ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÇEVRE SORUNLARI ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÇEVREBİLİMLERİ DERGİSİ Ankara University Journal of Environmental Sciences Cilt: 1 Volume: 1 Sayı: 2 Number: 2 Yıl: 2009 Year: 2009 Ankara – 2009 ISSN: 1309-1107 Tüm Hakları saklıdır. Bu derginin tamamı ya da dergide yer alan bilimsel çalışmaların bir kısmı ya da tamamı 5846 sayılı yasanın hükümlerine göre Ankara Üniversitesi Çevre Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezinin yazılı izni olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemiyle çoğaltılamaz, yayımlanamaz. Ankara Üniversitesi Çevre Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Ankara Üniversitesi Çevrebilimleri Dergisi Ankara University Journal of Environmental Sciences ISSN: 1309-1107 Cilt/ Volume: 1 Sayı/ Number:2 Yıl/ Year: 2009 Yayın Sahibinin Adı/ Owner: Ankara Üniversitesi Çevre Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi adına Mehmet SOMUNCU Sorumlu Yazı İşleri Müdürü/ Publisher Manager: Uğur DOĞAN Editörler Kurulu/ Editorial Board: Mehmet SOMUNCU (Baş Editör/ Editor in Chief) Münevver ARISOY Hasan ÜNDER Latif KURT Mutlu YILMAZ Nilay ÇABUK KAYA Sabri KOÇAK Yayın İdare Merkezi Adresi/ Correspondence: Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Kampüsü Biyometri ve Genetik Anabilim Dalı Binası Dışkapı, 06110, ANKARA, TÜRKİYE Yayın İdare Merkezi Telefonu: +90 312 596 1721 Elektronik Posta Adresi: [email protected] URL: http://dergiler.ankara.edu.tr http://csaum.ankara.edu.tr Kapak tasarımı/ Cover Design: Işıl ÇAKCI Yayının Türü: Yaygın süreli yayın Basımcının Adı/ Print: Ankara Üniversitesi Basımevi İncitaş Sokak No:10 Beşevler, ANKARA Basımcının Telefonu: +90 312 213 6655 Basım Tarihi ve Yeri: …/…2010 - Ankara Ankara Üniversitesi Çevrebilimleri Dergisi, yılda iki kez yayımlanan hakemli bir dergidir. HAKEM LİSTESi/ REFEREES* Ayşe Gül AKALIN Recep AKDUR Nevin AKPINAR Nesrin ALGAN Hakan ALPHAN Salih Bülent ALTEN E. Sümer ARAS Yılmaz ARI Nevzat ARTIK Aysel ATIMTAY Meral AVCI Sedat AVCI Hasan Hüseyin ATAR Sibel YİĞİT ATASAGUN Belgin BAYAT Füsun BAYKAL Fuat BUDAK Belgin ÇAKMAK M. Lütfü ÇAKMAKÇI Mehmet ÇELİK Aykut Namık ÇOBAN Ahmet ÇOLAK Reyhan ÇOLAK Ali İsmet DEMİRSOY Suna DOĞANER Deniz DÖLGEN Ali DÖNMEZ Gönül DÖNMEZ A.Ergin DUYGU Yıldız ECEVİT Ümit ERDEM Ertuğrul ERDİN Ayşen ERDİNÇLER Sadık ERİK Yaşar Ergun GÖKTEN Kutalmış GÖRKAY Neriman ŞAHİN GÜÇHAN Erksin GÜLEÇ Gülen GÜLLÜ Bilal GÜRBÜZ A. Kadir HALKMAN Selver ÖZÖZEN KAHRAMAN Hamdi KARA Nilgül KARADENİZ Aytül KASAPOĞLU Nilay ÇABUK KAYA İlhan KAYAN Nilgün KAZANCI Nizamettin KAZANCI Osman KETENOĞLU Günay KOCASOY Fikri KULAKOĞLU Latif KURT Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Çukurova Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Ankara Üniversitesi Balıkesir Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ortadoğu Teknik Üniversitesi İstanbul Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Çukurova Üniversitesi Ege Üniversitesi Çukurova Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ortadoğu Teknik Üniversitesi Ege Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Boğaziçi Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ortadoğu Teknik Üniversitesi Ankara Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ege Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Boğaziçi Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi III Mustafa MUTLUER Aysen MÜEZZİNOĞLU Engin NURLU Dicle OĞUZ Filiz ÖZÇELİK Nazmiye ÖZGÜÇ Ayşegül PALA N. Münevver PINAR Serap PULATSÜ Ahmet SALTIK Selim L. SANİN Ali SARI Harun TANRIVERMİŞ Ayşe Nur TİMOR Bülent TOPKAYA Gülseven UBAY TÖNÜK Harun TUNÇEL Bahar TÜRKYILMAZ Hakan ULUKAN İlhami ÜNVER Y. Sedat VELİOĞLU S. Songül YALÇIN Ülkü YETİŞ Kemal Tuluhan YILMAZ Oğuz YILMAZ Hakan YİĞİTBAŞIOĞLU Ahmet YÜCEER Ege Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Ege Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Akdeniz Üniversitesi Gazi Üniversitesi Bilecik Üniversitesi Ege Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Ortadoğu Teknik Üniversitesi Çukurova Üniversitesi Ankara Üniversitesi Ankara Üniversitesi Çukurova Üniversitesi * İsimler soyadı sırasına göre alfabetik olarak düzenlenmiştir. IV ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÇEVRE SORUNLARI ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÇEVREBİLİMLERİ DERGİSİ Ankara University Journal of Environmental Sciences Cilt/ Volume: 1 Sayı/ Number: 2 Yıl/ Year: 2009 İçindekiler/ Contents Review of Protected Areas System in Pakistan: Present Status and Problems Concerning Future Development Pakistan’daki Korunan Alanlar Sisteminin Değerlendirilmesi: Mevcut Durum ve Gelecekteki Gelişmelerle İlgili Problemler Mehmet SOMUNCU, Ashfaq Ahmad KHAN, Liaqat Ali WASEEM.....................................................1 Hasanoğlan Taşocaklarında Coğrafi Bilgi Sistemleri Yardımıyla Çevresel Risk Alanlarının Belirlenmesi Determination of Environmental Risk Areas with Geographic Information Systems in Hasanoğlan Quarries Ali Uğur ÖZCAN, Nevin AKPINAR.....................................................................................................17 Do Global Threats Lead to Awareness or Alienation? The Case of Avian Influenza in Turkey Küresel Tehditler Farkındalığa mı Yabancılaşmaya mı Yol Açıyor?: Türkiye Örneğinde Kuş Gribi Nilay ÇABUK KAYA, Aytül KASAPOĞLU, Yonca ODABAŞ……………………………………..29 Küresel İklim Değişikliğinin Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Kaynakları Üzerine Etkisi The effects of Global Climate Change on Biodiversity and Ecosystems Resources Aynur DEMİR........................................................................................................................................37 Sistematik Koruma Planlaması Yaklaşımı: Kıyı Ege Bölgesi Örneği Systematical Protection Planning Approach: The Case Of Aegean Coastal Area Cemil ÜN, Sibel CENGİZ , Ozan ÇEKİÇ, Osman KARAELMAS, Olga KARAGÜLLÜ, E.Sühendan KARAUZ, Tülay KOCAMAN, Zafer KORAY, Hayriye KÜNDÜK, Ayten ÖZDEMİR, Nihal ÖZEL, Erdal ÖZÜDOĞRU, Selda TAŞ, Ayşe TURAK...............................55 Doğaya İlişkin İnançlar, Kültür ve Çevre Sorunları Arasındaki İlişkilerin Kuramsal Bağlamda İrdelenmesi Examination of Connections Among Nature Believes, Culture and Environmental Problems In Theoretical Context Emel BAYLAN......................................................................................................................................67 Tekstil Atıksuyu Kaynaklı Bakterilerin Boya ve Boyar Madde Arıtımında Kullanımı The Removal of Dye and Dye Stuffs Using The Bacteria Originated from Textile Industry Wastewaters Sevgi ERTUĞRUL, Gönül DÖNMEZ...................................................................................................75 V Yenilenebilir Enerji Kaynakları Arasında Jeotermal Enerjinin Yeri ve Türkiye Açısından Önemi Place of Geothermal Energy in The Content of Renewable Energy Sources and It’s Importance for Turkey Özlem Candan KÜLEKÇİ......................................................................................................................83 ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi (ÇYS) Standardı : Türkiye'deki Bazı İşletmelerin Karşılaştıkları Problem ve Zorluklar Üzerine Bir Araştırma ISO 14001 Envionmental Management System (EMS) Standard: A Study on The Barriers and Problems Faced by Some Enterprises in Turkey Bengü MINDIKOĞLU, A. Ergin DUYGU............................................................................................93 Makale Kabul ve Yazım Kuralları....................................................................................................111 VI Review of Protected Areas System in Pakistan: Present Status and Problems Concerning Future Development Pakistan’daki Korunan Alanlar Sisteminin Değerlendirilmesi: Mevcut Durum ve Gelecekteki Gelişmelerle İlgili Problemler Mehmet SOMUNCU 1, Ashfaq Ahmad KHAN 2, Liaqat Ali WASEEM 3 1 Department of Geography, Ankara University, Sihhiye, Ankara, Turkey Department of Geography, Ankara University, Sihhiye, Ankara, Turkey 3 Department of Geography, Geology and Mineralogy, University of Salzburg, Austria 2 Abstract: The concept of Protected Area has a long history and in recent years it has developed on large scale throughout the world. Pakistan has also given serious attention to conservation of biodiversity and cultural assets in sustainable manner. For this purpose, Pakistan has made stern efforts to establish legislation, policies and institutions for environmental protection. However, implementation of these legislations and policies as a whole is not achievable due a number of factors. The gaps and needs associated to conservation of Protected Areas in Pakistan can be dealt effectively through coordination of different segments of society for effectual management strategies. This paper has reviewed the establishment, current status and management of protected areas in Pakistan. The paper manages to describe the problems of these areas on one hand and try to suggest the solutions on the other hand. Key words: Protected areas, Protected area management, Biodiversity, Pakistan Özet: Korunan alan kavramı uzun bir tarihe sahiptir ve bu fikir son yıllarda büyük gelişmeler göstermektedir. Pakistan da biyolojik ve kültürel çeşitliliğin sürdürülebilir bir şekilde korunmasına önem vermektedir. Bu amaçla Pakistan bu konuda çevre ile ilgili mevzuat, politikaları ve kurumları kurmak için büyük çabalar sarf etmektedir. Ancak, birçok farklı nedenle bu mevzuat ve politikalar bir bütün olarak uygulanamamaktadır. Pakistan’da korunan alanların doğru yönetimi ve sürdürülebilirliği için etkili yönetim stratejileri ile toplumun farklı kesimlerinin bir koordinasyon içerisinde çalışması gerekmektedir. Bu makale Pakistan’daki korunan alanların kurulması, mevcut durum ve yönetimini gözden geçirmektedir. Ayrıca, makale bir yandan bu alanların problemlerinin tanımlaması ve diğer yandan çözüm önerdiklerini sunmaktadır. Anahtar kelimeler: Korunan alanlar, Korunan alan yönetimi, Biyolojik çeşitlilik, Pakistan 1. Introduction Protected areas are locations which receive protection because of their environmental, cultural or similar value. A large number of kinds of protected area exist which vary by level of protection and by the enabling laws of each country or rules of international organization. Examples include parks, reserves and wildlife sanctuaries. The concept of preserving certain places of natural and cultural importance for various purposes has a long history. For example, some historians claim that areas were specifically set aside in India for the protection of natural resources over two millennia ago (Holdgate, 1999). In Europe, tradition of preserving some areas as hunting grounds for dominant and influential persons of community starts nearly 1,000 years ago. In addition, the idea of protection of special places is universal in nature that happens at the same time in different cultures and societies of the world. For example it occurs among the traditions of communities in the Pacific (“tapu” areas) and parts of Africa (sacred groves). While many societies set aside special areas for cultural and resource uses, protected areas were first set aside by kings and other national rulers in Europe early in the Renaissance, typically as royal hunting reserves. Slowly these sites became open for public use, providing the basis for community involvement and tourism (Eagles, et al., 2002). With the passage of time, concept of protected areas spread through out world. At present many countries of world has established system of protected areas. Moreover, legislation, policies and management plans are also formulated for preserving biodiversity in these areas. Pakistan is situated between the latitudes 23° and 36° north and between the longitudes of 61° and 75° east. India is on its eastern border, the People’s Republic of China lies to the north east. Afghanistan is situated on its northwestern boundary line while Iran shares border with Pakistan in the 1 southwest. Pakistan covers a land area of 88.2 million hectares, almost all of which might be considered part of the watershed of the river Indus. From the coast and the mouth of the Indus near the tropic of Cancer, Pakistan extends some 1,700 kilometers north ward to the origins of the Indus among the mountains of the Himalayas, Hindu Kush and Karakorum. Many of their peaks exceed 8,000 m including K-2, at 8,611 meters, the second highest in the world. Pakistan has a coastline of about 1,046 Km with 22,820 Km2 of territorial waters and an Exclusive Economic Zone of about 196,600 Km2 in the Arabian Sea (Government of Pakistan et al., 2000). With its dramatic geological history, broad latitudinal spread and immense altitudinal range, Pakistan spans a remarkable number of the world’s ecological regions. According to various classification systems, Pakistan includes examples of two of the world’s eight biogeographic realms: the Indo-Malayan and Palaearctic (Udvardy, 1975); four of the world’s ten biomes: desert, temperate grassland, tropical seasonal forest and mountain (Cox and Moore, 1993). Biodiversity and natural capital encompass all of the country’s wilderness areas and scenic landscapes, together with their associated fauna and flora. These in turn can be grouped into nine major ecological zones and 21 out of 22 of the recognized Asian wetland types (Roberts, 1991, as cited in Government of Pakistan et al., 2000). The ecological trend of greatest concern in Pakistan today is the continuing loss, fragmentation and degradation of natural and modified habitats: the forest area, already greatly reduced and fragmented, is suffering further loss and degradation; most rangelands are suffering further degradation; and many freshwater and marine ecosystems have already been lost or are threatened with further destruction. Also of great concern in Pakistan today is the continuing decline in many native species of animals and plants; some species are already extinct, many are internationally threatened, and more still are of national concern. The degradation of agro-ecosystems and the accelerating loss of domesticated genetic diversity are also of grave concern in Pakistan (Government of Pakistan, et al., 2000). Pakistan has inherited several laws for environmental protection from British period. Moreover new policies regarding this issue has also formulated since its independence. Environmental protection and ecology are included in the parallel legislative list of Pakistan’s 1973 constitution. The Environment Protection Ordinance in 1983 is a benchmark in Pakistan’s legislation and represents official recognition of a holistic approach to environmental issues (Mumtaz, 1989). It provides for the control of pollution and preservation of a comprehensive national environmental policy, and filling of detailed environmental impact statements by proponents of projects likely to adversely affect the environment. The implementation of existing laws is not according to international standards. There are many weaknesses and flaws regarding execution of concerned legislations (IUCN, 1990). In this paper the authors has reviewed the development, management and concerning problems of Protected Area system in Pakistan. The main aim of the paper is to describe the current status and future momentum of development of these areas. Besides, associated problems have been highlighted in order to provide better understanding of the situation to improve the future strategy. Moreover, the paper also suggested some recommendations for the improvement of Protected Area system in Pakistan. Present paper facilitates to develop effective measures and actions for the growth of Protected Areas according to international standards. 2. The Concept of Protected Areas In recent years the concept of protected areas has developed on a large scale throughout the world. Moreover different ideas regarding definitions and types of protected areas have also emerged. However International Union for Conservation Nature (IUCN) has agreed upon a single definition of a protected area as follows: “An area of land and/or sea especially dedicated to the protection and maintenance of biological diversity, and of natural and associated cultural resources, and managed through legal or other effective means” (IUCN, 1994). 2 Within this broad IUCN definition, protected areas are in fact managed for many different purposes. To help improve understanding and promote awareness of protected area purposes, IUCN has developed a six category system of protected areas identified by their primary management objective (IUCN, 1994). Category I (a): Strict Nature Reserve Protected area managed mainly for science which can be defined as an area of land and/or sea, possessing some outstanding or representative ecosystems, geological or physiological features and/or species, available primarily for scientific research and/or environmental monitoring. Category I (b): Wilderness Area Protected area managed mainly for wilderness protection and defined as a large area of unmodified or slightly modified land, and/or sea, retaining its natural character and influence, without permanent or significant habitation, which is protected and managed so as to preserve its natural condition. Category II: National Park Protected area managed mainly for ecosystem protection and recreation which is defined as a natural area of land and/or sea, designated to (a) protect the ecological integrity of one or more ecosystems for present and future generations, (b) exclude exploitation or occupation inimical to the purposes of designation of the area and (c) provide a foundation for spiritual, scientific, educational, recreational and visitor opportunities, all of which must be environmentally and culturally compatible. Category III: Natural Monument Protected area managed mainly for conservation of specific natural features which can be explained as an area containing one or more, specific natural or natural/cultural feature which is of outstanding or unique value because of its inherent rarity, representative or aesthetic qualities or cultural significance. Category IV: Habitat/Species Management Area Protected area managed mainly for conservation through management intervention and defined as an area of land and/or sea subject to active intervention for management purposes so as to ensure the maintenance of habitats and/or to meet the requirements of specific species. Category V: Protected Landscape/Seascape Protected area managed mainly for landscape/seascape conservation and recreation and defined as an area of land, with coast and sea as appropriate, where the interaction of people and nature over time has produced an area of distinct character with significant aesthetic, ecological and/or cultural value, and often with high biological diversity. Safeguarding the integrity of this traditional interaction is vital to the protection, maintenance and evolution of such an area. Category VI: Managed Resource Protected Area Protected area managed mainly for the sustainable use of natural ecosystems and called as an area containing predominantly unmodified natural systems, managed to ensure long term protection and maintenance of biological diversity, while providing at the same time a sustainable flow of natural products and services to meet community needs. According to the United Nation’s List of protected areas, there exist 102,102 protected areas throughout the world that cover an area of more than 18.8 million km2, out of which 17.1 million km2 (11.5% of the land surface) is of terrestrial type while remaining 1.7 million km2 falls in the category of marine protected areas, as of year 2003. This figure is almost equivalent to 12.65% of the Earth’s total land surface area, or an area greater than the combined land area of China, South Asia and Southeast Asia. IUCN Management Categories cover 68,066 protected areas within this total figure. Moreover, there are 4,633 internationally designated sites. The overview of global statistics indicates that 67% of the world’s protected areas have been assigned an IUCN management category, covering 81% of the total area protected. Among the categorized sites, the largest number lies within Category IV (Habitat/Species Management Area) and Category III (Natural Monument) comprising almost 47% of all protected areas. While categories Ia, Ib, II, V and VI together only comprise 20% of the total 3 number of protected areas with Category II (National Park) comprising 3.8% and Category VI (Managed Resource Protected Area) 4% (Chape, et al., 2003). 3. Protected Area System in Pakistan 3.1 Overview History of preserving particular areas for specific purposes goes back to dawn of civilizations. Land areas set aside specifically for protecting wildlife is not a new concept in the area of present day Pakistan. The early rulers often declared certain areas as preserves especially for this purpose so they would have a sufficient supply of game animals for hunting. Early Hindu and Muslim rulers at first formulated the rules and regulations to restrict hunting in several areas. The policies related to hunting were established by Mughals in late 16th century and further adopted by British administration. Among the first pieces of legislation that directly benefited wildlife were the rules and regulations formulated in Sindh under the Indian forest act 1887 and later incorporated in Bombay Forest Manual. Under this legislation, forests were protected from grazing by livestock but hunting was not legally controlled. Hunting and other forms of resource exploitation were subsequently controlled within areas declared as reserves or protected forests under the Indian Forest Act 1927, the title of which was changed to Pakistan Forest Act 1927, following the Pakistan’s adoption of the act after partition in 1947 (Ferguson and Rao, as cited in IUCN, 1990). Outside the Indus basin, wildlife has maintained itself due to the remoteness and inaccessibility of the terrain, especially in the northern mountainous, tribal areas of Pakistan. Local chieftains with a passion for hunting often recognized the value of putting certain areas off limits to hunting to allow animal populations to build up. Thus, coming into the present century there were a number of areas scattered around the country that served to protect wildlife. Except for the reserved or protected forests, few received more than a minimum amount of management and many were unknown (Khan, 1997). At independence, Pakistan inherited a number of laws and regulations from the British period that were remained applicable after partition. The constitution of 1973 describes environmental objectives in the preface, but no specific law was formulated at that time. In 1983, the Pakistan Environmental Protection Ordinance (PEPO) was approved. This highlighted the need to have a framework of environmental laws in Pakistan to deal with emerging national issues related to environment. PEPO established the Pakistan Environmental Protection Council (PEPC) as well as introducing the idea of Environmental Impact Assessments. It is fateful that PEPO was not implemented accordingly. PEPC met in 1993 for the first time, after 9 years of its establishment, and approved National Environmental Quality Standards (NEQS) which later formulated the limits on major pollutants in municipal and industrial liquid effluents, industrial gaseous emissions, motor vehicle exhaust and noise. The Environmental Protection Act has been collectively passed by the National Assembly in 1997. Pakistan Environmental Protection Agency is responsible for implementation of Environmental Protection Act. A Biodiversity Directorate within Ministry of Environment, Pakistan has also been established since 2005 in order to improve environmental values in steady fashion. 3.2. Policies and Institutional Framework for Protected Areas in Pakistan Wildlife conservation legislation inherited from British India was superseded by the now obsolete West Pakistan Wildlife Protection Ordinance, 1959 and the West Pakistan Wildlife Protection Rules, 1960 issued under that Ordinance. Apart from prohibiting the killing of certain species of fauna, this legislation made provision for the declaration of Game Sanctuaries, in which hunting was prohibited, and Game Reserves in which hunting was controlled under license, but did not protect the habitat against settlement, cultivation, grazing and other forms of exploitation. Furthermore both the West Pakistan Wildlife Protection Ordinance and the Pakistan Forest Act applied only to the settled 4 areas of Pakistan (i.e. the flood plains of Kabul and Indus rivers and all the land east of them); neither were applicable to the Special/ Tribal areas, which constituted most of the mountainous half of the country to the west of Indus and where much of Pakistan’s remaining wildlife was to be found (Grimwood, 1969). A Wildlife Enquiry Committee was set up in 1968 to review inter alia the existing conservation legislation based on recommendation by World Wildlife Fund. The legislation was drafted by this committee and with minor modifications was subsequently adopted at provincial level through the provisions of various acts and ordinances, namely Sindh Wildlife Protection Ordinance 1972, Punjab Wildlife Protection, Preservation, Conservation and Management Act 1974, Baluchistan Wildlife Protection Ordinance 1974, NWFP Wildlife Protection, Preservation, Conservation and Management Act 1975. Separated laws were passed for the then Northern Areas (Gilgit Baltistan), Azad Jammu and Kashmir and Federal Capital Territory of Islamabad. These were Northern areas Wildlife preservation Act 1975, Azad Jammu and Kashmir Wildlife Act 1975, and the Islamabad Wildlife Protection, Preservation, Conservation and Management Ordinance 1979 (Rao, 1984). This is the first time in the history of Pakistan’s wildlife legislation that an attempt has been made to provide for the conservation of habitat, although limited to protected areas, and species other than game species (IUCN, 1990). Following the recommendations of Wildlife Enquiry Committee, a National Council for Conservation of Wildlife (NCCW) was established on 7 July 1974 within Federal Ministry of Food and Agriculture (IUCN, 1990). NCCW has played an important role in encouraging the provincial wildlife departments for better management of protected areas particularly national parks. Provincial Wild Life Departments are also being encouraged to bring more areas under the protected network. NCCW in collaboration with provincial Governments got control of bear baiting practices, which was causing a bad name for country. The effective advocacy and control measures have reduced the bear baiting events in country, which has been acknowledged by World Society for Protection of Animals (WSPA) (Government of Pakistan, et al., 2000). In 1997, the 1983 Ordinance has been replaced by the Pakistan Environmental Protection Act. The relevance of this Act to biodiversity conservation is primarily through the necessary screening process for proposed projects. It is important to ensure that the Initial Environmental Examinations and the Environmental Impact Assessments adequately address the relevant issues and that the federal and provincial environmental protection agencies have the skills to evaluate these reports in relation to the conservation of biodiversity in the country. Since then many institutional, policy and regulatory developments have taken place at the Federal and Provincial levels. These, inter alia, include creation of the Ministry of Environment, promulgation of Pakistan Environmental Protection Ordinance-1983, development of the National Conservation Strategy (NCS)-1992, enactment of Pakistan Environmental Protection Act-1997 and preparation of the Forestry Sector Master Plan and Biodiversity Action Plan. Various projects and programs have also been launched to reverse the accelerating trend of environmental degradation in the country (Government of Pakistan, 2005 and Government of Pakistan, et al., 2000). The NCS, which has served as the de facto environmental policy of Pakistan, describes the environmental situation existing in Pakistan and recommends actions to be taken in 14 core areas, in order to redress the aggravating environmental degradation and to facilitate sustainable utilization of natural resources. The strategy was followed by the National Environmental Action Plan (NEAP), approved in February 2001, which narrows the Government’s policy focus on the environment to four core programs: clean air, clean water, waste management and ecosystem management. A comprehensive program has been launched to support implementation of NEAP (Government of Pakistan, 2005). The policies, legislations and institutions for environment protection and protected area management in Pakistan are being developed with the passage of time as shown in Table 1. 5 Table 1. Policies and Institutions for Environment Protection and Protected Area Development Year Legislation / Objective Concerned Institution 1959 Pakistan Wildlife Protection Ordinance Game Department 1968 To review existing conservation legislation Wildlife Enquiry Committee 1974 To manage protected areas particularly National Parks 1975 and biodiversity National council for Conservation of Wildlife To address environmental concerns after the United Environment and Urban Nations Conference on Environment and Division, Ministry of Urban Development held in Stockholm Affairs 1983 Environmental Protection Ordinance Pakistan environmental Protection Council 1992 National Conservation Strategy Ministry of Environment 1997 Pakistan Environmental Protection Act Pakistan Environmental Protection Agency 2000 Pakistan Biodiversity Action Plan Government IUCN 2001 National Environmental Action Plan Ministry of Environment 2005 Implementation of Biodiversity Action Plan Directorate of Biodiversity of Pakistan, 3.3. Current Status of Protected Areas in Pakistan Prior to 1966 Pakistan had taken no significant steps towards establishing a protected areas network. That year at the invitation of Government of Pakistan the World Wildlife Fund carried out a survey of country’s wildlife resources and recommended measures to arrest their deterioration. These included the establishment of two large National Parks and eight Wildlife Sanctuaries. This initiative was followed by constitution of Wildlife Enquiry Committee in 1968, which made further recommendations for the establishment of four National Parks, 18 Wildlife Sanctuaries and 52 Game reserves (Government of Pakistan, 1971). These recommendations have been substantially exceeded 4 National Parks, 44 Wildlife Sanctuaries and 65 Game reserves by the year 1978 (ALIC, 1981, as cited in IUCN, 1990). Though 1983 Environment Protection Ordinance was an important step towards dealing environment problems more precisely but it was not implemented even after the establishment of Pakistan Environment Protection Council. In 1992, heads of many countries signed Agenda 21 on the eve of Earth Summit on global commitment to protect environment and promote sustainable development in Rio de Janeiro. That was the time when Pakistan prepared its National Conservation Strategy for sustainable development and environmental improvement. After Mid-Term review of NCS, Ministry of Environment developed a National Environment Action Plan which has started working in 2001. Pakistan is also a party to Convention of Biological Diversity since 1994. Being a party to CBD, Government of Pakistan has prepared Biodiversity Action Plan in 2000 with the help of IUCN and WWF for sustainable use of biological resources and maintenance of biological diversity. 6 According to Third National Report on Implementation of Biodiversity Action Plan, the target of enhancing the percentage of protected areas of the country to 12% has been achieved. Time framework, targets and indicators are to be developed under the Protected Areas Management Project (PAMP) for three national parks i.e. Hingol, Chitral Gol and Machiara national parks. The model shall be followed for other Protected Areas. New protected areas are being established in un-fragmented natural areas and areas under high threat. In the recent past, four new National Parks have been notified in regions of NWFP and AJK. Initial consultative process for declaration of Marine protected Areas has been initiated by IUCN Karachi, Pakistan. Protected Area System Workshop organized by the Ministry of Environment under the Protected Areas Management Project (PAMP) held during May, 2006 in order to identify the gaps and barriers for the establishment and management of new Protected Areas. According to Biodiversity Action Plan for Pakistan, 2000, there is a network of 225 Protected Areas comprising 14 National Parks, 99 Wildlife Sanctuaries, 96 Game Reserves, and 16 unclassified (private, proposed or recommended) in Pakistan. The total area covered by these categories is 9,170,121 ha which makes 10.4% of the total land area. The detail of protected areas system in Pakistan is described in Table 2. The network of Protected Areas in Pakistan comprises of following categories. National Parks; Wildlife Sanctuaries; Game Reserves; Unclassified (private, proposed or recommended) Table 2. Summary of Protected Areas in Pakistan, (Government of Pakistan et al., 2000). Percentage Total Total Area Game Un of Total Protected Conserved Reserves Classified Land Area Areas (ha) Protected Region/ Province National Parks Wildlife Sanctuaries Azad Jammu Kashmir 1 0 8 0 9 51,998 3.91 Balochistan 2 15 7 7 31 1,837,704 5.29 Punjab 2 37 19 0 58 3,315,803 16.14 NWFP 3 6 38 5 52 470,675 6.30 Sindh 1 35 14 4 54 1,307,575 9.27 Federal Territory 1 1 1 0 3 94,186 100 Northern Areas 4 5 9 0 18 2,092,180 2.97 Total 14 99 96 16 225 9,170,121 10.40 7 3.3.1. National Parks The main objective of establishment of a National Park is to protect and conserve areas of exceptional geographical, biological and cultural importance for educational, recreational and scientific uses. A national park is comparatively large area of outstanding scenic merit and natural interest, wherein the primary objective is to protect the landscape, flora and fauna in its natural state and to which the public are allowed access for purposes of recreation, education and research. No hunting or trapping of birds or animal is permitted. Harvesting of forest produce on sustained basis is allowed provided national park values are not jeopardized. Construction of Access roads, accommodation facilities and public amenities should be carefully planned so as not to impair the primary objective of a park’s establishment (IUCN, 1990). National parks in Pakistan have apparently been established primarily for wildlife and not necessarily for their historic or scenic features. Their administration is handled by the provincial wildlife departments. After the implementation of biodiversity action plan, the target to establish new national parks has been achieved. Five new national parks in North West Frontier Province (NWFP) and Azad Jammu Kashmir (AJK) have been established in years 2004-05. At present there are 19 National Parks in Pakistan as shown in Fig 1. The characteristics of National Parks in Pakistan have been described in Table 3. Majority of national parks in Pakistan lack any management plans. Due to this, conservation activities do not meet the international standards. Moreover the wildlife in national parks is also prone to depletion due to lack of implementation of laws and policies. In recent years, efforts have been made to overcome these weaknesses. Through a consultative process several national parks of country have short listed for their management at global standards including Lal Sahunra National Park(Punjab), Kirthar National Park (Sindh), Khujrab National Park ( NWFP), Chiltan Hazar Ganji National Park(Balochistan), Margalla Hills National Park (Islamabad and Chitral Gol National Park( NWFP) (Government of Pakistan, 2005). Figure1. National Parks in Pakistan 8 Table 3. National Parks of Pakistan (Government of Pakistan, 2009) No. 1 Name of National Park Ayubia Province/ Territory IUCN Category Area (ha) Year of Declaration Characteristics NWFP* V 1,684 1984 ? 13,90,100 1995 It is important for wildlife conservation. It comprises the Baltoro, Panmah, Biafo and Hispar glaciers and their tributary glaciers It is important place for wildlife conservation. Markhor goats and snow leopards are important animals found in this park. It provides natural habitat for the Himalayan brown bear. 2 Central Karakorum 3 Chinji Punjab II 6,095 1987 4 Chitral Gol NWFP II 7,750 1974 5 Deosai Plains GB ? 3,58,400 1993 6 Ghamot AJK*** ? 27394 2004 7 Balochistan V 15,555 1980 8 HazarganjiChiltan Hingol Balochistan II 165,004 1997 9 Khunjerab GB II 226,913 1975 10 Kirthar Sindh II 308,733 1974 11 Lal Sohanra Punjab V 87,426 1972 12 NWFP ? 30375 2003 NWFP ? 4867 2003 Islamabad V 17,386 1980 15 Lake Lulu Sar Lake Saiful Muluk Margalla Hills Machiara AJK ? 13,593 1996 16 Pir Lasora AJK ? 5625 2005 17 Shandur Hundrup GB ? 1,64,000 1993 18 Sheikh Buddin Toli Pir NWFP ? 15540 1993 AJK ? 5045 2005 13 14 19 G B** It provides natural habitat for wildlife. It is important habitat for wildlife. A number of animals and birds species are protected in this park. It provides protection for wildlife. Kirthar provides important habitat for wildlife. It provides natural habitat for wildlife. It provides protection to wildlife. It is important for natural and cultural biodiversity. It is important for wildlife habitat. It is important for wildlife conservation. It provides natural habitat for biodiversity. It is important for biodiversity conservation activities. It provides natural habitat for Markhor. It is important for wildlife conservation. *North Western Frontier Province **Gilgit Baltistan *** Azad Jammu Kashmir 9 3.3.2. Wildlife Sanctuaries A wildlife Sanctuary is an area set aside as an undisturbed breeding ground, primarily for protection of all natural resources to which public access is restricted or regulated. Whereas settlement and grazing by domestic livestock is allowed in National Park, such activities are prohibited in Wildlife Sanctuaries (IUCN, 1990). The main objectives of the establishment of a Wildlife Sanctuary are to protect particular species or groups of species of flora and fauna for reproduction and to protect them from extinction. Hunting is strictly prohibited in these areas. At present there are 99 Wildlife Sanctuaries in Pakistan. In Pakistan, Wildlife sanctuaries enjoy better protection, but in practice, legal restrictions are seldom enforced other than to prevent hunting. Most sanctuaries have been designated in reserve forests of commercial value where timber and minor forest products are harvested. Enforcement is better in the national parks than Wildlife Sanctuaries. 3.3.3. Game Reserves A game reserve is an area wherein controlled hunting and shooting is permitted on permit basis. A private game reserve is an area of private land set aside by its owner for the same purpose as a game reserve. Parts of areas protected under some statutes may be exempted under pressure for agricultural extension or land development. Most of the areas have created to provide habitat protection for animal species commonly referred to as game (huntable species for sport or meat). Providing protection for these species also offers a measure of security for many lesser known plant species and smaller animal species (IUCN, 1990). Pakistan has declared 96 Game Reserves to be included in protected areas. But the conservation activities are not implemented properly. Game reserves, in particular in private land, receive minimal protection due to the lack of legal provisions to control land use. 3.4. International Activities Pakistan is a Party to two international conventions dealing with species: the Convention on the Conservation of Migratory Species of Wild Animals (adopted in Bonn, Germany in 1979 and to which Pakistan has been a Party since 1987); and the Convention on International Trade in Endangered Species of Wild Fauna and Flora (CITES) (signed in Washington in 1973, to which Pakistan has been a Party since 1976). Pakistan is also a party to two area-based treaties: the Convention on Wetlands of International importance especially as Waterfowl Habitat (signed in Ramsar, Iran in 1971, and to which Pakistan has been a Party since 1978); the Convention concerning the Protection of the World Cultural and Natural Heritage (signed at UNESCO, Paris in 1972). In addition to these treaties, Pakistan is a Party to the United Nations Convention on the Law of the Sea (signed at Montego Bay in 1982), supports the UNESCO Man and Bioshpere (MAB) programme (initiated in Paris in 1968) and has signed (but not yet ratified) the Convention for Combatting Desertification. Based on their global significance, 19 wetlands have been designated as Ramsar sites and one area is recognized as UNESCO-MAB Biosphere Reserve. Six sites with unique cultural and historical properties have been prescribed on UNESCO World Heritage List (Table 4). Most of major habitats of the world are represented within Pakistan’s Protected Area system. However the size, distribution and management of these areas do not meet the needs of the ecosystems they are meant to safeguard (Government of Pakistan et al., 2000). 10 Table 4. Internationally Recognized Areas in Pakistan, World Resource Institute, 2003 Site Number Area(ha) Wetlands Ramsar Sites 19 284000 Biosphere Reserve 01 66000 World Heritage Sites 06 ? 4. Issues Related to Management of Protected Areas Government of Pakistan is continuously trying to improve the overall status of environment in the country. In particular, the conservation activities concerning biodiversity have gained thrust in recent years after the involvement of international organizations. For this purpose, various projects, associated to management and development of Protected Areas, have been launched throughout Pakistan. However, due to a number of internal issues that provide barrier for desired results, these projects are not much successful. There is lack of sufficient data in many respects. Information about the biodiversity of Pakistan is presently scattered among a wide range of institutions, and current capacity to collect, store, analyse, and disseminate information is limited. Moreover, information about the component of biodiversity is very incomplete. There is no biodiversity information and monitoring centre to maintain, store, and organize data or to analyze, evaluate and disseminate data in a usable form. Besides, there are many loop holes regarding management plans and policy formation for these areas. Some management related issues and suggestions are discussed here in order to understand the situation more systematically. 4.1. Weakness in Law Enforcement Existing wildlife laws do not provide an adequate framework for management. The laws give authority for protected area management to the provincial wildlife departments, but give no authority to these departments over the management of adjacent areas. Consequently, development activities in areas adjacent to protected areas often conflict with biodiversity conservation. There are a number of weaknesses related to enforcement of laws regarding conservation of biodiversity. With regard to the conservation of species, a serious weakness in the law is that it deals excessively with animal species with no provisions for the protection of threatened and endangered plant species. Attempts have been made to control the hunting of designated game animals, but most of these regulatory measures have proved difficult to enforce. (Grimwood, 1969 and Government of Pakistan, et al., 2000). 4.2. Lack of Local Community’s Involvement Current thinking on protected area management is that, to be effective, the communities living alongside the area should have a hand in management and should derive some benefits from the area. None of the existing categories of protected areas in Pakistan make allowance for participatory management by communities. In order to overcome these deficiencies a draft wildlife law empowering local communities to participate in joint wildlife management with governments has been prepared and is currently under review by the provinces. Local communities rarely have any role in the management of protected areas. Little progress has been made on instituting collaborative management regimes for protected areas. Few efforts have been directed at raising public education and awareness in areas adjacent to protected areas, providing environmentally sound and sustainable development assistance to local communities, or formulating appropriate packages of incentives and disincentives. Consequently, local communities either continue to disregard protected area provisions leading to degradation of the protected area or, where those provisions are enforced against local communities’ interests, conflicts have arisen. The conflict between local communities and park authorities in the Khunjerab National Park, arising from the loss 11 of grazing rights, is well known. An attempt has been made to resolve and manage the conflict in Khunjerab, but deep-rooted problems remain (Government of Pakistan, et al., 2000 and Khan, 2003). 4.3. Deficiencies in Selection Criteria The majority of Pakistan’s protected areas were created in the 1970s, and paid insufficient attention to ecological criteria and the requirements of communities. Protected areas have been created haphazardly, often in the absence of any criteria for their selection, and boundaries drawn with little or no ecological basis. Besides, selection criteria for protected areas have also other serious shortcomings. No attention was being made for regional distribution of areas. Therefore considerable regional inequality in the distribution of Protected Areas across Pakistan can be observed. For example, whilst over 16% of Punjab is protected as one of three Protected Area categories (national park, wildlife sanctuary or game reserve); about 6% of the NWFP and less than 6% of Balochistan is formally protected (Table 2). This is unfortunate; since these are the regions where most of Pakistan’s remaining biodiversity is concentrated (Mumtaz, 1989; IUCN, 1990 and Government of Pakistan, et al., 2000). 4.4. Limited Protected Area Categories The three categories of Protected Areas used in Pakistan are too limited for contemporary needs. Most of the remaining unprotected areas of biodiversity significance are currently used and managed by local communities in one way or another. The best way to protect these areas will be through the establishment of collaborative management regimes. However, existing wildlife legislation in Pakistan does not provide for a protected area category in which sustainable use of resources and community involvement can take place (along the lines of IUCN Category VI: Managed Resource Protected Area). Moreover, many of the Protected Areas are too small and isolated to be effective. Most ecological zones are not adequately represented within the protected area system, including a majority of the critically threatened ecosystems. For example, there are no marine Protected Areas, very few coastal Protected Areas and no formal designation to protect the remaining juniper forests in Balochistan (Government of Pakistan, et al., 2000 and Khan. 2003). 4.5. Shortage of Professionals There is lack of sufficient professionals in order to formulate and implement the policies regarding development and conservation of biodiversity. Untrained persons can not successfully manage the related problem and issues. Provincial wildlife departments lack the capacity to carry out their functions effectively, and in particular, suffer from a shortage of suitably trained personnel. Therefore management activities in remote areas of the country can not be conducted in appropriate way. Moreover, current opportunities for training professionals in the area of conservation biology are very limited. There are institutions offering strong programmes in forestry and agriculture, but there are no degree programmes in wildlife management, bio-systematic, biodiversity conservation or community-based conservation of natural resources. A shortage of funding and lack of trained staff have also limited the amount of research on the identification, conservation, and sustainable use of biological diversity in Pakistan. There is little integration of research among institutions and disciplines, and very limited use of traditional knowledge in defining management programs (Government of Pakistan, et al., 2000). 4.6. Lack of management Plans: Most protected areas in Pakistan lack comprehensive management plans, and where plans do exist, they are not fully implemented. There is also a tendency to regard management plans as blueprints rather than adaptive strategies requiring constant updating. In recent years, some efforts have been made to redress this situation, and plans have been developed for the Margalla Hills National Park (Federal Territory) and Khunjerab National Park (Northern Areas). WWF Pakistan is also working on plans for the Kirthar National Park in Sindh and the Hazarganji Chiltan National Park 12 in Balochistan. But there are still many National Parks without an adequate management plan. There is strong requirement to formulate management plans for these areas as soon as possible (Grimwood, 1969; Mumtaz, 1989 and Government of Pakistan, et al., 2000). 4.7. Lack of funds There is lack of adequate funding in order to conduct management activities fruitfully. Although a reasonable amount is allocated by Government for these activities but it does not meet the needs required. The federal and provincial governments are the most important stakeholders with overall responsibility for providing an adequate policy and legal framework, enforcing regulations, building capacity and providing incentives and funds for the conservation of biodiversity. The policies and programmes of key federal ministries i.e Environment, Local Government and Rural Development; Food and Agriculture; Finance; and Science and Technology and provincial departments of agriculture, livestock, forestry, wildlife and fisheries regarding funding are crucial to the conservation and sustainable use of biodiversity (Government of Pakistan, et al., 2000 and Khan, 2003). 5. Conclusion and Recommendations Conservation of biodiversity in a sustainable way is vital for future of any country. Pakistan has taken practical steps towards protection of environment in steady manner. Many efforts have been made for protection and improvement of environmental biodiversity to reach the international standards. But there are still too many gaps and differences due to lack of proper management activities. It is necessary to take serious actions for effective management of protected areas in Pakistan. After comprehensive analysis of present situation of protected areas of Pakistan, following suggestions are recommended; • Most important issue regarding development of protected areas according to international standards is enforcement of existing laws in more effective mode. Although laws related to environmental protection have formulated since the independence of Pakistan but their implementation is very rare or partial. Law enforcing agencies should provide accomplishment of rules and regulation in affirm way without any exception. The goal of conservation is only achieved wholly through execution of policies regarding restriction on resource use, hunting, land use or any other activity in protected areas. Therefore enforcement of laws by severe punishment for illegal consumption of natural resources is strongly recommended. • Without provision of proper management plan and monitoring the conservation of environmental biodiversity in protected areas can not be attained. Effective management plan for any protected area is compulsory for successful implementation of concerning rules and regulation. In Pakistan many of protected areas lack appropriate management plan, and if any exist is not practiced productively. So it is suggested that management plans for good administration of protected areas must be formulated and executed as soon as possible. In this way, areas with unique characteristics of biodiversity can be safeguarded more efficiently. • Community involvement during establishment of protected areas is another important factor concerning this issue. Needs of local population of the area are not considered properly before establishment of protected areas in Pakistan. Residents of periphery of protected areas play important role in effective conservation strategies. The alternative income sources must be provided to local people if they are dependent upon natural resources for their livelihood. For this purpose local community must be benefited from development activities related to areas. Moreover local community’s participation in management activities can also enhance the viability of protected area. Therefore, more positive results can be achieved through effective policies related to community involvement. 13 • • • • It is strongly recommended to employ more experts and skilled persons for achievement of conservation target successfully. Moreover there is an urgent need for trainings at higher education level in nature conservation. Promotion of education and awareness regarding conservation of biodiversity is also an important tool for dynamics of protected areas management. People’s awareness and consciousness about importance of protected areas, environmental conservation, biodiversity and endangered ecosystems can be improved through press and other information media. For this purpose, related articles and brochures in national and local languages must be published. Availability of information centers for communication of conservation related issues is mandatory for effective management of protective areas. People residing adjacent to protected areas must be informed about the importance of protected status of the area. It is strongly recommended to provide visitors to protected areas with necessary information for preservation of area effectively. Protected areas in Pakistan are of three categories, which are very limited as compare to present day needs. It is strongly recommended to establish new categories of protected areas according to IUCN selection criteria. There is a lack of Marine protected areas system in Pakistan which should be considered on priority basis. Efforts for establishment of new National Parks, Game Reserves and Wildlife is compulsory for areas where natural resources and biodiversity are being depleted due to absence of proper management and administration. Funding is an important issue concerning the management of protected areas. Without adequate funding the management activities, laws and policies can not be implemented. So it is suggested to provide reasonable funding for welfare of these areas. Federal and provincial governments along with non governmental organizations can play important role to deal the issue of funding. References ALIC.1981. Draft environmental Profile the Islamic republic of Pakistan US Agency for International Development/ US National Park Service/ Man and Biosphere Secretariat, Arid Land Information Center, Office of arid Land Studies, University of Arizona, Tucson, USA. Chape, S., Blyth, S., Fish, L., Fox P., and M. Spalding (compilers). 2003. United Nations List of Protected Areas, IUCN, Gland, Switzerland and Cambridge, UK and UNEP-WCMC, Cambridge, UK. Cox, C.B. and Moore, P.D. 1993. Biogeography: An Evolutionary Approach. London: Blackwell Scientific. Eagles, Paul F.J., McCool, Stephen F. and Haynes, C.D.A. 2002. Sustainable Tourism in Protected Areas: Guidelines for Planning and Management, IUCN Gland, Switzerland and Cambridge, UK. Ferguson, D.A. 1978. Protection, Conservation and Management of threatened and endangered species in Pakistan, US Fish and Wildlife Service, Washington D.C, Unpublished Report. Grimwood, I.R. 1969. Wildlife Conservation in Pakistan, Pakistan National Forestry Research and Training Project Report No. 17, UNDP/FAO, Rome. Grimwood, I.R. 1971. Wildlife Conservation and Management, Report No. TA 3077, FAO, Rome. Government of Pakistan. 1971. Summary of wildlife Enquiry Committee Report, Printing Corporation of Pakistan Press, Islamabad. Government of Pakistan and IUCN. 1987. Towards a national Conservation Strategy for Pakistan, Proceedings of the Pakistan Workshop 1986, Asian Art Press, Lahore. Government of Pakistan and IUCN. 1992. The Pakistan National Conservation Strategy. Pakistan: Government of Pakistan, Urban Affairs Division and IUCN Pakistan. Government of Pakistan. 1992. Forestry Sector Master Plan, Ministry of Environment, Environment Division, Government of Pakistan. Government of Pakistan. 1996. Economic Survey 1995-96 and Statistical Supplement. Islamabad: Government of Pakistan, Finance Division, Economic Adviser’s Wing. 14 Government of NWFP and IUCN. 1996. Sarhad Provincial Conservation Strategy, Peshawar. Government of Pakistan, WWF and IUCN. 2000. Biodiversity Action Plan for Pakistan: A Framework for conserving our Natural wealth Imprint (Pvt) Ltd., Rawalpindi Cantt., Pakistan. Government of Pakistan. 2005. National Environment Policy of Pakistan, Ministry of Environment, Islamabad. Government of Pakistan. 2009. National Parks of Pakistan, Ministry of Tourism, Islamabad. http://www.tourism.gov.pk/ Date cited: 10-09-2009. IUCN. 1990. IUCN Directory of South Asian Protected Areas, Cambridge, UK: World Conservation Monitoring Centre. IUCN. 1994. Guidelines for Protected Area Management Categories. Gland, Switzerland and Cambridge, UK: IUCN, CNPPA with the assistance of WCMC. JRC.(not dated). Towards Sustainable Development: The Pakistan National Conservation Strategy, Journalists’ Resource Center, IUCN Pakistan, Karachi. Khan, Mirza Hakim. 1997. Conservation of Biodiversity and Endangered Ecosystem In Pakistan, XI world forestry congress Antalya, Turkey, 13 to 22 October 1997, volume 2, topic 7. Khan, Zafar Iqbal. 2003. Protected Areas in Pakistan: Management and Issues, J.Natn. Science Foundation Sri Lanka, 31(1&2) 239-248 Mackinnon, J. and MacKinnon, K. 1986. Review of protected areas System in Indo Malayan realm, IUCN, Gland, Switzerland and Cambridge, U.K. Mumtaz, K. 1989. Pakistan’s Environment: A Historical Perspective in Shirkat Gah Women’s Resource center, Pakistan’s environment: a historical perspective and selected bibliography with annotations Journalists’ Resource Center, IUCN Pakistan, Karachi. National Council for Conservation of Wildlife. 1978. Wildlife Conservation Strategy: Pakistan. Report, National Council for Conservation of Wildlife, Islamabad. Rao, A.L. 1984. A review of Wildlife Legislation in Pakistan, M.Sc. Thesis, University of Edinburgh, Edinburgh, U.K. Roberts, T.J. (1991/1992) The Birds of Pakistan, Oxford University Press, Karachi. Thomas, Lee and Middleton, Julie. 2003. Guidelines for Management Planning of Protected Areas. IUCN Gland, Switzerland and Cambridge, UK. Udvardy, M. D. V. 1975. A classification of the biogeographical provinces of the world, IUCN Occasional Paper 18. Morges. World Resource Institute, Earth Trends Country Profile, www. earthtrends.wri.org, Date Cited: 30-092009. WWF Pakistan. 1993. Ecological and Resource Survey for Forest Conservation in Pakistan, Lahore: WWF Pakistan. 15 Hasanoğlan Taşocaklarında Coğrafi Bilgi Sistemleri Yardımıyla Çevresel Risk Alanlarının Belirlenmesi* Determination of Environmental Risk Areas with Geographic Information Systems in Hasanoğlan Quarries 1 Ali Uğur ÖZCAN1, Nevin AKPINAR2 Çankırı Karatekin Üniversitesi, Orman Fakültesi, Peyzaj Mimarlığı ABD. 2 Ankara Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Peyzaj Mimarlığı Bölümü Özet: Taşocakçılığı açık ocak işletmesi şeklinde yapılan madencilik faaliyetleridir. Sadece jeolojik, teknik ve ekonomik faktörlere bağlı kalınarak işletmeye açılan taş ocakları çevreyi, işletme sırasında ve sonrasında ekolojik, ekonomik ve estetik yönden ciddi boyutlarda etkilemektedir. Bu etkiler bulunduğu alanın çevresel faktörlerine, alt yapıya, alınan önlemlere ve yerin iklimsel özellikleri ile işletme esnasındaki meteorolojik koşullara göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak taşocakları ile jeomorfoloji ve görsel peyzaj değerlerinde değişim; bitki örtüsünün ve üst toprağın kaldırılması; su rejiminde değişiklikler, patlatma sırasındaki yer sarsıntıları, gürültü, toz ve taş fırlamaları; riperleme, yükleme, boşaltma, kırma, taşıma sırasında meydana gelen toz; artık ve atıkların rüzgar ve su ile taşınması ve şantiyenin atık kirliliği gibi etkilerle çevreye zararlı olabilmektedir. Bu çalışma ile Hasanoğlan Taş Ocakları’nı da kapsayan çalışma alanının faaliyet öncesi doğal ve kültürel yapısı incelenmiş, çevre üzerine etkisi modeller ve Coğrafi Bilgi Sistemleri yardımıyla belirlenmeye amaçlanmıştır. Anahtar kelimeler: Hasanoğlan, Taşocakları, Çevresel risk alanları, Coğrafi bilgi sistemleri. Abstract: Quarries are mining activity which is applied like open mine. The quarries that are put into business depending on only jeological, technical and economical factors severely damage the environment in terms of ecology, economy and aesthetics during and post operation. This damages change in view of the environmental factors of area, infrastructure, measures, climate and meteorological conditions. Generally, the quarries are damaged with changing geomorphology and landscape, excavating upper soil and plants, earthquake, noise, dust which consisting of reaper, loading, unloading and breaking, sedimentation, wind erosion and waste pollution. This study aim that the natural and the cultural structure of the working area covering Hasanoğlan Quarries prior to operation has been investigated, their effect on the environment being analysed with the help of models and Geographic Information Systems. Key words: Hasanoğlan, Quarry, Environmental risk areas, Geographic information systems. 1. Giriş İnsan ve toplum yaşamının en önemli parçalarından biri olan doğal kaynaklar, ülkelerin sosyoekonomik kalkınmaları için gerekli olan hammadde ve enerjiyi de sağlamaktadır. Orman ve tarım gibi yenilenebilir kaynakların dışında üretim ve tüketimde kullanılan hammadde ve enerjinin büyük bölümü toprak ve taştan elde edilmektedir. Endüstri devrimi ile birlikte hızla artan nüfusun taleplerinin karşılanması başta inşaat sektörü olmak üzere birçok sektörü hareketlendirmiştir. Özellikle inşaat sektöründe, hammadde ve işlenmiş olarak, ulaşımdan barınmaya kadar geniş bir yelpazede kullanılan malzemelerin tek kaynağı doğa olmuştur (Akpınar, 2000). Sayısal ve boyutsal artışın yanı sıra, rezerv miktarı, malzemenin kalitesi, maden ile kullanılacağı yer arasındaki mesafe, servis yolu, mülkiyet durumu gibi jeolojik, teknik ve ekonomik faktörlere bağlı olarak seçilen ocak ve işletme yeri nedeniyle, seçilen alanının yakın ve uzak çevresi işletme sırasında ve sonrasında ortaya çıkan çevresel etkilerle ekolojik, ekonomik ve estetik yönden etkilenmektedir (Akpınar, 2000). Taş ocaklarının çevresel etkileri; bulunduğu alanın çevresel faktörlerine, alt yapıya, alınan önlemlere, yerin iklimsel özelliklerine ile işletme esnasındaki meteorolojik koşullara göre değişiklik göstermekle beraber diğer açık ocak madencilik çalışmalarının neden olduğu çevresel etkilere benzer özellikler içermektedir (Akpınar, 2000). Genel olarak taş ocakları arazinin topografyasında değişim, görsel peyzaj değerlerinde meydana gelen değişim, bitki örtüsünün ve üst toprağın tamamen kaldırılması; su rejiminde • Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Peyzaj Mimarlığı Anabilim Dalı’nda hazırlanmış doktora tezinden alınmıştır. 17 değişiklikler, patlatma sırasındaki gürültü, toz ve taş fırlamaları; riperleme, yükleme, boşaltma, kırma, taşıma sırasında meydana gelen toz; artık ve atıkların rüzgar ve su ile taşınması, taşınan malzemenin toksit özelliği göstermesi ve şantiyenin atık kirliliği gibi etkilerle çevreye zararlı olabilmektedir (Akpınar, 1994, Chaulya vd., 2001, Jim, 2001, Kuzu ve Ergin, 2005, Sharma vd., 2000). Hasanoğlan, taş ocakları ile iç içe geçmiş durumda bulunmaktadır. Bu da etkilerin daha yoğun yaşanmasını sebep olmuştur. Taş ocakçılığı faaliyetleri sırasında patlatma, kazı, kırma ve taşıma aşamalarında toz ve gürültü oluşmaktadır. Hasanoğlan taş ocaklarının açılabilmesi için üzerindeki toprak tamamen temizlenmiş, hiçbir stoklamaya tabi olmadan dere içlerine atılmıştır. Ayrıca toprağın kaldırılması ile birlikte besin zinciri bozulmuş ve flora etkilenmiştir. Kireç işletmeleri tarafından taşlardan geri kalan atıklar gelişi güzel dere içlerine atılmaktadır. Bunun sonucunda erozyonla birlikte daha uzak mesafelere kireçli bileşikler taşınmakta, sular kirlenmekte ve toprak fakirleşmektedir. Ayrıca atıklar ve tozlar yüzünden çevredeki bitki örtüsü zarar görmüştür. Hasanoğlan Taş Ocaklarındaki işletmeler açık ocak sistemi ile çalıştığından dolayı uzun sürelerde oluşmuş olan jeomorfolojik yapı bozulmuştur. Buna ilaveten jeomorfolojinin bozulması, kazı ve dolgu alanları, toprağın ve bitki örtüsünün kaldırılması, işletme sırasında kullanılan makine, teçhizat ve şantiye binaları görsel peyzajı etkilemiştir. Taş ocaklarının her geçen gün açık ocaklarını genişletmesi ile birlikte yer altı ve yerüstü sularının dolaşım ağı bozulmuştur (Özcan, 2009). Bu çalışma ile Hasanoğlan Taş Ocaklarının faaliyetlerinden dolayı yakın çevresi ve Hasanoğlan’ın etkilenmemesi yada etkinin en az olabilmesi için negatif etkiye sahip olan faktörlerin ve etkilediği alanların Coğrafi Bilgi Sistemleri yardımıyla belirlenmesi amaçlanmıştır. 2. Materyal ve Yöntem Araştırma alanı olarak seçilen Hasanoğlan; Ankara ili Elmadağ ilçesi sınırları içerinde yer almaktadır. 40o 021 -39o 581 kuzey enlemleri, 33o 111-33o 141 doğu boylamları arasında yer almaktadır. Ankara’nın doğusunda yer alan Hasanoğlan’ın il merkezine uzaklığı 20 km’dir (Şekil 1.). Çalışma alanının denizden yüksekliği 1080 ile 1924 metreleri arasında değişiklik göstermektedir. Bölge; ana kaya, eğim ve iklimin etkisi ile birlikte kolivyal, alüvyal ve kahverengi toprak gruplarından meydana gelmiştir (Anonim,1992). Hasanoğlan taş ocakçılığının çevresel etkilerinin ve risk alanlarının belirlenmesinde öncelikli olarak taş ocakçılığının yol açmış olduğu genel çevresel etkiler incelenmiştir. İncelemeler sonucunda gürültü, toz, erozyon, patlatmalar, topografya değişimi ve görselliğin değişimi yoluyla çevresel etkiler ve bunların etkili olduğu alanlar belirlenmeye çalışılmıştır. Çevresel risk alanlarının oluşturulmasında, gürültü için noktasal kaynaklardan gürültünün yayılmasına ait eşitlikten (Rao ve Wooten, 1980), toz için kutu modelinden (Berry ve Pistocchi, 2003), patlatmalar için dinamit atımlarının binalarda yaratabileceği hasar risk seviyelerini veren eşitlikten (Olofsson, 1988), erozyon için Evrensel Toprak Kayıpları Eşitliği’den (ETKE) (Wischmeier ve Smith, 1978) yararlanılmıştır. Gürültü, toz, yer sarsıntıları ve erozyonun mesafe ile değişimini belirlemek için ArcGIS 9.2 programına ait ArcMAP aracı kullanılmıştır. Görsel etkinin belirlenmesinde, SPOT5 uydu görüntüsünün ArcSCENE aracı ile görüntüsünün çıkarılması ve ArcMAP aracındaki ViewShed yöntemi ile görsel etki analizi yapılmıştır. Topografya değişiminin belirlenmesi için eski ve yeni topografya oluşturulmuş ve aralarındaki fark ArcMAP aracı kullanılarak çıkarılmıştır. 18 Şekil 1. Çalışma alanı Çizelge 1. Hasanoğlan taş ocakçılığının çevre üzerindeki fiziksel etkileri ve tanımlamak için kullanılan metotlar Gürültü Toz Erozyon Yer sarsıntıları Topografya değişimi Peyzaj algısı Fiziksel etkiler Patlatma, kazıma ve taşıma ile gürültü üretimi Patlatma, kazıma, elekler, taşıma ile askıdaki partiküler madde Sediment taşınımı Patlatmalar Eğim değişikliği, yükselti farklılıkları Kazılar ve bitkilerin kaldırılmasından dolayı görünebilirlik etkisi Tanımlamak için kullanılan metot Ampirik mesafe algoritmaları Kutu modeli ETKE Ampirik vibrasyon modeli Geomekaniksel modeller DTM ve Viewshed analizi Arazi şartları ve atmosfer etkileri göz ardı edildiğinde farklı gürültü kaynakları için, gürültünün mesafe ile azalmasının hesaplanmasında, noktasal kaynaklar için (Rao ve Wooten, 1980); L1- L2 = 20 x log (r2/r1)…………………………………………………………[1] Eşitlik [1] kullanılmaktadır. Burada; L1, r1 mesafedeki (m) gürültü düzeyi (dB), L2, r2 mesafedeki (m) gürültü düzeyi (dB), r1, ölçüm yapıldığı noktanın kaynağa olan uzaklığı (m), r2, mesafe ile gürültünün azalımın da belirlenen mesafedir (m). Hasanoğlan Taş Ocakları’nda meydana gelen toz dağılımının bulunmasında literatür değerleri kullanılmıştır. Toz dağılımı, kutu modeli (Berry ve Pistocchi, 2003) kullanılarak elde edilmiştir. Pk=Mk / (u x B x H)………………………………………………..…….……..[2] 19 Burada; Pk: Kütle denge konsantrasyonu (mg/m3), Mk: Kütle giriş oranı (mg/sn), u: Rüzgar hızı (m/sn), B: Mesafe (m), H: Tozun çıktığı yükseklik (m) olarak verilmiştir. Eşitlik [2]’de; kütle giriş oranı olarak maden içinde kazı, parçalama ve kırma işlemlerinde 80 kg/sn ve taşıma işlemlerinde 25 kg/sn toz oluşturulmaktadır. Rüzgar hızı ortalama 1.92 m/sn (Anonim, 2006), mesafe tozun yayıldığı alan, tozun çıktığı yükseklik 100 metre olarak kabul edilmiştir. Atmosferik değişiklikler ve topografya değişiklikleri dikkate alınmamıştır. Patlatma işleminde delikler arasındaki mesafe 2-2.5 m, dilim kalınlığı 2-2.5 m, delik boyları 10 m ve delik çapı 7.9 cm olarak lağımlar hazırlanmaktadır. Delikler iki sıra halinde olacak şekilde ve bir seferde maksimum 8 adet patlatma yapılmaktadır. Bir patlatmada alınacak malzeme miktarı 320500 m3 arasında veya 864-1350 ton/patlama arasında olmaktadır. Amerika Çevresel Koruma Birimi’ne göre delme-patlatma emisyon faktörü 0,08 kg/ton olduğundan bir patlamada oluşacak olan toz miktarı 69,12-108 kg’dır. Patlatma sırasında meydana gelen tozun %80’ini, 10 mikrondan büyük partiküller meydana getirir ve çökelir, geriye kalan kısım ise rüzgarla birlikte taşınmaktadır (Anonim, 2009). Evrensel Toprak Kayıpları Eşitliği (ETKE) başta tarım alanları olmak üzere farklı arazi kullanımlarında meydana gelen yıllık toprak kayıplarını tahmin etmekte yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. ETKE teknolojisi, yağışların erozyon oluşturma gücü (R değişkeni), toprakların erozyona karşı duyarlılığı (K değişkeni), eğim uzunluğu (L değişkeni), eğim dikliği (S değişkeni), ürün veya bitkisel örtü yönetimi (C değişkeni) ve toprak koruma yöntemleri (P değişkeni) olmak üzere altı değişkenin birleşiminden oluşmaktadır (Wischmeier ve Smith, 1978). Patlatma sonucu açığa çıkan titreşim dalgaları mesafeye bağlı olarak azalmaktadır. Bu yüzden yapılar üzerinde etkiler açısından mesafe en önemli bileşendir (Kaya vd., 2003). Buna bağlı olarak İsveç teknolojisinde dinamit atımlarının binalarda yaratabileceği hasar risk seviyesi (Olofsson, 1988; Evirgen ve Kuzu 1996); HRS=W/D1,3…………………………………………………………………[3] eşitliği ile belirlenmektedir. Eşitlik [3]’de; W, bir gecikme aralığında atılan patlayıcı madde miktarı (kg), D, ölçü yeri ile atım arasındaki mesafeyi (m) göstermektedir. Patlayıcı madde miktarı yasal sınır olan 20 kg alınmıştır. Görsel etki değerlendirmesi bozulan alanların ortalama ziyaretçi veya hareket halindeki araçların seyahatçileri tarafından görülmesi olarak da yapılmaktadır (Ramos ve Panagopoulos, 2004). Çalışma alanının ArcScene aracı kullanılarak SPOT5 uydu görüntüsü yardımıyla 2.5 kilometre uzunluğundaki karayolu kısmından üç boyutlu görüntüsü çıkarılmıştır. Üç boyutlu görüntüler incelendiğinde yükselti farklılığından dolayı karayolundan taş ocakları rahatlıkla görülebilmektedir. Ayrıca ArcMap Viewshed modülü kullanılarak 2.5 kilometrelik karayolundan görünen alanlar üzerinde Görsel Etki Analizi yapılmıştır. 3. Bulgular Hasanoğlan Taş Ocakları’nda; delme patlatma işlemlerinde olduğu gibi kazı ve yükleme işlemlerinde de yüksek seviyelerde gürültü açığa çıkmakta ve yayılmaktadır. Ayrıca, cevher hazırlama tesislerindeki yüksek kapasiteli elek, değirmen, kırıcı gibi ekipmanları da önemli gürültü kaynakları arasında göstermek mümkündür. Hasanoğlan Taş Ocakları’nda işletmeler tarafından kullanılan bazı ekipmanların yol açtığı gürültü risk haritası Eşitlik [1] esas alınarak, 22 Ocak 2003 tarih ve 25001 sayılı resmi gazetede, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından yayınlanan “Açık Alanda Kullanılan Teçhizat Tarafından Oluşturulan Çevredeki Gürültü Emisyonu ile İlgili Yönetmelik”’e göre bazı teçhizatlar için müsaade edilebilir ses gücü seviyesine göre yapılmıştır. Ses gücü seviyesi 120 dB, ölçüm yapılan noktanın kaynağa olan uzaklığı 1 m olarak alınmıştır. Hasanoğlan Taş Ocakları’nda sürekli bir kaynaktan yayılan gürültü seviyesine göre hazırlanan gürültü risk haritasına göre Hasanoğlan yerleşim alanının kuzey kısımları 1. ve 2. derecede riskli alanlara girmektedir (Şekil 2). 20 Şekil 2. Çalışma alanına ait gürültü risk alanları Taş ocaklarında toz üretimi, taşocağı içerisinde ve taşocağından anayola olan taşıma hattındaki materyalin hareketinden kaynaklanmaktadır. Toz dağılımı, havada toz konsantrasyonunun ölçülmesi ve uygun örnekleme noktaları üzerinde jeoistatistiksel teknolojiler kullanılarak tahmin edilebilmektedir. Hasanoğlan Taş Ocakları’nda meydana gelen toz dağılımının bulunmasında literatür değerleri kullanılmıştır. Toz dağılımı, kutu modeli (Berry ve Pistocchi, 2003) kullanılarak elde edilmiştir. Taş ocağı kaynaklı tozun mesafe ile değişimi incelendiğinde 0-350 mg/m3 arasında değerler aldığı görülmektedir (Şekil 3.). Özellikle taş ocakları ile Hasanoğlan’ın iç içe olduğu kuzey kısımlarda 350 mg/m3 seviyelerine kadar ulaşmaktadır. Bu alanlar Hava Kalitesi İndeksi’ne göre sağlık seviyesinin çok sağlıksız ve tehlikeli olduğu bölgelerdir (Anonim, 2008). 21 Şekil 3. Çalışma alanının toz risk alanları Çalışma alanında ETKE’ye göre toprak kayıplarına bakıldığında yıllık hektarda 0-1583 ton arasında değiştiği görülmektedir (Şekil 4.). Havzanın genel durumu incelendiğinde büyük kısmının çok dik eğimlere sahip olduğu, bitki örtüsünün yeterli düzeyde olmadığı ve toprağın erozyona karşı duyarlılığının yüksek olduğu ortadadır. Buna bağlı olarak da havzada yukarılara doğru çıkıldıkça toprak kayıpları artmaktadır. Taş ocaklarının bulunduğu kısımda toprak kayıpları incelendiğinde çok fazla erozyonu etkilemediği görülmektedir. Bunun sebebi olarak da eğim dikliğinin az olması ve toprak örtüsünün kaldırılması gösterilebilir. Fakat üretim sırasında meydana gelen atık maddelerin dere içlerine atılmasından dolayı tehlikeli bir durum oluşmaktadır. Özellikler kireç yönünden güçlü atık ve artıklar yağışla birlikte taşınmaktadır. 22 Şekil 4. ETKE modeline göre çalışma alanının erozyon risk alanları Taş ocağında yapılacak olan patlatmalar bu konuda lisanslı kişiler tarafından yapılmaktadır. Patlama öncesi çevre emniyeti alınmakta, tüm saha çevresinde gerekli ikaz levhaları asılmakta ve patlama yapılmadan önce sahada anons yapılmaktadır. Faaliyet alanında haftada bir defa olmak üzere ayda dört adet patlama yapılmaktadır. Patlayıcı madde miktarı yasal sınır olan 20 kg alınmıştır. Buna bağlı olarak Eşitlik [3] yardımı ile Hasanoğlan Taş Ocakları’nın atımlarının mesafe ile değişiminin risk seviyeleri Şekil 5’de gösterilmiştir. Hasanoğlan taş ocakçılığı faaliyetlerinde patlatmalar sonucu meydana gelen yer sarsıntıları taş ocaklarına yakın olan kuzey kısmında etkili olmaktadır. Yer sarsıntılarının mesafe ile değişimi incelendiğinde esaslı, hafif ve eşik hasarlar meydana gelmektedir. Esaslı hasarlar sonucu evlerin camlarında kırılmalar, kiremitlerin parçalanması ve duvarları çatlaması meydana gelmiştir. 23 Şekil 5. Çalışma alanına ait hasar risk haritası Taş ocaklarında, doğal çevre yapısını bozan ana etkenlerden birisi anakayanın açığa çıkarılması için yapılan dekapaj işlemleridir. Hasanoğlan’nın hemen kuzeyinde yer alan ve iç içe olan taş ocakları, Hasanoğlan’dan ve çevreden rahatlıkla görülebilmektedir. Açılan ocakların genişlemesi ile birlikte 75 metre derinliğe ve 800 metre genişliğe kadar ulaşan çukurlar oluşmuştur (Şekil 6.). 24 Şekil 6. Çalışma alanının da taş ocakçılığı faaliyetleri sırasında meydana gelen topografya değişimi Çalışma alanının ArcScene aracı kullanılarak SPOT5 uydu görüntüsü yardımıyla 2.5 kilometre uzunluğundaki karayolu kısmından üç boyutlu görüntüsü çıkarılmıştır (Şekil 7.). Üç boyutlu görüntüler incelendiğinde yükselti farklılığından dolayı karayolundan taş ocakları rahatlıkla görülebilmektedir. Ayrıca ArcMap Viewshed modülü kullanılarak 2.5 kilometrelik karayolundan görünen alanlar üzerinde Görsel Etki Analizi yapılmıştır Çalışma alanının görsel etki haritası incelendiğinde, Ankara-Samsun Devlet Karayolu’ndan seyir halinde bir vasıtanın görebilirliği dikkate alındığında 2.5 km yolun %70 kısmında taş ocaklarını rahatlıkla görebilmektedir (Şekil 8.). Taş ocaklarının görünmeyen kısmı ise ocağın iç kısımlarıdır. Şekil 7. Çalışma alanının ArcScene 9.2 kullanılarak SPOT5 uydu görüntüsünden üretilmiş görüntüsü 25 Şekil 8. Ankara-Samsun Devlet Karayolu’ndan çalışma alanının görsel etki haritası 4. Tartışma ve Sonuç İşletmenin ve çevresinin tüm yaşam ortamlarının etkilenmemesi ya da etkinin en az olabilmesi için yer seçiminde tüm çevresel faktörler göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Ekonomik ve sosyal gelişmeye engel olmaksızın, çevre değerlerini ekonomik politikalar karşısında korumak, planlanan bir faaliyetin yol açabileceği bütün olumsuz çevresel etkilerin önceden tespit etmek, gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamak gerekmektedir (Anonim, 2003). Çevresel etkilerin belirlenmesinin en büyük faydası olarak, tasarım aşamasında ortaya çıkabilecek olumsuz durumları önceden görerek etkisiz hale getirmesi için gerekli tedbirleri ortaya konulması ve olumsuz etkilerinin minimize edilmesini sağlamasıdır. Bunun için taş ocaklarının çevreye vermiş olduğu zararlar değişik formüller kullanılarak modellenebilmektedir. Bu modeller yardımıyla taş ocaklarının nerelerde faaliyetlerini sürdürmeleri gerektiği, önlem alınırken hangi alanlara dikkat edileceği gibi sorulara da yanıt alınabilmektedir. Çünkü sorunlara karşı önlemlerin sorunların ortaya çıkmasından önce alınması hem ekonomik hem de kolaydır. 26 Çalışmada gürültü, toz üretimi, yer sarsıntısı, hava basıncı ve görsel etki CBS kullanarak modellenmiş ve risk alanları belirlenmiştir. Taş ocaklarının çevreye vermiş olduğu zararların sebebi ve risk bölgelerinde alınması gerekli önlemler aşağıda verilmiştir. • Onarım veya geri kazanım taş ocaklarının işletmeye açılması ile beraber hatta açılmadan önce başlanmalıdır. Öncelikli olarak taş ocaklarını çevreleyen kısımda bitkisel perdeleme yapılması gerekmektedir. Taş ocaklarının ilk açılmasında üst toprak alınarak uygun yerlerde depolanmalı, atıklar gelişi güzel atılmamalı belirlenen alanlara dökülmelidir. • Son topografyanın alacağı şekil madencilik faaliyetleri öncesinden planlaması onarım çalışmalarında ekonomik anlamda en büyük faydayı sağlayacaktır. • Taşıma ve kırma işlemleri sırasında oluşan toz ve gürültü için önlemler alınmalıdır. Kırma işlemlerinde kapalı sistemler uygulanmalı ve toz indirgeme sistemleri kullanılmalıdır. Patlatmalarda kullanılan dinamitin miktarı azaltılabilir. Dinamit miktarının azaltılması sarsıntıları, gürültüyü ve toz oluşumunu azaltacaktır. Maden işletmelerine ait taşıma güzergahları Hasanoğlan’ın dışarısından olmalı, taşıma sırasında kullanılan kamyonların kasalarının üstleri kapatılmalıdır. • Taş ocakçılığı faaliyetlerinin görsel peyzaj değerleri üzerindeki etkilerinin azaltılması için kazıların ve tesislerin çevreden görülmeyecek şekilde yapılması sağlanmalıdır. AnkaraSamsun Karayolu’nun Hasanoğlan Taş Ocakları’nı gören kısmında yol kenarına bitkisel perdeleme yapılması daha uygun olabilir. Kaynaklar Akpınar, N. 1994. Açık kömür ocaklarında çevresel etkilerin değerlendirilmesi ve doğa onarım çalışmalarının Milas-Sekköy açık kömür ocağı örneğinde incelenmesi. Doktora Tezi (Basılmamış), Ankara Üniversitesi, Ankara. Akpınar, N. 2000. Taş ocaklarının çevresel etkileri ve bu alanların onarımı. 2000’ li Yıllarda Yaşadığımız Çevre ve Peyzaj Mimarlığı Kongresi, Ankara. Anonim. 1992. Ankara ili arazi varlığı. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Ankara. Anonim. 2003. Çevresel etki yönetmeliği. Çevre ve Orman Bakanlığı, Ankara. Anonim. 2006. Ankara ili çevre durum raporu. Çevre ve Orman Bakanlığı, Ankara. Anonim. 2008. Hava kalitesi indeksi. Çevre ve Orman Bakanlığı, Ankara. Anonim. 2009. Web sitesi:www.usepa.gov Erişim tarihi:12.02.2009. Berry, P., Pistocchi, A. 2003. A multicriterial geographical approach fort he environmental impact assessment of open-pit quarries. International Journal of Surface Mining, Reclamation and Environment, 17(4), 213–226. Chaulya, S.K., Chakraborty, M.K., Singh, R.S. 2001. Air pollution modellinh for a proposed limenstone quarry. Water Air and Soil Pollution, 126, 171-191. Evirgen, T., Kuzu, C. 1996. Sambayım kuvars kumu ocağı patlatmalarının çevreye etkisinin incelenmesi. I. Ulusal Kırmataş Sempozyumu’96, İstanbul. Jim, C.Y. 2001. Ecological and landscape rehabilitation of a quarry site in Hong Kong. Restoration Ecology, 9, 85-94. Kaya, R., Kesimal, A., Yılmaz, E., Erçıkdı, B. 2003. Karadeniz sahil yolu projesi Trabzon’da işletilen taş ocaklarında yapılan patlamaların çevresel açıdan incelenmesi. III. Ulusal Kırmataş Sempozyumu, 3-4 Aralık 2003, İstanbul. Kuzu, C., Ergin, H. 2005. An assessment of environmental impacts of quarry-blasting operation: a case study in Istanbul, Turkey. Environmental Geology, 48, 211-217. Olofsson, S.O. 1988. Applied explosiver technology for construction and mining. Nora Baktryckeri AB, Sweden. Özcan, A.U. 2009. Ankara-Hasanoğlan taş ocaklarının onarımı ve kentsel kullanım açısından değerlendirilmesi üzerine bir araştırma. Doktora Tezi (Basılmamış), Ankara Üniversitesi, Ankara. 27 Ramos, B., Panagopoulos, T. 2004. The use of GIS in visual landscape management and visual impact assessment of a quarry in Portugal. Proceedings of the 8. International conference on Environment and Mineral processing. June 24-26, 2004, Ostrava, Tzech Republic, 1, 73-78. Rao, J., Wooten, D. 1980. Environmental impact analysis handbook. McGraw Hill, USA. Sharma, K.D., Kumar, S., Gough, P. 2000. Rehabilitation of lands mined for limenstone in the Indian Desert. Land Degradation and. Development, 11, 563-574. Wischmeier W.H., Smith D.D. 1978. Predicting rainfall erosion losses–a guide to conservation planning. US Department of Agriculture, Agriculture Handbook No: 537.2. 28 Do Global Threats Lead to Awareness or Alienation? The Case of Avian Influenza in Turkey Küresel Tehditler Farkındalığa mı Yabancılaşmaya mı Yol Açıyor?: Türkiye Örneğinde Kuş Gribi Nilay ÇABUK KAYA1, Aytül KASAPOĞLU1, Yonca ODABAŞ1 1 Ankara University, Department of Sociology [email protected], [email protected], [email protected] Abstract: This paper aims to find out the respondents’ levels of alienation and predictors for each component of alienation soon after the bird flu cases reported in Turkey (2005/2006). A typology of alienation developed by Seeman (1959) which included “powerlessness”, “meaninglessness”, “normlessness”, “social isolation” and “cultural strangeness” was assumed more operational and used in this study. Results showed that levels of alienation were not very high and education was the most important predictor as an independent variable. As the levels of education increase, the levels of alienation subsequently decrease and findings were in line with former research carried out in Turkey. Key words: Avian influenza, alienation, threats, Turkey Özet: Türkiye’de (2005/2006) ilk kuş gribi vak’alarının görülmesinin hemen ardından yapılan bu araştırmanın amacı, çalışmaya katılanların yabancılaşma düzeyleri ile bunlar üzerinde etkili olan faktörlern açıklayıcılık düzeylerini ortaya koymaktır. Bu çalışmada Seeman (1959) tarafından geliştirilen yabancılaşma ölçeği ve “güçsüzlük”, “anlamsızlık”,”kuralsızlık”, “sosyal dışlama” ve “kültürel yabancılaşma” bileşenlerini içeren yabancılaşma tipolojisi daha işlevsel olduğu varsayılarak kullanılmıştır. Sonuçlar yabancılaşma düzeyinin çok yüksek olmadığını ve bağımsız değişken olarak eğitimin en önemli değişken olduğunu ortya koymaktadır. Bulgular eğitim düzeyi artıkça yabancılaşma düzeyinin azaldığını göstermekte olup daha önce Türkiye’de yapılan araştırmalarla aynı yöndedir. Anahtar kelimeler: Kuş gribi, yabancılaşma, tehditler, Türkiye 1. Introduction There are different types of global threats such as global warming, desertification; drought, earthquake, tsunami, AIDS and recently global outbreak of avian influenza (popularly known as bird flu) have become a serious risk in the world. Furthermore United Nations Food and Agriculture Organization (FAO, 2006) pointed out that the region covering Caucasus and Balkans is at high risk for deadly H5N1 virus. It is also reported that the number of countries that bird flu observed is increased from 41 to 64 in one year and the number of death reached to 141 cases (http://www.who.int/csr/disease/avian_influenza/country/). The important question is whether these threats resulted in an extended awareness and preparation for the future risks or lead people to be more alienated. There is always a high probability that as the risks increase the fears increase as well and eventually this might result in a “culture of fear”. As discussed by Furedi (1997), in the current era of risk society, due to a hidden growth of culture of fear, people are so frightened that they even avoid shaking hands not to be infected. He argues that “fear has become an ever expanding part of life in the twenty first century” and “the great danger in our culture is the tendency to fear achievements representing a more constructive side of humanity.” He also focuses on popular panics like genetically modified (GM) foods, genetic research and health dangers of mobile phones. In this context, Volkan (2005) notes that “when a traumatized group cannot reverse its feeling of helplessness, it cannot assert itself and can not effectively go through the work of mourning.” Erikson (1994) also makes the distinction between “individual” and “collective trauma” in such a way that the latter “works its way slowly and even insidiously into the awareness of those who suffer from it and does not have the quality of suddenness normally associated with trauma”. There are also discussions about the distinction between “natural” and “manufactured” disasters where the latter is considered as the typical one for the future of modern society (Giddens, 29 1998). In this context, nuclear disasters like Chernobyl and the destruction of ozone layer can be considered as human-made or manufactured disasters rather than natural, mainly because of the effects of the “consumption cultures” of modern societies. For the bird flu, it would not be wrong to argue that although the birds represent natural side of the phenomena, there are also risks derived from human attitudes and behavior; thus the bird flu has a “hybrid” character (Latour, 2000) derived from the interaction of nature and culture. In order to understand the case of avian influenza one should know about viruses. Viruses are simple parasitic microorganisms that consist of proteins. Humans are mostly infected with H1, H2, and H3 subtypes of influenza A type viruses. Besides, only type A influenza causes pandemics and can infect birds, pigs and horses. Type A viruses have an ability to mutate in two ways: “antigenic drift” with small changes and “antigenic shift” with major changes where victims have little or no resistance. Therefore, if antigenic shift produces a virus that is transmissible to people a pandemic can spread out (Perdue and Swayne, 2005). Influenza A viruses have resulted in several pandemics in human history and the deadliest one was Spanish influenza that occurred in 1918-1919 killing around 50 million people (Carver et al., 2006). Unfortunately, there is a risk of the first global influenza pandemic for the twenty-first century and health authorities warn that it might happen any time and could kill between five to 150 million people. Cases of deadly H5N1 strain of bird flue virus have now been confirmed and unfortunately, three people died in Turkey. People are informed about the risks and dangers of the birds with which they come to contact. Although owners of big companies used various means to convince the public that exposure to a transmissible disease risk is minimal, government of Turkey was keen to apply necessary preventive measures including the destruction of millions of birds and prohibition of open field production of poultry. Recent declarations about the preparation of health infrastructure of Turkey for the future hazards of bird flu disaster had been made by Turkish officials and the acceleration of mitigation plans and activities are all promising. The concept of alienation is useful in making sense of many environmental and health problems. In this context, alienation refers to the objective separation of people from the decisions taken by themselves and related others. The lack of any real decision-making control over the structure and processes tend to alienate people. Authoritarian, hierarchic and antidemocratic conditions have negative impacts on psychological and physical health and social wellbeing of people and their conceptualization requires a “critical power conflict perspective” rather than a “liberal conservative market approach” as discussed by Feagin and Feagin (1997). It is also known that many ecological and feminist perspectives share Marxist principles that have resulted in many ‘social movements’ fighting with ethnic, gender and class based discriminations originating from different inequalities in liberal or market based societies. It should also be noticed that the concept of alienation is operational in understanding work related problems, such as health and diseases, in modern capitalism. Although it first appeared in Hegel’s writings, the concept of alienation was developed by Karl Marx (1818-1883) in order to explain human nature and work under capitalism. According to Marx, workers are alienated due to lack of control over major means of production, distribution and exchange in the capitalist system. While Marx uses the concept in a broader sense with regard to the relations of human beings with each other and with products they create; many other social scientists focus on subjective dimensions of alienation, such as loneliness, helplessness, and dissatisfaction (Feagin and Feagin, 1997). The latter can also be conceptualized as “pre-political thought” (Hobsbawm, 1976) since many people are not conscious enough to see the deep roots of social problems to act for radical changes. In this study, a typology of alienation developed by Seeman (1959) based on the assumptions of “Critical Power Conflict Perspective”, which includes concepts of “powerlessness”, “meaninglessness”, “normlessness”, “social and cultural strangeness” is considered to be appropriate and used. It should also be noted that the term “normlessness” refer to “anomy” and both were considered as sub-components of alienation. 30 Although the original research was more comprehensive and detailed (Kasapoğlu et al, 2009), this paper primarily aims to understand the level of alienation of the respondents. The impacts of demographic factors on sub-components of alienation are also investigated. 2. Method The data were collected in February 2006 right after the health authorities in the world have warned that humanity could face the first global influenza pandemic (global outbreak of flue) and virus had been confirmed in Turkey. Convenience sampling which is a non probability method, is used in this empirical research, This study was carried out in 21 provinces within the six regions of Turkey (Central Anatolia, Mediterranean, Thrace, Aegean, Eastern and Southeastern Anatolia). The questionnaires were administered to participants from different socioeconomic statuses in 21 provinces (Ankara, Istanbul, Bursa, Kocaeli, Yalova, Eskişehir, Adana, Antalya, Mersin, Gaziantep, Bingöl, Kars, Erzurum, Sivas, Şanlı Urfa. Elazığ, Hakkari, Hatay, Batman, and Şırnak). Data were collected by face to face interviews using a questionnaire. The sample was consisted of 488 people of whom 56.6% (247) was female and 45.7% (223) was male. The average schooling for the sample was 10.31 years (std :4.11) and the mean age was 33.28 (std:11.8). The response rate of the participants was 97.6 % and 488 completed the survey. Participants voluntarily responded to the questionnaires in line with the instructions provided. Researchers informed participants about the objectives of the study and assured them that their answers would remain confidential. Statistical Package Program for Social Sciences (SPSS) was used for the statistical analysis and findings were discussed in terms of parametric (regression) and non-parametric (Chi-square) statistical test results. 3. Measures The study was carried out in two stages: A pilot study and the main survey. The pilot study helped to revise the measurement devices used in the study. Alienation scale that was developed by Middleton (1975) had been used in several studies in Turkey (Ecevit and Kasapoğlu, 2002; Kasapoğlu, 1999) and it was thought that there was not any validity and reliability problems in using the Turkish version of the scale. Five statements in the scale represent components of alienation. For example, powerlessness is a person’s feeling that he/she can do nothing to solve his/her problems. Meaninglessness is a perception of a person that he/she is not able to understand what is going on due to the complexity of the situation. Normlessness is a feeling of not being able to obey rules properly. Social isolation is a feeling of loneliness and finally cultural strangeness is the situation of not reading newspapers/magazines or not watching TV. In order to measure respondents’ level of alienation, five statements were used: “What do you think about the avian Influenza and its spreading in Turkey? Please mark your level of agreement for the following statements: Statements 1. Powerlessness “There is not much I can do personally to solve the problem” 2. Meaninglessness “I do not understand what is going on” 3. Normlessness “I can’t prevent myself from engaging in unhealthy practices” 4. Social Isolation “I feel alone and unprotected against this disease” 5.Cultural Strangeness 31 “I do not watch much TV or read magazine Respondents gave their answers on a three-point Likert scale and each “completely agree” answer was scored as three points; “moderately agree” scored as two points; “not agree” scored as one point. In order to determine prevention measures at the national level the following statements were used: Statements (1) Strict prohibitions rather than warnings should be introduced (i.e. prohibitions of personal poultry growing, marketing and transportation); (2) A quarantine should be implemented; (3) Government should pay more attention to public health measures than those of the economy, (4) Scientific studies and research should be increased; (5) We should benefit from global experiences (6) People should get better education; (7) The quantity of specialized personnel should be increased (8) In short run, common interests of the country should be taken into consideration, rather than those of the specific sectors (i.e. modern big-scaled poultry producers), (9) Effective communication should be provided among related state organizations such as the ministries of Environment, Health and Agriculture; (10) The economic wealth of the society should be improved (11) Health as a human right should be guaranteed by the State; (12) International assistance should be asked (i.e. WHO); (13) Responsible government officers who did not fulfill their duties should be fired or punished; (14) The loses of sufferers’ should be compensated; (15) Domestic poultry production should be prohibited; (16)Migration from rural areas to more urbanized places should be encouraged; (17) More effective prevention measures should be provided for less developed regions of the country; (18) Please specify others. Respondents were asked to answer the question “According to you which of the above solutions is the most effective? And told to specify by writing the number of the solution”. Questions on demographic characteristics of participants such as gender, socio-economic status (SES), educational level and region were all designed as forced-choice questions. 4. Results The level of alienation experienced by the respondents analyzed in the initial part of the study and presented in Table 1. Percentage of completely agree answers were the highest on meaninglessness (31.9%). The findings also indicated that ratings of powerlessness, normlessness, loneliness and cultural strangeness were quite lower than the those of meaninglessness. In other words, percentages of alienation components can be ordered from highest to lowest as follows: meaningless, powerlessness, loneliness, cultural strangeness and normlessness. Table 1. Distribution of answers by alienation items (N=488) Items Powerlessness Meaninglessness Normlessness Loneliness Cultural strangeness Completely Agree 27.3 31.9 10.7 10.7 12.9 Moderately agree 27.7 22.2 17.8 10.1 18.2 Not agree 45.0 46.0 71.5 79.2 68.9 TTotal 1100 1100 1100 1100 1100 The effects of the independent variables such as gender, age, education, socio-economic status (SES) and region on the components of alienation have been analyzed and results of regression 32 analysis are presented in Table 2. According to the findings, powerlessness was effected most by age and education while meaningless was effected only by education. Findings revealed that gender, education and SES have had significant impacts on normlessness. It is observed that age and education affected the social isolation/loneliness and finally education was the only independent variable that has significant impact on cultural strangeness. Although R Square results were quite low, the results of Anova (F test) were highly significant for all alienation items. It should also be noted that education was the most important predictor of all components of alienation except social isolation. Table 2. Regression analysis of alienation items (N=488) Independent variables Gender (women=1) Age Education SES Regions R2 F Powerlessnes s -.037 (-.022) -.008 (-.118)* .023 (.117)* -.018 (-.016) .119 (.057) .038 3.408*** Meaninglessne ss .153 (.088) -.002 (-.033) .052 (.252)*** .021 (.018) -.080 (.036) .083 7.697*** Normlessnes s .147 (.110)* .003 (.063) .020 (.124)* .126 (.140)** .154 (.091) .058 5.293*** Social isolation -.069 (-.049) -.006 (-.103)* .020 (.118)* .097 .100) .058 (.032) .056 4.986*** Cultural strangeness .037 (.028) .004 (.072) .029 (.183)*** .037 (.042) .019 (.011) .039 3.461*** Unstandardized coefficients B are presented with standardized coefficients Beta in parentheses P<.05* :p<.01**; p<.000***(two tailed test) 5. Discussion In recent years, the influence and salience of sociologists in disaster policy and administrative matters have increased substantially. The basic themes of sociology such as alienation and critical power conflict perspective are considered useful when analyzing attitudes and behavior in disaster studies. This study can also be considered as a good example for the combination of psychological and sociological concepts and research tools for future disaster studies. When the results of the bird flu study are compared with those of the earthquake study, important differences were observed: for all alienation components, completely agree answers were higher in the earthquake study than the bird flue one. For example, in the earthquake study, percentages of completely agree answers for the feelings of meaninglessness, powerlessness cultural strangeness and loneliness were 47.8%, 43.1%, 25.3% and 30.7% respectively (Ecevit and Kasapoğlu, 2002). It would not be wrong to argue that 1999 Earthquake have made enormous negative impact in terms of both property and human losses. The levels of alienation in all items were thus higher than bird flue study except normlessness (8.5%). For normlessness, it might not be wrong to interpret that survivors of the earthquake could have found various reason to legitimize their norm breaking behavior and therefore did not report their behaviors as normlessness. According to the regression analysis results given in Table 2, age and education have significant impact on powerlessness. There are also findings indicating that as the age levels increase, the sense of powerlessness also increases (Chi-square=21.352 df= 6 p<. 002). The findings also showed that while respondents with lower levels of education experienced higher levels of powerlessness (32.0%); university graduates’ experience of such feelings were considerably lower (22.7%) (Chi-square=34.724 df=16 p<.004 ). Findings of this study were in line with the 1999 East Marmara Earthquake survivors’ results (Ecevit and Kasapoğlu, 2002). A common and expected result was that younger people with high levels education had stronger perceptions of themselves. When the component of meaninglessness is taken into consideration, the regression analysis indicated that education is influential and as the levels of education increase, the feeling of 33 meaninglessness drops: while 48.0 % of illiterate people expressed having experienced a sense of completely meaninglessness , this proportion drops to 14.0 % for the university graduates (Chisquare=.62.585 df=16 p<.000). Parallel to the 1999 Earthquake data (Ecevit and Kasapoglu, 2002) revealing that those with higher levels of education are better able to assess the events taking place within their surroundings and hence, experience lower levels of meaninglessness. According to the findings specific to gender, education and SES have had a significant impacts on normlessness. It should also be noted that expression of similar behavior that were not in accordance with the existing norms was higher in men (14.8%) and lower in women (6.1 %). There are apparently significant difference in the non-parametric significance analysis (Chi-square=10.341 df=2 p<.006). Findings indicate that women have adhered to existing norms more in comparison to men. More important, however, is the fact that the percentage of individuals who have indicated that they did not abide by the existing social rules were lower among 1999 Earthquake survivors (8.5%) than the respondents of the bird flu study (10.7%). In fact that the earthquake survivors claimed that they were relatively more adhered to existing social norms, in spite of extreme conditions brought about by the earthquake disaster (Ecevit and Kasapoğlu, , 2002). It could also be interpreted that the norms and rules avoiding in bird flu disease were not similar to those in avoiding earthquake disaster. It might be considered that the respondents of the bird flu study thus are expressing their actual behaviors more freely . On the other hand, as the level of education increase, however, experiencing normlessness drops (Chi-square=57.079 df=16 p<.000). Normlessness was seen to be higher for the illiterates (16.0%) and lower for university graduates (9.1%). When SES as the third variable is taken into consideration, normlessness was reported to be lower for the high SES (4.7%) and higher for the low SES (16.5%) groups. Therefore it would not be wrong to interpret that respondents who are from high SES groups with higher levels education respect their health more than those who have lower levels of education with lower SES (Chi-square=29.998 df= 6 p<.000). Furthermore, there were findings indicating that as people suffer large income shocks, there emerges the possibility of a violent and anomic attitude. For example, Miguel et al. (2004) reported that in poor areas of Tanzania after an extreme rainfall, which resulted in large income drops, crime rates were increased. It is also evident that current and past economic crises increase the possibility of civil conflict and normlessness in African countries (Dreze and Khera, 2000; Miguel et al., 2004). In the regression analysis with regard to social isolation, it was observed that age and education variables have had significant impact. Social isolation is reported to be lower for the youngest (6.7%) and higher among the oldest (15.6%) age groups. (Chi-square= 20.138 df=6 p<.003). The findings also revealed that as the level of education increases, feeling of isolation drops. For example, while the percentage of highly agree answers for isolation among the low educated individuals was 56%, this decreases to 11.8 % for university graduates (Chi-square=81.986 df =16 p<.000) Findings regarding education and social isolation relationship were in line with the former earthquake study carried by Ecevit and Kasapoğlu (2002). As it is observed from Table 2, the independent variable that has a strong effect on cultural alienation was education. The group with the lowest level of education had the highest ratio (24%) of those who indicated that they did not read newspapers and/or magazines and did not watch television. This proportion drops to 4% for university graduates (Chi-square=81.986 df=16 p<.000). The findings were in accordance with the earthquake survivors’ data (Ecevit and Kasapoğlu, 2002) and are considered to be consistent and in the expected direction. 6. Conclusion As a consequence of this recent bird flu findings and also the former research carried out in Turkey with earthquake survivors showed that education was the most important predictor as an independent variable and the over all alienation level was not very high. As the level of education increase, level of alienation decreases. All efforts thus should be directed to increase the level of education in Turkey. Furthermore education has the potential to create awareness, it would not be 34 wrong to conclude that awareness and education are the different faces of the same coin and in order to make people more aware of and prepared for future disasters comprehensive measures of increasing the levels of education should be taken. One implication of these findings is that the levels of alienation generally and the meaninglessness specifically have not found to be very high, it would not be wrong to conclude that disasters like bird flu resulted in more awareness than alienation among Turkish people. This is also very promising for the future mitigation and recovery activities and the following suggestions have been ranked as first three to decrease the negative impacts of bird flu by the respondents. a) People should get better education (11.9%) b) Governments should pay more attention to public health measures than those of economic considerations (10.7%) c) Scientific studies in general and social research specifically should be increased (10.2%) References Carver, D., Krushinskie, E.A., Slemons,R., Swayne, D. 2006. Avian Influenza :Human Pandemic Concern.Cast Commentary:www.cast-science.org/cast/pub/QTA2006 Coser, L.A.1977. Masters of Social Tought. New York : Harcourt Brace Jovanovich. Dreze, J., Khera, R. 2000. Crime, gender, and society in India: Insights from homicide data. Population and Development Review, 26:335-352. Ecevit, M. and Kasapoglu, A. 2002. Demographic and psychosocial features and their effects on the survivors of the 1999 earthquake in Turkey. Social Behavior and Personality, 30:195-202. FAO 2006. Avian Influenza Control and Eradication. www.fao.org/AG/AGAInfo/Subjects/en/ health/disease-cards/special_avian.html Feagin, J. R., Feagin, C. B. 1997. Social Problems :A Critical Power-Conflict Perspective.New Jersey: Prentice Hall. Fredu, F. 1997. Culture of Fear. London:Continuum. Giddens, A. 1998. “Risk Society: The Context of British Politics” In Politics of Risk Society (Ed. J. Franklin), Cambridge :Polity Press. Hobsbawm, E. J. 1959. Primitive Rebels. New York : Norton. Kasapoğlu, A. 1999 Social Relations of Personal in Health Organizations. In. Sociology of Health (ed. M.Ecevit).Ankara : Rem. Kasapoğlu, A., Odabas, Y., Kaya, N. (2009) The case of Avaian Influenza in Turkey, European Societies, 11:4, 495-510. Latour, B. 2000 When Things Strike Back, British Journal of Sociology, 51,107-123. Miguel, E., Satyanath, S., Sergenti, E. 2004. Economic shocks and civil conflict :An instrumental variable approach. Journal of Political Economy, 112: 725-753. Middleton, A. 1975 Alienation (ed. J.Robinson and P.R. Shaver) In Measures of Social Psychological Attitudes. Michigan : University of Michigan. Perdue, M.L., Swayne, D.E. 2005. Public Health Risk from Avian Influenza Viruses. Avian Diseases, 2005, 49,317-327. Seeman, M. 1959. On the meaning of alienation. American Sociological Review, 24. Volkan, V. 2005. From Tsunami to Ethnic Cleansing: Massive Trauma and Societal Responses. Paper presented in the World Congress of Health Challenges of the Third Millennium, Istanbul:Yeditepe University. 35 Küresel İklim Değişikliğinin Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Kaynakları Üzerine Etkisi The effects of Global Climate Change on Biodiversity and Ecosystems Resources Aynur DEMİR A.Ü. Biyoteknoloji Enstitüsü Sosyoekonomik Gelişme ve Biyoteknoloji Anabilim Dalı, [email protected] Özet: Fosil yakıt kullanımı, ormansızlaşma, tarımsal faaliyet vb. antropojenik etkinlikler, özellikle sanayi devrimiyle birlikte, metan, karbondioksit gibi doğal sera gazları emisyonlarında önemli ölçüde artışa neden olmuştur. Atmosferde sera gazları emisyonlarında meydana gelen bu artış doğal sera etkisinin bozulmasına ve atmosferin ısınmasına neden olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Küresel ısınmanın potansiyel etkisi ise biyosferde küresel iklim değişikliğidir. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren daha belirgin hale gelen küresel ısınma ve küresel iklim değişikliği su kaynaklarının azalması, besin kıtlığı, enerji sıkıntısı, kuraklık, çölleşme, göç gibi sosyoekonomik ve politik etkileri yanında, doğal peyzaj dokusunun bozulması, ekosistemler, türler ve gen kaynakları gibi biyolojik çeşitliliğin temel parçaları olan sistemleri de olumsuz etkilemektedir. Su ve kara ekosistemlerinde meydana gelen değişim bu ekosistemlerin biyolojik kompozisyonlarında da değişime neden olmaktadır. Su ekosistemlerinde ısınmaya bağlı olarak buradaki canlı türleri üretkenliğini yitirmekte ya da daha serin sulara göç etmektedir. Örneğin somon balıklarının üretkenliğinde %20 azalma saptanmış, göçün ise besin bakımından bu türlere bağımlı olan diğer canlıların geleceğini tehdit ettiği ortaya konmuştur. Karasal ekosistemler ve bu ekosistemlerin parçası olan biyolojik çeşitlilik de ciddi risk altındadır. Özellikle tropikal ve orta kuşak ormanları, bitki ve hayvan türleri önemli ölçüde zarar görecek, adaptasyon sürecini olumsuz etkileyecek, bu arada da yeni koşullara uygun yeni türlerin ortaya çıkması da söz konusu olabilecektir. Anahtar kelimeler: Küresel ısınma, İklim değişikliği, Biyolojik çeşitlilik, Ekosistem, Sera etkisi Abstract: Especially with the industrial revolution, use of fossil fuels, deforestation, agricultural activity, anthropogenic events have caused a dramatic increase in natural transmission gas emissions such as methane and carbon dioxide. This increase occurred in greenhouse gases in the atmosphere, has caused destabilisation of the natural greenhouse effect and it has caused the atmosphere become warmer. The global warming potential impact is global climate change in the biosphere. Global warming and global climate change, which especially have become more pronounced since the 1980s, have some socioeconomic and political effects, such as less water resources, the reduction of the food shortage, energy shortages, drought, desertification, and migration. Furthermore, being messed up of natural landscape tissue degradation, ecological systems, species and like gene resources have affect negatively to the systems which are basic part of biological diversity. Changing on water and land ecological systems also caused to the changing of this ecological system’s biological composition. On water ecosystems, type of live are loosing their productivity or they are migrating to cooler places because of warming. For example, it is determined that the productivity of salmons decreased at the rate of %20, and also it is stated that migration threatened the future of other living organisms which are dependent to these kind on account of nutrition. Territorial ecosystems and biological diversity which their part is under very serious risk. Especially, tropical and middle latitude forests, plant and animal species of a significant will be damaged. This will affect to the adaptation process negatively and in the meantime the new conditions of new species that the will be possible. Key words: Global warming, Climate change, Biodiversity, Ecosystem, Greenhouse effect 1. Giriş Yaşlı küremiz tarihi boyunca iklim koşullarında pek çok değişiklik sergilemiştir. Bunların bazıları, iklim koşullarında yıllar veya on yıllar içerisinde büyük değişikliklere neden olan tekil olaylardır. Diğerleri ise, farklı döngüler izleyen düzenli bir davranış sergilemektedir. Söz konusu diğer değişikliklerin çoğu, yüzlerce, binlerce veya milyonlarca yıllık dönemler içerisinde meydana gelmişlerdir. Bunlar, Dünya’nın kendi ekseninde ve güneş etrafındaki yörüngesinde meydana gelen varyasyonlar, güneşin faaliyetlerindeki dalgalanmalar ve volkanik patlamalar gibi doğal fenomenler tarafından tetiklenmiştir. Son 400000 yılda, iklim, buzul çağları ve sıcak dönemlerden oluşan periyodik bir döngü sergilemiştir. Bu varyasyonlarla kıyaslandığında, son 8000 yıldaki dünya iklimi, çok küçük sıcaklık dalgalanmaları haricinde son derece istikrarlıdır (Anonim, 2004). Bu istikrar, insan toplumunun gelişimi için bu dönemde son derece olumlu koşullar sunmuştur. Ancak 1860’lı yıllarda yaşanan sanayi devrimiyle birlikte antropojen faaliyetlerin artması, insanların durmak bilmeyen “daha fazla” istemleri, hızlı nüfus artışı ve sanayileşme, çarpık yerleşme 37 ve kentleşme, yanlış arazi kullanımı, ormansızlaşma ve doğal çevrenin hızlı tahribatı doğal iklim değişiminde istikrarı bozmuştur. Bunun sonucunda antropojen faaliyetlere dayalı, geri dönüşümü zor hatta imkansız olan ”küresel ısınma ve küresel iklim değişikliğinin” gerçekleştiği karmaşık bir sürece girilmiştir. Küresel ısınmanın kaynağı, insan faaliyetleri sonucu açığa çıkan karbon dioksit (CO2), metan (CH4), kloroflorokarbon (CFC), ozon (O3) gibi sera gazlarının emisyonlarındaki aşırı artıştır. Yerküre’nin sıcak yüzeyinden salınan uzun dalgalı yer ışınımının bir bölümünü, uzaya kaçmadan önce atmosferin yukarı seviyelerinde bulunan çok sayıdaki doğal sera gazı tarafından emilir ve sonra tekrar salınır. Doğal sera gazları bu özelliği ile yerkürenin doğal sıcaklık dengesini ayarlayarak dünyayı yaşanabilir kılmaktadır. Ancak sera gazları emisyonlarında meydana gelen aşırı artış yerkürenin normalden daha fazla ısınmasına neden olur. Bu artışın kaynağı ise, %49 enerji kullanımı, %24 endüstri, %14 ormansızlaşma, %13 tarımsal faaliyetlerdir (Türkeş vd., 2000). Bu antropojen faaliyetler sonucu artan sera gazı emisyonları sıcaklık artışı ile birlikte yağış, nem, hava hareketleri vb ekstrem koşulları da beraberinde getirir. Bu da ekosistem ve canlılar için potansiyel tehlike oluşturan “küresel iklim değişikliği” olarak karşımıza çıkar. Yirminci yüzyılın başlangıcından beri, Dünyanın iklimi, Avrupa’da 0.95 C°’lik bir artış göstermekle birlikte ortalama olarak 0.7 C°’lik hızlı bir ısınma yaşamıştır. Söz konusu ısınma, son 1000 yılda yaşanan bütün iklim değişimlerinin çok ötesindedir. Özellikle 1990’lar, bu dönem içerisindeki en sıcak on yıl özelliği taşımaktadır (Anonim, 2004). Çeşitli iklim modellere göre ise, 2100 yılı itibarıyla ortalama küresel yüzey sıcaklığı 1990’lardaki seviyelerinin 1.4 ve 5.8 C° üzerinde olacaktır (Türkeş, 2008b). Kritik sıcaklık düzeylerindeki değişiklik oranları sanayi öncesi döneme göre küresel ve bölgesel olarak duyarlı ekosistemlerde farklılıklara yol açar. Örneğin, 2,7 C°’lik bir bölgesel artış, Grönland buzul örtüsünün erimesini tetikleyen bir sınır değeri olurken, küresel sıcaklıkta yaklaşık 1 C°’lik artış yaygın mercan beyazlamasına neden olur (Dunn and Falavin, 2002; Hertsgaard, 2001). İklim etkilerinin, özellikle en yıkıcı olanları, ekstrem olayların sıklığı ya da şiddetindeki artışlar ile bağlantılı olanlardır. 1980’lerde başlayan kutup buzullarının erimesi, 2003 yazında Avrupa’yı etkileyen sıcak hava dalgası, 1990 ve 1997 yıllarında görülen El Nino’ nun tropikal bölgelerdeki yıkıcı etkileri buna önemli birer örnek oluşturur (Hertsgaard, 2001). Gerçekte, küresel ortalama yüzey sıcaklığında gözlenen ısınma eğilimi, dünya üzerinde eşit coğrafi bir dağılış göstermemekte, uzun süreli ısınma eğilimi, Türkiye’nin de içinde yer aldığı 40 °K ve 70 °K enlemleri arasındaki anakarada en fazladır (Türkeş vd., 2000, Türkeş, 2007). İklim değişikliğinin durumu ve küresel etkileri; atmosfer ve iklim, buzullar, kar ve buz, deniz sistemleri, karasal ekosistemler ve biyolojik çeşitlilik, su, tarım, ekonomi, insan sağlığı olmak üzere farklı kategoride verilen göstergeler ile açıklanabilir. İnsanların yaşam destek sistemleri olan ekosistemler ve bunların bileşenleri olan biyolojik çeşitlilik hızlı iklim değişiminden en fazla etkilenen ve etkilenecek sistem olarak karşımıza çıkmaktadır. Buzulların erimesi başata kutup ayıları ve kral penguenleri ve onların habitatlarını tehdit etmekte, besin bulmalarını zorlaştırmaktadır. Yapılan gözlemler kutup ayılarının vücut ağırlığında daha şimdiden %10 azalma olduğunu göstermiştir (Çepel ve Ergun, 2002). Aynı şekilde su ekosistemlerinin aşırı ısınması planktonların zarar görmesine, balıkların üretkenliğinin azalmasına, göç etmesine ve bunun sonucu su ekosistemlerinde besin zincirinde kopmaların oluşmasına neden olmaktadır (Anonim, 2004). Bitki türlerinin yok olması, toprak yapısındaki değişime bağlı olarak mikroorganizmaların yok olması, dağ buzullarının erimesi ile bitki ve hayvan türlerinin kaybolması, kuşların göç yollarının uzaması, adaptasyon süreçlerinin olumsuz etkilenmesi gibi birçok ekolojik felaketle insan toplumları karşı karşıya kalmıştır. Gözlemler bu baskının gelecek 100 yılda daha fazla hissedileceğini gösterir niteliktedir. Bu çalışmada da insanın kendi bireysel amaçlarını gerçekleştirme uğruna, yerküreyi karşı karşıya bıraktığı “küresel iklim değişikliğinin” dünyanın akciğerleri olan ekosistem ve biyolojik çeşitlilik üzerine etkileri tartışılmıştır. Antropojen faaliyetlere bağlı iklim değişiminin, ekosistem ve 38 biyolojik çeşitliliğin dinamik bileşenlerini tür ve habitat (yaşam alanı) temelinde ne şekilde etkilediği vurgulanmıştır. Ekosistem farklaşmasına bağlı habitat bölünmeleri ve değişiminin su ve kara ekosistemlerinde yaşayan ve de besin döngüsünün birer parçası olan türler üzerine olan etkisi ortaya konmaya çalışılmıştır. Ayrıca zengin çeşitliliğe sahip olan Türkiye’nin de bu durumdan ne ölçüde etkileneceği vurgulanmıştır. 2. Antropojen Faaliyetlere Bağlı Küresel İklim Değişikliği İnsanlığın yerleşik düzene geçişinden sonra dünya iklim sistemleri her ne kadar değişmiyor gibi görünse de geçmişten günümüze dek elde edilen bulgular bunun aksini ortaya koymaktadır. İnsanların tarih sahnesine çıkışına kadar olan süreçte, dünyanın coğrafî özellikleri bir kaç defa değişmiştir. Belirli dönemlerde, dünyamızın unsurları arasındaki doğal dengenin çeşitli nedenlerle bozulmasına bağlı olarak, iklimde de büyük değişmeler olmuştur. Nitekim insanlık tarihinin başladığı dönemden günümüze kadar olan süreçte, yeryüzünün buzullarla kaplandığı, buzul ve buzullar arası dönemlerde yaşanmış doğal ve beşerî çevre büyük ölçüde etkilenmiştir. Doğal etkenlerle ilişkili olan bu değişmelere, 19. yy. ortalarından itibaren, antropojen faaliyetlerin de katkısı olduğu artık kesindir. Tarih boyunca dünya iklim koşullarında pek çok değişiklik sergilenmiştir. Bunların bazıları, iklim koşullarında yıllar veya on yıllar içerisinde büyük değişikliklere neden olan tekil olaylardır. Diğerleri ise, farklı döngüler izleyen düzenli bir davranış sergilemektedir. Söz konusu diğer değişikliklerin çoğu, yüzlerce, binlerce veya milyonlarca yıllık dönemler içerisinde meydana gelmişlerdir. Bunlar, Dünya’nın kendi ekseninde ve güneş etrafındaki yörüngesinde meydana gelen varyasyonlar, güneşin faaliyetlerindeki dalgalanmalar ve volkanik patlamalar gibi doğal fenomenler tarafından tetiklenmiştir. Son 400000 yılda, iklim, buzul çağları ve sıcak dönemlerden oluşan periyodik bir döngü sergilemiştir. Bu değişikliklerle kıyaslandığında, son 8000 yıldaki dünya iklimi, çok küçük sıcaklık dalgalanmaları haricinde son derece istikrarlıdır (Anonim, 2004). Sanayi devrimi ile birlikte ortaya çıkan ve hızını 20.yy itibarı ile artıran insan etkinliği ile doğal iklim değişimi yerini küresel ısınmaya bağlı iklim değişimine bırakmıştır. İnsan faaliyetleri sonucunda CO2, CH4, N20, CFC, arseoller gibi sera gazı emisyonlarının atmosferde yoğun bir şekilde artması sonucunda, yeryüzüne yakın atmosfer tabakaları ile yeryüzü sıcaklığının yapay olarak yükselme süreci “küresel ısınma” olarak ifade edilirken, küresel ısınmaya bağlı olarak, yağış, nem, hava hareketleri, kuraklık vb diğer iklim unsurlarının değişmesi de “küresel iklim değişikliği” şeklinde ifade edilmektedir (Doğan, 2005). Bu durumda küresel ısınmaya neden olan sera gazları ve bu gazların yaratmış olduğu sera etkisi küresel iklim değişikliğinde de itici güç özelliği taşımaktadır. Doğal koşullarda Yerküre’nin sıcak yüzeyinden salınan uzun dalgalı yer ışınımının bir bölümü, uzaya kaçmadan önce, sera gazları tarafından emilmekte ve sonra tekrar salınmaktadır. Bu özelliği ile doğal sera gazları küresel sıcaklık artışlarını düzenlemektedir (Türkeş vd., 2000, Türkeş, 2006; Türkeş, 2007). Bu şekilde ortaya çıkan doğal sera etkisi ile yerkürede yaşam olanaklı hale gelmektedir. Ancak bu gazların emisyonlarında aşırı artış, özellikle 19.yy’ın sonlarından itibaren, doğal sera etkisinin bozulmasına ve doğal olmayan sıcaklık artışlarına ve bunun sonucunda doğal olmayan iklim değişikliğine yol açtığı ve bu değişikliğin küresel ölçekte yaratacağı sorunlar, iklim bilimciler tarafından, küresel sıcaklık değişimleri, yağış oranları vb bilimsel verilerle ortaya konmuştur. Sera gazları emisyonlarında doğal olmayan bu artışlarda en önemli sorumluluğun ise insana ve onun toplumsal, sosyal, ekonomik ve ekolojik faaliyetlerine ait olduğu son derece açıktır. Sera gazlarındaki artışın temel kaynağı olan antropojen etkiler ise; %49 enerji kullanımı; %24 endüstri; %14 ormansızlaşma ve %13 oranında tarımsal faaliyetlerdir (Türkeş vd., 2000). Bu tür etkinlikler sonucu atmosferde CO2, CH4, N20, CFC gibi sera gazları birikerek doğal olmayan, antropojen etkenlere dayalı iklim değişikliğini meydana getirmektedir (Türkeş, 2006; Türkeş, 2007). Çizelge 1’de görüldüğü gibi sera gazları içersinde iklim değişikliğine en fazla neden olan CO2 emisyonundaki artış olup, antropojen sera etkisinin %50-60’ı bu gazdan kaynaklanmaktadır. Normal şartlarda CO2 atmosferde 0/00,03 oranında bulunurken, 1860’lardaki sanayi devrimi ile birlikte bu 39 oran artmaya başlamıştır. Son yıllarda atmosferdeki CO2’nin artış hızı her yıl %0.5 oranındadır. Eğer bu hızda artmaya devam ederse 140 yıl sonra konsantrasyon 2 katına çıkacaktır. Bugün atmosferdeki CO2 konsantrasyonu yaklaşık 350 ppm’dir. Bu miktarın 2050 yılına kadar 450 ppm' e ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu oran Sanayi devri öncesinin 1,5 katından fazladır. Atmosferdeki CO2’nin sürekli artışı fosil yakıtlarının kullanımı ve ormanların yok edilmesi, özellikle de tropikal yağmur ormanlarındaki aşırı tahribat gibi doğrudan doğruya antropojen girdilerin sonucudur. Ayrıca dünyanın diğer bölgelerindeki orman örtülerinin yerini alan yeni bitki örtüsünün de bu artışa katkısı vardır (Öztürk, 2002; Aksay vd., 2005). Atmosferik CO2 miktarı Kyoto Protokolü† ile denetim altına alınmaya çalışılmıştır (Türkeş, 2006; Türkeş, 2008a; Ünver, 2008).Ancak gerek insan faaliyetlerindeki artış gerekse sözleşmenin tüm toplumlarda adil olarak uygulanamamasına bağlı olarak CO2 emisyonunun sürekli artışı, yarattığı sera etkisiyle küresel ısınmaya ve iklim değişikliğine neden olacaktır ve gerekli önlemler alınmadığı sürece olmaya devam edecektir. CO2 birlikte küresel ısınma üzerinde önemli ölçüde etkisi olan sera gazlarından bir diğeri ise kloroflorokarbonlar (CFC) dır. Çizelge 1’de görüldüğü gibi CFC gazlarının katkı oranı %22’dir (Aksay vd., 2005). Çizelge 1. Antropojen sera gazları, katkı oranı ve emisyon kaynakları Katkı Oranı Yıllık Artış Sera Gazları: Emisyon Kaynakları % Oranı % Kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtlarının yakılması CO2 50-60 0,3–0,5 Tropik ormanların yok edilmesi Sprey kutularındaki aerosoller Buzdolaplarındaki soğutucu maddeler CFC 22 4–5 Özellikle elektronik. sanayide kullanılan temizleme maddeleri Klima sistemleri Sert ve yumuşak köpük üretimi Pirinç tarlaları, İneklerin mideleri, CH4 14 1 Biyomasın yakılması, Çöp toplama alanları, Doğal gaz boru hatlarındaki kaçaklar,Kömür madenleri Trafik Termik santrallerdeki yanma olayları Ozon (*) 7 0,5 Tropikal ormanların yok olması Tarımda suni gübre kullanılması, N20 4 0,2 Fosil yakıtlar (*) Troposferde artan NOx emisyonları nedeniyle oluşur. Kaynak: Aksay vd.,2005’den uyarlanmıştır † Kyoto Protokolü, sera gazı salınımlarını 2000 yılı sonrasında azaltmaya yönelik yükümlülükleri düzenlemektedir. 16 Subat 2005 tarihine kadar -ABD ve Avustralya dışında- 1990 yılı toplam salımlarının % 44.2’sini karşılayan hemen tüm OECD ve AB ülkeleriyle birlikte, Aralık 2007 tarihi itibarı ile toplam 176 ülke tarafından imzalanmıştır. Türkiye bu protokole, TBMM onayı ile 05.02,2009 tarihi ve 27144 sayılı resmi gazetede yayınlanmasıyla birlikte protokole resmen taraf olmuştur. 28 maddeden oluşan Kyoto Protokolün ile taraf ülkelerin karbondioksit başta olmak üzere eşdeğer sera gazlarının emisyonunu, özellikle Ek1 listesinde yer alan ülkeler, 2008-2012 yılları arasında 1990’lı yıllar düzeyinin en az %5’i kadar azaltılması taahhüt edilmiştir. Protokole göre, bazı taraflar, bu ilk yükümlülük döneminde sera gazı salımlarını arttırma ayrıcalığı alırken (örneğin, Avustralya % 8 arttırabilecek), Yeni Zelanda, Rusya Federasyonu ve Ukrayna’nın sera gazı salımlarında 1990 düzeylerine göre herhangi bir değişiklik olmayacaktır. AB, hem birlik olarak hem de üye ülkeler açısından % 8’lik bir azaltma yükümlülüğü almıştır. ABD’nin salım azaltma yükümlülüğü %7’dir (Daha geniş bilgi için bkz, Türkeş, M. 2006. Küresel iklimin geleceği ve Kyoto Protokolü. Jeopolitik 29: 99-107, Türkeş, M. 2008,İklim Değişikliği ile Savaşım, Kyoto Protokolü ve Türkiye, Mülkiyeliler Dergisi,Cilt 32, sayı 259,s.101-132, Ünver,İ.,2008, Barış Ödülünün Üzerinde İklim Değişikliği Gölgesi, Mülkiyeliler Dergisi,Cilt 32, sayı 259,s.83-100, T.C.Resmi Gazete, 2009,BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun, 27144 sayılı resmi gazete) 40 Kloroflorokarbon (CFC)‡gazları, özellikle doğal kaynağı olmayan, yalnızca insan faaliyetlerine bağlı olarak ortaya çıkan bir gaz özelliği taşımakta olup, ozon (O 3 ) ile tepkimeye girmekte ve ozon tabakasında incelmeye neden olmaktadır (Duru, 2002). Ayrıca zehir etkisinin olmaması, yanıcı olmamaları, kararlı doğası, ısıyı emme etkinlikleri CFC’ların 20. yüzyılda, özellikle soğutucu alanında yoğun kullanımına olanak sağlamıştır. Bununla birlikte CFC’lar klima, köpük ürünleri, yalıtım maddeleri, bilgisayar gibi elektronik aletlerin temizlenmesinde çözücü olarak, sprey kutularında itici güç ve savunma sanayisi gibi alanlarda kullanılmakta ve atmosferde sürekli olarak artış göstermektedir (Isaksen ve Stordal, 1986). Temel olarak insan etkinlikleri sonucunda söz konusu bu sera gazlarının emisyonlarında meydana gelen aşırı artışa bağlı olarak atmosferin bileşiminde ortaya çıkan önemli değişiklikler sonucu, küresel yüzey sıcaklıklarında 19. yüzyılın sonlarında başlayan ısınma, 1980’li yıllarla birlikte daha da belirginleşerek, hemen her yıl bir önceki yıla göre daha sıcak olmak üzere, küresel sıcaklık rekorları kırılmıştır. Küresel ortalama yüzey sıcaklığı, 20. yüzyılın basından günümüze değin yaklaşık olarak 0.7 C° artmıştır. Küresel olarak, 1990’lı ve 2000’li yıllar aletli gözlem kayıtlarındaki en sıcak yıllar; 1998 ise, +0.58 C°’lik anomali ile en sıcak yıl olmuştur (Şekil 1) (Türkeş, 2006;Türkeş, 2008b). Şekil 1 1961-1990 dönemi ortalamalarından farklara göre hesaplanan küresel yıllık ortalama yüzey sıcaklığı anomalilerinin 1860-2004 dönemindeki değişimleri. Zaman dizisi grafiği, Climatic Research Unit (CRU/UEA, UK)’in aylık ham verileri kullanılarak çizilmiştir. Sıcaklık gözlem dizilerindeki yıllar arası değişkenlik, 13 noktalı düşük geçirimli Binom süzgeci ile düzgünleştirilmiştir (Türkeş, 2006). Benzer ısınma eğilimleri ve yüksek sıcaklık rekorları, kuzey ve güney yarım kürelerin yıllık ortalama sıcaklıklarında da gözlenmiştir. Küresel ölçüm sonuçlarına göre, 2005 yılı 0,485 C°’lik bir anomali ile tüm kürenin, 0,648 C°’ile de kuzey yarım kürenin en sıcak ikinci yılı olmuştur. Ayrıca, gece en düşük hava sıcaklıklarında yaklaşık her on yılda 0,2 C° olarak gerçekleşen artış, gündüz en yüksek hava sıcaklıklarındaki artışın yaklaşık 2 katıdır. IPCC (2007)’ye göre, geçen 12 yılın (19952006) 11’i, 1850’den beri yapılmakta olan aletli küresel yüzey sıcaklığı ölçüm kayıtlarındaki en sıcak 12 yıl arasında yer almıştır. Küresel ortalamam yüzey sıcaklıkları için güncellenen 100 yıllık (19062005) doğrusal eğilimin büyüklüğü ise, 0,74 C°’ye ulaşmıştır. Doğrusal ısınma eğilimi, son 50 yıllık dönemde, geçen 100 yıllık dönemin yaklaşık 2 katı olmuştur (0,13 C°/10 yıl) (Türkeş, 2006; Türkeş, 2008b). ‡ 1987 Eylülünde 55 ülke Montreal'de (Kanada) toplanarak "Ozon Tabakasına Zarar Veren Maddelerle İlgili Montreal Protokolu"na imza atmışlardır. Bu protokol, katılımcı ülkelerin 1998 yılına kadar CFC tüketimlerini yarıya indirmelerini ve 1992 yılına kadar da halon kullanımını dondurmalarını şart koşmaktadır. Kloroflorokarbonlar adı verilen ve CFCl 3 , CF 2 Cl 2 , CHClF 2 , C 2 Cl 3 F 3 gibi bileşikleri içeren gazlar, ilk olarak 1920'lerde Sülfürdioksidi soğutucu bir gaz olarak kullanılmıştır. Kloroflorokarbonların konsantrasyonları atmosferde sürekli olarak artış göstermekte olup, atmosferde bozulmadan kalış ömürleri ortalama 50 yıldır (daha geniş bilgi için bkz. Duru, B. ,2002.Viyana'dan Kyoto'ya İklim Değişikliği Serüveni mülkiye dergisi, cilt 25, sayı: 230,s.301-333 ve Isaksen and Stordal, 1986, Ozone Perturbations by Enhanced Levels of CFCs, N2O, and CH4: A Two-Dimensional Diabatic Circulation Study Including Uncertainty Estimates, J. Geophys. Res., 91(D4), 5249–5263.) 41 20. yüzyılda sıcaklıklarda gözlenen bu ısınma, geçen 1000 yılın herhangi bir dönemindeki artıştan daha büyüktür. Atmosferin en alt 8 kilometrelik bölümündeki hava sıcaklıkları da, geçen 40 yıllık dönemde belirgin bir artış eğilimi göstermiştir (Türkeş,2006; Türkeş, 2008b). Öte yandan 20. yüzyılda, orta enlem ve kutupsal kar örtüsü, kutupsal kara ve deniz buzulları ile orta enlemlerin dağ buzulları azalırken, gel-git ve deniz seviyesi ölçümlerinin gözlem kayıtlarına göre küresel ortalama deniz seviyesi, yaklaşık 0,17 m yükselmiş ve okyanusların ısı içerikleri artmıştır. Yağışlar ise, kuzey yarım kürenin orta ve yüksek enlem bölgesinde her on yılda yaklaşık %5 ile %1 arasında artarken, Akdeniz havzasını da içine alan subtropikal karaların önemli bir bölümünde her on yılda yaklaşık %3 azalma göstermiştir (Türkeş, 2008a; Türkeş, 2008b). Kritik sıcaklık düzeylerindeki söz konusu değişiklik oranları, sanayi öncesi döneme göre küresel ve bölgesel olarak özellikle duyarlı ekosistemlerde değişiklik göstermiş olup, ekosistem baskılarında da çeşitliliğin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin, 2,7 C°’lik bir bölgesel artış, Grönland buzul örtüsünün erimesini tetikleyen bir sınır değeri olurken, küresel sıcaklıkta yaklaşık 1 C°’lik artış yaygın mercan beyazlamasına yol açabilmektedir (Hertsgaard, 2001; Dunn ve Falavin, 2002). Eşit coğrafi bir dağılım göstermeyen, belirgin bölgesel farklılıkların söz konusu olduğu iklim değişimi etkilerinin, özellikle en yıkıcı olanları, ekstrem olayların sıklığı ya da şiddetindeki artışlar ile bağlantılı olanlardır. 1980’lerde başlayan kutup buzullarının erimesi, 2003 yazında Avrupa’yı etkileyen sıcak hava dalgası, Yunanistan ve doğu Avrupa’nın bazı bölgelerinde aşırı soğuma eğiliminin görülmesi, Rusya ve Ukrayna’da yağışların azalması, sel kuraklık gibi olayların yaygınlaşması ve 1990 ve 1997 yıllarında görülen El Nino’ nun tropikal bölgelerdeki yıkıcı etkileri buna önemli birer örnek oluşturur (Hertsgaard, 2001; Aksay vd., 2005). 2.1. İklim Değişikliği Öngörüleri Şu anda yaşanan söz konusu iklim değişikliği sonuçları göz önüne alındığında sıcaklık, yağış, kar-buz ve deniz seviyesinde gerçekleşecek değişiklikler konusunda çeşitli iklim modelleri ve bilimsel verilere dayanarak gelecek 100 yıl içinde öngörülerde bulunmak mümkündür. Bu konuda Birleşmiş Milletler, Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (1PCC) tarafından ortaya konulan senaryolara dayanan bu öngörülerde, atmosferdeki karbondioksit birikimlerinin, yüzey sıcaklıklarının ve deniz seviyesinin 21. yüzyıl süresince yükseleceği, kara ve deniz buzlarının ve buzullarının alansal ve hacimsel olarak azalacağı belirtilmektedir (Türkeş, 2008b). Söz konusu öngörülere göre küresel ortalama yüzey sıcaklıklarında 1990- 2100 yılları arasında 1,4 ilâ 5,8 C0’lik bir artış olacağı öngörülmektedir. Bununla birlikte, tüm sera gazları ve arseollerin birikimleri 2000 yılı düzeyinde tutulsa dahi, her on yılda yaklaşık 0,1 C0’lik bir sıcaklık artışı görüleceği belirtilmektedir (Türkeş, 2006; Türkeş, 2007; Türkeş, 2008a; Türkeş, 2008b). Söz konusu iklim modelleri değerlendirildiğinde, özellikle soğuk mevsimlerde yüksek kuzey enlemlerindeki karaların daha hızlı ısınabileceği, Kuzey Amerika’nın kuzey bölgeleri ile Orta Asya’nın kuzeyinde küresel ortalamanın %40’ından daha fazla ısınma olacağı, yazın ise güney ve güneydoğu Asya ve kışın Güney Amerika için öngörülen ısınmanın ise küresel ortalamanın altında kalacağı öngörülmektedir (Türkeş, 2008b). Yağışların ise, 21. yüzyıl süresince kışın orta ve yüksek kuzey enlemlerinde ve Antarktika’da artabileceği, alçak enlemlerdeki kara alanlarında ise, bölgesel artış ve azalışların olabileceği beklenmektedir. Model hesaplamaları, daha sıcak iklim koşulları altında, buharlaşmanın artacağını, küresel ortalama yağış tutarında ve şiddetli yağış olaylarının sıklığında bir artış olacağını gösterir niteliktedir. Buna karşılık, bazı alanlarda yağış artışı olurken, başka alanlarda yağış azalışları yaşanacağı, hatta yağışlarda artış olan kara alanlarında artan buharlaşma yüzünden akışlarda ve toprak neminde azalışlar olabileceği öngörülüyor. Bununla birlikte bazı kurak ve yarı kurak alanların daha da kuraklaşmasıyla birlikte, yağışlarda mevsimlik ve enlemsel kaymalar olabileceği de öngörüler arasındadır (Türkeş, 2006, Türkeş, 2007; Türkeş, 2008b). Genel olarak, yağış yüksek enlemlerde yaz ve kış mevsimlerinde artarken, kışın yağışların orta enlemler, tropikal Afrika ve Antarktika’da da artış göstereceği, yazın ise, güney ve Doğu Asya’da artış göstereceği öngörülmektedir. Bununla birlikte 42 Avustralya, Orta Amerika ve Güney Afrika’nın kış yağışlarında azalma olacağı belirtilmektedir (Türkeş, 2008b). Ayrıca Kuzey yarımkürede kar örtüsü ve deniz buzu yayılışının daha da azalacağı, buzulların ve buz şapkalarının geniş ölçekli geri çekilmesinin 21. yüzyılda da devam edeceği beklenmektedir. Antarktika buz kalkanının, daha fazla yağış nedeniyle kütle kazanması beklenirken, akışlardaki artışın yağıştan fazla olacağı öngörüldüğü için, Grönland buz kalkanının kütle kaybetmesi söz konusu olup, batı Antarktika buz kalkanının, deniz seviyesinin altında kaldığı için, gelecekteki kararlılığı konusunda kaygılar artmaktadır (Türkeş, 2008b) İklim senaryolara göre, küresel ortalama deniz seviyesinin, 1990 ve 2100 arasında 0.09 ile 0.88 metre kadar yükseleceği, bu yükselmenin, okyanusların termal genleşmesi ile buzullar, buz şapkaları, buz kalkanları (Grönland ve Antarktika) ve deniz buzlarında olan kütle kayıplarıyla (erime) bağlantılı olacağı ifade edilmektedir (Türkeş, 2007; Türkeş vd., 2007; Türkeş, 2008b). Tahmin edilen deniz seviyesindeki bu artışla ABD’nin toprak kaybı 25000 km’ye ulaşacağı, Hollanda kıyıları, Kuzey Denizi kıyıları, Po nehri kıyıları, Karadeniz kıyıları gibi bazı bölgelerde, özellikle deniz seviyesinde ve denize yakın yerlerde sel baskınlarının kaçınılmaz olacağı belirtilmektedir. Bununla birlikte yaşanacak tehlikenin yalnızca sel baskınları ile sınırlı kalmayacağı, biyolojik kökenli bir çok salgın hastalığın ortaya çıkabileceği de belirtilmektedir (Anonim, 2004; Aksay vd., 2005). Gerek şu anda gözlenen ilim değişikliği, gerekse gelecekte ortaya çıkabilecek olası iklim değişikliği tahminleri, dünya iklimi sisteminde bir bozulmanın olduğu ve bu bozulmanın sonuçlarının yaratacağı sorunların yaşamın olası olduğu her alanda etkisinin, özellikle olumsuz etkisinin, kaçınılmaz olduğu gerçeği bu gün tüm bilim adamları tarafından kabul görür niteliktedir. Bu bağlamda bozulmanın temel kaynağı olan insan, gerekli önlemleri almadan üretim ve tüketim alışkanlıkları gibi çeşitli etkinliklerini değiştirmeksizin devam ettirmesi durumunda, iklimdeki bu bozulmanın artarak devam edeceği kesindir. Özellikle biyolojik kaynakların etkilenerek doğal ekolojik dengenin bozulması yaşam destek sistemleri olan ekolojik ve biyolojik süreçleri tehlikeye sokacak ve insanı kendi yaratığı felaketle baş başa bırakacaktır. 3. Küresel İklim Değişikliğinin Biyolojik Çeşitlilik ve Ekosistem Üzerine Etkisi Biyolojik çeşitlilik canlı organizmalar ile onların bulunduğu ekolojik ortamlar arasındaki çeşitliliği ve değişkenliği ifade eden dinamik bir sistem, ekosistem çeşitliliği ise, bitki, hayvan ve mikroorganizma toplulukları gibi canlılar ile onların ilişki içinde yaşadıkları toprak, su, hava, mineraller gibi cansızların işlevsel olarak karşılıklı etkileşim içinde oluşturdukları dinamik bir bütün olarak ifade edilebilir (Çepel ve Ergun, 2002). Biyolojik çeşitlilik genetik çeşitliliği, tür çeşitliliğini ve ekosistem çeşitliliğini içeren, dünyada canlıların ortaya çıkışından bu yana oluşan önemli tarihsel bir birikimdir. Ekosistemler ise bu birikimin önemli bir bileşenidir. Gerek biyolojik çeşitlilik gerekse ekosistemler dünyanın yaşam destek ünitelerini oluşturarak, ekolojik dengenin bir bütün olarak işlemesini sağlar. Sürdürülebilir gelişmenin yaşayan temelini oluşturan biyolojik çeşitlilik ve ekosistemler dünyanın değişimleri karşısında dengelerin yeniden kurulmasına olanak sağlayarak, bu çeşitliliğin önemli bir parçası olan insana yaşamı olanaklı kılar. Geçen yüzyılda biyolojik çeşitlilik ve ekosistemler, belirgin bir şekilde çevresel ve sosyal bozulmalara yol açan, sürdürülebilir olmayan gelişmeler sonucunda insanlık tarihinde hiç görülmemiş bir düzeyde zarar görmüştür. Yavaş ama geri dönüşümü imkansız olan bu tahribatın başlıca nedenleri arasında yanlış arazi kullanımı, kirlenme, ormanların yok edilmesi gibi antropojen faaliyetlere bağlı olarak gerçekleşen küresel iklim değişikliği önemli bir yer tutmaktadır. Bu faaliyetler ekosistemlerin hem yapısını hem de fonksiyonlarını tahrip ederek, doğal biyolojik dengenin bozulması ile sonuçlanmaktadır. Ekosistemlerin ve biyolojik çeşitliliğin olumsuz etkilenmesi bazı türlerin yok olmasına, bazı türlerin habitat değiştirmesine veya göç etmesine neden olurken, bazı türlerde de popülasyon artışına yol açabilmektedir. Söz konusu iklim değişikliği doğal biyolojik çeşitliliğin değişime uğraması, organizmaların birbirleriyle ve çevreleriyle olan etkileşimlerinin değişmesi, 43 ekolojik besin halkasında olası kopmalar gibi henüz sonunu tam olarak kestiremediğimiz bir dizi ekolojik felaketle insanlığı karşı karşıya bırakmaktadır. Türlerin coğrafi kompozisyonlarını değiştirerek biyolojik çeşitlilikte bu güne kadar olağan, doğal küresel kalıpları kıran küresel iklim değişikliğinin ekosistem ve biyolojik çeşitlilik üzerindeki olumsuz etkileri, özellikle su ve kara ekosistemlerinde farklı şekler de ortaya çıkarak, biyolojik çeşitliliğini ve ekosistem yapı ve işleyişini de farklı biçimlerde etkileyebilmektedir. 3.1. İklim Değişiminin Su Ekosistemleri Üzerine Etkisi Küresel iklim değişikliğinin ekosistem ve biyolojik çeşitlilik üzerindeki olumsuz etkileri su ve kara ekosistemlerini ve buradaki çeşitliliği farklı şekillerde etkilemekle birlikte, bu olumsuz etkinin özellikle su ekosistemlerinde, kara ekosistemlerine göre daha hızlı ortaya çıkacağı öngörülmektedir. Şu ana kadar yapılan çalışmalardan elde edilen sonuçlar global ortalama sıcaklıkta yaklaşık 1 C 0 yükselme olduğunu göstermektedir. Bu günün koşulları devam ettiği, iklim değişikliğine neden olan faaliyetler konusunda önlemlerin alınmadığı takdirde, gelecekte bu sıcaklık artışının 3-5 C0 olacağı tahmin edilmektedir. Bu artışın kutuplara yansımasının ise 2 C0 daha yüksek olacağı belirtilmektedir. Bu durumda sıcaklık artışı ve iklim değişiminin etkisi kutuplardan başlayarak küresel anlamda tüm yaşama alanlarında ve burada bulunan türler üzerinde yoğun baskı oluşturmaya başlamıştır ve gelecekte bu baskının şiddeti daha da artacaktır. Şu andaki koşullarda dahi kutup ayıları, foklar ve deniz ayılarının besin sıkıntısı yaşadığı, kutup ayılarının vücut ağırlıklarının %10’nu kaybettiği, buzul alanlarının küçülmesi ve incelmesine bağlı olarak bu canlıların doğal habitatlarında daralma olduğu ifade edilmektedir (Rothrock et al., 1999; Edwards et al., 2001; Çepel ve Ergun, 2002) . Gelecek 100 yıl içinde 1–3.5 C0 ısınma, orta enlemlerin 150–550 km kutuplara doğru hareket etmesine neden olacaktır (Aksay vd., 2005). Bu durumda ekosistemlerin coğrafik dağılımı ve kompozisyonunun yeni şartlara cevabı değişecektir. Türlerin pek çoğu yeni şartlara yeterince hızlı uyum sağlayamayıp yok olacaktır. Tüm bu değişimler çok kısa sürelerde yaşandığı için canlıların bu hızlı değişime ayak uydurmaları mümkün olmayacaktır (Green et al., 2003; Anonim, 2004). Canlılar binlerce hatta milyonlarla ifade edilen süreçlerde meydana gelen değişimlere ayak uydurabilirler. Kısa süreli iklim değişimleri ise canlı formlarını olumsuz yönde etkileyerek, özellikle hassas türleri yok olmayla karşı karşıya bırakabilir. Buzulların erimesi sonucu 1990 ile 2100 yılları arasında deniz seviyesinde meydana geleceği tahmin edilen yükselme oranının şu andakinden 2-4 kat daha fazla olacağı öngörülmektedir. Deviz seviyesinin yükselmesi, fırtınadan kaynaklanan dev dalgaların ortaya çıkma ihtimalini artırmakta, tuzlu suyun karaya karışmasını güçlendirmekte ve kıyı bölgelerindeki ekosistemleri ve sulak alanları tehlikeye sokmaktadır. Bu durum, bu habitatlara özgü türlerin değişmesine, canlı türlerin üretkenliğini yitirmesine ya da göç etmesine neden olmaktadır. Somon balıklarının üretkenliğinde %20 azalma olduğu saptanmıştır. Buna ek olarak 1993 yılında Alaska Körfezi’nde balıkların daha serin sulara göç etmesi nedeniyle, 120.000 deniz kuşu besin kaynaklarından mahrum kaldıkları için açlıkla karşı karşıya kalmıştır (Edwards et al., 2001; Green et al., 2003; Anonim, 2004). Küresel ısınmaya bağlı iklim değişiminin kutuplarda yarattığı çözülme ile buzulların erimesi özellikle 1990-2002 yılları arasında çok hızlı gerçekleşmiştir. Kutup buzullarının erimesi bir taraftan kutup bölgelerinde yaşayan canlı formlarını etkilemiş, diğer taraftan da deniz ve okyanus ekosistemlerini etkileyerek burada yaşayan canlı türlerinin coğrafi dağılımı ve tür kompozisyonlarını değiştirmeye başlamıştır. Kuzey Kutup Denizi buzu, Kuzey Kutbu ve onu çevreleyen bölgelerdeki biyofiziksel ve sosyoekonomik davranışlar açsından büyük öneme sahiptir. Deniz buzunun eriyerek küçülmesi, kutup ayıları, foklar ve deniz ayılarının biyolojik habitatlarını tehdit etmekle beraber daha soğuk açık okyanus suyunun oluşumuna sebep olarak okyanusun CO2 depolama kapasitesini artırmaktadır. Deniz buzu alanında meydana gelen azalma ve artan deniz yüzeyi sıcaklığı deniz ekosistemleri, balıkçılık ve su kültürü üzerindeki etkileri, bulaşıcı hastalık taşıyan bakterilerin çoğalması ve zararlı deniz 44 yosunlarının gelişmesine neden olur (Green et al., 2003). Bununla birlikte 2050 yılı itibarıyla Deniz buzunun boyutu, yirminci yüzyılın ortasında sahip olduğu değerden yaklaşık %80 daha az olabilecek ve bu yüzyılın sonu itibarıyla yaz aylarında tümüyle ortadan kaybolabilecektir (Clarke, 2007). Bu durum kutup canlıları için geriye dönüşü olmayan, bu habitatta yer alan türlerin yok oluşu ile sonuçlanarak büyük bir ekolojik felakete neden olma olasılığı oldukça yüksektir. Yüzey sularındaki ısınma sonucu, Kuzey Denizi ve Kuzey Atlantik’teki fito-plankton biyokütlesinde bir artış ve mevsimsel büyüme süresinde de bir uzama olduğu gözlenmiştir. 1990’larda, zoo-planktonların mevsimsel gelişimi, uzun dönem ortalamalarıyla karşılaştırıldığında yaklaşık 4–5 hafta daha erken bir tarihte gerçekleşmiştir. Ayrıca son 30 yılda, zoo-plankton türlerinin yaklaşık olarak 1000 km kadar kuzeye doğru kaydığı ve plankton ekosistemlerinin yeniden organize olduğu saptanmıştır. Mevsimsel olarak plankton üretiminin erken başlaması esas olarak plankton gelişimi ve biyokütle üretimini etkiler. Akıntılarla sürüklenen planktonlar, tüm deniz canlıları besin ağının temelini teşkil eder. Plankton biyokütlesindeki artış ve mevsimsel büyüme süresindeki varyasonlar balık popülasyonlarında değişikliğe neden olabilir. Bununla birlikte bazı plankton türleri, deniz kabukluları, balıklar, kuşlar, deniz memeliler ve hatta besin zinciri yolu ile insanlar üzerinde toksik etkiye sahip olup, zararlı deniz yosunlarının gelişmesine yol açabilir. İklim değişiminin bir diğer sonucu da Kuzey Denizi’ndeki sıcak deniz canlılarının varlığı ve sayısının son birkaç on yılda artış göstermiş olmasıdır (Edwards et al., 2001) Sıcak-ılıman ve ılıman suda yaşayan türlerin çoğu, her on yılda kuzeye doğru yaklaşık 250 km göç etmekte olup ve bu göç hızı karasal ekosistemlerdekinden çok daha fazladır. Buna karşın, daha soğuk ılıman sularda, Kuzey Kutbu’nun alt bölgeleri ile Kuzey Kutbu’nda yaşayan türlerin çeşitliliği bu bölgede azalma sergilemiştir. Ayrıca, aynı bölgede, sıcak suda yaşayan çoğu balık türünün kuzeye doğru ilerlediği gözlenmiş olup bu durum deniz ekosistemlerinin daha sıcak olan Kuzeydoğu Atlantik bölgesine doğru kaydığına işaret etmektedir. Geçtiğimiz son birkaç on yıl içerisinde, sıcak suda yaşayan/sub-tropikal türlerin Kuzeydoğu Atlantik bölgesinin daha ılıman alanlarını işgal ettiği görülmüştür (Edwards et al., 2001). Bu verilere bakıldığında 21.yüzyıl için öngörülen küresel ısınmanın ve bunu sonucu ortaya çıkan iklim değişikliğinin yüksek enlemler başta olmak üzere, okyanuslardaki biyolojik çeşitlilik ile biyolojik süreçler üzerinde etkili olması kaçınılmazdır. Bu durum, okyanusların üst kısımlarındaki biyolojik toplulukların yapısında daha fazla değişikliğe yol açacak gibi görünmektedir. Sıcaklık artışları, deniz canlıları ile tatlı suda yaşayan canlıların doğurganlık kapasitelerinde değişikliklere neden olacak ve yüksek enlemlere doğru çıkıldıkça türlerin dağılımında bir kayma ile biyolojik çeşitlilikte çoğalmayı tetikleyecektir. Sıcak suda yaşayan daha fazla tür kuzeye doğru göç edecek ve mevcut uygun yerler için rekabete gireceklerdir. 3.2. İklim Değişiminin Kara Ekosistemleri Üzerine Etkisi Son 30 yılda iklim değişikliğinin etkisi karasal ekosistemlerde de yoğun olarak görülmektedir. Karasal ekosistemlerin nirengi taşı olan bitki türleri, yalnızca belirli bir dizi iklim koşulları altında başarılı bir şekilde üreyip, büyüyebilmektedir. Bu koşullar değiştiği takdirde, bu türler ya adapte olacak ya da göç etmek zorunda kalacaktır. Başta yüksek rakımlarda ve kuzey bölgelerinde yaşayanlar olmak üzere bazı türler açısından göç etmek genellikle zordur. Bu iki seçenekten hiçbiri olanaklı değilse, türlerin yerel popülasyonlarının nesli tükenir. Bitki türlerinin zenginliğinde meydana gelen azalma, tüm biyolojik çeşitliliği sınırlandırmakta olup, bu durum ekosistem istikrarının azalmasına yol açabilir. İlaç, besin, hammadde, polinasyon, gaz regülasyonu gibi bazı ekosistem ürünleri ve hizmetlerini tehdit eder hale gelebilir. Ayrıca, bitki türleri dağılımında ve bölgesel vejetasyon kompozisyonunda meydana gelen değişiklikler, iklim sistemi üzerinde bir takım sonuçlar doğurabilir. Yüksek enlemlerde, örneğin, çalı tundra vejetasyonunun ağaçlarla yer değiştirmesi, radyasyon dengesinde gözle görülür bir etkiye neden olabilir. Bu durum ise bölgesel ve küresel iklim değişikliğini artırabilir. 45 İklim değişikliği ile Avrupa dahil, dünyanın pek çok bölgesinde türlerin kompozisyonu değişmekte ve türlerin soyu, normal olarak kabul edilen değere göre 100–1000 kez daha büyük bir hızla tükenmektedir (Bakkenes et al., 2002). Değişikliklerin çoğu yanlış arazi kullanımı ve habitat tahribi sebebiyle ortaya çıksa da, çalışmalar, bitki kompozisyonundaki değişiklikler ile günümüzde yaşanan iklim değişikliği arasında yüksek bir korelasyon olduğunu ortaya koymaktadır Bu yüksek korelasyon, iklimin nihai olarak bitki türleri dağılımı, orman yangınları (Güney Avrupa ve Rusya’da görülen) gibi doğadaki bozulmaları ve toprak kompozisyonundaki değişiklikler sebebiyle besin mevcudiyetini belirlemesi olgusuna dayanmaktadır (Anonim, 2004). Avrupa’da son birkaç on yılda, çok sayıda bitki türünün kuzeye doğru ilerlediği gözlenmiş ve bunun sıcaklık artışları ile yakın ilgisi olduğu tespit edilmiştir (Parmesan and Yohe, 2003). Çok sayıda Kuzey Kutbu ve tundra toplulukları bu durumdan etkilenmiş ve bu toplulukların yerini ağaçlar ve bodur çalılıklar almıştır. Hollanda, İngiltere ve Norveç’in iç bölgeleri gibi Kuzeybatı Avrupa bölgelerinde, termofilik (sıcak ortam talep eden) bitki türleri, 30 yıl öncesine nazaran belirgin şekilde daha sık ortaya çıkmaya başlamışlardır. Hollanda’da bu bitkilerin oranı %60 civarındadır (Bakkenes et al., 2002). Bunun aksine, geleneksel olarak soğuğa tolerans gösteren türlerin varlığında küçük bir azalma söz konusudur. Kompozisyonda meydana gelen bu değişiklikler, termofilik türlerin bu yeni alanlara göç etmelerinin sonucu olmakla beraber, söz konusu türlerin yerel popülasyonlarındaki artışa da bağlıdır (Anonim, 2004). 2050 yılı itibarıyla, İspanya, Fransa, Cezayir gibi bir çok ülkede tür dağılımının büyük oranda etkilenmesi ve sahip olduğu çeşitliliğin %80’ni kaybetmesi beklenmektedir (Bakkenes vd., 2002,). İklim değişikliğinin bitki türleri kompozisyonundaki etkisi, önümüzdeki yıllarda yoğun bir şekilde artmaya devam edecektir. İklim değişikliğinin, kısıtlı iklim ve habitat gereksinimlerine ve sınırlı göç kabiliyetlerine sahip bitki türleri başta olmak üzere, türlerin yok olmasını şiddetlendireceği tahmin edilmektedir (Clarke, 2007). Sıcaklıklarda, 2100 yılı için yapılan tahmin aralığında yer alan 3 °C’lik bir artış, türlerin dağılımının ılıman bölgelerde 300–400 km kuzeye veya 500 m daha yüksek rakımlara kaymasına neden olacaktır (Hughes vd., 2000). Çoğu tür böylesi hızlı bir değişikliğe göç ederek veya adaptasyon yoluyla tepki vermekte güçlükler yaşayabilir ve bu türlerin dağılımları sınırlanabilir ve hatta nesilleri tümüyle tükenebilir (Clarke, 2007). Bu koşullar altında, bütün türlerin %15–37’sinin 2050 yılı itibarıyla küresel olarak neslinin tükeneceği öngörülmektedir (Bakkenes vd., 2006; Clarke, 2007). En büyük etkilerin, Kuzey Kutbu bölgelerinde, Doğu Avrupa’nın ve Akdeniz bölgesinin nem oranı kısıtlı ekosistemlerinde ortaya çıkması beklenmektedir. Yağışlarda meydana gelmesi beklenen azalmalar, orman yangınlarının daha sık ortaya çıkması, toprak erozyonunun artması ve nesli tükenen türlerin yerini alabilecek türlerin bulunmaması sebebiyle, Akdeniz bölgesindeki mevcut bitki türlerinin zenginliği yirmi birinci yüz yılda azalabilir. Kuzey Avrupa’daki endemik türlerin nesli tükenebilir ve yerleri uzun vadede daha rekabetçi türler tarafından doldurulabilir (Bakkenes vd., 2002; Bakkenes vd., 2006). Avrupa’ya özgü bitki türlerinin %20’sinin dağlık bölgelerde bulunması bu bölgeleri Avrupa flora çeşitliliği açısından son derece önemli kılmaktadır. Küresel iklim değişikliğinin dağlık bölgelerdeki türlerin dağılımını önemli oranda etkilemesi, bunun da endemik türlerin bolluğunda azalmaya ve hatta yok olmaya neden olabileceği belirtilmektedir. Bu türler, değişen çevreye adapte olamamaları, daha uygun yerlere göç edememeleri ve göç eden çalılık ve ağaç türleriyle rekabet edememeleri nedeniyle tehdit altındadır. Örneğin Alplerin aşağı kısımlarındaki ağaç sınırının, yukarılara doğru tırmanması ve Norveç ladininin rekabeti, endemik bitki türlerinin büyüme koşullarının bozulmasına neden olacaktır. Aynı koşullar İskandinavya içinde geçerli olup, mevcut dağ vejetasyonu alanında %40–60 arasında bir azalma olacağı tahmin edilmektedir (Green vd., 2003; Anonim, 2004). Alp dağlarında meydana gelen yukarıya doğru göç hareketi sonucunda bitki türleri zenginliği 30 dağ zirvesinin 21’inde artış yaşarken diğer zirvelerde azalmış veya aynı kalmıştır. Avrupa’nın yıllık ortalama sıcaklığında yaşanması beklenen değişiklikler, çoğu dağ türünün tolerans aralığının dışında kalmaktadır. Bu türlerin yerlerine daha rekabetçi çalılık ve ağaç türlerinin gelmesi ve bunun da dağlık 46 bölgelerdeki endemik türlerin önemli kısmının kaybolmasına sebep olması kaçınılmazdır (Bakkenes vd., 2002; Bakkenes vd., 2006). Çalışmalar iklim değişiminin ormanların kompozisyonunu ve fonksiyonunu etkileyebileceğini göstermektedir. 2050 yılına kadar iklim değişimi ile dünyadaki ormanların 1/3’nün tür kompozisyonunun değişeceğini öngörülmektedir. Bu durumda türlerin yeni kompozisyonları ve yeni ekosistemlerden dolayı yeni orman tipleri oluşabilir, hastalık, yangın gibi sıcaklığın yükselmesine bağlı etkiler de görülebilir. Tropikal ormanların şu anda %8’i kaybolmuş, burada yaşayan on binlerce tür ise yok olma veya göçle karşı karşıya kalmıştır (Green vd., 2003). Bununla birlikte Kuzey ormanlarının artan sıcaklıklardan tropikal ormanlara göre daha fazla etkilenmesi söz konusudur (Bakkenes vd., 2002). İklim değişikliğinden ağaç ve bitki türlerinin adaptasyon koşulları ve büyüme mevsimini de büyük ölçüde etkileyeceği tahmin edilmektedir. Bitkilerin büyüme koşulları, sıcaklık, yağış ve atmosferdeki CO2 konsantrasyonu ile doğrudan ilgilidir. İklimde görülen değişimlere türlerin tepkileri farklı şekillerde gerçekleşebilmekte, bazı türler sıcaklık artışında daha kolay büyüme eğilimi gösterirken, bazı türle olumsuz tepki verirler. Bazı ağaçlar, baharda filiz verebilmek için kış aylarında düşük sıcaklığına gereksinim duyarlar. Bu türler, kış sıcaklıklarının çok yüksek hale geldiği alanlarda, olumsuz şekilde etkilenirler. Bazı ağaçlar ise filizlenmek için yüksek sıcaklığa ihtiyaç duyarlar, bu durumda sıcaklık artışı bu türleri olumlu etkiler. Yerli türlerin yerini daha yüksek sıcaklıklara veya artan kuraklık stresine daha iyi adapte olan yeni türler de alabilir (Bakkenes vd., 2006; Clarke, 2007). İklim değişikliği, büyüme mevsimini uzatabildiğinden, şu andaki veriler bu sürenin 10 gün uzadığını göstermektedir, filiz verme ile yaprakların dökülmesi arasındaki dönemin, başta Orta ve Kuzey Avrupa olmak üzere daha da uzayacağı tahmin edilmektedir. Bu durum, sıcaklığın bitki büyümesini sınırlandıran bir faktör olduğu alanlarda biyokütle üretiminin artması ile sonuçlanacaktır. Diğer taraftan ısınmaya bağlı olarak su kaynaklarının kuruması sınırlandırıcı bir faktör olarak Güney ve Orta Avrupa’nın alçak rakımlı bölgelerinde kuraklık stres riskini artıracağı da bir gerçektir (Anonim, 2004; Pimm, 2007). Bununla birlikte iklim değişikliği etkisi ile büyüme mevsimlerinde meydana gelebilecek farklılıklar orman yönetiminde de farklılıklara yol açabilir. Özellikle koruma altında olan orman alanlar ve buradaki türlerin büyüme ve hayatta kalma oranı, iklim değişikliği ile tehdit altına girdiği takdirde, doğanın korunmasında da sorunlar ortaya çıkabilir. Bu bağlamda özellikle orta kuşak ormanları ciddi risk altındadır (Anonim, 2007). İklim değişimimden etkilenecek diğer bir canlı gurup ise kuşlardır. Kuş popülasyonlarındaki değişiklikler, biyolojik çeşitliliği ve ekosistem fonksiyonlarını doğrudan etkileyecektir. Kış sıcaklıklarında görülen artışlar nedeniyle çoğu kuş türünün hayatta kalma oranının artacağı öngörülmektedir. Kış aylarını Avrupa’da geçiren bazı Avrupalı kuş türlerinin hayatta kalma oranı, kış sıcaklığındaki 1 C°’lik artış karşısında, türlere göre değişmekle beraber, %2 ile %6 arasında artış gösterdiği, gri balıkçıl, şahin, karabatak, öter ardıç ve kızıl ardıç gibi kuşların hayatta kalma süreleri ile kış sıcaklığı arasında korelasyon olduğu, üreme, yumurtlama ve göç mevsimlerinin bu sıcaklık artışından etkilendiği saptanmıştır (Pimm, 2007). Yapılan gözlemler dünyadaki kuş türlerinin 1/8'ini oluşturan 1211 kuş türü, iklim değişikliği nedeni ile, toptan yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Sadece İngiltere’de son 25 yılda 22 milyon çift kuşun, 17 milyon çifti yok olmuştur. Bununla birlikte, hayatta kalma oranındaki bu artışın kuş popülasyonları üzerinde ne tür etkiler yaratacağını öngörmek henüz mümkün değildir (Aksay vd., 2005; Pimm, 2007; Anonim, 2007). İklim değişikliğine bağlı olarak toprak yapısında meydana gelecek değişim toprağın mikroorganizma çeşitliliğini de doğal olarak etkileyecektir. Yaralı birçok mikroorganizmanın yok olması veya yeni koşullara adaptasyon göstermesi ve hatta yeni türlerin ortaya çıkması tüm canlı sistemlerini etkileyecek sonuçlar doğurabilir. Toprağa bağlı türlerin ve mikroorganizma çeşitliliğinin değişmesi besin zincirinde değişmelere, hastalık etkeni olan toksik maddelerin yayılmasına neden olabilir. 47 Su kaynaklarının zarar görmesine karşın oluşabilecek aşırı kuraklık, toprağın doğal yapısını yitirmesine, tuzlanma, çoraklaşma gibi bir takım olaylarla canlıların gerek yaşama alanı gerekse tür bakımından çeşitliliğini tehlikeye sokacaktır. Aşırı kuraklığın arkasından gelecek olan aşırı yağışlar ise, virüs mutasyonlarını hızlandırabilir. Bu da az rastlana ya da tamamen yok olan birçok hastalığın tekrar ortaya çıkması ve yaygınlaşması ile sonuçlanabilir. Bununla birlikte böcek yumurtalarının ölmesini sağlayan gece ve kış soğuklarının hafiflemesi beraberinde birçok sorunu da getirir. Örneğin sıtma taşıyan sivrisinekler normal koşullarda 17 C°'nin altında ancak 1-2 gün yaşayabilirlerken, 5 C° lik bir sıcaklık artışı bu sivrisineklerin yaşam alanını genişleterek sıtma hastalığının yaygınlaşması ile sonuçlanabilir (Aksay vd., 2005). Görüldüğü gibi iklim değişimi gerek su ekosistemleri gerekse karasal ekosistemler üzerinde olumlu ya da olumsuz birçok değişime yol açma özelliğine sahiptir. Bu değişim küresel kaynaklar açısından değerlendirildiğinde insanlığı henüz sonucu tam olarak kestirilemeyen büyük bir kaos ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum insan başta olmak üzere tüm yaşayan dinamik sistemler için yeni bir evrimleşme sürecinin başlangıcı olabileceği gibi sonun, yok oluşun başlangıcı da olabilir. Ancak unutulmaması gereken her iki durumda da yaşayabileceğimiz, yaşamın olası olduğu tek bir dünya var gerçeğidir. 3.3. İklim Değişikliğinin Türkiye Ekosistemleri ve Biyolojik Çeşitliliği Üzerine Etkileri Çeşitli iklim modellerine göre, 2030’lu yıllar itibarı ile karmaşık iklim yapısı içinde olan Türkiye'nin, özellikle küresel ısınmaya bağlı olarak gerçekleşecek bir iklim değişikliğinden, büyük oranda etkileneceği, büyük bir kısmının kuru ve sıcak bir iklimin etkisine gireceği, su kaynakları, ekolojik ve ekonomik süreçler, ekosistem ve biyolojik çeşitlilik, tarım gibi bir çok alanda önemli ölçüde etkileneceği öngörülmüştür. İklim modelleri çerçevesinde yapılan araştırmalarda, Türkiye’nin ortalama hava sıcaklıklarında güney ve güney batıda yer alan bölgelerde anlamlı artma eğilimleri saptanmıştır. Ülke genelinde 2-3 C0 sıcaklık artışı öngörülürken, bu artışın kışın 2 C0, yazın ise doğu bölgelerine göre batı bölgelerindeki sıcaklık artış eğiliminin 3 ile 4 C0 arasında olacağı tahmin edilmektedir. Özellikle yaz mevsimi ortalama sıcaklıklarındaki ısınma eğilimi, diğer mevsimsel artış eğilimlerine göre daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta, batı ve güney bölgelerinde belirgin farklılıklar göstermektedir (Şekil 2). İlkbahar mevsiminde gözlenen ısınma eğilimi Akdeniz, Güneydoğu Anadolu ve Marmara bölgelerinde etkili olurken, Sonbahar mevsiminde gözlenen zayıf ısınma ve soğuma eğilimleri, alansal olarak bir bütünlük sağlamamaktadır (Türkeş, 2008a; Türkeş ve Erlat, 2008). (a) Kış (b)İlkbahar (c) Yaz 48 Artış d) Sonbahar Şekil 2. Türkiye’de mevsimlere göre ortalama sıcaklık eğilimleri (Demir vd.,2008,Türkeş vd.2002). Mevsimsel farklılıklarla birlikte, Türkiye ortalama sıcaklıkları, küresel ortalama yüzey sıcaklıklarına benzer şekilde artış eğilimindedir. Ancak, küresel olarak 1980'li yıllardan bu yana devam eden sıcaklık artışı, Türkiye'de 1990'lı yıllardan itibaren gözlenmeye başlamıştır (Türkeş, 2008a; Demir vd., 2008) Türkiye ikliminin etkileneceği bir diğer durum ise yağış rejiminde gerçekleşecek olası değişimlerdir. İklim modelleri yağışlarda genel olarak Ege ve Akdeniz kıyıları boyunca bir azalma, Karadeniz kıyısı boyunca da bir artış öngörmektedir (Şekil 3). 2001-2006 dönemleri arasında genel olarak normal sınırlar arasında gerçekleşen yağışlar, 2007 kış, ilkbahar ve yaz aylarında Türkiye’nin bir çok yöresinde uzun süreli ortalamaların altında kalarak, yeni bir dizi kuraklık olaylarının yaşanmasına neden olmuştur. 2006-2007 dönemleri arasında gerçekleşen son kuraklık olayları Türkiye de özellikle en fazla, Ege, Marmara, İç Anadolu, Batı Akdeniz, Batı ve Orta Karadeniz bölümlerinde etkili olmuştur (Türkeş, 2008a; Türkeş, 2008b; Türkeş ve Erlat, 2008). Türkeş vd. (2007)’nın verilerine göre Karadeniz yağış rejimi bölgesinde gözlenen azalma eğilimleri, Türkiye’de kuraklaşma eğilimlerinin giderek kuzey enlemlere doğru kaydığını göstermektedir. Azalış (a) Kış (b) İlkbahar (c) Yaz (d) Sonbahar Artış Şekil 3. Türkiye yağışlarında görülen uzun süreli eğilimler (Demir vd., 2008; Türkeş vd., 2002). 49 Yağış ve sıcaklık değişimlerine ilişkin veriler dikkate alındığında, iklimde meydana gelebilecek herhangi bir değişme yağış, buharlaşma, yüzey akış ve topraktaki kullanılabilir suyun miktarını değiştireceği açıktır. Mevsimler ve yıllık yağışlarda görülecek değişmeler hem su kaynaklarının depo edilmesi, hem de topraktaki nem rejiminin düzenlenmesi açısından oldukça önemlidir (Aksay vd., 2005; Türkeş vd., 2007; Türkeş, 2008a). Bitkilerin çiçeklenme, tozlanma, meyve oluşumu ve tane dolumu sırasında meydana gelebilecek su yetersizliği doğal ekolojik türlerin yayılım alanı ve yaşam sürelerini önemli ölçüde etkileyebilecektir. Sıcaklıkların artması nedeniyle, özellikle çölleşme tehdidi altında olan Güney Doğu ve İç Anadolu gibi bölgelerde, toprakta meydana gelen buharlaşma ve bitkide terlemenin artmasıyla beraber bitki strese gireceğinden, kuraklığa dayanıklı olmayan bitki türleri yok olurken, yeni kuraklığa dayanıklı bitki türlerinin ortaya çıkması veya geliştirilmesi kaçınılmaz olacaktır. Şüphesiz iklim değişikliğinin, zengin biyolojik çeşitlilik ve ekosistemlere sahip ülkemizdeki doğal ekolojik sistemlerin bileşimini ve üretkenliğini bozacağı ve biyolojik çeşitliliği azaltacağı, bitki, hayvan ve mikroorganizmaların doğal yaşam alanlarında değişikliklere yol açacağı kaçınılmaz bir gerçektir. İklimdeki değişikliğe ve bozulan iklim rejimlerine türlerin tepkisi farklı düzeyde ve farklı biçimde olacağından, birçok ekosistemin yapısı, bileşimi, üretkenliği ve coğrafî dağılışı bozulacaktır. Ancak, bu beklenen ekolojik değişiklilerin birçoğu, iklimdeki değişikliklerin arkasından on yıllardan yüzyıllara kadar gecikebilir. Faunanın ve floranın yaşam yerleri değiştikçe, yeni gelen türler yüzünden biyolojik çeşitlilikte yerel artışlar olabilir. Ancak artan olumsuzluklar (salgın hastalıklar ve yangınlar), biyolojik çeşitlilikte azalmaya ve istenmeyen türlerde artışlara da yol açabilir, habitatlardaki bölünmeler, iklime bağımlı türlerin göçü için yeni engeller yaratabilir. Bu durumda pek çok bitki, böcek, kuş vb türler ortadan kalkabilir, yerel popülasyonları azalabilir veya artabilir. Özellikle Türkiye’de doğal ekosistemlerin kırılgan, hasar görmüş ve çok zengin olmayan topraklar üzerinde gelişmesi, Karadeniz bölgesinin dağlık alanları ve kıyı kuşağı hariç, ülkemiz ekosistemlerini iklim değişikliğine karşı daha duyarlı hale getirmektedir. Bu duyarlılığa; yüksek enlemlerde bulunan bölgelerle, düşük enlemlerde bulunan bölgelerin tepkisi ve uyum süreci aynı olmayacak, bazı ekosistemler hızlı tepki verirken bazıları yavaş tepki verecektir. Örneğin ErzurumKars yöresi gibi yüksek alanlar ve bozkırlarda serin/nemli iklim çayırları, yağışların tutarındaki ve mevsimsel dağılışındaki değişikliklere yanıt vermek amacıyla göç edebilir. Buna karşılık, bazı türlerin ve orman tiplerinin yaşamlarını sürdürebilmeleri, iklim kuşaklarının, türlerin öngörülen göç hızlarından, daha hızlı oranlardaki hareketleri nedeniyle tehlikeye girebilir (Türkeş, 2008b). Türkiye’nin alçak taşkın/delta ve kıyı ovaları da iklim değişikliğinin tehdidi altındadır. Öngörülen sıcaklık artışları ve yağış azalmaları, deltalardaki yada iç bölgelerdeki sulak alanların ve sığ göllerin kurumasına, bunun sonucunda da buralarda yaşayan türlerin, genel olarak da biyolojik çeşitliliğin zayıflamasına yada yok olmasına neden olabilecektir (Türkeş, 2008b). İklim değişikliği özellikle endemik türler için büyük sorun yaratmaktadır. Türkiye’nin, ortalama yükseltisi yaklaşık 1130 m olan, yüksek ve dağlık bir ülke olması, bu alanlardaki orman türleri ve özelliklede endemik bitki türleri açısından zengin bir ülke olması iklim değişikliği etkisinin ve potansiyel etkisinin yüksek olacağının bir göstergesidir (Türkeş, 2008b). Yalnızca bölgesel özellik taşıyan, endemik ve dar yayılış alanına sahip olan türler, artan sıcaklık ve azalan yağışa bağlı olarak, daha fazla risk altına girebilir veya tamamen ortadan kalkabilir. Özellikle dağlık ve yüksek alan bitkilerin uygun göç alanı bulamaması iklim değişikliği baskısını artırır. Yaklaşık 12 bin bitki çeşidinin yetiştiği ülkemizde 3000’den fazla endemik tür bulunmakta ve bunun bir kısmı dar yayılış alanına sahiptir. Göller bölgesi 900 endemik tür içermekte, bunun 48’i yok olma tehdidi altındadır. Ülkemizde potansiyel risk altında olan bir diğer bitki grubu ise geofit denilen soğanlı bitkilerdir. 600 soğanlı bitki türünün 300’e yakını endemik özellik göstermektedir. Kış ve erken ilkbaharda çiçeklenen bu bitkiler ve bu bitkilerin yer aldığı ekolojik zincir, kış yağışlarının azalması ve özellikle kış sıcaklığının artmasından olumsuz etkilenirler. 50 Küresel dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iklim değişiminin etkisi su ekosistemlerinde kara ekosistemlerine göre daha hızlı görülecektir. Bu bağlamda özellikle sulak alanlar, deniz ve göl ekosistemleri büyük tehlike altındadır. Bu alanlarda yaşayan canlı türlerinin üretkenliği ve büyüme mevsimlerinde değişimler ortaya çıkmakta, deniz canlı türlerinde değişmeler olabilmektedir. Örneğin Kızıldeniz’de yaşayan bazı yosun ve balık türlerine Türkiye denizlerinde rastlanmaya başlanmıştır (Öztürk, 2002). Bununla birlikte özellikle son yıllarda Ege Denizi’nde yaşayan yumuşak mercanların Eunicella cavaloni ve Eunicella singularis kolonilerinde görülen beyazlama ve soyulmalarının sıcaklık artışıyla ilgili olduğu belirlenmiştir. Mercanlarda %25 oranında beyazlama saptanmıştır. Bu olgu özellikle Kaş ve Kemer/Antalya bölgelerinde açıkça görülmektedir. Bunun dışında, salpa, kupes ve papaz balıklarının son yıllarda Karadeniz’de özellikle İğneada, Kıyıköy ve Şile bölgesinde avlanmaya başlanması Karadeniz yüzey suyu sıcaklığındaki artışla açıklanmaktadır (Çelik vd., 2002). Kuraklaşma ve çölleşmeye bağlı olarak sulak alanları bekleyen tehlike ise yok oluştur. Bu durumdan birçok canlı türü ve habitatları etkilenecektir. Yine iklim değişikliğine bağlı olarak deniz akıntılarında, denizel ekosistemlerde ve balıkçılık alanlarında, sonuçları açısından aynı zamanda önemli sosyoekonomik sorunlar doğurabilecek bazı değişiklikler görülebilir. Kar erimesinden kaynaklanan akışın zamanlamasında ve hacmindeki değişiklik, su kaynaklarını, tarım, ulaştırma ve rekreasyon sektörlerini etkileyebilir Bir diğer sorun ise orman alanlarında yaşanmaktadır. Ormanlar esas olarak yağış rejiminde, zararlıların yayılışındaki değişiklikler ile yaş yapısındaki değişiklikler ve karbon içeriğindeki azalmalar yüzünden duyarlılığı en fazla olan sistemler arasında yer alan dinamik yapılardır. Ekolojik dengenin temel unsurlarından biri olan ormanlar ile çayır ve meraların tahrip edilmesi, millî parkların yeteri derecede korunamaması, gelecekte Türkiye açısından büyük sorunların ortaya çıkmasına neden olabilir (Öztürk, 2002). Son yıllarda, özellikle orman alanların tahribatında, insan kaynaklı yangınlar yanında sıcaklık artışına bağlı yangınlarda da artış görülmektedir. Özellikle Ak Deniz bölgesinde son yıllarda sıcaklı artışına bağlı olarak gerçekleşen yangınlar sonucu yüz binlerce ağaç türü, bitki, böcek, mikroorganizma türü ile birlikte milyonlarca dekarlık orman arazisi yok olmuş ve yok olmaya da devam etmektedir. Yok olan yalnızca ağaç türleri değil aynı zamanda ülkenin belki de yüzlerce yıllık kültürel birikimidir. Son yıllarda iklim değişikliğinden kaynaklanan Türkiye ormanlarında sıklıkla görülmeye başlayan ağaç kurumaları ve zararlı böcek salgınları gibi afetlerin birincil nedeninin kuraklık, hava kirliliği ve asit yağmurları olduğuna dair kuvvetli veriler vardır. Yalnız 1993-94 yılları arasında yaklaşık 2 milyon m3 ağaç serveti böcek yıkımı nedeniyle kesilmiştir. Bunun yanı sıra, belki de 1970’li yıllardan başlayarak Akdeniz Havzası’nda etkili olan normalden daha kurak koşullara bağlı olarak, Ege ve Akdeniz bölgelerinde kitlesel boyutlarda olmasa da gözle görülür ağaç kurumaları gözlenmektedir. Ayrıca ağaçların zayıf düşmesi, ormanların fırtına, kar, çığ ve benzeri meteorolojik afet etkilerine karşı direncini de düşürmekte, bunun sonucunda ağaçlarda devrik ve kırık miktarı artmakta; bu da ormanın yapısını diğer zararlılara karşı dayanıksız hale getirmektedir (Türkeş vd., 2000; Türkeş ve Erlat, 2008). Bu olumsuz etkiler ormanlarımızın biyolojik çeşitliliğini, gen rezervlerini, karbon tutma kapasitelerini olumsuz yönde etkilemektedir. Bir taraftan kuraklık diğer taraftan yangınlarla Türkiye ormanları, eğer önlem alınmaz ise, büyük bir felaketle karşı karşıyadır. Türkiye biyolojik zenginliği özellikle dağ habitatları ve dağlık ekolojiler üzerine kurulmuştur. Endemik türler bakımından zengin olan bu ekolojiler göç ve adaptasyon sorunu ile karşılaşabilir. İklim değişikliği dağ buzullarının erimesine yol açarak buradaki türleri göç veya yok olma ile karşı karşıya bırakabilir. Bunun en iyi örneği ülkemizde Kaçkar dağlarında görülmektedir. Kaçkar dağlarında son iki yıldır buzullarda erime başlamıştır. Eriyen buzullarla birlikte bu bölgeye özgü canlı formların kompozisyonunda da değişmeler saptanmıştır. Ayrıca 20 yıldır ekolojik çalışmaların yürütüldüğü Kızılcahamam Milli Parkı'nda, yaşamları tamamen su veya nemin var olduğu ekolojik ortamlara bağlı olan ciğerotlarından, eskiden 20 tür mevcutken, şimdi 4 tür bulunduğu saptanmıştır (Çetin, 2007). Bu 51 durumun küresel iklim değişikliğinin ekosistem ve biyolojik çeşitlilik ve süreçler üzerindeki baskısını artırdığının bir göstergesi olduğu söylenebilir. Çelik vd.’ları (2002) araştırmaları sonucu, Ankara'da karaçamlarda görülen kurumaların kurak ve sıcaklık sonucunda toprak ve hava neminin azalışına bağlı olduğunu rapor etmişlerdir. Bununla birlikte orman ekosistemlerinde sıcaklık artışına bağlı orman yangınlarının görülesi ve orman canlı türlerinin yok oluşu iklim değişiminin sonucudur. Ayrıca iklim değişikliği, Türkiye’nin özellikle çölleşme tehdidi altındaki yarı kurak ve yarı nemli bölgelerinde (İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Ege ve Akdeniz bölgelerinde), ormancılık ve su kaynakları açısından olumsuz etkilere yol açabilir. Kuraklık, ormansızlaşma, dağ buzullarının erimesi ve buradaki canlı türlerinin adaptasyon sürelerinin değişmesi gibi iklime bağlı birçok olumsuz etki dikkatle değerlendirildiğinde, zengin Türkiye biyolojik çeşitliliğini, ekosistem ve sulak alanlarını, deniz ve göl çeşitliliğini, dağ ve bozkır çeşitliliğini diğer ülkelere oranla daha fazla etkileyeceği oldukça açıktır. 4. Sonuç İnsan faaliyetleri, gezegenin iklim koşullarını yavaş, ama kalıcı ve tehlikeli bir şekilde değişikliğe uğratabilmektedir. Meydana gelecek değişimlerin boyutları ve sonuçları hakkında kesin tahminler yapılamamasına rağmen, insanlığın bu değişimden ciddi zararlar göreceği bir gerçektir. 1980 yıllar itibarı ile artan hızlı sanayileşmeye bağlı sera gazları emisyonlarında doğal olmayan artışla beraber gelen küresel ısınma ve küresel iklim değişikliğinin özellikle sıcaklık, yağış eğilimlerini etkilemesi insanlığı kuraklık, çölleşme veya sel gibi felaketlerle karşı karşıya bırakmaktadır. İklim değişikliğinin yaratığı veya yaratacağı bu olumsuz koşullar yalnızca insanı etkilemekle kalmamakta, tüm canlı sistemlerini etkilemektedir. Isınmaya bağlı sıcaklık artışıyla buharlaşma artmakta, toprağın nemi azalmaktadır. Bu durumda nemli ortamlarda yaşayan, bitki, hayvan, mikroorganizma çeşitliliği de buna bağlı olarak değişmektedir. Canlıların bu hızlı değişen iklim koşullarına adaptasyon sürelerinin de farklı olması ekolojik sistemleri doğrudan etkileyecektir. Hızlı adaptasyon gösteren türlerde yerel popülasyonlarda artış görülürken, yavaş adaptasyon göstere türlerde ise popülasyonlarda azalma, göç yada türün yok olma tehlikesi söz konusudur. Bununla birlikte biyolojik sistemlerin üretkenliğinde azalmanın ve üreme döneminde görülecek olası kaymaların doğrudan ekolojik döngüyü, besin zincirini etkileyeceği bir gerçektir. Ekolojik halkada olası kopuş bir başka türün besin kaybına uğramasına, popülasyonunun azalmasına hatta yok olmasına neden olabilmektedir. Toprağın yapısında meydana gelebilecek bir değişim yararlı birçok mikroorganizma türünü olumsuz etkileyebileceği gibi, zararlı birçok mikroorganizma türünün de ortaya çıkması veya yayılmasıyla sonuçlanabilecektir. Özellikle zengin biyolojik kaynakları olan Türkiye’de iklim değişimi baskısının yaygın olarak hissedilmeye başladığı düşünüldüğünde tehlikenin büyüklüğü dikkat çekicidir. Ormanlar, sulak alanlar, göl ve deniz çeşitliliği gibi su ve kara ekosistemlerinin vazgeçilmez unsurları olan yaşam destek ünitelerinin iklim değişikliğinden kaynaklanan, telafisi olmayan, olası zararlarının önlenebilmesi için gerekli önlemlerin alınması gerekmektedir. Alınacak önlemler, uygulanacak etkin ve sürdürülebilir politikalarla yok olan türlerin veya habitatların yerine konması söz konusu olmasa dahi, en azından mevcut durumun istikrarı sağlanabilir. Ulusal ve uluslararası anlaşmalar çerçevesinde, ortak ama farklılaştırılmış sorumluluk anlayışı ile gerçekçi ve adil çözümlerin bulunması, sürdürülebilir politikaların hayata geçirilmesi, biyolojik kaynakların korunması ve sürdürülebilirliğinin sağlanması, Kyoto Protokolünden kaynaklanan yükümlülüklerin yerine getirilmesi son derece önemlidir. Bütün bunları gerçekleştirebilmek yaşlı küremiz açısından büyük bir kazanımdır. 52 Kaynaklar Aksay, C. S., Ketenoğlu, O.ve Kurt,L., 2005.Küresel Isınma ve İklim Değişikliği, S Ü Fen Ed Fak Fen Dergisi, Sayı 25:29 -41, Konya Anonim, 2004. Avrupa’nın Değişen İkliminin Etkileri Gösterge Temelli Bir Değerlendirme, AÇA (Avrupa Çevre Ajansı) Raporu, No 2/2004, http://reports.tr.eea.europa.eu/climate_report_2_2004/tr/eea_2_2005climate_change_TR.pdf, erişim, 16.10.2008 Anonim, 2007.Climate Change 2007, the Fourth IPCC (Intergovernmental Panel on Climate Change),Assessment Report, http://www.ipcc.ch/, erişim,08.011.2008 Anonim, 2009. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine Yönelik Kyoto Protokolüne Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair Kanun,T.C. 27144 sayılı Resmi Gazete. Bakkenes, M., Alkemade, J.R.M, Ihle, F.,.Leemans, R.and J.B.Latour,2002. Assessing Effects of Forecasted Climate Change on the Diversity and Distribution of European Higher Plants for 2050, Global Change Biology, 8, 390–407. Bakkenes M., Eickhout, B. and Alkemade, R.,2006. Impacts of Different Climate Stabilisation Scenarios on Plant Species in Europe, Global Environmental Change Volume 16, Issue 1, Pages 19-28 Clarke, H., 2007. Conserving Biodiversity in the Face of Climate Change, Agenda, Volume 14, Number 2, 2007, pages 157-170 Çelik, O., Semerci, A., Şanlı, B., Belindir, B.ve Gedik, Ö., 2002. Ankara Çevresinde Anadolu Karaçamlarında (Pinus nigra Arn. Ssp.pallasiana Lamb. Holmboe) Görülen Kurumaların Nedenleri,Orman Mühendisliği: 39; 7-16, Çepel, N.ve.Ergün,C, 2002. Küresel Isınma ve Küresel İklim Değişikliği,TEMA Yayın No. 38. İstanbul, Çetin, B., 2007. Küresel ısınma ve Türkiye’deki yansımaları, VII. Ulusal Ekoloji ve Çevre Kongresi, Program ve Bildiri Özetleri Kitabı, 10-13 Eylül, Malatya Demir, İ., Kılıç, G. ve Coşkun, M. 2008. Türkiye’de Maksimum, Minimum ve Ortalama Hava Sıcaklıkları İle Yağış Dizilerinde Gözlenen Değişiklikler ve Eğilimler. TMMOB İklim Değişimi Sempozyumu, Bildiriler Kitabı, 69-84. TMMOB adına TMMOB Meteoroloji Mühendisleri Odası, 13-14 Mart 2008, Ankara. Doğan, S. 2005.Türkiye’nin Küresel İklim Değişikliğinde Rolü ve Önleyici Küresel Çabaya Katılım Girişimleri,C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 6,Sayı 2,s 57-73 Dunn, S. and Falavin, C., 2002. Dünyanın Durumu Raporu “İklim Değişikliğini Gündemin Ön Sıralarına Taşımak”, TEMA Yayın No. 37. İstanbul Duru, B. ,2002.Viyana'dan Kyoto'ya İklim Değişikliği Serüveni, mülkiye dergisi, cilt 25, sayı: 230,s.301-333 Edwards, M., Reid, P.C. and Planque, B.,2001. Long-term and Regional Variability of Phytoplankton Biomass in the Northeast Atlantic (1960–1995), ICES Journal of Marine Science, 58, ss. 39– 49 Green, R.E., Harley, M., Miles, L., Scharlemann, J., Watkinson, A.and Watts, O.,2003. Global Climate Change and Biodiversity, University of East Anglia, Norwich, UK April 2003, Summary of papers and discussion, Hertsgaard, M., 2001. Yeryüzü Gezgini, Çevresel Geleceğimizin Peşinde Dünya Turu. TEMA Yayın No. 34. İstanbul Hughes, L. 2000. Biological Consequences of Global Warming: is the Signal Already Apparent?, Trends in Ecology and Evolution 15(2), ss. 56–61. Isaksen, I. S. A., and Stordal, F.,1986. Ozone Perturbations by Enhanced Levels of CFCs, N2O, and CH4: A Two-Dimensional Diabatic Circulation Study Including Uncertainty Estimates, J. Geophys. Res., 91(D4), 5249–5263. 53 Öztürk, K.,2001. Küresel İklim Değişikliği ve Türkiye’ye Olası Etkileri”, G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi Cilt 22, Sayı 1, 47-65, Pimm, L.S.,2007. Biodiversity: Climate Change or Habitat Loss-Which Will Kill More Species?, Current Biology Vol 18 , 3, pp.117-119. Parmesan, C. and Yohe, G., 2003. A Globally Coherent Fingerprint of Climate Change Impacts Across Natural Systems, Nature, 421, ss. 37–42. Rothrock, A.D., Yu, Y.and Maykut, A.G., 1999. Thinning of the Arctic Sea-ice Cover, Geophysical Research Letters, 26, ss. 3469–3472 Türkeş, M.,2008a. İklim Değişikliğiyle Savaşım, Kyoto Protokolü ve Türkiye, Mülkiyeliler Dergisi, cilt 32, sayı 259, s.101-131. Türkeş, M.,2008b.İklim Değişikliği ve Küresel Isınma Olgusu:Bilimsel Değerlendirme,s:21-57. Yay. Haz; E.Karakaya, Küresel Isınma ve Kyoto Protokolü: İklim Değişikliğinin Bilimsel, Ekonomik ve Politik Analizi, Bağlam Yayınları,308, İstanbul. Türkeş, M. and Erlat, E. 2008. Influence of the Arctic Oscillation on Variability of Winter Mean Temperatures in Turkey,Theoretical and Applied Climatology,vol. 92,no:1-2,s.75-85 Türkeş, M. 2007. Küresel İklim Değişikliği Nedir? Temel Kavramlar, Nedenleri, Gözlenen ve Öngörülen Değişiklikler,.1. Türkiye İklim Değişikliği Kongresi – TİKDEK 2007, 11 - 13 Nisan 2007, İTÜ, İstanbul Türkeş, M, Koç, T.ve Sarış, F.,2007. Türkiye’nin Yağış Toplamı ve Yoğunluğu Dizilerindeki Değişikliklerin ve Eğilimlerin Zamansal ve Alansal Çözümlemesi, Coğrafi Bilimler Dergisi, 5:557-569. Türkeş, M. 2006. Küresel İklimin Geleceği ve Kyoto Protokolü, Jeopolitik 29: 99-107 Türkeş, M., Sümer, U. M. ve Çetiner, G. 2000. Küresel İklim Değişikliği ve Olası Etkileri, Çevre Bakanlığı, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Seminer Notları (13 Nisan 2000, İstanbul Sanayi Odası), 7-24, ÇKÖK Gn. Md.,Ankara. Ünver, İ.,2008. Barış Ödülünün Üzerinde İklim Değişikliği Gölgesi, Mülkiyeliler Dergisi,Cilt 32, sayı 259,s.83-10 54 Sistematik Koruma Planlaması Yaklaşımı: Kıyı Ege Bölgesi Örneği Systematical Protection Planning Approach: The Case Of Aegean Coastal Area Cemil ÜN1, Sibel CENGİZ1, Ozan ÇEKİÇ2, Osman KARAELMAS1, Olga KARAGÜLLÜ1, E.Sühendan KARAUZ2, Tülay KOCAMAN1, Zafer KORAY3, Hayriye KÜNDÜK1, Ayten ÖZDEMİR1, Nihal ÖZEL4, Erdal ÖZÜDOĞRU2, Selda TAŞ1, Ayşe TURAK5 1 T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Orman Genel Müdürlüğü Orman Harita ve Fotogrametri Müdürlüğü, ANKARA 2 T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, ANKARA 3 T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Çevre ve Orman İl Müdürlüğü, İZMİR 4 T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı Ege Ormancılık Araştırma Enstitüsü, İZMİR 5 Doğa Koruma Merkezi, ANKARA Özet: Biyolojik çeşitlilik zenginliği yönüyle Avrupa kıtası ile kıyaslandığında önde gelen ülkemizin, tür çeşitliliğinin bozulma, azalma ve yok olma aşamalarından oluşan olumsuz bir süreç içerisinde olduğu ifade edilmektedir. Bundan dolayı ülkemiz doğa koruma araçlarının hukuki altyapısını oluşturarak, doğal kaynaklarını ve biyolojik çeşitliliğini uluslararası gelişmelere de paralel bir şekilde koruma kullanma dengesi içerisinde gelecek nesillere aktarmayı amaçlamaktadır. Son yıllarda potansiyel korunan alanları belirleme anlamında ilk örneklerini çeşitli üniversite ve sivil toplum kuruluşlarının gerçekleştirdiği Sistematik Koruma Plânlaması yaklaşımı, ülkemiz doğa korumacılığı gündeminde yer almaktadır. Bu itibarla Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yürüttüğü Biyolojik Çeşitlilik ve Doğal Kaynak Yönetimi Projesi (GEF II) kapsamında oluşturulan Biyolojik Çeşitlilik İzleme Birimi tarafından, Kıyı Ege Bölgesi’ne ait potansiyel korunan alanlar ağı, sistematik koruma plânlaması yaklaşımıyla ortaya çıkarılmıştır. Bu çalışmaya konu olan ve Kıyı Ege Bölgesi’nde gerçekleştirilen Sistematik Koruma Plânlaması yaklaşımı ile, bölgedeki tüm biyolojik çeşitlilik için koruma hedeflerine en verimli biçimde ulaşılabilecek koruma alanları ağı, coğrafi bilgi sistemleri ortamında yürütülen analizlerle saptanmıştır. Ayrıca, önerilen koruma alanları, kendi aralarında önceliklendirilmiş, her biri için koruma öncelikleri belirlenmiş ve koruma önerileri oluşturulmuştur. Koruma maliyetlerini asgari düzeyde tutmak amacıyla bölgeye ilişkin sosyo-ekonomik veriler ve tehdit katmanları da değerlendirmeye alınmış, korunacak alan miktarını en alt düzeyde tutmak için optimizasyon algoritmaları kullanılmıştır. Analizlerde, büyük memelilere yönelik bölge genelinde uygulanan anket, arazi ve literatür çalışmaları, literatürden derlenen kelebek verileri, arazi ve literatür çalışmalarına dayanan nadir/endemik bitki türlerine ilişkin veriler ile uydu görüntülerinden elde edilen ve arazi kontrolleri ile desteklenerek sınıflandırılan vejetasyon katmanı verileri kullanılmıştır. Biyolojik çeşitlilik üzerindeki baskı ve tehditlerin, bölge ekipleri tarafından coğrafi bilgi sistemleriyle haritalanması ve analiz edilerek öncelikli koruma alanlarının belirlenmesi sürecine dahil edilmesiyle, Kıyı Ege Bölgesi’ne ait biyolojik çeşitliliğin en az maliyetle en verimli biçimde korunmasına olanak veren alanlar saptanmıştır. Anahtar kelimeler: Biyolojik çeşitlilik, Sistematik koruma, Korunan alanlar ağı, Ege Bölgesi Abstract: Turkey, which is a very rich country in biodiversity especially in comparison with Europe, is said to be in such a negative process in which the biodiversity richness is degrading, decreasing and even becoming extinct. Therefore, Turkey aims to pass on its natural resources and biodiversity to the new generations in accordance with international development concerning environment with protection – usage balance through making legal infrastructure of the Nature Conservation Tools. Recently, which means determining potential protected areas, first examples of it held by vairous univeristies and NGOs, has been in the agenda of our Turkey’s nature conservation. Potential protected areas network in Aegean Coastal Area has been identified by the Biodiversity Monitoring 55 Unit of the GEF – Biodiversity and Natural Resource Management project that has been run by the Ministry of Environment and Forestry using the systematical protection planning approach. The network of protected areas which is subject of this study and have been conducted in Agean Coastal Area with Systematical Protection Planning Approach and would ensure protection aims in most effective way for all biodiversity has been determined with the analysis which have been carried out in GIS. Also, Proposed protection areas have been prioritized among themselves, protection priorities have been determined for each one and protection suggestions have been made up. To keep the protection costs at the minimum level, social – economic data and threat layers have been evaluated related to the region and to keep the amount of protected areas at the minimum level optimisation algorithms have been used. In the analyses, surveys of polls, field and litarature implemented towards the large mammals in the region, classified vegetation layer datas, buterfly datas gained from litarateure, datas related to endemic plant species depend upon field and litarature surveys and vegetation layer datas gained from satellite images and verified with field survey have been used. The areas which allow biodiversity of Egean Coastal Area to be least cost and most productive heve been determined through mapping and analysing the stress and threats on the biodiversity using GIS by region staff and including them into the process of determining of primary protected areas. Key words: Biodiversity, Systematical protection, Protected areas network, Aegean Region 1. Giriş Biyolojik çeşitlilik üzerindeki tehditlerin her geçen gün arttığı ve hızla artan sayıda türün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı günümüzde, acil koruma önlemleri kaçınılmaz bir gereksinim olmuştur. Öte yandan, biyolojik çeşitliliğin korunmasına ayrılan kaynaklar genellikle çok kısıtlıdır. Sistematik Koruma Plânlaması (SKP), zaman ve kaynaklardaki bu kısıtlılığı gözeterek, biyolojik çeşitliliğin en verimli biçimde nerede ve nasıl korunması gerektiğinin belirlenmesini içerir. SKP’nın değişmez bir parçası haline gelmiş olan Öncelikli Alanların Belirlenmesi işlemi, optimum koruma ağının ortaya çıkartılmasını sağlar. Bu tür bir koruma ağı, içerdikleri biyolojik çeşitlilik açısından birbirlerini tamamlayan alanlardan oluşur. Sistematik Koruma Plânlaması‘nın temel unsuru olan bu tamamlayıcılık ilkesi, ilk kez Kirkpatrich’in (1983) Tazmanya’daki biyolojik çeşitliliğin korunması için hazırladığı plânda tanımlanmış ve kullanılmıştır. Korunması gereken alanlara ilişkin anlayıştaki bu tarihi değişim, hem uluslararası bilim dünyasında (Margules and Pressey, 2000) hem de resmi koruma anlayışında hızla yerini almıştır. Tazmanya’dan sonra Avustralya ve Güney Afrika’da uygulamaya konulmuş, daha sonra ABD ve Avrupa’da uygulama alanı bulmuş ve uluslararası koruma kuruluşlarının gündemine girmiştir. Boşluk Analizinin gelişmesiyle şekillenen ve aşamaları arasında boşluk analizini de içeren SKP, bu tarihi yapılanma nedeniyle çok zaman bu terimle anılmaktadır. Türkiye’de koruma çalışmalarının daha sistematik bir şekilde yapılması ile ilgili ilk girişimler Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ve üniversitelerden gelmiştir. Uygulamaya yönelik çalışmalarda Çevre ve Orman Bakanlığı da kurum olarak yer almıştır. Türkiye’de gerçekleştirilen ve tek bir tür grubuna odaklanmayıp daha geniş perspektif gösteren ilk çalışma, Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) tarafından WWF Akdeniz Programı’nın bütün Akdeniz Havzası için gerçekleştirdiği boşluk analizi çalışmasıdır (Zeydanlı vd., 2005a). Bu çalışma sonucunda Türkiye’nin bütün Akdeniz havzasında biyolojik çeşitlilik açısından en önemli ülkelerden biri olduğu ortaya çıkmıştır. DHKD’nin GAP İdaresi ile başlattığı diğer bir çalışma da “Güneydoğu Anadolu Biyolojik Çeşitlilik Değerlendirme Projesi” olmuştur (Welch, 2004). Ardından Çevre ve Orman Bakanlığı GEF-II Biyolojik Çeşitlilik ve Doğal Kaynak Yönetimi Projesi kapsamında kurduğu Biyolojik Çeşitlilik İzleme Birimi (BİB) aracılığı ile “Türkiye Ulusal Boşluk Analizi Programı”nı başlatmıştır. 2005 yılında Biyolojik Çeşitlilik İzleme Birimi tarafından derlenen “Boşluk Analizi Kılavuzu” (Zeydanlı vd., 2005b) Türkiye’de SKP çalışmaları için ilk basılı doküman olmuştur. TEMA ve ODTÜ tarafından yürütülen Aşağı Kafkas Ormanları Boşluk Analiz Projesi (Zeydanlı, 2006) ile koruma plânlamasının sosyal boyutu gündeme girmiş ve koruma için öncelikli alanların belirlenmesinde bir unsur olarak ele 56 alınmıştır. Hali hazırda Doğa Koruma Merkezi (DKM) ile Çevre ve Orman Bakanlığı Bilgi İşlem Dairesi’nde yakın zamanda oluşturulan Biyolojik Çeşitlilik İzleme Birimi’nin ortak olduğu projelerle, Türkiye’nin tamamı için koruma plânlamasının tamamlanması hedeflenmektedir. Biyolojik Çeşitlilik İzleme Birimi Marmara Bölgesi için başlatılmış olan çalışmayla ve ardından plânlanacak diğer bölgelerle bu hedefe ulaşmada kilit rol alacaktır. Sistematik Koruma Plânlaması anlayışı, bilimsel alanda sürekli gelişme gösteren ve uygulandığı ülkenin koşulları ile o ülkeye özgü sorunların çözümlenmesi gereği altında kendini yenileyen bir anlayışa dayanır. Türkiye, SKP uygulamalarıyla bu yöntemi uygulayan ülkeler arasında öncü bir konumda olmuş ve özellikle de Kıyı Ege Bölgesi Boşluk Analizi çalışmaları kapsamında gerçekleştirilen “Tehdit Analizi Yöntemi” ve bu analizin koruma plânlamasında kullanılmasıyla SKP’ye yeni bir açılım getirmiştir. Sistematik Koruma Plânlaması uzamsal veri katmanlarının (haritaların) derlenmesi ve Coğrafi Bilgi Sistemleri yardımıyla birleştirilip analiz edilmesiyle başlar. Analizler sonucunda, koruma hedeflerine en verimli biçimde ulaşılabilecek öncelikli koruma alanları belirlenir. Kullanılan veri katmanları, çalışmanın amacına göre değişmekle birlikte, genellikle şu katmanları içerir: • Coğrafik– 1- Doğal faktörler: Yükseklik, eğim, iklimsel veriler (Ortalama yağış, sıcaklık, kar örtüsü gibi), toprak ve jeoloji katmanları, göl ve sulak alanlar, 2- Beşeri ve Ekonomik faktörler: Yerleşimler, yerleşim sınırları, yollar, köy bazında nüfus ve hayvan sayıları, geçim kaynakları, işsizlik, eğitim düzeyi ve gelir miktarı. • Biyoçeşitlilik – farklı hayvan ve bitki türleri için yayılış bilgileri. • Vejetasyon – bitki yaşam birlikleri, orman örtüsü ve örtünün bütünlüğü. • Korunan alanlar – varolan yasal koruma alanları ve bunların satatüleri. • Tehditler – biyolojik çeşitlilik üzerinde var olan özel baskı ve tehditler. Kıyı Ege Bölgesi Boşluk Analizi çerçevesinde gerçekleştirilen Tehdit Analizi ile bölgedeki biyolojik çeşitlilik üzerindeki tehditlerin uzamsal yapısı, yoğunluk, etki tipi, önlenebilirlik ve etki zamanı gibi faktörler açısından ayrıntılı olarak analiz edilmiştir. Analizden elde edilen sonuçlar, koruma için öncelikli alanların belirlenmesinde girdi olarak da kullanılmıştır. Türlerin yayılışlarına ilişkin verilerdeki eksikliklerin tamamlanması amacıyla dört memeli türü için yapılan yayılış modellemesinin sonuçları da koruma için öncelikli alanların belirlenmesi aşamasında girdi olarak kullanılmıştır. 2. Materyal ve Yöntem 2.1. Çalışma Bölgesinin Belirlenmesi, Araziden Veri Toplama, Tür Verilerinin Üretilmesi, Yaşam Birliği Haritalarının Üretilmesi Çalışma alanı sınırları belirlenirken ekolojik bölgeleri dikkate alan bir yaklaşımdan yola çıkılarak İzmir, Manisa, Uşak, Aydın, Muğla, Denizli illerini ve Balıkesir’in bir kısmını içine alan Kıyı Ege Bölümü çalışma sahası olarak belirlenmiştir. Arazi çalışmalarında bu illerin Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü (DKMP) mühendisleri görevlendirilmekle birlikte, yetersiz kalınan illere Biyolojik Çeşitlilik İzleme Birimi (BİB) merkez ekibinden katkı sağlanmıştır. Ayrıca arazi çalışmalarına İzmir Ormancılık Araştırma Müdürlüğü’nden bir araştırmacı ve Celal Bayar Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nden bir akademisyen katılmıştır. Bölgedeki biyolojik çeşitlilik desenlerinin anlaşılmasına yönelik çalışmalarda, farklı ekolojik gereksinimleri ve yaşam stratejileri olan ve alanın biyolojik çeşitliliğini iyi temsil ettiği düşünülen canlı grupları kullanılmıştır. Bu yaklaşımla, kelebekler, büyük memeliler, nadir ve endemik bitkiler ile bitki yaşam birlikleri çalışmanın biyolojik çeşitlilik temsilcileri olarak belirlenmiştir. Kelebek verileri, Die Tagfalter Der Türkei- Dem Volk der Türkei isimli kitaptan, 1597 adet verinin 10X10 km’lik kareler bazında Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS) ortamına aktarılmasıyla sayısallaştırılmıştır. Şemsiye tür olarak da bahsedilen ve besin, koruma ve üreme ihtiyaçlarından dolayı iyi bir temsilci tür grubu olan büyük memeliler grubuna ait veriler, arazi gözlemleri ve yörede yaşayan avcılar ve Çevre ve 57 Orman Bakanlığı çalışanlarına uygulanan anketler sonucunda elde edilmiştir. Anketlerin değerlendirilmesi, sorulmuş çapraz sorular ve literatür bilgileri ile yapılmıştır. Anket sonuçlarının % 50’si, güvenilir bulunmayarak değerlendirme dışında bırakılmıştır.Arazi gözlemi ve literatür taraması sonucunda derlenen, büyük memeli grubundan 19 türe ait olan 2246 adet kayıt, 10X10 km’lik kareler bazında tanımlanmıştır. Yine büyük bölümü arazi çalışmalarıyla elde edilmiş olan 606 adet nadir ve endemik bitki verisi aynı ortama aktarılmıştır. Aynı çalışmada, 5 adet Landsat TM görüntüsü ayrı ayrı yorumlanmıştır. Çalışmada alandaki tarım alanları görsel olarak yorumlanarak çıkarılmış, sınıflandırmaya dâhil edilmemiştir. Ekolojik bölge sınırları ve yüksekliğe göre çeşitli maskeler hazırlanmış, NDVI (vejetasyon) indisi, amenajman plân haritaları ve gerekli yerlerde hava fotoğrafları kullanılarak sınıflandırma tamamlanmıştır. Daha sonra araziden alınan kontrol noktaları yardımıyla doğruluk analizleri yapılmıştır. Kontrol noktaları, her sınıfa isabet edecek ve görüntüye homojen olarak dağılacak biçimde seçilmiştir. Son olarak, hata matrisi (error matris) kullanılarak araziden toplanan noktalar ile sınıflandırılan görüntü karşılaştırılmış ve bu noktaların hangi oranda doğru sınıfa atandığı kontrol edilmiş, elde edilen sonuçlara göre düzeltmeler yapılmıştır. Şekil 1.Çalışma alanı örtü sınıfları. 2.2. Büyük Memeli Verilerinin Analizi ve Bazı Türler İçin Verilerin Yayılış Modellemesi Yoluyla İyileştirilmesi Çalışmanın önemli kısımlarından bir tanesi, gösterge tür olarak büyük memeli türlerinin kullanılması ve bunlardan bazıları için uygun habitat modellemesi yapılmasıdır. Eldeki verilerin irdelenmesi ile kalitatif ve kantitatif sorunların değerlendirilmesi sonucunda, bu türlerden 7 tanesinin öncelikli alanların belirlenmesinde kullanılmasının uygun olacağına, bunlardan 4 tanesi (bozayı, çakal, karaca, yaban keçisi) için yaşam alanı uygunluk modelleri aracılığıyla veri kalitesinin iyleştirilebileceğine karar verilmiştir. Gösterge olarak kullanılan fakat modelleme yapılmayan diğer 3 58 tür (saz kedisi, kızıl geyik, çizgili sırtlan) için yayılış alanları toplanan verilerden elde edilmiştir. Diğer türler, veri yetersizliği, türün alanda her yerde bulunması, türün egzotik olması, kayıtların güvenilir olmaması gibi nedenlerle, öncelikli alanların belirlenmesinde kullanılmamıştır. Habitat uygunluğu modelleri, uygun öngörücü değişkenlerle ilişkileri tanımlayan fonksiyonlar kullanılmak ve bunları kısıtlayıcılarla çakıştırmak yoluyla oluşturulmuştur. Öngörücü değişkenler: vejetasyon örtü sınıfı, yükseklik, eğim ve insan etkisidir. Aşağıda bozayı için yapılan habitat uygunluk modeli formülleri ve üretilen habitat uygunluk haritaları verilmektedir. Z= <(1/ 3 * Vejetasyon Örtüsü uygunluğu)+(1/ 3 * Yükseklik uygunluğu)+(1/3 * (1-İnsan etkisi)) > *Kısıtlamalar İnsan Etkisi = 1*(Kırsal nüfus yoğunluğu)+ 1*(Yol yoğunluğu)+3*(Doğal alanlara uzaklık) Kısıtlayıcılar =Kentsel alana uzaklık*Su*Yükseklik Şekil 2. Bozayı için habitat uygunluğu Şekil 3. Bozayıların yaşadıkları bilinen bölgelerde habitat uygunluğu 2.3. Bölgenin Tehditler ve Koruma Olanakları Açısından Analizi Bölgedeki biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik faaliyetlerin plânlanması için yürütülecek çalışmalarda, var olan biyoçeşitliliğin saptanması kadar, bunlara yönelik tehditlerin belirlenmesi, gelecekte tehdide açık olabilecek yerlerin saptanması ve bu tehditlerin azaltılması için alınacak önlemlerin koruma maliyetini nasıl etkileyeceklerinin irdelenmesi de önemlidir. Bu analizler sonucunda elde edilen bilgiler, biyolojik çeşitlilik verileriyle birlikte, koruma için öncelikli alanların saptanmasında girdi oluştururlar. Ayrıca, tüm koruma çalışmalarında, biyolojik çeşitliliği etkileyen faktörlerin uzamsal yapısını ortaya koyan haritaların oluşturulmasını sağlarlar. Analizde kullanılan katmanlar iki grupta yer almaktadır. Birinci grupta; bölgede ulaşılabilirliği ve toplam genel baskı miktarını etkileyen unsurlar ve bunların irdelenmesi için kullanılan katmanlar (yerleşim alanları, nüfus yoğunluğu, yol ağı yoğunluğu, yükseklik, eğim) ikinci grupta ise; doğrudan tehditlerin gösterildiği katmanlar yer alır. Ege Bölgesi Boşluk Analizi Çalışması kapsamında, çalışma alanında bulunan illerden gelen ve kendi bölgelerinde arazi çalışmalarını yürütmüş olan teknik ekibin katıldığı çalışmada, bölgede var olan tehdit grupları saptanmıştır. Ayrıca BİB tarafından bölge genelinde mevcut madencilik faaliyetleri ve bu faaliyetlerin etki düzeylerinin tespit edilmesine yönelik bir çalışma da gerçekleştirilmiştir. Daha sonra Biyolojik Çeşitlilik İzleme Birimi-CBS uzmanları yardımıyla, CBS ortamında ve uygun altlık katmanları üzerinde çalışılarak, her baskı türünün etkili olduğu alanlar belirlenmiş, tablosal bilgileri doldurulmuştur (Çizelge 1). 59 Çizelge 1. Çalışma alanında biyolojik çeşitlilik üzerine etki eden tehditler Sınıf Etki zamanı Yoğunluk Önlenebilirlik Açıklama I. Alan II.Alan Çizelge 1. deki sütunlarda verilen bilgilerin açıklaması aşağıdaki gibidir: Sınıf; tehdit sınıfını, etki zamanı; tehdidin şimdi mi yoksa gelecekte mi etkili olduğunu, yoğunluk; etkinin yoğunluğunun “az”, “orta” veya “çok” seviyesinden hangisine girdiğini, önlenebilirlik; etkinin ortadan kaldırılmasının ne kadar zor olacağını ifade ederken bunun “kolayca önlenebilir”, “uğraşılarak önlenebilir” ve “önlenemez” kategorilerinden hangisiyle ifade edilebileceğini ifade etmektedir. Açıklama sütununda ise tehdide ilişkin daha ayrıntılı açıklamalar yer almaktadır. Belirlenen tehdit grupları; makiliklerin tarım alanına dönüştürülmesi, yanlış ormancılık uygulamaları, kirlilik, su kaynaklarının yanlış kullanımı, maden alanları, aşırı otlatma, turizm, usulsüz avcılık, tıbbi amaçlı bitki toplanması, ormana bırakılan evcil hayvanların zamanla vahşileşerek hızla üremesi olarak belirlenmiştir. Bu katmanlardan uygun olanların hep birlikte analizi sonucunda, mevcut baskıların yoğunluğu ve dağılımı, önümüzdeki yıllarda ortaya çıkması beklenen tablo ve koruma maliyetlerinin uzamsal yapısı ortaya çıkartılmıştır. Her bir etmenin ortaya çıkardığı tehdide açıklık irdelenirken, “kesin olmayan ilişki fonksiyonları” kullanılmıştır. Bu fonksiyonlar, etki kaynağından uzaklaştıkça tehdide açıklığın azaldığı gerçeğinden yola çıkarak, tehdide açıklık için 0 ile 1 arasında değerler alan yüzeyler oluşturulmasına olanak sağlarlar. Bu yolla, kesin tehdide açıklık skorları kullanmak yerine, süreklilik gösteren değerler kullanılır ve farklı etmenlerin birleştirilmesi sırasında bilgi kaybedilmesi önlenir. Bu analizlerde üç farklı ilişki fonksiyonu kullanılmıştır. Bu fonksiyonlar (IDRISI, 2006) baskı kaynağından uzaklaştıkça etki miktarının nasıl değiştiğini tanımlarlar. İlişki fonksyonunun tipi, eğimi ve etkinin başlangıcını ve bitişini tanımlayan uzaklıklar, her bir baskı tipi için ayrı ayrı belirlenmiştir. Tehdide açıklık, her bir baskı tipi için analiz edilmiş olup sonra birleştirilmiştir. Şekil 4. Doğrusal azalan Şekil 5. Sigmoid azalan Şekil 6. J-biçimli azalan Sözkonusu analizler sonucunda, koruma çalışmalarında yol gösterici olmaları amacıyla “Toplam Tehdide Açıklık”, “Önlenebilecek Baskılar Sonucunda Ortaya Çıkan Toplam Tehdide Açıklık”, “Önlenmesi Mümkün Olmayan Tehditler Nedeniyle Ortaya Çıkan Toplam Tehdide Açıklık” ve “Biyolojik Çeşitlilik Üzerinde Gelecekte Ortaya Çıkması Beklenen Tehditler” gibi katmanlar oluşturulmuştur. 60 Şekil 7. Bölgedeki Tüm tehditler Şekil 8. Uğraşarak Önlenebilecek Tehditler Şekil 9. Önlenemeyecek Tehditler 3. Koruma İçin Öncelikli Alanların Belirlenmesi 3.1. Tür Önem Puanlarının ve Koruma Hedeflerinin Belirlenmesi Boşluk analizinin ana hedefi, koruma ağındaki boşlukların en iyi biçimde doldurulabileceği alanları bulmaktır. Gösterge tür ve yaşam birliklerine önem puanları atanması, korunması gerektiği belirlenen alanlar arasında bir önceliklendirme yapılmasına olanak sağlar ve türün endemik olup olmadığına, nadirliğine bağlıdır. Bu önem puanı, her tür için tek tek, türün bütün Türkiye’deki yayılışı, IUCN kırmızı liste kategorisi ve endemik olup olmadığı gözönüne alınarak, tür grubuna özgü formüllerle hesaplanmıştır. Yaşam birlikleri için önem puanları ise uzmanlarla birlikte belirlenmiştir. Koruma hedefleri, yeterli koruma için her bir türün bulunması gereken çalışma birimi sayısıdır. Her bir çalışma karesinin alanının (yaklaşık 100km2) fazla olması nedeniyle, türlerin çoğunluğu için bu değer 1 olarak belirlenmiştir. Bireylerin yaşama bölgeleri çok geniş olan türler için ise koruma hedefi iki çalışma biriminde temsil edilmektir. Yaşam birlikleri için koruma hedefi, yaşam birliğinin korunan alanlar ağında olması istenen yüzölçümüdür. Bu değer hesaplanırken gözönüne alınan etmenler, yaşambirliğinin çalışma bölgesinde kapladığı alan ile, varlığının sağlıklı olarak devamı için gereken minimum alandır. Genel olarak kullanılan değerler, %10 alan ve en az 10 hektardır. 3.2. Tür Yayılışlarının Kareler Bazında Tanımlanması Örtü sınıfları çalışma birimlerine aktarılırken, her bir orman türünün birim içinde kapladığı alan hesaplanmıştır. Endemik bitkiler, kelebekler ve büyük memeliler için veriler zaten çalışma kareleri bazında toplanmıştır. Yayılış modellemesi yapılan dört tür için ise, önce uzman tarafından belirlenen minimum uygunluğun üzerinde olan alanlar belirlenmiş, türün var olduğu bilinen alanlara çok uzak bölgeler çıkartılmış, uygun alanların her birimde kapladıkları minimum alan miktarı ve yüzdesi hesaplanmıştır. Son olarak da, 1000 hektardan büyük uygun alanlar içeren ve yüzölçümünün %15’inden fazlası uygun olan kareler belirlenmiştir. 3.3. Tehditler ve Koruma Olanaklarının Çalışma Birimleri Bazında Tanımlanması Öncelikli alanların belirlenmesinde kullanılan algoritmalar koruma maliyetini en azda tutmaya çalışırlar. Analizde değerlendirilen maliyet, bölgede yaşayan insanlar için koruma önlemleri sonucunda ortaya çıkacak tüm maddi ve manevi olumsuzlukları, ayrıca koruma çalışmalarında karşılaşılacak zorlukları da yansıtan bir değerdir. Optimizasyon algoritmasının kullandığı maliyet fonksiyonundaki terimlerden bir tanesi, her bir çalışma birimine ilişkin koruma maliyetidir. Şu anda 61 var olan tüm baskılar ve geleceğe yönelik tehditler koruma maliyetini etkileyeceğinden, bu değer tehdit analizinin sonucundan elde edilmiştir. Maliyet yüzeyi hesaplanırken, biyoçeşitlilik üzerinde önlenmesi mümkün olmayan tüm baskı ve tehditlere önemli ağırlık verilmiş, bu yolla önlenemeyecek olumsuzlukların bulunduğu bölgelerin, ancak alternatif yerler olmadığı durumlarda öncelikli koruma alanları arasında yer alması garantilenmiştir. Önlenebilecek tehditler de koruma maliyetini etkilerler, çünkü önlenmeleri için çaba ve kaynak harcamak gerekir. Maliyet = (şu anda geçerli olan tüm önlenebilir baskılar) + 5*(şu anda var olan ve yakın gelecekte ortaya çıkması beklenen tehditler) Bu ağırlıklar, çalışma birimi başına ortalama değeri yaklaşık olarak 1 olan maliyetler bulunmasını sağlar. Bu yöntemle hesaplanan ortalama maliyet yüzeyi Şekil 10. da gösterilmiştir: Şekil 10. Ortalama koruma maliyeti yüzeyi. 3.4. Öncelikli Alanların Belirlenmesi Öncelikli koruma alanları belirleme prosedürlerinin temelinde, içerdiği biyolojik çeşitlilik açısından birbirlerini tamamlayan birimlerden oluşan bir koruma ağı belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcılık analizi yatar. Bu analiz, eldeki verilerin iyileştirilmesini, tehditlerin irdelenmesini ve koruma maaliyetlerinin en aza indirilmesini de içerecek şekilde genişleyebilir. Analizlerde yazılım olarak, The Nature Conservancy tarafından geliştirilmiş olan SITES 1.0 kullanılmıştır. SITES’ın alan belirleme modülü, portföy adı verilen ve en az maliyetle istenilen koruma hedeflerine ulaşılabilen çalışma birimlerinden oluşan optimum öncelikli alanlar ağını belirler. Algoritma, tüm koruma hedeflerine ulaşılabilen ama toplam maliyeti en düşük olan portföyü bulurken, birbirlerine ve korunan alanlara bitişik alanları seçmeye çalışır. 62 Optimizasyon algoritması için maliyet fonksiyonu Toplam maaliyeti hesaplamak için belirlenen formül; şeklindedir. Bu fonksiyonda ilk terim, sonuç portföyündeki çalışma birimleri için tehdit yüzeyinden hesaplanan koruma maliyetidir. İkinci terim, koruma hedefine ulaşılamayan tüm biyoçeşitlilik göstergeleri için ceza puanlarının toplamıdır. Son terim ise toplam sınır uzunluğunun sınır etkisi parametresi ile çarpımıdır. 3.5 Öncelikli Alanlardaki Hedef Türler Arasında Önceliklendirme Yapılması Her bir öncelikli alandaki hedef türler, o alanda bulunan biyoçeşitlilik göstergeleridir. Bu göstergelerin kendi aralarında önceliklendirilmesi, koruma plânlaması açısından önem taşır. Önceliklendirmenin formülasyonunda; • Gösterge tür için çalışma biriminde koruma hedefine ulaşma yüzdesi, • Nadirliği, endemik olup olmadığı ve IUCN tehdit kategorisine göre belirlenen tür önem (veya ceza) puanı, • Gösterge türün çalışma alanındaki miktar veya popülasyonlarının seçilen karelerde hangi oranda temsil edildiği kullanılmıştır. Gösterge türün her bir çalışma birimindeki (ÇB) öncelik puanı şu şekilde hesaplanmıştır: ÇB içindeki öncelik değeri = (ÇB’deki miktar / Hedef) + (Ceza puanı / 2) + [(1 / ÇB’deki miktar) + (2 / Çalışma alanındaki miktar)] 4. Sonuç ve Tartışma Bu çalışma, koruma çalışmalarına ayrılan kısıtlı kaynaklara karşın biyolojik çeşitlik üzerinde giderek artan tehditler karşısındaki acil koruma gereksinimlerinden doğmuştur. Çalışmada, tüm biyolojik çeşitliliği yeterli ölçüde barındıran bir koruma alanı ağı oluştururken koruma maliyetlerini elverdiğince düşük tutmaya çalışan Sistematik Koruma Planlaması’nın (SKP) esaslarından yararlanılmıştır. Çalışmada, biyolojik çeşitlilik üzerinde şu anda var olan ve yakın gelecekte ortaya çıkması beklenen tüm tehditlerin uzamsal yapısının analiz edilmesi için bir yöntem geliştirilmiştir. Bu analizde tüm baskılar, baskı tipi, baskı yoğunluğu, önlenebilirlik ve etki zamanı açısından ayrıntılı olarak irdelenmiştir. Bu yöntem, daha fazla geliştirilebilir ve analizler daha fazla bilgiyle iyileştirilebilir. Bu çalışmayla ortaya çıkartılan öncelikli koruma bölgeleri, yöredeki biyolojik çeşitliliğin en az maliyetle en verimli biçimde korunmasına olanak sağlar. Bu bölgelerin hepsi birden tam bir koruma ağı oluştururlar ve eksiksiz bir koruma için her birimde koruma önlemleri almak gereklidir. Bu alanların kendi içerisindeki önceliklendirme, koruma önlemleri alınmasının aciliyetini yansıtır ve alanların barındırdıkları türlerin durumlarına bağlıdır. Koruma önlemleri yaşama geçirildikçe, öncelikler değişebilir. Bu aşamalarda önceliklendirme analizlerinin eldeki verilerle yenilenmesi, koruma amacıyla yapılan plânlama ve etkinliklerin verimliliğini arttırır. BİB tarafından Kıyı Bölgesinde uygulanan SKP yaklaşımının sonuçlarının, DKMP Genel Müdürlüğü tarafından Kıyı Ege Bölgesi’nde ilan edilen mevcut korunan alanlarla, tam olarak çakışmadığı belirlenmiştir. SKP yaklaşımı, DKMP Genel Müdürlüğü gibi korunan alanlarla ilgilenen diğer kurumların da (SİT alanları, ÖÇK Alanları vs.) uygulayabileceği yeterli bilimsel altlığı olan ve dünyada kabul gören bilimsel bir yöntemdir. 63 Şekil 11. Koruma için öncelikli kareler ve korunan alanlar. Şekil 11.de ortaya konulan koruma için öncelikli alanların konumları ve içerdikleri unsurlar açısından değerlendirilmesi sonucunda şu öneriler ortaya konmaktadır: Salihli ve Ödemiş arasında yer alan öncelikli alanlar kümesinin yakınında hiç bir mevcut korunan alan yoktur. Bu bölge Bozdağ masifinin en yüksek kısımlarını kapsar ve çok yüksek önceliklidir. Küme, aynı zamanda en yüksek tür zenginliğine (112 takson, tüm temsilcilerin %25’ine) sahip çalışma birimini de içerir. Birçok bitki ve kelebek taksonu, önerilen öncelikli alanlar ağının, hatta tüm çalışma alanının başka bir yerinde görülmez. Alanın önemi dikkate alınarak, zonlama içeren resmi bir koruma alanı statüsü önerilir. İzmir kentinin hemen güneydoğusunda doğu-batı doğrultusunda uzanan öncelikli alanlar kümesi de yine Bozdağ masifinin bir parçası olmakla birlikte bu kesimin, masifin ortasına düşen yüksek kesimlerden oldukça farklı bir tür kompozisyonu barındırdığı anlaşılmaktadır. Yakındaki kentsel gelişim alanlarının baskısından korunmak için bir çeşit resmi koruma statüsü gerekebilir. Bornova’nın (İzmir) hemen kuzeyinde tek bir öncelikli birim ayrıca yer alır, ancak buraya ait birçok biyoçeşitlilik unsuru günümüzde tükenmiş olabilir. Datça ve Bozburun yarımadaları çok yüksek öncelikli bölgelerdir. Bazı nadir büyük memeli türlerinin ve tercih ettikleri yaşam ortamlarının korunması yanısıra birçok nadir kelebek ve bitki türünün varlıklarını sürdürmeleri diğer kaygılardan önce gelmelidir. Koruma hedeflerine, yeni korunan alanların ilanı, mevcut alanların sınırlarının genişletilmesi ve giriş-çıkışların daha etkin denetim altına alınması yöntemlerinin bileşimiyle ulaşılabilir. Marmaris’in kuzeydoğusundaki öncelikli alan kümesi, ormanlık alanları ve Köyceğiz gölünün bir kısmını kapsar. Çok fonksiyonlu, ekosistem temelli bir orman amenajmanı ile gölün mevcut ÖÇK statüsünün birleşmesi mevcut biyoçeşitlilik düzeylerini sürdürmek için yeterli olabilir. Mevcut Dilek Yarımadası- Büyük Menderes Milli Parkı’nın batı sınırlarının doğuya doğru genişletilmesi ya da milli parkın hemen doğusundaki kesimlerin ekosistem temelli ve biyoçeşitliliğe 64 odaklı bir orman amenajmanı altına alınması gereklidir. Bu kümenin kuzeyinde Selçuk yakınında yer alan bir öncelikli çalışma birimi, milli parkla bağlantısı söz konusu olmadığından ayrıca ele alınmalıdır. Bölge, yoğun bir turizm ve tarım kullanımına sahne olduğu için koruma fırsatları yerinde incelenmelidir. Bergama, Soma, Tire ve Milas yakınlarında yer alan küçük öncelikli alan kümeleri, bu birimlerde yer alan az sayıda hedef türü korumayı dikkate alacak şekilde yönetilebiir. Kaz Dağı Milli Park’ı güneyinde yer alan öncelikli birimler biyoçeşitlilik açısınan milli parkın bir uzantısı olabilir. Mevcut milli park sınırlarının genişletilmesinin gerekip gerekmediği daha ayrıntılı araştırmalar sonucunda ortaya çıkacaktır. Denizli’nin kuzeydoğusunda yer alan öncelikli alandaki biyoçeşitlilik unsurları, halihazırda mevcut Honaz Dağı Milli Parkı tarafından yeterince korunuyor olabilir. Bu öncelikli bölgeler için yapılacak koruma plânlamasında bir sonraki aşama, her bir bölgede alınacak koruma önlemleri (korunan alan oluşturulması, korunan alanların sınırlarının genişletilmesi, faaliyet kısıtlaması getirilmesi vb.) için sınırların belirlenmesi ve bu sınırlar içindeki alan için bir koruma plânlaması hazırlanmasıdır. Bu çalışmalar, alanlardaki hedef türlere ve bu hedef türlerin alandaki önceliğine dayanmalıdır. Teşekkür: Bu çalışmanın arazi bölümünü yürüten Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’ne bağlı taşra ekibinden Atilla Küçükala (Muğla), Sadık Yılmaz, Ali Aydın, Osman Ceylan, Hakan Körbalta (Aydın), Mustafa Kallimci, Zülfi Karatepe (Denizli), Uğur Ulaşoğlu (Uşak), Sebati N. Akbaş, Ahmet Malkara (Manisa), Hasan Basri Avcı’ya (Balıkesir); arazi çalışması esnasında vejetasyon bilgilerinin toplanmasında yardımcı olan Celal Bayar Üniversitesi’nden Ar.Gör. Cenk Durmuşkahya’ya; Boşluk Analizi çalışmasının Türkiye’de yerleşmesine büyük katkıları olan Dr.Uğur Zeydanlı’ya; büyük memeliler ve modellemesi konusunda bilgi ve desteğinden faydalandığımız Doç.Dr. Can Bilgin’e; büyük memeli arazi çalışmaları sırasında destek veren Dr.Emre Can’a; İzmir İl Çevre ve Orman Müdürlüğü şöförlerinden Mehmet Öztaş’a teşekkürlerimizi bir borç biliriz. Kaynaklar Hesselbarth, G., Oorschot, H.Van, Wagener, S.1995. Die Tagfalter Der Türkei- Dem Volk der Türkei, Bocholt : Selbstverlag Sigbert Wagener. IDRISI Andes Guide to GIS and Image Processing, 2006. Clark University. Kirkpatrick, J.B. 1983. An Iterative Method for Establishing Priorities for the Selection of Nature Reserves: An Example from Tasmania. Biological Conservation: 25: 127 -134. Margules, C.R. and Pressey, R.L., 2000. Systematic Conservation Planning, Nature 405: 242 -253. Welch, H. J. (ed.), 2004. GAP Biyolojik Çeşitlilik Araştırma Projesi 2001-2003 – Sonuç Raporu. DHKD (Türkiye Doğal Hayatı Koruma Derneği), İstanbul, Türkiye. Zeydanlı, U. (ed.), 2006. Aşağı Kafkas Ormanları Boşluk Analizi, BTC Çevresel Yatırım Programı proje teknik raporu G-04-BTC/ANK-00101, Ankara, Türkiye. Zeydanlı, U.; Welch, H; Welch, G; Altıntaş, M; Domaç, A., 2005a Gap Analysis and Priority Conservation Area Selection for Mediterranean Turkey, Technical Report, WWF-Turkey. Zeydanlı, U., Turak, A., Tuğ, S., Kaya, B., Domaç, A., Çakaroğulları D., Kündük, H., Çekiç, O. 2005b Boşluk Analizi Kılavuzu. Biyolojik Çeşitlilik İzleme Birimi, Ankara, Türkiye. 65 Doğaya İlişkin İnançlar, Kültür ve Çevre Sorunları Arasındaki İlişkilerin Kuramsal Bağlamda İrdelenmesi Examination of Connections Among Nature Believes, Culture and Environmental Problems In Theoretical Context Emel BAYLAN Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü, Dışkapı, Ankara [email protected] Özet: Günümüzde, küresel ve yerel ölçekte karşı karşıya kalınan su krizi ve küresel iklim değişimi gibi çevre sorunları, bireylerin ve toplumların çevre duyarlılığını çeşitli biçimlerde etkilemektedir. Öyle ki, Dünya, bu ve diğer çevre sorunlarını azaltmak ve gidermek için bireysel ve toplumsal pratiklerde ve yaklaşımlarda ciddi değişime ihtiyaç duyulan bir dönem yaşamaktadır. Böylesi bir değişim için gerekli temel adımlarından biri ise, toplumların doğayla ilgili inanç ve tutumlarını, dolayısıyla doğa ile ilişki kurma biçimlerini anlayarak, kendilerini yeniden sorgulamalarıdır. Bireysel ve toplumsal düzeyde bu konuda yaşanacak gerçekçi bir sorgulama, çevreye ilişkin sorunların giderilmesi sürecinde, gerçekçi çözümler geliştirilmesi yönünde önemli katkılar sağlayacaktır. Bu çerçevede çalışmanın amacı, farklı “dünya görüşleri” kapsamında, insanın doğayı algılama biçimi, ona ilişkin tutumu ve bağlantılı çevre değerlerinin kritik edilmesi ve konunun, Türkiye’deki çevre ve doğa koruma alanında yapılan çalışmalardaki öneminin vurgulanmasıdır. Bu amaçla çalışmada, insan- doğa ilişkileri, doğa inancı, çevresel değerler ve birbirleriyle bağlantıları, “kültürel teori” kapsamında irdelenmiştir. Elde edilen bilgiler ve örnekler çerçevesinde, farklı dünya görüşlerinin çevre sorunlarına olumlu ve olumsuz katkıları olabileceği ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, çevre sorunlarının önlenmesi, azaltılması ve doğayı korumaya yönelik çalışmaların başarılı olabilmesi için gerekli olan değişimin gerçekleşmesinde, toplumların doğayla kurdukları ilişkilerin analiz edilmesi ve anlaşılmasının önemi vurgulanmıştır. Anahtar kelimeler: Doğa inancı, Doğaya ilişkin tutumlar, Kültürel teori, Çevre sorunları. Abstract: Nowadays, environmental problems such as water crisis and climate change at global and local scales are affecting environmental sensitivity of individuals and communities in various ways. Therefore, Earth is living a period that needs serious changes in individual and community praxis and approaches to reduce and overcome these environmental problems. One of the main steps for this change is to question of communities their selves once again by understanding believes about nature and attitudes towards nature and accordingly, by understanding the relations with nature. A realistic questioning about this issue in individual and community levels will provide significant contributions to develop realistic solutions in the process of reducing and overcoming the environmental problems. In this framework, aim of the paper is to criticize nature perception, attitudes towards nature and related environmental values of human communities in the concept of different “world views” and to emphasize the importance of this issue for the ongoing activities in Turkey in environment and nature conservation fields. According to the aim, human-nature relations, nature belief, environmental values and connections among these are examined within the scope of “cultural theory”. In the framework of the information gathered from literature review and previous case studies, it is determined that different world views might have positive or negative contributions to environmental problems. As a result, it is emphasized that in achieving the needed change, to prevent and reduce the environmental problems and to be successful in nature conservation activities, to analysis and comprehend the relations of communities with nature are essential. Key words: Nature belief, Attitudes towards nature, Cultural theory, Environmental problems. 1. Giriş Günümüzde bireysel ve toplumsal yaşamda hissedilir düzeyde karşı karşıya kalınan çevre sorunları, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan itibaren dikkatleri çekmeye başlamıştır. Savaş sonrası hızlanan ve günümüzde artarak devam eden kalkınma çabalarıyla birlikte, insan-doğa ilişkilerinin olumsuz sonuçları ilk olarak, sanayileşmeye öncülük eden, günümüzün “gelişmiş” ülkelerinde hissedilir düzeye gelmiştir (Ünder, 1996). Son yıllarda ise, küresel iklim değişikliği, kuraklık ve su krizinin, tüm insanların yaşam biçimlerini ve ulusların gelişme-kalkınma çabalarını kısa ve uzun vadede etkileyecek boyutlarda olduğu görülmektedir. Bu durum bireylerin ve toplumların çevreye ve çevre sorunlarına duyarlılığını farklı düzeylerde ve biçimlerde etkilemiştir. Gerek küresel ve yerel ölçekteki politika ve uygulamalarda gerekse bireylerin yaşamında, “çevre” ve doğa koruma çalışmaları önem verilen temel konulardan biri haline gelmiştir. Farklı ülkelerde çevreye duyulan ilgi konusunda, Türkiye’nin de aralarında olduğu 24 ülkede yaklaşık 27,500 denek üzerinde yapılan bir çalışmada, 11 67 ülkede denekler çevre sorunlarını ülkelerindeki ilk üç sorundan biri olarak görmekte iken, 12 ülkede deneklerin çoğu çevre sorunlarını “çok ciddi” olarak nitelendirmişlerdir. Çoğu denek, çevre sorunlarının kendi sağlıklarını şimdiden etkilediğini ve gelecekte, çocuklarının ve onların çocuklarının hayatlarını da olumsuz etkileyeceğine inanmaktadırlar. Çalışmada, çevre sorunlarından daha önemli görülen sorunların başında ise ekonomik sorunların geldiği belirtilmiştir (Dunlap et al., 1992). Bu ve benzer sonuçlar ve güncel gelişmeler ışığında, pek çok ülkede son zamanlarda çevre konusundaki hassasiyetin geçmiş dönemlere göre daha yüksek olduğu söylenebilir. Gelişmemiş/gelişmekte olan ülkelerde bile, insanlar çevreye ilgi duymakta ve hatta bazı durumlarda, çevreyi korumaya, ekonomik gelişmeden daha çok önem vermektedirler (Schultz, 2002). Dolayısıyla bireylerin ve toplumların, çevre sorunlarının çözümü çabasında önemli bir dönemde oldukları görülmektedir. Bu dönem, tüm “yaşam biçimlerinin” kaliteli bir biçimde devamı için, olumlu ve olumsuz deneyimler ışığında, doğayla ilgili inançlarında, onunla ilişki kurma biçimlerinde, çözüme yönelik dönüşümü ve değişimi gerçekleştirmek için bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan bakıldığında insanın, doğaya ilişkin inançları ve tutumu, “kalkınma” çabaları ve yaşam biçimleri arasındaki bağlantıları gerçekçi bir biçimde gözden geçirmesi ve yeniden yorumlaması atılması gereken adımlardan biri olarak görünmektedir. İlk deneyimleri sonucu doğadan korkan ve ona karşı kendini koruma ihtiyacı duyan insan, o dönemdeki doğa algısıyla, doğayı kontrol altına alma, ona müdahale etme ve değiştirmeye yönelik bir tutum izlemiştir (Hançerlioğlu, 1996). Günümüzdeki tablo ise, insanın teknik ve bilimsel açıdan ulaştığı düzey, bu süreçte doğaya ilişkin deneyimleri ve çevre sorunlarının ulaştığı boyutlar, ilk dönemlere ait doğa algısında ve inançlarında önemli değişimler olmadığını düşündürmektedir. Oysa doğaya ilişkin inançlar, araziye yüklenen değerler ve kaynakların yönetimi için geliştirilen kültürel pratikler, doğadan yararlanma biçimlerini, çevre yönetim tercihlerini ve uygulama stratejilerini etkilemektedir (Nightingale, 2003). Bu bağlamda, toplumların gelişme ve kalkınma sürecinde doğadan yararlanma biçimlerinde ve bu süreçte çevre sorunlarının ortaya çıkmasındaki temel faktörlerin; birbiriyle etkileşim haline olan doğa algısı-inancı-onunla ilgili tutumu olduğu söylenebilir. Dolayısıyla soruna kalıcı ve pratik çözümler geliştirebilmek için, Pretes (1997)’de de belirttiği gibi, toplumların doğaya müdahale ve kontrol biçimine, ilişkili doğa algılarına ve inançlarına ve güç ilişkilerinin zamanla ne yönde geliştiğine ve değiştiğine bakılması gerekmektedir. Farklı dünya görüşü ve kültürlere yönelik araştırmalar, doğa inancı, çevre ideolojileri ve karşı karşıya kalınan çevre sorunları konusunda açıklayıcı bilgiler ortaya koyabilmektedir (Eisler vd., 2003). Her kültür, toplumsal yaşamında bütünlük sağlamak için bir dizi kural tanımlarken, aynı zamanda bireylerin ve toplumun doğayla kurduğu ilişkinin çerçevesini de belirlemektedir. Buna göre, doğa ile ilişkili inançların, düşüncelerin ve eylemlerin biçimlenmesinde, bireysel ve toplumsal “kültür” belirleyici rol oynayan faktörlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun yanında, insanların çevre sorunlarını kavrayışı ve bunlara yönelik geliştirdiği çözümler de yine “kültür”ün süzgecinden geçerek gerçekleşmektedir (Schultz, 2002; Corbett, 2006). Bu durumda çevre sorunlarının çözüm sürecindeki önemli aşamalardan biri, farklı kültürlerdeki insanların karşı karşıya kaldıkları çevre sorunlarına (Eisler vd.,, 2003), doğaya nasıl yaklaştıklarının anlaşılması ve dersler çıkarılmasıdır. Bu kapsamda son yıllarda, toplulukların, yaş, eğitim, siyasi görüş, dini görüş, yerleşim alanı, cinsiyet gibi sosyokültürel özelliklerinin çevre duyarlılığındaki rolüyle ilgili araştırmalar ağırlık kazanmıştır (Dunlap, 1992; Schultz, 2001). Ancak, mevcut durumda sorunun bu boyutuna Türkiye’de ne yazık ki yeteri kadar önem verilmemektedir. Ulusal ve yerel ölçekte, çözüme yönelik çoğu çalışmada, çevre sorunları hala sadece teknik, sorunu yaratan ve yaşayan insanlardan ve gruplardan bağımsız görülen ve kültürel boyutu büyük oranda ihmal edilen bir konudur. Oysa günümüzde, çevre sorunlarının çözümü için acil yapılması gerekenlere dair pek çok söylev verilmekte, çevreye duyarlı yaşam biçimlerinin ve yönetim sistemlerinin gerekliliği, yerelden küresel ölçeğe kadar her düzeyde, farklı paydaşlar tarafından dile getirilmektedir. Bu söylevlerde dile getirilen sorunların çözümü temelde, doğaya ilişkin inançlarda, dünya görüşlerinde ve kültürel pratiklerde, doğaya duyarlı “değişim”e bağlıdır. Böylesi bir değişim 68 sürecinin önemli adımlarından biri ise, sorunun tarafı olan birey ve grupların mevcut doğa inançlarının ve bu inançlarla bağlantılı değer ve tutumların farklı yönleriyle anlaşılmasıdır. Bu bağlamda çalışmanın amacı; farklı “dünya görüşleri” çerçevesinde, insanın doğayı algılama biçimi, ona karşı olan tutumu ve bağlantılı çevre değerlerinin kritik edilmesi ve Türkiye’de çevre ve doğa koruma alanında yapılan çalışmalarda da gerekli olduğunun vurgulanmasıdır. Bu amaçla çalışmada, insandoğa ilişkileri, doğa inancı, çevresel değerler ve birbirleriyle ilişkileri, kültürel teori kapsamında incelenmektedir. 2. İnsanın Doğaya İlişkin İlk İzlenimleri, Algısı ve İnancı Algı; nesnel dünyayı duyular aracılığıyla öznel dünyaya aktarma; duyumları yorumlayarak anlam verme (Morgan, 1993; Hançerlioğlu, 1996) ve aynı zamanda bir eylem sürecidir (Ingold, 1992). Ingold (1992)’ye göre, Dünya onda eylemde bulundukça ve eylemde bulunulduğu sürece algılanır. Bireysel ve toplumsal deneyimler ile gelişen düşünce ve duygu dünyası, insan türünün varlığının ilk anından itibaren, insanın diğer insanlara ve doğaya karşı davranışlarını biçimlendirmiştir. Bu nedenle, birbiri ile bağlantılı düşünce-duygu-davranış, çevre koşulları, deneyimler ve değer yargılarının belirlediği algı (Kağıtçıbaşı, 1988), tutum ve süreçte gelişen inançlar, insanın içinde bulunduğu doğal ve kültürel çevreyle olan ilişkilerini yönlendirmektedir. İnsanın doğayla ilişkileri; doğadan kopuş sürecinde, kendini gerçekleştirmeye başlaması, doğa koşulları karşısındaki durumu, diğer canlılar ve insanlarla ilişkileri çerçevesinde gelişmiş ve gelişmeye devam etmektedir. İnsan yaşamını etkileyen ilk somut faktörler; doğa ve etrafındaki diğer insanlardır. Evrimsel süreçte insan, dış koşullardan kendini korumak için doğadaki diğer canlılardan farklı olarak usunu kullanmıştır (Hançerlioğlu, 1996). Diğer canlılar, koşulları olduğu haliyle kabul edip, doğadan sadece yararlanırken, insan doğaya ihtiyaç ve isteklerine göre müdahale etmiş ve kendi yararına uygun olarak değiştirmiştir (Croll ve Parkin, 1992; Hançerlioğlu, 1996). Temel yaşam gereksinimlerini karşılamaya ve güvenceye almayan çalışan insan bu süreçte, çevresini ve dış koşulları algılamaya, anlamaya, fikirler arasında bağlantı kurmaya, genelleme yapmaya, sonuç çıkarmaya (Hançerlioğlu, 1996; Bookchin, 1994), belirli inançlar geliştirmeye başlamıştır. İnsanın doğadaki ilk deneyimleri sonucu gelişen temel algısı ve ilk izlenimleri; doğanın “güçlü”, kendisinin “güçsüz” ve ona karşı savunmasız olduğudur. Çünkü ateş yakıyor, yel sürüklüyor, yer sallıyor, soğuk donduruyordur. O dönemde insan, tüm bu olaylar ve diğer tehlikeler karşısında savunmasızdır ve yaşamı sürekli tehdit altındadır (Pretes, 1997; Hançerlioğlu, 1996). Ne yazık ki, temel yargı ve ilk deneyimlere dayanan bu algılar ve ilişkili eylemler, geçmiş ve günümüzdeki, doğal çevre-birey-toplum arasındaki ilişkilerde uyumsuzluğa ve sömürüye neden olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, ilk dönemlere ait doğa algıları, insanlık tarihindeki önemli sorunların temel nedenlerinden biridir (Pretes, 1997). Bu durumda, doğa-insan ilişkilerinde mevcut sorunların çözümünde, öncelikli adımlarından biri de, bireylerin, toplumun, o toplumdaki karar üreticilerin ve teknokratların doğayı nasıl algıladıkları ve ne ona dair ne tür inançları olduğunun anlaşılmasıdır. Böylece, sorunun çözümü için gerekli olan yaklaşım ve pratikleri geliştirmek kolaylaşacaktır. Doğa algısı ve ilişkili davranış biçimleri, temel inanç, değer ve düşünce sistemlerinin kapsamlı bir biçimde incelenmesi ile anlaşılabilir çünkü “değerler” ve “çevresel kaygılar” arasında bir ilişki vardır (Schultz, 2001; Eisler vd., 2003). Çevre sorunlarına neden olan çevresel risklerin algılanışı ve insanların bu risklere nasıl tepki verdiği ise bireysel ve toplumsal özelliklere, başka bir ifadeyle; kültüre bağlıdır. Vaughan ve Nordenstam (1991)’de belirtildiğine göre, kültüre dayalı tutum ve değerler, risk ve belirsizlik karşısındaki genel duruşu (Eisler vd., 2003), alınan önlemleri ve kullanılan araçları etkileyebilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, “kültürlerarası çalışmalar sayesinde incelenebilecek, çözüm bekleyen bazı sosyal sorunlar” Kağıtçıbaşı (2008) kapsamında ele alınabilecek konulardan biri de, doğa-insan ilişkilerinde yaşanan sorunlar olabilir. Bu çerçevede “kültürel teori”, insanların belirli tutumlarının daha geniş bir dünya görüşü çerçevesinde anlaşılmasını sağlayarak (Meader vd., 2006; Thompson, 2000) insan-doğaya ilişkin inançları- kalkınma-çevre sorunları arasındaki bağlantıları açıklayıcı temel bilgiler sunmaktadır. 69 3. Çevresel Değerlerin Biçimlenmesinde Kültür ve Dünya Görüşlerinin Rolü Son 20 yıldaki çevresel düşün çalışmalarında, “kültürel teori”; inanç sistemlerinin, doğa ve çevreye ilişkin bakış açılarını ve tutumları nasıl düzenlediğini ve ne ölçüde etkilediğini dikkate almasıyla etkinlik kazanmıştır (Thompson, 2000; Lima ve Castro, 2005; Meader vd., 2006). Kültürün aracılık etmediği hiçbir algı olmayacağı varsayımıyla, kültürel teorinin temel görüşü; toplumların, doğaya ve “çevre”nin de içinde bulunduğu tüm olaylara bakışında, kültürel bakış açılarını ya da dünya görüşlerini kullandığıdır (Ingold, 1992; Lima ve Castro, 2005). Kültürel teoriye göre; kişilerin bakış açısı ve buna göre eylemde bulundukları dört temel dünya görüşü bulunmaktadır. Bunlar; bireyselcilik, hiyerarşicilik, kadercilik ve eşitlikçiliktir. Teori, insan-doğa arasındaki ilişkileri ve çatışmaları, toplumları biçimlendiren bu temel dünya görüşleri kapsamında açıklamaya çalışmaktadır (O’Riordan ve Jordan, 1999; Meader vd., 2006, Thompson, 2000). Benzer şekilde bazı ekologlar da insanların doğayı dört farklı “mite” göre yorumladıklarını ifade etmişler ve dünya algısını biçimlendiren bu mitlerin, insanların eylemlerine rehberlik ettiğini ve buna göre politikalar geliştirdiklerini öne sürmüşlerdir. Thompson vd. (1990) tarafından ise, bu dört mitin her birinin, kültürel teoride belirli bir dünya görüşüne karşılık geldiği belirtilmektedir (Thompson, 2000; Hart, 2002). Doğa mitleri-doğa algısı-dünya görüşleri arasındaki ilişkiler şekil 1’de gösterilmektedir. Şekilden de anlaşılacağı gibi, her dünya görüşü ve algısı, kendine özgü değer, tutum, davranış ve ilişkiler bütünü yaratmaktadır. Dietz vd. (2005)’e göre değerler bireysel kararları etkilerken, bireysel kararlar da bireylerin ve ait oldukları grubun çevreyle ilişkili davranışlarının biçimlenmesinde önemli rol oynamaktadırlar. İnsanların verdikleri kararları sahip oldukları değerler etkilemektedir; insanlar kararlarına sadece acil istek ve ihtiyaçlarını değil, bazen de çok daha derindeki duygu ve düşüncelerini de yansıtmaktadırlar. Kaderciler, doğada mantık bulamazlar ve doğanın güvenilmez olduğuna inanırlar. Bu grup, kendi yaşamları üzerinde çok az kontrolleri olduğu kabulüyle, çevresel felaketlerin önlenmesinde herhangi bir rolleri olamayacağını düşünmektedirler. Bundan dolayı, Dünya kaynakları onlara sunulduğunda, erişebildiklerinde, Dünya nimetlerinden yararlanmaları ve keyfini çıkarmaları gerektiğini düşünmektedirler. Eğer bu kaynaklara erişemiyorlarsa veya kaynaklar onlara sunulmamışsa, mevcutla idare etmek zorunda olduklarını kabul etmektedirler. Sonuç olarak bu gruba göre, adalet bu dünyada değildir, Dünya’daki değişimi ve doğayı olumlu yönde etkileyecek herhangi bir imkân da yoktur. Diğer üç bakış açısından farklı olarak, kaderci bakış açısına göre, doğa hakkında bilgi edinmek, temel işleyişini ya da detaylarını öğrenmek, tahmin etmek imkânsızdır (Meader vd., 2006; Thompson, 2000). Bununla birlikte, doğanın kutsal olduğuna inanan insanlar, dinsel nedenlerle olsun ya da olmasın -sadece doğanın kendi içinde kutsal olduğu inancına bağlı olsa da- çevreye duyarlı tüketim alışkanlıklarına ve çevreci yurttaş davranışlarına daha yatkındırlar. Buna göre, dini inancın farklı görünümleri, doğa algısını ve ilgili tutum ve davranışları farklı biçimlerde etkilemektedir (Stern vd., 1999). Hiyerarşicilere göre; Dünya, kontrol edilebilirdir ve temel yönlendirici, sınıf kavramıdır. Bu bakış açısına göre doğa; keşfedilemez limitlerin ötesine itilmediği takdirde, aslında durağandır. Ekonomik faaliyetlerde kontrol olmadığı ve doğa insan tarafından yoğun kullanıldığı takdirde, çevresel felaketler yaşanabilir (Thompson, 2000; Hart, 2002). Doğanın sınırlarını-eşiklerinibelirlemek için, çevre yönetiminde sertifikalı uzmanlara ve ekonomik faaliyetlerin bu sınırlarda tutulmasını sağlamak için yasal düzenlemeye ihtiyaç vardır. Tahmin edilebileceği gibi bu bakış açısında, kaynaklara ulaşım hiyerarşideki konuma bağlıdır ve üstün konumdakilerin, daha talepkar olan yaşam biçimlerini sürdürmek için daha fazla kaynağa gereksinimleri vardır (Meader vd., 2006; Thompson, 2000). 70 Yüksek düzeyde /Güçlü sosyal düzenleme HİYERARŞİCİLER KADERCİLER • Doğa değişken, kontrol edilemez ve tesadüflerle doludur. • Olaylar /yaşananlar şansa bağlıdır • Özenli/dikkatli olunduğunda doğa toleranslı ve hoşgörülüdür • Sürdürülebilirlik için çözümler üretilebilir Güçlü sosyal ilişkiler Zayıf sosyal ilişkiler • Doğa dayanıklı, esnek, merhametli ve bereketlidir. • Sonuçlar/yaşananlar kişilerin sorumluluğundadır • Doğa hassastır • Sonuçlar/yaşananlar fedakarlık ve ortak çaba gerektirir. BİREYSELCİLER EŞİTLİKÇİLER Düşük düzeyde / Zayıf sosyal düzenleme Şekil 1. Dünya görüşleri -doğa mitleri-doğa inancı arasındaki ilişkiler (O’Riordan ve Jordan (1999) ve Hart (2002)’den değiştirilerek alınmıştır). Doğanın ya kötü huylu ya da merhametli olduğu gibi, iki zıt kutupta gelişen doğa algısı ile başlayan ve sosyo-ekonomik kurallarla kendini devam ettiren, hiyerarşik toplumsal yapıya bakıldığında hep bir “üstün” ile “onun altında, yönetilenlerin” olduğu görülmektedir. Günümüzdeki çevre sorunlarının ortaya çıkmasına neden olan en önemli faktörlerden birinin işte bu, hiyerarşik dünya görüşü ve etrafında gelişen değerler ve toplumsal yapı olduğunu söyleyebiliriz. Bookchin (1994)’e göre, insanın insana hükmettiği ve sömürdüğü hiyerarşik sistem; insanın doğaya hükmetmesi ve onu sömürmesi gerektiğini varsaymaktadır. Toplumsal hiyerarşiler- sınıflar, mülkiyet ve devlet kurumlarındaki hiyerarşik yapı- insanın doğayla ilişkisine de aktarılmıştır. Böylece doğa, insanın hizmetinde olan bir “kaynak” acımasızca sömürülmesi gereken bir hammadde olarak değerlendirilmektedir. II. Dünya Savaşı sonrası hızlanan gelişme ve kalkınma çabalarında, doğanın insan tarafından tüketilebilecek ve sömürülebilecek bir “kaynak” olduğu; insanın diğer canlılardan ve doğadan üstün, bu canlıların sadece insanın yaşam refahının artması için birer “araç” olduğu fikri ön plandadır (Ünder, 1996). Doğal çevre dev bir fabrikaya, şehir muazzam bir pazara dönüşmüş, bitkilerden, hayvanlardan, kadın ve çocuklara değin tüm var olana bir fiyat biçilmektedir. Bu, sömürüye, aşağılamaya, niceliğe dayalı “sistemin”, insanı, insanla ve doğayla karşı karşıya getirmiş olması kaçınılmaz bir sonuçtur (Bookchin, 1994). Bireyselcilere göre; doğa merhametli, kendini kolaylıkla toparlayan, esnek bir yapıdadır. Bu algılamaya paralel olarak, doğanın herhangi bir sömürüden, önemli tahriplerden kendini kurtarıp yenilenebileceği ve dengeye ulaşabileceği görüşü hâkimdir. Bu gruba göre, doğa tahmin edilebilir, sağlam, durağan ve insanlığın hâkimiyeti, yönetimi altındadır (O’Riordan ve Jordan 1999; Meader vd.,. 2006; Thompson, 2000). Bireyselciler, kıtlıkla mücadele çabalarına dikkat çekebileceklerini ya 71 da ihtiyaç duyulduğunda kaynakları, teknikleri ve yönetim biçimlerini devreye sokabileceklerini varsaymaktadırlar (O’Riordan ve Jordan, 1999). Böyle bir bakış açısında, kişinin elde edebileceği ve kullanabileceği kaynakların miktarı, sadece kişinin ne kadar çalıştığı ile sınırlıdır. (O’Riordan ve Jordan, 1999; Meader vd., 2006; Thompson 2000). Stern et al. (1999) tarafından yapılan ve inanç-değer-norm teorisinin toplumsal hareketlere katkısını çevrecilik açısından inceleyen çalışmaya göre; bireyselciler çevreci hareketleri, toplumun diğer gruplarından daha az destekleme eğilimindedirler. Bu grubun toplumsal çalışmalara ayırdığı kaynaklar, sosyo-ekonomik ve toplumsal konumlarına bağlıdır. Bununla birlikte, kültürel teori ve toplum ilişkisini, farklı dünya görüşleri ve yerel konular bağlamında inceleyen çalışmalar, farklı faktörler ve ölçekler söz konusu olduğunda, bireylerin ve toplumun tutum ve davranışlarının çeşitlilik gösterebileceğini ortaya koymaktadır. Lima ve Castro (2005) tarafından, bu kapsamda yapılan bir çalışmaya göre, eğer bireyselciler olmasaydı yerel çevre sorunlarına karşı duyarlılığının olduğundan daha düşük seviyede ya da tam tersi biçimde; bireyselciler olmasaydı küresel çevre sorunlarına karşı duyarlılığın daha yüksek olacağı belirtilmiştir. Doğayı, bireyselcilerin tam tersi bir biçimde algılayan ve eşitlikçi dünya görüşünü benimseyenler ise, insanın aslında doğayı koruma ve paylaşma özelliği olduğunu ancak, dünyadaki eşitsizliklerin insanın bu özelliğini körelttiğini düşünmektedirler. Bu dünya görüşünde, toplumun, sınıflar yerine sosyal ve doğal çevrede eşitliği temel alması gerektiği ve ekonomik kaynakların eşit dağıtılması savunulmaktadır. Bu bakış açısının değerlerine göre doğa; hassas, birbirine karmaşık ilişkilerle bağlı, kısa ömürlü ve insanın dikkatsizliği durumda felaketlere açıktır; dolayısıyla ona hürmet edilmelidir (Meader vd., 2006; Thompson, 2000). Onlara göre, doğayı bireyselcilerden korumak için, hiyerarşicilerin kontrol yöntemleri bile yeterli değildir (Hart, 2002). Mevcut çevre sorunlarının tek çözümü ise; gönüllülüktür. Basit bir yaşamı paylaşmaya istekli olmayan ve gönüllülüğü benimsemeyenlere karşı ise, “önleme prensibi”nin sıkı bir biçimde uygulanması gerektiği savunulmaktadır (Thompson, 2000). Bununla birlikte, Lima ve Castro (2005)’e göre, eşitlikçiler yerel çevre sorunlarına nazaran küresel çevre sorunlarına karşı daha hassastırlar çünkü sosyal bütünleşme ölçütlerine ve sahip olma gibi mekâna bağlılığın göstergelerine karşıdırlar. 4. Sonuç ve Tartışma Bireyler ve toplumların doğayla ilgili inançları ve tutumları, dünya görüşleri, kültürel ve fiziksel çevre koşullarının farklılığı ölçüsünde çeşitlilik göstermektedir. Karşı karşıya kalınan çevre sorunlarından, sadece tek bir inanç sisteminin ve dünya görüşünün sorumlu olmadığı ortadadır. Ancak, toplumları yönlendiren hâkim siyasi ve dini özellikler dikkate alındığında, hiyerarşici ve kaderci dünya görüşlerinin çevre sorunlarının ortaya çıkmasında ve artmasında önemli rol oynadıkları açıkça görülmektedir. Doğanın da toplumsal sınıflar gibi, kontrol edilebilir ve yönetilebilir olduğu düşüncesinin hâkim olduğu, hiyerarşici görüşteki toplumlar ve karar üreticileri, doğaya karşı yıkıcı ve tahrip edici tutumlarını değiştirmekte zorlanmaktadırlar. Karşı karşıya kalınan sorunlara çözüm olarak geliştiren en güncel ve oldukça geniş kabul gören yaklaşım ise “sürdürülebilirlik”tir. Hedef, doğayı, yine bir biçimde denetim ve kontrol altında tutarak, “sonsuza” kadar yararlanabilmektir. Bu hedef için gerekli araçlar ise, birbiri ardına düzenlenen ulusal ve uluslararası sözleşme, toplantı, yasa, yönetmelik ve bağlantılı teknolojik yeniliklerdir. Bu süreçte, ulusal ve uluslararası düzeyde, geçmiş için bir bakıma toplu olarak günah çıkarılmakta ve günümüzün ve gelecekteki nesillerin yaşamına ilişkin kaygılar dile getirilmektedir. Ancak yine de, çevresel maliyetlerin geri kalmış ülkelere yansıtılması ve doğal kaynaklara sahip olma arzusunun neden olduğu, tüm düzeylerdeki savaşlar artarak ve şiddetlenerek devam etmektedir. Bu tablo, çevre sorunlarının ortaya çıkmasında ve artarak devam etmesinde, hiyerarşici dünya görüşünün başrolde olduğunu düşündürmektedir. Bununla birlikte, kaderci dünya görüşünün hâkim olduğu az gelişmiş/gelişmekte olan ülkelerdeki hızlı nüfus artışı, doğal çevre özelliklerini dikkate almayan politikalar ve alan kullanım biçimleri, çevreye zarar veren ve güncel olmayan teknik ve/veya teknolojilerin kullanımı gibi daha pek çok uygulama, çevre sorunlarının artmasında hiyerarşici yapıya azımsanmayacak katkıda 72 bulunmaktadır. Bu tür toplumlarda çevre sorunlarının çözümünde karşılaşılan bir diğer engel ise, edilgin olan ve bireyselliği zorlaştıran toplumsal yapının, çevresel duyarlılıkların ve çabaların gelişmesini kısıtlamasıdır. Diğer taraftan kültürel çeşitliliğin de katkı sağladığı, farklı dünya görüşleri; doğayla ilişkili inanç ve tutumlar, yaşam ve sorunları ele alış biçimine de yansıyarak toplumların yaşamını zenginleştirmektedir. Milton (1996) göre kültürel çeşitlilik, çevre koruma hedeflerinin gerçekleşmesi için de gerekli koşullardan biridir. Bu açıdan bakıldığında, kültürel çeşitlilik; Guattari (2000)’nin, insan-doğa arasındaki sorunlu ilişkilerin ve çevre sorunlarının çözümü için öne sürdüğü; siyasi, ekonomik, dini ve kültürel sistemlerin ihtiyaç duyduğu geniş kapsamlı, esaslı değişikliklerin kaynağı durumundadır. Söz konusu bu değişimde, eşitlikçi ve bireyselci dünya görüşleri, çevre sorunları karşısında bireysel ve toplumsal düzeyde takınabilecekleri farklı sorumluluk anlayışları ile alternatif ve yaratıcı çözümler üretilmesinde yönlendirici rol üstlenebilirler. Bu durumun, bilimsel, kültürel, sanatsal ve yönetsel anlamdaki örnekleri, refah seviyesinin Dünya ortalamasının üstünde ve sosyal hak ve özgürlüklerin geniş olduğu batılı ülkelerde görülmektedir. Bu çerçevede, küresel, ulusal ya da yerel ölçekte çözüm bekleyen çevre sorunları ve çevre ile ilgili yapılacak tüm çalışmalarda, mevcut dünya görüşünün, doğaya ilişkin inançlar ve tutumların; sosyo-kültürel yapının ortaya koyulması temel adımlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü çevre sorununu yaşayan, yaratan ve/veya yapılacak çalışmalardan etkilenen tarafların sosyo-kültürel özellikleri ve sorunla ilişkilerinin ortaya konması, konunun neden-sonuç ilişkisi kapsamında analiz edilmesine katkı sağlayacaktır. Bu kapsamda, söz konusu sosyo-kültürel yapının konu ile ilgili güçlü/zayıf yönleri ve fırsat/tehditleri belirlenerek, gerçekçi çözüm ve hedeflerin üretilmesi kolaylaştıracaktır. Belirlenen hedeflere yönelik başarılar ve bu süreçte yaşanan deneyimler, doğayla ilgili bireysel ve toplumsal inançlarda ve tutumlarda olumlu değişimlere katkıda bulunacaktır. Bununla birlikte, gerek ülke çapında gerekse bölgesel ve yerel düzeyde, doğayla kurulan ilişkilerin anlaşılması alana ve yöreye özgü, kabul edilebilirliği yüksek pratik çözümlerin üretilmesini sağlayabilecektir. Böylesi bir yaklaşım, Türkiye’nin ulusal ve yerel düzeyde karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarına çözüm geliştirilmesini ve doğa koruma çalışmalarında, hem ulusal hem de yerel işbirliğini ve katılımı kolaylaştırarak doğayla ilişkilerinde olumlu ve uzun vadede kalıcı değişime katkı sağlayacaktır. Kaynaklar Bookchin, M. 1994. Yok etme ve Yaratma Gücü. Birikim Dergisi. Sayı:57-58. Birikim Yayınları. İstanbul. Corbett, J.B. 2006. Communicating Nature: How We Create and Understand Environmental Messages, ISBN: 978-1597260688, Island Press. Croll, E. and Parkin, A. 1992. Bush Base: Bush Base: Forest Farm- Culture, Environment, and Development. Routledge. Place of Publication: New York. Dietz, T., Fitzgerald, A.,and Shwom, R. 2005. Environmental Values. Annual Review of Environment and Resources, Vol. 30: 335-372. Dunlap, Re., Gallup, Gh.Jr and Gallup, Am. 1992. The Health of The Planet Survey: A Preliminary Report on Attitudes on The Environment and Economic Growth Measured by Surveys of Citizens In 22 Nations to Date. Princeton, New Jersey, George H. Gallup International Institute, 29, 13 p. Eisler, A.D., Eisler, H. and Yoshida, M. 2003. Perception of Human Ecology: Cross-Cultural and Gender Comparisons, Journal of Environmental Psychology V. 23, p.89–101. Hançerlioğlu, O. 1996. Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul. Hart, R. 2002. Growth, Environment, and Culture-Encompassing Competing Ideologies In One ‘New Growth’ Model. Ecological Economics Vol:40 p:253-267 Ingold, T. 1992. Culture and The Perception of The Environment. pages 39-56 in E. Croll and D. Parkin, editors. Bush Base: Farm Forest: Culture, Environment and Development. Routledge, London. 73 Guattari, F. 2000. Üç Ekoloji. Çeviren: Ali Akay. Bağlam Yayıncılık, İstanbul. Kağıtçıbaşı, Ç.1988. İnsan ve İnsanlar. EvrimYayınevi, İstanbul. Kağıtçıbaşı, Ç. 2000. Kültürel Psikoloji/Kültür Bağlamında İnsan ve Aile. Çeviren: Ayşe Üskül, Esin Uzun. Evrim Yayınevi. İstanbul. Lima, L.M. and Castro, P. 2005. Cultural Theory Meets The Community:Worldviews and Local Issues. Journal of Environmental Psychology 25 (2005) pages:23- 35. Meader, N., Uzzell, D. and Gatersleben, B. 2006. Cultural Theory and Quality of Life, Revue Européenne de Psychologie Appliquée Vol: 56 pages:61-69. Milton, K. 1996. Environmentalism and Cultural Theory: Exploring the Role of Anthropology in Environmental Discourse. ISBN 978-0-415-11529-2 Publisher: Routledge,Taylor & Francis Group. New York. Morgan, C.T.1993. Psikolojiye Giriş. Çeviren. H.Arıcı ve arkadaşları, Ankara Nightingale, A. 2003. Nature-Society and Development:Social, Cultural and Ecological Change In Nepal, Geoforum 34 (2003)525-540. O’Riordan, T. and Jordan, A. 1999. Institutions, climate change and cultural theory: towards a common analytical framework. Global Environmental Change Vol:9, p: 81-93, Elsevier Science. Pretes, M. 1997. Development and Infinity. World Development, Vol. 25, No. 9, pp. 1421-1430. Elsevier Science. Schultz, P.W. 2001. The Structure of Environmental Concern: Concern For Self, Other People, and The Biosphere Journal of Environmental Psychology (2001) 21, 327-339. Academic Press. Schultz, P. W. 2002. Environmental Attitudes and Behaviors Across Cultures. In W. J. Lonner, D. L. Dinnel, S. A. Hayes, & D. N. Sattler (Eds.), Online Readings in Psychology and Culture (Unit 8, Chapter 4), (http://www.wwu.edu/~culture), Center for Cross-Cultural Research, Western Washington University, Bellingham, Washington USA. Stern, C.P., Dietz,T., Abel, T., Guagnano A. G. and Kalof L.1999. A Value-Belief-Norm Theory of Support for Social Movements: The Case of Environmentalism. Human Ecology Review, Vol. 6, No. 2. Stern, C. P. 2000. New Environmental Theories: Toward a Coherent Theory of Environmentally Significant Behavior. Journal of Social Issues 56 (3) , 407–424. Ünder, H. 1996. Çevre Felsefesi/ Etik ve Metafizik Görüşler. Doruk Yayınları, Ankara. Thompson, M. 2000. Understanding Environmental Values: A Cultural Theory Approach. Carnegie Council on Ethics and International Affairs. http://www.cceia.org/resources/articles_papers_reports/710.html/_res/id=sa_File1/711_thomp son.pdf 74 Tekstil Atıksuyu Kaynaklı Bakterilerin Boya ve Boyar Madde Arıtımında Kullanımı The Removal of Dye and Dye Stuffs Using The Bacteria Originated from Textile Industry Wastewaters 1 Sevgi ERTUĞRUL1, Gönül DÖNMEZ1* Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, 06100, Beşevler, ANKARA Özet: Tekstil fabrikası atıksulardan izole edilen bakterilerle yapılan bu çalışmada, pH’ın, boya konsantrasyonunun ve inkübasyon süresinin bakterilerin reaktif bir diazo boyası olan Remazol Blue giderimine etkisi araştırılmıştır. Remazol Blue içeren besiyeri ortamında pH 6–10 aralığında 30 °C de yapılan denemelerde, altı farklı izolattan en yüksek kapasitede giderimi sağlayan bir tanesi seçilmiştir. Bu bakterinin pH 8’de en fazla boya giderimi yaptığı belirlenmiştir. Bakteri sabit sıcaklıkta (30 °C), 50-400 mg/lt arasında değişen başlangıç Remazol Blue konsantrasyonlarında (pH 8) en iyi boya giderim verimini, 50 mg/lt Remazol Blue konsantrasyonunda 87.4% oranında yapmıştır. Bakterinin, 100 mg/lt Remazol Blue içeren besiyerinde giderimde etkili olduğu bilinen azoredüktaz enzim aktivitesi araştırılmış ve denemeler sonunda en yüksek enzim aktivitesi, pH 8’ de, 30 °C’de ve 72 saat inkübasyon süresi sonrasında 50.7 U/ml olarak elde edilmiştir. İnkübasyon süresinin üretilen azoredüktaz enzimi miktarına etkisine bakıldığında ise, artan inkübasyon süresinin üretilen enzim miktarında düşüşe sebep olduğu belirlenmiştir. Sonuçta giderim etkinliği en yüksek izolat seçilmiştir. Anahtar kelimeler: Mikroorganizma, Azoredüktaz, Remazol Blue, Atıksu Abstract: The effects of pH, initial dye concentration and incubation period on bioremoval of Remazol Blue (reactive diazo dye) was investigated in this study, with the microorganisms were isolated from textile wastewater. The strain that removed Remazol Blue most efficiently in the preliminary experiments performed at 30 °C on samples containing Remazol Blue and pH ranging from 6 to 10. The strain that removed Remazol Blue at the highest rate was selected. The optimum pH value was found as pH 8 for the strain. At constant temperature (30 °C) and initial Remazol Blue concentrations changing between 50400 mg/lt (pH 8), the strain showed its maximum dye removal rate at 50 mg/lt Remazol Blue concentration as 87.4%. The highest azoreductase activity of the selected strain was determined as 50.7 U/ml after the incubation time for 72 hours at pH 8 and 30 °C. Prolonged incubation periods decreased the enzyme activity. Ultimately the most efficient isolate has been selected. Key words: Microorganism, Azoreductase, Remazol Blue, Wastewater 1. Giriş Sentetik boyalar, başlıca kozmetik, gıda ve tekstil sanayi olmak üzere birçok alanda geniş kullanım potansiyeline sahiptir (Aksu, 2005). Özellikle tekstil atıksularının yüksek oranda sentetik boya içermelerinden dolayı, bu boyaların ışık geçirimini azaltması sonucu sucul yaşamdaki fotosentetik aktivite de olumsuz yönde etkilemekte, bu durum canlı topluluklarına oldukça toksik etki yapmaktadır (Aksu, 2005). Ticari olarak kullanılan sentetik boyaların büyük bir kısmını toksik, karsinojenik ve mutajenik özelliklere sahip olan azo boyalar oluşturmaktadır (Seesuriyachana vd, 2007). Bu boyalar içerdikleri azo bağlarından dolayı parçalanmaya karşı dirençli oldukları için çevrede yüksek oranlarda birikme potansiyeline sahiptir. Asidik ve alkali şartlarda kararlı yapı göstermeleri, aerobik parçalanmaya, ısı ve ışığa karşı dayanıklı olmaları bu boyaların klasik arıtma yöntemleriyle arıtılmasını güçleştirmektedir; bu yüzden bazı durumlarda reaktif boyanın sistemden %90 gibi yüksek oranda arıtılamadan çıktığı bilinmektedir (Lucas, 2006). Bu yüzden çöktürme, floklaştırma gibi fiziksel ve kimyasal yöntemlerle birleştirilen biyolojik arıtım yöntemleri bu tür boyaların giderilmesinde kullanılmaktadır (Chang, 2001). Fakat elektrokimyasal işlemler, ozon arıtımı, ters ozmos gibi fiziksel veya kimyasal işlemlerin hem ikincil bir kirlilik oluşturması hem de pahalı olması, buna karşılık bakterilerin bu boyaları oksijenli veya oksijensiz şartlarda parçalayabilmeleri alternatif biyolojik yöntemlerin geliştirilmesini zorunlu kılmıştır (Chang, 2001). * Yazışmalardan sorumlu yazarın e-posta adresi: [email protected] 75 Daha önce yapılan çalışmalarda aerobik ve anaerobik koşullarda boya giderimi yapabilen birçok mikroorganizma izole edilmiştir (Aksu ve Dönmez, 2005; Çetin ve Dönmez, 2006; Ertuğrul vd., 2008; Ertuğrul vd., 2009; Martins vd., 1999; Sadettin ve Dönmez, 2006; Won vd., 2009). Yapılan çalışmalar, bu mikroorganizmaların boyaları biyosorpsiyon, biyobirikim, biyodegradasyon gibi farklı mekanizmalarla giderdiğini göstermektedir. Son yıllarda tüm bunlara ek olarak azo boyaların dönüşümü, parçalanması veya mineralize edilmesi amaçlanmaktadır. Bakterilerin renk giderim mekanizmaları tam olarak aydınlatılamamakla birlikte, azo boyaların renginin giderilmesi, azoredüktazların katalizlediği anaerobik indirgeme veya azo bağının kırılması üzerinden aromatik aminlerin oluştuğu, aerobik veya anaerobik parçalanma ile yaptıkları bilinmektedir (Chang, 2001). Azo boyaların renginin giderilmesine yönelik çalışmalarda izole edilen birçok anaerobik bakteri türünün azoredüktaz enzim aktivitesine sahip olduğu ve genellikle azo bağları oksijenli koşullarda bakteriler tarafından parçalanmaya karşı dayanıklı ise de bazı özel aerobik bakteri türleri oksijene tolerans gösteren azoredüktaz enzimiyle bu bağları parçalayabildiği bildirilmiştir (Moutaouakkil vd., 2003). Gerçekleştirilen çalışmanın amacı literatürden farklı olarak, yüksek kapasitede Remazol Blue giderebilen mikroorganizmaların izole edilmesi ve aralarından en fazla verimde boya giderimi yapan bakteri izolatının oksijene tolerans gösteren azoredüktaz enzim aktivitesinin belirlenmesidir. Çalışmada, pH’ın, başlangıç Remazol Blue konsantrasyonunun ve inkübasyon süresinin izole edilen bakteriler üzerinde etkileri yanında seçilen bir aerobik bakterinin azoredüktaz enzim aktivitesi belirlenmiştir. Bu şekilde boya içeren atıksuların biyolojik arıtımında etkili olarak kullanılabilecek izolatı belirlemek amaçlanmıştır. 2. Materyal ve Yöntem 2.1.Bakteri Kültürü Çalışmada, mikroorganizma kaynağı olarak Mersin yöresinde bulunan bir tekstil fabrikasından alınan, alkali pH değerine sahip renkli atıksular kullanılmıştır. Atıksudan alınan örnekler 3421 x g de 5 dakika santrifüjlenmiş ve 50 mg/lt Remazol Blue içeren Nutrient Agar besiyerlerine ekilmiştir. Petrilerde görülen, renk giderimi yapabilen koloniler alınmış ve boya içeren besiyerlerine ekilerek saflaştırılmıştır. Sonuçta altı adet farklı bakteri izole edilmiştir. Saf kültürlerin Gram boyama yapılarak morfolojik özellikleri belirlenmiştir. 2.2. Boya Solüsyonu Remazol Blue stok solüsyonu, Aytemizler Tekstil Fabrikası’ndan (Ankara) saf ve toz halde alınan boyanın %2 (w/v) konsantrasyon oranında distile suda çözülmesiyle hazırlanmıştır. Bu stok solüsyondan istenilen miktarlar Nutrient Broth besiyerine eklenmiştir. 2.3. Başlangıç pH Derecelerinin Remazol Blue Giderimine Etkisi En yüksek boya gideriminin gerçekleştiği optimum pH derecesinin bulunması amacıyla, 100 mg/lt Remazol Blue içeren besiyeri serisinin pH değerleri 0.1 M NaOH ve 0.1 M HCI ile 6, 7, 8, 9 ve 10 değerlerine ayarlanmıştır. Denemeler 100 ml besiyeri içeren 250 ml lik erlenlerde yapılmıştır. Bu şekilde üç tekrarlı olarak hazırlanan besiyerleri, 30 °C’de 7 gün boyunca 100 rpm çalkalama hızında inkübe edilmiştir. 2.4. Başlangıç Remazol Blue Konsantrasyonunun Biyogiderim Verimine Etkisi Artan Remazol Blue konsantrasyonunun biyogiderim verimine etkisinin araştırılması amacıyla, seçilen izolat daha önce belirlenen optimum pH değerinde hazırlanmış ve 50, 100, 200 ve 400 mg/lt Remazol Blue içeren besiyerlerinde 7 gün süre ile geliştirilmiştir. 76 2.5. Enzim Aktivitesi İzole edilen bakteriler arasında en yüksek kapasitede Remazol Blue giderebilen bakterinin azoredüktaz aktivitesi (=enzim derişimi ile bulunduğu ortamdaki özgül aktivitesi) enzim üretimi pH 8’de 100 mg/lt Remazol Blue içeren besiyerinde 30 °C’de 7 günlük inkübasyon süresi boyunca ölçülmüştür. Enzim analizleri 100 ml besiyeri içeren 250 ml lik erlenlerde inkübasyon süresi boyunca günlük olarak gerçekleştirilmiştir. 2.6. Remazol Blue Miktarının Belirlenmesi İnkübasyon periyodu boyunca her erlenden günlük olarak 3 ml örnek alınmıştır. Örnekler asılı biyokütlenin çöktürülmesi için 3421 x g’de 10 dakika santrifüjlenmiştir. Supernatantta bulunan Remazol Blue konsantrasyonu, gerekli seyreltmeler yapılarak 600 nm dalga boyundaki absorbansın ölçülmesiyle belirlenmiştir. Bakterilerin boya giderim verimleri Boyagiderim( BG )% = ( ( Co − Cf ) / Co )×100 formülüne göre hesaplanmıştır. Gram başına düşen maksimum spesifik boya alımı ise qm = ( Co − Cf ) / Xm eşitliğinden yararlanılarak bulunmuştur. Bu iki eşitlikte qm (maksimum spesifik boya alımı ) kurutulmuş bir gram hücredeki maksimum boya miktarını (mg/lt), Xm maksimum kurutulmuş hücre kütlesini (g/lt), Co ve Cf ise sırasıyla başlangıç ve son boya konsantrasyonlarını (mg/lt) bildirmektedir. 2.7. Optik Yoğunluğun Belirlenmesi İnkübasyon süresi boyunca erlenlerden belirli zaman aralıklarında alınan örnekler 3421 x g’de 10 dakika santrifüjlenmiştir. Çökelti fizyolojik tuzlu su ile yıkanmış ve gerekli seyreltmeler yapılarak optik yoğunluk 600 nm dalga boyunda spektrofotometrik olarak belirlenmiştir. 2.8. Kuru Ağırlığın Belirlenmesi Optik yoğunluğu tespit edilmiş örnekler, boş ağırlığı alınmış alüminyum folyolara aktarılarak etüvde 100 °C’de 12 saat kurutulmuş ve tartılmıştır. 2.9. Çözünür Protein Derişiminin Belirlenmesi Çözünür protein derişimlerinin belirlenmesi için Lowry yönteminden yararlanılmıştır (Lowry vd, 1951). Standart protein çözeltisi olarak sığır serum albumini kullanılmıştır. 2.10. Enzim Aktivitesinin Hesaplanması Örnek hazırlanması: İnkübasyon süresi boyunca belirli aralıklarla pH 8’de 30 °C’de 100 mg/lt Remazol Blue içeren Nutrient Broth besiyerinde geliştirilen bakterilerden alınan örnekler (10 ml), 10.000 rpm’de 15 dakika + 4 °C’de santrifüj edilerek besiyerinden ayrılmıştır. Santrifüj sonunda elde edilen süpernatant ortamdan uzaklaştırılmış, çöken biyokütle ise hücre içi enzim kaynağı olarak kullanılmıştır. Biyokütle sodyum fosfat tamponu ile iki kez yıkandıktan sonra buz içinde 5 kez 15 saniye süre ile (70 amplitude) sonike (SONICS Vibra cell 130 V) edilmiştir. Enzim ekstraktı hücre artıklarından 10.000 rpm’de +4 °C’de 30 dakika santrifüjlenerek ayrılmıştır. Elde edilen berrak süpernatant azoredüktaz enzim aktivitesinin belirlenmesinde kullanılmıştır (Chang, 2001:2842). Aktivite ölçümü: Reaksiyon karışımı 400 mikrolitre 50 mM sodyum fosfat tamponu (pH 7.0), 200 mikrolitre örnek ve 200 mikrolitre azo boyası Remazol Blue (100 mg/lt) içermektedir. Spektrofotometre küvetine 200 mikrolitre NADH (7.09 mg/ml, son konsantrasyon 2 mM) eklenmesiyle reaksiyon başlatılmıştır ( Pricelius vd, 2007:1733). Enzim aktivitesi 1 ml hacimde 1 dakikada 1 µmol substratı ürüne dönüştüren enzim miktarı olarak tanımlanmıştır. 77 3. Bulgular 3.1.Tanılama Deneme sonunda tekstil fabrikası atıksularından, Remazol Blue içeren besi ortamlarında altı adet farklı izolat saflaştırılmıştır. İzole edilen bakterilerin Gram boyanma özelliklerine ve hücre morfolojilerine bakıldığında, 3 numaralı izolatın Gram pozitif basil, diğer beş izolatın Gram negatif basil olduğu görülmüştür. 3.2. Başlangıç pH’ının Boya Giderimine Etkisi Yaklaşık 100 mg/lt Remazol Blue içeren Nutrient Broth besiyerlerinin başlangıç pH değerleri 6-10 aralığında değiştirilerek, bu pH değerlerinin izole edilen altı bakterinin Remazol Blue giderimine etkisi incelenmiştir. Her bakterinin en yüksek boya giderimi gösterdiği pH değeri Çizelge 1 de gösterilmiştir. Çizelge 1 Altı farklı izolatın en iyi boya giderimi yaptığı pH ve biyogiderim yüzde verimleri (T: 30 °C , 100 rpm, 7 gün) pH İzolat 1 BG(%) İzolat 2 BG(%) İzolat 3 BG(%) İzolat 4 BG(%) İzolat 5 BG(%) İzolat 6 BG(%) 6 44.8±1.6 67.9±2.7 47.1±2.3 65.3±2.8 61.9±2.6 61.5±1.5 7 60.2±3.2 52.7±1.8 62.5±3.6 56.1±3.0 51.8±1.4 62.9±2.5 8 56.9±2.4 48.7±2.5 53.3±1.9 56.7±3.3 53.8±2.5 70.4±2.5 9 53.9±2.9 47.6±1.3 44.8±2.7 56.3±2.2 45.9±3.1 44.5±3.4 10 34.5±3.3 38.1±2.1 38.2±2.4 49.9±1.7 42.6±2.0 38.9±1.1 Çizelge 1’de, 1 ve 3 numaralı izolatların en iyi biyogiderimi pH 7’de sırasıyla %60.2 ve 62.5 verimle gerçekleştirdiği görülmektedir. 2, 4 ve 5 numaralı izolatlar ise en yüksek boya giderimini pH 6 değerinde göstermişlerdir. Maksimum boya giderim verimlerine bakıldığında söz edilen beş izolatın da birbirine yakın değerde giderim yaptığı belirlenmiştir. Ortamın pH değeri yükseldikçe tüm izolatların boya giderim verimlerinde düşüş gözlenmiştir.En yüksek boya giderimini 6 numaralı izolat pH 8’de %70.4 olarak gerçekleştirmiştir. İkinci sırada en iyi boya giderimini ise 2 numaralı bakteri pH 6’da %67.9 verimde göstermiştir. Bu nedenle sonraki denemelerde 6 numaralı izolat kullanılmıştır. 3.3. Başlangıç Remazol Blue Konsantrasyonunun Boya Giderimine Etkisi Seçilen 6 numaralı izolat üzerinde artan Remazol Blue konsantrasyonunun boya giderimine etkisi, 30 °C’de 100 rpm’de ve pH 8’de, 100 ml besiyeri içeren 250 ml lik erlenlerde yapılan denemelerle belirlenmiştir. Artan Remazol Blue konsantrasyonunun 6 numaralı izolatın boya giderimine etkisi Şekil 1’de gösterilmiştir. Bu denemelerde Remazol Blue konsantrasyonu arttıkça boya giderim veriminin düştüğü görülmüştür. Remazol Blue konsantrasyonu arttırıldığında mikroorganizma gelişimi olumsuz yönde etkilenmiştir. Buna bağlı olarak yaklaşık olarak 200 ve 400 mg/lt Remazol Blue içeren ortamda, boya giderim verimi inkübasyon süresinin 3. gününe kadar artarak devam etmiştir. İnkübasyon süresi arttırıldığında yüksek boya giderimi sabitlenmiş, 7. günde 192.3 mg/lt Remazol Blue içeren ortamda %54.4, 393.4 mg/lt Remazol Blue içeren ortamda ise %36.1 olarak belirlenmiştir. 89.1 mg/lt Remazol Blue içeren ortamda boya giderim verimi %70.4 iken, en yüksek boya giderim verimi 50.3 mg/lt Remazol Blue içeren ortamda %87.4 olarak belirlenmiştir. 78 90 80 70 % BG 60 50 40 30 20 10 50 ppm 100 ppm 200 ppm 400 ppm 0 0 1 2 3 4 5 6 7 t (gün) Şekil 1. Başlangıç Remazol Blue konsantrasyonunun seçilen izolatın biyogiderim verimine etkisi (pH: 8; T: 30 ºC; inkübasyon süresi: 7 gün). 3.4. Gram Hücre Başına Düşen Remazol Blue Alımı (qm) İnkübasyon süresi sonunda, maksimum spesifik boya alımı Çizelge 2’de özetlenmiştir. Mikroorganizmanın 50.3 mg/lt Remazol Blue içeren Nutrient Broth besiyerinde, %87 verimle boya giderimi yaparken, gram hücre başına 2.5 mg/g kirletici alımı gösterdiği belirlenmiştir. Ortamdaki boya konsantrasyonu arttırıldığında maksimum spesifik boya alımının da bana paralel olarak arttığı görülmüştür. Ama 200 ve 400 mg/lt gibi yüksek boya konsantrasyonlarında kirleticinin yoğun olmasından dolayı hücre gelişimi olumsuz yönde etkilenmiş ve 192.3 mg/lt ve 393.9 mg/lt Remazol Blue içeren ortamlarda, boyanın maksimum spesifik alımında belirgin bir artış gösterememiştir. Çizelge 2 Artan Remazol Blue konsantrasyonlarında gram hücre başına düşen maksimum spesifik kirletici miktarları (pH: 8, 30 °C, 100 rpm) C0 mg/lt Cad mg/lt qm mg/g 50.3 44.0 2.5 89.1 62.7 3.2 192.3 104.6 4.6 393.9 142.2 4.9 3.5. Azoredüktaz Enzim Aktivitesinin Belirlenmesi Seçilen mikroorganizmanın 100 mg/lt Remazol Blue içeren ortamda (pH: 8, 30 °C, 100 rpm) yedi günlük inkübasyon süresi boyunca gösterdiği azoredüktaz enzim aktivitesi ve içerdiği protein miktarı Tablo 3’te gösterilmektedir. Bakteri hücreleri gelişimlerinin eksponansiyel fazında yüksek azoredüktaz enzim aktivitesi göstermiştir. Bu bakımdan boyanın mikroorganizma tarafından karbon kaynağı olarak kullnıldığı düşünülmüştür. İnkübasyon süresinin sonlarına doğru enzim aktivitesindeki düşüşe bağlı olarak hücre içi çözünür protein miktarının da düştüğü gözlenmiştir. Bakteri en yüksek azoredüktaz aktivitesini gelişiminin üçüncü gününde hücre içi protein miktarı 0.08 mg/ml iken 50.7 U/ml olarak göstermiştir. 79 Çizelge 3 Altı numaralı izolatın inkübasyon süresi boyunca gösterdiği azoredüktaz enzim aktivitesi (pH: 8, 100 mg/lt Remazol Blue, 30 °C, 100 rpm) Zaman (gün) Protein miktarı (mg/ml) Enzim aktivitesi (U/ml) 1 0.094±0.002 19.6±1.2 2 0.08±0.018 45.0±1.7 3 0.08±0.018 50.7±2.1 4 0.072±0.010 05.7±0.1 5 0.056±0.013 01.1±0.01 6 0.062±0.009 01.1±0.01 7 0.056±0.007 01.1±0.01 4. Tartışma Yapılan çalışmada kirletici olarak boya içeren atıksulardan izole edilen mikroorganizmaların yüksek kapasite ile giderim yapacağı düşünülerek tekstil fabrikası atıksuyundan izole edilen mikroorganizmalar kullanılmıştır. Boya ve boyar maddelerin mikroorganizmalar tarafından giderimi konusunda yapılan çalışmalarda, bu toksik kirleticilerin uzaklaştırılmasında ortam pH değerinin ve başlangıç kirletici konsantrasyonunun etkisi incelenmiştir. Son yıllarda tekstil fabrikası atıksularının renk kirliliğinin bakteri kullanılarak giderilmesi konusunda yapılan çalışmalarda çoğunlukla anaerobik koşullar denenmiştir (Chen, 2002). Örneğin Silveria vd., (2009). farklı Pseudomonas türleri ile yapılan bir çalışmada anaerobik şartlarda P. aeruginosa ve P. oleovorans bakterilerinin 30 mg/lt başlangıç konsantrasyonundaki B15 isimli tekstil boyasını sırasıyla %98 ve %94 oranlarında giderdiğini bulmuşlardır. Araştırıcılar boya konsantrasyonu 70 mg/lt olduğunda P. aeruginosa’nın %50 renk giderimi yaptığı, buna karşın P. oleovorans’ın boya konsantrasyonu 60 mg/lt ve daha düşük olduğunda yaklaşık %90 oranında, boya konsantrasyonu 90 mg/lt çıkarıldığında %76 giderim yaptığını da gözlemlemiştir. Citrobacter sp. CK3 ile yapılan bir diğer çalışmada ise Reactive Red 180 boyası içeren ortamda, bakterinin boya giderimini anaerobik şartlarda %96, buna karşın aerobik şartlarda (150 rpm) ise sadece %13 verimle yaptığı bildirilmiştir (Wang vd. 2009). B. cereus, P. putida, P. fluorescence ve S. acidaminiphila bakterileri ile konsorsiyum hazırlanarak yapılan bir diğer çalışmada, aerobik koşullarda (100 rpm, 35 °C) beş farklı azo boyasının (AR-97, AR-119,AB-113, RR-120, AR-88) giderimi yapılmıştır. Bu çalışmada başlangıç boya konsantrasyonu 40 mg/lt olduğunda giderim yüzdesinin denenen bütün boyalar için %95-100 arasında değiştiği gözlenmiştir. AR-88, RR-120, AR-97 boya konsantrasyonu 100 mg/lt’ ye çıkarıldığı zaman renk gideriminde düşüş gözlenmiş ve sırasıyla %69, %73 ve %86 giderim verimleri elde edilmiştir (Khehra vd., 2005). Diğer bir çalışmada tekstil fabrikasından izole edilen suşların biyobirikim ile ancak %40 oranda renk giderimi yaptığı bildirilmiştir (Silveria vd, 2009). Bununla birlikte tekstil prosesi sonucu oluşan atıksularda 10-200 mg/lt arasında boya bulunduğu ve bu oranın büyük ölçüde renk kirliliğine sebep olduğu (Pandey vd., 2007), bakterilerle yapılan renk giderim çalışmalarında bir çok bakterinin azo bileşiklerini anaerobik şartlarda indirgedikleri bildirilmiştir (Chen vd., 2004). Çünkü azo boyalar aerobik şartlarda bakteri parçalanmasına karşı dirençlidir (Moutaouakkil vd., 2003). Bu bilgiler ışığı altında ve örneklenen çalışmalar düşünüldüğünde çalışmada izole edilen altı farklı bakterinin, 100 mg/lt Remazol Blue içeren ortamda beş farklı pH değerinde bile %34.5-70.4 arasında değişen oranlarda renk giderimi yaptığı belirlenmiştir. 80 Azoboyaların bakteriyel degradasyonu, klasik arıtma yöntemlerine karşı oldukça dayanıklı olan bu boyaların renginin giderilmesinde alternatif bir yöntemdir (Lucas vd., 2006). Yukarıda irdelendiği gibi bu boyalarda bulunan azo bağının kırılması, azo boyaların parçalanmasında anahtar rolü oynayan azoredüktaz enzimiyle gerçekleşmektedir. Yapılan çalışmada elde edilen izolatlar arasından seçilen bir bakterinin artan başlangıç Remazol Blue konsantrasyonlarında boya giderim kapasitesi ve seçilen bir boya konsantrasyonunda da azoredüktaz enzim aktivitesi belirlenmiştir. Denemelerde, 100 mg/lt Remazol Blue içeren ortamda, bakteri gelişiminin üçüncü gününde, 50.7 U/ml azoredüktaz enzim aktivitesi göstermiştir. Enterobacter agglomerans ile yapılan bir çalışmada, Metil kırmızısı boyası içeren ortamda bakterinin 36.5 U/ml enzim aktivitesi gösterdiğini rapor edilmiştir (Moutaouakkil vd, 2003). Enterococcus faecalis ile yapılan bir diğer çalışmada ise bakterinin altı farklı boya içeren besiyerinde azoredüktaz enzim aktivitesi araştırılmıştır ve en yüksek aktivite metil kırmızısı içeren ortamda 0.16 U/20 ml olarak bildirilmiştir (Chen vd., 2004). Pseuodomonas aeruginosa Navitan fast blue S5R boyasını içeren ortamda 712 U/ml enzim aktivitesi göstermiştir (Nachiyar vd., 2005). 5. Sonuç Çalışma sonucunda izole edilen altı adet farklı bakteri türü aerobik koşullarda yüksek boya konsantrasyonlarında gelişip, renk giderimi yapabildiği görülmüştür. Bu bakteriler arasından seçilen bir suş 400 mg/lt gibi çok yüksek boya konsantrasyonunu bile tolere edebildiği gibi literatürdeki diğer çalışmalar ile karşılaştırıldığında bazı aerobik bakteri türlerinden daha yüksek azoredüktaz aktivitesi göstermiştir. Bakterinin en iyi boya giderimini pH 8’de yapması genellikle alkali özellik gösteren tekstil atıksularına uyumunun kolay olacağını göstermektedir. Bu özellikleri ile seçilen bakterinin kirletici olarak boya içeren atıksuların biyolojik arıtımında etkili olarak kullanılabileceği sonucuna ulaşılmıştır. Kaynaklar Aksu Z (2005) Application of biosorption for the removal of organic pollutants: a review. Process Biochemistry, 40: 997-1026. Aksu Z and Dönmez G (2005) Combined effects of molasses sucrose and reactive dye on the growth and dye bioaccumulation properties of Candida tropicalis. Process Biochemistry, 40:14371444. Chang, J.S., Chou, C., Lın, Y. C., Lın, P.J., Ho, J.Y. and Hu, T.L. 2001. Kinetic characteristics of bacterial azo-dye decolorizatıon by Pseudomonas luteola. Wat. Res. 35: 2841-2850. Chen, B. Y. 2002. Understanding decolorization characteristics of reactive azo dyes by Pseudomonas luteola: toxicity and kinetics. Process Biochemistry, 38:437-446. Chen, H., Wang, R.F. and Cerniglia, C.E. 2004. Molecular cloning, overexpression, purification, and characterization of an aerobic FMN-dependent azoreductase from Enterococcus faecalis. Protein Expression and Purification 34:302–310. Çetin, D. and Dönmez, G. 2006. Decolorization of reactive dyes by mixed cultures isolated from textile effluent under anaerobic conditions. Enzyme and Microbial Technology, 38: 926-930. Ertuğrul, S., Bakır, M. and Dönmez, G. 2008. Treatment of dye-rich wastewater by an immobilized thermophilic cyanobacterial strain: Phormidium sp. Ecological Engineering, 32:244-248. Ertuğrul, S., San, N.O. and Dönmez, G. 2009. Treatment of dye (Remazol Blue) and heavy metals using yeast cells with the purpose of managing polluted textile wastewaters. Ecological Engineering, 35:128-134. Khehra, M.S., Saini, H.S., Sharma, D.K., Chadha, B.S., and Chimni, S.S. 2005. Decolorization of various azo dyes by bacterial consortium. Dyes and pigments. 67:55-61. Lowry,O.H., Rosgrough,N.J., Farr,A.L., Randall,R.J. 1951. Protein measurement with the folin phenol reagent. J.Biol.Chem.193:265-275. 81 Lucas, M. S., Amaral, C., Sampaio, A., Peres, J.A. and Dias, A. A. 2006. Biodegradation of the diazo dye Reactive Black 5 by a wild isolate of Candida oleophila. Enzyme and Microbial Technology, 39:51-55. Martins, M.A.M., Cardoso, M.H., Queiroz, M.J., Ramalho, M.T. and. Campus, A.M.O. 1999. Biodegradation of azo dyes by the yeast Candida zeylanoides in batch aerated cultures. Chemosphere, 38:2455-2460. Moutaouakkil, A., Zeroual, Y., Dzayri, F.Z., Talbi, M., Lee, K.,and Blaghena, M. 2003. Purification and partial characterization of azoreductase from Enterobacter agglomerans. Archives of Biochemistry and Biophysics, 413:139–146. Nachiyar, C.V. and Rajakumar, G.S.2005. Purification and characterization of an oxygen insensitive azoreductase from Pseudomonas aeruginosa. Enzyme and Microbial Technology. 36:503– 509. Pandey, A., Singh, P., and Iyengar L. 2007. Bacterial decolorization and degradation of azo dyes. International Biodeterioration & Biodegradation, 59:73-84. Pricelius, S., Held, C., Sollner, S., Deler, S., Murkovic, M., Ullrich, R., Hofrichter, M., Paulo, A.C., Macheroux, P., Guebitz, G.M. 2007. Enzymatic reduction and oxidation of fibre-bound azodyes. Enzyme and Microbial Technology 40:1732–1738. Sadettin, S. and Dönmez, G. 2006. Bioaccumulation of reactive dyes by thermophilic cyanobacteria. Process Biochemistry, 41: 836-841. Seesuriyachana, P., Takenakab, S., Kuntiyaa, A., Klayraungc, S., Murakamib, S. and Aokib, K. 2007. Metabolism of azo dyes by Lactobacillus casei TISTR 1500 and effects of various factors on decolorization. Water Research. 41: 985 – 992 Silveira, E., Marques, P.P., Silva, S.S., Lima-Filho, J.L., Porto, A.L.F., Tambourgi, E.B. 2009. Selection of Pseudomonas for industrial textile dyes decolourization. International Biodeterioration & Biodegradation, 63:230-235. Wang, H., Su, J.Q., Zheng, X.W., Tian, Y., Xiong, X.J., and Zheng, T.L. 2009. Bacterial decolorization and degradation of the reactive dye Reactive Red 180 by Citrobacter sp. CK3. International Biodeterioration & Biodegradation, in press (doi: 10.1016/j.ibiod.2008.11.006) Won, S. W., Yun, H. J. and Yun, Y.S. 2009. Effect of pH on the binding mechanisms in biosorption of Reactive Orange 16 by Corynebacterium glutamicum. Journal of Colloid and Interface Science, 331:83-89. 82 Yenilenebilir Enerji Kaynakları Arasında Jeotermal Enerjinin Yeri ve Türkiye Açısından Önemi Place of Geothermal Energy in The Content of Renewable Energy Sources and It’ s Importance for Turkey Özlem Candan KÜLEKÇİ Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü, Dışkapı, Ankara Özet: Enerji kavramı ve enerji kaynaklarının sürdürülebilirliği geçmişten bugüne dünyanın en önemli konularından ve sorunlarından biri olmuştur. Enerji kaynaklarının hızla tükenmesi, petrol, kömür, nükleer enerji gibi kendini yenileme durumu olmayan kaynakların bilinçsizce kullanılması, bu kaynakların çevreye ve atmosfere verdiği kirlilik gibi etkenler insanları yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmaya yönlendirmiştir. Bu çalışmada enerji kavramı, enerji çeşitleri ve yenilenebilir enerji kaynaklarından jeotermal enerji incelenmiştir. Çalışma kapsamında jeotermal enerjinin sürdürülebilirliği, jeotermal enerjinin çevreye etkisi gibi konular ülkemizdeki doğal kaynakların korunması ve çevre dostu kullanımlar açısından değerlendirilmiştir. Anahtar kelimeler: Yenilenebilir enerji, Jeotermal kaynaklar, Sürdürülebilirlik. Abstract: Sustainability of energy is one of the most important issues of the world. Consumption of energy, the environmental pollution of fossil fuels like petrol, coal, nuclear energy, made people to use renewable energy sources. In this study, subjects like concept pf energy, types of energy, geothermal energy, which is a type of renewable energy sources, has been inspected. This issues discussed on an eye of a landscape architect. Key words: Renewable energy, Geothermal resources, Sustainability. 1. Giriş Enerji kavramı ve enerji kaynaklarının sürdürülebilirliği geçmişten bugüne dünyanın en önemli konularından ve sorunlarından biri olmuştur. Enerji kaynaklarının hızla tükenmesi, petrol, kömür, nükleer enerji gibi kendini yenileme durumu olmayan kaynakların bilinçsizce kullanılması, bu kaynakların çevreye ve atmosfere verdiği kirlilik gibi etkenler insanları yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmaya yönlendirmiştir. Dünyanın devamlı artan enerji ihtiyacını karşılamak için bilim adamları yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını her alanda arttırmak adına birçok çalışmalar yapmışlardır ve güneşten faydalanmak için güneş pilleri, rüzgardan faydalanmak için rüzgar değirmenleri kullanımı gibi projeler geliştirmişlerdir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının en önemlilerinden olan jeotermal enerji ise günümüzde elektrik üretimi, tıp, turizm, ziraat, endüstri gibi sayısız alanda kullanılabilen bir kaynaktır. Jeotermal enerji kaynaklarının nice faydası bulunmakla birlikte, bunların başlıcaları daha önce belirtildiği gibi yenilenebilir olması yani doğru kullanımla tükenmesi zor bir enerji çeşidi olması, tespit ve üretiminin kolay olması, maliyetinin düşük olması, yatırımın çok kısa bir zamanda geri dönüş sağlaması, ayrıca diğer kaynaklara göre çevreye verilen zararın çok az olmasıdır. Dünya üzerinde jeotermal enerji değeri anlaşılan bir enerji çeşidi olmakla beraber kullanımı ülkelere göre değişmektedir. Ülkemiz ise çok önemli bir jeotermal kuşak üzerinde olmasına ve 1300’ün üzerinde kaynak barındırmasına karşın jeotermal enerjiden yeterince faydalanamamaktadır. Türkiye’de jeotermal kullanımı; kaplıca turizmi, seracılık gibi temel kullanımlarla sınırlı bir şekilde yürütülmekle beraber son yıllarda konut ısıtılmasına yönelik çalışmalar yapılmaktadır. 2. Materyal Çalışmanın ana materyali Türkiye ve Dünyadaki jeotermal kaynaklar olup jeotermal kaynakların incelenmesi hedeflenen çalışmada öncelikle enerji kavramı ve planlamasına değinilmiş olup ardı sıra enerji çeşitleri, yenilenemeyen ve yenilenebilir enerji kaynakları incelenmiştir. Bir diğer 83 bölümde ise yenilenebilir enerji kaynaklarından biri olan jeotermal enerji tanıtılmış, çevre açısından ve sürdürülebilir enerji politikaları açısından önemi irdelenmiştir. Bu çalışma sırasında ulaşılan bilgiler genel olarak enerji ve jeotermal enerji ile ilgili tez çalışmaları ayrıca yerli ve yabancı kaynaklı çeşitli çalışmalardan, yayınlardan yararlanılarak edinilmiştir. Bunun yanısıra bazı dökümanların elde edilmesinde uluslararası arama motorlarından faydalanılmıştır. 3. Yöntem Bu çalışmanın yöntemi oluşturulurken, araştırma konusu ile ilgili incelemelerin olduğu eserler incelenmiş, bu incelemeler sonucunda çalışmaya faydası olabilecek genel teorik kavramlar ve çeşitli veriler değerlendirilip, yorumlanarak genelden özele doğru ilerleyen tümdengelimci bir yaklaşım izlenmiştir. 4. Enerji Kavramı ve Planlaması Enerji, modern insanın gündelik yaşamını sürdürebilmesi için temel gereksinimlerdendir. Endüstriyel çağdan önce enerji ihtiyaçları; doğada bulunan odun, rüzgar, su gibi temel kaynaklardan ve buna ek olarak insan ve hayvanın kas gücünden karşılanırken, kömürle çalışan buhar makinelerinin keşfi kullanılan enerji kaynaklarını tamamen değiştirmiştir (Soylu ve Türkay, 2005). Günümüzde, varolan enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi, bu kaynakların akılcı yöntemlerle kullanıma sunulması enerji politikalarının temelini oluşturmaktadır. Geleneksel enerji üretim ve tüketiminin çevre ve doğal varlıklar üzerinde yerel, bölgesel ve küresel düzeyde olumsuz etkilere neden oluşu, kaynak çeşitliliğine gidişte, seçilen kaynakların en az erişilebilirliği kadar önem taşımaya başlamıştır (Uğurlu, 2006). 5. Enerji Kaynakları ve Çeşitleri Enerji kaynaklarını yenilenemeyen enerji kaynakları ve yenilenebilen enerji kaynakları olarak ikiye ayırmak mümkündür. 5.1. Yenilenemeyen Enerji Kaynakları Petrol, kömür, doğalgaz, nükleer enerji, hidrolik santraller yenilenemeyen kaynaklardır. Fosil kaynakların, bugün olduğu gibi, önümüzdeki yıllarda da dünya birincil enerji üretimindeki belirleyici oranlarını koruması beklenmektedir. Dünya birincil enerji üretiminde bu kaynakların 2020 yılındaki toplam paylarının % 88.5 olacağı öngörülmektedir. Bu oran içinde en büyük pay petrole aittir (Uğurlu, 2006). 5.2. Yenilenebilir Enerji Kaynakları Yenilenebilir enerji, doğanın kendi evrimi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağını ifade etmektedir (Turan 2006). Yenilenebilir enerji kaynakları, yenilenebilir oluşları, en az düzeyde çevresel etki yaratmaları, işletme ve bakım masraflarının az olması ve ulusal nitelikleri ile güvenilir enerji sağlama özellikleri ile dünya ve ülkemiz için önemli bir yere sahiptir (Haskök, 2005). Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına ilişkin Kanun Tasarısı Taslağı’nın 3. maddesinde yenilenebilir enerji kaynakları içerisinde hidrojen, rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle, biyogaz, dalga ve gel-git gibi kaynaklar sıralanmaktadır (Turan, 2006). Günümüzde AB ülkeleri enerji tüketimlerinin %5,6’sını yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamaktadır. Avrupa Birliği’nin 2010 yılında, toplam elektrik üretiminin %22,1’inin, toplam enerji tüketiminin ise, %12’sinin yenilenebilir kaynaklardan karşılanması hedeflenmektedir. Türkiye’de ise yenilenebilir enerji kaynaklarının tüketim içindeki payı 2000 yılında sadece %11 seviyesindedir. Bu rakamın uygulanan politikalar sonucunda 2010 yılında %7’ye düşmesi beklenmektedir (Turan, 2006). • 84 Güneş enerjisi Yeryüzünden kilometrelerce uzakta olan güneş, nükleer yakıtlar dışında dünyada kullanılan yakıtların ana kaynağıdır ayrıca dünyamıza ve diğer tüm gezegenlere enerji veren sonsuz denilebilecek bir güce sahiptir. İçinde sürekli olarak hidrojenin helyuma dönüştüğü füzyon reaksiyonları gerçekleşmektedir ve oluşan kütle farkı ısı enerjisine dönüşerek uzaya yayılmaktadır. Ancak bu enerjinin çok küçük bir kısmı yeryüzüne ulaşmaktadır. Çok büyük ve tükenmez bir enerji kaynağına sahip olan güneşten dünyaya gelen güç miktarı yaklaşık olarak 1.8×10¹¹ MW’ dır (Haskök, 2005). Güneşin gün boyunca atmosfere verdiği ısı ve ışık, insanların ihtiyaç duyduğu elektrik ve proses ısı olarak kullanıma sunulmaktadır (Turan, 2006). • Rüzgar enerjisi Önceki bölümde bahsedildiği gibi yeryüzünün ihtiyaç duyduğu enerjinin tümü güneşten gelmektedir. Güneşten gelen enerjinin yaklaşık %1-2 si rüzgar enerjisine dönüşür. Yani rüzgar enerjisi kinetik enerjiye dönüşmüş güneş enerjisidir denebilir. Rüzgarın hızı yükseklikle, gücü ise hızının küpü ile orantılı olarak artar. Sağlayacağı enerji, gücüne ve estiği süreye bağlıdır (Uçar, 2007). Rüzgar değirmenleri yoluyla dünyada 4000 MW üzerinde bir enerji sağlanmaktadır (Kadıoğlu ve Tellioğlu, 2007). Rüzgar türbinleri fosil yakıt santrallerine kıyasla işletme maliyetinin sıfır olması açısından daha ekonomik üretim yapmaktadır (Turan, 2006). • Hidrojen enerjisi Hidrojen dünyanın en basit ve en çok bulunan bir elementidir. Aynı zamanda renksiz, kokusuz, havadan 14.4 kez daha hafif ve zehirsiz bir gazdır (Turan, 2006). Sınırsız kaynağa sahip olan ve havayı kirletmesi açısından içten yanmalı motorlarda kullanılan diğer alternatif yakıtlara göre pek çok avantaja sahip hidrojenin, içten yanmalı motorlarda kullanım çalışmalarına 1900’larda başlanmış ve günümüzde de yoğun bir şekilde devam etmektedir (Uğurlu, 2006). • Biyokütle enerjisi Ana bileşenleri karbonhidrat bileşikleri olan bitkisel ve hayvansal kökenli tüm maddeler biyokütle enerji kaynağı, bu kaynaklardan üretilen enerji ise biyokütle enerjisi olarak tanımlanır (Uğurlu 2006). Biyokütle yenilenebilir enerji kaynakları içinde ciddi bir teknik potansiyele sahiptir (Haskök 2005). • Biyogaz enerjisi Bilindiği gibi hayvansal ve bitkisel organik atık maddelerin çürütülmesiyle oluşan metan gazı çevreye zarar veren bir etkendir. Ancak aktif gazın depolanması, depolanan gazların arıtılması ve daha sonra oluşan metan gazın yakılması yoluyla enerjiye dönüştürülmesi sağlanabilmektedir. Ayrıca yakılması mümkün olmayan atıklar da tarım topraklarında gübre olarak kullanılmaktadır (Turan, 2006). • Jeotermal enerji Jeotermal kelimesi Yunan kökenli geo(dünya) ve termal(ısı) kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktadır (İnce, 2005). Jeotermal enerji temelde dünyanın alt katmanlarında bulunan ve önemli bir yenilenebilir enerji kaynağı olarak kabul edilen bir çeşit termal enerjidir. Bu enerji kaynağı asırlardır su ve yeryüzü ısınmasında, tıbbi amaçlı tedavilerde ya da pişirme amacıyla kullanılmaktadır (Dur, 2005). Jeotermal enerjinin bilimsel tanımını yapmak gerekirse; Jeotermal enerji: Yerkabuğunun çeşitli derinliklerinde bulunan ve yeryüzündeki havzalardan beslenen sularla potansiyelini oluşturan birikmiş ısının meydana getirdiği sıcaklıkları bölgesel olarak değişen ve bünyesinde daha çok erimiş mineral tuzlar ve gazlar içeren su ve buhardan oluşan bir hidrotermal kütledir. Yeraltındaki bazı granit gibi sert kayaların oluşturduğu sistemler de bünyelerinde su içermemesine rağmen bir jeotermal enerji kaynağı olarak nitelendirilir (Arslan, 2006). Bu kayalar herhangi bir akışkan içermemesine rağmen bazı teknik yöntemlerle ısısından yararlanılan, yerin derinliklerindeki sıcak kuru kayalardır. En geniş anlamda yerkabuğunda depolanan ısıl enerji, jeotermal enerjiyi oluşturmaktadır (Etemoğlu vd., 2004). Yerküredeki termal rejimler kaynak tiplerine göre sınıflandırılır. Bunlar sırasıyla aşağıdaki gibi sıralanabilir: • Hidrotermal enerji 85 • • • • Basınçlı yer altı enerjisi Magma enerjisi Sıcak kuru kaya Yerküre enerjisi Bunlar jeolojik süreçte yeraltında biri veya birkaçı tarafından yeraltının farklı bölgelerinde yerküre konsantrasyonu olarak oluşurlar. Yerküre enerjisi yerkabuğuna yakın bölgelerde oluşan bir ısıl enerjidir. Genelde bu enerji dünyanın farklı bölgelerinde mevcut olup endüstriyel ısı ihtiyaçlarımızı karşılamada, konutların ısıtılması ve soğutulması ve sıcak su ihtiyaçlarımızı karşılamada kullanılırlar (Arslan, 2006). Bunun dışında, ülkelere göre değişik sınıflandırmalar olmasına rağmen jeotermal enerji, sıcaklık içeriğine göre de kabaca üç gruba ayrılır (Anonim, 1996). 1- Düşük Sıcaklıklı Sahalar (20-70 °C) 2- Orta Sıcaklıklı Sahalar (70-150 °C) 3- Yüksek Sıcaklıklı Sahalar (150 °C’den yüksek) Düşük ve orta sıcaklıklı sahalar, bugünkü teknolojik ve ekonomik koşullar altında başta ısıtmacılık olmak üzere (sera, bina, zirai kullanımlar), endüstride (yiyecek kurutulması, kerestecilik, kağıt ve dokuma sanayisinde, dericilikte, soğutma tesislerinde), kimyasal madde üretiminde (borik asit, amonyum bikarbonat, ağır su, akışkandaki CO2 den kuru buz eldesinde) kullanılmaktadır. Ancak, orta entalpili sahalardaki akışkanlardan da elektrik üretimi için teknolojiler geliştirilmiş ve kullanıma sunulmuştur. Yüksek entalpili sahalardan elde edilen akışkan ise, elektrik üretiminin yanı sıra entegre olarak diğer alanlarda da kullanılabilmektedir (Anonim, 1996). Teknik ilerlemeler nedeniyle yüksek sıcaklık değerine sahip olan jeotermal akışkanların sebep olduğu korozyon, hızlı tortulaşma ve kabuklaşma gibi sorunların giderilmesi mümkün hale geldikten sonra dünyada ve Türkiye’de önemli bir potansiyel kaynak değer özelliği kazanan jeotermal akışkanlardan yararlanma düzeyi ve sağlanan verim oldukça yükselmiştir (Ülker, 1994). 5.3. Jeotermal Enerjinin Kullanım Alanları Genel olarak jeotermal enerjinin kullanım alanlarını doğrudan ve doğrudan olmayan kullanım olarak ikiye ayırmak mümkündür (Yiğit, 1994). Doğrudan kullanım alanları: 150ºC altındaki sıcaklıklarda termal enerji direkt olarak sera, bölge ısıtma, sulu tarım, endüstriyel prosesler gibi alanlarda kullanılmaktadır. • Sera Isıtması Dünyanın çeşitli ülkelerinde seraların jeotermal enerji ile ısıtılması suretiyle turfanda sebzecilik, meyvecilik ve çiçekçilik yapılmaktadır (Demirel, 1998). • Bölge Isıtması İkinci bir doğrudan kullanma uygulaması bölge ısıtmasıdır. Bölge ısıtması soğuk iklim bölgelerine daha uygun bir kullanımdır. Binaları ve kentleri merkezi sistemle ısıtmada, suyun ısıtılmasında 40ºC üzerindeki sıcaklıkta bulunan jeotermal akışkandan yararlanılmaktadır (Yiğit, 1994). • Endüstriyel Kullanım Jeotermal enerjinin endüstriyel alanda bir çok kullanım şekli bulunmaktadır. Bunlar arasında sebze kurutma, tahıl ve kereste kurutma, kağıt ve kağıt hamuru işleme, kimyasal madde elde etme ve atık su işlemeleri sayılabilir (Demirel, 1998). • Tarımsal ürün kurutma Dünya üzerinde yalnızca on ülke tarımsal ürünlerin kurutulmasında jeotermal enerjiyi kullanmaktadır (Lund and Freeston, 2000). • Soğuk ve Kar Çözme Yol yüzeylerinde soğuk ve kar çözme projesi uygulamaları çok sınırlı bir şekilde Arjantin, İzlanda, Japonya, İsviçre ve Amerika’da görülmektedir (Lund and Freeston, 2000). • Banyo ve Yüzme (Termal Turizm) 86 Dünya üzerinde 45 ülkede termal kür merkezleri, spa merkezleri, kaplıca havuzları bulanmaktadır. Buna rağmen birçok kaynak kullanım dışı olarak beklemektedir (Lund and Freeston, 2000). Jeotermal enerjinin doğrudan olmayan kullanımı ise jeotermal enerji ile elektrik üretimi yoluyla gerçekleşmektedir. 5.4. Jeotermal Kaynakların Dünyadaki Yayılım Alanları Dünya genelinde jeotermal potansiyelin dağılım alanları şu şekildedir: (Ilgar, 2005) 1. And Volkanik Kuşağı; Güney Amerikanın batı sahillerinde bulunan bu kuşak, Venezuella, Kolombiya, Ekvator, Peru, Bolivya, Şili ve Arjantini kapsamaktadır (Ilgar, 2005). 2. Alp-Himalaya Kuşağı; Bu jeotermal kuşak, dünyanın en büyük jeotermal kuşakları arasındadır. İtalya, Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Tibet, Yunnan (Çin), Myanmar (Burma) ve Tayland’ı kapsamaktadır (Ilgar, 2005). 3. Doğu Afrika Rift Sistemi; Aktif olan bu sistem Zambiya, Malavi, Tanzanya, Uganda, Kenya, Etiyopya, Djibuti gibi ülkeleri içine alır (Ilgar, 2005). 4. Karayip Adaları; Aktif volkanizmanın hakim olduğu kuşakta, önemli potansiyeller görülmektedir (Ilgar, 2005). 5. Orta Amerika Volkanik Kuşağı; Guatamela, El Salvador, Nikaragua, Kosta Rika ve Panama’yı içine alan bu kuşakta, çok sayıda jeotermal sistem bulunmaktadır (Ilgar, 2005). 5.5. Türkiye’ de Jeotermal Enerji Türkiye tektonik ve volkanik özellikleri nedeniyle dünya jeotermal kuşağı üzerinde bulunmaktadır. Ege bölgesinin tektonik çöküntü alanları, Kuzey Anadolu deprem kuşağı ve diğer volkanik yörelerimiz jeotermal kaynaklar ve akışkanlar bakımından başlıca potansiyel alanları teşkil etmektedir (Ülker, 1994). Türkiye’de bilinen jeotermal alanların %95’i ısıtmaya ve kaplıca kullanımına, diğeri de elektrik üretimine uygundur. Türkiye’nin jeotermal kaynaklarının genellikle düşük ve orta entalpili olmaları nedeniyle, başlıca değerlendirme alanları şu şekilde sıralanabilir: (Yıldırım, 2005) Isıtma (konut, şehir, termal tesis, sera vb.) Termal turizm Elektrik Üretimi Kimyasal Madde Üretimi Türkiye’de jeotermal sular ile ilgili ilk araştırmalar 1962 yılında MTA tarafından başlatılmıştır. O zamandan beri elde edilen istatistiklere göre, ülkemizin jeotermal elektrik güç potansiyeli yaklaşık olarak 4500 MWe iken jeotermal ısıtma potansiyeli ise 31500 MWt’dır (Hepbaşlı ve Çanakçı, 2003; Dağdaş, 2004). Türkiye’de jeotermal enerjiden yararlanma konusundaki en önemli faaliyetler doğrudan kullanım uygulamalarıdır. Halen jeotermal enerjiden yararlanarak 61000 konut eşdeğeri ısıtma yapılmaktadır (Mertoğlu vd. 2003, Dağdaş 2004). Mühendislik tasarımı açısından 300000 konut eşdeğeri ısıtma projesi tamamlanmıştır (Hepbaşlı ve Çanakçı, 2003; Dağdaş, 2004). Konut ısıtmasında ve toplam 565000 m2 lik sera ısıtmasında yararlanılan temel kapasite 665 MWt’dır. Jeotermal akışkan, 195 adet kaplıcada sağlık amaçlı kullanılmaktadır. Buralardaki kullanım kapasitesi 327 MWt’dır (Mertoğlu vd. 2003, Dağdaş 2004). Türkiye, 1995 yılında, jeotermal ısı ve kaplıca uygulamalarında dünyada 11. sırada iken 2000 yılında 5. sıraya yükselmiştir (Taflan, 2003). Bu durumda, doğrudan kullanım uygulamalarındaki temel kapasite 992 MWt olmaktadır (Mertoğlu vd., 2003; Dağdaş, 2004). Ülke genelinde tahmini jeotermal kapasitenin 31500 MWt olduğu göz önüne alınırsa, mevcut potansiyelin ancak %3.2 sinden faydalanıldığı söylenebilir (Dağdaş, 2004). 87 Şekil 1 Türkiye Jeotermal Kaynaklar ve Uygulama Haritası (www.mta.gov.tr). 88 5.6. Jeotermal Enerji ve Çevre İlişkisi Dünyadaki tüm yerleşim merkezleri ve sanayi tesisleri, kabul edilebilir sınırların üstünde havayı ve biyosferi kirletici maddeyi dışarı atmaktadır. Dünya’daki sosyal gelişmenin devamı için daha fazla enerji üretme amacı ile atmosfere atılan ve asit yağmuruna yol açan gazların etkilerinin azaltılması ihtiyacı bugünün enerji üretim sistemleri ile çelişmektedir (Başkır, 1993). Jeotermal enerji, fosil yakıtlarının tüketimi ve bunların kullanımından doğan sera etkisi ve asit yağmurları gibi çevre sorunlarının önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu durum öncelikle, jeotermal enerjinin çevre yönünden diğer enerji türlerine kıyasla sahip olduğu doğal üstünlüklerden kaynaklanmaktadır. Öte yandan, jeotermal enerjinin kullanımıyla ilgili olarak söz konusu edilebilecek çevre sorunlarının çözümü konusunda son zamanlarda önemli gelişmeler sağlanmıştır. Bu durum, jeotermal enerjinin çevre açısından önemini daha da artırmıştır (Anonim, 1996). 5.7. Jeotermal Kaynakların Sürdürülebilir Kullanımı Sürdürülebilirlik; bir toplumun, ekosistemin ya da sürekliliği olan herhangi bir sistemin işlevini kesintisiz, bozulmadan, çürümesine meydan vermeden, aşırı kullanımla tüketmeden ya da hayati bağı olan ana kaynaklara aşırı yüklenmeden varlığını devam ettirmesini sağlamaktır (Tozar, 2006). Sürdürülebilirlik, doğal kaynak olarak toprak, su, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, bitki örtüsü ve benzeri potansiyellerin kullanımında sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak açısından temel kabul olarak ele alınması gereken bir kavramdır (Tozar, 2006). Jeotermal kaynaklar için sürdürülebilir kalkınma modeli jeotermal kaynakların uzun dönem kullanımlarını (100-300 yıl) ve jeotermal akışkanların yüzeyde oluşturdukları doğal güzelliklerin (traverten, gayzer, çamur havuzu gibi) korunmasını içermektedir. Jeotermal kaynakların gelişiminde; yasal düzenlemelerin ve politikaların oluşturulması, uzun dönemli gözlemlerle oluşturulan saha modellemeleri, akışkanın kullanım sonrası tekrar rezervuara basılması (re-enjeksiyon), çok amaçlı kullanımları ve sığ derinlikli ve düşük entalpili sahalarda ısı pompalarının kullanılması jeotermal kaynakların sürdürülebilir gelişmesini artıracaktır (Toka ve Arı, 2006). 6. Sonuç ve Öneriler Enerji ekonomik ve toplumsal gelişmenin birincil kaynağıdır. İnsanoğlunun geleceği enerji kaynaklarının doğru kullanımına bağlıdır. Yeraltı kaynaklarının sınırlı oluşu ve toplumu tehdit edecek biçimde azalması yenilenebilir enerji kaynaklarını alternatif enerjiler olarak önümüze sermektedir. Çalışmanın ana konusu olan jeotermal enerji ise gerek düşük maliyetle üretilmesi, gerekse doğa dostu olması bakımından tercih sebebi olan önemli bir enerji potansiyelidir. ¾ Dünyada enerji kaynakları bilinçsizce kullanıldığı için hızla tükenmektedir. Asgari enerjiden azami fayda yöntemleri geliştirilip tüm enerji türlerinin ömrünü uzatmak ve toplumları bu konuda eğitmek gerekmektedir. ¾ Yenilenemeyen petrol, doğalgaz, nükleer gibi enerji kaynaklarına alternatif sürdürülebilir enerji kaynakları kullanımı arttırılmalıdır. ¾ Fosil yakıtların çevreye verdiği zararlar ortadadır. Bu amaçla en azından belirli kaynak potansiyeli olan ülkelerde jeotermal enerjinin kullanımı teşvik edilmelidir. Çevresel etkisi bakımından, jeotermal enerjinin doğrudan ve dolaylı kullanımı, fosil yakıtlara oranla sera etkisi veya asit yağmurları gibi etkileri olmaması bakımından üstündür. ¾ Sera ısıtmasından, turizme, tarımsal kullanımlara kadar çeşitli alanlarda kullanılan jeotermal enerji çevreye zarar vermeyen, üretim maliyeti oldukça düşük, yatırımını kısa zamanda geri kazandıran bir enerji türüdür. ¾ Türkiye’de oldukça büyük bir kaynak potansiyeli bulunan jeotermal enerjiden yeterince faydalanılmamaktadır. Fakat son yıllarda önemi anlaşılmaya başlanan kaynaklarımız üzerine çeşitli projeler geliştirilmektedir. 89 ¾ Türkiye’de jeotermal enerji üzerine devlet destekli yatırımlar yapılması gerekmektedir. Jeotermal enerji ile ilgili doğru politikalarla kullanımı hayli artacaktır. Sonuç olarak Jeotermal enerji diğer enerji kaynakları ile rekabet edebilecek düzeyde bir enerjidir. Türkiye birçok enerjiyi yurtdışından sağlayan bir ülke olması sebebiyle ve enerji toplumların kalkınmışlık düzeylerini gösteren bir etken olduğundan, Jeotermal kaynaklar bazında dünyada ilk 7 ülke arasında bulunan ülkemizin sahip olduğu kaynakları doğru bir politikayla değerlendirmesi halinde kalkınması ve enerji konusunda bir atılım yapması kaçınılmazdır. Sağlıklı bir çevre ve sağlıklı bir toplum için temiz enerji kaynağı olarak jeotermal enerjiden tüm boyutlarıyla yararlanmak ve akılcı planlama çalışmaları ile mevcut yapıyı güçlendirmek tüm planlamacı meslek disiplinlerinin öncelikli gündemi olmalıdır. Kaynaklar Anonim, 1996. Madencilik Özel İhtisas Komisyonu Endüstriyel Hammaddeler Alt Komisyonu Jeotermal Enerji Çalışma Grubu Raporu. Arslan, E. 2006. Jeotermal Enerjiden Yararlanılarak Kuyu İçi Eşanjörü Yardımıyla Konut Isıtılması ve Sıcak Su İhtiyacının Karşılanması, Pamukkale Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Denizli. Başkır, H. 1993. Türkiye’ de Jeotermal Enerjinin Isıtma Amaçlı Kullanım Potansiyeli ve Afyon Şehrinin Hava Kirliliğinin Azaltılmasında Jeotermal Enerjiden Yararlanma İmkanları, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul. Dağdaş, A. 2004. Jeotermal Enerji Kaynaklarının Optimal Kullanım Modelinin Geliştirilmesi ve Yöresel Uygulaması, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul. Demirel, M. 1998. Jeotermal Enerjinin Yerleşim Alanlarına Etkisi, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Kütahya. Dur, F. 2005. The Usage of Stochastic and Multicriteria Decision-Aid Methods Evaluating Geothermal Energy Exploitation Projects, the Graduate School of Engineering and Science of Izmir Institute of Technology, Master Thesis, İzmir. Etemoğlu, A.B., Can, M., Kılıç, M. 2004. Ülkemiz Jeotermal Kaynaklarının İkinci Kanun Verim Değerlerine Bağlı Sınıflandırılması, Uludağ Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Dergisi, Cilt 9, Sayı 1, Bursa. Haskök, A.Ş. 2005. Türkiye’ nin Mevcut Enerji Kaynaklarının Durum Değerlendirilmesi, Osmangazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir. Hepbaşlı, A., Çanakçı, C. 2003. Geothermal District Heating Applications in Turkey: A case study of İzmir-Balçova, Energy Conversion and Management, 44; 1285-1301. Ilgar, R. 2005. Ekolojik Bakışla Jeotermal Kaynaklara Dualist Yaklaşım, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 4, Sayı 13(88-98), Çanakkale. İnce, U. 2005. A Case Study of Material Testing For Corrosion In Low Temperature Geothermal Systems, the Graduate School of Engineering and Science of Izmir Institute of Technology, Master Thesis, İzmir. Kadıoğlu, S., Tellioğlu, Z. 1996. Enerji Kaynaklarının Kullanımı ve Çevreye Etkileri, TMMOB 1. Enerji Sempozyumu, Ankara. Lund, J.W., Freeston D.H. 2000. World-wide direct uses of geothermal energy 2000, Japonya Mertoğlu, O., Bakır, N., Kaya, T. 2003. Geothermal Applications in Turkey, Geothermics, 32-419428. Soylu, A., Türkay, M. 2005. Yenilenebilir Enerji Kaynaklarına Geçiş Sürecinin Planlanmasında Doğrusal En İyileme Tekniğinin Kullanılması, 3. Yenilenebilir Enerji Kaynakları Sempozyumu, İstanbul. Taflan, S. 2003. Dünya ve Türkiye’ deki Mevcut ve Alternatif Enerji Kaynakları ve Politikaları, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Gebze. 90 Toka, B., Arı, N. 2006. Jeotermal Kaynakların Sürdürülebilir Gelişimi Ve Çevresel Etkileri, Dikiliİzmir. Tozar, T. 2006. Doğal Kaynakların Sürdürülebilirliği İçin Geliştirilen Ekolojik Planlama Yöntemleri, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Turan, S. 2006. Yenilenebilir Enerji Kaynakları, Konya Uçar. S. 2007. Rüzgar Enerjisiyle Elektrik Üretimi ve Kayseri İli İçin Çevresel Etkilerinin Değerlendirilmesi, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara. Uğurlu, Ö. 2006. Türkiye’ de Çevresel Güvenlik Bağlamında Sürdürülebilir Enerji Politikaları, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara Ülker,İ. 1994, Sağlık Turizmi, Kaynaklar Planlama ve Tanıtım Yıldırım, Ö. 2005. Termal Turizm İşletmelerinde Müşteri Sadakati Ve Bir Araştıma, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Balıkesir Yiğit, Ü. 1994. Jeotemal Enerjinin Uygulama Alanları, Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Bilimleri Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Isparta. http://www.mta.gov.tr/v1.0/daire_baskanliklari/enerji/index.php?id=haritalar son erişim: 31.08.2009 91 ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi (ÇYS) Standardı : Türkiye'deki Bazı İşletmelerin Karşılaştıkları Problem ve Zorluklar Üzerine Bir Araştırma ISO 14001 Envionmental Management System (EMS) Standard: A Study on The Barriers and Problems Faced by Some Enterprises in Turkey 1 Bengü MINDIKOĞLU1, A. Ergin DUYGU2 KKTC Başbakanlık Kıbrıs Türk Yatırım Geliştirme Ajansı (YAGA), Lefkoşa KKTC [email protected] 2 Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü, Tandoğan, Ankara [email protected] Özet: Bu çalışmada, işletmelerin ISO 14001 ÇYS’nin kurulum ve işletim aşamalarında yaşadıkları problem ve zorluklar ile etki derecelerinin ortaya konulması, ayrıca kurulumunu planlayan işletmelere rehber teşkil edebilecek bilgiler sunulması hedeflenmiştir. Bu amaçla Türkiye genelinde 62 işletmenin katıldığı bir anket çalışması yapılmıştır. Anket sorularının hazırlanmasında uluslararası literatürde yer alan genel sorun ve zorluklar yanında, Türkiye’de önceki yıllarda hazırlanan tez çalışmalarından yararlanılmıştır. Elde edilen sonuçlar 'Excel' ve SPSS paket programları ile analiz edilmiştir. Anket sonuçlarının literatürde belirlenenler ile paralellik gösterdiği, ancak hissedilme sıklık ve derecelerinde farklılıklar olduğu gözlemlenmiştir. Anket çalışması neticesinde görülen problem ve zorluklardan en baskın olanları; “çevre ile ilgili konulardaki alt yapı yetersizliği”, “atık gideriminde lisanslı, uygun alanların bulunamaması”, “devletin ve ilgili kurumların destek ve teşviklerinin yeterli olmaması” şeklinde belirlenmiştir. Bu sonuçlar literatürde verilenlerle karşılaştırılarak tartışılmıştır. Sonuç olarak başta bu sorunlar olmak üzere, belirlenen tüm problemlerin çözümü için, toplumun her düzeyinde işlevsel çevre bilincinin oluşturulması ve arttırılmasının, çevre yönetimi alt yapısının oluşturulması ve çevreci yaklaşımların yönetsel düzeyde desteklenmesinin çok önemli ve gerekli olduğu görülmüştür. Anahtar kelimeler: ISO 14001, ÇYS. Abstract: In this research, it was aimed to determine the barriers and problems that enterprises face with during the setup and the management phases of the ISO 14001 EMS, also to constitute a guide for the enterprises at planning stage. A survey was conducted with the participation of 62 enterprises in Turkey,. covering questions on the barriers and the problems, as designed in reference to similar examples reported in the international published literature and the previous thesis completed. Results obtained by the survey were analysed by using Excel and SPSS programs. Although the frequencies and the levels of the significance of the barriers and problems were different from the ones that were identified in the literature, there was a qualitative parallellism between the present and previously reported ones in the literature. The most dominant problems determined through the presented survey were: “Poor environmental infrastructure”, “insufficcient number of licensed waste disposal sites”, and “insufficient incentives and support given by related departments ” respectively. The presented results are comparatively discussed with the ones reported in the literature. It has been concluded that, creation and raising the functional environmental community consciousness at all stages was very important and necessary to surmount these major and other problems determined in this study Key words: ISO 14001, EMS. 1. Giriş Bu çalışmada amaç, literatürde yer alan ISO 14001 ÇYS’nde dünya genelinde yaşanılan problem ve zorluklar ışığında hazırlanan anket çalışması ile Türkiye örneğinde yaşanılanları belirlemektir. Yapılan değerlendirmede sorunların aşılma durumu, işletmelerin çalışma konusu, personel sayısı, bulundukları şehirler, işletmelerin sertifikalandırılma amaçları, bu amaçlara ulaşılıp ulaşılamadıkları, belgelendirme süreci, süresi ve danışman gereksinimi gibi konular da saptanmış ve dikkate alınmıştır. Daha önceki çalışmalara bakıldığında, Türkiye genelinde ISO 14001’de yaşanılan problem ve zorlukların geniş kapsamda araştırılmadığı, daha çok ISO 14001’in farklı sektörlerdeki uygulama örnekleri ile standardın yararlarına ağırlık verilmiş olduğu görülmüştür. Bunlar arasında Polat (2003) ÇYS'lerinin işletmelere faydaları, Cevilan (2003) kağıt, Tuna (2003) otomotiv, Demirhan (2002) un, Usta (2001) çay, Odabaşı (2001) tekstil, Erdağ (2000) cam, Uzun (1999) elektronik, Karali (2002) gıda, Ulu (2001) kablo, Tunca (2001) ilaç, Çelebi (1999) polimerik şerit elyaf sektörleri üzerine yapılmış çalışmalar ile Zığındere (1999) Arçelik, ve Doğan (2002) petrol istasyonu örnekleri yer almaktadır. Ancak kısmen dahi olsa Yüksel (2002) ve Atıcı (1999)’nın ISO 14001 konusunda 93 yaşanılan sorun ve zorluklara değindiği görülmüştür. Bu çalışma, belirtilen ve benzeri yayınlarda eksikliği görülmüş olan bu konunun irdelenmesinin işletmelere sağlayabileceği yararlar düşünülerek hazırlanmıştır. Çalışmada temel olarak, Türkiye'de işletmelerin ISO 14001 ÇYS kurma ve işletme aşamalarında karşılaştırkları problem ve zorluklar araştırılmıştır. 2. Materyal ve Yöntem Anket formu daha önce ISO 14001 üzerine hazırlanan tez çalışmalarında kullanılan anket formları ve formatları (Karakaş, 2002; Yüksel, 2002; Demirel, 2001; Tütün, 2000) yanında, literatür taramasında edinilen ve tartışma bölümünde referansları belirtilen çalışmalardan derlenen bilgiler ışığında hazırlanmıştır. Sorular, elde edilen form örnekleri doğrultusunda ve katılımcıların harcayacağı zamanı en az seviyede tutabilmek adına, açık uçlu sorular yerine olabildiğince kısa cevaplı ve potansiyel yanıtların seçeneklendirilmesine dikkat edilerek düzenlenmiştir (Mındıkoğlu, 2007). Anket formunun uygunluk değerlendirmesinde, özel sektörde konu ile ilgili danışmanlık ve eğitmenlik hizmeti veren Kadir Öztaş’ın da değerli görüşlerine yer verilmiştir. 20 sorudan oluşan formun “Açıklamalar” bölümünde form içeriği, kullanım amacı ve kalitesinin bilimsel açıdan önemi açıklanmıştır. “İşletmeye ait genel bilgiler” bölümünde etki analizinde kullanılmak üzere işletmenin sektörü, personel sayısı, bulunduğu kent, coğrafi bölge ve iletişim bilgileri gibi genel bilgiler istenmiştir. Anket soruları kapsamında ISO 14001 ÇYS sorun ve zorlukları ile aşılma durumlarının belirlenmesine yönelik sorular yanında, sertifikalandırmanın amacı, süresi ve süreci, standardın aksayan yönleri, danışman gereksinimi gibi konular yer almıştır. Örneklem Türkiye’deki ISO 14001 ÇYS belgesine sahip işletmelerden oluşmuştur. Bu belgeye sahip işletmelerin tek ve ortak bir listesi bulunamadığından, Türkiye Kalite Derneği “KalDer”, Türk Standartları Enstitüsü “TSE”, diğer belgelendirme kuruluşları ve internet araştırmalarıyla bir liste oluşturulmuştur. Anket çalışması 2006 yılında gerçekleştirilmiştir. Uygulama, ISO 14001 ÇYS belgesine sahip olup iletişim kurulan 120 işletmenin 62’sinden sağlanan geri dönüşlerle tamamlanmıştır. Nicel araştırma yöntemiyle anket formunun iletilmesi ve geri dönüşü sonucunda elde edilen bulgular değerlendirilmiştir. Analiz ve görselleştirme 'Excel' ve 'SPSS' sosyal bilimler istatistik paket programıyla yapılmıştır. Etki analizlerinde bağımsız sorular arası anlamlılık sorgulamasında anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak kabul edilmiştir. 3. Bulgular Aşağıda ankete katılan işletmelerin personel sayıları, sektörel dağılımları, katıldıkları kent ve coğrafi bölge bilgileri verilmiştir. Bu bilgiler etki analizinin anlamlılık sorgulamasında kullanılmıştır. Katılımcı işletmelerin personel sayıları, 2005/9617 karar sayılı “Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmelerin Tanımı, Nitelikleri ve Sınıflandırılması Hakkında Yönetmelik” içerisinde yer alan işletme tanımlarında belirtilen personel sayıları dikkate alınarak yapılmıştır. Bu yöntemle işletmelerin %35’i KOBİ, % 55’i ise MAKRO işletme olarak gruplanmıştır. İncelenen işletmelerin sektörel dağılımı Çizelge 1, kent ve coğrafi bölge dağılımları ise Çizelge 2’de verildiği gibidir. Çizelge 1. Ankete Katılan İşletmelerin Sektörel Dağılımı Sektör Yüzde (%) İnşaat 21 Otomotiv 16 Elektrik-Elektronik 11 Makine-Motor 7 Demir-Çelik 7 Baskı-Ambalaj 5 Tekstil 5 Diğer 28 Toplam 100 94 Çizelge 2. Ankete Katılan İşletmelerin Bulundukları Kent ve Coğrafi Bölgelere Göre Dağılımları Coğrafi Bölge Yüzde (%) Kent Yüzde (%) İstanbul 22,6 Bursa 12,9 Marmara 58,1 Gebze-Kocaeli 12,9 Tekirdağ 8,1 İzmit 1,6 Ankara 12,9 Eskişehir 4,8 İç Anadolu 20,9 Aksaray 1,6 Kayseri 1,6 İzmir 8,1 Ege 16,2 Manisa 6,5 Afyon 1,6 Akdeniz 1,6 Mersin 1,6 Karadeniz 1,6 Düzce 1,6 1,6 1,6 Belirtilmeyen Belirtilmeyen 100 Toplam Toplam 100 1. İşletmelerin ISO 14001 ÇYS Belgesi Alma Amaçları ve Amaçlarına Ulaşabilme Durumları: Amaçlarla ilgili olarak elde edilen veriler Çizelge 3, ulaşabilme başarı oranları da Çizelge 4’de verilmiştir. Çizelge 3. ISO 14001 Sertifikalandırma Sebeplerinin İşletme Sayısına Göre Frekans ve Yüzde Dağılımları Nedenler Frekans Yüzde (%) Ulusal ve uluslararası piyasada tercih sebebi olması 59 95,2 Firmanın rekabet gücünü artırmak 58 93,5 Çevreye duyarlı faaliyetlere önem vermek 54 87,1 Sağladığı faydalardan dolayı 53 85,5 Müşteri memnuniyetini artırmak 52 83,9 Çevre sorumluluklarını yerine getirip, yasal teşviklerden yararlanma 43 69,4 İşverenlerin talebi 2 3,2 İşletme grubu kararı 1 1,6 Çalışanlarda ve toplumda çevre bilincini artırmak 1 1,6 Uygulamada gereklilik 1 1,6 Ortak istek 1 1,6 Çizelge 4. İşletmelerin ISO 14001 ÇYS Kurma Amacına Ulaşıp Ulaşamama Sorgusuna Yanıtlarının Dağılımları Yanıt Frekans Yüzde (%) Evet tamamen 41 66,1 Kısmen 19 30,6 Yanıtsız 2 3,2 Toplam 62 100,0 İşletmelerin ISO 14001 ÇYS’ni kurma amaçlarına ulaşıp, ulaşamamaları sorgusunda %66’sının tam olarak, %31’inin ise kısmen ulaştığı tespit edilmiştir (Çizelge 4). Ankete katılan işletmeler tarafından “kısmen” seçeneğinde ulaşılamayan amaçlar olarak belirtilen yanıtlar değerlendirilmiş ve nedenlerine göre incelenerek Çizelge 3’te yer alan seçenekler baz alınarak 3 grup altında şu şekilde toparlanmıştır: Çevreye duyarlı faaliyetlere önem vermek, firmanın rekâbet gücünü arttırmak ve çevre sorumluluklarını yerine getirerek yasal teşviklerden yararlanmak. Amaçlara ulaşılamamasına neden olduğu belirtilen sorunlar, temelde altyapı, donanım ve işletim yetersizliği şeklinde özetlenebilmektedir. 95 2. İşletmelerin Belgelendirilme Sürelerinin Dağılımı: İşletmelerin ISO 14001 ÇYS belgesini alma sürelerinin dağılımları Çizelge 5’de sunulmuştur. Çizelge 5. İşletmelerin Belgelendirme Sürelerine Göre Frekans ve Yüzde Dağılımları Belgelendirme süresi Frekans Yüzde (%) 1-6ay 23 37,1 7-12ay 25 40,3 13-24ay 8 12,9 Yanıtsız 6 9,7 Toplam 62 100,0 3. İşletmelerin Belgelendirme Kuruluşlarının Akreditasyon Kaynakları: Belgelendirme kuruluşlarının akreditasyon menşei ile ilgili veriler Çizelge 6'da verilmiştir. Çizelge 6. İşletmeleri Belgelendiren Kuruluşların Akreditasyon Durumu Belgelendirme Kuruluşunun Akreditörü Frekans TC (TÜRKAK) Akreditasyonlu 19 Yurtdışı (DAR, UKAS, vb.) Akreditasyonlu 42 Yanıtsız-belirtilmeyen 1 Toplam 62 Yüzde (%) 30,6 67,7 1,6 100,0 4. İşletmelerin Belgelendirme Sürecinde Dışarıdan Danışmanlık Hizmeti Alma Durumları: Yapılan anket çalışması sonucunda katılımcıların %67,7’sinin dışarıdan danışmanlık hizmeti alırken, %30,6’sınn almadığı ve yalnızca 1 işletmenin soruyu yanıtsız bıraktığı görülmüştür. Aşağıda yer alan Çizelge 7’de hizmetin gerekliliği sorgusunun değerlendirmesi verilmiştir. Çizelge 8’de ise yalnızca bu hizmeti alan işletmelerin verdiği yanıtlar dikkate alınarak elde edilen yeterlilik değerlendirmesi sonuçları verilmiştir. Çizelge 7. İşletmelerin Dış Danışmanlık Hizmeti Alma Gerekliliği Konusundaki Yanıtlarının Dağılımı Yanıt Frekans Yüzde (%) Evet, kesinlikle gerekli 26 41,9 Hayır, kesinlikle gereksiz 4 6,5 Alınsa da olur alınmasa da 16 25,8 Diğer 1: Çalışanların bilgisi, kuruluşun bilgi birikimine bağlı 10 16,1 Diğer 2: Yararlı, fakat şart değil 5 8,1 Yanıtsız 1 1,6 Toplam 62 100,0 Çizelge 8. İşletmelerin Dışarıdan Alınan Danışmanlık Hizmeti Yeterliliği Konusundaki Yanıtlarının Dağılımı Yanıt Frekans Yüzde (%) Evet, yeterli 27 43,5 Hayır, yetersiz. Çünkü…… 14 22,6 Yanıtsız 21 33,9 Toplam 62 100,0 96 5. İşletmelerin Atık Türleri: Çizelge 9.’daki sonuçlar işletmelerin çok büyük oranda tehlikeli atık sorunu olduğunu göstermiştir. Çizelge 9. Atık Türleri Açısından Katılımcı İşletmelerin Dağılımı Atık Türü Frekans Yüzde (%) Tehlikeli, kontamine, tıbbî atık gibi türleri de içeren 58 93,5 Tehlikeli, kontamine, tıbbî atık gibi türleri içermeyen 2 3,2 Yanıtsız 2 3,2 Toplam 62 100,0 6. İşletmelerin Doğrudan Standard'ın Kendisi ile İlişkilendirdiği Aksaklıklar: Bu sorgulama sonuçlarının verildiği Çizelge 10'da görüldüğü gibi katılımcıların yarısına yakın kısmı soruyu yanıtsız bırakmış, yanıtların en büyük bölümü ise uygulama sorunları üzerinde yoğunlaşmıştır. Çizelge 10. İşletmelerin TS-EN-ISO 14001 Standardının Aksayan Yönleri Hakkındaki Görüşlerinin Dağılımları Belirtilen Aksaklıklar Frekans Yüzde (%) 2004 versiyonu ile eksiklik ve aksaklıklar giderildi 5 8,1 Standardın sektörel, ulusal ve/veya işletme ölçeğine özgü olmaması 5 8,1 Genel ifadelerin yoruma açık olması 1 1,6 Daha çok üretim sektörünün ihtiyaçlarını karşılayan bir yapıda olması 2 3,2 Sürekli iyileştirme prensibinin, artan mâliyet nedeniyle, bâzen 1 1,6 uygulanamaması Kavramların net olmaması 2 3,2 Uygulama zorlukları nedeniyle bir süre sonra kâğıt üzerinde kalması 3 4,8 Standard ile değil, uygulamayla ilgili olabilen problemler 11 17,7 Aksaklık yok 4 6,5 Yanıt yok 28 45,2 Toplam 62 100,0 Çizelge 10’da da görülebileceği gibi, belirtilen aksaklıkların %11’i standardın kendisi ile değil uygulama ile ilgili sorunlardır. Problemler daha çok sistemin kurulum ve işletim aşamalarındaki problemler arasında bulunan atık bertarâfı, alt yapı eksikliği, resmî kurumların duyarlılığı, çevre bilincinin oluşturulması gibi hususlardır. Katılımcılar bahse konu problemleri bu bölümde de yineleyerek önemlerini bir kez daha vurgulamışlardır. 7. ISO 14001 ÇYS’nin Kurulumundan Doğan Ek Mâliyetleri Karşılama Süreleri: ISO 14001 ÇYS belgelendirilmesinden doğan ek maliyetlerin işletmelerce ne kadar sürede karşılandığını tespit edebilmek amacıyla yapılan sorgulamada, işletmelerin %53’ünün ek maliyetle karşılaşmadığı belirlenmiştir. Çizelge 11. Ankete Katılan İşletmelerin ISO 14001 Belgelendirme Ek Maliyetlerini Karşılama Sürelerinin Dağılımı Belirtilen Maliyet Karşılama Süresi Frekans Yüzde (%) 6 aya kadar 3 4,8 1 yıla kadar 2 3,2 2 yıla kadar 2 3,2 2 yıldan fazla 1 1,6 Süre belirtilmedi 3 4,8 Böyle bir sorun yok 33 53,2 Yanıt yok 18 29,0 Toplam 62 100,0 97 8. ISO 14001 ÇYS Kurulumu ve İşletimi Dönemlerinde Karşılaşıldığı Belirtilen Sorunlarla Zorluklar: Uygulanan anket formunda karşılaşılmış olan sorun ve zorluklar, 1: Çok büyük ölçüde, 2: Büyük ölçüde, 3: Biraz, 4: Çok az, ve 5: Hiç şeklinde, baskınlık derecelendirmesine göre seçeneklendirilerek sunulmuştur. Elde edilen sonuçların baskınlık derecesi, frekans (F) ve yüzde (%) değerleri olarak Çizelge 12 ve 13’te gösterilmiştir. Ayrıca her bir seçenek için “personel sayısı” ve “sektör”ün etkileri, ek olarak “Atık bertarâfı konusunda lisanslı, uygun alan bulunmasında” ve “Geri dönüşüm faaliyetlerinde” karşılaşılan problemler sorgulamasında katılımcıların bulunduğu “kent” ve “coğrafi bölge”lerin etkileri de sorulmuştur . Bağımsız soruların birlikte değerlendirilmesinde, sorular arasındaki ilişkinin mevcudiyetinde anlamlılık düzeyi p<0.05 olarak kabul edilmiştir. Etki analizlerinde anlamlı sonuçlar elde edilen seçenekler Çizelge 12 ve 13’te koyu karakterlerle belirtilmiştir. Ayrıca incelenen işletmeler tarafından sorun yaşandığı belirtilen atık türlerinin dağılımı da Çizelge 13’ün en alt satırlarında verilmiştir. Etki analizlerinde elde edilen, Çizelge 12 ve 13’te koyu harflerle belirtilen anlamlı sonuçlar aşağıdaki şekilde irdelenebilir: Yasal ve diğer gereksinimlerin belirlenmesinde gözlenen sektörel etkiye göre; inşaat sektörünün genel olarak “biraz” zorlandığı, otomotiv yan sanayinin ise “büyük ölçüde” problem yaşadığı, Dokümantasyonun oluşturulmasında personel sayısının etki analizi sonuçlarına göre; hem makro hem de mikro işletme düzeyinde personele sâhip katılımcıların genel olarak “çok az” problem yaşadığı söylenebilir. Ancak frekans değerlerine bakıldığında, bu problemin makro işletme düzeyinde personeli olan katılımcılarca daha çok hissedildiği, Bilgiye ulaşımda personel sayısının etkinliği sorgulamasında; makro işletme boyutundaki katılımcıların genelde “çok az”, mikro işletme personel sayısına sahip katılımcıların yanıtlarının ise “biraz” ve “hiç” derecelerinde yoğunlaştığı, Sertifikalandırma mâliyetleri üzerinde sektörel etki analizi sonucunda elde edilen anlamlı sonuçlara göre; inşaat sektöründe genel olarak “az” derecede problem yaşandığı, Geri dönüşüm faaliyetlerinde problem ve zorluk yaşanmasında, işletmelerin bulunduğu ilin etkisi; Ankara’da “büyük ölçüde”, İstanbul ve Tekirdağ’da “biraz”, Bursa’da “az” ölçüde olduğu, Standardın kullanım kolaylığı üzerinde personel sayısının etkin olduğu tespit edilmiştir. Buna göre, ÇYS standardının kullanımının kolay (kullanıcı dostu) olmadığı algılamasının KOBİ düzeyinde personel sayılarına sâhip işletmelerde daha çok hissedilen bir problem olduğu, KOBİ’lere yönelik ÇYS bulunmamasından dolayı da sektörel etki analizinde; inşaat sektöründe önemli ölçüde problem ve zorluk yaşandığı saptanmıştır. 98 Çizelge 12. ISO 14001 ÇYS Kurulumunda Karşılaşılan Sorun ve Zorlukların Baskınlık Dereceleriyle Frekans (F) ve Yüzde (%) Dağılımları Karşılaşılan Problem ve Zorluklar Çevre boyutlanın tanımlanması ve derecelendirilmesinde Yasal ve diğer gereksinimlerin belirlenmesinde ÇYS Dokümantasyonunun oluşturulmasında Çevre yönetim programının oluşturulup, uygulanmasında Çevre politikasına uygun çevre amaç ve hedef belirlemede En azından kritik pozisyonlara bilgili personel temininde Eğitim ihtiyaçlarının tespiti ve eğitimlerin düzenlenmesinde Bilgiye ulaşımda Finansal kaynak eksikliğini gidermede Görev tanımlarını oluşturma, yetki ve sorumlulukları tanımlamada Çevre politikasının belirlenmesinde Sertifikalandırma mâliyetlerini karşılamada Teknik imkânların/altyapının yetersizliği Belgelendirme kuruluşunun bulunmasında Diğer: Atık yönetim sisteminin oluşturulmasında Diğer: Bürokratik engellerin aşılmasında Diğer: Personelde çevre bilincinin oluşturulmasında Baskınlık Derecesi/leri 2,3 2,3 3,4 2,3 3,4 3,4 3,4 3,4,5 4,5 4,5 4,5 3,4,5 4,5 5 2 2 2 F % 55 50 46 46 43 42 39 35 33 32 31 29 28 12 1 1 1 89 81 74 74 69 68 63 57 53 52 50 47 45 19 2 2 2 Çizelge 13. ISO 14001 ÇYS İşletimi Aşamasındaki Sorun ve Zorlukların Baskınlık Dereceleriyle Frekans (F) ve Yüzde (%) Dağılımları Karşılaşılan Problem ve Zorluklar Devletin ve resmî kurumların destek ve teşviklerinin yetersizliği Çevre ile ilgili konularda alt yapı yetersizliği Çevreye duyarlı faaliyetlerin uygulanmasında toplumun ve çalışanların duyarsızlığı Yeterli eğitim ve çevre bilincinin olmaması Çevre ölçümlerinin yaptırılması ve maliyetlerinin karşılanmasında + Atık bertarafında lisanslı, uygun alanların bulunmasında Yasal mevzuatın uygulanmasında Geri dönüşüm faaliyetlerinde Sürdürülebilirlik kavramının uygulanmasında Çevresel faaliyetlerle ilgili harçların yüksek olması Personelin yeniliklere karşı direnç göstermesi Faaliyetlere odaklanmak yerine denetim için dokümantasyona yönelmek ÇYS amaç ve hedeflerinin küçük veya belirsiz tutulmuş olması Finansal kaynak eksikliği Eğitim maliyetlerinin yüksek olması Doküman ve kayıtların kontrolünde İç tetkik ve Yönetimin Gözden Geçirmesi (YGG) toplantılarında Danışmanlık ücretlerinin karşılanmasında Standardın kullanımı kolay (kullanıcı dostu) olmaması ÇYS amaç ve hedeflerinin çok yüksek tutularak gerçek dışı beklentilerde bulunulmuş olunması Kalibrasyon masraflarının yüksekliği KOBİ’lere yönelik ÇYS bulunmaması Üst yönetim ve yönetimin desteği hususlarında Cihaz kalibrasyonları için yetkili kalibrasyon laboratuvar(lar)ının bulunmasında Diğer: Yönetmeliklerin anlaşılmasında ve AB normlarına uyum için yüksek taleplerde bulunulmasında + : Atık bertarafında özellikle problem yaşanılan atık türleri Tehlikeli atıklar Kontamine ve tıbbî atıklar Atık Yağ Kontamine Atıklar Tıbbî Atıklar Boya Kutuları Filtre Baskınlık Derecesi/leri 1,3 1,3,4 3,4 3 2,3 1 2,3 3 3,4 3 3 3,4,5 4,5 3,4,5 3,4,5 4,5 4,5 4,5 3,5 5 5 3,5 5 5 2 F 19 18 2 1 1 1 1 F 50 47 46 45 44 44 43 42 41 39 39 38 38 34 33 32 31 29 29 25 24 24 21 20 2 % 81 76 74 73 71 71 70 68 66 63 63 61 61 55 53 52 50 47 47 40 39 39 34 32 3 % 30,6 29,0 3,2 1,6 1,6 1,6 1,6 99 9. İşletmelerin Problem ve Zorlukları ÇYS Kurulum ve İşletim Aşamalarına Göre Ayrıştırması: Belgelendirme sürecinde işletmelerin karşılaştıkları problem ve zorlukların, sistemin kurulum ve işletilmesi aşamalarına göre %50 ağırlık bazında dağılımları Çizelge 14'te verilmiştir. Görüldüğü üzere problem ve zorlukların işletme aşamasında daha çok yaşandığı tespit edilmiştir. Çizelge 14. ISO 14001 Belgelendirme Sürecinde İşletmelerin Karşılaştıkları Problem ve Zorlukların Sistemin Kurulum ve İşletilmesi Aşamaları için %50 Ağırlık Bazına Göre Yüzde Dağılımları Problem ve Zorlukların Kurulum ve İşletme Aşamalarına Göre Yüzde Dağılımları Frekans Yüzde (%) %50'den az kurulum, %50'den fazla işletme aşamasında 27 43,5 %50'den fazla kurulum, %50'den az işletme aşamasında 16 25,8 %50 kurulum, %50 işletme aşamasında 12 19,4 Yanıtsız 7 11,3 62 100,0 Toplam 10. İşletmelerin ÇYS Kurulumu ve İşletilmesinde Karşılaştığı Problem ve Zorlukları Aşma Durumları: Karşılaşılan zorlukların aşılma oranları Çizelge 15'teki gibidir. İşletmelerin %54,8'inin sorunlarının yarıdan fazlasını çözebildikleri görülmektedir. Çizelge 15. Katılımcıların Karşılaştıkları Problem ve Zorlukları Aşıma Durumlarının Yüzde Dağılımı Problem ve Zorlukların Aşılma Dağılımları Frekans Yüzde (%) %50'den az 1 1,6 %50'den fazla 34 54,8 %50, %50 2 3,2 Yanıtsız 25 40,3 Toplam 62 100,0 Katılımcıların belirttiği aşılamayan problem ve zorluklar, daha çok firma tarafından vurgulanma hassasiyetine göre değerlendirilmiştir. Çizelge 16.a'da belirtilme frekansı (BF)>1 olanlar, Çizelge 16.b'de ise BF=1 olanlar sunulmuştur. Çizelge 16.a. Katılımcıların Belirttiği Aşılamayan Problem ve Zorluklardan Belirtilme Frekansları (BF)>1 Olanlar. Aşılamayan Problemler BF > 1 Atıkların bertarafı ve geri kazanılması konusunda teknoloji, tesis, taşıma araçları vb. yetersizliği 6 Tehlikeli atıkların bertarafında İzaydaş dışında alternatif olmaması ve İzaydaş’ın atık alımını durdurması 5 Çalışanların çevreye duyarlılık ve bilincinin yaratılıp arttırılmasıda eğitimlerin yetersizliği 5 Yeni çıkan ve değişen yasal zorunluluklara adaptasyonda ve karşılanmasında 2 Yeni açılan şubelerde ÇYS’nin kurulum ve işletilmesinde 2 Atıkların özellikle de az miktardaki tehlikeli atıkların bertarafı için maliyetlerin yüksek olması 2 100 Çizelge 16.b. Katılımcıların Belirttiği Aşılamayan Problem ve Zorluklardan Belirtilme Frekansları (BF)=1 Olanlar. BF = 1 Aşılamayan Problemler Çevre Bakanlığı’nın Mevzuatta yer alan uygulama/kısıtlamalar konusundaki yaptırım gücü düşüklüğü 1 nedeniyle ÇYS kurmanın özellikle KOBİ’ler için mâliyet arttırıcı unsur olması Yasal izinlerdeki gecikmeler 1 Üretim prosesinin teknolojik seviyesi, teknik imkânların yetersizliği 1 Çalışanların devir hızı 1 ÇYS’nin tüm şirketler ve alt yüklenicilerde çalışma kültürü olarak yaygın olmaması; bilgi, bilinç eksikliği 1 Yasal mevzuatların yönlendirici ve uygulanabilir olmaması 1 Bilinçlendirme ve bilgilendirmeye duyarsızlık 1 Sürekli iyileştirme prensibi uygulamasında teknolojik gelişmelerin yeterince izlenememesi 1 İç denetçilerin yeterli duyarlılığı gösterememesi 1 (YGG)’de aktif katılımın sağlanamaması 1 Teknolojik eksiklikler 1 Bürokrasi ve engelleme 1 Çalışanların yeniliklere adaptasyonunun sağlanamaması 1 Ambalaj Atıkları Yönetimi konusunda Bakanlık ile yaşanan görüş farklılığı 1 Sektörel belgelendirme problemi 1 Periyodik eğitimler ve bilinçlenme 1 Atıkların çalışanlar tarafından ayrıştırılması 1 Yıllık eğitim ve denetimlerin iyileştirilmesı 1 Hedeflerin daha somut hale getirilmesi 1 Bölgede tehlikeli atıkların bertarafını sağlayacak bir tesisin olmaması 1 Bölgesel altyapı eksiklikleri 1 Resmî kurumların bilgi eksikliği 1 Eğitimlerde genel bilinç düzeyi düşüklüğü nedeniyle istenen başarının elde edilememesi 1 Türkiye‘de ÇYS uygulayan firmalara tanınan ayrıcalık olmaması sonucu sektörel haksız rekabet 1 Uygulanması gereken idarî para cezalarının uygulanmaması, ya da caydırıcı olmaması 1 Yeni yatırımların devam etmesi 1 Çevre ölçümlerinin yaptırılamaması 1 Yöneticilerin desteği konusunda eksiklikler ve değişimi kolay kabul etmemeleri 1 Toplum bilincinin arttırılamaması 1 11. İşletmelerin ISO 14001 Belgesini Çalıştığı İşletmelerde Arama Durumları: Çizelge 17'de görüldüğü gibi işletmelerin ISO 14001 ÇYS belgesini çalıştığı işletmelerde aramaları ile ilgili yanıtları yoğun olarak “tercih sebebi” seçeneğinde toplanmıştır. Nedenler olarak politika, taahhüt, hedef ve prensiplerinde yer alması, bir rekâbet avantajı sağlaması, faâliyetlerin birbirini zincirleme olarak etkilemesi, çalışılan firma, ya da tedârikçinin çevreye duyarlı ve bilinçli olduğunu göstermesi, müşteri ve tedârikçinin talep etmesi, kuruluşun olumlu niteliklerini göstermesi gibi gerekçeler belirtilmiştir. Belgenin aranmaması nedenleri olarak da çevre bilincine sâhip olmalarının kendileri ve çevrelerince yeterli görülmesi, bu belgeye sâhip firma sayısının azlığı, taşeronların henüz hazır olmaması, hizmetin satın alınmıyor olması ve malzemelerin yurt dışında üretiliyor olması gibi nedenler gösterilmiştir. Çizelge 17. İşletmelerin Çalıştığı Diğer İşletmelerde veya Tedarikçilerinde ISO 14001 Belgesine Sahip Olma Koşulunu Arayıp Aramadıkları Sorgusunda Elde Edilen Yanıtların Dağılımı ISO 14001 Sertifikalandırmasının Diğer İşletmelerde Aranmasına Verilen Önem Frekans Yüzde Evet mutlaka arıyoruz. Çünkü…….. 8 12,9 Tercih sebebimizdir. Çünkü…….. 46 74,2 Önemli değil, olmasa da olur. Çünkü…….. 1 1,6 Hayır aramıyoruz. Çünkü…….. 6 9,7 Yanıtsız 1 1,6 Toplam 62 100,0 101 4. Tartışma Ankete katılan işletmelerin sektörel dağılımına bakıldığında, en çok katılım sağlanan sektörün inşaat sektörü olduğu görülmüştür. Bu tablonun inşaat firmalarının katıldıkları ihâlelerde ISO 14001 ÇYS belgesinin aranıyor olması göz önüne alınarak normal olduğu söylenebilir. Makro işletme personel sayısına sâhip işletmelerin, ISO 14001 ÇYS belgeli olma oranının, KOBİ personel sayısına sâhip işletmelerden yüksek olması, makro işletmelerin uluslararası piyasalarla ilişkilerinin yüksekliği ve mali kaynaklarının daha fazla olması gibi faktörlerle açıklanabilir. Kent bazında yapılan değerlendirmede, bekleneceği üzere katılımın en çok İstanbul’dan, coğrafi bölge bazında da Marmara Bölgesi’nden olduğu görülmüştür. Bu sonuç üzerinde endüstrileşme ve nüfus yoğunluğunun yüksekliği yanında, işletmelerin yönetişim, iletişim açısından gelişmişliklerinin en yüksek düzeyde oluşunun etkili olduğu düşünülebilir. Katılan işletmelerin ISO 14001 ÇYS belgelendirmesini tercih nedenleri arasında en fazla; “ulusal ve uluslararası piyasada tercih sebebi olması” ve “firmanın rekabet gücünü artırmak” seçeneklerinin belirtildiği görülmektedir. Bu da gösteriyor ki firmaların ISO 14001 sahibi olması ulusal ve uluslararası piyasada onlara bir avantaj sağlamakta ve bu nedenle işletmeler tarafından talep edilmektedir. Bunun yanında “Çevre sorumluluklarını yerine getirerek yasal teşviklerden yararlanma” nedeninin ulaşılamayan amaçlar arasında yer alması üzerinde, işletmelerce de belirtildiği gibi Türkiye’deki yasal teşviklerin yok denecek kadar az olmasının etken olabileceği düşünülebilir. Ulaşılamayan amaçlar kapsamında yer alan diğer iki husus ise “Çevreye duyarlı faâliyetlere önem vermek” ve “Firmanın rekâbet gücünü arttırmak” olmuştur. Bu amaçlara ulaşabilmek için ise başta yeterli çevre bilincinin sağlanabilmesi, bu amaçla işletme personeline yeterli ve kaliteli eğitimlerin en uygun kişilerce ve gereken düzeyde verilmesi esastır. Diğer bir etken, çevresel faâliyetlerin gerçekleştirilmesindeki zorluk ve problemlerdir. Atık bertaraf tesisleri gibi alt yapının sağlanması, yasal düzenleme ve teşviklerin de bu işletmelere destek olacak şekilde geliştirilerek uygulanması gerekmektedir. Sektör farkı ve benzeri faktörleri gözetmeksizin yapılan belgelendirme süreci değerlendirmesi sonucunda katılımcı firmaların belgelerini %40.3 payla 7 – 12 ay arasındaki bir sürede aldıkları görülmüştür. Bu sonuç Amerika’da Babakri ve arkadaşları (2003) tarafından yapılan çalışmadaki süreçle ilgili verilere paraleldir. Türk-AK ya da yurtdışı akreditasyonlu kuruluşların belgelendirme süreci daha uzun, ya da kısadır denilemeyeceği için bu sürecin işletme yöneticilerinin tutumundan personelin eğitim düzeyine, işletmenin alt yapısına kadar birçok faktörden etkilenebildiği şeklinde yorumlanabilir. Dışarıdan danışmanlık hizmeti alımına işletmelerin personel sayılarının etkisinin olduğu tespit edilmiştir (Mındıkoğlu, 2007). Elde edilen sonuçlara göre KOBİ’lerin dışarıdan danışmanlık hizmeti alma oranının daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Stratejik SME Grubu (2005) tarafından yapılan çalışmada da ayni sonuç belirtilmiştir. Bunun yanında INEM’in (2006) Avusturya, Macaristan, Slovak Cumhuriyeti ve Tayland’daki uzmanlar arasındaki araştırması da işletmelerin dışarıdan danışmanlık hizmeti alınmadığında zorlandıklarını göstermiştir. Kalitesiz danışmanlık hizmetinin işletmeye verebileceği zararlar göz önünde bulundurularak, hizmete gerek duyulduğu taktirde, en yararlı olabilecek kaynaktan ve doğru şekilde alınmasının önemini vurgulamak gerekir. Hizmetin yeterlilik sorgulamasında %23’lük bir katılımcı oranının “Hayır, yeterli değil. Çünkü...” seçeneğini işaretlediği görülmüştür (Mındıkoğlu, 2007). Yanıtlarda belirtilen sebeplerden de hizmetin yeterliliğinin daha çok hizmeti veren tarafın kalite, bilgi ve deneyimi, salt ticâri amaç güdüp gütmemesine göre değişebileceği saptanmıştır (Çizelge 8). Danışmanlık hizmeti, hazır bir ÇYS’nin işletmeye monte edilmesi şeklinde değil, etkin bir iletişimle özümleme ve personelin etkin şekilde katılımı sağlanarak verilmelidir. İşletmeyi en iyi tanıyanların yönetim ve personeli olduğu hiçbir şekilde göz ardı edilmemelidir. Danışmanlık kalitesini arttırmak için hizmeti veren tarafa belli niteliklerin şart koşulması, tüm süreç boyunca denetlenmesi ve hizmet târifelerinin belirlenmesi gerekecektir. 102 Türkiye’deki durumun tespiti için uygulanan anket çalışmasında literatürde yer alan sorunlar seçeneklendirilerek kullanılmıştır. Anket bulguları tüm bu problemlerin, değişik derecelerde olsa da ülkede yaşandığını göstermiştir. Aşağıda, “Bulgular” bölümünde sunulan verilerin diğer ülkelerde tespit edilenlerle kıyaslanarak değerlendirilmesine yer verilmiştir. KOBİ’lerde çevre politikası eksikliği UNEP ve UNCTAD’ın (2000) yaptığı araştırmada tespit edilmiş, ABD Liman Müdürlüğü’ndeki çalışmada da yazılı çevre politikası eksikliğinin çevresel etkilerin azaltılmasını engelleyerek büyük sorunlara yol açtığı belirlenmiştir (Rendell ve McGinty 2004). Çevresel boyut ve etki belirlenmesi eksikliğinin KOBİ’lerle ilgili olarak en çok karşılaşılan sorunların başında geldiği de belirtilmiştir (ISO/TC207/SC1/ Strategic SME Group, 2005). İtalya’da çevresel taban belirleme ve etki değerlendirmede bu konudaki yanlışlar özellikle çevre performansı açısından değerlendirilmiştir. Ancak çalışmada ÇYS’nin kendisine odaklanıldığından bu husustaki değerlendirmelere yer verilmemiştir (Ghisellinia ve Thurston, 2005). Amerika’daki bir araştırmanın sonuçlarına dayanılarak da çevresel etki boyutlarını belirlemenin karmaşıklığı nedeniyle çok titiz çalışılması gereği vurgulanmıştır (Babakri vd., 2003). Engel (2003) Belçika örneğinde çevre öğelerinin etki büyüklüklerinin belirlenmesindeki sorunları dile getirmiştir. Young ve Shuster (2006) Tayland örneğinde çevre unsurları belirlenmesindeki zorlukları tanımlamışlardır. Belirttikleri sorunlara bakıldığında daha çok kurulum aşamasında zorluk yaşandığı göze çarpmaktadır. Türkiye örneğini ele alan bu çalışmanın sonuçlarına göre ise problemler ağırlıkla uygulama aşamasında yaşanmaktadır. Bu durumda Tayland’da görülen problemlerin daha çok bilgi eksikliğinden, Türkiye’de yaşananların özellikle alt yapı yetersizliklerinden kaynaklandığı belirtilebilir. Yasal gerekliliklerin tümünden haberdâr olma, gereksinimlerin tam ve doğru belirlenebilmesi çok önemli bir sorundur (INEM, 2006; ISO/TC207/SC1 2005). ISO/TC207/SC1 sorunun özellikle KOBİ’ler için önemini vurgulamıştır. Yüksel (2002) tarafından Türkiye için aynı sonuca varılmış olması ve burada sunulan çalışmada da yasal gerekliliklerin belirlenmesinin hâlen daha önemli bir problem olarak görülmesi dikkat çekicidir. Bu sonuç problemin çözümünde bir gelişme kaydedilemediğini göstermektedir. Çevre politikasına uygun çevre amaç ve hedef belirlemede, çevre yönetim planlarının oluşturulup, uygulanmasında katılımcıların çok yoğun olmamakla birlikte problem yaşadıkları ortadadır. Uruguay’da yapılan çalışmada, dokümantasyona verilen önemin, temel amaç ve hedeflerin geliştirilmesini arka planda bıraktığı vurgulanmış (Malmborg 2006), Young ve Schuster (2006), Tayland’da çevre amaç ve hedeflerinin tanımlanmasında problem yaşandığını belirtmiş, Babakri ve arkadaşları (2003) da çevre yönetim programı, amaçları ve hedeflerinin oluşturulmasına dikkat edilmesi gerektiğinin üzerinde durmuştur. INEM’in 2006'da ÇYS uzmanlarıyla yaptığı anket çalışmasında özellikle KOBİ’lerin ÇYS amaç ve hedeflerinin belirlenmesinde problem yaşadıkları belirtilmiştir. Bu sorunun işletme büyüklüğünden çok işletme personelinin bilgi ve tecrübesiyle giderilebileceğini belirtmek yanlış olmayacaktır. Malmborg (2006) Uruguay’da da görev tanımlarının oluşturulması, yetki ve sorumlulukların tanımlanması ve çevresel görev dağılımında yanlışlıklar yapıldığını vurgulamıştır. Kritik pozisyonlar için bilgili personel teminindeki problem, İngiltere ve diğer AB ülkeleri (Hillary 2004), INEM (2006) tarafından tespit edilmiş ve belirtilmiştir. Aynı problem UNEP ve UNCTAD (2000) tarafından özellikle KOBİ’ler için önemli görülerek vurgulanmıştır. Yukarıda sunulan anket sonuçları, eğitim ihtiyaçlarının tespiti ve eğitimlerin düzenlenmesinde katılımcı işletmelerin genel anlamda fazla problemle karşılaşmadığını göstemekte, Babakri ve arkadaşları (2003), INEM (2006), ISO (2006), Yüksel (2002), Salihoğlu ve arkadaşları (2003) tarafından yapılan çalışmalardaki sonuçlarla paralellik göstermektedir. Babakri ve arkadaşları (2003) tarafından yapılan çalışmada elde edilen sonuçların prosedürler, tâlimat ve formlar gibi dokümantasyonun oluşturulmasında problem yaşandığını göstermiş olması, bu çalışmada elde edilen sonuçla uyumludur. UNEP ve UNCTAD’ın (2000) yaptığı çalışmada bilgiye ulaşımda KOBİ’lerde daha çok problem yaşandığı vurgulanmıştır. Her ne kadar burada sunulan ankete katılan işletmelerce bu konuda çok fazla problem yaşanmadığı belirtilmiş olsa dahî, etki analizinde 103 KOBİ’lerin bu problemle karşılaşma ve zorluk yaşama dereceleri diğer işletmelere göre biraz daha yüksek çıkmıştır. Bu sonuçlar literatürdeki bulgularla uyumludur. Atıcı (1999) makâlesinde belgelendirme firmalarının yokluğunu, özellikle gelişmekte olan ülkeler için önemli bir sorun olarak değerlendirmiştir. Ancak gelişmekte olan ülke konumundaki Türkiye’de yapılan çalışmamızda, bu problemin hemen hemen tümüyle aşıldığını gösteren sonuçlar elde edilmiş olması, bu konudaki ilerlemenin göstergesi olarak sevindiricidir. Finansal kaynak yetersizliğinin Amerika’da (Babakri vd. ,2003), Belçika’da (Engel ,2003), Uruguay’da (Malmborg, 2006), ayrıca da INEM (2006) ile UNEP ve UNCTAD’ın (2000) çalışmalarında, ISO’nun anket sonuçlarında olduğu gibi Türkiye’de (Yüksel, 2002) yapılmış araştırmalarda belirtilmiş olmasına dayanarak finansal kaynak sıkıntısının hemen hemen tüm ülkelerde yaşandığı belirtilebilir. Burada sunulan çalışmadaki katılımcıların yoğunlukla yurt dışı merkezli işletmeler olduğu göz önünde tutulursa çıkan sonuçlar normal karşılanabilir. Araştırmamızda olduğu gibi, Uruguay için de teknik altyapının yetersizliğinden söz edilmektedir (Malmborg, 2006). Yüksel’in (2002)’de belirttiği çevreyle ilgili konulardaki alt yapı yetersizliğinin işletmelerin önemli bir sorunu olması durumunun sürdüğü görülmektedir. En çok önem verilmesi gereken konulardan biri olmasına karşın anket sonuçları henüz bu konuda ilerleme kaydedilemediğini göstermektedir. Engel (2003) Belçika’da küçük fonların yetersizliğinin KOBİ’ler için önemli bir sorun olarak belirtmiş, Yüksel de (2002) Türkiye için aynı noktaya değinmiştir. Yüksel’in de belirlediği gibi, Türkiye’de bu fonların yok düzeyinde oluşunun etkisiyle, genelde tüm işletmelerin sıkıntısı sürmektedir. Literatürde Hillary (2004) İngiltere ve diğer AB ülkeleri, Budak ve arkadaşları (2004) Çin, Malmborg (2006) Uruguay’da, UNEP ve UNCTAD (2000), ISO/TC207/SC1/ Stratejik KOBİ Grubu (2005) da örneklerinde ISO 14001 belgelendirme mâliyetlerinin KOBİ’ler için önemli bir sorun olduğunu belirtmişlerdir. Anketimiz ek belgelendirme mâliyetleri süreci sorgulamasında katılımcıların,genel anlamda böyle bir sıkıntı yaşamadıkları, ya da yurtdışı merkezli oldukları için bu sürece dikkat etmedikleri ortaya çıkmıştır. İtalya’da Ghisellinia ve Thurston (2005), Uruguay’da Malmborg (2006) ve INEM’in çeşitli ülkelerdeki uzmanlara yönelik olarak yaptığı anket çalışmasında (2006), denetim öncesinde dokümantasyon konusuna yoğunlaşarak diğer faâliyetleri ikinci plana atma probleminin var olması, bu problemin değişik özelliklerdeki ülkelerde de yaşandığını göstermektedir. Babakri ve arkadaşları (2003), Malmborg (2006), UNEP ve UNCTAD (2000), ISO/TC207/SC1/ Stratejik KOBİ grubu (2005) ve ISO (2006) çalışmalarında finansal kaynak eksikliği sorununa yer vermişlerdir. Bu çalışmada, ankete katılan işletmelerin önemli bir kısmı yurt dışı merkezli olduğundan, bu sorun çok ön plana çıkmamıştır. Fakat sistemin kurulum ve işletim aşamalarında az da olsa yaşandığı tespit edilmiştir. İşletmelerdeki cihazların kalibrasyonu ve kalibrasyon masraflarını karşılama sorunlarının boyutu cihaz sayı ve tipine göre değişim göstermektedir. Özellikle hizmetin yurtdışından alınması gerektiğinde, KOBİ’ler için sorun yaratacağı (Atıcı, 1999), bu işlemlerin genelde problem yarattığı (Yüksel, 2002) belirtilmiştir. Her ne kadar KOBİ’lerin diğer işletmelere nazaran daha çok malî sıkıntı yaşaması beklense de, burada sunulan çalışma sonuçlarında görüldüğü gibi her KOBİ’nin mâlî açıdan mutlaka yetersiz olacağı genellemesi doğru değildir. Bu nedenle KOBİ yerine malî sıkıntıları olan işletmelerin varlığından söz edilmesinin daha yerinde olacağı ileri sürülebilir. Babakri ve diğerlerinin (2003), INEM’in (2006), Srinivas’ın (2006), ISO/TC207/SC1’in (2005), Salihoğlu ve arkadaşlarının (2003) yaptıkları çalışmalarda, ÇYS’nin başarısı ve etkinliği açısından büyük önem taşıyan üst yönetimin etkin desteği hususunda işletmelerde problem yaşandığı gözlemlenmiştir. Yapılan çalışmada ve yararlanılan kaynakların hemen hemen hepsinde eğitimler, ya da çevre bilincinin oluşturulmasıyla ilgili problemlerin yaşandığının belirlenmesi bu sorunun çözüm bekleyen en önemli sorunlar arasında olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Nitekim Ofori ve arkadaşları (2002), bilinçlendirme için ilgili kurum ve kuruluşların, medyanın tüm imkânlarından faydalanmasını 104 önermektedir. Özellikle resmî kurumların medyayı kullanmasının toplumun bilinçlendirilmesine katkısının önemi üzerinde durulmalıdır. Babakri ve diğerleri (2003), INEM (2006), UNEP ve UNCTAD (2000) ile Salihoğlu ve arkadaşları (2003) çalışmalarında personelin yeniliklere karşı direncine yer vermişlerdir. Çevreye duyarlı uygulamalarda toplum ve çalışanların duyarsızlığına Yüksel (2002) de önemli bir problem olarak yer vermiştir. Çalışan personel ve toplumun çevre duyarlılığı ve bilincinin yeterli eğitimlerle sağlanması gerekmektedir. Katılımcıların % 94’ü tehlikeli, kontamine, tıbbî atık gibi atık türlerine sâhiptir. Elde edilen bulgulara göre, en önemli ve aşılamayan problemler arasında bu tür atıkların giderimi yer almaktadır (Çizelge 13). Daha önce de Erginel (2004) ve Yüksel (2002) de Türkiye’deki çalışmalarında atık bertarâfı ve geri dönüşümüyle ilgili işletmelerin yaşadığı problemin önemini vurgulamışlardır. Yatırım ve organizasyon konusu olan bu sorunun sürdüğü görülmektedir. Ghisellinia ve Thurston (2005), (Malmborg, 2006), Delmas (2006), INEM (2006), UNEP ile UNCTAD (2000) ve Yüksel (2002)’in çalışmalarında, ayrıca ISO/TC207/SC1/ Stratejik KOBİ Grubu raporunda (2005) yasal mevzuatın karşılanmasında problem yaşandığının vurgulanmış olması, saptadığımız bahse konu problemin yaygınlığını göstermektedir. Salihoğlu ve arkadaşlarının (2003) Bursa örneğinde elde ettikleri sonuçlara dayanarak belirttikleri hususlar arasında ÇYS dokümantasyonunun sürdürülebilirliğinde işletmelerin yaşadığı sorunların yer alması, bu problemin de bu süre zarfındaki devamlılığının göstergesidir. INEM’in uzmanlarla yaptığı anket (2006) ve UNEP ile UNCTAD’ın (2000) KOBİ’ler arasında yaptığı çalışmalarda KOBİ’lere yönelik özel bir ÇYS bulunmamasının da sıkıntı yarattığı belirtilmiştir. Hillary’nin (2004) İngiltere ve diğer AB ülkelerinde yaptığı araştırmada ve Engel’in (2003) Belçika’da yaptığı eko-haritalandırma çalışmasında da bu hususta problem yaşandığı bildirilmiştir. Amerika’da Babakri ve arkadaşları (2003), İtalya’da Ghisellinia ve Thurston (2005) tarafından yapılan araştırmalarda, Engel’in Belçika’daki eko-haritalandırma çalışmasında (2003) olduğu gibi Salihoğlu ve arkadaşlarının (2003) Bursa örneğinde de doküman ve kayıtların kontrolünün problem yarattığı bilgisi yer almaktadır. Engel (2003) eko-haritalandırmanın, özellikle dokümantasyon problemini aşmak için, oldukça faydalı bir araç olduğunu vurgulamaktadır. Bu görüşe katılmakla birlikte bu sistem için teknolojik alt yapının, ya da kalifiye personel ile birlikte bilgisayar sisteminin bulunması, ya da geliştirilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. INEM’in uzmanlarla yaptığı anket çalışması (2006) sonucunda ortaya çıkan diğer bir problem ise yüksek danışmanlık ücretleridir. İşletmelerin yararlanabilmesi amacıyla literatür taramasında yararlanılan çalışmalarda yer alan ve yazarların genel anlamda ileri sürdükleri öneriler aşağıdaki gibi irdelenmiştir. Hillary (2004) aynı koşullarda bulunmayan işletmeler arasındaki eşitsizliği aşabilmek amacıyla işletme ölçeği ve sektörüne özgü, daha ayrıntılı araştırma yapılmasını önermektedir. Bu noktada ölçeğe ve sektöre göre belirlenecek hususların daha özel, ölçek ve sektöre özgü rehberlik sağlayacağından faydalı olabileceği kanısına katılmamak mümkün değildir. Malmborg (2006) problemlerin giderilmesi için bilinçli bir üst yönetim ile ulusal düzeye indirgenmiş ÇYS oluşturulmasını önermektedir. Üst yönetimin desteğinin çok önemli olduğu ÇYS’nde, ulusal düzeye indirgenmiş bir ÇYS’nin sistem gereksinimlerinin karşılanmasında kolaylık sağlayacağı düşünülebilir. INEM’in (2006) çalışmasında, uzmanlar tarafından problemlerin aşılabilmesi için sadece risk azaltımına değil, çevresel iyileştirmeye de odaklanılması, KOBİ’lere özgü ÇYS geliştirilmesi, net örnekler içeren yardımcı kitapların hazırlanması, standardın gereklilikleriyle ilgili detaylı alt gruplar oluşturulması, gerekliliklerle ilgili kontrol listelerinin kullanılması ve basamaklardan oluşan sertifikasyon şeması oluşturulması önerilmektedir. Tüm bu öneriler irdelendiğinde sürekli iyileştirme prensibinin devamlılığını sağlayabilmek açısından çevresel iyileştirmeye odaklanmanın gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Ölçeklere ve özellikle 105 KOBİ’lere özgü ÇYS’nin gerekliliklerin uygulanmasında kolaylık sağlayacağı, yardımcı kitapların bilhassa tecrübe ve bilgi eksikliğine sâhip işletmeler için faydalı olacağı açıktır. Kontrol listeleri ise yapılan uygulamalarda önemli tüm noktaların atlanmamasını sağlayacaktır. Sertifikasyon şemalarının da şemadaki basamakların neresinde bulunulduğunu ve nereye gidileceğini görsel olarak, daha net şekilde göstererek faydalı olacağı söylenebilir. ABD örneğini inceleyen Delmas (2006) kurumsal promosyonun gerekliliğini savunmuştur. Resmî kurumların ISO 14001’e yönelik yapacağı bilinçlendirme girişimlerinin faydalı olacağı düşünülebilir. ISO/TC207/SC1 (2005) raporunda problemlerin çözümü için ISO tarafından işletmelerin faaliyet alanına özel ÇYS'leri düzenlenmesi önerilmiştir. Böylelikle, gereksiz dokümantasyon ve bürokrasiden kaçınılmış ve küçük ölçekli işletmelerin sübvansiyonlardan daha çok yararlanabilmesine katkı sağlanmış olunacağı öngörülmüştür. Alternatif olarak da işletmelerin kendilerine özel ÇYS’lerini oluşturarak ISO onayına sunmaları önerilmiştir. Daha küçük ölçekli ÇYS’lerinin geliştirilmesinin bazı ölçeklere ve işletmelere özel problemlerin çözümünde yararlı olabileceği düşüncesi de tartışmaya değer bir konudur. Atıcı (1999) bu fikri daha önce ortaya atarak özellikle işletme ölçeğine göre ÇYS düzenlenmesinin yararlarını tartışmıştır. Yüksel (2002) ISO 14001 hususunda işletmelerin problemlerinin çözümü için üst yönetimin desteği ve gerekli malî kaynağı sağlamasının gerekliliğini vurgulamıştır. Geri dönüşüm faaliyetlerinin etkin şekilde gerçekleştirilebilmesi için gerekli düzenlemelerin, tesis ve hizmetlerin yeterli sayı ve kapasitede, ayrıca gerekli konumlarda sağlanması gereksinimini, çevre bilincinin oluşturulup, geliştirilmesi gereğini de vurgulamıştır. Tüm bu hususlar, yukarıda da ilgili değerlendirmelerde vurgulandığı gibi, yapılması ve uygulanması gereken konulardır. Salihoğlu ve arkadaşlarının (2003) uygulamalı Bursa çalışmasında ise ISO 14001 ÇYS’nin faydasının yalnızca işletme çalışanlarına değil, tüm topluma olacağı vurgulanarak, yasal düzenlemeler ve standart maddelerinin etkin araçlar olarak kullanılması gereğine dikkat çekilmiştir. Tüm toplumda çevre bilinci, kültürü ve vicdânının oluşturulması gerekliliği üzerinde de durulmuştur. Hiç kuşkusuz tüm topluma yarar sağlayan bu sistemin problem ve zorluklarının aşılmasında çevre bilincinin rolü yadsınamayacak derecede büyüktür. 5. Sonuç Türkiye genelinde yapılan anket uygulamasından elde edilen analizlerin yukarıda sunulan sonuç ve diğer çalışmalarla karşılaştırılarak yapılan değerlendirmelerinden de görülebileceği gibi, ISO 14001 ÇYS belgeli işletmelerin sistemin kurulum ve işletim aşamalarında karşılaştıkları problem ve zorluklar diğer dünya ülkelerinde de yaşanmaktadır. Ancak tüm bu problemlerin hissedilme düzeyleri ile karşılaşılma derecelerinin incelenen örneklerde farklılıklar gösterdiği söylenebilir. Örneğin burada sunulan anket sonuçlarına göre, yukarıda da belirtildiği gibi, işletmeler Türkiye’de var olan alt yapı eksikliği dolayısıyla atık bertarâfı konusunda gelişmiş diğer ülkelere göre büyük sıkıntı yaşamaktadır. Diğer yandan, gelişmiş ülkelerde büyük ölçüde aşılmış olsa da, gelişen ve alt yapı eksikliği olan ülkelerde özellikle KOBİ'ler için önemli olduğu belirtilen ISO 14001 ÇYS ek mâliyetlerinin karşılanması sorunu (UNEP, UNCTAD, 2000; ISO/TC207/SC1/ Strategic SME Group, 2005; ISO, 2006; Budak vd., 2004; Hillary, 2004; Malmborg, 2006) varken, araştırmamız Türkiye'de bu konuda resmî destekler olmamasına rağmen, kuruluşların daha az sıkıntı çektiğini göstermiştir. Bu nedenle genel olarak, literatür taramasında değişik ülkelerde yapılan araştırmalarda belirtilen problem ve zorluklarla, burada Türkiye için tespit edilenlerin örtüştüğü belirtilebilir. Ancak yapılan araştırmalarda incelenilen örneklem grubu yanında, işletme ölçeği, faâliyet alanı, bulunduğu ülkenin fiziksel, ekonomik, sosyal, bürokratik ve benzeri koşullarının da bu problem ve zorlukların hissedilme derecelerini ve karşılaşılma sıklıklarını etkilediği bir gerçektir. Belirtilen problem ve zorlukların bir kısmının sistemin işletim aşamasında zaman içerisinde çözüme ulaşacağı düşünülmektedir. Yapılan çalışmada problem ve zorluklardan en baskın olanları çevre ile ilgili konulardaki alt yapı yetersizliği, atık bertarâfında lisanslı, uygun alanların bulunması ve devlet ile resmî kurumların 106 destek ve teşviklerinin yeterli olmaması olarak tespit edilmiştir. Başta bu problemler ve diğerlerinin çözümleri için çevre bilincinin oluşturulması ve arttırılması çok önemli ve gereklidir. Çevreye olan duyarlılık ve bilinç üst yönetimden personele, topluma, resmî kurum ve yetkili mercîlerdeki üst düzey yöneticilere kadar herkese kazandırılmış olmalıdır. Ayrıca işletme içerisinde gerekli konularda kaliteli, ve yeterli eğitimlerin sağlanması kaçınılmaz bir gereklilik olarak görülmektedir. Personelin yetki ve sorumluluklarının en etkin şekilde dağıtılması da önemli bir husustur. Bunlara ek olarak, akredite olmuş bir sertifikalandırma kuruluşunun tercih edilmesi, gerektiği taktirde gereken yönde ve yeterli düzeyde bilgi ve tecrübeye sahip dış danışmanlık hizmetlerinin alınması ile iç denetimlerin kaliteli yapılması da yarar sağlayacaktır. Atıkların bertarâfı ve geri dönüşümü faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinde gereken hassâsiyetin gösterilmesi şarttır. Devlet ve resmî kuruluşların bu doğrultuda öncelikler belirleyerek gerekli çevresel alt yapının oluşturulmasına ve mevcudun iyileştirilmesine, yeterli sayıda ve gereken yerlerde atık bertaraf ve geri dönüşüm tesisleriyle hizmetlerinin sağlanmasına, ÇYS’ni destekleyecek yönde ekonomik teşviklere ve yasal düzenlemelere gitmesi gerekmektedir. İşletmelerin hâlen daha çözümleyemediği problemlerin de Çizelge 16.a ve Çizelge 16.b’de ayrıca belirtilmesi ile önemi vurgulanmaya çalışılmış ve özellikle bu hususlarda çözüm alternatiflerinin üretilmesine yol açılması hedeflenmiştir. Bu çalışmayla, işletmelerin yaşadığı problem ve zorlukları aşmalarına, en azından azaltmalarına yardımcı olunabilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca ISO 14001 ÇYS’ni kurmayı düşünen veya kurulum aşamasında olan işletmelerin daha net düşüncelerle sistemin adaptasyonunda başarılı olmalarına katkı sağlanması hedeflenmiştir. Ek olarak çalışmayla, işletmelere ISO 14001 ÇYS ile ilgili kendi içlerinde yaşadıkları problemleri hem çalışmada yer alan örneklem gurubuyla, hem de literatürden derlenen dünya örnekleriyle kıyaslama imkanı sunulmuş olacaktır. Kaynaklar Atıcı, F. 1999. ISO 14001 Çevre Yönetim Standardı, İstanbul Teknik Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Babakri, K. Bennett, R. Franchetti, M. 2003. Critical factors for implementing ISO 14001 standard in United. Journal of Cleaner Production 11 : 749 – 752. Budak, F. Yüceer, A. Kekeç, S. 2004. ISO 14001: Belgelendirmenin Nedenleri Faydaları ve Maliyeti. Yöneylem Araştırması/Endüstri Mühendisliği - XXIV Ulusal Kongresi, Gaziantep – Adana. Cevilan, I. 2003. Çevre Yönetim Sistemleri (ISO 14000 Standartları) ve Kağıt Sanayinde Uygulanması, Balıkesir Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. Balıkesir. Çelebi, Y. 1999. ISO 9002 Kalite Güvence ve ISO 14000 Çevre Yönetim Sistemlerinin Polimerik Şerit Elyaf Üretimine Uygulanması, Yıldız Teknik Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Delmas, M. 2006. Barriers And Incentives to the Adoption of ISO 14001 By Firms in The United States, www.law.duke.edu/journals/delpf/articles/delpf11p1.htm. Demirel, B. 2001. ISO 14000 Çevre Yönetim Sistemi ve Türkiye’deki Uygulamaları, İstanbul Teknik Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Demirhan, N. 2002. ISO 14001 Çevre Yönetimi Standartlarının Bir Un Fabrikasına Uygulanması, Gazi Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi.Ankara. Doğan, C. 2002. ISO 14000 Çevre Yöneti Standartları ve Bir Petrol Dağıtım-Satış İstasyonundaki Uygulaması, Gazi Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Engel, H. 2003. EMAS and ISO 14001 easy : 10 people, 10 pages , 10 days Small Management Tools for Micro-enterprises. INEM. ww.telarc.co.nz/info_sheets/te2.pdf. 107 Erdağ, E. 2000. Cam Endüstrisinde ISO 14001 Uygulamaları, İstanbul Teknik Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Erginel, N. 2004. ISO 14001 neler kazandırıyor? Dünyada Çevre Yönetim Sistemi uygulayan kuruluşların kazanımları neler?. Doğa ve Çevre Dergisi 8: 8 - 9. Ghisellinia, A. Thurston, D. 2005. Decision traps in ISO 14001 implementation process: case study results from Illinois certified companies. Journal of Cleaner Production 13: 763 – 777. Hillary, R. 2004. Environmental management systems and the smaller enterprise. Journal of Cleaner Production 12 : 563 – 567. International Network for Environmental Management (INEM). 2006. Environmental Management Experts Identify Obstacles to ISO 14001 Implementation in SMEs and Suggest Ways to Overcome Them. www.inem.org/htdocs/iso/iso-sme.html. ISO. 2006. ISO Poll. http://ems-hsm.com/Implementation/Impl_Pools.htm. ISO/TC207/SC1/ Strategic SME Group. 2005. The Global Use of Environmental Management System by Small and Medium Enterprises. www.iso.org/tc207/sc1. Karali, K. 2002. Çevre Yönetim Sistemi: Gıda Sanayi İşletmeleri İçin Rehber, Gazi Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Karakaş, N. 2002. Çevre Muhasebesi Uygulamaları, Muhasebecilerin Çevresel Sorunlara Karşı Tutumları ve ISO 14001 Belgeli Kuruluşlarda Bir Araştırma (Kimya İlaç Sektörü), İstanbul Üniversitesi. SBE. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Malmborg, A. 2006. ISO 14001 in Uruguay – Problems and Opportunities: 3 – 46, exepsilon.slu.se/archive/00000582/. Mındıkoğlu, B. 2007. “ISO 14001 ÇYS Standardı: İşletmelerin Karşılaştıkları Problem Ve Zorluklar Üzerine Bir Araştırma”. Ankara Üniversitesi. SBE. Sosyal Çevre Bilimleri Anabilim Dalı. Yükseklisans Tezi. Ankara : 170 - 185. http://acikarsiv.ankara.edu.tr/fulltext/2537.pdf. Odabaşı, E. 2001. Sanayide Temiz Üretim İçin Çevre Yönetimi: Tekstil Sektöründe Uygulama Örneği, Mersin Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. Mersin. Ofori, G. Gang, G. Briffett, C. 2002. Implementing environmental management systems in construction: lessons from quality systems. Building and Environment 37 : 1405. Polat, B. 2003. Çevre Yönetim Sistemi Uygulamalarının İşletmelere Sağladığı Faydalar: Bir Örnek Çalışma, Çukurova Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. Adana. Rendell, E. McGinty, K. 2004. Sample EMS Manual Environmental Management System Model Manual Specific to Pennsylvania Municipal Operations. Pennsylvania Department of Environmental Protection B -9 : 2-4. Salihoğlu, G. Acar, V. Salihoğlu, K. 2003. Bursa Endüstrisinde ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi Uygulamaları. Çevre Bilim & Teknoloji 1 (4) : 32 – 35. Srinivas, H. 2006. Problems Faced in Implementing the ISO 14001. Urban Environmental Management Info Sheet, http://www.gdrc.org/uem/iso14001/info-8.html. Tuna, E. 2003. ISO 14000 Çevre Yönetim Sistemleri ve Bir Otomotiv Yan Sanayii Uygulaması, Dokuz Eylül Üniversitesi. SBE. Yüksek Lisans Tezi. İzmir. Tunca, T. 2001. Bir İlaç Endüstrisinde Çevre Yönetim Sistemi Uygulaması, Boğaziçi Üniversitesi. ÇBE. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Tütün, K. 2000. Çevre Yönetim Sistemi: ISO 14000 Çevre Yönetim Sistemi ve Belgelendirilmesinin İşletmelere Sağladığı Faydaları ve Bir Uygulama, Marmara Üniversitesi, SBE. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Ulu, A. 2001. Bir Kablo Fabrikasında ISO 14000 Uygulamaları, Boğaziçi Üniversitesi. ÇBE. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. UNEP, UNCTAD. 2000. Trade, Environment and Development: ISO 14001 Standards for Environmental Management Systems. Train for Trade 2000. Module 6. 108 Usta, R. 2001. Çevre Yönetim Sistemi ve ISO 14001 Standartları Doğrultusunda Bir Çay İşletmesindeki Çevre Boyut ve Etkilerinin, Amaç ve Hedeflerinin Program veya Programlarının Belirlenmesi, Gazi Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. Ankara. Uzun, B. 1999. ISO 14001 Çevre Yönetim Sisteminin Bir Elektronik Firmasında Kurulması, Dokuz Eylül Üniversitesi. FBE. Yüksek Lisans Tezi. İzmir. Young, S. Schuster, M. 2006. How Can It Benefit Business? A Survey of ISO 14001 Certified Companies in Thailand. The Louis Berger Group, Inc. http://www.tei.or.th/main.htm. Yüksel, H. 2002. Kalite ve Çevre Yönetim Sistemlerinin Bütünleştirilmesi: ISO 14000 Yaklaşımı, Dokuz Eylül Üniversitesi. SBE. İAD. Doktora Tezi. İzmir. Zığındere, Y. 1999. Çevre Yönetim Sistemi ISO 14000 Standartları ve Arçelik A.Ş.’nde Bir Uygulama, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi. SBE. Doktora Tezi. İstanbul. 25997 sayılı Resmi Gazete. 2005. Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmelerin Tanımı, Nitelikleri ve Sınıflandırılması Hakkında Yönetmelik. 109 MAKALE KABUL KOŞULLARI VE YAZIM KURALLARI • Dergide çevre bilimleri alanında yapılmış özgün araştırmalar ve derlemeler (tarama yazıları) yayınlanır. Dergide yayınlanacak eserler Türkçe ya da İngilizce olarak yazılabilir. • Dergiye gelen eserin basımı öncesinde hakem görüşleri alınır. Gönderilen makalenin dergide yayınlanabilmesi için Editörler Kurulu tarafından hem bilimsel içerik, hem de şekil bakımından uygun görülmesi ve hakemler tarafından kabul edilmesi gerekir. Yayınlanması uygun bulunmayan eser yazarına/yazarlarına geri gönderilir. • Dergide yayınlanacak eserin daha önce hiçbir yayın organında yayınlanmamış ya da yayın hakkının verilmemiş olması gerekir. Buna ilişkin yazılı bildirim, makale ile gönderilmelidir. • Eser, Microsoft Word Windows programında, Times New Roman yazı karakterinde yazılarak, CD ile birlikte, 1 bilgisayar çıktısı, 2 fotokopi olmak üzere toplam 3 nüsha gönderilmelidir. Eserin 2 nüshasında yazar adı ve kurumu yer almamalıdır. • Makale A4 normunda birinci hamur kağıda, sayfa kenar boşlukları üst 3cm, sol 2,5cm, sağ 2,5cm, alt 4cm olarak ayarlanarak, PC ortamında, Microsoft Word programının yeni versiyonunda, 11 punto Times New Roman karakteri ile, tek satır aralığı kullanarak ve iki yana yaslı olarak hazırlanmalı, paragraf arası verilmemeli, paragraflarda ilk satır girintisi ise 1.25cm olarak yazılmalı, metin içerisinde tablo ve şekiller dahil koyu karakterlere yer verilmemeli, şekil, çizelgeler ve Kaynaklar bölümü dahil 15 sayfayı geçmemelidir. • Eser başlığı baş harfleri büyük, ortalanarak koyu (bold) ve 14 punto, yazar adları 12 punto, Özet ve Abstract iki yana yaslı 9 punto ile yazılmalıdır. • Yazar adı/adları açık olarak yazılmalı, ünvan kullanılmamalı, adres bilgileri 11 punto ve italik olacak şekilde bir alt satırda yer almalıdır. Başlık ile yazar isimleri arasında 1,5 satır aralığı bulunmalıdır. İki ya da daha fazla yazarlı makalelerde, yazarların soyadları üzerine rakam konularak, adres bilgileri alt satırda ve tek satır boşluğu bırakılarak yer almalıdır. • Yapılan çalışma bir kurum/kuruluş tarafından desteklenmiş ya da doktora/yüksek lisans tezinden hazırlanmış ise, başlığa yıldız koyularak ilk sayfanın altına dip not olarak verilmelidir. • Özgün araştırmalar; Özet, Abstract, Giriş, Materyal ve Yöntem, Bulgular, Tartışma, Sonuç, Teşekkür (gerekirse), Kaynaklar şeklinde düzenlenmelidir. Derlemeler Giriş, uygun başlıklar altında Ana Metin ve Sonuçlar olmak üzere üç bölümden oluşabilir, yayınlanmasında Ankara Üniversitesi Çevrebilimleri Dergisinin Yayın İlkeleri uygulanır. Özet, 200 kelimeyi aşmayacak şekilde, çalışmanın amacını, nasıl yapıldığını, sonuçları ve sonuçlar üzerine yazar(lar)ın yaptığı değerlendirmeleri içermeli ve en fazla 7 adet anahtar kelime kullanılmalıdır. Giriş, çalışmanın önemini, amacını ve konu ile ilgili daha önce yapılmış temel araştırmaları kapsamalıdır. Materyal ve Yöntem, çalışmanın tekrarına olanak verecek şekilde yeterli bilgi ve kaynakları içermelidir. Bulgular, şekil ve çizelgelerde verilen bilgilerin tam olarak anlaşılmasını sağlamalıdır. Tartışma bölümünde sonuçlar, önemi vurgulanarak daha önce yapılan çalışmalarla karşılaştırılmalıdır. Sonuç bölümünde ise, bulgulardan ulaşılan son değerlendirmeler verilmelidir. • Makaledeki şekil, harita ve fotoğrafların bilgisayar kayıtları, kaliteli basıma uygun yüksek çözünürlükte olmalı, makalede metin içerisine yerleştirilmeli ve baskı aşamasında orijinalleri de makaleyle birlikte gönderilmelidir. Çizelge başlıkları çizelgenin üstüne, çizelge kaynağı ise altına verilmelidir. Çizelge ve şekil açıklamalarında sadece ilk kelimenin baş harfi büyük, diğerleri küçük harflerle yazılmalıdır. Çizelge içerisindeki metinlerde de aynı kural geçerlidir. Tüm tablolar “Çizelge”; tüm grafik, harita ve çizimler “Şekil” olarak adlandırılmalıdır. Şekil 111 adları şeklin altında verilmelidir. Tüm şekil ve çizelge adları 9 punto, Times New roman karakterinde olmalı, numaralandırmalardan sonra nokta verilmelidir. 112 • Metin içerisinde atıfta bulunulan kaynaklar, yazarın soyadı ve yayın yılı sıralamasıyla parantez içerisinde verilecektir (Akpınar, 2000). Aynı yazarın aynı tarihli birkaç eseri varsa alıntılarda yıldan sonra a,b,c... şeklinde numaralandırma yapılacaktır (Akpınar, 2002a). Birden fazla esere atıfda bulunuluyorsa referanslar alfabetik sıra ile verilmelidir (Avcıoğlu, 2002; Oğuz, 2004; Uslu ve Kiper, 2005). • Sözlü görüşmeler ve yayınlanmamış eserlere (Yüksek Lisans ve Doktora Tezleri hariç) ait bildirimler, kaynak olarak kullanılmamalıdır. • Kaynaklar listesi ilk yazarın soyadına göre alfabetik olarak düzenlenmelidir. İki veya daha fazla yazarlı eserlerin bildiriminde son yazardan önce “ve” bağlacı kullanılmadır. Dergi: Somuncu, M. 2004. Dağcılık ve Dağ Turizmindeki İkilem: Ekonomik Yarar ve Ekolojik Bedel. Coğrafi Bilimler Dergisi, 2 (1):1-22. Kitap: Keleş, R. 1996. Kentleşme Politikası. İmge Kitabevi Yayınları: 803, Ankara. Kitabın bir bölümü: Hamamcı, C. 1997. Çevrenin Uluslararası Boyutları. s: 395-412. Editör: R. Keleş. İnsan Çevre Toplum. İmge Kitabevi, Ankara. Bildiri kitabı: Karadeniz, N., Özbek, H. ve Gül, S. 2000. Ülkemiz Koruma Alanlarında Yönetim Planı Süreci. 2000’li Yıllarda Yaşadığımız Çevre ve Peyzaj Mimarlığı Sempozyumu. Bildiriler Kitabı: 177-184, 24-26 Mayıs 2000, Ankara. Yazarı belirtilmeyen kurum yayınları: Anonim 1997. Ulusal Çevre Eylem Planı: Arazi Kullanımı ve Kıyı Alanlarının Yönetimi. Devlet Planlama Teşkilatı Yayını, Ankara. İnternet sayfaları: İnternet sayfasına atıfta metin içerisinde Anonim ya da Anonymous ve erişim tarihi olarak verilmeli (Anonim, 2005), Kaynaklar bölümünde ise sayfa adresi de verilmelidir. Anonymous 2007. Explore Europe’s changing landscape. http://www.eea.europa.eu/highlights/ explore-europe2019s-changing-landscape. • Etik Kurul onayı gerektiren çalışmalarda, Etik Kurul onayına dair belge gönderilmesi ve makalede de Etik Kurul onayı alındığının belirtilmesi gerekmektedir. • Basımına karar verilen eserde, ekleme ya da çıkarma yapılamaz. • Makalelerle birlikte posta işlemlerinde kullanılmak üzere 10 TL’lik posta pulu gönderilmelidir. • Yayın süreci tamamlanan eserler geliş tarihi esas alınarak yayınlanır. • Bir yazarın, aynı sayıda ilk isim olarak 1 (bir), ikinci ve diğer isim sırasında 1 (bir) olmak üzere toplam 2 (iki) eseri basılabilir. • Sayfa sınırını aştığı için seri makale olarak bölünmesi söz konusu olan araştırmaların başlıkları ona göre düzenlenerek, zaman içinde sırayla basılmak üzere, değerlendirmeye bir arada sunulmalıdır. • Yayınlanan eserin tüm sorumluluğu yazarına/yazarlarına aittir.