Küresel

advertisement
Küresel
Bir Dünya mı?
BİR EVRİMİN ÖZETİ
İnsan 1.4 Milyon yıl sonra iki ayağı üzerinde yürümeye başladı. 10 bin yıl önce
yerleşik tarım başladı.
1024: Çin’de ilk kağıt para kullanıldı.
1492: Avrupa’nın genç ve küçük uluslar, macera, savaş ve ölümü göze alarak,
yerküreyi fethe girişti.
XV – XIX yy: K. Amerika ve Afrika’nın acımasız sömürülmesiyle gezegen devri
başladı.
1765: Buharlı makine keşfi ve 1850 yılına kadar süren Sanayi Devrimi Çağı. 3
belirleyici devrim: Newton ve Hareketin Yasaları, Darwin ve İnsanın Evrimi, Einstein ve
Rölavitiye yaşandı.
1863 – 1873: Altın esasıyla çok uluslu ticaret dünya ölçeğinde yayıldı. Ticaretin
başkenti Londra oldu.
1876: Bell’in telefon keşfi ve bunu izleyen 6 buluşla ABD Çağı’nın teknik habercileri
(Edison, Nylon, Ford ve otomobil, bilgisayar, ilk petrol kuyusu ve 1942’de atom) geldi.
1900’da dünya 1.6 milyar nüfusa ulaştı.
1917: Bolşevik Devrimiyle Sovyetler Birliği kuruldu.
1923 – 1945: Felaketler çağı içinde sadece 2. Dünya Savaşında 40 milyon insan öldü.
1929: ABD’deki ekonomik kriz tüm kıtalara yayıldı. İki yıl içinde sanayileşmiş
ülkelerde işgücünün dörtte biri işsiz kaldı.
1933: Naziler yasal yoldan iktidara geldi. Japonya 1936’da Çin’i işgal etti.
1939 – 1940: Almanya; Türkiye, Portekiz, İsviçre ve İsveç dışında tüm Avrupa
ülkelerine saldırdı. 1941’de Japonlar ABD’nin Pearl Harbour limanına baskın düzenledi.
1945: Küresel özellikteki 2.dünya savaşı 6 yıl sonra bitti. 15 milyon asker, 35 milyon
sivil öldü. Japonya’ya atılan iki atom bombası, 200 bin sivilin ölümüyle sonuçlandı.
1947 – 1989: Soğuk savaş ve blok düşmanlığı dönemiyle kapitalizmin altın çağı
başladı. Dünya fiilen iki cephede kutuplaştı.
1955: Bandung Konferansı’nda Hindistan, Mısır ve Yugoslavya öncülük ettiği 3.Yol
girişimi başarılı olmadı.
1968: Martin Luther King, “Benim bir hülyam var!” diyerek dünyada değişim istemini
ilk kez dile getirdi.
1989: Berlin Duvarının yıkılmasıyla sosyalist uygulaması dönemi bitti. Başkan Bush
yeni bir dünya düzeninin başladığını açıkladı.
2000: Yerküremiz 6 milyar nüfusa ulaştı.
20.YY. OLGULARI
Geride bıraktığımız yüzyılı 10 başlıkta değerlendiriyorum:
1- 20 yy. imparatorlukların bittiği yüzyıldı. Sömürge imparatorluklarının yükselişiyle çöküşü
sosyalizmin kurulup dağılması aynı çağa denk düştü. Yeni dönem kapitalizmin çağı
olmakla birlikte, Sovyet ihtilalinin reform yapan etkisini görmeden, yüzyılı anlayamayız.
Yüzyıl ABD merkezli, parçalanmış alt merkezleri olan bir dünya olarak tamamlandı.
1989 Berlin duvarı yıkımı sonrası küresel üstünlük ABD’ye geçti. ABD, 21 yy.
misyonunu “küresel karar oluşturma” olarak tanımlıyor. Şimdi;
2- Kuzey – Güney çelişkisi dünyanın görünmeyen en temel mücadele alan haline geldi.
Kuzey, G-7’lerle küresel karar alma forumu oluştururken, Güney bölgesi; radikalleşen
akımlar ve şiddet yoluyla siyasal değişim olanakları arıyor. Din siyasallaşıyor. 20 ülkeli
Kuzey’in dünya geliri içindeki payı, 130 ülkeden daha fazla.
3- Teknolojik değişimler, 19.yy’dan farklı gündelik hayatı olumlu yönde değiştirdi ve
kolaylaştırdı.
4- Ulus ötesi ekonomik yapı hız esaslı ve turbo kapitalizm ulus devletlerin (marjinal devlet)
denetim fonksiyonunu ortadan kaldırdı. Global ekonomi siyaseti belirleyici hale geldi.
5- Felaket çağı dönemini (1914 – 1945 ve 1929) büyük çöküşünü toparlayan güç, savaşlar ve
savaş sanayi oldu. Altın çağ döneminde (1945 - 1973) soğuk savaş, ekonomik
bunalımların aşılmasında büyük rol oynadı.
6- Ulus – devlet süreci hızlandı. “Milletler Cemiyeti” kurucusu 1920’de 43 ülke iken, bugün
İMF üyesi 183 ülke var. Devlet sayısı ise 230’a ulaştı. Bu sayının öngörülebilir bir zaman
diliminde 500’ü bulması mümkün.
7- Globalleşme, teknik anlamda hızlandı. Süper iletkenler hızlandıran etken oldu. Ulus ötesi
imalat süreci başladı. Dünyamız teknik anlamda küresel köy haline geldi. Buna karşılık,
gezegen ölçeğinde savaş, katliam ve işkenceler bizi “demir çağı”nda bıraktı.
8- İnsanlarca kurulmuş Birleşmiş Milletler gibi “kollektif kurumlar” insan eyleminin
“kollektif sonuçlarını” denetleyemez hale geldi.
9- 1974 yılındaki petrol şoku sonrası dünya yön kaybına uğradı. Krizin sürekliliği yaşanır
oldu. Gezegenimizde “az istikrar” geçerli hale geldi. Profesör J. Schumpeter 30’lu yıllarda
böylesi durumlar için “Bademcikleri kontrol etmek yerine kalp atışlarına bakmak gerekir”
diyordu.
10- Eşitsizliklerin aşılmasında 21.yy’da kamu ekonomisi veya açık anlatımıyla devlet
kaçınılmaz hale geliyor. Hint asıllı ve Nobel sahibi Profesör A. Sen “Devletin Eşitlik
Yaratan Görevi” teziyle bunun öncüsü oldu.
Herşeyden önce yaşanan savaş dehşeti, kitlesel ölümler var bu yüzyılda....
1 DH= 10 milyon
insan öldü.
2 DH = 50 milyon
insan öldü.
(2000 gün içinde)
20 yy.’da
Mega ölümlerle 187 milyon insan öldü.
Atomla öldürmeyi öğrendi insanoğlu. Ders çıkarmadı! Daha gelişmiş öldüreni hidrojen
bombasını yaptı.
ATOM
1911: Atomdaki büyük güç keşfi
1942: Atom çalışması (imal) 2 milyar $
dolar harcandı. 100 bin kişi görev aldı.
1945: Atom bombalarından 140 bin kişi
öldü.
1957: ABD’de ilk nükleer reaktör açıldı.
Bütün bunlar: Küresel üstünlükleri değiştirmede ve “ABD Çağı”nın başlamasında etkili
oldu.
20. YY’DA
KÜRESEL ÜSTÜNLÜK
19.yy
20.yy
AVRUPA
MERKEZLİ
GEZEGEN
ABD
MERKEZ
KUMANDALI
ÇOK – MERKEZLİ
BİR GEZEGEN
Küresel
Dünya Bankası / IMF
Dünya Ticaret Örgütü
Otorite
Oluşturma
Araçları
KİMLER İTİCİ GÜÇTÜR?
Toplumsal hayatımızda iktisadi gerçek kuşkusuz çok karmaşık. Etki edici öğeler birbirlerine
bağlı. Hiçbirinin mutlak hareket serbesttisi yok. Karşılıklı bağlılıklarına rağmen, bazılarının
önemi büyük ve etkileri geniştir. Bu öğelere Profesör Yüksel Ülken “itici güçler” diyordu.
Şöylesine bir sıralama yapmak mümkün:
 Teknik
 Nüfus
 Fikir hareketleri
 Siyasal etkiler
 Sermayenin belirleyiciliği
 Sosyal grupların gelişimi
 Sanayi ve tarım arasındaki ilişkilerin değişimi
 Gelirin dağılımı
Teknik gelişme; 18.yüzyıldan beri buluşların sonucu teknik gelişme, sanayide, büyük ve
derin değişiklikler yaptı. Toplum hayatı yeni bir görünüm kazandı. Sosyal gelişme, teknik
gelişmeden çok etkilendi. Birbirini doğuran sonuçlarla; “Bilimsel gelişme – Teknik gelişme –
İktisâdi gelişme – Sosyal gelişme” zinciri oluştu. Teknik olmadan iktisâdi gelişme olmayacağı
görüşü kesinlik kazandı.
Teknik etkisiyle gelişen sanayileşme olgusunu dört aşamaya bölmek mümkün; 18. Yüzyılın
sonuyla 19.yüzyılın ilk yarısı, buhar makinesi buluşuyla ilk sanayi devrimini başlattı. 19.
yüzyılın ikinci yarısında, 1850 – 1870 arası ikinci sanayi devrimi yaşandı. Elektrik ve benzin
motorları 20.yüzyılın ilk yarısında, üçüncü sanayi devrimini gerçekleştirdi. Atom’un
parçalanmasıyla elde edilen atom enerjisi, tepkili uçaklar, atom denizaltıları, elektronikler
yoluyla dördüncü sanayi devrimini yarattı. Beşinci devrim enformasyon ve bilişimde oldu. Bu
alanda iki sonuç göze çarpıyor:
* Sanayi devrimleri gittikçe sıklaşan fazlarda meydana gelerek, teknik gelişmeyi de
hızlandırmıştır.
* Buluşun iktisâdi hayata uyarlanmasındaki süre gittikçe kısalmıştır. Ancak ekonomik
etkinlikler teknik gelişmeye aynı duyarlılıkla tepki vermiyor! Küreselleşen liberalizm
ortamında gelişimin en önemli yönü teknolojik ivmenin farklı yoğunluk derecelerinden
doğmaya başladı. Teknik gelişme karşısında; birinci sektör “orta”,
üçüncü
ikinci sektör “çok”,
sektör “az” etkileniyor.
İşte bu teknik gelişme dünyanın ekonomik dengesini bozdu. Dünya pazarı taşkın ve çöküşler
yaratan bir özellik kazandı. İstikrar yerine bir kriz yapısı egemen oldu. Teknik gelişme, düzen
ve düzensizlik bütünlüğünü yarattı.
Birinci sektör malları beslenme ile ilgili olduğundan insanlık için zorunlu. Bunlar fizyolojik
ihtiyaçları giderdiğinden, en hızlı şekilde doyulan ürünler oluyor. İkinci sektör mallarında,
ihtiyaçların şiddeti ikinci, fakat doygunluk hali daha sonradır. Üçüncü sektör malları hayat
için zorunlu olmamakla beraber, tüketici zevklerini karşılar. 300 $’lık toplumlar üçüncü
sektör mallarıyla tanışmamıştır. Teknik geliştikçe, iktisâdi hayatı kapsayan üç sektördeki aktif
nüfus yüzdeleri değişmektedir. İşin ilginci 3.sektör malına talep yaratabilecek dünyalı
sayısının 20.yy sonunda yüzyıl başına göre daha az olmasıdır. Gelişmemiş bir ekonomide
hakim iktisâdi faaliyet tarım olup, aktif nüfusun büyük bir kısmını oluşturur (%70-80).
Tarımdaki nüfus %5’e düştüğü zaman üçüncü sektör, ekonomide en önemli yeri tutar (%80).
İkinci sektör eğrisi ise önce yükselen ve sonra %10’a kadar azalan bir eğilim taşır. Yazar
Atilla İlhan’ın “Kurtlar Sofrası” dediği zamanımız dünyası 4 ekonomi tipi ortaya çıkardı:
1. Az gelişmiş, 4.dünya ülkesi ekonomiler.
2. Gelişmekte olarak nitelenen 3.dünya ülkesi ekonomiler. Pür anlamda kapitalist ve
sosyalist gelişme modelinin iflası sonrası, bu ülkeler gelişme krizi yaşamaya
başladı.
3. Transformasyon ekonomileri olarak nitelenen 2.dünyanın eski sosyalist ülkeleri.
4. Kalkınmış ancak dengesiz ekonomiler (Batı Avrupa ve ABD).
Nüfus;
çağımız
dünyasında
gerek
niceliğini,
gerekse
de
niteliğini
en
az
etkileyebildiğimiz gelişmelerin başındadır. Dünya nüfusundaki artış göze çarpan bir özelliktir.
Nüfus 1850’de 1.1 milyar, 1950’de 2.4 milyar, 2000’de 6 milyardır. Nüfus 150 yılda nerdeyse
6 kez büyümüştür. 2050’de 10 milyara ulaşması beklenmektedir. Nüfus artışı kıtalarda
farklıdır. Asya’da nüfus 3.9 milyara çıkarken, Avrupa 400 milyon nüfusta kalmıştır. 1950’de
bir Avrupalı’ya iki Asyalı, 50 yıl sonra ise bir Avrupa’lıya, dört Asyalı insan düşmektedir.
Adam Smith; nüfus artışını iktisâdi gelişmenin hem sonucu, hem de nedeni olarak görür.
Çareyi “papaz” Malthus
bulur! Önemli olan nüfus artışında öngörülmezliklerdir.
Değişiklikler, beklenmedik etkenlerle oluşmaya devam etmektedir. Bu yüzden nüfus artışını
olumsuz olarak karşılar. Malthus yoksullara yapılacak her türlü yardımın karşısındadır. Çünkü
fakirlere yardım, artışlarına neden olmaktadır. Nüfus geometrik dizilerle artarken, gıda
üretimi aritmetik dizinde artış göstermektedir. Malthus’un bir teori olmaktan çok bu
ekonomik açıklamasının üstünden 150 yıl geçmiştir. Artık gıda üretimi geometrik dizide,
nüfusa ise aritmetik dizide artmaktadır. Yine de dünya nüfusunun 2/3’ü bir günü 2 $’la
geçirmek zorundadır. Açıkçası sorun “üretim” den çok “dağıtım” da odaklanmıştır.
Fikir Hareketleri: Ekonominin bir itici gücü olarak fikir hareketleri, büyük değişimler
gösterdi. Fikir olarak salt dogmalarla buluşan ortaçağ, dünya nimetlerinden uzaktı. Bunu
doğal bilimlere büyük ilgi, düşünsel sıçramalar ve Rönenans düşüncesi izledi. Rönenans
kişiyi laik devletin vatandaşı olarak ele alınca özgürleşen bireyin süreci başlar.
Sanayileşmenin psikolojik esaslarını araştıran Profesör Max Weber, modern kapitalizmin
gizemini Protestanlıkta arar. Günlük çalışmaya önem, iş ve biriktirme bilinci, insanoğlunun
ilk görevlerindendir. Böylece sermaye birikimi hızlanıp, sanayileşme gelişecektir. Bu düşünce
“ABD Modeli” nin de özünü oluşturacaktır. Çalışkan protestan ABD yurttaşı, Max Weber
tanımının izdüşümüdür. Çıkarın yönlendiriciliği olan pragmayla hareket etmesi, liberalizme
“her türlü piyasa iyi, devletse kötüdür” görüşünü oluşturacaktır.
XIX. VE XX. YY’LAR ARASINDA NEDİR?
Son iki yüzyıl, damgasını vuran değişimlerle büyük farklılıklar gösterir. XIX. yüzyılda lüks
malların ticaretine dayanan uluslararası ilişkiler, yerini hayatın daha temel mallarına bırakır.
Kuşkusuz tek değişim malın özüyle sınırlı değildir.
Para ve siyasette ortaya çıkan yeni kalıplar sınai kapitalizmin gelişmesini kolaylaştırır. XIX.
yy’ın “hakim ekonomisi” İngiltere’dir. 1880 yılına kadar İngiliz ekonomisi, dünya genelinde
tek başına ve bütün sektörlerde hakimdir. 1880’den sonra yerini önce Almanya sonra da
ABD’ye bırakacaktır. Aralarındaki ortak payda hakimiyet olurken, dünya geneline yayılmacı
olmalarıdır. Emperyal güç olmadan, ülke içi sınai üretim ve üretim fazlası hiçbir ülkeye
global hakimiyet olanağı vermemektedir.
XIX. yy’da yaşananlar gerçek bir ekonomik gelişmedir. XIX.yy’ın sonunda başlayan
korumacılık ve gümrük tarifeleri eğilimi bile, uluslararası ticareti olumsuz etkilemez. XIX.
yüzyılda sermaye ve emek hareketliliği yaşanır. Büyük çaplı sermaye yatırımları sanayi
ülkelerinden denizaşırı sömürgelere giderken, işgücü yeni dünya olan ABD’ye kısıtlama
yaşamadan akın eder.
XIX. yüzyılın dünya düzeni, 1.Dünya Savaşıyla sona erer. 1919 sonrasında XX.yüzyıl dünya
ekonomisinin yeni köşe taşları vardır:

Altın – para sisteminin istikrarı bozulmuştur. Enflasyon etkisiyle ulusal paralar değerlerini
az ya da çok kaybetmiştir. Kambiyo denetimi yaygındır. Dünya ticareti ödeme sistemiyle,
dolar, sterlin, ruble ve frank alanı olarak ayrılmıştır.

Rusya’daki sosyalist devrim (1917) dünya ekonomisindeki en önemli yapı değişmesidir.
Avrupa’nın büyük pazarlarından biri artık kapanmıştır. Dünya genelinde ağırlığı gittikçe
artacak, merkezden kumandalı yeni bir ekonomik yapı meydana gelmiştir.

XIX. yüzyılın hakim ekonomisi olan İngiltere, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra yerini ABD’ne
bırakmıştı. ABD, XX. yüzyılın hakim ekonomisiydi. ABD’nin dünya ticaretine katılma
payından çok dünya ekonomisindeki mali ve siyasal egemenliği ABD’ye kaydı.

Savaşlar korumacı bir yapının doğmasına neden oldu. 1929 bunalım sonrasında
devletlerin ekonomik korumacılığı, bunalımdan kurtulmanın en önemli aracıydı.

Tarımsal yapılı az gelişmiş ülkeler, sanayileşme sürecine girdiler. Bağımlı durumdan
kurtulup, dünya siyaset dengesinde oynadıkları rol artmasa da ulus – devlet oldular.
Bu şekillenme içinde XX. yüzyılda dört farklı aşama görüyoruz. İlk aşama, 1919-1929
yılları arasındadır. Savaş yaralarının sarıldığı ve dünya ticaretinin nisbi olarak geliştiği bir
dönemdir. 1914 öncesi ekonomik yapılarına tekrar kavuşmak isteyen devletler, yeniden altın-
para sistemine dönerek, ulusal paralarına istikrar vermek isterler.
İkinci aşama, 1929 – 1939 arasında yaşanır. Bu devrenin en önemli niteliği, 1929 dünya
ekonomik bunalımı ve dönem sonunda doğru ortaya çıkan yeniden silahlanmadır. Serbest
ticaret sisteminin varolduğu 1925-1928 yıllarından sonra dünya bölüşümüyle ilintili büyük
kriz, korumacı akımları yaymıştır. Dış ticareti kısıtlayıcı önlemler yürürlüğe konulur. Dünya
ticareti çok taraflı özelliğini kaybeder. Yerini, iki taraflı ticari ilişkilere bırakır.
Üçüncü aşama ise, 1945’ten Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989’a dek geçen süreyi kapsar. 2.
Dünya Savaşı’nın dünya ekonomisinde yarattığı etkiler derindir. Avrupa; üretim kapasitesini
büyük ölçüde kaybetmiştir. ABD ise siyasi hakimiyetini ve savaş sanayisiyle doğan üretme
potansiyeliyle en yüksek düzeyine vardırmıştır. Dahası, Avrupa’yı kendisine bağımlı duruma
getirir. ABD, dünya ekonomisini yeniden canlandırmak ve “iktisâdi entegrasyon”u kendi
dengeleri açısından yeniden sağlanmak ister. Profesör W. Röpke’nin deyimiyle “Baş Harfli
Dünya Ekonomisi” dönemi başlar. WTO, OECD, GATT, IMF, DB gibi baş harflerle
betimlenen uluslararası örgüt ve birleşmeler ön plana çıkar.
1989 yılından Berlin Duvarının yıkılması, merkezden yönlendirilen devletçi sosyalizmin
yenilgisinin simgesidir. Kuralların merkezi konulduğu ve gelişmelerin küresel etkili olduğu
bir dünya ekonomisi dönemi başlar. Buna 4.aşama diyebiliriz.
Bu dönemde;
 Adil bir küreselleşme efsanesi
 Bölgeselleşme ile yönlendirici ekonomilerin ittifak arayışları
 Dış ticarette liberalleşme ve korumacılığın atbaşı gelişmesi
 Işık hızına ulaşmış mali piyasaların entegrasyonuyla içiçe bir bilardo oyunu
 İletişim ve bilişim teknolojisinin hızla gelişmesiyle doğan küreselleşme
 Tıpta ve genetikte devrim ve klonlanan yeni insan
 Batılı ülkelerde korumacılık ve milliyetçiliğin yeniden doğuşu
 Orta sınıfın kayboluşu ve radikal baştan çıkarıcılığın yükselişi gibi ana gelişmeler
yaşanmaya başlanır.
Dünya salt liberalizmin küreselleştiği, silahlanmanın ve entegrasyonun her geçen gün arttığı
dünya ölçeğinde yayılma tehdidi yaşattığı “tek boyutlu bir zihinsel evren” üzerinde
temellenmektedir.
“Tek dünya” veya “global köy” “yeni oyun kuralları”ndan çok, “teknik olanaklarla
doğmuştur. 1975 yılında enformasyon yılına maliyeti birim başına 100’dür. 20 yıl sonra bu
maliyet 0.01’idir. 1930 yılında New York’tan Londra’ya 3 dakikalık bir telefon görüşme
ücreti 300 $ iken, 1996’da hemen hemen sıfırlanmıştır.
Eklemeden geçemiyorum: Liberalizm için küreselleşen yapıda, 1980-1996 döneminde en çok
artış gösteren büyüklük hisse senedi ve tahvil piyasası iken, en az artış gösteren dünya
geliridir. Finansal piyasalardaki küreselleşme ise 1. Dünya Savaşı öncesi düzeyine bile henüz
ulaşamamıştır.
Yoksulluk ve insani gelişme indekslerinde de farklı bir gelişme gözlenmiyor...
Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde
İnsani Gelişme Düzeyinin Karşılaştırılması
Yaşam
Okuma –
Beklentisi
Yazma Oranı
(Yıl)
%
Okullaşma Reel Kişi
Oranı %
Yerel Geçim
İnsani Gelişme
Başına
Maliyetlerine
İndeksi Değeri
GSYİH
Uyarlanmış
Reel Kişi
Başına GSYİH
1.Gelişmekte
61.8
69.7
56
2.904
2.904
0.576
74.1
98.5
83
15.986
15.986
0.911
63.2
77.1
60
5.798
5.798
0.764
Olan Ülkeler
2.Sanayileşmiş
Ülkeler
3. Dünya
Kaynak: UNDP, 1997.
Böylesi bir ortamda teknolojik bir sıçrama az gelişmiş ülkeler için çıkış olur mu? Sorunun
yalın cevabı hayırdır! Bu soru Harvard Üniversitesi’nin 2 akademisyeni Profesör J.Sachs ve
M.Porter’e ilginç bir buluşma yaratmıştır.
Sachs, The Economist dergisine yazdığı makalede “Küreselleşme üstünde yeniden
düşünme” davetiyesi çıkarmaktadır. Bir de savı vardır. Dünya, ideolojiler, konumundan çok
teknolojiyle ilişkisiyle ayırımlanmaktadır. 1.gruptaki ülkeler “teknoloji geliştirenler”dir. Bu
gruba ABD, Kanada ve Batı Avrupa’nın girdiğini söylemeye herhalde gerek yok.
2. gruptakiler “teknoloji adaptörleri”dir. Bu grupta Brezilya, Meksika, Doğu Avrupa
ülkeleriyle ile Güney Asya ülkeleri var. Türkiye’nin de yer aldığı 3. grup ülkeler ise,
“teknolojiden dışlanmışlar” kümesinde yer alıyor. Profesör Sachs bu tablonun kolay
değişmeyeceğine inanıyor. Prof. Porter ise ülkelerin gelişme stratejilerinde yeni teknolojilerin
benimsenmesinin yetmeyeceğinin altını çiziyor. Kıssadan hisse: Az gelişmişlerin küresel bir
çıkışı teknolojik merceğe yaslandırma olanakları bulunmuyor. 20.yy 3 sistem yaşadıktan
sonra şimdi geleceğin adı artık belirsizliktir.
DÜNYANIN GENEL GÖRÜNÜMÜ
1- ABD dünyada %5 nüfus payıyla %21’ini alıyor.
2- G-7’lerin 7 ülkesi, dünya gelirinin %44’ünü alırken, 127 gelişmekte olan ülke dünya
gelirinin %40'’ ile yetinmektedir.
3- Dünya gelirinin %55’ini 16 kişi alırken, %40’lık bölümünü 78 kişi arasında dağılıyor.
4- Enflasyon dünya genelinde düşüyor ama bu deflasyon (durgunluk) tehdidi yaratıyor.
1950-1999 döneminin fiyat artışları yine de 1850-1900 döneminden daha yüksek
gözüküyor.
5- Hammadde fiyatları genelde geriliyor.
6- Dünya genelinde işgücünün üçte biri işsiz
gelir dağılımı ise daha da bozuluyor.
Tepedeki %20’lik nüfus kesimiyle, en dipteki %20’lik nüfus arasındaki fark 74 kata
ulaşıyor. 1960’da bu fark 30 kattı. Dünyada 2.8 milyar insan günde 2 doların altında bir
gelirle yaşıyor.
7- Dünya ticaretinin yüzde 30’u çok uluslu şirketlerce yapılıyor. Dünya ticareti; 1944
yılındaki Bretton Woods anlaşması sonrası teorik olarak serbestleştirildi. Ticaret hacmi
artış gösterir. Dünya ihracatının dünya milli gelirin içindeki payı, 2.savaş sonrasında
%7 iken, bugün iki katına vardı. Krizlere rağmen düşüş göstermeyen bir dünya ticari
yapısı içinde yeni korumacı eğilimler, az gelişmişlerin dünya ticareti içinde ciddi pay
almasını engelliyor.
8- Gelişmiş ülkelerin üretimi artışı ABD’nin 2000 yılındaki üretim çıktısı, 1000’li
yıllardan 57 kat daha iyi durumda. “3.Dünya ülkeleri” klasik ürünlerde yoğunlaşmaya
devam ediyor. ABD, 1975’de dünya tekstil üretiminin %20’sini gerçekleştirirken,
bugünkü payı %12’lerde, Çin aynı dönemde bu sektörde %10 olan payını %100
oranında arttırdı. 1975-1995 döneminde klasik sektörlerde mal üretimi arttıran tek bir
G-7 üyesi yok. OCED’de, 1960 itibariyle toplam milli gelirin %30’unu oluşturan imalat
sanayi payı, 1995’de %20’lere geriledi.
9- 133 ülke genelinde 4 grup ortaya çıktı. 10.000-40.000 $ geliri olan üst grupta 26 ülke
var: 3.000-10.000 $’lık “yüksek-orta gelirli ülkeler grubunda” 16 ülke 750-3.000 $
arasındaki “düşük –orta gelirli ülkeler” grubunda ise 40 ülke Türkiye 3.grupta yer
alıyor. 750$’ın altında kalan “düşük gelirli ülkeler” grubunda 48 ülke yer alıyor.
Önemli olan “20-80 Dünya Toplumu”nda iyileşme görülmemesi.
10- 1950-1995 ülkelerin büyüme hızı %2.7, az gelişmişlerin %2.5 iken dünya nüfusundaki
döneminde gelişmiş payı aynı dönemde %80 arttı.
GLOBALLEŞME: ESKİ BİR ÖYKÜ
İ. Herald Tribune gazetesi küreselleşmeyi “iki ucu keskin kılıç” olarak niteliyor. Dayanağı ise
liberal tipteki küreselleşmenin salt “pazar genişlemesi”nden ibaret kalması. Bu sözcük son
yıllarda dünyada yaşanan gelişmeleri tanımlamak için kullanılıyor. Kimilerine göre
küreselleşme bir mit ve çok uluslu şirketlerin kullandığı bir propaganda sloganı. Kimi,
küreselleşmeyi ulusal sınırları ortadan kaldıran bir süreç olarak görüyor. İktisatçılar tanımı
tartışadursunlar aslen bir dilbilimci olan ABD-M.İ.T. öğretim üyesi Profesör Naom Chomsky
küreselleşme tanımını kanımca en yalın biçimde yapıyor:
- Küreselleşme mükemmel bir şekilde dizayn edilmiş sürekli bir şekilde yoğunlaşmakta
olan özel güçlerin çıkarlarını kollayan bir yol. Birbirine sıkı sıkıya bağlı birkaç güçlü
devlet ile mega şirketin maddi çıkarlarını yeniden ürettikleri bir süreç.
Bilgisayarlı / bilgi – işlemsel / iletişimsel üçlüsü üzerinde oturan 3 teknolojik devam diyenler
de var.
Filozof E.Morin’in betimlemesiyle “Dünyanın her bir bölümünün dünyanın daha fazla bir
bölümü olmasının yanısıra, dünya da bir bütün olarak bu bölümlerin her birinde daha çok yer
alıyor. Küremiz hologramlaşıyor! Çünkü hem belirgin, hem de her yerde mevcut”.
Çarpıcı olan 3. teknolojik devrim döneminde ya da nam-ı diğer küreselleşmede gelişmiş ile
az gelişmiş ülkeler arasındaki eşitsizliğin daha da artmış olması. Dünyanın %12’sini yaşadığı
48 ülkenin dünya ticareti payı 1960’da %1.4’dü. 35 yıl sonra payları %0.4’e düşmüştü.
Egemen dünya küreselleşmenin dünya refahını arttıracağını, gelişmekte olan ülkelerle
gelişmiş ülkeler arasındaki farkları azaltacağını ön sürüyor. Küreselleşmeyi sömürgeciliğin
çağdaş biçimi olarak görenlerin sayısı da az değil.
Küreselleşmenin itici gücü ve aslında sonucu teknik ve teknolojide düğümlü iken öne politik
küreselleşme çıkıyor. Piyasa ekonomisinin dünya genelinde yaygınlaşması, çoğulcu
demokrasiyi eş oranda geliştiremiyor. Aralarında kan bağı oluşmuyor. Politik küreselleşme
daha çok uluslararası ekonomik örgütlerde “kural koyan” ve “denetleyen” özelliğiyle dikkati
çekiyor. Ekonomik sonuçlarsa 4 temel noktada kendisini hissettiriyor:

Devletin değişen rolüne rağmen, devletler kesinlikle küçülmüyor. Ortalamada milli gelirin
%45’i devlet harcamalarından oluşuyor. 1960’da bu oran sadece %25 idi. Devlet
harcamalarının 1/4’ü transfer ve sübvansiyon harcamalarına ayrılıyor.

Piyasalar gerçeği belirleyen bir ideoloji haline geliyor.

Küreselleşme kuzey grubu ülkeleri lehine gelir dağılımını bozarak, 3.dünya ülkeleri için
marjinalleşme sonucunu veriyor.

Küreselleşme senaryosunun yarattığı riskler ve dış şoklardan öncelikle 3.dünya
ekonomileri etkileniyor.
Bu aşamada küreselleşme bazı dayatmalarla gündeme geliyor:
 Küreselleşme vergilendirelemez.
 Ulus – devletin aracı olan sosyal devlet küresel ortamda korunamaz.
 Ekonomik büyüme istihdam yaratmak zorunda değildir (Jobless Growth). Aslolan hisse
senedi pay sahiplerinin nemasıdır. (Shareholder Value)
 Ücretlerinin yükselmesi işgücü piyasasının de-organize olmasını gerektirmektedir.
 Küresel ortamda ulus –devlet ekonomik hayata gereğinden fazla müdahale etmektedir,
bu önlenmelidir.
 Yatırım ve kuruluş yeni cazibesini yaratmak için ülkeler daha fazla ve küresel teşvikler
sunmalıdır.
 Euro gibi yeni hakim paralar küreselleşmeyi hızlandıracaktır.
 ABD örneği refah, ülkelerin küresel tünele girmesi için yeterli bir nedendir.
 Küreselleşme az gelişmiş ülkelerin gelişmesinde en iyi araçtır.
 Global şirketlerin yararına olan düzenlemeler, ülkelerin de yararınadır.
Dayatmaların belki de en
önemli sonucu, küreselleşme
yayıldıkça
gezegenimizdeki
parçalanmanın büyümesidir. Sonuçta tüm uluslarının ortak kaderine karşılık el’an bir “kader
birliği”nden sözedemiyoruz.
Birinci Küreselleşme
İtici Güç
İkinci Küreselleşme
Merkantilizm ve yarattığı Sanayi
denizcilik gelişmeleri
Devrimi
Üçüncü Küreselleşme
ve 1) 1970’lerde Çokuluslu şirketler,
doğurduğu gereksinmeler 2) 1980’lerde İletişim Devrimi, 3)
SB’nin yıkılmasıyla 1990’larda
Batı’nın rakipsiz kalması.
Yöntem
Keşifler, misyonerler, askeri Önce misyonerler, sonra Kültürel-ideolojik etki. Ülkenin her
işgal.
keşifler,
sonra
ticaret yanı (ekonomik, siyasal, sosyal)
şirketleri, en sonra askeri kendiliğinden etkileniyor.
işgal.
Haklı
“Putperestlere
Gösteriş
dinini işgal.
Tanrı”nın “Beyaz Adamın Yükü”, “En
yüksek
“Piyasaların
“Küreselleşme
çıkarınadır.”
Sömürgecilik
Kaynak: Profesör Baskın Oran
düzeyi”,
Uygarlaştırıcı Görev” gibi “Uluslararası topluluğun iradesi”,
ırkçı teoriler
Sonuç
uygarlık
Emperyalizm
Globalleşme
gizli
herkesin
eli”,
ortak
BİR DOZ DEMOKRASİ
Küreselleşmenin bir dogma olarak dayatılması, zıtların birliğini ortaya çıkardı. Birinci grupta
kapitalizme karşı “küresel eylem” diyenler yer alırken, ikinci grup mali şeffaflık ve iyi
davranış kuralları önerisiyle yetinenler öbeklendi.
Güney Asya krizinde olayın gerisindeki “dost-ahbap çavuş esaslı” demokrasinin payı çok
araştırıldı. Bu bile küreselleşmede demokratik bileşenlerin yetersizliğini anlatıyor. “Birleşmiş
Milletler’i Yeniden Yapılanma” projesi sorumlusu Profesör R.Falk’ın “globalleşmenin
demokrasi dozu eksik” saptaması çok yerinde.
1989 yılını Berlin duvarının yıkılması nedeniyle olayı milat bile değil, “tarihin sonu” ilan
eden Profesör F.Fukuyama bile 10 yıl sonraki bir değerlendirmesinde günah çıkarırcasına
“piyasa ekonomisi ile liberal demokrasinin kenetlenmesi artık daha zorunlu hale geldi”
demekten kendisini alıkoyamıyor.
Küreselleşmeyle ile demokrasi ilişkisini billurlaştırmak için bir Avrupalı’ya, J. Atalli’ye
başvurmak gerekiyor. Demokrasi ve piyasanın ortak payda hatasını arayan Attali şöyle der:
Piyasa ekonomisi ve demokrasinin en hareketli savunucuları
bile son yıllarda piyasa demokrasileri yaratılmasının kolay
olmadığını kabul ediyorlar. Rusya gibi eskiden komünist
olan bir ülkede gürbüz bir piyasa demokrasinin gelişmesi
için sanayiyi özelleştirmekten ve fiyat belirlemesinin
piyasaya bırakılmasından daha fazlasının yapılması
gerekiyor. Piyasa ekonomisi ve demokrasi, ancak hukukun
üstünlüğünün sağlanması, meşru bir sistem ve özgür bir
medya bulunması ve yeterli verginin toplumsal oybirliği ile
belirlenmesi gibi zorunlu özelliklere sahip uluslarda
tutunabilir.
Attali’ye göre “önce bu birlikteliğin yürümediğini kabul etmemiz gerekiyor. Piyasa
ekonomisi ve demokrasiye yön veren ilkeler batılı toplumlarda uygulanmıyor. İkincisi bu
ilkeler el ele yürümekten çok, karşı karşıya gelerek, birbiriyle çakışıyor. Bu ilkeler kendi
içlerinde de çöküşünün tohumlarını taşıyor”.
Attali’nin bu anlamlı değerlendirilmesinden üç saptama daha aktarmak istiyorum:
 Demokratik bir toplumda hedef bireyin yüceltilmesidir. Oysa piyasa ekonomisinde
bir eşyaya dönüşen birey istenen özelliklere sahip değilse, dışlanıyor.
 Piyasa ekonomisi ekonomik ajanlar arasındaki eşitsizliği arttırıyor.
 Piyasa ekonomisi iktidarın merkezileşmesine karşı direniyor. Katılımcılar arasında
kurulabilecek bağları engellemeye çalışıyor ve bencilliğe destek veriyor.
Demokrasilerin farklı kişisel dünya görüşlerinin uzlaşmasını sağlayacak siyasal
partilere ihtiyacı var. Oysa piyasa ekonomisi gücünü kişisel rekabetten alıyor.
Financial Times’in değerlendirmesiyle “Piyasa ile demokrasi buluşmasında herşey çok az,
herşey çok geç ve çok yavaş olmaktadır.”
ESKİ VE YENİ KURALLAR VAR MI?
“90’lı yıllardaki küreselleşme eğitimi yeni bir olgu değildir. Dünya ticareti ve yabancı
sermaye yatırım düzeyinin yüksekliği XX. yy. başında da yaşanmıştır. Yeni dünya
küreselleşmesi , mal ve sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasından çok;
-
Veri, enformasyon ve bilgi,
-
Bilimsel keşiflerin sonuçlarına ulaşmasıyla, yeni bir boyut ve öz kazanmıştır.
“Eski Dünya Ekonomisi” daha çok ulus-devlet tarafından organize edilirken “Yeni Dünya
Ekonomisi” global bir işbirliği ağı içinde gerçekleşmektedir. Bu ağın ekseninde piyasa
ekonomisinde ve çok uluslu şirketler bulunmaktadır. “Yeni Dünya Ekonomisi”nde ulusdevletleri ekonomi politikalarındaki değerlendirme kıstası, ticaret ve mali piyasalarda
liberalleşme eğilimi ve düzeyidir. Küreselleşme teknik ve iletişim alanlarındaki gelişme
kadar, piyasanın eksenli devletin ekonomik anlamda küçülmesi etkendir.
Gelişmekte olan ülkeler grubu 4 temel noktada farklılaşıyor:
1- Afrika kıtasında son 20 yıldır ortalama %2’lik bir büyüme oranı yaşanmakla birlikte, kişi
başına gelir artış göstermemiştir. Dünya ekonomisindeki genel refah artışına karşılık,
Afrika kıtasında yoksullaşma süreklilik taşımaktadır.
2- Asya kıtasının dinamik gözüken ama eş –dost kapitalizmiyle kırılgan yapılı Asya
Kaplanları, yıllık %8 büyüme gerçekleştirdi. Bu büyümede;

Japonya merkez güç işlevini yüklendi.

Kore, Tayvan, Hong Kong, Singapur fason üretimin 1.halkasını oluşturdu.

1970’li yılların sonunda Endonezya, Tayland, Malezya’dan oluşan yine gelişmiş ülkeler iç
için ağırlıklı olarak fason üretim yapan bir 2.halka ülkeler grubu ortaya çıktı.

Çin Halk Cumhuriyeti 8.Komünist Parti Kongresinde (1992) sosyalist piyasa ekonomisi
kararı sonrası %7-9 arasında bir büyüme gösterdi.
Yüksek büyüme hızına karşılık, Ağustos 1997’de Malezya ve Tayland’da başlayan
kriz,“Domino Etkisiyle” tüm Pasifik ülkelerini derinden sarstı. Birbirini etkileyen nedeniyle
daralmaya artık “global kriz” adı veriliyor.
Asya’daki krize şu öğeler etkendi:

Kısa vadeli borçlanma çok artmıştı.

Japon yeni ABD doları karşısında aşırı değer kaybederken, bu ülkelerin ihracat
bağlantılarını dolar cinsinden yapmış olmaları, dış ticaret hadlerini olumsuz yönde
etkilemişti.

Japon ekonomisi şişme bebek gibi yapay bir büyüme eğilimi yaşamıştı.

Asya Kaplanları’nda tam bir devlet kapitalizmi egemen kimin nereye yatırım yapacağına
karar veren yapı, etkinlikten tümüyle uzak çalışıyordu.
3. Latin Amerika 1970-80 döneminde yaşadığı borç ödeme ve büyüme stratejisi krizinden
çıkarak, 1990’lı dönemde artan dereceli bir büyüme oranı yaşar. Bu dönüşümde ithal ikameci
bir büyüme stratejisinin ürünü olarak iç piyasaya dönük çalışan üretim yapısının, dış pazara
yönelmesinin büyük etkisi büyük oldu. Katıksız liberal program uygulamasına karşılık, bu
ülkelerde kriz sıklığı 3-4 yılda birdir.
4. Geçiş (Transformasyon)
ekonomileri olarak anılan Doğu Avrupa’nın eski sosyalist
ülkeleri, piyasa eksenli gelişmeyi daralma olarak yaşadı. Çek Cumhuriyeti ve Macaristan
üretim kültürü ve sanayi yapısı nedeniyle bu genellemenin dışında kalıyor.
Dünya Ekonomik Yapısında Paylar 1950 – 1994 (% olarak)
1950
1980
1994
I ABD
16.1
11.2
11.9
Kanada
4.9
3.4
3.8
II AB
15.1
33.0
35.3
III Japonya
1.3
6.5
9.2
Hong Kong
1.1
1.0
3.5
Singapur
1.6
1.0
2.2
Kore
0.1
0.9
2.2
Tayland
0.5
0.3
1.1
Endonezya
1.3
1.1
0.9
Malezya
1.6
0.7
1.4
Çin
0.9
0.9
2.8
IV OECD
53.6
62.7
67.4
GÜNDEMDEN DÜŞEN OLAY: ENFLASYON
1990’larda enflasyon, Afrika kıtası hariç, dünya genelinde yokoldu. ABD ve A.B. ülkelerinde
1978 – 1987 döneminde % 6.5 olan enflasyon oranı, 1992 sonrası % 3’ün altına düştü. BM’ne
üye 185 ülkenin sadece 20’sinde enflasyon oranı % 50’nin üstünde % 50 - % 100 olan ülke
sayısı 12 ve 1980 – 2000 eğilimiyle Türkiye bu grup içinde. Bu sıralamaya giren ülkelerin
tamamı Asya ve Afrika kıtasında yeralıyor.
Enflasyonun gündemden düşmesinde 4 etken var:
a) Ülkelerin hemen tamamı gelirin gideri karşıladığı bir bütçe denkliği politikasıyla
hareket ettiler. AB “Mastricht Kıstasları” ile bütçe açığına tavan getirirken, ABD
1998’de bütçe açığını tümüyle kapattı.
b) Enflasyon beklentisi ve enflasyonist baskı önlendi.
c) 1960’lı yıllarda yaygın olarak kullanılan açık bütçe finansmanının önüne geçildi.
d) “Enflasyon Volkanı” olarak anılan Latin Amerika ülkeleri, “İstikrar Politikaları”
sonucu, 1980 – 1993 döneminde % 200 – 350’lik enflasyon oranını % 10 – 35’e
geriletti.
GÜNDEMDEKİ OLAY: SÜREKLİ KRİZ
Filozof E. Morin krizleri “Belirsizliklerin artması ve genelleşmesi, düzenlemelerinin
bozulmasıyla tehlike ve şansların büyümesi sonucu ortaya çıkar” şeklinde tanımlar.
Şu ifadeler de onundur:
- Dünyanın kaotik ve çatışmalı halinin “normal” hali olduğunu; düzensizliklerin
karmaşıklığın vazgeçilmez içeriği olduğunu düşünebiliriz.
Bir krizde birçok etken sorun var. Sorunlarsa kontrol edilemez karmaşık süreçlerin,
karışıklılık bağımlılığından kaynaklanıyor.
Krizler artık hem ağır, hem de derin...
Belki de krizi en iyi
anlatan teori “Kelebek Etkisi Teorisi” anlatıyor. 1961’de MİT’de
araştırma yapan meteorolog Edward Lorenz tarafından geliştirilmiş. “Herkes ve her şey
birbirine bağımlıdır ve etkiler!” şeklinde günümüz ekonomisinin olayını anlatmada önemli
bir yeri var.
Lorenz’e göre görünmeyenler en az belirgin olan nedenler kadar önem taşıyor.
Ekonomide krizden
sözedince, “Kaos Teorisi”nin eşiğinden de içeri girmiş oluyorum.
Bununla, az gelişmiş ülkelerde “kaosun sürekliliği”olayını yorumlayabiliyoruz.
“Meksika Krizi”ne gelmek istiyorum! IMF’nin o tarihteki başkanı M. Camdessus tarafından
“21 yy.’ın ilk krizi” diye nitelenen krize...
Kriz Aralık 1994’de patlak veriyor. Pezo bir haftada % 40 değer yitiriyor. ABD 24 saat
içinde toplam 50 milyar $’lık yardım yapıyor. Marshall Yardım Planı’ndan bu yana bu en
büyük nakit yardımıdır. Meksika aksi durumda, kambiyo denetimli döviz rejimine geçecekti.
Böylesi bir olay, ABD’nin bu ülkedeki sayısı ve çapı bilinmeyen yatırım fonları için büyük
bir tehdit olurdu.
Bu tarihten sonra ne gelişmişlerin krizine gelişmişlerin nakdi yardımı hemen hemen hiç konu
olmadı.
Krizin maliyeti yüksekti: 2.4 milyon yeni işsiz iki haneli enflasyon ve GSMH’nin % 10
gerilemesi. Yoksulluk çizgisi altındaki nüfus 20 puan artarak, toplam nüfusun % 50’sine
ulaştı.
“Kelebek Etkisi Teorisi” gereği krizi hangi etkenden çıktığını bilmek hem mümkün değil,
hem de gereksiz.
Ortada açık olan birkaç sonuç var:
 Kriz vadeli sermaye hareketleri günlük olaylardan çokça ve genelde olumsuz etkilemiş.
 Spekülasyon dalgaları krizleri hem derinleştiriyor, hem de diğer az gelişmişlere taşıyor.
 Ulus devletin spekülasyona ve spekülasyona ve spekülasyoncuya karşı caydırıcı rolü çok
sınırlı.
 Kriz yönetimde IMF misyon görevi üstlenmiyor.
 Spekülasyon dalgalarının önlemede IMF erken uyarı sistemi işlevi göremiyor.
Bu kez 1997 yılının yaz ortamında, G. Asya’dayız!
Dolar, 1996’dan sonra ABD yönetimi “kararıyla” değerlenmiştir!
İhracatın G. Asya ülkelerinden GSMH’sindeki payı ise yüksektir. Bu pay Malezya’da % 70,
Tayland’da % 29, G. Kore’de % 27 ve Filipinlerde % 25’dir. Eski kurdan yapılan ihracat
taahhütleri yerine getirilemez hale gelir.
İlk kriz Tayland’da çıkar. İhracat yapabilmek için resmi para birimi baht devalüe edilir.
Kimse bunun 5 ayda % 70’e yayılacağını kestirmez! Tayland’ın IMF ve Japonya 17 milyar
$ yardım kararlaştırır. Karşılığında devlet harcamaları azaltılacaktır. Aktiflerini yitirmiş 56,
banka kapatılır. Saydam olmaması nedeniyle ne bankalar ne bu borcu yaratılanların üstüne
gidilemez. Zarar kamusal yük olur.
Bu ülkeyi diğer G. Asya ülkeleri izler. Malezya, G. Kore ve Endonezya’da para ortalama
% 80 değer yitirir. G. Kore’nin dış borcu 1 ayda 10 kat artarak 200 milyar dolara ulaşır.
Krizin sorumlusu olarak
bankalar gösterilince, G. Kore’de 19, Endonezya’da 16 banka
kapatılır. Endonezya’da ise diktatörlüğün eş-dost kapitalizmini körüklediği ileri sürülünce 32
yılık diktatör Suharto “ABD’nin ricası üzerine” gitmek zorunda kalır. Malezya’nın 2 no’lu
lideri Anwar İbrahim “hemoseksüel” sonuçlanmasıyla hapse girer.
Ama hiçbir önlem krizi önlemez, olsa olsa krizi geçiştirir.
Çoğu kez “nedenler” yerine belirtiler ile uğraşılması, krizleri kaos’a dönüştürür. “Fraktel”
kavramında bulunduğumuz “kendi içinde tekrarlanan hep aynı patikalar” olarak kriz sadece
konum değiştirir.
Bu krizler sonrası IMF çözümleri koşullar dayatmalarına dönüşür. Bir anonim deyiş vardır:
- Kaybetsen de çıkardığın dersi kaybetme!
Nedenleri apaçık bulamazsak da, 3 ders çıkıyor:
 De-regüle sermaye ve döviz piyasaları, ulus-devletin denetim aletlerini elinden almıştır.
 Demokrasi uygarlaşmada, derinleşmeden ve demokrasi açıkları giderilmeden eş – dost
kapitalizmiyle piyasa uygulaması mümkün değildir.
 IMF kuruluş amacını yerine getiremez duruma gelmiştir.
“Krizler bitti”! derken, 1999’dan önce Arjantin sonra Türkiye’de çıktı. Gündemden de hiç
düşeceğe benzemiyor. Az gelişmişler için tek tesellisi, karanlıkların hiç olmazsa daha karanlık
olma olasılığının olmaması...
VE GLOBAL OYUNCULAR DÖNEMİ
Çok uluslu şirketler dünya ekonomisini hem etkileme, hem de bu yolla dünya ölçeğinde
yayılma olgusuna yol açıyor. Bu dönüşüm;

Dünyada mevcut teknolojinin % 80’ine sahip olarak; teknoloji, yönetim ve finansman
ihracını istediği biçimde yapmakta,

Ürün, üretim, pazarlama ve lojistik stratejileriyle uluslar arası yatırım bölge ve alanlarını
belirlemekte,

Kuruluş yeri ve yatırım kararlarıyla, ulusal
ekonomilerin yeniden yapılanmasını
istedikleri biçimde yönlendirmekte.
BM – UNCTAD’a göre, dünya üretiminde % 2 olan çok-uluslu – şirket payı, şimdi % 6’ya
yükseldi. Çok ulusların % 50’si Fransa, Almanya, Japonya, İngiltere ve ABD’den oluşan 5
ülkede odaklanıyor.
Toplamı 40.000’e ulaşan ve yan kuruluşlarıyla 250.000’i bulan çok uluslu şirketler, dünya
ticareti toplamından daha büyük bir ciroya sahiptir. Örneğin ABD ihracatının % 80’i çok
uluslu şirketlerce yapılıyor. Dünya ticaretinin 1/3’ü çok uluslu şirketlerce gerçekleştiriyor.
Bir diğer değişim sektörel yapıda görülüyor. 1973’de yatırımların hammadde, hizmet
sektörlerine eşit oranlarda % 30’larda yapılırken, bu oran ilkinde % 10’lara düştü, hizmet
(servis) sektöründe % 50’ye yükseldi.
Çok uluslu şirketlerde yoğunlaşma eğilimi yükseliyor. 100 En Büyük Çok-Uluslu-Şirket,
toplamın 1/3’ü oranında üretim yapmakta, tüm istihdamın yüzde 16’sını elinde tutuyor.
UNCTAD tarafından 1995’ten bu yana düzenlenen “Ulus Ötesi Yatırım Endeksi” yayılımın
boyutunu ortaya koyar. Bu endekste çok uluslu şirketin deniz aşırı bölgelerdeki cirosu, dış
yatırımın oranı ve deniz aşırı ülkelerdeki istihdamı esas alınmaktadır. Bu belirlemeyle, 1.
olan Shell 21. sıraya düşerken, Nestle 1.liğe yükselmektedir.
Dünya Ekonomisinde En Büyük Şirketler (1994)
Sıra
Adı
Ülkesi
Sektör
1
Nestle
İsviçre
Gıda
2
Holderbank
İsviçre
İnşaat
3
Tharpuar
Kanada
Matbaa
4
Electrolux
İsviçre
Elektronik
5
Asea
İsviçre
Elektronik
6
Savary
Belçika
Kimya
7
Philips
Hollanda
Elektronik
8
RTZ
İngiltere
Maden
9
Ciba – Gergy
İsviçre
Kimya
10
Michelin
Fransa
Plastik
Kaynak: UNCTAD
Çok uluslu şirketleri önümüzdeki dönemde neler beklediğini söylemek biraz zor. Ama genel
eğilimlere bakarak şu başlıkları sıralayabilirim:

Yayılma sonucu dünya genelinde çok ulusluların payı artacak.

Yatırımlarını daha çok gelişmiş ülkelerde yoğunlaştıracak.

AB ve K. Amerika’nın, Asya’daki “yatırım patlaması” sürecek.

Çok uluslu şirketlerin bölgesel üretim ağları genişleyecek.

Çok uluslu şirketleri toplam dünya yatırım hacmi içindeki yatırım payının % 4’lerde
kalmasıyla, yatırımların % 95’i yine de KOBİ’lerce gerçekleşecek.
Gelişmeler, dünya ekonomisinin mal, ve
insan gücüne kısıtlayıcı sermayeye ise sınır
tanımazken, ortaya çıkan uluslar-üstü kurumlar ulus ve egemenlik kavramlarını etkileyecek
konuma geliyor.
Dünya Ekonomisinin Yön Verici Kurumları
Hedef
Alan
Organizasyon
Mal
Dünya Ticareti
GATT/WTO,
IMF, DB,
UNCTAD
Sermaye
Yabancı
Sermaye
UN, OECD
Finansman
Kaynağı
Uluslararası
Finansman
Sistemi
IMF, DB
Çalışma Eko.
Uluslararası
İstihdam
ILO
Çevre
Global Enerji
Ekonomisi
UNEP
Kaynak: Birleşmiş Milletler
Uluslararası organizasyonlar
görünüşte sadece pazar ve piyasa önündeki engellerin
kaldırılmasıyla ilgili. Ancak aradıkları uluslararası yükümlülükler, ulusal devletin egemenlik
haklarını ve hatta ülkelerin demokratik standartlarını da etkiliyor.
1962’de “uluslararası koordinasyon” amacıyla yola
çıkan, ancak hiçbir zaman
uygulayamayan OECD örgütü kuralları, ülkelerin karşılıklı bağımlılıklarıyla fiilen yaşama
geçiyor.
ÇOK BAŞLI GLOBAL BİR DÜNYA YAPISI
1960’lı yıllarda, dünya üretiminin % 40’ını gerçekleştirerek dünyada tek hakim güç ve tek
merkez durumunda olan ABD yanında; şimdi AB, Japonya ve Kanada’dan
oluşan çok
kutuplu ama merkez eksenli bir ekonomik yapı ortaya çıktı.
21. yy başında 3 ekonomik kutbun her biri, dünya ekonomisinin 1/3’ünü yaratması,
gelişmekte olan ülkelerin “marjinal payı”nı çok iyi anlatıyor.
Yanlış anlaşılmasın: Çok başlılık; hakim ve belirleyici güç anlamına
gelmiyor! ABD
ekonominin ötesinde, siyasal ve askeri anlamda karşı koyabilme ve uygulayabilme
özelliğiyle, dünyada tek ve (hakim) belirleyici güç durumundadır.
Çoklu kutuplar arasında yeralan ülkeler, 80’li yıllarda dünya ticareti içi paylarını % 10’lara
ulaştırarak, ABD’nin boyutlarına erişti. Yakın gelecekte Japonya ve Güney Asya ülkelerinin
dünya ticaretinde paylarını arttırabilmesi olası. Ancak bu üretim uluslararası işbölümüne
uygundur ve bağımsız karakteri olmayacaktır.
Dünya ticaret yapısı; OECD ülkeleri içinde dengelenme yoluna giderken, Asya – Pasifik
ülkelerinin ivme kazanması süreci yaşanıyor.
Büyüme, üretim ve ticaret alanlarında OECD üyeleri ve Güney Asya ülkeleri çok birbirine
paralel yürüyen yakınlaşma yaşasa da, en üst % 10 gelir grubuyla en alt % 10 gelir grubu
arasındaki kişi başına gelir dağılımı, büyük bir farklılaşmayı gösteriliyor.
Yoksul ve kalkınmakta olan ülkeler grubunun, gelir ve sosyal standart açıklarını kapatmak
için, daha hızlı reel büyümek zorunluluğu gerçekleşmiyor. Gelişmekte olan ülkelerin % 70’i
gelişmiş ülkelerin altında bir büyüme performansı var.
1960 – 1990 dönemi
OECD grubu da kişi başına gelir ortalama % 2.6 / yıl artarken,
gelişmekte olan ülkeler grubunda bu oran % 1.8’da kaldı.
En Zengin 10 Ülke (1995)
Ülke
En Fakir 10 Ülke (1995)
K.b.Gelir ($)
Ülke
K.b.Gelir ($)
Lüksemburg
41210
Nepal
200
İsviçre
40630
Çat
180
Japonya
39640
Ruanda
100
Norveç
31250
Sierra Leone
180
Danimarka
29890
Malavi
170
Almanya
27510
Buruni
160
ABD
26980
Tanzanya
120
Avusturya
26890
Zaire
120
Singapur
26730
Etopya
100
Fransa
24990
Mozambik
80
Kaynak: Dünya Bankası
ABD hükümeti, 1995’de zengin ve en yoksul olgusundan ayrı “On Geleceğin Ekonomisi
Ülkesi” listesi ilan etti. Bu ülkeler; Çin, Hongkong, Tayvan, G. Kore, Endonezya, Hindistan,
G. Afrika Cumhuriyeti, Polonya, Türkiye, Arjantin, Brezilya ve Meksika idi. Bu ülkelerin
ilan tahtasına asılmış olması, onların potansiyel varlıklarının işareti olmuyor.
Bu ülkeler piyasa ekonomisine geçmiş olmaları, nüfus varlıkları, yarattıkları yüksek büyüme
hızıyla “gelecek ekonomileri” sınıflamasında yeralıyor. Kuşkusuz bu durum, kişi başına
gelirin artışında onların benzeri bir gelişim göstereceği anlamını da taşımıyor.
ABD bu idari kararı alırken şu iyimser verileri kullanıyor:

1995 – 2015 döneminde bu ülkelerin dünya üretimi içinde payı bir kat artarak % 10’dan %
20’ye çıkaracak.

Çin, Hindistan ve Endonezya’nın yıldı % 6 oranında büyümeleri halinde 2010 yılında 700
milyon insan, İspanya’nın 1995 kişi başına gelir düzeyine ulaşacaktır. Bu nüfus; ABD,
AB ve Japonya’nın toplam nüfusuna eşdeğer.

Geleceğin ekonomileri, önümüzdeki 10 yıl 1.000 milyar $’lık enerji, telekomünikasyon ve
havaalanı inşaatlarında yoğunlaşan altyapı projeleriyle, dünyanın büyük yatırım koridoru
özelliği kazanacaklar.

2000 yılında ABD’nin gelecek ekonomilerine ihracatı, AB ve Japonya’ya yaptığı toplam
ihracattan fazla olacak.

Gelecek ekonomileri ulusal değil, kıt’a yapısı üzerinde etkili olacak. Çin – Hong Kong –
Tayvan bir ekonomik havza olmaya doğru yol alırken, Brezilya ve Meksika, Latin
Amerika toplam üretiminin % 60’ını gerçekleştiriyor. G. Afrika Cumhuriyeti, Afrika
Kıtası toplam üretiminin % 40’ını sağlıyor.
Yine de gelişmiş ülkeler olarak anılan sanayileşmiş ülkelerin belirleyici konumu süreceği
Nobel yazarı Böll’ün
“Dokuzbuçukta Bilardo” romanındaki temayla, “oyunda kural
koyucuların” değişmesi beklenmemeli. Çok Taraflı bir Ticaret Anlaşmasına 125 ülke imza
koymasına rağmen, yerkürenin hemen tüm bölgelerinde
bölgesel pakt ve / veya
entegrasyonlar yaşanmaktadır. 1990’dan bu yana 82 adet serbest bölge ve gümrük birliği
anlaşması imzalandı.

Sekiz Asya ülkesi 1992’de ASEAN Serbest Ticaret Bölgesi’ni kurdu. Hedefleri 2008
yılında AB benzeri bir “ASEAN Ekonomik Birliği” yaratmak.

APEC (Asya – Pasifik Ekonomik İşbirliği Organizasyonu) 17 ülkeden oluşuyor. 2010’da
bir serbest ticaret bölgesi yaratmayı ve yatırımların önündeki tüm engelleri kaldırmak
istiyorlar.

ABD, Kanada ve Meksika, 1994 yılında, NAFTA adında bir serbest bölge kurdular. Bu
birlik, 2005 yılına dek tüm Amerika kıtasında FTAA-(Free Trade Aren of American)
adıyla bir serbest ticaret bölgesi oluşturmayı hedefliyor.

Latin Amerika ülkelerinden Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay bir gümrük birliği
için MERCOSUR adlı bir bölgesel organizasyon kurdular (1950).

AB bir yandan 2002’de tek para rejimine geçerek, ekonomik entegrasyonu tek para ile
biçimlerken, Avrupa’nın 6 ülkesiyle 2002 yılına dek tam üye yapacak bir süreci
yürütüyor.
Dünya Ekonomisinde Bölgesel Entegrasyon
Gelişmiş Ülkeler
Gelişmiş Ülkeler
Gelişen Ülkeler
AB
LOME / APC
EFTA
NAFTA
APEC
Gelişen Ülkeler
AFTA
ASEAN Free Trade Area (1967 / 1993)
ECOWAB
ANDEAN
The Andean Group (1969)
CEAO
APEC
Asian – Pacific Ekonoic Cooperation (1989)
CACM
Central American Common Market (1960)
UDEAC
CARICOM
Caribbean Common Markez (1973)
SACU
CEAO
Communaté Économique de L’Afrique de L’Quest (1974)
ECOWAS
Economic Community of West African States
SADCC
EFTA
European Free Trade Association (1960)
LAIA
EG / EU
Europäische Gemeinschaften / Euroäische Union (1958)
LAIA
Latin American Integration Association (1960)
ANDEAN
LOMÉ
AB ile Afrika ülkeleri ticaret anlaşması (1975)
PTA
MERCOSUR
Mercado Común del Cono Sur; Southern Cone Common Market (1991)
North American Free Trade Agreement (1994)
CACM
NAFTA
Eastern and Southern African Customs Union
CARICOM
PTA
South African Customs Union
SACU
South African Customs Union
SADDCC / SADC
South African Development Coordination
MERCOSUR
Conference / Southern African Development Community
AFTA
UDEAC
Kaynak: UNIDO
Customs and Economic Union of Central Africa (1964)
Yoğunlaşma, gelişen ülkelerde aralarındaki bölgesel bütünleşmelerde dikkat çekici. Bölgesel
entegrasyonların oluşturulmasında nedenler çok. Coğrafi yakınlık bu nedenlerin başında
geliyor. İkinci olarak politik güç özlemi geliyor. Üçüncü yakın konumdaki ülkelere ticaret
her biçimde yoğunlaşma olanağı veriyor. Dördüncüsü ulusal ekonomilerin eylem alanının
daraldığı ortamda, ekonomi politikaları bölgesel paktlar yoluyla hareket yeteneği kazanıyor.
Altıncı serbest ticaret bölgesi yoluyla coğrafi (fiziki) pazar alanı genişliyor. Yatırımların
kıvam ölçekte yapılmasını mümkün kılıyor. Yedincisi ileri teknoloji yatırımlarının kuruluş
yeri sorun olmaktan çıkıyor (üç ülkeye yayılan bir yatırımla
Airbus
üretimi
gibi).
Sonuncusu, ulusal finans piyasalarında artan dengesizliğe karşılık, moneter önlemlerle para
ve döviz rejimine kısa dönemli istikrar kazandırılıyor.
Bölgesel alandaki gelişmeler bölge-içi ticarete de ivme kazandırıyor. AB’de ticaretin % 70’i
bölge içinde (Avrupa)
Amerika’da bu
gerçekleşiyor. Mevcut trendin devamı halinde; 2005 yılında K.
oranın % 45 ve Asya blokunda % 60’a yükselmesi bekleniyor. Dünya
ticaretinin bölgesel birlikleri geliştirmesi kaçınılmaz gözüküyor.
Dünya ticareti içinde, bölge içi ihracat payı 1985’te % 16 iken, 20. yy sonunda % 60’lara
ulaştı. Ama bu alanda dikkat çekici gelişmeler de vardır:

1993 yılı sonunda ABD, Kanada ve Meksika’yı kapsayan NATFA kuruldu. Aynı yıl
1.XI.1993’de Maastricht Anlaşmasıyla, Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği’ne dönüştü.
Aynı
yıl,
Uruguay
Round
görüşmeleri
sonuçlanarak
dünya
ticaretinin
liberalleşmesinde kural koyucu örgüt, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kuruldu. APEC
Örgütü ABD Atlantikli Pasifik kıyısına kavuşturdu. Bu gelişmelerin tümünün aynı
yıla denk düşmesi tesadüf mü?

AB’nin 15 üyesi, EFTA “Örgütüyle Avrupa Ekonomik Alanı”nı oluşturuyor. AB,
1997 yılı sonunda Lüksemburg Doruğu’nda 6 Doğu Avrupa ülkesini aday üyeliğe
kabul ederek, Rusya’nın Doğu Avrupa’ya egemen olma hayalini ortadan kaldırdı.

AB, 1995’de İsrail ve Türkiye’yle, 1996’da Fas ve Tunus’la serbest ticaret anlaşmaları
veya gümrük birliği kurarak, Akdeniz alanındaki genişlemesini hızlandırdı. AB 2010
yılına dek 12 Akdeniz ülkesini serbest ticaret anlaşması yoluyla hakimiyet alanına
almayı tasarlıyor.

ABD orta-doğunun altyapı projelerine yönelirken, Fransa ve İngiltere eski
sömürgeleriyle ticaret anlaşmaları yapıyor. Fransa, Akdeniz ve Afrika’ya yönelirken,
Almanya “lebensraum” alanı olarak doğu Avrupa’ya uzanıyor.

Asya (Avrasya) nüfuz sahası çekişmesi, ABD-Rusya arasında yaşanıyor. Kısa vadede
ABD; NATO, G-7 ve IMF desteğiyle, Avrasya petrolü de üstünlük sağladı.

Avrupa Birliği, Avrupa Tek Senediyle 21.yy’a “Tek Pazar” olarak girerken bu hedef
EFTA ve NAFTA’da yer almıyor. Her iki ekonomik örgütün mal hareketlerini
hızlandıracak “ortak gümrük tarifesi” rejimi var.
KÜRESEL YENİ BİR MAL: E TİCARET
Yeni ekonominin motoru olarak “internet” . Bu motorun araçları; bilgisayar, mobil iletişim
araçları ve dijital TV. 2001’de 330 milyon $’luk iş hacminin 2005 yılı sonunda 1 trilyon $’a
ulaşması bekleniyor.
İnternet ekonomisinin getirileri bize şöyle sıralanıyor:

Maliyet ve zaman tasarrufu, verimlilik artışı.

Yeni iş alanları yaratması.

Uluslararası piyasalara giriş sağlanması.

Rekabet üstünlüğü vermesi.
Goldman Sachs işletmeler arası e-ticaretin, satın alma alanında %30’luk bir yeni maliyet
avantajı yaratmasını bekliyor. AB ise Mart 2000’deki Lizbon Zirvesi’nde 2003 yılı sonunda
Topluluk içindeki ihalelerin on-line yapılmasını kararlaştırıyor.
Pazarlamanın babası Profesör Kottler ise tüketici alışkanlıklarında oluşan değişiklikler eticarete bir ivme kazandırdığı inancını taşıyor. Alışveriş kolaylığı satınalma sürecinin
kısalması ve sonucunda yaratılan tasarruflar olayı cazip kılan diğer öğeler oluyor.
İşletme açısından pazar erişimdeki kolaylık, zaman tasarrufu, fırsat eşitliği işletme bütçesine
getirdiği rahatlamalar, tüketicilerin yanısıra şirketler dünyasına da, bu olayı anlamlı kılıyor.
Arthur Andersen’ın dünya genelindeki e-ticaret araştırması, bize yeni olguların varlığını
gösteriyor:

E- ticaretin gelişmesine ilk sırayı rekabet korkusu alıyor. Yüzde %74’ü
ereklerinin rakiplerine ayak uydurmak olduğunu söylüyor.

Yüzde 63’ü işletim giderlerini düşürmek, yeni gelirler aramak ya da varlıklarını
azaltmayı düşünüyor.

Endüstrilerini yenileme arayışı yarısında mevcut.

İşletmelerin
% 50’si 3 yıl içinde işlerine hız kazandırmada e-ticaretin etkili
olacağı kanısını taşıyor.
Sanıldığının aksine, e-ticaretin küresel etkiler yaratmadığı görülüyor.

Avrupa’da % 49 ve ABD’de % 39’u piyasalarda fiziksel olarak yerel bir firmaya
sahip olmanın, bu piyasalarda elde edilecek e-ticaret başarısının anahtarı olduğunu
düşünüyor.

Avrupalıların % 47’si sitelerin yerel dilde olmasının ve yerel kültür normlarına
hitap etmesinin gerekli olduğuna inanıyor. Bu oran ABD’de % 34’e düşüyor.
E-ticaretin önemli eksiklikleri de var:

ABD’li şirketlerin % 50’si sanayilerini yeniden düzenlemek için e-ticaret
kullanmayı amaçlıyor. Avrupalı firmaların sadece % 39’u böyle bir tutkuya sahip.

Avrupalı yöneticilerin dörtte üçüne göre, güvenlik ve gizlilik yokluğu e-ticaretin
gelişmesi için engel teşkil ediyor.

Avrupa’da yeni bir işe başlamak için gereken çekirdek sermayeyi bulmak henüz
çok zor. Avrupa’da bir şirket kurmak için ortalama 12 hafta ve 1800 $ gerekiyor.
Oysa ABD’de bu sadece bir hafta ve sermaye 500 $’u bulmuyor.

En büyük açık nitelikli eleman. Strateji ve öngörü alanında profesyonel eleman
eksikliği var. Avrupa’da IT profesyonellerine olan talep henüz 600 bin. Bu sayının
2003 yılına kadar 2 milyon olması bekleniyor.

Avrupalı yöneticilerin üçte biri, profesyonel açığını e-ticaret girişimleri için önemli
bir sorun olarak görüyor. Com şirketlerinin yaklaşık % 60’ı bu açıkla karşılaşıyor.
Gelelim temel soruya: E-ticaret, gezegen genelinde az gelişmişler için ne oranda rekabet
avantajı sağlar?
New York Üniversitesi’nden Profesör A. Shapiro’nun “The Central Revolution” eserinden
“Foreign Policy” Türkçe baskısında yapılan değerlendirmede, iki kalın başlık dikkati çekiyor,
paylaşmak isterim:
1- İnternet sayesinde aracılar ortadan kalkmıyor, aksine artıyor. Olsa olsa değişim
geleneksel aracıları ortadan kaldırıyor. “Sürtünmesiz ticaret” dönemine geçiliyor.
2- İnternet temelde küresel kapitalizmin büyümesini teşvik ediyor.
Sonrasını yazarın kendisinden aynen aktarıyorum:
-
Peki ya teknoloji ve ticaretin göz kamaştırıcı birlikteliği
körlüğe yol açar ve
makul kişilerin dahi piyasa değerlerinin sınırlarını gözden
yitirmelerine sebep olursa.... Benzeri görülmemiş bir küresel
patlama meydana getireceğine inanılan post-endüstriyel,
bilgi güdümlü, yüksek oktanlı kapitalizm diye tanımlanan
sözde yeni ekonomi’nin (New Economy) bazı savunucuları,
sadece İnternet’te birden beliriveren işler için fiyat-kazanç
oranları gibi geleneksel ekonomik ölçütleri değil, temel
sağduyuyu da bir kenara attılar. Yoksulluğun sonu,
sanayinin “kendini düzenlemesi” (anlamı: kuralların aşırı
derecede gevşetilmesi), bedava dalgaboyu ve benzeri
öngörülerin gerçekleşmesi ilk bakışta kesinmiş gibi geliyor.
Fakat yakından bakıldığında, bunları ciddiye almak zor.
Genellikle, çalkantılı değişimlere sahne olan çağımızda,
devletin ana aktör olmasının gerektiği basit gerçeğini bile
görmezden geliyorlar. Devlet demokratik değerlerin ve
tüketicilerin korunması ve ticari faaliyetlerden temel
kuralların
belirlenmesinde başı
çekmek
zorunda.
Hükümetlerin serbest zihinlere değil, ama serbest piyasalara
izin vermeye meyilli olduğu yerlerde ise, uluslararası toplum
gerçekten
açık
toplumlar yaratılmasına kendisini
adamalıdır. ABD gibi liberal demokrasilerde, yasa yapıcılar
sosyal sorunlarda piyasaya dayalı çözümlere fazlaca
güvenmemeyi de öğrenmelidir. Mesela Amerikan
endüstrisinin tüketici mahremiyetini kendilerini düzenleme
(self – regulation) ve tüketicilerin çevrimiçi mahremiyet
seçimlerini yapmalarına imkan tanıyacak, web-tabanlı
araçların geliştirilmesi yoluyla koruma konusunda son
birkaç yıldır verdiği sözlere rağmen, ABD’de mahremiyet
hala tamamen korumasız. Artık bir mahremiyet sınırı
oluşturmanın ve çevrimiçinde müşterilerin kendilerini
güvende hissetmelerini sağlamak için eskisi gibi kanunlara
ve düzenlemelere ihtiyacımız olduğunu kabul etmenin
zamanıdır.
Bu saptamaya bir şey eklemeyi gereksiz görüyorum.
YA 21. YÜZYIL?
Yeniden yüzyılımıza dönelim! Time Dergisi 20 yy. özelliklerini şöyle irdeliyor:
 Özgürlükler bu yüzyılda gelişti.
 Kapitalizm bu yüzyılda damgasını vurdu. ABD’de Başkanı T.Roosevelt’in
ifadesiyle kapitalizm ve demokrasi bir bütünün iki parçası oldu.
 Yüzyıl elektronik çağı olmuş, bir ünite mikroçipsin maliyeti 1 milyon birim düştü.
Üretici ve tüketici yeknasak bir ekonomik ağ içinde buluştu.
 Ford’un üretim bandının gelişmesiyle, önce yığınsal, sonra da esnek üretim ekseni
oluştu.
 Yüzyıl, teknikteki olağanüstü gelişmeye karşılık, jenosit çağı kıyımından kendisini
kurtaramadı.
Saptamalar düşündürücü! Ama temelsiz değil.
BM-UNCTAD 20.yüzyılı değerlendirirken yüzyılın 7 darboğazda çok benzeştiğini sergiliyor:
 Dünya ekonomisinin yeterli ve dengeli büyümemesi, global yoksulluğun
giderilmedi.
 Dünyada Kuzey ve Güney Yarımküre olarak ifadesini bulan gelişmiş ve az gelişmiş
ülkeler arasındaki fark açıldı. Gelişmekte olan ülkelerin büyümesi, küresel şirket ve
piyasaların hükümranlığından soruluyor.
 Demokrasinin güvencesi “Ortadireğin” durumu bozuldu.
 Rant gelirlerinin büyümesi, yatırım kapasitesini küçülttü.
 Sermayenin payı, emekten daha fazla büyüdü.
 Teknoloji yoğun yatırımlarda iş güvencesi tehlikeye girdi.
 Ücretler kendi arasında giderek eşitsizlendi.
Yüzyılın ilk çeyreğindeki “iki kutuplu global güç kümelenmesi”, yüzyılın sonunda “tek
kutuplu” ve yanında “bölgesel güç merkezi” ortaya çıkardı. Kapitalizmin demokrasiyle
birlikte yaşaması için gerekli olmazsa olmaz kuralı ise hayata
geçemedi. Demokrasi 3.
ülkelerde “kozmetik demokratikleşme” olarak ortaya çıktı. “Düşük yoğunluğu” nedeniyle
kırılgan oldu.
Dinlenmesi gereken bir farklı ses de Nobel Ekonomi Ödülü’nün sahibi Prof. Arthur Lewis, ise
“Uluslararası Ekonomik Düzen” kavramına şöyle açıklık kazandırıyor:
1. Dünya ilkel maddeler ve sanayi ürünü ihracatçısı ülkeler olarak ikiye bölündü.
2. Gelişmekte olan ülkelerin ihraç ürün gelirleri bu ülkelerin çıkarlarına karşıt yönde
gelişme göstermektedir.
3. Gelişmekte olan ülkeler finansmanıyla gelişmiş ekonomilere bağlıdır.
Oyun sahası düzenlenirken, eski çim tohumu kullanılamayacak durumdadır. Yazar Hasan
Bülent Kahraman’ın 4 saptaması dikkat çekicidir:
1. Yoksulluk ve gelir dağılımı kavramları ciddi bir değişim
geçirmiştir. Artık klasik terminolojinin tanımları ve
çözümleri ne uluslararası, ne de ulusal planda eskisi
kadar işlevsel. Bununla birlikte eşitsizlik kavramı da,
sosyal adalet kavramları da gündemdeki yerlerini
koruyor. Eşitsizlik kavramı üstünde çalışan ve yazdıkları
dikkatle okunması gereken Amartya Sen’in “Nobel
İktisat Odülü”nü kazanması bir rastlandı değil.
2. Daha önceki dönemde, sol, eleştirilerini ve çözüm
önerilerini sistem dışı bir önerme olarak sunuyordu.
Oysa aradan geçen sürede, elde edilen birikimin ve
sistemin onu oluşturmak için ortaya koyduğu çabanın
“revizyonu” temel yaklaşım haline geldi. Böylelikle
sorunlara, küreselleşme ve onun getirisi ve açılımları bir
veri olarak kabul edilerek çözüm aranmaya başladı.
Üçüncü Yol bu oluşumun en çarpıcı örneğidir. Bu
konunun akıl hocası Giddens’in son kitabında önemli
yorumlar mevcuttur.
3. Klasik kavramlar değiştiği için klasik çözüm önerileri de
devre dışı kalmaya başlıyor. Tüketim alışkanlıklarındaki
değişiklikten kalıcı yoksulluk gibi kavramlara varıncaya
kadar her düzeyde önümüze gelen yeni oluşumlar sosyal
devlet – eşitlik – adalet ilişkisini de parçalamış
durumdadır. Daha fazla vergiyle ve Keynesyen
modellerle, daha fazla vergi alma çabalarıyla birçok
sorunun çözülmediği anlaşılmıştır. Ayrıca ekonomi
olgusunun kapsamına da bilgi ekonomisi gibi yeni
kavramlar girmeye başlamıştır. O nedenle ekonominin
iyileştirilmesi artık sadece gelir dağılımını düzeltmekle
ve ekonomiyle sınırlı değildir. Eşitlik kavramı da artık
yalnızca ekonomik eşitlik değildir. Mesela eğitim süreci
ile iktisadi ilişki arasında ne kadar önemli bir ilişki
olduğu anlaşılmış, gene mesela kadın – erkek eşitliğinin
de ekonomik bir boyutunun olduğu ortaya çıkmıştır.
Anne Philips’in son kitabı da bu konuda yol göstericidir.
4. Bütün bunlara rağmen bir gerçek yerli yerinde
durmaktadır. Eşitlik ve dağılım daima ideolojik içerikli
adımlardır. Sadece teknik çözüm önerileriyle sonuç
alınmayacaktır. Siyasal çözüm bugün de geçerliliğini
korumaktadır. Mesela o siyasal sürecin dinamikleridir.
Steril bir durum saptaması yetersizdir. Sorun ancak
sosyal devlet kavramının yeni anlamı içinde ele alınırsa
eleştiriler bir şey ifade edecektir.
Muhafazakar The Economist’e göre “Pespembe öngörüler, tehlikeleri sadece gözden
kaçırtıyor.” Bu ortamda “Ekonomik Düzen”in, “yeni” sıfatına haklılık kazanması için Prof.
Naom Chomsky’nin ifadesiyle “oyun sahasını düzenlemesi” gerekiyor.
Gelişme Raporu’nda vurgulandığı üzere bu;
BM’nin Global

Temel insan ihtiyaçlarını gözetilmeli,

Fakirlik çemberinin kırılmasını istihdam yaratma projesi olarak ele alınmalı,

Gerçek büyüme hızını arttıracak iklim öğelerini yaratmalı,

Kalkınmaya istikrar ve sürdürülebilirlik kazandırmalıdır.
1989’da, Fransız İhtilali’nin 200. yılında Avrupa’da merkezden kumandalı marksist yönetim
tasfiyesi, “sistem çatışması” denilen olayı geride bıraktı. Bu dünya ekonomisi açısından
önemli bir dönüşüm noktası. Yeni dönüşüm bir altın üçgeni biraraya getirdi. Bu üçgenin
saçayakları; piyasa ekonomisi, kalkınma ve demokrasi üçlüsünün bir çatıda kenetlediği gibi,
biri diğeri için “olmazsa olmaz koşulu” haline geldi.
Kabul etmeliyiz ki bu üçlünün birarada yaşamasında “küresel darboğazlar” vardır.
Piyasa ekonomisi içinde sanayileşme ülkelerin refah düzeyini arttırıyor olsa da, ekoloji ve
doğal çevreyi de tahrip ediyor. Bunun “sürdürülebilir kalkınma” olayını yaratmakta
zorlandığını söylemeye gerek bile yok.
İKTİSAT TEORİSİ ŞAŞIRDI!
1990’lı yıllarda önce küresel bir model oluştu. Adına “Washington Uzlaşması” denildi.
Model 3 temel öğeye dayanıyordu:
1. Serbest piyasanın varolacak.
2. Küresel birleşmelere yatkınlık gösterilecek.
3. Makro ekonomik istikrar sağlanmış olacak.
Bu anlaşmaya Dünya Bankası’nın baş iktisatçısı Prof. J. Stiglitz itiraz getirdi. Elendi, devre
dışı kaldı. Sonrasında kör kör gözüm parmağı “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAİ)
hazırlandı. WTO Başkanının ifadesiyle bu anlaşma küresel bir ekonominin anayasası olacaktı.
Tepkiler yaşandı ve 190 sayfalık metnin imzaya açılması “şimdilik” ertelendi. Küresel düzen
yine de “Bütün dünya pazarları birleşin!” demekten geri kalmıyor...
Süregelen bir de teorik tartışma var: Döviz kuru rejimi ne olsun? Bir kısım Güney Asya
ülkesi sabit kur rejiminde, Arjantin, Para Kurulu ve dolarlaştırılmış kur politikasında, Türkiye
ise serbest kurda hepsi farklı uygulamalar içinde olmakla birlikte; aşırı dalgalanmalar ve kriz
konjöktürü etkisi yaşıyor.
Bir olayımız kesin: Serbest kur politikası
“sadre şifa tek iksir” değil! Berkeley
Üniversitesi’nde Prof. B. Eichengreen “Yeni Bir Finansal Mimari Proje” kapsamında
hazırladığı el kitabında, IMF’nin tüm üyelerini “serbest kur” rejimine zorlaması gerektiğini
söylüyor. Oysa 30 yıldır serbest kur rejimindeki ülkelerdeki kriz sayısının sabit kur rejimi
izleyenlere göre daha fazla olduğu biliniyor.
Ani piyasa paniklerine, küçük ölçekli finansal sistemleri olan ülkelerin yetersiz kaldığı,
Türkiye örneğinden de bildiğimiz bir diğer gerçek.
Az gelişmiş “ülkeler” batının bir büyük bankasının büyüklüğüne özdeş gören ABD - FED
eski başkanlarından P. Volcker’ın “Döviz kuru dalgalanması riski arizi değil, yapısaldır”
değerlendirmesi yapması ilginç ve üstünde düşünülmesi gerek.
Kuşkusuz az gelişmiş ülkeler açısından döviz kuru politikasından yaşanan her değişiklik, yeni
bir stand-by ve istikrar politikasının ipucunu veriyor. L. Amerika’nın deneyimlerinden
uygulanan yeni kur politikası büyüme ve istihdamın arizi olumlu yönde etkilediğini biliyoruz.
Sonrasında bu gelişim gelir dağılımını bozuyor. Mutlak yoksul sayısı artıyor. Bu teori
“ekonomik refahın artması sırasında sosyal gerileme hali” (social regress) adını alıyor.
İlk baskısını 1948’de yapan, dünyanın en klasik ders kitabı olarak anılan Nobel Ödüllü Prof.
P. Samuelson’un 41 dile çevrilmiş, 4 milyon baskı yapmış “İktisat” adlı ders kitabı 17.
baskısında bu olaya bakalım nasıl bir bakış getirecek?
Aslında iktisat teorisi politikanın arkasına sığınıyor!
Modern iktisadın babası sayılan Adam Smith (1723 – 1790) “Ulusların Zenginliği” (1776)
eserinde, tüketicinin yararı için uluslararası serbest rekabet ortamının önemi vurgulanır. Kilit
sözcüğü piyasanın liberalleştirilmesidir. İşte 200 yıl önceki bu öngörü günümüzde bir “zoraki
saçayak” ortaya çıkarır:
1° Devlet ekonomik yasanın dışına çıkmaktır, de-regüle olmalıdır.
2° Piyasa serbest olmalıdır, piyasa liberalleşmelidir.
3° Özel sektöre daha çok alan yaratmak için kamusal alanlar özelleşmelidir.
Kuşkusuz malların serbest dolaşımını öngören küreselleşme dayanak noktası olarak David
Ricardo’yu (1772-1823) alır. Ricardo “Karşılaştırılmalı Mutlak Üstünlük” yasasıyla, her
ülkenin kendisine en uygun mal demeti yaratarak refahını en iyileyebileceğini varsayar. Oysa
bu mal demetinin küresel serbest ticaret ortamında az gelişmiş bir ülkeye refah yaratması bir
yana, bazen marjinal ülke olma şansını bile tanımıyor.
Sermayenin serbest dolaşımını isim babalığını ise moneterist görüşün öncüsü ABD’li Milton
Friedman yapar. Bu görüş, sermayenin serbest dolaşım olanağının dünya genelinde “iyi”
yatırım alanlarının akmasını hedefler.
Sermayenin iyi bulduğu kârlı alanların her zaman ülke yararına olmadığını çoktan biliyoruz.
Küreselleşmenin teorik anlamda de-mode 3 görüşün (Smith – Ricardo-Friedman) arkasına
sığınmış olduğunu bilmemiz yeterli olacak.
İlke belli “Alabildiğince çok piyasa, gerektiğince az devlet” yaratmak. Sorunsa ortada:
Sosyal devlet, piyasa tarafından ikame edilir!
CEVAP İÇİN SORU SORMAK
Küreselleşme konusunda yazılan – çizilen çok. Bu konuda yazmamak nerdeyse bir “ayıp”
haline geldi. Bu alanda yazılanları 2 – 3 öbekte değerlendirmek gerek. Birinci öbek de,
ABD’den Chomsky, Soros, Krugman; Avrupa’dan Dörnhoff, Forrester, Attali gibi yazarlar
var. Bu öbekte yeralan BM, UNCTAD örgütünün eleştirel pusulasını unutmamak gerek. İflah
olmamaları iman eksiğinden çok, sorgulama yetilerinin derinliğinden kaynaklanıyor. Olayın
bir “dogma kabul”ü haline dönüşmemesindeki en büyük güvence de bu...
İkinci öbekte ise “inançlılar” yer alıyor. “Kutsal Kitap’a” inandıkları için her mecliste yer
alıyorlar, yazdıkları da yayınlanıyor. Aralarında Profesör Drucker gibi “İşletme mesihi” kabul
edilen ve olaya “evrim” düşüncesinden bakanlar var. ABD’li A.Toffler ya da Japon K.Ohmae
gibi işi kehanetçiliğe döküp “fal bakan” tacirler de var. Genelde akademik gelenekten
gelmemeleri nedeniyle kolayca “yanıldım” diyebiliyorlar.
Bir de otoyolcular var! Prof. D. Rodrik ve J.Sachs (Harvard Üniversitesi) olayı bir “yeniden
düzenleme” mantığı içinde ele alıyor. Uluslararası Ekonomik İlişkiler Enstitüsü ise bunu
“olay saptaması” şeklinde yapıyor.
Onlar aynı konuda üstelik çok sık aralarla, farklı görüş açıklayabiliyorlar. IMF ve BM
bünyesi içindeki çalışmalarsa ağırlıklı olarak dönemsel ve “nokta analizi” şeklinde. Çok yankı
yaptıkları da söylenemez.
Profesör R. Dornbush gibi son zamanların gözdesi bir akademisyen “küçük fetvalar”
vermekle yetiniyor. Standart ekolden gelme Profesör Samuelson olayın tümüyle dışında. Post
–Keynesçiler Prof. J. Tobin’in “Sermaye Kazancı Vergisiyle” yetiniyorlar. Galbraith gibi
“sistem kritikçisi” kabul edilenler “yaş gereği” olsa, yazmak yerine, Boston’da Harvard
Square civarında yürüyüş yapıyor. Friedman ise özel bir yorum getiriyor. Kendisine
sorulduğunda “zaman beni haklı çıkadı” diyor.
Bir isim üstünde biraz daha durmalıyız: Profesör Paul Krugman! 47 yaşında MİT’de öğretim
üyesi. Bu iktisatçı, Galbraith’den bu yana en “popüler” iktisat yazarı kabul ediliyor.
Popülerliği ne mensubu olduğu üniversiteden, ne de danışmanlığını yaptığı kuruluşlardan
kaynaklanıyor. Yale’de tarih lisansı almakla birlikte, ortodoks iktisada çok hakim. İroni dolu
çeşnili bir dili var. Elinin yanmasından korkmuyor. Doğru soruyu, doğru dönemde gündeme
getiriyor. “Japonya’da kriz ve yetersiz önlemler” Japon türü krizden çok önce dile geldi.
Euro’nun ekonomik anlamda gereksizliği ve 2002’den önce söylediği bir olgu. Brezilya bir
1998 krizinde yanıldığını kabul edebilecek bir mizaca sahip.
Popülerliğindeki yeni evre; G.Asya krizi ve sonrası, 1999’da kaleme aldığı “Depresyon
Ekonomilerine Dönüş” çalışmasından kaynaklanıyor. Krugman’ın tezi Sovyet lideri Lenin’in
geliştirdiği “Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm”le benzerlik gösteriyor. Saptama,
Markist “Devrevi Krizler” teziyle örtüşüyor. Çıkış noktası genelde “serbest piyasa”nın, özel
anlamda küreselleşmenin insanlara edinimlerinin sorgulanması. Ekonomik krizleri bir “sistem
ürünü” bir çıktı olarak kabulleniyor.
Depresyondan değilse de, sonuçlarından sakınabileceğimize inanıyor. Saptaması, Profesör
J.Schumpeter’in 1930’larda öngördüğü kapitalizmin depresyona zorunlu olarak girileceği
teziyle benzeşiyor. Politikacının “kendi doğrusu olan” mercekten artık bakmaması gerektiğine
inanıyor. İktisatçının genel anlamda ekonomik buhran olayına bir uzun dönem etkisi olarak
bakması, uluslararası kuruluşların “kuru inatlara” bağlı kalmamasını gerektiriyor.
Krugman’ın korkusu, depresyon ekonomisi mikrobunun Arjantin, G.Afrika, Türkiye ve Çin’e
sıçraması. Bu, deflasyonun dünya genelinde bir ekonomik daralma olarak gündeme
gelmesiyle sonuçlanacak.
Dikkatinizi çekmiştir: Krugman’ın bu değerlendirmesinden bir yıl sonra 2 ülke – Arjantin ve
Türkiye – bu duştan soğuk kaptı. Türkiye 2 ay arayla şoklandı. Tarihinde bilmediği bir
belirsizliğe sürüklendi. Gelişmemiş dünyanın soğuk algınlığını gidermedeki aldı-verdi
bedelinin (trade –off) gelişmişlere göre çok ağır olduğu bir kez daha görüldü.
Önlem tartışılabilir: Özel şirketlerin ve bankaların finansal kaldıraç kullanılmasını önlemek
için ulusal para dışında borçlanmasının yasaklanması ya da vergilendirilmesi! Bunun, Nobel
sahibi Profesör Tobin’in önermesinden 27 yıl sonra gündeme gelmesi ilginç. Türkiye’deki
bankaların “açık pozisyon” ile “dış borçlanma” ilişkisinin “16 Kasım ekonomik göçüğünde”
önemini anımsamak kanımca yeterli oluyor.
Krugman altını çiziyor: “Bedava yemek yoktur!” Ekleyelim: Az gelişmişlerde karavanadan
çıksa dahi
yemek fişi pahalıdır.
Krugman haksız değil! Krizler kaçınılmaz. Ama bulanık zihinlerden ve kemikleşmiş
doktrinlerden kaçınmamız mümkün. Çünkü dünyadaki en kıt olan maddi kaynaklar değilse de
anlayışın kendisi. Paul Krugman herhalde daha çok tartışılacak.
Az gelişmişlerde yaşanan krizlerin daha fazla sorgulanmasında sizce yarar yok mu?
YENİ KAVRAM: KÜRESEL YÖNETEBİLİRLİK
Demokrasinin şekil koşulları tam yerine gelemezken, “katılımcı” yerine “temsili” demokrasi
ağırlık kazandı. Demokratik dayanışmanın doğal uzantısı olan “sosyal bağlar”, uluslararası
rekabetin şiddetlenmesi nedeniyle zayıfladı.
“Yeni Ekonomi”nin milad olarak nitelenen 1989 yılından sonra sistem rekabetinin ortadan
kalktığı bir galibiyet ortamı içinde bakmadı. En azından bunu bir yeniden yapılanma sürecinin
başlangıcı olarak kabul etti.
Ekonomi yapı, teknoloji, iletişim ve nakliye sistemlerinde yaşanan küreselleşme, beraberinde
“evrensel hastalıklar” getirdi:

Suçluluk oranı uyuşturucu kullanımı ve teknolojik işsizlik arttı.

Küreselleşme demokrasi tabanlı piyasa ekonomisinin taşıyıcı ayakları olamadı.

Egemenlik alanını aşan evrensel sorunların sayısı fazlalaştı.

Krizlerin yaygınlaşması ve global krize dönüşmesi tehditleri yaşandı.

Dünya sorunları, egemenlik kavramıyla kendini sınırlayan ulus-devletlerin çözüm
boyutunu aştı.

Saydamlığın yetersizliği ve kayıt dışı ekonomi, dünyada önemli engeller
çıkarmaya devam etti. Nijerya ve Tayland’da kayıt dışı ekonominin % 80’ler
düzeyinde olması şaşırtıcı değil. OECD üyesi gelişmiş ülkelerde kayıt dışı
sektörünün toplam ekonomik büyüklük içinde % 10 - % 20 arası pay aldığı
gözleniyor. Yunanistan’da bile bu ekonominin büyüklüğü yüzde 30.
Küreselleşmenin ana belirleyenleri bundan böyle ne olabilir?
1° Ülkelerin karşılıklı bağımlılıklarının artması.
2° Ticaretin, finansman akımlarının ve dolaysız yabancı sermaye yatırımlarının bir
ortak ağ yaratması.
3° Sosyalist uygulamanın çöküşü ve Çin’in dünya pazarına katılması.
Bu gelişmeler kimince “tarihin bittiği” (Fukayama: 1989), kimince “dünya toplumuna geçişi “
(Ohmae: 1990) olarak kabul edildi. Ulusal, bölgesel ve noktasal tüm sorunların özelliğini
kaybettiği ve tüm sorunların “Global Olgu”lar şeklinde değerlendirilmesi gerektiği öne
sürüldü.
Bu görüşlerin abartılı yönleri bir yana, yaşanan “global trend”ler dünya ekonomisinde bireykurum-devletin “sorun yumağı”nın daha da büyüdüğünü gösteriyor. Oysa ”Çözüm Odaklı
Global Ortak Bakışlar” (global commons) çok az yaşanıyor.
BM “Küresel Kazalar”a karşı önlemi “küresel yönetebilirliğin” artmasında görüyor. Nitekim
BM tarafından 1995 yılında tamamlanan “Küresel Uygarlık Projesi” (İnsanlığın Yönetimi:
Yeni Bir Global Politika) başlığını taşıyor.
Bu politika, dünya ekonomisinin ana aktörü olmaya devam edecek olan ulusal devletin
sorunlara kapanmasını değil, açılmasını öngörüyor. Sorunların küreselleştiği bir ortamda,
politika da küreselleşmeli, küresel sorumluluk olmalı ve küresel yeni anlamlı yapılar
oluşmalıdır.
Gelecekteki Global Düzenin Dört Senaryosu
Yenilenmiş Devlet
Global Toplum
Çoğulcu (Plüralist)
İkiye Bölünmüş Süregiden
Çatallaşma
Sistemi
Bölünmüş dünyanın yapısı
Merkezileşmiş bir ortamda
Üst düzeyde merkezileşme
Üst düzeyde merkezsizleşme
merkezsizleşme
Merkezileşme ve
merkezsizleşme arasında
Denge durumu
Çok merkezli dünya statüsü
Otonom
Bağlılık Tabiyet
Baskın
Otonom
Devlet merkezli dünya statüsü
Otonom
Baskın
Bağlılık
Otonom
Her iki dünyayı da yöneten
Tüm kurallar dizisi
Egemenlik – bağımlı aktörler
Hür aktörler uymama
Önemli: Her iki aktör tipi de
Kuralların geliştirilmesi
gelişiyor
Uymama haklarını muhafaza
Haklarını muhafaza etmekte
ulusötesi sonuçlara uyuyor.
etmekte ve kullanmaktadır.
ve kullanmaktadırlar.
Yöntemlerin mikro düzeyde
Bireylerin gelişmiş
Bireylerin gelişmiş yetenekleri
Bireylerin gelişen yetenekleri
Bireylerin gelişen yetenekleri
Karakteri
yetenekleri evrensel
devlet önderlerinin
devlet liderlerine
gerek merkezileşme ve
normların paylaşımı
yönlendirmesini önlemeye yeterli
yönlendirmelerine
gerekse merkezsizleşmenin
konusundaki isteklilerin
olamıyor ve böylece devletlerin
ve alt gruplar vasıtasıyla
üstünlüklerini algılamalarına
artmasına önderlik
baskınlığının yenilenmesi
kendi çıkarlarını izlemelerine
yardımcı olarak devlet
ediyor.
kabulleniliyor.
önderlik ediyor.
otoritesini destekleme ve
altgrupların dalgalanmaya
sebep olmakta.
Makro-mikro etkileşiminin ilk yönü
Makrodan mikroya
Makrodan mikroya
Mikrodan makroya
İki yönlü akış
Bireyin (insanın) durumuna
Liberal ve iyimser
Muhafazakar ve kötümser
Liberal ve kötümser
Faydacı
ilişkin perspektif
Kaynak: Dr. Deniz Ülke Arıboğan, Globalleşme Senaryosunun Aktörleri
Projenin odak vurgularını şöyle özetleyebiliriz:
 Küresel yönetim (yönetebilirlik); çok yönlü devlet ilişkisi tesisi ve uluslararası
örgütlerde işbirliğinin geliştirilmesinden olayından ibaret değildir.
 Küresel yönetim bir küresel devlet anlamını taşımamaktadır. Cumhuriyetlerin
merkezi, varolmayan bir dünya federasyonudur.
 Küresel yönetim sadece devletlerin değil her türlü sivil toplum örgütünün çözüm
sürecine katılmasını gerektirir. Bunlar arasında Devlet Dışı Kurumların (N.G.O.)
vatandaş hareketleri, 3. Sektör (Vakıf) kuruluşlar vardır. Bu yolla “devletler
dünyası”ndan daha fazla organize “sivil toplum dünyası”ndan yararlanacaklardır.
Küresel çözüm odaklı bakışlar “yönetimsiz yönetebilirliğin” (governance without
goverment) geliştirilmesidir.
Küresel yönetim bürokrasi yaratmamayı, ulusal kimliklerin yokolmamasına özen göstermeyi
taahhüt ediyor. Ulus devletlerin hedefi; dünya devleti olmaktan çok “küresel olarak ayrılmış
global projeler”e dönüşecek.
Küresel yönetim dünya ekonomisine işlerlik sağlamak üzere 5 ayrı düzeyde hareket alanı
arıyor:
1. Dünya ekonomisinin hakim güçleri: (ABD, Kanada, Japonya, İngiltere,
Almanya, İtalya) dünya toplam çıktısının % 50’sinden fazlasını üretiyor. Dolar +
DM + Yen, dünya döviz işlem hacminin % 80’ini oluşturuyor. Bu üç para birimi,
dünya rezervlerinin % 90’ını sağlıyor.
2. Bölgesel bütünleşmeler (entegrasyon): AB ve NAFTA önemli bir düzenleme
yetisi kazandı. Şimdi onlar çevre normlarının benimsenmesi, işyeri güvenliği
belirlenmesi, gibi alanlarda etkinliklerini sürdürmek zorunda. AB ise “Tek Pazar”
rejiminde piyasa ekonomisini yeni dokusuna açıklık kazandırmak durumunda.
3. Uluslararası
rejimler:Dünya
Ticaret
Örgütü
(WTO)
ve
Dünya
İklim
Konvansiyonu çok uluslu şirketlerin yabancı sermaye yatırımlarına düzen
getirmekten, çevre standartlarının güçlendirilmesini kadar, bir dizi alanda, misyon
üstlenmesi şansı doğdu; ama henüz bunu kullanmıyor.
4. Yerel platform: Güçlenen yerel yönetimlerin yapısının modernleştirilmesi ve
güçlendirilmesi alanında görev üstlenmek gerekiyor.
5. Ulusal platform: Devletlerin rekabet gücü kazandırma çabaları gündemin
1.sırasına yükseldi.
Yüzyılımızda dünya ekonomisine işlerlik sağlayabilmek, hakimiyet etkilerini asgarileştirmek
için yeni kurumsal düzenlemelerin yapılması gerekiyor.
 Küresel Hukuk Oluşturma Ve Güçlendirme: Tüm dünya aktörlerinin benimseyeceği
kurallar için uzlaşma biçimleri, uyuşmazlıklarda yatırım mekanizmaları bu alanda başlıca
konulardır.
 Finans Sisteminin İstikrarını Sağlama: Dünya döviz kambiyo rejiminin istikrar
kazanması için dünya hakim paraları arasında çarpraz kur farklılığının % 10’luk bir band
içinde dolaşması; kısa vadeli sermaye hareketlerine sınırlayabilmek için belli bir marj
üzerinden vergilendirilmesi, IMF’nin krizlere karşı daha donanımlı olabilmek için ekonomik
veri altyapısını güçlendirilmesi ve saydamlaştırması; bu gündemin maddelerini oluşturuyor.
 Ticaret ve Yatırım Çerçevesi: Bir uluslararası rekabet hukuku oluşturularak, küresel
ticaret ve denizaşırı dolaysız yabancı sermaye yatırımları için sınırlama getirici çerçeve bir
düzen ve uygulama anlayışı sağlanması hedefleniyor.
 Altyapı ve Kurumları: Ölçü ve ağırlıklara ortak standartlar getirilmesi, çevre normları
benimsenmesi, deniz ve nehirlerin ortak kullanımına ilişkin esaslar konulması gerektiğinde
buluşuluyor.
 Rüşvetle Mücadele: Küreselleşmiş rüşvete karşı ortak hareket alanı ve araçları yaratılması
gündemin bir başka asıl maddesini oluşturuyor.
Bu gelişmeler içinde Birleşmiş Milletler (BM) “Küresel Yönetim Esaslarını Belirleme
Komitesi”, 1995’te “Ekonomik Güvenlik İçin Uluslararası Kurul” oluşturulmasını önerir.
Yetkisinin “danışma ve tavsiye” ile sınırlandığı Kurulun, temel işlevleri şöyle öngörüldü:
1. Küreselleşmedeki ana eğilimlerin belirlenmesi ve uluslararası topluluğa iletilmesi.
2. IMF, Dünya Bankası ve DTÖ arasında hedef uyumsallaştırmasının sağlaması.
3. Devlet – Dışı – Örgütler’in (NGO) Forum’unu düzenlemesi ve bu Kurul ile devletler
arasında diyalogu temin etmesi.
Görünürde somut bir çözüm yok! Öngörülenlerse çok anlamlı birinci önerinin sahibi olan
Prof. James Tobin kendisine 1981’de Nobel ödülü kazandıracak, 1972’de geliştirdiği öneri,
döviz denilen ürünün spekülasyon kazançlarını önlemeye dönüktü.
Tobin malın paraya göre daha ağır hareket ettiğini görmüştü. Bu yüzden likit olan dövizin
hızını “biraz” kesmek istedi. Üstelik toplam dövizin % 80’i, 1-7 gün içinde yeniden işlem
görüyordu.
Bu nedenle her döviz alım, ya da satımına % 1 vergi getirilmesini öngördü. Sistemin başarısı
için önlem tüm finans piyasası merkezlerinde eş-anlı devreye girmeliydi. Böylece sıcak
paranın “spekülatif yüzü” önlenebilecekti.
Öneri, IMF’nin gündemine bile girmedi. Genel kurul gündemine almaya hazırlanan BM,
gelişmişlerce “üyelik aidatını vermeme” tehdidiyle karşılaştı. Üstelik liberal muhafazakarlarca
“arwell’e davetiye çıkarmakla” sonuçlandı.
Olay şimdilik akademik bir öneri olarak kalsa da, savunanlar arasında AB eski komisyon
Başkanı J. Delors, DB eski Başkanı B.Conable ve BM eski genel sekreteri Boutros – Ghali
var. 1979-1994 döneminde ticaret % 134 döviz hareketlerinin % 823 artması, hükümetlere
döviz kuru ve faiz üzerinde tüm denetimi getirmesine neden oldu. Bu yöntem “Tobin
Vergisi” geçiştirilse de gündemde hep kalacağı benzer.
Yanısıra, sıcak paranın ulaştığı düzey olayın ele alınmasını önlemektedir. Başkan Clinton’ın
talimatıyla kurulan bir bağımsız kurul 1999 sonunda önerilerini sunar. Buna göre;
 IMF ve DB işleyiş biçimi gözden geçirilmelidir.
 Kısa vadeli sermaye hareketleri sınırlandırılmalıdır. Uzun vadeli sermayeyi özendiren
düzenlemeler yapılmalıdır.
 Doğru ekonomik politika üreten ülkeleri ödüllendirici bir mekanizma olarak IMF ilgili
ülkeye daha avantajlı kredi vermelidir.
Başkan Clinton gidince önerilerin rafa kalktığı anlaşılmıştır.
Bu arada George Soros’un hakkını yemiyelim. “Open Society İnstitute” Başkanı olarak, 1997
G.Asya krizi sonrası saydamlık sorgulaması ile dikkati çekti. Çok tepki aldı. Ama geri
basmadı. O da, IMF yan örgütü bir “Uluslararası Kredi Garanti Fonu’nun kurulmasını önerdi.
Böylece, IMF – kreditör ülke arasında bir 3.taraf ilişkisi doğacak.
IMF ise bu öneriyi tartışacak yerde kolay yolu seçti. Başkan Camdesus “günah keçisi
rolünde”, süresinden önce istifa edip, yerine bir “iktidarsız” Alman, Başkan olarak atanınca,
IMF fiilen ABD’nin güdümüne geçti.
Yüzyılın “acil” gündemi; Prof. Arthur Lewis’in 1977 yılında Princeton Üniversitesi’nde
yaptığı tarihi konuşmada saklı gözüküyor:
1. Kalkınan ülkelerin fakirliklerinin ve faktör ticaret hadlerinin kötü olmasına başlıca
nedeni işgücünün ağırlıklı kesiminin çok düşük bir verimlilikle gıda maddeleri
üretmesidir. Bu durum, sanayi ürünleri ve hizmetler için iç piyasanın sınırlı
kalmasına, ithal eğiliminin çok yüksek olmasına yol açmakta, vergilendirilebilir
kapasiteyi ve tasarrufları azaltmakta ve uygun olmayan koşullarda mal ve hizmet
ihracına zemin yaratmaktadır. Bunu değiştirmenin başlıca yolu AGÜ/GÜ ilişkisini
değiştirmektir. Bu zaman alıcı bir olaydır.
2. AGÜ’ler, ithalatın bedelini ödeyebilmeleri borç taahhütlerini yerine getirebilmeleri
ihracatlarının daha hızlı gelişmesinde düğümlüdür. ÇGÜ’ler, AGÜ’lerin sanayi ve
tarım ürünleri ihracatlarına koydukları engelleri azaltarak, AGÜ’lere dünya
ticaretinden daha fazla pay verebilirler. Bu, AGÜ’lere en iyi ve en etkin yardım
şeklidir.
3. AGÜ’ler uzun-dönemli finansman ihtiyacı içindedir. Kısa-dönemli finansmanın
halihazır oranı yüksek ve tehlikelidir. Bu ham petrol fiyatlarındaki aşırı artıştan
önce de böyleydi.
4. IMF devresel durgunluklarla mücadele edebilmek için daha fazla kaynağa
muhtaçtır. AGÜ’ler, fondan borçlanma güçleri, bir miktar SDR (Özel Çekme
Hakkı) ve mal dengeleme finansmanından ibaret kalmıştır. AGÜ’ler için ayrılan
stand by finansman rezervi, bir yıllık toplam ihracatın yarısından daha az
olmamalıdır.
5. AGÜ’lerin 1950’lerde ve 1960’larda maruz kaldığı şeklindeki fiyat düşmeleri,
ihracatı engelleyerek, ticaret hadlerini aleyhe çevirerek ve borç yükünü arttırarak,
sorunu daha da ağırlaştırır. Dünya ticaretinde AGÜ’lere daha çok yer açılması, bu
ülkelerin ihracat fiyatlarının desteklenmesine yardımcı olabilir. Fiyat istikrarı
planları, uluslararası ekonomik durgunluğun yansımasını azaltarak, gelişmiş
ülkelerin de yararına sonuçlar doğurur.
Temel olay Morin’in sözleriyle “insanlaşma sürecinin” henüz devam etmesi. Bu “gezegenin
demir çağı”ndan yeryüzünün uygarlaştırılması anlamını da taşıyor. Gelişim ekonomik
şemalardan kurtarılıyor.
Lewis ekonomik sorunları ekonomizm yaparak çözümünü öngörüyordu. Aslında kırılması
gereken, gelişmenin büyümeye özdeşliği. Gelişme yeniden insanlaştırmalı....
Hedef bir yönüyle gelişme ötesi bir anlam taşıyor. Çünkü aslolan “yaşamın reformu”...
Küresel yönetebilirlik koşulunun olması için demokrasinin çeşitlilik ve anlaşmazlıkları çok
daha fazla sürdüren bir yapı kazanması gerekiyor.
Hepsi tek kapıya çıkıyor: Edgar Morin’in eşsiz formülasyonuyla “gerekli olan, insan türünden
bir insanlık, gezegenden de insani çeşitlilik için ortak bir ev yapmaktır.”
Bu
ortamda
kalkınma
artık
bir
seçenek
değil
tercih.
Bu
tercihin
“Hobson
Tercihi”ndeki gibi insanların pazarda dolaştırılan atlar ve satıcı ile yetinmesi olmadığı açık.
Unutmayalım, demokrasi insanların 1.mevkii tercihidir.
Bir nokta açık: Kasım – 1999’da ABD’nin Seattle kentinde başlayan “isyan”, küreselleşmenin
zaafiyetini ve insanı değerlendirmeye başladı. Nesne, özne olana dek süreceği anlaşılıyor.
İktisatçının veremediği cevabı, bir felsefeci Profesör Betül Çotuksözen’de aramak istiyorum:
Sorgulamaya başlayabiliriz: İnsan sadece ilişkilerin öznesi
mi? (...) Sosyal devlet anlayışını büyük ölçüde aşındıran
küreselleşme olgusu yeni düzeninin sadece uygulayıcısı
durumunda olan ve buyrukları alması konusunda sık sık
uyarılan
ülkelerin
insanları
için
bir
katkı
sağlayamamaktadır. (...) İnsanların kendilerini bireysel özne
olarak kuramadıkları, değer yaratan kişi olarak
göremedikleri ve toplumsal/siyasal yaşama yeterince
katılamadıkları, kendilerini yurttaş olarak algılayamadıkları
bir ortamda, sadece araç kılınacakları açıktır; hem de her
şeyin / her ortamın / herkesin (kavramların, kurumların,
başka insanların) onları şeyleştireceğini / nesneleştireceğini,
giderek meta haline getireceğini görmek olanaklıdır. Herbiri
insanın kendine özgü nitelikleri bu durumda artık onları
birbirinden ayırt etmenin, değerlendirmenin aracı haline
kolaylıkla gelebilecek; öyle ki sahip olunan ayrımlar,
zamanla ayırımcılıkların temelini oluşturacaktır. Bu yolla
insanlara – sanki ya da görünüşte – kendileri olmanın yolu
açılmış gibi gelecektir. İnsanlar şu ya da bu yolla edindikleri
kavramları, sanki onlar birer nesneymiş gibi algılayacak ve
yaşamlarının merkezi yapacaklardır. İnsanın simgeleştiren
ve ideleştiren bir varlık oluşunda temelini bulan
yönlendirmeler, asıl gerçeğin örtecektir. Bundan sonrası
çatışmanın, köktendinci, ırkçı, cinsiyetçi ........kozgezdiği bir
dünya olacaktır. Kuşkusuz bu arada, sloganlarla düşünme,
“doğru değerlendirme”nin yerine “değer atfetme” ya da
“değer biçme”yi geçirme, yeni düzenin ayakta kalmasının
temel öğeleri olacaktır.
Olup biteni bir sorun olarak saptamak, sahip olunan bilinç
ve bilgiyle doğru orantılıdır. Bilincin yeterince açık olmadığı
ve bilgiyle desteklenmediği ortamlarda, herhangi bir olup
bitenin sorun olarak kavranması da mümkün değildir.
Küreselleşme olgusu salt ekonomik ilişkiler ağında ele
alındığında bilinçli bir yaklaşım hemen şunun da farkına
varacaktır; yarışa eşit olanaklarla, konumlarla başlamayan
toplumlar ve insanlar için küreselleşme olgusunun
birdenbire karşıtına
döndüğü de en sık rastlanan
durumlardan biridir. Ekonomik olarak şu ya da bu yapıya
bağımlı kılınan insanlara, neredeyse eli kolu bağlanan
insanlara, sözde kimliksel özelliklerini yaşamaları ve hatta o
kimliksel özellikleriyle toplumsal / kamusal yaşama
katılmaları gerektiği düşüncesi aşılanacak ve bu durum
sanki bir armağan – tersinden bakıldığında ise bir bedel
ödeme-olarak
onlara
sunulacaktır.
Olanaklarını
geliştiremeyen, yargıda bulunma yetisini gerektiği biçimde,
başka bir deyişle sağlıklı bir biçimde kullanamayan, sadece
kendine ait bir niteliği toplumsal/ kamusal alana taşıma
konusunda kışkırtılan, yönlendirilen insanlar, ekonomik
ilerlemeye temelde daha çok hizmet eder hale
getirileceklerdir. Küreselleşme olgusunun aynı zamanda çok
kültürcülük olgusunu da içermesi ancak böyle açıklanabilir:
ulus devlet, toplumsal kurumların aşındırıldığı, güçsüz
düşürüldüğü ortamlarda kişilikleri, bireysel, özne oluşu
yokeden “sözde kurumlar”, özellikle cemaatçilik alabildiğine
gelişecek; insana ve insan dünyasına yine ortak insan kimliği
açısından bakmanın yolları tıkanacaktır. Burada belirlenen
bütün bu durumların ortak paydası nedir? İnsan, her şeyin
aracı kılınmakta; amaç olarak görülmemekte, daha doğrusu
insan, şeyleştirilmektedir/nesneleştirilmektedir; bir başka
deyişle insan unutulmaktadır; bireysel özne yokolmaktadır.
Asıl amaçlanması gereken anlamdaki küreselleşmenin, daha
doğrusu evrenselleşmenin mümkün olabileceği üzerinde
neredeyse hiç durulmamaktadır. Ekonomik bağlamda
kullanılan küreselleşmede çıkarlar ölçüt alınırken,
evrenselleşmede insan ve insanlığın ortak yararı ölçüt
alınmaktadır.
(...)
Günümüzde “küreselleştirme” aslında “olan”a işaret ediyor
gibi görünmektedir; oysa ancak insanla ilgisi içinde olması
gerekene işaret ettiğinde, insanlar için daha iyi bir dünyanın
yolu açılacak demektir. Bu yolu açacak olanlar da evrensel
insani değerlere öncelik tanıyanlar; insanın kendi varlıksal
yapısına ilişkin bilincini her türlü bilgi edinme sürecinin
temeli yapanlar olacaklardır. Ancak bu kişiler, sömürüye
çok açık kavramlar olarak günümüzde beliren özgürlük,
demokrasi, insan hakları gibi kavramların doğru
kullanımını gerçekleştirebileceklerdir. Bu bağlamdaki
kullanım bilgisi de salt ekonomik olanla örtüştürülen
küreselleşme ortamında değil, evrenselleşme ortamında bir
başka deyişle, her tek kişinin insan olma onuru
korunduğunda, ortak insan kimliğine ulaşıldığında
gerçekleşecektir.
Şair Ahmet Oktay haklı: Modernleşmeden küreselleşilmiyor! Melih Cevdet Anday’ın
dizeleriyle; “Yirminci yüzyılı yaşadım / Ertelenmiş bir yüzyılda bu”.
Profesör P.Krugman’da kanımca doğru soruyu soruyor:
-
21. yy’ın sorusu artık ekonomik değil, politiktir. Gelişmenin insanlarla
örtüşüp örtüşmeyeceği ele alınmalıdır.
AVRUPA BİRLİĞİ’NDE
GELECEK
Önce Avrupa’yı tarihten gelen özelliğiyle tespit edelim. Prof. İlber Ortaylı “Geçmişi
irdelemeden geleceği betimlemek mümkün değildir” der! Bu geçmişi yani birleşik Avrupa
düşünü de Gaulle’ün “Tek Avrupa Evi” siyasetini yürütenlerin nasıl bir karmaşık geçmişten
geldiklerini bilmek gerekir. Bunun için o tarihten gelen Avrupa’yı ele almalıyız.
Bununla yetinemeyiz! Avrupa’da hakim trendleri vermek zorundayız. 1998 sonrası on üç
aday ülkenin on ikisiyle aktif görüşme sürecine girmiş olan AB, hangi hakim eğilimlerin
altında şekillenmektedir? Bu topluluk 375 milyondan 600 milyona doğru giderken, hangi
dinamiklerle belirlenmektedir?
Üçüncüsü AB’nin genişlemesinde hangi senaryolarla biçimlenmektedir?
Kesin olan bu olayın tekdüze bir uyum süreci olmadığıdır. Avrupa’nın kozmik çekmecesinde,
birkaç gelişme senaryosu bulunmaktadır. Bu gelişme senaryoları içerisinde Türkiye’nin
olduğu olmadığı durumlar vardır.
Bu senaryoların irdelenmesinde yarar vardır. Bölgesel entegrasyon olarak, genişleme
biçiminin ne anlama geldiğini, siyasi boyutlarıyla ele almalıyız.
Dördüncüsü, genişleme sürecinde merkez ve çevre ülkeler çelişkisi ne durumdadır? 13 aday
ülkenin, mevcut 15 üye ülkenin milli gelirinin % 6’sını oluşturduğu bir ortamda tek etaplı, bir
geçiş olabilir mi? Bir “merkez ülkeler çevre ülkeler”, yani merkezde kuzey yarımküre,
çevrede de güney yarımküre ülkelerinin yer alması kaçınılmazdır. AB bu sorunların
üstesinden gelmeyi nasıl düşünmektedir?
Euro iki kutuplu bir dünyada ortaya çıkmıştır. 1999 Ocağından sonra 1.16’lık bir kurla dolara
karşı bipolar dünyada ikinci para birimi olarak çıkan ve küresel bir liderlik tanımı yapan
Avrupa’nın bu öngörüsünde ne denli gerçekçi olduğu test edilmelidir. Gerçekten bipolar bir
dünya mı var? Yoksa hegemonik bir dünyada hegemonyası artan bir dolarla karşı karşıya
mıyız?
“Yeryüzü Suretleri” sergisini gezdiğimde, yani insanları kardeşçe bir olayın etrafında
toplamayı öngören çalışmalardan ilki olan Thomas More’un Utopia’sındaki haritaya
bakmıştım. “Acaba dünya bu sınırlarla hala niye uğraşıyor?” sorusunu sormuştum.
Edebiyatçı, Enis Batur’un “Büsbütün hayal ürünü olan bir yeryüzü haritası elde edebilir
miyiz?” sorusunu paylaşarak “Acaba Avrupa bütünleşmeyi yapabilecek mi? derken, bir
kronolojik akış vermeden “Birleşik Avrupa” temasını incelemenin mümkün olmadığını
gördüm.
Zıtlaşmalardan gelen Avrupa olgusunu bilebilmeliyiz ki, niye bir araya geldiklerini de bilmek
mümkün olsun diye düşünüyorum.
M.Ö. 753’te Roma’nın inşasına bir nokta koymalıyız. Bu uygarlığın oluşumunda, HelenHristiyan mirasının geçerli olmadığının kanıtıdır.
Avrupa’nın referans noktası İtalya’dır. Öne sürüldüğü gibi Helen uygarlığı değildir. Bu açıdan
Roma’nın inşasını görüp ondan sonra buna bir Hristiyanlık boyutu eklemeliyiz. M.S. 313’te
Konstantinus, Milano Fermanıyla “Hristiyanlık serbesttir!” deyince, Paganlıktan Hristiyanlığa
geçilir.
Hristiyanlığı serbest bırakan anlayış, M.S. 449’da bu kez Ortodoks yorum, yani Tanrı’daki
insan suretini reddeden, İsa’yı tanrısallaştıran monofistik yorum bu kez Ortodoks doktrinin
kabulüne gider.
Bu yorum Ren ve Tuna nehirleriyle biçimlenen iki Avrupa’yı da beraberinde getirir. Slav
dünyasıyla, klasik Katolik dünyası – yani ekumenik liderin oturduğu Roma’daki dünya-iki
ayrı dünyadır.
Bu iki ayrı dünya üzerindeki zıtlık giderilmiş değildir.
Tipik bir örnek M.S. 962’de bir Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun varlığıdır.
Büyük Otto tarafından kurulan “ne Kutsal, ne Germen, ne de Roma” olan, sözcüklerin
sentetik beraberliğinden doğan bir topluluktur. O kadar ki, yani büyük Avrupa düşünün
olduğu bu hadise Şarlken yani onun bir anlamda 16.yüzyılda en büyüğü sayılan Şarlken,
sadece akrabalık yoluyla genişlettiği Avrupa’da, bağlantı için Almanya’ya dokuz, İspanya’ya
altı, Fransa’ya yedi, İngiltere iki, İtalya’ya yedi, Hollanda’ya on yolculuk yapar. Avrupa’nın
“Orjinim oradan geldi” dediği sentetik bir buluşmayla oluşan bu sömürge yoluyla Avrupa
siyasetinin finansmanı sağlanır.
Büyük Otto döneminde Katolikliği yüceltirken bir Alman olarak Luther’i yaşar. Nordiklerin
Protestanlığı onun ebeliğinde dünyaya gelir. Birleşik Avrupa hülyasındaki bu kişi, Roma’yı
talan eder. Savaşla Fransa’yı kendine katar. Otuz yedi yılın sonunda Kutsal Roma Germen
İmparatorluğu dağılır.
Bu tabloda, üç yeni kutup çıkar: Slav boyutuyla perçinlenen bir Roma, Hristiyanlık
dünyasıyla İtalya’da şekillenen Avrupa’nın kalbi devamında Ortodoks dünyası, yani bir
Hristiyanlık sapması o da Slav dünyasıyla buluşuyor. Üçüncü boyut Protestan dünyasıdır.
Ortaçağ Avrupası’nda üç ayrı dünyadan oluşan bir olgu vardır. Avrupa’nın bir üst kültürde bir
araya gelmesi, 1958’de yürürlüğe giren AET anlaşmasına kadar mümkün olmaz.
Şarlken’den sonra Otuz Yıl Savaşları vardır. Bu Otuz Yıl Savaşları, Din
savaşları,
Avrupa’nın kendi içindeki hesaplaşmasıdır. Bu süreç 19. yy’ın sonuna kadar yani ulus devlet
sürecine kadar, devam edecektir. Bu anlamda “Birleşik Avrupa” ancak kültürel anlamda söz
konusudur. Otuz Yıl Savaşları 1648’de tamamlanır.
Avrupa sınırlarını çizen, ulus devletin yolunu açan Westphalia Anlaşmasına gidilir.
Westphalia Anlaşması ulusal sınırlar kadar uzlaşma ve diyaloğu da beraberinde getirir.
Avrupa kültürünün en önemli olaylarından biri, dört yıl süren Westphalia Anlaşması
görüşmeleridir. Sonuçta Almanlar, Avrupa önderliğini ele geçirir. Germen dünyası öne çıkar.
1707 yılındaki bir oluşum İngiltere İskoçya ile –“Union Act” yaparak bir parasal birliğine
girer. İskoçya’da bu parasal birlik halinde geçerlidir. Dolayısıyla “Paraların birleştirilmesi
fantazidir.” diyen Blair’e “1707’den bu yana bir bölgesel paranız var!” hatırlatmasını
yapabiliriz.
1870’te
bir “Latin Para Birliği’ni görünüz. Altı ülkenin beraberliğinde, Fransa’nın
öncülüğünde Yunanistan’ı içeren Latin Para Birliği kurulur.
Parasal birlikler Avrupa’da bir iktisadi katalizör olarak hep vardır. Euro bir siyasi kimlikle
Maastrich’te gündeme geldiği için farklı ele alınmaktadır.
SOSYAL DEVLET AVRUPASI
Araya Bismark’ın Almanya’sından sosyal devletin temelleri girer. Yüz otuz yıl önce işyeri
garantisi, sosyal güvenlik, hastalık hakkı, analık, tedavi hakları Avrupa’nın değişmez değer
sisteminin öğeleri haline gelir. Bugün muhafazakar dünyanın “Bunları kaldırın! Aksi
durumda yapısal uyum yapamazsınız” dedikleri olayın çerçevesi biçimlenir.
Avrupa’nın iki intihar uçuşu olur: I. ve II. Dünya Savaşları! Bunlar aynı zamanda Avrupa
Birliği’ne doğru giden düşünceyi de oluşturur. Tek tek ulus devletleriyle pazar çok küçük,
“kavga” ise çok büyük olmaktadır. İzmir’den Konya’ya yedi saatte gittiğimiz bir ortamda,
üç saatte Avrupa’da üç ülke aşılır. Ölçekler gelişmiş sanayi pazarı için çok küçüktür.
Avrupa düşüncesinin mimarı
Jean
Monnet, altı
ülkeyi Avrupa birliği içinde 1951’de
biraraya getirerek, Avrupa düşünü ateşler. 1957’de Roma Anlaşması imzalanır. 1961’de
Euro’nun fikri temelleri atılır. Sonrasında 1979’da Avrupa para sistemine geçilir.
1989’da Doğu Bloku dağılır. Avrupa’nın genişleme düşü Doğu Avrupa’ya doğru genişler.
1999’da Euro, dört eksikle yola çıkar. Maastricht kıstaslarına uymayan Yunanistan alınmaz.
Danimarka, İsveç ve İngiltere ise bu oluşuma iradeleriyle katılmaz. 1999’da yaşanan önemli
bir olay vardır. Santer Skandalı sonrası Avrupa Komisyonu Başkanı Santer AB’nın fonları
yalan yanlış ve ben-merkezli dağıttı savıyla görevden alınır. Önemlidir! Çünkü bununla
Toplulukta demokratik mekanizma, Komisyon değildir! Parlamento ve Konsey’dir. Santer
Skandalı’ndan sonra AB’de karar alma süreci Konsey’in eline geçer.
Bu gelişme bütün aday ülkeler lehine önemli bir gelişmedir. Sistemi daha demokratik
kılınmıştır.
Öte yandan “Agenda 2000” ile Avrupa fonları da kısılmasını artık gündemlemiştir. Klasık
tarımsal fonlar, klasik bölgesel rehabilitasyon fonları eskisi gibi olmayacaktır.
Lüksemburg Zirvesinde Türkiye’ye “hayır”denilmiştir. İki yıl sonraki “evet”in arkasında ne
vardır? Kararın içeriğini hangi
şart belirlemiştir? Zirve öncesi çıkışların % 70’i, ABD
kaynaklıdır. İlginç tesadüfler yok değildir! 10 Aralık 1999’da International Herald
Tribune’de, “Türkiye’nin
önüne
yeni bir çerçeveyle
açmalıyız!” diyen yazının sahibi
Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı Papandreu’dur.
1997 – 1999 arası yaşananlar Türkiye’yi bu takvim içine alma olayı daha siyasallaşmıştır. Bir
anlamda ordu kurmaya yeltenmiş, Kosova’dan dersler çıkaran, büyük patron Amerika’yı
dışlamayan, onun payandası olma zorunluluğunu hisseden bir AB vardır.
Türkler ve Ruslar; 19. Yüzyıldaki konumları gereği, dinsel değil, ülkesel konumları gereği
Avrupa topluluğunun ebedi şüphecilik merceğinin altındadırlar. Benjamin Franklin 1787’de,
“Avrupa ancak tek ve büyük devletle kendisini yok etmekten ve savaşın getirdiği tahribatlara
karşı ekonomik mücadelelere karşı koruyabilir” demiştir. Köylü Savaşlarına, Otuz Yıl
Savaşlarına bakarak çok içten bir saptamadır bu.
ÜÇ UYGARLIK
Braudel’in “Akdeniz Uygarlığı” isimli eseri hangi coğrafyalarda yaşadığımızı anlatan güzel
bir metindir. Braudel “Akdeniz’de üç uygarlık var” der. Batı uygarlığı, yani önce Latin,
sonra Katolik sonra da
Şarlken’in imparatorluk alanı. Braudel’e göre “Hiçbiri kaynak
değildir, hepsi birbirinden türetilmiş uygarlıklardır.”
“Akdeniz,” der Braudel “İki sesli sonsuz bir türküdür, binbir şeyin hepsi birdendir.” O
Akdeniz’in içerisinde 117 ada ve 177 kanalı olduğu, Rönesans düşüncesini beslemiş en
büyük kent devleti
Venedik’de St. Marco meydanında “Mahşerdeki Dört At Heykeli”
Konstantinus tarafından İstanbul’da yaptırılmıştır. Venedik’e hediye edilmiştir. Fransızlarca
“Venedik’ten çalınmıştır. Uygarlık yol alınca “Bu ayıp bize yeter!” denilip, heykel Fransa’dan
geri gelmiştir.
Bütün bu gelişmeler biraz da uygarlığın yol haritasını bizlere verir.
Bizans’ın monofizmi, yani Ortodoks doktrini yeni yorumu önemli bir bölünme yaratır. Gövde
çatlar! Hristiyan alemi ikiye bölünmüştür. 1453’le beraber Fatih’in aldığı İstanbul olayı salt
İstanbul’un Türklerce alınması değildir. Fatih, Batıyla olan çelişkiyi yerinde tespit ederek,
Batı Roma’yla bütünleşilemeyeceğini söyleyen bir kişiyi, Patrik olarak atamıştır. Demiştir ki
“Din senden sorulur!”
Fener Patrikhanesinin ökümenik özelliği, Fatih’in onlara bu ünvanı vermesiyle sağlanmıştır.
Yetmemiştir! Fatih Ermeni camiasını da bir Patrikhane kurma yetkisi vermiştir. “Erivan’da,
Ecmiadzin’de”, yani 22 kilometre ötede onların “Kudüs”ü dururken, Ermeni kolonisine
Patrikhane arkasında durmanın arkasında ne vardır? Fatih “Patrik İstanbul’dan çıkacak ve
ben her Patriği atayacağım” demiştir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin her Patrik atamasını.
Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylaması, bundandır.
Bu oluşumla Ecmiadzin’deki dini lider Katagigors Ermeni dini lider olmaya devam etmiştir.
Patrik ise İstanbul’dadır. Cemaat hangi dini liderle ne yapacağını bilemez hale gelmiştir.
Ermenistan’daki
Kataggos
“saymamaktadır”. Bu,
seçimlerine
bu
yüzden
Fatih’in Slav dünyasını
İstanbul
Patriği
gitmez.
“bölme” anlamında politikasının
Onu
bir
uzantısıdır.
“Üç Roma vardır” diyen Profesör İlber Ortaylı haklıdır! Çünkü 3. Roma İmparatoru aslında
Fatih’dir. Ökümenlik liderliği üstünde toplayan kişi aynı zamanda bu
İmparatorluğun
varisidir. Bu ebedi şüphecilik bu yüzden Viyana kapılarından dayanmış bir Türklere bir de
Ruslar için vardır.
Avrupa birleşme sürecine girerken
aslında bir çözülme süreci Frenk deyimiyle bir
“mortification süreci” yaşamaktadır. Ulus devlet süreci
Avrupa’da artık bitmektedir.
İtalya’da, Kuzey İtalyayılar olarak, İspanya’da Fransa’da Galiçyalılar, Bask milliyetçileri,
Katalonya yani Kırım’a kadar uzanan genç bir coğrafyada 25 alt ulus ve cemaat ulus devleti
olma savındadır. “Birleşik Avrupa” tanımı, bugünkü coğrafyada yazılı olduğu biçimiyle 36
devletten oluşan Avrupa coğrafyası aslında çok geçici bir coğrafyadır. 2020 yılında bu 25
adaydan kaçının bağımsızlık ilan edeceği ayrı bir sorudur. Eurocentrik – Avrupa merkezli
görüşler, her zaman mevcut olsa da aldanmamak gerekir. Birleşme bir çözülme süreciyle
atbaşı gitmektedir.
ÇOĞUNLUK ÖNE ÇIKIYOR
Avrupa Birliği’ndeki yeni bir şekillenme momentumu vardır. Bir ülke yeni Avrupa yasama
mekanizmasında; askıya alma rejimi Parlamentonun öne çıkmış, komisyonun yetkisizleşmiş
ve Amsterdam Anlaşmasının “süspansiyon rejimi” (askıya alma rejimi) devreye girmiştir. Bu
özellikler, üye ülkelerle ilişkiyi dondurma hakkı gibi önemli bir karardır.
Askıya alma rejiminin gelecekte başka yansımaları beklenmelidir. Bir konjonktürel kriz
halinde ortak gümrük tarifesinden doğan yükümlülükleri yerine gelmediği zaman, askıya alma
hakkı doğmaktadır. Roma Anlaşmasındaki gibi ABD “Daha elastiki olayım, bu lig küme
düşmeli olsun, kümeden yükselmeyle, play off’un hangi sahada oynanacağına ben karar
vereyim” demiştir.
12 ülkeli “Euroland” hala ABD’nin gerisinde ve Japonya’nın çok az ötesindedir. İhracat
değerleri açısından dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı gözükmekle beraber, bunun ağırlığı
bölge
içindeki ihracattır. “İntra-ticaret”
on beş ülkenin
birbiriyle yaptıkları ticaret,
2002’den sonra, Tek Pazar ve parada, büyük oranda gerileyecektir.
Avrupa düşüncesini belirleyen hakim trendler nelerdir?
Dört hakim trend gözüküyor:
Avrupa düşüncesinde Almanya lokomotif iken, Fransa diğer ayağıdır, yani onsuz olmaz. Bir
anlamda Fransa ve Almanya Avrupa Birliği’nin “sine qua non” koşulu olmuştur. Bu ikilinin
almadığı karar, karar
sürecine giremez. Yıllar yılı, Türkiye ile ilgili veto kararlarının
gerisinde hep Yunanistan’ın adı anılırdı. Oysa karar mekanizmasında Yunanistan’ın ne kadar
kolay aşıldığı Helsinki Zirvesinde çok açık görülmüştür.
İkincisi 1993 Amsterdam Anlaşmasında taraflar, yani Avrupa Birliği’nin Onbeşleri, “Bir
ortak dış politika ve savunma mekanizması kuralım” demişlerdir. Bir Batı Avrupa ordusu
kurma düşü de vardır. Brüksel’deki 27000 Eurokrat, yani Avrupa – teknokratı bir askeri güç
oluşturma olayını uzun süre ertelemiştir.
Kosova krizi sonrasında, 1998’de Saint Malov Zirvesi’nde, Blair ile Jospen biraraya gelip
Eurokratları aşarak “Biz bir askeri güç olacağız” demişlerdir. Bu askeri güç bağımsız bir
askeri güç değil, NATO müttefiği bir askeri güç olmaktır. “Biz konvergence ilkeleri içinde
böyle bir ordu oluşturacağız, masrafları yakınlaştıracağız” şeklinde olay formüle edilmiştir.
“Biz orduyu sadece bir formel buluşma olarak düşünüyoruz. Bu ordu bir bağımsız dinamik
güç oluşumu değildir. Atlantik Zinciri içerisinde ABD’nin Avrupa’da oluşturduğu bir
tümendir.” düşüncesi bu kararın nedendeki saklı düşüncedir.
Kararı küçümsemiyorum! Gerek harcamaların kompozisyonu, gerekse Amerika ile girilecek
ortak operasyonlar açısından bu ordu çok önemlidir. Atanan Yüksek Komiser, -İngiliz
mantalitesi gereği Komiser diyemiyorlar, Salona, NATO eski
Genel Sekreteri’dir.
“NATO’nun güvenilir adamı”, yatay geçişle geldiği bu görevde Amerika etkinliğini çok açık
göstermektedir. 2002 yılından sonra para biriminin euro oluşu bu siyasi oluşun üzerinde
onların da öngöremeyecekleri çatlamalara neden olacaktır.
Blair AB’de askeri gücü oluşturmada öncüdür. Öte yandan “Euro’da yer almayacağım.”
demektedir. Bu ironik farklılığı dünya çözmek zorundadır. Birleşik Avrupa düşüncesini Euro
etrafında oluşturamayan bir Avrupa, ister istemez sorunlar yaşayacaktır. Bu olayın “turnosol
kağıdı” ise 2002’de Euro’nun tek para olarak tedavüle girişi ya da kalkışı olacaktır.
Üçüncü eğilim daha fazla demokrasi, daha fazla demokratik mekanizmalar talebidir.
Konseyin devreye girişiyle Avrupa Parlamentosu daha yoğun da devreye girmiştir.
Dördüncü hakim eğilimse onbeşlere, 13 yeni aday, Avrupa Birliği’ni artık zenginlik ve
refahta buluşan bir idealin dışına çıkarmaktadır. Avrupa artık taşrasıyla buluşmaktadır. Bu
taşranın bir “Zenginlik Kulübü” şeklinde çalışması, gerek kaynak tahsisi, gerek kaynakların
dağıtması açısından mümkün değildir. Bu mekanizmada “supra nasyonel” yani ulus ötesi
diye nitelenen olayın, çok ulusal düzenleme gerektirdiği gibi bir de çelişkisi vardır. Çelişki
şudur: Avrupa para biriminden sonra ulus-devlet süreci, para ve savunma konularına daha
fazla dikkat etmek zorundadır.
Avrupa, para birliğine geçtikten sonra çok daha kolay yalpalayan politikalar izleyebilirlerdi.
Oysa şimdi Maastricht kriterleriyle, ulus-devlet çok daha fazla öne çıkmaktadır. Üstelik bu
“yetki ikamesi” ilkesiyle iyice perçinlenmektedir. Ortak “yetki ikamesi” konuları sadece
adalet ve içişleri ile sınırlıdır. Komisyona gündemindeki konular büyüme ve sübvansiyon
olarak tanımlanmıştır. Komisyon bağımsız karar almamaktadır. Parlamento ise ulus-devletle
ilişkilidir.
Bu sistem içerisinde süspansiyon yani askıya alma rejimiyle beraber, ittifak oyuna geçiş,
Komiser sayısının azaltılması ve harcama yetkisinin sınırlanması gibi üç yeni gelişim vardır.
Komisyon kuvvetlerin ayrılığı ilkesini gözeterek karar verecektir.
İttifakla karar alma
yeni bir olaydır. Düne kadar çoğunluk mekanizmasıyla karar alan
“Avrupa veto mekanizmasına çok bağlı bir olaydı, Fransa ve Almanya’nın oynattığı bu “kukla
oyununda”, Yunan vetosu, Türkiye’nin aday üyeliğini red için yetiyordu. Şimdi ittifak oyu ile
geçerek; yepyeni bir oluşum biçimi karar alma sürecini etkileyecektir. Çoğunluk daha küçük
sayılarla sağlanabilecektir.
AB’DE YENİ HARİTA
1957 Roma Anlaşması, Ocak 1958’de yürürlüğe girmiştir. “Bir ortak pazar tesisi yolunda
ulusal ekonomilerin adım adım eritilmesi,” hedeflemiştir. Roma
Anlaşmasının 237.
Maddesinde “Avrupa’da sınırı olan herkes Avrupa Topluluğu’na
aday olabilir”
denilmektedir. Büyükelçi Semih Günver’in, yaptığı ilk başvuruda bu maddeye yollanma
yapan bir gerekçe yazısı vardır.
Roma anlaşması bir anlamda zenginliği paylaşma kararıdır. Roma Anlaşması’nda altı ülke,
Benelüks Ülkeleri, Fransa, İtalya, Almanya varken İngiltere yoktur. 1987’te Tek Pazar
Kararı, 1992’de de “bunu yapalım” dedikleri gibi bir kararı Roma Anlaşmasının sadece mal
ve ticaret hareketleriyle yürüyemeyeceği kestirilerek alınmıştır.
Maastricht Roma’nın tamamlayıcısı değil, yepyeni bir karardır. 1991’de Maastricht
Anlaşması’yla Euro’nun
çıkışı
alkışlanmıştır. Ama Maastricht’te bir de politik oylama
vardır. Avrupa Birliği, yani o tarihe dek Avrupa Topluluğu – AT, AB olmuştur.
Bu yeni
siyasi birlikle sadece değişen AB sözcüğü
yıkılmasından sonra iştahlanan
Avrupa,
değildir. 1989 Berlin Duvarının
doğu Avrupa’dan yeni üyeler alma girişimi
başlatmıştır. Aday 13 ülkenin 10’unun Slav ülkesi olması çok şey söylemektedir. 13 ülkenin
10’u Sosyalist Bloktan gelmektedir. Hepsi 1939 – 1945 yıllarında Hitler tarafından işgal
edilmiş coğrafyada yeralmaktadır. Burada “Drang nach
Osten” dediğimiz, “Doğuya
Yönelim” politikası etkilidir! Maastricht nüfuz alanlarının paylaşımı açısından bir tescildir.
Maastricht Anlaşması tarafsız İsviçre’ye bile cazip gözükmüş, 1992 Mayıs’ında tam üyelik
için başvurmuştur.
Yeni harita birdenbire Doğu Avrupa’ya yürümektedir. Oder-Nis hattı, Polonya’nın
Almanya’ya sınır hattı baz olacak şekilde II. Dünya Savaşındaki biçimine genişlemektedir.
Olay “futuhatçı” Almanya’nın özlemini adeta doğrular.
Genişlemenin Slav boyutunda, eski Yugoslavya’dan oluşan beş ülke ve Mağrip ayağıyla
Avrupa Birliği; üç kıtaya Asya, Afrika, Avrupa’ya –yayılmış bir politik entegrasyon olarak
karşımıza çıkmaktadır. Artık Maastrich’le beraber siyasallaşmış bir Avrupa ile karşı karşıya
olduğumuz kesindir.
ODER-NİS HATTI AŞILIYOR
Amsterdam
Anlaşmasıyla,
politik
boyutun
gerçekleşmektedir. Ama bir ortak dış politika
savunma
ve
el’an yoktur.
dış
politika
Ulus-devlet
bölümü
politikası
egemendir. 1998 görüşmeleri, 12 ülkenin tamamını görüşmeye çağırmıştır. Bunların 6’sını
öne almıştır. Türkiye hariç tüm adaylar üyelik görüşme sürecine girmiştir.
Haritada sınırları Oder Nis nehrinde bitmiş olan bir Avrupa vardır. Brezinsky, “Büyük
Satranç Oyunu” kitabında, Avrupa Birliği’nin toplamını NATO ve Avrupa Birliği olarak
sayıp ve “Avrupa böyle bir haritayla yetinir mi?” sorusunu sorar. Buna biraz da Avrupa’nın
genişleme senaryoları içerisinde ABD bakışı Avrupa’ya “Yayıl, sınırlarını nereye kadar
yayarsan yay, imkanın varsa Rusya’yı da kapsa! icazeti olarak anlamak da mümkündür.
AB’nin “dış ilişkileri” yani üye dışı ülkelerle ilişkisi apayrı bir boyuttur. AB bunu dokuz
ilişki biçimiyle yapmaktadır. Birincisi, “genel preferanslar sistemi”dir. ABD dış ticaret
sistemini andıran bir genel preferanslar sistemi olan Lome Anlaşması, 1963’te imzalanmış ve
Afrika ülkeleriyle yapılmıştır. Bununla tarım ürünlerine sıfır gümrük uygulanmaktadır.
Bağlantılı (Asosiye) on sekiz ülke vardır. Çok farklı işlemlerin yapıldığı bu kümede Türkiye
dışında, Tunus, Filistin, İsrail ve Fas’ta vardır. Fransız egemenlik bölgeleri ağırlıklıdır.
AB bir kural yaratarak, Doğu Avrupa’nın iştahını kabartmıştır. Ünlü “Kohesion Fonu”
(Kaynaşma) AB bir kural getirmiş “Avrupa Topluluğu’nun milli gelir ortalamasının standart
sapması % 90 olan ülkelere ben bu fonu uygularım” demiştir. 3000 doların altında kalan
bütün ülkeler bu uygulama kapsamındadır. Bu üç bin dolar on iki ülkenin tamamını
Macaristan ve Çek Cumhuriyeti hariç kapsamaktadır. Türkiye’nin 4. Mali Protokol’den 470
milyon ECU beklediği ortamda, fon toplamı 31 milyar ECU’dur. Fon politik gerekçelerle
belirlenmektedir.
Kohesion Fonu’nu eski Sosyalist Blok için yaratılan PHARE programı izlemektedir. Ticaret
ve İşbirliği anlaşmasıyla Makedonya’yı içine almıştır. Eski Yugoslavya ve Bosna-Hersek
kapsam dışındadır. Yine de Bosna-Hersek’in Euro’yu “hakim para” kabul ettiğini hatırdan
çıkarmamak gerekir. AB’nin bu ülkeyle bir ticaret işbirliği anlaşması imzalaması
kaçınılmazdır.
Anlaşmaların bir kısmı Türkiye’nin AB ile imzaladığı gümrük anlaşmalarının ötesinde
hükümler içerir. Barcelona Programı birtakım Magrip ülkelerini
alırken, eski sömürge
Fransa’sından gelmeyen Mısır, Cezayir, Lübnan, Suriye gibi ülkeleri de kapsamaktadır. Bir
işbirliği anlaşmasıdır. Hoş tutma siyasetidir.
Eski Sovyet Bloku ülkeleriyle, Tacikistan, Kırgızistan gibi ülkelerle yürütülen bir yoğun
işbirliği programı vardır.
Latin Amerika için farklı bir işbirliği programı yürütülmektedir.
Asya’da ASEAN ile başlayan bir Ekonomik – Teknik İşbirliği anlaşması vardır. AB’nin G.
Asya’da en iyi ilişkisi demokrasi dışında duran totaliter Laos, Kamboçya, Kuzey Kore
ülkeleridir.
Amerika ile de imzalanmış bir Trans – Atlantik İşbirliği vardır. Bu kademede özellikle
uluslararası işbirliğini gerektiren olaylarda, kurumsal diyalogdan söz edilmektedir. Bu Trans
-Atlantik İşbirliği içerisinde, Avrupa - ABD ile her düzeyde görüşmeyi taraflar arasında
kurumsallaştırmaktadır.
Avrupa Topluluğu Türkiye gibi
üçüncü ülkelerle yaptığı
ihracatın yarısını, on büyük
partneriyle yapmaktadır. On büyük partnerinden sadece dördünde cari açık vermektedir. Cari
açık verdiği
ülkelerin tamamı
yer küre üzerindeki sürükleyici güçlerden oluşmaktadır.
Üçüncü ülkelerin hiçbirinde cari açık vermediği gibi ihracat artmaktadır. Türkiye, AB
karşısında çok ciddi dış ticaret açığı vermektedir. Bu veriler, Avrupa’nın 3. Ülke pazarlarına
taşımadan, yaşamasının mümkün olmadığını gösterir.
Genellersem iki genişleme
egemenlik
aksı vardır. Birinci aks Doğu Avrupa aksıdır, bu
Alman
bölgesidir. İkincisi Akdeniz aksıdır. Fransız egemenlik bölgesidir. Bu aks
ABD’yle ekonomik anlamda çarpışmaktadır.
BİR SENARYO BEĞEN!
AB’nin geleceğine dönük Jacques Attali dört tane senaryo geliştirir.
Avrupa Yatırım Bankası (European Bank for Reconstruction an Development)’nın eski
başkanı, Türkçe’ye de “21. Yüzyıl Sözlüğü” adıyla çevrilen eserinde “Bir federal Avrupa
Birliği, teorik olarak çok iyi, Avrupa Komisyonu’nun bir anlamda yürütme organı olduğu,
Parlamento’nun, yasama organı olduğu, Konseyin de devlet başkanlığı olduğu bir konsey
yapısı teorik mümkün ama zor” diyor.
Katılmamak mümkün değil! Konfedere bir Avrupa Birliği güzel bir plandır. Bu konfedere
plan daha çok tabii bir Alman planı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu plan içerisinde Euro tek dinamik güçtür. Bu planda Türkiye ve Rusya yoktur. Temel
hedef 500 milyona yükselmiş bir pazar erişimiyle, pazar içindeki zenginliğin paylaşımı
öngörmektedir. Bu plan kuşkusuz kısmen Amerika, euro olduğu için henüz itirazı olmakla
birlikte, İngiltere ve Almanya’nın planı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üçüncü plan konfedere
Avrupa Birliği 19. yy’daki gibi, ciddi bir çatlama yaratabilecektir.
Üçüncü senaryoda iyice siyasallaştırılmış bir Avrupa vardır. Attali şunları söyler:
- Bu plan biraz İskandinavların hoşuna gider, Benelükslerin hoşuna gider. Küçük ülkelerdir,
kendilerini bir sığınakta, bir güvenli sığınakta bulacaklardır. Tabii yeni bir Dünya Savaşı’nın
kıvılcımını da yakabilir” der.
Avrupa’nın bu senaryonun gerçekleşmesiyle sonuçları riske etme şansı yoktur.
Sonuncu
senaryo; Avrupa Kıtası Birliği’dir. Burada da federatif esaslar yoktur. Fonlar
çalışmayacaktır! Türkiye ve Rusya da ortaktır. Çok kültürlü, çok uyruklu bir Avrupa yapısı
vardır. Bu yapı otuz beş ülkeyi toplayabilmektedir. Özgün bir gelişme dinamiği vardır. Bu
model bir Fransız modeli olarak gündeme gelmektedir. Bu senaryo için ABD’li Profesör
Martin Feldstein “Savaş nedenidir!” yargısındadır.
Martin Feldstein’ı küçümseyemeyiz. Nobel adayıdır, iki tane Amerikan Başkanı’na Ulusal
Araştırmalar Komisyonu’nda Başkanlık etmiştir. Harvard Üniversitesi öğretim üyesidir.
Görüşlerini ABD’nin resmi çıkışı olarak da görmeniz mümkündür. Feldstein’in “Euro ikili bir
para sistemi doğuruyor, bu para sisteminin dışında kalanlar uyum sorunu yaşayacakları için
savaş çıkarmaları kaçınılmazdır” değerlendirmesi, bu senaryo üzerinde daha çok
düşünüleceğini gösterir.
AB’nin öncelikle nüfuz alanları paylaşımı olan merkez ülkeler perçinlemesini öngörür.
Sonuçta bu olayın ticaret sapması yaratarak, rekabet eşitsizliği yaratacağı kesindir. Bu uyum
programlarını Avrupa’nın, Amerika’nın NAFTA ve APEC genişlemesine paralel olarak,
Avrupa’nın nüfuz alanlarını genişletmesi olarak görmek mümkündür.
Euro – MED programlarıyla bir de Akdeniz açılımı vardır. Burada Fransız çıkarları
egemendir. Bir işbirliği programı olmaktan çok bir anlamda Avrupalı şirketlere iş yaratılan bir
programdır.
Genişlemeyi dört temel soruda değerlendirebiliriz. Birincisi bundan sonraki yedi – sekiz yıllık
perspektifte özle statülerle genişleme öngörülmektedir. Ancak bunun nasıl olacağının cevabı
verilmemektedir. İkincisi azalan desteklerle merkez – çevre ülke ikilemi nasıl giderilecektir?
Üçüncüsü, karar alma organlarını geliştirmek güzel olsa da, sekiz tane karar alıcı organ vardır.
Yönetim kapasitesini geliştiremezse dinamik dünya yapısı sürecinde tökezlenmek
kaçınılmazdır. Dördüncüsü, “eşitlik mi hegemonyal buluşma mı olacaktır?” sorusunun
cevabıdır. AB bugünkü haliyle eşitler arasından bir büyümeden daha çok 1 – 2 eksen ülkenin
egemenlik gelişmesini anlatmaktadır. Almanya’da telefon ücreti Finlandiya’nın beş katıysa, o
zaman milli gelirin eşit olması önemini yitirir. Satınalma gücü farklılığı önem kazanır.
“Sosyal Damping” ayrı bir soru olmaktadır. OECD “Eğer Bismark’ın sosyal kontratını
yıkarsanız, bu ister istemez sosyal dampingi, mal dampingini değil ama sosyal dampingi
beraberinde getirecektir. Çünkü istihdam ve atma (hire and fire) politikası ABD’de olduğu
gibi sabah aldım / akşam attım politikası geçerli olursa, Vahşi Batı yaratılır” görüşündedir.
Euro ile dolar için iki boyutlu bir dünyada “bir homojenik dünya, bir hegemonik para”
nitelemesi yerinde olur. Hiper güç Amerika’dır. Bu ortamda yeni bir Avrupa kapitalizmi
denenmektedir. Fransız lideri Jospen’in çıkışıyla “Her yiğidin kendine göre yoğurt yiyişi
vardır.”
Bu çıkış 2 yeni başlığı gündeme getirir: Piyasa ekonomisi ve piyasa demokrasisi...
Piyasa ekonomisi bir piyasa demokrasisini eş anlamlı olarak yaratmamaktadır. Sosyal adalet
etkinlikle buluşabilir mi? AB’nin bu soruyu uzun süre sorgulayacağı kesindir.
Organizasyonel oluşumuyla yapısal sorunlarını giderememiş, uyum sağlayamamış bir yaşlı
kıta ile karşı karşıya olduğumuz kesindir. Sizce bu oluşumda Türkiye’nin yeri var mı?
Onaylı Dünya Devi:
ABD
BİR PRELÜD
New York Kennedy Havalimanına indiğimizde insanların farklı farklı renkleri karşılar bizi.
Buna altmışlı yılların ABD Başkanlarından L.Johnson’un “Büyük Toplumu” diyebilirsiniz
Aslında ABD’de bir WASP (Beyaz-Anglosakson – Protestan) ve “Diğerleri” ayırımı vardır.
“Diğerleri” arasında romantik ama risksiz Yunan ve Ermeni diasporaları, Afro Amerikalılar
ve “uyumsuz” İspanyol asıllı Hispanikler girer. Diğerleri “eriten bir kazana” sokulur.
Sürecin sonunda kültürel “Büyük Toplum” yapısı ortaya çıkar.
“Diğerleri” 50’li yıllarda lider arkasından giderek isyan etti. TV’nin ikna kültürüyle, 90’larda
kendisiyle barıştı. Sonra ABD kollektivizmine döndü. Başkan Roosevelt’in benzetmesiyle
“% 50-50 Amerikalılık olamaz! Ancak % 100 Amerikalık vardır. Amerikalı olan ve başka bir
şey olmayan!” Bu ABD’nin 1.yüzüydü ve Alan Wolfe”ın “Herşeyden Sonra Tek Ulus”
kitabında ifadesini buluyordu. Wolfe, ABD’nin homojen bir orta sınıf tarafından
yönetildiğini, bu sınıfın asal özelliğinin “tolerans” olduğunu vurguluyordu.
21.yüzyıla ABD, 40.000 $’lık kişi başına gelirle girdi ve 20.yy “Bir ABD Yüzyılı” oldu. ABD
yüzyılının yaratıcısı Roosevelt idi. International Herald Tribune Gazetesi onu “çağın kişisi”
olarak selamlandı. İktidara geldiği 1932’den sonra “ülke ve dünyayı yeniden yörüngesine
koymuştu.” Yeni Düzen programını açıklarken “Korkmamız gereken tek şey korkunun
kendisidir” diyordu. ABD toplumuna özgüvenini ferdine özgüvenini aşılayan Başkan
Roosevelt, ABD toplumuna yeni yönünü işaretlemişti.
“ABD Yüzyılı” deyimini ilk kez 1941’de Time Dergisi başyazarı H.Luce kullandı. Pearl
Harbour baskınının henüz yaşamadığı ortamda, ABD’yi saran yalıtım çemberini yarmak için
bu sözcük bir metafordu. Gerçek kapitalizm o tarihte başladı. Bu metafor bir atom bombasıyla
gerçek olacaktır. 1945’in 6 Haziran’da, Hiroşima’ya atom bombası atan ABD, bu yalıtım
çemberini yarmıştır.
ABD yüzyılının başlangıcı bu atom bombasıyla olur. Ortaya çıkan
güç artık “hakim”
olmanın çok ötesinde “kuralları koyan ve uygulayan bir egemen”dir.
Ulusal Siyaset Bilimi Derneği’nin 18.Dünya Kongresi’nde “Küreselleşme bir dünya
kapitalizmi haline geldi. Bu ortamda ABD’de günlük politika, ekonominin getirdiği sorunlara
baskın oldu” teması egemendi. Bir manik-depresif ekonomi yapısı oluşmuştu. Öne çıkan
manik yapı; teknoloji yoğun sektörün belirlediği “yeni” ürünler Nastdaq Borsası ve
çevresiydi. İçe dönük olan depresif yapı imalat sektörünün şekillendirdiği “eski” ekonomi
yapı idi.
Ayırımı kendi gözleriyle yapmak isteyenlere ABD’nin batısında en zengin eyaleti olan
uzanmayı öneririm! San Fransisko’ya 80 km. uzaklıkta, Silicon Vadisi içinde 1-2 km.lik
küçük bir tur attığımızda “iki ucu sivri ekonomi” hali o kadar açık yaşanır ki... Yer ve mekan
duygusunu yitirmiş insanlar, “an”a yatırım yapan makinalarla yer değiştirmeye başlamışlardır.
Burada üretilen düşüncesi eski özelliği yeni ürünlerse borsaların gözdesidir.
Yıl 1989! Merkez kumandalı ve piyasa karşıtı devlet sosyalizmi çökmüştür.! Duvar
yıkılmıştır... Varsayım demokrasinin olgunlaştığıdır. Oysa R. Putham ve arkadaşlarının
Princeton’dan
Üniversitesi’nden çıkma “Trilateral Demokraside Yanlış Giden Nedir?”
eserinde okudum. Vatandaşın ciddi bir güven bunalımı vardı. 1950’lerde rakamlar 4
ABD’liden 3’ü hükümetlerinin doğru yaptığına inanıyordu. 1990’larda bu anlam tersine
dönüşmüştü. Kazanda erimiş, sistemle bütünleşmiş ve hatta sosyalize olmuşsa da; git – gel
ekonomisi içinde yabancılaşmış, an’a tapan sisteme güvensiz insan gerçeği vardır. Bu da
kanımca ABD’nin 2. yüzüydü.
ABD Brookings Enstitüsü “Ulusun büyüklüğünü” ölçmek için 450Amerikalı elite şu soruyu
soruyordu:
-ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük başarılarını 50 maddede sıralayın!
Sıralama şöyleydi:
1- İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın ABD tarafından yapılandırılması
2- Oy kullanma hakkının genişlemesi
3- Kamu hizmetlerine erişimin arttırılması
4- Hastalıkların azaltılması
5- İşyerlerinde ayırımcılığın giderilmesi
50 maddenin yarıdan fazlasını (26 madde) doğrudan doğruya kamu harcaması gerektiren
konuların olması kanımca çok ilginçti. Çünkü bu büyüklüğünün yönetimden çözmesini
istedikleri sorularla ölçülecekse, başarının parlak olduğunu söylüyor.
Brooking
Enstitüsü’nün başarının anahtarı olmak “tutarlı bir strateji” ve “siyasi irade”
göstermesinin altını çizmek istiyorum. Kalın çizgiler ilk 50. madde içinde yer alan, işleyen bir
demokrasinin izdüşümünü verir.
The Economist’in 23 Ekim 1999 tarihli “Amerikan Dünyası” sayısına göre ABD, dünyanın en
başarılı ekonomisidir. Ancak gücünü nasıl kullanacağını bilmemektedir. “Uygarlıkların
Çatışması” adlı tartışmalı eseriyle tanıdığımız Profesör
S. Huntington’a göre çözüm
“ekonomik ambargo ve askeri müdahale”den geçmektedir. “ABD’yi finansal emperyalizm ve
entelektüel kolonyalizm suçlamalarından bir tek bunlar kurtaracaktır”. 1997’de bir G-7
Zirvesinde Başkan Clinton’un “ABD ekonomisindeki başarı dünya için bir model
oluşturmalıdır.” sözleriyle acaba neyi kastetmişti?
Güç, ambargo, askeri müdahale sözcükleri 20. yüzyıl sonunda hala yanyana dizilebiliyor. Çok
irdelenen bu soruyu İ. Herald Tribune yalın hale getirerek şöyle formüle eder:
- ABD’nin güvenlik ve zenginliği; global mal, sermaye, bilgi ve insan hareketliliği ile
sağlanır.
En
önemlisi,
istikrarlı
ekonomik
yapıyı
ve
refahı
dünya
genelinde
yaygınlaştırmaktan geçmektedir.
Kanımca doğrusu da budur.
YA GÖSTERGELER?
V. Zarmowitz’in “Journal
Of Economic Perspectives” Güz – 1999 sayısında, ABD
ekonomisini klasik göstergelerin ötesinde değerlendiren bir yazısı vardı. Yazara göre, ABD
ekonomisi 80’li yıllarda;
* Küçülmüş,
* Teknolojisi yoğunlaşmış,
* Servis sektörü büyümüş,
* De-regüle edilmiş,
* Daha iyi yönetilmiş
* Küreselleşmiş
konumdadır. Piyasayı piyasanın içinde varolan dinamikler yönlendirmektedir. ABD bu
eğilimlerin ışığında geleceğini;
* Ekonomik olarak hep şaha kalkan,
* İdeolojik anlamda yükselişte,
* Askeri alanda belirleyicilikte,
görmektedir.
ABD’nin 21. yüzyılda gücünü sürdürmesinde son sözü kuşkusuz ekonominin performansı
belirleyecektir. Önlenmeyen “Devrevi Krizler” hep yaşanacaktır. Bu
olgu kapitalizmin
doğasında vardır. Muhafazakar The Economist Dergisinin sözleriyle, “Aşağıya düşüş
kaçınılmazdır. Soru nasıldan çok, ne zaman olacağıdır.”
Göstergelere dönelim!
Kişi başına gelir göstergelerde hep belirleyicidir. Oysa
olay fakirlik çizgisinden
değerlendirildiğinde daha farklı bir görünüm kazanır.
ABD Merkezi Nüfus Bürosu dört kişilik bir ailenin geçinmesi için 19.500 dolar gelir kazanma
zorunluluğunu hesaplıyor. 46 milyon nüfus, yani toplumun % 17’si bu fakirlik çizgisinin
altındadır.
Chicago Üniversitesi’nden Profesör S. Mayer “Yoksulluk kesinlikle çözümlenmiştir” dese
de, her 10
ABD yurttaşından 1’inin yoksul, 12 milyon
ABD’linin de evsiz olduğunu
unutmayalım. ABD’nin 26 büyük kentinde ise yoksulluk giderek artmaktadır.
Gözden kaçırılmamasında yarar var: Ortalama aile geliri -yeni ekonominin etkisiyle- 1995 –
1998 döneminde % 18 artmıştır. 1967’de % 5’lik en yüksek gelirli kesimin yıllık ortalama
geliri 80.000 dolardı. 30 yıl sonra aynı kesimin geliri 130.000 dolardır. En düşük kesim olan
% 5’in geliri ise 20 yılda değişmeksizin, 18.000 dolarda kalmıştır.
Artan servette gelir dağılımının bozulmasının koşutluğunu ABD ekonomisinin “tek yumurta
ikizi” haline benzetiyorum.
Yoksullukla mücadele programı etkisini ölçmek için The Economist Dergisinin ama anlamlı
bir önerisi vardır: Bir kriz sonrası nehir altında yatan insanlar sayılmalıdır. Ne dersiniz, sizce
yoksul sayısında artış olur mu?
Bildiğimiz her beş çocuktan 1’inin açlık sınırında olduğudur. Bu, Batı Avrupa’nın 2 katından
daha fazladır. Dört zenci aileden biri açlık sınırındadır. Yoksulların % 40’ı kentte
yaşamaktadır. Ağırlık gençlerdir. Sağlık Yardımı türü programlar son 15 yılda büyük artış
göstermekle birlikte, yoksulluğun özü değişmemiştir. Yoksul ailelerin % 60’ında en bir işçi
aile ferdinin olması, işsizlikle yoksulluk bağlantısını gösterir.
“Yeni Ekonomi”, niteliksiz
işgücünü tümüyle devre dışı bırakma olanağını bulmuştur.
Normal bir işçi yılda ortalama 2.000 saat çalışırken, yoksul bir işçinin çalışabildiği işgünü
1.000 saati geçmemektedir.
Gelir dağılımındaki bozulmayı besleyen başka veriler var. Maryland Üniversitesi’nden
Profesör Bill Galston, 1970-2000 dönemi üç çarpıcı bir tespit yapıyor. Orta sınıfı altı grup 30
yılda % 30’dan 10 puan gerilemiştir. 50 bin $ üstü geliri olan orta sınıf zenginleri ise 15 puan
artış göstermiştir.
Bu “kısmı” çıkarken, bir “kısmı” inmektedir! Ama galiba bir ulus, iki sosyal grup gerçeği
fazla değişmeden....
ABD’nin en temel kurumlarından biri olan Vergi Denetim Servisi (IRS) verilerine göre son
10 yılda zengin hem daha zengin oldu, hem de daha az vergi verdi. 1989 – 1998 döneminde
“en tepedeki” % 1’in geliri, enflasyondan arındırılmış haliyle % 40 arttı. “En alttaki” % 90’ın
geliri aynı dönemde sadece % 5 artmıştı.
Hesapça “en tepedeki” ve “en aşağıdaki”ler arasında artış “sadece” sekiz kat oynamış
oluyordu.
Oysa “en tepedekiler”in federal
vergiler içindeki payı 1992 düzeyindeydi. Rakamla
anlatırsam, 1998’de en tepedekilerin ortalama gelirleri 816.189 dolara ulaştı. Aynı yıl her
dolarda verginin payı % 27 idi. Bu pay 1996’da % 29’du. Sermaye kazançları vergisi
düşmüş, en tepedekiler sermaye piyasalarından daha fazla kazanır hale gelmişti.
Gelirlerin Gelir Vergisi İçi Payı
Kanımca burada yalın bir gerçek var. Profesör Krugman’a göre ABD’de refah “Çan Eğrisi”
biçiminde değil, “Güç ve İktidar” kuramına göre dağılır. Nüfusun % 25’inin, gelirin % 80’ini
elinde tutmasının başka bir yorumu nasıl olur ki?
21. YY ABD ÇAĞI MI?
ABD’nin değişmeyen bir gerçeği var: Zenginlik kaynaklarının çokluğundan doğsa da, gerçek
başarısı bu kaynakların organize edebilmesidir. Devlet bunun için vatandaşının ekonomik
haklarını gözetmiş, korumuştur. Gereken hassas ayarlar zamanında yapılmıştır.
Bir de ekonominin yeni gerçeğini söyleyelim: ABD ekonomisindeki gelişmenin, teknoloji ve
yenilikçi uygulamadan kaynaklandığı söylenir. Oysa kanımca en önemlisi ekonomik koşullar
ve iklimdir. Bu ortam, şirketlere yeni teknolojilerini uyarlama olanağı vermiştir. Görülmüştür
ki; esnek sermaye piyasaları ve uygun ekonomik iklim
en az yeni teknolojiler kadar
önemlidir.
ABD Hazine Eski Bakanı Summers’in ilginç bir saptaması vardır: Teknolojinin yeni bir
ekonomi yapılanmasının yol almasıyla birlikte, hisse sahipleri kar dağıtım için yarattıkları
baskılar, ekonominin meyve veren ağaç olması için etkili olmuştur.
Nüfus (milyon) OECD GSMH’si içi
Dünya İhracatı içi
Dünya Döviz Rezervi içi
Payı
Payı
Payı (Mil.$)
(%)
(%)
ABD
263
.33
.20
49
JAPONYA
125
.21
.11
172
AB
370
.38
.21
349
Bu saptamaya iki seçkin akademisyen farklı boyutlar getirdi. Harvard’dan Profesör
G.Mankiw yeni dönemde şirketlerin artan oranlı rekabetinde, kârların niye düşmediğini sordu.
Profesör Krugman, ABD piyasa yapısında kararlı oligopolistlik yapının (2-3 firmanın piyasa
davranışlarını ve ürün fiyatını etkilediği piyasa biçimi) çok yüksek kârların nedeni olarak
gösterdi. Birleştirirsek, yüksek kârlılık yüksek kâr dağıtım eylemiyle buluşuyordu.
Yoksulluk çizgisi altında kalan 50 milyon nüfusun gözardı edersek iyi bir performans var.
ABD ekonomisini belirleyen 4 temel olgu var:
1. Şirket kârlıkları artık geçici değil nerdeyse hal yaşıyor.
2. ABD mali piyasalarında iniş çıkışlar yaşansa da, dinamizmi artıyor.
3. Ekonomide yatırım stoku artış gösteriyor. Risk sermayesinde her yıl geometrik bir
artış görülüyor.
4. Kısa dönem korkusu olan konjonktürel etki devresi giderek devresi giderek devre
dışına çıkıyor. Bu veriler, önümüzdeki yüzyılın da “2.ABD Yüzyılı” olup
olmayacağı sorusuna gündeme getiriyor.
Birkaç olguyu daha ekleyelim:
* FED; ABD’de enflasyonu adeta yok etti. 1990’da % 6.5 olan yıllık fiyat artışı, 10 yıl
sonra % 2.5 yüzeyine geriledi.
* Genişleme/Daralma devresinden oluşan ekonomik evreler keskin özelliğini kaybetti.
* Para politikası ABD’nin ekonomik performansının atası haline geldi. Artık
“uygun/kıvam” enflasyon oranı kabulü var. Enflasyonun denetlenebilmesi, ABD
Hazinesini para hacmini kısmaktan kurtardı. Bu da istikrarın pekişme nedenidir.
* ABD Cumhurbaşkanlarının artık ortak yönetim paydası oluşmuştu. Bütçe açıkları
kabul edilemez kılınmıştı.
* Temel girdi fiyatları ve işgücü piyasası ölçülü gelişti. Güçlü dolar tamamlayıcı oldu.
ABD’de yaşananlar birkaç yıla sığmaz. Olay, 100 yılı aşan bir birikimin ve sürecin
sonucudur.
1825’TE Eriye Kanalı’nın açılmasıyla, New York bir ticari kent haline geldi. Roosevelt “Yeni
Milliyetçilik” sloganıyla eylemci yayılımcı hükümetlere zemin hazırladı.1924’te yenilenen
Göç Yasasıyla “Amerikalılaşma Hareketi” başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrası “Otomobil
devrimi” ise ABD insanını dünyanın en hareketli insanı kıldı. Bu gelişim eyaletlerarası
uzanan otoyollarla beslendi. Büyük kriz ve soğuk savaş yılları; güçlü, merkezi ulusal hükümet
gereğini ortaya çıkardı. Tüm aksi söylemlere karşın “güçlü devlet” değişmeksizin korundu.
ABD’nin 20 ayrı yerleşim merkezinde üretim bölgeleri yaratıldı. 1990’da şirket kapitilizasyon
oranı, ABD milli gelirin % 20’si iken, 2000 yılında % 160 oldu. Dış borçların milli gelir içi
payı, 20 yılda % 7’den % 20’ye yükseldi.
Dünya rekabet sıralamasında 1998-2000 döneminde ABD 3 yıldır değişmez bir lider haline
geldi. “International Institute for Management”in hayat kalitesini, ekonomik performansla
buluşturması, bu liderliğin önemini kanımca artırıyordu.
ABD için yine de “Büyük Ekonomi, Küçük Demokrasi” saptamasının yaygınca yapılıyor
olması düşündürücü değil mi?
İSTİHDAM PİYASASI NE YAPIYOR?
Ekonominin yeniden yapılanmasıyla ABD’de işgücü piyasası çok değişti. “Sendika olgusu”
ortadan kalktı. 1994’te sendikalı işgücünün ücret endeksi 132 iken, sendikasız işçinin ücret
endeksi 131 idi. İzleyen yıl, sendikalı işçinin endeksi 127’ye gerilerken, sendikasız işçinin
130 oldu. Bugün sendikalının ücret endeksi 115 puanken, sendikasız işçinin ücreti 130
puandır. Sendikalı işgücü yeni ekonomiden “Sarı kart” gördü.
İstihdam piyasasındaki gelişmeleri şöyle sıralayabilirim:
* 1996-1999 döneminde istihdam 7 milyon insan artış gösterdi.
* Üretken emeğin önemi ortaya çıktı.
* Emek verimliliği büyük sıçrama yaptı.
* Ücret artışı büyüme oranının altında kaldı. Ücretler enflasyonist döngüye girme
olasılığı doğurmadı. İşsiz sayısı doğal işsizlik oranının altında kalarak, ücretlerin artması için
baskı oluşturmadı.
* Mevsimlik geçici istihdam sayıca ve önemce arttı.
* 6 milyon göçmen işçi, - ki bunların yarısı komşu Meksika’dandır – ekonomide taze
kan rolünü üstlendi.
BM-İLO kayıtlarına göre ABD’li işgücü dünyanın en çalışkanıdır. 1980’de yılda ortalama
1883 saat çalışan ABD işgücü bunu 1997’de 1996 saate çıkarmış. 140 ülkeyi kapsayan
kıyaslama, ABD’li işçinin üretimde de “şampiyon” olduğunu kanıtlıyor. Bir Alman işçisi,
ortalama yılda 46.000 $, Fransız işçisi 48.000 $’lık mal üretebilirken ABD işçisi 50.000 $’a
ulaşıyor.
ABD’DE SİLAH GERÇEĞİ
ABD’de bir bilgisayar alacaksanız yarım gününüzü ayırın. Silah alacaksanız yarım saat
yeterlidir! Colorado Üniversitesi hocası Profesör P.N. Limerick’in sözleriyle “ABD’nin
batısında şiddet artık bir gerçekçiliktir.” Çocukların (0-8 yaş) 37 eyalette serbestçe silah
alabildiği bir ortamda bu saptama kimseye şaşırtıcı gelmemeli. 51 eyaletin 42’si, çocukların
ölümünde ebebeyni sorumlu tutsa da, ceza 2.000 $ gibi komik bir paradır.
Bütün bu olayların arkasında duran kanımca ülkenin 1 no’lu sektöre olan silah endüstrisidir.
1993-2000 döneminde silah endüstrisi 13 birleşme (füzyon) olayı yaşayarak, piyasanın “3 El
Gerçeği”ni oluşturmuştur. Her birinin cirosu Türkiye milli gelirinin nerdeyse %10’u
büyüklüktedir. Silah üreticilerinin ortaya çıkan ciroları aşağıdaki dökümden açıklıkla
görülmektedir:
Eski Adı
Yeni Adı
Ciro (Milyar $)
Lockheed
Martin Marietta
GE Aerospace
Lockheed Martin
20 $
Boing
19 $
Raytheon
10 $
Northrop Grumman
4$
Loral
General Dynamics
Boeing
Rockwell
Mc Donnell Douglas
GM Hughes
E-Systems
Raytheon
Texas ınstruments
Northrop
Westinghouse
Grumman
Dünyada önde gelen 20 silah üreticisi arasında ABD’nin 8 şirketi liderdir. 1995 itibariyle
sektörün toplam cirosu içinde ABD şirketlerinin payı % 60’ıdır. ABD silah endüstrisi her yıl
Rusya, Almanya, İngiltere, Çin ve Fransa toplamından fazla silah ihraç etmektedir. ABD’nin
silah alımı Avrupa toplamından % 50 fazladır. Savunma harcamaları her yıl 100 milyar $’a
ulaşmaktadır. Bunun 40 milyar $’ının araştırma giderlerine harcanması, endüstriyi geliştiren
nesnel ortamı bizlere anlatmaktadır.
Kuşkusuz dünyayı tehdit eden “nükleer güç” sadece ABD’den ibaret değil. Halen 6
ülkede nükleer başlık var.
Bütün bu veriler ne anlama geliyor?
Nobel Barış ödülü sahibi Oscar Arias sorunun karmaşık cevabını şu tümceler içinde aramış:
- ABD’nin demokratik olmayan ülkelere silah ihracı ciddi
artış göstermektedir. ABD’de silah endüstrisi federal
hükümetten artan ölçüde sübvansiyon almaktadır. Bu
destek sıralamada ülkenin en büyük ikinci desteğidir. 19992004 döneminde, ABD’nin savunma amaçlı silah alımında %
50 artış vardır. Bu ortam içinde Nobel Barış ödülü almış 17
kişinin yürüttüğü silah satışlarının kısıtlanmasına ilişkin
uluslararası sözleşme görüşmelerine, ABD’nin duyarsız
kalması düşündürücüdür.
Bu veriyi daha ekleyeyim: ABD’nin 75 ülkeye silah satış ambargosu var. ABD Kongresi 60
adet ambargo kararı almış. Kararların büyük bir kısmı 80’li yılların sonrasına ait. Uygulanan
ambargo ise toplam sayının %10’unun geçmiyor. 75 ülkeye varolan silah satış yasağında,
etkin uygulama 7’yi geçmiyor.
Silah satışları zaten niye düşsün ki?
GLOBALLEŞME: BİR YENİ SİLAH
ABD’nin 16.Başkanı Abraham Lincoln, “ABD, dünyanın en son ve en iyi umududur”
diyordu. Bu “son” ve “iyinin” neden buluşmadığı sorusunu, ABD eski Hazine Bakan
yardımcılarından biri şu cevabı vermiş:
- Avrupa’nın ABD’ye artan oranda düşmanlığı
globalleşmeden doğan artan rahatsızlıktır. Sam Amca’yı
günah keçisi olmaktan kurtarmadıkça, bu böyle
sürecektir...
Globalleşmenin soyutlama (izolasyonizm) karşıtı kullanıldığı, toplumların artan oranda
küreselleşme korkusuna (globalfobia) kapıldığı bir ortamda, ABD küresel liderliğini günah
keçisi olmadan nasıl sürdürecektir?
Harvard Üniversitesi Kennedy School Dekanı Profesör J.S.Nye’ya göre, ABD yumuşak
ürünler (soft power) ihraç etmelidir! Bunlar; ABD değerlerini özümsemiş kültürel ürünler
olmalıdır. ABD-Carnigie Enstitüsü bu projeyi çok destekleyerek, “Dünya genelinde
demokrasiyi destekleme ve geliştirmek” adını vermektedir.
ABD Başkanlarından Carter Enstitüsü Başkanı Carter ise projeye katkıda bulunarak, “ABD
barış rolünde aşırı hata yapan konumundan sıyrılmalıdır” sözleriyle “yumuşak mal”ın nasıl
paketleneceğini anlatmaktadır. ABD; BM’de Güvenlik Konseyi’ni dikkate almalı, STK’larla
daha fazla işbirliği yaparak çalışmalıdır.
Anımsatalım: ABD’nin Vietnam savaşına kadar sloganı “Dünyanın Düzeni”ydi. Başkan 1.
Bush Körfez Savaşı’nda sloganı “Yeni Dünya Düzeni”ne çevirdi. Eklenen salt “Yeni”
sözcüğü değildi.
ABD’nin belirleyici rolü 90’larda artık kırılmaz-bükülmez konuma gelmişti. Yine de bu
bükülmez güç, egemen olma da zorlanıyor. Bu nedenle ABD’nin eski Paris Büyükelçisi yeni
dünya düzeni yerine “Popüler Kapitalizm” sözcüğünün ikame edilmesini öneriyordu. Bu hem
Avrupa’nın arayışına daha uygun olacak, hem de “3.Yol” özelliği taşıyacaktı.
DOLAR VAR, ALIR MISINIZ?
Küresel egemenliğin yeni aleti dolar!
“Güçlü dolar, ABD’nin çıkarınadır” ifadesi formülün gizemini oluşturuyor. Buna dönük
alandaki siyaset kısa vadeli bir bakışla belirlenmiyor.
Dış ticaretle ağırlıklandırılmış doların değeri, 1950’dan bu yana 130 endeks değerine ulaşmış.
(1990=100). İki ayrı partiden olma 2 ABD Başkanı döneminde görev yapan 3 Hazine
Bakanında dolar küçük iniş-çıkışlar dışında değerini hep korumuş. Başkan 2.Bush döneminde
görev üstlenen Hazine Bakanı Paul O’Niell döneminde de bir olumsuzluk beklenmiyor.
Güçlü dolar bence ABD’nin “stratejik tercihi”dir.
Kilit soru; ABD dış ticaret açığının bu ülke için ne kadar “sürdürülebilir” olduğudur. 1996’da
milli gelirin % 1.7’si kadar açık veren cari işlem dengesi, 1998’de % 2.5’a, 1999’dada %
3.6’ya ve 2000 yılında % 4.5’a ulaştı.
2001’de bir değişim öngörülmediğine göre, güçlü doların sürdürülebilir maliyeti, % 4.5’lık bir
açıkta zorlanmıyor.
Dış ticaretin, ABD ulusal geliri içindeki büyüklüğü esasen “küçük”. 10.533 milyar $’lık ABD
GSMH’sın da 700 milyar $’lık ihracat ve 950 milyar $ civarında ithalat, cari dengedeki 150
milyar $’lık açık, ABD’nin gerçekten “küçük büyüklükleri” olarak kalıyor.
ABD dünya ticaretinin % 9’unu elinde tutuyor. Bu, hemen nerdeyse AB’nin 15 üyesinin
toplamına yakın.
Maliyetin getirisi ise açık! ABD, dünyanın en fazla sermaye ithal eden ülkesi. Güçlü doların
ABD içi yatırımları desteklemesi, tahvil piyasasını olumlu etkilenmesi, faiz hadlerini düşük
tutması gibi başkaca avantajları da var.
1990’dan bu yana sürdürülen güçlü dolar politikası ABD için yüksek ve istikrarlı bir
büyümenin en önemli aracı. Kesin olan bir olay var. “Güçsüz dolar ile ihracatı destekle”
politikası artık geride kaldı. Bunun yerine “Güçlü dolar ile mali piyasaları büyüt” dönemine
geçildi.
Birinci dönemin temsilcileri tarım ürünü ve mal ihracatı temsil eden gelenekçi görüş
sahipleriydi. 2.görüşün temsilciliğini ise mali piyasalar yapıyor.
ABD dolarının gücü bugünün olayı değildir. Uluslararası Ekonomi Enstitüsü Başkanı
Profesör F.Bergsten’e göre ABD’nin üstünlük süreci, sterlinin 1931’de develüasyonuyla
başlar. Bretton Woods bölgesinde altın-dolar eşdeğerliğinin kalkmasından sonra, dolar bir
kırılma yaşar. Sonrasında gerek Yen, gerekse DM’a karşı bir yükselmenin yaşandığı 1980’ler
vardır. Bu yıllar, Başkan Reagan’ın “Güçlü ABD’nin yıldız savaşlarına hazırlandığı süper güç
oluşumu tanımını yaptığı yıllardaki döneme denk düşmektedir. 90’lı yıllarda “İstikrarlı
Güçlü Bir Dolar” dönemine girilmiştir.
Şimdi de belki yeni bir dönem başlamaktadır: Dolarizasyon!..
Bu görüşün birçok sahibi var. Ama Florida Senatörü C. Mack tarafından ilk kez açıklıkla
kamuoyuna sunuldu. Senatör Mack “global köye” dönüşen dünyada, 150’den fazla ulusal
paranın varlığını gereksiz niteliyor. Yerine bir “Uluslararası Parasal İstikrar Paktı” öneriyor.
Bu Pakt’ın içinde yeralmak isteyen ülke doları resmi para birimi olarak benimseyebilecek.
Senatör, dünya genelinde dolara geçen ülke sayısı açıklamasa da bu uygulamayla Panama’nın
refahını arttırdığını kaydediyor.
Bu “pratik?” öneri Profesör J. Sachs ve F. Larrain tarafından “Dolarizasyon: Kurtuluş mu,
Deli Gömleği mi?” başlığı altında “Foreign
Policy” dergiside
ele alındı.
Yazarlar,
dolarizasyon önerisini “mantıksız” hatta “pervasız” buldu.
Bu
akademisyenlere göre, dolarizasyonla doğan en önemli tehlike
bağımsız bir para
politikası için bir manevra alanının kalmamasıdır. Saptamanın da en önemli yanı da bu!
Manevra alanı... Toplum mühendisliği yaparak, dolar gibi bir dış değişkenle denge ummanın
Arjantin’in başına 2000’de ördüğü çorap ortadadır.
Son bir not: Dünyada tam dolarize olmuş sadece 4 ülke var: Marşhal Adaları, Mikronezya
Palau ve Panama. Dördünün toplam nüfusu
3 milyon, milli gelirleri ise 10 milyar $’ı
bulmuyor. Unutmadan ekleyelim: Kervana son olarak Honduras da katıldı. Sonucu
ise
henüz belirsiz.
Sadede gelsek nasıl olur?
GREENSPAN’DE KİM?
Bence dolarizasyon değil ama bir “İngiliz Konuşan Ekonomi Grubu” gerçeğiyle karış
karşıyayız. Anglo-Amerika dünyasının 4 büyük ülkesinin (Britanya, ABD, Avusturalya,
Kanada) ortak özelliği, uyumlu bir büyüme eğilimi içinde olmaları geliyor.
Yıllık Büyüme %’si
MG içi Borsa Değeri Kap. %’si
ABD
3.9
122
BRİTANYA
2.1
143
KANADA
3.0
62
AVUSTURALYA
5.1
64
(1998)
Profesor Krugman uyumun yarattığı gelişimi mizahi bir dille açıklamış: “Onlar liberallerin
şampiyonu Prefesör Friedman’ı orijinal metninden okuyabildikleri için bu sonucu alıyorlar!”
İngilizce Konuşan Ekonomi Grubu’nun önemli bir özelliği var: İngiltere hariç hepsinin
para birimi dolar adını taşıyor. ABD doları ise grubun kıblesi durumunda.
Bu yüzden FT’nin deneyimli köşe yazarı S. Britan’a kulak asmakta yara var: “Dolar’ı izle
gerisine boş ver!”. Yine de önerisine “Amerikanlaşma Dersini Almak” adını vermekten geri
kalmıyor.
ABD’de ise egemen korku ne $ değeri, ne de büyümedir. Korku derinliklere gizlenmiş bir
paranoya olan enflasyondur!
Zira enflasyon % 3’lere yükselince, sermaye piyasalarının hareketliliği artıyor.
Tüketici fiyatlarındaki yükseliş sinyalleri sonrası, 14 Nisan 2000 Nasdaq Borsası bir günde
% 9.7, Dow Jones % 5.6, S & P 500 % 5.7 düşüş gösterir. Bu yüzden FED’in temel faiz
ayarlamaları, ekonominin aşırı ısınması durumunda maliyet baskılı enflasyonun önlenmesi
için hayati önem taşıyor.
İşte bu ortamda unutulmaması gereken bir portre de Alan Greenspan’dır.
Greenspan, 14 yıl önce, 1987 yılının Ağustos ayında ABD Başkanı Reagan tarafından
göreve getirildi. Durgunluk yaratma pahasına, enflasyonu tek haneli oranlara indirilmiş bir
ekonomi devralmıştı. Uzmanlar işinin kolay olduğu sonucunda birleşti. Göreve
gelişinden
iki ay sonra, 19 Ekim 1987’de hisse senedi piyasasının çöküşü -Dow Jones endeksi yüzde
22.6 düştü- ile gösler kurtarıcı olarak Greenspan’a çevrildi.
Greenspan son derece basit bir strateji uygulayarak ekonomi el kitaplarında yazılanları
uyguladı. Para politikasını gevşetti, faizleri aşağı çekti. Çok geçmeden hisse senedi fiyatları
yükselişe geçti. Aslında yazıldığı kadar kolay olmayan bu operasyonu kararlılıkla
gerçekleştiren
Greenspan, ekonominin kurtarıcısı haline geldi. Greenspan’ın 2004’e dek
görevinin başında olacağına göre dolar da onun görev süresinde değerli kalmada ısrarlı
olacak.
Greenspan ABD’ye 2. Dünya Savaşından bu yana kesintisiz en uzun büyüme evresini
yaşattı. 1990’lı yıllarda % 3’ler yüzeyinde büyüyen ABD ekonomisi, vatandaşın tüketiciye %
5’ler düzeyinde her yıl bir tüketim artışı sağladı.
Yeni dönemde ne olacak? Paul O’Niell 2. Başkan Bush’un Hazine Bakanı’nın olarak beyanı
açık:
- ABD dünya krizlerine müdahale etme sorumluluğu taşımaz. Tüm krizler kapitalizmin
yanlışından değil kapitalizmin yokluğundan doğar.
ABD Hazine Bakanı IMF’yi itfaiyeye benzeterek “ideal
dünyada itfaiye yerini hiç
terketmeden yangını önler” diyor.
Yorum gerekmiyor: ABD müdahalelerini artık göremeyeceğiz!
YENİ EKONOMİ Mİ, VERİMLİLİK Mİ?
Adına “Yeni Ekonomi” diyorlar. Görenleri onu ABD’nin batı yakasında yerleşik olduğunu
söylüyor. Kod adı Silicon Valley. Adını San Francisco ile San Jose arasında sıkışmış vadiden
alıyor. Günümüzde bu vadi bir ekonomik çekim merkezi olmuş.
Yeni ekonomi kimi yerde vadi, kimi yerde bilim merkezi, kimi yerde de teknopark adıyla
birlikte anılıyor. Yeni ekonominin ortak paydası ise yapılan yatırımların ileri teknolojik
ürünlerde yoğunlaşmış olması.
Kaliforniya Ekonomisi Enstitüsü, bu alanda öncü olan Silicon vadisinde yaşayan ve üreten 2
milyon insanın yıllık gelirini 65 milyar $ olarak kestiriyor. Bu toplam 15 milyonluk Şili’nin
toplam hasılatına eşdeğer. Türkiye toplamının ise üçte biri yıllık ortalama ücret 43 bin $.
Bilgisayar endüstrisinde bu ücretler iki kat artıyor. Vadide 6.000 teknoloji kuruluşunun yıllık
200 milyar $’lık cirosu Türkiye’ye eşit. Risk sermayesiyle yani ekonomi bir, bütünlük
sağladı. 2000 yılında risk sermayesinin toplam yatırımı 108 milyar $. Bunun “47 milyar $’ı
bilişim 12 milyar $’ı ise iletişim teknolojilerine yapılmış.
Silicon Valley’e ABD içinden ve dışından taklitleri çıkıyor. İşte taklitçilerden bir demet:
Silicon Desert (Utah), Silicon Alley (New York), Silicon Hills (Austin), Silicon Forest
(Seattle).
Yurtdışındaki taklitçiler arasında Tayvan, İsrail, Hindistan, Britanya, Fransa ve Malezya var.
Fransa her zamanki farklı duruşu için kendi teknoloji parkına “Avrupa’daki Kaliforniya”
diyor. Malezya klasik iddiası içinde uygulamaya
“Multi Medya Süper Koridoru” adını
veriyor. Ülke 100 bin insanın yaşayacağı koridor kent için 750 km2’lik alan tahsisi yapmış.
Yatırımın toplamı ise 40 milyar $’ı buluyor.
Silicon
Valley’deki
gelişmeleri izleyen
ABD Stanford Üniversitesi’nin endişeşi, yeni
fikirlerden kaynaklanan ileri teknoloji yatırımlarının azalan verim yasasının etkisinden nasıl
uzak tutulacağı. Önemli bir soru! Daha önemlisi bu cevabın verilmemiş olması. Verimin belli
bir dönemden sonra azalacağını öngören yasa bir yana, yani ekonominin anı anına uymayan
kırılgan bir yapısı var.
Die Welt’e göre en büyük ileri teknoloji bölgesi Tokyo-Osaka arasındaki megalopolis.
İstihdam edilen insan sayısı 700 bin. 300 bin istihdamla Silicon Valley izliyor. 230 bin
istihdamla ABD’nin 2. büyük teknoloji bölgesi “Route 128” olarak anılan Boston ve Kuzeyi.
Avrupa’daki en büyük ileri teknoloji bölgesi Londra ile Galler arasındaki bölgede ve 320 bin
kişilik istihdamı var. Almanya’da, Siemens öncülüğüyle Münih çevresinde kurulan İsar
Valley teknoloji bölgesi var. 3. Dünyada tek büyük Teknoloji Bölgesi Hindistan Silicon
Valley’i ülkenin güneyinde Bangalore içinde yer alıyor. 230 bin insanlık bir istihdam
kapasitesi yaratılmış.
Bu sayısal değerleri bir yere itersek, karşımıza ilginç bir gerçeklik çıkıyor. Bilişim
teknolojilerinin istihdam çarpanı çok zayıf.
İşte kanıtı: Silicon Valley’de kişi başına katma değer 5 yılda 120 bin $’a yükselmiş. 1997’de
yeni ekonomi burada yılda 61.000 yeni istihdam alanı yaratırken, 1999’da bu sayı 21.000’e
düşmüş. Verimlilikle istihdam arasında ters orantılı ilişkinin varlığı bu uygulamayla açık seçik görülüyor.
Öğrendiklerimiz bununla sınırlı değil! Verimlilik, milli gelire ciddi sıçramalar da yaptırıyor.
Fiyat artışları bastıran etkisi ise işin cabası. ABD’de 1995-2000 döneminde verimlilik yılda %
2.2 artmış. Tarım sektörünü kapsam dışı tutarsak verimlilik 2000 yılında % 5 gibi yüksek bir
oranda artmış. Aynı dönemde GSMH artışı % 4. Sonuç çıkaralım derseniz, her yarım
puanlık verimlilik artışı 1 puanlık GSMH artışına zemin yaratıyor.
Verimliliğin sonuçlarına Profesör W. D. Nordhaus’un
itirazı var. 3 araştırmasıyla hem
nedenlere, hem de nasıllara yer veriyor. Temel savı çıktı ile girdi arasındaki net fazlanın
parasal değer olarak ölçülmesi olan verimlilik de ürün palentinde yapılan Prof. Nordhaus
değişikliğin hiç dikkate alınmadığını savlıyor. Açık anlatımıyla, verimliliğin üründen ürüne
değişik ele alınması gerektiğini belirtiyor. Paranın baz oluşturan görgül saptaması da şu:
Bilişim teknolojisini kullanan ancak bunu üretmeyen mallarda verimlilik % 100 arttı!
Ülke teknolojik dönüşümleri ve fiyat gerilemesiyle birlikte bakarsak, 1800 – 1840 arasında
buhar makinası buluşunun etkisiyle genel fiyatlar % 3 civarında düşmüş. 1970 – 2000
döneminde Bilişim ise teknolojilerinin fiyat düşüşüne etkisi ise % 30’a varıyor.
Genel fiyatlar açısından 1900 – 2000 yılları arasında, zorunlu malların tamamında fiyatların
gerilediği ortaya çıkıyor.
Buna ekonomimizin reel teknolojinin insanoğluna armağanı diyelim!
1991’den bu yana ABD ekonomisi % 40 oranda büyüdü. 20 milyon insana yeni istihdam
olanağı yaratıldı. İşsizlik son 30 yılın en düşük düzeyinde düştü. Risk sermayesi yılda 50
milyar $’lık bir büyüklüğe ulaştı. Şirket birleşmeleri yılda 2 Trilyon $’lık bir değere geldi.
268 milyon nüfuslu 9 Trilyon $’a ulaştı. Ekonomide, tüketim harcamaları ise yılda % 5.5
artıyor.
Bu verilerin gizemi “Yeni Ekonomi” deyiminde aranıyor.
Öyle olduğundan kuşkum var. Ekonomi kitaplarında yeni bir kural var. Uygun bir ekonomik
iklimin yaratılmasıyla yüksek bir büyüme ve düşük işsizlik oranı bir arada gerçekleşebiliyor.
İşte bu olgu istihdam yaratırken enflasyon etkisini vurgulayan kuramı geçersiz kılıyor. Çünkü
bu bağ uygun iklimde artık söz konusu değil.
ABD’nin 1800 – 2000 yılları arasında 200 yıllık dönemde büyüme ortalaması % 3.7. Yeni
ve eski ekonomi ayrımını yapmak bu yüzden çok anlamlı gözükmüyor. Ama ekonomik
yapıda önemli olan değişim ve yenilikler.
Son 10 yılda bu değişimin göstergesi ABD’nin teknolojik yatırımları arttı. Firma bazında
maliyetler azaldı. Etkinlik yükseldi. İşgücü piyasasının organize özelliği yokoldu. İşgücü
maliyetleri düştü. Finansal piyasaların serbestleşmesiyle dışa açılma süreci hızlandı. Belki de
yeni olan ortan etkinlikle ekonominin verimliliğinin ABD tarihinin en yüksek düzeyine çıktı.
Tescil edilen patent sayısı 10 yıl öncesine göre 2 kat fazla arttı. Bu verimlilik, Eski Başkan
Clinton’un sözleriyle “ABD’ye tarihimizin en uzun dönemli büyüme hızını yaşarken,
gerçekleştirdiğimiz ekonomik dönüşüm, yeni bir sınai devrimin yaşanmasına olanak tanıdı.”
Nobel Ekonomi sahibi Profesör R. Solow’un “Bilgisayar çağını en çok
verimlilik
analizlerinde görürsünüz.” Bu amaçla kullanılan yeni kavram “Çok Faktörlü Verimlilik
(ÇFV).” Bu kavram içinde emek verimliliği, emekle birlikte kullanılan artan oranlı sermaye
ve genel teknolojik gelişim var. Böyle bakıldığında ÇFV 1995 – 2000 döneminde bir önceki
beş yıla göre % 100 ilerleme kaydetti. A. Toffler’in 80’li yıllarda yazdığı “Şok” adını taşıyan
eserinde “3. İhtilal”de hep bir süper teknolojik yapı söz edilirdi. Bence işin aslı verim artışı
dediğimiz bir temel gerçeklikte gizliydi. Yeni ekonominin hisse senetlerinin yer aldığı
Nasdaq bu yüzden prim yapıyor!
Akademik görüşlere de kulak asalım: Princeton Üniversitesinde Profesör R. Shiller eserinde
ekonomi de “Ponzi Şeması”nın çalıştığını savlıyor. Şemaya adını veren Charles Ponzi,
paydaşlarına yeni paydaşlarından topladığı paraları ödeyerek, bir saadet zinciri kurduğunu
savlayan bir sahtekardı. Profesör Shiller yeni ekonominin bu yöntemle para toplayıp –
toplamadığını sorguluyor. Yargısı, Ponzi Şeması Kadar bir Levi Strauss stratejisinin izlendiği.
Herkes altın ararken onlar altın arayıcısına kot pantolon satmak istiyorlar. “Dot.com”lar
nema sağlamasa bile, internet altyapısı pazarlayan şirketlerin çıplak değeri artıyor.
Tartışmayı biraz daha açalım: 2000 yılında kabul gören 21 Borsa – aralarında IMKB yok.
Toronto, Milan ve İsviçre borsaları dışında ciddi düşüşler göstermiş. Düşüş, Seul Borsası’nda
% 51’e varıyor. Yeni teknolojinin kabesi olarak kabul edilen Nasdaq’ta bu ortamdan payını
almış (-% 39). Zirveye göre düşüşü % 50’yi buluyor. Bu açık veriler yeni ekonomiden çok
yeni ekonomi kaosundan sözetmeyi daha akıl karı kılmıyor mu?
2000 yılı başında dünyanın en
büyük internet kuruluşu Americana Online (AOL) ile
dünyanın en büyük yayın kuruluşu Time Warner birleşme kararı aldı. Ocak 2000’de 340
milyar $ olan Pazar fiyatı, Aralık 2000’de 140 milyar $’a gerilemişti. Herhalde yeni yazılan
ders kitapları bir de “sanal fiyat”dan sözedecek.
FT gazetesi olayı “Çıkmaz Sokak” sözleriyle değerlendirilmiş. Mizahi bir anlatımla “bir yeni
ekonomi şirketi ihtisna organda iki kere yeralıyor” diyor. Birincisinde zirveye tırmanma ve
ikincisinde ise düşüşte.
1995 – 2000 dönemi “med” dalgası sonrası olaya bağlı bir “cezir” dalgası etkisi yaşıyor.
Clinton kabinesinde Çalışma Bakanı olan Prof Reich “The Future Sucess” başlıklı eserinde
yeni ekonominin tek yararının üniversitelerin arasındaki farkı belli etmesinde görüyor.
Borsalardaki iniş ve çıkışlardan oluşan oynaklık (volatilite) yeni ekonominin artık “küçük
tansiyonu” 2000’li yıllardaki oynaklık 1987’li ortamdan daha fazla.
Şimdi madalyonun öbür yüzüne bakalım: ABD dünyanın en borçlu ülkesi. Dünyadaki toplam
devlet borcunun % 45 – 50’lik dilimi bu ülke tarafından gerçekleştiriliyor.
Özel sektörün borcu ABD GSMH’nın % 130’luk büyüklüğüne ulaşmış. Devlet kadar, ABD
vatandaşı da borçlu. Vatandaşın 2000 yılı itibariyle hisse senedine bağladığı para, toplam
yıllık harcanabilir gelirine göre % 170’lik bir büyüklüğe ulaşmış. 10 yıl önce bu % 50
düzeyindeydi.
Dünyanın hiçbir ülkesinde, vatandaşların menkul kıymet yatırımı toplam harcanabilir gelirini
aşmıyor! ABD hariç...
ABD borçlanması ülke içi etkili bir olay olmakla kılmıyor. Ağustos 2000’de New York
borsasında 18.2 trilyon $’lık toplam piyasa içinde yabancı şirketlerin payı % 34’e ulaşmıştı.
Bir yıl önce bu oran % 26 idi. ABD şirketlerinin 1999 – 2000 yılı döneminde toplam değer
değişimi % 8.1 ile sınırlı kalırken, yabancı şirketlerin değeri % 55 artmıştı.
Dünyaya yön veren 5 borsanın 2000 piyasa değeri 25 trilyon $. ABD’nin payı % 70’e
ulaşıyor. Bu durumda ABD “Sermayenin Başkenti” ünvanıyla dünyanın sırtından, dünyanın
en borçlusu olabiliyor...
2001’de ABD ekonomisi yavaşlamaya başladı işten çıkarmalar hızlandı.
Bu bir kriz başlangıcı mıydı? “Kelebek Ekonomisi” ve “Ekonominin Ölümü” çalışmalarından
tanıdığımız Paul Gmerod “Depresyonlar Küçücük bir olaydan çıkabilir. Bu krizlerin
öngörülebilirliğini azaltıyor” görüşünü taşıyor.
Gmerod, quantum fiziğinin
nedensellik ilkesini yoketmesiyle, tezinin daha fazla dayanak
kazandığını söylüyor. Yazar, 1870’den bu yana ekonomiyi negatif yönde etkileyen 300
olgunun varolduğunu kaydediyor. Milyonlarca iktisadi aktörün davranışı ve karşılıklı
etkileşimi artık bir kriz nedeni olabiliyor.
PERDEYİ KAPATIRKEN...
Beyaz Amerikalının mitosu açıktır: Düşler, dünyada gerçekleştirilmek için vardır. Bu amaç
için
çok çalışmak
ve iradeli
olmak
yeterlidir. Zenginlik mutlu
olmanın yoludur.
Mutluluksa, tüketim cennetinde yaşamaktır...
Bir mitos 1980’lerde tüm defolarıyla
hayata geçti! Son 20 yılda ABD tarihinin her
döneminden daha fazla sınıf atlama örneği yaşandığını söylemeliyim.
ABD için eşsiz bir benzetmeyi Immanuel Wallerstein “Liberalizmden Sonra” eserinde şöyle
yansıtır:
-
Öyle görünüyor ki, Tanrı rahmetini ABD’ye üç
kez bağışlamış:
Günümüzde, geçmişte ve
gelecekte. Günümüzde refah, geçmişte özgürlük,
gelecekte eşitlik...
Wallenstein galiba haklı...
Unutmayalım ki “Özgürlük Şehidi” Martin Luther King’in 28 Ağustos 1963’te yaptığı
“Benim Bir Düşüm Var!” başlıklı konuşmasındaki gündem hala hayata geçmeyi bekliyor.
Onun sözleriyle, “Eğer ABD, büyük bir devletse, bu düş gerçek olmak zorundadır...”
Başkan Clinton 54 yaşında 8 yıldır oturduğu koltuğu 43. Başkana devredeken yaptığı
konuşmadan bir dizi ekonomik olgu sıraladı.
Kişi başına gelir 12 bin dolar artmıştı. 22 milyon insana yeni iş alanı yaratılmıştı. Enflasyon
% 2’lere düşmüş, 29 yıl açık veren bütçe 230 milyon $ fazla vermişti. Bu gelişme “Her
Amerikalıya özlemlerini gidermesi için gerekli amaçları ve koşulları yaratmasına dönüktü.”
M. Luther King’in “Düş”ü sizce bu muydu?
Download