Untitled - Ozgurluk

advertisement
Merhaba,
Faşist düzen pervasızca saldırıyor, katliamlar
gerçekleştiriyor. Hem de zindanlarında rehin
tuttuğu devrimci tutsaklara en azgınca saldırıyor.
Dün Buca'da kan döküp 3 tutsağı katlederken,
bugün de Ümraniye'ye saldırdı. Katletmek için
saldırdı. Özellikle Halk Kurtuluş Savaşçılarını hedef
seçmişti.
Bu kuralsız, pervasız saldırının karşılığında yine
direniş vardı, inanç vardı, kararlılık vardı. Çünkü
diğer Parti-Cephe tutsakları gibi Ümraniye'deki
Parti-Cephe tutsakları da mücadelenin en ön
safında direnişle özdeşleşmişlerdi. Onlar haklıdan
ve halktan yana idiler, 3 şehit verdiler ama kazanan
yine Parti-Cephe tutsaklarıydı.
Öfkemiz had safhada, tüm gücümüzle faşizme
anladığı dilden cevap vereceğiz. Türkiye halklarının
yiğit evlatları Rıza Boybaş, Abdülmecit Seçkin ve
Orhan Özenin dökülen kanlan zafere ulaşacağımız
merdivende birer basamak olacaktır. Kurtuluş
mücadelemizin önderi, bayrağı olacaklar. Bugün
bize düşen bu bayrağı yükseltip katliamların
hesabını sormaktır. Katliamların önüne bu şekilde
geçeriz. Faşizm gazetemize saldırmaktan da geri
durmadı. 3 Ocak günü Sivas büromuzu basan
polisler temsilcimiz Hülya Dağlı ve İki okurumuzu
gözaltına alırken büromuzu talan etti. Bu
pervasızlıkları yanlarına kalmamalıydı. Kalmadı da
4 Ocak günü 30 Kurtuluş okuru CHP'yi işgal ederek
bu saldırıyı protesto ettiler. Sloganlarla devam
eden işgal, içerdeki CHP'lilerden birinin kalp krizi
geçirmesi üzerine dışarı çıkarılmak istenirken katil
polis sürüsü gaz bombalarıyla saldırdı.
Okurlarımızın karşılık vermesi sonucu çıkan
çatışmada 4 de polis yaralanırken okurlarımız
gözaltına alındı.
Gazi-Ümraniye
Şehitliği yaklaşık bir
yıllık çabanın ardından
şehit aileleri ve Haklar
ve Özgürlükler
Platformu'nun ortak
çabasıyla
gerçekleştirildi. Bu
şehitlik Gazi ve
Ümraniye
direnişlerinin anılarının
kavgada yaşatılacağına
olan inancın bir ifadesi
olarak değerlendirilmelidir.
Bu nedenle Şehitliğin
açılışı faşist saldırıların
ve katliamların arttığı
bugünlerde halk
olduğumuzun ve teslim
alınamayacağımızın
göstergesi olacaktır.
Üç şehit daha
verdiğimiz bir katliamın
ardından Ümraniye
direnişçilerinden
öğrendiklerimizle
faşizmin karşısına
çıkalım. Şehitliğin
açılışına katılalım.
Özgür bir vatan için, sömürü ve zulmün yok edilmesi için savaştığımızdan
yine katledildik! Ümraniye'de akan kan
Devrimci Halk Kurtuluş Partisi, Devrimci
Halk Kurtuluş Cephesi üye ve savaşçılarının kanıdır. Halkımızın kanıdır. İlk
defa akmıyor bu kan; yıllardır binlercemizi öldürdüler, onbinlercemizi tutsak
ettiler. Ülkeyi işkencehaneye ve zindana dönüştürdüler. Bu düzene karşı çıkan bütün devrimciler, giderek bütün
halk işkenceden ve zulümden nasibini
aldı. Halka karşı savaş ilan ettiler, cuntalar düzenlediler. Kendilerinin yetmediği yerde emperyalistleri yardımlarına
çağırdılar. Ve "ya özgür vatan, ya ölüm"
diyenleri susturamadılar, inançlarından
vazgeçiremediler. Teslim alamadılar.
Herşeyiyle tükenmiş, devrimci mücadele karşısında yaptıkları katliamlar ve
zindanları tıkabasa doldurmalarına rağmen, halkın kurtuluş savaşını durduramayan faşist iktidar, dengesizce, çılgınca ve bir türlü devrimcileri yenememenin çaresizliğiyle, inançları için direnmek, gerektiğinde ölmekten başka hiç
bir yolu olmayan tutsaklarımıza saldırıyor. Ama, her saldırıda, her katliamda
yeni bir yenilgi alıyorlar. Binlerce bomba ve silah karşısında bedenlerinden
başka bir silahları olmayanlar, ölüyor
ama teslim olmuyorlar. Daha Buca'da
uç yoldaşımızın cesetleri soğumadan,
Ümraniye Cezaevinde yeni bir katliam
yaptılar.
Şehirlerde ve dağlarda süren kurtuluş savaşımızı katliamlarla yok edemeyenler, şimdi tutsaklarımızı katlederek
yok edeceklerini sanıyorlar. Ne büyük
yanılgı, ne büyük gaflet! Tarih boyunca
hiç bir haklı savaş kanla, zulümle yok
edilememiş, engellenememiştir. Savaşımız; bağımsız bir ülke, halkın iktidarı
için, sömürü ve zulmün olmadıği, halkların kardeşçe yaşadığı bir düzen içindir. Dünyanın en haklı ve meşru bu savaşı için her türlü bedeli ödeyerek direnmek, savaşmak ve gerektiğinde ölmek kutsal bir görevdir. Amerikan emperyalizminin kuklası faşist iktidarın,
devrimcilere boyun eğdirerek pişmanlık
getirtmesi, halkımızın özgürlük savaşının yok edilmesi demektir. Savaşçılarımız, halkımızın kurtuluş umudunu büyütmek için, gerektiğinde yine barikat
örecek ve şehit olmaktan çekinmeyeceklerdir.
Yenilen; hepsi yaralanan, şehit olan,
Partîmizin-Cephemizin savaşçıları değil, faşist iktidardır. Çünkü, binlerce silaha karşı, inançlarından başka hiç bir silahları olmadan kahramanca direnmiş,
ölmüş ama teslim olmamışlardır. Savaşçılarımızın "ya özgür vatan ya ölüm"
sloganları, şimdi daha yüksek, daha
yaygın, daha anlaşılır. Ölen ama teslim
olmayanların düşünceleri, halklarımızın
yüreğinde, sokaklarda, meydanlarda,
dağlarda, her yerde, daha gür yankılanıyor.
Katliamı yapan faşist iktidardır:
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, bütün düzen partileri, parti yöneticileri, bütün sermayedarlar, devlet bürokratları, bütün asker ve polisler, bütün
emniyet müdürleri,, valileri, jandarma
alay komutanları suçludurlar.
Basın ve TV'ler yalan söylüyor;
Cezaevinde sayım verilmediğinden,
barikat kurulduğundan ve tünel şüphesiyle saldırı yapılmamıştır. 4 Ocak sabahı normal sayım yapılmış ve sayımda
hiç bir olay çıkmamıştır. Sayımdan sonra, İl Jandarma Alay Komutanlığına
bağlı askerler ve polisler saldırı için getirtilmiştir.
Jandarmaların başında tabur komutanı Binbaşı ALİ ERTUĞRUL vardır.
"Öldürün" emrini veren ve bizzat katliamı yöneten bu şahıstır.
Ayrıca , kıdemli uzman çavuş Gür
büz ...... , teğmen Bayhan.......... , ast
subay Muammer...... katliamı yöneten
ler arasındadırlar.
Ümraniye Cezaevinin 1. Müdürü HÜSEYİN ATAKAN, 2. Müdürü YILMAZ
ERSOYLU, Üsküdar Cumhuriyet Savcısı
YUSUF YANİK katliamın planlayıcısı ve
yöneticisidirler.
Katliam talimatını veren Adalet Bakanı Müsteşarı YUSUF KENAN DOĞAN ve Ceza ve Tevkif Evleri Genel
Müdürü ZEKİ GÜNGÖR'dür.
Devlet, Ümraniye Cezaevine devrimcileri susturmak için 4 Ocak 1996 günü
saldırmış, üç yoldaşımız ABDÜLMECİT
SEÇKİN, ORHAN ÖZEN VE RIZA
BOYBAŞ'ı katletmiştir. Kesinleşmeyen
başka bir habere göre ise şehit sayısı
beştir. Düşman birçok yoldaşımızı da
ağır yaralamıştır.
Faşist iktidarı ve bu zulmü savunan
herkesi uyarıyoruz:
Yukarıda saydığımız kurum ve kişilerin, iktidarın emrinde olan bütün asker
ve polislerin, Örgütümüz tarafından cezalandırılmasından iktidar sorumlu olacaktır. Çünkü bunlara işkence ve katliam yaptırtanlar, iktidar ve iktidarı savunanlardır. Yoldaşlarımızın intikamı alınacaktır.
Devrimciler, demokratlar, sendikalar,
demokratik örgütler, ülkesini ve halkını
sevenler;
Devlet, savaşçılarımızı katletmekle
bütün halka, bu düzene karşı çıkan, bağımsızlığı, özgürlüğü savunan herkese
gözdağı vererek, katliamlarla korkuta-
rak, susturmak istiyor. Faşizmin halkı
susturma taktiği karşısında daha yüksek sesle bağırırsak, baskılar karşısında daha direngen olursak, susmazsak, meydanlara çıkarsak, hiç kimseyi
korkutamazlar. Tersine kaçacak delik
ararlar. Hiç bir silahın, hiç bir olanağın
olmadığı koşullarda tutsaklarımızın
yüksek inancı ve direniş ruhu yol göstermelidir. Korkmak; faşizm karşısında
diz çökmek, onurunu, vatanını ve halkını emperyalizme ve faşizme satmak
demektir.
Devrimciyim, ilericiyim, sömürü ve
zulme karşıyım diyen herkes tutsaklarımızın direnişiyle onur duymalı ve bunları
sahiplenmeyi namus borcu bilmelidir.
Hangi namuslu insan bu kahramanca
direniş karşısında saygıyla eğilmez ve
bu vahşet karşısında susabilir? Şimdiye
kadar susanlar, artık susmanın faşizmin
işine yaradığını, yeni katliamlar getirdiğini görmelidirler. Endişelenmeyin; Parti-Cephe tutsakları ve tüm savaşçılarımız asla susmayacaktır ve hiç bir katliam onları devrim yolundan geri döndüremeyecektir. Zalimler katlederken bile
korkularından titriyorlar. Hesap soracağımızı biliyorlar. Parti-Cephe savaşçıları
halkımızın onur savaşçılarıdırlar. Özgürlüğü, en yüksek ahlakı, bütün yüce
değerleri, zalime ve zulme karşı direnişi
onlar temsil ediyorlar.
Savaşçılarımız, taraftarlarımız, dostlarımız!
Hiç bir zaman, hiç bir koşulda çaresiz olmadığımızı düşmanın yaptıklarının
yanına kalmayacağını, yoldaşlarımızın
akan kanının boşa gitmediğini gösterelim. Düşmanlarımızdan, yoldaşlarımızı
katledenlerden, katillere yardım eden
ve destekleyenlerden, tüm halk düşmanlarından hesap soralım. Hesap sormanın, cezalandırmanın, düşmana zarar vermenin onlarca biçimini bulacaksınız. Düşmana zarar veren her şey silahtır. Gerektiğinde bir kibrit çöpü, bir
taş, bir çivi, bir bıçak, herşey silah haline dönebilir.
Faşist iktidarı destekleyen, katliamlara çanak tutan bütün basını ve televizyonları uyarıyoruz. Bir parça namusunuz kalmışsa doğruları yazın ve söyleyin, katliamlara suç ortaklığı yapmayın.
KURTULUŞ SAVAŞÇILARI
ASLA TESLİM OLMAZ!
HERKESİ
FAŞİZME
VE
EMPERYALİZME
KARŞI
KURTULUŞ
SAVAŞINA
KATILMAYA ÇAĞIRIYORUZ!
YAŞASIN ÜMRANİYE
DİRENİŞİMİZ!
DEVRİMCİ HALK
KURTULUŞ
CEPHESİ
Ümraniye Cezaevinde Resmi Faşistler Yine Saldırdı:
3 Şehit 40 Yaralı
Oligarşi Kana Doymuyor
Yaralı Tutsakların İsimleri
■ Ümraniye Cezaevi'nde yaşanan bu katliama katılan askerler
de en az kendilerine emir verenler kadar suçludur.
Oligarşinin maaşlı uşakları, eli kanlı
cellatları kana doymadı. Buca Cezaevinden sonra şimdi de Ümraniye Cezaevinde planlı ve katliam amaçlı bir saldırı gerçekleştirildi. Adalet Bakanlığı'nın talimatı
ile Cumhuriyet Savcısı, Cezaevi Müdürü
ve Jandarma subaylarının yönetiminde,
ellerinde demir çubuuklar ve kalaslar
olan yüzlerce asker, devrimci tutsaklara
saldırarak 40'a yakın tutsağı yaralayıp 3
tutsağı da katlettiler, 20 gün önce Ümraniye Cezaevine yaptıkları ilk saldırı sırasında giremedikleri DHKP-C tutsaklarının
kaldığı koğuşlara, bu kez aniden bir baskın düzenleyerek , yarım bıraktıkları saldırıyı tamamladılar.
Buca Katliamı ile Başlayan
Saldırıların Devamı
Tutsak düşerek cezaevlerine konulan
binlerce devrimcinin,demir parmaklık lar
arkasında da olsa boyun eğmeyen,
aman dilemeyen ö"2gür tutumlarını hazmedememişlerdi. Halklarımızın yiğit evlatlarının, öncü neferlerinin zindanlarda
yükselttikleri mücadele bayrağı, sömürü
ve zulüm düzeninin egemenlerini her zaman rahatsız etmişti. Zindanlara atarak
etkisiz hale getirmek istedikleri devrimci
tutsaklar, düzenin temellerini sarsan bir
tehlike olmuştu. Burjuva basındaki kontra
muhabirlerinin şerefsizce yazdığı gibi
"içerden örgüt yönettikleri" için değil, geliştirdikleri boyun eğmeyen özgür kişilikleri ile tüm emekçi halka örnek oldukları ve
toplumsal muhalefetin motive edici odaklarından biri oldukları için tehlikeli görülmüşlerdi . Bu nedenle her zaman saldırıların hedefi oldular.
Grevlerde işçilere, alanlarda memurlara, Kürdistanda tüm halka saldıran. Oligarşinin maaşlı uşakları aynı kanlı baskı
zincirinin bir halkası olarak devrimci tutsaklara da her süreçte yeni saldırılar düzenlediler.
Buca Cezaevinde 21 Eylül 1995'te
gerçekleştirdikleri ve Turan KILIÇ, Uğur
SARIASLAN ve Yusuf BAĞ isimli tutsakların şehit düştüğü, 40'a yakın tutsağın
da ciddi biçimde yaralandığı saldırı, cezaevlerini hedef alan son saldırı sürecinin
ilk hamiesiydi. Saldırıya direnişle cevap
verildi. Devrimci tutsaklar şehitler vermek
pahasına boyun eğmediler, teslim olmadılar.
Dahası 45 gün açlık grevine giderek
haklı taleplerini kamuoyuna duyurdular,düşmana kabul ettirdiler. 1200 tutsağın katıldığı genel direniş zaferle sonuçlandı. Genel direnişin zaferi düşmanın
hazımsızlığını arttırdı. Ardından ilk Ümraniye saldırısı geldi. 13 Aralık 1995'te işkenceci polislerin, çevik kuvvetin ve jandarmanın katıldığı büyük bir saldırı başlatıldı. Daha sonra edinilen bilgilere göre
saldırı sırasında asker ve polislere,
DHKP-C tutsaklarının temsilcisi Cafer
Sadık EROĞLU'nun resmi dağıtılmıştı.
Saldırı katliam amaçlıydı. 70 tutsağın yaralandığı bu saldırı 104 tutsağın barikat
kurarak 3 gün boyunca sürdürdüğü karartı direniş sonucu püskürtüldü. Asker
ve polis geri çekilmişti Fakat sorunlar çözülmemişti. Son aylarda birçok devrimci
tutsağın hastalanıp ölümüne yol açan cezaevi koşulları Ümraniye için daha da kötü
bir şekilde dayatılıyordu.
Tutsak ve Avukatların
Görüşme Talebi Reddedildi
Tutsaklar, tutsak yakınları ve Avukatları Cezaevinde insanca yaşama koşullarının sağlanması için çabalarını sürdürdüler. Öncelikle Bakanlık ve Cezaevi yetkilileri ile görüşmeye çalıştılar. Ancak ne
Cezaevi müdürü, ne de Savcılar tutsakların haklı talepleriyle ilgilenmediler. Değil
sorunları çözmek sorunları konuşmaya
bile yanaşmadılar.
Üsküdar Cumhuriyet Savcısı Yusuf
Yanık, saldırının yapıldığı 4 ocak günü
şöyle söyledi :Biz daha önce operasyon
yapacağımızı bildirmiştik" Evet, işte bu
nedenle tutsaklarla, tutsak yakınlarıyla ve
4 Ocak 1996 günü gerçekleştirilen saldıda yaralanan tutsaklar şunlar.
Bayrampaşa Devlet Hastanesinde Yaralı Olarak Yatarı DHKP-C Tutsakları:
Caferi Sadık Eroğlu, Levent Nevruz, Haydar Özdemir, Muharrem
Karademir, İlginç Özkeskin, Erol Arıkan, İbrahim Yerlikaya, Feridun
Yücel Batu. Rasim Öztaş, Halil Acar, Ahmet Özdemir, Dursun Dil, İzzet Çetin, Oktay Yıldırım, Savaş Kırcan, Çetin Dönmez, İsmail Bahadır, Metin Şimşek, Akın Olgun, Asım Özdemir. Turan Ada, Süleyman
Metin, Barış Pehlivan, Halil Önder, Gökhan Gündüz, Malik Koparan,
Kemal Gömi, Serdar Karaçelik, Ahmet Genç, Ahmet Çay, Cemalettin
Gürzoğlu, Kazım Arslan, Mustafa Gök, Mustafa Atalay, Cahit Bedir,
Ali Rıza Demir.
Şu an Ümraniye Cezaevinde ve Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde bulunan diğer yaralt tutsaklar: Ümit Günger, Sezgin Çelik, Halil İbrahim Şahin, Erdal Koç, İsmail Topkaya, Serhat Aktuğ, Metin Turan (durumu
ağır), Serdar Yıldırım, Kenan Tandoğan, İbrahim Erler, Serdar Adalı,
Nurettin Aslan, Gültekin Beyhan, Tekin Temel, İbrahim Dalkaya, Süleyman Acar, Akın Durmaz, Ergü! Acer, Ağa Yıldırım (durumu ağır )
Hasan Özdemir, Cengiz Çalıkoparan (durumu ağır).
avukatlarla görüşmediler. 13 Aralık'ta yarım kalan saldırı için plan ve hazırlık yaptılar. Yapılan katliam günübirlik gelişen
bir olay da değildi.
Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü
Zeki Güngör "Durumun Cumhuriyet Başsavcısı yetkisi dahilinde olduğunu ve
Adalet bakanlığının olaydan bilgisi olduğunu ve operasyon bittikten sonra Bakanlığa bilgi verileceğini" söyleyerek katliamcılara talimatın nereden geldiğinin
ipuçlarını gösterdi.
Bakanlık yetkilileri, 13 Aralık'tan sonra
tutsakların sorunlarını görüşmek üzere
avukatlara söz verdikleri halde, bu sözlerini yerine getirmediler. Çünkü onların düşüncesi, cezaevlerinde insanca yaşam
koşullarının sağlanması için görüşmek
değil, katliam yapmaktı. Maaşlı uşaklarına saldırı talimatını verip tutsak yakınları
ile avukatlara sırtlarını döndüler.
"Alçak Bir Düşmanla
Savaşıyoruz"
Ümraniye'deki ilk saldırıyı direnişle
püskürten tutsaklar, daha sonra gazetemiz Kurtuluş'a yaptıkları açıklamada şöyle demişlerdi:
"Düşman pes etti. Şimdi pazarlığa
başlıyor. Yine de ödün vermeyeceğini biliyoruz. Düşmanımız bu. Bükemediği bileği öpemeyecek denli namert. Evet, böylesine alçak bir düşmanla savaşıyoruz."
Düşmanı tanıyordu tutsaklar.
Efendilerine yaranmak için her yolu
deneyen, insani değerlerini kaybetmiş,
halka yabancılaşmış, maaş uğruna kan
döken bir güruh vardı karşılarında. Kürdistan'dan tanıyorlardı, İşçi ve memur eylemlerinden tanıyorlardı, Cezaevlerinden
tanıyorlardı.
Yanı Imadı lar.
4 Ocak 1996 günü sabah sayımından sonra arama yapmak için gelen jandarmalar, önceden yaptıkları plan gereği,
hazırladıkları demir çubuk ve kalaslarla
ani bir saldırı gerçekleştirdiler. İlk hedef-
leri DHKP-C tutsaklannın kaldığı B-1 koğuşuydu. Ardından yine DHKP-C tutsaklarının kaldığı C-1 koğuşuna yöneldiler.
İlk anda tutsaklar hazırlıksız olduğu için
askerlerin bu iki koğuşa girmeleri zor olSaldırıyı yöneten kişi Halkalı Jandarma Garnizonundan tabur komutanı Ali
Ertuğrul isimli binbaşıydı. Cezaevi 1 .Müdürü Hüseyin Atakan, 2.Müdür Yılmaz
Ersoyluoğlu, Üsküdar Cumhuriyet Savcısı
Yusuf Yanık, Cezaevi Jandarma Bölük
komutanı Teğmen Beyhan, Astsubay
Muammer, Kıdemli Uzman Çavuş Gürbüz de katliamın hazırlayıcıları ve fiili uygulayıcılarıydı.
Özellikle Binbaşı Ali Ertuğrul ağzından
salya saçarak "öldürün" diye bağırıyordu.
Askerlerin rahat vurabilmeleri için "sıkışık
durmayın,açılın"diye komutlar veriyordu.
Koridorun iki tarafına dizilen askerler
aralarına aldıkları tutsaklara öldüresiye
vurdular. Kalas ve demir çubuklarla özellikle kafaları hedef aldılar. Birçok tutsak
kafasından aldığı darbelerle ağır biçimde
yaralanırken bazı tutsakların kolları kırıldı.
Sabah saat 09.00'da başlayıp
15.30'da biten bu saldırı sırasında üç
DHKP-C'li tutsak şehit düştü:
Abdülmecit SEÇKİN
Orhan ÖZEN
Rıza BOYBAŞ
İlk önce Haydarpaşa Numune Hastanesine daha sonra Bayrampaşa Cezaevi
Hastanesine kaldırılan yaralı tutsakların
yapılan ilk tedavilerinde, özellikle kafalarına darbe aldıkları tespit edildi. Saldırganların bir katliam amaçladıkları açıkça ortadaydı.
Hastane doktorlarının verdiği bilgiler
ışığında İstanbul Tabip Odası tarafından
yapılan yazılı açıklamada bu durum şöyle
ifade edildi:
"Gözlemlerimiz ve muayene sonuçlan
olaylarda hükümlülerin yaşamlarını hedef
atan ağır bir saldırıya uğradıklarını göstermektedir. Hükümlülerin tamamı, kafalarına
isabet eden künt darbelerle yaralanmıştır."
"Kısa bir süre önce aynı cezaevinde
benzer bir bastırma hareketi yaşandığını
biliyoruz her ne kadar ateşli silah kullanılmamışsa da insanların başına yönelik
böylesi ağır darbelerin yaşama kastettiği
açıktır."
Görünen herşey, önceden planlanan
bu saldırının tutsakları katletmeyi amaçladığını da ortaya koyuyordu...
arama yapmak için geldiğinde de bir engelleme ile karşılaşmamıştı.Zaten bu neden
ile arama bahanesi ite gelen askerlerin
tutsaklara bir anda saldırabilmesi
mümkün ol-muştu.
Kan içici Savcı Yanık yalanlarına bir de bir
askerin tutuklularca rehin alındığı ve
boğulmaya çalışıldığını eklemişti yazdığı
raporda.
Oysa devrimci tutsakların.eğer bir rehin
Faşist saldırganlar Cezaevi
alırlarsa nasıl davranacaklarını herkes
Temsilcisi Cafer Sadık Eroğlu'nu
bilirdi.Eli kanlı savcı gibilerinin yalanları ise
peşinen ölü İlan ettiler.
çok geçmeden diğer cezaevlerindeki
protesto eylemleri sırasında ortaya çıkaÜmraniye'deki katliamda düşmanın
Katliamın Sorumluları
caktı.
öncelikle hedef seçtiği Cafer Sadık
Alelacele sıralanan düzmece yalanlarla
Yalan Söylüyor
Eroğlu başta olmak üzere tüm
Katliamı fiilen yönetenlerden Cumhuri- hazırlanan bu rapor, hem savcının hem de
DHKP-C tutsaklarıydı. Katliamda rol
yet Savcısı Yusuf Yanık tarafından saldı- diğer yetkililerin katliamdaki sorumluluğunu bir
rıdan sonra kaleme alınan Adalet Bakanlı- kez daha gösterdi.
alanlara, saldırıya katılanlara fotoğraflarım dağıtan faşist subaylar
İstanbul Barosu Başkanı ile görüşen
ğı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüonu
katledeceklerinden
o
kadar
emindiler ki 2 gün boyunca radyo
ğüne gönderilen ve basınada dağıtılan ra- Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Zeki
ve TV'lerden Cafer Sadık Eroğlu'nun adını Ölenler arasında
porda,kamuoyu yanlış bilgilendirilerek kat- Güngör ise üç tutsağın ölümü üzerine "asker
için dozunu kaçırmış " diye sorumluluğu
tekrarlayıp durdular.
liamı aklama gayretinin telaşı vardı.
Savcı Yanık, raporunda cezaevinde başkalarına atmaya çalıştı. Oysa akan kanın
henüz fiili bir durum olmamasına rağmen her damlasından sorumludur Zeki Güngör. meşeler de katliamlardan birinci derece- isteyen güvenlik kuvvetlerine mahkümların
tutsaklaraoperasyon
yapılması den sorumlular arasındadır.
tutsaklardan "isyancılar diye sözediyor ve Çünkü
saldırdığını yazdı. Demir çubuklar ve
üç koğuşun işgal edilmiş olduğunu,sayım talimatını veren kendisidir ve o askerlerin ne
kalaslarla koğuşlara giren askerler Meydan
alamadı klarını.toplu firar olabileceğinden yapacağını da... Buca'dan unuttuysa,13
Gazetesinin haberine göre saldırmıyor "
Burjuva Basın Yine
Aralık'taki
ilk
Ümraniye
saldırısında
söz ediyordu.
görevlerini yapıyorlardı.
Katliamcıların
görmüştür.
Elbette tüm bunlar yalandı.Saldırı olTürkiye Gazetesi, " bir süredir direniş
Arkasındaydı.
Zeki Güngör ve Savcı Yusuf Yaduğu gün cezaevi İdaresi sayım almış ve
Aylardır, Cezaevlerine yönelik kasıtlı sürdüren" dediği tutsakların neiçin ve nasıl
nık,yaptıklarını savunacak cesareti gösteryalan haber yazan,devrimci tutsakları he- direniş sürdürdüğünü görmezden gelirdef gösteren, saldırı için kamuoyunu ha- ken.demir çubuklu, kalaslı asker saldırısını
zırlayan burjuva basın organlarının bir ço- "karşılıklı çatışma "olarak verdi-Hep tutsakların
ğu 5 Ocak günkü sayılarında yine olayları askerlere saldırdığını öne çıkaran burjuva
çarpıtarak verdiler. Ve yine kendilerinin de basına göre, 60'a yakın tutsağın yaralanması
bir ölçüde dökülmesinden sorumlu olduk- üç tutsağın ise hayatını kaybetmesi pek önemli
Son dönemde devrimci tutsakların bulunduğu cezaevlerine yönelik saldırılarını
ları tutsak kanlarını görmezden gelerek, değildi.Akşam Gazetesi şöyle yazmıştı: "olayda
pervasızca arttıran Türkiye'deki faşist iktidar kana doymak bilmiyor. Yediği yoksul eti, içtiği katliamı aklama gayreti içine girdiler.
hükümlülerin kesici alet ile yaraladığı bir
İnsan kanı olan faşist devlet son üçbuçuk ay içerisinde başta Buca olmak üzere bir çok
Hürriyet Gazetesi, tutsakların "koğuş- Mehmetçiğin dudağına da dikiş atıldı".Burjuva
cezaevine askeri, polisi ve özel timleriyle katliam amaçlı saldırılar düzenlemiş, her
lardan çıkmamakta, içeriye kimseyi alma- basın haberlerinde katliamcıları aklamaya
seferinde devrime! tutsakların barikatlarıyla karşılık bulmuştu.
makta " direndiğini yazarak,"B-1 koğuşun- çalışırken, kendisi de katliama suç ortağı oldu.
21 Eylül 1995 tarihinde Buca Cezaevinde devrimci tutsaklara yapılan saldırı üç
daki hükümlülerin sayım için koğuşa gir- Böylesine alçakça bir saldırının kanlı bir
DHKP-C tutsağının şehit olması, 100'e yakın devrimci tutsağın da ağır yaralanması
mek İsteyen gardiyanlara saldırdıkları" ya- katliamın karşısında değil, yanında yeral-mış
pahasına geri püskürtülmüş, faşizm devrimci tutsakları teslim alamamıştı.
lanını öne sürdü. Hürriyete göre hükümlü- olmanın bir gün faturasının ödenmesi
13 Aralık 1995 günü ise hedef Ümraniye Cezaevi'ydi. Türkiye'deki genel seçimler
gerekeceğini elbette unutarak...
ler "bir eri rehin"almıştı.
arifesinde gerçekleştirilen faşizmin katliam amaçlı saldırısında devrimci tutsakların
Meydan Gazetesi ise "koğuşa girmek
barikatlarını aşamayan katiller sürüsü amaçladıkları katliamı gerçekleştirememişler,
faşizmin katliam girişimi devrimcî tutsakların barikatlarına çarparak tuzla buz olmuştu.
Buca katliamının ve katliam amaçlı Ümraniye Cezaevi'ndeki devrimci tutsaklara
yönelik saldırının sorumlularını gizleyen ve koruyan faşist devlet, parlamentosuna D.
Güreşleri, N. Menzirleri, H. Kozakçıoğluları, Ü. Erkanları da aldığı seçimlerden sonra
dizginlerinden boşanmışçasına saldırmaya devam etti. Katliamcı çetelerini Ümraniye
Cezaevi'ndeki devrimci tutsakların üzerine yeniden yolladı.
4 Ocak günü gerçekleştirilen bu saldırıda kan içici cellatların başında, birçok
katliamın sanığı olarak yargılanan tescilli faşist ve halk düşmanı, kontrgerillacı polis
şeflerinden Reşat Altay vardı. Faşist iktidarın amacı belliydi. Teslim alamadıkları,
Ümraniye'de tutsaklara yönelik 4 Ocak katliamını
başeğdiremedikleri, bedenlerini barikat yaparak direnen devrimci tutsakları katletmek ve
planlayan, yöneten ve fiilen uygulayan sorumlula
böylece 13 Aralık'ta yarım kalan operasyonu tamamlamaktı. Saldırda jandarmanın
rın isimlerini yayınlıyoruz:
yanısıra siyasi polis, özel harekat timlerinin de katılması önceden yapılan planı ortaya
koyuyordu.
FİRUZ ÇİLİNGIROGLU (ADALET BAKANI)
Gerçekleştirilen katliam ve açık infaz sırasında üç DHKP-C tutsağı şehit olurken,
ZEKİ GÜNGÖR (CEZA VE TEVKİF EVLERİ GENEL
çoğu ağır 50'ye yakın devrimci tutsak yaralandı.
MÜDÜRÜ), Orhan Taşanlar (İstanbul Emniyet
Baskılarla, gözaltında kaybetmelerle, katliamlarla ve infazlarla sonuç alacağını
sanan faşizm yanılıyor.
Müdürü), Reşat Altay (Terörle Mücadele Daire
Başaramayacaklar.
Başkanı), ALI ERTUGRUL (TABUR KOMUTANI BİN
Devrimci tutsakların tarihindeki şanlı direniş geleneğini yok edemeyecekler. Ülkeleri
BAŞI], HÜSEYİN ATAKAN (ÜMRANİYE CEZAEVİ 1.
ve halkları için mücadele eden devrimci tutsaklara boyun eğdiremeyecekler.
Ümraniye katliamının sorumluları başta DYP-CHP hükümeti olmak üzere, Adalet
MÜDURÜ),YILMAZ ERSOYLUOĞLU (ÜMRANİYE CE
Bakanlığı, Üsküdar Başsavcısı ve Cezaevi savcılığı, Ceza ve Tevkif Evleri Genel
ZAEVİ 2. MÜDÜRÜ, YUSUF YANIK (ÜSKÜDAR CUM
Müdürlüğü, İstanbul il Jandarma Alay Komutanlığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve
HURİYET SAVCISI), BEYHAN..... BÖLÜK KOMUTANI
istanbul Terörle Mücadele Şubesi adıyla bilinen kontrgerilla teşkilatlanmalarıdır.
Tüm sorumlular ve emir kuluyum deyip onların katliam emirlerini uygulayanlar
(TEĞMEN),MUAMMER.... (ASTSUBAY), GÜRBÜZ....
halkımıza hesap vermekten kurtulamayacaklardır.
(KIDEMLİ UZMAN ÇAVUŞ)
Bütün burjuva partileri, ordu ve polis yetkilileri, devleti savunan herkes suçludur,
sorumludur. Suçlular, katiller parlamentodadır, tüm devlet organlarındadır.
Saldırıya katılan Gardiyan ve Başgardiyanların
Bütün devrimci, ilerici, demokrat herkesi direnen Ümraniye ve tüm
isimleri ise şunlar:
cezaevlerindeki tutsaklara destek olmaya ve dayanışmaya çağırıyoruz.
ÜMRANİYE KATLİAMININ HESABINI SORACAĞIZ
HÜSEYİN DEMİRTAŞ, MURAT DİKBAŞ
Faşist saldırganlar
temsilciyi öldürmeye
kararlıydılar
Katliamlar Devrimci Tutsakları
Teslim Alamaz!
İŞTE SORUMLULAR
YAŞASIN ÜMRANİYE DİRENİŞİMİZ
FAŞİZME KARŞI BARİKAT OLUP MÜCADELEYİ YÜKSELTELİM
DHKC AVRUPA ÖRGÜTÜ, MLKP YDK
ÜMİT GÜLOĞLU, MEHMET.... SADIK
AÇIKGÖZ, İLHAN ÖZDEMİR EKREM
DEMİRKOL, MUHSİN ALKAYA ÖZGÜVEN
GÜLER, SUAT KAYA MURAT ŞENGÜL
"Barikatı Kurduk
Cesaretiniz Varsa Gelin"
Uzun süredir Ümraniye Cezaevinde katliam girişimlerinde
bulunan Oligarşinin sonunda
saldırıya geçeceğini tüm tutsaklar bekliyordu. Çünkü tutsaklar
karşılarındaki düşmanın mert
olmadığını çok iyi biliyorlardı.
Gözler Ümraniye'ye çevrilmişti.
Ve düşman saldırdı...
Katliamın duyulduğu ilk andan itibaren DHKP-C tutsaklarının bulunduğu cezaevlerinde
öfke seli vardı. Ve tutsakların
öfkesi ardarda patladı.
Yoldaşları katledilirken hiç
kimse DHKP-C tutsaklarından
çaresiz oturmalarını bekleyemezdi. Parti-Cephe tutsakları da
oturmadılar zaten.
Yoldaşları barikatlarda çatışırken onları yalnız bırakamazlardı. Aynı düşman karşısında
olmanın öfkesiyle kurdular barikatları, düşmanın temsilcilerini
rehin aldılar.
Buca'da 3 müdür 15 gardiyan
Ankara Merkez KApalı'da 1
müdür 9 gardiyan
Sağmalcılar'da 1 müdür 10
gardiyan
Yozgat... Çanakkale... Bursa...
Tutsaklar
Zindanlardan
Haykırıyor;
Katliamın Sorumluları
Açıklansın Hesap Soracağız
Ümraniye'ye saldırı ve arkasından katliam haberi gelmesiyle birlikte ülkenin dört
bir yanından cezaevlerinde Devrimci Halk
Kurtuluş Partisi - Cephesi tutsaklarının
haykırışları yükseldi: "Tutsakları Teslim
Alamazsınız , Katliamların Hesabını Soracağız" Katliamın gerçekleştiği gün Bartın
da tutsaklar direnişe başladı. DHKP-C tutsaklarının yanında TKEP/L ve HDÖ tutsakları da saf tuttular. Maltayı işgal eden
tutsaklar faşizmin bekçilerine sayım vermiyorlardı.
Aynı ses ve aynı tavır Kayseri'den de
gelmekte gecikmedi. Katliamı duyar duymaz DHKP- C . TKP/ML , TKP(ML)- TİKKO, MLKP tutsakları da maltayı işgal ederek sayım vermediler. Yoldaşlarının katilleri
açıklanana kadar da sayım vermeyeceklerini belirttiler.
Ankara
Katliamdan bir gün sonra 5 Ocak günü
faşizmin başkentinden yükseldi hesap soran kararlı direnişçilerin sesi. Ankara Merkez Kapalı Cezaevindeki DHKP-C tutsakları Ümraniye Katliamını protesto etmek
için ikinci müdür ile birlikte 11 gardiyanı rehin aldılar. Diğer taraftan da eyleme bayanlar koğuşundaki tutsaklarda 4 gardiyanı rehin alarak katıldılar. Ve Faşizm bu
katliamın hesabını verene kadar da eylemlerini sürdüreceklerini belirttiler.
yeceklerini açıkladılar. Gazetemiz yayına hazırlanırken
eylem sürüyordu.
Sağmalcılar
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde gün
boyu süren barikat direnişi ve rehin alma
eylemi aynı gün geç saatlerde Sağmalcılar
Cezaevi ile yapılan görüşmenin ardından
bitirildi. Barikat direnişi sürüyor, içerde direniş sürerken TİYAD'lı Aileler de cezaevi
önünde çocuklarını yalnız bırakmayarak
protestolarını sürdürüyorlardı.
Yozgat Cezaevinde de DHKP-C tutsakları öfkelerini eylemle dile getirdiler. Ümraniye katliamının hesabını sormak için koğuşlara barikatlar kurarak, sayım verme-
Anadolu zindanlarından
tepkiler yükselirken Ümraniye
de katledilen tutsak yoldaşlarıyla birlikte daha iki ay öncesine kadar aynı sevinci ve
acıları paylaşan Sağmalcılar
Cezaevindeki DHKP-C tutsakları bir yandan Ümraniye'deki gelişmeleri izlemeye
çalışırken diğer yandan da
önce maltayı işgal edip, daha
büyük çaplı direnişlerin hazırlığına giriştiler.
5 Ocak günü de 1. Müdür
Bayram Ali Sarıoğlu ile birlikte 9 gardiyanı rehin aldılar.
Özgür tutsaklar yüreklerindeki kin, öfke, ellerindeki silaha
dönüştürdükleri eşyalarla faşizme ve onun kan içici katillerine "Cesaretiniz varsa gelin", "Oligarşiden hesap soracağız" , "Türk, Kürt, Arap,
Çerkez tüm halkımızın yanıbaşındayız", "Oligarşiden
Katliamların Hesabını Soracağız?" diye
haykırdılar.
Sağmalcılar Cezaevindeki işgale
DHKP-C'nin yanısıra TKP-ML, TİKB,
MLKP, TDKP, HDÖ, TKEP, DY, TDP, Direniş Hareketi, TKEP-Leninist, HKG,
EKİM, TKP (ML) davası tutsakları da katıldı.
Direnişi sürdüren siyasetler 6 maddelik
taleplerini iktidara iletirken, olumlu bir sonuç atana kadar direnişi sürdürmeye de
kararlı olduklarını belirttiler. Gazetemiz ya-
Sağmalcılar Cezaevi'ndeki devrimci tutsakların
ortak taleplerini iktidara yazdıkları bir metinle dile getirdiler.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ HÜKÜMETİNE
ANKARA
Devletin cezaevleri poitikası bugün tümüyle katliamlarla devrimci tutsaklara yok etme üzerine şekilleniyor.
Buca ve Ümraniye bu katletme, yok etms politikasının başlıca örnekleridir.
Siz bu katliamları yaparken ve yeni katliamlara hazırlanırken uyarıyoruz.
Elimiz kolumuz bağlı oturmayacağız. Susmayacağız. Bizler aşağıda adı
geçen Devrimci tutsaklar taleplerimiz kabul edilene kadar başlattığımız
direniş sürecektir.
Taleplerimiz;
1- Ümraniye cezaevindeki tutsakların taleplerinin kabul edilmesi
2- Ümraniye katliamının sorumlularının yargılanması, görevden
alınması
3- Yaralıların tedavi edilmesi, hücredekilerin koğuşlara verilmesi,
avukatları ve aileleriyle görüştürülmesi
4- Sürgün ve sevk yapılmaması
5- Jitem ve polis işbirliğiyle cezaevlerine yönelik yapılan saldırıla
ra son verilmesi
6- Ümraniye katliamını protesto ettikleri ve devrimcî tutsaklara sa
hip çıktıkları için gözaltına alınan tüm insanların serbest bırakılması
DHKP-C, TKP-ML, TİKB, MLKP, TDKP, HDÖ, TKEP, DY, TDP, DİRENİŞ
HAREKETİ, TKEP-L HKG, EKİM, TKP(ML) DAVASI TUTSAKLARI
yına hazırlanırken direniş sürüyordu.
Buca Cezaevi
Ümraniye katliamı İzmir'de de eylemlerle protesto edildi.
Ümraniye'de yaşanan katliam ve üç
DHKP-C tutsağının şehit düştüğü haberi
gelir gelmez Buca Cezaevi'nde bir hareketlilik başladı. Daha birkaç ay öncesinde
kendileri de benzeri bir saldırıyla karşı karşıya kalan ve 3 yoldaşlarını şehit veren
DHKP-C tutsakları -PKK ve PRK-Rızgari
tutsakları dışındaki- diğer tutsaklarla beraber işgal eylemine başladılar. Bu arada 3
müdür yardımcısı ve 15 gardiyanı da rehin aldılar.
Buca Cezaevi'ndeki işgal ve rehin alma
eylemi karşısında idare-jandarma fiili bir
müdahalede bulunamazken tutsakların eylemi dışarıda tutsak ailelerinin de verdiği
destekle gazetemiz yayına hazırlandığında sürüyordu.
Cezaevi etrafında çember oluşturan
jandarmalar katliamcı yüzlerini gösterircesine "Her şey Vatan İçin" sloganlarıyla
gözdağı vermeye dönük bir yürüyüş yaptı.
Buca Cezaevi çevresi gece saatlerinden itibaren çok sayıda asker ve polisle
kuşatma altına alındı. 5 Ocak sabahı erken saatlerden itibaren tutsak yakınları da
cezaevi önünde toplanmaya başladılar.
Cezaevi Önünde Protesto
Cezaevi çevresinde toplanarak gelişmeleri takip eden TİYAD'lı aileler, diğer
tutsak yakınları ve destek amacıyla gelen
emekçiler cezaevi kapısına yaklaştı rılmazken kapıda çok sayıda sivil polis vardı.
Öğle saatlerinde TİYAD'lı aileler sloganlar eşliğinde yaptıkları basın açıklamasıyla Ümraniye katliamını protesto ettiler.
"Buca, Ümraniye Şehitleri Ölümsüzdür",
"Cezaevleri Boşaltılsın, Tutsaklara Özgürlük" dövizlerinin açıldığı protesto eyleminde İzmir TİYAD Başkanı Arzu Vatansever
tarafından bir de açıklama yapıldı. Ümraniye Cezaevi'nde üç tutsağın katledilerek
onlarca tutsağın yaralandığım, devletin
devrimci tutsakları daha önce Buca'da
yaptığı gibi katlederek teslim almaya çalıştığını belirten Arzu Vatansever şunları söyledi: "Yıllardan beri devrimcileri cezaevlerine kapatarak onlardan kurtulabileceğini
düşünen düzen sahipleri Özgür Tutsakların cezaevlerinde kan, can bedeli yarattıkları direnme geleneğini yıkamayacak, onları teslim alamayacaktır. Suçlu ülkemizi
emperyalizme satanlardır, devrimciler suçlu
değil haklıdır. Biz TİYAD'lı aileler olarak
Tutsaklara Özgürlük istiyoruz. Cezaevlerindeki katliamların sorumluları yargılansın".
Cezaevi önündeki eylemde "Susma
Sustukça Sıra Sana Gelecek", "Devrim
Şehitleri Ölümsüzdür" sloganları atıldı.
Devrimci Mücadelede Kamu Emekçileri,
Tekel İşçileri ve Demiryolu işçilerinin de
katıldığı eylemde TİYAD'fı aileler tüm ilerici
ve demokratları , devrimcileri, demokratik
kitle örgütlerini siyasi tutsaklara sahip çıkmaya çağırarak yeni katliamların önüne
geçebilmek için herkesin tepki göstermesi
gerektiğini söylediler. tV
Tutsaklar yalnız değil, direniş dalga dalga yayılıyor
Öfkemiz alev alev sokakları sardı
/ Halk tutsaklara sahip çıkarken katilleri de lanetledi
/ Katliamın ilk günü İstanbul'da varoşlar alev alev
yanıyordu.
/ Yenibosna'da panzerler, molotoflar ve barikatlarla
durduruldu.
/ Okmeydam'ndaki çatışmada katil sürüleri karşılarında
alevli barikatları buldular.
/ Gültepe'de Talatpaşa Caddesi'nde dört ayrı banka şubesi
molotoflarla tahrip edildi.
/ İkitelli... Küçükçekmece... Sefaköy
İstanbul sokakları "Katliamcılardan Hesap Soracağız", "Zindanlar
Boşatsın Tutsaklara Özgürlük" sloganlarıyla inledi.
"Ümraniye'nin Alevi
Yenibosna'da tutuştu"
kınlarına yaklaşabildiler. "Cesaretiniz
Varsa Gelin" sloganı karşısında sadece
Faşizmin Ümraniye cezaevine sal- daha fazla panzerlerinin ardına siniyordırması üç DHKP-C tutsağını katledip, lardı.
Panzerlerine güvenerek biraz daha
onlarcasını yaralaması üzerine tüm halkımız tepkisini dile getiriyordu. Bu pro- yaklaşmaya cesaret etmeleriyle, molotoflarla
panzerin tutuşması bir oldu.
testolardan birisi de katliam akşamı Yenibosna'da düzenlenen bir gösteri ile Kavganını alevi karşısında bir adım
dahi atamayan "kahramanalar" ilerleyegerçekleşti.
Ümraniye'de gerçekleşen katliam ve ni iyordu.
Halkın yoğun ilgisini çeken eylem
direniş bir yerde patlamaya hazır molotoflann kıvılcımı oldu. Bu kıvılcımın tu- DHKC militanlarının eylemi iradi olarak
tuşturduğu ilk ateş aynı akşam saat bitirmeleriyle sona erdi. Dağılan kitlenin
22:30'da Yeni Bosna'da alevlendi. Yeni arkasından sokaklara dalan polisler, az
Bosna Zafer Mahallesi, Yııldırım Beyazıt önceki acizliklernı bastırabilmek içki,
Caddesi'ndeki Pir Sultan Abdal Der- halka saldırmaya başladı. Hedef gözeneği'nin önünde barikatlar kurulmaya terek açılan aîeş sonucu bir kişi yarabaşlandı. Barikat için bir halk otobüsü landa, bununu dışında 8 kişi gözaltına
d
ve fırın kamyonetide kamulaştırılarak l Okmeydanı
kullanıldı. Barikatlarla tüm sokak denelim faşizmden hesap
altına alındıktan sonra göstericiler
soruyor
toplanmaya başladı. Toplanmalanyla
birlikte "Ümraniye'nin Hesabını Soracağız" sloganıyla öfkelerini haykırdılar.
Gösteriye molotoflannda patlayan
kararlılıklarıyla devam ettiler. 20 dakika
süren protesto gösterisinden sonra faşizmin kan içici asalakları polisler göründü. Ama daha yaklaşamadan tepelerinde patlayan molotofla neye uğradıklarını şaşırdılar ancak 50 metre ya-
Katliama tepkilerden biri de Okmeydanı'nın varoşlarında gerçekleşti. 4
Ocak günü Ümraniye'de tutsakların
katledilmesini protesto etmek için bir
gösteri düzenlendi ve bir polis otosu
molotollanarak tahrip edildi.
Katledilen tutsaklar aynı gün akşam
21:00'de Okmeydanı'nda atılan sloganlarda, patlayan molotoflardaydılar.
Katliamın olduğu gece saat 21.00... DHKC Okmeydanı'ndaki
gösteride halkın adalet duygularını dile getiriyor.
Yine Okmeydanı Pir Sultan Abdal
omuz omuza vererek bir gösteri düzenDern e ğ iö nü n d e D H KC ' li g ru p
lediler
gösteri
yapıp
sloganlaratarak
Alıbeykoy İmar bloklarındaki düzenkatliamı protesto etmeye başladı.
Yakında bulunan br polis ekip otosu lenen gösteride Ümraniye katliamı protesto edilerek, katliamın hesabının somolotoflanarak tahrip edildi
Bunun karşısında iyice azgınlaşan rulacağı vurgulandı.
faşist güruh, halkın üzerine ateş açmaOligarşinin finans
ya başladı. Göstericiler geri çekilirken
açılan bu ateş sonucu bir kişi yaralandı
kurumlarına molotof I u
saldırılar
Gençlik de
katliamı
protesto
etti
Cezaevindeki katliama tepkiler
sadece
kentin
varoşlarında,
gecekondu
ma-hallelerinde
üniversite
kampüsle-rinde
de
gelişti.
İstanl Üniversitesi Avcılar Kampüsü'nde 5 Ocak günü devrimci-demokrat
öğrenciler protesto gösterisi düzenledi.
Düşmanla çatışma her yerde sürüyor. Cezaevinde ve sokakta...
Ü m r a n iye'de saldırı
DHKP-C tutsaklarına yapılmıştı. Ama
bu tüm devrimcilere yönelikti. Devrimci dayanışma ve dostluk,
düşmana karşı aynı cephede yer alma
bilinci böyle
sü r e ç l e r d e
belli olacaktı.
Alibeyköy'de 4
Ocak günü
bunun güzel
bir örneği sergilendi. Düşmana karşı
DHKC, TİKB
ve MLKP'Ii
de vr i mci ler
Katliamın sorumlusu Oligarşi'den hesap sormak bilinciyle hareket eden
DHKC savaşçıları 4 Ocak akşamı, oligarşinin ekonomik gelir kaynağı, sömürü kurumlarından bankaları molotoflayarak tahrip ettiler.
Gültepe'de geceyarısı 4 banka
şubesinin (Esbank, Garanti Bankası ve
Ziraat Bankası...) molotoflanması sonucu bankalarda çok büyük hasar meydana geldi.
İşkencecilerin otosu
molotoflanarak tahrip
edildi
DHKC Ümraniye Cezaevinde yaşanan katilamın hesabını sormak için Ümraniye katliamının olduğu akşam işkencecilerin kullandığı sivil polis otosunu
molotoflayarak tahrip etti.
Esenler, Turgut Reis Mahallesi Havaalanı Caddesi üzerinde park etmiş
30 AF 037 plakalı sivil polis otosu molotoflanarak tahrip edildi. Büromuzu arayan DHKC SAVAŞÇISI "Ümraniye'nin
hesabını sormak için işkencecilerin otosunu tahrip ettik. Eylemlerimiz sürecektir. " dedi.
Cezaevlerinde
tutsaklar teslim
alınamaz
4 Ocak günü Gazi mahallesinde bulunan Furhan Oto yıkamanın sahibinin
otosu molotoflanarak tahrip edildi. Büromuzu DHKC adına arayan bir kişi
"Cezaevlerindeki tutsaklar teslim alınamaz", "Cezaevlerindeki Baskılara Son",
"Gazi Halkı Yargılanamaz" diyerek ey-
Sultanahmet'te Suç Duyurusu; Gözaltı ve Direniş
"ANALARIN ÇIĞLIĞI KATİLLERİ BULACAK"
demeyen faşist devlet yeni bir katliam
tezgahladı.
4 Ocak 1996 günü DHKP-C tutsaklarını hedefleyen katliam amaçlı saldırı sırasında 3 DHKP-C tutsağı şehit oldu. 40
Devrimci tutsak da çoğu ağır olmak üzere yaralandı.
Ümraniye Cezaevinde devrimci tutsaklara yönelik saldırıyı duyan tutsak aileleri içeriden haber alabilmek için cezaevinin önüne gitmek istediler. Cezaevinin
etrafını saran katiller sürüsü ailelerin ve
avukatların cezaevine yaklaşmasını en-
■ Tutsak aileleri ve devrimci demokrat çevreler
katillerin suratına gerçekleri vurmak için
Sultanahmet meydanına geldiler.
■ Zulüm düzeninin bekçileri her zamanki gibi çareyi
yine saldırmakta buldular.
5 Ocak 1996 Cuma, Sultanahmet
Meydanı saat 10:30'dan itibaren savaş
alanı gibiydi.
Polis, siviller, çevikler ve panzerlerle
savaş meydanına çıkmıştı adeta. Sultanahmet Adliyesi ablukaya alınmış, bütün
giriş çıkışları, alt ve üst yolları kesilmişti.
Polis Adliye binasına girenlere de kimlik
soruyordu. Bütün bu "önlemler biraz sonra ailelerin İstanbul Cumhuriyet savcılığına yapacağı suç duyurusu içindi.
12:45 civarında aileler ve avukatlar
Sultanahmet meydanında toplanmaya
başladılar. Toplanan ailelerin, destek için
gelenlerin sayısı giderek artarken basına
açıklama yapan bir temsilci topluca savcıya suç duyurusunda bulunacaklarını belirtti. Bu sırada meydana doğru gelen kalabalık bir grup polisin kitleyi dağıtmaya
çalıştığı görüldü. Meydandaki topluluk
"Baskılar Bizleri Yıldıramaz" sloganlarıyla
saldırıyı protesto ederken diğer grup polisi
aşarak meydandaki ailelere katıldı.
Saat 13:30'de Sultanahmet Meydanından "Anaların Çığlığı Katilleri Bulacak"
sloganıyla yürünmeye başlandı. Yaklaşık
400 kişilik topluluk Adliye Kapısına 50
metre kala polis barikatı ile durduruldu.
Aileler kararlıydı, evlatlarının katilleri hakkında suç duyurusunda bulunacaklardı.
Aileler slogan atarak beklerken bir grup
avukat suç duyurusunda bulunmak üzere
savcı ile görüşmeye gitti. Bu sırada iki
ana fenalaştı, polisler etrafını çevirip ambulansa bindirmek istediler ama analar
'Biz o katillerin yüzünden hasta olduk onlarla gitmeyiz' diyerek reddettiler ve özel
araçla gittiler. Suç duyurusu artık direnişe
dönüştü. Aileler öfkelerini sloganlarla
haykırıyorlardı. "Evlatlarımız Onurumuzdur", "Analar Katillerin Peşinde"... Sloganlar alkışlı protestoyla yükseltiliyor ve tekrar haykırılıyordu "Özgür Tutsaklar Yalnız
Değildir", "Katil Devlet", "Yaşasın Ümraniye Direnişimiz", "Af Değil, Tutsaklara Özgürlük", "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara
Özgürlük", "İnsanlık Onuru İşkenceyi Ye-
necek", "Devrim Şehitleri
Ölümsüzdür". Topluluk
sonradan gelip katılan larla birlikte gellediler. Bu sırada cezaevinden peşpeyaklaşık 500 kişiye ulaşmıştı. Bu Sİ da
kitle çevik polislerce Basın ve kitlenin şe ambulanslar çıkmaya başladı.Yaralı
arasına
giren
polis
ailelere tutsakların Haydarpaşa Numune Hastakudurmuşçasına saldırmaya başladı. nesi'ne götürüldüğünü öğrenen tutsak aiPolisin bu saldırısı bu kez daha güçlü slo- leleri hemen hastaneye koştular. Hastaganlara karşılandı; analara, babalar, tut- nenin çevresini saran resmi-sivil çok sasak yakınları ve diğer emekçiler birbirleri yıda polis ve asker tutsak yakınlarının
ile kenetlenerek karşı koydular.
Polis çembere aldığı topluluğu coplar- acil servise girmesini engelledi Bunun
la, tekmelerle dağıtmaya çalışıyor, ama
başaramıyordu. Sonunda tek tek koparmaya başladılar. Yaşlı-genç demeden
halkı coplayan polis kitleden kopardıklarını sürükleyerek götürüyordu. Bu şekilde
yaklaşık 150 kişiyi gözaltına alan polis hızını alamayarak basına da saldırdı. Estirdikleri terörün görüntülenmesini istemiyorlardı. Ancak estirdikleri terör onların
katliamcı, terörist yüzünü göstermekten
başka işe yaramadı. Tutsak yakınları demokratik kamuoyuna tutsakların sesini
ulaştırmayı başardılar.
İçerde ise İstanbul Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunan avukatların talebi savcılık tarafından kabul edildi.
ailelerini bahçeye sokmadı. Kaldırımda
içeriden bir haber alabilmek için bekleyen analar içeri girmelerini engelleyen
polislere "Sizin çocuğunuz yok mu? Siz
insan değil misiniz" diyerek bağırıyorlardı. Bir polisin devrimci tutsakları kastederek rahat dursalardı demesi üzerine yaşlı
bir ana "Bir gün o silahlar bizim elimizde
de olacak, sizin halinizi o zaman göreceğiz" diyerek bağırıyordu, diğer bir ana ise
"devrimci tutsaklar bizim onurumuzdur,
onlar halkları için savaşıyorlar" derken,
yaşlı bedenini dimdik tutarak polisin yakasına yapışan bir tutsak
annesi ise, "Titre Oligarşi
Parti-Cephe
Geliyor"
diyerek slogan atıyor,
polis ise gözleri faltaşı
gibi açılmış bir şekilde
annenin
elinden
kurtulmaya çalışıyordu.
Dışarıda evlatlarından
bir haber alabilmek için
çırpınan tutsak yakınlarından birisi polislere öfkeyle "siz döktüğünüz
kanda boğulacaksınız,
paralı katiller, namussuz
lar" diye bağırıyordu.
Barikatta bulunan bir
polisin
laf
atması
üzerine
"Namuslu
yaşamak
istiyorsanız
bırakın
silahlarınızı, gidin onurunuzla çalışabileceğiniz başka bir iş yapın bu
namussuz işi bırakın" diye haykırıyordu.
Acil servisin yakınında bekleyen tutsak aileleri hastanenin basın odasını işgal ettiler. İşgalden biraz sonra basın
odasında yakınlarından haber alabilmek
için beyleyen ailelerin yanına gelen Hür-
Tutsak Aileleri:
"Katillerden Hesap
Soracağız"
Faşist devlet son zamanlarda cezaevlerinde uygulamaya koymaya çalıştığı
zindancılık politikasının sonucu devrimci
tutsaklara azgınca saldırıyor.
Dün Buca Cezaevinde askeri, polisi,
özel timiyle saldırarak üç DHKP-C tutsağını katleden eli kanlı katiller sürüsü
Ümraniye Cezaevinde de tutsaklara saldırmış, ancak tutsakların kurdukları barikatları aşamamıştır.
Devrimci tutsakların direnişini hazme-
üzerine tutsak aileleri "Devrimci Tutsak
lar Onurumuzdur", "Katillerden Hesap
Soracağız" sloganlarını attılar.
Tutsak aileleri evlatlarıyla aralarına giren, polislere "Katiller, köpekler, birisini
öldürseniz birini doğuracağız" diyerek öfkelerini kusuyorlardı. Yağmura ve soğuğa
rağmen evlatlarından haber alabilmek için
Acil servisin önünde bekleyen aileler
"Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", sloganını
sık sık atarak şehitlerini sahiplendi.
Hastanenin ara giriş kapısını panzerle
kesen polisler hastaneye girmeye ve evlatlarından haber almaya çalışan tutsak
riyet ve Milliyet gazetesi muhabirleririn,
"burada bomba varmış, polis burayı aramak istiyor", demeleri üzerine, aileler "siz
polisle işbirliği yapıyorsunuz" diyerek basın odasından dışarıya attılar. Aileler gece saat 03:00'e kadar basın odasındaki
bekleyişlerini sürdürdüler. Saat 03:15'te
hastaneye gelen 14 ambulans, yaralı tutsakları çeşitli hastanelere ve Bayrampaşa'ya götürdü. Tutsak yakınları hastane
çevresindeki bekleyişlerini sabaha kadar
sürdürdüler. Sabahın erken saatlerinde
hastaneden ayrılan aileler topluca Ümraniye HADEP binasına gittiler.
Katliamlar direnen ve savaşan
özgür tutsakları teslim alamaz
"Özgürlüğün bedelini bileniz biz
kurtuluşun yolunda düşeniz biz
faşizmin zindanlarına sığmayan
inanç yüklü rüzgarız biz."
Türkiye'deki faşist iktidar kana doymak bilmiyor. İstanbul Ümraniye Cezaevi'ndeki katliamda üç DHKP-C tutsağı
yoldaşımız şehit düştü.
Faşist devletin 4 Ocak 1996 günü Ümraniye Cezaevi'nde gerçekleştirdiği katliam sonucu Rıza Boybaş, Abdülmecit
Seçkin ve Orhan Özen isimli DHKP-C
tutsağı üç yoldaşımız şehit düşerken
düşman ayrıca bir çok yoldaşımızı da
ağır yaraladı.
Ülkemizi baskı zulümle, yöneten faşizmin Ümraniye Cezaevi'ndeki bu yahşi
saldırısı açık ve bilinçli bir infazdır. Özgür
tutsaklara isteri nöbetine tutulmuş gibi
saldıran eli kanlı katiller, direnişle karşılık
veren tutsakları tüm dünyanın gözleri
önünde infaz ederek katletmiştir.
Daha dün 21 Eylül 1995 günü Buca
Cezaevi'nde DHKP-C tutsaklarının üç
şehit vermeleri ve yüze yakınının yaralanmaları pahasına boyun eğmemelerini
hazmedemeyen kan emiciler, 13 Aralık'ta
Ümraniye Cezaevine saldırmış ama
amacına ulaşamamıştı. Katliam girişimi,
Özgür Tutsakların barikatlarına çarparak
tuz-buz olmuştu.
Seçimlerin hemen ertesinde 4 Ocak
günü gerçekleştirilen Ümraniye Cezaevi
katliamı bütün halka verilen kanlı bir gözdağıdır. Susun, boyun eğin, baskılara,
adaletsizliklere direnmeyin mesajıdır.
Saldırı bir süreden beri cezaevlerindeki
özgür tutsakları teslim almak için planlanmış ve uygulanmıştır.
Yanılıyorlar, özgür tutsakları teslim
alamayacaklardır. Karşılığını alacaklardır. Karşılığında her yerde direnişi ve
adaleti bulacakların
Başında tescilli faşist halk düşmanı
kontrgerilla şefi Reşat Altay'ın bulunduğu
katiller sürüsü 13 Aralık'ta yarım kalan
operasyonu tamamlamışlar ve şimdilik
inlerine geri dönmüşlerdir. Devlet yaptığı
katliamın suçluluk kompleksiyle, suçunu
yalan ve iki yüzlülükle örtmeye çalışmaktadır. Öyle ki katliam emrini veren sorumlular, siyasi polis-jandarma-özel tim ve
gardiyanlar için "dozajı biraz fazla kaçırdılar" gibi ahlaksızca beyanlar verebilmektedir. Ama boşuna. Suçlarından kurtulamazlar.
Ümraniye Cezaevi katliamından devletin bütün yöneticileri, bütün burjuva partileri, ordu ve polis yetkilileri, zalim devleti
savunan, yardım eden herkes suçludur.
Faşizm yenilmeye mahkumdur.
Ümraniye Şehitleri başeğmeyen , susmayan, direnen özgür tutsak geleneğinin
kahraman sürdürücüleri olarak sonsuza
dek anılacak; namus için, onur için, vatan
için mücadele edenlerin öfke ve kinlerini
hiçbir güç durduramayacaktır. Yüreğimize düşürülen bu ateşe, ateşle yanıt verecek; dişle, tırnakla, herşeyle karşılık vermekten çekinmeyeceğiz.
ÜMRANİYE KATLİAMININ
HESABINI SORACAĞIZ!
YAŞASIN ÜMRANİYE
DİRENİŞİMİZ!
YA ÖZGÜR VATAN YA ÖLÜM!
TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK
DHKC AVRUPA
DEVRİMCİ HALK GÜÇLERİ
TÜRKİYE CUMHURİYETİ HÜKÜMETİNE
ANKARA
Kayıpların, katliamların, işkencelerin sorumluları Kürdistan'ı kana bulayanlarla Buca cezaevindeki katliam yapanlarla Ümraniye cezaevindeki
katliam yapanlar aynıdır.
Katleden, kaybeden, işkence yapan devlettir.
Faşizm;
Fabrikada, yoksul gecekonduda, mahallede, okulda, sokakta kaybetmeler, işkenceler infazlarla halka saldırıyor.
Faşizm;
Kanlı elleriyle Kürdistan'da her gün katliam yapıyor.
Faşizm;
Zindanlarda devrimci tutsakları katlediyor.
Bizler halklarımızın kurtuluşu yolunda savaşa girdiğimiz için tutsak
edildik
Tutsaklıkla susmamızı halk olmaktan vazgeçmemizi istiyorlar.
İşkenceler sürüyor
Baskılar sürüyor
Katliamlar sürüyor
Bizi susturamazsınız
Bizi yok edemezsiniz
Halka ve devrimci adalete hesap vereceksiniz
Direnişimizin talepleri şunlardır;
Kayıpların, katliamların, işkencelerin sorumluları Ümraniye Cezaevindeki katiller açıklansın. Halka açık bağımsızlığından kuşku duyulmayan
mahkemelerde yargılansın, cezalandırılsın
Kürdistan'dan kanlı ellerinizi çekin
Sağmalcılar Cezaevi
Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Tutsakları
Özgür Tutsaklara Avrupadan destek eylemleri
Ümraniye Katliamının
Hesabını Soracağız
Türkiye'deki faşist iktidarın 4 Ocak günü Ümraniye'de gerçekleştirdiği katliamda üç DHKP-C tutsağının şehit olmasını ve onlarcasının yaralanmasını protesto
etmek ve özgür tutsaklarla dayanışmak amacıyla yurtdışında çeşitli eylem ve etkinlikler gerçekleştirildi.
Almanya
Hamburg: 4 Ocak gecesi Vilensburg semtindeki faşistlere ait bir THY bürosu
Ümraniye şehitlerini anmak ve özgür tutsakların direnişlerini selamlamak amacıyla DHKC taraftarlarınca tahrip edildi.
Duisburg: 4 Ocak günü saat 01:00 sıralarında Ziraat Bankası'na DHKC taraftarlarınca üzerinde Türkçe, Almanca "Ümraniye Şehitleri Ölümsüzdür" yazılı bir
pankart asılıp, bomba süsü verilmiş bir kutu bırakıldı. 5 Ocak saat 11.00'e dek
asılı kalan bombalı pankart özel bomba uzmanlarınca indirilebildi.
5 Ocak günü DHKC ve MLKP taraftarlarının düzenlediği ve yaklaşık 100 kişinin katıldığı ortak bir gösteri yapıldı. Saat 10.30'da başlayan gösteride Türkçe ve
Almanca konuşmalar, sloganlar ve marşlar söylendi. Bir süre yürünüp, 1 dakikalık saygı duruşundan sonra eylem bitirildi.
Bu eylemleri hazmedemeyen Alman polisi 5 Ocak günü saat 15.00'te Duisburg derneğine 20 kişilik bir polis grubuyla baskın düzenledi. Aramadan bir şey
çıkaramayan polis derneği terketti. Bir açıklama yayınlayan Duisburg DHKC taraftarları eylemlerinin devam edeceğini bildirdi.
Berlin: 5 Ocak günü akşam saat 17.30'da çoğunluğunu DHKC taraftarlarının
oluşturduğu MLKP ve MLSPB'lilerin de katıldığı yaklaşık 45 kişiyle Kreuzberg
semtinde yol trafiğe kapatılarak bir gösteri gerçekleştirildi. Ortak bildirinin okunduğu gösteri devrim şehitleri için yapılan bir dakikalık saygı duruşuyla sona erdirildi. Berlin DHKC taraftarlarınca yapılan bir açıklamada eylemlerin devam edeceği bildirildi.
Darmstadt: Darmstadt DHKC taraftarları 5 Ocak günü Mainz'daki Türkiye Çalışma Ataşeliğini saat 12.15'te işgal etti. Bir açıklama yapan DHKC taraftarları
"eylemimizle Türkiye'deki faşist devletin siyasi tutsaklara uyguladığı baskı ve ka-tilam politikalarını protesto ediyor, tüm devrimci, demokrat kişi v§ kuruluşları faşizme karşı dayanışmaya çağırıyoruz" dediler,
Bremen: 5 Ocak günü DHKC ve TİKB taraftarları Bremen radyosunu işgal
ederek Ümraniye katliamını protesto edip, tutsaklarla dayanışmada bulunduklarını bildirdiler.
Köln: 5 Ocak günü DHKC taraftarlarınca THY ve iki banka molotoflanarak
tahrip edildi.
5 Ocak günü Düsseldorf TC Konsolosluğu önünde Kontrgerillanın Ümraniye
Cezaevine saldırarak gerçekleştirdiği katliamı protesto etmek için DHKC ve
MLKP'nin oluşturduğu platform tarafından bir gösteri düzenlendi. 1.5 saat süren
gösteride ortak imzalı pankart açıldı. Eyleme 100 kişinin üzerinde bir kitle katıldı.
Gösteri sırasında Ümraniye Cezaevindeki katliamı protesto eden sloganlar atıldı,
kuşlamalar ve pullamalar yapıldı. Gösteride sık sık "Yaşasın Ümraniye Direnişimiz", "Yaşasın Devrimci Dayanışma", "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganları
atıldı.
Gösteri sırasında yoğun önlemler alan polis gösteriye müdahale edemedi.
Protesto gösterisine katılan kitle kortej oluşturarak çarşıya doğru15 dakika süren
yürüyüş yaptı.
Eylem Devrim Şehitleri anısına yapılan 1 dakikalık saygı duruşundan sonra
bitirildi.
Dortmund: DHKC adına büromuzu arayan bir kişi Dortmund'ta DHKC-MLKP
imzalı bomba süsü verilmiş ve "Ümraniye Katliamının Hesabını Soracağız" yazılı
pankart astıklarını bildirerek;
"- Yaşasın Devrimci Dayanışmamız
- Faşizmi Döktüğü Kanda Boğacağız
- Haklıyız Kazanacağız..." dedi.
Fransa: 5 Ocak günü DHKC taraftarları tarafından THY bürosu taş ve sopalarla tahrip edildi.
Yunanistan: 5 Ocak günü saat 12.00'de Atina'daki THY bürosu yaklaşık 70 kişinin bulunduğu kitle tarafından faşizmin kan içiciliğini simgeleyen kırmızı boyalarla ve taşlarla tahrip edildi. DHKC imzalı Yunanca kuşlama ve bildirilerle Yunan
halkına eylemin nedeni anlatılarak kamuoyu Ümraniye katliamını protesto etmeye
ve tutsaklarla dayanışmaya çağrıldı. DHKC taraftarlarının yanısıra, MLKP,
TKP-ML TİKKO, TDKP, MLSPB ve Kıvılcım taraftarlarının da katıldığı eylemden
sonra dağılan kitleye saldıran polis ikisi DHKC taraftarı dört göstericiyi gözaltına
aldı.
Yine DHKC taraftarlarınca Atina yüzlerce afiş ve binlerce pullamayla donatıldı. Merkezi yerlerde standlar açılıp ilgili kurum ve kuruluşlara gelişmeler fakslandı. Yunan kamuoyunda yankı uyandıran eylemlilikleri Yunan basın ve televizyonları da geniş yer verdi.
Öte yandan DHKC Londra ve Viyana Enformasyon Bürolarınca yapılan ayrı
ayrı açıklamalarla Türkiye'deki faşist iktidarının Ümraniye Cezaevinde katliamı
şiddetle protesto edilerek insanım diyen herkes tutsaklarla dayanışmaya çağırıldı.
Yine Avusturya'daki DHKC, MLKP ve TKP-ML taraftarlarınca oluşturulan
Devrimci Güç Birliği Platformu yaptığı açıklamayla katliamı protesto ediyor, kamuoyunu devrimci tutsaklarla dayanışmaya çağırıyordu.
"Tutsaklara Özgürlük"
nı isteyen, faşizme karşı olduğunu idda edenlerin yeri, bu yolda en önde yür ü mü ş ve dü ş m a n ın e line esir düşmüş halkın devrimci öncülerinin yanıbaşı olmalı, "sıra kendilerine gelmeden" kendileri için de birşeyler yapıyor olmalarının farkına varmalıdırlar.. Çünkü devrimciler eliyle kurulan her barikatı yıkan faşizm, onlara da yönelecektir ve dönem dönem yönelmektedir de.
B
ugün Türkiye ve Kürdis-tan
cezaevlerinde
esareti
yaşayan ve zulüm gören
onbinlerce devrimci tutsak
var.
Suçları
vatanlarını ve
halklarını sevmek. Sevmek diyoruz
çünkü yeterli bu sözcük. Çünkü
halkımızın geleneklerinde sevdiği
için ölümlere gidip gelmek vardır.
Onun içindir ki kimi silahını almış
eline, kimi sazını, kimi kalemini silah
etmiş dikilmiş faşizmin karşısına.
Binlerce yıldır halklarımızın yaşadığı,
üzerine ter akıttığı, acı ve sevinçleri
birlikte
yaşadığı
toprakları
düşmana satan, emeğiyle yaşayan
ve bir tek insanın bile hakkını yememiş temiz, namuslu ve emeğiyle geçinen insanımıza hayatı zindan eden, başını kaldıranın başını
ezen hainlere karşı her biri birer sipere uzanmış ve savaşa girmişler.
Bu insanlar öyle sıradan insanlar değil. Bu insanlar, bizler den bin kez daha lazla özgürlüğü haketmiş insanlar. Bu insanlar, bu toprakların yetiştirdiği en değerli varlıklarımız, oğullarımız, kızlarımız, gelinlerimiz, damatlarımızda...
Sevgi, savaşmaktır onların dilinde. Halkımızın en güzel değerleri onların pratiğinde somutlanmıştır. Halkımızın değerlerine, ahlakına namusuna
onuruna ve emeğine karşı yürütü-len
saldırganlığa karşı çıkmış ve bunun
için bulundukları her alanı bu saldırganlara karşı savaş alanına çevirmişlerdir. Bir köşede gözyaşı döküp, acı ve sevinçleri içlerine gömme, entellektüel gevezelik lerle
olan bitene seyirci kalma yoktur onların
dünyasında. Bu anlayış nedeniyledir
ki, tutsaklık koşullarında bile,
dört duvar arasında olsalar bile
bir şekilde direnmeyi, dışarıdaki
kavgayı içlerinde yaşatmayı, bedenlerinde cisimleştirdikleri halkımızın tüm güzel değerlerini korumayı ilke edinmişlerdir. Bu öyle bir şeydir ki, ölümle burun buruna olmak ama yine de onunla alay etmek, üzerine yürüyüp onu dize getirmektir.
Eskiden devrimci tutsaklığın anlamı belki idam sehpalarına yürürken atılan sloganlarda, meydan okuyuşlardadır. Ama bugün bu gelenek öyle bir noktaya gelmiş ve savaş öyle boyutlanmıştır ki, artık zindanlarda, devrimci tutsaklığın anlamı her an, her saniye slogan atabilmek, düşmana her an meydan okuyabilmek ve direnebilmektir. Tarafını
seçmek ve her şeyi sonuna kadar
göze alıp barikatın bir yanında yeralmaktır. Hatta Ümraniye yiğitlerinin yaptığı barikatları da kaldırıp göğüs göğüse savaşmaktır. Bugünün devrimci tutsağı geçmişin anısını işte böyle muhteşem bir noktaya
taşıma cüret ve kararlılığını göstermiştir.
Onlar, bizim gurur ve övünç kayna-
Emekçi, Yoksul Halkımız!
Onlar hiç bir zaman af dilemediler. Faşizmin kürsülerinde "Özgürlük
Eilerimizdedir" sloganları hiç susmadı.
ğımızdırlar.
O nlar , birer k av ga öğret meni ve yol göstericisidir.
Saflar Netleşiyor
Ya Bu Taraftasın
Ya Düşman Tarafında
Ya Kimliğinden Soyun
Dost ve Düşmanımızı Bilelim
Ya Katil Kavga Saflarına
Onurlu Bir Geleceğin
Kuruluşunda
Senin de Payın Olsun
Aydınlar, Sanatçılar,
Yazarlar!
Bugün faşizme ve emperyalizme karşı olmanın kıstası, her zamankinden daha fazla olmak üzere bunlara karşı bir şekilde kavga vermekten geçmektedir. Hatta şunu da söylemek mümkündür ki, kendini ahlaklı,
vicdanlı, erdemli, namuslu kabul
eden ve olan bitenin az çok farkında
olan herkes için geçerlidir bu durum.
Çünkü, üzerinde yaşadığı topraklar
böylesine kirletilir ve insanımızın
haysiyeti ve onuruyla böyle oynanırken sessiz kalıp seyirci olmak herşeyden önce bir ahlak meselesidir.
Doğal ki bu da yetmez. "Şu veya bu şekilde kavganın İçinde olmak" kavramı da bugün hızla anlamını yitirmektedir. Çünkü, kavga alabildiğine boyutlanmış ve saflaşmalar hızlanmıştır.
Ancak bir takım küçük burjuva çevreler ve kişiler konuyu İstismar etmekte, kavga içinde neredeyse etkisini önemli ölçüde yitirmiş ve eylem statüsü bile kalmamış kimi tavırları baştacı etmektedir.
Bugünkü koşullarda kendine ilericiyim, halktan yanayım diyen herkes faşizmin politika ve saldırılarını püskürtme kapasitesine sahip silahları kuşanmak zorundadır. Türkçesi bir oza-
nın da güzel ifade ettiği gibi "şairler de silah kullanmasını bilmek zorundadır.
Cezaevi Kofullarına dahi teslim olmayan ve onuru için ölüme gülerek giden insanların olduğu bir ülkede, az çok haysiyet sahibi olan herkesin yüzü kızarmalı, bu kavga içinde yapabileceği bir şeyler aramalıdır. Neruda'nın yada Lorca'nın şiirleri
okuyup haz almak yetmez. Onlar gibi
yaşamasını ve Ölmesini de bilmek
gerekir. Fransız partizanlarının
arasına katılan ve dağlarda teksir
makineleriyle direniş şiirleri basan
ozanların ayak İzlerine daha dikkatle
bakılmalıdır. Ya da en azından
Fransa'da üniversite kürsüsünden
"ulusal kurtuluşu için savaşan
Cezayir halkının kanını döken bir
rejimin üniversite kürsüsünden ders
vermekten utanç duyuyorum" deyip,
anfi terkeden bilim adamlarının
namus ve haysiyetine sahip
olunmalıdır.
Bugün ülkemiz koşullarında dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş derecede bir barbarlık yaşanmaktayken, özellikle cezaevlerinde halkımızın en önünde yürüme cesareti gösterip tutsak düşen ve gidecek bir adım mesafesi bile bulunmayan İnsanlarımızın üzerine bombalar yağdırılır cezaevi maltaları kan kokusundan girilmez hale gelmişken, buna karşı haysiyetli bir başkaldırı içindeki devrimcilerin yanında olmamak, objektif olarak düşman saflarında yeralmak ve bu saldırı ve katliamları onaylamak demektir.
Dergi köşelerinden veya icazetle düzenlenen bir-iki toplantıda demokrasi, özgürlük ve insan hakları nutukları atmak hiç bir şey ifade etmez. Üzerinde pratik eylem örgütlenmedikçe ve bu asıl çizgi haline gelmedikten sonra görev savmaktan öteye geçemez. Ülkelerinin bağımsızlığı-
Bugün cezaevlerinde direnen devr im ci tutsak lar s enin sef aletinin ve gördüğün eziyetin önüne geçmek ve seni bunlardan kurtarmak, çocuklarımıza insana yakışır bir gelecek
hazırlamak için yola çıkmış ve bunun için mücadele ederken faşizm tarafından esir düşürülmüş insanlardır. TV ve basından yapılan "Lüks battığı için" isyan ediyorlar gibi yalanlara kulaklarını tıkamalı ve inanmamalısın.Hafızanı biraz zorlaman ve bir yakınının dan
olan biteni dinlemek bile yeterlidir
gerçekleri görmen için. Bu düzenin
cezaevleri birer zulüm ve işkence
yuvasıdır. İnsanları eğitmek ve yeniden topluma kazandırmayı değil, adeta öğüterek tüm insani meziyetlerinden soyundurmayı ve bu aşağılık düzenin birer piyonu olmayı sağlamayı amaçlamaktadır.
Üç-beş parababasının elindeki
TV ve gazeteler doğal ki kendi düzenlerini yıkmaya çalışan devrimcileri karalamaya çalışmakta ve onlarla senin arandaki doğal bağı koparmak için her gün yeni yalanlar üretmektedir. Bu düzenin yarattığı suçlara bir şekilde bulaşarak cezaevlerinde ömür tüketen, zulüm gören, aşağılanan adli tutuklu ve hükümlüler senin evlatlarındır. Hiç biri gerçek anlamda suçlu değillerdir. Suçlu bu düzenin kendisidir. Ne bu düzenin değişmesi için savaşa katılmış devrimciler ve ne de adli tutuklu ve hükümlüler
asla suçlu değillerdir.
Bugün bizler düzenin cezaevlerine doldurulmuş onbinlerce insanın hiç bir ön koşul getirilmeksizin derhal salıverilmesini talep ediyoruz. Ve ister siyasi ister adli hiç kimse hakkında verilen hükmün adil olmadığına inanıyoruz. Gerçekten suçlu olmadıkları içindir ki af da dilenmiyor, TÜM TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK, ZİNDANLAR BOŞALSIN diyoruz.
Faşizmin Zindanlarına
Düşen Herkes Hakkında
Verilen Hüküm Geçersizdir
Tutsaklara Özgürlük sloganımız yalnız siyasi tutsaklar için geçerli
değildir. Tüm adli tutuklu ve hükümlüler de serbest bıkakılmalıdırlar . Çünk ü suçu ür eten düzenin, hiç kimseyi yine kendi mahkemelerinde yargılamaya hakkı yok-
tur. Bu düzenin kendisi zaten suçun kaynağıdır.
Suçlu düzendir. Bu sömürü ve zulüm düzeni ortadan
kalkmadıkça da bu tip olayların sonu gelmeyecektir.
Hatta dahası dünya yüzeyinden pratik olarak İnsanın
insan tarafından sömürüsü üzerine kurulu sistem
topyekün yıkılmadıkça, bu kültür kazın-madıkça
yeni suçların ortaya çıkması kaçınılm az
olacak tır. Dolayısı yla, insanlar ı suça iten
bu düzenin hiç kimse hakkında karar almaya,
hüküm vermeye hakkı yoktur. Verdiği tüm kararlar
geçersizdir, yanlıdır ve haksızdır. Bu anlamda
tüm çevreler gerek bu düzenin yarattığı suçlara
bulaşmış insanlar ve gerekse de bu düzeni ortadan
kaldırıp insana yakışır bir dünya yaratmak için
savaşan insanlara ÖZGÜRLÜK istemelidir.
Af İstemiyoruz. Suçlular
İçin Af İstenir Tutsaklar
Suçlu Değillerdir
"GENEL AF" ve "TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK" sloganları birbirinin aynı sloganlar değildir
ve bir benzerlikleri de yoktur. Her ikisi de iki ayrı
bakış açısının ürünür ve temel olarak iktidar mücadelesi verenler ile düzen içi bir çözümü halkımıza
reva görenler arasındaki derin ayrılığın simgeleştiği sloganlardan biridir.
Devrimciler, halkımızın kurtuluşunun bu düzenin
topyekün devrilmesinden yana olanlar, mücadeleleri, örgütlenmeleri, ahlak ve kültürleriyle halktan yana olanlar atıyor TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK sloganını. Çünkü onfar bu ülkede emekçiler
ve sermayedarlar arasında bir sınıf savaşı olduğunu
ve bu savaşta düşman eline düşenlerin tutsak
olduğunu söylüyorlar. Önlerine asıl hedef olarak
iktidarı koyuyorlar ve sermayedarların iktidarının
yıkılmadan kimsenin özgür olamayacağına inanıyorlar. Diğerini ise halk saflarında gözüküyor olmalarına rağmen esas olarak bu düzenin devamını isteyenler, iktidar perspektifi olmayanlar, "savaşmayanlar" atıyor. Düzen içinde bir takım düzenlemeler yapılarak, belli reformlar gerçekleştirilerek sonuç alma hayalleri kuranlar, halk ile sömürücü bir avuç azınlık arasındaki acımasız savaşı yumuşatıp bu arada kendilerine de yaşam şansı arayanlar kullanıyor bu sloganı. Onun İçindir ki "AF DİLENİYORLAR".
AF DEMİYORUZ. Eğer bir af sözkonusuysa, bu halkımızı İliklerine kadar sömürenler için istenmelidir ki halkımız kimden yana olduğunu görsün. Halkımızın devrimci evlatları, onun onur kaynağıdır. Hakettiklerİ ceza değil, ödüldür. Ama onlar bunu da istemiyor, kendileri için tek Ödülün bu halkın sömürü ve zulümden kurtulduğu, kendi
iktidarını kurduğu günleri görmek olduğunu söylüyorlar.
Sorumluluk Herkesin Om
uzlarındadır Herkesin Yeri
Tutsakların Omuzbaşıdır
Hiç kimse sorumluluktan kaçmamalıdır. Halk saflarında olduğunu söyleyen herkes, bu saflardan koparılıp karanlık dehlizlere atılmış ve her günü zulüm altında geçen tutsaklar için mücadele etmeli, onların yeniden halkın bağrına dönmesini sağlamak için faşizmi her alandan sıkıştırmalıdır. Devrimcilerin, demokratların, aydın namusu taşıyanların ve topluma karşı kendini borçlu hisseden herkesin görevi, akla gelebilecek her türlü yöntem ve silahla faşizme karşı baskı unsuru olmak, ona vurmak, onun politikalarını ve saldırılarını durdurmak ve tutsakların gösterdikleri direnişle birleşmek-
■ Tutsaklarla Dayanışma
Komitelerini Kuralım
Cezaevleri, Özgür Tutsak birbirini bütün-leyen
ve tamamlayan olgular.Özgür Tutsak,
düşmanın fiziki olarak bedenini tutsak ettiği ama
düşüncelerini tutsak edemediği devrimci
tutsakları katletmek için her türlü yolu
denemekten kaçınmadığı herkes tarafından bilinen bir gerçek.
Özellikle son dönemde Sağmalcılar Cezaevi üzerinde yaratılmak istenen provokasyon girişimleri
basının da körüklemesiyle tırmandırılmaya çalışılıyor. Cezaevlerinin örgüt yuvalan haline dönmesinden tutalım da, cezaevlerine çekidüzen vermekten
dem vuranlar halk desteği almaktan da söz etmeden geçemiyorlar. Yapacakları yeni katliamlara zemin yaratmaya çalışan düşmanın hangi desteği
alacağı da herkes tarafından bilinmektedir.
Oligarşinin cezaevlerindeki tutsakları bir rehin
olarak görmesi ve tutsakları her an imha etmeye
yönelik politikaları gündemde tutması yıllardır uygulanan zindancılık politikalarının bir parçasıdır.
"Af Değil Zindanlar Boşalsın, Tutsaklara Özgürlük" şiarı üzerinde yükselen taleplere ilişkin olarak
tutsak ailelerine çeşitli sorular yönelterek düşüncelerini aldık
Cezaevinde tutsaklara yönelik provokasyon girişimleri var.
Tutsakları hedef alan
katliam girişimlerini
boşa çıkarmak için
neler yapılmalı? Tutsakları nasıl sahiplenmeliyiz?
Bir Tutsak Yakını: Tutsakları yeterince sahiplendiğimizi söyleyemeyiz. Aileler arasında bir iletişimsizlik var. O açıdan tutsaklara yönelik saldırılar
her an gündemde. Biz üzerimizdeki korkuyu attığımız zaman tutsakları sahiplenmemiz daha da kolaylaşacak. Devlet yakınlarımızı, çocuklarımızı
her an öldürebilir. Bunu önlemek için birlik ve
beraberlik içinde hareket etmeliyiz. Bu tür
girişimlerin önüne geçmek için bıkmadan
usanmadan ziyarete gelmeliyiz.
Kemal KESKİN: Ben tutsak yakını değilim.
Ama tutsakların sorunlarına duyarlı olduğum için
her hafta ziyarete geliyorum. Buca da yapılan
katliamın ardından Ümraniye de tutsaklara
saldırıldı. Yeni bir katliam girişimi denenmek
istendi. Bunu başaramadılar. Orhan Taşanlar halk
desteğinden söz ediyor. Yanılıyor. Yapacakları
katliam için halkın destek vereceğini sananlar hayal
kırıklığına uğrayacaklar. Gerekirse cezaevi önüne
binlerce insanı yığmalıyız. Biz tutsakların yarımda
olduğumuz sürece böyle bir şeye cesaret
edemeyeceklerdir.
İlyas DÖRTYOL: Düşman mantıksız hareket
ediyor. Şu aşama da bir katliamı göze alabileceğini
sanmıyorum. Yine de olası bir katliam girişimine
karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor. Düşman korktuğu için tutsakları yok etmeye çalışıyor. Tutsakları
sahiplendikçe onlara gelebilecek her türlü saldırı
etkisiz hale getirilir.
lemek için neler yapılabilir? Bunun önüne geçmek için nasıl hareket edilmeli?
Bir Tutsak Yalanı: Polis bizi cezaevi önünden aldıkça biz daha sık ve çoluk çocuğumuzla geleceğiz.
Amaçları bizi yıldırmaya çalışarak sindirmek. Yakınlarımızı ziyaret etmemizi engellemek istiyorlar.
Böyle durumlarda bir çok insan tepkisiz kalıyor.
Gözaltına alman insanları kolay kolay vermemeliyiz. Bizden herhangi bir karşılık göremeyince daha
da saldırganlaşıyorlar. Bu da ziyarete gelen bir çok
insanı tedirgin ediyor. İnsanlar gözaltına alınarak
korku içine itiliyor.
Kemal KESKİN: İnsanlarda hakim kırılmaya çalışılan korkudur. Gözaltına almalar, kaçırmalarla
insanlara gözdağı verilmek isteniyor. Korku duvarlarını hep birlikte aşacağız. Eğer biz cezaevi önünden zorla insanların gözaltına alınmasına ve kaçırılmasına hep birlikte karşı çıkarsak düşman bunu
göze alamaz. Cezaevine kalabalık gruplar halinde
ve kitlesel olarak gelirsek istediği gibi İnsan alamazlar. Polisin ve kontrgerillanın bu tür pervasız
hareket etmesine biraz da insanların tepki göstermemesi cesaretlendiriyor. O açıdan olanlara sessiz
kalmamalıyız.
İlyas DÖRTYOL: İnsanlar gözaltına alınarak, kaçırılarak kaybedilmeyi.- çalışılıyor. Düşman ziyarete
gelen tutsak yakınlarım cezaevi çıkıdında gözaltına
alıp işkencelerden geçirirken tutsakları tecrit et,mek istiyor. Bunu yaparken de basımn da körüklemesiyle tutsakları katletmeye yönelik girişimlerini
sürdürüyor. Ama ne yaparlarsa yapsınlar bizleri
yıldıramazlar. Düşman her geçen gün acizleşiyor.
Bu yüzden tutsaklara ve ailelere gelebilecek her
türlü saldırılara göğüs germeliyiz.
Tutsakları sahiplenmek için nasıl bir oluşum
yaratılmalı. Bu gibi kurumların işlevi ne olmalıdır?
Bir Tutsak Yakını: Her şeyden önce aileler arasında düzenli olarak işleyen bir organizasyona gidilmeli. Her hangi bir olay geliştiğinde anında müdahale edebilmeli. Böyle bir Örgütlenme yaratmya
çalışmalıyız. Aileler birbiriyle sürekli ilişki içinde
olmalı ve buna uygun adımlar atmalı. Bizim yaratacağımız bu örgütlenmeler yapılacak olan katliamların önüne set çekecektir.
Kemal KESKİN: Tutsak aileleri cezaevlerinde
tutsaklara yönelik katliamları engellemek için bu
tür organizasyonlara ihtiyaç var. Bu kurumlar düzenli ve sistemli bir biçimde çalışarak anında tavrr
koyabilecek işleve büründürülmelidir.
İlyas DÖRYOL: Bugün böylesi örgütlülüklerin
eksikliğini hissetmekteyiz. Hemen gelişen olaylara
müdahale edebilecek örgütlenmelerin zorunluluğu
kendini dayatıyor. Bunun adı süreç içinde somutlaşacaktır. Adı Özgür Tutsaklarla Dayanışma Komitesi olabilir ya da başka bir ad olabilir. Bu niteliğe
sahip örgütlülükler kendini pratik içinde ifade ederek şekillendirecektir. Altını doldurmak için tüm
tutsak aileleri ortak hareket etmeli. Cezaevlerinde
tutsaklara ya da ailelere yönelik saldırılara karşı hemen müdahale edebilecek şekilde örgütlenmeliyiz.
Bu bir basın açıklaması olabilir. Bir kitle gösterisi
olabilir. Kısaca: her şey bizim yapacağımız çalışCezaevi önünden sık sık insanlar gözaltına alı- malara bağlıdır.
nıyor. Kaçırılıyor. Polisin bu tür girişimlerini ön-
Zulmün ömrü az olur, onur hep
Zulmün karanlığında Ak
bir nişandır direnmek
düşmana Ölüm bir an
Yaşam milyonlarca yıl
bilene...
"Sağlığımdan daha önemliydi
direniş, önce direnişti. Diğer
işler daha sonra..."
Oligarşi tutsak edip zindanlara doldurduğu devrimcileri ıslah ederek kendi
düzeni ile uyumlulaştırmaya çalışıyor.
Tutsak alınan devrimci, demokrat, İlerici
insanların nasıl sindirilmeye, düşüncelerinden vazgeçirilmeye çalışıldığı iyi biliniyor. İşte bu yüzden oligarşinin hedefi
devrimcilerin mutlaka fiziken yok edilmesi
değildir. O, zindanlarda devrimcilerin,
düşünsel alanda köleleştirilmesi ve düzenin uyumlu bir parçasına dönüştürülmesinin de ne kadar önemli olduğunu
biliyor.
Tüm bunlara rağmen halkın mücadelesini onurunu savunmanın; düşünce
ve nançlarda haksızlık ve adeletsizlikle-re,
en adice, ahlaksızca keyfiliklere boyun
eğmemesinin gururu vardır devrimci
tutsaklarda.
Cezaevlerinde şehit olmak pahasına
yıllarca kan ve can bedeli süren mücadelelerde, duruşma salonlarında coplanmak, yerlerde sürüklenmek, kıyasıya
dövülerek atılmak, mahkeme gidiş gelişlerinde zorla, ahlak dışı ve onur kırıcı
aramalardan geçirilmek kanıksatılmaya
çalışılıyor. Devrimci tutsakların cevapları
siyasi kimliğine onuruna, doğrudan düşüncelerine yönelen saldırılara, hep bedelini ödeyerek direnmek oldu. Bu yolda
yıllarca İşkence baskı altında aşağılanarak, aç-susuz kalarak, sakatlanarak,
bedenlerinde ömür boyu taşıyacağı hastalıklar kaparak ölerek, dış dünyadan
koparılmış tüm hücrelerde, tecritlerde
mücadelelerini sürdürüyorlar.
Bursa Cezaevi'nde olan Mustafa
Kaya (35) adlı TKP(ML)-TİKKO davası
tutsağı geçirdiği rahatsızlık sonucu kaldırıldığı Bursa Devlet Hastanesi'nde 31
Aralık Pazar akşamı yaşamını yitirirken,
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde kalan ve gözaltında gördüğü işkencelerden dolayı uzun süredir rahatsız olan
PKK davasından Tuncay Baltaş adlı
tutsak 1 Ocak günü yaşamını yitirdi. Cezaevinde geçirdikleri rahatsızlık sonucunda tedavileri yapılmadığı ya da geciktirildiği İçin yaşamını yitiren, sakat kalan ilk ölümler değildi bu tutsaklar. 24
Kasım 1995 gecesi Aydın Cezaevi'nde
rahatsızlanan Ümit Doğan Gönül nefes
yollarının tıkanması üzerine durumu
ağrrlaştt. Cezaevi'nde doktorların bulunmaması zamanında müdahale yapılmasını geciktirdi. Daha sonra hastaneye
sevk edilen DHKP-/C tutsağı Ümit Doğan Gönül yolda şehit düştü.
Yine Ümraniye Cezaevi'nde yapılan
saldırıda aldığı darbelerden dolayı yaralanan ve tedavisi yapılmayan Oktay Karataş da ölüme terk edildi. Kısa bir süre
önce de Buca Cezaevi'nde ölen M. Salih Işık ve Bedran Önen.
DHKP/C tutsağı Kalender Kayapınar
da bu uygulamaların kurbanı oldu.
Çanakkale E Tipi Cezaevi'nde kaldığı sırada sağlığı iyice bozulduğu İçin
Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi'ne nakledilen Kayapınar'ın tam teşekküllü bir
hastaneye sevki, cezaevi idaresi ve jandarmaların keyfi davranışlarıyla engellendi. Engeller nedeniyle prostat kanseri
teşhisi geç konulan Kalender'in kanser
tüm vücuduna yayıldı. Halkın Hukuk Bürosu avukatlarının yoğun girişimleri sonucu 29 Aralıkla İstanbul Adli Tıp Kurumu Başkanlığınca oluşturulan 5 kişilik
kurulun düzenlediği raporda "Cezaevi'nde kalmasının hayatını tehdit edeceği'nin belirtilmesi
üzerine Çanakkale
İnfaz Savcılığı Kalender Kayapınar'ın
infazını CMUK'un
399/2. maddesine
göre 1 yıl erteleyince Kalender 30 Aralıkla tahliye oldu.
Tahliye olduktan
sonra ailesinin götürdüğü doktorlar
Kalender'i n tedavisi
için yapılacak
herhangi bir sev
kalmadığını, kanse
rin karaciğerini de
tamamen tahrip ettiğini belirttiler. 3
Ocak'ta biyopsi
yaptırmak için ailesi
tarafından Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Hastanesi'ne götürüldü. Buradaki
doktorlar da hiçbir
tedavi imkanı olmadığını bu yüzden
eve götürülmesinin
iyi olacağını söylediler. Kalender eve
götürülürken arabada fenalaşarak yaşamını yitirdi. Tahliye olduktan sonra 4 gün
yaşayabilmişti. Böyle bir sonucun
olacağını savcısı da, cezaevi idaresi de,
cezaevi doktorları da iyi biliyordu. O
nedenle tahliye etmişlerdi. Kendilerine
cezaevinde daha fazla sorun
çıkarmasını istemiyorlardı. Düşündükleri
kendi rahatlarının bozulmasıydı. Bu
durumu abisi şöyle ifade ediyordu:
"Sağmalcılar Cezaevi Hastanesi'ne
gittiğimizde doktorlar bakmıyorlardı.
Cezaevi bakmamamızı İstiyor
diyorlardı. Cezaevi idaresine
başvurduğumuzda da biz
gönderiyoruz hastane bakmıyor
diyorlardı. Bunu bilinçli olarak
yapıyorlardı." dedi. Kalender'in ölümünden birinci derecede cezaevi
yetkilileri, jandarma ve hastane sorumludur.
Kalender'in tahliye olduğu 30 Aralık
akşamından itibaren şehit olana kadar
evine gittik, sohbet ettik. Çanakkale Cezaevi'nde kaldığı sırada, son 45 günlük
açlık grevinde rahatsızlanmasını anlattı.
"Eylül'ün 8'ydi. Karnımdaki sancılar
artmıştı. Tıp öğrencisi olduğum için
kendi hastalığımın bilincindeydim.
Buna rağmen hastalığımın ciddiyetini
arkadaşlara açmadım, o koşullarda
önemli olan direnişti. Açlık grevine
devam ettim. Rahatsızlandım. Tüm
hastane başvurularımızı dinlemediler.
Cezaevinde bile bile beni ölüme terk
ettiler. Cezaevinde kontrgerillanın üç
ayağı var. Savcı, idare, hastane. Her
zaman kalaslarla, coplarla saldırmıyorlar. Hücre hücre öldürüyorlar. Bunu sistemli olarak yapıyorlar." Kalender'den sonra söze giren abisi anlatıyor:
" Kalender'i cezaevinden ölüm halinde bize teslim ettiler. Kalender'i düşündüklerinden yapmadılar. Onlara
sorun olacağından yaptılar. Kalender
en büyük acıyı cezaevinden ring arabalarıyla hastaneye
getirilip götürülürken çekti. 2 saat
arabada beklettiler.
Hastaneye götürdüklerinde de 2 saat film çekmek için
beklettiler. Dayanılmaz acılar çekiyordu. Buna rağmen ilgilenmediler. Başında askerler bekliyordu. Beni yanına yaklaştırmadılar.
Doktorlar ve hemşireler de rahat hareket edemiyorlardı.
Gözleriyle tehdit
eder gibi bakıyorlardı. Devamlı oradan oraya sürükleyip durdular."
Kalenderde abisinin
anlatımlarından
sonra hastaneye
tedavi için getirilen
tutsakların
durumlarını
anlatmıştı:
"Doktorlar tutsaklara bakmıyorlar.
Yine tutsaklara kendi arkadaşları
yardım ediyor, ilgileniyor. Durumu
kötü olan arkadaşlar var. Aileler
müdahale etsin. Ailelere ihtiyacımız
var. Birlik olmalıyız" demişti. Ziyaret
sırasında TİYAD'lı bir anayı Sultan
Çelik'i tanıştırdık. Çok sevindi. Kendi
ailesine ve annesine dönerek "Siz
neden mücadele etmiyorsunuz"
diyerek ailelerin mücadeledeki önemini
belirtti.
Kalenderle sohbetimiz 3 gün
boyunca sürdü. Konuşacak ve kıpırdayacak hali olmadığı halde bizi görünce
canlanıyor ve bizimle zon günlerde birlikteliğin, bütünleşmenin, aynı ruh dalgasında erimenin yarattığı kardeşlik, yoldaşlık ortamına zorla da olsa konuşarak
katılıyordu. Gazetemizin son sayısını ve
yılbaşında çıkardığımız takvimi götürmüştük. Takvimin kapağına baktığında
birden canlandı. Takvimin kapağında
DHKP/C önderi Dursun Karataş'ın
fotoğrafı vardı. Coşkuyla "oyy"
dedi.Çok hoşuna gitmişti. Takvimi
yanıbaşına astırdı.Daha sonra "Bana
gazetenin başlıklarını
okurmusunuz" dedi. Ona okuduk.
Getirdiğimiz karanfilleri alarak üzerine
yazdığımız şiiri çok zorlanmasına
rağmen kendi okumak is-
tedi.
"Zulmün karanlığında/Ak bir nişandır/direnmek düşmana/Ölüm bir
an/Yaşam milyonlarca yıl/bilene..."
Daha sonra çiçekleri abisine "Bunlar
solmasın vazoya koy." dedi. Kişiliği
ismiyle özdeşleşmişti. Kalender; gösterişsiz, sade, alçak gönüllü... Ziyaretine
gelen insanları uğurlarken kalkamadığı
için üzülür, özür dilerdi. Biz yanından
ayrılırken tüm ısrarlarımıza rağmen bizi
dinlemez kendisi kapıya kadar gelir, bizi
uğurlar, öperdi. Kalkacak hali hiç yoktu.
Kemik yığını haline gelmişti. Açlık
grevinden sonra bir daha hiçbir şey
yiyecek durumu kalmamıştı.Yediği bir
günde birkaç kaşık bir şeydi. Yemeği
geldiğinde yemeden önce bize döner
"Siz bir şeyler yediniz mi" diye
mutlaka sorardı. Ziyaretlerimiz sırasında
biz bir an dalardık yüzüne bakarak.
Kalender bizim üzüldüğümüzü anladığı
anda bizi o atmosferden çıkartmaya
çalışır bir soru sorardı, bizi o ortamdan
kurtarmaya çalışırdı. Kolları şişen
damarları nedeniyle rahatsızlık
veriyordu. Devamlı kolonyayla
ovulmasını istiyordu. Bu işi abisi
yapardı. Bir ara "sen gel yap" diyerek
bizlerden birini çağırdı. Bizimle
paylaşmak istedi o anını da... Yaşama
sevinci sağlık durumunu bildiği halde
bitmemişti. Bize "En çok bir işe
yaramamak beni üzüyor. Bir işe
yaramıyorum artık"demişti. Birde
Sağmalcılar Cezaevi'ndeki tahliye
törenini anlatmıştı. "Herhalde böyle bir
tahliye cezaevinde hiç görülmemiştir.
Ben sedyedeyim. Beni marşlarla, türkülerle, sloganlarla uğurladılar. Ben
de onlara katılmak istedim. Ancak
benim sesim sinek vızıltısı gibi
çıkıyordu." Eski günleri hatırlayıp sohbet
ederdik. Bir ara Malatya'dakî açlık
grevinden anlatmaya başladı. Abisi söze
girerek; Malatya'daki açlık grevi İdareyle
uzlaşmayla son bulmuştu dedi. Kalender
hemen tepki gösterdi: "Hayır idarenin
isteğiyle değildi, biz o açlık
grevinden de zaferle çıkmıştık" dedi.
Cezaevlerinde kaldığı süre içinde birçok
açlık grevinde bulunmuş ve tüm direnişlerde alnının akıyla çıkmıştı. Bedeli ne
kadar ağır olursa olsun direniş geleneği
yok edilmemeliydi. Her türlü haksızlığa,
zulme, baskıya, işkenceye ve
insanlıkdışı olan her şeye karşı
direnmek bir insanlık göreviydi.
Umutsuzluğun, karamsarlığın kol gezdiği
en zor anlarda bile moral ve coşkusunu
yitirmemişti Kalender. Ölüm günlerinde
bile duyulan yaşama sevinci, zafer
umudu direniş onuru vardı.
Ölüm haberini aldığımızda onunla
ilgili yazıyı hazırlıyorduk. Nasıl en güzel
şekliyde verebiliriz diye düşünüyor,
sohbet ediyorduk. Hatta yazdığımız
yazıyı tekrar gözden geçirdiğimizde
ölmüş bir insanın arkasından yazılmış
gibi olmuş diye beğenmemiş düzeltmeye
çalışıyorduk. Çünkü ona ölümün
böylesini yakıştıramıyorduk. Ancak 3
Ocak günü haberi hazırlamayla
uğraştığımız bir sırada ölüm haberini
aldık ve sarsıldık.
Suçlu Düzendir
Civan ve Edes... Yağma düzeninin iki gözdesi; paylaşımda
anlaşamayınca "suçlu" oldular.
Telefon Cinayeti Sanığına 15 yıl...
Tecavüz davası 1996'ya kaldı .......
Çiftlik evine eroin baskını..............
İşte 9 yaşındaki soyguncu ............
Bu saydıklarımız hemen her gün gazetelerde okuduğumuz haber başlıkları,
manşetler. Altında burjuva basının ürettiği Türk filmlerinin konusu olan senaryolar. Bu insanların bunalımları, canilikleri, sapıklıkları anlatılmakta lanetler
okunmaktadır.
Yine aynı şekilde televizyondaki tüm
kanalları "Söz Fato'da"lar, "Arena"lar,"Polis İmdat'lar kaplamış durumda. Bu programlarda tecavüzler, hırsızlıklar, cinayetler işlenmekte, ekrandan
kan, pislik akmaktadır. Ama gerek yazılı
gerek görsel medyanın bu haberlerinde
tek yön dikkat çekiyor. O da bu
"suç"ları işleyenlerin hasta ruhlu, kişilik
bozukluğu olan kimseler olduğudur.
Topfumu, halkı kirleten insanlardı bunlar. Bir yerde kader kurbanlan zavallt insanlardır. Ama topluma zarar veriyorlardır. Bu nedenle, toplumun dışına itilmeli, cezalandırılmalıydılar. Tüm bu çabalann tek nedeni var.lşlenen suçların sorumlusu olarak bireyleri, kişileri göstererek.tepkileri onlara yönlendirmektir.
Oysa gerçekte bu insanlara bakıldığında mutlaka düzen tarafından savrulmuş, ekonomik, maddi-manevi kriz
içinde bulunan kimseler oldukları görülecektir. Kader kurbanı değil sömürünün,yoksulluğun kurbanıydılar. Ama sahibinin sesi medya kraldan daha çok
kralcı edalarıyla bu şekilde yansıtmaktadır.
Medyanın ve kendi tüm uğraşlarına
rağmen düzenin halka vereceği hiçbir
şey yoktur. Yalnızca alacağı vardır. Daha fazla sömürmek,daha fazla kar etmek için halktan sürekli alır ve karşılığında yoksulluk,açlık verebilir. Başka
hiçbir şey veremez.
Düzenin tüm çarkları, yeni çarklar
üretmek veya çark olmayanları ufalamak için döner. Tüm çabası insanlann
kendi koyduğu sınırlar içinde kalarak,
iktidarını tehlikeye düşünmemesidir. Bu
şartlar altında her türlü pisliği, ahlaksızlığı, kuralsızlığı yapabilirler. Onlara kural,
yasa yoktur. Buna karşılık düzenin çizdiği sınırlar içinde hareket etmeyenleri
ise yasaları ile kısıtlamakta, bunları
aşanları da hemen suçlu ilan ederek
cezalandırmaktadır bu kezde. Açıkça
halka "benim çizdiğim sınırları aşma"rnesajı vermektedir.
Suç kavramı egemenlerin sınıf çıkarlarıyla oluşmaktadır. Bununla beraberde uygulamaları, politikalan suça teşvik
etmektedir.
Kriz Suçu Besliyor
Oligarşinin arlan krizi,halkta çok daha boyutlu yansımasını buluyor. Krizini
atlatabilmek, en azından yumuşatabilmek için halkın üzerinde sömürüsünü
daha da arttırmakta, ekonomik olarak
sıkıntıya giren insanlar da her türlü yola
başvurmaktadır. Aç kalan birisi hırsızlık
yaparak karnını doyurmaya çalışmakta
veya borcunu ödemek için tek çare olarak çalmaktadır. Çocuğunu okula gönderemeyen bir kadın bunu sağlayabilmek için onurunu.vücudunu satmaya
her türlü pis işi yapmaya zorlanmaktadır. Veya çalmak, rüşvet almak, üç kağıtçılık yapmak artık bir kültür haline
getirilmiştir. Dürüstlük enayilik olarak
lanse edilecek duruma gelmesine de
direkt olarak düzenin verdiği kültür birebir etkilidir. Çelişkiler de krizle beraber suç oranını orantılı olarak artırmaktadır. Buna en güzet örnek emperyalizmin lideri konumundaki Amerika'da görülebilir. Dünya'da en fazla suçun işlendiği şehir Amerika'nın Los Angeles şehridir. Burada çelişkiler had safhadadır.
Burjuvazi akıl almaz derecede sefa sürerken milyonlarca insan da aç ve sokaklarda yatmaktadır. Bu kadar çelişkinin uçurumda olduğu bir şehirde öldürme, hırsızlık,tecavüz,uyuşturucu kullanımı vb. de rekor seviyede bulunmakladır. Yeni sömürge ülkelerde de durum
aynıdır.
Suçu ve suçluları teşvik etmesinden
daha da önemlisi düzenin temel aygıtı
devletin kendisinin suçun kaynağı ve
suçu üreten olduğudur. Devletin yönetiminde bulunanlar o ülkenin yasalarına
göre suç sayılan fiilleri katmerli bir şekilde işlemektedirler. Ve yasalar onlar
için geçerli değildir. Pekala bir Başbakanın oğlu veya Cumhurbaşkanının kızı
birçok gayrimeşru ilişkilerle servetini
artırabilir. Veya ülkenin en ünlü mafya
babası Cumhurbaşkanıyla kol kola fotoğraflar çektirip dost olabilir. İnci Baba
ile Demirel buna çarpıcı bir örnektir.
Yüzbin lira vergi borcunu ödemeyen
yoksul emekçiye gıyabi tutuklama kararı çıkanrken, trilyonları çalan mafya babalarının Cumhurbaşkanı köşkünde
ağırlanması düzenin suça bakışını ve de
asıl suçun kaynağının yerini göstermektedir. Düzen sömürüyle empoze ettiği
kültürüyle, ideolojisiyle.ahlaksızlığıyla
"suçlu" üretmektedir. Düzenin yarattığı
ve empoze ettiği çarpık, yoz kültürde
suçun kaynaklarından biridir. Halkı egemenliği altında tutabilmek için televizyonuyla,basınıyla yoz,çarpık bir yaşama
Soytarılar...
İstanbul'un yeni polis şefi 0. Taşanlar gelir gelmez
yaptığı açıklamalarla ve şovlarla medyanın ilgisini çekmek
için özel olarak çaba harcıyor. Bu çabalarına bir yenisini
daha ekledi ve "gözaltındaki sanıklar' a yılbaşında pasta
ikram etti. Kuşkusuz önceden ayarlanmış polis muhabirleri
önünde tekrarlandı bu tören. Ve bu törenin fotoğrafları 3
Ocak tarihli Sabah gazetesinde yayınlandı. Herşey daha
şirin gözükebilmek için olduğundan oldukça önemliydi bu
tören.
Ama törenin ulak bir ayrıntısını gözden kaçırdı Taşanlar.
Yılbaşında pasta ikram edilen "sanıklar" olarak basının
karşısına çıkıp duvar dibine dizilenler, gerçekte Terörle
Mücadele Şubesi -Tim/1'in ya da nam-ı diğer DHKP-C
timinin "anlı-şanlı" polisleridir, İşkencecidirler...
Boşuna uğraşıyorsun Taşanlar Efendi !
Senin ve emrindeki katillerin eline yüzüne bulaşmış olan
kanı, böyle utanmazca maskaralıklarla gizleyemezsin.
Üstelik eline yüzüne bulaştırırsın. Böyle şirinlik
gösterilerine gerek yok. Çünkü biz seni de işkencecilerini
de iyi tanırız...
özendirmekte, geri duyguları öne çıkarmakta bu yöndeki suçlara teşvik etmektedir.
Gerçek suçlu olan düzen suçlarını
örtbas etmek ve bir anlamda kendi çıkarı için olmayıp, birebir denetimini kuramadığı "suç"luları cezalandırmaktadır. Böylece bir yandan gözdağı verip,
diğer yandan kendi suçlarını gizlemek,
despot, baskıcı yönetimini sürdürebilmek için onbinlerce kişiyi susturmakta,
cezaevlerine atmaktadır. Bugün cezaevleri dolmuş durumdadır. Ve devlet
kendi ürettiği pislikleri sonucunda cezaevlerine doldurduğu bu insanların tepkilerini nötralize edebilmek ve kendisine
prim yapabilmek için de "aflar çıkararak bir başka sahtekarlık örneği göstermektedir. Bu sahtekarlığını boşa çıkarıp
af değil özgürlük şiarını yükseltmeliyiz.
Eğer ortada bir suç varsa bunun sorumlusu düzendir. Devlet bir yandan
"suç", "suçlu" üretirken, diğer yandan
yargılamaya, ağır cezalar verirken
"büyüklük", "affedicilik" pozisyonuna
girerek "af" çıkarmaya "affedici" bir rol
üslenmeye çalışıyor.
Oysa esas suçlu olan devletin
kendisidir. Suçlu olan affedilir.
Cezaevindekiler suçlu olamazlar, suçlu
olmadıkları içinde de "affa" ihtiyaçları
yoktur.Cezaevindeki siyasi ve adlilerin
özgürlüklerine kavuşması sorunu vardır.
Suçu üreten ve kaynağı olan bir düzen sürdüğü müddetçe "suç"un, önüne
geçmek de mümkün değildir. Bir yerde
varlığını suç üretme üzerine kuran böyle
bir mekanizma dağıtıldığında hakimiyeti
sona erdiğinde ancak suç ortadan kalkabilir. Onun için öncelikle "suç"un sorumlusu olmayan dolayısıyla suçlu olmayan tüm tutsaklara (halk düşmanlan
ve faşistler dışında) özgürlük diyoruz.
Ve ekliyoruz suçu ortadan kaldırmak
için kaynağı dağıtmalıyız. Bugün bu
kaynak halklara zulmü, işkenceyi, sömürüyü reva gören faşist düzendir.*
■ Devlet yanlısı olmayan
herkes, devletin silahlı
güçlerinin hedefi haline
geldi. 48 saat boyunca
bombalanan Şırnak'ı, Kulp,
İdil ve Lice'ler izledi. Son on
yılda boşaltılan köy sayısı
3500'e ulaşırken,
topraklarım terk etmek
zorunda kalarak kent
varoşlarında sefalete
mahkum edilen insanların
sayısı üç milyonu geçti.
■ Çatışmalarda, köy
baskınlarında, mayın
tarlalarında, sokaklarda,
cezaevleri ve
işkencehanelerde ölen
insan sayısı 15 bin oldu.
Sömürü düzenini korumak
için oligarşinin maaşlı
uşakları, Kürdistan'ı kana
boyadı.
üleyman
Demirel'in
Başbakan, Erdal İnönü'nün
Başbakan
Yardımcısı
olduğu DYP-CHP Koalisyon hükümeti
1991 yılında kurulurken, yaptıkları
vaadlerle halkta yarattıkları en büyük
beklenti "demokratikleşme" olmuştu.
Demirel'in ifadesiyle "Paris Şartı'nın
gerekleri yerine getirilecek", karakollar
şeffaf olacak, işkence ve kötü
muamele kalkacak, koruculuk ıslah
edilecek, Anayasa'nın anti-demok-ratik
maddeleri değiştirilecek ve insan
haklarına saygı temelinde yeni düzenlemeler yapılacaktı. Savaşın sıkıntılarını
en ağır biçimde yaşayan Kürt halkı başta olmak üzere reformist Kürt solcularından PKK'ye kadar birçok kesim koalisyon hükümetinin bu vaadlerinden etkilenmişti. CHP'nin hükümet ortaklığı
"özel savaşı frenleyici bir güç"
olarak görülmüştü. Demirel ve İnönü,
Diyarbakır'da düzenledikleri miting'te
coşkulu
kalabalıklara
konuşurken,
Demirel'in ağzından çıkan "Kürt
realitesini tanıyoruz" sözü koalisyon
hükümetinden beklentisi olanları daha
da umutlandırmıştı.
Bütün bu, "demokratikieşme" vaadlerinin, aslında, toplumsal muhalefeti düzen sınırları içinde tutmak, kontrol altında almak ve Kürt ulusal hareketini tasfiye etmek için manevra yapmaktan öte
hiçbir anlamı olmadığı çok geçmeden
görüldü. Tarih, oligarşiyi, emperyalizmi
ve faşizmi doğru tanımlayan devrimcileri
bir kez daha haklı çıkarmış, demokratikleşme maskesi ile kendini gizleyen faşizmin kanlı yüzü, halka yönelik saldırıların artması ile ortaya çıkmıştı.
Oligarşinin tek düşündüğü, başta ulu-
■ Kaldırın başınızı çocuklar. Görün evinizi yakanları, yıkanları. İyi tanıyın özei timini, korucusunu, kelle
avcısını, halk düşmanı maaşlı kiralık katilleri iyi tanıyın. Başınızı kaldırın.
sal haklarını isteyen Kürt halkı olmak
üzere toplumsal muhalefeti ezmek, sindirmek ve susturmaktı.
Vaad edilen demokratikleşme, Meclis'e her dediklerini yaptıran generallerin
"terörün kökünü kazıyacağız" gibi kan
kokan demeçleri arasında unutuldu gitti.
insan haklarına saygı sözleri, panzer
ve tankların arkasından sürüklenen insan cesetlerinin yarattığı vahşet tablosu
içinde, özellikle Kürdistan'da hiçkimsenin aklına gelmez oldu.
"Kürt realitesi" bombalanmaya,
Kürdistan'in köylerinden, ormanlarından
alev ve dumanlar yükselmeye başladt.
Denizi kurutmak adına
halka savaş açıldı.
Koalisyon hükümeti kurulurken Kürt
halkını inkar üzerine oluşmuş resmi politika iflas etmiş, 7 yıldır, gerilla karşısında düzenli ordunun etkisiz kaldığı görülmüştü.
Oligarşi bir yandan kendi silahlı güçlerini artırırken diğer yandan halkı hedef
alan saldırılarını genişletti. Kürdistan'a
kaydırılan asker sayısı artırıldı, özel polis ve jandarma timleri kurulup geliştirildi,
korucu kadrosuna takviye yapıldı. Zırhlı
helikopter ve panzerler başta olmak
üzere silahlanma için çok büyük paralar
harcandı.
Ve hedef genişletildi.
Tek tek balıkları yakalamak yerine
denizi kurutmak adına tüm halk, devlet güçlerinin hedefi oldu.
Daha önce, gerilla, milis yada gerilfaya yardım edenler devlet güçlerinin he-
defi idi. 1991'den itibaren "devlet yanlısı olmayan herkes" devletin hedefi haline geldi.
Bu anlayışa göre, köylüler koruculuğu kabul etmiyorsa, gerilladan yana demekti. Tarafsız olmak yoktu. Şehirlerde
devlet güçleri ile işbirliği yapmayanlar da
"karşı taraftan" kabul edilip, düşman olarak görüldü.
Ve sivil, savunmasız halkın hedef
alındığı il, ilçe ve köy oprasyonları başlatıldı.
Devlet yanlısı olmayan herkesin açıkça düşman olarak görüldüğü bu aşama,
binlerce köyün yakılıp yıkıldığı ve yine
binlerce insanın işkencelerden geçirildiği, gerilla denilerek sivil halkın kurşunlandığı kanlı bir sürecin başlangıcı oldu.
Oligarşinin Kürdistan'daki kanlı elleri,
kiralık özel timleri, korucuları, askerleri,
gerilla ile savaşta etkili olamadı ama savunmasız sivil halka saldırırken, uyguladığı insanlık dışı yöntemlerle yüzbinlerce insana büyük acılar çektirmeyi başardı{!)
Şırnak ile başlayan
saldırı: Hedef ayrımsız
tüm halk
1991 ve 1992 yılı Newroz kutlamalarında binlerce insanın sokağa döküldüğü Kürt ilçe ve şehirleri, "denizi kurutma"
politikası için ilk olarak hedef alınan yerler oldu.
18 Ağustos 1992'de Şırnak ablukaya
alındı. Ve tam 48 saat boyunca, kesintisiz olarak, halkın oturduğu evler tank,
top ve tüfek ateşine tutuldu. Ateş kesildi-
ğinde 26 kişi ölmüş, 60 kişi yaralanmış,
şehir ise enkaz haline gelmişti. Devlete
ait binalar ve lojmanlar dışında tahrip olmamış tek bir ev kalmamıştı. Operasyon bu kadarla da bitmedi. Şırnak halkından 500 kişi gözaltına alınarak işkenceden geçirildi.
Bu saldırıların ardından 20 bine yakın
insan büyük gruplar halinde Şımak'ı terketti.
Devlet, sadece yurtsever nitelikleriyle
bilinen Şırnak halkını korkutma ve sindirmeyi değil, tüm Kürt halkına bir mesaj
vermeyi hesap ederek saldırmıştı. Buna
göre gerilla nerede eylem yaparsa, devlet oradaki herkese saldıracaktı. Hatta
gerilla eylem yapmasa da, devletle işbirliği yapmayan köy ve iiçeler de artık
devletin hedefiydi.
Şırnak saldırısı bir başlangıç oldu.
1992'de Kulp, Cizre, Çukurca gibi
önemli ilçeler ve birçok köy, Şırmak gibi
devlet güçlerinin saldırılarına hedef oldu. 1993te Hakkari, Yüksekova, İdil,
Diyadin, Silopi ve Lice benzeri saldırılara hedef oldu.
Lice saldırısı sivil halkın nasıl ayrımsız hedef alındığını gösteren tipik özelliklere sahipti.
1993 yılında 21 Ekim ile 26 Ekim arasında dört gün boyunca Lice dünyaya
kapatıldı. Uzaktan bakınca yükselen kara
dumanların görüldüğü Lice'ye bu süre
içinde, ne halktan bir kişi, ne gazeteciler
ne de CHP Genel Başkanı Deniz
Baykal gibi Ankara'dan gelenler girebildi.
Operasyon tamamlanıp da Lice ablukası kalkınca, görülen manzara kor-
kunçtu: 30'dan fazla kişi ölmüş, 300'e
yakın insan yaralanmış, çarşıda bulunan 248 dükkan içindeki eşyalarla birlikte yakılmış halkın oturduğu evler bombalanarak ya da yakılarak tahrip edilmişti.
Jandarma ve Polise ait binalar ve
PTT binası dışında tek bir sağlam ev
kalmamıştı.
Hastaneye kaldırılan çok sayıda yaralıdan biri olan Zarife Cantürk, Diyarbakır muhabirimize şunları anlatmıştı:
"Operasyon sabah saat 9'da başladı. İlk önce silah sesleri geldi. Ardından top atışı başladı. Helikopterden de ateş ediyorlardı."
"Paketler halinde beyaz toz şeklinde ve ateşe verince kendi kendine
patlayan şeyleri dükkanlara binalara
attılar. Elerinde uzun birşey vardı.
Onlarla evleri, dükkanları yaktılar. Bazı
insanlar evlerin içinde kalarak yandı.
Bazıları evden çıkınca tarandılar."
Lice'de hedef alınan insanlar ne gerilla, ne milis ne de gerillaya yardım eden
kişilerdi. Lice'de ölen ve yaralananlar
yaşlısı ve genciyle, kadını ve çocuklarıyla
halktan insanlardı.
Devlet güçleri gerillaya değil düpedüz
halka saldırıyordu.
Yıllardan beri gerillayı "üç-beş terörist" olarak niteleyen Genelkurmay, bu
katliamcı politikanın ismini de şöyle koydu: Düşük yoğunluklu savaş"
Lice'nin nüfusu 9 bin 600 den binin
altına düştü; sağ kurtulanlar da yakılıp
yıkılmış evlerden artakalan kırık, dökük
eşyalarını alıp büyük şehirlere göç ettiler.
Şırnak ile başlayıp Lice ile doruğa çıkan ve Sivil halkı hedef alan saldırılar,
1994 ve 1995 yıllarında daha da yaygınlaşarak köylerde devam etti.
Ve yoğun bir göç dalgası ortaya çıktı.
Kırların insansızlaştınlması:
"Ya korucu olun ya da köyü
terk edin"
Önce aşiret reisleri ya da köy muhtarları askeri garnizonlara çağrılarak korucu olmaları istendi. Korucu olmayı kabul
dı.
Bu süreçte Ovacık'ın diğer
köylerine Hozat, Çemiş-gezek ve
Pertek köylerine de başka askeri
birliklerce operasyon düzenlendi.
Ve yüzlerce köy özellikle 1994'ün
Eylül ve Araiık ayları arasında yakılıp
yıkılarak boşaltıldı.
Köyler uçaklarla
bombalandı
■ 4 gün boyunca dünyaya kapatılan ilçede operasyonlar
bittiğinde, devlete ait binalar dışında tek bir yapı
etmeyenler açık ya da gizli tehdit edildiler.
Devlet adına konuşan vali, kaymakam ya da askeri komutanların mantığına göre korucu olmayı kabul etmeyenler
devletin yanında değil karşısında demekti. Devletin karşısında olanlar ise artık
düşman kabul edilecekti. Hele ki bulundukları bölgede gerilla eylemi olursa,
o bölgenin köyleri de gerilla gibi muamele görecekti.
Birçok köy baskınında, halka "ya korucu olacaksınız ya da köyü terkedeceksiniz" denilerek baskı yapıldı. Halkı
korkutarak ikna{!) etmek için üç-beş evin
ateşe verildiği ya da halkın köy meydanına toplanarak işkenceden geçirildiği
operasyonlar sistemli bir politika olarak
yaygınlaştı.
Devlet güçlerinin "korucu ol" ya da
"terket" dayatmasını kabul etmeyen köylülere yönelik şiddetin dozu ise giderek
arttı.
1995 yılı sonbaharında Dersim'in
Resmi Rakamlarla 10 yıllık bilanço
15 BİN ÖLÜ
Milli Güvenlik Kurulu, Milli Güvenlik Siyaseti Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan bir raporda, 15 Ağustos 1984'ten sonraki 10 yıllık sürecin kanlı tablosu
rakamlarla şöyle açıklandı:
Çatışma ve operasyonlar sırasında ölen
- subay
- astsubay
- polis
- er, erbaş
ve köy korucusu
TOPLAM
3504
4644
Çeşitli saldırılarda ölen sivil:
Gerilla, milis, ya da gerilla kuryesi:
GENEL TOPLAM:
4036
6443
15.123 ölü. (*)
Askeri operasyonların 10 yıllık maliyeti:
Yakılan ormanlar hariç kaybedilen mitli servet:
897 trilyon TL
4.2 katrilyon TL
244
621
275
(") Yaşanan İç savaşı küçük gösterme gibi bir devlet politikasının variığı dikkate alındığında, açıklanan bu rakamların, gerçek rakamların altında olduğunu
söylemek mümkündür. Nitekim sivil gözlemciler sadece 1995 yılında hayatını
kaybeden, gerilla, milis, sivil ve asker, polis sayısının toplamını 4 bin olarak
açıklıyorlar.
Ovacık ilçesi Mercan köyü'ne düzenlenen operasyonu, bir kişi şöyle anlattı:
"Köye gelen asker ve özel timler
köyü 5 dakikada boşaltmamızı istediler. Biz çocukları zor dışarı çıkardık.
Timler evlere beyaz bir toz serptiler
ve evter hemen tutuştu. Bir tek canımızı ve çocuklarımızı kurtardık."
Mercan köyü kadar şanslı(!) olmayanlarda vardı.
Yine Ovacık ilçesinin Buzlutepe ve
Bilekli köyleri boşaltılırken toplam 6 kişi
hayatını kaybetti..
Human
Rights
Watch'a
yaşadıkları nı anlatan tanıkların
ifadelerine göre Buzlutepe köyü 4 Ekim
1994 günü, askeri birlik ve özel tim
tarafından basıldı. Halk megafonla
çağrılarak köy meydanına toplandı.
Kadın ve çocuklar dahil herkese
yüzükoyun yere yatması "emredildi."
Ardından evler hedef alınarak roketlerle
ya başka silahlarla köyün bombalanmasına başlandı. Sağlam kalan
bazı evler de bizzat askerler tarafından
yanına gidilerek ateşe verildi.
Buzlutepe'nin Delçek, Camrek ve
Hinzari mezraları da aynı şekilde roket
ateşine tutulurken bir evde bulunan ikisi
çocuk beş kişi hayatını kaybetti.
Buzlutepe'den hemen sonra komşu
Bilekli köyüne operasyon yapıldı.
Halk yine zorla meydanda toplandı.
Bu kez askerler bir direnişle karşılaştılar. Bilekli köyü Muhtarı Müslüm Kavut
"Evimi yakmayın, yakacaksanız beni yakın" diyerek karşı koydu. Önce muhtarı
döven askerler, muhtar direnişinden
vazgeçmeyince silahla tarayarak öldürdüler. Tanıkların anlatımına göre muhtarı
öldüren kişi, yaşı otuzun üzerinde, rütbe
takmamış bir subaydı.
Yakılıp, yıkılan Buzlutepe ve Bilekli
köyü'nün insanlarına yürüyerek Ovacık'a gitmeleri "emredildi." Köylülerin
içinden yirmi kadar genç erkek ayrılarak
bir hafta boyunca, askeri birliğin havan
topları ve diğer yükleri taşıttırıldı. Ayrıca
bu köylüler gerilla pususuna karşı önlem
amacıyla askeri birliğin önünde yürütüldüler.
Bir hafta boyunca askerlerin yük hayvanı gibi kullandığı köylü gençlerden birinin anlattığına göre, bu süre içinde
Tepsili, Kuşluca, Eğrikavak, Elpasi,
Haltipınar, Gorbasi ve Bilgeş köyleri
aynı askeri birlik tarafından yakılıp yıkıl-
Köyleri boşaltmak için, devlet
güçleri
tarafından
yapılan
operasyonlardan bazıları uçaklarla
gerçekleştirildi.
Şırnak
ilinin
Kuşkonar
(Gever),
Koçağılı,
Sapaca, Hisar ve Çağlayan köyleri
24-26 Mart 1994 tarihlerinde
bizzat
uçaklar
tarafından
bombalanarak yerle bir edildi. Bu
köyler devlet güçlerinin uzun
süredir devam eden baskılarına
rağmen korucu olmayı kabul etmemişlerdi.
Human Rights Watch'a gördüklerini
anlatan tanıkların ifadesine göre 26 Mart
sabahı Kuşkonar köyünün üzerinde bir
helikopter bir süre dolaştı. Ardından iki
uçak ortaya çıktı ve köyün 100 metre
üzerinden uçarak geçtiler. Uçaklar ikinci
gelişlerinde köyün tam ortasına isabet
eden iki tane bomba bıraktılar. Üçüncü
defa yine gelen iki uçak birer bomba daha bıraktılar. Ancak bombalar bu kez
köyün 100 metre ilerisindeki bir dere yatağına düştü.
Köye isabet eden ilk bombaların patlaması sonucu toplam 24 kişi hayatını
kaybetti. Bir o kadar kişi de yaralandı.
Sağ kalanlar önce yaralıları kurtarıp
hastanelere
götürdüler.
Tanıklardan M.B. katliam sonrasını
şöyle anlattf: "Cesetler paramparça
idi, her tarafa saçılmıştı. Sekizi öyle
kötü yanmış ve parçalanmıştı ki, kim
olduklarını tanıyamadık. Daha sonra
kimlerin kayıp olduklarına bakarak
onları giysilerinden çıkarttık."
Sivil halkı böylesine bombalayacak
kadar vahşileşmek, herhalde büyük
dünya savaşlarında bile görülmemiştir.
Ama oligarşinin gözü dönmüş maaşlı
uşakları bunları yapabildiler.
"Ben bu işi altı ayda bitiririm" diyerek
kan kokan tehditler savuran
generallerin yaptıkları, yapacakları işte
buydu. Kendi halkını bombalamak.
Atılan bombalar düştükleri yerlerde bir
insan boyu çukur açacak kadar büyüktü.
Aynı tarihte Şırnak'ta bombalanan diğer köylerden Sapaco'da oturan Şengül
Hikmet isimli kadın, bombalamanın köy
korucusu olmaları için yapılan baskılardan sonra gerçekleştiğini söyledi. Bombalamadan iki saat önce devlet güçlerinin gene aynı maksatla köye geldiklerini,
köylülerin bir kez daha korucu olmayı
kabul etmediklerini söyleyen Şengül
Hikmet gördüklerini şöyle anlattı:
"İki saat sonra uçakların köyün
üzerine doğru geldiğini gördük.
Eskiden
olduğu
gibi
dağları
bombalayacaklarını sandık. Ama
köyümüzü bombalamaya başladılar.
Bombalama sonunda elli hanelik
köyümüz yerle bir oldu."
Sapaca
köyüne
komşu
Akduman
köyü halkı, havada
gördükleri beş uçağın önce ormanları
ya da başka biryer-
Devlet güçleri tarafından yakılan ve
yıkılan köy ve mezra sayısı 1995 yılı sonunda 3 bin 500'ü geçti.
Kontr-gerilla faaliyeti
olarak İşkence ve
katliamlar yoğunlaştı
■ Evleri yakılıp yıkılan köylüler, şehir kıyılarında çadırdan kentler
oluştururken en büyük sıkıntıyı çeken çocuklar oldu.
leri bombaladıklarını sandıklarını, Köyden biri yardım istemeye gelince Sapaca'nın bombalandığını öğrendiklerini
söylediler. Ve hemen yaralıları kurtarmaya gittiler. Ölenler gömüldükten sonra her iki köyün halkı da topraklarını ierketti.
Köy
boşaltma
operasyonları
ve
katliamlar gizlendi
Dersim, Şırnak, Bingöl başta olmak
üzere birçok şehrin köyleri bombalanarak ya da yakılıp yıkılarak yapılan boşaltma operasyonları kamuoyundan gizlenmeye çalışıldı.
Değil sosyalist ya da yurtsever basın,
burjuva basın bile köylerin boşaltıldığı
sırada, sözkonusu bölgelere sokulmadı.
Kamuoyu sadece OHAL Bölge Valiliği'nin resmi açıklamalarını dinlemek zorunda kaldı.
Basının dışında insan hakları kuruluşları ve hatta bakanlar bile oprasyon
bölgelerine giremediler.
1994 yılı sonbaharında Dersim'in
yüzlerce köyü alev alev yanarken, tabanın baskısı ile Ovacık'a kadar gelen
Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın
"inceleme yapacağım" dediği köylere giremedi. Ondan bir süre sonra gelen İnsan Hakları Bakanı Algan Hacaloğlu,
Karayalçın'ın gittiği Ovacık'a bile gidemedi.
Burjuva basın gerçekleri açığa çıkarmak için zaten gönüllü değildi. OHAL
Bölge Valisi'nin açıklamaları onlara yetip
de artıyordu. Hatta birçok haber, bombalama ve köy boşaltma operasyonlarını yapan generallerin istedikleri gibi verildi. Burjuva basın MGK'nın borazanı
gibi çalıştı.
Gerçekleri kamuoyundan gizlemek
için devletin başvurduğu yöntemlerden
biri de, sosyalist ve yurtsever basının
büro ve çalışanlarına yönelik saldırılardı.
Özgür Gündem Gazetesi'nin Diyarbakır muhabiri Hafız Akdemir Gercüş
muhabiri Yahya Orhan, Urfa büro temsilcisi Kemal Kılıç, Bitlis muhabiri Ferhat Tepe, aynı gazetenin yazarlarından
Musa Anter, Hüseyin Deniz, 2000'e
doğru dergisinin bölgede görev yapan
muhabiri Halit Güngen, Gerçek dergisinden Namık Tarancı kontr-gerilla çeteleri tarafından uğradıkları silahlı saldırılar sonucu katledildiler.
Özgür Ülke ve Yeni Politika gazetelerinin Batman bürolarında muhabirlik yapan Seyfettin Tepe ise Bitlis polisi tarafından 26 Ağustos 1995'de gözaltına
alındıktan üç gün sonra katledildi.
Sosyalist ve yurtsever basının yazar
ve muhabirlerinin yanısıra, dört yıl içinde
toplam 12 gazete bayii ve dağıtımcısı
da kontra saldırılarında katledildiler. Gazete dağıtımı engellendi.
Bürolara yapılan polis baskınlarında
onlarca gazete çalışanı gözaltına alındı,
işkenceden geçirildi, tutuklandı, bürolar
kapatıldı.
Mücadele gazetesinin Kürdistan'da
görev yapan birçok muhabiri tutuklanırken, Dersim ve Diyarbakır büroları kapatıldı.
Tüm bu katliamlar, ve diğer baskılar
Kürdistan'da uygulanan "düşük yoğunluklu savaş" isimli genel saldırının bir
parçasıydı. Kürt halkının sesini kesme,
sindirme ve insanlık dışı uygulamaları
kamuoyundan gizleme amaçlı saldırılardı.
1995 yılının sonuna kadar süren ve
bundan sonra da devam edeceği anlaşılan köy boşaltma, yakma, yıkma, bombalama uygulaması, herşeye rağmen
Türkiye ve dünya kamuoyuna yansıdı.
1994 yılı sonunda Meclis'te İçişleri
Bakanı Nahit Menteşe'ye, Hatay Milletvekili Fuat Çay boşaltılan köyleri sordu.
Menteşe verdiği cevapta kısmen ya da
tamamen boşaltılan köy sayısının 2 bin
297 olduğunu itiraf etti. Tabii bu köylerin
boşalmasının nedeni hükümete göre
devlet güçleri değil, gerillaydı (I), köylüleri topraklarından gerilla kovmaktaydı.
(!)
Hükümet böylesi saçmalıklarla suçunu gizlemeye çalışırken daha fazla battı.
Bir basın toplantısı sırasında gazetecilerin, köyleri bombalayan bir helikopterden sözetmeleri üzerine, Başbakan Çiller, bu helikopterin Ermenistan'dan gelen PKK helikopterleri olabileceğini söyleyecek kadar komik durum düştü.
Devlet sivil halka karşı sürdürdüğü
kanlı baskı uygulamalarını sadece resmi
asker ve polis güçlerince gerçekleştirmedi. Faşist Jandarma subaylarının istihbarat birimi olarak kurdukları JİTEM
gibi örgütlerle itirafçılardan çeteler kuruldu. Korucular aynı biçimde seferber
edildi. Sivil kıyafetle dolaşan polis ve
jandarma özel timleri de halka karşı
kanlı saldırıların gizli uygulayıcıları oldular. Hepsi birden kontr-gerilla olarak adlandırılan bu çetelerin yaptığı saldırılarda
yüzlerce yurtsever, devrimci, demokrat
aydın insan katledildi.
5 Temmuz 1991'de Diyarbakır DEP İl
Başkanı Vedat Aydın, telsizli, silahlı sivil
polisler tarafından gözaltına alındı. İki
gün sonra Aydın'ın cesedi, kol ve bacakları kırılmış, elleri arkadan bağlanmış
ve kurşunlanmış olarak Diyarbakır Maden karayolu üzerinde bulundu
Vedat Aydın'ın katledilmesi daha
sonra artarak sürecek olan kontr-gerilla
cinayetlerinin başlangıcı oldu.
4 Eylül 1991'de DEP'li parti yöneticileri ve milletvekilleri Batman'm en işlek
caddesinde silahlı saldırıya uğradı. DEP
Mardin milletvekili Mehmet Sincar ile
DEP Batman il Yönelim Kurulu üyesi
Metin Özdemir hayatını kaybetti.
Kontra saldırıları tırmanışa geçmişti.
1992 ve 1993 yıllarında Özgür Gündem yazarı Musa Anter başta olmak
üzere gazetecilere ve gazete dağıtanlara yönelik saldırılar yoğunlaştı.
21 Şubat 1993'te Elazığ IHD Şube
Başkanı Av. Metin Can ile Dr. Hasan
Kaya Yeşil kod isimli Ahmet Demirin
yönettiği bir grup itirafçı tarafından kaçırıldı. Elazığ polisinin yardımı olmadan
itirafçıların böyle bir iş yapabilmeleri
mümkün değildi. Av. Metin Can ve Dr.
Hasan Kaya'nın cesetleri 27 Şubat'ta
Dersim'e 15 km. uzaklıktaki Dinar köprüsü altında bulundu. Cesetlerde işkence izleri tespit edildi.
18 Mart 1994'te Diyarbakır'da Tüm
Sağhk-Sen eski şube başkanı Necati
Aydın ve Mehmet Ay gözaltına alındı.
4 Nisan günü mahkemede serbest bırakılmalarına rağmen, Adliye önünde bekleyen yakınları Aydın ve Ay'ı göremediler. Her ikisinin de cesedi 9 Nisan'da Silvan karayolu üzerinde bulundu. Yine elleri arkadan bağlı, işkence yapılmış ve
kurşunlanmış olarak... Kontra çeteleri
mahkemenin serbest bıraktığı kişileri
polisin elinden alıp kaçıracak kadar polisle içli dışlıydı.
2 Haziran 1994'te HADEP Parti Meclisi üyesi ve DEP eski Urfa İl Başkanı
Muhsin Melik ile şoförü Mehmet Ayyıldız, Urfa'da silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Kontr-gerilla'nın katliamları şüphesiz
bunlarla sınırlı değildi.
Son dört yıllık dönemde, daha fazlası
Kürdistan'da olmak üzere tüm ülke genelinde faili-meçhul cinayetlerde ölenlerin toplamı 131511.
Faili belli katliamlara
hiçbir soruşturma
yapılamadı
Faili meçhul denilen katliamları yapanların devletin ilfegal saldırı örgütleri
olan kontra çeteleri olduğu biliniyordu.
Bir kontranın itirafı:
Köy baskınlarında işkence,
talan, tecavüz serbestti
Askere gittikten sonra İzmir Foça'da Jandarma'ya ait öze! bir kampta eğitim
gören ve daha sonra 1991 yılında Kürdistan'a gönderilerek Jandarma Özel
Timlerinde görevlendirilen, sivil kıyafetlerle bir "kontra" olarak birçok kirli görevde yer ajan Jandarma çavuşu, askerden geldikten sonra vijdan azabı duyarak
bunalıma girmiş, daha sonra gördüğü her şeyi Mücadele Gazetesine anlatmıştı: itiraflarından bir bölümünde şöyle demişti:
Ev, mezra ya da köyleri nasıl basıyor, neler yapıyordunuz?
A- Köyün uzak bir yerine ya bir araçla ya da helikopterle getirilir, bırakılırdık.
Oradan köye dikkatli bir biçimde yanaşır, önce gözetlerdik. Sonra kimlerin emniyet görevi yapacağı, kimlerin hangi evi basacağını planlardık. Ardından hışımla aynı anda evlere girerdik. Bağırıp çağırma ve küfürler arasında basılan
eylerde arama yapar, akla hayale sığmayacak işkence ve hakaretler yapardık,
Örneğin bastığımıız evde genç bir kadın varsa mutlaka sarkıntılık yapardık. Erkekler ise hışmımızdan kurtulamazlardı. Onları dayak bekliyordu. Ardından talana başlardık. Zaten kafamızda kar maskesi biçiminde maskeler olduğu için
tanınmamıza imkan yoktu. Köylülerin zulalarını çabucak öğrenmiştik. Kaldı ki,
bulamazsak bile söyletir gene bulurduk. Köylünün elindeki 3-5 altına el koyardık ve 3-5 kuruşuna... Genç kızlara ve genç kadınlara tecavüz ettiğimiz de olurdu. Hatta dağda küçük çoban kızlara rastlıyorduk. Daha yaşları 11-12 olan bu
kız çocuklarına bile sarkıntılık yapıldığı, tecavüz edildiği oluyordu. Kimi zaman
dağda rastladığımız eşeklere bile tecavüz ediliyordu. Hatta içimizde öyle tipler
vardı ki, dağda eşek arardı. Bir keresinde ise, çatışmada bir kadın gerilla öldürülmüştü. Soyup bir bayan gerillaya bile, yani ölüsüne dahi sarkıntılık yapıldı.
Bunu hiç unutamıyorum.. Bu iğrençlik bana çok dokunmuştu.
- Köylüleri sorguiadınız mı hiç?
A- Evet... Duyum geliyordu mesela, falanca köye gerillalar gelmiş. Hemen o
köye gidiyorduk. Ama bakıyorduk ki gerilla falan yok ya da gitmişler. Gerillalarla
ilişkisi olabileceği tahmin edilen köylülerden birini ya da bîr kaçını alıp dağa
çıkartıyorduk. Başlıyorduk sorguya. Bizim sorgumuz, öyle bir yeri kınlacakmış,
ölecekmiş, bunu dikkate alan bir sorgu değildi. Adamı bir ağaçtan başaşağı sallandmrdık, sonra başlardık dövmeye. "Gerillalar nerede, sığınaklarının yeri" vb.
sorular sormaya. Genellikle köylüler bilmezlerdi bunları. Tabii sonunda tim komutanı tabancasını çeker, köylunun ya ağzına ya burnuna namluyu sokar, basardı tetiğe. Sonra adamı alıp bir yere . Hepsi bu.
Bunların yanrsıra birçok öldürme olayı, açıkça ismi cismi bilinen subay yada
polislerce yapıldı. Bu tür faili belli cinayetlerin ise, ya "dur ihtarına uymadı, kaçarken vuruldu", ya da "kendini astı" vb.
gibi uyduruk gerekçelerle üstü kapatıldı.
Böyle cinayetleri soruşturmak için
savcı ve hakimlerin ne niyeti, ne cesareti, ne de yetkileri vardı.
5 Mart 1993'te Mardin'in Nusaybin
ilçesinde bir ev sabaha karşı polis timleri
tarafından basıldı. Evde bulunan Gurbet
Deniz, Latif Deniz, Süleyman
Kaplan, Şemsettin Evsin, Fetullah
Akalın ve ismi öğrenilemeyen bir kişi
öldürüldü. Mardin Valisi ölenlerin terörist olduğunu ve çatışmaya girdiklerini
söyledi. Ancak ölenlerin hiçbirinde silah
olmadığı anlaşıldı.
16 Aralık 1993'te Şırnak ili Silopi ilçesi Damlıca köyüne gelen Jandarma
timleri arama yaptılar. Köyde herhangi
bir suç unsuru olmamasına rağmen köyün 5 gencini gözaltına alarak yanlarında götürdüler.
Biraz sonra silah sesleri duyan köySüler, köy dışında 5 gencin kurşunlanmış cesetlerini buldular. Kendilerine daha sonra "kaçmaya çalıştıkları için vuruldular" açıklaması yapıldı.
28 Mayıs 1994'te Bitlis ili merkez ilçesine bağlı Yaygun köyüne gelen jandarma birlikleri ve köy korucuları halkın
köy meydanında toplanmasını istediler.
Bu sırada köye yakın bir tepede koyunlara bakan iki çocuk olduğunu gören
jandarma subayı, onları ne çağırma, ne
de farklı bir uyarıda bulunma gereği
duymadı. Sadece elinde bulunan bir roketatarı çocukları hedef alarak ateşledi.
Her iki çocuk da parçalanarak öldü. Bitlis
Devlet Hastanesine kaldırılan cesetlerle
ilgili olarak, "yerleştirmek istedikleri
mayının ellerinde patlamasıyla ölen gerillalar" olduklarını yazan bir rapor tutuldu.
Böylesine uydurma gerekçelerle
adam öldürmek devlet güçleri için sıradan bir iş haline geldi.
Son dört yılda hayatını kaybeden insanların içinde, "dur ihtarına uymadığı
için" ölenlerin sayısı 309; "mayın patlamasıyla" ölenler 292; yerleşim yerlerinin bombalanmasında ölenler 138;
göstericilere ateş açılması sonucu ölenler 46 olarak tespit edildi.
19 Nisan 1995 günü Diyarbakır ili
Silvan ilçesi Kuruçayır mezrasında Ali
İhsan Dağlı isimli bir kişi yanında bulunan 6 kişi ile birlikte gözaltına alındı. Ali
İhsan Dağlı kolundan hafif yaralıydı.
Human Rights Watch'a tanıklık yapan ve bu olayı gören bir askerin anlatımına göre gözaltına alınan 7 kişi bir
mezra evinde işkence yapılarak sorgulandı. Daha sonra Silvan'daki askeri bir
üsse götürülen Ali İhsan Dağlı, kısa bir
sorgudan sonra bir subay tarafından
kurşuna dizildi. Resmen gözaltına alındıktan sonra kurşuna dizilmesi, devlet
güçlerinin adam öldürme konusunda
sahip olduğu keyfiyetin sınırsızlığını
göstermesi açısından bariz bir örnek niteliğindeydi.
Oligarşi, yıllardır sömürdüğü, açlık ve
yoksulluğa terk ettiği, ulusal kimliğini ve
ulusal haklarını gaspettiği Kürt emekçi
halkına, son on yıl içinde en yoğun zulmü yaşattı.
Oligarşi kendi egemenliğini korumak
için en insanlık dışı uygulamalara başvurmaktan geri durmadı; normal bir savaş durumunda uyulması gereken ulus-
lararası kuralları bile hiçe sayan bir tutum geliştirdi.
Oligarşi Kürdistan'ı tam anlamıyla
kana boyadı.
Ama hepsi bu kadar değil.
Oligarşi, Kürdistan'da hayvancılıktan
sanayi'ye, eğitim'den sağlığa tüm sosyo-ekonomik yapının çökmesine, yoksulluk ve sefaletin daha da derinleşmesine yolaçtı.
tü beslenme ve barınma koşullarında,
hastalıklar artarken, devletin sağlık hizmetleri eskiye göre daha da geriledi.
Kırsal alandaki sağlık ocakları güvenlik ya da personel yokluğu nedeni ile
büyük oranda kapandı. Şehirlerde İse
hastanelerde ilaç, araç-gereç ve personel azlığı nedeni ile sağlık hizmetleri ihtiyaca cevap vermenin çok gerisinde
kaldı.
Hasta muayene etmenin ya da rapor
vermenin zaman zaman suç sayıldığı, bu nedenle işkence gören, tutuklanan sağlık çalışanlarının bulunduğu koşullarda, sağlık
personelinin bölgeyi terketmesinin önüne geçilmedi. Bu durumu
değiştirecek güvenli çalışma ortamı
sağlanmadı. Halkın sağlığı
devletin pek de umurunda olmadı.
Bölgede sağlık hizmetleri gibi
eğitim hizmetleri de hızla geriledi.
Boşaltılan ya da korucusu olmayan köylerin okulları kapandı. Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre, OHAL
Bölgesinde 1994 yılında, 351'i
öğretmensizlik, 1891'i de güvenlik
nedeni ile olmak üzere 2 bin 242
okul kapalı bulunuyordu.
Açık olanların ise araç gereç
ve öğretmen ihtiyacı olması gerekenin çok altındaydı.
Değil yeni okul yapmak, varolan kimi okulların bile jandarma
çevrildiği Kürdistan'da
■ Devlet güçleri birçok kez savunmasız köylüleri devlet yanlısı olmadıkları kışlasına
eğitim de, diğer sosyo-ekonomik
gerekçesiyle kurşuna dizip, basına "gerilla" diye gösterdi.
kurumlar gibi çöküşü yaşamaya
başladı.
Şehirlerde küçük üretim ya da ticaret
Sosyo ekonomik
yapan esnaf ta yaşanılan süreçten
Ne işkence ve baskılar,
yapı çöktü
olumsuz biçimde etkilendi. Bingöl, Derne de katliamlar bitmiş
Oligarşinin ayrımsız tüm halkı hedef sim gibi il ve bu illere bağlı ilçelerde uyalan kanlı baskı politikası, doğrudan ya gulanan gıda ambargosu nedeni ile tideğildir
da dolaylı olarak yarattığı sonuçlarla, caret yapmak alabildiğine zorlaştı. DiKürt halkının yaşadığı acılar ve zuhalkın yaşadığı koşulları daha da kötü- ğer illerde de açlık ve sefalet içinde olan lüm henüz bitmiş değildir. Tersine, devleştirdi.
halkın alım gücünün düşüklüğü sebebi letin halka karşı yürüttüğü "düşük yoKöylerin basılması, halkın işkence- ile ticaret potansiyeli düştü. Sınırdan ğunluklu savaş" tüm ağırlığıyla sürden geçirilmesi, "ya korucu ol ya terk et" hayvan ticareti hemen hemen sıfır nok- mektedir. Oligarşinin egemenliği esas
diyerek getirilen dayatmalar ve nihayet tasına kadar geriledi.
olarak baskı ve zor üzerine kuruludur;
köylerin yakılıp yıkılması, bombalanmaİran ve Irak ile sınır ticareti, bu ülke- kanlı bir zulüm yönetimine dayanmaktası, yoğun bir göç dalgasına yolaçtı. Sa- lerle yaşanan sorunlar nedeni ile gerile- dır.
dece son on yılda boşaltılan 3 bin 500 di. Birçok banka kapandı. Açık olanların
Eski yoğunlukta olmasa bile halen
köyün insanları değil, boşaltılmayan yaptıkları işlemler ise daha çok memur köyler boşaltılmakta, evler yakılmaktaköylerdeki insanların büyük bölümü de, maaşlarını ödemekten ibaret kaldı.
dır. İşkenceler ve katliamların uygulayıyaşadığı baskıların sonucu olarak köyücıları,
kanlı dişlerini her fırsatta gösteriBirikim sahibi kişiler paralarını alıp
nü, topraklarını terketti.
batı şehirlerinde yaşamayı ve yatırım yorlar. Bir gerilla saldırısının ardından
Gerilia'nın kitle tabanını kurutmak yapmayı tercih edince, yeni yatırımlar polis özel timlerinin tüm Dersim halkına
adına kırlar insansızlaşırıldı. Kesin ra- durdu. Devletin arada sırada verdiği kudurmuş gibi saldırması unutulmuş dekamlar bilinmemekle birlikte, on dört yıl- teşvikleri alanlar da bu paraları batıya ğildir. Kaldı ki o gün halka saldıranlar
da toplam 3 milyona yakın insanın göç taşımanın bir yolunu buldular. Askeri tüm Kürdistan'da halen görevleri başınetmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor.
operasyonlar için trilyonlar harcayan dalar. İtirafçılar, korucular, kelle avcıları,
Böylesine yoğun yaşanan göç ile bir- devlet de yatırım ve teşvikler için ayırdığı özel timler, yeni saldırılar gerçekleştirlikte, tarım ve hayvancılık çok ciddi bir parayı giderek azalttı, önemsiz düzeye mek için hazırda bekletilmektedir.
çöküş yaşamaya başladı.
Köylülerin kışın aç kalmasına yolaindirdi. Kışla, karakol ve hapishane
Önceki yıllarda çobanların kurye de- dışında, hemen hemen yeni hiçbir şey çan gıda ambargosu daha da ağırlaşttrınilerek hedef alınması, göçebe aşiretle- yapılmadı. Bazı şehirlerde yapılan toplu larak uygulamaya devam ediliyor. Alarin hareketlerinin sınırlanması, yayla ya- konutlar ise daha çok polis ve subaylar cağı yiyecek miktarını karakola onaylatsakları konulması hayvancılığı zaten için lojman oldu.
tıkları yetmiyormuş gibi, köylüler Dergeriletmişti. Tüm bunlara bir de yoğun
Böylesi bir ekonomik gerileme yaşa- sim'de traktör vb. araçlarını da geceleri
biçimde uygulanan köy boşaltma ekle- nırken, kırlardan şehirlere gelerek işsiz karakola getirip bırakmaya zorlanıyorlar.
nince birçok insan hayvancılık yapmayı kalan halkın yaşadığı sefalet de günden
Oligarşi'nin faşist yönetimi, Kürdisbırakmak zorunda kaldı. Can derdine güne derinleşti. Batman, Diyarbakır, tan'da en saldırgan haliyle, yasa ve kudüşürülen insanlar çok ucuz fiyatlarla Antep, Van gibi şehirlerin nüfusu ikiye rumlarıyla varlığını sürdürüyor. Derin bir
sürülerini ellerinden çıkardılar. Tüccar- üçe katlanırken, yaşanan aîtyapı sorun- ekonomik ve siyasal krizi yaşayan oliların aldığı hayvanların çoğu kesime ları, işsizlik , açlık ve hastalıklar da ikiye garşi, ne kısmen ne de tümden hiçbir
gönderildi.
soruna çözüm getirme gücünde olmadıüçe katlandı.
Köylerin terkedilmesi tarımı da aynı
İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Bur- ğını gösteriyor. Geriye bu baskı ve zuşekilde olumsuz etkiledi. İnsanlar top- sa, Kocaeli gibi şehirlere göç edebilen- lüm ile, sömürü ve sefalet cenderesini
raklarını satmaya bile fırsat bulamadan ler biraz daha şanslı sayılmakla birlikte, yırtıp atacak bir güç olarak, Kürt emekçi
terkettiler. Terketmeyenlerin ise toprağı onlar da işsiz kalmak ile çok az ücretler halkının diğer milliyetlerden emekçi
ya da bahçeleri işlemesi azaldı. Devlet karşılığında bulunan işler arasında ezil- halkla birlikte bu gidişe dur demesi kalıgüçlerinin "gerilla yiyecek alıyor" diyerek mekten kurtulamadılar.
yor.*
bağ, bahçe ve ekinleri ateşe vermesi,
Susuz, kanalizasyonsuz evlerde, köbirçok köylünün ekim yapmaktan vazgeçmesi sonucuna yolaçtı. Yüzlerce dekar ormanın yakılması, orman ürünlerinden yararlanmanın yolunu da kapattı.
Kırsal kesimde yaşayan halkın başlıca geçim Kaynağı olan tarım ve hayvancılık çökünce, geçim sıkıntısı had safhaya vardı. Köyünü, toprağını terkederek büyük şehirlerin gecekondularına
gelen onbinlerce insan, işsizler ordusunun çığ gibi büyümesini beraberinde
getirdi.
ATILIM; "Beklenmeyen"den Beklenen'e...
"Komünistlerin oluşum sürecine katıl- değil mi, o zaman niye çekiyorsunuz ve şovenizmi protesto anlamına gelemadıkları ve esasen reformist bir plat- adayınızı; hem de reformist bir blok cektir. 24 Aralık seçimlerinin pratik siyasi değeri olan en güçlü mesajı buform ve yönelime sahip böyle bîr blok için?
dur, "(abç)
içerisinde yer almalan beklenemez."
Hani bağımsız sosyalist adayların es18 Kasım tarihli Atılım'da, yani seOylar "Majestelerinin
tireceği sosyalizm rüzgarları. "Irkçılığı ve
çimlerden bir ay önce, "Seçimde DevMuhalefetine!
şovenizmi protesto" gibi sınırlı bir amaçrimci Politika" başlığı altında bunlar yaEvet, olay yalnız baştaki tutarsızlığın la yetinmek niye. Seçim tavnnızın amazılmıştı. Süreç farklı gelişti. Ve "beklenmeyen", kendilerinin "komünistlerden bir ifadesi olan blok'a aday sokmakla cı, anlamı bu mu? Atılım bağımsız aday
kalmamış, hepsi desteğe dönüşmüştür. gösterirken bu seçim çalışmasında "Yabeklenemez" dedikleri oldu.
Başta "devrimci, sosyalist bağımsız Hepsi hepsi bir aya sığan bu zig-zagları şasın İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyeti"
adayların olmadığı yerlerde" ve de şu ya daha somut görebilmek için yine bizzat şiarına temel bir önem atfediyorlardı.
Keza, yine kitlelere taşınacak mesajların
da bu aday özelinde destekten sözedi- kendilerinin söylediklerine bakalım.
"...Devrimci politika işçi ve emekçiler- ilk sıralarında "Kapitalizme Karşı, Soslirken tavır sonuçta blokun desteklende parlamentarist hayalleri yıkma, halkın yalizm", "Kahrolsun Emperyalizm" yeramesine dönüştü.
sömürü
ve
zulüm
düzenine
karşı
ayağa
lıyordu. Ama sonra ne oldu? "Barış" po23 Aralık'ta, yani seçimden bir gün
önce Atılım'da yer verilen MLKP açıkla- kaldırılması temelinde seçime katılır... litikalarını temel alan blok, -sözde ne
Oysa iegalist ve reformculann hedefi en denirse densin- desteklendi.
masında artık şunlar söyleniyordu:
Reformistliği, legalistliği artık aşikar
"...MLKP, tüm işçileri, emekçileri ve fazlasıyla majestelerinin muhalefetiyle sıolan Yeniden dergisinde de seçimlerin
gençleri, adayları arasında... çok sayıda nırlıdır. "
Bu tavır ifade edilirken kısmi, yerel, hemen arifesinde şu çağn yapılmıştı:
devrimci-demokrat ve ilerici-yurtsever
"Herhangi bir sol vb. ittiadaylar bulunan HADEP'i desteklemeye, bazı yerlerde, bazı adaylar özelinde
seçimlere bağımsız olarak katılan devrimci ve komünist adayları HADEP lehine seçimlerden çekilmeye çağırır."
Seçimlerin hemen arifesinde çıkan
bu son sayıda seçimlerle ilgili yazıların
başlıkları da adeta bu "değişim"! yansıtan bir hava içindedir;
"Kartal'da Özgürlük Rüzgarı",
"MLKP'den HADEP'e destek çağrısı",
"Münevver lltemur Adaylıktan Çekildi",
"Parti Ruhu varoştan sardı"
"Blok Güçleniyor".
"Acilciler'den Blok'a Destek",
"Hüseyin Ocak'tan CHP'ye Protesto",
"Oylar HADEP'e"
Evet, "komünistlerin bu reformist
blok içinde yer almaları beklenemezden "Oylar HADEP'e" çağrısına
dönüşen bir süreç yaşamıştır Atılım. Bu
süreç açık bir savruluşla ve açık bir tutarsızlıkla biçimlenmiştir.
İlk olarak; başta destek bir-iki aday ■ Atılım seçimler öncesinde "Sosyalizm rüzgarları" estirmekten dem vururken;
nezdinde veriliyormuş gibi bir imaj yara"barış" politikalarına angaje olup blok içinde yer almakta gecikmedi.
tılmış, sonra zikredilen isimler çoğalmış
ve sonuçta kendi sosyalist bağımsız "güç ve eylem" birliklerinden sözeden fak içinde yer almamız sözkonusu olmaadaylarını da çekerek blokun bütün ola- arkadaşlar, tavırlarının yanlış anlaşılma- dığına göre... Banş politikasını öne çıkarak desteklenmesi tavrına gelinmiş ve ması için olsa gerek diğer yandan şunu ran partilere ve adaylara oy verilmesi,
seçim tavrının bütününde açık bir sav- söylemek gereğini de. duyuyorlar:
barış, eşitlik ve özgürlük taleplerini güçrulma yaşamıştır.
"Siyasi yönelimi ve platformu nede- lendirme mücadelesinin bir parçası olaİkinci olarak; bu süreç boyunca bir niyle olduğu gibi içerisinde yeralan kimi rak görülmeli."
yandan blokun reformist yapısı —doğru güçler ve farklı adayların durumları neAtılım'ın ve Yeniden'cilerin "Barış
ve yerinde olarak— eleştirilmiş, diğer deniyle de komünistler seçim mücadele- Bloku"na verdikleri kerhen desteğin
yandan Hüseyin Ocak bloktan aday sinde politikalarını bu bloku desteklemek muhtevası aşağı yukarı aynıdır.
gösterilerek, gazetelerinde de büyük üzerine kuramazlar."
başlıklarla Blok'un Hüseyin Ocak'la daAma seçimin hemen arifesindeki Atıİddialar ve İstismarlar
ha güçlendiği propagandası yapılmış; lım'dan aktardığımız başlıklar başka şey
Atılım kendi durumunu gizlemek için
ve kendi adaylarını meclise sokmak için söylemektedir. Seçim politikası, o nok- sözüm ona geçmişten bugüne boykot
de TDKP'ye kızılıp kendi adayınızı niye tada her şeyiyle blokun desteklenmesi tavrı alanları eleştirmekte, hatta kendince
çekmiyorsunuz denilmesi gibi bir tutar- üzerine şekillenmiştir artık.
alay etmektedir. Kendisi ülke ve parsızlık sergilenmiştir.
MLKP açıklamasında HADEP'in des- lamento gerçeğini kavramış, bizim gibiGerçekte Atılım bu seçimlerde aldığı teklenmesinin gerekçesi de şöyle açık- ler ise bu gerçeği anlamadığından hep
son tavırla yıllardır izlediği ve her seçimde lanmaktadır:
boykota başvurmaktadırlar. Zaten yaptı"İşçiler, emekçiler, gençler,
bıkmadan
sürdürdüğü
"bağımsız
ğımız bir şey de yokmuş. Boykotçuların
24 Aralık seçimlerinde oylarınızı HA- neler yaptığını göreceklermiş!. Atılım,
aday" gösterme tavrını da reddetmiş,
bu tavnn işlevsiz, pek de siyasi bir rolü DEP için -kullanın. Kuşku yok ki,- HADEP bu zigzaglarının, tutarsızlıklarının ortasıolmayan bir tavır olduğunu zımmen kabul sömürü ve zulme son verebilecek bir'' na.kendi dışındakileri ne dediği belirsiz
etmiştir. Seçimin hemen arifesinde parti değildir. HADEP'in sunduğu barış taktikler izlemekle eleştirme becerisinibüyük misyonlar yükledikleri kendi ba- platformu bir çıkış yolu oluşturamaz. göstermektedir. Esasında olan şudur;
ğımsız adaylarını da HADEP lehine çek- HADEP'in seçim ittifakı yaptığı partiler, zig-zaglar artıp bloka yanaşıldıkça, bir
mişlerdir. HADEP reformistse, kendi parlamentarist tuzağın birer aletidir. An- yandan keskin söylemler daha fazla tekadaylarınız sosyajist komünistse vere- cak herşeye karşın bu seçimde HA- rar edilmeye başlanmış, öte yandan
DEP'e vereceğiniz her oy, halkarın kar- "boykotçulara" eleştirilerini artırmışlarcekleri mesajlar da farklı olmalıydı öyle
deşliğine açık bir destek olacak, ırkçılığı dır. Bu "taktikle" giderek reformizmin
değirmenine su taşıyan seçim taktiğinin
tutarsızlığı örtülmeye çalışılmıştır.
Peki biz soralım: seçimlerle ilgili bu
"usta taktik"leri belirlediğiniz her dönemde ne yaptınız? Kaç milyon insana
seslenebildiniz, kaç gösteri yaptınız, bu
gösterilerde ne kadar insan topladınız?
Ancak bağımsız aday çıkararak kullanılabileceğini iddia ettiğiniz o seçim kürsülerinden hangi mesajları, nasıl ulaştırabildiniz? Ve adaylarınız tüm atıp tutmalarınızdan sonra her seferinde kaç oy
aldı? Bu oyların kaçı size aittir?
Cevaplan, iddialarının penceresinden
bakıldığında, kendileri de biliyor ki komiktir. Bu son seçimlere ilişkin henüz bir
"döküm" gözümüze çarpmadı, ama önceki kimi seçimlerde bizzat kendi
dergilerinde yayınlanan propaganda
çalışmalarına ve baz alınan oylara ilişkin
"döküm" ler bile gerçekte bu işin taraflanndan ne denli karikatürize edilmiş olduğunun bir kanıtıydı.
Birlik ve Sorumluluk
Atılım seçimler dolayısıyla sitem etmekte, neden birlik yapılmadı deyip sağı
solu sorumsuzlukla suçlamaktadır. Sorumsuz olan birileri varsa, kuşkusuz en
başa kendilerini yerleştirmelidirler. Seçimlerde düzene, düzenin manevralarına, demagojilerine karşı, oligarşinin seçim oyununu bozmaya dönük, devrimci
bir netlik içinde ortaklaşa neler yapmak
gerektiğini düşünmemiş, tersine hem
reformist deyip hem Blok'a aday vererek, kendi kendilerine sıfatlar yakıştırarak, Hüseyin Ocak'ı, eşine az rastlanır
bir subjektivizmle kayıp ailelerinin doğal
temsilcisi olarak göstererek, Gazi Direnişi'ni kullanarak, oy toplama sevdasına
düşmüştür. Oligarşinin seçim oyununa
devrimci bir cepheden eleştiri yöneltip
bu zeminde tavır geliştirenlerle ortak neler yapılabileceğinin arayışında olunmak
yerine, Gazi barikatlarının uzağında
olan, kayıplar mücadelesine hangi mevziden "omuz" verdikleri bilinen kesimlerle birlikte Gazi'nin ve kayıplar mücadelesinin istismarı yapılmıştır. Atılım, bunlara, böyle bir şeye engel olması gerekirken, bunu körükleyen, onlara da böyle
bir istismarın kapılarını sonuna kadar
açan bir tutum sergilemiştir. Şunu açıkça koyalım, eğer Atılım'ın bu "ortaklığı"
olmasaydı, Reformist blokun parlamenteristleri, Gazi'de barikatlarda ölümün
üzerine yürünürken legal parti binalarından burunlarını çıkarmayanlar, Gazi mezarlığında yatan şehitlerimizi, kayıplarımızı böylesine pervasızca istismar edemezlerdi.
Bu duygu öyle bir hale gelmiş, parlamento tutkusu o denli öne çıkmıştır ki,
herşeyi oya dönüştürmek için adeta çırpınmışlardır. Atılım'ın E.P Girişimcilerine
Hüseyin Ocak'ın önünü açmak için adayını çekme teklifinde bulunması da illa
parlamentoya girme düşüncesinin bir
ifadesidir. Bu düşünceleri vardıysa en
tutarlı yol, barış bloku içinde yeralmaiarı
olurdu.
Birlikte hareket etme, ortak bir şeyler
yapma konusunda başkalarını sorumsuzlukla suçlarken önce kendilerinin nasıl bir sorumluluk içinde olduklarını sor-
gulamalı ve göstermelidirler. Herhalde
Hüseyin Ocak'ı HADEP'ten aday yaparken HADEP'le ilkeler üzerine konuşmadılar. Böyle bir mutabakatları yok. "Birlik" yapıldı ama birlik üzerinetartışıp bir
karara varılmaksızın; yani ilkesizce, yani
sorumsuzca. Blokun reformist olduğunu
söylemekten geri durmazken kendi
adaylarını sokma noktasında tabiri caizse balıklama atladılar. Hüseyin Ocak
bloktan adaylığını koymuşken, onlar yine bir yandan blokta o hep büyük önem
verdikleri "ajitasyon propaganda özgürlüğü"nün olup olmadığının belirsizliğinden sözediyorlardı. "HADEP'te küçük
kaygılar büyük yanlışlar doğuruyor" deyip Hüseyin Ocak'ın 3. sıradan aday
gösterilmesi "siyası öngörüsüzlüğe denk
düşüyor" diye yazanlar da kendileriydi.
Atılımcı'lar burjuva basının bile Gazi'deki durumu "Menzir-Ocak" kapışması diye verirken, HADEP'in Ocak'ı 3. sıradan
aday göstermesine kızıyordu, ilkesiz birliğin diğer bir yanı da bu noktadaydı işte. Siz "Gazı barikatlarının ruhuyla seçim
alanlarına, katillerden hesap sormaya"
diye manşetler atıyordunuz ama destekleyip —dahası aday sokup utangaçça
ittifak yaptığınız— dostlarınızın Öyle bir
"hesaplaşmaya" niyeti yoktu anlaşılan.
Onlar, tersine oligarşiye öyle görüntüler
vermekten kaçınıyorlardı. Evet, hangi
ortak amaçlar, hangi ortak ilkeler üzerine
soktunuz adayıma? Vo hangi zeminde,
hangi birlikte davranma anlayışıyla
genel bir desteğe çevirdiniz tavrınızı?
Bütün bu çelişki ve tutarsızlıklara; seçim konusunda birlikte tavır alabilmek
için kendilerinin hiçbir çabalarının olmamasına karşın, üst perdeden sağı solu
suçlamak, bir başka tutarsızlık ve sorumsuzluktur. Atılım, üst perdeden konuşma alışkanlığından vazgeçmelidir;
ve bu konuda üst perdeden böyle sağı
solu suçlamak yerine seçim tavrının tutarsızlığını, dahası bu konudaki faydacılıklarını ciddi bir biçimde sorgulamalıdır.
Seçim konusundaki tavırları kendilerini
bile ikna etmemiş olmatıdır. Çünkü seçim sürecinin başında söylenenle, ortasında ve sonunda söylenenler ve yapılanlar, bizzat kendilerinin sözlerinin de
açıkça gösterdiği gibi oldukça farklıdır.
Bu sürede ülkede önemli bir değişiklik
olmamıştır; ama Atılım açısından bir değişiklik olmuş, önce utangaçça blok
İçinden aday gösterilmiş, sonra verili
koşullarda kalabalıkları görünce parlamenter iştahlan kabarmış ve sonuçta da
politikalarını bu blokun desteklenmesi
üzerine oturtmuşlardır.
Netleşme İhtiyacı
Atılım, PKK'lilere kızmakta, devrimcileri bırakıp reformistleri tercih ettiklerinden yakınmaktadır. En başta yaptığımız
alıntıda Blok'a katılmama gerekçesi belirtilirken "komünistlerin oluşum sürecine
katılmadıktan ve esasen reformist bir yönelime sahip olan" diye ifade ettikleri
gerekçede zaten ikircikli bir ifade ediş
vardır, yani bu blokun oluşum sürecine
katıisalardı ne olacaktı? Bu gerekçelerin
hangisi asıl ve önceliklidir. Eğer ikinci
İse, oluşum sürecine Atılım'ın çağrılması
halinde de bir şeyin değişmemesi lazım
değil mi?
Atılım'ın bu noktadaki düşünceleri biraz
önce de belirtildiği gibi bir yanıyla
pragmatizm kokmaktadır. Diğer yandan
ise PKK'nin ideolojik ve pratik yaklaşımlannı anlayamamıştır. PKK'yi reformistten
tercih etmekte eleştirmek, bundan
yakınmak bu anlayamamanın ifadesidir.
PKK'nin Türkiye devrimi gibi bir sorunu
olmadığından, Atılım'ın sözünü ettiği
türden devrimci-reformist ayrımları yapmaz. Ana halka kendi mücadeleleridir;
yani Kürt milliyetçiliği ve "taktik" adına
savunulan politikalarıdır. Buna hizmet
eden her şey iyi, tersi kötüdür. PKK İçin
şu anda gerekli olan, işbirlikçi iktidarı ve
emperyalizmi pazarlık masasına oturtmaktır. Yani barış politikalarıdır. Dostlar
ve düşmanlar, ittifak yapılacaklar ve yapılmayacaklar, buna göre seçilir. Doğal
ki, PKK'nin gündeminde ittifak yapılması
gerekenler, mevcut barış politikalarına
karşı olanlar değil, bu politikayı güçlendirenler olacaktır. Seçim sonrası Önerdikleri, savundukları birlik de buna uygundur. Bu barış partilerinin HADEP'le
birlikte bir cephe partisine dönüşmesini
istemektedirler. Elbette bu "legalist"
cephe devrim yapmayacak. Onu hedeflemeyecek, yalnız ve yalnız barış politikalarını güçlendirmeye hizmet edecektir.
Kabul edelim veya etmeyelim
PKK'nin politikaları bu çerçevede gelişecektir. Bu bilinerek, herkes ittifaklarını,
birlikleri neye göre ve kimlerle oluşturacağına karar vermelidir. Artık PKK de,
Türkiye solu da bu konuda netleşmektedir. PKK'nin politikaları gizli, saklı değildir. Keza, PKK'nin bu politikalarına angaje olup parlamentarist hayalleri yayanlar ve kendilerine devrimi değil, barış
politikalarını esas alıp bir anlamda eski
CHP'nin misyonunu oynamak isteyenler
de netleşecektir. Özetle PKK de İçinde
olmak üzere reformist, düzen içi çözümleri esas alanlarla, düzen içiliği reddeden, iktidarı hedefleyen devrimci cephe
ayrımı önümüzdeki süreç boyunca netleşecektir. Devrimci politikalar ve taktikier bu zeminde gelişecektir. Atılım'ın kafasında henüz açık olmayan budur. Bir
yandan devrimcilere yakın durmaya çalışırken bir yandan da PKK'nin kendileriyle neden ittifak yapmadığı üzerine sitem etmektedir.
Aslında çok daha açık göstergeler de
vardır ortada. HADEP seçimler gündeme geldiğinde ittifak için bırakalım Atılım
çevresini, reformistlerden de önce düzen partilerini yoklamış, onlarda aradığı
cevabı bulamayınca legalistlerde karar
kılmıştır. Çünkü onlar açısından sorun
ve amaç farklıdır. Elbette bu amaca uygun araçları yaratacaklardır kendilerine.
Atılım, yine seçim sürecinde yayınlanan anti-faşist cephe vb. üzerine yazılannda aslında bir yanıyla bunlan yakalamakta ve eleştirmektedir de. Ama sorun
genel ilkeler ışığında eleştiri yürütmekle
olup bitmiyor. Bunun politik ve pratik
karşılığını da koymak gerekiyor. Oysa
teoride uzlaşmacılığa, emperyalist çözümlere, oligarşiden icazet almaya, oligarşi içi muhataplar aranmasına karşı
daha doğru görünen bir eleştiri hattı izlenirken, pratikte tüm bunlar adeta unutulmakta, şu ya da bu noktada eleştirilen
noktaya savrulmaktan, bu çizginin yön
verdiği eylem ve ittifakların peşine
takılmaktan kendilerini, alamamaktadırlar.
Teori ve pratik arasındaki bu uyumsuzluğun pragmatizmden kendine güvensizliğe, birilerine, belli potansiyellere
dayanarak siyaset yapmaya çalışmaya
kadar uzanan değişik nedenleri vardır ve
Atılım bunlan çözümleyip, sorgulayıp,
birlik-İttifak çizgisini bu sorgulamanın
üzerinde daha sağlıklı hale getirmelidir.*
Seçimleri takip eden iki hafta içindeki
tüm siyasal tartışmaların ve dolayısıyla yeni
hükümet kurmaya yönelik girişimler hemen
hemen seçmenin ne deyip ne demediği üzerine
odaklanmış durumda.
TV'lerde, gazetelerde yorumcuların, parti
liderlerinin günlerdir yaptığı tek iş seçmenin
ne dediği üzerine ahkam kesmek. Anlaşılıyor
ki, seçmen oldukça anlaşılmaz konuşmuş bu
seçimde. Ya da başka bir açıdan bakılırsa, seçmen herkese başka birşey söylemiş.
Örneğin, Hürriyet gazetesinin bir Ertuğrul'una göre "İki liderin iş üreteceğine birbirleriyle dalaşmasına seçmen çok içerledi. Bazıları
da hırslarım Refah'a oy vererek çıkardı". Hürriyet'in soyadı Özkök olan diğer Ertuğrul'u ise
şöyle yorumluyor seçim sonucunu: "Bu ülke
Demirel-Ecevit, Demirel-Özal çekişmesinden
çok çekmişti. Şimdi genç liderler geldi, daha
beterim yapıyorlar. Seçmen de her geçen seçimde onlara biraz daha beter olun mesajını
veriyor."
TÜSlAD'a ve onların borazanlıgını yapan
bir kısım yorumcuya göre ise halk DYP ve
ANAP'a birleşin demiş. Bu halkın gerçekten
çok gizli ve ince örülmüş bir Örgütlenmesi olmalı. Oturup kent kent planlanmış, her şehirden DYP'ye bu kadar ANAP'a şu kadar oy verin
denmiş ve bu muntazaman hayata geçirilmiş,
değilse, böyle bit matematikle kesinlikle bu
mesajı vermek mümkün görünmüyor.
Seçmenin ne mesaj verdiğine ilişkin yorumlar, Refah'ın aldığı ve almadığı oyların ne
anlama geldiği noktasında İse birbirine taban
tabana zıt uçlara savruluyor. Sanki seçim değil
de millet, Refah'ı istiyor mu istemiyor mu diye
bir referandum yapılmış gibi bir kısım
yorumcu, "Türk halkı % 80 gibi büyük bir
oranla Refaha karşı olduğunu göstermiştir"
derken, Refahçılar buna "mîllet diğer partilere
artık sizden bıkük, bizi Refah'ın yönetmesini
istiyoruz demiştir." diye cevap veriyor.
HADEP'in aldığı oylara ilişkin yorumlar
da aynı uç noktalara giden yorumlardan; Burjuvazinin ideologları HADEP'in "Türkiye'nin
batısından" doğru dürüst oy alamadığını belirterek bir "Kürt sorunu" değil, bölgesel sorun olduğunun kanıtlandığını söylüyor ve
şöyle tamamlıyorlar: "Kürtler bütün olarak
HADEP'i kendi temsilcileri olarak görmediklerini ortaya koymuşlardır."
Sonuçta sorunun bir yanı yansına kadar
dolu bir bardağın hangi yanından tanımlanacağıdır. "Yansı boş'da diyebilirsiniz, "yansı
dolu"da. Matematikse! anlamda ikisi de yanlış
olmaz. Ancak sorun bir matematik sorunu değil, yorumlar esas olarak kitlelerin gözünü boyama, aldatma üzerine şekilleniyor. Çünkü
herşeyden önce sağından soluna tüm bu yorumcular matematiksel anlamda doğru, gerçek verileri kullanmıyorlar. Örneğin Refah'ın
% 21'i olarak açıklanan oyu, seçimlere katılmayan ve kanlamayan tüm seçmenler üzerinden hesaplandığında ancak %141ere ulaşıyor,
diğerlerini de aynı oranda düşürüp gerisini
öyle yorumlayın. Sandıkta halkın iradesi kaba
matematik hesabıyla bile yoktur aslında. 10
milyonu aşkın seçmen katılamamış ya da İradi
olarak katılmamıştır seçime, sandık basma
gitmemiştir. Ancak bu oran hiçbir yorumcuda
görülmüyor, görmezden geliniyor.
Seçim sürecinde burjuva propaganda
yöntemlerine oldukça ısınmış görünen legalist-parlamentarist solda da benzer değerlendirmeler görülüyor. Oysa sonuçlar üzerine yapılan bu lür yorumlar -yorumun niteliği ne
olursa olsun- sonuçta sandığın aklanmasıdır.
Sandığın halkın iradesinin tecelli ettiği bir
mekanizma olarak onaylanmasıdır. Yani oligarşinin demokrasicilik oyununun kabulüdür.
Devrimciler seçim sonuçlarını eğilimler
açısından, açığa çıkan dinamikler açısından,
halkın karşı karşıya olduğu alternatifler ve altematifsizlikler açısından değerlendirmek durumundadırlar. Örneğin, onlarca köy ve yine
oldukça çok sayıda kasabada, ilçede topyekün
boykot eğilimleri gelişmiş ve bir kısmında da
hayata geçirilmiştir. Gerekçeleri açıktır; köye
yol yapacağız denilmiştir, yapılmamıştır,
benzer başka vaatler tutulmamıştır. İşte yakalanması gereken bir halka. Büyütülmesi gereken bir dinamik. Çünkü aynı durumda, aynı
ruh halini taşıyan binlerce semt, köy ve kasaba
var bu ülkede... Oy hakkı verilen 7-8 milyon
gençten ancak 1,5 milyonu seçmen olarak
kaydettiriyor kendisini. Alın size üzerinde
düşünüp politika üretmeniz gereken bir başka
olgu... Düzen partilerinin tüm yıpranmışlığına, halkın düzen partilerinden olanca memnuniyetsizliğine karşın sosyalist, devrimci iddialarla halkı sandık başına çağıranların o
halkın oylarını niye bir türlü alamadıkları: alın
size sorgulanmaya muhtaç bir konu...
Hamasi değerlendirmeleri, halk şunu dedi, bunu dedi türünden demagojiler burjuva
partilerinin işi olabilir, ama asla devrimcilerin
işi olamaz. Çünkü bu tür değerlendirmelerin
ne ülkede devrimci bir mücadeleyi geliştirmeye, ne de kendilerine bir yaran dokunmayacaktır. Şimdi örneğin, Emek Partisi adaylarından biriyle Evrensel'de röportaj yapılıyor,
"Beklediğiniz sonucu elde edebildiniz mi"
diye soruluyor adaya. Aday tüm emek partisi
adayları açısından cevaplandırıyor soruyu:
"Seçimlere katıldığımız 19 seçim çevresinde aldığımız geçerli oy sayısı 12.304. Ancak geçersiz
oylar, sandıklarda görevli müşahitlerden alınan bilgiler ve onların gözlemleriyle birlikte
değerlendirildiğinde, bu sayı 100 bin civarında. Çok kısa bir süre için elbetteki başarılı bir
sonuç."
Yani 12 bin nerede, 100 bin nerede. Bu
kadar geçersiz oy iddiası, böyle bir fark iddiasında burjuva partiler bile bulunmuyor. Dahası 12 bin değil de 100 bin olsa ne olur. Başa-n
bunun neresinde, neye göre? Bu değerlendirmedeki mantık, parlamentarist hir mantıktır ama bu mantıkla bile kendini aklatmadan
öteye bir anlamı yoktur.
Özcesi şudur; halk bu ülkede diyeceğini
sandıkla değil, sokaklarda, caddelerde, dağlarda
kavganın içinde söylemektedir ve o dilden
konuşmaya devam edecek, son sözünü, son
mesajını da bu cephelerden verecektir. Bu
gerçeği atlayan her yorumun ayaklan havadadır, burjuvaziyle seçim yanşında devrimden uzaklaşmaktadır.*
"Tırmana
T
ürkiye'de faşizm gerçeğini
görmeyenlerin ya da faşizmi
doğru
tanımlamayanla-rın
doğru politikalar üretmeleri
ve faşizme karşı doğru bir
mücadele çizgisi oluşturmaları da mümkün değildir. Türkiye'deki
sınıflar mücadelesinin özellikle 50'lerden bu yanaki tüm tarihi bunun tanığıdır. Ama özellikle de 75-80 arası bu açıdan daha da belirleyicidir. Bu dönemde
faşizm meselesi Türkiye solunun en
önemli tartışma konularından biridir.
Tartışmanın özeti Türkiye'de faşizmin
olup olmadığı noktasındaydı. Keza faşizm var ya da yok demekle de bitmiyordu mesele. Var diyenler arasında da
yok diyenler arasında da faşizmin nasıl
görüldüğü ve nasıl mücadele edileceği
konusunda derin ayrılıklar sözkonusuydu. Hayatın tüm alanlarında halkı teslim
almaya yönelen sivü faşist terör ve dönemin sonuna doğru artan oranda öne
çıkan resmi faşist ierör nedeniyle, antifaşist mücadele bu sürecin en önemli,
en yakıcı görevi durumundadır. Dolayısıyla bütün politik tutumlar ve tahliller
de bu çerçevede biçimlenmek durumundaydı.
12 Eylül'den sonra, vahşi bir cuntayı
daha yaşayan ve rejimin sivilleşmesindeki sahteliği tüm çıplaklığıyla gören
Türkiye Solu bu tartışmayı bitirmiş görünüyordu. Yani herkes en azından Türkiye'de faşizmin olduğu konusunda "netleşmiş" görünüyordu. Ama öyle olmadığı görülüyor. Çünkü yine, sanki ülkede faşizm yokmuşçasına teoriler ve
taktikler üretiliyor. Mesela Özgür Yaşam dergisinde yayınlanan şu satırlara
bir göz atalım;
'Türkiye'yi yükselen faşizmden burjuvazinin politik güçleri kurtaramaz. Türkiye'yi krizden, faşizmden,... kurtarma
görevini ancak işçi sınıfı, Kürtler ve öteki ezilenler üstlenebilir. ... Bugün çeşitli
sosyalist parti ve gruplarla HADEP arasında oluşturulmuş bulunan seçim ittifakı, işte böyle bir faşizm karşıtı cephenin oluşumu için tarihsel bir adımdır.
...Bugün somut görevimiz seçimlerde
burjuvazinin güçlerine karşı büyük bir
birlik yaratmak ve yükselen faşist tehdide karşı safları sıklaştırmaktır."
Ülkemizdeki faşizm gerçeğinin solun
kafasında hala yerli yerine oturmadığı
ve burjuva demokrasisi hayalleri içinde
olduğunu sanan mantığın hala ölmediği
ve ilk fırsatta canlandığı görülüyor.
"Faşizme geçit yok" sloganlarını duyuyoruz yeniden. "Özel savaş hükümetine geçit yok" diyor bazıları. Bu ülkeyi
dışarıdan seyreden biri bütün bunlara
bakıp pekala Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde, oligarşinin partileri arasında
faşist ve burjuva liberal partiler arasında
amansız bir savaş var sanır. Sol da burjuvazi arasındaki bu çelişkide saf tutuyordur... Üniversitelerde yapılan son bir-
kaç yürüyüşte "faşizme geçit yok" dövizlerini taşıyan genç öğrenciler, bu dövizi bütün iyiniyetleriyle taşıyorlar belki,
bu tartışmanın tekabül ettiği siyasal
tartışmalardan ve tutumlardan henüz
uzaklar. Ama bu slogan şöyle ya da
böyle kaşarlanmış reformistlerin, dünün
halk savaşı savunucularının, "faşist diktatörlük" deyip duranların, faşizmin zulmünü en derin yaşamış Kürt küçük-burjuva milliyetçilerinin dilinde başka bir
anlam taşıyor. Ve gerçekte de farklı siyasal tercihlerin ifadesi oluyor.
Bugün farklı bir biçimde de olsa bu
tartışmaya yeniden dönülüyor. Dönülmesi gerekiyor. Çünkü gerçekte reformizm ve revizyonizm ideolojik-teorik
anlamda kendisini en çıplak biçimde bu
noktada ifade ediyor. Türkiye'de uzunca
bir süredir kullanılan güvercinler-şahinler terminolojisi sonuçta gelip bu noktaya dayanmıştır. Bu nokta, devletin asıl
niteliğinin unutulup ya da gözardı edilip
devletin, oligarşinin faşist ve faşist olmayan kanatlarını arayıp bulma ve bunlar arasındaki zorlama ayrımlar üzerinde siyaset yapma noktasıdır.
Dün Türkiye'de faşizmin olmadığını
söyleyenlerin temel sloganı "Faşizme
Geçit Yok" denilerek ifade ediliyordu.
Bugün bu slogan yeniden duyulurken,
bazen kelimesi kelimesine böyle söyleniyor. Bazen de bu anlayış yaşanılan
güncel siyasal gelişmeler içindeki tutumlarda kendini gösteriyor.
DYP-SHP koalisyonunun dağılması
ve yeni hükümet arayışlarıyla birlikte
soldaki ve küçük-burjuva milliyetçilerindeki bu tür yaklaşımlar da su yüzüne
çıktı; seçim öncesi süreç ve seçim tavrı
bu anlayışı daha da netleştirdi. "Faşizme
Geçit Yok" sloganı ve tavrı adeta
hortlatıldı.
Bu anlayışın temelinde devletin
yapısının faşist olmadığı ve MHP'nin
faşizmle özdeş tutularak oligarşinin
diğer partilerinin faşist kabul edilmemesi, burjuva demokrasisini savunan liberaller olarak görülmesi yatıyor. Sorunu böyle gördüğünüz ve böyle
koymaya başladığınız an -en iyiniyetli
yorumla- oligarşiye karşı mücadelede
etkisizleşmek, faşizme karşı mücadeleyi
düzen içi bir mücadeleye çevirmek kaçınılmazdır. Ama bunun ötesinde Türkiye
gerçeğine rağmen sorunu böyle koymak, oligarşiye karşı etkili bir mücadele
verilmek istenip istenilmediğini, faşist İktidarı gerçekten yıkmaya soyunup soyunmadığınızı tartışma konusu yapar.
Bugünkü tartışma da budur zaten.
Faşizmin, faşist devletin tanımlanışını bulanıklaştıranların başında bütün
dünyada, burjuvaziyle, faşistlerle hep
uzlaşma içinde olan "sosyal-demokratlar" gelmişler, bunlar 2. Paylaşım savaşı
öncesi Almanya, italya gibi ülkelerde faşizmin yolunu açarlarken, savaş sonrası
yıllarda bizim gibi yeni sömürge ülkelerde de hemen her zaman faşizmin bir
ayağını oluşturmuşlardır. Dün söyledikleri, yaptıkları, iddiaları ne olursa olsun
bugün "demokrat!"laşan, legalleşen,
icazet ve uzlaşma arayışında olan reformist kesimler de faşizm konusunda aynı
bulanıklık içindedirler. Kendi bulanıklıkları ölçüsünde de faşizmi, faşizme karşı
mücadeleyi bulanı kıstırmaktadırlar.
Devlete Karşı Savaşma
Cesareti Olmayanlar
Rejimin Faşist Niteliğini
İnkar Ediyorlar
"Faşizme Geçit Yok" anlayışının başını geçmişte TKP çekiyordu. Türkiye'de faşizm vargücüyte saldırırken,
katliamlar birbirini izlerken, "devlet terörü" alabildiğine tırmanmışken ve faşist
saldırılar doğrudan kendilerini de hedef
almışken, onlar ülkede faşizmin olmadığını kanıtlamakla meşguldüler. Onlara
göre faşizm yoktu, "faşist tırmanış"
vardı. "Faşist tırmanış" dedikleri ise
MHP'ydi. Faşizm ancak MHP iktidara
gelirse olurdu, mevcut devlet faşist değildi. Onlar Dimitrov'dan, Togliatti'den,
revizyonist SBKP'nin teorisyenlerinden
kanıtlar ararken ülkede mücadele tüm
hızıyla sürüyordu; ama onların bu mücadeleye katılımı sadece bu faşist olmayan devletten "TKP'ye Özgürlük!"
vermesini istemekten ibaretti... Faşizmin olmadığını kanıtlama uğraşında
KSD de TKP'den geri kalmıyordu. İdeolojik mücadelesinin, dergi sayfalarının
önemli bir bölümünü buna ayırırken,
esas olarak da bu zeminde "barışçı" bir
mücadelenin teorisini ve pratiğini inşa
etmeye çalışıyordu.
Onların faşizme karşı mücadeleden
anladıkları da yalnız MHP'ye karşı mücadeleydi. Ama bu da "dişe-diş" bir mücadele değildir. Onların anti-faşist mücadelesi "MHP-ÜGD Kapatılsın, Faşist
Odaklar Dağıtılsın" sloganı etrafında şekillenmiştir. Seslenişleri devletedir. Dev-
n" Faşizm
Bugün de Türkiye'de faşizm!
ve
faşist politikaları,
Kürdistan'da yürütülen kendi
deyişleriyle "kirli" ya da
"özel"
savaşı
MHP'yle
özdeşleştirenler,
MHP'nin
meclis dışında kalmasını "
faşist tırmanışın önünü kesme"
olarak görenler, düzen içi
çözümleri ve reformist tercihleri
öne çıkaranlar iki noktada
balkın mücadelesini zayıflatan,
gerileten bir misyon üstlenmektedirler. Sorunun açık konulusu
ve önemi buradadır.
Bu özdeşleştirmeyi yapanlar herseyden önce anti-faşist mücade
leyi, halkın devlete karşı müca
delesini çok dar bir alana hap
setmekte, halkın gerçek anlam
da kurtuluşuna, ona sınıf
bilincinin taşınmasına değil,
halkın
gördüğünün
de
bulanıkIaştırılmasına
hizmet etmektedirler. İkincisi, bu
anlayış reformist hayaller yayarak halkın direniş ve savaş gücünü zayıflatmakta, haltı düzen
İçte çekmektedir.
letin, faşizmin ve MHP'nin birbirinden
ayrı görülmesinin doğal sonucu olarak
böyle bir talep, kendileri bunun pratik
mücadelesini de vermedikleri halde,
doğrudan devlete yöneltilmektedir. Sivil
ve resmi faşist teröre karşı, faşist odaklara karşı devrimci şiddet temelinde mücadele veren devrimciler ise onlara göre
"goşisftirler, bu grupların yaptıkları eylemler de terörizmdir.
Bu kafa yapıları 12 Eylül cuntasına
da faşist demediler, diyemediler. Tersine TKP hemen kısa süre içinde cunta
içerisinde de "demokrat" kanat arayıp
bulmuş, cunta içinde MHP'ye karşı
olanlar-olmayanlar ayrımı yapmış ve
buna göre de sözümona taktikler oluşturmuştur. "Taktik" dedikleri tavrın özü
de sonuçta cuntaya karşı mücadele etmemekti. Cunta sokak sokak, kent kent
operasyonlar yapıp idam sehpalarını
hazırlarken onlar cunta içinde buldukları
"demokrat" kanadı destekleyip MHP'lilerin adreslerini vererek cuntayı "faşizme
karşı" tavır almaya zorluyorlardı.
Bu kafa yapısı TKP'yi ve bazı diğer
grupları yıllar yılı CHP'ye yedekleyen
politikaların da kaynağıdır. Bu anlayış
her dönem faşizme karşı savaşmayı,
halkın kendi iktidar mücadelesini engelleyen, halkı çeşitli burjuva partilerin güdümüne sokmaya çalışan, solun hep "demokratik" muhalefette
kalmasını isteyen ve esas olarak da
oligarşinin parlamentosunu, meclisteki mücadeleyi temel görüp legalleşmek için uğraşan, düzenden yana,
düzenle uzlaşma üzerine şekillenmiş
bir tercihin sonucudur.
Faşizmin ne olup ne olmadığında
çarpıklık, elbette yalnızca TKP'yle
KSD'yle sınırlı değildir. 80 öncesinin bu
konuda sözü edilmesi gereken en
önemli çarpıklıklarından biri de faşizme
karşı mücadelenin MHP'ye karşı mücadeleye indirgenmesidir. TKP gibi kimileri
bunu zaten düzenin, devletin faşist olmadığını söyleyerek teorize etmişler,
pratikleri de buna uygun olmuştur, diğer
bir kısmı ise DY gibi, bunu ülkede faşizmin olduğunu, devletin faşist olduğunu
söyleyerek yapmışlardır. DY'nin 12 Eylül
öncesi mücadelesi esas olarak sivil
faşistlere, MHP'ye karşı bir mücadeledir. Devlete yönelmemişlerdir. Gerçekte
pratiklerinde gizli bir TKP'lilik vardır;
devletin faşist olduğunu söylemekte ancak devlete karşı savaşmamakta, devlete karşı örgütlenmemektedirler, mücadeleleri -kendi deyişleriyle- "savunma"
temelinde MHP'ye karşıdır.
12 Eylül öncesi anti-faşist mücadelenin çeşitli gruplar açısından teorik-pratik
bu biçimlenişine ilişkin sonraki ytllarda
hemen tüm siyasi hareketler çeşitli değerlendirmeler yapmışlar, şu ya da bu
ölçüde eksiklikler tesbit etmişlerdir. Elbette ki tüm bu değerlendirmelerin tartışılmaz iki sonucu vardır; birincisi, 12
Eylül öncesi sivil faşist terör eğer bu ülkenin kentlerini, köylerini terörüyle îeslim alamamışsa, bu reformistlerin, revizyonistlerin "faşizme geçit yok" deyip duran ama pratikte de faşist teröre teslim
olan politikaları sonucu değil, faşist teröre karşı devrimci şiddet temelinde savaşanların anti-faşist mücadeledeki
doğru tutumları sayesindedir. İkincisi,
Türkiye halklarının cuntanın programını
bozamasa da cunta yıllarından bir direniş mirası varsa bu da cunta içinde "demokrat" arayıp teslim olanların değil,
"faşist cunta" demenin bile bedel ödemeyi gerektirdiği yıllarda cuntayı adıylasanıyla "faşist cunta" olarak değerlendirip, bu faşist cuntayla hiçbir noktada uzlaşmayıp mücadele edenler sayesinde
mümkün olmuştur.
Sonraki yıllarda hemen tüm gruplar
12 Eylül öncesi kitlelerde oluşturulan bilincin anti-devlet değil, antİ-MHP olduğunu, bunun da bir eksiklik olduğunu;
TDKP gibi gruplar anti-faşist mücadelede silahlı temelde mücadele yürütenlere
yönelttikleri bazı eleştirilerin "haksız" olduğunu, kendilerininse üzerlerine düşeni tam olarak yapmadıklarını vs. tesbit
ettiler. Sivil faşist teröre karşı mücadelenin geçmişine ilişkin değerlendirmelerin
ve bol keseden özeleştirilerin yapıldığı süreç, sivil faşist örgütlenmenin,
devletin resmi kurumları, polisi, özel timi
içindeki istihdamının dışında henüz
açıktan kullanılmadığı bir süreçtir. Yani
Özeleştirilerin "samimiyetinin" pratikte
sınanmasının pek mümkün olmadığı bir
süreç; ama ne zamanki başta üniversiteler ve mahalleler olmak üzere sivil faşistler yeniden açık saldırganlıklarına
başladılar, bu özeleştirilerin çoğunun
pek de "samimi" olmadığı görüldü. Solun önemli bir bölümü yine "aman provokasyona gelmeyelim" edebiyatıyla faşizme karşı mücadeleden yan çiziyor,
özellikle üniversitelerdeki polis-sivil faşistler içiçeliğine açık tavır alan bir antifaşist mücadeleden uzak duruyorlardı.
Aynı şey devrimci hareketin 90'ın başlarından itibaren devlet terörüne karşı
yükselttiği mücadele karşısında da yaşandı. Dillerinde yine "provokasyon" teorileri vardı. Sivil ya da resmi faşist terörün karşısına halkın devrimci şiddetiyle çıkmanın kaçınılmazlığı bu ülkenin
hemen her dönemecinde kendini dayatan açık bir gereklilik olarak ortaya çıkmışken, onlar bunu görmezden gelip
provokasyon teorileri yapıyorlardı. Gerçekte sorun, onların faşizmin doğrudan,
açık hedefi olmama yönündeki tercihleridir. Faşizme karşı mücadeleyi yükseltmek, doğallıkla faşizmin -gerek resmi
gerek sivil- daha fazla hedefi olma anlamına gelecektir. Göze alamadıkları budur. Provokasyon edebiyatının kaynağı
budur. Türkiye'de faşizm gerçeğini reddedişlerinin ya da görmezden gelişlerinin kaynağı da budur. Çünkü bu gerçeğin varlığını kabul ettiğinde ona karşı
mücadele etmek zorundasındır. Mantıkları, bu gerçeği kabul etmeyerek, böyle
bir zorunlulukla karşı karşıya kalmaktan
da kurtulmak gibi basit bir hesaba dayanmaktadır.
Ama tabii, herkes sonuçta biliyor ki,
bu tarihte görülen en büyük yanılsamalardan, kendi kendini aldatmanın en uç
örneklerinden biridir. Faşizmin terörü,
onlar faşizmin varlığını kabul etseler de
etmeseler de onları da hedef alır.
Bu Yaşananlar
Faşizm Değilse?...
Faşizm konusundaki bu reformist,
çarpık düşüncelerin ve 75-80'nin yoğun
tartışmalarının üzerinden bir 12 Eylül
geçti ve o günden bu yana da bilançosu
binlerce ölümle, Türkiye tarihinin gördüğü en vahşi katliamlar, halka karşı en
çaplı saldırılarla ifade edilebilen bir savaş süreci yaşanıyor. Buna rağmen hala "faşizme geçit yok" diyenler faşizmden ne anlıyor? Bu aslında tamamen
belirsiz hale gelmiş, baskı ve zulüm
günlük gelişmelere, burjuvazi içindeki
çelişkilere göre tanımlanır olmuş ve öyle
bir hal almıştır ki; sanki oligarşi adına
Türkiye'de faşizmin değil de demokrasinin olduğunu kanıtlamak için objektif
olarak özel bir çabaya dönüşmüştür.
Sanki devlet bu lekeden kurtarılmak istenmektedir. Bu yaşananlar faşizm değilse faşizm nasıl bir rejimdir?
"Her baskı ve terör faşizm değildir!";
bu
biliniyor. Ama bilinen bir başka şey de
faşizmin tekelci burjuvazinin bir yönetim
biçimi olduğudur. Bugün ülkemizde tekelci burjuvazinin iktidarda olduğuna
kuşku yoktur, tersini savunan da yok bilebildiğimizce. Uygulanan baskı ve terörün ise tekelci burjuvazinin düzenini
sürdürmek, onun sömürüsünü sürekli
kılmak için yapıldığı da açıktır. Böyle bir
ülkede faşizmin varlığı-yokluğu noktasında "teorik" bir tartışmanın, M-L literatürdeki tanımlamalar üzerinden yürütülecek bir tartışmanın fazlaca gereği ve
anlamı da olmasa gerek. Bugün ülkemizde bu tartışmanın, faşizmi yok sayan görüş ve anlayışların yürütüleceği
zemin bu nedenledir ki, doğrudan bugünkü siyasal konumlanışlara ilişkin bir
tartışma olmaktadır.
DYP-CHP koalisyonunun bozulması
üzerine gündeme gelen DYP-MHP koalisyonunu "faşist tırmanış" olarak görüp
bunun dışındaki hükümet oluşumlarını
faşizm olarak görmemenin, seçimler
için oluşturulan blokun rolünü "faşist tırmanışın önünü kesmek" olarak belirlemenin asıl kaynağı reformist ve uzlaşmacı politikalardır.
Reformizm ve uzlaşmacılık, mevcut
baskı, terör ve halka karşı sürdürülen
savaşı devlete değil, şu ya da bu partinin İktidarına bağlamakta, faşist devlet
yapısı içinde "demokrasi yanlısı", "sivil",
"faşist olmayan" güçler arayıp durmaktadır. Kürt milliyetçiliği ve PKK önderliği
açısından bu arayışın nedeni düzen
içinde muhataplar bulmaktır. Legalistler
ise devrimden kaçıp tamamen reformist, barışçıl bir kulvarda siyaset yapabilmenin gereği oiarak bu tür tahlillere
başvurmak zorundadırlar. Sonuçta bu
arayışların, oligarşinin güçleri arasında farklı rejimleri tanımlayacak şekilde- yapılan bu suni ayrımların TKP'nin cunta
içinde "demokratlar"' aramasından özünde hiçbir farkı yoktur.
Düzen partileri arasında hiç farklılıklar yok mudur? Vardır elbette. Ancak,
hiçbirinin farklılığı faşist devletin niteliğine ilişkin değildir. Hepsi bu devlet yapısında hemfikirdir. Farklılıklar bu devlet
çatısı altında izlenecek politikalarda,
halkın mücadelesinin hangi yöntemlerle
bastırılacağına, havuç ve sopanın nasıl
bir kompozisyon içinde biraraya getirileceğine vb. ilişkindir.
Devrimci savaşın gelişmesi karşısında burjuvazinin karşı-devrimci şiddetinin
gelişmesi de kaçınılmazdır. Bu defalarca ve defalarca yaşanıp görülmüştür.
Eğer bu karşı-devrimci şiddet halkın
mücadelesini ve devrimci savaşını yoketmeyi, ezmeyi başarırsa burjuvazinin
hiçbir kesimi açısından sorun yoktur.
Gaye hasıl olmuştur. Ama karşı-devrimin şiddetinin halkın savaşını bastırmakta yetersiz kalıp çaresizleştiği ve
bu şiddetin yenilmeye yüz tuttuğu
koşullarda ise burjuvazi içinde reformist düşüncelerin ortaya çıkması da
kaçınılmazdır. Bu düşünceler ortaya
çıkarken, burjuvazi içinde, halka
karşı sürdürülen savaşa ilişkin "daha
fazla" şiddetten çıkar umanlarla, tersini düşünenler, halkın savaşının düzen içine çekilmesini, devrimcî taleplerin sözde reformlarla boğulmasını
önerenler ayrışırlar. Oligarşi cephesinde 90'dan bu yana dile getirilen ve daha
da getirilecek olan ayrılıkların muhtevası budur. Bu ayrışma tarafların faşist olmadıkları, devletin faşist yapısını reddettikleri anlamına gelmez.
Faşizm ve MHP
MHP üzerine çokça yazılmıştır. Bunları burada tekrar etmenin gereği yoktur. Süregelen iç savaşı, yapılan zulmü
sadece MHP ile özdeşleştiren mantık
ne dünkü ne de bugünkü iktidarların
zulmünü izah edemeyecektir. Bugün
bütün burjuva partileri MHP ile nüanslarda ayrıdırlar. Faşizmi, ya da onların
deyişiyle kirli savaşı salt MHP'ye
bağlayanlar, bu teshillerle ülkede
olan biten hiçbirşeyi açıklayamazlar.
Türkiye'de olan biteni açıklamak için
rejimin faşist niteliğinin ve MHP'nin bu
faşizm içindeki yerinin anlaşılması gerekir. Bu ülkede faşizm MHP yokken vard t r ve faşizmin varlığı yokluğu da
MHP'nin varlığına bağlı değildir. Ülkemizde faşizm şu ya da bu partinin iktidara gelmesine bağlı olarak şekillenmiş
değildir, faşizm, 45'lerden başlayarak
ülkemizin yeni sömürgeleştirilmesine
bağlı olarak emperyalizm ve işbirlikçileri
tarafından yukarıdan aşağıya, devlet
aracılığıyla kurumlaştırılmıştır. Bu yüzdendir ki, ülkemizdeki faşizm, İtalya, Almanya vb. ülkelerdeki klasik faşizmden
farklılığını belirtmek üzere "sömürge tipi
faşizm" olarak tanımlanmıştır. Sömürge
tipi faşizmin, klasik faşizmden ayrılan
yanı, Hitler, Mussolini örneklerinde olduğu gibi faşizmin aşağıdan yukarı bir
kitle hareketiyle iktidara gelmeyip, yukarıdan aşağıya devlet aracılığıyla kurumlaştırılmış olmasıdır. Faşizmin sınıfsal
temeli tekelci burjuvazi başta olmak
üzere oligarşik ittifak olurken, maddi-askeri dayanağı da bu anlamda ordusu,
polisiyle, yasaması-yürütmesiyle devletin kendisidir.
Sömürge tipi faşizm İçinde MHP vb.
sivil faşist örgütlenmelerin asıl işlevi ise,
yukarıdan aşağıya kurumlaştırılan faşizme kitle tabanı yaratmak ve halkın mücadelesinin karşısına "vurucu güç" olarak çıkararak devletin faşist niteliğini
gizleyebilmektedir.
Oligarşi 12 Eylül öncesi halkın mücadelesinin karşısına sivil faşist odakları
çıkararak MHP'yi bu doğrultuda kullanmıştır. Ülkemizde süren sınıf mücadelesini "sağ-sol çatışması" olarak göstermek, mücadelenin asıl hedefini halkın,
kamuoyunun gözlerinden gizlemek oligarşinin bu anlamda başvurduğu bir
taktik olmuştur. Solun önemli bir kısmı,
oligarşinin bu politikasını anlamak ve
bozmakta yetersiz kalmış, mücadelesini
devleti gözden kaçıracak şekilde
MHP'ye karşı mücadeleyle sınırlamıştır.
Oligarşinin, MHP aracılığıyla uyguladığı sivil
faşist
terör
halkın mücadelesini
bastırmakta yetersiz kaldığı oranda, ancak
o zaman doğrudan devlet terörünü öne
çıkarmıştır, ki bu noktada da anti-MHP bir
biçimlenme içinde olan solun büyük
bölümü devlet terörüne karşı mücadelede yetersiz kalmıştır. 80 öncesinde Milliyetçi Cephe (MC) İktidarları dö-
neminde, halkın mücadelesi geliştikçe
halka karşı baskı ve terörünü artıran
AP, halka karşı yürüttüğü savaşın doğası gereği giderek MHP'lileşmiştir.
MHP bir yanıyla oligarşinin kullandığı
bir sivil örgütlenme durumundayken, diğer yanıyla da temsil ettiği İdeoloji itibarıyla halka karşı savaşın, emperyalizmin
ve tekellerin baskı ve sömürü düzenini
sürdürmenin ana çizgisidir. Cunta döneminde açıkça görüldüğü gibi, oligarşi çıkarları için onları harcamakta da çekinmez. Bu dönemde de cunta kendini kamuoyuna "tarafsız" bir görünümde sunmak için kullanmıştır MHP'yi— Cuntanın
faşist MHP hakkında dava açıp yöneticileri dahil MHP'lileri içeri atması, nasıl
cuntanın faşist olmadığının kanıtı değilse, bugün oligarşinin değişik partilerinin
MHP'ye, MHP'nin ifade ettiği kimi politikalara "karşı" olması, Özel Tim'deki, polisteki MHP'li kadrolaşmadan "rahatsızlık" duyması, onun faşist bir parti olmadığı ya da devletin ve politikaların faşist niteliğine karşı olduğu anlamına
gelmez.
Oligarşi cunta yıllarında devleti iyice
tahkim etmiş, iç savaşa göre örgütlenmesini derinleştirmiştir. Ancak elbette
cuntanın tüm bu önlemleri, yasai-fiili düzenlemeleri de halkın mücadelesini engelleyememiş, oligarşi sonraki süreç
boyunca da yeni faşist baskı yasaları,
yeni manevralar ihtiyacı içinde olmuş,
devletin faşist kurumlaşması, baskı ve
terörün artan oranda yasallaştırılması
devam etmiştir. 84"ten itibaren Kürdistan'da ulusal kurtuluş mücadelesinin,
87'lerden itibaren de ülke genelinde
devrimci mücadelenin, toplumsal muhalefetin yeniden yükselmesi oligarşinin
bu anlamdaki açmazlarını ve ihtiyaçlarını İyice derinleştirmiş, halka karşı sürdürülen savaşın daha üst bir boyut kazandığı 90'lardan itibaren de "devletin
MHP'lileşmesi" olarak ifade ettiğimiz süreç yaşanmıştır. Her seferinde altınt çizerek belirttik ki, devletin MHP'lileşmesi
sadece poliste, bürokraside MHP'lilerin
yeralmasıyla sınırlı bir olay değildir.
MHP'lileşme aynı zamanda devletin
ideolojisinde, halka karşı başvurduğu
yöntemlerde ve kontrgerilla tarafından
yönetilir olmasındadır.
Bugün MHP milletvekiline bile sahip
değildir. Ama, MHP'nin devrimcilere
karşı şiddet kullanılması, katliam, soykırım, infaz ve ırkçı düşünceleri bütün
burjuva partileri tarafından çeşitli biçimlerde sürdürülecektir. Hatta MHP çözülebilir, gerileyebilir, düşüncelerini değiştirebilir. Ama burjuvazinin şiddete dayalı
politikası ve sınıf savaşı karşısında şiddetini artırması değişmez, çünkü bu
burjuvazinin İktidarı için evrensel bir politikadır. Oligarşi ihtiyaç duyduğu sürece
de değişik adlar ve biçimler altında sivil
faşist örgütlenmeleri elinin altında bulundurur. MHP'Iilik veya faşistlik soyut
bir olgu değildir, burjuvazinin sınıf karakterinden kaynaklanır. MC döneminde
AP'nin MHP'lileşmesi, 90'lar Türkiye'sinde "devletin MHP'lileşmesi" olarak
yaşanan gelişmeler, hep halkın mücadelesinin geliştiği ve oligarşinin de halka
karşı savaşı tırmandırdığı süreçlere denk
gelmiştir. Bu tesadüfi değildir elbette. Bu
gelişme, halkın savaşının yükseldiği
koşullarda, oligarşinin çıkarlarının en iyi
ancak MHP etiketiyle ifade edilen
politikalarla savunulabilir olmasının, bu
açık sınıflar savaşı gerçeğinin
sonucudur.
Faşizme Karşı
Nasıl Bir Cephe?
Faşizmi MHP'ye İndirgeyen anlayışın
dünkü faturası, kitleleri sınıflar mücadelesinin asıl ekseninde, iktidar mücadelesi hedefiyle bilinçlendirmemek ve kitleleri bir dönem sivil faşist teröre , sonraki
süreçte de resmi faşist teröre teslim etmek olmuştur. Ama şimdi bunu bir yana
bırakıyoruz. Bugün de Türkiye'de faşizmi ve faşist politikaları, Kürdistan'da yürütülen kendi deyişleriyle "kirli" ya da
"özel" savaşı MHP'yle özdeşleştirenler,
MHP'nin meclis dışında kalmasını " faşist tırmanışın önünü kesme" olarak görenler, düzen içi çözümleri ve reformist
tercihleri öne çıkaranlar iki noktada halkın mücadelesini zayıflatan, gerileten
bir misyon üstlenmektedirler. Sorunun
açık konulusu ve önemi buradadır.
Bu özdeşleştirmeyi yapanlar herşeyden önce anti-faşist mücadeleyi, halkın
devlete karşı mücadelesini çok dar bir
alana hapsetmekte, halkın gerçek anlamda kurtuluşuna, ona sınıf bilincinin
taşınmasına değil, halkın gördüğünün
de bulanıklaştırılmasına kurtuluşuna,
ona sınıf bilincinin taşınmasına değil,
halkın gördüğünün de hizmet etmektedirler. İkincisi, bu anlayış reformist hayaller yayarak halkın direniş ve savaş
gücünü zayıflatmakta, halkı düzen içine
çekmektedir. DYP-MHP koalisyonunu
İaşist tırmanış" olarak gösterenler bunun akabinde ANAP'ın sorunu çözebileceği umutlarını yaymakta da gecikmemişlerdir. Gösterilen bu "çözüm" alternatifleri, ANAP olur, YDH olur, CHP
olur, demokrat Menderes olur ya da Refah olur..Önemli olan hepsi düzen içidir.
Ve bulacakları çözüm de düzen içi olacaktır. Bunlardan biri, birkaçı Kürt
sorununu daha fazla diline dolayabilir;
daha önce YDH'nın, son seçimler öncesi ANAP'ın yaptığı gibi. Ama bu Mesut
Yılmaz'ın akıllanmasının, "bazı gerçeklere daha cesaretle bakmaya başlaması"nın sonucu değil, tekelci burjuvazinin
yukarıda anlatmaya çalıştığımız farklılıkları ya da emperyalizmin dayatmaları
sonucudur. Bunun görülmesi önemlidir.
Bu görülmeden düzen içinde muhatap
arayışlarıyla herşeyi karmakarışık etmekten, ülkedeki rejimin niteliğine ilişkin
bilinçü-biiinçsiz yanılgılar yaratmaktan
ve kitleleri de yanılgıya sürüklemekten
kurtulunamaz.
Seçim Öncesi "Emek Barış Özgürlük
Bloku"nun biçimlenmesi de bu temelde
olmuştur, blok adeta "faşizmin önünü
kesmek" için inşa edilmiş, düzen içinde
halk İktidarı kurulacağından sözedilmiş,
faşizmin bir devlet biçimi olduğu ve fa
şizmin yıkılmasının da ancak devrim
meselesi olduğu unutulmuştur. Ama bu
blokta herkese kendi hesaplarıyla vardır
ve ne faşizmin, ne barışın, ne de özgürlülüğün tam bir tarifi yoktur. Şimdilerde
seçim yenilgilerinin yarattığı hayal kı
rıklığı içinde, parlamenterist hayallerine
burjuvazinin vurduğu darbenin sersemli
ğinden henüz kurtulamamış olacaklar
ki, bu seçimden nasıl başarıyla çıktıkla
rını söylerken MHP'yi de gerilettik
lerinden, böylece kirli savaşı da
engelleyebileceklerinden
söz
etmektedirler. Med TV'deki yorumcu aynen şu cümleyi kuruyor: "Milletvekillerimizi meclisten atanlar şimdi mecliste
değiller." İşte bastan beri anlattığımız
faşizmi, halka karşı sürdürülen savaşı
MHP'yle özdeşleştirmenin rafine bir örneği. Ama sözünü ettiği olayın biçimlenişi bile onu yalanlıyor, hızını alamayıp
yaptığı yorumda baltayı taşa vuruyor.
HEP'lilerin meclisten çıkarılıp tutuklanması tek başına MHP'nin kararı mıydı
acaba? O kararın sahibi olan Çiller ve
DYP'si yine Meclis'te değil mi? HEP'Iİleri tutuklattıran DGM Başsavcısı Demiral'in Meclise girip girmemesi ne ölçüde
önemlidir, halkımızın büyük bölümü
kuşkusuz sevinç duyar bundan, ama
hükümet olanların bile Ankara DGM
Başsavcısını yerinden oynatmasını engelleyen güç, yani kontrgerilla iktidarı
da mı "meclis dışında" kaldı acaba? Yani Demiral'ın DGM Başsavcısı olarak
temsil ettiği konum, kurum ve politika
mıdır işbaşından giden ? Sorular çoğaltılabilir. Ama yorumcunun bunlara bir
cevabı olabileceğini sanmıyoruz.
Ülkemizdeki faşizm gerçeğini yok
sayan reformist hayaller herşeyden önce yine faşizm gerçeğine çarpıp dağılmaya mahkumdur. Reformizm ve uzlaşmacılıkta ısrar edilerek hayallerin biri
yıkıldığında yeni hayaller kurmak da
mümkündür elbette. Ülkemizin legalistleri, reformistleri ve belki Kürt milliyetçiliği de bir süre daha bu hayalleri, düzen
içinde olmadık ihtimalleri siyasetlerinin
başköşesine koymaya devam edecek,
bu reformist hayallere kitleleri de ortak
etmeye çalışacaklardır. Ama hiç bir
nesnel zemini olmayan, varolan gerçeklerin reddi üzerine kurulmuş hayallerin
hep bir sonu vardır. Hayallerin sonunda
da faşizm gerçeği.
Gerçekten barışı isteyenler, gerçekten halkların burjuva ölçüler içinde değil, devrimci-sosyalist ölçüler içinde özgürlüğünü isteyenleri ve gerçekten
emek için, barış için, Özgürlük için tüm
sol güçlerin birlikte olmasını isteyenler
bir, emperyalizme, iki, faşizme karşı
mücadelede açık ve net olmak zorundadırlar.
Emperyalizme
karşı
mücadelenin gündeme alınmadığı,
tersine emperyalist çözümlere angaje
olunduğu ve ülkedeki faşizm gerçeğinin
yok sayılıp faşizmin MHP'ye indirgenip
burjuva çözümlere kapı aralandığı noktada oluşturulacak hiçbir ittifak devrimci
bir cephe, devrimci bir ittifak olma anlamını taşımaz. Bu, reformistlerin, legalistlerin düzen İçinde kurumlaşma, Kürt
milliyetçiliğinin de "barış" cephesini güçlendirip uzlaşmayı zorlama ihtiyaçlarına
cevap veren bir ittifak olabilir, ama devrimci bir ittifak olmaz.
Faşizm geçmiş ve gelmiş, ülkemizde
iktidara yerleşmiştir. Üstelik bu dünün,
bugünün sorunu da değildir, 50'lerden
bu yana böyledir bu. Ülkemizde faşizme
geçit vermeme sorunu değil, İktidardaki
faşizmi yıkma sorunu vardır.
Parlamentodaki oy çoğunluğuyla faşizme "güle güle" demenin ise mümkünü
yoktur. Faşizm böyle gitmez. O iktidardaki varlığını halka karşı savaşarak koruyor, iktidarını tankıyla topuyla, bombasıyla kurşunuyla savunuyor ve ancak
savaşarak iktidardan uzaklaştınlabilir. O ne
tek başına MHP'dir, ne tek basına DYP,
ne tek başına Özel Tim ya da polis, o
sistemin, rejimin kendisidir. İşte bu
yüzdendir ki faşizme karşı mücadele,
düzene, devlete karşı mücadeledir, devrim
mücadelesidir. Emek adına, barış adına,
özgürlük adına verilecek her mücadele,
faşizme karşı olma iddiasını taşıyan her
birlik bu eksene oturmak zorundadır..*
O
Yeni Sömürü ve Soygun Paketleri de
Oligarşiyi Kurtaramayacak
ligarşi, ekonomik ve siyasi krizini
hafifletmek için yeni bir "sömürü
ve soygun paketini uygulamaya
sokuyor.
"Acı
reçeteler
ve
"fedakarlıklar yine burjuva ba-sın-yayın
organlarının baş konusu haline geldi.
Enflasyon Ocak ayı içerisinde üç
haneye tırmanıyor. Bir yandan seçimler öncesinde beklemeye alınmış
oian zamlar, sağanak haline halkın
üzerine yağdırılırken, bir yandan da döviz
kurlarında ve faiz oranlarında anormal
yükselişler yaşanıyor. Türk lirası
değerini ve satın alma gücünü hızla
kaybederken, yabancı para birimleri
karşısında değerinin düşürülmesi yani
devalüasyon yine gündemde...
Seçimlerden önce iyice gerilen zam
yaylarının okları, halk kitlelerini en can
alıcı noktalarından vurmaya devam ediyor. Akaryakıt, tekel maddeleri, şeker
ve demir ürünlerine getirilen zamlardan
sonra gıda maddelerine, kağıda, elektriğe ve sağlık hizmetlerine de yüksek
oranlarda zamlar yapıldı. Halkın eli, artık en ucuz bulduğu gıda maddelerini
alırken bile yanıyor. Son zamlarla birlikte
bakliyat ürünleri bile el sürülemeyecek
hale getirildi. Pirinç, kırmızı mercimek,
yeşil mercimek, nohut ve bulgur
fiyatlarında normalde altı ayda oluşabilecek artışlar yılbaşından sonraki birkaç
gün içerisinde gerçekleşti. 32 bin lira
olan pirinç 48 bin liraya yükselirken,
bulgurun kilosu 23 bin liradan 33 bin liraya fırladı. Et ve et ürünleri ile diğer
bütün gıda maddelerine yapılacak olan
zamlarda kapıda...
Son zam furyasından elektrik ve kağıt
da nasibini aldı. Elektrik yüzde 19,
gazete kitap kağıdı ise yüzde 25 oranında zam görürken, bunlara bağlı olarak gazete, kitap üretiminde elektrik
kullanılan birçok ürünün de zam görmesi
kaçınılmaz durumda. Sağlık hizmetleri
de Türk Tabipler Birliği'nce düzenlenen
yeni tarife ile zam gördü. Muayene, tetkik
ve tedavi ücretleri artırıldı. Yeni tarifeye
göre, bir göz muayenesi 2 mil-. yon 150
bin lira ile 2 milyon 800 bin lira arasında,
normal bir doğum ücreti ise 15 milyon
50 bin lira ile 19 milyon 600 bin lira
arasında değişiyor. Öle yandan otomotiv,
beyaz eşya ve temizlik sektörlerinde
yüksek oranda zamlar yapılacağı dile
getiriliyor.
Zamlarla birlikte yeni vergi "ayarlamaları" yapılması da ihmal edilmiyor. Bu
"ayarlamalar" ile halkın sırtına yeni yükler
bindiriliyor. Son olarak, "Çöp Vergisi"
olarak bilinen Çevre Temizlik Vergisi
yüzde 50 dolayında, Taşıt Alı- mı,
Damga, Veraset ve İntikal Vergileri ile
harçlar ise yüzde 100 oranında artırıldı...
Ekonomik ve siyasi krizini hafifletme- ye
çaltşan oligarşi, çözümsüzlük içerisinde kıvranırken, kendi krizinin fatura
sını halk kitlelerine çıkartıyor. Bugün si-.
yasi iktidar, zamlar ve vergilerle halkın
üzerine tam bir karabasan gibi çökmüş
durumdayken, yeni zamlar ve vergiler
den sözedilmesi halka yönelik ekonomik terörün daha da boyutianacağını
gösteriyor. Kriz içerisindeki oligarşi,
emperyalizmin de zorlamalarıyla yeni
"kemer sıkma" politikaları uygulamaya
hazırlanırken, halkın ise kemerinde artık sıkılacak yer kalmadı...
Türk Lirası Bu Yıl Da Yokuş
Aşağı Yuvarlanıyor
Türk lirası bu yıl da birçok yabancı
para birimi karşısında değer kaybına
uğradı. '94 yılı sonunda 24 bin 474 lira
olan Alman Markı '95 yılı sonunda 41
bin 311 liraya yükseldi ve yüzde 68.8
oranında prim yaptı. Bir yıl önce 38 bin
765 lira olan ABD doları ise '95 yılı sonunda 63 bin liraya ulaştı. Döviz kurlarında ve özellikle de dolarda bir gün
içerisinde çok yüksek oranlı yükselişler
yaşanırken Hazine tarafından faizler
yükseltilerek dolardaki artışlar dizginlenmeye çalışılıyor. Dolar ve faizdeki
bu durum birçok burjuva ekonomisti rahatsız ederken, 26 Ocak 1994'teki 13.6
oranlı devalüasyonu hatırlayan kimi
burjuva kalemşörleri ise "Kriz tekerrür
mü edecek?" diyerek endişeye kapılmadan edemiyorlar. Türk lirasının her
gün değer kaybetmesi ve her gün aslında gizli devalüasyon yaşandığı ise
gözlerden gizlenmeye çalışılıyor. Türk
lirası öylesine güvenilmez bir para birimi haline getirildi ki, neredeyse her şey
dolar veya mark'a endeksli olarak alınıp
satılıyor. Öyle ki, döviz kurlarındaki hızlı
artışlar sonrasında İzmir'in içme suyu
ücret tarifeleri bile dolara endekslendi;
İzmirliler şimdi bir metreküp suya bir
dolar ödüyorlar...
Bütçe Delik Deşik, Hükümetlerin
Yaptığı Borçların Faturası Halka
Çıkarılıyor
1995 yılı, bütçe açıkları konusunda
da tam bir hüsran yılı oldu, DYP-CHP
koalisyon hükümeti bir yıl içerisinde
bütçede 260 trilyon lirayı aşan bir açık
verdiler. Sürekli iç borçlanmaya giden
hükümet, iç borçlarını ödemek için '95
yılında da piyasaya para sürme yoluna
başvurdu; Türk lirasının satın alma gücü düşürüldü. Bir yıl içerisinde piyasaya
tOÖ trilyon 40Û milyar lira dolayında pa-
ra sürüldü. Merkez Bankası'nın matbaaları yine hiç
durmaksızın çalıştı.
12 ayda i .5 katrilyon lira
civarında iç borçlanma
yapan iktidar, bu borçlarının faturasını yine halka
çıkarıyor. Hazine, bu yılın
Ocak ayında 225 trilyon lira, Şubat ayında 330 trilyon lira, Mart ayında ise
290 trilyon lira iç borç ödemesi yapmak zorunda. Bu
paraları, büyük sermaye
çevrelerinden alamayacak
olan yeni hükümet her zaman yapıldığı gibi borçları
yine emekçi halkın sırtına
yükleyecek ve para basacak...
Emperyalizme göbeğinden bağlı olan oligarşi,
emperyalist sermaye kuruluşlarından her yıl büyük
miktarlarda borçlar almakta ve bu borçların da faturası emekçi
halkımıza çıkarılmaktadır. Dış borçların
faizlerini dahi ödemekte güçlük çeken
oligarşi, bağımlılık ilişkileri nedeniyle
yeni
borçlar
alamadan
da
edememektedir. 1995 yılında emperyalist sermaye kuruluşlarına 9.6 milyar
dolar ana para ve faiz borcu ödeyen iktidar, bu parayı yine emekçilerin alınterinden çalarak ödedi. 1996 yılında ise
ödenecek ana para ve faiz toplamı 12.3
milyar dolara yükseldi. '95 yılı başında
65.6 milyar dolar olan dış borç toplamı
bu yılın ilk altı ayında 73.8 milyar dolara
yükseldi.
IMF heyeti, 16 Ocak günü Türkiye'ye
geliyor. Yeni hükümetten neler isteyecekleri ise sır değil. Her zaman olduğu
gibi, öncelikle emperyalist sermaye kuruluşlarına ödenecek olan dış borçların
daha düzenli ödenmesini isteyip yeni
ödeme takvimleri oluşturacaklar. Yeni
borçlar verebilmeleri için hükümet yetkililerinin yine bin bir takla atmalarını, ulu-
sal onursuzluğun birer belgesi olan kağıtlara imza atmalarını seyredecekler.
Yine ücret zamlarının kısıtlanmasını, iç
borçların da bir düzene sokulmasını,
KİT açıklarının kapatılması için özelleştirmelere, sendikasızlaştırmaya hız verilmesini isteyecekler. Hükümet yetkilileri ise bu emperyalist finans kurumunun yetkilileri karşısında her zaman
yaptıkları gibi ne kadar sadık olduklarını ispatlamaya çalışacaklar ve "emriniz
olur, siz ne istediniz ne yapmadık" diyecekler...
Yeni özelleştirmeler, yeni işten atmaları, örgütsüzleştirmeyi, taşeronlaştırmayı, daha ucuz işgücü ile işçi çalıştırmayı, devlet güçlerinin emekçilere yönelik yeni saldırılarını da beraberinde
getirecek. Birçok kamu kuruluşu, para
babalarına yine peşkeş çekilecek. Yeni
işsizlikler, yeni yoksulluklar, acılar ve
ölümler emekçi halkımıza dayatılacak.
Yeni hükümet hangi partiler tarafından
ve nasıl oluşturulursa oluşturulsun, hatta
bir hükümetin bulunmadığı durumda
bile bu saldırı politikalarının oligarşi tarafından hayata geçirileceği mutlaktır.
İktidar yeni ekonomik ve siyasi terör politikalarıyla işçi, memur, topraksız ve az
topraklı köylü, küçük üretici, küçük esnaf vb. halk kitlelerini daha fazla açlığa,
daha fazla yoksulluğa itecek ve gelişecek her türlü tepkiyi terör estirerek bastırmaya çalışacaktır.
'96 yılı oligarşi için yeni krizlere,
emekçi halk kitleleri için ise yeni direnişlere, yeni ayaklanmalara gebedir.
'96 yılı devrimciler için halk kitlelerini faşizme karşı kitlesel ve şiddete dayalı
eylem biçimleriyle savaşa daha fazla
katma yılı olacaktır. '96 yılı devrimci
güçler tarafından iyi değerlendirildiği
oranda, halk kitlelerinin faşizme karşı
savaşa kitleler halinde katıldığı, krizler
içerisinde çözümsüzlük politikaları dışında hiçbir politika üretemeyecek olan
emperyalizm ve oligarşinin soluk alamaz hale getirildiği bir mücadele yılı
olacaktır...
Barış Blokundan EP Girişimcilerine...
Reform izm Ve Seçimler...
Gerçekte bu seçimler Türkiye Solu'nun geneli açısından belli bir ayrışmanın da zemini olmuş, varolan çeşitli eğilimleri, çizgilerini daha da belirginleştik
rek açığa çıkarmıştır. Sonuçlar legal yolcuların hızını ne kadar kesecek ya da bu
kesimin düzen tarafından kabul edilmek
için hangi yeni adımları atmasına vesile
olacak, onları birlikte yaşayıp göreceğiz.
Bugünden görünen ise, artık legal particilikte "kesin" karar kılmış olanların "hezimetleri devrimci bir sonuç çıkarmayacağıdır, Onlar tam bir düzen partisi olabilmek için devrimci söylemden biraz da
uzaklaşacak, biraz daha "kitle" partisi
olabilmek için yeni Itnaplar arayacak,
"barışçılığı iyice Oligarşi için kabul edilebilen bir hale dönüştürürken, devrimcilerle aralarına mesafe koymayı ve bu mesafeyi de devlete bir biçimiyle hissettirmeyi görev bileceklerdir.
S
eçim sonuçları barış blokun-daki
reformist legalist parti ve
gruplar açısından, Emek partisi
adayları açısından tam bir hezimettir. Yüksek perdeden sözleri dikkate
alınırsa HADEP için de önemli bir hayal
kırıklığı sözkonusu olsa gerek.
Şimdi pek kendilerinin de ikna olmadığı
gerekçelerle, seçimler öncesinde nedense akıllarına gelmeyen anti-demokratik koşullarla, faşist devlet tahlilleriyle durumu kurtarmaya çalışıyorlar.
Gerçekte bu seçimler Türkiye Solu'nun geneli açısından belli bir ayrışmanın da zemini olmuş, varolan çeşitli eğilimleri, çizgilerini daha da belirginleştirerek açığa çıkarmıştır. Sonuçlar legal yolcuların hızını ne kadar kesecek ya da bu
kesimin düzen tarafından kabul edilmek
için hangi yeni adımları atmasına vesile
olacak, onları birlikte yaşayıp göreceğiz.
Bugünden görünen ise, artık legal particilikte "kesin" karar kılmış olanların "hezimetken devrimci bir sonuç çıkarmayacağıdır. Onlar tam bir düzen partisi olabilmek için devrimci söylemden biraz da
uzaklaşacak, biraz daha "kitle" partisi
olabilmek için yeni "imaj"lar arayacak,
"barışçılığı iyice Oligarşi için kabul edilebilen bir hale dönüştürürken, devrimcilerle
aralarına mesafe koymayı ve bu mesafeyi
de devlete bir biçimiyle hissettirmeyi
görev bileceklerdir. Kahin değiliz, ama
görünen köy de klavuz istemiyor. Seçime
katılmalarının ötesinde, seçim sürecini
değerlendirişleri, propaganda tarzları Oligarşinin meclisinin onların nezdinde Kazandığı itibar, düzen içi bir konumlanışın
tüm göstergelerini de ortaya sermiştir.
Legal partiyi herşey gören "devrimci Komünistlerin kendi kendilerine yarattıkları hayal dünyası 25
Aralık sabahı tuzla buz oldu.
Nasıl Propaganda Yaptılar?
Barış Bloku'nda
"Yararlanma" Değil,
"Yamanma"
Barış blokunun propaganda şekline,
demeçlerine, değerlendirmelerine bakıldığında kelimenin tam anlamıyla parlamentoya angaje olma vardır. Temel olarak kitleleri eğitme yoktur. Burjuvazi karşısında barajı aşma ve meclise milletvekili
sokma bütün dünyaları olmuştur.
Barış bloku, bunun bir adım daha ötesine giderek, barış ve demokrasinin gelmesini neredeyse bu seçime bağlamıştır.
Bu noktada blokun diğer üyeleriyle HADEP arasında bir fark koymak gerekir elbette. Onlar milliyetçilik temelindeki görüşleri çerçevesinde barış, daha doğrusu
uzlaşmayı sağlamak için her yolu kendi
çıkarlarına uygun görüp o doğrultuda hareket etmektedirler. Blokun diğer üyeleri
ise HADEP'in potansiyeli üzerinde politika yapmaya kalkmış ve sanki HADEP
potansiyeli kendi potansiyelleriyimiş gibi
ne olup olmadıklarını unutmuş, bir anda
"havaya girerek" doğrudan palavra edebiyatı ile propaganda yapmışlardır.
Blokta yeralan sosyalist, komünist sıfatlı reformist parti ve grupların devrimci
amaçlarla oligarşinin seçim platformundan yararlanması vs. söz konusu olmamıştır. Düzenden yararlanma değil, düzene yamanmadır söz konusu olan. Bu kesimlerin - başta SÖZ dergisi olmak üzere
- yazılı-sözlü propagandası devrimci bir
alternatif yaratma, halka böyle bir alternatif sunma diye en ufak bir kaygıları
yoktur ve olmamıştır. Onlar varsa yoksa
baraja takılmış , tüm ajitasyon-propagandayt da bunun üzerine oturtmuşlardır.
Barajın aşılıp, 35-40 miletvekilini meclise
sokup, bir anda halka karşı yürütülen savaşın bitirildiği hayallerini kurmuşlar ve
kitlelerden de bu hayal için oy istemişlerdir.
Bloktaki legal particiler 35-40 milletvekili hayali kurarlarken herşeyi abartıyor,
HADEP'liler de sürekli olarak barajı aşma
sorunumuz yoktur, 70-100 milletvekili çıkaracağız demekten kendilerini alamıyorlardı. Palavracılık, kitleleri gerçek olmayan şeylerle yanıltma kimin propaganda
şeklidir? Bu soru en azından bugün cevaplamaları gereken bir sorudur. Bu
abartıların acaba halka, halkın devrimci
alternatifini yaratmaya ne katkısı olmuştur?
Abartılı anlatımların bini bir paraydı
gerçekten. Mesela 9 Araltk tarihli Ö. Yaşam dergisi il il seçim haberlerini verirken
İstanbul başlığı altında "Kervan Dergisinin 11 Aralık'ta 'Barış, Emek, Özgürlük
Bloku'nu destekleyeceğini bildirmesi yeni
bir gelişme olarak niteleniyor" deniyor.
Kervan dergisinin gücünü kuşkusuz bunu
yazanlar da biliyor. Ama "destek çığ gibi
büyüyor", "Blok'un baraj sorunu yok" ve
benzeri başlıkların da altını doldurmak
gerekiyor; bu yüzden eldeki her malzemeyi değerlendiriyorlar?
EP Cephesinde Abartı,
Abartı ve İstismar
Emek Partisi Girişimi cephesinde de
tabii ki durum farklı değildi, hatta yer yer
daha vahim manzaralar da çıktı ortaya.
Parlamentoya angaje olma, propaganda
çalışmalarında da karşılığını bulmuş, burjuva yöntemlere hemen uyum sağlamışlardı.
İşte seçim sürecinden muhtelif başlıklar.
"Emek Partisi İlgi Odağı" Bu manşetten verilen haber. Hemen altında da şunlar
yazıyor; "EP girişiminin Ankara ve İzmir
bağımsız adayları varoşlarda oldukça
sıcak karşılanırken İstanbul, Zonguldak
ve Malatya adayları da halktan büyük
destek görüyor." Tabii bu yine de "en
mütevazi" başlıklarından biri sayılır.
Fütursuzca, sanki bu seçim süreci hiç
sonuçlanmayacakmışcasına devam ediyorlar. "Emeğin sesi meclise", "Sel gibi
geliyoruz", "Kocaeli ve Zonguldak'ta
EPG adaylarına işçi desteği", "Nurtepe
ve Okmeydanı'nda seçim büroları açıldı,
oylar Bağımsız Adaylara"...
Seçim yaklaştıkça dozaj artıyor
"Kırşehir'de Emek Rüzgarı" devamında haberin içinde "Kırşehir'de üç milletvekilinden biri bizim" diye yazılıyor. "EP
Ankara'da fırtına gibi", "Niğde'de gözler
Emek Partisinde... Kentte "EP'nin seçimlerden en kazançlı çıkacak parti olduğu
söyleniyor", "Kayseri'de Emeğin atağı";
orada da iddialılar seçimde, haberde öyle
belirtiliyor, "EP Ankara halkı ile bütünleşiyor", bu başlık altındaki haberde HADEP'in Ankara'da şansının olmadığı özel
bir başlıkla duyurulmuş, yani onların şansı
yok, oyları bize verin, bizim şansımız var
deniliyor seçmene.
Abartıyla seçmen kandırmak, "Oylarınız boşa gitmesin" propagandası, bütün
bunlar kimsenin yabancısı değil, halkımız
onyıllardır tanıyor bu yöntemi, karşısına
geçip oy isteyen bütün burjuva partileri
aynı yönteme başvurmuş. Onlar seçim
gününe kadar her türlü yöntemi, yalanı,
vaadi mübah görürler. Aynende bu seçimlerde olduğu gibi çok sıkışırlarsa "aslında biz seçim öncesinde öyle dememiştik" de diyebilirler, seçim atmosferin-
de herşey söylenir tabii, şimdi onları
unutmak lazım diye de... Peki "komünistler" ne yapıyorlar bu durumda acaba?
Bunu da görüp öğreneceğiz artık bu legalist komünistlerin sayesinde. Tüm bu
haberlerin karşılığı açıklandığı kadarıyla
12 bin oy!
Propagandalarında yer verdikleri bir
başka nokta ise burjuva yöntemlere itibar
etme ve istismarcılıkta katettikleri mesafeyi çok iyi gözler önüne seriyor.
Kayıplar, katledilenler, dökülen devrimci kanları, halkın direnişleri, ödenen
bedeller, onlardaki paylarının ne olduğu
düşünülmeksizin pervasızca kullanıldı.
EP'ciler tarafından da.
"Gazi'de Sandık Hesaplaşması" diye
f
yazdılar; Gazi deki propagandalarında da
bunu işlediler. Gazi istismarında bloktan
geri kalacak değillerdi ya. Blok'un adayı
"Gazi komutanı'nın ağabeyi, kayıpların
doğal temsilcisi" ise onların adayı da
adıyla, sanıyla "Gazi Hukuk Komisyonu
Üyesi" bir avukattı. Katillerle sandıkta
"hesaplaşacaklardı"!... Ne oldu acaba bu
hesaplaşmanın sonucu? Bu noktada bir
değerlendirmelerine rastlamadık. Ama
cevabını biz söyleyelim. Gazi'lilerin bu
hesabın sorulmasını canı gönülden, yediden yetmişe istediğine kimsenin kuşkusu
olmasın. Ama Gazi halkı, Gazi katliamının
hesabının sandıkta sorulmayacağını en
azından onlardan daha duru bir bilinçle
biliyor, seziyor ve görüyor. Aldıkları (daha
doğrusu alamadıkları) sonuç bunun ifadesidir yalnızca.
Nasıl Değerlendirdiler?
Kürt Milliyetçiliğinin
Meşruluk Ölçüsü
Seçim sonuçları belli olunca yapılan
onca abartıya, kitlelere söylenen yalanlara
bir değil, bir sürü açıklama bulmak gerekiyordu. Herbiri pek çok gerekçe buldu
kendilerine. Ortak gerekçelen ise "Seçimlerin anti-demokratikliği" idi.
Bugün palavralan açığa çıktığında kitlelere "seçimler anti-demokratikti" demek kitleleri aptal yerine koymak değil
midir? Seçimler anti-demokratikti tabii ki,
hem de bu, sağır sultanın duyabileceği
ve körlerin görebileceği kadar açıktı.
Ama peki bu dün bilinmiyor muydu? Biliniyorduysa neden seçime girildi? Bütün
bu yüksekten uçmalardan sonra bugün
seçimler anti-demkoratikti demenin anlamı
ne? Şimdi dünya ve Türkiye kamuoyuna, şöyle baskı oldu, sürgünler, göçler
vardı, baraj vardı, süre kısaydı demek
hiçbirşeyi halletmiyor. Bu koşulda seçime girdiniz ve bu anti-demokratik seçim
koşullarını meşrulaştırdınız; Türkiye'de
demokrasinin geçerli ve işler olduğu imajını vermekte düzenin "legal partnerden
beklediğini yerine getirdiniz.
Şimdi "baskı oldu", "CHP barajı aşsın
diye propaganda yapıldı", "RP'deki
ödünç oylarımızı geri alamadık", "seçmenler kütüklere kaydedilmemiş" vb. vb.
diyerek durum kurtarılmaya çalışılıyor. Ve
HADEP çevresi bunlardan hareketle esas
olarak da Kürtlerin parlamentoda yeralmamasına dayanarak "bu meclis meşru
değildir" düşüncesini işlemeye çalışıyor.
Bu meclis bizce de meşru değildi;
ama meclisin meşruluğunun ölçüsü nedir? Kürt milliyetçiliğinin bu soruya ceva-
Gerek EP Girişimcileri gerekse Barış Bloku seçime girdikleri her bölgede kullanabilecekleri herşeyi kullandılar. Örneğin Gazi mahallesinde her
iki tarafın da adayları "faşizmle sandık
başında hesaplaşmaktan" söze-dip
durdular.
Ama Gazi halkı, Gazi katliamının
hesabını sorma işini ufkunu seçim
sandıklarıyla sınırlayanlara bırakmak
niyetinde olmadığını aylar öncesinden gösterdi.
Hesap sormak boş umutları körükleyenlerin değil faşizme karşı
savaşanların yapabileceği iştir.
bı her türlü sınıfsallıktan, ülke gerçeklerinden uzaktır devrimci olmayan, saf burjuva mantığına göre denilen şudur; "Kürtler yeralırsa meşru, yeralmıyorsa meşru
değil". Türkiye halklarına karşı açık bir
savaşın kuklası olmayı kabul eden, düzenin kendi kuralları içinde bile yaşama
yetkisinin gaspedilmesine biat eden, halkın iradesinin önüne konan onlarca engelle oluşturulmuş, MGK onaylayıcısı bir
Meclis, faşizmle yönetilen bir ülkenin
meclisi bu halkın temsilcisi olma sıfatını
taşıyamaz. Onun gayri-meşruluğu bu temeldedir. Böyle bir meclis 5-10 HADEP
milletvekilinin girmesiyle meşruluk kazanmaz.
Kürt milliyetçiliği, oligarşiyle Kürt halkına ne getireceği belli olan bir "diyalog"
arayışının körleştirdiği bakış açısıyla, oligarşinin katliamlarını yasallaştırmaktan
başka işleri olmayan bir Meclisi meşrulaştırmamalıdır. Oligarşinin parlamento
kürsüsünden oligarşiye karşı mücadele
için, Kürt halkının talepleri için "yararlanma" anlaşılabilirdir. Ama parlamentodaki
bu yeralış oligarşinin düzenini-meclisini
meşrulaştıran bir muhtevada olursa, bundan Kürt halkı adına birşey çıkmayacağı
gibi, bu yaklaşım bütün olarak Türkiye
halklarının parlamento dışındaki mücadelesinin de karşısına geçmektir. Milliyetçi
Hareket bu noktaya savrulmamak durumundadır.
İşte bu nedenledir ki, rakamsal değerlendirmeden önce esas yapılması gereken bu seçim sürecinde yeralışın siyasi
muhasebesi olmak zorundadır. Kürt halkının düzen içi çözüm umutları pompalanmış, oligarşinin anti-demokratikliğin
zirvesindeki bir seçim oyunu meşrulaştırılmış, bunların uzağından bile geçmiyorlar.
HADEP için parlamentoya girmek
önemliydi. HADEP parlamentoya bir grup
milletvekili sokarak emperyalizm ve oligarşiyi içeride ve dışarıda uzlaşma masasına oturtmak için elindeki kozları güçlendirmek istiyordu. Baraj sorunu vardı.
Bunun için hemen pek çok burjuva partisini yokladı. Ama olumlu cevap alamayınca reformistleri buldu. Ve baraj aşılamadı. Ancak en az bu sonuç kadar
önemli nokta düzen partileri arasında ittifak arayışıdır. Bu arayış, Meclisin 5-10
Kürt milletvekilinin varlığıyla meşruluk kazanacağı görüşünden, düzen partilerinin
Kürt sorununa "çözüm" bulabilecek muhataplar olarak görülüp, gösterilmesinden ayrı değildir. '91 seçimlerinde
SHP'yle yaptıkları ittifakı daha sonra
"SHP'nin yüzünü açığa çıkardık" diye
açıklayanlar kuşkusuz bu arayışlarına da
"böyle" bir açıklama bulacaklardır. Ancak
bu açıklamaların kimseyi ikna etmeyeceği, olsa olsa Kürt halkını yeni yanılgılara,
sahte umutlara sürüklemekten başka bir
işe yaramayacağı da bilinmelidir.
O ittifakın SHP'yi "teşhir etmek",
"maskesini indirmek" için yapılmadığını
hekes biliyor. Tersine ittifakın gerekçesi
SHP'den umulan "çözüm"dür. Kitleler
bunun için SHP'ye yönlendirilmiştir ama
çözüm için güç verilen SHP bu desteğin
de etkisiyle "demokratikleşme" demagojisiyle kitlelerin muhalefetinin barikatı
olurken, kısa süre sonra da Kürt halkına
karşı yürütülen en kanlı politikaların koltuk değneği olmuştur. Düzenin gerici, faşist güçleriyle, emperyalistlerle, "işbirliği
yaptık, teşhir ettik" mantığı, devrimci ve
yurtsever bir mantık değildir.
Kaldı ki bu "teşhir ettik" açıklaması
sonuçtan kalkılarak yapılmaktadır. Açık
bir pragmatizm vardır ve yine madalyonun tek yüzü ele alınmakta, bu işbirliğinin
bu sürede verdiği zararlar es geçilmektedir.
'91'deki gibi ya da '95 seçimlerindeki
gibi, parlamento bir amaç haline getirildiğinde bu tür sonuçlar, açmazlar birbirini
izleyecektir.
Blok'un HADEP dışındaki kesimlerinde ise "başarfdan "başarısızlığa" uzanan
değişik değerlendirmeler görülüyor. Ama
seçimlerin arifesinde içine girdikleri havadan olsa gerek daha çok bir şaşkınlık,
belirsizlik hakim. O yüzden değerlendirmelerinde de daha çok genel geçer laflarla bir "geçiştirme" sozkonusu. Söyleyecek lafları da yok, başkasının potansiyeliyle parlamentoculuk oynamak şimdilik
onların nefesini kesmiş durumda. Türkiye'nin kaderi onlara bağlıydı ama anlaşılan o ki bu kaderin değişmesi için gelecek seçimler beklenecek!...
EPG'nin
En "Somut, En "Olgusal"
Seçim Sonuçları
Emek Partisi çevresi, seçim sonuçlarını gayet özlü bir biçimde şöyle değerlendiriyor;
"... Buraya kadar saydıklarımız, kabaca
da olsa 24 Aralık seçimlerinin emekçiler
açısından hangi somut olgusal gerçeği
ortaya çıkardığını yeterince açıklamaktadır. Olgusal ve somut gerçek şudur:
Emekçiler bizzat kendilerinin olan bir partiyi
örgütlemek ve bu örgüt aracılığıyla
politika yapmak istemekte ve bunun zemini olarak Emek Partisi Girişimİ'ni görmektedirler".
Gerçekten de ne kadar "somut" ve ne
kadar "olgusal"! Ama iddia bu kadarla da
bitmiyor. "Olay bir rivayet muhtelif" sözünün bahşettiği özgürlükle devam ediyor
yazar; "Emekçilerdeki bu istenç ve eğilime sırt çevirerek, emekçi hareket içinde
politik bir güç olmanın olanakları kalmamıştır" (Nedim Köroğlu, Evrensel 28 Aralık)
İlginçtir, Barış Bloku'nun savunucuları
da seçimden önce "bu bloku desteklemeyenlerin siyasi varlıklarının son bulacağı" iddiasıyla aynı şeyi söylüyorlardı.
Kendi dışlarında kimseye yaşama hakkı
tanımıyorlar anlaşılan. Dedikleri doğruysa
birinden birinin de olmaması gerekiyor.
Aynı muhteva ve aynı uslüpia, sözde
farklı iki cepheden birden dile getirilen bu
iddia , aslında kendileri açısından parlamentarist yolun son durağına işaret ediyor. Ya legalizm ya legalizm; Demek ki
onlara göre başka türlü varolunamıyor...
Legal particilik tercihleri zaten bir yerde
değişik mücadele ve örgütlenme alanlarında bir türlü yaralamamalarının, yıllarca
işçi sınıfının lafını edip bir türlü işçi sınıfı
içinde de bir güç olamamalarının sonucuydu. Şimdi oligarşinin seçim oyununda
boylu boyunca yeralırken söyledikleri de
sadece bu sonucun pekiştirilmesinden
ibarettir. İddialarının kendileri dışında
kimse için kıymeti harbiyesi yoktur. Oligarşiye karşı uzlaşmaz, onun iktidarını
yıkmayı hedefleyen bir mücadele içinde
güç olamayanlar, oligarşinin icazetinde
politika yaparak güç olmaya çalışıyorlar,
ancak seçimler bunun da hiç öyle kolay
olmadığını göstermiş olmalı.
Gerçekte siyasi bir muhasebe Emek
Partisi çevresinde de yoktur. Ortada,
subjektivizmin bile tanımlamakta yetersiz
kalacağı bir kendini kandırma var sadece.
Bütün değerlendirmeleri de esas olarak
bu kandırmacaya devam edip legal
yolculuklarını sürdürmenin zeminini yaratmaya dönüktür.
Oysa seçim sürecinin başında bu çevrenin yaptığı tahliller bile böyle bir muhasebeyi zorunlu kılıyor.
Evrensel'in 20 Kasım tarihli "Başyazısında seçimlerin Anayasa Mahkemesi
tarafından iptal edilmemesi "siyasi bir karar" olarak değerlendiriliyor ve şöyle yorumlanıyordu:
"Bugün 'acil seçim' isteyenler iki amaç
güdüyor: Birinci amaçlan... saldırılarını bu
yenilenmiş meclisle güçlendirmek. İkinci
amaç ise: 5 Nisan'a rahmet okutacak bir
ekonomik istikrar paketini yakın bir seçim
kaygısı olmadan uygulamaya sokmak
emekçilere, işçilere yöneltilecek topyekün
saldın için seçimleri dayanak yapmak".
Birkaç gün sonra aynı sütunda bu kez
şunlar yazıyordu:
"1980 yılından beri her seçim, yeni bir
seçim yasasıyla yapıldı. Seçim yasası değişikliklerinin hiçbirisi halkın oylarının
Meclise daha adil bir biçimde yansımasını
amaçlamıyordu. Tersine bir ya da birkaç
partinin çıkarları düşünülerek yapıldı değişiklikler... Kazanmanın yolu bu olunca
kim inanır 'parlamentonun yüceliğine ya
da milletvekillerinin halkın seçtiği temsilciler olduğuna? Tabii, 'sandık' gördüğü
her platformu demokrasi platformu sanan
'demokrasi' budalaları dışında."
Parlamentoyu amaç haline getirmekle,
sosyalizmin propagandası adı altında
halkın umutlarını, öfkelerini meclis çatısı
altına taşımakla bu değerlendirmeler nasıl
yanyana gelebiliyor acaba? O pratikle, bu
teori aynı insanlardan nasıl çıkıyor?
Cevabı kısaca, oportünizmdir. Biraz
açarsak, legal ist yolculuklarının bu aşamasında henüz düzene ilişkin keakin
söylemlerini terletmemek durumundalar.
Seçim öncesi bu tahliller bir yanda,
seçim sürecinde yürüttükleri yukarıda
aktardığımız, en hafif deyimle abartılı
propagandalar bir yanda ve diğer yanda
da pratikleriyle aldıkları sonuç. Ama bu
çarpık tabloya kimse ciddi bir açıklama
beklememelidir.
TDKP, TDKP olduğu günden beri yaptıklarının ve yapamadıklarının hesabını
halka veremeyecek kadar kendine güvensiz ve samimiyetsizdir. Tüm keskin
söylemlerine, sosyalizm gevelemelerine,
kendilerini diğerlerinden farklı göstermek
için gösterdikleri onca gayrete rağmen,
yeni politik tercihleri için bir anlamda sınav niteliği taşıyan seçim sürecinde götermişlerdir ki, diğerlerinden, tasfiyeci
DY'den, KSD'den, ya da şimdiki haliyle
BSP'den farkları yoktur. Aynı değirmene
su taşımaktadırlar.
Sonuç Olarak;
BSP'sinden EP'sine reformistler açısından seçimler, kendilerini legalitede
kurumlaştırmak, oligarşiye artık yalnızca
bu alanda "mücadele " edeceklerini göstermek için bir vesileydi. Bunu gösterdiler. Ama öte yandan sol sosyalist sıfatlarını taşıyabilmek ve tabii kitlelerden oy
alabilmek için bunun ötesinde de birşeyler söylemeleri gerekiyordu; bunları da
söylediler. Söyledikleri genelde sol devrimci kamuoyunun en duyarlı olduğu konulardı; kayıplar, infazlar, işkenceler, Kürt
halkının katledilmesi vb. Bugüne değin
şehitlerle yaratılmış tüm değerlere, sanki
gerçek sahipleriymişçesine el uzattılar;
Barış, özgürlük, emek, iktidar sözcüklerini
devrimci içeriğinden kopartarak bol bol
kullandılar. Gazi şehitleri üzerine nutuk
çekerken onlar adına hesaplaşacaklarını
söylerken, Gazi'nin barikatlarda savaşan
o gençliği üzerine nasıl küçümseyici
tesbitler yaptıklarından, halkın silahlı
şiddetini nasıl "kör terör" diye nitelendirdiklerinden, halkın adalet özleminin ifadesi olan eylemleri nasıl "düello" diye
karaladıklarından hiç söz etmediler. İkiyüzlü her politikanın akıbeti bellidir, bunlar açısından da farklı olmamıştır ve olmayacaktır. Sadece seçimin rakamsal
sonuçlarına bakarak söylemiyoruz bunu,
bu tarihsel olarak politik olarak böyledir;
bu ikiyüzlülüğün sahiplerinin "sosyalist",
"devrimci" gibi sıfatlar taşıyor olmaları
bu gerçeği değiştirmez.
Barış Bloku içinde yeralan reformistler, seçimde herbirinin amacı kısmi farklılıklar taşısa da esas olarak yeniden varolmak ve 'sol içinde' üstünlük kurmak
için PKK potansiyelini kullanmak istemişlerdir. Önceleri biraz tedirgin, fazla
umutlu olmamamalanna rağmen siyasi
hayatları boyunca hiç içice olmadıkları
bir potansiyeli görünce herşeyiyle değişmiş üsluplar, davranışlar farklılaşmış,
yüksek perdeden atmalar, akıl vermeler
bollaşmıştır. Devrim olacağını ummaktadırlar adeta. Onlar parlamentoya girince
artık özgürlüğümüz, kurtuluşumuz an
meselesiydi. Hatta biraz önce sözettiğimiz gibi hızlarını alamayıp MED TV'de
oturup barış blokunu desteklemeyenle-
rin siyasi varlıklarının son bulacağından
söz etmekteydiler. Burjuvazi ve kendileri
vardı. Kendilerini desteklemeyen herkes
devletten yanaydı, devlete hizmet ediyordu. EP'ciler de "iki cephe var, burjuvazinin cephesi ve emek cephesi" diye
yazıyorlardı. Bu hakkı ve yetkiyi kim verdi onlara? Bu üstenci, ukala üslup nereden gelip yerleşti dillerine? İki kesimin
de hep aynı tahlilleri yapıp aynı şeyleri
söylemesi tesadüf değil, kendi mantıklarından bakarak, devrimci bir çizginin,
devrimci bir alternatifin varlığını kendi
yokoluşları olarak görüyorlar çünkü. Bu
onları saldırganlaştırıyor.
Malum reformistlerin, değil Kürt halkına, hiç kimseye bir faydaları dokunmaz.
Bu Türkiye devrim tarihi boyunca hep
böyle olmuştur. Genel barış, özgürlük
söylemlerine eklemlenmenin dışında halka söyledikleri, götürdükleri birşey de
yoktur. Çünkü şu anki güncel, "Yakıcı"
dertleri hızla legal korunaklarını inşa
edip, düzen içinde sağlama almaktır.
Öncelik bu ihtiyaçtadır. Halkın dertlerine
ondan sonra eğileceklerdir.
Kısacası, seçim sonuçları palavracıların, reformistlerin gerçek yüzünü ortaya
çıkartmıştır. Halk kitlelerine hiçbirşey
sunmamışlardır. HADEP'i bir yana koyarsak, reformistler, kan, gözyaşı, acı,
işkence, baskı edebiyatı yapmışlardır.
Bunları yaşayan onlar değil devrimcilerdir. Devrimcilerin kanı üzerine politika
yaparak meclise girmek istemişlerdir. O
kanı onlar değil, biz akıttık. Kan tüccarlarına Türkiye devrimci hareketinin de,
halklarımızın da ihtiyacı yoktur.
HADEP uzlaşma, diğerleri ise düzen
içerisinde meşrulaşma amacındadır; bunun
için kitleler alet edilmiş, burjuvaziyle seçim
yarışına girilmiş, bunun için seçimlerin
anti-demokratikliği hatta meclisin gayrimeşruluğu unutulmuş ve her türlü
abartılı, yalan, yanlış propaganda ile
kitleler yanıltılmıştır. Şimdi kitleler "bir
dahaki sefere" denilerek yeniden
oyalanmaya çalışılacaktır. Burjuvazinin
düzen partilerini bu açıdan da taklit edeceklerdir, başka da yolları yoktur, tercihlerinin zorunlu sonucudur bu. Halkımızın
oyalama politikalarına da ihtiyacı yoktur.
Düzen partilerinin umut tacirliğinin,
oyalama politikalarının yanına şimdi iegalistlerinki de eklenmiştir. Devrimciler,
demokratlar, kitlelere sunulmaya çalışılan
bu yeni sahte umutlara, oylamalara karşı
da halkımızı uyarmak zorundadır. Ama bu
düzen işbirlikçilerine karşı asıl önlem,
uyarmanın ötesinde halkın devrimci
alternatifini yaygınlaştırarak, daha geniş
kitlelerle
buluşturarak
alınacaktır.
Devrimciler bunu başarmak göreviyle
karşı karşıyadırlar. Gelişen savaş, devrimin
safralarını, hala halkın ileri kesimlerinin
sırtından siyaset yapmaya çalışan
asalakları, silkeleyip atacaktır. Bundan
kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Halkın
özgürlüğü, kendi iktidarı için mücadele
etmek isteyen herkes de, bu legalist, düzenle işbirliğine uzanan platformları sorgulamalı, düzeni değiştirmenin, kurtuluşun, ulusal ve sosyal kurtuluşun devrimci yolunda tercihini yapmalıdır. &
Refah'taki ödünç oylar...
H
ADEP çevresini
seçim
değerlendirmeleri
nin ilginç noktalarından biri
de Refah Parîisi'ndeki ödünç
oyların hepsinin geri
alınamamış olmasıdır...
Gerçekten üzerinde
durmaya değer bir noktadır.
Oylar nasıl, niçin ödünç
gidiyor ve niçin Refah'a?
Özgür Politika'da
yayınlanan bir seçim
değerlendirmesinde
"Kürdistan'ın bazı
alanlannda devletin aşıladığı
dini gericiliğin ağır etkisi
altında olan ve rejim ile
bağını sürdüren bazı
çevrelerin olduğu
anlaşılmaktadır" deniyor.
Refah'ın nasıl bir zeminde
siyaset yaptığına, genel
etkisine değinmeyeceğiz
burada. Ancak bu
değerlendirmenin RP'den
dönmeyen ödünç oylardan
da sözedildiğine göre RP'nin
aldığı oyların tümünü
açıklamadığı ortadadır.
Sözünü etmek istediğimiz
kesim PKK'nin ya da
HADEP'in taraftarı,
potansiyeli durumunda olup
da oylarını Refah'a verebilen
ve bu özgül koşullarda dahi
gen dönmeyen oylardır
çünkü bu sorunun bir başka
tezahürü de '93 yerel
seçimlerinde yaşanmış,
HADEP'in seçimlere
sokulmaması üzerine başta
İstanbul Kağıthane vb.
olmak üzere pekçok yerde
bu çevrenin oyları Refah'a
yönelmiştir. Evet niye Refah?
Bu sorunun cevabının
PKK'nin din konusundaki
politikasıyla bir bağı var
kuşkusuz. PKK dinci etki
altında kalan kesimlere
seslenme adına zaman
zaman dine ve İslama
olmayan misyonlar
yüklemekte, islam dinlyie
kendileri arasında kalan
paralelliklerle, ayetlerden
alıntılarla bu kesimin
sempatisi kazanılmaya
çalışılmaktadır.
Düzen partileri arasında
herkesin açıkça izleyebildiği
bir "dincilik" yarışı var. Refah
gelişme gösterdikçe ANAP'ı,
DYP'si, DSP'si daha fazla
ezan, kuran edebiyatı
yapıyorlar; tarikat şeyhlerini
daha el üstünde tutuyorlar,
ama sonuçta bunlar da bir
yerde RP'ye yarıyor; çünkü
din tercihini yapmış bir kitle
üzerinde oynandığında bu
kesim bunu yarım ağız
yapanı değil "orjinalini"
ilginç ve önemli bir noktalardır,
tercih edecektir. Sözü edilen
"potansiyelin tavrı da bu
çerçevededir,
Devrimciler bu kesimi
kaybedilmiş saymamak, bu
kesime seslenmenin özgün
yanlarını bulmak, dinin
içerdiği sosyal yanları
değerlendirmek
durumundadırlar. Ancak bu,
dinin etkisini güçlendirici
tarzda değil, bu etkiyi
asgariye indirici, devrimci bir
doğrultuda siyasallaştırıcı
olmalıdır. Oysa PKK'nin
yaptığı bu değildir,
Yapılanlarla dinci kesime
açılmakta, din adamlarına
yönelmekte belli gelişmeier
sağlanmıştır. Ancak hemen
pekçok konuda olduğu gibi
PKK'nin bu konudaki
politikasına yön veren temel
etken de pragmatizmdir. Ve
pragmatizm doğası gereği
kısa vadeli sonuçlara oynar,
Din konusundaki politikası
da kısa vadede belli
manevralara imkan verirken
uzun vadede halkın bu
konuda eğitilmesi,
dönüştürülmesi hedefinden
yoksundur. PKK'nin
potansiyeli olarak nitelenen
bir kesimin rahatlıkla RP'ye
kayabilmesi işte bu
pragmatist, dar ufuklu, halkı
eğitmeyen yaklaşımın
sonucudur.
Kuşkusuz bunda bir
başka etken olarak da Kürt
milliyetçiliğinin düzen
partilerine ilişkin yarattığıyaydığı yanılsamalan
eklemek gerekir. Düzen
içinde bir "muhatap"
arayışıyla bir bu düzen
partisini, bir ötekini "çözüm"
getirecek güçler olarak
sunması onları sık sık soldan
"daha anlayışlı", daha övgüye
değer bulması elbette belli
sonuçlar yaratacaktır. Bu
politikalarla Kürt halkı
neredeyse "Kürt sorunu...."
diye ağzını açan her burjuva
politikacıya, her düzen
partisine meyleder hale
getirilmektedir. Ve ülke
genelinde bu sorunu pek
ağzına almayan RP, özellikle
Kürdistan'da bu demagojiyi
"Kürtçe marşlar eşliğinde"
oldukça başarılı kullanmakta
ve sonuç da almaktadır.
Gözden kaçırılmamalıdır ki,
bu zemin pragmatizm ve
uzlaşmacılıkla, düzen içi
çözüm arama politikalarıyla
hazırlanmaktadır. Ulusal
kurtuluş bilincini az çok almış
bu isteği taşıyan bir kitlenin
RP'ye yedeklenmesinde
sorgulanması gereken
yanlardan biri de budur.*
DündenBugüne DİSK
DİSK tüm eksikliğine
rağmen yaklaşık 30 yıllık
geçmişiyle işçi sınıfının
mücadele tarihinde önemli
bir yeri olan DİSK
önümüzdeki haftalarda
Olağanüstü Genel Kurulunu
yapacak.
Genel Kurul için çağrı
yapanların bugün artık
devrimciliğinden" eser
kalmayan nİSK'i
devrimcileştirmek diye bir
sorunu yok. Durum bu
kadar açıkken Devrimci
İşçilerin görevi tabelalarda
kalan devrimciliğe gerçek
anlamını kazandırmak
olacaktır.
DİSK 12 Şubat 1967'de Türkiye
Maden-İş, Basın-İş, Lastik-İş ve
Gıda-İş sendikaları tarafından
kuruldu.
DİSK kuruluş bildirisi konfederasyonun adının karşısında yer alan
"devrimciliği", "tutucu, gerici ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Ana-
yasa uyarınca değiştirilmesi ve (...)
hayata uygulanması (...) herkesin
mülk sahibi olması ve uygarlık nimetlerinden eşitçe yararlanması" olarak
ele alıyordu.
Sınıf ve kitle sendikacılığı açısından böyle bir düşünceye sahip olan
DİSK kısa süre içerisinde büyük kitle-
lere ulaştı. Türk-İş'ten ayrılıp DİSK'e
geçen işçilerle, sendikasız İşçilerin
örgütlenmesiyle DİSK gerçek bir güç
haline geldi. Çok kısa bir sürede gerçekleşen bu gelişmenin ana dinamikleri toplumsal muhalefette ve bu muhalefetin içerisinde işçi sınıfının da
yerini almasında aranmalıdır.
1995 yılı direnişler
ve grevlerle geçti
eride
bıraktığımız '95
yılını işçi sınıfı
açısından
değerlendirdiğimizde, grevler
ve direnişlerle geçen bir yıl
oldu.
Özelleştirmeler,
taşeronlaştırmalar ve İşçi
kıyımlarıyla kendisini gösteren
sermayenin saldırılarına karşı
topyekün bir karşı çıkışırı
örgütlenememesi nedeniyle tek
tek işyerleri ile sınırlı kalan
direnişlerle karşı koymaya
çalıştı işçi sınıfı.
'95 yılının ilk günü başlayan
kamu işçilerinin toplu sözleşme
görüşmeleri, sarı sendikacıların
sözleşmeleri el altından bitirme
gayretleri, siyasi iktidarın sıfır
zam dayatmasıyla suya
düşmüş ve Türk-İş yöneticileri
istemeyerek de olsa bîr dizi
eylem kararı
almak zorunda kalmışlardı.
5 Nisan ekonomik (istikrar)
terör paketinin sonucu olarak
işçilere sıfır zammı dayatmaya
kalkan DYP-CHP iktidarına
karşı işçilerin ilk tepkileri 24
Ocak'ta Ankara'da toplanarak
200 bin kişi ile meclise
yürümek oldu.Karın, soğuğun
ve yağmurun altında Ankara'da
toplanan işçilerin tepkilerini
yatıştıramayan Türk-İş
ağalarının meydanı bırakarak
kaçmalarına rağmen beş saat
boyunca işçiler hükümeti ve
kendilerini bırakarak kaçan sarı
sendikacıları protesto eden
sfoganlarla sarstılar Ankara'yı.
Yılın dokuz ayı boyunca tek
tek İşyerlerinde devam eden
işçi eylemleri Ekim ayından
itibaren tırmanmaya
başladı.Türk-İş istemeyerek de
olsa tabanın sı kıştı rmasıyia bir
dizi eylem kararı almak
zorunda katıyordu. Artık işçi
sınıfı ekonomisinden
politikasına kadar ülke
gündemini belirleyen en önemli
güçtü. Daha düne kadar işçi
düşmanı olan partiler birden
işçilerin dostu, savunucuları
adeta işçi hamisi kesilmişlerdi.
Hepsi birbirini işçi düşmanlığı,
emek düşmanlığı ite
suçluyorlardı.
Hükümetin "Halkın
parasını işçiye yedirmem"
diyerek dayatmaya çalıştığı
sıfır zam önerisinden taviz
vererek yüzde 5,4'e çıkmasına
karşı işçilerin tepkisinden
korkan Türk- İş ağaian
sözleşmeleri imzalamaya
cesaret edemiyor, 20 Eylüi'e
kadar sözleşmeler bitirilmezse
greve çıkacağını ilan ediyordu.
Ve 20 Eylül'de tarım
İşçilerinin greve çıkmasıyla
DİSK'in kurucularının tek tek kimliklerinin olumlu özelliklerinden söz
edebilsekte "47 Sendikacılığı" olarak
nitelenen Türk-lş geleneğinden köklü
bir kopuşun ve hesaplaşmanın yaşandığından söz etmemiz mümkün
değildir. DİSK'in örgütlenişi böylesi bir
köklü kopuşun sonucu oluşmamıştır.
DİSK yeni bir sendikal anlayışın
temsilcisi olmaktan çok Türk-lş'e göre
daha ısrarlı ve sonuç alıcı ücret
mücadelelerinde ortaya konan militan
bir sendikacılıkla işçileri kendisine
çekti.
İşçiler DİSK'in başında yer alan
"devrimci" kavramının DİSK tarafından
nasıl
anlaşıldığını
sorgulamadan,
böylesi bir ihtiyaç duymadan TürkIş'in uzlaşmacı; teslimiyetçi sendikal
anlayışına duydukları tepkiyle geçtiler
DİSK'e.
DİSK'in ilk yıiları özel sektöre ait
işyerlerinde direniş ve grevlerle, yoğun
bir mücadele içerisinde geçti. Bu
mücadele içerisinde DİSK, bir yandan
Türk-lş'in bir kaç katı ücret artışları alarak
işçilerin
gözündeki
itibarını
güçlendirirken, bir yandan da solun
hemen hemen her kesiminin sempatisini
ve desteğini alıyordu. Kazandığı bu
toplumsal itibar, yükselen her yerel,
kendiliğindenci işçi hareketliliği-
birlikte Türkiye tarihinin en
büyük işçi grevi başladı. Tarım
işçilerinin peşinden diğer
işkollannın da peş peşe greve
çıkmasıyla tik bir haftada grevci
işçi sayısı 60 bini buldu.
Bütün tarihi boyunca
devletle birlikte, uyum
içerisinde olmayı, devletle
çatışmamayı ilke edinmiş olan
Türk- iş yöneticileri bir yandan
meydanlarda yağıp gürlerken,
diğer yandan da grevlerin bir
an önce bitirilmesi için el
altından siyasi İktidarın
temsilcilerine haberler yolluyor,
en kısa zamanda bu işten
sıyrılmanın hesaplarını
yapıyordu. Siyasi iktidar Türkİş yöneticilerinin yalvarmalarına
kulaklarını tıkayarak daha fazla
zam veremeyeceğini grevde
maaş ödemedikleri için karlı
olduklarını söylüyorlardı.
İşçilerin her ileriye atılışlarını
sarı sendikacılar engellemeye
çalıştılar. İşçilerin her geçen
gün kararlılıkları artarken,
sendikacılar da hükümetle
uzlaşabilmek için her yolu
deniyor, bir yandan da işçilerin
baskıları sonucu ister istemez
yeni yeni eylem kararlan almak
zorunda kalıyor, siyasi parti
temsilcilerine bir an önce bu işi
bitirin yoksa doğacak sonuçları
biz bile engelleyemeyiz diyerek
sözleşmelerden ve işçilerin
baskısından bir an önce
kurtulmak için yalvarıyorlardı.
Bu benzeri görülmedik
uzlaşmacılık karşısında bile
işçiler her şeye karşın büyük
umutlarla Ankara'ya yürüdüler.
Ve Türkiye tarihinde iik kez bir
hükümetin yıkılmasını
sağlayan işçiler, kurulması
düşünülen bir savaş
hükümetinin de güvenoyu
almasını engelleyerek daha
doğmadan mezara, ölümüne
neden oldular.
İşçi sınıfı elde ettiği
kazanımlarla zafere doğru
ilerlerken sendika ağalarının
ihanetiyle karşılaştılar. Türk-İş
yönetimi imza yetkisi olmayan
ve içeriğini hiç kimsenin tam
olarak bilmediği bir sözleşmeyi
kabul ederek kamu işçilerinin
istediğinin çok gerisinde, sonuç
almaya çok yaklaştıkları bir
noktada grevleri bitirerek
işçilere işbaşı yapmaları çağrısı
yaptılar.
Kamu işçilerinin büyük grevi
işçilerin istediği kazanımların
çok gerisinde bitmesine
rağmen, İşçilerin kendi gücünü
görüp tanıması gücünün
farkına varması açısından
önemli kazanımlar sağlamıştır.
nin yüzünü DİSK'e çevirmesini de sağladı. Bu
süreçte işçiler DİSK'e katılmak için direnişler,
fabrika işgalleri düzenlediler, büyük çatışmaları göze aldılar.
DİSK 1967-71 yılları arasında politik olarak
TİP'i destekledi. DİSK, kurucularından Kemal
Nebioğlu ve Rıza Kuas 1965 seçimlerinde
TİP'ten milletvekili seçilerek parlamentoya girdiler. Rıza Kuas 1969'da yeniden milletvekili
seçildi. DİSK 1969 genel seçimlerinde ve ara
seçimlerde TİP'e oy verilmesi çağrısında bulundu. 1969'da radyodan TİP lehine konuşma
yapanların içerisinde DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler de vardı.
Bütün bu görüntülere rağmen DİSK ile TİP
arasında kurulması gereken ilişkiler hiçbir zaman kurulamadı. DİSK yöneticilerinin kendilerini siyasal yapılanmalardan bilerek uzak tutmalarından dolayıdır ki; siyasal bir partinin
içinde yeraimalarına karşı hiçbir zaman tam
bir siyasal kişilik sergileyemediler. Onlar için
ilk önce sendikacılık önemliydi. İşte bu nedenledir ki DİSK'in içerisinde hemen hemen hiçbir
siyasal yapının çalışma yapmasını istemediler,
yapmak isteyenlere de engel oldular, lleriki süreçte TİP'in kapatılması ile iyice özgürleşerek
bağımsızlaştılar. Artık üzerlerinde hiçbir ideolojik baskı kalmamıştı.
1970, 15-16 Haziran DİSK için tam bir dönemeç oldu. AP iktidarı hazırladığı bir yasa
taslağıyla var oian sendikal hakları budamayı
amaçlıyordu. Bu taslağa daha sonra DİSK genel başkanı olan Abdullah Baştürk'ün de bulunduğu Türk-lş'li parlamenterler de destek
verdiler.
Sendikal hak ve özgürlüklerine yapılan saldırıyı engelleme amacıyla 15-16 Haziran'da
onbinlerce işçi alanlara doldu. Sokak sokak
barikatlarda çatışan işçiler haklarını korumaya
çalışırken DİSK Genel Başkanı radyodan işçilere seslenerek eylemlere son vermelerini ,
aralarında bulunan ve işçilerle omuz omuza
çarpışan devrimcilere kanmamaları çağrısı
yaptı. Kemal Türkler radyodan şöyle sesleniyordu; "Girişilen tahripkar eylemle ilgimiz olmadığını içişleri bakanına söyledik. Ve kesinlikle bu tahripkar eylemleri tasvip etmediğimizi
bildirdik. Ayrıca işçilerden kötü cereyanlara
(devrimcilere) alet olmamalarını istedik." Böylece DİSK işçiler ve devrimcilerle arasına büyük bir mesafe koymuş ve düzenin artık iyice
dümen suyuna girmişti.
DİSK yöneticileri 12 Mart faşist cuntasının
hemen ertesinde yaptıkları açıklamayla şöyle
diyorlardı; "İşçi sınıfımızın devrimci kesiminde
büyük bir ferahlık", yarattığından söz ederek,
DİSK'in Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yanında olduğunu" "kıvançla" belirtiyorlardı.
DİSK'i kuran sendikacılar, işçileri düzene
karşı seferber etme diye bir sorumluluğu
hiçbir zaman duymadılar. Onlar gelişen tüm
olaylara sendikal bir kafa yapısıyla yaklaştılar.
Onların DİSK içerisinde yer almaları bu niteliklekini değiştirmiyordu. Onların TİP içerisinde
özerk bir konumları vardı. Ve bu konumlarını
da asla bozmak istemediler.
DİSK yöneticileri böylece Türk-lş'in yarattığı "partilerüstü" politikanın bir benzerini TİP
içerisinde yarattılar. Bu tutumları İle devrimcilerle işçi sınıfının ilişki kurmasını engellerlerken, bu tutumları 12 Mart faşizmini hasar almadan atlatmalarını sağladı.
12 Mart öncesi devrimcilerin propaganda
ve eylemlerinden etkilenen geniş halk yığınları
darbecilerin destek bulmalarını engelleyen en
büyük etken oldu. Bu dönem siyasal yapılanmaların darbeler yiyerek dağılmalarından dola-
yı, emekten yana ve düzeni yıkma perspektifinden uzak sosyal demokrasinin atılımının zeminini oluşturdu.
DİSK'in CHP'lileşmesi olarak adlandırılan
sürecin başlangıcı da bu döneme denk düşmektedir. DİSK'li sendikacıların siyasal yapılarla bağlarının iyice zayıflaması, hatta tamamen kopması onların 12 Mart sonrası gelişen
sosyal demokrasinin rüzgarlarından etkilenmesinin ve daha gerilere gitmesinin nedeni
oluyordu. CHP'nin sosyal demokrat bir kimlikle
yaptığı çıkış artık DİSK yöneticilerini iyice
etkisi altına almıştı. DİSK 1973 seçimlerinde
CHP'ye oy verilmesi çağrısı yaptı. 1974'te
sosyal demokrat nitelikli sendikaların da Türkiş'ten koparak DİSK'e katılmaları başladı. Bu
dönem, DİSK'in tarihinde TSİP, TİP gibi partilerle ilişkilerin tamamen koptuğu ve "barış, demokrasi, ve toplumsal ilerleme" sloganıyla
kendisini ifade eden, yer yer CHP kimliğinin
arkasına gizlenerek ve CHP ile hassas dengeler gözetilerek geliştirilen bir "TKP etkinliği dönemi" başladı. Bir süre sonra "barış, demokrasi
ve toplumsal ilerleme" sloganını Genelbaşkan Kemal Türkler de kullanmaya başladı. Yine bu dönemde KSD, DY ve diğer anlayışların
DİSK içerisinden dışlandığı görülüyor. 1977'de
Kemal Türkler ve ekibi seçimleri kaybetti.
1974'te DİSK'e katılan Genel-lş Genelbaşkanı
Abdullah Baştürk DİSK Genelbaşkanlığına seçildi. DİSK içerisinde CHP'lileşme süreci hızlanarak bu dönemde iyice pekiştirildi.
Sendikal alanda sınıfın ve mücadelenin örgütlenmesinde DİSK esas olarak Türk-iş'ten
devraldığı geleneklerin sürdürücüsü oldu. Bir
taraftan atamayla geien ya da vakti gelince
"vekalet almakla" yetinen sendikacılar, diğer
yanda ise sadece mücadele sürecinin sonucu
ile ilgilenen işçilerden oluşan sendikal anlayış
bir türlü kırılamadı.
Bu işleyiş içerisinde "vekalet ettiği" işçileri
daha büyük bir kararlılıkla, daha dürüstçe savunan ve onları memnun eden DİSK'li sendikalar uzlaşmacı sarı Türk-lş'li sendikacılar karşısında elbetteki daha onurlu bir konumdaydılar.
Yukarıda saymaya çalıştığımız olumsuzlukların nedenlerinden en önemlisi "tabanın söz
ve karar sahibi" olma ilkesinin DİSK'in örgütlenme ve mücadele tarzına damgasını vura60'lı yılların sonunda işçi sınıfı hareketliliğindeki genel yükselişle yığınsallaşan DİSK,
bütün eksikliklerine rağmen sendikal mücadelede bir atılımı, canlı ve gelişmekte olanı temsil
ediyordu. DİSK bu eksikliklerini tabandan gelen sağlıklı bir dinamizmle aşabilirdi ancak bu
gerçekleşmedi. 70'li yılların sonuna gelindiğinde bu canlılığı yakalayamadığı, dönüşemediği
içindir ki tıkandı. Bu tıkanıklık işçi sınıfını ve
devrimci yapıları bağımsız sendikalar kurma
ve DİSK içerisinde muhalefet platformları örgütlemeye kadar götürdü.
DİSK 12 Eylül 1980 Askeri cuntasını böylesi
bir tıkanıklık ve geriye doğru savruluşla karşıladı.
DİSK'in adının başında devrimcilik vardı.
Ancak İşçi sınıfının bu anlayışta (devrimci) bir
sendikal mücadele istemine gerektiği gibi cevap veremedi. DİSK tabanda süren direnişleri
hep sağa çekmenin hesaplarını yaptı. İşçilerin
tepkilerini yumuşatma çabasını güttü. DİSK'in
tek olumlu yönü işçilerin ekonomik anlamda,
onları nispi olarak doyuma ulaştıracak bir toplu sözleşme mücadelesi vermesiydi. Reformist, revizyonist anlayış DİSK'in, TÜRK-IŞ'ten
yeterli mesafede uzaklaşmasının en büyük en-
24 ŞUBAT: Havaş grevi 2300 işçi ile başlayan grevi Türkİş hiçbir aşamasında desteklemedi.
16 M ART: Yozgat'ın Sorgun ilçesinde ,Matsan Maden
Ocağı'nda meydana gelen göçükte 38 işçi hayatını kaybetti.
17 NİSAN: Gülen Boya olarak adını duyuran Polisan'da
Petrol- İş Sendikası greve çıktı. Grev hala devam ediyor.
30 NİSAN: İşçiler tarafından Mezarda Emeklilik anlamına
gelen yasa tasarısını işçiler İzmir'de düzenledikleri bir mitingle
protesto ettiler.
1 MAYIS: 1 Mayıs kutlamaları başta istanbul olmak üzere
İzmir, Mersin, Adana, Ankara ve diğer illerde büyük bir
coşkuyla kutlandı. İstanbul'daki kutlamalarda 100 bini aşkın işçi
ve emekçi Kadıköy meydanını adeta bayrak ve pankartlarıyla
kızıla boyadılar, polis bazı grupları ararken, devrimci İşçilerin ve
emekçi halkın kortejine dokunmaya cesaret edemedi.
16 MAYIS: Hava-İş Gene!
Başkanı Atilay Ayçin Terörle
Mücadele Yasası'na muhalefetten
tutuklanarak cezaevine kondu. 21
MAYIS: Rize'de Mezarda Emeklilik Yasası pretesto edildi.
2 HAZİRAN: Şişli Belediyesi'nden 363 işçi işten atıldı.
Atılan işçileri desteklemek için işçilerin hepsi iş bıraktılar.
14 HAZİRAN: Eminönü Belediyesi'nden 265 İşçi bayramda
mesaiye kalmadıkları gerekçesiyle işçi düşmanı Ahmet
ÇETİNSAYA tarafından işten atıldı, işten atılan işçiler
belediyenin önünde direnişe başladılar.
17 HAZİRAN: Atilay Ayçin'den sonra Tüm Sağlık-Sen
Genel Başkanı Fevzi Gerçek'in de cezası kesinleşti.
3 TEMMUZ: Emekliler Sendikası kuruldu, sendika DİSK'e
katıldı.
5 TEMMUZ: Toplu sözleşme görüşmeleri uzayan kamu
işçileri ilk uyarı eylemlerini yaptılar. 22 Petrol- İş 22 bin 775
işçiyle pasif direniş başlattı.
7 TEMMUZ: Polisan işçilerine jandarma saldırdı. Çok sayıda
işçi yaralanarak gözaltına alındı, jandarma tarafından tehdit
edilen işçiler daha sonra serbest bırakıldılar.
10 TEMMUZ: Adana AKPAŞ'ta 35 gün süren işçilerin
direnişi kazanımla sona erdi.
12 TEMMUZ: Türk- İş Başkanlar Kurulu hükümetin 4,4'lük
zam teklifini yakarak eylem kararı aldı.
21 TEMMUZ: Kamu işçileri ve özel kesimde çalışan işçiler,
servis araçlarına binmeyerek işlerine yürüyerek gittiler.
23 TEMMUZ: İzmir ambarlarında çalışan 27 işçi işten atıldı.
25 TEMMUZ: İzmir ambarlarda işçilere polis saldırdı.
26 TEMMUZ: Tüm Haber-Sen Sendikası Yargıtay kararıyla
kapatıldı.
geliydi.
12 Eylül'ü bu anlayışın hakimiyetinde karşıladı. DİSK ve dolayısıyla Sıkıyönetim mahkemelerinin kapılarının yoluna suçluluk psikolojisi
içinde kendi ayaklarıyla dizildiler.
DİSK yöneticileri gerek cezaevi, gerekse de
mahkeme salonlarında işçi sınıfına ve onun
sendikal önderlerine yakışan tavrın çok uzağındaydılar. Tek tip elbise giymekten tutun,
saçlarını dipten kazıtmaya kadar faşist cuntanın yaptırımlarına karşı çıkmazken, ezilmiş, yenilmiş bir psikoloji ile çıktılar sıkıyönetim mahkemelerindeki yargıçların karşılarına.
12 Eylül sonrası işçiler mitinglerde, gösterilerde, saion toplantılarında, "DİSK açılsın",
"malvarlığı iade edilsin", derken DİSK yöneticileri bu sesleri duymuyorlardı bile.
Ne zaman ki mahkeme beraat karan verdi,
o zaman ortaya çıktılar. 12 Eyfül'deki teslim olmuşluk psikolojisini de elbetteki beraberlerinde getirdiler. DİSK yöneticileri her geçen gün
ekonomik-demokratik, siyasal anlamda yoğunlaşan işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin sorunlarına eğilecekleri yerde, "yeni dünya
düzeni"nin ağzından konuşmaya başlayarak
"Çağdaş Sendikacılıktan bahsetmeye başladılar. DİSK'in çağdaş sendikacılık anlayışının
altında yatan görüş şuydu; "Değişen yeni dünya
düzeninde sınıflararası çelişkiler değişmiştir.
Bir sınıfın, diğer sınıfla dövüşmesi yerine
uzlaşarak bir arada yaşamak gerekir." DİSK
yöneticileri devrimcilikten artık bunu anlıyorlardı. Uzlaşmacılık ve icazetçilik.
İşçi sınıfı DİSK açıldığında gerçekten adında yer aldığı gibi devrimci bir DİSK olmak istiyorsa, önceki DİSK'i aşacak politikalar üretmeli, tabanın sesine kulak vermeli, işçilerle bütünleşmeli diyordu.
Böyle olacağı yerde DİSK "Çağdaş", "icazetçi" bir anlayış ve bu anlayışa uygun pratik
İle eski DİSK'ten de çok gerilere gitti.
DİSK yöneticileri sınıf mücadelesini örgütlemek, işçilerin sorunlarına sahip çıkmak yerine, işçilerin aidatlarından oluşan DİSK'in parasıntn ve malvarlığının üzerine oturmanın kavgasını yaptılar.
12 Eylül sonrası dönem DİSK'in malvarlığının yağmalandığı, uzlaşmacılığın, teslimiyetin
kol gezdiği bir dönem değildi sadece. Bu dönem aynı zamanda DİSK'in yarattığı tüm olumlu değerlerin de yağmalandığı bir dönemdir.
12 Eylül öncesi DİSK bütün olumsuzluklarına rağmen, direnişlerde, grevlerde bünyesinde
barındırdığı sendikalarla ve işçilerle yanyana
olmuş, olmaya özen göstermiştir. Sendikalar
arası dayanışmanın ve yardımlaşmanın DİSK
içerisinde çok güzel örnekleri sergilenmiş, gerek ekonomik gerekse de fiili desteklerle grevler ve direnişler kazanımlarla sonuçlandırılabilmiştir.
Oysa bugünkü DİSK'e bağlı sendikalar bırakalım bir kenara sendikalar arası yardımlaşmayı, kendi üyelerinin yaptığı grevleri ve
direnişleri dahi desteklememişlerdir. Bunun en
somut örneği; Eminönü işçilerinin işçi kıyımına
karşı vermiş oldukları onur kavgasını Genel-iş
Genel Merkezi ve Genel Başkanı İsmail Hakkı
Önal çeşitli hesaplarla desteklememiştir. Kendi
üyesinin direnişini desteklemeyen bir sendikanın Genel Başkanı bugün DİSK Genel
Başkanlığına aday oluyor. Ne için? Sadece
koltuk ve kariyer hırsı için.
11 AĞUSTOS: Sunteks'te çalışan 6oo işçi kötü çalışma
koşullarının düzeltilmesi için vizite eylemi yaptılar.
13 AĞUSTOS: Erdemir işçileri sendikal rekabeti protesto
etmek için eşleri ve çocuklarıyla birlikte eylem yaptılar,
15 AĞUSTOS : Eminönü Belediyesi'nden atılan işçilerin
geri dönebilmeleri için başta DİSK Genel-İş 7 No'lu Şube
başkanı Erol Ekici olmak üzere ölüm orucuna başladılar.
20 AĞUSTOS: Kocaeli Sendikalar Birliği ekmek zammını
protesto etmek için gösteri yaptılar.
22 AĞUSTOS: İzmir'de tekel çalışanları toplu iş
sözleşmesi için gösteri yaptılar.
23 AĞUSTOS: Poiisan işçileri gözaltına alındılar.
27 AĞUSTOS: TÜMTİS Sendikası'na üye oldukları için işten
atılan ve işyerinin Önünde direnen Retrans işçilerinin üzerine
taşeronun adamları olan faşist çeteler tarafından âteş açıldı.
Neden Olağanüstü
Genel Kurul
Bugüne kadar olumlulukları ve olumsuzluklarıyla sendikal alanda yer alan DİSK, içinde
bulunduğu başta ekonomik krizi aşamadığı
için olağanüstü kongreye gidiyor. DİSK
içerisinde yer alan ve diğer sendikalara göre
ekonomik yönden güçlü olan sendikalar
DİSK'e maddi katkıda bulunmuyorlar. DİSK'in
Konfederasyon olması nedeniyle aidat alacak
ve giderlerini karşılayacak üyeye sahip değil.
Konfederasyonun geliri üyesi olan sendikaların
DİSK'e vermiş oldukları aidatlarla sınırlı. Bunların DİSK'e yapmaları gereken ödentileri yapmamaları üzerine DİSK ekonomik yönden
zorunlu harcamalarını dahi karşılayamamaktadır.
Bu nedenle Olağanüstü Genel Kurul
DİSK'in sorunlarının tartışılacağı, en azından
geçici de olsa çözümler aranacağı bir genel
kurul olacaktır. Bu arada ayağının altındaki
koltuğun kaydığını gören Genel-İş sendikası
genel başkam İsmail Hakkı Ona! gibi
kaşarlanmış asalaklarda DİSK genel
başkanlığını kendisi için daha güvenli bir
mekan
gördüğünden
başkanlığa
sıçrayabil menin hesabını yapıyor.*
Nak Kargo İşçileri
"Hakkımızı Alıncaya Dek Direneceğiz"
Türk-İş'e bağlı TÜMTİS sendikasına üye olan İzmir NAK-Kargo'da çalışan 40 işçi 4 Aralık'ta işten
Çıkarıldı izmir Taşra Ambar işverenlerinden 9"unun işyerlerini Çamdibine taşıyarak işçiler tazminatsız
bir şekilde işten çıkarıldı. Amaç işyerindeki sendikal örgütlenmeyi önlemek ve çıkarıian işçiler yerine
sigortasız, kaçak taşeron işçilerini çalıştırmaktı. Böyle bir haksızlığa karşı işçiler 4 Araiık'îa direnişe
geçince polis ve faşistler tarafından saldırıya uğradılar. 26 Arailk'ta TÜMTİS Genel Başkanı Sabri
Topçu'nun da katıldığı basın açıklamasına polisin tekrar saldırması işçilere geri adım attırmadı.
2 Ocak'ta Çamdibindeki İşyerine gelen direnişteki işçiler, burada da polisin saldırısıyla karşılaştılar.
Çamdibi polis karakolu komiseri Salim Kesen işçilere tehditler yağdırmaya başladı. İşverenin işlediği
bu suç yasalarda açık olmasına rağmen, yasaları çiğneyenlere müdahalede bulunması gereken polis,
haksızlığa uğrayıp zor duruma düşürülen işçilere küfür edip coplaria saldırdı. Saldırı sırasında Ömer
Açıkalın, Mehmet Subaşı, Ali Güner ve Nuri Külçeker adlı işçiler yaralandı.
Saldırıyı protesto etmek amacıyla 3 Ocak'ta Konak'da TÜMTIS Genel Başkant Sabri Topçu'nun da
katıldığı bir basın açıklaması yapıldı. Açıklamada
"Geçimlerini çalışarak emek sarfederek kazanan işçiler, sermayenin işten çıkarma, kazanılmış
haklarını gaspetme ve emek düşmanlarının üzerine saldırmalarının yanısıra polislerin cop ve
sopasına maruz kalıyorlar.
Sendikaları, işçi ve kamu çaiışanlarını, emekten yana olan tüm güçleri, benzer saldırıların yarın
kendilerine de yöneleceği gerçeğinden hareketle işverenlerle polisin bu ortak saldırılarına karşı
üyelerimiz ve sendikamızla dayanışma içinde olmaya çağırıyorum. Basın açıklamaları, protesto faxları
ve fiili desteklerin sınıf dayanışması için gerekli olduğuna inanıyor. Saldırılara karşı haklarımızı
koruma mücadelesinden geri durmayacağımızı bir kez daha belirtiyoruz" denildi.
8 EYLÜL: Tarım-İş Ankara'da ilk grevi başlattı.
20 EYLÜL: Kamu grevleri başladı, 160 bin işçi greve
çıktı.
26 EYLÜL: Türk-iş Başkanlar Kurulu 7 Ekim'de miting
kararı aldı , 3 Ekim'de yürüyüş kararını erteledi.
13 EKİM: Kamu işçilerinin grevi devam ederken hükümetle
anlaşan Haber-İş Sendikası ihanet ederek toplu sözleşme
imzaladı.
15 EKİM: Türk-İş'in düzenlediği Kızılay mitingine 250 bin
işçi katıldı.
17 EKİM: Tarım -İş, Ağaç-İş, Selüloz-İş, Türk-Metal,
Basın-İş, Liman-İş, Demiryol-İş, Şeker-İş sendikalarının
grevleri Bakanlar Kurulu kararıyla ertelendi.
19 EKİM : Türk-İş grevleri ertelenen işçilerin İşbaşı
yaparak çalışmalarına karar verdi.
26 EKİM: Türk-İş tarihinin en büyük ihanetini gerçekleştirdi.
600 bin kamu İşçisi adına sürdürdüğü toplu sözleşme
görüşmelerini hükümetle anlaşarak bitirdi.
11 KASIM: İskenderun Belediyesi'nde çalışan 747 işçi
maaşlarının ve sosyal haklarının ödenmemesi üzerine bir
protesto yürüyüşü düzenlediler.
20 KASIM: Merter Keresteciler Sitesi'nde bulunan
Samteks'te 40 işçinin işten atılması üzerine direnişe geçen
işçiler 10 gün boyunca tüm engellemelere karşı fabrika
önünde direniş yaptılar.
4 ARALIK : İzmir Ambarlar Sitesi'nde çalışan TÜMTİS
Sendikası'na üye 40 işçi işten atıldı.İşçiler MHP'li faşistlerin ve
polisin tüm saldırılarına rağmen direnişlerini sürdürüyorlar.
8 ARALIK: Mevsimlik işçiler Türk-İş Genel Merkezi'nde
açlık grevine başladılar.
9 ARALIK: Türk-İş Kongresinde sınıf sendikacılığı
tavrıyla bir araya gelen ve hiçbir listeyi desteklemeyecekleri
ni açıklayan Hava-iş, TÜMTİS ve Liman-İş sendikaları "İşçi
Sınıfına ve Türk-İş Delagasyonuna" başlıklı bir deklarasyon
yayınladılar.
11 ARALIK: Türk-İş Genel Merkezi'nde açlık grevinde olan
mevsimlik işçiler polis zoruyla dışarıya atıldılar. Özelleştirme
kapsamına alınan ve sendikacıların kurduğu GESTAŞ adlı
şirkete 49 yıllığına kiralanan Türkiye Gemi Sanayii'ne ait
tersanelerin özelleştirilmesinin iptali için mahkemeye
başvurdular.
Tüm Yargı-Sen
Faşizmin Saldırılarına Karşı
Tepkilerini Yükseltmelidir
üm Yargı-Sen yargı
işkolunda çalışan
emekçilerin sendikal
örgütlenmesidir.
Gardiyanlar bu
işkolunda çalışanların
çoğunluğunu oluşturdukları gibi,
Tüm Yargı-Sen'in üyelerinin
çoğunluğunu
oluşturmaktadırlar. Kamu
emekçilerinin 6 yıllık sendikal
hak alma mücadelesinde Tüm
Yargı-Sen'in katkısı, bu
işkolundaki örgütlenmesinin
durumu tartışmalıdır. Bu süreç
içerisinde mücadelede hep
edilgen ve pasif kalmıştır.
Zaman zaman yapılan basın
açıklamalarının dışında kamu
emekçilerinin genel eylemliliklerine katılımını sağlayan bir
pratik izlemiştir. Bu yanıyla Tüm
Yargı-Sen sedikal mücadede
varlığını bu güne kadar pek
gösterememiştir.
Süreç değişmiştir.
Ülkemizde devrim mücadelesi,
hak alma mücadelesi
yükselmiştir. Buna karşın faşist
devletin saldınlann da artış
yaşanmış, işkenceler,
katliamlar, tutsaklıklar
boyutlanmıştır. Egemen
güçlerin tek politikası olan
baskı, zor, şiddet.
cezaevlerinde uygulanan
politikadır. Katledip
öldüremediği devrimci,
demokrat, aydın ve yurtseverleri
cezaevlerine dolduran devlet;
burada testim almayı denemiş,
başaramadığında İşkence ve
katliamlarını cezaevlerinde de
arttırarak devrimci tutsakları
imhaya yönelmiştir. Devletin
azgın saldırıları karşısında,
devrimci kimliğine direnerek
sahip çıkanların yanında
demokratik kurumlara,
sendikalara düşen görev de
direnen özgür tutsaklann
yanında olmaktır. Cezaevlerinde
son yaşanan saldınlarla birlikte
tüm onurlu insanlara düşen
görev ve sorumluluklar
artmıştır. Cezaevlerinde çalışan
gardiyanların örgütlü gücü olan
veya bunu hedefleyen Tüm
Yargı-Sen'in cezaevlerine
yönelik saldırılarda daha fazla
duyarlı olması gerekirken, görev
ve sorumlulukları da bu oranda
büyüktür.
Gardiyanlar her süreçte
faşist devletin cezaevlerinde
uyguladığı saldırı politikasının ya
bizzat uygulayıcısı ya da
tanıkları olmuşlardır. Devlet
cezaevlerinde asker, polis gibi
kolluk güçlerinin yanında
gardiyanları da yedek gücü
olarak kullanmıştır. Son süreçte
Buca, Ümraniye Cezaevlerinde
yaşanan saldırılar, bunun en
açık göstergesidir. Devlet
Buca'da askeri, polisi, özel
timleriye bombalar ve silahlarla
katliam yapmıştır. Üç devrimci
tutsağı katlederken, onlarcasını
yaralamıştır. Ümraniye'de ise
asker ve polisin katıldığı
katliamda üç devrimci tutsak
katledilirken yine onlarcası
yaralanmıştır. Bu tür
katliamlarda gardiyanlar da
faşist, katil kolluk güçlen gibi
devrimci tutsaklara
saldırabilmişlerdir. Asker, polis,
özel tim bombalarla ve silahlarla
vahşice saldırmış, tutsaklara
baygın haldeyken maltaya kan
revan içinde atılmışlardır. İşte
gardiyanlar burada faşizmin
kolluk güçleri gibi devrimci
tutsaklara saldırarak faşist
devletin cephesinde yer
almışlardır. Devletin
gardiyanlara biçtiği misyondan
daha fazlasını yerine getiren
gardiyanlar bütün bu suçlara
ortak olmuşlardır.
Gardiyanlar faşist devletin
yanında olmamalıdırlar.
Gardiyanlar geldikleri sınıf
kökenleriyle, bugün içinde
bulundukları sosyal-ekonomik
yaşam standartlarıyla emekçi
kesim içinde yer
almaktadırlar. Emekçiler faşist
devletin değil, halkın,
devrimcilerin yanında yer
almalıdırlar. Çünkü sınıfsal
çıkarları bunu gerektirir. Ekmek
parası için hiç bir onurlu insan
halk düşmanlarının yanında yer
alamaz. "Emir kuluyum, bana
saldır dediler, işimi
kaybetmemek için yaptım" diye
bir gerekçe onurlu emekçilerin
sarılacağı da! olamaz.
İşkenceciler katiller yani
polislerde sıkıştıklarında can
korkusuyla "ekmek parası İçin
yaptım" demektedirler. Hiç
kimse hiç bir gerekçeyle halka
ve devrimcilere karşı faşist
devletin saflarında yer alamaz,
evine katliamlardan
işkencelerden kazandığı
parayla ekmek götürme
onursuzluğunu
göstermemelidir.
Cezaevlerine konularak,
devrim mücadelesinden
kopartılan devrimci tutsaklar her
süreçte faşizmin zindanlarında
direniş bayrağını
yükseltmişlerdir. Vatanın
bağımsızlığı, halkının emeği
özgürlüğü, kurtuluşu için
savaşan devrimcileri katletmek,
İşkence yapmak, cezaevlerine
kapatmak yeterli olmamıştır.
Devrimci tutsakları teslim almak
ve devrime, halka İhanet etmesi
için cezaevlerinde de işkence,
katliam faşizmin tek dayanağı
olmuştur. Faşist devletin hedefi,
halkın mücadelesinde öncü
olan devrimcileri
teslim alarak,
tüm halkı teslim
almak, suskun,
köle bir toplum
yaratmaktır.
Öncüleri teslim
alındığında halkı
teslim almak
Tüm Yargı-Sen edilgen pasif çizgiden hızla çıkmalı, geçmiş sürecini
sorgulamalı yeni sürece dana aktif, cüretli atak olarak girmelidir
daha kolay olacaktır. Buca
ve Ümraniye gelişen halk
mücadelesine gözdağı
vermektir. Ve sırada daha çok
cezaevi vardır. Bundan sonraki
süreçte cezaevlerinde faşist
devletin saldırıları artacak
katliamları boyutlanacaktır.
Faşizmin zindanlarındaki
saldın ve katliamlarına karşı
direnen devrimci tutsakların
direnişi destekleme, saldırılar
karşısında barikat olmak
insanların görevidir. Aydınlar,
sanatçılar, tüm demokratik
kurumlar ve sendikalar, onurlu,
namuslu tüm insanlar, direnen,
faşizme boyun eğmeyen devrimci
tutsakları sahiplenmeli, faşizmin
katliam
politikasını boşa çıkartmak için
mücadeleyi yükseltmelidir.
Buna karşı sesini çıkarmayan,
mücadele etmeyen, devrimci
tutsakları sahiplenmeyenler
faşizme güç veriyor,
katliamlarını onaylıyor demektir.
Evet; Tüm Yargı-Sen
Ümraniye Cezaevi'ne geçen ay
yapılan büyük (13 Aralık) saldırı
sonrası belli bir duyarlılıkla
saldırıyı kınadığını açıklamıştır.
Yapılan bu eylem mücadele
içinde küçük bir adımdır. Bu
anlamıyla olumluluktur. Ama
hiçbir şekilde yeterli değildir.
Tüm Yargı-Sen faşist devletin
cezaevlerine yönelik politikalar
karşısında iki görevle karşı
Eğitim Emekçilerinin mücadele tarihi
Osmanlı devletinin son döneminden
günümüze kadar yüzlerce baskı,
sürgün, işkence, infaz gibi baskıları
atlatarak, baskılara rağmen varlığını
sürdürerek gelmiştir.
Devletin kapatma tehditleri
bugün yeni ortaya çıkmış birşey
değildir. Devlet her zaman
mücadeleyi kontrol edemeyince zora
başvurmuştur. Zor'un kaynağın ise
sınıfsal kurumlanışından almıştır.
Zaman gelmiş, askerini, polisini,
zaman gelmiş mücadele sapkını
sözde sosyal-demokrat, "solcu"
bilcümle zevatları, zaman gelmiş
burjuva yasalarını kullanarak kamu
emekçilerinin mücadelesini
bastırmaya çalışmıştır. Bunda belirli
zamanlarda da başarıya ulaşmış,
mücadeleyi belirli kesitlerde
geriletmiş, durdurmuş ya da
yavaşlatmıştır. Ama bir gerçek
vardır ki dün olduğu gibi bugün de
değişmemiştir. Sınıfsız toplum
kurulana kadar da değişmeyecektir.
O da devrimci demokrat ve
ilericilerin, kısaca ezilen halkların
sınıfsız toplum mücadelesidir.
Burjuvazi dün olduğu gibi bugün de
bu mücadeleyi yok edememiştir, yannda
yok edemeyecektir.
Eğitim emekçileri de bu mücadelede
onurlu yerini almış, mücadele geleneğini her
türlü zora rağmen sürdürmüştür. Tarihindeki
ilk baskıyı Cemiyet-i Muallimin 31 Mart
ayaklanması sonucu derneklerinin
kapatılmasıyla görmüştür. Buna rağmen
eğitim emekçileri 1920-21 yıllarında ekonomik
karşıyadır. Birincisi, tüm
demokratik kurumlar,
sendikalarla beraber devrimci
tutsakları sahiplenmeli, saldırı
ve katliamlar karşısında
tepkilerini yükseltmelidirler.
İkinci görev ise cezaevlerinde
çalışan gardiyanların,
saldırılarda yeralmamaları
konusunda üyelerini uyarmalı,
saldırılarda yer alanları
yüreklilikle ihraç etmeli, teşhir
etmeli, suçlarını açıklamalıdır.
Bu yanıyla Tüm Yargı-Sen
edilgen pasif çizgiden hızla
Çıkmalı, geçmiş sürecini
sorgulamalı yeni sürece daha
aktif, cüretli atak olarak
girmelidir. *
Eğitim emekçileri sendikalarına yönelik
bu saldırıyı da boşa çıkartacaktır.
sorunlarına karşı devletin gösterdiği ilgisizliği
protesto ederek derslere girmemişlerdir.
Mücadele geleneklerine Türk Muallimler
Birliği, Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli
Federasyonu ile devam ettiren eğitim
emekçileri 1965 yılında TÖS'ü kurdular.
Türkiye Öğretmenler Sendikası ile dört büyük
eğitim yürüyüşü, devrimci eğitim
savaşı ve dört günlük öğretmen
boykotu gibi eylemlilikler
yapılarak eğitim emekçilerinin
meşru ve fiili mücadele tarihine
yeni sayfalar eklenmiştir.
12 Mart Askeri Darbesi'yle
TÖS kapatıldıktan sonra 1971
yılında mücadelesine T.Ö.B'ü
kurarak devam eden eğitim
emekçileri 1972 yılında TÖBDER'i kurarak ülkemizde antifaşist, anti emperyalist
mücadeleye yeni halkalar
kazandırarak, onlarca şehit,
sürgün, cezalara rağmen
yılmadan yoluna devam etmiştir.
Ve yine devlet 12 Eylül Faşist
Cuntası'yla eğitim emekçilerinin
mücadelesini durdurmaya çalıştı.
TÖB-DER'i kuşatmış, mal
varlıklarına el koymuş, üye ve
yöneticilerini yargılamış,
tutuklamış, işten çıkarmıştır. Bu
baskılarla mücadeleyi
durduracağını sanmıştır.
Bilmediği birşey vardır. Eğitim
emekçileri her baskıdan sonra
daha güçlü bir şekilde inatla
mücadelelerini devam
ettirmişlerdir. Bu kez örgütlenme
aracı olarak ABECE dergisi ve
Eğit-Der eğitim emekçilerinin
daha güçlü mücadeleleri için
temel basamaklar olmuştur.
Devlete rağmen sürdürülen
mücadele, "hak verilmez alınır",
"Haklıyız kazanacağız", "Toplu
sözleşme hakkımız grev
silahımız" şiarlarıyla Eğit-Sen ve
Eğitim-iş sendikalarını yaratmıştır.
Meşru ve fiili sendikal
anlayışla hareket edilerek ödenen
bedellere, sürgün ve cezalara
rağmen eğitim emekçileri
tarafından kurulan eğitim
emekçilerinin sendikalar, kitlelerin
varlıklarını sürdürme azmi ve
inancı sayesinde Türkiye'de yeni
bir süreci başlatmıştır. Ardı sıra
kamu emekçileri onlarca sendika
kurarak bu onurlu mücadelede
yerlerini almışlardır.
12 Eylül sonrası ise Eğitim
emekçilerinin onlarca insanla
başlattığı mücadele Eğitim Sen'in
kurulmasıyla yüzbinlere
ulaşmıştır. Bu sayı kamu
emekçilerinin tümünde
beşyüzbinlere varmıştır. Bu süreç
içerisinde şehitler verilmiş, büyük
Ankara yürüyüşleri, iş bırakmalar,
mitingler, çeşitli protesto
gösterileri ve tarihimizin en büyük
eylemlerinden biri olan Kızılay
eylemi devlete rağmen
gerçekleştirilmiştir.
Kamu emekçileri
mücadelelerini meşru temelde,
hak verilmez alınır şiarıyla devam
ettirirken devlette kendi zorunu
devreye sokmuştur. Önce
sendikal mücadeleyi yürütenleri
cezalandırmış, sürmüş,
tutuklamış ve önderlerini
öldürmüştür. Devletin ağır baskı
ve zoruna rağmen kamu
çalışanları mücadelelerini devam
ettirmişlerdir. Devlet bu sefer
mücedeleyi içeriden vurmayı
denemiş, mücadeleyi yasal
sınırlar içerisine çekecek yol ve
yöntemler geliştirmiştir. Bunda
başarıya ulaşsa da. Tamamen
kontrol edememiştir. Özellikle,
haberleşme işkolunda
özelleştirme uygulamalarına karşı
çıkan Tüm Haber-Sen, Belediye
ve sağlık işkolunda Bem-Sen ve
Sağlık-Sen devletin azgınca
saldırılarına hedef olmuş,
sendikalarından içeri giren herkes
yasa dışı örgüt üyesi ilan edilmiş,
ya tutuklanmış, ya da infazlara
uğramıştır.
Krizini aşmak, karlarına kar
katmak için PTT yi özelleştirmeyi
ön plana alan egemenler buradaki
dikensiz gül bahçesi istemine
uymayan Tüm Haber-Sen'i büyük
bir engel olarak görmüştür.
Kontrol altına alamadığı, sürgün
ve baskılarla mücadelelerini
durduramadığı Tüm Haber-Sen'i
son çare olarak kapatmıştır.
Bunun önce kararını verip sonra
kendi yasaları ve mahkemeleri
aracılığıyla onaylatmıştır.
Bu devletin ne ilk ne de son
zorudur. Devlet bu sefer kamu
emekçilerinin motor gücü
olduğunu düşündüğü en çok
üyeye sahip Eğitim-Sen'e
yönelmiştir.
Neden Eğitim-Sen'e
yönelmiştir. Çünkü;
Eğitim-Sen kamu
emekçilerinin motor gücü olmaya
aday bir sendikadır.
Eğitim-Sen en çok üyeye
sahip sendikadır.
Eğitim işkolu özelleştirilmek
istenen ve bunun işaretlerini
temizlik ve katkı payları, paralı
eğitim uygulamalan ile veren bir
alandır.
Eğitim-Sen devrimcidemokrat ilerici dinamikleri
barındıran, örgütlenme geleneği
olan bir sendikadır.
Eğitim-Sen yöneticilerinin
içinde bulunduğu ruh hali saldın
için en uygun durumdadır.
KESK'in birleşik gücünü durdurulabilmesi İçin Eğitim-Sen'in
başının ezilmesi gerekir.
Doğru önderliğin yapılmaması
nedeniyle sendikal mücadelede
ekonomik demokratik somut
kazanımlar sağlanmamıştır. Bu
nedenle üye kitlesinde sendikayı
sahiplenme bilinci en alt
düzeydedir.
Kuşkusuz bu nedenleri
artırmak mümkündür. Devletin bu
saldırısı Eğitim-Sen'le sınırlı
değildir. Dün Tüm Haber-Sen'le
başlayan bugün Eğitim-Sen'le
devam eden saldırı yarın tüm
sendikalara yönelecektir. Bu
nedenle tüm kamu emekçileri
işçiler, öğrenciler, veliler kısaca
ezilen insanların tümü birden bu
saldırıya karşı direnmelidirler. Tüm
Haber-Sen örneği dikkatle
incelenmeli, olumlu yanlar
geliştirilmeli, Olumsuz yanlardan
hızla kurtulunmalıdır.
Bu saldırıda devletin hesap
etmediği noktada budur.
Devrimci-demokratların sınıfsız
toplum yaratma inancı ve
kararlılığı, olmazı olur, yapılmayanı
yapılır, yıkılmayanı yıkılır kılmıştır.
Bu inanç ve karartılık EğitimSen'dekİ dinamiklerde vardır.
Haydi hep birlikte mücadeleyle
zafere P
Ankara'dan Eğitim-Sen
üyesi
bir Kurtuluş okuru
Uzlaşmacıları icazetçileri tanıdık 1995'te
1995 yılını, kamu emekçileri için derslerle dolu
diyebileceğimiz bir yılı daha geride bıraktık. '94
sonun da 20 Aralık'ta gerçekleştirdiğimiz iş
bırakma eylemiyle, gündemi uzunca bir süre meşgul
edebilecek bir pratikle atmıştık ilk adımı yeni yıla.
Gerçekleştirdiğimiz eylem öylesine bir kamuoyu yaratmıştı ki, eylemi duymayan, etkilenmeyen kalmamıştı. Krizleri her geçen gün derinleşen egemenler
eyleme katılan onbinlerce kamu emekçisine soruşturmalar açıp, cezalar yağdırırken, sendikal mücadelede
atılım yaptığımız günlerden bu yana uzlaşmacılıklannı,
icazetçiliklerini gizleyenler de sinsice hesaplar yapmaktaydılar bu sırada. Hesapları; yaratılan onca değerin üzerine oturmak, gerek sendikalarda gerekse
kurmayı planladıkları partilerinde bir koltuk kaparak
yerlerini sağlamlaştırmaktı. Elbette bunun için düzene
rüştlerini de ispatlamaları gerekiyordu. Ve ne gerekiyorsa da yaptılar yıl boyunca.
25-26 Şubat'ta gerçekleştirilen merkezi kurultayda baş köşeye oturttukları B. Merali devrimci sendikacılara karşı öylesine savundular ki, TÜRK-IŞ'in 'tarih yazdığını" ifade edenler bile vardı. Evet TÜRK-İŞ
tarih yazmıştı ama uzlaşmacılığın ve ihanetin tarihini.
B. Meral'i savunanların tarih anlayışı buydu işte. Ve
bu kurultayda ne kadar "san olduklannın" gelecekte
TÜRK-IŞ'ten farklı olmayacaklannın mesajını verdiler.
Uzlaşmacılar gerçek yüzlerini kurultaydan iki hafta sonra gösterdiler. Gazi'de onlarca insanımız katledilir, dişe diş bir mücadele verirken, düzen Gazi ayaklanmasiyla sarsılırken bu uzlaşmacılar, verilmiş bir karara rağmen 18 ve 30-31 Mart eylemlerini erteleyerek
saflarını belirlediler, Devrimci sendikacıların Gazi'de
yaşananlardan dolayı katılamadıkları toplantıya gönderdikleri mesajda 18 Mart'ta eylemin gerçekleştirilmesi ve anti-faşist bir gösteriye dönüştürülmesi gerektiğini belirtmelerine rağmen devlete yaranmak isteyenler gerçekleşecek eyleme onbinlerce kişinin katılmasından, yaşanacak bir hesaplaşmadan en az
egemenlerin korktuğu kadar korku duydular. Bu nedenle utanmazca bir gerekçenin ardına sığınarak eylemi ertelediler. Gerekçelerini "yurtseverlik" diye duyurdular kamuoyuna ama aslında sevdikleri yurtlan
değil egemenler ve bu düzendi. Geleceklerini bu düzende görüyorlardı çünkü.
20 Nisan'da gerçekleştirilen eylemler ise 18 Mart
eyleminin ertelenmesinin yarattığı motivasyon yitimi,
20 Aralık sonrasında onbinlerce kamu emekçisine yönelik saldırıların, soruşturmaların etkisi ve uzlaşmacı,
icazetçi anlayışların eylemi geri bir noktaya çekme
çabalarıyla 20 Aralık'taki eylemin çok gerisinde kaldı.
Devlet kamu emekçileri mücadelesine egemen
olan bu uzlaşmacı anlayışlardan da cesaret alarak
saldırıları daha da boyutlandırdı. 20 Aralık eyleminden
dolayı açılan soruşturmalar sürerken yeni soruşturmalar başlatıldı. KÇSKK'nın buna karşı bir politika
belirlememesi devletin sendikaları kapatma
politikasını tekrar gündeme getirmesine neden oldu.
Gerçekleştirdikleri iş bırakma eylemleriyle, işkollarında işçilerle odaklaştırdıklan mücadeleleriyle kamu emekçileri cephesinde haklı bir yer edinen PTT
emekçilerinin sendikası Tüm Haber-Sen 24.5. 1995
tarihinde Yargıtay karanyla kapatıldı.
Kapatma kararına karşı Devrimci Mücadelede
Kamu Emekçilerinin getirdikleri; sokak eylemlerinden
işgallere kadar varan değişik öneriler ne KÇSKK ne
de Tüm Haber-Sen genel merkezi tarafından dikkate
alınmayarak görmezden gelindi. Süreç bir kaç basın
açıklaması ve günübirlik eylemlerle geçiştirildi.
Fakat bir yandan da varolan baskılardan,
ekonomik sıkıntılardan dolayı kamu emekçilerinde
büyük bir tepki de gelişmeye başladı. Yaşanan onca
olumsuzluğa, KÇSKK'nın bütün geriliğine karşı hakları için mücadeleden vazgeçmeyen kamu emekçileri
Kızılay Meydanı'nı yüz bin kişiyle işgal etti Haziran
ortasında. Ülkemiz tarihinde ilk kez gerçekleşen bu
eylem bütün görkemiyle iki gün sürdürüldü. Devlet
erkanının bütün tehditlerine, yayınlanan genelgelere
ve o güne kadar yaşadıkları soruşturmalara rağmen
kamu emekçilerinin Kızılay'a akması engellenememişti. Gel gelelim KÇSKK içindeki düzen yanlıları saflarını emekten değil sermayeden yana belirlemişlerdi.
Hatta bunu gizleme gereği bile duymamışlar, düzenin
temsilcilerine kır çiçekleri sunmuşlardı. Tüm emekçi
halkımıza ve kamu emekçilerine yönelik bütün saldırıların başsorumlusu Çillere "Güzelim Başbakan" sıfatını uygun görmüşlerdi. İşte, düzenin İçimizdeki uzantısı
olan bu zatlar sayesinde bir çok ilde kitlesel basın
açıklamalan ve yürüyüşlerle başlayarak, Kızılay Meydanı'nda yüzbinlerle doruğa ulaşan eylem süreci kamu emekçilerinin illerine dönerek gerçekleştirdikleri
ve hiç bir etkisi olmayan işbırakma, oturma ve
"suskunluk" eylemleriyle sessizliğe gömüldü.
Bundan sonra süreç tüzük kurultayı hazırlıkları dışında tam bir programsızlıkla, politikasızlıkla geçirildi.
Düzenin içimizdeki uzantılan bu süreçte yaşanan ve
hükümet arayışlannın da etkisiyle haftalarca gündemden düşmeyen işçi grevleri karşısında hiçbir bilinçli ve
süreklilik kazanan politika üretmedi. Mücadeleden
yana olanların ürettikleri politikalara ve önerilere
kayıtsız kalındı.
Artık yıllardır hayalini kurduklan gün yaklaşıyordu.
Tüzük kurultayına az bir süre kalmıştı. Konfederasyonu
kurarak tepesine çöreklenebileceklerdi. Kurultay
öncesindeki bu süreci çok iyi değerlendirmeliydiler,
Öyle de yaptılar. Bu süreci kapalı kapılar arkasında
yapılan pazarlıklarla delege avıyla geçirdiler. Kurultay
süresince devrimcileri susturmak, devrimci politikaların yayılmasını engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Bu sefer "konuk"ları işçi düşmanı B. Meral değil
halk düşmanı MHP'Ii bir faşistti. Ve binbir türlü ayak
oyunu sonucu KESK'i kurarak tepesine çöreklendiler.
KESK adına yapılan ilk açıklama ise yaklaşan
seçimlerde kamu emekçimerinin Emek, Barış, Özgürlük Blokunu destekleyecekleri oldu. KESK
tarafından ve 500 bin kamu emekçisi adına yapılan
bu açıklamadan kamu emekçilerinin haberi bile yoktu.
KESK yönetiminin tepeden aldığı bir karardı bu.
Yıllardır hedefledikleri koltukları ele geçirmişler artık
kendi bireysel ve grupsal hedefleri için kullanmaya
başlamışlardı.
İşte 95 yılı büyük dersler çıkartılacak halk ayaklanmalannın, derinişlerin, işçi, memur ve öğrenci eylemlerinin de etkisiyle halkın düzenden biraz daha
kopuşunu getirdi. Emek ve sermaye cephesinde saflaşmayı getirdi. Kamu emekçileri cephesinde de bu
saflaşma çok net bir şekilde açığa çıktı. Yıllardır kamu
emekçilerine dost görünenler, giderek saflarını
belirlediler. 95 yılı başında sarı sendikacıların tarih
yazdığından bahsedenler yıl sonunda artık netleşmişler
kurultaylarımıza eli kanlı MHP'yi dahi davet etmeye
başlamışlardır. İçimizde yaşanan bu saflaşma devrimcilerle yani düzene karşı olanlarla geleceğini düzende görenlerin saflaşmasını ortaya çıkardı..*
Kayıplar Bulunsun, Katiller Yargılansın
"Geçen akşam Vitar Araujo evine dönmedi"
"Bu gece daha kaç kişi evinden alınıp
sırtında bir dolu kurşun deliğiyle boş arsalara atılacak?"
"Daha kaçı ortadan kaybolmuş, yakılm/ş, yıkılmış olacak?"
"Terör gölgelerden çıkıp işini hallediyor
ve daha sonra yine karanlıklara gömülüyor,
Bir kadının kızarmış gözleri, boş bir sandalye, parçalanmış bir kapı, geri dönmeyecek
biri; Guatemala 1967, Arjantin 1977"
Düzgün Tekin 21 Ekim 1995 sabahı
çıkmıştı evden. Bir daha dönmedi. Dönemedi.
Fehmi Tosun 19 Ekim 1995 günü eşinin, çocuklarının gözleri önünde sivil polislerce kaçırıldı. Fehmi Tosun'dan o günden
sonra bir daha haber alınamadı. O da dönemedi evine...
Yakınları,
arkadaşları
aylardır
1995, Türkiye ve Dünya'da resmi
olarak "hoşgörü yılı" ilan edilmişti
Ama gözaltına alınıp bir daha izine rastlanılmayan tam 21? '
siyle bir 'kayıp yılı' oldu. Bir gece vakti evlerinden, işyeri ka
pısından, sokaktan alınıp götürülen 213 kişi bir daha dönemediler evlerine. Ormanlık alanlarda, yol kenarlarında bulunan cesetlere her geçen gün
yenileri eklenirken bir
buçuk yılda sadece
İstanbul Adli Tıp
morguna 295 kimligi belirlenemeyen ceset yığıldi.
"Şeref li Türk Ordu
madan öldürdükleri insanların kulaklarını
kop a rdılar ,
b uru nl arı nı
kes i p
gözlerini çıkardılar.
1995'te 243
köy
ölüyordu... Arjantin'de 1976 ortalarında
ölüm cezası Ceza Yasasına sokuldu. Ancak bu ülkede, her gün, davasız, hükümsüz
insanlar öldürülüyordu zaten. Çoğu cesetsiz ölülerdi bunlar. Şili'deki diktatörlük bu
başarılı yöntemi taklit etmekte gecikmedi. Tek bir kurşuna
dizme
olayı
tüm
dünyada bir skandal
yaratabilir ama binlerce
yitik insan her zaman
için kuşkunun yanında
kar kalır. Guatemala'da olduğu gibi cesetler lağım çukurlarında, tepelerde çürürken aileler ve arkadaşları hapisane hapisane kışla kışla boşuna dolaşıp dururlar. YOKETME TEKNİĞİ; ne bildirilmesi gereken tutuklular ne de uğraşılacak
kahramanlar var. Toprak insanları
yutuyor ve hükümet ellerini yıkıyor.
Ne kınanacak cinayetler ne de
yapılacak açıklamalar var. Her ölü bir
üzerinde
'KAYIP' yazan resimleriyle onları arıyor, onları
soruyor, onları isliyor devletten...
Kayıp;
Laboratuvar'dan Günlük
Yaşama
yaralanmadığı ve ölmediği çatışmalarda
çok kez ölüyor ve sonunda sana kalan
yalnızca bir dehşet ve belirsizlik bulutu."
daha
boşaltılırken
"1967, Guatemala'da resmi olarak "barış yılı"
ilan edilmişti. Ama Gualan bölgesinde kimse
balık avlayamıyordu. Çünkü ağlar balık
yerine insan bedenleri getiriyordu. Bugün, Plaia
Irmağının
kıyılarındaki
bataklık
insan
parçalarını geri veriyor. On yıl önce, Motagua
Irmağı'nın sularında cesetler görülüyor ya da
şafakla birlikte kıyılarda, yol kenarlarında
bulmuyordu: Bu çizgisiz yüzlerin kimlikleri
asla tesblt edilemezdi. Tehditleri kaçırma
olayları, saldırılar, işkenceler, suikastlar
yakılarak
Mardin,
"Kayıplar" gerek
ülkemizde
gerekse Latin
Amerika'daki
yeni-sömürge
ülkelerde ClA'nın
psikolojik savaş
yürütmedeki
araçlarından
biridir.
izliyordu, 'şanlı Guatemala Ordusu'yla
birlikte' işbaşında olduğunu ilan eden NOA
(Yeni Antikomünist Örgüt) düşmanlarının sol
ellerini kesip dillerini koparı-yordu. Polisle
birlikte çalışan MANO (Örgütlü Ulusal Antikomünist Hareket) lanetlileri kapılarına siyah
çarprazlar koyarak mimliyordu.
Bugün Arjantin'de, Cordoba'da, San Ro-gue
Gölü'nün dibinden taşlarla birlikte cesetler su
yüzüne çıkıyor. Tıpkı Guatemala köylülerinin,
Pacaya Yanardağı yakınlarında, çürümüş
cesetlerle, kemik yığını dolu bir gizli
mezarlığa rastlamaları gibi."
Derik'te
"lanetliler"
kapılarına kırmızı çarpı
işareti
mimlendiler.
su"nun askerleri, "kahraman polis"in Özel
timleri 95'te de işi paramiliter çetelere bırak-
■ "Gözaltında kaybetme" emperyalizmin Guatemala
gibi laboratuvar olarak kullandığı Latin Amerika ülkelerinde geliştirerek diğer yeni-sömürgelere ihraç ettiği bir özel
harp yöntemi. Kökleri Hitler'in "Gece ve Sis" kararnamesine dayanan kaybetme politikası Latin Amerika ülkelerinde uygulama içerisinde geliştirilip zenginleştirilerek
CIA ve Pentagon aracılığıyla ulusal-sosyal kurtuluş savaşları veren halklara karşı değişik yoğunluklarda kullanılmaya başlandı. "Gözaltında kaybetme bugün ulusalsosyal kurtuluş savaşlarının emperyalizm ve yerli oligarşiler için tehdit oluşturduğu Peru, Kolombiya, Türkiye ve
Kürdistan'da bu özel harp yöntemi yine değişik yoğunluklarda uygulanıyor.
konularak
Lice-Kulp-Genç üçgeninde, Sivrice-Maden hattında her gün bir kaç ceset buluyor
köylüler. Kırklareli'nde her hafta en az bir
ceset bulunuyor.
"Yoketme Tekniği";
Bir "Özel Harp"
Yöntemidir
"...Her günün değişmeyen haberleri:
Yüzleri siyah kukuletalarla örtülü sivil giysili
kişiler dört Ford Falconla geldiler. Hepsi
ağır silahlarla donanmıştı; itakalar.... Ekip
arabaları katliamdan bir saat sonra olay yerine vardılar. Hapisaneden çıkarılan mahkumlar "kaçmaya çalışırken" ordu raporlarına göre kendi taraflarından hiç kimsenin
Ülkemizde de benz_er haberler hiç değişmiyor. Beyaz bir Renault, siyah bir Kartal... Arabadan inen dört kişi... Gözleri bağlanarak kaçırılan insanlar... Bizde siyah kukuletalara ihtiyaç duymuyor katiller... Hapisanelerden tutsaklar çıkarılıp "kaçmaya çalışırken" mizanseni yerine "cezaevindeki isyan (!)" bastırılırken katlediliyor insanlarımız. Buca, Ümraniye ve yine Ümraniye...
Polis müdürlüklerinden yapılan açıklamalara göre bir tek polisin burnunun kanamadığı çatışmalarda yüzlerce kişi "ölü ele geçirildi" Sadece 1995 te ölen sivillerin sayısı
226. Devlet güçlerinin baskın yaptığı evler
ağır silahlarla kalbura çevrilirken "ölü ele
geçirilen" insanların bir çoğunda silah bile
yoktu.
Ve GÖZALTINDA KAYIP, daha doğrusu
KAYBETME... Yani cesetsiz öldürme... Davasız, hükümsüz İNFAZ... Tek bir idamın
dünyada yaratacağı tepki yerine oligarşi
için kuşkunun yanında kar kalan YÜZLERCE KAYIP... 19951a, sadece 19951e 213
KAYIP... Devlet için ne bildirilmesi gereken
tutuklular, ne de uğraşılacak kahramanlar...
Toprak yutuyor ve onlar ellerini yıkıyorlar...
İstedikleri geriye DEHŞET ve BELİRSİZLİKLE BÜYÜYEN BİR KORKU bırakmak...
"Guatemala büyük çapta bir 'kirli savaşın'
uygulandığı ilk Latin Amerika laboratu-varı
oldu. Amerika Birleşik Devletleri tarafından
eğitilen, yönlendirilen ve donatılan insanlar
soykırım
planını
başarıyla
yerine
getirdiler. Sonra topraklan United Fruit'e
geri verildi ve İngilizce'den çevrilen yeni bir
petrol yasası kabul edildi...
"Arjantin'de ise dehşet, vadideki uzun
sürgünü sırasında bu iktidar için büyük
umutlar uyandırmış olan Juna Domingo Peron'un ülkeden ayrılmasıyla başladı. 76 yazının sonunda askerler Casa Rosada başkanlık sarayına geri döndüler. Şu anda ücretler yarıya inmiş durumda. İşsiz sayısı
durmadan artıyor. Grevler yasak. Üniversiteler Ortaçağ kararlılığını taşıyorlar. Büyük
çokuluslu şirketler tahıl ve et ticaretini, banka
rezervlerini, akaryakıt dağıtımının denetimini elinde tutuyor. Yeni yargı yasaları,
Arjantin'le ve çokuluslu şirketler arasındaki
yasal anlaşmazlıkların yabancı mahkemelerde ele alınmasına izin veriyor. Yabancı
yatırımlar yasası ortadan kaldırılıyor; çokuluslu şirketler artık neyi istiyorlarsa alıp götürebilirler."
Ev et, Eduardo Galeano'nun, 'Latin
Amerika'nın Kesik Damarları'ndan akan
kan ırmaklarının sesi olan Galeano'nun satırları sanki ülkemizi anlatıyor. Yalnız ülkemizi değil 'gözaltında kaybetmelerin, katletmelerin sistemli bir politika olarak uygulandığı emperyalizmin yeni-sömürgelerini
anlatıyor Galeano...
"Gözaltında kaybetme" emperyalizmin
tam bir laboratuvar olarak kullandığı Guatemala gibi Latin Amerika ülkelerinde geliştirerek diğer ulusal-sosyal kurtuluş savaşı
veren halklara karşı kullandığı bir özel harp
yöntemi. Kökleri Hitler'in 'Gece ve Sis'
(Nacht un Nabel) kararnamesi ile Avrupa'daki anti-faşist direnişçileri gece sevkiyatiarı ile bilinmezlik sisi altında yoketmesine kadar uzanan "gözaltında kaybetme"
yöntemi 1967'de Guatemala'da yoğun bi r
ş ek i ld e
k ull anı ldı kt an
so nra
1970'lerde Arjantin'de, Şili'de, Filipinier'de ve dünyanın benzer yeni-sömürgelerinde değişik yoğunlukta kullanıldı.
Bugün ulusal-sosya! kurtuluş mü-
Önce Devrimcilere;
Sonra Halka...
"Gözaltında kaybetme" politikası bugün
halka dönük yüzüyle toplumda genel bir terör estirip insanları sessiz sedasız ortadan
kaybedilme korkusuyla adeta kendi kabuğuna çekilip yalnızlaştırmayı, böylece her türlü
haksızlığa, elindeki avucundakinin bile alınmasına bile ses çıkaramayacak ölçüde güçsüzleştirerek teslim almayı hedefliyor.
91'de sistemli bir özel harp yöntemi olarak ilk uygulamaya konulduğunda daha çok
devrimci ve yurtsever güçleri, halklarımızın
öncü kesimlerini hedeflemekteydi kaybetme
politikası. İşkence ile teslim alınamayan
devrimcilerin karşısına infaz (kaybetme)
tehdidi ile çıkan devlet güçleri böylece devrimcileri teslim almak, yarattıkları birkaç hainle devrimci saflarda kuşku ve belirsizlikten
beslenen bir güvensizlik yaratmak, devrimci
yapıları belirsizliklerle başbaşa bırakıp darbeler vurmak amacındaydılar. Gözaltında
kaybederek bu noktada ancak sınırlı bazı
başarılar eide eden devlet giderek bu tehdidi daha geniş halk kesimleri nezdinde etkili
kılacak bir politika izledi. Önceleri halkın ileri
bilinç düzeyindeki öncü kesimlerine yönelik
boyutu ön planda olan kayıp saldırısı gerek
kayıp sayısının hızla artması gerekse kayıp-
Kayıplar Latin Amerika ülkelerinin pek çoğunda artık günlük
yaşamın ayrılmaz bir parçası...
Bakanı'nın ağzından kayıplardan sorumlu
olduğunu itiraf etmesini sağlayabildi. Ayşenur Şimşek, Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç'u katlederek halkta korkuyu halkın öncü
kesimlerinde yılgınlığı geliştirmeye çalışan
devlet bu süreçte ülke ve dünya kamuoyu
12 Eylül döneminde
sadece 4 kişi
gözaltında
cadelelerinin emperyalistler ve yerli kaybolurken, 1991'den
oligarşiler için ciddi bir tehdit oluştur- sonra kayıp sayısı hızia
duğu Peru, Kolombiya, Türkiye ve
artmaya
başladı.
Kürdistan'da bu özel harp yöntemi yine
1980'den 1991 "e kadar
değişik yoğunluklarda uygulanıyor.
kaybedilen insan sayısı
12 Eylül'de Dört,
13 iken 91'den sonra
"Demokrasi" Koşullarında
kaybedilen insan sayısı
Dörtyüz Kayıp...
400ü aştı.
12 Eylül cuntası koşullarında sadece
4
kişi
gözaltında
başladı. 1980'den 1991'e kadar Türkiye ve
Kürdistan'da toplam 13 kişi gözaltında
kaybedilirken 1991-de 4 kişi, 1992'de 8 kişi,
1993'de 23 kişi gözaltında kaybedildi.
1994 yılı kayıpların çığ gibi büyüdüğü bir yıl
oldu; kesin saptanan 26 kayıp ile birlikte
Kürdistan'da
kesin
saptanamayan
yaşandı.
gözaltında
tam
1995'te
olarak
299
ise
kaybedildiği
kayıp
akibeti
olayı
213
kişinin
büyük
ölçüde
netlik kazanırken bir o kadar kişinin de
gözaltına alındıktan sonra kaybedildiği yolunda veriler olduğu halde bunlar netleştiriiemedi.
Bugün "gözaltında kayıp" sayısı tam
olarak bilinemiyor. Özellikle Kürdistan'da
gözaltına alınıp 'kayıp' olarak kamuoyuna
yansıyan insanların akıbetinin netleştirilmesindeki güçlükler nedeniyle 'gözaltında ka-
ların daha aleni bir hale getirilmesi ile tüm
emekçi halklara yönelik tehdit boyutu ön
plana çıktı. Gözaltında kaybedilen Ayşenur
Şimşek, Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç
gibi devrimci ve yurtseverlerin cesetlerinin
öncekilerden farklı olarak bulunması zor
olan yerlere değil de özellikle kolay bulunabilecek boş arazilere, yol kenarlarına bırakılması kayıp teröründe bir dönüm noktası
oldu.
Devlet, kaybettiği insanların cesetlerini
ortalık yere bırakarak hem halkta bir dehşet
yaratarak korkuyu ve pasifikasyonu yaymayı
hedefliyor hem de halk hareketini bastırmak
için tüm "demokrasi" cilasını, "insan
haklan" maskesini bir yana bırakacak kadar her şeyi göze aldığın: gösteriyordu.
"Kayıplar Bulunsun,
Katiller Yargılansın"
yıp' sayısı konusunda yer yer farklı rakam-
Ancak gözaltında kayıplara karşı bu sü-
lar ortaya çıkıyor. Bu farklı rakamların bir
reçte geliştirilen ortak mücadele devletin
halk üzerine yaratmaya çalıştığı korkunun
hakimiyet sağlamasını önleyerek kayıp terörünün etkisini sınırlamayı başardı. Kayıpların önlenmesi, katillerden hesap sorulması için yürütülen mücadele 95 yazında büyük bir yükseliş göstererek devlete bazı geri
adımlar attırırken devletin İnsan Hakları
nedeni de 'kayıp' olarak kamuoyuna yansıyan insanların bir bölümünün ölü olarak
bulunması ya da aylar sonra bir cezaevinde ortaya çıkması. Ancak bu belirsizliklere
rağmen insan hakları kuruluşları kayıp sayısının 400'ü aştığı konusunda birleşiyorlar.
çekleştirilen çok sayıda kitlesel eylemin yanısıra Galatasaray Lisesi önündeki oturma
eylemi de bir mevzi olarak kazanılarak bugünlere taşındı.
Ancak tüm bunlara rağmen devlet insanlarımızı gözaltında kaybetmeye devam etti.
Kayıpların önünü alabilecek ölçüde bir halk
muhalefetinin geliştirilmemesı olayın bir boyutu
olarak gerçekliğini hissettirirken kayıpların,
katliamların, hak ve özgürlüklerin gaspedilmesinin engellenebilmesi için mevcut
faşist düzenin yıkılmasının zorunlu olduğu da
giderek daha açık bir şekilde ortaya çıktı,
çıkıyor. Bugün pek çok burjuva liberali bile
"sistemin değişmesinden başka bir çare olmadığını söylüyor Ancak bu konuda Kürt
milliyetçi çevrelerinde ve solun bir kesimindeki
yanılgılar azalmak şöyle dursun derinleşerek
sürüyor. Kamu Emekçileri Sendikaları
Konfederasyonu'ndan DİSK'e, İHD'den kimi
Alevi derneklerine kadar bu reformist sol
çevrelerin etkisi altında kalan kesimlerde
kaybolurken
1991'den sonra kayıp sayısı hızla artmaya
nezdinde önemli ölçüde teşhir edildi. Ger-
■ Ülkemizde önceleri halkın
devrimci-yurtsever kesimlerinin karşısına infaz (kaybetme)
tehdidi olarak çıkarılan ve işkence ile teslim alamadıkları
devrimcileri bu şekilde teslim
almak, yarattıkları hainlerle
devrimci saflarda kuşku ve belirsizlikle beslenen bir güvensizlik yaratmak, devrimci güçlere darbe vurmak amacı ön
planda olan "kaybetme politikası" bugün asıl olarak geniş
emekçi kesimlerin üzerinde terör estirerek halkı sindirmeyi
hedefliyor. Bunun önüne geçmenin tek yolu tüm ilerici, devrimci, yurtsever kesimlerin biraraya gelerek güçlü bir halk
muhalefeti ile karşılık vererek
"Kayıplar Bulunsun, Katiller
Yargılansın" talebini yükseltmektir.
özellikle
Gümrük
Birliği
ile
ülkeye
"demokrasi"nin, en azından "Avrupa normlarında insan haklarının geleceği şeklindeki
yanılgı hak ve özgürlükleri halkların gücüne değil
de dış dinamiklere dayanarak elde etmeyi uman
hayalciliği geliştirmiş durumda. Ancak Gümrük
Birliği'nden hemen sonra yaşanan katliamlar
gerçekleri ortaya koyarak bu hayalleri şimdiden
yıkmaya başladı bile.
Bugün ilericilerin, yurtseverlerin, emekten,
barıştan hak ve özgürlüklerden yana herkesin
şunu açıkça görmesi gerekiyor; hiçbir özgürlük
bedelsiz elde edilmez, özgürlüğü ancak onun
için gerekli bedeli ödeyenler kazanabilirler. Bu
açıdan kayıplara katliamlara son vermek
istiyorsak
biraraya
gelmeli,
kendimize
güvenerek ve bu güvenle halka giderek halkın
direnişini, halkın mücadelesini geliştirmeliyiz. Her
gün bir başka insanımızın dipsiz kuyulara
gömülmesini engellemenin tek yolu sesimizi
yükseltmek, kayıpların bulunmasını, katillerin
yargılanmasını istemektir. Bu talep halkın gür
sesiyle dayatıldığı ölçüde yeni kayıpların,
katliamların önüne geçilecek, katiller halka açık
bağımsız mahkemelerde yargılanabilecek ve
gözü yaşlı anaların acıları ancak o zaman kabuk
bağlayacaktır.*
Halktılar Onurluydular
Zalime Teslim Olmadılar
nlar halktılar, ezilendiler,
yoksul olandılar. İnsanlık
onurlarının insanca yaşam
haklarının, eşit, özgür, adaletli bir
dünya özlemlerinin ayaklar altına
alınmasına,
gaspedilmesine sessiz
kalmadılar. Ayaklandılar, direndiler ve
şehit düştüler. Qa-| zi'yi ve Ümraniye'yi
bir kez daha özgür-leştirdiler, faşizme
teslim etmediler. Be-| denleriyle siper
oldular faşizmin tankına, panzerine,
silahına, copuna. Barikatlara! harç
oldular. 15'inden 40'ına Kürt-Türk,
Alevi-Sünni kardeştiler, yoldaştılar. Yendiler... Düşmanı yendiler, korkuyu yendiler, ölümü yendiler.
12 Mart 1995 gecesi Gazi Mahallesi
kana bulandı. Emekçi insanlarımız katledildi. Kontrgerilla güçlerinin Gazi Mahallesi'ndeki Pir Sultan Abdal Cemevi'ne
yönelik silahlı saldırısı sonucu bir Alevi
Dede'miz Halil Kaya katledildi. Peşİsıra
halkın tepkisi kısa sürede istanbul'un
dörtbir yanına yayılarak ayaklanmaya
dönüştü. Çünkü Cemevi'ne yapılan şaldırı aslında ülkemizdeki bütün halklara
yönelik bir saldırıydı. Yaratılmak istenen
bir kaostu. Devlet krizini, tükenmişliğini,
çaresizliğini bir kez daha halklar arasında din, mezhep ayrımı yaparak aşmak
istiyordu. Her dönem bu politikaya yüzlerce insanın canı pahasına başvurmaktan kaçınmadı. Daha önce Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta gerçekleştirdiklerini bu
kez Gazi'de uygulamak istiyordu. Halklar
birbirine düşman olsunlar, Alevi ve
Sünni'ler birbirlerine düşman olsunlar.
Amaçlanan ve körüklenen bu politikaydı.
Ancak bu yöntem Gazi'de geri tepti.
Çünkü orada birbirine kenetlenmiş Gazi
Halkı vardı. O gün saldıran,'kurşunlayan,
katleden devletti. Direnen ise tekvücut olmuş, Kürdü, Türkü, Alevisi, Sünnisi Gazi
halkıydı. O gün orada direnen Türkiye
halklarıydı. Faşizmin saldırısı ters tepmiş
ve halkın ayaklanmasına dönüşmüştü- O
gün Gazi halkı ve istanbul'un varoşlarından akın akın Gazi'ye gelen yoksul
emekçiler yarattıkları ayaklanmayla, gösterdikleri direnişle Türkiye halklarının
onurunu temsil ediyorlardı. Bir geleneğin
temsilcisiydiler: Zalimin zulmüne karşı
boyun eğmeme, başkaldırma, isyan geleneği Gazi'de yaşatılıyordu. Gazi mahallesi
Alevi halkımızın yoğun olarak yaşadığı bir
bölgedir. Direniş ve zulme isyan ise Alevi
halkların özündedir. Devletin Alevi-lere
tahammülsüzlüğü ve onların dini
İnançlarını kendi çıkarcı politikalarında
kullanmak istemeleri bu nedenledir Alevi
halkımızın bu geleneğinin kökleri Baba
ishak, Pir Sultan'dadır. İşte o gün direnenler Baba İshaklar'ın Baba Zünnünlerin, Pir Sultanlar'ın kendileriydiler. Alevilik Gazi halının nezdinde dini bri inanç
olmanın ötesinde, direnişin, boyun
eğmemenin, başkaldırmanın diğer bir
adıydı. Baskıcı politikalara, sömürüye, işçi
kıyımlarına, işsizliğe, açlığa, katliamlara
karşı "yeter!" demenin, "özgürlük ellerimizdedir" demenin ifadesiydi Gazi Ayaklanması. Kardeşliğin, cansiperane dostluğun ifadesiydi. Gazi halkı başkaldırı geleneğimizi sürdürdü ve yeni değerler yarat-
Şehitlerimizi anmak için 14 Ocak günü yine birarada olalım...
ti. Ve bu değerler ayaklanma sonucu şehit düşen 16 canda simgeleşti.
Direnişin yankıları bir anda ülkenin
dörtbir yanına.yayıldı. Sahiplenildi, savunuldu direniş. Deviet ise panik içindeydi.
Onlarca insanın katledilmesi karşısında,
devlet yetkilileri ağız birliği etmişçesine
olayı yumuşatmaya, katliamı gizlemeye
ve yaşattıkları vahşeti meşrulaştırmaya
çalışıyordu. Ancak çabalar boşunaydı.
Giderek çoğalan protestolar devletin kanlı
yüzünü açığa çıkarıyordu. Gazi şehitlerinin cenazelerine onbinlerce insan katıldı. Onlara verilen söz, hesap sorulacağıydı; Onlara verilen söz, devrimdi, özgürlüktü.
Bugün Gazi ve Ümraniye şehitlerimizi
sahiplenmenin, onların onuruna, direnişlerine sahip çıkmanın yeni bir adımı daha
atılıyor. Şehitlerimizin mezarları onlara
layık bir şekilde yeniden düzenlendi ve
14 Ocak 1996 Pazar günü açılışı yapılacak. Bu sürece gelinmesi kolay olmadı.
Aylar süren, neredeyse 1 yıla yakın bir
süredir devam eden ve tüm engellemelere rağmen gerçekleştirilen bir çalışmanın
ürünüdür Gazi Şehitliği. Haziran ve Ekim
ayları arasında şehit aileleri ile Haklar ve
Özgürlükler Platformu'nun birlikte yaptıkları çalışma sonucu ulaşıldı şehitliklere.
Engellendiler ama yılmadılar, onların mezarlıkları, onları ifade edebilmeliydi. Mezarlıklar o tarihi ve yaratılan değerleri anlatabilmeliydi. Mütevazi ama hiç de sıradan olmamalıydı. Çünkü onlar vatanları
için ölmüşlerdi ve halktılar. İşte bu yüzden mezartaşlannda "Halktılar, Onurluydular" yazıyor.
13 mezar için ailelerinden onay alındı.
Bunlardan Hasan Gürgen, Sezgin Engin,
Dilek Şimşek, Mehmet Gündüz, Fadime
Bingöl, Halil Kaya ve Hasan Gürgen,
Gazi Mezarlığında; Fevzi Tunç, Reis
Kopal, Mümtaz Kaya Alibeyköy Mezarlığı'nda; İsmail Baltacı, İsmihan Yüksel ve
Genca Demir ise Üsküdar-Bağlarbaşı'nda Karacaahmet Mezarlığı'nda bulunuyorlar. Ve hepsinin mezarları aynı biçimde düzenlenmiş durumda. Onlar birbirlerinden uzak bile olsalar şehitlikleri
onları biraraya getiriyor. Çünkü onlar fiziki
yaşamlarında birbirlerini tanımıyor bile
olsalar aynı acıyı, aynı umudu ve aynı direnişi yaşamışlardı.
Katliam sonrası şehitlerin mezarlarının
yapımı ve ailelerinin ihtiyaçlarının karşılanması için Haklar ve Özgürlükler Platformu tarafından bir yardım kampanyası
başlatıldı. Bu kampanya yurtdışında da
sesini buldu ve Nisan 1995'te Avrupa
Devrimci Halk Güçleri tarafından "Gazi
Halkıyla Dayanışma Gecesi" gerçekleştirildi. Mezarlıklar Grup Yorum'un da katıldığı bu dayanışma gecesinin geliriyle
yaptırıldı. Tahmin edileceği gibi hiç de
kolay olmadı ve polis tarafından sürekli
engellenmeye çalışıldı. Amaç çok açık biçimde ortadaydı; polis, katlettiği şehitlerimize sahip çıkılmasını istemiyordu. Bunun elindeki tek güç saldırmaktı ve 9 Ey-
lül günü saldırdı. Mezarlıkların yapımının
son aşamasına gelindiği günlerde şehitliklerin yapımında çalışan mezarcı Hasan
Özbakır'ı gözaltına aldılar. Mezarların
kaplamalarını kaldırdılar. Hasan Özbakır'ı saatlerce gözaltında tutup tehdit ettiler. "Herkes kendi çocuğunun mezarlığını
kendi yaptırsın, ayrı ayrı yapılsın" dediler. Korkuları, panikleri, tahammülsüzlükleri devam ediyordu. Suçlu olduklarını biliyorlardı. Bu suçluluk duygusu değil miydi, direnişten günler sonra Gazi Mahallesine ev ev, sokak sokak saldırıp ilerici,
devrimci insanları gözaltına aldıran, tutuklatan ve "Gazi olaylarının sorumlusu"
diye basına lanse ettiren. Ama bunun
cevabını gene emekçi halklar verdi ve
açılan davalarda mahkeme günleri Adliye önünde "Gazi'nin Sorumlusu Devlettir" pankartları ve sloganlarıyla bu kirli
oyuna gelmediklerini gösterdiler.
Bu suçluluk duygusu değil miydi,
devlete mecliste göstermelik komisyonlar kurduran ve sorumlu olarak devrimce
leri gösteren raporlar hazırlatan bu suçluluk duygusu değil miydi, halka hedef
gözeterek ateş açan polisleri göstermelik
bir biçimde yargı önüne çıkartan ve
onların "güvenlikleri" nedeniyle davayı
başka bir ile, Trabzon'a aktartan.
Ancak hiçbiri devleti aklamıyor, başaramıyorlar. Türkiye halkları suçlunun,
asıl teröristin kimler olduğunu çok iyi biliyor.
Tüm bu süreçler; gerek açılan davalar, yapılan mahkemeler, gerekse şehit
mezarlıklarının yapılması için gösterilen
çabalar özellikle aileler açısından şehitlerimizin yarattıkları değerleri sahiplenmenin ve bu değerleri daha ilerilere taşımanın ifadesi olan bir süreçti. Bu süreçte
ailelerin dayanışma, birbirine kenetlenme
duyguları gelişti. Mezarlıkların yapımı için
elele verdiler. Engellenme çabaları karşısında öfkelerini birleştirdiler, davalarının
takipçisi oldular. Gerçekler ve mücadele
aileleri birbirine bağladı, bu bağ daha da
güçlendi. Artık biliyorlar yoksulun, ezilenin dostu emekçilerdir, devrimcilerdir.
Ailelerimizin gösterdikleri bu dayanışma ve birbirine kenetlenme ruhunu daha
geniş olarak göstermek; mezarlıkların
açılışında onlarla birlikte olmakla anlam
kazanacak. Gazi şehitlerinin mezarlarının
açılışında yeralmak; onları ve mücadelelerini savunmaktır. Onları yaşatmak için,
kendi kimliğimize insanlık onurumuza sahip çıkmak için orada olmalıyız. Çünkü
Gazi şehitliği hepimizin onurunu, özgürlük isteğini, mücadele azmimizi simgeliyor. Gazi şehitliği inançları ayaklar altına
alınmak istenen Alevi ve Sünni halklarımızın, katledilen, köyleri yakılıp sürgün
edilen Kürt halkının, sömürülen, işinden
atılan ve örgütsüz bırakılan işçinin, memurun, düşüncelerinden, ürünlerinden
dolayı yargılanan, tutuklanan aydının, sanatçının özgür bir dünya özlemlerinin
simgesidir. 14 Ocak Pazar günü ilerici,
devrimci, demokrat, yurtsever, Alevi,
Sünni, insanım diyen herkes, aydınlar,
sanatçılar şehitliğin açılışında yeralmalı
ve onları sahiplenmelidir.*
Gazi'de Polis Terörü
mahalle halkı tarafından bir basın açıklaması
yapılarak polisin saldırısı protesto edildi.
Basın açıklamasında konuşan Gençali'nin
ağabeyi Veyis Karabulut: "Evimizi basan polisler imhaya yönelik ateş açtılar. Paniğe kapılıp kaçan kardeşimi yaraladılar. Bu ilk saldırı
değil, aylardır sokaklarda insanlarımız
kurşunlanıyor. Artık evlerde de kurşunluyorlar.
Amaçları Gazi'ye diz çöktürmek ama "Gazi
evlatlarına ve onuruna sahip çıkmalıdır. Bu
saldırıları birlikte göğüsleyeceğiz" dediler.
Basın açıklaması boyunca "Susma
Sustukça Sıra Sana da Gelecek", "Gazi Halkı
Susturuiamaz", "Devrimcilere Kalkan Elleri
Kıracağız", "Baskılar Bizleri Yıldıramaz"
sloganları atıldı. Cemevi çevresini ve mahalleyi
ablukaya alan polisler basın açıklamasına ve
katılanlara direkt müdahale etmedi ve
izlemekle yetindi. Halkın Hukuk Bürosu ve
Çağdaş Özgür-Der yaptıkları basın açıklamaları ile saldırıyı kınadılar. ÇHD'li ve İHD'li
avukatlar da Karabulut ailesini ziyaret ede-
Güpegündüz Ev Basıp
Kurşun Yağdırıyorlar
Gazi Mahallesi'nde bir evi basan polisler
Gençali Karabulut'u yaylım ateşine tuttular.
Polislerin açtığı ateş sonucu yaralanan Gençali Karabulut hastane yerine Vatan caddesindeki işkence merkezine götürüldü. Saldırı
ailenin yaptığı bir basın açıklamasıyla protesto edilirken, çeşitli kurum ve kuruluşlar da
yaptıkları açıklamalarla saldırıyı kınadılar
Gazi Mahallesi'nde uzun bir süredir polisin estirdiği terör devam ediyor. Son iki ayda
insanları hedef alarak 4 kez ateş açan polisler 2 Ocak günü Gençali Karabulufu yaraladılar ve gözaltına aldılar.
Polisin silahla yaraladığı Gençali Karabulut
20 yaşında. Daha önce de iki kere gözaltına
alınmış ve polis Karabulut ailesinin evlerini
basmıştı.
Evi basan polisler
kurşun yağdırdı
Gençali Karabulut annesi ve halası ile
birlikte evde otururken saat 14.30 sıralarında kapı çalınıyor. Kapıyı anne Belgüzar Karabulut açıyor. Kapının açılması ile 20 kadar
sivil polis ellerinde silahlan ile eve giriyorlar.
Bu sırada eşofmanla odasında oturmakta
olan Gençali'yi soruyorlar. Polislerin çelik
yeleklerle ve ellerinde silahlarla paldır küldür
eve girmeleri karşısında paniğe kapılan
Gençali pencereden atlayarak kaçmaya çalışıyor. Gençali'nin pencereden atladığını gören TİM 1'de görevli polis Recep tarafından
arkasından ateş açılıyor. Evladının üzerine
ateş edildiğini gören Belgüzar ana TİM 1 polisi Recep'in eline yapışarak ateş etmesini
engellemeye çalışıyor. Silahın kabzası ile
Belgüzar anaya vuran polis küfürlerle ateşe
devam ediyor. Açılan ilk ateş sırasında ayağından vurulan Gençali, ayağı aksayarak
koşmaya devam ediyor ve arkasından yaylım
ateşi açan polislerle arasında bir kovalamaca
başlıyor. 800-1000 metre kadar evden
uzaklaşan Gençali Karabulut yere yığılması
sonucu yakalanıyor. 34 KSE 70 plakalı kırmızı Ford minibüse baygın bir halde bindiriliyor ve Vatan Caddesi'ne götürüldüğü söyleniyor. Bunun üzerine Vatan Caddesi'ndeki
Terörle Mücadele Şubesi'ne giden babaya
oğlunun orada olmadığı belirtilerek Gayrettepe'ye gönderildi. Aldığı cevap yine "Bizde
bu isimde kimse yok"dur. Daha sonra DGM
savcılığına giden babaya burada da bir cevap
verilmezken vermek istediği dilekçe kabul
edilmedi. Mahalle halkından olayı görenlerin
anlatımına göre polislerin evi basmak için
geldiklerinde ekip arabalarında bir genç daha
vardı. Bu kişi polislerin çoğunun Gençali'lerin
evine gittiği ve kovalamacanın başladığı
sırada ekip arabasından kaçmaya başlıyor.
Kaçan kişinin arkasından da ateş açan
polisler kısa süren bir kovalamacadan sonra
yakalıyorlar. Görgü tanıkları inşaata
girmeye çalışırken yakalanan bu gencin de
yaralı olabileceğini söylediler.
Polisin Saldırısı Protesto Edildi
Gençali'nin yaralandığının duyulmasının
ardından mahalle halkı akın akın Karabulut
ailesinin evine geçmiş olsun ziyaretine geldi.
Evin çevresini ablukaya alan polise rağmen
eve gelen ziyaretçi sayısında azalma olmadı.
Saldırının gerçekleştiği 2 Ocak gecesi
Alibeyköy'deki Merkez Kıraathanesi DHKC
ve MLKP Komünist Gençlik Örgütü tarafından basılarak tamamen tahrip edildi. Olay
yerine ortak imzalı "Gençali Kaybedilmez"
Gazi halkının direnişini hazmedemeyenler halka saldırmaya devam ediyorlar. Aylardır
mahalle halkına baskı ve zulüm
uygulayanlar artık insanların
üzerine ateş ederek sindirmeye
çalışıyor. Gözü dönmüş bir biçimde saldıranların son icraatı
Gençali Karabulut' u yaylım ateşine tutarak yaralamak oldu.
Çelik yeleklerle ve silahlarla
güpegündüz evler basılıyor insanlar kurşunlanıyor. Amaç
halkı sindirme ve yıldırmak, bunun için mahallede terör estiriyorlar. Gazi halkı evini onurunu
korumak için evlatlarını şehit
verdi. Gazi halkını teslim alamazsınız.
yazılı bir pankart bırakıldı.
Gazi Mahallesi'nin bazı bölgelerinde 3
Ocak günü saldırıyı protesto etmek için kepenk kapatıldı. Mahalle adeta işgal edilmiş
durumdayken Karabulut ailesi DGM savcılığına Halkın Hukuk Bürosu avukatları ile birlikte gittiler. DGM Başsavcılığına "Gençali'nin akıbetinin açıklanması, tedavisinin yapılması ve gözaltında görüş için kendilerine
izin verilmesi" taleplerin bulunan bir dilekçe
verildi. DGM Savcısı Gençali'nin sağlık durumu hakkında hiçbir bilgi vermezken, nöbetçi savcı yaralı oğlunun durumunu soran
babaya ve Halkın Hukuk Bürosu avukatlarına
"İşiniz gücünüz olayı büyütmek, ne var
bunda" diyerek bağırdı. Oğlunun sağlık durumunu öğrenmek için Vatan Caddesi'ne giden baba Maksut Karabulut şubenin önünden azarlanıp kovuldu.
Polisler 3 Ocak günü evi tekrar basarak
Partizan Sesi muhabirini gözaltına almak istedi. Evden çıkarttıkları muhabirin tanıtım
kartına ve kimliğine el koyarak gözaltına almadan bıraktılar.
Aynı gün saat 15.00'de cemevi önünde
rek saklın hakkında bilgi aldılar.
Cemevi yöneticileri basın açıklamasından sonra karakola çağırılarak tehdit edildiler.
Gazi Mahallesi'nde Saldırılar
Sistemli Olarak Sürüyor
Gazi Mahallesi'nde polisin insanların
üzerine ateş etmesi ilk defa olan bir olay değil,
uzun bir zamandır süren bir uygulama son
günlerde oldukça arttı. Gençali vurulmadan bir
gece önce yine aynı polisler tarafından iki
genç arkalarından ateş edilerek kovalandılar. TİM 1'den olduğu bilinen Recep
isimli polis gerek mahalleden gözaltına aldıkları insanlara gerek mahalle sakinlerine
çeşitli isimler vererek "Onlar bitti, onları canlı
yakalamayacağıl?, gebertececeğim" diyerek
tehdit ediyor. Gazi Mahallesı'nde gençlerin
ve halkın üzerindeki terörle mahallede insanlar sokakta gezemez evlerinde oturamaz
hale getirilmeye çalışılmakta. Rastgele alınan insanlara işkence yapılarak tehditler
savrulmakta ve kimileri keyfi gerekçelerle tutuklatılmakta. Amaç direnen Gazi halkını yıldırmak ve korkutmak ama yanılıyorlar. Gazi
halkı bu saldırıları da boşa çıkartacak, Gazi'ye diz çöktüremeyeceklerdir. Evlatların ve
evlerini savunarak onurunu koruyacaktır.*
Gaziantep Şehit Şahin
Lisesinde Polis-Faşist Saldırısı
Gaziantep'te öğrenci gençliğe yönelik faşist saldırılar ve gözaltı terörü yoğunlaşarak
devam ediyor. Daha önce yurtlardaki üniversite öğrencilerine saldıran faşistler ve polis
geçliğin direnişiyle karşılaşmış, direniş sonrasında 100'ü aşkın öğrenci gözattı-na
alınarak işkenceden geçirilmişti. Saldırılar bu kez Şehit Şahin Lisesi öğrencilerine
yöneldi. 2 Ocak'ta okulda olay çıkarmaya çalışan MHP'SÎ faşistler, öğrencilerden gereken yanıtı aldılar. Bunu hazmedemeyen MHP'li Mehmet Yılmaz adlı faşist, okulun
karşısındaki karakola sığınarak, sivit polislerden yardım istedi. Faşist öğrenciyle birlikte
okula gelen Terörle Mücadele polisleri okulda terör estirdi. Burada öğrencileri
gözaltına almayı başaramayan polis, okul çıkışını bekleyerek öğrencilerin Düztepe
semtinde gittikleri yerleri basarak, 6 öğrenciyi gözaltına aldı. Hızını alamayan polisler, geceyarısı MHP'lilerin gösterdikleri evlere operasyona başladı. Evlerde ailelere
tehditler, hakaretler yağdıran polis Zeynep Kayaş adlı bir kişiyi de gözaltına aldı.
Gözaltına alınanlardan bir gün sonra serbest bırakılan Abbas Tilki yaşadıklarını
şöyle anlattı;"İlk defa gözaltına alınıyordum, ne olduğunu anlamadan beni dövmeye
başladılar, hakaret ettiler. Hem dövüyorlar hem de hangi örgütten olduğumu soruyorlardı. Kurtuluş ve Atılım gazetelerinin özel sayılarını siz dağıttınız diyerek yükleniyorlar,
okuldaki DLMK'lı öğrencilerin isimlerini istiyorlardı." Abbas Tilki, sivil polislerin daha
öncesinde de kendisini okulun tuvaletinde 40 dakikaya yakın dövdüklerini ve tehdit
ettiklerini de söyledi.
"Suçlarınızı Halktan
Gizleyemeyeceksiniz
muş gbi Emniyet müdürlüğündeki hücrelerde sorguladı milletvekillerini.
1 Mayıs 1994 : Taşanlar'ın yine bir suç İşlemek
için adeta yarışarak milletvekili Salman Kaya'ın
üzerine coplarla tekmelerle
saldırdılar. Polisler hakkında açılan davada ise
mahkeme büyük bir "duyarlılık" göstererek milletvekili döven polisleri beraat
ettirdi.
12 Eylül 1994 : Kenan
Bilgin Ankara Dikmen'de
otobüs durağında Taşan-
Taşanlar şimdi de İstanbul İl Jandarma Alay Komutanı ve JİTEM
sorumlusu Albay Baki Onurlubaş ile "anlatamayacağı" işler yapıyor.
iz polisler de hata yaparız,
hem de sıkça yaparız. iz
Nusret ağabeyle şu şekilde
tanıştık: Bir kişiyi ifadesine başvurmak üzere
gözaltına almışız. Ama nezarette unutmuşuz. Yani
suç işlemişiz. Bizi müdür ( o tarihde kendisi henüz
müdür değildir) adliyeye gönderdi. Gittik, savcıları
dolaşmaya başladık. Eski tarihli bir gözaltı izni
istiyoruz. Hiç kimse imza atmadı. Nusret ağabeye
gittik. 'Getirin ben atayım' dedi ve imzaladı. İşte
Nusret ağabeyle böyle tanıştık. Daha sora da
meslek hayatım boyunca burada anlatamayacağım
bir çok iş yaptık. Nusret ağabey hep bize yardımcı
olmaya çalıştı."
Bu sözlerde geçen "Nusret Ağabey " eski Ankara
DGM Başsavcısı, şimdinin MHP'li kurtlarından Nusret Demiral DGM'ler kurulduğu günden bu yana aynt
makamda görevli. Hiçbir güç onu yerinden oynatmaya yetmedi. Demiral çünkü kontrgerilla devletinin çelik
çekirdiğine en yakın unsurlarından biriydi. Ankara
DGM Başsavcısı olarak çoğu zaman tek başına devlet oldu, Kontrgerillanın sözcülüğünü üstlendi.
"Meslek hayatım boyunca burada anlatamayacağım birçok iş yaptık" sözleriyle Demiral'ı överken
suçlarını itraf eden ise eski Ankara yeni İstanbul Emniyet müdürü Orhan Taşanlar. Taşanlar bu "anı"sını
yaş sınırından emekliye ayrılan Demiral için 1 Kasım
gecesi Altın Nal Gazinosunda verilen yemekte anlattı.
Bu arada Demiral'a altın işmeli tabanca hediye
etti. Beraber çok işler yapmışlardı; üstelik uluorta anlatılamayacak türden işler?
Nedir bu işler? Taşanlar neden açıklayamıyor?
Taşanların Demiral ile birtkte yaptığı işlerden birkaçını örnekleyelim.
13 Ocak 1994 : Orhan Taşanlar memur eylemine
bizzat saldırıyor. "Eli kanlı olan üç adım öne çıksın"
Daha sonra kadın yaşlı demeden herkesi katil polislerine coplatıp yerlerde sürükleyerek gözaltına aldırtiyor.
2 Mart 1994 : DEP milletvekilleri Nusret Demiral'ın
emriyle meclis kapısından Taşanlar'ın polislerince
sille tokat gözaltına alındı ve 15 gün baskı altında tutuldular. Nusre! ağabeyi de sanki kendi makamı yok-
lar tarafından gözaltına al-dırtıldı. Ve bir daha Bilgin'den haber alınmadı. Herhalde Taşanlar eski tarihli gözetim izni verecek savcıyı bulamamıştı. Oysa
Kenan Bilgin'i gözaltında olup da tutuklananlar gördü
ve resmi makamlara başvuruda bulundular.
24 Ocak 1995 : Ayşenur Şimşek Ankara'da kaçırıldı, kaybedildi ve katledildi. Polis ailesine sizi de
kaybederiz tehditiyle katilin adresini bildirmiş oldu.
12 Nisan 1995 : Ankara Batıkent'te Mustafa Selçuk, Seyhan Ayyıldız ve Şirin Erol Taşanlar ve katillerince katledildiler. Polis savcı işbirliğiyle evde silah
vardır dese de , DHKC açıklamasında ve de hiçbir
silah ve patlayıcı olmadığını belirtti. Ayrıca görgü tanıkları operasyonun 10 dakika sürdüğünü ve infaz
olduğunu belirttiler.
Bu örnekler Taşanlar-Demiral ikilisinin emekçilere,
halka karşı işlediği suçlardan ancak küçük bir bölümünü oluşturuyor. Ve yalnız bunlar bile Türkiye
Cumhuriyetinin DGM Başsavcısı ile başkentinin polis müdürü arasındaki "uyumlu çalışma"nın ne anlama geldiğini gösteriyor; işkence, kayıp, infaz, katliam... Taşanlar'ın açıklamadığı işte bunlardır. Elbette
bunları yaparken Nusret Demiral'dan nasıl yardım
gördüğünü ayrıntılarıyla anlatacak değildi Taşanlar.
"Burada anlatamayacağım çok iş yaptık" derken sözde korumakla yükümlü oldukları mevcut burjuva yasalarını bile çiğnedikleri, hukuk yerine kontgerillanın
özel harp yöntemlerini uyguladıkları açıktır. Birlikte
kan dökmüş can yakmış, anaları gözü yaşlı koymuş
çocukları yetim bırakmışlardır. Dostlukları bu işleri
yaparken ilerlemiş, kan dökerek pekişmiştir. Elbette
"anlatamayacakları" başka "işler" de yapmışlardır.
Halktan gizlenenler arasında kanlı işler kadar paralı
pullu, rüşvetli avanta işleri de olduğunu tahmin etmek zor değildi.
Kontrgerillanın eli kanlı katillerinin ortak özelliğidir;
yalnız kan içici değil aynı zamanda mafyacıdırlar. Bu
"işler"i de halka anlatamazlar.
Ancak yaptıklarını sonuna kadar gizleyemeyecekler. Er geç yaptıkları bir bir açığa çıkacak, çıkarılacak
ve hakettikleri cezaya çarptırılacaklardır. Hiçbir
suçun halktan gizlenmesine izin verilemez, hiçbir
halk düşmanı cezasız bırakılamaz. Halk adaletini er
geç uygulayacak, birlikte suç işleyenleri birlikte aynı
sona uğurlayacaktır.
İşbirlikçi Faşistin Dükkanı
Molotoflanarak
Cezalandırıldı
3 Ocak günü Kasımpaşa
Hasanpaşa'da bulunan
işbirlikçi faşiste ait
Tahmazoğulları Unlu
Mamulleri İmalathanesi"
molotoflanarak tahrip edildi.
Büromuzu DHKC adına arayan
bir kişi eylemi Tutsaklara Af
Değil Özgürlük kampanyasına destek vermek için yaptık"
dedi.
Devrim Yolunda Yılmadık
Yılmayacağız
Tutsaklara Özgürlük kampanyası çerçevesinde 31
Aralık günü Nurtepe Sokullu Caddesi üzerinde bir
gösteri düzenlendi.
Gösteride yol trafiğe kapatılarak ateşe verildi. Caddeyi
boydan boya kaplayan "Devrim Yolunda Yılmadık,
Yılmayacağız", "Öndere Selam Savaşa Devam" yazılı
pankart asıldı. Göstericiler sık sık Titre Oligarşi PartiCephe Geliyor", "Kim Vuruyor: Cephe, Kimin İçin: Halkı
İçin', "Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş" sloganlarını
attı. Büromuzu Devrimci Halk Güçleri adına arayan bir
kişi "Faşist Baskılar Bizleri Yıldıramaz, Kahrolsun Faşizm
Yaşasın Partimizi DHKP-C, Yaşasın Cephemiz DHKC,
Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş" dedi.
Yaşasın Devrimci
Dayanışma
Alibeyköy'de 3 Ocak günü geçtiğimiz günlerde polis
tarafından ayağından vurularak Gazi Mahallesi'nde
gözaltına alınan Gencali Karabulut için DHKC-MLKP ve
TİKB ortaklaşa bir tahrip eylemi yaptılar.
Alibeyköy Merkez Kıraathanesi molotoflanarak tahrip
adildi. Eylem yerine 3 örgütün imzasını taşıyan "Gencali
Kaybedilemez" yazılı pankart asıldı.
Gebze Devrimci Halk
Güçleri Cezaevlerindeki
Baskıları Protesto Etti
4 Ocak günü Gebze'de cezaevlerindeki baskıları
protesto etmek amacıyla Gebze Devrimci Halk Güçleri
tarafından yoğun bir şekilde el ilanı dağıtıldığı bildirildi.
RP Seçim Bürosu ve
İşbirlikçinin Kıraathanesi
Molotoflanarak Tahrip
Edildi
16 Aralık günü seçimleri protesto
etmek amacıyla Alibeyköy
Cengiz Topel Caddesi'ndeki RP
seçim bürosu ve sahibinin
polisle işbirliği olduğu bilinen
Merkez Kıraathanesi
molotoflanarak tahrip edildi.
Ayrıca Kurtuluş gazetesinin
çıkarttığı özel sayılar Cengiz Topel, İmar Blokları,
Karadolap ve Yeşilpınar mahallelerinde dağıtıldı.
Büromuzu Devrimci Haik Güçleri adına arayan bir kişi
"Eylemlerimizi kurtuluşun seçimde değil devrimde
olduğu mesajını duyurmak, gözaltında kayıplara son
verilmesini ve Düzgün Tekin yoldaşımızın gözaltında
kaybedilmesini protesto için yaptık" dedi.
30 Aralık günü 1 Mayıs Mahallesi'ne de Düzgün
Tekin ile ilgili yazılamalar yapıldı.;"Düzgün Tekin
Kaaybedilemez", "Düzgün Tekin'in Hesabı Sorulacak"
Eylemleri Devrimci Halk Güçleri üstlendi.*
Küba Devrimi 37 Yaşında
Al bunu bu sadece
bir yürek.
Tut avucunun içinde.
Ve tan yerleri ısırken,
Aç elini,
Doğan gün ısıtsın onu.
"Bir devrimcinin son mısralanydı bunlar.
Üstelik bir aşk türküsüydü, ihtilale adanmış.
Bir vatana, bir kadına..."
T
arihi boyunca sömürülen bir halk ve
onun talan edilen vatanı. Küba halkı
yıllarca kendi toprağına hasret kaldı.
Halk ve vatan; birbirinden koparılan iki
sevdalı yürek. Ama artık Küba özgür. Acılar
devrimle dindi ancak. Küba'nın hüzünlü
gözlerinde küçük Latin toprağında, küçük
adada insanlığın kanunları hüküm sürüyor.
Küba'nın tasviri değişti artık; sömürü, baskı,
katliam ve acının yerini özgürlük, eşitlik,
kardeşlik ve adalet aldı. Arıttı toprağını Küba halkı tüm emperyalist pisliklerden ve
onun artıklarından. Yerine koydu insana en
çok yaraşanını, sosyalizmi. Ve sevdi devrimini Kübalı, toprağını sever gibi. Bağlandı
ona sevdiği gibi. Sosyalizmi böyle taşıdı 37.
yılına; el üstünde, yürek içinde.
Kendilerinin olmayan topraklarda çalışarak yaşayan ve ölen, onlara sahip bile olamadan ölmenin acısıyla toprakları seyredenler. İşte "halk" bunlardır. Yani bahtsızlığın ne olduğunu bilen ve bu yüzden de
sonsuz bir cesaretle dövüşmeye hazır ve
yetenekli olanlar. Yaşantıları boyunca ihanete uğramış ve yalan sözlerle aldatılmış bu
kişiler şunları haykıracak; "Haydi gelin bütün
gücünüzle onun için savaşın ki özgürlük ve
mutluluk sizlerin olabilsin" (Fidel.)
Küba halkını devrimle buluşturan ve
devrimi bugünlere taşıyan moral değerlerine
baktığımız zaman dünyada kurtuluş mücadelesi veren tüm halklarla benzer yanlann
olduğu görülür.
Önce İspanya sonra da ABD'nin azgınca
sömürdüğü Küba kendisine dayatılan bu
onursuzluğu reddetmiş olmasaydı bugün
bir Küba'dan sözetmenin anlamı da kalmayacaktı. Ancak Küba halkı başkaldırısıyla,
özgürlüğüyle ve vatanına olan tutku dolu
bağlılığıyla bir isyan geleneği yaratmıştır. Bu
gelenek yıllardır Dünya halklarının kurtuluş
yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Ezilen
ve sömürülen halklar özgüçlerine güvenin
kurtuluş yolunda ne kadar önemli olduğunu
kavradılar Küba'yla.
"Haklı olmak, bir ordudan bile daha kuvvetli olmak demektir." diyor Küba'nın ulusal
önderi Jose MARTİ. Bu kadar yalın ve net
çizebilmiş kurtuluşun yolunu. Dünya halklarının özgürlük, eşitlik savaşında emperyalizmin sahip olduğu tanklara, toplara ve ordulara ihtiyacı yoktur diyor. Gerekli olan tek ve
en güçlü silah haklılığına inanç, savaşma
kararlılığı ve cüret. Küba halkı bunlara sahipti ve emperyalizmin devasa ordularına
yenilgiyi tattıran askeri bir güç değil, bir halkın tarihsel haklılığıydı.
"Haklıyız Kazanacağız"
Anadolu halkları Küba'nın aydınlattığı
yoldan ilerliyor. Yüzyıllar öncesine dayanan
sömürü ve ezilmişliğinin hesabını soruyor
halklarımız. Bu topraklar üzerinde kendisine
yapılanlara daima bir "red" cevabı vardı
37 yıllık ambargoya rağmen Küba halkı Fidel'e duyduğu güvenle yarınlara yürüyor.
halklarımızın. Nasıl ki Küba halkının devrim
Öncesinden gelen bir "Hayır, asla" deme
geleneği varsa bizim topraklarımızın da oldu
daima. Direnmeyi bilen bir halkımız vardır
bizim de. Çünkü direnmesi için nedensiz
kalmamıştır hiç. Tıpkı Küba gibi... Bugün
yaratılanlar dünün devamıdır bir bakıma. Ve
gelecek de geçmişin zengin tarihi üzerinde
şekillenecektir. Küba Devrimi, halkın yoksulluğa, sömürüye, onursuzluğa karşı verdiği
mücadelenin bir sonucudur. Hatta öylesi
tarihsel olaylar vardır ki, sonuçta başarısız
olsalar da geleceğe olumluluklar taşıyabilmiştir.
Yıl 1952. Moncado Kışlası baskınından
fiziki yenilgiyle çıkılmıştır. Savaşçıların çoğu
ölmüş, Fidel Batista Rejimine esir düşmüştür. Fakat yenilgi fiziki boyutta kalmış, siyasal olarak bir zafere dönüşmüştür. Geniş
halk kitlelerine güven verebilmiş, sempati
uyandırmıştır. Batista'yı sarsmıştır. Ve ardından Fidel Castro mahkemelerde tarihi
öneme sahip savunmasını yapmıştır. "Tarih
beni beraat ettirecektir." Bu savunmanın her
satırında engin bir vatan sevgisi, sosyalizme
ve halka bağlılık vardır.
"Devrimciler görüş ve fikirlerini korkusuzca halka ilan etmeli, bağlı oldukları ilkeleri
açıklamalı ve amaçlarının ne olduğunu topluma bildirmelidirler. Böylece ne dosta, ne
de düşmana ihanet edilmiş olacaktır."
Fidel, mahkemelerini halkına seslendiği
birer kürsüye dönüştürmüştür. Ve kendi deyimiyle mahkeme bittiğinde savunmada
açıklamadığı bir ilke, dile getirmediği bir
gerçek ve lanetlemediği bir cinayet olmamıştır. O'nun önderliği böylesi süreçlerden
geçerek halkı tarafından benimsenmiştir.
Küba halkı bunlardan dolayı Fidel ve
Che'nin önderliğinde gerçekleşen bu devrimi
tıpkı bu iki adam gibi sahiplenmiştir.
Yıl 1972, Kızıldere. Mahir Çayan ve yoldaşlarının katledilişi. Yirmi yıl önce Monkado Baskınında yaratılan değerler, bu kez
Anadolu'nun küçük bir köyünde, halkların
kurtuluş yolunu aydınlatıyor. Kızıldere Anadolu halklarının gönlünde devrimcilere duyulan büyük bir sevgi, saygı ve güvenle
haklı yerini buluyor. Kızıldere, cüretin, kararlılığın ve teslimiyeti her yerde, her koşulda reddeden devrimci iradenin tarihi mirasıdır.
Ve 12 Eylül 1980. Faşist Cunta Kızıldere'nin çocuklarını, Devrimci Solculan tutsak
alır. Tıpkı Batista'nın Fidel'i tutsak alışı gibi.
Faşizmin yüzü her yerde aynıdır. Katledemediğini kendine benzetmek, sindirmektir
amacı. Ama devrimcilerin de buna evrensel
bir cevabı olacaktır, olmuştur. Direnmek ve
asla teslim olmamak. Bu Küba'da da ülkemizde de böyle olmuştur. 12 Eylül faşist
cuntasının mahkemeleri Devrimci Sol'cular
tarafından, Fidel'in mahkeme kürsüsü gibi
kullanılmıştır. Bu kürsülerden devrimciler,
halka ve sosyalizme olan inançlarını ve
bağlılıklannı haykırmış, devrimci mücadeleyi
sonuna kadar savunmuşlardır. Fidel'in "Tarih beni beraat ettirecektir" diyen sesi 12
Eylül mahkemelerinde yankısını bulmuş,
Devrimci Solcuların: "Yargılanan değil, yargılayan olacağız." sesleriyle yıkılmıştır du-
Küba Devrimi'nin mesajı Che'nin enternasyonal ruhuyla tüm dünya halklarına
ulaşmıştır bugün. Fidel ve Che arasındaki
ilişki yoldaşlığın en güzel ve en evrensel örneği olmuştur. Küba halkına aşıladıkları
Devrimci Adalet, Ulusal Onur ve özgürlük
kavramlarıyla onlar Küba Devrimi'nin olduğu kadar dünya sınıflar mücadelesinin de
simgesi olmuşlardır. Küba Devrimini ayakta
tutan, liderliğiyim bütünleşmiş bir halk ve
onları bugüne taşıyan bu değerler bütüflÜdür.
"özgürlüğünü kazanmak istedi mi, halk
işte böyle savaşır. Uçaklara taşla karşı koyar, tankları elleriyle devirir." Bugün vatanımızda olmazı olur kılma savaşımı veriliyor.
Panzerlerin gözleri, genç savaşçıların elleriyle oyuluyor. Halklarımız dişiyle tırnağıyla
koparıp alıyor özgürlüğünü. Küba'nın aydınlattığı yolda bir kez de buradan sesleniyor
halk kurtuluş savaşçıları, kutluyorlar Küba
Devrimi'nin 37. yılını:
"Dünyayı bir kez de Türkiye 'den sarsacağız., *
"37. Yılında
Küba Devrimini Selamlıyoruz!"
TÖDEF ve DLMK'lı öğrenciler Küba Devriminin 37. yıldönümü İçin 1
Ocakla Taksim'de Galatasaray Postanesi önünde telgraf çekip bir basın
açıklaması yaptılar.
37. yılında Küba devrimini selamlayan TÖDEF ve DLMK'lılar yaptıkları
basın açıklamasında Küba'nın yalnız olmadığın!, Türkiye halklarının genç
umutları olarak mücadeleleriyle onların yanında olduklarını vurgulayarak
şöyle devam ettiler;
"37 yıldır Küba halkı özgür. Tüm dünyayı saran Amerikan emperyalizmi
bu küçük ülkeyi teslim alamıyor. Ne 37 yıldır süren ekonomik-siyasal ambargolar ne de askeri müdahaleler Küba halkı ve Castro'yu sosyalizme
olan İnancından vazgeçiremediier.
Teslim olmaktansa bu adayı batırırız' diyen önderleri ve ona inanan bir
halkı var Küba'nın... Direnen Küba bugün dünya halklarının umududur, özgürlüğün, geleceğin, sosyalizmin simgesidir. Ezilen, sömürülen halkların
direnç kaynağıdır. İşte bu yüzden Amerikan emperyalizmi teslim almak İstiyor bu küçük adayı."*
Habas:"... devrim sürecek"
FHKC'nin yayın organı Eel Hedef
dergisinin
24 Aralık tarihli sayısında yayınlanan
Corc Habaş'ın kitlelere seslendiği
mektubunu
TARIK ZİYA'nın çevirisiyle yayınlıyoruz..
Mektup FHKC'nin Kuruluşu nedeniyle
yayınlanmıştır.
Filistin Halkımızın
Vatanımızdaki ve
Heryerdeki Kitleleri;
Arap Ulusu Kitleleri;
Kahraman doğuşun, Filistin'in Kurtuluşu İçin Halk Cephesinin kuruluşunun 28.
yıl dönümünde kendi adıma hepinize
sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum.
Sizi tam bağımsızlığımızın sağlanması
ve haklarımızın geri alınması İçin meşru
kurtuluşun, ulusal mücadelemizin ve davamızın adaletliliğine imanımızın sıcaklığıyla kucaklıyor, elinizi sıkıyorum. Elinizi
tek tek sıkıyorum. Siz asırlardır direniyorsunuz, bileşiyorsunuz dağ gibi yüceliyorsunuz. Sizi, varlığınızı, tarihinizi, bugününüzü ve geleceğinizi hedefleyen bütün düşmanca komploların karşısında
duruyorsunuz.
Söz veriyorum ve önünüzde andımı
tekrarlıyorum: Önümüze dikilen tehlikeler
ve zorluklar ne kadar büyük olursa olsun
devrim sürecek, mücadele sürecektir.
Onurlu şehitlerimize, ailelerine, siyonizmin tutukevlerinde bulunan kahraman
esirlerimize söz veriyorum, taş atan çocuklara, İntifada'nın kahraman gençlerine ve hepinize söz veriyorum; halkımız
bütün hedeflerine varana, toprağını kurtarana, vatan toprakları üzerinde başkenti kutsal Kudüs olan bağımsız devletini
kurana kadar mücadele ve savaş içinde
kalacağım.
Kuruluşumuzun yıl dönümünde ulusal
davamız en tehlikeli ve en hassas sayılan aşamalarından birini yaşıyor. Ulusal
programı, ulusal projeyi hedefleyen yaklaşık yüz yıldır halkımızın verdiği bütün
emeklerden sonra FKÖ'nün rezilleşen,
parçalanmış önderliği, tasfiyeci anlaşmaları imzaladı. Siyonist işgalcilerin iktidarından direkt olarak yönetilen, zayıf Otonomik Yönetimi kurdu. Yerleşimcilik bölgelerinin kaldırılması, Kudüs şehri, mültecilerin geri dönüşü, egemenlik gibi temel konulardan vazgeçti. Bugün, İsrail'in
kendisine koyduğu hedeflere ulaşmak
için büyük bir
çaba ve ısrar
içinde olduğunu
görüyoruz. Başta
Filistin Ulusal
Sözleşmesinin
değiştirilmesini
ve yönlendirilmiş seçimlerin
yapılmasını hedefliyor.
Ki seçimlerin
tek ve biricik
hedefi,
parçalanmış
önderliğin anlaşmalar ına
meşruluk kazandırmak, so
rumluluğunu Fi
listin halkımıza
yüklemek ve
kendisinin masum olduğunu
göstermektir.
Yüksek ulu
sal sorumluluğu
omuzlarında
hissetmiş, kuruluşundan bugüne halkımi2in devrimini
yaşayan ve yaşatan, halkımızın kan,
ter ve büyük emeklerle yoğrulmuş
ulusal kurtuluş yürüyüşünde temel
parçalardan biri olmuş olan Filistin'in
Kurtuluşu İçin Halk Cephesi, bölgede
olan son sıcak değişmelerden ve Taba
anlaşmasından sonra toplanan Merkez
Komitesinin toplantısının ardından,
Otonomik
Yönetimin
tasfiyeci
anlaşmalarının hedefine ulaşmak için
çağrısını yaptığı seçimlere girmeyeceğini
ve katılmayacağını vurgular. Bu anlaşmaları ve düzenlemelerini reddeden, muhalif yurtsever şahısların, partilerin, güçlerin yanında olarak bu seçimleri boykot
kavgasını yükseltecektir. Bu tavrının iki
çıkış noktası vardır. Halkımızın yüksek
çıkarları ve çeyrek yüzyıldır halkımızın
mücadelelerini düzenleyen ve düzenlemeye devam eden Kurtuluşçu Ulusal
Program.
Filistin Halkımızın Kitleleri,
Anlaşmaların ne getirdiğini açık ve net
olarak söylemenin görevim olduğunu düşünüyorum. Seçimleri hızlandıran, belirleyen, şartlarını ve temellerini koyan taraf İsraillilerdir, seçimin hedefi halkımızın
çıkarları veya davası değildir. Eğer bundan en ufak bir şüphe duysaydım, ilk
onaylayanların arasında beni görürdünüz. Çünkü, özgürlük ve demokrasi aşkıyla çok mücadele etti, çok sızlandı bu
halk. Seçim hakkı, bu halkın temel haklarındandır ve görmezden gelinemez.
Ama şu anda olan ve çağrısını yaptıkları
şey bundan çok çok uzaktır. Şimdi olan
Filistin'in satılmasıdır; toprağın, halkın,
tarihin toptan satılmasıdır. Özgür, bağımsız, bağımsız iradeyle kaderini belirleyecek olan bir halkın silinmesidir. Halkımızın her ferdine seçimlerin tek hedefinin,
uzun çatışmalardan sonra Siyonist işgal
başaramayınca halkımız iradesinin, içten
saptırılması ve kırılması olduğunu öğretmeliyiz. Yerleşimcilik bölgelerinin kurulmasının meşrulaştırılması; Kudüs'ün iş-
gal altında ve "İsrail'in" ebedi başkenti
olarak kalması; güvenlik ve halkımızın
parçalanması, bölünmesi konularında
"İsrail'in" yetkili kalması; Ulusal Programın ve FKÖ Sözleşmesinin yok edilmesi;
mültecilerin oldukları yerde vatandaşlaştırılması, geri dönüşlerinin reddedilmesi... seçimlerin gerçek hedefleri bunlardır. Demokrasi ve seçim hakkı, daha büyük tehlikelerin ve saklananların örtüşüdür. Ben herşeyimle inanıyorum ki, mücadelenin terine bulaşan, özgürlüğü ve
bağımsızlığı için mücadele eden ve bunun için kafilelerce şehit, onbinlerce tutsak ve tutuklu veren halkımızı bu oyunlar
etkilemeyecektir. Sonuçta, hedeflerini
değiştirmeyen, meşru, vatan toprağının
bir zerresi veya Filistin için düşen şehit
kanının bir damlası değerinde bile olmayan şekilsel imtiyazlara karşılık halkın
yüksek çıkarlarından taviz vermeyi veya
satmayı reddeden güçlerin yanında olacaktır. Bu imtiyazlar Siyonist zindanlardaki esirlerimizin çektiği acılardan ve sürgünde olan milyonlarca halkımızın gördüğü işkenceden çok düşük kalır.
Kardeşleri m,Yoldaşlarım
Bir çoğunuz soruyorsunuz "seçimleri
reddettikten sonra ne olacak, herşey bu
mu, buna karşı programınız nedir?" Evet.
Bu gibi sorular yüzde yüz meşrudur.
Bunları bize sormanız hakkınız. Biz tarihe tavır yazanlardan değiliz. Yasakçı veya savmacı değiliz. Oslo projesini bütün
ayrıntılarıyla reddettiğimizden beri, Ulusal Birlik Progamı ve FKÖ'nün programı
olan bağımsız devlet, kaderini tayin, geri
dönüş haklarına dayanarak mücadele
programını açıkladık ve temel dayanaklarını da belirtedik. O zaman da söyledik,
bugün de vurguluyoruz; bu program, etkisinin hissedilir olması için bir sihir içermiyor. Sonuçta, zalim anlaşmayı bozacak ve istenen değişiklikleri yapacak
mücadele yürüyüşü esnasında tarihi bir
yörünge olacak ve aşamalı olarak etkileyecektir.
Yoluna devam eden ve gündemi kökten değiştiren -bunu sadece çelişik görmek isteyenler çelişik görür- bu programın ana hatları, işgalin toprağımızdan
kalkmadığından, varlığının fiili, güvenlik
ve baskı olarak sürmesinden hareketle
mücadelenin sürmesi, düşmanla çatışmanın her şekli ve tarzda sürdürülmesidir. Aynı zamanda, halkın doğal hakkı ve
kazanımı olan, değiştirilmeyecek veya
saldırılmayacak olan demokratik haklara Otonomik Yönetimin saldırılarına karşı, baskıcı kurumlarına, bölücü çatışmalarına, Otonomik Yönetimin kendisine
yönelik demokratik mücadele... Burada
birincisi Parti olarak, ikincisi demokratik
güçler olarak, üçüncüsü yurtsever-islami
güç olarak işgale karşı savaşı veya Otonomik Yönetime karşı demokratik çatışmayı yükseltmekte eksik kaldığımıza işaret etmeyi görevim biliyorum. Bu eksikliklerin daha önce belirli bir süreçte açıklanabiliriiliği olsa bile, uzun bir mücadelesi
ve tarihi olan, halkımızın her ferdinin tanıdığı bir parti için bugün açıklanabilirliği
veya kabul edilebilirliği kalmamıştır. Verdiği mücadelede ve pratikte yanında görmediği hiçbir partiye bakmayan ve gü-
venmeyen halka ve kitlelere örnek ve yol
gösterici olmak için bütün üyelerimiz, savaşçılarımız, kadrolarımız, önderlerimiz
halkın adil haklarıyla silahlanmış, boranların önünde eğilmeyen bir iradeyle savaş meydanlarına koşmalıdır. Otonomik
Yönetim ve İşgalle kopuşu sağlayacak
çatışmanın yükseltilmesini hazırlamak
amacıyla, Ulusal Programın yanında örgütlenen, onu sarmalayan, onunla dolu,
kesin kararı ve son sözü söyleyecek olan
kitlelere dayanarak bütün alanlarda temel sloganımız "Daha çok, daha çok kitlesel, siyasal, açık mücadele çalışmaları"
olmalıdır.
Partimizde ve organlarındaki eksikliklerden bahsetttiğim gibi şu anda ulusal
çalışmalarını birleştirip, kitle, siyaset ve
basın hareketlerinde ve mücadele alanlarında aralarındaki koordinasyonun seviyesini yükseltmesi gereken diğer Filistinli muhalif güçlerden de bahsedeceğim.
Filistin sahasında bu güçlerin inandırıcı
olabilmeleri ve halk kitleleri tarafından tanınan ulusal bir kurum oluşturabilmeleri
ve varlıklarını, birleşik, koordineli ve etkili
pratiklerini ispatlamaları için seçimler uygun bir fırsattır.
Kardeşlerim;
Yoldaşlarım, bu. münasebette daima
durur, halkımızın sunduğu fedakarlıkları,
Filistin'i geri almak için akan kan şelalelerini düşünürüm. Şehit Gassan Kanafani'yi, Gazze'nin Gueverası'nı hatırlarım.
Şehit Ebu Emel'i, Şehit Vedi Haddad'ı
hatırlarım. Ebu Cihat El Vezir'i Kemal
Nasır'ı Ebu Eyyad'ı hatırlarım. Şehit Ha-lit
Nozal'i, İmat Akıl'ı, Fethi El Şakaki'yi
hatırlarım. İntifadanın şehitlerini, Filistin
Devrimi ve Arap Ulusunun şehitlerini hatırlarım. Bütün bunların en düşük fiyata
satıldığını, uğrunda feda oldukları büyük
düşün, kurtuluşa ulaşmış Filistin'i karşılama düşünün zayıf bir Otonomik Yönetime değiştirildiğini gördükçe beni bir
üzüntü ve nefret seli kaplıyor.
Kuruluşunun 28. Yıldönümünde
Yaşasın Filistin'in Kurtuluşu İçin
Halk Cephesi!
Halkımızın İradesini Yansıtmayan
Seçimlere Hayır!
İşgalden Ve Artıklarından Uzak,
Demokratik, Hür Seçimlere Evet!
Geri Dönüş Hakkına, Kaderini Tayin
Hakkına, Başkenti Kudüs Olan
Bağımsız Devlete Evet! Halit Ebu
Ayşe, Yaser Ebu Govş, İlmenin
Şahin Yoldaşlarımızın Yolunda İleri!
Onur Ve Şeref
Değerli Şehitlerimizindir!
Kazanan Biziz!
Doctor Corc Habaş Filistin'in
Kurtuluşu İçin Halk Cephesi
Genel Sekreteri 11.12.1995
Download