erken çocukluk egitiminde temel kuram ve yaklaşımlar

advertisement
MONTESSORİ EĞİTİMİ I
Erken Çocukluk Egitiminde Temel Kuram ve Yaklaşımlar
Doç. Dr. Müdriye YILDIZ BIÇAKÇI
GİRİŞ
Erken çocukluk eğitimine ilişkin tarih boyunca sayısız kitap,
makale ve araştırmalarda hayat bulan temel kuram ve
yaklaşımların tek bir ortak amacı vardır: Çocuğu anlamak.
Çocuğu anlamak, insanlığı ve hayatı anlamaktır ve çocuğu
anlamak, çocuğu tanımak ve tanımlamaktan geçer.
Çocuğa ilişkin yapılan tanımlamalar, çocukluğa atfedilen
bilgi, beceri ve özellikler çocukluk döneminin nerede
başlayıp, nerede biteceğini, nasıl şekilleneceğini, kısaca
dünya üzerinde her yetişkin insanın tatma zevkine sahip
olduğu bu sihirli sürecin nasıl geçeceğini belirler.
Şöyle bir düşünecek olursak eğer: Kimdir çocuk? Neler
yapabilir? Neleri ister?
•
Çocuk merak eder.
•
Çocuk soru sorar. Çocuk keşfeder. Çocuk hayal eder.
•
Çocuk yaratır.
•
Çocuk çocuk olabilirse eğer, mutludur, mutlu eder.
İnsanlık tarihinin ilk gününden itibaren erken çocukluk
eğitiminin de varlığından söz etmemiz gerektiğini kabul
ederek, bu bölümde, geçmişten günümüze erken çocukluk
eğitimine yön vermiş, şekillendirmiş ve günümüzdeki erken
çocukluk eğitimi uygulamalarını çerçeveleyen temel kuram
ve yaklaşımları birkaç ana başlık altında inceleyeceğiz.
ERKEN ÇOCUKLUK EGİTİMİNE TEMEL
OLUŞTURAN DÜŞÜNÜRLER
Erken çocukluk eğitimi uygulamaları, toplumların, kültürel, dini ve
siyasi bakış açılarıyla ve çocuğu nasıl tanımladıklarıyla büyük
paralellik göstermektedir. Erken çocukluk eğitiminin felsefesinden,
içeriğinden ve uygulamalarından söz etmek için toplumların çocuğu ve
çocukluk sürecini nasıl tanımladıklarına bakmak gerekir.
Çocuğun ve çocukluğun tanımı da çocukluk yıllarının ne kadar
sürdüğüne, çocuk olmaya atfedilen farklı anlamlara ve toplumun
çocuğa ilişkin beklentilerinden oluşur ve ekonomik, sosyal, kültürel ve
teknolojik gelişmelere bağlı olarak da değişir. Bir toplum çocuk ve
çocukluk hakkında ne düşünüyor ve çocuğu ve çocukluğu nasıl
tanımlıyorsa ona uygun şekilde çocuklarını eğitecek ve yetiştirecektir.
Tarihte erken çocukluk eğitimine yön vermiş eğitimci ve düşünürlerin
görüşlerine de bu doğrultuda bakmak gerekir.
John Locke (1632-1704)
John Locke, Somerset İngiltere'de doğmuş bir doktor, filozof ve
sosyal bilimciydi. Çocuğa atfettiği boş levha (tabula rasa)
tanımlaması Locke'un erken çocukluk eğitimine dair ileri sürmüş
olduğu en bilinen görüşüdür. Bu görüşün ortaya çıkışında Locke'un
kuzeninin ve eşinin kendisinden çocuk yetiştirmeye dair tavsiyeler
istemeleri rol oynamıştır. Kuzenine ve eşine yazmış olduğu mektuplar
Eğitimi İlişkin Bazı Düşünceler adıyla 1693 yılında yayınlanmış ve
böylelikle daha geniş kitlelere ulaşmıştır (Morrison, 1998, 2000). Bu
bakış açısıyla Locke insanın doğasına ve öğrenmesine ilişkin olarak
doğuştan gelen hiçbir bilginin söz konusu olamayacağını ve doğumda
insan beyninin boş, beyaz bir sayfa gibi olduğunu ileri sürmüştür.
Locke'a göre doğumda boş bir levha olan insan zihnini sadece çevre
ve çevrede edinilen deneyimler şekillendirmektedir. Çocuğun kim
olacağını ve nasıl bir insan olacağını doğuştan getirdiği özellikler ve
yetenekler değil içinde yaşadığı çevre ve yaşadığı deneyimler
belirleyecektir
Locke'un bakış açısının eğitime uyarlanmasıyla sıkıca yapılanmış,
kontrolün katı bir biçimde sağlandığı, öğretmen merkezli sınıf
anlayışı eğitim ve öğretimde baskın yaklaşım olarak yerini
almıştır. Locke'a göre toplumun ihtiyaçları öğrenenin
ihtiyaçlarından daha önemlidir ve bireylerin ihtiyaçları toplumun
ihtiyaçları arasına dahil edilmiş olmalıdır. Toplumun çoğunluğunun
yararına olacak uygulamalar, birkaç kişiye az miktarda
rahatsızlık da verse uygulanmaya değerdir (Morgan, 2007).
Locke bir eğitimci olmadığı halde, eğitim alanında da büyük
yankı uyandıran ve ilköğretim, ortaöğretim ve hatta okul öncesi
eğitimde kabul gören davranışçı yaklaşımın alt yapısını
oluşturması açısından fikirlerinin eğitimde etkileri büyüktür.
Jean Jacques Rousseau (1712-1778)
Her ne kadar Rousseau ve Locke çoğunlukla aynı bağlamda
tartışılsa da, bu bazı fikirlerinin birbirine karşıt olmasından
kaynaklanmaktadır. Rousseau’nun fikirlerinin yaşamış
olduğu çağın ve içinde yaşadığı toplumunda çok ilerisinde ve
bu açıdan kendi zamanı için oldukça radikal olduğu
söylenebilir. Rousseau'ya göre "Tanrı var olan her şeyi iyi
olarak yaratır; insanoğlu burnunu sokar ve kötüleştirir"
Rousseau'nun eğitime ilişkin fikirlerine ünlü romanı
Emile'den yola çıkılarak varılmıştır (Morgan, 2007):
Rousseau romanında Emile adında bir çocuğun doğumundan
ergenliğine kadar olan hayatını ve eğitmeniyle arasındaki
ilişkiyi anlatmış ve roman Rousseau'nun ideal öğretmen
öğrenci ilişkisini nasıl tanımladığını ortaya koymuştur.
Rousseau küçük çocukların doğuştan saf ve soylu olduklarına ve
toplumun kötü etkilerinden korunmaları gerektiğine inanır. Bu
doğrultuda doğaya dönüşün savunucusu olmuş ve çocukları da
doğalcılık (naturalism) adı verilen bir yaklaşımla eğitmek
gerektiğini ileri sürmüştür. Rousseau'ya göre doğalcılık toplumun
yapaylığından ve kendini beğenmişliğinden vazgeçmek demektir.
Doğalcılığı temel alan eğitim, gelişimi yersiz müdahale ve
sınırlamalar olmaksızın mümkün kılar. Ailelerin çocuklarının doğal
gelişimleri üzerinde, diğer bir deyişle çocukların doğuştan gelen
özelliklerine göre kim ve ne olacaklarının olgunlaşma sayesinde
yavaş yavaş belirmesi (natural unfolding) üzerinde, hiçbir
kontrolleri olamaz. Bu durumda çocukların gelişimlerinin
gözlenmesi ve uygun zamanlarda uygun deneyimlerin sağlanması
gerekmektedir.
Rousseau'ya göre doğayla uyumlu eğitim mutluluk, doğaçlama,
meraklılık gibi çocuklara has özellikleri sağlayacak ve
destekleyecektir. Aileler ve öğretmenler çocukların doğal
yeteneklerine göre gelişmelerine imkan vermeli, toplumun
ayartıcı etkilerine karşı koymalı, aşırı korumacı bir tutum
izleyerek gelişimlerine müdahale etmemeli ve zorlama eğitim
anlayışı dışında yöntemler izlemelidir. Gerçekten de Rousseau
romanında doğumdan ergenliğe kadar yetiştirmiş olduğu Emile'in,
Daniel Defoe'nun doğada ve doğayla uyum içinde yaşayan
becerikli Robinson Crusoe'sunu örnek almasını istemiştir. Bu
doğrultuda Rousseau, kıyafet sınırlamaları, devam zorunluluğu,
temel yeterlilikler, sık ve standardize testler ve öğrencileri
sahip oldukları becerilere göre gruplama gibi modern
uygulamalara doğal olmadıkları gerekçesiyle karşı çıkacaktır
Locke'un ileri sürdüğü düşünceler davranışçı yaklaşımda hayat
bulup, belirli bir dönem anne baba tutumları ve erken çocukluk
eğitimi de dahil olmak üzere birçok alanda hakimiyetlerini
sürdürmüş olsa da, Rousseau'nun zamanından çok önde olan
düşünceleri günümüzde de erken çocukluk eğitimi alanındaki en
etkin görüşlerdendir. Rouseau'nun görüşleri geçmişte erken
çocukluk eğitiminin temelini atan Johann Pestalozzi, Robert
Owen, Friedrich Froebel gibi eğitimcilerin yanı sıra erken
çocukluk eğitimini şekillendiren John Dewey, Lev Vygotsky,
Jean Piaget ve Erik Erikson gibi kuramcıları ve eğitimcileri de
etkilemiş ve onların kuram ve görüşlerinde hayat bulmuştur.
Diğer taraftan teknoloji ve modern hayatın yan etkileri arttıkça
uygulamaya dökmek mümkün olmayacak olsa bile Rousseau'nun
fikirlerinin uzun yıllar etkisini sürdürmesi beklenebilir.
Johann Heinrich Pestalozzi (1746-1827)
Jean Jack Rousseau tarihte ve günümüzde birçok teorisyen ve
eğitimciyi etkilemiş ve çalışmalarına yön vermiş olsa da Johann
Pestalozzi en yoğunlukla etkilediği eğitimcilerin başında
gelmektedir. Rousseau'nun eğitimde doğalcılık yaklaşımı ve
romanı Emile, Pestalozzi'nin erken çocukluk eğitimine ilişkin
düşüncelerinde ve savunularında büyük rol oynamıştır. Pestalozzi
de Rousseau gibi erken çocukluk yıllarında eğitimin doğayla
uyumlu olması gerektiğini ve çocukların en iyi, gözlem yaparak
ve somut deneyimler edinerek öğrendiğini iddia etmiştir.
Pestalozzi Emile'den ve Rousseau'nun doğaya dönüş yaklaşımından o
kadar derinden etkilenmiştir ki tarımda yeni ve deneysel tekniklerin
merkezi olması umuduyla bir çiftlik satın almıştır. Çiftçilikle
uğraşırken eğitime olan ilgisi artmış ve 1774 yılında çiftliğinde
Neuhofadı verilen bir okul açmıştır. Bu dönemde mesleki eğitim,
oknma yazma eğitimi ve ev yaşamının bütünleştirilmesi hakkında
düşüncelerini geliştirmiştir. Ancak maddi sıkıntılar nedeniyle bu
eğitimci girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Rousseau'nun Pestalozzi
üzerindeki bir diğer etkisi de kendi oğlunu Rousseau'nun öğretileri
doğrultusunda yetiştirme çabasında ortaya çıkmıştır. Ancak oğlu
JeanJacques, belki fizyolojik nedenlerden, belki de Pestalozzi'nin
soyut düşünceleri uygulamaya dökmede başarısız olmasından dolayı 12
yaşında olmasına rağmen okuma yazmayı öğrenememiş ve bu girişimi
de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bütün bu olumsuz deneyimler aslında
Pestalozzi'nin en büyük başarısını ve onu l700'lü yıllardan günümüze
kadar getirecek ve çalışmalarıyla tanışmış olan birçok kuramcı ve
eğitimcinin çalışmalarında hayat bulacak kendi pedagojik düşüncelerini
oluşturmasında büyük rol oynamıştır. İçinde yaşadığı dönemde de
teorisi ve uygulamaları o kadar çok tanınır olmuştur ki okul ve
müfredat konularında dünya genelinde altı yaşın altındaki çocuklar
için eğitim programları hazırlayan eğitimcilerin yanı sıra diğer
ülkelerin devlet görevlileri tarafından da tavsiyelerine başvurulmuştur
Pestalozzi'nin düşüncelerinde etkisi olan bir diğer kişi ise
annesidir. Babasını 5 yaşındayken kaybetmiş olması
nedeniyle çocukluk yıllarından itibaren gösterdiği her türlü
başarı ve kazanımda annesinin rolü büyüktür. John Amos
Comenius'tan (1592-1670) sonra eğitimde ailenin ve
özellikle annenin rolünü ve çocuklarının eğitim hayatındaki
başarılarında annelerin katkısını vurgulayan ikinci kişi olmuş,
yüzyıldan daha fazla bir zaman sonra bu fikirleri Maria
Montessori tarafından da yeniden şekillendirilmiştir.
Pestalozzi çocuklar için en iyi öğretmenin anneleri
olabileceğini söylemiş ve Gertrude Çocuklarına Nasıl
Öğretiyor (How Gertrude Teaches Her Children) ve
Anneler için Kitap (Book for Mothers) adında iki kitap
yazmıştır.
Pestalozzi'ye göre eğitim duyusal izlenimlere dayalı olarak
gerçekleştirilmelidir ve çocukların gerçek potansiyellerine
ulaşabilmesi duyusal deneyimler aracılığıyla mümkün olabilir.
Birçok kavramı öğrenmede en iyi yolun sayına, ölçme,
hissetme ve dokunma için kullanılacak olan manipülatifler
olduğunu ileri sürmüştür. En iyi öğretmenlerin, konuları
öğretenler değil öğrencileri öğretenler olduğunu söylemiştir.
Karma yaş grubu da Pestalozzi'nin savunduğu
yaklaşımlardan bir tanesidir.
Pestalozzi'nin etkilediği kuramcılar arasında Friedrich
Froebel, Jean Piaget, Lev Vygotsky ve Montessori
bulunmaktadır ki her biri erken çocukluk eğitimini büyük
ölçüde yönlendiren ve şekillendiren kuramcı ve
eğitimcilerdir. Altı yaşından küçük çocuklar için
öğrenmenin, çocuğun hayatı ve hayattaki deneyimleri
anlamlandırmasına imkan vermesi gerektiği görüşü Piaget'nin
çalışmalarında da yer almaktadır. Pestalozzi'nin savunmuş
olduğu, çocukların bilgiye yetişkinlerin birbirleriyle olan
iletişimlerini ve sosyal durumları gözlemleyerek ve
yorumlayarak vardıkları ve kendi davranış örüntülerini
oluşturdukları görüşü yıllar sonra Vygotsky'nin teorisinde
vurgulanmıştır.
Friedrich Wilhelm Froebel (1782-1852)
Froebel, erken çocukluk çağındaki çocuklar için sistematik bir eğitim
programı geliştiren ve öğrenimi destekleyici materyaller tasarlayarak
çocuklar için eğitici bir öğrenme ortamı hazırlayan ilk eğitimcidir. Kendisini
çocuklar için bir eğitim sistemi geliştirmeye adamış ve çağdaşı olan ve
birlikte çalışma imkanını bulduğu Pestalozzföen de önemli ölçüde ilham
alınıştır. Hazırladığı bu ortama çocuk bahçesi (kindergarten) adını vermiştir
ve vatanı olan Almanya başta olmak üzere birçok ülkede okul öncesi
dönemdeki çocuklara eğitim veren programlar için kindergarten terimi
kullanılmaktadır. Hayatını küçük çocuklar için bir eğitim programı
geliştirmeye ve öğretmen yetiştirmeye adamış olduğu için de tüm dünyada
okul öncesi eğitim programlarını babası olarak anılmaktadır (Morrison,
2007). Froebel'in hazırlamış olduğu bu eğitim programına çocuk bahçesi
adını vermesinin altında yatan, iyi eğitim alınış okul öncesi öğretmerılerinin,
çocukların yeni filizlenen sağlıklı bitkiler gibi olduğu düşüncesine sahip
olmaları durumunda erken çocukluk eğitiminin son derece neşeli ve etkili
olabileceğine dair inancıdır. Bitkiler gibi çocuklar da gelişim ve olgunlaşma
süreçlerinde sulamaya (beslenmeye) ve bakıma (sağlık) ihtiyaç
duymaktadırlar. Bu nedenle Froebel öğretmen, öğrenci ve eğitim programı
arasındaki ilişkiyi anlatırken eğitim programı çocuk bahçesi, öğretmen
bahçıvan benzetmelerini kullanmıştır
Froebel'in eğitime en büyük katkısı öğrenme, eğitim programı
(müfredat), yöntem ve öğretmen eğitimi alanlarındadır.
Çocuklara ve öğrenmelerine dair düşünceleri Pestalozzi'nin
düşünceleriyle paralellik göstermektedir. Öğretmen ya da
ebeveyn olsun bir eğitimcinin görevi, çocuğun doğal gelişimini
gözlemlemek ve çocuk neyi ne zaman öğrenmeye hazırsa o
zaman ve o doğrultuda uygulamalar sunmaktır. Öğretmenin
görevi çocuğun öğrenmesini sağlayan doğuştan getirdiği
nitelikleri geliştirmesine yardımcı olmaktır. Diğer bir deyişle
Froebel'e göre öğretmenler çocukların ihtiyaç duydukları
faaliyet ve deneyimleri tasarlayan kişilerdir. Erken çocukluk
eğitiminde öğretmenin, öğretenden çok öğrenmeyi kolaylaştıran
kişi olarak anılması daha sonraki yıllarda Froebel'in etkisiyle
Maria Montessori ve Jean Piaget'de de görülmüştür.
Froebel'in eğitim felsefesinin çıkış noktası bireyin iç ve dış
dünyası arasındaki dengeyi sağlayacak deneyimleri bulma
çabasıdır. Froebel'e göre çocuğun dış dünyayı anlaması oyun
aracılığıyla gerçekleşmektedir. Froebel'e göre çocuğun iç
dünyasına ilişkin arılayışı çocuğun kendi seçtiği ve ona anlamlı
gelecek oyunlara yönelmesinden kaynaklanırken, dış dünyaya
ilişkin anlayışı çocuğun, oyun oynarken koşarken, zıplarken
rüzgarı yönünde hissetmesi veya kendisini durağan nesnelerle
karşılaştırması gibi oyununa etki eden doğal güçlerden doğar
Froebel'in erken çocukluk eğitimine en büyük katkılarından
biri oyuna atfettiği anlam ve önemdir. Froebel'e göre
çocuk oyun aracılığıyla birey olarak benzersizliğini ortaya
koyar ve oyun yoluyla öğrenir. Bu dönemdeki oyunu
eğlencelik ve sıradan bir faaliyet olarak görmemek aksine
oyunu son derece ciddi ve önemli bir araç olarak
değerlendirmek gerekir. Çocukların oyununu teşvik etmek ve
tıpkı toprağı işler gibi işlemek gerekir çünkü oyun
öğrenmeye eşdeğerdir ve çocuğun gelişiminin en üst
seviyesidir. Çocuğa neşe, özgürlük, huzur verirken iç ve
dünyasında soluklanma ve rahatlama ihtiyacını karşılayarak
çocuğun dünyayla barışık olmasını sağlar
Ancak Froebel Pestalozzi'nin oğlu Jean-Jacques ile olan
deneyimlerinden de yola çıkarak yapılanmamış oyunun
potansiyel bir tehlike arz ettiğini düşünmüş ve çocuğun
kendi kendine sürdürdüğü oyundan çok fazla bir şey
öğrenemeyeceğinin de farkında olmuştur. Rehberlik,
yönlendirme ve oyun için hazırlanmış bir ortam olmaksızın
çocukların öğrenmesinin istenilen seviyeye ulaşamayacağını
veya öğrenmenin doğru şekilde gerçekleşmeyeceğini
düşünmüştür. Bu nedenle öğretmenin oyun ve öğrenme
ilişkisindeki görevi, çocukların yaratıcı ve topluma katkıda
bulunan bireyler olabilmesi için rehberlik etmek ve
yönlendirmelerde bulunmaktır.
Froebel'in tasarlamış olduğu eğitim programının temelini
yetenekler (gifts), meslekler (occupations), bestelemiş olduğu
şarkılar ve eğitsel oyuncaklar oluşturur. Yetenekler çocukların
şekil, hacim, renk gibi sayma, ölçme, karşılaştırma gibi
işlevlerde görev alan kavramları öğrenmelerini sağlayacak,
ellerine alabilecekleri ve öğretmenin yönergeleri doğrultunda
kullanabilecekleri nesneleri ifade eder. Froebel'in tasarlamış
olduğu ilk yetenek her biri ayrı renkte altı tane yün yumağından
ve aynı renklerde altı tane iplikten oluşan settir. Bu yeteneğin
bir amacı renkleri öğretmektir. Froebel topun (küre şeklindeki
herhangi bir cisim) eğitimde önemli bir rol oynadığına inandığı
için topun kullanımını önemle vurgulamıştır. İkinci yetenek, bir
küp, bir silindir ve bir küreyi içermektedir. Meslekler ise, kağıt
katlama, yapıştırma, resim çizme, dokuma, boncukları ipe
dizme, kesme, oyun hamurundan model yapma, noktaları takip
ederek resim oluşturma ve dikiş dikme gibi faaliyetler
aracılığıyla başta psiko-motor olmak üzere gerekli becerileri
geliştirmek için tasarlanmış gereçleri ifade eder.
Froebel gerek altında yatan eğitim felsefesi, gerekse
uygulamaları açısından günümüzde okul öncesi eğitim
programlarında yer alan birçok uygulamanın temelini
atmıştır. Günümüzde okullarda halen uygulanmakta olan bir
diğer uygulama işe çember oluşturma olup, çember zamanı
çocukların yere daire şeklini oluşturacak şekilde oturup
meslekler ve yetenekler aracılığıyla öğrendikleri kavramları
pekiştirecek şarkılar söylediği ve günlük programın önemli
bir bileşeni olup günümüzde okullarda halen uygulanmakta
olan bir diğer uygulamadır.
Maria Montessori (1870-1952)
Maria Montessori de tıpkı Froebel gibi hayatını çocuklar için bir eğitim
sistemi geliştirmeye adamış bir eğitimci ve İtalya'da ilk kadın tıp doktoru
ünvanını almış gerçek bir kadın hakları savunucusudur. Üniversiteye
mühendislik okumak için girmiş ve yine tıpkı Froebel'in mimarlıktan eğitime
geçmesi gibi girdikten kısa bir süre sonra kararını değiştirerek tıp
okumaya başlamıştır. 1800'lü yılların Avrupa'sında ilk kadın tıp öğrencisi
olmanın türlü zorluklarına rağmen mezun olmuş ve bu başarısının ardından
Roma Üniversitesi'ndeki psikiyatri kliniğine yardımcı eğitmen olarak
atanmıştır. O dönemlerde zihinsel engelli çocuklarla, akli dengesi yerinde
olmayan çocuklar arasında ayrım yapılmadığı için işi gereği akıl
hastanesinde yatan zihinsel engelli çocuklarla bir arada bulunmuştur. Bu
karşılaşma Montessori'nin günümüze kadar gelen ve dünyanın birçok
yerinde birebir uygulanan eğitim programı modelinin temellerini atmasına ön
ayak olmuştur. Montessori'nin ilk amacı çocuk hastalıklarını çalışmaktıysa
da kısa bir zaman sonra ilgisini zihinsel engelli çocuklara eğitimsel
çözümler aramaya yöneltmiştir. Bu ilgisini kendisi "Meslektaşlarımdan
farklıydım çünkü içgüdüsel olarak zihinsel engelliliğin tıbbi bir problem
olmaktansa daha çok eğitimsel bir problem olduğunu hissettim" diyerek
açıklamıştır.
İlk okulu olan Casa dei Bambini (Çocukların Evi) 'yi 1907
yılında Roma'da bir gecekondu bölgesi olan San Lorenzo'da
açmıştır. Burada düşüncelerini test etme şansı bulmuş ve
çocuklar ve öğretim hakkında geliştirmiş olduğu eğitim
sistemini mükemmele yaklaştıracak iç görüyü kazanmıştır.
Montessori'nin 1900'lü yılların başında geliştirmeye
başladığı eğitim modeli günümüzde de ailelerin çocukları için
en çok tercih ettiği modellerin başında gelmektedir.
Türkiye'de Montessori Yöntemi'nin uygulayan birçok okul
bulunmaktadır.
Sizce bir Montessori sınıfının en
belirgin özelliği ne olmalıdır?
Montessori yöntemini oluşturan başlıca ilkeler vardır ve
bunlar Maria Montessori'nin düşünce ve uygulamalarının bir
sentezini oluşturur. Montessori yönteminin ilk ilkesi olan
"Çocuğa Saygı" geriye kalan dört ilkenin de temel taşıdır.
Montessori'ye göre her bir çocuk benzersizdir ve bu
nedenle eğitim bireyselleştirilmelidir. Çocuklar yetişkinlerin
minyatürü değildirler ve arılara bu şekilde muamele
edilmemelidir. Montessori'nin üzerine basa basa söylediği,
çocuğun hayatının yetişkininkinden ayrı ve farklı olduğudur.
Çocuğun eğitiminin kısıtlanmasının bütün sorumluluğu da
kendi hayatıyla çocuğunun hayatı arasında ayrım yapamayan
ve kendi fikir ve hayallerini çocuklarına yüklemeye çalışkan
yetişkinlere aittir..
Montessori bu konuda oldukça vurgu yapmış ve hatta yetişkinleri
bencillikle değil ancak benmerkezcilikle suçlamıştır. Yetişkinlerin
çocuğun ruhuna dair olan her şeye kendi bakış açılarıyla baktıklarını,
bu nedenle yanlış anlaşılmaların daima artışta olduğunu söylemiştir.
Yetişkinlerin benmerkezci oldukları için çocukları doldurmaları gereken
boş bir nesne, her şeyi onlar için yapmalarını gerektirecek ve sürekli
yönlendirmeye ihtiyaç duyacak kadar çaresiz, etkisiz varlıklar olarak
gördüklerini ileri" sürmüştür. Bunun sonucunda da yetişkinlerin
kendilerini çocuklarının yaratıcısı olarak gördüklerini ve kendi bakış
açılarına göre çocuğun davranışlarını iyi ya da kötü olarak
yargıladıklarını söylemiştir (Montessori, 1966). Çocuğa saygı duymanın
ve bunu göstermenin yollarından biri çocukların işlerini kendi başına
yapmalarına ve kendi kendilerine öğrenmelerine yardım etmektir. Bu,
bağımsızlığı destekleyeceği ve sağlayacağı gibi aynı zamanda onlara
kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve kendi hayatlarını
düzenleyebilecek bireyler olarak saygı duyulduğunun bir göstergesi
olacaktır. Çocuklar seçme şansı verildiğinde etkili öğrenme, otonomi ve
olumlu öz-güven için gerekli beceri ve yeterlilikleri kazanacaklardır.
Montessori eğitiminin ikinci temel ilkesi, çocukların
öğrenmesinin yetişkinlerin öğrenmesinden yapısal olarak
farklı olduğunu ve çocukların zihinlerinin tıpkı bir süngerin
sıvıyı emmesi gibi bilgiyi emdiğini ifade eden emici akıl
(absorbent mind) ilkesidir: Montessori, çocukların başkaları
tarafından eğitilebileceği fikrini reddederken bir çocuğun
öğrenmemesinin mümkün olamayacağını da iddia etmiştir.
Sadece hayatta kalarak çocukların çevrelerinden
öğrendiklerini savunmuştur.
Üçüncü olarak Montessori, çocukların belirli davranışlara
karşı daha duyarlı oldukları ve belli başlı becerileri
öğrendikleri hassas dönemlerin (sensitive periods) var
olduğunu ileri sürmüştür. Bu hassas dönemlerin öğrenme
sürecinde kullanılabilmesi için yetişkinlerin bu dönemleri
ortaya çıktıkları zaman fark etmesi ve destekleyici
faaliyetler ve deneyimler sunması gerekir. Burada önemli
olan nokta, her çocuk aynı hassas dönemleri yaşasa da bu
dönemlerin zamanlamaları çocuktan çocuğa farklılık
göstermektedir. Montessori'nin düşüncelerinde ve eğitim
yönteminde altını şiddetle çizdiği gözlem, öğretmenler ve
aileler için bu noktada çok önem kazanmaktadır.
Tıpkı Froebel gibi Montessori de çocukların öğrenmesi için özel
olarak tasarlanmış gereçleri içeren hazırlanmış ortamın
gerekliliğini savunmaktadır. Ancak Froebel'den farklı olarak
Montessori'nin hazırlanmış ortamı, sadece çocukların
öğrenmesine hizmet etmekle kalmayacak aynı zamanda onları
yetişkinlerden bağımsız hale de getirecektir ki asıl amaçlanan
da budur. Çocuklar kendileri için hazırlanmış bir ortamda kendi
istedikleri gibi hareket edebilecek, kendi seçimlerini
yapabileceklerdir. Çocuk boyutunda eşyaları, mobilyaları ve
çocukların kendi başlarına ulaşabilecekleri çocuk seviyesinde
raflarıyla hazırlanmış ortam çocukların bir yetişkine ihtiyaç
duymadan kendi seçimleri doğrultusunda çalışmalarına ve
Montessori eğitiminin son ilkesinde vurgulandığı gibi çocukların
kendi kendilerini eğitmelerine imkan verecektir.
Montessori'ye göre çocuk öğrenmenin merkezinde olacak ve
kendisi için hazırlanmış bir ortamda ve kendisi için
tasarlanmış araç ve gereçlerle yetişkinlerden bağımsız
olarak, özgürce yaptığı seçimler aracılığıyla kendini
eğitecektir. Yetişkinlerin çocuğun öğrenme sürecinde kir
olü, öncelikle çocukları öğrenmenin merkezi yapmak,
hazırlanmış ortamda, onlara gerekli özgürlüğü vererek
çocukları öğrenmeye teşvik etmek, mümkün olan en iyi
ortamı yaratınak, ve son olarak hassas dönemleri fark
ederek istenmeyen davranışları anlamlı görevlere
yönlendirerek engellemek olarak sıralanabilir.
Günümüzde Maria Montessori'nin eğitim felsefesi ve
yaklaşımını birebire uygulayan programlara yoğunlukla
rastlanmakla birlikte birebir uygulanmasa da çocuğa saygı,
çocuklar için tasarlanmış ve hazırlanmış ortam, hassas
dönemler ve çocuğun kendi kendine öğrenmesi ilkeleri erken
çocukluk eğitiminde kalıcı bir etki bırakmıştır.
John Dewey (1859-1952)
John Dewey'nin ileri sürmüş olduğu fikirler psikoloji, felsefe ve politika
alanlarının yanında eğitim alanında da çığır açar niteliktedir. Burlington
Vermont doğumlu bir fılozof olan Dewey sadece Amerikan eğitim sistemini
etkilemekle kalmamış, tüm dünyada kabul görmüş ve günümüzdeki eğitim
anlayışına ulaşılmasına birebire etki etmiştir. Nitekim Dewey Türkiye'de
dahil olmak üzere Japonya, Çin, SSCB gibi birçok ülkede eğitim politikaları
düzenlenirken önerilerde bulunmak üzere çeşitli ziyaretlerde bulunmuş ve
dünyada ve Türkiye'de eğitim politikalarının şekillenmesinde aktif bir rol
oynamıştır. Bugün eğitimde kullanılan, çocuk merkezli eğitim, çocuk
merkezli okul anlayışı gibi birçok güncel uygulama John Dewey'nin
progresivizm (progressivismyenilikçilik) adı verilen reform hareketinin
yansımalarıdır. Dewey'nin eğitim felsefesi üzerine yazmış olduğu görüşleri
1900'lü yılların başlarında hem eğitimcileri hem de vatandaşları, eğitim
sistemini destekleyecek birçok alternatif çözüm arayışına itmek amacını
gütmektedir. Dewey, hem devlet hem de özel okulların öğrencilerinin kendi
öğrenme süreçlerine katılımlarını arttıracak yöntemler ve imkanlar
yaratması gerektiğini ileri sürmüş ve özellikle o dönemdeki devlet
okullarında zaman geçirmiş olan herkesin var olan boğucu kısıtlamalar
hakkında birçok şey söyleyebileceklerini iddia etmiştir
Dewey'nin (1897) eğitime ilişkin savunduğu görüşlerin temelinde
yatan, eğitimin yaşam için bir hazırlık olmadığı, aksine bir
yaşam biçimi olduğu düşüncesidir. Bu doğrultuda çocukların
yaşamları için gereken bilgi ve becerileri öğrenmelerini
sağlayacak aktivitelerin çocukların günlük yaşamlarından
hareketle ve günlük yaşamlarıyla ilişkilendirilerek verilmesi
gerektiği ileri sürmüştür. Diğer bir deyişle Dewey'e göre
eğitim, çocuğun içinde yaşadığı toplumsal koşullara uyum
sağlamasına yardımcı olan bir süreç olup, eğitimde derslerin
ezberletilmesinden çok problem çözme ve eleştirel düşünme
becerisinin geliştirilmesi amaçlanmalıdır.
Dewey'nin önderliğini yapmış olduğu progresivizm hareketine
göre eğitimde öğrencilere öğretilen konulardan ziyade
öğrencilerin ilgi alanları ön planda tutulmalıdır. Dewey'nin ve
progresivizmin erken çocukluk eğitimine yansımalarını ele
alırsak, Dewey'nin düşünceleri doğrultunda hazırlanan bir
sınıfta, koşma, zıplama ve çevrelerindeki malzeme ve gereçlerle
haşır neşir olma gibi fiziksel aktiviteler; araç gereçlerin
kullanımı; düşünsel uğraşılar ve sosyal etkileşim ön planda
olmalıdır. Deweye göre okul öncesi dönem, hayat boyu sürecek
olan eğitim sürecinin başlangıcıdır ve çocuk yaparak ve
yaşayarak öğrenme yoluyla ilgi alanlarını geliştirmeye başlar.
Çocuk bu dönemde birebir katılımını gerektirecek deneyimler
yaşayarak, alet ve gereçleri kullanarak ihtiyacı olan bilgi ve
beceri donanımını oluşturur. Bunun en iyi yolu da çocuklara
yemek pişirme, marangozluk gibi günlük yaşam becerileri ve
mesleki beceriler kazanma imkanının verilmesidir. Bunun yanında
problem çözme, yeni şeyleri keşfetme ve çevrelerindeki
dünyanın nasıl işlediğini çözme gibi düşünsel uğraşılar içinde
Dewey'e göre en iyi yöntem, çocuklara araştırma ve keşif
imkanının sağlanmasıdır (Morrison, 2007). Son olarak Dewey
okullarda eğitimin dayandırılması gereken sosyal etkileşimin de
demokratik düşüncenin kazandırılmasında etkili olduğunu ileri
sürmüştür
Ancak burada karıştırılmaması gereken nokta Dewey hiçbir
zaman temel beceri ve alanların öğretilmesine karşı olmamıştır.
Dewey'nin görüşleri geleneksel eğitim anlayışına ve öğretmen
merkezli eğitim bakış açısına sahip olan kişiler tarafında farklı
yorumlanmış ve çeşitli eleştirilere hedef olmuştur. Dewey'nin
eleştirdiği ve değiştirilmesi gerektiğini söylediği, öğretilecek
bilgi ve becerilerdense bunların çocuklara nasıl öğretileceğidir.
Öğretmenin aktif, öğrencinin pasif olduğu ve öğretmenin bilgi ve
becerileri öğrencilere empoze etmeye çalıştığı eğitim ve öğretim
anlayışına karşı çıkmış ve çalışmalarını da bu doğrultuda
yürütmüştür. Dewey'nin öğretmene biçtiği rol de, öğrenilmesi
gereken bilgi ve becerilerin çocukların ilgi alanları etrafında
veya aracılığıyla gerçekleşmesinde sorumluluk ve planlamaya
sahip olması yönündedir
ERKEN ÇOCUKLUK
EGİTİMİNİ ŞEKİLLENDİREN
KURAMLAR
Çocuk gelişimi ve eğitimi birçok farklı kuramsal
bakış açısıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Her bir
bakış açısının kendine has destekleyicileri ve
uygulayıcıları olup, her biri insan gelişimi ve
öğrenmesinin farklı bir yönünü açıklamaktadır
Çocuk gelişim ve eğitimini şekillendiren başlıca yaklaşımlar:
Psikanalitik Yaklaşım(Freud, Erikson), Davranışçı Yaklaşım
(Skinner, Bandura), Yapılandırmacı Yaklaşım (Piaget,
Vygotsky), Ekolojik Yaklaşım (Brofenbrenner) olarak
gruplandırılabilir.Kuramlar, gerçekleri açıklamada kullanılan
genel ifadeler (kurallar, varsayımlar, prensipler) olup,
çocuk gelişimi açısından bakıldığında çocukta zaman içinde
meydana gelen değişimleri gözlemlemek, yorumlamak ve
açıklamak için bir çerçeve sağlar. Şunu unutmamak gerekir
ki bir kuramın doğru veya yanlış olduğuna kolaylıkla karar
vermek mümkün değildir, ancak faydalı olup olmadığına
karar verilebilir.
Bir kuramın ne kadar iyi olup olmadığına karar
vermek için birden fazla faktörü dikkate almak
gereklidir. Buna göre en iyi teoriler:
• gerçekleri doğru biçimde yansıtır. açık ve anlaşılır şekilde ifade edilir.
• geçmiş olayları açıklamak kadar gelecekteki olayları da tahmin etmeye
yardımcı olur.
• pratik olarak kullanılabilir (öğretmenler, doktorlar vs. için pratik değeri
vardır)
• kendi içlerinde tutarlıdır, kendileriyle çelişmez.
• varsayımlara, kanıtlanmamış inançlara dayalı değildir.
• yanlışlığı ispatlanabilir.
• ikna edici kanıtlara dayalıdır.
• yeni gözlemleri dikkate alabilir.
• ele aldığı sorular için makul cevaplar sağlayabilir. uzun süre ilgi çeker.
• yeni araştırmaları ve keşifleri teşvik eder.
• gelişimi anlamlı olarak açıklamakta yeterlidir.
Psikanalitik Yaklaşım
Psikanalitik yaklaşım kuramlarının erken çocukluk eğitimini ve
uygulamaları üzerinde doğrudan bir etkisinden söz etmek
mümkün olmasa da, çocuk gelişimine ışık tuttukları ve çocuk
yetiştirme tutum ve davranışlarını belirledikleri için erken
çocukluk eğitimini de etkileyen kuramlar arasında önemli bir yer
tuttukları söylenebilir. Psikoseksüel kuramla Freud, Psikososyal
kuramla Erik Erikson Psikanalitik yaklaşımın en önemli iki
temsilcisidir. Özellikle Freud'un fikirlerinden etkilenerek
oluşturduğu psikososyal kuramıyla Erikson'un erken çocukluk
eğitimine teorik ve uygulama alanında çok katkısı olmuştur.
Psiko-seksüel Kuram ve Sigmund Freud
(1856-1939)
Freud'un psikanalitik yaklaşımı gelişim kuramlarının en
eskisi ve en çok tartışılanıdır. Tartışmalar, kuramın
kurucusu Viyanalı nörolog Sigmund Freud'un (1856 - 1939)
etkileyici fikirlerinden kaynaklanır. Freud'un
çalışmalarında, Rousseau'nun, çocukların temelde iyi ve
soylu oldukları ancak gelişimleri için en elverişli ortam
sağlandığında doğuştan getirdiklerini yetenek ve becerilerin
ortaya çıkacağı görüşünden etkilendiği söylenebilir. Freud
çocuğu psikolojik olarak kırılgan bir varlık olarak
değerlendirmiş ve ailelerinin sınırlamaları ve istekleri
karşısında son derece endişeli bireyler olabileceklerinin
altını çizmiştir. Freud insan gelişimini, içte bulunan ve çoğu
bilinçsiz ve irrasyonel olan, farkında olmadığımız itkiler ve
dürtülerle açıklar.
Freud bir nörolog olarak, ruhsal hastalığın kökenleri ve
tedavisiyle ilgilenmiştir ancak hastalarının çoğundaki
duygusal sorunların erken çocukluk döneminden, özellikle de
aileleriyle olan ilk ilişkilerinden kaynaklandığını görünce
psikolojik gelişime ilgisi giderek artmıştır. Freud'un çocuk
gelişim ve eğitimi alanına en çok kaynak olan kuramları
psikoseksüel gelişim kuramı ve yapısal kişilik kuramıdır.
Freud'un yapısal kişilik kuramına göre kişilik üç bölümden
oluşur ve bunlar id, ego, ve süper ego olarak adlandırılır.
İd kişiliğin temel sistemidir ve ego ve süper ego idden
ayrışarak gelişir. Kalıtsal olarak gelen içgüdüleri de
kapsayan ve doğuşta var olan psikolojik gizil güçlerin
tümüdür. Diğer iki sistemin de çalışması için gereken
enerjiyi yakın ilişkide olduğu bedensel süreçlerden alır. Bu
nedenle de Freud id için gerçek ruhsal varlık demiştir.
Diğer taraftan id gerilimi boşaltarak hemen hazza ulaşmak
ister ve haz ilkesi için refleks eylemleri kullanır. Gerilimi
giderecek objenin ya da kişinin imgesini oluşturur ama
objeler arasında ayırımı yapacak yeteneğe sahip değildir
Ego gerçeklik ilkesinin egemenliğinde işler. Gerçeklik
ilkesinin amacı, ihtiyacın giderilmesi için uygun obje
bulununcaya kadar gerilimin boşalmasını ertelemektir.
Gerçeklik ilkesi haz ilkesini geçici olarak engeller ve
gerçeklik sınaması yapar. Uygun obje bulununca haz ilkesi
ön plana geçer ve gerilim giderilir. Bu nedenle ego kişiliğin
yürütme organı gibidir. İd ve süper egonun birbiri ile
çatışan istekleri arasında bir uzlaşma yolu bulmak
durumundadır. Bebeğin ihtiyaçlarının anne ya da yerine
geçen insan tarafından yeterince karşılanması ego gelişimi
için önemlidir. Aşırı şımartılan çocuklar engellemeye
dayanamamakta ve dış dünyaya uyum sağlayamamaktadır.
Süper ego, kişiliğin en son gelişen sistemidir. Anne baba
tarafından aktarılan ödül ve ceza sistemi ile öğretilen ve
pekiştirilen geleneksel değerlerin ve toplumsal ideallerin
içsel temsilcileridir. Süper egonun kişiyi suçlu hissettirerek
cezalandıran, vicdan ve gurur ve kıvanç yaratarak
ödüllendiren benlik ideali olmak üzere iki alt sistemi vardır.
Süper egonun başlıca işlevleri, id'den gelen dürtüleri
bastırmak ve ketlemek; egoyu gerçekçi amaçlar yerine
ahlaki amaçlara yöneltmektir; kusursuz olmaya
çabalamaktır. Olağan koşullarda bu üç süreç egonun
önderliğinde bir ekip halinde çalışırlar. İd kişiliğin biyolojik,
ego psikolojik, süperego toplumsal yönlerini oluşturur.
Freud'un diğer kuramı, psikoseksüel gelişim kuramı (theory
of psychosexual development) olarak bilinir çünkü kuram
ruhsal enerjinin biyolojik temelli, iç dürtülerin davranışı
yönettiği, düşüncelerin ve duyguların vücutta farklı erojen
bölgelerde odaklandığı evrensel gelişim basamakları önerir.
Tüm Freudyen fikirlerin temelinde davranışı hayatta kalına
dürtüsü ve üremek dürtüsü olmak üzere iki güçlü eğilimin
yönettiği düşünülür. Freud'un insan gelişiminde seksüel
dürtülere çok büyük önem vermesi ve bunlara özel bir
terim, libido, atfetmesinin nedeni hayatta kalına
dürtümüzün genellikle çevremizce tehdit altında olmaması
ancak üreme dürtümüzün çevremizce çoğunlukla
engellenmesi ve tasvip edilmez olmasıdır. Libido, cinsel
dürtüler için enerji kaynağıdır.
Freud'un psiko-seksüel gelişim
basamakları
1.
Oral dönem (doğumdan 18 aylığa kadar). Bu dönemde
zevkin kaynağı emmek, ısırmak, yutmak ve dudaklarla
oynamaktır. Bebek itkilerin acele doyumuyla meşgul görünür
ve bu dönemde id baskındır. Ağızla ilgili ihtiyaçlar (oral
ihtiyaçlar) uygun biçimde karşılanmazsa birey çocukken
parmak emme, tırnak ısırma, kalem çiğneme, yetişkinlikte
de aşırı yeme ve sigara içme gibi alışkanlıklar edinebilir.
2.
Anal dönem (18 aylık-3 yaş): Bu dönem çocuğun yeni
yürümeye başladığı döneme denk gelir ve çocuk çişini ve
kakasını tutup bırakmaktan zevk alır. Tuvalet eğitimi çocuk
ile aile arasında önemli bir konudur. Eğer aile, çocuk hazır
olmadan önce tuvalet eğitiminde ısrar ederse veya çok az
beklentisi olursa aşırı düzenlilik, aşırı temizlik ya da
tertipsizlik, düzensizlik gibi anal kontrolle ilgili çatışmalar
görülebilir. Freud bu dönemi id ve ego çatışması olarak
nitelendirmiştir.
3.
Fallik dönem (36 yaş): Freud'un fallik dönem olarak
nitelendirdiği 36 yaş arasında, çocuk genital bölgelerle
ilgilenmeye başlar. Bu dönemin en belirgin özelliği cinsel zevkin
kaynağı genital organlarını keşfetmek ve idare etmektir.
Erkekler için Oedipus çatışması ve kızlar için Elektra çatışması
görülür. Freud'a göre erkek çocuk annesine karşı yakınlık
duyar, babasının kendisini cinsel organlarından yoksun bırakacağı
korkusunu (hadımlık kompleksi kastrasyon) yaşar ve Oedipus
kompleksi geliştirir. Kız çocuksa annesine, kendisini eksik
organla doğurduğu için kızgınlık geliştirir, sevgi objesi olan anne
yerine babasına karşı ilgi duyar ve erkeklere karşı iğrenme
duygusu oluşur. Kız çocuk babasının sevgisini yitirmekten
korkar. Freud fallik dönemi yunan mitolojisi ile betimlemiştir.
Anneye olan rekabeti Elektra Kompleksi ile açıklamıştır. Freud'a
göre çocuklar bu dönemde diğer cinsiyetten olan ebeveyne karşı
cinsel istek duyar ancak cezadan kaçmak için bu isteklerinden
vazgeçerler. Bunun yerine aynı cinsiyette ebeveynin özelliklerini
ve değerlerini edinirler ve sonucunda süper ego oluşur. Bu
dönemdeki id, ego ve süper ego arasındaki ilişki bireyin temel
kişiliğini belirler.
4.Latent (örtük) dönem (6-11 yaş):
Bu dönemin en belirgin özelliği cinsel doyuma olan ilginin
azalmış olmasıdır. Süper ego gelişmeye devam ederken,
çocuk, ailesinin dışındaki yetişkinlerden ve aynı cinsiyetteki
oyun arkadaşlarından yeni sosyal değerler edinir.
5.Genital dönem (11-21 yaş). Ergenlik, fallik dönemdeki
cinsel dürtülerin yeniden ortaya çıkmasına neden olur ve
karşı cinse olan cinsel yönelim bu dönemde başlar.
Psiko-sosyal Kuram ve Erik Erikson (1902-1994)
Erikson 1902 yılında Almanya'da doğmuş kariyerine 20.yy
başlarında Avrupa'da başlamış Amerikalı bir psikanalizcidir.
Freud'un çalışmalarının Erikson üzerindeki etkisi büyüktür
ve bu nedenle Freud'un takipçisi olarak nitelendirilmektedir
(Essa, 2007). Çocuk gelişiminde, Freud'un psikanalitik
görüşlerinden etkilenen kuramlar arasında en önemlisi
Erikson'ın psikososyal gelişim kuramıdır. Erikson, Freud'un
kuramındaki temel unsurları kabul etmektedir ancak
kuramını, kültür ve sosyal çevre gibi gelişimi şekillendiren
diğer faktörleri de içerecek şekilde genişletmiştir. Erikson,
bilişsel gelişimin sosyal gelişimle el ele gerçekleştiğini ve
ikisini birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını ileri sürerek
erken çocukluk eğitimine belki de en büyük katkısını
gerçekleştirmiştir.
Erikson'a göre çocukların kişilikleri ve sosyal becerileri
içinde bulundukların toplumun koşullarına bağlı olarak ve
toplumun (aileler, okullar, okul öncesi eğitim programları ve
sosyal kurumlar) isteklerine, beklentilerine ve değerlerine
göre gelişir. Yetişkinler, özellikle de aileler ve
öğretmenler, çocukların çevrelerindeki birincil kişilerdir ve
dolayısıyla çocukların kişilik ve bilişsel gelişimlerine destek
olmak ya da ket vurmak açısından çok büyük güce sahiptir.
Çocuk gelişim ve eğitimde son yıllarda altı özellikle çizilen
bütüncül gelişim çocuğun bütün gelişim alanlarının bir bütün
olarak ele alınması, hiçbir gelişim alanının bir diğerine karşı
üstün görülmemesi) bakış açısının çıkış noktalarında birisi
Erikson ve onun bu görüşleridir
Erikson, bebeklikten yaşlılık dönemine kadar uzanan
8 yaş dönemi önermiştir ve tıpkı Freud'un
kuramında olduğu gibi Erikson'ın kuramı da her
dönem aşılması gereken, bireyin çözmesi gereken
kendine has krizler içerir.
1. Güvene karşı güvensizlik (doğum - 1 yaş):
Güven, sağlıklı bir kişiliğin temel bileşenlerinden biridir;
fakat Erikson yaşamın ilk yıllarında dünya hakkında çok
az bilgi olduğundan bebeğin dünyaya karşı güvensizlik
duyma eğiliminde olduğunu söyler. Bu dönemde bebeğin
yaşamındaki en önemli kişi temel bakım veren kişidir
genellikle annedir. Güven ve güvensizlik arasındaki
çatışmanın başarılı biçimde çözülmesi büyük oranda
bebeğin bu bakım veren kişiyle olan ilişkisine bağlıdır. Bu
dönemdeki duygusal ilişkilerin kalitesi iyiyse, çocuk
güven duygusu geliştirir ve dünya hakkında olumlu,
iyimser düşüncelere sahip olur. Ancak duygusal ilişkinin
kalitesi kötüyse bebek, kaygılı ve güvensiz biri olarak
yetişebilir.
2. Bağımsızlığa karşı utanma ve şüphecilik (13 yaş):
Başlangıçta bebeklerin bir eyleme geçme niyeti yoktur ancak
sonraları isteyerek, kasıtlı olarak eylemde bulunurlar.
Kendilerini, hareketlerinin yaratıcısı olarak görmezler. Bir
davranışta bulunmaktansa, tepki verirler. Ancak bu dönemde,
bir eylemde bulunduklarını fark etmeye başlarlar. Bu
farkındalıkla birlikte bağımsızlık hissini geliştirirler. Kendi
seçimlerini yapmak ve kendi başlarına karar vermek isterler.
Aile, çocuğa makul seçimler yapma özgürlüğü tanıdığında ve
çocuğu zorlamayıp utandırmadığında, bağımsızlığı teşvik etmiş
olur. Ebeveynler, çocukların öz denetimine izin veren
destekleyici bir atmosfer yarattıklarında çocukların bağımsızlık
hissi gelişir. Çocuklar katı cezaya maruz kalıyorsa, alay
ediliyorlarsa ya da utandırılıyorlarsa, kendi yeteneklerinden
şüphe duyabilirler ya da genel bir utanç hissedebilirler.
3. Girişkenliğe karşı suçluluk duyma (36 yaş):
Artık çocuklar özerk ve bağımsız olduklarını keşfetmişler
ve bir birey olduklarının farkındadırlar. Çocukluklarının geri
kalan vaktinin çoğunu tam olarak kim olduklarını keşfederek
geçireceklerdir. Erikson, çocukların kim olduklarını
keşfetmek için önce aileleri gibi olmaya çalıştığını, bir
başka deyişle onlarla özdeşleştiğini savunur. Çocuklar bu
dönemde bir hedef oluşturup bunu başarmak için
çalışabilirler(bloklardan uzun bir kule yapmak gibi).
İnisiyatif alma, bir şeyi başarma ve sorumluluk hissi
geliştirirler ve aileler çocuklarının inisiyatif alma ihtiyacını
desteklemelidir. Aksi taktirde çocuklar, ailelerinin
standartlarını karşılamakta başarısız olduklarını düşünüp
endişelenebilir ve suçluluk hissedebilirler.
• 4. Başarıya karşı aşağılık duygusu (6-11 yaş):
Bu dönemde çocuklar kendi kültürlerinin önemli bilişsel ve
sosyal becerilerinde ustalaşırlar. Arkadaşlarıyla iyi
oynamayı ve başarılı olmak için çalışmayı öğrenirler. Eğer
yaptıkları iş öğretmenleri, ailesi ve arkadaşları tarafından
önemsiz görülürse, çocuk yetersiz hisseder ve aşağılık
duygusuna kapılır.
Erikson'un diğer aşamaları kimlik kazanma ya da rol
karmaşası (11-20); Yakın ilişkiler ya da soyutlanma (2040); üretkenlik ya da durgunluk (40-70); ve benlik
bütünlüğü ya da umutsuzluk (70+)'tur.
Davranışçı Yaklaşım
Adından da anlaşılabileceği gibi davranışçı yaklaşım gözle
görülebilen davranışla ilgilenir ve özellikle deneyim ve
davranış arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Davranışçılara göre
davranış belirli bir eyleme verilen karşılıkla
şekillendirilebilir. John B. Watson (1878), Edward
Thorndike (18741949) ve B. F. Skinner (19041990) en
tanınmış davranışçılardır.
Davranışçılar arasında en sivri görüşlere sahip olan Watson
çalışmalarında Freud'dan ve özellikle Freud'un çocukların anne
veya babalarına saplantılı olduğunu iddia ettiği görüşlerinden
etkilenmiştir. Ancak Watson görüşlerini Freud'un teorisi üzerine
kurmuş olsa da çocukların dürtülerini görmezden geldiği ve
ebeveynlerin çocuklarına karşı fazlasıyla sert olmaları
gerektiğini savunduğu için Freud’un kuramıyla çelişmektedir.
Freud'un bahsetmiş olduğu saplantının anne babaların çocuklarını
çok fazla öpmesinden, sarılmasından ve sevgi gösterilerinden
kaynaklandığına inanmış, Freud'un saplantının ileri derecede
olmasının gelişim sürecini olumsuz etkileyeceği görüşünden de
yola çıkarak bu görüşü ebeveyn sevgisinin fazlasının çocuklara
zarar verdiğini ileri sürecek kadar da ileri götürmüştür. Diğer
bir deyişle bu etki onun psikanalitik yaklaşımı kabul etmek
yerine reddetmesine ve eğer psikoloji gerçek bir bilim olacaksa,
psikologların insan düşüncelerini ve gizli dürtüleri değil
(psikanalist yaklaşıma ve özellikle Freud'a gönderme yaparak),
sadece görünen ve ölçülebilen insan davranışlarını çalışmaları
gerektiğini savunmasına neden olmuştur.
Son derece katı ve radikal görüşlere sahip olsa ve aslında
çalışmalarının fazla bir bilimsel dayanağı olmasa da Watson
1930, 1940 ve 1950'lerde Amerikan aileleri tarafından
geniş çapta kabul görmüş ve çocuk yetiştirme konusunda
Amerika'da bir otorite haline gelmiştir. Diğer psikologlar
da psikanalitik yaklaşımdaki bilinçsiz dürtüleri çalışmayı zor
buldukları için Watson'a kısmen katılmışlar ve ancak fiili
davranışın daha nesnel ve bilimsel çalışılabileceğini
düşündükleri için davranışçılık geliştirilmiştir. Buna aynı
zamanda öğrenme kuramı da denilir çünkü odak noktası,
bazı davranışları öğrenme biçimimizdir. Davranışçılara göre
tüm gelişim bir öğrenme süreci içerir, bu nedenle yaşa ya
da olgunlaşmaya dayanan belirli aşamalarda gerçekleşmez.
Davranışçı yaklaşıma göre öğrenme şartlanmayla belirli bir
uyaranla harekete geçen belirli bir tepki gerçekleşir ve iki tür
şartlanma vardır: klasik ve edimsel şartlanma. Klasik
şartlanmada öğrenen kişiye, uyarıcı bir ödülle birlikte sunulur ve
uyarıcı ne zaman ortaya çıksa kişi ödülü de beraberinde görmeyi
bekler. Klasik şartlanma, Ivan Pavlov'un ünlü deneylerinde
köpeklerin daha kendilerine yiyecek verilmeden, kendilerini
besleyen eğitmeni gördüklerinde tükürük salgıladıklarını
keşfetmesiyle ve köpeklerden hiçbirisi daha önce
eğitmenlerinden hiçbirini yemediği için, köpeklerin yemeği
getiren kişinin görüntüsüyle yemeğin sunumunu bir şekilde
ilişkilendirdiğini tespit etmesiyle ortaya konmuş bir koşullanma
çeşididir. Watson da aynı şekilde hayvanlarda ve insanlarda
davranışların şartlanabileceğini düşünmüştür. Düşüncesini test
etmiş ve çocuk gelişiminde en önemli gücün çevre olduğu ve
yetişkinlerin çocuğun davranışını uyaran-tepki bağlantısını
kontrol ederek şekillendirdiği sonucuna varmıştır.
Skinner, modern davranışçı yaklaşımcılar arasında en çok
tanınanıdır. Ödüller ve cezalarla kontrol edilebilen öğrenme
hakkında birçok yayın yapmıştır. Öyle ki ismi uyaran-tepki kuramı
ve edimsel koşullanmanın bir eşanlamlısı olarak anılmaktadır
(Brewer, 2004). Uyaran-tepki teorisinin temel öğeleri pekiştireç,
ceza, edimsel koşullanma ve davranışı söndürmedir. B.F.Skinner
psikolojinin, davranışın bilimsel çalışmasına odaklanması gerektiği
konusunda Watson'a katılmaktadır. Aynı zamanda da Pavlov'la
klasik koşullanmasının da bazı davranışları açıklayabildiği
konusunda hemfikirdir. Ancak, Skinner edimsel koşullanmanın
insan davranışında, özellikle de daha karmaşık öğrenme
süreçlerinde çok daha büyük bir rol oynadığına inanmıştır.
Edimsel koşullanmada birey, belli bir davranışın belli bir sonuç
doğurduğunu öğrenir. Eğer sonuçlar faydalı ya da hoşa gidiyorsa,
organizma aynı tepkiyi almak için davranışı yinelemeye meyilli
olacaktır. Eğer tepki hoşa gitmiyorsa, organizma davranışı
tekrarlamaya meyilli olmayacaktır. Bir başka deyişle hayatta
yaptığımız her şey her eylemimiz geçmiş davranışlarımızın
sonuçlarından etkilenmiş edimsel tepkilerdir. Edimsel koşullanmada
istenilen davranışın görülme ihtimalini arttırmak için sonucun
tekrarlanması sürecinde pekiştirme yapılır.
Davranışçı yaklaşıma çok eleştiri gelse de gelişim
çalışmaları davranışçılıktan fayda görmüştür. Yaklaşımın
gözlenen davranışın sebepleri ve sonuçları üstündeki
vurgusu, doğuştan olduğu düşünülen pek çok davranışın ve
duygusal problemlerin aslında "öğrenilmiş" olduğunu
göstermiştir. Eğer negatif bir şey öğrenildiyse, bunun
tersinin de öğrenilebilir ya da öğrenilenin değiştirilebilir
olması umut vericidir. Böylece bilim adamları, pekiştirmeleri
ve geçmiş şartlanmaları inceleyerek istenmeyen davranışın
sürmesini sağlayan uyaran-tepki zincirini kırmaya ve sinir
krizleri, fobiler, bağımlılıklar gibi istenmeyen problem
davranışları gidermeye çalışmışlardır. Bu kuramın önemli
eleştirilerinden biri düşünmek, hissetmek, analiz etmek,
problem çözmek, değerlendirmek gibi yüksek düşünce
sistemlerini ihmal etmektir. Davranışçılar için önemli olan
kavramsal süreçler değil, fiili davranıştır.
Sosyal Öğrenme Kuramı ve Albert Bandura (1925)
Albert Bandura, 1925'te Kuzey Kanada'nın Alberta bölgesinde,
Mundere adında küçük bir kasabada doğmuş bir psikologdur.
1952 yılında Iowa Üniversitesi'nde klinik psikoloji alanında
doktorasını aldıktan sonraki 1953 yılında Stanford
Üniversitesinde çalışmaya başlamış ve Miller ve Dollard'ın
Sosyal Öğrenme ve Taklit (1941) adlı kitaplarından büyük
ölçüde etkilenmiştir. 1960'lı yılların başında Bandura'nın taklit
yoluyla öğrenme üzerine çalışmaları ve taklit yoluyla öğrenmeye
farklı bir boyut getirerek gözlem yoluyla öğrenme kavramını
ileri sürmesi, davranışçı yaklaşıma bilişsel bir boyut katarak her
iki yaklaşım arasında bir köprü oluşturulmasını sağlamıştır.
Bandura'nın sosyal öğrenme teorisi bilişsel öğrenme kuramı ile
analitik davranışçı kuramın birleştirilerek ortaya konulan bir
çeşit orta yol kuramdır ve öğrenmeye getirdiği yaklaşım,
sosyal-davranışçılıktır. Bandura Sosyal Öğrenme Teorisi'ni
zaman içinde geliştirerek "Sosyal Bilişsel Kuram'' olarak
güncellemiştir
Albert Bandura göre insanın öğrenmesinin doğasında bir
sosyallik vardır ve insan çoğunlukla diğer insanların
davranışlarını gözleyerek öğrenir. Bu doğrultuda çocuklar
en hızlı, diğer insanları izleyip onları taklit ederek öğrenir
(Berk, 2006). Diğer bir deyişle gözleyerek öğrenme
sonucunda elde edilen bilgi, diğerlerinin davranışlarının
taklit edilerek değil, çevredeki olayların bilişsel süreçlerden
geçirilmesiyle kazanılan bilgidir. Her ne kadar ikisi
birbirinin yerine sıklıkla kullanılıyor olsa da gözlem yoluyla
öğrenme ile taklit yoluyla öğrenmenin birbirinin yerine
kullanılabilecek iki kavram değildir, çünkü Bandura'ya göre
gözlem yolu ile öğrenme taklidi içerebilir de, içermeye bilir
de.
Bandura'ya göre sosyal öğrenme teorisinin davranışçı
yaklaşımdan ayrılan yönleri şunlardır:
Davranış öğrenilir fakat hemen gösterilmeyebilir. Gözlem
sonunda kazanılan davranışların hemen gösterilmesi
gerekmemektedir. Birey kazandığı davranışı daha sonraki
yaşantısında gösterebilir.
• Öğrenme her zaman pekiştirece bağlı değildir.
• İnsan uyarıcıya karşı tepki veren pasif bir organizma
değildir aksine insan davranışı zihinsel işlemlerin sonucunda
oluşur.
Davranışı sadece bir uyaran-tepki ilişkisi içinde ele almak ya da
pekiştireç ve ceza kavramlarıyla açıklamaya çalışmak insan
bilişinin oynamış olduğu aktif rolü görmezden gelmektir.
Davranış kazandırma, değiştirme ve güçlendirme süreci
açıklanırken, insanların birbirlerinden farklı davranabilecekleri
ve bunda da insanların düşüncelerinin, fikirlerinin ve
beklentilerinin birbirinden farklı olduğu gerçeği göz önüne
alınmalıdır. Bu düşünceler zaman içinde değişerek dünyaya ve
olaylara bakış açımızı etkileyebildiği gibi nerede, nasıl
davranacağımız da zaman içinde farklılık gösterir
Bandura model alarak öğrenmenin iki sürecini edinme ve
performans olarak açıklar. Birinci süreç olan edinme de kendi
içinde dikkat ve bellekte tutma olmak üzere ikiye ayrılır.
Dikkatten kastedilen modeli izlemek ve gözlemek, modele
dikkatini vermek iken bellekte tutmadan kastedilen gözlem
yapan çocuğun gördüğünü kaydedecek bir yol bulması ve aklında
tutmasıdır. Tekrar tekrar model olunursa çocuk bilgiyi daha
fazla belleğinde tutabilir ve kelime ve görüntüyü aynı anda
verilirse, daha iyi hatırlar. İkinci "süreç olan performans,
model almadan geriye kalandır ve o da motor hareket durumu
ve güdüsel durum olmak üzere ikiye ayrılır. Motor hareket
durumu, gözleyenin model aldığı davranışı yapabilecek fiziksel
yeterlilikte olmasıdır. Görüntüleri ya da tarifleri gerçek
davranışa dönüştürebilmelidir. Güdüsel durum çocuğun gözlediği
davranışı uygulamak isteyip istemediğiyle ilgilidir. Dikkat ve
bellekte tutma var olduğu halde çocuk hala davranışı
gerçekleştirmek için motive edilmelidir.
Bandura'ya göre, öğrenileni uygulaması için çocuğa.
pekiştireç uygulanabilir. Pek çok öğrenme kuramcılarının
tersine, Bandura, çocuğun kendi gelişiminde aldığı aktif rolü
vurgulamış ve gelişimi çocuklarla onların sosyal çevresi
arasında karşılıklı belirlemecilik (reciprocal determinism)
olarak tarif etmiştir.
Yapılandırmacı Yaklaşım
Bilişsel Gelişimsel Kuramı ve Jean Piaget
(1896-1980)
Erken çocukluk eğitimini şekillendiren kuramlardan
bahsederken kuşkusuz ilk akla gelecek isim Jean Piaget ve
bilişsel gelişim kuramıdır. Piaget Neufchatel, İsviçre'de
doğmuş ve ilk bilimsel makalesini 10 yaşındayken
yayınlamıştır. Biyoloji alanındaki doktorasını 20 yaşındayken
almış ve takip eden 10 yıl içinde de biyoloji alanında
yirmiden fazla bilimsel yayın yapmıştır. Bilişsel Gelişim
Kuramı'nda Piaget, çocukların zekasının gelişimi ve
çocukların yetişkinlerden çok farklı olduğunu ileri sürdüğü
düşünme biçimleri üzerinde durmuştur. Belirli bir eğitim
uygulaması önermese de, eğitimciler çoğu eğitimci ve
kuramcıdan çok Piaget'nin teorisini uygulamaya geçirmeye
çalışmışlardır.
Kuramını ortaya koymadan önce Paris'te Alfred Binet
Laboratuarında Theodore Simon ile birlikte çocukların akıl
yürütmesini anlamak için kullanılacak testlerin
standartlaştırılması üzerinde çalışmış ve bu deneyim daha
sonra detaylı olarak ortaya koymuş olduğu bilişsel gelişim
kuramının alt yapısını oluşturmasına yardımcı olmuştur. Bu
laboratuvarda çalıştığı dönemde Piaget çocukların bilişsel
yeteneklerine ilgi duymaya başlamıştır. Çocukların sorulara
verdiği yanlış cevapların, doğru cevaplara göre daha çok
bilgi verici olduğunu ve yaklaşık olarak aynı yaşlardaki
çocukların aynı tür hatalar yaptıklarını keşfetmiştir. Ayrıca
bir yaş grubunun yaptığı hatalarla, farklı bir yaş grubunun
yaptığı hatalar arasında niteliksel olarak farklar olduğunu
görmüştür. Binet Laboratuarı'nda çalıştığı dönemde Piaget
çocukların test maddelerine verdiği doğru cevaplarla
zekanın kıyaslanamayacağını fark etmiştir.
Hayatının en büyük çalışmasına yön veren bu deneyimden
sonra Geneva'daki Jean Jacques Rousseau Enstitüsü'nde
bilişsel gelişim üzerine çalışmaya başlamıştır.
Çalışmalarında kendi üç çocuğu ve onlar hakkında yapmış
olduğu detaylı uzun gözlemler büyük rol oynamış ve bu
nedenle de birçok eleştiri almıştır. Nitekim 1960lara
gelene kadar Piaget'nin çalışmaları psikologlar tarafından,
bir kısmı kendi çocuklarına ait, başta gözlem olmak üzere
kalitatif yöntemler aracılığıyla oluşturulduğu gerekçesiyle
görmezden gelinmeye çalışılmıştır. Ancak şunun da altını
çizmek gerekir ki Piaget bilişsel gelişim kuramını sadece
kendi üç çocuğuyla yaptığı kalitatif çalışmalar değil binlerce
çocuğu içeren yüzlerce çalışmaya dayandırmıştır ve
çalışmalarının detaylı incelemesi sonucunda Piaget'nin
çalışması kabul edilmiş, saygı görmüş ve hatta erken
çocukluk eğitimcileri arasında daima övgü almıştır.
Piaget'nin geliştirdiği ve dünyada birçok alanda çığır açan kuramının
altında Piaget'nin almış olduğu biyoloji eğitimi yatmaktadır. Bilişsel
gelişimi de canlıların içinde bulundukları ortama fizyolojik olarak uyum
sağlama sürecine benzetmiş ve kuramını bu benzerlik üzerine
kurgulamıştır. Örnek verecek olursak, nasıl hava sıcaklığı arttığında
ya da azaldığında insan yazlık ya da kışlık giysiler giyerek fiziksel
olarak uyum sağlamaya çalışıyorsa, çevresindeki değişikliklere de
bilişsel olarak uyum sağlamaya çalışmaktadır. Bunu yapmak için de
çevresini anlamasını kolaylaştıracak çeşitli şemalar aracılığıyla
planlama yapmaktadır. Bilişsel anlamda uyum, birey yeni bir durum
ya da deneyimle karşılaştığı zaman meydana gelir. Kişi yeni bilgi ya
da deneyimini var olan bilgisine ve psikolojik yapısına uyacak şekilde
düzenlemelidir. Ancak bir biyolog olmasına rağmen Piaget, çoğunlukla
öğretmenler ve psikologları aydınlattığı için çocuk psikologu olarak
anılmaktadır. Piaget de Froebel gibi bilişsel gelişimin altında yatan
gücün çocuğun düşüncesi değil çocuğun başlattığı eylem olduğunu ileri
sürmüştür. Çocuğun olgunlaşmasında ve gelişiminde sadece insanlar
değil bütün canlı türleri için geçerli olan gelişimsel yapıyı belirlemeye
çalışmıştır. Bu bakış açısından hareketle çalışmaları sadece
psikolojiye değil ancak genel anlamda insan gelişimiyle ilgilenen
genetik epistemolojiye mal edilmelidir.
Piaget'nin bilişsel gelişim kuramını altında yatan temel
varsayımlar:
Çocuk dış dünya hakkındaki bilgisini aktif katılım yoluyla
doğrudan deneyimleyerek oluşturur. Zeka zamanla gelişir.
Çocuklar tabiatları gereği zekalarını geliştirecek
motivasyona sahiptir. Zekanın insanlar dahil bütün canlıları
içeren biyolojik bir temeli vardır. İnsanlar çevrelerindeki
kişiler, eşyalar ve mekanlarla etkileşime girerek çevresel
deneyimlere uyum sağlarlar ve bunun sonucunda bilişsel
gelişim ortaya çıkar.
Piaget'nin bilişsel gelişim teorisiyle birlikte, eğitim ve psikolojide
hakimiyetini sürdürmekte olan davranışçı yaklaşım ve yansımaları da
önemli bir rakip kazanmış ve etkisini yavaş yavaş kaybetmeye
başlamıştır. Dewey'den sonra Piaget ve Vygotsky'nin önderliğini
yaptığı (her ne kadar gelişimin farklı yönlerini ele almış ve gelişimin
üzerindeki farklı etkileri vurgulamış olsalar da) yapılandırmacı
yaklaşımla (constructivism) birlikte öğrenMe sürecinde odak noktası
öğretmenden öğrenciye kaymış, öğrenmenin söz konusu olabilmesi için
öğrencinin öğrenme sürecinde aktif katılımının şart olduğu düşüncesi
hakim olmuştur. Piaget'nin yapılandırmacı yaklaşımını erken çocukluk
eğitimi açısından ele alacak olursak, bu bakış açısına göre, çocuklar
çevreleri ve dış dünya hakkındaki anlayışlarını kendileri oluştururlar
(yapılandırırlar). Bu durumda bilgi dışarıdan empoze edilemez; ancak
birey tarafından içerde oluşturulup dışarıyla paylaşılır. Piaget,
davranışçı yaklaşımın savunduğu gibi pekiştireç verilerek bir çocuğa
bilginin empoze edilebileceğine inanmaz. Ona göre, çocuklar kendi
dünyalarını keşfedip işlerken bilgiyi aktif bir şekilde inşa eder; bir
başka deyişle çocuklar pasif bir şekilde diğer insanların onlara
problemler sunmasını beklemeyip, aktif şekilde çözecek problem
ararlar. Piaget'ye göre meraklı ve sorgulayıcı olmak onların
doğalarında vardır.
Piaget bireyin çevresindeki dünyayı anlamak için geliştirdiği
uyarlanabilir düşünce ve davranış örüntülerine şema
(schema) adını vermiştir. Bireyin düzene, belirli bir yapıya
ve öngörüye ihtiyacı vardır. Duyu organlarıyla alınan her
bilgi parçasında, beyin önceki bilgilere veya zihinsel
süreçlere dayanarak bir eşleştirme yapmaya çalışır.
Piaget yeni deneyimin çocukta bilişsel bir çatışmaya neden olduğunu
ileri sürer. Bu çatışmayı çözümlemek amacıyla çocuk yeni deneyim
sonucunda elde ettiği yeni bilgileri özümleme ve düzenleme
süreçlerinden geçirerek yeni bir bilgi oluşturur. Böylelikle yeni
deneyimin yaratmış olduğu karmaşıklık ve bilinmezlik durumu sona
erer ve bir denge oluşur. Özümleme çocuğun çeşitli deneyimler
sonucunda ve duyu organları aracılığıyla yeni verilerin (bilgilerin) elde
edilmesine veya özümsenmesine işaret eder. Elde edilen yeni bilgiler
daha öncekilere uyınuyorsa ya da onlarla çelişiyorsa o zaman çocuk
var olan bilgisini değiştirmeye ve güncellemeye ihtiyaç duyar ve
devreye düzenleme aşaması girer. Çocuk sahip olduğu bilgiyi
değiştirir. Özümleme ve düzenleme aşamaları uyum sürecinin birbirini
tamamlayan ve bir bütün olarak hareket eden iç içe geçmiş iki
aşaması olarak kabul edilir. Adından da anlaşılacağı gibi denge,
özümleme ve düzenleme arasındaki dengedir. Çocuklar yeni deneyimi
anında özümseyebilirlerse denge oluşur. Eğer olduğu gibi
özümseyemezlerse dengeye ulaşmak için düşünüş şekillerinde, önceden
sahip oldukları bilgilerde ve algılarında değişiklik yaparak düzenleme
aşamasına geçerler. Eğer bilgi ne özümsenebilir ne de
düzenlenebilirse reddedilir: Yeni bilgi çocuğun geçmiş deneyimlerine
ve bilgilerinden çok farklı olduğu durumlarda reddetme genellikle
görülen bir durumdur. Bu nedenle de yeni bilgi ve deneyimlerin
çocukların geçmişteki bilgi ve deneyimleriyle ilişkili olması öğrenme
için önemli bir koşuldur.
Piaget (1969)'ye göre çocuklar bilişsel gelişimlerini belirli
basamaklardan geçerek tamamlarlar ve bu basamaklar her
çocuk için aynı olmakla ve aynı sırayı izlemekle birlikte
basamakların yaş aralığı ancak bir ortalamayı vermektedir.
Çocuğun bir basamağı kaç yaşında atlayıp geçeceği net
değildir ancak bir basamağı atlayınca hangi basamağa
geçeceği her çocuk için aynıdır ve kesindir. Ancak, bazı
çocuklar bu basamakları diğerlerine göre daha hızlı aşarlar
ve yavaş aşanlar son basamağa hiç ulaşamayabilirler.
Piaget'e göre bilişsel gelişimin aşamaları:
1. Duyusal-motor dönem (doğum18 ay/2 yaş):
Bu dönemde bebekler çevrelerindeki dünyayı anlamak için
reflekslerini ihtiyaç duyarlar ve elleri, gözleri, kulakları ve
ağızlarını kullanarak ve eylemde bulunarak düşünürler. Emmek için
ağızlarını, görmek için gözlerini ve tutmak için ellerini kullanırlar
ve böylelikle kafalarında neler emilir, neler tutulur gibi şemalar
oluşturmaya başlarlar. Bu duyulara dayalı ve refleks hareketlerle
bebekler gittikçe daha karmaşıklaşan, kendilerine özgü şemalar
geliştirerek dış dünyayı anlamaya başlarlar. Bu nedenle çocukların
fiziksel ve bilişsel olarak hangi seviyelere gelecekleri duyularını
kullanarak keşfedebilecekleri nesnelerin çeşitliliğine ve
deneyimlerinin zenginliğine bağlıdır. Nesne devamlılığı yani
nesnelerin görünmese, dokunulmasa veya duyulmasa da var olmaya
devam edecekleri anlayışı bu dönemde oluşmaya başlar. Ancak bu
dönemde çocuklar soyut (resim, kelime) değil somut nesnelere
ihtiyaç duyar: İkinci yılın sonuna doğru duyusal ve refleks
hareketlere daha az ihtiyaç duyar ve görünürde olmayan nesneler
için kelime ve sembolleri kullanmaya başlarlar.
2. İşlem öncesi dönem (2 yaş-7 yaş):
Hızla ilerleyen dil gelişimi, duyusal-motor hareketlere daha az
bağımlılık ve semboller ve kelimeler kullanarak olayları temsil
etme becerisindeki artış gibi özellikler nedeniyle duyusalmotor dönemdeki bebeklerden ayrılırlar. Ancak bu dönem
çocuğu birçok yönden de hala benmerkezcidir ve başkalarının
bakış açılarının kendilerininkinden farklı olabildiğini anlamakta
zorluk çekerler. Herkesin kendileriyle aynı nedenle ve aynı
şekilde davranması gerektiğini düşünür ve kendilerini
başkalarının yerine koyamazlar. Nesneleri dikkatlerini ilk
çeken tek bir özelliğine göre değerlendirir ve gruplarlar.
Örneğin uzun, sarı, yuvarlak bir kalemin ilk olarak hangi
özelliği dikkatini çektiyse ona dikkat edeceklerdir. Bu
dönemin bir diğer önemli özelliği ise bu yaş grubu çocukların
korunum ilkesini (nesnelerin sadece görünümünü ya da
düzenlemesini değiştirmenin, nesnenin miktarı gibi ana
özelliklerini değiştirmeyeceği fikri) geliştirememiş olmasıdır.
Bu dönemde çocukların her şeyin bir nedeni olduğuna ve her
şeyin belirli bir nedenden ötürü gerçekleştiğine inanırlar ve
bu nedenle de neden, nasıl gibi soruları çok sorarlar.
3.Somut İşlemler Dönemi (7 yaş-11 yaş):
İlköğretimin ilk beş yılına denk gelen bu dönemde, benmerkezci
konuşma ve düşünce önemli ölçüde azalır, çocuk bilişsel
güçlüklerin üstesinden gelmeye başlar. Çocuklar bu dönemde
sıralama, sınıflandırma ve karşılaştırma işlemleri için şemalar
geliştirirler. Soyut düşünce tam olarak gelişmemiş olduğundan,
tümüyle kuramsal olarak verilen bir problem karşısında
başarısızlığa uğranabilir. Bu dönemdeki çocuklar "adalet",
"özgürlük" gibi soyut kavramları konuşmaları sırasında
kullanabilmelerine karşın, içeriklerini kavramada sorun yaşarlar.
Olayları değişik yönleriyle irdeleyerek, geleceğe yönelik
hipotezler kuramazlar. Somut işlemler dönemi, zihinsel işlem
yapma yeteneğinin henüz gelişmediği işlem öncesi düşünce ile
mantık işletme yoluyla muhakeme yapılabilen soyut düşünce
arasında bir geçiş dönemi olarak kabul edilebilir.
4. Soyut İşlemler Dönemi (12 yaş ve üstü):
11yaşın sorularında başlayan bu dönem, ergenlik çağı
boyunca sürecektir. Piaget'ye göre bu dönemde düşünce
esnektir ve çocuk karmaşık durumların üstesinden
gelebilmektedir.
12 yaşından küçük çocuklar, gördüğü gerçeğin arkasında
olabilecek ilişkiyi kavrayamaz; ama ergen ve yetişkin, görünen
gerçeğin, gerçeğin kendisi olduğu konusunda kuşkucudur. Olayın
arkasındaki nedenleri aramaya çalışır. Inhelder ve Piaget'ye
göre, ergenlikte beynin olgunluğu, bu işlemleri yapmaya uygun
hale gelmekle birlikte, soyut işlemleri yapabilmesi çevreden
gelen taleplere bağlıdır. Yani ergenin soyut işlemleri
başarabilmesi için beynin olgunlaşmasının yanı sıra soyut işlem
yapmasını gerektirecek bir çevrede bulunması da gereklidir.
Diğer bir deyişle gelişimde olduğu gibi soyut işlemler döneminin
özelliklerini kazanabilmek için de, olgunlaşma ve ergenin
çevresiyle etkileşimleri sonucu yaşantı kazanması
gerekmektedir. Piaget, birçok yetişkinin soyut işlemleri
geliştiremediğini ifade etmektedir. Bunun nedeni de, içinde
yaşadıkları çevrenin niteliğidir. Somut işlemler dönemindeki
çocuklarla soyut işlemler dönemindeki ergenler arasındaki temel
fark, ergenlerin bir olayın çok değişik yönlerini görebilmeleri ve
bilgiyi soyut olarak üretebilmeleridir.
Piaget'nin kuramının uygulamaya geçirilmesi amacıyla oluşturulmuş birçok eğitim programı
vardır; High Scope Eğitim Programı ve Kamii Devres bunlardan başlıcalarıdır. Dünya
genelinde ve Türkiye'de bu eğitim programlarını uygulayan birçok okul mevcuttur.
Piaget'nin kuramına ve görüşlerine göre hazırlanmış bir sınıfın başlıca özellikleri ne
olmalıdır?
Piaget, psikoloji tarihindeki en etkili düşünürlerden biri ve bilişsel gelişim çalışmalarının
kurucusu olarak kabul edilmiştir. Bilişsel gelişim araştırmaları en önemli kavramlarını
tanıtmış ve büyük bir yüzdesinin yönünü değiştirmiştir. Onun kuramı çocukların gelişimin
farklı dönemlerinde nasıl düşündüğü hakkında genel bir taslak sağlamıştır ve çocukların nasıl
düşündüğü hakkında büyüleyici gözlemleri vardır. Ancak daha sonraki yıllarda birçok
eleştiriye de hedef olmuştur (Berk, 2006). Bu eleştirilerden bazıları:
Piaget'nin kuramı çocukların kendi çabalarıyla dünyayı nasıl anlamaya çalıştıklarını ifade
ederken, bilişsel gelişime sosyal dünyanın katkısını hafife almıştır.
•Aynı zamanda Piaget daima küçük örneklem kullandığı ve tek gözlemci olduğu ve gelişmiş
ölçme araçları ve ileri istatistik metotları kullanmadığı için eleştirilmiştir.
•Dahası, onun kuramı çocuklar arasındaki bireysel farklılıklar hakkında fazla bilgi vermez.
•Eleştirilere karşın, Piaget çocukların dünyayı bizim gibi görmediklerini göstermiştir.
•Çocukların akıl yürütmesi gelişim basamaklarının önerdiği gibi tutarlı değildir.
•Bebekler ve küçük çocuklar Piaget'nin ön gördüğünden daha yeteneklidir.
•Piaget bilişsel gelişimin sosyal bileşenlerini hafife alınıştır.
Piaget işlemlerin nasıl işlediğini açıklamaktansa, bunları tarif etmede daha iyidir.
Sosyo-Kültürel Kuram ve Lev Vygotsky
(1896-1934)
1896'da batı Rusya'nın liman şehri olan Gomel'da doğup
büyümüş olan Vygotsky çocuk gelişimine sosyal ve kültürel bir
bakış açısıyla yaklaştığı Sosyo-kültüre kuramla ün kazanmıştır.
Her ikisi de yapılandırmacı yaklaşımın önemli birer temsilcisi
olsa da ve birçok konuda hemfikir olduklarını ileri sürmüş olsalar
da aralarında bazı temel farklılıklar vardır. Piaget çocukları,
dünyayı kendi başlarına anlamaya çalışan küçük bilim adamları
olarak tanımlarken Vygotsky tersine onları, toplumun kendilerine
beceri ve anlayış kazandırmaya çalışan bireyleriyle iç içe geçmiş
sosyal varlıklar olarak betimlemiştir. Öğrenme ve gelişimde
çocuğu, fiziksel çevresi içinde tek başına değil içinde doğup
büyüdüğü ve yaşıtları veya yetişkinlerle etkileşimde bulunduğu
sosyal çevreyle birlikte değerlendirmenin zorunluluğu üzerinde
durmuştur.
Vygotsky Piaget'yle aynı yıllarda yaşamış ve onun bir
çağdaşı olmasına rağmen Vygotsky'nin çalışmaları uzun
yıllar boyunca fazla duyulmamıştır. Bunda Rusya ve
Amerika arasındaki o yıllarda var olan soğuk savaş ve
Vygotsky'nin daha 35 yaşındayken erken ölümü etkili
olmuştur. Diğer taraftan Piaget 80'lerinin ortasına kadar
yaşamış ve birçok çalışmaya imza atma şansı bulmuştur
(Brewer, 2004). Ancak son yıllarda Vygotsky'nin
çalışmaları ve kuramı daha çok tercüme edilir ve üzerinde
çalışılır olmuştur. Daha önceki yıllarda erken çocukluk
eğitimi dahil birçok alanda Piaget yapılandırmacılığı
hakimken Vygotsky'nin çalışmalarının gün yüzüne çıkmasıyla
yapılandırmacı yaklaşımda da Vygostky bakış açısı
hakimiyeti ele almıştır.
Vygotsky, Piaget'nin bilişsel gelişim kuramını ilk
eleştirenlerden biridir. Ona göre bilgi bireysel olarak değil,
insanlarla etkileşime girdikçe, sosyal olarak oluşturulur.
Çocuk ailesinin davranışlarını gözler, konuşmaları dinler ve
taklit etmeye çalışır. Aile çocuğun bu çabalarını
gerektiğinde düzeltmeler yaparak, gerektiğinde de daha
zor görevler vererek destekler. Vygotsky, çocukların bilgiyi
aktif olarak aradıklarını ancak zengin bir sosyal ve kültürel
çevrenin çocukların düşüncelerini derinden etkilediğini
savunur. Ona göre, bebeklerde doğuştan diğer hayvanlarda
da olan, yaşamın ilk iki yılında çevreyle doğrudan temas
yoluyla geliştirdikleri, temel algı, dikkat ve hafıza
kapasitesi vardır. Ancak bireyin düşünce örüntüleri,
kültürel kurumların ve sosyal aktivitelerin ürünüdür
Vygotsky (1978)'nin çocuk gelişimi alanındaki çalışmaları
birbiriyle bağlantılı dört ana başlık altında toparlanabilir.
1.Kültürün ve sosyal etkileşim rolü
2.Dilin rolü
3.Yakın gelişim alanı (zone ofproximal development) ve
4.Oyunun rolü
Kültürün rolü ve önemi
Vygotsky, öğrenmeyi bilginin sosyal bir ortamda inşa
edilmesi olarak tanımlar. O'na göre çocuğun gelişimi içinde
doğup büyüdüğü ve etkileşimde bulunduğu sosyal şartlardan
ve ortamdan ayrı düşünülemez. Piaget, gelişimin öğrenmeyi
mümkün kılacağını ileri sürerken Piaget'nin aksine Vygotsky,
öğrenmenin gelişimi mümkün kılacağını savunur. Vygotsky de
tıpkı Piaget gibi, çocuğun hayata ve çevresine dair bilgisini
kendisinin deneyimler sonucunda yaparak ve yaşayarak
edineceğini savunmuştur. Vygotsky'nin bilginin inşası
sürecinde Piaget'den farkı, çocuğun çevresindeki
yetişinkilerin, akranlarının ve kendinden büyük çocukların
(anne baba, abi abla, geniş ailesi, öğretmen, akranları vs)
birebir etkisini önemle vurgulamış olmasıdır.
Diğer taraftan Vygotsky, semboller ve araçlar kullandığımız
için diğer hayvanlara benzemediğimizi düşünür. Vygotsky'e
göre nihayetinde değişik kültürler yaratırız ve bir kültürün
kendine ait bir yaşam biçimi vardır. Kültürler değişip gelişir
ve üyeleri üzerinde güçlü bir etki uygular ve üyelerinin
öğrenmesi gereken şeyleri, düşünme biçimlerini ve
inanmaları gerektiği varsayılan şeyleri belirler. Bu nedenle,
Vygotsky'e göre çocuğun bilişsel gelişimi, içinde yaşadığı
kültür bağlamında anlaşılmalıdır. Vygotsky, bireyin düşünme
örüntülerinin, doğuştan gelen faktörlerin değil, kültürel
kurumların ve sosyal faaliyetlerin ürünü olduğuna inanır.
Vygotsky'nin teorisine göre bilgi, Piaget'nin önerdiği gibi
bireysel olarak oluşturulmaz, etkileşim içinde olduğu
insanlarla birlikte inşa edilir. Vygotsky, hatırlama, problem
çözme veya planlama gibi zihinsel süreçlerin sosyal bir
kökeni olduğuna inanır.
Dilin rolü
Vygotsky dilin, düşünmeyi mümkün kıldığını ve sadece
kültürün temeli değil, bilinçlilik için de esas olduğunu ileri
sürer. Vygotsky'ye göre dilin, sosyal, benmerkezci ve içsel
konuşma olmak üzere her biri farklı bir amaca sahip üç
biçimi vardır. Yaklaşık 3 yaşına kadar konuşmanın en ilkel
biçimi, sosyal konuşma (dışsal konuşma) (external speech)
yaygındır. Temel işlevi iletişim kurmaktır: diğerlerinin
davranışını kontrol etmek veya basit kavramları ifade
etmektir. Çocuk başkalarıyla iletişim kurmak için dili
kullanır ve düşünce ve dilin farklı işlevleri vardır.
Çocuğun yaşamında 3-7 yaşlar arasında özel konuşma
(private speech) baskındır. Bu konuşma türü önceki dönemin
sosyal konuşmasıyla bir sonraki dönemin daha içsel (iç)
konuşması arasında bir tür köprüdür. Özel konuşma çocuğun
faaliyetlerine eşlik eden aralıksız bir monologtur. Küçük
çocuklar değişik problemler üzerine çalışırken kendi
kendilerine yüksek sesle konuşurlar ve bu konuşmanın amacı
davranışlarını ve düşüncelerini ayarlamak/
düzenlemek/kendilerini rahatlatmaktır (kendilerini
yönlendirmek için). Diğerleriyle iletişim kurmaya
çalışmadıkları için kendilerini böyle söze dökmeleri sosyal
konuşmadan ziyade kişisel konuşma olarak görülür. Bu
noktada, konuşma hem zihinsel işlev, hem de iletişim işlevi
görür.
İçsel konuşma (inner speech) ise bizim kişisel içe dönük
konuşmamızdır ve Vygotsky'ye göre içsel konuşma
düşünceyi mümkün kılar. Bu aşamada, çocuklar özel
konuşmayı içselleştirirler. Düşünce ve davranışlarına
rehberlik etmesi için içlerinden konuşurlar. Çocuklar
"kafalarının içinde'' dili kullanarak, problemlerin
çözümlerini ve eylemlerin sırasını düşünebilirler.
Yakın gelişim alanı
Vygotsky'nin teorisinin psikolojiye ve eğitime en önemli katkılarından
biri yakın gelişim alanıdır. Vygotsky, çocukların gerçek gelişim
seviyesinden ziyade bilişsel gelişim potansiyelleriyle ilgilenmiş ve her
çocuk için bir yakın gelişim alanı bir çeşit gelişim potansiyeli olduğunu
söylemiştir. Bir anlamda, bu gelişim alanı çocuğun kendi başına
yapabileceği ile diğerlerinin yardımıyla yapabileceği arasındaki
boşluktur. Yakın gelişim alanını anlamak için Vygotsky'nin eğitime
kazandırmış olduğu bir diğer kavram olan öğrenme eşiğin uygun
destek (scaffolding) ve özneler arasılık (intersubjectivity)
kavramlarından da söz etmek gerekir. Vygotsky'e göre bilişsel
gelişimi desteklemek için bir probleme başlamış farklı anlayışlara
sahip iki kişi ortak bir anlayışa varmalıdır (özneler arasılık) ve
öğretme sırasında çocuğa sunulan destek çocuğun o anki beceri
seviyesine uygun olmalıdır (öğrenme eşiğine uygun destekscaffolding). Özneler arasılık, başlangıçta aile ve bebek arasındaki
duygusal alışverişte ve taklit sürecinde bulunurken, daha sonra dil
geliştikçe çocuklar 3-5 yaşlarında yaşıtlarıyla "bence'' ve "sen ne
düşünüyorsun'' gibi ifadeler kullanmaya başladıkça gelişir.
Öğrenme eşiğine uygun destek, bir görev ya da problemde
ustalaşmayı öğrenen çocuğa yetişkin desteği sağlama
sürecidir. Yetişkin, bir probleme uygun desteği
sağladığında, problemin, çocuğun yeteneğini aşan unsurlarını
gerçekleştirmiş olur. Diğer bir deyişle çocuğun nasıl
ilerleyeceğine dair pek bilgisi olmadığı durumlarda yetişkin
doğrudan öğretim kullanır, problemi baş edilebilir parçalara
böler, taktikler ve bu taktikleri kullanacağı bir mantık
önerir. Çocuğun becerisi artıkça öğrenmeyi destekleyen
yetişkinler hassas bir şekilde desteklerini çeker ve çocuğun
giderek daha çok sorumluluk almasını sağlarlar. Öğrenme
eşiğine uygun destek, sözel ya da fiziksel destek biçiminde
olabilir ve çocuklar faaliyetleri kendi başlarına
gerçekleştirdikçe daha az rehberlik gerekir.
Vygotsky'nin teorisi gelişimi sosyal bir süreç olarak
tanımlar ve bilişsel gelişimin çocukların yetişkinlerle ve
daha becerikli akranlarla etkileşimi sonucunda
gerçekleştiğini savunur. Vygotsky'e göre çocuklar, çeşitli
faaliyetlere ortaklaşa katılarak, başlangıçta yeteneklerinin
ötesinde olan ancak yakın gelişim alanlarına giren bilişsel
becerileri geliştirip pratik ederler. Ancak Vygotsky de
çocukların bilme yetisine biyolojik katkılardan çok az söz
ettiği için eleştirilmiştir. Bir başka deyişle onun kuramının,
gelişime yol açan genlerin rolünü ihmal ettiği görülmüştür.
Çoklu Zeka Kuramı ve Howard Gardner (1943)
Gardner ve Çoklu Zeka Kuramı son yıllarda erken çocukluk
eğitiminde en çok yankı uyandıran yaklaşımlardan biri
olmuştur. Gardner'a kadar zekanın genellikle sayısalmantıksal ve sözel bileşenleri üzerinde durulurken, Gardner
ve çoklu zeka kuramıyla çocukların bilişsel gelişimi
hakkındaki görüşlere 8 çeşit zekadan bahsederek meydan
okumuştur. İnsanların zeka kavramını yeniden gözden
geçirmelerini sağlanmıştır ve çocuklara her bir zekaya hitap
edecek şekilde eğitim verme çabasına girilmiştir.
Piaget'ye göre olgunlaşmış biyolojik düşünce yani zeka,
ağırlıklı olarak sınıflandırma, sıralama, numaralama, zaman
ve uzamsal ilişkiler gibi sayısal-matematiksel eylemleri
içerir. Zeka genellikle zeka testiyle ölçülebilen bir dizi
bilişsel beceri olarak tanımlanırken Gardner (1993), bu
anlayışı kabul etmemiş ve insanların birçok farklı yönde
zeki olabileceklerini ileri sürmüştür. Gardner'ın ileri
sürdüğü zeka çeşitleri; sözel-dilsel zeka, mantıksalmatematiksel zeka, müzik zekası, bedensel-hareketsel
zeka, mekansal zeka, kişilerarası zeka, içsel zeka ve son
olarak eklediği doğa zekasıdır.
Sözel dilsel zeka, konuşma ve yazma becerileri aracılığıyla öğrenmeyi
ve konuşma ve yazma diline duyarlılığı işaret ederken, dili öğrenme
ve belirli amaçlar için dili kullanma becerisi içerir. Mantıksal
matematiksel zeka, akıl yürütme ve problem çözme aracılığıyla
öğrenmeyi, problemleri matematiksel olarak analiz etme becerisini
işaret ederken, matematiksel işlemleri yapma ve konuları bilimsel
yöntemlerle araştırma kapasitesinden oluşur. Müzik zekası, ritimler
ve müzik aracılığıyla öğrenmeyi mümkün kılarken müzik yapılarını icra
etme, oluşturma ve değerlendirme becerisini içerir.
Bedensel/hareketsel zeka, fiziksel çevreyle etkileşime geçerek
öğrenmeyi mümkün kılarken, kişinin problemleri çözmek için tüm
bedenini veya bedeninin bölümlerini kullanma becerisini içerir.
Mekansal zeka, düşünceleri görsel olarak düzenlemeyi ve görsel
öğrenme becerisini işaret ederken, geniş mekan ve sınırlandırılmış
alan örüntülerini tanıma ve kullanma potansiyelini içerir. Kişilerarası
zeka diğer insanlarla etkileşim aracılığıyla öğrenmeyi mümkün
kılarken, diğer insanların niyetleri, motivasyonlarını ve isteklerini
anlama kapasitesine ve diğerleriyle işbirliği ve uyum içinde çalışma
becerisini işaret eder. İçsel zeka, duygular, tutumlar ve değer
yargıları aracılığıyla öğrenmeyi mümkün kılarken kişinin kendi
duygularını, korkularını ve motivasyonlarını değerlendirme ve kendisini
anlama kapasitesini gerektirir. Son olarak doğa zekası, kişinin kendi
çevresinin belirli özelliklerini tanımasını, sınıflandırma, gruplama ve
düzenleme becerisini işaret eder.
Ekolojik Kuram ve Urie Bronfenbrener (1917-2005)
Alfred Bandura'dan sonra Amerikan psikolog Urie
Bronfenbrenner da İnsan Gelişiminin Ekolojisi adında bir sosyal
öğrenme modeli geliştirmiş ve son yıllarda büyük yankı
uyandırmıştır. Ekolojik teori çocuğu, kendisini çevreleyen çoklu
düzeylerden etkilenmiş karmaşık ilişkiler içinde görür ve bu
teorideki vurgu, kişiyle çevre arasındaki etkileşimlerin ürünü
olan gelişimi anlamaktır. Bronfenbrenner çevreyi, çocuğun her
gün yaşamını geçirdiği ev, okul, mahalleyi içeren ancak bunların
ötesine geçen iç içe yuvalanmış yapılar olarak tasavvur eder.
Çevrenin her tabakasının çocuğun gelişiminde önemli bir etkiye
sahip olduğu düşünülür. Bu nedenle Bronfenbrenner, gelişimin
sadece laboratuarlarda değil, aynı zamanda evlerde, okullarda,
mahallelerde ve içinde yer aldığı topluluklarda araştırılması
gerektiğini savunur.
Bronfenbrenner'ın önemli teorik katkılarından biri, çevrenin
kapsamlı tasviridir. Çevreyi; farklı ama birbiriyle ilişkili
birkaç seviyede var olan ekolojik güçler, sistemler ve
bunların aralarında var olan iki yönlü ve karşılıklı ilişkiler
olarak tanımlar. Merkezde çocuğun çevreyle iletişime
geçmesine ve çevresel etkilere tepki vermesini sağlayan
bilişsel kapasiteleri, sosyal, duygusal ve güdüsel eğilimlerini
(mizaç ve kişilik) içeren biyolojikle psikolojik karakteri
vardır (mizaç ve karakter).
Bireyin biyolojik ve psikolojik özellikleri üzerinde direk ve
ani etkisi olan ortamlara mikrosistem denir. Bu ortamlara
ev, aile bireyleri, sosyal ve eğitim ortamları (okul, sınıf
arkadaşları, sınıftaki imkânlar)ve mahalle ortamı (fiziksel
ortam ve arkadaşlar) dahildir.
Mezosistem mikrosistem içinde yer alan birçok ortamda
gerçekleşen karşılıklı ilişkileri içerir. Örneğin, aile içindeki
imkan ve beklentiler, kitaplarla haşır neşir olma ve okumayı
öğrenme gibi, çocuğun mikrosistem içinde yer alan okul
ortamındaki başarısını ve yaşadığı deneyimleri önemli ölçüde
etkileyecektir. Bir başka örnek olarak, boşanmış ailelerin
çocukları, iki ev arasında sık sık gidip geleceklerdir. Bu
durum da onların yaşıtlarıyla kuracakları arkadaşlıkların
derecesini ve türünü etkileyebilecek bir faktördür.
Sosyal, ekonomik, politik, dini ortamlar çocuğun bakımını ve
eğitimini üstlenen bireyleri doğrudan ya da dolaylı olarak
etkileyecektir. Bu daha geniş ortamlar ekzosistemi
oluşturur. Ebeveynlerin iş yeri, esnek çalışma saatleri,
ücretli doğum izni, hastalık izni, gibi koşullar ailelerin
çocuk yetiştirme sürecinde onlara yardımcı olup, dolaylı
yoldan da olsa gelişime etkide bulunurlar.
En geniş çevre makrosistemdir. Makrosistem tinsel ve dini
değerleri, yasal ve politik uygulamaları ve bir kültürel grup
tarafından şekillendirilmiş gelenek ve törenleri içerir. Bir
toplumun çocuk yetiştirme hakkında kültürel inançları,
eğitimde okulların ve ailenin rolü, aile ilişkilerini
sürdürmenin önemi, değişik yaşam biçimlerine karşı
hoşgörü, etik ve ahlaki anlaşmalar, çocuğu hem doğrudan
hem de dolaylı olarak etkiler.
Bu dört sistem zaman içinde sabit kalmaz, durmadan
değişir. Savaşlar gibi tarihi olaylar ve doğal afetler, okul,
mahalle gibi mikrosistemleri ve ekzosistemin bir topluma
sağladığı sosyal, ekonomik, politik ve dini çerçeveyi altüst
edebilir.
Yeni bir aile üyesinin katılması, ana-babanın ayrılması, yeni
bir eve taşınmak çocuğun değişik zamanlarda
deneyimleyebileceği değişikliklerdir. Bronfenbrenner'in bu
geçici etkiye verdiği isim kronosistem'dir.
Bronfenbrenner'in teorisi de tıpı Vygotsky'nin sosyokültürel teorisi gibi çocuğun gelişiminde içinde yaşadığı
toplumun ve kültürün dolaylı ama nihayetinde direk etkisini
vurgulamaktadır. Hatta Bronfenbrenner'in Vygotsky'nin
çalışmalarını bir üst seviyeye taşıyarak çocuğa en uzak
soysal çevrenin bile çocuğun gelişimini nasıl şekillendirdiğinin
altını çizmiştir.
Bronfenbrenner'in kuramının erken çocukluk eğitimi ve
uygulamalarına en önemli katkısı sadece çocuğu değil, aileyi
de destekleyecek gerekli sosyal şartların ve düzenlemelerin
yapılmasının gerekliliğinin altını çiziyor olmasıdır.
ERKEN ÇOCUKLUK EGİTİMİNİ ÇERÇEVELEYEN
YAKLAŞIM ve UYGULAMALAR
• Gelişimsel Uygunluğa Dayalı Uygulamalar
Son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nde erken çocukluk
eğitimcilerinin üzerinde en çok konulardan biri gelişimsel
uygunluğa dayanmayan uygulamaların olası olumsuz etkileridir.
Söz konusu uygulamaların son derece didaktik ve öğretmen
merkezli olması nedeniyle erken çocukluk eğitimindeki ana
eğilim, "seviyeye uygun olmayan'' veya "geleneksel" olarak
nitelendirilmiş akademik yönelimli yaklaşımlardan uzaklaşıp,
gelişimsel uygunluğa dayalı çalışmaları veya öğrenci ya da
öğrenen merkezli, ilerici eğitimi (progressive education) teşvik
etmektir. Gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamaların teorik
olarak Dewey, Piaget, Vygotsky ve Erikson'ın çalışmalarına
dayanmaktadır.
Dewey, Piaget, Erikson ve Vygotsky'nin teorileri, erken
çocukluk eğitimindeki eğitimcilerin onlarca yıllık deneyimiyle
birleştirilerek ABD'de 1987'de Ulusal Küçük Çocukların
Eğitimi Derneği (National Association for the Education of
Young Children) tarafından hazırlanan gelişimse] uygunluğa
dayanan uygulamalar faaliyet raporunda dile getirilmişve
1997'deve 2009'da yeniden gözden geçirilerek
düzenlenmiştir. 1987'deki rapor, erken çocukluk eğitiminde
var olan bir dizi inanca biçim vermede en önemli çaba
olarak görülür. Gelişimsel uygunluğa dayalı çalışmaların ana
düşüncesi yetişkinlerin çocuklarla etkileşim içindeyken ve
çocuğun zamanını ve alanını düzenleyerek seviyelerine uygun
faaliyetler planlarken, çocukların gelişim seviyesini dikkate
almalarıdır.
Ulusal Küçük Çocukların Eğitimi Derneği (National
Association for the Education ofYoung Children) tarafından
belirtilmiş olan gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamaların
prensiplerini yorumlamada genel eğilim Bredekamp (1987)
tarafından ilk yıllık faaliyet rapornnda da ortaya konduğu
gibi gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamaların ve gelişimsel
uyguıiluğa dayanmayan uygulamaların iki ayrı kutupta olarak
tanımlamaktı. Yeniden gözden geçirilmiş gelişimsel
uygunluğa dayalı uygulamalar raporunda Bredekamp ve
Copple (1997) dahil diğerleri, gelişimsel uygunluğa dayanan
uygulamaları, çocuk merkezli eğitimden öğretmen
yönlendirmeli eğitime uzanan bir süreç boyunca var
olduğunu düşünmemiz gerektiğini tartışmaktadırlar.
Charlesworth ve diğerleri 199l'de "gelişime uygun olmayan''
uygulamaları "öğretmenin büyük grup faaliyetleri ve konu
anlatımı yoluyla bilgiyi aktarmaya çalışması" olarak tarif
etmişlerdir. Öğretmen, öğrenmeyi kolaylaştıran biri olmak
yerine alıştırma sayfaları, alıştırma kitapları, çocuklara
sıralarında oturarak egzersiz yaptırma gibi daha şekilci ve
doğrudan öğretme yollarını kullanarak bilgiyi yaymaya
çalışmaktadır. Gelişime uygun olmayan eğitim programları
matematik, fen, sosyal bilimler gibi geleneksel ders içeriklerine
bölünmüş; çocukların odada hareket etmesine, seçim yapmasına
ve öğrenmeleri için düzenlenmiş çevreyi aktif şekilde
keşfetmelerine çok az fırsat verilmektedir. Dahası, program
ceza ve dıştan gelen ödül sistemlerine aşırı derecede bağımlı
kalırken, standartlaştırılmış ölçüm yöntemlerini kullanılmakta ve
çocuklar arasındaki bireysel farklılıklara çok az önem
verilmiştir.
Bu, gelişimsel uygunluğa dayalı uygulamaların yapıldığı,
çocuğun bütün gelişim alanlarının (örneğin akademik başarı
kadar fiziksel, sosyal, duygusal ve bilişsel gelişim)
vurgulanmasıyla nitelendirilebilecek, hem bireyin hem de
grubun ihtiyaçlarının düşünüldüğü, toplumsal cinsiyet,
kültürel farklar ve engelli öğrencilere ayrıca önem verilen
sınıflarda görülenlerin tam tersi bir durumdur. Eğitim
programındaki alanlar ilgili ve anlamlı faaliyetlerle
bütünleşmiştir ve çevre aktif keşif için fırsatlar sunan,
somut, yaparak ve yaşayarak öğrenebilecekleri şekilde
düzenlenmiştir. Çocuğun seçimler yapması, dramatik oyun
ve diğer oyunlarla öğrenmesi hem sınıf içi hem de sınıf dışı
ortamlarda teşvik edilir ve değer görür. Son olarak
program katı, kurallarla sabit ve değişmez değildir; kendine
özgü her gruba, ilgileri ve ihtiyaçları süre içinde değişirken
adapte edilebilecek yapıdadır.
Kaynaklar
• Erdiler, B. Z. (2010). Erken çocukluk egitimini çerçeveleyen
yaklaşım ve uygulamalar. Erken Çocukluk Eğitimi. İ.H. Diken
(Edt). Ankara:Pegem Akademi.
Download
Study collections