer eridikçe daha acımasızlaşacak ve savaşı tüm ülke sathına yayacaktır. Ancak gözden kaçırılmaması
gereken, bu saldırganlık ve çırpınışın,
onun halk kitleleri nezdinde meşruluğunu yitirme sürecini hızlandırması, dengelerin ve saflaşmaların yeniden ve yeniden gündeme gelmesidir. Sibel olayı
canlı örnektir. Yeri ve zamanı iyi seçildiğinde ve doğru hedefe yönelindiğinde birkaç atımlık bir eylem bile oligarşinin siyasi temsilcilerini ölüp ölüp diriltmiş, derin krizler yaratmıştır.
Adaletsizlik ve eşitsizlik karşısında
halkın öfkesi en büyük silahımızdır. İnsanların öfkelerini akıtacakları kanalları
ve yöntemleri bulup çıkarmak, onlara
savaşabilecekleri örgütlü zeminler sunabilmek güncel görevimizdir. Faşizme
karşı mücadele ve savunma komiteleri,
halk komiteleri ve halk meclisleri bu
yolda önümüze koyduğumuz örgütlenme modelleridir.
Bugün ülkemizin pek çok yerinde sıradan bir olay ertesinde bile kitlelerin
kendiliğinden ayaklanmalarına tanık
oluyoruz sürekli. Ve iyi görülmelidir, bu
Savaşçılık, yalnız tabanca, tüfek, bomba kullanmasını bilmek,
silahlı birliklerde görev alıyor olmak değildir. Bu düşünce sığ
bir düşüncedir. Savaşçılık ya da bizim "savaşçı" diye
nitelediğimiz unsur, görevini layıkıyla yapan, dava adamı
olmanın özelliklerini bünyesinde barındırabilen unsurdur.
Devrim için tüm benliği ve olanaklarını devrime hizmet eder
hale getiren unsurdur. Hangi alan ya da bölgede olursak
olalım, hangi birimde görev yapıyor olursak olalım,
"savaşçı"lığın tanımı değişmez. Gerçek savaşçı, yetenekleri
ölçüsünde aldığı görevi tamamlamak için yanıp tutuşan, kendi
cephesinde kullandığı "silahları" uygun yer ve zamanda, en
azami sonucu alacak tarzda düşmana yöneltebilen kişidir.
Elindeki silahı, düşüncesinin gücü haline getirebilendir. Silahı
bir amaç değil, devrim yolunda bir araç olarak gören kişidir.
Bilinçle yoğrulmuş moral güç, bizlere en güçlü silahları elde
etmenin kapısını açacaktır.
tepkiler direkt devleti hedef almaktadır.
Ve bunu gerçekleştirenlerden bazılarının MHP'nin etki alanındaki halk kitleleri olduğu çarpıcı bir durumdur.
Devlet bugün öylesine derin bir kriz
içindedir ki, o en çok güvendiği ve yedekte tuttuğu ordusunu bile hiç de alışık olunmayan tarzda yeniden örgütlemeye girişmekte, klasik "vatan koruyan
ordu", "tarafsız ordu" imajını bile terk
etmeye başlamaktadır. Devletin bu en
önemli kurumunun artık "halka karşı
ordu" haline getirilmesi ayrıca önemli
gelişmelerin habercisidir. Savaş daha
kanlı bir hal almaya başlayacak, tüm
ülke sathına yayılacak ve bütün
pervasızlığıyla saldırılacaktır.
Bu durumda savaşın yeni koşullarına hazırlıklı girebilmenin
yolu halkı süratle örgütlemek
ve daha önemlisi düşmana
karşı silahlandırmaktır.
Teknik ve silah anlamında
halktan çok daha güçlü olan faşizmi yenmenin en önemli yollarından biri halkın yaratıcılığını
açığa çıkartmaktır. Bu anlamda
düşmanın bizden ileri olması
mantıken mümkün değildir.
Devrimi hayati bir ihtiyaç olarak
kavrayan bir insanla, düzenin
devamını salt çıkarı ve daha
fazla kârı için savunan insan
arasında yaratıcılık anlamında
büyük farklar olacaktır. Sadece
olayın bu yanıyla bile ne denli
güçlü potansiyel silahlara sahip
olduğumuz açıktır.
Halktan öğrenmek ve onun
yaratıcılığının önünü açmak,
onu örgütlemenin yolunu düzleyeceği gibi, savaşımıza çok
önemli ve hayati silahları sokacaktır. Basit gibi görünen günlük kullanım malzemelerine bir
de bu yönüyle bakıldığında, diğer bir deyişle işin içine biraz
yaratıcılık sokulduğunda ortaya
ne denli sonuç alıcı silahların
çıktığı görülecektir.
Tarihimizde, olanakların alabildiğine kısıtlı olduğu koşullarda bile örgütlü ve kararlı insan
iradesinin neler yarattığının,
neleri silah haline getirdiğinin
canlı ve çarpıcı örnekleri var-
dır. Özellikle cezaevi süreçleri bu konuda önemli derslerle doludur.
Asıl olarak, silaha sahip olmanın yolu, halka böyle bir bilinç taşımaktan geçiyor. Halkımız bu konuda zengin deneyimlere sahiptir ve yakın dönemdeki
ayaklanmalarda da bunun örnekleri
vardır. Yaratıcı yönümüzü geliştirirsek
ve bu yönümüzü halkla paylaşırsak en
kötü koşullarda bile silahsız kalmamız
mümkün değildir.
Bu yaratıcılığın sınırı yoktur. Bugün
"silahımız yok" diyenler işin kolayına
kaçan, "kolay devrim" beklentileri içinde olanlardır. Sınır bu kişilerin kafalarındadır. Sorun, inanmak ve yapabileceğimizi bilince çıkartmaktır. Silah bizde yoksa, düşmanda vardır. Almasını
bileceğiz. Bu anlayışın özünde tembellik ve savaşın yükünü omuzlamaktan
kaçış vardır. Yine bu anlayış, dünyayı
namlunun ucundan gören, ayakları
yerden kesik bir anlayıştır. Silahını aldığında ne yapacağını şaşıran, tüm cesaretini yitiren, barutunu tüketen bir anlayıştır. Geçmişte yaşadığımız, silaha
tapma, onun menziline göre hedef arama ve bu nedenle eylemsizliğe sürüklenme olayları hep bu anlayışın sonucu
oluşmuştur.
Savaşçılık, yalnız tabanca, tüfek,
bomba kullanmasını bilmek, silahlı birliklerde görev alıyor olmak değildir. Bu
düşünce sığ bir düşüncedir. Savaşçılık
ya da bizim "savaşçı" diye nitelediğimiz
unsur, görevini layıkıyla yapan, dava
adamı olmanın özelliklerini bünyesinde
barındırabilen unsurdur. Devrim için
tüm benliği ve olanaklarını devrime
hizmet eder hale getiren unsurdur.
Hangi alan ya da bölgede olursak olalım, hangi birimde görev yapıyor olursak olalım, "savaşçılığın tanımı değişGerçek savaşçı, yetenekleri ölçüsünde aldığı görevi tamamlamak için
yanıp tutuşan, kendi cephesinde kullandığı "silahları" uygun yer ve zamanda, en azami sonucu alacak tarzda
düşmana yöneltebilen kişidir. Elindeki
silahı, düşüncesinin gücü haline getirebilendir. Silahı bir amaç değil, devrim
yolunda bir araç olarak gören kişidir.
Bilinçle yoğrulmuş moral güç, bizlere
en güçlü silahları elde etmenin kapısını
açacaktır.
DOĞRU HEDEFE
YÖNELMELİYİZ
Buraya kadar "silah"
derken ne anlamamız
gerektiği ve neleri silah
haline getirebileceğimiz
konusunu ele aldık. Silah kullanımının, mutlaka ele alınması gereken
ve "olmazsa olmaz" bir
nitelik taşıyan, bir diğer
yanı silahımızla "hangi
hedeflere" yöneleceğimizdir. Bu konuda ortaya çıkması muhtemel
hataların savaşımızda
"bizleri vuran" bir nitelik
kazanmaması için hedeflerimizi doğru seçmeli ve doğru hedefe
vurmalıyız.
Eylemimizin -hangi silah türüyle
olursa olsun- düşmanın oyunlarını bozucu, onu geriletici, halka güven verici,
faşizmi teşhir edici ve düşmanın "yenilebilir" olduğu gerçeğini en sade biçimiyle anlatan bir nitelik taşıması gereklidir. Kitlelerin istemlerine cevap verebilmelidir eylemimiz. Hiçbir kuşkuya yer
bırakmayacak tarzda ve netlikte olmalıdır. Kısacası, doğru hedefe vurulmalı,
yer ve zamanı iyi belirlenmelidir. Hedefi
yanlış seçilen ve uygun bir zamanlamayla gerçekleştirilmeyen eylemlerin,
kullanılan silahın ya istenilen sonucu
vermediği ya da kullananı vuran tarzda
aleyhte sonuçlar yarattığı bilinen gerçeklerdir.
Devrimci hareketimizin siyasal arenaya çıktığı günden bugüne izlediği eylem çizgisi ve eylemlerindeki berraklık
emekçi kitleler tarafından takdirle karşılanan bir durumdur. Öyle ki, herhangi
bir eylem haberi geldiğinde en sıradan
insanlar bile eylemin hedefi ve zamanlaması nedeniyle gerçekleştirenlerin
adını koyabilmektedir. Eylem çizgimiz
ve hedeflerimizin netliği, devrimci adaletimiz düşman tarafından da bilinmektedir. Faşizm, onca yıldır sürdürdüğü
karşı propagandaya, eylem çizgimizi
bulanıklaştırma çalışmasına ve karalamalara karşın başarılı olamamıştır.
Bu durumun bugüne kadar herhangi
bir aksamaya meydan vermeksizin gelmesi, hareketimizin sahip olduğu adalet
duygusu, duyarlılığı ve savaşçıların bu
yönde aldıkları eğitimin sonucudur.
Hatta denebilir ki, düşman bile çeşitli
vesilelerle bu durumu itiraf etmek zorunda kalmıştır. THKP-C'den Devrimci
Sol'a, Devrimci Sol'dan DHKP-C'ye gelen tarihimizde yanlış hedeflere yöneldiğimize dair örnek yok gibidir.
Silahımız, halkın adalet, eşitlik, hak
ve özgürlük talebinin simgesidir ve savaşımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Eylemlerimiz bu temel üzerinde şekillenmekte ve bu taleplere yönelik saldırılara
cevap vermektedir. Ve yeryüzünde
sömürülen, acı çektirilen tek bir insan
kalmayana kadar da elimizden düşmeyecektir. Bu anlamda hedef alacağımız
kesim, halkımızın hak ve özgürlük arayışına silahlarla cevap veren, halkımızın namusu, vatanımızın onuru ile oynayan kesimlerdir. Halka zulmeden, sömüren, zorbalık yapanlardır.
Silahlı eylem yaparken, hedef seçtiğimiz kesime yönelmek esastır. Ancak
özellikle dikkat edilmesi gereken, hedef
dışında hiçbir unsura zarar vermemektir. Bu nedenle her eylem mutlaka en
ince ayrıntısına kadar planlı olmalı,
olası aksilikler devrimci inisiyatifle bertaraf edilebilmelidir. Sibel olayı yakın
döneme ilişkin çarpıcı bir örnektir. Sibel, ortaya çıkan aksiliği çok akıllıca ortadan kaldırmış ve hedef alınmayan
unsurların hiçbir zarar görmemesi için
alabildiğine itinalı davranabilmiştir.
Gelinen aşamada yürüttüğümüz savaşın sonucu, gerek oligarşi ve gerekse de halk saflarında süratli bir biçimde
saflaşmalar yaşanmaktadır. Herkes yavaş yavaş da olsa bu savaşın muhatabı
olmaya başlamakta, halk ile oligarşi
arasındaki savaşta kendini taraf olmaya zorunlu hissetmektedir. Bu süreç,
derinleşerek devam edecektir.
Devrime yürürken, cephemizi en geniş halk kesimlerini de yanımıza çekerek ya da tarafsızlaştırarak genişletmeli, düşman cephesini ise, alabildiğine
daraltmalıyız. Eylemlerimizin temel
amaçlarından biri bu olmalıdır. Ve bu
perspektif sloganlarımıza kadar her türlü
yöntemimizin içine işlemelidir. Silahımız
ise, bu noktada, dost-düşman ayrımı
yapmalı, suçluları ayıklayabilmeli ve
cezalandırmayı da o boyutuyla gerçekleştirebilmelidir.
Silahımızın, düşüncemizin ürünü olduğu bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır. Aksi taktirde eşikte bekleyen tehlike, silaha tapma, silahın amaç dışı kullanımı ve bunun doğal sonucu olarak
mücadele çizgimize vereceği zararlardır.
Hedef seçme ve hangi hedeflere
hangi boyutta yükleneceğimiz konusu
çok önemlidir. Bu anlamda, süreci politik olarak değerlendirmesini, temel ve
tali hedefleri ona göre belirlemesini bilmeliyiz. Aksi taktirde, silaha olduğundan fazla misyon yükleyen bir anlayışa
sürüklenmemiz kaçınılmazdır.
Temel hedefimiz emperyalizm ve oligarşidir. Temel düşmanımız bunlardır.
Hedef belirlerken; düşman hedefler,
düşmana destek olan hedeflerle, tarafsızlaştıracağımız hedefler arasında
mutlaka ayrım yapmak zorundayız.
Halk kesimleri ise eylemimizin muhtevası ve sonuçlarından etkilenecek olan
kesimlerdir. Eylemimizin -yanlışlıkla da
olsa- hedefi olamazlar. Yeri geldiğinde
can pahasına bu yanlışlıkları giderecek
bir bağlılığa sahip olmalıyız. Tarihte bunun çok muhteşem örnekleri vardır.
Kitlelerin savaşa doğrudan katılmaya başladığı, bölgesel ayaklanmalarla
tepkilerini dile getirmeye başladığı, saflaşmanın giderek derinlik taşıdığı günümüz sürecinde, halkı topyekün ayaklanmaya götürecek yolun düzlenmesinde eylemlerimizde daha itinalı ve sonuçlarıyla güven verici olmanın önemi
büyüktür. Eylemlerimiz bir yandan doğru hedeflere net vuruşlarla gelişirken,
düşmanın ne kadar zavallı ve zayıf olduğunun göstergesi niteliğinde de olmalıdır.
Bugünkü koşullarda, düşman hedeflerimiz çok daha genişlemiştir.
Emperyalist kuruluş ve kişiler, emperyalistlere ait tüm ekonomik, siyasal
ve askeri kurumlar, şirketler, oligarşinin
kuruluşları, tekelciler, devlet kurumları,
iktidar ve muhalefet dahil tüm siyasi
partilerin kurumları, gizli servisler, polis,
ordu, işbirlikçi basın-TV kuruluşları,
özel tim elemanları, bankalar, borsalar,
mahkemeler, bürokratlar, kısacası, bugün ulusal onuru için, adalet isteyen,
bağımsızlık, eşitlik ve özgürlük isteyen,
sömürüye hayır diyen halkımız üzerinde terör estirenler ve onların suç ortakları devrimci şiddetimizle tanışmalıdırlar. Birinci dereceden savaşımızın hedefleri olmalıdırlar.
Krizi derinleştirmek için, bugün tekelleri ve zulüm kurumlarını besleyen tüm
ekonomik yapılar hedefimizdirler. Karşı
devrimci savaşa hizmet eden ajan ve
Devrimci hareketimizin siyasal arenaya çıktığı günden
bugüne izlediği eylem çizgisi ve eylemlerindeki berraklık
emekçi kitleler tarafından takdirle karşılanan bir
durumdur. Öyle ki, herhangi bir eylem haberi geldiğinde
en sıradan insanlar bile eylemin hedefi ve zamanlaması
nedeniyle gerçekleştirenlerin adını koyabilmektedir.
Eylem çizgimiz ve hedeflerimizin netliği, devrimci
adaletimiz düşman tarafından da bilinmektedir. Faşizm,
onca yıldır sürdürdüğü karşı propagandaya, eylem
çizgimizi bulanıklaştırma çalışmasına ve karalamalara
karşın başarılı olamamıştır.
provokatörler hedefimizdir.
Eylemlerimiz bu
hedefler üzerinde
yoğunlaşırken, halka
ulaştıracağı mesaja
uygun bir sertlikte olmalıdır. Ayrıca halk
kitlelerini de bu savaşın muhatabı haline getiren bir muhteva taşımalıdır. Savaş
halkın savaşıdır. Sonuçlarına herkes katlanmak zorundadır.
Eksiğiyle, hatasıyla,
acısı ve sevinciyle
her şey halkımızla
paylaşılacaktır.
Devrimciler adalet
dağıtırken, mutlaka
sorumlulukları ölçüsünde
cezalandırırlar. Bundan bir santim bile
şaşmazlar.
Hedeflerimize yönelirken şiddet temel yöntem olmakla birlikte tek yöntemimiz değildir. Güçler dengesi göz
önüne alınarak hangi hedeflere nasıl ve
ne zaman yönelineceği konusunda öncelikler sıralaması yapılmalı ve buna
göre taktik adımlar atılmalıdır. Burada
en önemli olan, hedefi tümüyle tecrit
edecek, zararsız hale getirecek, yani
mücadelenin önünde engel olmaktan
çıkartacak bir anlayışla devrimci şiddeti
uygulamaya sokmak, silahımızı buna
göre kullanmaktır.
Ancak tüm bunlar söylenirken, ince
eleyip sık dokuma adına, geçmişte sıkça yaşandığı üzere "sağlamcılığa" saplanılıp, eylemsizliğe sürüklenilmemelidir. Hiçbir hedefe yönelinirken, her şey
bütün istediğimiz gibi gelişmeyecektir.
Bu noktada yapılması gereken, soğukkanlılıkla gelişmelere yön vermek ve
vurucu niteliğimizden ödün vermemektir.
Devrimci şiddetin yaptırım gücü ve
caydırıcılığı süreç içinde oligarşiye ve
emperyalizme hizmet eden kesimlerden de yankı bulacak ve önemli oranda
çözülmeler yaşanacaktır. Önemli olan
herkese devrimci şiddet uygulamak değil, bunun güç ve caydırıcılığını kullanarak engelleri aşabilmektir. Özellikle
yaptığının tam bilincinde olmayan, aldatılmış unsurlar uyarı ve ikna süreçlerine tabi tutulmalı, yine olmuyorsa hedef haline getirilmelidir. İşlenen suça
tam tekabül etmeyen bir cezalandırma,
devrimci adaletin saygınlığına gölge
düşürecektir. Yeri geldiğinde bir "açık
teşhir olayının bile ne denli bir etki yarattığı bilinmektedir.
Dost-düşman ayrımını net yapmak,
tarafsızlaştırılacak kesimleri belirlemek,
hedeflerimizdeki bulanıklığı giderecektir. Ne zaman, hangi hedefe ve hangi
ölçüde vurulacağı dikkatle hesaplanmalıdır. Plansız, programsız, hesap
yapmadan, rastgele ve tepkisel olarak
uygulanan, ilişkileri ve güç dengelerini,
yapılan işin sonuçlarını gözönüne almadan, düşman deyip her şeyi hedef
alan şiddetin, mücadelemize yarardan
çok zarar getireceği unutulmamalıdır.
Elimizde sayısız silah ve sayısız hedef var. Yapılacak olan bu silahları
doğru biçimde tespit etmek, nasıl, ne
zaman ve ne şekilde kullanacağımızı
belirleyip, doğru hedeflere yöneltmektir.
Anadolu ihtilalinin yolu, daha etkili, daha güçlü, daha seri ve daha yaygın vurmaktan geçiyor.
Ayaklanmalara karşı "buhran merkezleri"
Gazi, Ümraniye, Nurtepe, Elbistan,
Okmeydanı, Kastamonu, Armutlu... liste
uzayıp gidiyor. Oligarşinin kurmayları da
yeni "yaygın şiddet hareketleri" bekliyorlar. Yanılmayacaklar. Yoksul emekçi
halk oligaşinin bu "kehanetini" boşa çıkartmayacaktır. Çünkü bıçağın kemiğe
dayandığı yerde yapılacak başka şey de
yoktur.
Oligarşi, bu "kehanetiyle" birlikte, yaygınlaşan bir savaşa göre faşist, terörist
devleti güçlendirmenin, halkın ve devrimin şiddeti karşısında daha dayanıklı hale getirmenin aczi ve arayışı içinde,
1980'den bu yana her yıl, her ay yeni
baskı yasaları çıkararak devleti güçlendirmeye çalışan, işkencecilere, MİT'e,
"Özel Tim'lerine her türlü yetkiyi veren
oligarşi, bu yasaları ve yapısıyla da, halkın ayaklanmaları karşısında bir kez daha çaresizliği" yaşadı. Mevcut yasaları yine yetmedi oligarşiye. Ardından Ayşenur
Şimşek ve Hasan Ocak'ın "kaybedilmesinde", bir polisin DHKC tarafından cezalandırılmasında ve Sibel Yalçın'ın cenazesinde, çeşitli boyutlarda farklı bir "kriz"
yaşadı devlet. Görüldü ki, mevcut yapısı
gerçekten dayanıksızdı oligarşinin.
Başbakanlık tarafından bir süre önce
çeşitli kurumlara gönderilen bir yazıyla
kuruluş hazırlığı bildirilen "Buhran (kriz)
Yönetim Merkezi", oligarşinin bu arayışının ve yaygınlaşan bir savaşa yönelik
hazırlıklarının göstergesidir.
Hazırlığın esası, kısaca Tüm Yetkiler
MGK'ya diye özetlenebilir.
"Buhran Merkezi"nin, "Başbakanlık
sorumluluğunda MGK Sekterliği bünyesinde" oluşturulması öngörülüyor. "Başbakanlık sorumluluğunda" denilmesi, yalnızca "demokrasi" görünümünü, "sivil rejim" makyajını, aldatmacasını sürdürmeye yöneliktir. "Buhran Yönetim merkezi"nin oluşturulmasıyla günlük olaylara
müdahale yetki ve insiyatifi de, zaten iktidarın tüm politikalarının belirleyicisi olan
MGK'ya verilmiş olmaktadır.
Başbakanlığın yazısında sıralanan
"Buhran Yönetimini Gerektiren Haller",
önümüzdeki süreçte ülkemiz sınıflar mücadelesinin hangi biçimlerde yoğunlaşacağının da, egemen sınıfların diliyle ifade edilmiş kısa bir tablosudur:
"Yurdışında, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne, egemenlik haklarına, milli hedef
ve menfaatlerine yönelik tehdit emarelerinin belirmesi ve çelişme göstermesi
-Yurtiçinde, anayasa ile kurulan hür demokratik düzeni, temel hak ve hürriyetleri
ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet
hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya
çıkması veya şiddet nedeniyle kamu
düzeninin bozulması, -Terör olayları Kanunsuz grev, lokavt ve işbırakma eylemleri..."
Bunların devamında "tabii afetler, salgın hastalıklar" gibi maddeler de var ancak bunların da bu açık "cunta işleyişi"ne
yapılan makyajın diğer bir parçası olmaktan öte bir anlamı yoktur.
Buhran Yönetim Merkezi bir kontrgerilla merkezi olarak örgütlenmededir.
Gerillaya karşı süreklileştirilen "sınır ötesi
operasyonlar", halka karşı kırlarda ve kentlerde yürütülen savaş bütünüyle bu
merkezin emrine verilmektedir.
Türkiye çoktandır kendi halkına karşı
savaşan bir kontrgerilla cumhuriyetidir.
Ve bugün devletin tüm organlarının
"cumhuriyetin" bu niteliğine uydurulması
süreci hızlandırılmaktadır.
Karşı-devrim cephesindeki hazırlıklar
Ayaklanmalar da "hazırlıksız" yakaladı oligarşiyi.
Katliamla çaresizliklerini örtmeye çalıştılar, Halkın
direnişini kıramadılar, ayaklanmanın yayılmasını
durduramadılar... Oligarşi, Gazi'den, Ümraniye'den
bekleyebilirdi ayaklanmayı. Ama Elbistan'lar,
Kastamonu'lar hesabında hiç yoktu elbette. Örgütlüsü
örgütsüzüyle, ilericisi, sıradanıyla, hatta gerici
etkilenme altındaki kesimleriyle "ayaklanmanın
gücü" görüldü emekçi halkın ufkunda. Ne yaparsa
yapsın, oligarşi hep hazırlıksız olacaktır. Oligarşinin
her terörüne, her kurumuna halkın devrimci
savaşının bir cevabı olacaktır.
gösteriyor ki, oligarşi "yaygın.şiddet hareketlerinin", "terör olaylarının" ve "kanunsuz grevlerin" artarak, yaygınlaşarak
süreceğinden emindir.
Emindirler, çünkü ekonomik ve siyasi
krizin boyutlarını, halk ve devrimci hareketin mücadelesi karşısındaki açmazlarını, tüm derinliğiyle bilmektedirler.
Emindirler, çünkü, kitleler açısından
bıçağın kemiğe dayandığını görmektedirler. Emindirler, çünkü, bıçağı dayayan
el kendilerinindir.
Geçen her gün, yaşanılan her olay,
TV'ler, gazeteler, istatistikler, kemiğe dayanan bıçağın acısını ve öfkesini yayıyor
vücuda. Bütün yolsuzluklar, demagojiler
halkın gözüne batıra batıra yapılır bu ülkede. Bütün olumsuzluklarda istatistikler
"birinci" gösterir bu ülkeyi, olumluluklarda
son sıralarda.
Yalnızca günlük olaylar ve rakamlar
bile "yaygın şiddet hareketleri" için yeter
nedendir bu ülkede.
İşsiz sayısı 5-6 milyondur bu ülkede.
1994'de tek bir yıl içinde işten çıkarılan -tespit edilebilen- işçi sayısı 808 bindir.
İşten atılmamış olup çalışanların 3
milyondan fazlası asgari ücret denen sefalet ücretiyle çalışmaktadır. Ve milyonlarcası sendikasız, sigortasızdır.
Son 1 yıl içinde işçilerin gerçek ücretlerindeki düşüş yüzde 30, memurların
yüzde 37'dir. Sanayii işçilerinde bu rakam yüzde 62'ye kadar çıkmıştır. Ki bu,
2. Dünya Savaşından 1942'den bu yanaki en büyük düşüştür.
Bir işçi bugünkü ücretlerle bir ekmek
için 2.5 saat, 1 kg. peynir için 2-2.5 gün
çalışmak zorundadır. Bu rakamlar örneğin 1980'de bir ekmek için 1.5 saat, 1 kg.
peynir için 1 gündür. Ve bu rakamların,
asgari ücretle çalışan 4-5 kişilik bir aile
için ne anlama geldiği açıktır.
Türkiye, iki Afrika ülkesiyle birlikte
dünyanın en düşük asgari ücrete sahip
üç ülkesinden biridir.
İşte böyle bir ülkede, bu koşulların
milyonlarca emekçiye ne ifade ettiğini de
uzun uzun düşünüp tahlil etmeye gerek
yoktur.
Dayatılan, açlık, yoksulluk, sefalettir.
Hükümet politikalarının başarısının
"ölü ele geçirilenlerin" sayısıyla ölçüldüğü, polisine, emniyet müdürüne, generaline "kelle başı" ödül ve mevkii verildiği;
Polisinin TC ordusunun, dağda, köyde, kentte, evde, karakolda, sokakta, nerede olursa olsun öldürme yetkisiyle donatıldığı ve katillerin düzenin mahkemelerinde aklandığı;
Her yıl binlerce insanın işkencede, infazlarda, kaybedilerek katledildiği;
Ve her yıl binlerce insanın periyodik
olarak parasızlıktan, hastanesizlikten,
çocuk ishallerinden, koleradan, çığ düşmelerinden, toprak kaymalarından, "göz
göre göre" öldürüldüğü;
Her yıl trafik terörünün binlerce insanı
katlettiği, düzenin sahiplerinin "içinizdeki
trafik canavarını durdurun" diye halkla
alay ederken, -örneğin yüzölçümü Türkiye'ye yakın olan Japonya'daki 3.300.000
km.lik karayolu ağına karşın- 70 yıldır
toplam ancak 400.000 km.lik bir karayolu
yapıldığı, durdurulamayan "trafik canavarı" değil, kâr ve yolsuzlukla sömüren
düzen canavarı olduğu;
İş kazası adı verilen cinayetlerde, grizularda onar, yüzer işçilerin katledildiği
bir ülkede;
Dayatılan ölümdür.
Halkın işi, ekmeği, hakkı, özgürlüğü,
onuru için her başkaldırısının copla, panzerle, işkenceyle, hapisle bastırılmaya
çalışıldığı;
Cezaevlerindeki baskıların cunta yıllarını geride bırakan ve Nazi kamplarını
aratmayacak bir vahşete büründüğü;
Yalnızca itaatin, yalnızca boyun eğmenin yasak olmadığı;
Yalnızca son bir yıl içinde, bedenini
satan "kayıtlı" kadın sayısının 300 binden 1 milyona çıkarıldığı; kadının hayasızca düşürüldüğü;
Toplumun, iş "kazaları" gibi, trafik "kazaları" gibi dünya birinciliğine tırmanan
bir intihar bunalımına itildiği;
Ve insanlara, hırsız ol, rüşvetçi ol, fahişe, pezevenk, mafyacı ol, uyuşturucu
müptelası ol, uşak ol, yağcı ol... ama asla
"muhalif" olma, asla "devrimci" olma
denildiği bir ülkede;
Dayatılan onursuzluktur.
Başbakanlarının, parti liderlerinin
ABD Başkanının onayını almak, iltifatını
kazanmak için olmadık şaklabanlıklar
yaptığı, emperyalist efendileri karşısında
"en iyi uşak" kim olacak yarışına girdikleri;
Ekonomisinin, "milli" meclisin, "milli"
ordunun, emperyalizm gavurunun kuruluşları IMFye, ClA'ya, Pentagon'a teslim
edildiği; örneğin "en yüce ulusal kurum"
olması gereken TBMM'nin 1.3 katrilyon
olarak Türkiye halkı adına karar altına aldığı bütçesinin daha sonra sıradan bir
IMF heyeti tarafından değiştirilip 1.6 katrilyona çıkartabildiği;
Politikacısından, generaline, meclisinden hükümetine kadar hepsinin şikayetçi
olduğu bir Çekiç Güç'ü, emperyalist
efendileri istemiyor diye, yine hiçbirinin
kaldıramadığı;
Birleşmiş Milletlerde kullanacağı oydan, memurlara ne kadar maaş vereceğine kadar herşeyin emperyalizm tarafından belirlendiği bir ülkede;
Çiğnenen ulusal onurdur, bağımsızlığımızdır.
Bu dayatmaların sorumlusu ve uygulayıcısı olan oligarşi, elbette "emin" olacaktır "yaygın şiddet hareketleri"nden.
Vahşetin terörün, sefaletin, onursuzluğun bu kadar dayatıldığı bir ülkede halkın direnmesi, ayaklanması da haktır,
görevdir, kaçınılmazlıktır.
Halkımız yüzyılların deneyimiyle güzel söylemiştir;
Rüzgar eken fırtına biçer
Halkımıza dayattıkları baskılar, yasaklar ve vahşet ve onursuzluk ektikleri
rüzgardır. Gazi'ler, Elbistan'lar bu rüzgardan doğan fırtınalardır.
Bu fırtınayı hiç bir "Buhran Yönetim
Merkezi" durduramaz şimdi. Yani
kontrgerilla merkezinin halkımıza karşı
kullanabileceği hiç bir yeni silahı, başvurabileceği hiç bir yeni aracı yoktur. Yalnızca, halkın gelişen, yaygınlaşan ve
devlete yönelen savaşı karşısında daha
"merkezi" bir tarzda terörünü tırmandıracak, her türlü provokasyonu, yasadışılığını yoğunlaştıracak, iktidarını vermemek için tüm vahşetini kusacaktır. "Kriz
Yönetim Merkezi" bu yanıyla "yönetememe krizinin merkezi"dir.
Oluşturulan kontrgerilla merkezinin
mantığı ve gerekçesi, devletin idari yapısının Gazi ayaklanması karşısında yetersiz kaldığı, hazırlıksız yakalanıldığıdır.
'90'ların başında devrimci şiddet eylemleri yükseldiğinde oligarşi yine "hazırlıksız" yakalanmıştı. Üst üste yeni "Terör
yasaları" çıkardılar, yeni kurumlar oluşturdular... Halkın adaleti susmadı, devrimci şiddet halkla bütünleşti.
Kürdistan'daki gerilla da hazırlıksız
yakalamıştı onları. Sansür-sürgün kararnameleriyle gidermeye çalıştılar hazırlıksızlıklarını. Yetmedi. Yüzbinlerce asker
sevkettiler Kürdistan'a. "Olağanüstü Hal"
ilan ettiler... Oligarşi hala "sınır ötesi"
operasyonları batağında.
Ayaklanmalar da "hazırlıksız" yakaladı oligarşiyi. Katliamla çaresizliklerini
örtmeye çalıştılar, Halkın direnişini kıramadılar, ayaklanmanın yayılmasını durduramadılar... Oligarşi, Gazi'den, Ümraniye'den bekleyebilirdi ayaklanmayı.
Ama Elbistan'lar, Kastamonu'lar hesabında hiç yoktu elbette. Örgütlüsü örgütsüzüyle, ilericisi, sıradanıyla, hatta gerici
etkilenme altındaki kesimleriyle "ayaklanmanın gücü" görüldü emekçi halkın
ufkunda.
Ne yaparsa yapsın, oligarşi hep hazırlıksız olacaktır.
Oligarşinin her terörüne, her kurumuna halkın devrimci savaşının bir cevabı
olacaktır.
Emekçi halk, Halk Meclislerini, Halk
Komitelerini yaygınlaştırıp geliştirme hedefiyle oligarşinin bu kurumuna cevap
olacak bir adımı önüne koymuştur zaten.
Oligarşinin Buhran Merkezlerine karşı
Halkın Ayaklanma Merkezleri,
Halkın mücadelesi çok çeşitli boyutlarda ve biçimlerde gelişecektir.
Yaşanılan örneklerin açıkça ortaya
koyduğu gibi, halkın geliştirdiği her mücadele ve eylem biçimine karşı oligarşi
de önlemler almaya çalışacak, devrim,
karşı-devrimle birlikte gelişecektir.
Ama bu birliktelikte devrim hep bir
adım öndedir.
Halkın son adımı ise devrimdir ve oligarşi yine "hazırlıksız" olacaktır. Ve bu
sonuncusunda önlem alma imkanı ve
zamanı olmayacaktır.
Şehitlerimizle yürüyoruz zafere
Kenan GÜRZ
KENAN GÜRZ (MURAT)
Bölge Komutan Yardımcısı
20.05.1976 Dersimin Hozat ilçesi Bileidi
Köyü doğumlu. İlk öğrenimini köyünde bitirdikten sonra orta ve lise öğrenimini Malatya
Gazi Lisesinde tamamladı.
Öğrenim döneminde TDKP sempatizanıydı. 93 baharında köyünde Devrimci Sol
gerillalarıyia karşılaştığında arkadaşlarla
uzunca sohbet etmişti. Bu sohbetten bayağı etkilendiğini ve kendiside bir SDB'li
olup yaratılan güzelliklerin değerlerin savunucusu olmak en büyük idealimdir diyordu.
Nihayet Murat yoldaşın arzusu kısa sürede gerçekleşti. Gerillalarımızla karşılaştıktan iki ay sonra o büyük hayalleri yerine
gelmiş, artık SDB'li olmanın onuru ve gururuyla pratik içindeydi.
Murat yoldaş mütevazi, sevecen ve davasına bağlı olan kişiliğiyle halkın büyük
sempatisini kazanmıştır. O siyasi ve politik
yetkinliğiyle geleceği en iyi bir şekilde tahlil
eden örnek bir komutandı.
Bir çok kez düşman kuşatmalarını
yarmış taktik ve yetenekleriyle onbinlerce
düşman güçlerine karşı koyarak yoldaşlarının burnunu kanatmadan birliğine iyi bir şekilde komutanlık etmiş ve yönetmiştir. Her
DHKC'Ii gibi oda korkusuz ve çok hesaplı
oynuyordu savaş oyununu. Sempatik kişiliğiyle yoldaşlarına ve halka güven veren
Murat Komutan Yoldaş!
25 Haziran 1995 Pazar günü Ovacık Yeşilyazı mevkii Burnak Köyü yakınlarında bir
ihbar sonucu düşmanla girdiği çatışmada
dört yoldaşıyla birlikte onbinlerce düşmana
karşı koyarak DHKC geleneğine uygun bir
şekilde şehit düşmüşlerdir.
Zehra ÖNCÜ
ZEHRA ÖNCÜ (SELVİ)
DHKC savaşçısı
A le v i k ök e nl i Tü rk m ill i yeti nd e n di r.
30.08.1970 Çorum doğumlu emekçi bir ailenin çocuğudur. Öğrenimim izmir Sağlık
Meslek Lisesinde yaptı. Hemşirelik bölümü
mezunudur. Daha sonra Diyarbakır ve Lice'de görev yaptı. Görev yaptığı Kürdistandaki gerçekliği görünce Devrimcilere semapati duydu. 1990-91 sürecinde Devrimci
Solla tanıştı. Diyarbakır'da Sağlık-Sen üye-
si olduğunda bir çok görev ve faaliyette bulundu. Harekete aşırı isteğinden dolayı 93
yazında Devrimci Sol gerillacına katıldı.
Gerillada davaya bağlılığı özverisi ve
mütevazi kişiliği ile yoldaşlarına güvenini.halka ise sempatisini arttırdı. Halka sürekli bir şeyler vermek isteyen, onlarla kaynaşmasını bilen bir yoldaşımızdı. Mesleğinden dolayı gittiği köylerde hasta olan insanları muaye ederken bile onlara bir şeyler
verirdi. Davaya olan inancından dolayı gerillanın ve doğanın zor yaşam koşulları hiç
bir zaman onu etkilemedi. 25.06.1995'te
Ovacık Yeşilyazı mevkii Burnak köyü yakınlarında düşmanla girdiği çatışmada bir
DHKC savaşçısına yaraşır bir şekilde şehit
düştü.
Doğan GENÇ
DOĞAN GENÇ (CİHAN)
DHKC savaşçısı
1.1.1968 Pertek Söğütlütepe Köyünden
yoksul bir ailenin çocuğudur. İlkokul mezunu, ilkokulu köyünde bitirdikten sonra ailesine yardımcı olmak için küçük yaşta çalışmaya başladı.
Yaşamın vermiş olduğu zorluklardan
dolayı birçok zorlu işlerde çalıştı. Bu çalışma sırasında emeğinin karşılığını alamadığını, sömürüldüğünün ve insanların ezıldiğininin bilincine vardı. Bunun asıl sorumlusunun düzen olduğunu biliyordu. Buda mücadeleye başlamasının ilk adımı oldu. Daha sonra Devrimcilerle tanıştı ve Devrimci
Soi'a sempati duymaya başladı. 95 yazında
gerillaya katıldı.
Gerilla olmadan önce gerillaya bir özlemi vardı. Çok coşkulu ve heyecan doluydu.
Gerilla olduktan sonrada bu coşkusunu hiç
yitirmedi. Neşeli, coşkulu ve yoldaşlarına
karşı çok mütevaziydi. En zorlu anlarda bile
yoldaşlarının moralini düzeltmeye çalıştı.
Verilen görevi küçük-büyük demeden en iyi
şekilde yerine getirirdi. Cesaretli, atılgan ve
asla geri adım atmazdı. Bir çok çatışmada
yalnız düşmesine rağmen düşmanın arasından çıkmasını çok iyi başarmıştır.
Cihan 25.06, 1995'te beş yoldaşıyla birlikte bir DHKC savaşçısına yaraşır bir şekilde çatışarak şehit düştü.
CEM GÜLER (NAZIM)
DHKC savaşçısı
Kürt milliyetinden 09.07.1979 Hozat Koru köyü doğumludur. Emekçi bir ailenin en
son çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk orta
ve lise tahsilini Elazığ'da yaptı. Daha sonra
okul yıllarındayken eğitimdeki çarpıklık
onun düzene karşı olan öfkesini ortaya çıkardı. Lise tahsilini faşist bir öğretmeni
dövdüğü için yarım bıraktı.
Gerillaya katılmasında en büyük etken
Devrimci Sol gerillalarıyia özellikle Nazım
Karaca'yla olan samimiyeti etkilidir Cemo
gerillaya katılmak için fazla düşünmedi ve
Nazım'ın yerini alabilmek için Haziran
1995 ortalarında gerillaya katıldı.
leri Munzurlardan Selamlıyor yoldaşımız..
Cem Güler'i bir yoldaşı anlatıyor
Cem GÜLER
Yeni bir savaşçı olmasına rağmen disiplinin gerilla için vazgeçilmez olduğunu kavramıştı. Katıldığı ilk gün onun ağzından dolu
dolu yoldaş dediğini gördük. Coşkuluydu,
zorluklarla mücadele etmeye her koşulda
hazırdı. Aynı zamanda çok zekiydi. Geldiği
ilk gün kavramıştı elindeki silahı nasıl
kullanacağını. "O benim namusum öyle iyi
bakacağım ki düşmanla karşılaştığında
keklik gibi ötecek" deyişinde düşmana olan
kinini görebilirsiniz.
Küçük Cemo'muz daha on altısına girmemişti. Yaşı küçük yüreği büyük yoldaşımızı aldığımızda adını kendisi almıştı. Dağ
yürekli Cemo dağlardan katıldı kavga halayına. 25 Haziranda yoldaşlanyla birlikte çatışarak şehit düştü. Filistinli çocuk general-
Cem 1979 doğumlu olduğu halde küçük
yaşta o yüreğiyle kavgaya atılmıştı. Cem
yoldaşın kavgaya her gün biraz daha candan katılışı bize sevinç veriyordu. Sivil polisler tarafından operasyon çekildiği anda
gazete satışına çıkması bile onun ne kadar
cesaretli olduğunu gösteriyordu,
Cem gerillalara çok özeniyordu. Bir gün
çıkıp şu Dersim'in dağlarında gerilla olacağını söylemişti. Cem Güler yoldaşımız bir
TÖDEPli arkadaşımıza devrim kafeteryalarda olmaz, demişti. Bahar ayları gelmişti.
Her yerin kurumuş olup, çimenlerin yeşermesi ona sevinç veriyordu. O doğaya,
dağlara hasretti. Suları dinleyişi, kuşların
cıvıltısı onun özlemlerini, kat kat artırıyordu. Nevroz yaklaşmıştı. İnsanlar ateşler
yakıp halaylar çekiyorlardı. Nevrozda insanların özverisini kazanıp onlara öğüt veriyordu. Türküler söylüyor, halaylar çekiyordu. Şu Dersimin Dağlarını söylediği, Bir
Türküdür Dersim Dağlarında, gerillalar savaşıyor, dediği zaman, sivil polis komiseri
hangi gerillaların savaştığını sorduğunda
Cem şu cevabı verdi: Halkın Kurtuluş Savaşçıları, onlar bizim canlarımız, halkın
kahramanları demişti, Komiser hiç beklemediği cevabı alınca şaşırmıştı.
O yüreğiyle hiçbir zaman susmayacak.
Zehra Öncü: Kahramanlığın,
düşmana nefretin simgesi
25 Haziran 1995 tarihinde Dersim-Ovacık'ta kendinden katbekat fazla bir güçle
karşılaşan Dersim İbrahim Erdoğan Kır
Gerilla Birliklerine bağlı 5 gerilla, tereddütsüz çatışmayı seçtiler. Skorsky helikopterler,
panzer, tank ve ağır silahlarla donatılmış
binlerce düşman gücüyle kuşatıldılar. Düşmanın "teslim olun" çağrılarına DHKC gerillaları Çiftehavuzlar'da, Bağcılarda, Okmeydanı'nda, Dersimde, Karadeniz'de, ülkenin dört bir yanında yoldaşlarının gösterdiği tavrın aynısını göstererek sonuna kadar
çatışmaya bir kez daha and içtiler. Çatışmada
saatler geçiyordu, ama düşman bir türlü
"imha" edemiyordu bu beş kahraman gerillayı. 5 gerillanın silahlarından çıkan kurşunlar binlerce katil sürüsünü durdurmaya
yetiyordu. Düşman sürüsü korkuyordu.
Canları (ok tatlıydı ve ucuz kahramanlık
yapacak halleri yoktu. Çünkü gerilla düşmana bu zevki tattırmıyordu. Saatler birbiri
ardına geçiyordu. 3 saat, 5 saat, 10 saat, 14
saat. Gerilladan şehitler verilmeye başlanmıştı. Bir yandan binlerce katil sürüsüyle
çatışıp onlara kayıplar verdirirken, diğer
yandan saatler sonra kendileri de kayıplar
vermeye bağlamışlardı
15 saat dolduğunda birlikteki S gerilladan 4'ü şehit düşmüş, adete Zehra Öncü
çatışmayı sürdürecek durumdadır.
O Zehra ki, küçüklüğü yokluklar içinde
geçmiş, mütevazdığı ve disipliniyle tanınmış
bir sağlık emekçisi iken, Lice'de savaş gerçeğiyle tanışmış, Kürt halkına yapılan zulmü
gözleriyle görmüştü. Yoksul Kürt köylülerinin tedavilerim en iyi şekilde yapmak için
Kürtçe bilmediği halde Kürtçe öğrenmiş,
üzerlerindeki tüm baskılara göğüs germiş ve
korkusuzca Diyarbakır Sağlık-Sen'in kurulmasında görev almıştı.
Ama o en büyük özlemi olan Dersim dağlarında gerilla olmayı hak etmiş ve aylarca
dağlarda onurlu bir mücadele vermişti.
Ve çok önemli bir sınavla karşı karşıyaydı Zehra. 15 saat boyunca yoldaşlanyla
birlikte düşmana kan küstürmüştü. Ama
şimdi yalnızdı. Ve o yalnızken de destansı
direnişlerin yaratılabileceğini dünya devrimci hareketlerindeki mücadelelerden,
kendi yoldaşlarından öğrenmişti. Perihan
Demirer, Sibel Yalçın yoldaşları onlarca,
yüzlerce düşmanla tek başlarına savaşmış
ve şehit olmuşlardı. Vakit daralıyordu. Düşman çemberi daha da yaklaşıyordu. Zehra'nın cephanesi tükeniyordu. Ama Zehra birkaç düşmana daha yok etmeden şehit olmak
istemiyordu. Seri bir şekilde ne yapacağına
karar verdi. Elinde kalan son bombasıyla
düşmana kayıp verdirecekti. Ve düşmana
"teslim oluyorum" dedi. Düşman subayı
inanantıyordu. Çünkü DHKC gerillaları teslim olmazdı. Düşman subayı emin olmak
için "Öyleyse ayağa kalk, ellerini başının
üzerine koy ve yavaş yavaş bize yaklaş" dedi. Bombasını elinin içinde iyice kavrayarak
iki elini başının üzerine koyarak düşman subayına doğru yürüdü. Düşman subayı (yüzbaşı) zevkten uçuyordu, bir DHKC gerillası
ayaklarıyla kendisine teslim olmaya gidiyordu. Ama yanıldı düşman. Zehra düşman
yüzbaşısına yaklaştığında, avucunun içindeki
bombayı patlatarak düşman subayı ve iki
katil askerini Öldürerek, kendisi de şehit düşüyordu. Ve Zehra bir kez daha Dersim
dağlarında bir destan yaratarak kahramanca
şehit oluyordu.
Zehra devrime olan inancını yaşamının
son saniyelerine kadar taşıyarak şehit düştü.
Zehra Öncü düşmana olan kinini, nefretini
yaşamının sonuna kadar sürdürdü. Zehra
yoldaşlarının mücadelesinde layık olduğu
yerde olacaktır her zaman. Yoldaşlarının
Zehra'lardan öğreneceği çok şeyleri olacaktır.
Zehra ve dört yoldaşını bir kez daha saygıyla anıyoruz.
Dersim'de Özel Tim Terörü Gizlenemiyor
Dersim'de 2 Temmuz günü 3 özel tim
elemanının gerillalarca öldürülmesinin
ardından, özel timlerin aynı gün şehirde
estirdikleri terör ve ertesi gün cenaze töreninde attıkları gerici faşist sloganları,
yaptıkları bozkurt işaretli yürüyüşler, kimseyi dinlemez tavırları Dersim'den Ankara'ya uzanan bir tartışmaya yol açtı. Kurulduğu günden beri özellikle sivil faşistlerden seçilen elemanlarla doldurulan ve
bugüne kadar Kürdistan'da tam bir vahşet uygulayan özel timin uygulamaları ya
görmezlikten gelindi, ya da örtbas edildi.
Ta ki bu kelle avcıları Dersim'de açık bir
terör estirinceye kadar. İşin ucu CHP ve
DYP'ye dokununca ancak bazı yöneticileri az da olsa feryat etmeye başladılar.
Özel timin hizaya getirilmesini istediler.
Dersim'deki özel tim terörüne ilin milletvekili olan Kamer Genç sessiz kalırken, Sinan Yerlikaya özel timle ilgili İçişleri Bakanı'nın yanıtlaması için bir soru
önergesi verdi.
Dersim'lilerden oluşan bir heyet CHP
Genel Merkezi'ne giderek genel sekreter
Adnan Keskin ve Genel Sekreter yardımcısı Sinan Yerlikaya ile görüşerek
özel timin estirdiği terörü aktardılar. Daha sonra Dersim'e giden milletvekili Sinan Yerlikaya gelişmeleri yerinde inceledikten sonra döndü ve SHOW TV'de 16
Temmuz gecesi yayınlanan "Teke Tek"
canlı programına katıldı. Yerlikaya 3 özel
tim elemanının öldürüldüğü gün özel timlerin özellikle İnönü Mahallesiyle köprü
çevresinde halka saldırdıklarını belirterek "kim ellerine geçmişse dövmüşler,
evlere girip kapılarını camlarını kırmışlar.
Tunceli devlet hastanesi çevresindeki
halka saldırarak halkı taramışlar ve bir
ambulans şoförünü öldürmüşler" dedikten sonra şehir merkezinde de yakaladıkları insanları dövdüklerini, arabalarının camlarını kırdıklarını, lastiklerini patlattıklarını, cenaze günü OHAL Valisi
Ünal Erkan, Dersim valisi ve diğer yetkili-
lerin gözleri önünde "Kanımız Aksa da Zafer İslamın", "Komünist
Vali, CHP'nin uşağı vali, Tuncelilerin uşağı valj", "Bırakın Tunceli'yi
yakalım" sloganlarını attıklarını,
özel timleri karakol polislerinin
durduklarını anlatarak özel timlerin devlet hastanesi çevresinde
sıktıkları resmi kurşunların kovanlarından bir miktarını gösterdi.
Yerlikaya "Bunları kimin yönettiği belli değil" diyerek kimsenin
kendilerine karışamadığını belirterek "Hepsinin kollarında üç hilalli,
kurt başlı döğmeler var. Hepsinin
silahlarının kabzasında üç hilal
var. Resmi kıyafetlerinin kollarına
bile
kurtbaşı şeklinde bantlar yapıştırıyorlar. Bunlar başka yere bağlı
dedi. Yerlikaya saldırılarda zarar
gören araç sahiplerine devletin
yaklaşık 250 milyon ödediğini de
belirtti.
Programa telefonla katılan Emniyet Genel Müdürü Mehmet
Ağar,
Sinan
Yerlikaya'nın
anlattıklarını
doğrulamak
zorunda
kalırken,
bunun
bireysel tavırlardan kaynaklandığını
belirtip özel timi aklamaya çalıştı. Ağar
soruşturma açıldığı demogojileriyle işi
kapatmaya çalıştı. Yine telefonla
programa katılan DYP Dersim İl
başkanı da Sinan YERLİ-KAYA'nın
anlattıklarının doğru olduğunu açıkladı.
Sinan YERLİKAYA'nın isim vermekten kaçındığı ve "bunlar başka yere bağlı" dediği özel timlerin "Bağlı olduğu başka yer" kontrgerilladan başkası değildir.Özel timler doğrudan kontrgerila'ya
bağlıdır ve kendilerine kimse karışamıyor, kimseyi de dinlemezler. Bilindiği gibi
1993 yılında Başbakan Çiller döneminde
kontrgerillanın istemiyle "Özel Ordu" kurulurken, faşist şef Türkeş bu sayının
100 bin olmasını önermişti. Kürdistan
için kademeli olarak düşünülen Özel
Timler özellikle sivil faşist parti MHP kökenlilerden seçilmişti. Başlarına da uzun
süre Özel Harp Dairesi'nde (Kontrgerilla'da) çalışan Korkut EKEN getirilmişti.
Kısa bir eğitimden sonra da gruplar halinde Kürdistan'a gönderilmişlerdi. Kürt
halkını potansiyel suçlu olarak gören bu
rambo özlemcisi katiller sürüsüne istedikleri gibi hareket serbestisi tanınmış ve
istedikleri kadar "kelle" getirme özgürlüğü tanınmıştı.
Kürt halkına düşmanca davranan bu
katiller sürüsü kontrgerillanın bir uzantısı
sivil faşist parti MHP ile bağlantılarını
gizleme gereğini bile duymadılar. Seçim
Kahramanmaraş teröristleri
tutuklanabilir, tutuklanmalıdır!
Tunceli'de üç özel tim elemanının
öldürülmesinden sonra yapılan cenaze sonrası tartışılır hale gelen
özel tim terörü yeni boyutlarla sürüyor. Bir kaç gün önce Diyarbakır'da
köylüleri öldüren özel timlerin yeni
icraatları en yetkili ağızlardan itiraf
ediliyor.
Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesine bağlı Küçük Cennetpınarı köyünde evinde öldürülen Mustafa
DÖLEK çatışma çıktığı yolunda iddialarla savcılığa bildirilmiş ve savcılığında yardımlarıyla olay örtbas edilmiştir.
Mustafa DÖLEK'in eşi Sultan DÖLEK'in yoğun ısrarları ve şikayetleri
sonrası tekraralanan otopside Mustafa DÖLEK'in ölümüne kan kaybı
değil göğsüne sıkılan kurşunun sebeb olduğu belirtilmiştir. Bu konuda
açıkça suçlu olanlar cinayeti işleyenler, olayı kapatmaya çalışan Pazarcık Cumhuriyet savcısı Duran SÜMBÜL ve ilk otopsiye katılan Dr. Erdal
Zöhre'dir. Bunların cezalandırılması
gerekmektedir.
Sultan Dölek tekrar otopsi istediği
dilekçesinde 24 Haziran 95 günü sabah 06.00'da evlerinin kapısının çalındığı, kapıyı açtıklarında karşılarında 3 özel tim görevlisiyle karşılaştıklarını ve o esnada silahların patladığını, eşinin göğsü başta olmak üzere aldığı yaralarla düşüp öldüğünü
özel timcilerin kendisine "sus, sesini
çıkarma yoksa seni de öldürürüz"
dediklerini belirtti. Sultan Dölek eşinin cesedini bir arabaya atarak götürdüklerini sonrada çatışma süsü
verdiklerini belirterek öldürücü darbeyi bacağından değil, göğsünden
aldı, çatışma çıkmadı, tekrar otopsi
istiyorum dedi.
Kahramanmaraş Valisi de yaptığı
açıklamada özel tim elemanlarının
tutuklanamasına yasal engel bulunması sebebiyle tutuklanamadıklarını
belirtmiştir. Halbu ki kanunlarda böyle bir engel bulunmamaktadır. Terörle Mücadele kanununun 15. maddesi
gereği Terörle Mücadelede görev
alan kamu görevlerinin tutuklanmasına karar verilemez deniyordu. An-
cak bu hüküm 31.3.1992 tarihli Anayasa mahkemesinin kararı gereğince iptal edilmiştir. Bu sebeble normal tutuklama sebebleri özel tim elemanları içinde geçerlidir. İptal edilen
hükmün açık metni şöyledir: "Terörle
mücadelede görev alan istihbarat ve
zabıta amir ve memurları ile bu
amaçla görevlendirilmiş diğer personelin bu görevlerinin iflasından doğduğu iddia edilen suçlardan dolayı
haklarında açılan kamu davası sonuçlanıncaya kadar tutuksuz yargılanırlar". . Açıkça bir koruma sözkonusudur. Korunan halka terör götüren terör estiren özel tim elemanları,
terörle mücadele görevlileridir. Suç
işleyenin korunduğu bir ülkede "hukuk sisteminden, hukuk devletinden"
bahsedenler ancak birer yalancı şarlatanlardır. Özel tim elemanları Latin Amerika'daki özel muhafızlara
dönmüşlerdir. Bunlar bir anlamda
lejyon tipi bir örgütlenmeye sahip
olup paralı asker niteliğindedir. Bu
paralı katiller hergün yoksul halkın
kanını akıtmaya devam ediyorlar.
dönemlerinde ve başka zamanlarda
MHP'nin birer militanı gibi çalıştılar. Kürt
halkının kanını dökmekte gözlerini bile
kırpmıyorlar. Nazi Almanyası özlemcileri
bu katiller sürüsü, nasıl ki Almanya'da
SS'ler öldürdükleri insanların derilerinden süs eşysı yapıyorlardıysa, bu rambo
bozuntusu özel timler de gerillaların
derilerini çakmaklarına süs eşyası olarak
geçiriyorlar, kafalarını ezdikleri ciğerlerini
söktükleri gerillaların vücuduna ayaklarını basarak fotoğraf çektirebiliyorlar. İşte
kontrgerilla şeflerinden Mehmet AĞAR'ın
sahip çıktığı temize çıkarmaya çalıştığı
bu katiller sürüşüdür.
Uygulamalarıyla göze batan, belirli
tepkiler alan Özel Tim'in bu sınır tanımaz
tavrının kontrol altına alınması isteniyor.
Eğer bugün Özel Tim'ler tartışılıyorsa,
basın, TV'ler buna az da olsa yer veriyorlarsa, bu başıbozukluktan rahatsız olmalarındandır. Bu kadarı da fazla deyip
biraz hizaya getirilmesinin gerektiği isteniyor. Yoksa özel tim dünün özel timidir.
Aynı uygulamalarını aylardır sürüdürüyorlar. Aradaki fark bu kez Dersim şehir
merkezinde çok aleni olarak halka saldırmaları, cenaze de devlet yetkililerinin ve
halkın gözü önünde eylem yapmaları
saldırmalarıdır. Zaten kontrgerilla şeflerinden OHAL valisi Ünal ERKAN Dersim'deki özel tim cenazeleri sırasında
kendilerini uyarırken "Burada böyle şeyler yapmayın ne yaparsanız dağda yapın" diyerek kendilerini "uyarmıştı". Dağda herşey serbestti nasılsa....
"DHKC
Gerillaları
Ölümsüzdür"
Malatya'nın Cemal Gürsel, Paşa
Köşkü ve Beydağı mahallelerinde
11 Temmuz günü, 12 Temmuz şehitleri ve 25 Haziran'da dersim-Ovacık'ta şehit düşen beş gerillanın
anısına 'DHKC Gerillaları Ölümsüzdür" ve DHKC imzalı yazılamalar yapıldı. Ayrıca bir çok yere DHKC imzasının atıldığı da gelen haberler
arasında.
KÜRECİK HALKI İŞBİRLİKÇİ
MUHBİRLERİ MAHKUM EDİYOR:
Devletin halk üzerinde kendi
uzantısı olan işbirlikçilerle birlikte
halkı yıldırma politikası kendisine
bir şamar gibi geri dönüyor.
Kürecik ilçesi-Aksüt köyünde işbirlikçileri teşhir eden halk bu kişilerle tamamen ilişkilerini kesip onları yalnız başlarına bırakıyorlar.
Halk tarafından yalnız bırakılan bu
kişiler kendi canlarından korkup nereye saldıracaklarını bilmiyorlar.
Bundan dolayı kendi şerefsizliklerini halktan başka insanların üzerine
yıkmaya çalışıyorlar. Bu da onların
içerisinde bulunduğu çıkmazı ve
kendilerini koruyacağına dair söz
veren devletin halkın en ufak bir
tepkisinde kendilerini yalnız bıraktıklarının bilincindedirler.
Halk işbirlikçilere karşı asla tavırsız kalmayacaklarını gerekirse kendi adaletlerini uygulayacaklarını dile
getiriyor.
"Köyümde ölsem buranın ağalığından,
patronluğundan iyidir"
Dersim'de devlet güçlerinin halka
karşı uyguladığı gıda ambargosu, halkın
yaşamını ciddi şekilde etkilemeye devam
ediyor. Bir yandan köyleri yakıp, insanları göçe zorlarken diğer yandan gıda
ambargosuyla göçe zorluyorlar. Diğer
baskıların yanı sıra gıda ambargosuyla
da insanları köylerini terke zorluyorlar.
Biz de Çemişgezek'ten İstanbul'a göç
eden bir Dersimli ile görüşmek istiyoruz.
Görüşmeye giderken yol üstünde tanıdık
bir kahveye uğrayıp çay içiyoruz. Ayakta
sıkıntılı bir halde dolaşan yaşlı bir amca
bizim masaya da uğruyor.Masamızda tanıdığı bir arakadaşa "ne işimiz var buralarda şimdi köyümde işimde gücümde
olacaktım. Buz gibi soğuk suyumu içecektim, karpuzumu suya koyup zevkle
yiyecektim, ağaçlarımın gölgesinde uzanacaktım." diyor. Otur diyoruz. Hayır diyor. Oldukça sıkıntılı. Bizden ayrılınca
Pülümürlü olduğunu ve göçe zorlananlardan olduğunu öğreniyoruz. Vaktimiz
yok konuşamıyoruz. Esas konuşacağımız Dersim'liye gidiyoruz. Evi bodrum
katta, küçük bir ev, bizi oldukça sıcak
karşılıyor. Yanımızdaki arkadaşı tanıyor
sıcak bir havada süren hoşbeşten sonra
konuyu açıyoruz. "İsmimi yazmazsanız
iyi olur diyor. Tamam diyoruz. Ne zaman geldiğini, gelişinin hangi baskılardan kaynaklandığını soruyoruz. "Baskı
çok ama benim asıl gelişim ambargodan
kaynaklandı" diyor. "Gerçi köyümüzü de
özel timler yakmak istediler, ama söndürdük, sadece bir evimiz yandı" diyor.
Nasıl oldu, ne zaman yaktılar diyoruz.
"İki ay kadar önceydi. Köyümüzü özel
tim yaktı. Gece gizlice evlerden birini yakıp kaçtılar. Ama uzağa gitmeden mevzilenmişler. Köydeki evler yan yana olduğu
için birini yaktığında giderek hepsi tu-
tuşur. Mevzilendikten sonrada yaktıkları
ve yanan eve doğru ateş açtılar. Evleri
söndürmeyelim diye ateş edip küfürler
savuruyorlardı. Bir süre kurşunlardan yanan eve doğru gidemedik. Sonra baktık
diğer evlere sıçrayacak mecburen eğilerek yangını söndürmeye çalıştık. Epey
uğraştıkdan sonra söndürebildik. Onlarda epey ateş ettikten sonra gittiler. Evi
yakıp, ateş edenler özel timlerdi.
Gıda ambargosu size nasıl yansıyor
diye soruyoruz.
"Her gün Çemişgezek'in giriş ve çıkışında bir karakol var orada arıyorlar" diyerek başlıyor konuşmasına. "Ambargo
köylüyü çok kötü etkiliyor. Diyelim şeker
götürmek istiyoruz. Alın bu beş kilo şekeri aranızda paylaştırın, yarın bir daha
gelin diyor çıkıştaki karakol komutanı.
Beş kilo şekeri komşularla paylaşıyoruz
,bir seferde bitiyor. Yani akşam hemen
bitiyor. Haydi yarın çık o kadar yolu tepki
bir gecelik şeker daha alasın. Şehirden
aldığımız sebezeleri arabadan indirip
bakıyorlar. Niye indiriyorsunuz, sebzeler
bozuluyor diyoruz. İndiriyorlar. Ancak
belli bir kısmını veriyorlar. Diyelim bir
komşu birine sebze veya başka bir şey
için para verdi alınan o şeyi karakoldaki
aramada vermiyorlar. Bunun sahibi yok,
sen götüremezsin deyip vermiyorlar. İlle
sahibi gelip alsın diyorlar. Un almışız
diyelim. Beş kilo götür, yarın gel bir kilo
daha götür diyor. 12-13 nüfuslu bir aile
ne yapsın bu Durumda. Çemiş-gezek'e
gidiş ve dönüşler şehir çıkışın-daki
karakolun
önünden
geçtiğinden
aranmadan geçmek yok. Karakolda her
köye ait defter var. Açıyorlar senin bu
kadar nüfusun var niye fazla aldın , hepsini vermeyiz deyip alıyorlar. Fazla yiyecekleri gerillaya veriyorsunuz diyorlar!
Oysa verdikleri bize yetmiyor ki. Ambargo esas olarak un, yağ ve şekere uygulanıyor. Sigarayı da daha fazla vermiyorlar. Hafta da dört beş paket ancak
alabiliyoruz. Zaten her gün şehire de gidemiyorsun, hafta da bir gün (Pazartesi)
gel yeter diyorlar. Bir şey aldığımızda
listeye bakıyor, "sen geçen hafta almıştın, ne diye bir daha aldın, ne çabuk bitti" diyorlar. Tamamen keyfi. Karakolun
önünden geçmemek için yaya gideyim
desen bu sefer de korucularla, askerler
önünü kesiyor, değişen bir şey yok. Nerden gidersen git önüne çıkıp engelliyorlar. Her hafta şehire gidip dönmeye para
mı dayanıyor...
Köyde ki değirmenin çalışmasını engelliyorlar. Ekini biçenler buğdayını Çemişgezek'e götürmek zorunda. İlle şehir-e getirip öğütün diyorlar. Öğüttüğünde
de geri götüremiyorsun. Nüfus basına kilo ile un götüreceksin. Yani unumuzu şehirde öğütmeye zorluyorlar, öğüttün götürmene engel oluyorlar. Haydi her hafta
şehire gel nüfus başına üç beş kilo un
götür. Beş kilodan fazla olmaz diyorlar.
Her şehire gidip döndüğümüzde "Niye
göç etmiyorsun hala buradamısın' diye
tehdit ediyorlar. 'Size ev veriyoruz niye
gitmiyorsunuz' diyorlar. Nerde ev biz hiç
görmedik, duymadık ev verildiğini dediğimizde 'çadır veriyoruz, oda ev değil mi'
diyorlar. Resmen kışın çadırda çoluk çocuğumuzu aç susuz, soğukta kırdırmak
istiyorlar.
Burada ki yaşam koşullarınız nasıl diye soruyoruz. Yanıtlıyor.
"Ben köyünde yaşamak istiyorum.
Köyümde ölsem, buranın ağalığından
patronluğundan çok iyidir. Biz köyümüzde kendi işimizde, gücümüzde idik. Burada iş bulamıyoruz. Onun bunun ağız
Çiller'den bir "mega" yalan daha
Bu kaçıncı "mega" proje?
Çiller 15 Temmuz günü Ankara'da başta yardımcısı
Hikmet Çetin olmak üzere 22 ilin valisi ve diğer yetkililer
büyük bir masa etrafında toplayarak MGK'dan aldığı direktifler doğrultusunda medyaya "tarihi" açıklamalarından birini daha yapıyordu.
Aynı günün TV haber başlıklarına ve ertesi günkü gazete manşetlerine "Güneydoğu'ya mega yatırım", "Doğuya
25 trilyonluk yatırım", "25 trilyonluk mega proje" diye geçen bu "önemli" basın açıklaması, devletin Kürdistan'a yeni bir makyaj yapma ihtiyacı duyduğunun bir göstergesiydi.
Artık devlet için bir-iki yılda bir bu tür basın açıklamaları yapmak veya Kürdistan'a aynı amaçlarla "gezi" ler
düzenlemek moda haline geldi. Hele DYP-CHP (öncesi
SHP) koalisyon hükümeti bu uygulamanın hiç te yabancısı
değil. Koalisyonun kurulduğu 91 yılı sonlarında Kürdistan'a verdikleri önemi göstermek için önce bir "paket
program" kamuoyuna açıklanmıştı. "Güneydoğu'da yeniden yapılanma" adını taşıyan MGK'nın onayını almış" paket
vaadlerle doluydu. Bununlada yetinilmeyip Kürdistan'a
birde (Aralık 91'de) "Şefkat gezisi" düzenlemişti. Kendi
deyimleriyle devletin küstürdüğü halka devlet adına
kardeşlik elini uzatıyorlardı. Dem irel ve İnönü'nün bu gezisi o kadar "şevkat", o kadar vaadler içeriyordu ki, Demirel'e "demokrat" diyen her renkten solcular bile bu tespitlerinin ne denli isabetli (!) olduğunu bir kez daha görüp rahatladılar.
Paketin kamuoyuna açıklanması ve "şevkat gezisi"nin
bitmesiyle vaadler unutulmuş, vaadlerin altından bomba
ve kurşunlar çıkmıştı. Yani DYP-SHP'nin vaadleri kürt
halkına karşı kullanılan bombalar, kurşunlar, panzerler,
helikopterler olmuştu...
Tarih 31 aralık 1993. İki yıl sonra devlet yine Kürdistan'da ve amaç yine aynı. Kürt halkına "şevkat"ini göstermek isteyen devlet yılbaşını Diyarbakır'da geçirmişti. Demirel'in yerinde Çiller, İnönü'nün yerinde Karayalçın oturuyordu. Bu kez kürt halkına MGK adına vaad dağıtma
görevi Çiller ve Karayalçın'daydı. Diyarbakır'da yeni yılın
ilk gününde halka konuşan Çiller" Bu bölgenin insanını askerden geldiğinde eş bulacak, iş bulacak duruma getireceğiz" diyordu. Ama Ankara'ya dönüldüğünde yine herşey
unutuldu. Ve bilinen politika uygulanmaya başlandı. Kürt
halkı yine bombalarla, kurşunlarla, cephanelerle, katliamlarla göçlerle başbaşa kalmıştı. Çünkü verilen vaadlerin
gerçek anlamı buydu ve bunlarda halka yaşatılıyordu.
Ve yıl 1995 Temmuz. Yine Çiller Başbakan ama yardımcısı bu kez Hikmet Çetin. Çiller'in bir önceki vaadlerinin üzerinden birbuçuk yıl geçmiş. Bu süre içinde de kontrgerilla Kürdistan'da silahların üzerine oturttuğu politikasında uyguladığı tüm vahşete rağmen başarı sağlayamamanın kirizini yaşamaktadır. Ve kriz giderek büyümektedir.
İşte tam bu noktada kontrgerilla yeni bir demokrasicilik
makyajına ihtiyaç duydu. MGK'nın önüne koyduğu "paketi" açma görevi yine Çiller'e düşüyordu. O da Kürdistan'daki valileri ve OHAL valisini Ankara'ya çağırarak
açıklamayı Ankara'da yaptı. Yardımcısı Çetin'in, bakanlarının, valilerinin ve diğer devlet yetktililerinin uzun bir
masada dinlediği Çiller konuşmaya dersini "iyi" ezberlemiş bir öğrenci gibi başladı. "Birlik ve beraberlik ruhuyla
üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey yok. Şartları seferber ederek gönül birliği içinde, ülkece hep beraber bu merhaleyi asacağız" gibi ezberletilen ve herkesin bildiği cümlelerin sıkça yeraldiğı toplantıda yine bolca vaat vardı. Doğal
olarak bu vaatler kürt halkı içindi. Çiller 25 trilyonluk bir
kokusunu çekiyoruz. Bize 50 bin, 100 bin
yevmiye veriyorlar. Ev kirası beş milyon, elektrik, su parası hariç, mutfak hariç. Benim ayda 15 milyon almam lazım.
Adam bana 4 milyon, 5 milyon teklif ediyor. Ben o parayla ne yapabilirim. Aylık
kira giderlerimi karşılamaz, resmen evimizi, malımızı, toprağımızı bıraktık. Burada başkasına kölelik yap, mümkün
mü? Dayanılacak gibi değil, ben buraya
gelmezdim. Ama çocuk var. Belimi büküyor. Çocuk olmasa bir gün bile durmam
köyüme giderim. Vururlarsa vursunlar.
Ama yine de uzun kalacağımı sanmıyorum. Üç ay, altı ay sonra, bir yıl sonra da
olsa döneriz. Burada fazla kalamayız.
Burada maddi durumumuz iyi de olsa
durmak istemiyorum, bizi üç defa sürgün
ettiler. 1926'da, 38'de ve şimdi. Atamızın
mezarı sürgünlerden dolayı köyde değil.
Bizimde mezarımızın köyde olmasını istemiyorlar. Ama döneceğiz. Başka olmaz. Burada yapamayız. Çocuk olayı
herkesi etkiliyior. Çocuklar olmasa millet
o kadar göç etmez.
Köye dönüşte diğerleri (akraba, tanıdıklarınız) ne düşünüyorlar sorumuza
ise;
"Onlarda döneceğiz diyorlar. Aslında
hepsi dönmek istiyor ama bu dönüş birkişinin, iki kişinin dönmesiyle olmaz.
Eğer döneceksek hepimiz dönmeliyiz.
Bir-iki kişinin dönmesi etkili olmaz. Yine
gönderirler. Bizim köylülerin çoğu Elazığ'da. İş yok, güç yok. Bugün 10 aile
ciddi ciddi köye dönmeyi düşünüyoruz
deseler, dönseler, bu diğerlerini de etkiler. İstanbul'da dağınık durumdayız. Bir
araya gelip, diyalog kurmamız, bir araya
gelmemiz, bunun yollarını bulmamız lazım. Ne yapacağımıza beraberce karar
vermeliyiz. Böyle olmaz. Yani bu göç işi
tersine de olabilir. Yeter ki bunu başarabilelim. Böylesi bir durum köyde kalanlara
da bir umut ışığı olur yoksa onları da
çıkarırlar" diyor. Ve aynı sıcaklıkla ayrılıyoruz kendilerinden...
"mega" projeden bahsediyordu. Yatırımdan merkez köyle-rin
kurulmasına, hayvancılığın teşvik edilmesinden konut
yapımına hız verilmesine kadar her konuda "cömertçe"
vaatler mevcuttu ve bunlar bir bir sıralandı.
Çiller'in büyük bir şovla sunduğu toplantıdaki, vaatlerin
"birlik beraberlik ruhu"nun yer aldığı toplantısının
medyadaki mürekkebi bile kuramamıştı ki, OHAL valisi
Ünal Erkan'dan "çatlak" ses çıkmaya başladı. Ünal Erkan'a göre Çiller'in açıkladığı "OHAL valiliğine başvurulmasıyla güvenliği sağlanan köylere göç edenlerin geri dönmesi doğru olmaz"dı. Çünkü onların güvenliği sağlanamazdı ve onlara hizmet götürmek mümkün değildi. Böylece
daha ilk saatlerde bu vaatlerin uygulama şansının olmadığı
bir kez daha ortaya çıkmaya başladı.
Aksi bir durum zaten gerçekçi olmazdı. Geçmişte açıklanan paketler, verilen "mega proje" sözleri nasıl bir bir
unutuduysa, Çiller'in aldığı direktifler sonucunda açıkladığı "25 trilyonluk" vaatleri de unutulacaktı. Yine vaatlerin
yerini kürt halkına karşı uygulanan vahşet politikası
alacaktır. Çiller'in bu yeni makyajı da tutmayacaktır, demogojiden başka birşey değildir.
Şehit aileleri Gazi'de Uyardı:
"Göstermelik dava değil katilleri istiyoruz"
12 Mart 1995 günü besleyen, 20’nin üzerinde insanın
katledilmesi ve 146 kişinin
yaralanmasıyla sonuçlanan
Gazi katliamı sanıklarından
20 polis hakkında "Müdafaa
ve zaruret sınırı aşılarak,
müstakil ve faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek
ve yaralamak" suçundan dava açıldı.
Katil sanıklardan Adem
Albayrak 5 kişiyi öldürmek
suçundan yargılanırken birçok katil polise karşı açılan
davada, 200 yıla yakın savcılığın hapis istemi var. Bunun
yanında Gazi'deki saldırıyı
protesto gösterisi yapan
halktan 95 kişiye izinsiz gösteri yaptıklarından dolayı 1.5
yıl ile 5 yıl arası ceza isteniyor. Ayrıca iddianamede kat-
ledilenlerle ilgili olara sadece
7 kişiden söz edilirken diğer
11 kişiyi öldüren polisler
hakkında herhangi bir dava
açılmadı. Yine herhangi bir
Emniyet Müdür ve amirlerinin
de yargılamada hiç isimleri
yoktu.
Yani faşizm, Gazi katliamını da Sivas, Çorum, Maraş
vb. katliamlar gibi unutturmaya maskelemeye çalışıyor.
Tüm göstermelik 200 yıllara varan hapis istemlerine
rağmen mahkeme heyeti
haklarında dava açtığı hiçbir
katil sanığı görevlerinden almadı.
Düzenin Gazi davasında
gösterdiği sahtekar tavır Gazi
Mahallesi şehit ailelerinin
tepkilerine neden oldu. Yüze
yakın ailenin katıldığı 16
Temmuz Pazar günü Gazi
Mahallesi'ndeki yapılan basın toplantısında, "Menteşe,
Kozakçıoğlu ve Menzir katliamın birinci dereceden sorumlularıdır. Faşizmin bunlara
dava açmaması bu kontrgerilla şeflerinin katliamdan sorumlu olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca Gazi davasındaki mahkemenin tutumunu ve
savcının yaklaşımlarını samimi bulmuyoruz. Katiller devlet güvencesi altında ellerini
kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Faşizm Gazi katliamının
hesabını er ya da geç verecektir. Hesap soracak olan
burjuvazinin mahkemeleri
değil, halk mahkemeleridir.
Faşizme ve onun mahkmelerine güvenmiyoruz." açıklamasını yaptılar.
Gazi ve Ümraniye Olayları Hukuk
Komisyonu Üyesi Av. Mustafa Çoban
"Katilleri savcı bulamadı
halk bulacak"
Gazi ayaklanması sürecinde, 2ü'den fazla
insan polis tarafından katledildi. 100'lerce
insan, kurşun, cop, kalas darbeleri ile ağır
şekilde yaralandı. Yaralılardan sakat kalanlar var. Yani bu devletin polisi tarafından,
halka karşı bir katliam yapıldı. Bu katliam
sonrası "en yetkili" ağızlar, suçluların yakalanacağını, halkı katledenlerin hak ettikleri
cezaya çarptırılacağını söylediler. Savcılar 4
ay boyunca katilleri "aradılar". Ve 10.7.1995
tarihinde güdük bir iddianameyi mahkemeye sundular.
İddianameye göre yalnız 7 kişinin katilleri
bulunmuştu. Diğer katiller nerede? Bu dava
için Gaziosmanpaşa'da 3 savcı çalışmıştı. 4
ay sonucunda ise hiçbir iş yapmadıkları,
yalnızca kamuoyunu kandırmaya çalıştıkları
ortaya çıktı. Dosya içeriğine baktığımızda,
tek yaptıkları, avukatların delil olarak sunduğu, halka ateş açan polis resimlerini polislere gösterip "Burada tanıdığın var mı?" sorusunu sormak olmuştur. Avukatlar o resimleri vermese idi herhalde Adem Albayrak'ı dahi bulamazlardı. Polisler aleyhine soruşturmayı yürüten bu savcılar, katilleri bulamamışlardı. Fakat halk aleyhine soruştur
mayı yürüten DGM savcıları, birçok "provo
katör" bulmuşlar ve onyıllara varan ceza is
temi ile davalar açmışlardır. Gazi ayaklan
ması sonrasında, Yoksul Halkın Gücü gaze
tesi basıldı ve içeride bulunan 3 kişi Gazi'de
halkı provoke ettikleri gerekçesi ile tutuklan
dılar. Bu üç kişi ilk celsede tahliye olurken,
açılan bir başka dava 11 tutuklu sanık ile de
vam ediyor.
Evet bu gelişmeler, dosyaları hazırlayan
savcıların hangi ölçülerle hareket ettiklerinin kanıtıdır.
İddianameyi hazırlayan savcı polislere
TCK'nm 50. maddesinin uygulanmasını istiyor. Bu madde polis amirlerini doğrudan
"aklayan" bir maddedir. İçeriği kısaca şöyle:
Polisler amirlerinin emirlerini aşarak, bu suçu işlediklerinde... Yani amirleri doğru emir
vermiştir, fakat bu emirleri aşan bazı polis-
ler suç işlemiştir. Bu maddeler uygulanarak,
savcı bu katliamın söz dinlemeyen birkaç polisin eseri olduğunu savunmaktadır. Oysa bu
katliamın devletin en üst noktalarında planlanan bir sindirme katliamı olduğunu herkes
bilmektedir. Savcı M. Ural Büyükdinçer'e
bu da yetmemiş, sanıkların beraatini savunarak TCK'nın 49. maddesinin uygulanması
yönünde mahkemeye mesaj vermiştir.
Bu davanın çalışmasını yürüten, savcılarla
yaptığımız görüşmelerde kendilerinin bu katliamın sorumlularını bulacak ve yargılayacak
cesarete sahip olmadıklarını söylemiştik. Gaziosmanpaşa Başsavcısı'na "davayı açsanız
bile TCK'nın 49. maddesi ile beraat istersiniz" dedik. Bize yanıldığımızı, kendilerinin
katilleri bulup hak ettikleri cezayı almaları
için çalışacaklarını söylediler. İddianameyi
görünce yine yanılmadığımızı anladık. Hakkında 200 yıla yakın ceza istenen polisler
hakkında dahi tutuklama talebi olmadığını
gören şehit aileleri, basın açıklamaları ile tepkilerini dile getirdiler. Haklıydılar çünkü şehitlerden yalnızca 7'sinin katili hakkında dava açılmıştı. Üstelik sanık polisler hala görevlerinin başındalar. Belki de terfi dahi almışlardır. İddianameyi alan Eyüp 2. Ağır Ceza Mahkemesi, İstanbul'da yargılamanın güvenli bir şekilde yapılamayacağı gerekçesi ile
dosyayı Adalet Bakanlığına gönderdi. Güvenlik sorunu bahanedir. Asıl niyetleri, bu
davayı, Sivas katliamı davası gibi kapah kapılar ardında yürütmektir. Davaya halkın
katılmasını önlemeye çalışıyorlar. Fakat yanılıyorlar. Dava dosyasını nereye götürürlerse götürsünler; yine halktan yalıtamayacaklar. Çünkü her yerde halk var.
Savcılar, hakimler bu katliamın sorumlularını yargılayamayacaklarını gösterdiler.
Fakat halk bu sorumluları bulma va yargılama cüretine sahiptir. Yargılayacak ve hak
ettikleri cezayı verecek gücü vardır. Sorumlular uzakta gizli bir yerlerde değildir. Hala
halka karşı suç işleme görevlerine devam
ediyorlar. Halk katilleri tanıyor.
Şehit ailelerinin kamuoyuna
açıkladıkları talepler:
1- Katillerin eksiksiz olarak bulunmasını talep ediyoruz.
2- Evlatlarımızın katili olarak tespit edilmiş olan basta, Adem Albayrak isimli cani olmak üzere yirmi polisin hemen tutuklanmasını
talep ediyoruz.
3- Katillerin cezalandırılmasını talep ediyoruz.
4- Yılan hikayesine döndürülmek istenen soruşturma hemen ta
mamlanmalıdır,
5- İçişleri Bakanı, Vali Kozakçtoğlu ve Menzir hakkındaki takipsiz
lik kararı derhal kaldırılmalıdır. Günlerce süren olayların yalnızca bireysel hareket eden polislere yıkılmaya çalışılması ile kimseyi kandı
ramazsınız. Asıl suçlular yargılansın. Emirsiz kimse hareket etmez.
6- Olaylar süresince bölgedeki operasyonları yürüten Hüseyin
Kocadağ neden iddianemede sanık olarak yer almamış? Bu adam
püri pak da polisler mi bu zatı dinlememiş? Bu şahısı davanın baş
sanığı olarak istiyoruz.
7- Balistik İncelemelerini DGM savcılığı neden yürütüyor? Bu yet
ki sivil savcılığın değii mi? Bu soruşturmaya güvenmemizi mi bekli
yorsunuz? Soruşturma derhal sivil makamlara devredilmelidir.
8- Davanın duruşmaları mahallemize en yakın ve geniş bir salon
da yapılmalıdır. Bizler fakir insanlarız. Bizleri ikinci bir işkenceye ta
bi tutmaya kimsenin hakkı yoktur Bu arada Eyüp Ağır ceza tarafın
dan sorumluluktan kaçmak için bir ara çözüm olarak yargrtaya gön
derilen soruşturma dosyası er geç bu hafta içinde mahkemeye dön
melidir.
9- Soruşturma sonunda hazırlanan fezlekeye göre davayı yanlış
ve polisleri koruma amaçlı yönlendirmeyi amaçladığı gün gibi ortaya
çıkan Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Baş Savcısı Celal Demircioğlu,
Savcı Muhittin Kaya ve Savcı H. Ali Beşpınar'a davranışları karşısında güvenimiz kalmamıştır. Geriye kalan soruşturmanın bu şahıslar
tarafından yürütülmemesini talep ediyoruz.
10- İddianame savcısı ve dosyayı ilk görüşen mahkemeyi
reddediyoruz. Dosya ve deliller ellerine geldiği halde gerekeni yapıp
sanıkları tutuklamak yerine davayı birbirlerinin üzerine atmak için
kavga etmiş daha sonra ise ara çözüm olarak sudan sebeplerie yargıtaya göndermişlerdir.
11- Sonuç olarak adalet talep ediyoruz. Kandırmaca ve gösterme
lik davalara karnımız tok. Bu tip davaların hepsinde de katillerin ak
lanmaya çalışıldığını örnekleriyle biliyoruz.
12- Olay ve dava ciddidir. Bütün devrimci demokrat kamuoyunu
bıkmadan yılmadan mücadeleye davet ediyoruz.
Gazi Şehit Aileleri Vakfı Girişim Komitesi
İnfaz davasında polisler
aklanmaya çalışılıyor
İstanbul Küçükköy'de 26.5.1993
tarihinde Devrim Mehmet Eroğlu ve
Yüksel Güneysel'i katleden polisler
hakkında açılan dava duruşması 17
Temmuz günü Eyüp I. Ağır Ceza
Mahkemesi'nde yapıldı.
Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Ahmet Düzgün Yüksel mahkeme
heyetinin son ara kararında katil polisleri cezalandırmayacağını ortaya koydu. Bunu belirten bir dilekçeyle mahkeme heyetinin davadan çekilmesini
istedi.
26 Haziran 1993 tarihinde SHP Gaziosmanpaşa ilçe başkanıyla görüşmek
için giden Devrim Mehmet Eroğlu ve
Yüksel Güneysel ilçe başkanı Mehmet
Altuncu'nun ihbarı üzerine işyerinde
pusu kuran polisler tarafından katledilmişlerdi.
Avukat A. Düzgün Yüksel, görülen
bu davada okuduğu dilekçesinde şunları söyledi: "Mahkemenin olayın delillerinin araştırılmasına ilişkin talebinizi savcının (Yusuf Soydaş) hiçbir
hakkı ve yetkisi olmadığı halde,
TCK'nın 49.50. maddesinin uygulanması talebinin etkisine daha baştan girerek tüm taleplerimizi reddetmiştir.
... Savcı delilleri yeterince araştırmadan taraflı bir iddianame yazıyor ve
mahkeme savcının istediği biçimde
yürüyor... Katliam yapıldığı yerde gerekli araştırmalar yapılmadı. Heyetin
kanaati ise tamamen sanıkların yani
katliamın uygulayıcısı katillerin ifadesine dayanılarak veriliyor... Mahkeme
heyeti taraflı davranıyor. Her katliamdan sonra hükümet, katiller sürüsünü
övgüler ve ödüllere boğarken, göstermelik olarak açlıan davalarda tamamen katillerin istek ve ifadeleri doğrultusunda yürüyor. Ki, bu kontrgerilla
artığı çeteler mahkemelere dahi gelme
gereğini görmüyor. Her mahkemelerine basın yasakları konuyor, davaları
izlemek isteyen insanlar soruşturmalara alınmıyor ve hatta gözaltına alınıp
tutuklanabiliyorlar...
Tüm bu sebeplerden dolayı mahkememizin sanıkların cezalandırılmayacağına yönelik görüşü, ara kararda teknik hukuk diliyle açıklanmıştır." diyerek mahkeme heyetinin davadaki görevinden çekilmesini talep etti.
Ancak, mahkeme Avukat A. Düzgün Yüksel'in bu isteğini reddetti ve
mahkemenin yeni duruşma tarihini
22.8.1995 olarak belirledi.
Oligarşinin katliamlara, infazlara
yönelik bu tip göstermelik davalarda
sürekli olarak katillerin lehine kararlar
alması ne katil polislere ve İlhami Yelekçi gibi savunucularını ne de Mehmet Altuncu gibi polis işbirlikçilerini
halkın adaletinden kurtaramayacaktır.
Tüm katliam, infaz vb. oligarşi tarafından açılan açılmayan davalarda olduğu
gibi bu davada da nihai kararı verecek
olan halktır. Halkın adaletidir.
Sel felaketine uğrayan
Senirkent yalnız değildir
- İstanbul'da ve Türkiye'nin birçok yerinde yaşanan felaketler
emekçi halklarımızın suçu, kaderi değildir. Sel felaketi, bir
avuç azınlığın sömürülerini perçinlemek için emekçi halkımıza ödettiği bedellerdir. Bu sömürü düzenine karşı çıkmak
ve sömürüsüz bir dünya kurmak kendi ellerimizdedir. Bunu
gerçekleştirmek için halklarımız arasındaki dayanışmayı
güçlendirmeliyiz. Her türlü yardımlaşma ve halkımızın yaralarını sarma yönünde oluşturacağımız halk komiteleri ile sorunlarımızı çözebiliriz.
13 Temmuz günü Isparta'nın Senirkent ilçesinde meydana gelen sel felaketi, 3 mahalleyi yok etti. Taş Mescid,
Yayla ve Büyükçeşme mahallerinde
çamur altında kalan 300 kişi hala kayıp. Senirkent halkı, yetkililerin olayın
boyutunu küçük göstermeye çalıştığını belirtti.
Kapıdağı'ndan inen sel suları ve
kopan kayalar Senirkent'i çamur altında bıraktı. Çamur içinden gelen iniltiler, kaybolanların çoğunun yaşıyor olduğununun mesajını veriyordu, devletin ilgisizliği ve kurtarma çalışmalarının yetersiz ve yavaş olması, ölü sayısının artamasına enden oldu. Mahallelerin kimi yerlerinde bir metre kalınlığına ulaşan çamurların içinde yaralılar
ve cesetler bulunuyor. Gün geçtikçe
kuruyan çamurlar kurtarma çalışmalarını
güçleştiriyor. Dozerle yapılan çamur
temizleme
çalışmaları
cesetlerin
parçalanmasına ve kanalizasyon borularının patlayıp kentin suyuna lağım
karışmasına neden oldu. Kanalizasyon ve içme suları birbirine karışan
Senirkent'te içme suyu ihtiyacı çevre
ilçelerden getirilen tankerlerle sağlanıyor. Salgın hastalık endişesi artarken,
çamur nedeniyle cilt hastalıkları da
artış gösteriyor.
Evlerinde akşam yemeği için sofra
başında bulunan yüzlerce insan, sel
sularıyla sürüklendi. Evlerin balçığa
gömüldüğü mahallelere gece boyunca
girilemedi. Girilemeyen semtlerde boğazlarına kadar balçığa saplanan insanlaın 'kurtarın' sesleri duyuluyordu.
Yakınlarını kaybedenlerin feryatları
dinmiyor. Yaşadıkları felaketin acısını
yüreğine basan Senirkent'lilerin, enkaz altından ceset çıktıkça ağıtları daha da yükseliyor. Bir yandan ölenlerin
ardından dökülen gözyaşları, diğer
yandan ise kayıp olan yakınlarının sağ
olarak kurtulma umudu yaşanıyor.
Enkaz kurtarma çalışmalarının yavaş ilerlemesi Senirkent halkının öfkesini kabarttı. Yetkililerin olayın boyutunu küçük göstermeye çalıştığını belirten Senirkent'liler, asıl felaketin yaşandığı mahallelere üç gün boyunca
girilemediğinden şikayet ederek, "Oralarda bir evde 20 kişinin öldüğünü biliyoruz, hala ölü sayısı onlarla ifade
ediliyor. Gitsinler oralardaki enkazı temizlesinler, gerçek rakam ortaya çıksın, Şimdiye kadar birkaç ana caddeyi
temizlediler. Ara sokaklara girmediler.
Ölü sayısı açıklanandan çok daha faz-
ladır" dediler. Bu arada Senirkent'liler
kurtarma çalışmaları yapan ekiplerin
yeterince dikkatli davranmadığını belirtiyorlar. Şu ana kadar çamurun içinden çok az çocuk cesedinin çıktığnı
belirten halk, olayda en az 30-40 çocuğun öldüğünü söylüyorlar. Çocuk
cesetlerinin dikkatsiz çalışmalar sonucu enkazlarla birlikte yüklenerek çöplüğe atılmış olabileceğini belirtiyorlar.
Bunun üzerine yetkililer, gece çalışması yapılmayacağını belirterek daha
girilmeyen birçok sokak olduğunu
açıklamak zorunda kaldılar. Şimdiye
kadar enkaz altından 61 kişi ölü olarak
çıkarıldı, 90'dan fazla insan da yaralı
olarak kurtarıldı.
Genellikle köyden ilçeye göç eden
insanların oturduğu Kapıdağı yöresindeki evlerin tümü kerpiç. Bu evler bırakın seli, şiddetli bir fırtınada bile yerle bir olacak kadar dayanıksız ve ahşap yapılı. Daha önce de sel felaketi
1936 yılında da yaşanmış olmasına
rağmen bugüne kadar hiç bir tedbir
alınmamış. Senirkent halkının uğradığı felaketin sorumlusu devlet ve bu
konuda yetkililerin ilgisizliğidir. Orman
Genel Müdürlüğü Kapadağı'ndan ağaç kesimi yapıyor,erezyon
tehlikesine karşı ise
hiçbir önlem alınmıyor. Çarpık yapılaşmayla beraber insanlara tehlikeli olduğu
bilindiği halde ev yapmaları için iskan izni
veriliyor.
Senirkent halkı yaşadığı felaketle yüzyüze bırakılmak isteniyor. İnsanlar, kayıp
yakınlarını kedi çabalarıyla bulmaya çamur
temizleme çalışmalarını elbirliği ile sürdürmeye
çalışıyorlar.
Devlet yetkilileri yaşanan felaketi Senirkent'in kaderiymiş gibi
göstermeye çalışarak
acılarını yüreklerine
gömmelerini bekliyorlar. Ancak Senirkent
halkının istediği yalnızca kurtarma çalışmaları ve maddi yardım değil, emekleri,
alınteri yok olan ve
yakınları ölen insanlarımız onlarla birlikte olacak, halkların ortak dayanışmasını sağlayacak çalışmalar istiyorlar. Devletin Cumhurbaşkanı, Başbakan'ı, düzen partilerinin temsilcileri ve
medya, yaşanan felaketi kendi şovlarını yapacakları araç olarak kullanıyorlar. Süleyman Demirel'in çizmelerini
ayağına geçirip bir-iki inceleme yaptığı
ve arkasından"Senirkent'lileri dağın
gazabından kurtaracağız" demesi bugüne kadar verdiği vaatlerin ötesine
geçmeyecektir. Olaydan üç gün sonra
Senirkent'e şöyle bir uğrayarak halka
"İçinizde olmaya, acınızı bizzat paylaşmaya geldim" diyen Çiller'in nutukları ve döktüğü timsah gözyaşları Senirkent halkının yaşadığı felaketi ne
kadar hissettiğini gösteriyor. Bayındırlık Bakanı Halil Çulhaoğlu, maddi sıkıntıdan dolayı ilçeye ilk aşamada 1.5
milyar lira yardım yapabileceklerini
söylerken yaşanan felaketin bu kadarla unutturulabileceğini sanıyor. Kendileri lüks içinde yaşayıp sefahat çekerken halkın sorunlarına sahip çıkıp bunu hissetmelerini bekleyemeyiz. Senirkent halkıyla dayanışmayı sağlamak, yardım kampanyaları başlatmak
ve bunun için halk komiteleri oluşturmak, Senirkent halkının sorunlarına
sahip çıkılmasını beraberinde getirecektir. Halkların sağlayacağı dayanışma, bu tür felaketler dahil, düşmana
karşı güç olmayı sağlayacaktır.
YAŞANAN SEL FELAKETİ VE
DÜZENİN GERÇEK YÜZÜ
İstanbul'da altyapı sorunuyla gündeme gelen içme suyunun içilebilirliği
tartışmalarının yaşandığı son günlerde bu kez bir sel felaketi yaşandı. Sel
felaketleri sadece İstanbul'la sınırlı
kalmadı. Karadeniz bölgesinde, Ankara ve Isparta'da meydana gelen sel felaketlerinde yüzlerce insan öldü, halk
büyük maddi zarara uğradı.
Medya tarafından İstanbul'un bir felaketle karşı karşıya olduğu yazılıp çizildi. "Son 60 yılın en büyük sel felaketi" , "Altyapısı felç olan şehirde hayat tam anlamıla felç oldu", "İstanbul
yağmura teslim oldu." vb. büyük puntolarla verilen haberlerle İstanbul'a birkaç gündür yağan yağmurun altyapı
yetersizliği nedeniyle oluşan selin binlerce ev ve işyerini sular altında bıraktığı, evine aniden dolan sel sularından
kaçamayarak bir kişinin yaşamını yitirdiği dramatik bir öykü gibi yazıldı ve
TV ekranlarına yansıdı.
Boyalı basın günlerce sel baskınına
uğrayan SABAH gazetesinin, TOFAŞ
bayiinin, selden dolayı çalışamayan
Borsa'nın uğradığı zararları yazarken,
çamur deryasına dönen gecekondu
mahallelerini, gecekondu halkının uğradığı zararları yazmıyordu. Sel felaketine neden olan altyapı eksikliğini,
yeterli önlem alınmamasını değil, sadece ATV'nin bahçesinde mahsur ka-
lan bilmem ne cins köpekleri yazdılar.
Selde hayatını kaybeden Hüsniye
Ateş ise sadece satır aralarına sıkıştırılarak geçiştirildi. SABAH gazetesi
tüm bunları devletin istediği biçimde
yazmasına rağmen gerekli ilgiyi görememiş olacak ki, "Kendi keyfi için yolları kestiren, helikopteri ile istediği yere inen Hayri Kozakçıoğlu SABAH ve
ATV'nin başına gelen bu olaya ilgisiz
kaldı" diye hayıflandı. Cumhurbaşkanından Başbakan yardımcısına (yurtdışında olmasaydı Başbakan da), hükümet sözcüsüne kadar birçok devlet
adamı 'geçmiş olsun' mesajları gönderirken, T. Erdoğan, H. Kozakçıoğlu,
N. Menzir ve Bakırköy Belediye Başkanı A. Talip Özdemir bizzat ziyaret
ederek SABAH'ın 'acılarını' hafifletti.
Düzen kurumlarının yardım araçları
ilk önce Medya Plaza'ya, Borsa'ya
güçlükle(!) ulaşırken, emekçi halkın
yaşadığı gecekondu mahallesinde bir
tek yardım aracı bile görmek mümkün
değildi. Beklenemezdi de. Çünkü onlar para babalarının, medya tekellerinin, borsanın yardımına koştular. Devletin halka karşı saldırılarına ortak
olan medya, halkın sömürüsünden
pay alan borsa ilk yardımına koşulanlar oldu. Ancak, yağmurun dinmesi ve
sel sularının çekilmeye
başlaması ile birlikte tüm
varlıklarını yitiren gecekondu halkının yanlarında oldukları (!) şovlarını yapanlar bir bir ortaya çıkmaya
başladı. Bunlardan en çarpıcı olanı ise, İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu'nun
medya karşısında yaptığı
vaat şovu oldu. Ancak, bugüne kadar yapılan vaatleri
bilen halkımız bunlara
inanmaktan çok gülüp geçti. Bu eli kanlı katilin sözlerine inanmadılar.
Selde evleri hasar gören
binlerce yoksul gecekondu
halkı şu an evsiz, barksız
ve çaresiz durumda. Sel
bölgelerinde ne Kızılay, İtfaiye, İSKİ, ne de herhangi
bir yerel yönetim hiçbir çalışma yapmadı. Halk, kendi
çabalarıyla sel felaketinin
yaralarını sarmaya çalışıyor. Hiçbir kurtarma faaliyetinin olmadığı yerlerde
üst katlardan atılan bir hortum insanların hayatını kurtardı. Sel sonrası çamur
deryasına dönmüş olan ge-
cekondu mahallelerinde gerekli ve yeterli önlem alınmazsa salgın hastalıklar emekçi halkımız için kaçınılmaz bir
tehlikedir.
Yaşanan felaketlerden en büyüğü
ve medyada en geniş biçimde yer
alanı ise Isparta'nın Senirkent ilçesinde yaşandı. 4 gün süren sağanak yağışlarla beraber dağdan kopan kaya
parçaları halkımızı sofraları başında
vurdu. Kaçmaya ve korunmaya fırsat
bulamayan halk, selin önüne kattığı
tonlarca kaya ve balçık içerisinde
kaldı. Sel karşısında dayanamayan
ahşap ve kerpiç evler kayaların da
çarpmasının etkisiyle bir bir yıkıldı. Ve
halk yıkılan evlerinin, metrelerce çamurun içinde kaldı. Gece gelen felaket tüm iletişim olanaklarını da ortadan kaldırdı. Enkaz altında kalan insanlar erken yardım gelmemesinder
dolayı saatlerce yaşam mücadelesi
verdi. Buradaki halk kendi çabalarıyla
enkaz altında kalan yakınlarını kurtarmaya çalıştı. Ama sonuç değişmemişti;
çamur altında kalan yüzlerce insan
hayatını kaybetmiş.
Sele kapılan Senirkent halkının bu
sonucu yaşaması kaçınılmazdı. Devlet kurumları yıllarca burada bulunan
Kapıdağı'nda erozyonun olacağını bile
bile dağın eteklerindeki ağaçları kereste kullanımı için keserek, kesimden
sonra yaşanabilecek olumsuzluklar
karşısında hiçbir önlem almadı. Yaşanan felaket karşısında da ilgisiz kalması, devletin insan hayatına ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Daha
tüm evleri sel suları altında kalan istanbul'un gecekondu halkına hiçbir
yardımda bulunmayanlar, Senirkent'te
yaşanan ve yüzlerce insanın ölümüne
neden olan felaket karşısında yine
şovlarına başladılar. Demirel'in kendi
seçim bölgesi ve memleketi olan İsparta, Senirkent'te yaşanan sel felaketi
bulunmaz bir şov malzemesiydi. Senirkent'e gidip ayağına "çizmelerini"
takan Demirel, "Yıkılanı yaparız, kırılanı tamir ederiz, devletimizin, milletimizin gücü bunu yapmaya muktedirdir." sözleriyle kendi yüzünü ve temsil
ettiği düzenin gerçek yüzünü gösterdi.
Senirkent halkı Demirel'in bile kendi
sorunlarına sahip çıkamayacağını biliyor ve söylenen sözlere inanmıyor.
İstanbul'da ve Türkiye'nin birçok
yerinde yaşanan felaketler emekçi
halklarımızın suçu, kaderi değildir. Sel
felaketi, bir avuç azınlığın sömürülerini
perçinlemek için emekçi halkımıza
ödettiği bedellerdir. Bu sömürü düze-
nine karşı çıkmak ve sömürüsüz bir
dünya kurmak kendi ellerimizdedir.
Bunu gerçekleştirmek için halklarımız
arasındaki dayanışmayı güçlendirmeliyiz. Her türlü yardımlaşma ve halkımızın yaralarını sarma yönünde oluşturacağımız halk komiteleri ile sorunlarımızı çözebiliriz.
Haklar ve Özgürlükler Platformu
Sel Felaketinde Mağdur Olanların
Yanındaydı
İstanbul'da sel felaketinden sonra
verilen yardım sözleri yavaş yavaş
unutulmaya başladı bile. İstanbul, Küçükçekmece, İkitelli, Atatürk ve Mehmet Akif Mahallesinde selden büyük
oranda etkilenen halka belediye göstermelik kampanyalarla medyatik şovlar yapıyor. İstanbul'un RP'li Belediye
Başkanı Recep Tayip Erdoğan Atatürk
ve Mehmet Akif mahallelerinin ortasından geçen derenin kapatılması ya da
ıslah edilmesi için herhangi bir girişimde bulunmadı. Yerel belediyeyi elinde
bulunduran DSP'Iİ belediye başkanı
Nurettin Şen'le tartışmalar karşılıklı
suçlamalarla sürüyor. Küçükçekmece'nin DSP'Iİ başkanı Şen, Erdoğan'ı,
ödenek verilmiyor" diye. Erdoğan da
Şen'i "çalışmalarımızı engelliyor diye
suçluyor. Ama olan halka oluyor. Siyasi çıkarların ön planda olduğu yardım
kampanyaları yerine derenin kapatılması ya da ıslah edilmesi gerekiyor.
Haklar ve Özgürlükler Platformu sel
baskınından sonra İkitelli Atatürk ve
Mehmet Akif Mahallelerindeki selzedeleri ziyaret ederek ve geçmiş olsun
dileklerini ileterek açtıkları yardım
kampanyasının amaçlarını anlattılar.
18 Temmuz günü gerçekleşen ziyarette halkın ihtiyaçlarını tespit eden
heyet, çocukların ve kadınların sağlık
sorunlarına da çözüm getirmek için
çalışmalarda bulundu. Platform heyeti
içerisinde yer alan Sağlık-Sen'liler halkın sağlık sorunlarını belirleyip, salgın
hastalıklara karşı ilaç ve tedavi ihtiyaçlarını gidermek üzere yardım çalışmalarına başladılar.
Haklar ve Özgürlükler Platformu
yardım kampanyasının sonuçlandırılması için tüm devrimci-demokrat kurum ve kişileri maddi ve manevi olarak
desteğe, dayanışmaya çağırdı. Ev eşyasından, ilaca, gıdaya kadar her türlü
yardımı kabul edeceklerini bildirdiler.
Yardımlarını ulaştırılacağı kurumlar
şunlardır:
Sağlık-Sen Genel Merkezi
Millet Cad. Yusuf Paşa Durağı İnan İş
Hanı Kat:5 Tel: 589 17 08
BEM-SEN Genel Merkezi
Tel: 511 80 09
Çağdaş Özgür-Der
İstiklal Cad. Bekar Sk. No:21/5
Beyoğlu/istanbul Tel:252 89 17
Halkın Hukuk Bürosu
Millet Cad. Dede Paşa Sk. Tarçıncı
Apt. Kat:2 Fındıkzade Tel: 531 73 97631 36 94
Memur Gerçeği Dergisi
Abdüllatif Paşa Sk. Çakırağa Mah.
Şekerci Han Kat:2 No:8 Aksaray
Tel:632 69 42
TİYAD
Çakırağa Mah. Abdüllatif Paşa Sk.
Şekerci Han Kat: 2 No:9
İşçi Hareketi Gazetesi
Kemalpaşa Mah Selimpaşa Sk. Çelik
Apt. No:56/2 Aksaray Tel:520 15 27
Kurtuluş Gazetesi
Binbirdirek Mah. Terzihane Sk.
Kaleağası Apt. No:1 Kat:2
Sultanahmet -İstanbul
Tel:518 84 17
Eminönü direnişi dönüm noktasında
İşçiler direnişin 67. gününde
Eminönü Belediyesi
ölüm orucuna yattı
Taşeronuna
• Eminönü belediye işçileri
şimdi bedenlerini ortaya
koydular. Emekleri onurları için
işçi sınıfına önemli bir miras
bırakmak için direnişin 67.
gününde ölüm orucuna
başladılar. Ölüm orucu bu
direnişte bir dönüm noktasıdır,
dönüşüm noktası olacak. Şimdi
her yerden her koldan ölüm
orucu direnişini aktif şekilde
desteklemek onu başarıya
ulaştırmak hepimizin görevi.
İşten atıldıkları 15 Mayıs 1995'ten bu
yana Eminönü Belediyesi önünde direnişlerini sürdüren belediye işçileri mücadelelerinde yeni bir sayfa açtılar, Kendilerini görmezden gelen ve belediye bi
nasına gizlice girip çıkmaya çalışan işçi
düşmanı belediye yöneticilerine karşı;
geleceklerinin karartılmasına, çocuklarının açlığa itilmesine karşı; ülkenin dört
bir yanında süren işçi kıyımlarına karşı
işçiler ölüm orucuna yattı.
15 Mayıs'tan beri belediye önündebekleyerek süren direniş yanında işçiler
bir çok işgal, yürüyüş vb. aktif eylemlerde
de bulundular. Kamuoyun geniş bir
kesiminden maddi ve manevi destek
sağladılar. Eminönü Belediyesi'nde iş
bırakma noktasında işçileri sonuna kadar zorladılar. Ancak başta Eminönü belediyesinin yöneticileri olmak üzere siyasi
iktidar her laman olduğu gibi Eminönü
belediyesi önündeki direnişi de görmezden geldi. İşçilerin ve ailelerin çığlıklarına kulaklarını tıkadı. Eminönü bölgesinin resmi ve sivil tüm polislerini direnişin karşısına dikti. Bütün bunlar direnişin
ivmesini düşürmedi. Aksine işçilerin
inanç ve karalılığnı geliştirdi, sermayeye
olan kinlerini arttırdı. Direniş ölüm orucunun eşiğine böyle bir süreçte geldi.
"Ölmek Var Dönmek Yok" dedik. Şimdi bunu ispatlama Günüdür"
Ölüm orucu eylemine başlarken 15
Mayıs'tan beri geceli gündüzlü, yarı açyarı tok ve uykusuz kadınlı-çocuklu Eminönü Belediye işçileri sanki direnişe yeni
başlıyormuş gibi heyecenlı ve coşku doluydular, ölüm Orucu duyurusu basın
açıklamasıyla henüz yapılmadan önce
işçiler davul zurna eşliğinde sloganlarla
halaya durdular. Daha önceleri yüzlerce
kez haykırılan "Zafer Direnen Emekçinin
Olacak ", "Direniş Sürüyor Sürdüreceğiz", "Eminönü Bizimdir, Bizim Olacak",
"Yaşasın Onurlu Direnişimiz" sloganları
yeniden ve yeniden çınladı.
işçileri desteklemek için DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Çetin Uygur, DİSK
Deri İş Genel Başkanı Munzur Pekgüleç, DİSK Genel İş İstanbul Bölge Başkanı Hüseyin Ayık ve Türk İş'e bağlı
bazı sendika yöneticileri işçilerin ölüm
orucuna başlamasını desteklemek için
Eminönü belediyesi önüne geldiler.
Disk Örgütleme Daire başkanı Çetin
Uygur işçilere yönelik bir konuşma yaparak "Eminönü Belediyesi önünde
onurlu bir mücadele yürüten işçi arkadaşlarım, yaklaşık iki buçuk aylık kavganız bir ekmek ve onur kavgası. Bu kavga sadece 265 işçinin işe dönüş kavgası
değil. Biliyorsunuz Türkiye'nin her tarafı
bu kavgalarla yanmaya başladı. Kavganız işte bu kavganın bir parçası. Böyle
bir yolu seçtiğiniz için sizleri onurla selamlıyorum. Vücudunuzla, bedenlerinizle girdiğiniz bu sıçrama noktasında yalnız kalmayacaksınız. Hepinize başarılar
diliyorum" dedi.
Genel İş Sendikası 7 No'lu Şube
Başkanı Erol Ekici ise basın açıklamasını okuyarak ölüm orucunu başlattıklarını açıkladı. İşçiler basına yapılan bu
duyuru sırasında uzunca alkışlı bir tempo tuttular. Erol Ekici basın açıklamasından sonra ayrıca "Direnişe başladığımız
gün 'Ölmek Var Dönmek Yok Dedik"
Şimdi bunu pratikte ispatlamanın günüdür" dedi.
Ölüm Orucu duyurusundan sonra işçiler üzerinde "İşimiz İçin Ölüm Orucun-
dayız. ÖLMEK VAR DÖNMEK YOKEminönü Belediye İşçileri" yazılı bir pankart açtılar.
Ölüm orucuna ise ilk etapta 7 no'lu
Şube Başkanı Erol Ekici, Mali Sekreter
Haydar Aslan, işçilerden Sami Yiğit, Hüseyin Aslan ve Muhsin Baş direnişi başından beri ailece destekleyen Eminönü
halkından Rafet Işıklar ve Genel İş 1
No'lu Şube Başkanı Şükrü Kartal'ın eşi
Beser Kartal ölüm orucuna başladılar.
Ölüm orucu ile ilgili pankartı direklere
asan işçiler "Yaşasın Ölüm Orucu Direnişimiz" sloganlarıyla arkadaşlarını minderlere oturttular.
Özgürlük Türküsü ölüm orucuna başlayan işçiler ve tüm direnişçilere moral
için bir dinleti sundu.
İŞÇİLERİN ÖLÜM ORUCU DİRENİŞİNİ
BAŞARIYA GÖTÜRELİM
Ülkemizin dört bir yanında kavga
ateşleri yanıyor. İşyerlerinin önünde işçilerin, alanlarda kamu emekçilerinin, kayıp yakınlarının direnişleri sürüyor. Gecekondular, mahalleler zulme, açlığa,
baskılara karşı bir direniş odağı... Eminönü Belediyesi'nin önü ise biz emekçi
halkın gündür süren bir mücadelenin adresi. Bu adreste ismini bildiğimiz veya
bilmediğimiz işten atılan 265 işçi ile onların eşleri çocukları anne ve babaları bulunuyor. Ekmek ve onur kavgasını bizlerin kavgasını veriyorlar. Kavga bizim, ancak bu kavgayı bilince çıkardığımızda,
sahiplendiğimizde güçlenecek, güçlendikçe başarı şansı artacak bir kavga...
Bizim kavgamız diyoruz, işten atılmış
olalım veya olmayalım, işçi, memur,
köylü veya öğrenci olalım Eminönü Belediye işçilerine yapılan haksızlıklar
özünde bize, bizim sınıfımıza yapılan bir
haksızlık ve saldırıdır. "Bana neciliğin"
artık hiç kimseye yararı yoktur. "Bana
ne" demek ülkemizde yaşanan emekçi
düşmanlığına içten destek olmak, "bana
ne" demek kendi çıkarlarımızın altının
oyulmasına gözyummaktır.
Neden ölüm orucu, nereye kadar ölüm orucu?
Açlığa, Sefalete, Zulme karşı onur
mücadelesi veren Eminönü Belediye
işçileri 67 gündür direniyor, DİRENECEK...
Bu direniş işçi kıyımlarına izin vermemek içindir.
Bu direniş işçi düşmanlarına karşıdır.
Bu direniş emekçilerin bedenleri
üzerinde politika yapanlara karşıdır.
Bu direniş Onurumuz, Özgürlüğümüz, Kurtuluşumuz İçindir.
Bizlere zulmedenlere, açlığa terkedenlere, onursuz bir yaşamı dayatanlara bir çift sözümüz var.
Emeğimiz, onurumuz, kurtuluşumuz
için direneceğiz, savaşacağız ve kazanacağız. 67 gündür direnen Eminönü
Belediye İşçileri dostlarını hep yanında
gördü, bundan sonra da yanında görmek istiyor. Çünkü, bu direniş sadece
Eminönü işçisinin değil, zorla, zulümle
baskı altında tutulan, sesini çıkarama-
yan tüm emekçilerin direnişidir.
Bizler Eminönü İşçileri olarak Türkiye İşçi sınıfına karşı olan sorumluluğumuzun bilinciyle hareket ediyoruz.
Bu bilinç gereği işten atılan üyelerimizin geri alınması için, işten atılmalara
izin vermeyeceğiz şiarıyla başlattığımız direnişimizi zafere dönüştürmek
için bugünden itibaren başta Şube
Başkanı Erol EKİCİ olmak üzere süresiz açlık grevine başlıyoruz. Sınıf mücadelesinde bedelsiz kazanımların olmayacağını bilen bizler kazanmak için
bedenlerimizi de sunuyoruz. Her zaman bedel ödemeye hazır olduğumuzu söyledik, işçileri açlığa sefalete
itenler, baskı altında ve gözdağıyla yönetenler, insan hak ve özgürlüklerini
hiçe sayanlar, kendi yasalarına dahi
uymayanlar, hak alma-arama mücadelelerini zora dayalı bastırmaya çalışanlar işveren yardakçıları,mücadele kaçkınları DİZ bu mücadeleye bedenlerimi-
zi sunarken sizler, emekçi karşısında
bir kere daha kaybedeceksiniz. Tarih
önünde sizlerde payınıza düşenleri
alacağınızı unutmayın. Hep haykırdık,
haykırıyoruz. Susma sustukça sıra sana gelecek. 67 günlük dierenışte sesimize kulaklarını tıkayanlara, ülkemiz
gerçekliğinde üç maymunları oynayanlara sözümüz var. Hücre hücre eriyen
bedenlerimizde her gün kendilerini
sorgulamalıdırlar. Eminönü işçileri
başı dik, alnı açık olarak işlerine dönme mücadelesi veriyorlar ve kazanacaklar.
Bu savaşı da biz KAZANACAĞIZ.
Çünkü Haklıyız, haklılığımızdan aldığımız güçle hayıkırıyoruz.
İŞÇİYİZ, HAKLIYIZ
KAZANACAĞIZ"
DiSK/Genel İş Sendikası
İstanbul 7 No'lu Şube Başkanı
Erol EKİCİ
Devrimci Halk Kurtuluş
Cephesi'nden Uyan
15 Mayıs 1995'te işten atılan 265'i
Eminönü Belediyesi çalışanının o
günden beri büyük bir kararlılıkla
sürdürdükleri işlerine geri dönme
mücadelelerine destekler her geçen
gün artarak devam ediyor.
Direnişlerinin 67. günü (20 Temmuz 1995} ölüm orucuna başlayan
Eminönü işçilerini desteklemek
amacıyla, işten atılmalarına sebep
olan ve Temizlik işlerinin mütehitliğini yapan Şeref Varan'ın Fişekhane
Caddesi'ndeki inşaat bürosu basıldı
ve çalışanları etkisiz hale getirildikten sonra tahrip edildi.
Gazetemizi telefonla DHKOİşçiler
adına arayan bir kişi eylemi Eminönü işçilerinin direnişini desteklemek
amacıyla yaptıklarını belirterek "Yaşasın DHKP, Yasasın DHKC" dedi,
İşte bu bakımdan Eminönü Belediye
işçlierinin direnişi bizim direnişimiidif.
Bu direnişin başarıya ulaşması sermayenin Saldırılarını geriletecek binlere ise
yeni bir güç aşılayacaktır.
İşçiler direnişlerini başarıya ulaştırmak için 15 Mayıs'tan beri sabırla değişik biçimlerde direndiler, eylemlerde bulundular. Yılmadılar. Yılmadıkları içindir
ki, direnişe yeni başlıyor gibi ölüm orucuna başladılar. Ölüm orucu başladığı
anda belediye önündekki katılımı arttırdılar. Şimdi bu ruh hali ve dinamizmin
boşa gitmemesi için bedenlerini ortaya
koyan işçilerin bu direnişini onlarla birlikte ve günün 24 saati birlikte soluyalım.
İşyerlerimizde bu direnişin haklılığının
propagandasını yapalım, aktif ve pasif
eylem türlerini kendi işyerlerimizde hayata geçirelim. Tabandan zorlayarak
sendikacılarımızın bu olay karşısında
ortak tavır belirlemesini sağlayalım.
işçi düşmanları bizlerin iş hakkına yapılan saldırılar karşısında hep birlikte
belediye başkanıyla, yardıcılarıyla düzen partileriyle, polis terörüyle birlikte
karşımızdalar. O halde biz neden Eminönü'nde işçilerin iş hakkı için, işçi sınıfının onuru için başlayan ve bugün ölüm
orucuna dönüşen direnişin yanında değiliz. Biz sermayenin değil, işçi sınıfının
bir parçasıyız. Bunun gereğini ise işçilerin başlattığı kavgayı sonuna kadar sahiplenmekle yerine getirebiliriz.
"Ölmek Var Dönmek Yok". Bu espri
1984 yılında yapılan ölüm orucu direnişinin esprisiydi. Bu espri ölüme yatanlardan 4 kahraman devrimcinin bedeninde
gerçeğe ulaştı. Ölüm, haklılık ve devrimci inanç karşısında yenildi. Bu gerçek ülkemizde tüm emekçilerin direnişlerinde
kararlılık ve inanca örnek oldu. işçlier
Kağıthane Belediyesi'nde 66 günlük
ölüm orucuyla önemli bir kamuoyu oluşturdular. Şimdi Eminönü Belediye işçileri
bu ölüm orucunu kaldığı noktadan başarıya ulaştıracaklar. İşte bu zorlu mücadeleyi başarıya ulaştırmanın ağırlığını
omuzumuzda hissetmeliyiz. Kazanmak
azmiyle yola çıkan aç bedenlerin yüreklerinde taşıdıkları inanç ve ateşi onlarla
bir olarak harlamalıyız. Ölüm orucu biz
ierle başarıya ulaşmalı, başarı bizlerin
olmalı.
"Geleceğimiz, özgürlüğümüz, ■ Türk-İş Başkanlar Kurulu toplandı
kurtuluşumuz için
ayağa kalkalım"
İşçiler genel greve ısınıyor
Liman-İş Genel Başkanı Hasan Biber, Liman-İş'in 13.
Olağan Genel Kurulu'nda delegeler ve kurula katılan konuklara yönelik bir konuşma yaptı. Dünya ve ülkemiz gerçeklerinin bir değerlendirilmesinin yapıldığı konuşma metnini kısaltarak yayınlıyoruz.
"Son yıllarda karşılaşılan sorunlar hem ülkemizde,
hem de dünyada derinleşip kökleşmektedir. Yoksul
halklara yeni bir dünya düzeni diye sunulan emperyalist
saldırı çok çabuk açığa çıktı. Sosyalist blokun
yıkılmasıyla sosyalizm düşüncesinin öldüğünü, en iyi
düzenin kapitalizm olduğunu yayan emperyalist çevreler,
yaşanan çağın somut gerçeklerine çarptılar ve kapitalist
sistemin bütün olumsuzlukları ortaya serildi.
Yeni dünya düzeni Amerika'nın dünya emekçi halklarına dayattığı kendi hegemonyasını pekiştirme düzenidir.
Kabul etmeyenleri nasıl yakıp yıktığını, 'savaşsız dünya'
söylemine karşın nasıl azgınlaştığını kısa dönemde birlikte
yaşadık. Ülkemizde yaşadıklarımız çok daha vahimdir. Siyasal, sosyal, ekonomik yönden ülkemiz kapitalizmi miyadını doldurmuştur. Ülkemiz insanları açısından devlete,
sisteme, düzene duyulan güven tükenmiştir. Siyasal partilerin sağı da, solu da yüzde 25'in üzerinde oy alamamaktadırlar. Parlamento işlevsizleşmiş, karar çıkaran, kanun yapan, kısaca ülkenin sorunlarına vakıf ve çözüm üreten bir
konumdan çıkmış, her şeyi Milli Güvenlik Kurulu'nun
emrine vermiştir.
5 Nisan paketi ile bütün toplumsal kesimler özveriye
çağrılıyordu. Peki sonuç ne oldu? Enflasyon düşecek dendi,
düşmedi; daha da yükseldi. Çalışanlar, küçük üreticiler,
emeldiler yüzde 50'ye yakın gerçek gelir kaybına uğradı,
işsizlik çığ gibi büyüdü, sosyal sorunlar patlamalar noktasına geldi. Ücretli kesimlerin bu kaybına karşı, tekelci sermaye, büyük toprak sahipleri, tüccarlar kârlarım ikiye üçe
katladılar.
Ülkemizin, bizlerin, çocuklarımızın geleceği açısından
çizdiğim tablo karanlıktır. Ama umutsuz değilim. İşçi sınıfımızın geleceğimizi kazanma yönündeki potansiyel gücüne
güveniyorum. 3 Ocak genel eylemi, 20 Temmuz eylemi, büyük Ankara yürüyüşü ve son yaşadığımız işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs'taki kitlesellik beni umutlu olmaya yöneltmiştir.
Bu potansiyel doğru sendikal politikalarla, doğru eylem
adımlarıyla örgüüendiğinde geleceğimizi karartmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Bunun içindir ki, kendimize
bakmak, sendikal tutumumuzu irdelemek, olumsuzluklardaki payı ortaya koymak ve sağlıklı sendikal mekanizmalar oluşturmak göreviyle karşı karşıyayız. Söz konusu olan
geleceğimizdir.
Yüksek sesle haykıracağız. Bu ülkede sadece patronların değil, işçi sınıfının da sözü geçecektir.
Yüksek sesle haykıracağız... Olumsuzluklara karşı
genel grev silahımızla çıkacağız.
Bu gidişe "dur" demek zorundayız.
Çalışıyor, üretiyoruz, hak ettiğimizi alabilmenin tek yolu mücadeledir. İnanıyorum ki, sizler de aynı şeyleri düşünüyorsunuzdur. Haklılığımızdan aldığımız güçle, mücadele
edeceğiz. Bu gidişe dur demenin başka yolu yoktur. Yasal
haklarımızı kullandığımızda, yasadışı uygulama ve saldırılarla karşılaştığımızda kimse bizi yasal olmaya zorlayamaz.
Hangi koşulda olursa olsun, hak arayan, hakları için
mücadele eden ve kazanan bir sendikacılık yaratmak zorundayız. Doğal olarak bu durum yepyeni bir sendikacı tipini gündeme getirecektir. Ancak bu kişilik toplumun ezilen kesimlerinin sorunlarım kendi sorunu sayar ve ona uygun örgütlenme ve mücadele birliğinin ortak adımlarını
atabilir.
Arkadaşlar, kendi gücümüze güvenelim. Bize reva görülen rezilliklere layık değiliz. Dünyanın her yerinde haklar
mücadeleyle kazanılıyor. Zaten bedel ödüyoruz. Geleceğimiz karartılıyor. Yarınımızdan kaygılıyız. İş güvencemiz
yok, eve ekmek götürmemiz sermayenin iki dudağı arasına
bırakılmak isteniyor. Evet, bedel ödüyoruz. Ama bu bedel
geleceğimizi kazanmak için ödenmelidir. İşsiz kalma korkusu yerine işimize sahip çıkma kararlılığıyla sermayenin
karşısına dikilelim. Güç biziz. Yaratılan bütün güzelliklerin, değerlerin, ekonomik birikimlerin sahibi bizleriz. Biz
çalışmadığımızda hayat durur. Biz çalışmadığımızda
ser-mayenin kasaları boş kalır.
Geleceğimiz, özgürlüğümüz, kurtuluşumuz için ayağa
kalkalım.
• Türk-İş Başkanlar Kurulu
eylem programını açıkladı.
21 Temmuz'da servislere
binmeyerek başlayacak
eylemler, 25 Temmuz'da parti
merkezlerini ziyaret, 5
Ağustos'ta Ankara'da miting,
8 Ağustos'ta bir günlük iş
bırakma olarak belirlendi.
DYP-CHP hükümeti 1995-1997
yeni toplu sözleşme dönemlerinde
700 bin kamu işçisini iyice açlığın
içine sürüklemek istiyor. Aylar önce
başlanması gereken toplu iş sözleşme görüşmelerini iktidarın sorumlu bakanları görmezden gelerek masaya dahi oturmadılar. Geçtiğimiz günlerde ise yapılan görüşmede sıfır zam politikasından hiç
mi hiç farklı olmayan bir yaklaşımla
işçilere yüzde 5 oranında zam(!)
önerdiler.
Hükümetin emekçilere aslında
neyi dayattığını, nasıl bir baskı mekanizmasıyla sindirmeye çalıştığını
iyi bilen Türk-İş yönetimi ancak tabanda işçilerin zorlamasıyla bir dizi
eylem kararı alabildi. Başkanlar
Kurulu'nda alınan eylem kararları
18 Temmuz'da yapılan Genişletilmiş Yöneticiler Kurulu'nda (Bu kurul sendika genel merkez yöneticileri yanında, bağlı şubelerin yöneticilerini de içine alıyor.) takvime
bağlandı.
Eylemlerin takvime bağlanış biçimi Türk-İş'in bu konuda da nasıl
bir oyalamaca içinde olduğunu
gösterdi. Buna göre 21 Temmuz'da
tüm işçiler servis araçlarına binmeyecek. 25 Temmuz iş çıkışı parti
merkezlerini ziyaret, 5 Ağustos'ta
Ankara'da büyük yürüyüş
ve miting. 8 Ağustos'ta bir
günlük işe gitmeme eyle-
Toplantıda Yöneticiler
Konuşturulmadı
Türk-İş yöneticileri eylemin en azından tabanda
pratik açıdan uygulanabilir olması açısından tüm
yöneticileri Ankara'ya toplamak zorundaydı. Şube
yöneticileri işyerlerine
olan yakınlıklarından dolayı işçilerin yakıcı taleplerinin de bir ölçüde yakın
tanığı durumundadırlar.
Bu nedenle hem eylemlerin içeriğine, hem de bunların takvimine toplantıda
itiraz ettiler. Devlet Su İşleri salonunda 18 Temmuz'da yapılan toplantıda
konuşma talebinde bulundular.
Ancak
Türk-İş
ağaları bu konuşma hakkını
onlara vermedi. Maksat işçiler
onları bir arada eyleme götürüyor
olsundu.
Toplantı
sırasında
sadece Bayram Meral'in kendisi
konuştu. Toplantı sonrası ise CHP
ve DYP genel merkezlerine topluca
siyah çelenk bırakılması kararı
alındı.
500'ü aşkın yöneticiyle birlikte
yapılan yürüyüşte önce CHP Genel
Merkezi'ne, ardından da DYP genel merkezine birer siyah çelenk
bırakıldı. Yürüyüş sırasında "Hükümet İstifa", "Kahrolsun IMF Bağımsız Türkiye", "İşçi Memur El Ele
Genel Greve" sloganları atıldı.
Kamu işçileri 1993-95, yani
geçtiğimiz toplu sözleşme dönemlerinde Türk-iş'in aynı oyalama
taktikleri ve yöneticilerinin kendi
çıkarları esasında masada satıldılar, önemli hak kayıplarına uğradılar. Bu toplu sözleşme döneminde
de siyasi iktidar emekçilerin başta
ekonomik, olmak üzere birçok sosyal hakkını kemirmeyi hedefliyor.
Bu nedenle 1995-97 toplu iş sözleşmesi emekçiler açısından da iyi
bir sınav niteliği taşıyor. İşçiler
kendi kararlılıklarını ve taleplerini
pratiğe Türk-İş yönetimini aşacak
şekilde yansıtmadıkça hak kayıplarının önüne geçemeyeceği gibi,
açlıkla iç içe yaşamaktan da kurtulamayacaktır.
Ambar işçilerine polis kuşatması
İzmir'deki kargo taşımacılığının
merkezi durumundaki Pınarbaşı
Ambarlar Sitesi'nde sermaye düzeni yeni uygulamalara soyundu. 6
Temmuz günü saat 14.00'te 200'ün
üzerinde çevik kuvvet panzeriyle siteyi kuşatmaya aldı. Giriş kapısında
kontrolü ele geçiren kolluk kuvvetleri
bazı işçilerin girişine engel oldu,
gişe ve nizamiye görevlisi işçileri
tartakladı.
Kuşatmanın 2. günü sendika yönetim kurulu üyesi ve işyeri temsilcilerinin de içinde bulunduğu 7 kişinin işine düzenin kolluk kuvvetlerince son verildi. Düzenin kolluk güçleri ayrıca onar kişilik gruplarla devriye gezip, panzerlerle manevralar
yaptırıp, işçiler üzerinde psikolojik
üstünlük kurmaya çalışıyorlar. Tüm
bu fiziki ve psikolojik baskılar üzerine TÜMTİS sendikası İzmir Şube
Başkanı Şükrü Günsili Ambarlar Sitesi'nde bir basın açıklaması yapmak üzere çağrı yaptı. 13 Temmuz
1995 günü saat 10.00'da Ambarlar
Sitesi'nde yapılan basın açıklamasına çeşitti sendika ve DKÖ'lerden
katılanların yanı sıra, TÜMTİS sendıkası Genel Başkanı Sabri Topçu
da hazır butundu. Saat 10.00'a yaklaşırken, etrafta sessizlik hakimdi
ve işçiler görünmüyordu.
Birden sloganlarla üç
koldan ilerleyen işçiler
alana dolmaya başladı..
"İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız", "Yaşasın İşçilerin Birliği",
"Kahrolsun
İşçi Düşmanları", "Yaşasın İş, Ekmek, Özgürlük
Mücadelemiz" sloganlarını sermaye
devletinin kolluk güçlerinin suratına
bir tokat gibi patlatarak basın toplantısının yapılacağı yere iki saat iş
bırakarak geldiler. Bu anda kolluk
kuvvetleri ne yapacaklarını şaşırdılar ve alanda uzakta beklemekte
yarar gördüler. İşçilerin militan tutumları başarmıştı bunu. Sloganlar
sürüyordu. "İşçi Memur El Ele Genel Greve", "Bizleri Köle-Esir Yapamazlar". Basın açıklamasının Sabri
Topçu tarafından okunmasının ardından Şube Başkanı Şükrü Günsili
yaptığı konuşmada kazanılan haklarının geri alınmaya çalışıldığından
söz ederek hak gasplarına izin vermeyeceklerini belirtti.
Geçmiş süreçte polisin bulunmadığı bölgeye bir anda böyle bir kuşatmanın olmasını gerektirecek birçok neden sıralanabilir. Bunlar öncelikte, TÜMTİS sendikasına üye
olan işçilerin TİS sürecinde olması,
burada çalışan işçilerin sınıf kardeşleriyle dayanışmada örnek teşkil
etmeleri, mücadele ile kazanılmış
haklarına militan bir tarzda sahip
çıkmaları. Bu kuşatmadan sermaye
düzerinin ambarlardaki temsilcileri
kadar diğer kapitalistlerin de doğrudan çıkarları olduğu gözden kacırılmamalıdır.
Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Basın Bürosu'nun 20 Temmuz
1995 tarihli, 5 sayılı açıklamasını
yayınlıyoruz.
Reşadiye'ye bağlı, Gökdere Köyü
muhtarı, bütün uyarılara rağmen devletle işbirliği yaparak devrimcileri ve gerillayı ihbar etmeye devam etmiştir. 23
Aralık 1993'de gerillanın bulunduğu
alanı düşmana ihbar etmiş, 24'ünde ise
devlet güçlerine kılavuzluk yaparak, gerillanın bulunduğu alana düşmanı götürmüştür. Bu ihbar ve baskın sonucu
gerillanın sığınak ve iaşe deposu ortaya çıkmış, kışlık yiyecek ve bir miktar
silah yakalanmış, gerilla ise baskından
çatışarak, kayıp ve yaralı vermeden
çıkmıştır. Gökdere Köyü Muhtarı ihbarcı Mehmet Çokyaşa, bu ihbarından
sonra, son bir kez tekrar uyarılmış, işbirlikçiliğe devam ederse cezalandırılacağı kendisine iletilmiştir. O ise, uyarıya
rağmen işbirlikçiliğe devam etmiştir.
12 Temmuz 1995 günü gecesi, Karadeniz Bölge Komutanlığı Recai Dinçel Kır Silahlı Propaganda Birliği'ne
Bağlı Yusuf Erişti Silahlı Propoganda
Birliği Gökdere Köyü'nü kuşatarak,
muhtar Mehmet Çokyaşa ve ihbarcılığıyla bilinen bir kişi daha köy meydanına çıkarılarak halkın önünde sorgulanmıştır. Muhtar Mehmet Çokyaşa, önce
ihbarcılığı reddetmiş, ancak diğer ihbarcının itirafı üzerine bütün suçlarını
itiraf etmiştir. Defalarca uyarıldığından
ve de suçları sabit görüldüğünden
ölümle cezalandırılmasına karar verilmiştir. Diğer ihbarcı şahıs ise, jandarmayla birlikte yer göstermeye gittiğini,
ama bunu kendisine zorla yaptırdıklarım belirtmiş, köylüler de bu durumu
onayladığından bu şahsa ise para cezası verilmiştir. Suçları köylülerin huzurunda anlatılmış ve ölüm kararı yerine
getirilmiştir. Köylülere gerekli propaganda yapıldıktan sonra DHKC bayrağı
ve ihbarcılığın suç olduğu, affedilemeyeceğine ilişkin pankart asılıp, geri çekilinmiştir.
Bölge halkının her geçen gün daha
fazla gerillayı sahiplenmesi düşmana
ve işbirlikçilerine karşı duyarlı olması
sevindiricidir. İhbarcılığa, işbirlikçiliğe
izin vermeyeceğiz. Bütün ihbarcıları
uyarıyor ve gittikleri bu yoldan geri dönmeye çağırıyoruz. Aksi halde sonuçlarına katlanacaklardır.
DEVLETİ DEĞİL,
GERİLLAYI DESTEKLEYİN
DEVRİMCİ HALK
KURTULUŞ CEPHESİ
Kısa... Kısa... Kısa... Kısa...
İSTANBUL
11 Temmuz günü G.O.P. 500 evler
Barabos mahallesindeki parkın tam karşısına "12 Temmuz Şehitlerimizin Katillerinden Hesap Sorduk, Soracağız"
DHKC-Devrimci Halk Güçleri imzalı,
bombalı bir pankart asıldı. Karadeniz
mahallesi Paşaköy mevkiinde, E-6 karayolu üzerindeki üst geçide; üzerinde
Cephe bayrağı olan "Devrim Şehitleri
Ölümsüzdür" yazılı bir pankart asıldı. Ayrıca "Her Temmuzun Onikisinde Karanlığın Cellatları Ağlayacak Bu Ülkede",
"Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", "Devrim
Şehitlerinin Katillerinden Hesap Sorduk,
Soracağız", "Öndere Selam Savaşa Devam" yazılamaları yapıldı.
16 Temmuz: Gültepe de DHKC/Devrimci Halk Güçleri tarafından faşistlerin
toplandığı bir faşist odak 12 Temmuz şehitlerinin anısına tahrip edildi. Olay yerine "12 Temmuz faşizme zindan edeceğiz" Devrimci Halk Güçleri imzalı bir pankart asıldı.
Esenyurt'ta DHKC tarafından dört ayrı
bölgeye yazılamalar yapıldı. Haramidere, Parseller, Soneyler ve Esenyurt'a "12
Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür", "Öndere
Selam Savaşa Devam, Parti beynimiz
Cephe silahımız-DHKC" Ayrıca Sonevlerde yol tabelasına iki Cephe bayrağı
asıldı.
Yenibosna da bir çok yere DHKC im-
zalı duvar yazılamaları yapıldı. Yazılamaların bazıları şunlardı: "Yaşasın Halkın Adaleti, Halkın Umudu DHKP-C Faşizmden Hesap Soruyor Soracak, Umudun Adı DHKP-C'dir..."
17 Temmuz günü Gazi mahallesinde
12 Temmuz şehitlerinin anısına
DHKC/Devrimci Halk Güçleri bir korsan
gösteri düzenledi ve gösteri yerine bombalı bir pankart asıldı. Ayrıca polis karakolunun 100 metre yakınındaki bir faşist
odağa da (kaportacı dükkanı) molotoflu
bir eylem düzenlendi. Kaportacı dükkanının molotoflanarak tahrip edilmesi eylemini DHKC taraftarları üstlendi.
20 Temmuz günü gözaltında kayıpların ve katilamların hesabını sormak amacıyla Cevizlibağ'daki üst geçide "Ayşenur'ların, Rıdvan'ların, Hasan'ların Katillerini Bulacağız" Devrimci Halk Güçleri
imzalı pankart asıldı.
ADANA
11 Temmuz Salı günü Dumlupınar
mahallesinde semt pazarının bulunduğu
caddeye "12 Temmuz Şehitleri Mücadelemizde Yaşıyor" yazılı ve DHKC Devrimci Halk Güçleri imzalı bir pankart
asıldı. Semt pazarının kurulu olması dolayısıyla pankart halkın ilgisini çekti.
13 Temmuz günü ise Denizli mahallesinde "12-14 Temmuz Şehitleri Yaşıyor,
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür, Faşizmi
Döktüğü Kanda Boğacağız" içerikli
DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı kuşlamalar bütün mahallede yapıldı. Ayrıca
aynı gün Dumlupınar mahallesinde de
aynı içerikli DHKC/Devrimci Halk Güçleri
imzalı yazılamalar yapıldı.
MALATYA
11 Temmuz günü Cemalgürselpaşa
Köşkü ve Beydağı mahallelerinde 12
Temmuz şehitlerini anmak ve 25 Haziran'da Dersim-Ovacık'ta son mermilerine
kadar düşman güçleriyle çatışarak şehit
düşen beş DHKC gerillasının anılarına
"12 Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür,
DHKC Gerillaları Ölümsüzdür" DHKC
imzalı yazılamalar bir çok yere yapıldı.
Ayrıca kentin bir çok yerinde DHKC imzalarının atıldığı gelen haberler arasındaydı.
Zonguldak Ereğli'de 12 Temmuz şehitlerinin resimlerinin ve Cephe ambleminin olduğu DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı afişlemeler yapıldı.
ANKARA
9 Temmuz günü Ankara Dikimevi'nde
"12 Temmuz Şehitlerimizin Hesabını Soracağız" DHKC imzalı bir pankart asılırken, aynı bölgede bir çok yere 12 Temmuz ile ilgili yazılamalar yapıldı.
İZMİR
6 Temmuz günü İzmir Güzelyalı semtinde "Zehra Yoldaş Ölümsüzdür"
DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı yazılamalar yapıldı.
Ayrıca 13 Temmuz tarihinde saat
5.30 civarında asılan "12 Temmuz Şehitlerinin Hesabını Soracağız" DHKC/Devrimci Halk Güçleri imzalı bomba süsü verilmiş pankart saat 10.00'a kadar asılı
kaldı.
BOLU
11 Temmuz gecesi Düzce'nin Hamidiye, Karaca, Şerefiye mahallerinde 12
Temmuz şehitleri ile ilgili afişlemeler ve
"12-14 Temmuz Şehitleri Ölümsüzdür",
"12-14 Temmuz Şehitlerinin Hesabını
Soracağız", "Yaşasın Devrimci Halk Kur
tuluş Cephesi" ve DHKC/Devrimci Halk
Güçleri imzalı yazılamalar yapıldı.
12 Temmuz Şehitleri
Avrupa'da Anıldı
12-14 Temmuz ve Sivas şehitleri 2
Temmuz günü Avusturya Berndorf'ta
Devrimci Halk Güçleri'nin düzenlediği bir
piknikle anıldı. Piknik alanı pankartlarla,
Parti ve Cephe bayraklarıyla donatıldı.
Devrim şehitleri için yapılan bir dakikalık
saygı duruşundan sonra12-14 Temmuz
katliamı ve bize öğrettiği savaş gerçeği,
teslimiyetin reddedilip bir direniş destanı
yazılması, oligarşinin devrimci irade karşısında nasıl çaresiz kalındığı anlatıldı.
Hazırlanan skeçlerin oynanmasından
sonra türküler, marşlar söylenip, davulzurna eşliğinde halaylar çekildi.
Topluca yenen yemekten sonra çeşitli
etkinliklerle devam eden piknik, akşam
saat 22.00'de "Yaşasın Halkların Kardeşliği, Devrim Şehitleri Ölümsüzdür,
Yaşasın Halkın Addaleti, yaşasın DHKP-
C" sloganlarıyla sona erdi.
Diğer yandan 12 Temmuz şehitlerinin
anısına Almanya'da anmalar gerçekleşti.
Köln'de yapılan anmadan Devrim Şehitlerinin mücadelemizdeki yeri ve önemi
anlatıldı, şiirler okundu. 13 Temmuz günü de Münih şehir merkezinde "12 Temmuz Şehitleri Yaşıyor, Parti-Cephe Savaşıyor" yazılı, yaklaşık 7 metre uzunluğunda bir pankart asıldı. Polis karakollarının karşısında ve Türkiye'lilerin yoğun
olarak bulunduğu bir yere asılan pankart
yaklaşık üçbuçuk saat sonra polis ve itfaiye tarafından indirildi.
Sivil polis otosu
yakılarak tahrip edildi
12 Temmuz gecesi, İstanbul Gaziosmanpaşa'ya bağlı Karadeniz Mahallesi'nde Terörle Mücadele Şubesine bağlı,
.34 BLZ 69 plakalı Reno marka sivil ekip
otusu Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi
tarafından molotofla yakılmış ve korkudan arabadan ayaklan kesilmiş bir şekilde kaçan sivil polislere iyi bir ders verilmiştir. Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi
tarafından gerçekleştirilen bu eylem halk
tarafından büyük bir sevinçle karşılanmıştır.
Gazi'de polis eşkiyalığına
halk tepkisi
Gazi Mahallesi'nde düzenin ayyaş
bekçilerinden bir polis Anadolu durağında içki içtiği birahanedeki bir kadına silahının kabzasıyla vurunca halkın müdahalesi ile karşılaştı. Birahane dışına çıkarılan polisle mahalle halkı arasındaki
tartışmaya gençlerin karışması üzerine
olayın büyümemesi için gelen polislerin
demagoji yapıp saldırgan polisi alıp götürmeleri sonucunda halk dağıldı.
Küçükarmutlu:
DHKC taraftarları
polis otosunu taşladı
15 Temmuz gecesi Sarıyer Küçükarmutlu'da DHKC taraftarları polis minibüsünü taşladı. Minibüste hasar meydana
gelirken ekip otosu çareyi kaçmakta buldu. Mahallede sürekli terör estiren polis
bir kez daha halkın tepkisiyle karşılaşarak kaçtı. Daha sonra polis mahallenin
girişlerini abluka altına aldı.
Taşlı sopalı saldırı YDH il merkezi işgalinde ve Bayrampaşa Cezaevi'nde polisin gözaltılarını protesto etmek amacıyla yapıldı.
"Gülnaz Yoldaş Yaşıyor,
DHKP-C savaşıyor"
Şehit olan Gülnaz Sarıoğlu anısına
Antakya'da Akbank şubesi molotoflanarak tahrip edildi. Ayrıca banka şubesinin
önüne "Gülnaz Yoldaş Yaşıyor, DHKP-C
Savaşıyor", "Titre Oligarşi Parti-Cephe
Geliyor" yazılı pankartlar bırakıldığı görüldü. Eylem Devrimci Halk Kurtuluş
Cephesi taraftarlarınca üstlenildi.
Ahmet Pehlivan Kaybedilmek İsteniyor
Eski SUSER işçisi olan Ahmet Pehlivan'dan 4 Temmuz'dan bu yana haber alınamıyor. Polis ve savcılığa yapılan başvurulardan da hiçbir sonuç alınamadı. Ahmet Pehliyan'ın eşi Nurten Pehlivan, Kadıköy Emniyet Müdürlüğü ve
İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne başvurulmasına
rağmen hiçbir sonuç alamadığını belirterek şunları söyledi:
"Eşimden 4 Temmuz'dan bu yana hiçbir haber alamıyoruz.
Eşimin kaybolmasından sonra evime tehdit telefonları gelmeye başladı. Ve aynı kişiler bana eşimi aramamamı, arasam bile bulamayacağımı söylediler. Gelen telefonlarda telsiz ve sinyal sesleri geliyor. Sürekli takip ediliyorum." Ahmet
Pehlivan daha önce de 2-3 defa gözaltına alınmıştı.
Kuzey Kore devriminin önderi
Kim İl Sung yaşıyor
Kuzey Kore halkı bundan 1 yıl önce
devrimci önderi Kim İl Sung'un ölümü ile
sarsıldı. Milyonlarca Kore'li ; çocuk,
genç, yaşlı, kadın erkek günlerce onun
için yas tuttular. Halkın Kim İl Sung'a
gösterdiği sahiplenme tüm dünyayı da
şaşırtmıştı. Burjuva devlet bürokratlarının, cumhurbaşkanlarının,işbirlikçilerinin
cenazelerinde timsah gözyaşları döken
bir avuç hırsızın dışında kimseyi görmeye alışkın olmayan halklar devrimci bir
önderin ölümü sonrasında onmilyonlarca
halkın bağlılığını gördüklerinde, emperyalizmin karalamaları ve ideolojik bombardımanları bir kez daha boşa çıkıyordu.
Ölümünden önce olduğu gibi sonrada
Kim İl Şung'u karalama kampanyaları
açıldı. İğrenç saldırı ve spekülasyonlar
üreten emperyalizm sosyalist, devrimci
önderlerin böylesine sahiplenmesi karşısında daha da saldırganlaşmıştı.
Ne yazık ki emperyalistlerin bu tavrına karşı tüm hatalarıyla ve sevaplarıyla
sahiplenilmesi gereken Kore devriminin
önderi Kim İl Sung ülkemiz solcularınında küfürlerine maruz kalmaktan kurtulamadı. Bu şaşırtıcı değildi. Devrimcileri,
devrimleri emperyalizm karşısında herşeye rağmen savunmak ancak kendine
güvenenenlerin işi olabilirdi. Ayakları ülke topraklarında olmayan küçük burjuva
aydının halktan uzak, kendine güvensiz
karakterini aşamayan sol "kendine güven"in önemli temsilcilerinden birini sahiplenme cesaretini de gösteremezdi zaten.
Evet Kim İl Sung'un onurlu bir devrimci yaşamı vardır. Ölümünün birinci yılında devrimci değerlere kattıklarını bir kez
daha hatırlamak enternasyonal görevlerimizdendir.
Kim İl Sung kimdir? Bu sorunun yanıtı
Kore devriminin ve Kore'de sosyalizmin
inşasının tarihininde yanıtıdır. Bunun yanında Kim İl Sung sosyalist ülkelerde
pek çok "lider"in, "önder"in, "Komünist
Parti"nin sosyalist ilerleyişi durdurarak,
emperyalizmle uzlaşarak devrimleri tasfiye etmeye çalıştığı dönemlerde emperyalizmin saldırıları karşısında olmaya çalışmıştır.
Kim İl Sung'a göre "Birlik emperyalizme Karşı Savaştır" ve "Revizyonizm.oportünizm ayrımı bu pratikte ortaya çıkacaktır." İşte bu yaklaşımlarla
SBKP-ÇKP kamplaşmasında ısrarla birliği ve emperyalizme karşı savaşı vurgulayarak bölünmelerin karşısında olmuştur.
Kim il Sung'un bir çok olumlu yanıyla
birlikte hataları, eksiklikleri de olmuştur.
Olumluluklarını sosyalist değerlerini sahiplendiğimiz gibi her
türlü olumsuz yanlış
politikayı da belirtmek gerekir.
SBKP-ÇKP
kamplaşmasının karşısında "biz kendi
ML sandalyemizde
oturmaya devam
edeceğiz" ddiyerek
ikisinden birinin şemsiyesi altında davranmayı reddeden
olumlu tutumunu,
doğruları bulmakta ve eleştirel davranmakta somutlamamış, genel olarak bu
durum hakkında tavırsız kalarak bir içe
dönmeyi yaşamıştır. Uluslararası planda
ürkek bir politika izlemeye devam edilmiş, bu durum giderek enternasyonal
dayanışmadan pratik olarak kopulmasını, hatalı bir çizginin süreklileştirilmesini beraberinde getirmiştir.
Bu temel yönlerinin eleştirilmesi yanında, dünyada sosyalizmi ve bağımsızlığı temsil etmeden kendi başına ayakta
durmaya kadar emperyalistlerin "başını
ağrıtan" bir ülke konumundadır Kore.
Emperyalist komploların, provakasyonların Kore'ye yönelik saldırıların arttığı bir dönemde, Kore halkı Kim İl
Sung'a ve devrimci değerlerine daha
fazla sahip çıkarak, ancak enternasyonalist görevlerini yerine getirerek bu süreci aşabilecek, devrimini geliştirebilecektir.
Kim İl Sung'u sosyalizm mücadelemizde yaşatacağız.
Vietnam'a silahıyla giremeyen emperyalizm
sermayesiyle girmeye çalışıyor
1859-1883 yıllarında Vietnam Fransa hegomanyası altındadır. 1940'da Japonya'nın işgaline
uğrar. Fransa ve Japonya'yı kovduktan sonra
ABD emperyalizmine karşı Ho Chi Minh önderliğinde verdiği mücadeleyle tarihte yerini
aldı. Bunu en iyi "İki-Üç Daha Fazla Vietnam
Yaratalım" diye Che dile getiriyordu.
Vietnam'lılar ABD emperyalizminin tüm
teknolojik donanımına karşı kendi yaratıcılıklarıyla elde ettiklkeri ilkel silahlarla ABD'ye en
büyük yenilgiyi yaşatırken Vietnam sosyalizme
yeni bir halka ekledi. Tüm ülke sosyalizm için,
bağımsızlık için hiçbir bedel ödemekten çekinmedi. Sosyalizm için bir buçuk milyon insanını
feda eden Vietnam, yaratılan değerlere, geleneklere, milyonlarca şehidine rağmen bugün
yaratılan tüm güzellikleri elinin tersiyle bir kenara iterek halkların düşmanı aynı zamanda Vietnam halkının can düşmanı olan ABD emperyalizmiyle ilişkileri geliştirmektedir.
Yirmi yıl önce emperyalizme tüm kapılarını
kapatan Vietnam, bugün tekrar emperyalizme
kapılarını açarak ilişkilerini geliştirmektedir.
Vietnam Hanoi yönetimi ile "BOİ", "MOİ"
(yeniden yapılanma) adı altında emperyalist
sermayeyi ülkeye sokarak emperyalizme taviz
vermektedir. 1994 Şubat ayında ABD otuz yıldır
Vietnam'a uyguladığı ticari ambargoya kısmi
olarak kaldırarak ticari ilişki geliştirmede ilk
adımı Coca Cola ve biranın ihracıyla atmıştı.
Böylece Vietnam emperyalizme taviz vermeye
başlamıştı. Bu da emperyalist yoz kültürün ülkeye girmesini beraberinde getirmişti.
Vietnam devrimi bu noktaya nasıl geldi?
Bunun en başta Vietnam'ın kendi öz gücüne
güvensizliği ve pragmatist politikaları sonucu
olduğunu söyleyebiliriz. Birçok sosyalist ülke
gibi ekonomisini Sovyetler Birliği'ne bağlayan
Vietnam'da Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla
ekonomik krizin içine girdi. Vietnam pragmatist politikaları sonucu Sovyetler Birliği'ne bel
bağlamış ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla
emperyalizm sermayeye kucak açacak noktaya
gelmiştir. Vietnam kendi çıkarları sonucu sürekliSovyet sosyalizmine ekonomisini dayayarak kendi ülkesinde sanayii geliştirmemiş, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yeterli kadar kullanmamış ve sürekli
"yenilikler" adı altında
istikrarlı bir politika
sürdürememiş ve bu
noktaya gelmiştir. Sosyalist ekonomi ancak
yaşadığı ülkenin kendi
ba ğı m sı zlı ğına d enk
düşen bir sosyalist üretim ve bununla birlikte
sosyalist kültürle bütünleşen politikalarla
mümkündür. Kolektif
üretim ve emek ekonomisinin sağlam olarak
yerleşmesini sağlayacaktır. Bu da kendi halkına güvenmekten, sosyalizme her koşulda inanmaktan, sonuna kadar
bağlı olmaktan geçer.
Vietnaam'da devrimden hemen sonra ekonomik ve toplumsal yapısından kaynaklı bu sorunlar ortaya çıkmıştır. Ama bu sorunlar hiçbir
zaman kapitalizme açık kapı bırakmamalıydı.
Sorunların sosyalizmin ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel altyapısına uyacak şekilde çözmeliydi. Fakat Vietnam'da bu böyle olmamıştır.
Devrimdeki kararlılık ve inanç devrimden sonra
azalmış, belirsizleşmiş ve sonuç olarak em-
peryalizme tavizler verilmesine kadar sürüklemistir. Sovyet sosyalizmine ekonomisini endeksleyen Küba, Kuzey Kore vb. sosyalist ülkeler gibi Vietnam'da Sovyetler Birliği'ne bel
bağlamış ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla
kaçınılmaz olarak ekonomik krizin içine girmiştir.
Sosyalist ülkeler emperyalizmle karşılıklı
olarak halkların çıkarına olan bir takım ticari ve
diplomatik ilişkiler içine girerler, ama bu ilişkiler
salt kendi ülke çıkarları doğrultusunda kullanılırsa emperyalizmin kucağına düşmekten
kurtulunmaz. Bugün Küba'ya baktığımızda
Castro "Emperyalist sermaye ülkeye girdikten
sonra yolsuzluklar arttı" diyebilmektedir. Aynı
şey Vietnam içinde geçerlidir.
Yine Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin dağılmasıyla birlikte iki üç sene gibi kısa bir sürede mafyalaşmanın, fuhuşun, burjuvalaşmanın
ileri boyutlara ulaşması birden bire olan bir şey
değildir. Emperyalizmle geliştirilen ilişkiler sonucu emperyalist sermaye ve tüketim mallarının girmesiyle olmuştur. Vietnam'da emperyalist sermayeye izin verdiği noktada dağılması
zor olmayacaktır. Vietnam gibi ülkeler kendilerini ideolojik ve politik olarak sorgulamaz, yenilemez ve sosyalizmi geliştirmezse kaçınılmaz
sonları Sovyetler Birliği gibi olacaktır.
Tam yirmi yıl birbirlerinin varlığını kabul
etmeyenler, birbirlerini tamımayanlar bugün ticari ve diplomatik ilişkileri geliştirme çabası
içindeler. Bu emperyalizm için kaçırılmayacak
bir fırsattır. Çünkü, sosyalizmin yıkılışı emperyalizmin dünyaya hakim olması demektir. ABD
emperyalizmi "barış", "demokrasi", "insan hakları" vb. demagojileri ile "Yeni Dünya Düzeni"
adı altında kendine yeni pazarlar yaratma çabası içindedir. Ki, burada en büyük amacı da
sosyalist ülkelerin yıkılması ve sömürge ilişkileri içerisine girmesidir.
Vietnam devrimi kendi öz gücüne güvenmediği ve pragmatist politikalarından vazgeçmediği sürece emperyalist sermaye ülkeye girmeye
devam edecektir. Bu da kaçınılmaz sonucu getirecektir.
"Hiçbir devrim kendini yalnız bırakmamalıdır." Vietnam devriminin de yapması gereken
emperyalizmle ilişkileri geliştirmek değil, tüm
dünyada emperyalizme karşı gelişen ulusal ve
sınıfsal kurtuluş hareketlerinin yanında olduğunu göstermektir. Ulusal ve sınıfsal kurtuluş hareketlerine yüzünü dönmelidir.
Vietnam halkı, yirmi yıl önce nasıl ABD
emperyalizmini söküp attıysa bugün de var gücüyle emperyalist sermayeye karşı direnmelidir. Ve ABD'ye bir kez daha yenilginin sendromunu yaşatmalıdır. Bu gücü kendinde görmelidir...
Ortaköy Kültür Merkezi "amaç dışı" faaliyetlerine devam ediyor
Halktan yana, devrim için kültürel
ve sanatsal faaliyetleri "amaç dışı" olarak nitelenerek kapatılan Ortaköy Kültür Merkezi, çalışmalarının mekanla
sınırlı olmadığını katıldığı etkinliklerle
gösteriyor.
8 Temmuz 1995: Özgürlük Türküsü
Niğde'de bir konser verdi. Niğde Belediyesi'ndeki işçilerin düzenlediği konser Niğde Spor Sergi Salonu'nda gerçekleşti. Trübünün tamamıyle dolu olduğu konserde izleyiciler özgürlük ve
kurtuluş türküleriyle halay çektiler, sloganlarıyla özgürlüğe olan özlemlerini
dile getirdiler.
14 Temmuz 1995: Özgürlük Türkü
sü Artvin'deydi. BSP'nin organize ettiği
konserde, eksik bir çalışma sonucu
katılım azdı. Buna rağmen konser coş
kulu geçti. Kimi türkülerde izleyicilerin
oynadığı yerel oyunlar ilgi çekti.
15 Temmuz 1995: Pir Sultan Abdal
Kültür Derneği Bahçelievler Şubesi"nde Grup Yorum'la söyleşi ve dinleti
düzenlendi. Halktan yana kültür-sanat
kurumları üzerindeki baskıların kınan-
dığı söyleşi ve dinleti türkülerle devam
etti.
16 Temmuz 1995: Genç Ekin Sanat Merkezi, Ortaköy Kültür Merkezi'yle dayanışma çerçevesinde Grup
Yorum dinletisi düzenledi. Saat
14.00'de başlayan dinletiyi yaklaşık
100 kişi izledi.
Beksav'da Panel
22 Temmuz 1995 Cumartesi günü
saat 13.00'de Grup Yorum elemanı
Kemal Sahir Gürel'in yöneteceği
"Halktan Yana Sanatın İşlevi ve Sorunları" konulu panel BEKSAV'ın Kadıköy'deki binasında gerçekleşecek. Panele K. Sahir Gürel'in yanısıra fotoğraf
sanatçısı Mehmet Özer, yazar Orhan
İyiler, müzisyen Şanar Yurdatapan,
ozan Fevzi Kurtuluş ve MKM'den bir
yetkili katılacak.
Ali Sami Yen Stadyumu'nda
Sivas Anması
22 Temmuz 1995 Cumartesi günü
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği'nin düzenlediği Sivas katliamını protesto ve
şehitleri anma etkinliği Ali Sami
Yen Stadyumu'nda
gerç ek leş ec ek .
Grup Yorum'un da
yer alacağı etkinlik
saat 14.00'de başlayacak.
Radyo Ekinle
Dayanışma
Gecesi
23
Temmuz
1995 Pazar günü
Maltepe Stadyumu'nda
Radyo
Ekin'le
Dayanışma
Gecesi gerçekleşecek. Şenlikte Grup
Yorum'un yanısıra Fevzi Kurtuluş, Koma Agire Jiyane, Yavuz Top, Erol Yanardağ, Ozan Çağdaş, Gülcihan Koç,
Nurgül Ateş, Nesrin Ulusu yer alacak.
Sinemanın 100. yılı
Sinemanın 100. yılı nedeniyle Beyoğlu Alkazar ve Avrupa Sinemalarında düzenlenen toplu film gösterimleri
sürüyor. Program içerisinde yer alan
ve IRA yanlısı olduğu için gözaltına
alınan bir insanın uğradığı baskı ve işkenceleri anlatan "Babam İçin", filmi ile
"Gandhi" ve "Avrupa" adlı filmler izlenebilir. "Babam İçin", 22 Temmuz Cumartesi, "Gandhi", 24 Temmuz Pazartesi ve "Avrupa", 27 Temmuz Perşembe günü gösterilecek. Film gösterimleri
8 Eylül"e kadar devam edecek.
Filistin'de Zafer Tarlaları
İntifada Dersleri
Gazi, Nurtepe, Okmeydanı, Elbistan,
Kastamonu, Kırklareli:işgaller,direnişler,
boykotlar,çatışmalar ve halk ayakta.
Halk ayaklanıyor! İliklerine dek sömürülen, ezilen, horlanan, kendi vatanında
esarete mahkum edilen halk bir uyanış
içinde. Faşizme karşı, sömürüye karşı
dalga dalga yayılan kitlesel mücadele
daha iradi, daha güçlü olmayı bekliyor!
Kendi iktidarını birlikte kuracağı öncüsüne dikiyor gözlerini. Bugün açısından
devrimi kazanmanın tek yolu örgütlenmek, güçlenmek ve savaşı kazanmak
olarak çıkıyor karşımıza!
Ve dünyanın neresinde olursa olsun
düşmana karşı kazanılan zaferlerin, düşmana tek bir yumruk gibi vuran örgütlü
halkın eseri olduğunu görüyoruz. Bilinçlenmiş, dostunu, düşmanını öğrenmiş,
saflarını sıklaştırıp, tek bir vücut gibi hareket eden halk kitleleri asla teslim alınamıyor.
Faik Bulut'un çevirip derlediği Zafer
Tarlaları, İntifada Dersleri adlı kitabı Filistin halkının intifada'sında doğan örgütlenme ve mücadele deneyimlerini önümüze getiriyor.
Kaynağını özgürlüğünü ve vatanının
bağımsızlığını kazanma bilincinden alan
intifada, Filistin'in küçük generalleri üzerinde yükselen bir halkın kahraman.fedakar ve kararlı mücadelesi, bağımsızlık ve
kurtuluş savaşı veren halklara yeni gelenekler ve deneyimler sundu.
"İntifada'nın örgütsel yapısı ve heykelime ilişkin çerçevenin anlatıldığı kitap
aynı zamanda örgütlü bir halkın nasıl
yenilmez bir güce dönüştüğünü de somutluyor.
"Tüm yaratıcılığı ve sıkılığına rağmen,
intifada örgüt yapısı son derece basit ve
yatay. İşgal altındaki toprakların dört bir
tarafına dağılmış HALK KOMİTELERİ.
Bu komiteler aynı zamanda ayaklanmanın başlıca eylem komiteleri."
Filistin Kurtuluş Örgütü ile bağlantılı
olarak El Fetih, Demokratik Cephe, Halk
Cephesi ve Komünist Parti'nin eylem ve
güç birliğinden oluşan Yurtsever Birleşik Önderlik 8 Ocak 1988'de ilk bildirisini yayınladı.
Yıllardır işgalci ve terörist israil Devleti'ne karşı öfke besleyen Filistin halkı
YBÖ'nün önderliğinde İntifada'yı yaratırken hızlı ve yaygın biçimde yaşamın ve
mücadelenin her alanını kucaklayan,
kendi özlemledikleri bağımsız Filistin
Devleti'nin nüvelerini içinde taşıyan Halk
Komitelerinde örgütlendi ve israil devleti'nin karşısında ciddi ve tartışılmaz bir
güce dönüştü. Halk komiteleri ile önü
açılmış her kesimden çocuk, kadın,
yaşlı, genç Filistin halkı yarattıkları ve
yaygınlıkları ile israil askerlerini bunaltıp,
şaşkına çevirirken silahları taş, sopa oldu, güçleri kollektif bir bütünün yapı taşları olan Halk Komiteleri oldu.
Kitapta iki tür halk komitesinden söz
ediliyor. Bir yandan halkı komiteleri bir
savaşta halk güçleri doğru tarzda örgütlenip savaşı kazanmanın yarı yarıya başarılabileceğini, ikinci olarakta işgal altın-
da ve düşman denetiminde olunsa bile
halkın gelecekte kuracağı iktidarın işleyişini yaşama geçirebileceğine de işaret
edilmiş oluyor. Sorun savaşın, halkın İhtiyaçlarını örgütleyebilmek!
"YBÖ, Nisan 1988 günü yayınladığı
14 ve 15 no'lu bildirisinde, bu tür müfrezelerin yaygınlaştırılmasını istedi. Vurucu müfrezeler, işgalci güçlere taş, sopa,
molotof kokteyli, bazen bıçak ve benzeri
kesici aletlerle karşı koyan direniş gruplarından oluşuyor. Kavgada dayanıklı,
her an eylem yapmaya hazır: istenildiği
zaman taş atmak, barikat kurmak, İsrail
askerlerini hırpalamak için sokağa çıkabilecek türden gençleri kapsıyor."
İkinci tür diğer halk komitesi ise: "intifada'nın sürekliliği için gerekli olan toplumsal, ekonomik ve insani gereksinimleri karşılamak üzere örgütlenmiş Halk
Komiteleri. Aşağı yukarı yaşamın her
alanına el atmış durumdalar. Bir bakıma
gelecekteki bağımsız Filistin yönetiminin
çekirdeğini oluşturuyorlar."
Kuşatılmış bölgelere yiyecek sokulmasını, halka dağıtılmasını sağlayan
beslenme komiteleri, çarpışmalarda yaralananları tedavi eden, kurtaran ilk yardım komiteleri, halkın temel gıda maddelerini stoklayan.fiatlarını saptayan, dağıtan, piyasayı denetleyen Ticaret Komiteleri, basına ve dünyaya İsrail'in terörist
yüzünü gösterip gerçekleri ulaştıran, halkın bilinçlenmesini sağlayan Enformasyon Komiteleri, ajanların intifada'ya sızmasını engelleyen Araştırma-Soruşturma Komiteleri, halk arasında dayanışmayı güçlendirip yönlendiren, israil'in kurumlarında çalışanların istifa edip, intifada'ya katılmasını sağlayan Destek Komiteleri, işgalci düşman güçlerinin istihbaratını sağlayıp, eylemlerin rotasını belirleyen Gözlem Komiteleri, evlerde sebze
meyve ihtiyaçlarını telafi için halka tarım
yapmayı öğreten, organize eden Tarım
Komiteleri, İsrail devriyelerinin kırdığı kapıları, kepenkleri, kilitleri tamir eden demirci komiteleri, güvenliği sağlayan, saldırı anında düşmanın yağma ve talanını
engelleyen, grev vb. direnişlerde insanların tutumlarını gözleyen ve çocliklânn
oluşturduğu Güvenlik Komiteleri, yukarıda sıraladığımız komitelerden herhangi
birisine gerek duyulduğunda yardıma
koşan İş Komiteleri gibi pek çok komite
Filistin halkının İntifada'sını güçlendirip
içini doldurmuştur.
"Her yer asker doldu. 1967'den beri
bölge halkı böylesine askeri kalabalıkla
yüzyüze gelmemişti. Ülkenin dört bir yanından ve çeşitli sınıf,birimlerden getirtilen askerler, halk ayaklanmalarını bastırmakla ünlü "Golani" birliklerine katılıyorlardı. Her şey karışmıştı. Üniforma altındaki ilk görevleri ise kadın ve Çocuklarla
savaşmaktı."
Daha farklı bir düşman beklerken kadınlarla, çocuklarla, sapan ve taşlarla
karşılaşan israil askerleri adeta bu gerçek karşısında şaşkına dönüp, çocukların peşinden koşarken üniformaları içinde küçülmüşlerdi!
Filistin, Vietnam, Latin Amerika, Kore,
Türkiye ve dünyanın hiç bir yerinde değişmeyen tek gerçek halka karşı yürütülen savaşların, sömürünün er geç yerle
bir olacağı.
Zafer için çok güçlü silahlara sahip olmak gerekmiyor. Halk kendi omuzladığı
savaşın silahlarını, olanaklarını yaratıcılığı ile sağlıyor zaten. Yeter ki biz doğru
tarzda örgütlenmeleri yaşama geçirmeyi
başaralım, düşmanı işaret edelim.
İntifada Dersleri'nin Filistin halkının
mücadele deneyimleri ve dersleri çerçevesinde ele alınıp incelenmesi, ülkemizde yükselen savaş açısından da yararlı
olacaktır.
Download