saldırmadan Perge`ye döndü. Büyük İskender`in Gordion`da

advertisement
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 11/124
saldırmadan Perge'ye döndü. Büyük İskender'in Gordion'da Parmenion'un yönetiminde ordusunun diğer
bölümü vardı. Her ikisinin buluşma yeri Gordion olarak kararlaştırılmıştı.
Büyük İskender'in generallerinden Ptolemaios'un raporlarından faydalanarak bir kitap oluşturan Arian, “Yolu
Termessos üzerinden geçiyordu” diyor. Frigya'ya geçmek isteyen Büyük İskender için bu yol ne kolay, ne de
kısa idi ve ayrıca Termessoslular tarafından kapatılan tehlikeli geçitlerden biri olan Yenice Boğazı'nı geçmekte
direndi. Acaba Büyük İskender bugünkü Burdur'a giden antik yolu niçin tercih etmemişti? ‘Büyük İskender'in
İzinde” adlı kitabı yazan Freya Stark da bu duruma şaştığını, ancak Termessos'un soygunculuklarından çok
rahatsız olan ve ele geçirilmesini isteyen Pergeliler tarafından Büyük İskender'in bu yanlış yola sevk edildiğini
yazmaktadır.
Arian'dan, Büyük İskender'in geçitteki alt savunma yerlerini ele geçirerek kenti almayı düşündüğü sırada,
Selge'den bazı elçilerin gelerek ona dostluklarını bildirdiklerini öğreniyoruz. Ancak onların Büyük İskender'e ne
anlattığı konusunda bilgi yok. Büyük bir olasılıkla, yanlış yolda olduklarına dikkatlerini çekmiş olmalı ki, Büyük
İskender kenti almaktan vazgeçerek doğru Sagalassos'a ilerledi. Bu arada Büyük İskender'in -akla yakın
olarak- kenti ele geçirmek istediği ve bunu başaramadığı duyumlarını da dikkate almak gerekir.
Bu bölge, İ. Ö. 323'te Büyük İskender'in genç yaşta ölümü ile ortaya çıkan ve geniş bir imparatorluğu
parçalamak yolunu izleyen generallerinden Antigonos'un yönetimi altına geçmiştir. Fakat Antigonos'un
yenilgisi ve ölümü ile sonuçlanan İpsos Savaşı'ndan sonra (İ. Ö. 301) Antalya bölgesi Selevkoslar'ın Asya
Krallığı ile Ptolemaislar arasında sık sık el değiştiren bir bölge olmuştur.
Suriye Kralı III. Antichios'un Romalılar tarafından yenilmesiyle İ. Ö. 189 yılında Romalı komutanlardan
Manilius Pamfilya'ya gelmiş ve bazı kentlerden haraç almıştır. 188 yılında imzalanan Apameia (Dinar) Barış
Antlaşması'ndan sonra bu bölgenin, Roma'nın yandaşı Bergama Krallığı'na bırakılıp bırakılmadığı kesin olarak
bilinmiyor. Ancak bir süre sonra Pamfilya'nın batısı (bugünkü Antalya Kenti) Bergama Kralı Il. Attalos
tarafından ele geçirilmiştir. Bazı kaynaklar Manisa Savaşı'ndan sonra Pu parçalamak yolunu izleyen
generallerinden Antigonos'un yönetimi altına geçmiştir. Fakat Antigonos'un yenilgisi ve ölümü ile sonuçlanan
İpsos Savaşı'ndan sonra (İ. Ö. 301) Antalya bölgesi Selevkoslar'ın Asya Krallığı ile Ptolemaislar arasında sık
sık el değiştiren bir bölge olmuştur.
Suriye Kralı III. Antichios'un Romalılar tarafından yenilmesiyle İ. Ö. 189 yılında Romalı komutanlardan
Manilius Pamfilya'ya gelmiş ve bazı kentlerden haraç almıştır. 188 yılında imzalanan Apameia (Dinar) Barış
Antlaşması'ndan sonra bu bölgenin, Roma'nın yandaşı Bergama Krallığı'na bırakılıp bırakılmadığı kesin olarak
bilinmiyor. Ancak bir süre sonra Pamfilya'nın batısı (bugünkü Antalya Kenti) Bergama Kralı Il. Attalos
tarafından ele geçirilmiştir. Bazı kaynaklar Manisa Savaşı'ndan sonra Pisidya Bölgesi'nin de Bergama Kralı
Eumenes'e bırakıldığını bildırmektedir. Fakat çok kuvvetli ve savaşçı olan Pisidya kentlerinden Selge'nin bu
yönetim değişikliğini kabul etmediğini ve Il. Attalos'un İ. Ö. 158 yılında Selge'ye başarısız bir saldırıda
bulunduğu bilinmektedir. Ne var ki, Il. Attalos'un dikkatli bir politika yürütmesi gerekiyordu. Çünkü
egemenliklerini bir zamanlar Manilius'tan para karşılığında satın almış bulunan kentler Roma'nın koruyuculuğu
altında idi. Bu nedenledir ki, Il. Attalos Romalılar için önemli bir liman kenti olan Side'yi almaya cesaret
edemedi ve kendi adıyla adlandırdığı -bugünkü Antalya- yeni bir liman kenti kurmak zorunda kaldı.
Son Bergama Kralı Il. Attalos İ. Ö. 133'te çocuksuz ölünce, Bergama Krallığı “vasiyet” yoluyla Roma'ya geçti.
İ. Ö. 129'da Küçük Asya Eyaleti'nin kurulmasından sonra Pamfilya'nın, bu eyaletin yönetimine katıldığı
bilinmektedir. Böylece bu bölgenin, gittikçe büyüyen deniz korsanlarının, Roma'nın yararlarına karşı çıktığı
günlere kadar özerk bir bölge olarak bırakıldığı sanılmaktadır.
Kaynak: http://www. antalya. bel. tr/tr/kent_profili/tarihce. cfm?tanitimId=849
SİDE:
Antalya-Alanya karayolunun 72. km'sinden güneye dönen yol 6
km sonra günümüzün en tanınan turizm merkezlerinden Side'ye
ulaştırır. Side güncelliğini şüphesiz 1947 yılında İstanbul
Üniversitesi'nden merhum Prof. Dr. Arif Müfit Mansel ve ekibince
aralıklarla sürdürülen kazı ve onarımlarla günışığına çıkan Roma
imparatorluğu kalıntılarına borçludur.
Side'nin Akdeniz'e uzanan küçük bir yarımada üzerinde İ. Ö. 7.
yüzyılda batı anadoluda yaşayan Kymeliler (Bugünkü Aliağa)
tarafından kurulduğu söylenir. Ancak şehri kurdukları iddia edilen Kymeliler zamanla
kendilerini unutarak Side dilini kullanmaya başlamaları kuruculuktan çok güneye
göçü ve yerli halka karışımı işaret eder. Şehirde kullanılan yerel dile göre SİDE
"Nar" anlamına gelmektedir ki "Nar" Anadolu'nun bereket sembollerinden olup Roma İmparatorluk dönemine
dek şehrin sembolü olarak Side sikkelerinde kullanılmıştır.
Şehrin tarihi kaderi bölgeninkinden farklı değildir. İ. Ö. 6. yy'da Lydia, 5. yy. 'da Pers, 4. yy'da İskender,
ardından da Hellenistik krallıkların egemenlikleri izlenir. Şehrin en parlak dönemi İ. Ö. 1. yy. 'da Roma ile
ilişkilerin kurulmasıyla başlar. Bu parlak dönem İ. S. 3. yy'a kadar sürer. Side bu dönemde hem Akdeniz'in en
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 12/124
önemli liman kenti ve en işlek esir pazarı, hem de kültür ve eğitim merkezi olmuş, bugün dahi ayakta olan
görkemli yapılar bu dönemde inşa edilmiştir. Şehir önemini 5. yy. sonunda kaybetse de 1. yy'da tamamen terk
edilene dek küçük bir Hristiyan kenti olarak hayatını sürdürmüştür. 10. yy'dan sonra gerek depremler gerekse
savaşlar nedeniyle şehrin yanıp, halkının Antalya'ya göç ettiği anlatılmaktadır 10. yy Bizans tarihçileri Side'nin
korsan yatağı olduğunu, Arap coğrafyacı İdrisi (1150) yangınlar sonucu terk edilen bu önemli liman kentinin
halkı, Antalya'ya göçtüğünden "Yanık Antalya" olarak anıldığını söyler.
Side'de son yoğun yerleşim 1895 yılında Girit adasından göçen
Türkler tarafından gerçekleşmiştir. Kalıntılar üzerindeki Selimiye adlı
balıkçı köyü bugünkü çekirdeğini oluşturmuştur. Bugün asfalt kaplı
olan ve her iki yanında yer yer sütunlu galerinin izlenebildiği ana
cadde, agora ve tiyatrodan sonra yarımadayı kat ederek limana
ulaşır. Akdeniz'in en işlek limanlarından biri olan Side, bu yoğun
işlerliğinden dolayı sık sık dolup kirlenmekteydi ki temizlenmesi
şehirlilerce yürütülen zor işlerden biri kabul ediliyordu. Zamanla bu
güçlük yörede bütün güç işler için kullanılan "Senin işin Side limanına
dönmüş" özdeyişi halini almıştır. Agoranın karşısındaki onarılmış
hamam kompleksi günümüzde Side Müzesi olarak kullanılmakta,
kazılarda ele geçmiş tüm buluntular değişik mekanlarında
sergilenmektedir.
Side Tiyatrosu tipik Roma devri özellikleri gösterir. Yaklaşık 15. 000 kişilik kapasiteye sahip olup onarım
çalışmaları devam etmektedir. Anıtsal girişin önünde küçük boyutta tiyatronun tanrısı Diansos'un tapınağı yer
alır. Bugün alışveriş merkezi halini almış olan ana caddenin sonundaki limanın batısında yer alan iki tapınak
şehrin en anıtsal Roma dönemi yapılarıdır. Kısa kenarlarında 6, uzun kenarlarında 11 sütunla çevrelenmiş
olan tapınaklarından biri Athena, diğeri ise Apollon'a ait olup Apollon tapınağının 6 sütunu Prof. Dr. Jale İnan
ve ekibinin inanılmaz gayretleri ile yeniden ayağa kaldırılmıştır. Tapınak alanı gerisindeki kemerli ve devşirme
malzemeli kalıntılar ise Bizans dönemi bazilikasına aittir.
Kaynak: http://www. varbak. com/side-tanitimi-ve-tarihi-yerleri-t30109.
html?s=f4d19e650848efca978268285c4aaa81&
ASPENDOS
Köprüçay (Eurymedon) nehrinin yanında kurulmuş olan Aspendos, muhteşem antik
anfi-tiyatrosuyla dünyaca tanınmaktadır.
Yunan efsanesine göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Pamphylia’ya gelen
kahraman Mopsos liderliğindeki Argive kolonicileri tarafından kurulmuştur.
Aspendos bölgede kendi adına madeni para bastıran ilk şehirlerden biridir. Tarihi
M. Ö. beşinci ve dördüncü yüzyıla uzanan bu gümüş sikkelerde şehrin adı yerel
yazı ile Estwediiys olarak geçer. 1947’de yapılan Adana yakınındaki Karatepe
kazılarında bulunan M. S. sekizinci yüzyılın sonlarına ait hem Hitit hiyeroglifi hem
de Finike alfabesi ile kazılmış olan iki dildeki yazıt, Danunum (Adana) Kralı
Asitawada’nın kendi isminden türetilmiş Azitawadda adında bir şehir kurduğunu ve kendisinin Muksas ya da
Mopsus hanedanı üyesi olduğunu belirtir. “Estwediiys” ve “azitawaddi” isimleri arasındaki bu şaşırtıcı benzerlik
Aspendos şehrinin Asitawada’nın kurduğu şehir olabileceğine işaret eder.
Aspendos eski çağlarda politik bir güç olarak önemli rol oynamamıştır. Aspendos’un kolonileşme dönemindeki
siyasi tarihi Pamphylia bölgesindeki akımlarla uyum sağlar. Bu eğilim ile Aspendos, kolonileşme döneminden
sonra bir süre Likya egemenliği altında kalmıştır. Şehir, M. Ö. 546’da Pers hakimiyeti altına girmiştir.
Aspendos’un bu dönemde de kendi adında parasını basmaya devam etmiş olması, şehrin Pers egemenliği
altında bile oldukça özgür olduğunu gösterir.
M. Ö. 467’de devlet adamı ve askeri komutan Cimon ve onun 200 gemiden oluşan filosu, ani bir saldırıyla
Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin ağzında konuşlanan Pers donanmasını yok etmiştir. Cimon, Pers kara
kuvvetlerini ezmek için, en iyi savaşçılarını daha önce ele geçirdiği tutsakların giysilerini giydirip kıyıya
göndererek Persleri kandırdı. Persler bu adamları gördüklerinde onların düşman tarafından serbest bırakılan
yurttaşlar olduğunu düşündüler ve kutlama şenlikleri düzenlediler. Bundan yararlanan Cimon, karaya çıkartma
yaptı ve Persleri yok etti. Bundan sonra Aspendos, Attika-Delos Deniz Birliği’nin üyesi oldu.
M. Ö. 411’de Persler şehri tekrar ele geçirdiler ve üs olarak kullandılar. Şehrin Peleponnes Savaşlarında
kaybettiği prestijin bir kısmını yeniden kazanma çabası içindeki Atina komutanı, M. Ö. 389’da şehrin teslim
olmasını garanti altına alabilmek için Aspendos kıyısına demir attı. Yeni bir savaş istemeyen Aspendos halkı
aralarında para topladılar ve topladıkları parayı Atina komutanına vererek herhangi bir zarara meydan
vermeden geri çekilmesi için yalvardılar. Komutan parayı aldığı halde, adamları bütün tarlalardaki ekinleri
çiğneyerek Aspendosluları zarara uğrattı. Öfkelenen Aspendoslular komutanı çadırında bıçaklayarak
öldürdüler.
Büyük İskender Perge’yi ele geçirdikten sonra M. Ö. 333’te Aspendos’a girdiğinde, daha önce Pers kralına
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 13/124
haraç olarak çok sayıda at veren ve vergi ödeyen halk, İskender’in de bunları istememesini rica etmek için
kendisine elçi gönderdi. Anlaşmaya varıldıktan sonra İskender teslim olan şehirde bir garnizon bırakarak
Side’ye gitti. Sillyon üzerinden geri dönerken Aspendosluların kendi elçilerinin teklif ettiği anlaşmayı
onaylamadıklarını ve kendilerini müdafaaya hazırlandıklarını öğrenen İskender, hemen şehre doğru ilerledi.
İskender’in bölükleriyle geri döndüğünü görünce acropolis’e çekilen Aspendoslular yeniden barış
sağlayabilmek için elçi gönderdiler. Ancak bu kez oldukça ağır koşulları kabul etmek zorunda kaldılar. Bu
anlaşmaya göre, bir Makedon garnizonu şehirde kalacak ve yıllık vergi olarak 4000 atın yanı sıra 100 talent
(daha çok altın ve gümüş için kullanılan, Attica’da (şimdiki Yunanistan) 6000 drahmi, Suriye ve Filistin’de 3000
şekel karşılığı ağırlık birimi) altın vereceklerdi.
İskender’in ölümünden sonra devam eden savaşlarda dönüşümlü olarak Ptolemilerin ve Seleucidlerin kontrolü
altına giren kent, daha sonra M. Ö. 133’e kadar Pergamum Krallığı’nın eline geçirmiştir.
M. Ö. 79’da Cicero’nun davayı Roma senatosuna sunmasından önce, Cilicia konsey yardımcısı Gaius
Verres’in tıpkı Perge’de yaptığı gibi Aspendos’u da yağmaladığını biliyoruz. Verres, halkın gözleri önünde
tapınaklardaki ve meydanlardaki heykelleri almış ve onları at arabalarına yüklemiştir. Öyle ki Verres, kendi
evinde bulunan Aspendos’un ünlü harpçı heykelini bile almıştır.
Aspendos diğer Pamphylia şehirleri gibi en parlak dönemine M. S. ikinci ve üçüncü yüzyıllarda ulaşmıştır.
Bugün hala bu bölgede görülebilen anıtsal mimarinin büyük bölümü bu altın çağda yapılmıştır. Şehir kıyıda
olmasa da, Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin kenarında bulunması gemilerin şehre ulaşımını mümkün
kılmıştır. Bu ulaşım imkanı, Aspendos’un arkasında yer alan verimli ova ve sık ormanla örtülü dağlarla birlikte
şehrin gelişiminde belirleyici faktörler olmuştur. Şehirde dokunan altın ve gümüş işlemeli duvar halıları, limon
ağacından yapılmış mobilyalar ve heykelcikler, yakındaki Kapria Gölü’nden elde edilen tuz, şarap ve özellikle
Aspendos’un meşhur atları, Aspendosluların ihraç ettikleri ürünler arasında en başta gelenlerdir. Üzüm
yetiştirmekle ve şarap tüccarlığı ile tanınmış olsalar da dini törenlerinde tanrılarına şarap sunmayan
Aspendoslular, bunun sebebini “Eğer şarap yalnızca tanrılara ait olsaydı, kuşlar üzümleri yemeye cesaret
edemezlerdi” diyerek açıklamışlardır.
Tarihte adından söz ettiren birkaç Aspendoslu vardır. Döneminde ünlü bir askeri komutan olan Andromachos,
aynı zamanda Finike ve Suriye valisiydi. Doğuştan filozof olan Diodorus’un eserleri hakkında bilinen azdır
ancak uzun saçları, kirli giysileri ve filozof Cynic takipçilerinin simgesi çıplak ayakları, onun Pythagorus’tan
etkilendiğini gösterir.
13. yüzyılın başından itibaren, Aspendos, Selçuklu Türklerinin yerleşimlerinin izlerini taşımaya başlar. Özellikle
I. Alaeddin Keykubat’ın hükümdarlığı sırasında tamamen restore edilen tiyatro, Selçuklu tarzında zarif çinilerle
süslenmiş ve saray olarak kullanılmıştır.
Antalya – Alanya karayoluna dönen yolun sonunda en görkemli, aynı zamanda işlevsel açıdan en iyi
tasarlanmış ve en eksiksiz Roma tiyatrosu örneği ile karşılaşılır. Yapı, Yunan geleneğine uygun olarak bir
tepedeki bayıra yapılmıştır. Günümüzde ziyaretçiler yapıya epey sonra inşa
edilen ön cephedeki kapıdan girerler. Aslında orijinal giriş, sahne binasının iki
ucundaki tonozlu paradoslardandır. Caeva yarım daire şeklindedir ve geniş
bir diazoma ile ikiye bölünmüştür. Yukarda 21, aşağıda 20 oturma sırası
vardır.
Seyircilerin güçlük çekmeden yerlerine oturabilmesi için dolaşım kolaylığı
sağlamak amacıyla giderek yayılan merdivenler yapılmıştır, aşağı bölümde
orkestra seviyesinden başlayan merdiven sayısı 10 iken bu sayı yukarıda
diazomanın üst başlangıcında 21’dir. Daha sonraki bir tarihte yapıldığı
düşünülen 59 kemerli galeri, üst caeva’nın bir ucundan diğer ucuna uzanır.
Mimari açıdan bakıldığında diazomanın tonozlu galerisi üst caeva’yı destekleyen bir alt yapıdır. Protokolün
genel kuralı olarak caeva’nın her iki tarafındaki girişlerin üzerinde bulunan localar imparatorluk ailesine ve
kendilerini Roma’nın yürek tanrısı Vesta’ya adamış kutsal bakirelere ayrılmıştır. Orkestradan başlayıp yukarı
çıkarak, ilk sıra senatörlere, yargıçlara ve büyükelçilere, ikinci sıra ise şehrin diğer ileri gelenlerine ayrılmıştır.
Diğer kısımlar tüm vatandaşlara açıktır. Kadınlar genellikle galerinin altındaki üst sıralarda otururlardı.
Cavea’nın üst kısmındaki oturulacak belirli yerlere yontulmuş isimlerden buraların da belli kişilere ayrıldığı
açıkça anlaşılmaktadır. Tiyatronun oturma kapasitesini kesin olarak belirlemek imkansız olsa da 10. 000 – 12.
000 kişilik oturma kapasitesine sahip olduğu söylenir. Son yıllarda düzenlenen Antalya Film ve Sanat Festivali
kapsamında tiyatroda verilen konserlerde tiyatroya 20. 000 seyircinin alınabildiği görülmüştür.
Hiç şüphesiz tiyatronun en dikkat çekici öğesi sahne binasıdır. Yığma taştan yapılan iki katlı bu binanın alt
katında, sanatçıların sahneye çıkışlarını sağlayan beş kapı vardır. Ortada porta regia olarak bilinen büyük kapı
ve bunun iki yanında da porta hospitales olarak bilinen iki küçük kapı vardır. Orkestranın hizasındaki küçük
kapılar ise, vahşi hayvanların saklı tutulduğu yerlere açılan uzun koridorlara aittir. Kalan parçalardan,
duvarlardaki nişler ve bina formundaki küçük yapıların içine üçgen ve yarım daire biçimindeki küçük süs çatılar
(pediment) altında heykeller yerleştirildiği anlaşılmaktadır.
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 14/124
Sütunlu üst kattın ortasındaki pediment’te şarap tanrısı, tiyatroların kurucusu ve koruyucusu olan Dionysos’un
kabartması vardır. Sahne binası cephesinin bazı bölümlerinde görülebilen beyaz sıvanın üzerindeki kırmızı
zikzak motifler, Selçuklu dönemine aittir. Sahne binasının üst kısmı oldukça süslü ahşap bir çatı ile
örtülmüştür.
Aspendos’taki tiyatro olağanüstü akustiğiyle de meşhurdur.
Orkestranın ortasında çıkartılan en ufak bir ses bile en üst sıradaki
galerilerden rahatça duyulabilir. Zengin bir kültürel mirasın
ortasında yaşayan Anadolu asilzadeleri şehirlerle ve onların
etrafında bulunan anıtlarla ilgili hikayeler yaratmışlardır. Kuşaktan
kuşağa aktarılan bu hikayelerden biri Aspendos Tiyatrosu ile
ilgilidir. Buna göre; Aspendos Kralı, şehre kimin en fazla hizmet
sunabileceğini görmek için bir yarışma düzenleyeceğini ve
kazananın kızı ile evlenebileceğini ilan eder. Bunu duyan
sanatkarlar son hız çalışmaya koyulurlar. Nihayet karar günü
geldiğinde, kral herkesin çabasını bir bir inceler ve iki aday seçer.
Bu adaylardan birincisi, şehre su kemerleri yolu ile çok uzak
mesafelerden su getiren bir sistemi kurmayı başarmıştır. İkinci
aday ise tiyatroyu inşa etmiştir. Kral birinci adaydan yana karar
vermek üzere iken tiyatroya bir daha bakması istenir. Tiyatronun
en üst galerisi civarında gezinirken nereden geldiği belli olmayan
bir sesin derinden ve defalarca “Kralın kızı bana verilmeli. ” dediğini duyar. Büyük bir şaşkınlık yaşayan kral,
sesin nereden geldiğini arar ancak kimseyi bulamaz. Bu kişi, tabii ki, yarattığı şaheserin akustiği ile övünen ve
sahnede çok kısık bir sesle konuşan tiyatronun mimarının ta kendisidir. Sonunda güzel kızı mimar kazanır ve
düğün töreni de bu tiyatroda yapılır.
Güney parados’taki bir yazıttan, tiyatronun İmparator Marcus Aurelius (M. S. 161-180) döneminde Theodoros
isimli bir Aspendoslunun oğlu mimar Zeno tarafından yapıldığını biliyoruz. Bu yazıta göre, Aspendos halkı
Zeno’yu takdir etmiş ve onu stadyumun yanında geniş bir bahçe ile ödüllendirmiştir. Sahne binasının her iki
tarafındaki girişlerin üzerinde bulunan Yunanca ve Latince yazıtlar, bize sahne binasının Curtius Crispinus ve
Curtius Auspicatus isimlerinde iki kardeş tarafından hizmete sokulduğunu ve binayı tanrılara ve İmparatorun
ailesine ithaf ettiklerini anlatır.
Tiyatroda bir gösteri sergilemek için hiçbir ücret talep edilmezdi. Gerekli prodüksiyon maliyetlerinin bir kısmı
kamu kuruluşları tarafından karşılanırdı, ancak gösteri bittikten sonra elde edilen karın bir kısmı bu kuruluşlara
geri dönerdi. Genellikle, oyunları izlemek ya da yarışmalara girmek isteyen biri, ücret ödemek ya da bilet
almak zorundaydı. Biletler metalden, fildişinden, kemikten ya da çoğu zaman pişmiş kilden yapılır; bir yüzünde
resim, diğer yüzünde ise oturma sırası ve numarası yazılırdı.
Aspendos’un başlıca diğer kalıntıları tiyatronun arkasında, acropolis’in yukarısındadır. Tiyatronun yanından
başlayan bir patikadan ulaşılan acropolis’te karşılaşılan ilk yapı, 27X105 metre ölçülerindeki bazilikadır.
Bazilika, Romalılar tarafından icat edilen mimari bir yapıdır. Roma bazilikaları farklı amaçlar için kullanılırdı
ancak bunların hepsi toplumla ilgili meseleler olurdu. Bu binalarda mahkemeler ve alışveriş pazarları
kurulurdu. Bazilikanın planı, etrafı odalarla çevrili geniş bir merkezi holden oluşur. Merkez hol, binanın diğer
bölümlerinden yanlarındaki sütunlarla ayrılır ve çatısı daha yüksektir. Bazilikanın içinde yargıç kürsüsü vardır.
Bizans döneminde binada büyük değişiklikler yapılmış ve bina orijinal yapısını kaybetmiştir.
Bazilikanın güneyinde, şehirdeki ticari, sosyal ve politik faaliyetlerin merkezi olan üç yanı evlerle çevrili agora
vardır. Batıya doğru gidildiğinde, az ileride, stoanın (gezinti caddesi) arkasında hepsi bir sırada olan eşit
büyüklükte on iki dükkan vardır.
Agoranın kuzeyinde, bugün sadece ön duvarı ayakta duran nymphaeum vardır. Genişliği 32. 5 metre ve
yüksekliği 15 metre olan iki katlı bu cephenin her katında beş niş vardır. Alt katta bulunan ortadaki niş
diğerlerinden daha geniştir ve kapı olarak kullanılmış olduğu düşünülmektedir. Duvarın dibindeki mermer
zeminden, binanın orijinalinde sütunlu bir cephesi olduğu anlaşılmaktadır.
Nymphaeumun arkasında alışılmadık planlı, ya konsey üyelerinin toplandıkları bir
bouleterion (konsey odası) ya da (müzik konserleri verilen ya da tiyatro oyunları
oynanan) odeon olarak kullanılan bir bina vardır.
Aspendos’un gözden kaçırılmaması gereken bir diğer kalıntısı da su kemerleridir.
Kuzeydeki dağlardan şehre su getiren bir kilometre uzunluğundaki bu kemerler
dizisi olağanüstü bir mühendislik becerisini ortaya koyar ve eski çağlardan
günümüze kalan nadir örneklerdendir. Su, kaynağından 15 metre yüksekliğindeki
kemerlerin üzerinde, oyulmuş taş bloklardan oluşan bir kanal aracılığıyla şehre
getirilirdi. Su, kemerin bitim noktasının her iki tarafında bulunan 30 metre yüksekliğindeki kulelerde biriktirilir ve
buralardan şehre dağıtılırdı.
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 15/124
Aspendos’ta bulunan bir yazıt, su kemerinin Tiberius Claudius Italicus tarafından yaptırıldığını ve şehrin
hizmetine sunulduğunu anlatır. Mimari özellikleri ve yapılış teknikleri, su kemerinin M. S. ikinci yüzyılın
ortalarına ait olduğunu gösterir.
Bu sayfalar Keskin Color A. Ş. tarafından bastırılmış Kayhan Dörtlük’ün “Antique Cities Guide – Antalya” adlı
kitabındaki bilgilerden derlenmiştir.
Kaynak: http://www. kultur. gov. tr/TR/Genel/BelgeGoster. aspx?F6E10F8892433CFF060F3652013265D660A59C2B880054A5
PERGE
Pamphylia’nın önde gelen şehirlerinden biri olan Perge, Kestros (Aksu) Nehri’nin
4 kilometre batısında iki tepe arasındaki geniş bir ovanın üzerinde kurulmuştur.
M. Ö. dördüncü yüzyılda yaşayan ve Perge’den söz eden ilk yazar olan Skylax,
şehrin Pamphylia’da olduğunu ifade eder. Yeni Ahit’de Havarilerin Faaliyetleri
bölümünde “. . . Paul ve yoldaşları Paphos’tan ayrıldığı zaman Pamphylia’daki
Perge’ye geldiler” cümlesi eski çağlarda Perge’ye denizden ulaşılabiliyor
olduğunu gösterir. Tıpkı Kestros’un bugün uygun iletişim sağlaması gibi, eski
çağlarda da dalgıçlar bölgeyi daha üretken kılıp Perge’de deniz ticaretine olanak
sağlayarak önemli rol oynarlardı. Perge denizden 12 kilometre içerde olmasına rağmen, Kestros sayesinde bir
kıyı şehri gibi denizin avantajlarından yararlanabiliyordu. Üstelik, içerde olmasından dolayı denizden gelen
korsan saldırılarından da korunmuş oluyordu.
Üçüncü ya da dördüncü yüzyıl dünya haritasının geç dönem kopyalarında Perge, Pergamum’da başlayan ve
Side’de biten ana yolun yanında gösterilir.
Strabo’ya göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Mopsos ve Kalkhas isimli kahramanların liderliğinde Argos’tan
gelen koloniciler tarafından keşfedilmiştir. Dilbilimsel araştırmalar Achaean’ların Pamphylia’ya M. Ö. ikinci bin
yılın sonlarına doğru girdiğini doğrular. Bu çalışmalara ek olarak, 1953’te Perge şehrinin Helenistik giriş
kapısının avlusunda yapılan kazılarda bulunan M. S. 120 – 121 yıllarına ait yazıtlar da bu kolonileşmeye
tanıklık eder; heykellerin altlarındaki yazılarda şehrin efsanevi kurucularından Mopsos, Kalkhas, Riksos,
Labos, Machaon, Leonteus ve Minyasas adlı yedi kahramandan söz edilir.
Dördüncü yüzyılın ortalarına kadar Perge ile ilgili daha fazla yazılı kayıt yoktur.
Bununla birlikte, Büyük İskender’in gelişine kadar Perge’nin Perslerin yönetiminde
bulunduğu su götürmez bir gerçektir.
M. Ö. 333’te Perge hiç direnmeden İskender’e teslim olmuştur. Perge’nin bu teslimci
davranışı, olumlu politikasının yanı sıra o dönemde şehrin henüz koruyucu surlarla
çevrilmemiş olması ile de açıklanabilir.
İskender’in ölümünden sonra, Perge kısa bir süre Antigonos’un nüfuz alanına ve
daha sonra Seleucid egemenliği altına girmiştir. Seleucidler ve Pergamum kralı
arasındaki sınır anlaşmazlığı, Apamea Antlaşması’ndan sonra da devam edince
Roma Konsolosu Manlius Vulso M. S. 188’de arabulucu olarak Roma’ya
gönderilmiştir. Manlius Vulso, III Antiochos’un Perge’de bir garnizona sahip olduğu
öğrenince Pergamum Kralı’nın ısrarı ile şehri kuşatmıştır. Bu noktada, garnizon
komutanı, konsolosu Antiochos’un izni olmadan şehri teslim edemeyeceği
konusunda bilgilendirmiş ve bunun için otuz güne ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bu
sürenin sonunda da Perge Pergamum’un eline geçmiştir.
Yaklaşık olarak M. Ö. 133’te Pergamum Krallığı Roma’ya devredildiğinde Perge,
tam bağımsız olmuştur.
M. Ö. 79’da Romalı devlet adamı Cicero, bazı davalarda savcılık görevi yürüten konsey yardımcısı Kilikyalı
Gaius Verres’in kanunsuz davranışlarını senatoya şu ifadelerle anlatmıştır: “Bildiğiniz gibi, Diana’nın Perge’de
çok eski ve kutsal bir tapınağı var. Şunu iddia ediyorum ki, bu tapınak da Verres tarafından soyulmuş,
yağmalanmıştır ve Diana’nın heykelinden altın koparılmış ve çalınmıştır. ”
Perge’de kutsal sayılan tanrı ve tanrıçalar arasında Artemis’in önemli bir yeri vardır. Pamphylia lehçesinde
Vanassa Preiia denilen bu eski Anadolu tanrıçası, Helenistik dönem madeni paralarının üzerinde bu adla
görülür ve Yunan kolonileşmesinden sonra Artemis Pergaia adını alır.
Madeni paraların üzerine kült heykel ya da kadın avcı olarak basılmasının
yanı sıra, Perge’nin Artemis’i kazılarda bulunan bir çok heykel ve rölyefin
de konusudur. Kare taş blok üzerinde kült heykel biçimindeki bir rölyef
özellikle ilginçtir. Artemis Pergaia kültü, daha birçok şehirde, hatta
Akdeniz çevresindeki ülkelerde bile görülür.
Eski dünyada Artemis Pergaia’nın bu kadar ünlü olmasına rağmen, ona
ait tapınağın izleri henüz bulunamamıştır. Şimdilik, Artemis’in altınla
bezeli heykelini koruyan ve boyutları, güzelliği ve mimarisi antik yazarlar
tarafından göklere çıkarılan bu ünlü anıtın madeni paralardaki şematik
betimlemelerinden edinebildiğimiz bilgilerle yetinmeliyiz.
M. S. 46’da, Perge Hıristiyan dünyası için önemli bir olaya ev sahipliği
yapmıştır. Yeni Ahit, Havarilerin Faaliyetleri bölümünde, St. Paul’ün Kıbrıs’tan Perge’ye oradan da Pisidia’daki
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 16/124
Antiocheia’ya gittiği ve sonra Perge’ye dönerek bir vaaz verdiği anlatılır. St. Paul daha sonra şehirden
ayrılarak Attaleia’ya gitmiştir.
İmparatorluk döneminin başlangıcından itibaren, Perge’de iş projeleri hayata geçirilmiş ve M. S. ikinci ve
üçüncü yüzyıllarda şehir yalnızca Pamphylia’nın değil, tüm Anadolu’nun en güzel şehirlerinden biri haline
gelmiştir.
Dördüncü yüzyılın ilk yarısında, Büyük Konstantin (324 - 337) krallığı sırasında, Hıristiyanlığın Roma
İmparatorluğu’nun resmi dini olmasıyla birlikte, Perge, Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.
Şehir beşinci ve altıncı yüzyıllarda da bir Hıristiyanlık merkezi olmayı sürdürmüştür. Sık görülen isyan ve
akınlara karşı, kendilerini yalnızca akropolisin içinde
savunabilen vatandaşlar, şehir surlarının içine çekilmişlerdir.
Perge yedinci yüzyılın ortalarında baş gösteren Arap akınlarıyla
kalan gücünü kaybetmiştir. Bu dönemde şehrin bir kısmı
Antalya’ya göç etmiştir.
Şehre giren bir kişinin karşılaştığı ilk bina, Kocabelen
Tepesi’nin güney eteklerine inşa edilmiş Yunan-Roma tipi
tiyatrodur. Yarım daireden biraz daha büyük olan cavea (seyirci
oturma yerlerinin bulunduğu alan), ortasından geçen geniş bir
diazomayla (yatay geniş basamak) ikiye ayrılmıştır. Toplam
13000 kişilik tiyatro diazomanın altında 19, yukarısında 23
oturma sırasından oluşur. Roma tiyatrosu mimari kurallarına
uygun olarak, giriş ve çıkış yolu olarak kullanılan tiyatro
galerilerinde, izleyiciler diazomaya her iki uçtan, kemerli geçitlerden ve merdivenlerden geçerek her iki tarafta
da bulunan paradoslardan (yan çıkış kapıları) ulaşırlar ve buradan da oturacakları yerlere dağılırlardı.
Cavea ve sahne arasında orkestraya ayrılan alan, yarım daireden biraz daha geniştir. Orkestra alanı, üçüncü
yüzyıl ortalarında gladyatör ve vahşi hayvan dövüşlerinin popüler olduğu zamanlarda arena olarak
kullanılmıştır. Bu alanın etrafı, hayvanların kaçmasını engellemek için Herme formunda yapılmış mermer
toplar arasından geçen oyma panellerle çevrilmiştir.
Kısmen ayakta duran iki katlı sahne harabesi, sütunlu mimarisi ve heykel süslemeleriyle M. S. ikinci yüzyılın
ortalarına tarihlendirilebilir. Harabenin cephesinde sanatçıların girişlerini ve çıkışlarını sağlayan beş kapı
arasındaki sütunlar yukarıdaki dar bir podyumu destekler. Tiyatronun en belirleyici özelliği, podyumun bu
yüzünü süsleyen mitolojik konulu rölyeflerdir. Sağdaki ilk rölyef, mitolojide nymph (su, dağ ve ormanlarda
yaşayan periler) olarak bilinen kadınlardan biri ile Perge’nin can damarı Kestros (Aksu) Nehri’ni kişileştiren
yerel bir tanrıyı betimler. Buradan itibaren rölyefler sırasıyla, şarap tanrısı ve tiyatroların kurucusu ve
koruyucusu olan Dionysos’un tüm hayatını anlatır. Dionysos, Zeus’un ve bir kralın kızı olan ve baharla
karşılaştırılan güzelliği dillere destan Semele’nin oğludur. Kocasını sürekli kıskanan Tanrıça Hera, oğlu ile
birlikte Semele’den kurtulmak ister. Tanrıça, Semele’yi kandırmak için kızın annesinin kılığına girer ve
Semele’den Zeus’u tüm ihtişamı ve gücüyle görmesine izin vermesi konusunda ikna etmesini ister. Her şeye
inanan Semele oyuna gelir ve Zeus’a razı olması için yalvarır. Sevgilisinin yalvarışlarına dayanamayan Zeus,
iki tekerlekli at arabasıyla Olympos’tan iner ve onlara görünür ancak, ölümlü Semele, Zeus’un parlaklığına
dayanamaz ve alevler içinde kül olur. Ölürken, doğmasına henüz zaman
olan aşkının meyvesine hayat verir ve onu alevlerin dışına fırlatır. Zeus bu
erkek bebeği alır, kendi kalçasını yararak bebeği yerleştirir ve yarayı diker
ve bebeği normal doğum zamanı gelene kadar orada saklar. Bu nedenle
önce annesinin rahminden daha sonra da ikince kez babasının
kalçasından dünyaya gelen çocuğa Dionysos-born (çifte doğan) adı verilir.
Böylece, bebek Hera’nın kötülüklerinden korunabilmesi, beslenebilmesi ve
yetişkinlik çağlarına erişebilmesi için, Hermes tarafından Nysa Dağı’ndaki
nymph’lere götürülür. Nymphler, burada çocuğu özel ilgi ve sevgiyle
büyütürler. En sonunda, genç bir adam olan Dionysos bir gün mağaranın
duvarlarında yetiştirilen asmalardaki tüm üzümlerin suyunu içer. Şarap,
böylece keşfedilir. Yeni içkisini dünyanın her köşesine tanıtmak ve asma
kültürünü yaygınlaştırmak için şarap tanrısı, iki panterin çektiği iki tekerlekli arabasıyla dünya turuna çıkar.
Ne yazık ki, bu güzel kabartmaların önemli bir bölümü sahnenin çökmesi sonucu hasara uğramıştır. 1985’de
başlayan kazılar süresince bulunan bu parçalar, orijinalinde yapının değişik konulardaki daha fazla frizle
süslendiğinin kanıtıdır. Yapının hangi bölümüne ait olduğu hala anlaşılamayan 5 metre uzunluğundaki bir frizin
konusu özellikle ilginçtir. Bu frizde, Tyche sol elinde bir bereket boynuzu ve sağ elinde bir kült heykel taşır.
Bunun her iki tarafında tanrıçalarına kurban etmek için boğalar getiren bir yaşlı adam ve iki gencin figürleri
vardır.
Tiyatrodan şehre giden asfalt yolun sağında eski çağlardan günümüze kalan en iyi korunmuş stadyumlardan
biri vardır. 34x334 metre ölçülerindeki bu büyük dikdörtgen yapı, kuzey ucunda at nalı şeklindedir ve güneyi
açıktır. Binaya büyük olasılıkla bu noktadan anıtsal ahşap bir kapıdan geçilerek girilmekteydi. Stadyumun
altında, uzun kenarlarının her birinde otuzar ve kuzey ucundaki kısa kenarında on tane olmak üzere toplam
yetmiş kemerli oda bulunmaktadır. Bu odalar birbirlerine bağlıdır ve her üç bölmede bir tiyatroya giriş vardır.
Bu bölmelerin günümüze kadar ulaşabilenlerinin üzerindeki, sahiplerinin adının yazılı olduğu ve çeşitli malların
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 17/124
listelendiği yazıtlardan bu yerlerin dükkan olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kemerli odaların
üzerinde bulunan oturma sıraları 12, 000 kişilik oturma kapasitesi sağlar. Üçüncü yüzyılın
ortalarında gladyatör vahşi hayvan dövüşleri popüler olunca, stadyumun kuzey ucu koruyucu
kafeslerle çevrilmiş ve arenaya dönüştürülmüştür. Mimarisi ve taş işçiliği, bu büyük yapının M. S. 2.
yüzyıla ait olduğunu kanıtlar.
Şehir surlarının dışında kalan dikkate değer bir başka kalıntı da Bithynia Valisi Plancius Verus’un
kızı Plancia Magna’nın lâhdidir. Şehrin anıtlarla ve heykellerle bezeli birçok yerine sahip olan ve
Perge’deki kamusal işlerin başını çeken Plancia Magna, varlıklı ve yurttaşlık bilincine sahip bir
kadındı. Topluma yaptığı hizmetlerden ötürü, halk, meclis ve senato Plancia’nın heykellerini
dikmiştir. Çeşitli yazıtlarda Plancia’nın adı şehrin idaresindeki en üst düzey memurluk olan
“demiurgos” sıfatı ile birlikte yazılır. Buna ek olarak, Plancia Magna, ömür boyu tanrıların anası
rahibesi, Artemis Pergaia rahibesi ve imparatorluk kültü baş rahibesi idi.
Perge’nin büyük bir kısmı, bazı bölümlerinin tarihi Helenistik döneme kadar uzanan surlarla çevrilidir. İstihkam
duvarlarının üzerine 12 – 13 metre yüksekliğinde kuleler inşa edilmiştir. Ancak sürekli barışın ve sükunetin
sağlandığı Pax Romana döneminde surlar önemini yitirmiş ve duvarların ötesinde tiyatro ve stadyum gibi
yapılar hiç korkmadan inşa edilmiştir.
Dördüncü yüzyılda yapılan surlardaki geç döneme ait kapıların birinden geçerek şehre giren biri, daha sonraki
dönemlerde yapılan duvarlarla çevrili 40 metre uzunluğunda küçük, dikdörtgen bir avluya gelir. Bu avludan
zafer takı formunda ve oldukça süslü ikinci bir kapıya, güney kapısına geçilir. Bu kapı, 92 metre uzunluğunda
ve 46 metre genişliğinde trapezoid biçimli avluya çıkar. İmparator Septimus Severus (M. S. 193 - 211)
hükümdarlığı süresince tören alanı olarak kullanılan bu avlunun batı duvarında anıt çeşme ya da nymphaeum
vardır. Yapı, geniş bir havuzun arkasında iki katlı zengin süslemeli bir bina cephesinden oluşmaktadır.
Yazıtından yapının, Artemis Pergaia, Septimius Severus ve karısı Julia Domna ve oğullarına ithaf edildiği
açıktır.
Nymphaeum kazılarında bulunan binanın cephesine ait bir yazıt, bina cephesinin parçaları ve Semptimius
Severus’un ve karısının mermer heykelleri, şimdi Antalya Müzesi’ndedir.
Nymphaeum’un tam kuzeyindeki anıtsal koridor, Pamphylia’daki en geniş ve en
muhteşem hamama açılır. 13x20 metre ölçülerindeki geniş havuz (natacia), kamuya
açık büyük spor alanının (palaestra) güney portico’sunda (sütunlu giriş) yarım daire
formunda bir odanın içini kaplar. Palaestra, ön tarafta bir portico ile sınırlandırılır.
Pergeliler palaestra’da spor yaptıktan sonra bu havuzda temizlenirlerdi. Ön
cephenin dinamik mimarisinden, cephede kullanılan renkli mermerlerden ve dekor
olarak kullanılan Genius, Heracles, Hygiea, Asklepios ve Nemesis heykellerinden,
bu alanın göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip olduğu açıktır. Buradan bir başka kapı,
gene havuzlu bir alan olan frigidarium’a (soğuk su odası) çıkar. Hamama girecek insanlar bu havuza girmeden
önce havuzun kuzey kenarı boyunca sığ bir kanaldan akan suda ayaklarını yıkarlardı.
Varolan kanıtlar frigidariumun Muse (Zeus ve Mnemosyne’nin dokuz kızının, dokuz sanat dalı tanrıçası kız
kardeşin her birine verilen genel ad) heykelleriyle bezendiğini gösterir. Buradan sonra birbirine bağlantılı
tepidarium ve caldarium vardır. Bu odaların altında kazan dairesinden gelen sıcak havanın dolaşımını
sağlayan ısıtma sistemine ait tuğla dizileri görülür.
Roma hamamında yıkanmak çok aşamalı bir işlemdi. Hamama giren kişi ilk olarak apodyterium denilen bir
odada giysilerini çıkartır ve bundan sonra spor yaptığı palaestra’ya girerdi. Gösterdiği fiziksel efor sonucu
oluşan terinden ve kirinden arınmak için havuza girer ya da caldrium’daki sıcak suyla yıkanırdı. Buradan
sonra, soğuk su banyosu için tepidarium’a ya da frigidarium’a giderdi. Roma döneminde hamam sadece
yıkanmak için kullanılan bir yer değil, aynı zamanda erkeklerin günlerini geçirmek için buluştukları ya da çeşitli
önemli konuları tartıştıkları bir yerdi. Frigidarium’un kuzeyindeki uzun dikdörtgen bölüm muhtemelen hamama
gelenlerin gezindiği ve sohbet ettiği bir yerdi. Bu odanın batı duvarlarında uzun, mermer bir sıra vardır. Kazılar
süresince birçok sütun tabanında bulunan yazıtlar, sütunların üzerinde bulunan heykellerin Claudius Peison
isimli biri tarafından bağışlandığını gösterir.
İçerdeki avlunun kuzey ucunda Perge’nin en görkemli yapısı olan Helenistik giriş
kapısı vardır. Tarihi M. Ö. üçüncü yüzyıla uzanan ve arkasında at nalı şeklinde bir
avlu olan iki kuleden oluşan bu kapı, çağın savunma stratejisine uygun olarak
akıllıca tasarlanmıştır. Kuleler üç katlıdır ve koni şeklindeki çatılarla örtülmüştür.
Plancia Magna’nın yardımıyla, M. S. 120 ve 122 yılları arasında bu avlunun
dekorasyonunda çeşitli değişiklikler yapılmış ve savunma için kullanılan bu yapı
şeref avlusuna dönüştürülmüştür. Bina cephesini oluşturmak için kat kat renkli
mermerler döşenmiş, birkaç yeni niş açılmış ve korinth tarzı sütunlar ilave edilmiştir.
Alt kısımlardaki nişlerde Afrodit, Hermes, Pan ve Dioskouroi gibi tanrı ve tanrıçaların figürleri yer
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 18/124
almaktaydı. Avluda yapılan kazılarda dokuz heykelin yazılı kaideleri bulunmuştur ancak heykellere henüz
ulaşılamamıştır. Yazıtlara göre, muhtemelen yukarıdaki nişlerin içinde yer alan bu heykeller, tarihi belgelerde
de anlatıldığı gibi Truva Savaşı’ndan sonra Perge’yi kuran efsanevi kahramanları temsil etmekteydi. İki heykel
kaidesi üzerindeki yazıtta, M. Plancius Varus ve oğlu C. Plancius Varus’un isimleri Perge’ye karşı olan
cömertliklerinden ve yüceliklerinden dolayı “kurucu” sıfatıyla yer almaktadır, kendilerine bu şeref uygun
görülmüş ve Perge’nin ikinci kurucuları olarak kabul edilmişlerdir.
At nalı şeklindeki avlu kuzeyde Plancia Magna tarafından yaptırılan zafer takı şeklindeki anıtsal giriş kapısı ile
sınırlandırılmıştır. Kazılarda ortaya çıkartılan heykel kaidelerindeki yazılar, giriş kapılarındaki nişlerde
Nerva’dan Hadrian’a kadar olan süreçte hükümdarlık süren imparatorların ve karılarının heykellerinin
durduğunu göstermektedir.
65 metrekarelik agora, Helenistik giriş kapısının doğusunda yer alır. Geniş bir stoa (kenarları sütunlu gezinti
caddesi), dört bir kenardan dükkanlar dizili bir merkezi çevreler. Bu dükkanların
zeminleri renkli mozaiklerle döşenmiştir. Kuzey portico’daki bir dükkanın önünde eski
oyunlarda kullanılan ilginç bir taş görülebilir. Kişi başına altı taş ile oynanan ve bu
taşların zar gibi atıldığı oyunun, benzer taşlara komşu şehirlerde de rastlanmasından
dolayı, o dönemlerde bölgede popüler olduğu sanılmaktadır. Avlunun ortasında
Side’deki agora’da (çarsı) olduğu gibi yuvarlak bir yapı vardır; bu yapının kesin
özellikleri henüz bilinmemektedir.
Kuzeyden güneye şehir merkezi boyunca, restorasyon çalışmaları halen süren sütunlu
bir cadde, acropolis’in (hisar) yakınında bulunan Demetrios-Apollonios Zafer Takının
altından geçerek uzanmaktadır. Bu cadde doğudan güneye inen bir başka
cadde ile kesişir. 250 metre uzunluğundaki bu caddenin iki kenarında,
arkalarında sıra sıra dükkanlar bulunan geniş portico’lar vardır. Bu şekilde, iki
tarafı sütunlu mimari, Romalıların perspektif anlayışlarını yansıtan çeşitli
örnekler sunar. Ayrıca bu portico’lar insanlara kışın şiddetli yağışlardan ve
yazın Perge’nin kavurucu sıcaklarından korunabilecekleri yer sağlardı. İklim
koşullarına uygun olmasından dolayı, bu tip caddelere güney ve batı Anadolu
şehirlerinde sık sık rastlanırdı. Perge’nin sütunlu caddesinin en ilgi çekici yanı
yolu ortadan bölen havuzumsu su kanallarıdır. Nehir tanrısı Kestros tarafından
akıtılan bu temiz ve berrak su, caddenin kuzey ucundaki anıt çeşmeden
(nymphaeum) çıkar, oradan da durgun bir şekilde kanallara akar ve
Pamphylia’nın kavurucu sıcaklarında Pergelileri bir nebze serinletirdi. Hemen
hemen caddenin tam ortasında, portico’ya ait rölyeflerle bezeli dört sütun göze çarpar. İlk sütunda dört atın
çektiği bir savaş arabasına binen Apollo; ikinci sütunda avcı kadın Artemis; üçüncü sütunda şehrin mitolojik
kurucularından Calchas ve son olarak dördüncü sütunda şans tanrıçası Tyche (Şans) betimlenmiştir.
Ana yol, akropolisin ayağında M. S. ikinci yüzyılda inşa edilen bir başka
nymphaeumda (anıt çeşme) son bulur. İki katlı yapının zengin cephe mimarisi ve
sayısız heykelleri, yapıyı Perge’nin en dikkat çekici anıtlarından biri yapar.
Kaynaktan getirilen sular, çeşmenin tam ortasındaki nehir tanrısı Kestros
heykelinin altından aşağıdaki havuza boşalır ve buradan kanallar yoluyla
caddelere akardı.
Caddelerin kesiştiği Apollonios Zafer Takından sola dönüp Helenistik kapıdan
geçince Perge’nin en eski binası olarak bilinen palaestra ile karşılaşılır. Burada,
öğretmenleri denetiminde şehrin gençleri güreş antrenmanı ve beden eğitimi
yaparlardı. Bir yazıta göre, odalarla çevrilmiş olan açık alandan oluşan bu büyük
kare yapı, C. Julius Cornutus tarafından M. S. 41 – 54 yılları arasında hüküm
süren İmparator Claudius anısına yaptırılmıştır.
Sanatçılar tarafından mermer bir kente dönüştürülen Perge, modern şehir
planlamacılarını kıskandıracak kusursuz şehir planıyla gerçekten muhteşemdi.
Birinin şehrin görkemini tam olarak anlayabilmesi için Antalya Müzesi’ni ziyaret
ederek Perge’den çıkarılıp burada sergilenen yüzlerce heykeli görmesi gerekir.
Perge’nin yetiştirdiği ünlü adamlar arasında Fizikçi Asklepiades’den, felsefeci
Varus’tan ve matematikçi Apollonios’tan söz edilebilir.
Perge’de kazı çalışmaları Türk arkeologlar tarafından 1946’dan beri devam
etmektedir.
Bu sayfalar Keskin Color A. Ş. tarafından bastırılmış Kayhan Dörtlük’ün “Antique
Cities Guide – Antalya” adlı kitabındaki bilgilerden derlenmiştir.
Kaynak: http://www. kultur. gov. tr/TR/Genel/BelgeGoster. aspx?F6E10F8892433CFF060F3652013265D6F87C2B01D434CDA5
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 19/124
3. Gün: 25. 01. 2010 PAZARTESİ:
ANTALYA – TERMESSOS – ANTALYA (120 km)
Antalya
GENEL BİLGİLER
Yüzölçümü: 20. 723 km²
Nüfus: 1. 789. 295 (2007)
Bu nüfusun 1. 127. 634'ü il ve ilçe merkezlerinde, 661. 661'i köylerde
yaşamaktadır.
Coğrafi Konumu : Antalya ili, Türkiye’nin güneyinde, merkezi Akdeniz kıyısında
olan bir turizm merkezidir. Kuzeyinde; Burdur, Isparta, Konya, doğusunda;
Karaman, Mersin, batısında; Muğla illeri vardır. Güneyi, Akdeniz ile
çevrelenmiştir. Türk Riviera’sı Antalya kıyılarının uzunluğu 630 km’yi bulur.
Tarihçe : "Attalos Yurdu" anlamına gelen Antalya, II. Attalos tarafından kurulmuştur. Bergama Krallığı’nın
sona ermesiyle (M. Ö. 133) bir süre bağımsız kalan kent, daha sonra korsanların eline geçmiştir. M. Ö. 77’de
Komutan Servilius Isauricus tarafından Roma topraklarına katılmıştır. M. Ö. 67’de Pompeius’un donanmasına
üs olmuştur. M. S. 130’da Hadrianus’un Attaleia’yı ziyaret etmesi şehrin gelişmesini sağlamıştır. Bizans
egemenliği sırasında piskoposluk merkezi olan ismi görülen Attaleia, Türklerin eline geçtikten sonra büyük bir
gelişme göstermiştir. Modern şehir, antik yerleşmenin üzerine kurulduğundan, Antalya’da antik çağ
kalıntılarına çok az rastlanmaktadır. Görülebilen kalıntıların ilki, eski liman olarak nitelenen liman mendireğinin
bir kısmı ve limanı çevreleyen surdur. Surların park dışındaki kısmında restorasyonu yapılan Hadrian Kapısı
Antalya’nın en güzel antik eserlerinden biridir.
Antalya şehri ve çevresine antik çağda, “çok verimli” anlamına gelen
Pamphylia, Batı kesimine ise Lykia denirdi. Milattan önce VIII. yüzyıldan
itibaren buraya Ege denizinin Batı kıyılarından göçenler; Aspendos ve Side
gibi şehirleri kurmuşlardır. II. yüzyıl ortalarında hüküm süren Bergama Kralı II.
Attalos, Side’yi kuşatmıştı. Antalya’nın yaklaşık 75 km. doğusundaki Side’yi
alamayan kral, şimdiki il merkezinin olduğu yere gelerek bir şehir kurdu.
Buraya onun adı verilerek Attaleia dendi. Zaman içinde Atalia, Adalya diyenler
oldu. Antalya, onun adından gelmektedir.
Yapılan arkeolojik kazılarda Antalya ve bölgesinde, günümüzden 40 bin yıl
önce insanların yaşadığı ispat edilmiştir. Milattan önce 2000 yılından bu yana
bölge, sırasıyla; Hitit, Pamphylia, Lykia, Kilikya gibi kent devletlerinin ve Pers,
Büyük İskender ile onun devamı sayılan Antigonos, Ptolemais, Selevkos, Bergama Krallığı’nın idaresine
girmiştir. Daha sonra Roma Devleti, hüküm sürmüştür. Antalya’nın antik çağdaki adı Pamphylia idi ve burada
kurulan şehirler bilhassa II. ve III. yüzyılda altın çağını yaşadı. V.
yüzyıla doğru da eski ihtişamını kaybetti.
Yöre Doğu Roma ya da Türkiye’de tanınan adıyla Bizanslıların
hâkimiyeti altındayken, 1207’de Selçuklular tarafından Türk
topraklarına katıldı. Anadolu Beylikleri devrinde ise Teke
Aşiretinin bir kolu olan Hamitoğulları’nın egemenliğine girdi. Teke
Türkmenleri, Türklerin eski yurdu bugünkü Türkmenistan’da da
nüfus olarak en büyük boylardan biridir. XI. yüzyılda bir kısmı
buraya gelmiştir. Bugün Antalya’nın kuzeyi ile Isparta ve
Burdur’un bir kısmı olan Göller Bölgesinin, bir adı da Teke
yöresidir. Osmanlılar zamanında Anadolu eyaletine bağlı Teke
sancağının merkezi, şimdiki Antalya il merkeziydi. O yıllarda
buraya Teke sancağı denirdi. İlin şimdiki adı ise aslında antik çağdaki adının biraz değişmiş şeklidir ve
Cumhuriyet döneminde verilmiştir.
XVII. yüzyılın ikinci yarısında Antalya’ya gelen ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi, kale içinde dört mahalle ve
üç bin ev, kale dışında 24 mahallesi olduğunu belirtir. Şehrin çarşısı ise kale dışındaymış. Evliya Çelebi’ye
göre limanı, 200 parçalık gemi alacak büyüklüktedir. İdarî bakımdan Konya’ya bağlı Teke Sancağı’nın merkezi
olan Antalya, Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında bağımsız sancak haline getirildi.
Kaleiçi ; büyük bir bölümü yıkılmış ve yok olmuş at nalı şeklinde
içten ve dıştan surlarla çevrilidir. Surlar, Helenistik, Roma,
Bizans, Selçuklu ve Osmanlı devirleri ortak eseridir. Surların 80
burcu vardır. Surların içinde kiremit çatılı 3. 000 kadar ev
bulunmaktadır. Evlerin karakteristik yapıları Antalya'nın sadece
mimari tarihi hakkında fikir vermekle kalmaz, aynı zamanda
bölgedeki yaşam tarzını, gelenek ve görenekleri en iyi şekilde
yansıtır. 1972 yılında Antalya iç limanı ve Kaleiçi semti, özgün
dokusu nedeniyle "Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek
Kurulu" tarafından "SİT bölgesi" olarak koruma altına alınmıştır.
Turizm Bakanlığı'na "Antalya- Kaleiçi Kompleksi" restorasyon
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 20/124
çalışmasından dolayı, 28 Nisan 1984’de FİJET (Uluslararası Turizm Yazarları Birliği) tarafından Altın Elma
Turizm Oskarı ödülü verilmiştir. Günümüzde Kaleiçi otelleri, pansiyonları, restoranları ve barları ile eğlence
merkezi haline gelmiştir.
Eski Antalya Evleri : Yazların çok sıcak ve kışların ılık geçtiği Antalya'da eski evlerin yapımında soğuktan
çok, güneşi önlemeye ve serinlik sağlamaya önem verilmiştir. Gölgeli taşlıklar ve avlular hava akımını
kolaylaştıran özelliklerdir. Depo ve hol görevi yapan girişi ile üç kat üzerine kurulmuştur.
Yivli Minare: Antalya’nın ilk Türk yapısıdır. Merkezde liman yakınındadır. Üzerindeki yazıta göre Anadolu
Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’ın yönetimi zamanında
(1219-1236) inşa edilmiştir. Tuğla ile örülen gövdesi, sekiz yarım
silindirden oluşur. Bu minarenin bitişiğinde bir cami varsa da
yıkılmış olmalıdır. Çünkü Minarenin yanındaki Cami daha geç
devre, 1372 yılına aittir. Bir Türk Beyliği olan Hamitoğulları
zamanında, Tavaşi Balaban adlı bir mimar tarafından yapılmıştır.
Ulu Cami: Kesik Minare adıyla da bilinir. Aslında bir Bazilika
olarak V. yüzyılda inşa edilmiştir. İlk eserden çok az bölüm
ayakta kalmış, Bizans döneminde değişikliklere uğramıştır. Eser,
Osmanlılar zamanında tamir görmüş, bir kısmı Mevlevihane
olarak kullanılmış, sonra cami olarak hizmete açılmıştır.
Karatay Medresesi: İl merkezindeki önemli Türk İslâm yapılarından olup XIII. yüzyıl ortasında inşa edilmiştir.
Evdir Han: 20. yüzyıl başlarına kadar ulaşım at ve develerle sağlanır, ticaret malları da bu hayvanlarla
nakledilirdi. Kervanlar yollarda, “Han” ve kervansaraylarda konaklardı. İşte Evdir Han da bunlardan biridir.
Antalya’dan kuzeye giden yol üstündedir. Bugünkü Antalya-Korkuteli kara yolunun 1 km. doğusunda ve il
merkezine 18 km. uzaklıktadır. En fazla dikkati çeken kısmı sivri kemerli portalıdır. XIII. yüzyılın başlarında
yapılmış bir Selçuklu eseridir.
Kırkgöz Han: Antalya – Afyon eski yolundaki ikinci durak yeri Kırkgöz Han’dır. Kırkgöz Han Antalya’ya 30 km.
uzaklıkta bulunan Kırkgöz’de, Pınarbaşı mevkiindedir. Çok
sağlam bir durumdadır.
Düden Şelâleleri: Antalya il merkezinin yaklaşık 10 km.
kuzeydoğusundaki bu şelâle, şehri simgeleyen tabiat
güzelliklerindendir. 20 metre yükseklikten dökülür. Ana kaynağı
Kırkgöz mevkisidir. Aşağı Düden Şelâlesi ise Lâra Plajı
yolundadır. Kent merkezinin güneydoğusunda, 40 metre
yükseklikteki falezlerden denize dökülür. Antalya’nın simgeleşmiş
tabiat güzelliklerindendir.
Kurşunlu Şelâlesi: İl merkezinin doğusundaki Alanya yolunun
24. km’sindeki sapaktan Isparta yoluna girildikten 7 km. sonra
ulaşılabilir. Bu tabiat harikası da en çok ziyaret edilen yerlerden
biridir. Şelâle bir masal diyarından çıkıp gelmiş gibidir. Yemyeşil derin bir vadinin içindedir. Bütün çevresi
yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşle gezilebilir. Yer yer gölcüklerin oluştuğu sularda çok sayıda balık
yaşamaktadır. Aynı zamanda zengin faunası ile dikkat çeker. Düden, Kurşunlu ve Manavgat Şelâleleri, birçok
Türk filminde mekân olarak kullanılmıştır. Hepsine de otobüsle rahatlıkla gidilebilir.
Lâra - Konyaaltı Plajı: Antalya il merkezinin 10 km. kadar doğusundaki doğa harikası Lâra Plajı ile Antalya
merkezinin batı kıyısındaki Konyaaltı Plajı şehrin en güzel kıyılarıdır.
Karain Mağarası: Antalya’nın 27 km. kuzeybatısında, Yağcılar sınırları içindeki Karain Mağarasında bulunan
kalıntılar Paleolitik, Mezolitik, Neolitik ve bronz çağlarına aittir. Bu mağara, görülmesi gereken yerlerdendir.
Ariassos: Antalya-Burdur otoyolunun 48. kilometresinde, sola dönülen bir sapaktan 1 km. içerdedir. Bir dağın
yamacında kurulmuş olup, hamamları, kaya mezarları açısından görülmeye değerdir. Ariassos kentine girilen
vadinin başlangıcında kentin en görkemli kalıntısı olan giriş kapısı yükselir. Roma devrinden kalma bu anıt, 3
kemerli ve dolayısıyla 3 girişli olduğu için, yöre halkınca “Üç kapı” diye anılır. Kentin şaşırtıcı bir özelliği, dörtte
üçünün, olağanüstü gösterişli anıtsal mezarlar olan nekropolis kalıntısı olmasıdır.
Hayat Tarzı : Antalya ve çevresinde, asırlardır süzülen iki hayat tarzının da
mirası vardır. Türkler buraya ilk geldiklerinde yerleşik düzene hemen uymuşlar;
köy, kasaba ve şehirler kurmuşlardır. Nüfusun bir kesimi ise Türklerin Anadolu’ya
gelmesinden önce olduğu gibi konargöçer hayatı sürdürmüştür. Yarı yerleşik
demek olan bu hayat tarzına göre, birbirine akraba en az 15–20 aile, bazen de
yüzlerle ifade edilen sayıdaki aileler; kıl çadırlarda yaşar, yazın dağlara çıkar,
kışın ise kışlak denen sıcak ovalara inerlerdi. Deve, koyun gibi hayvanları
yetiştirir bunlardan ürettikleri ürünleri, yerleşik halkın ürünleriyle değişerek ya da
satarak geçinirlerdi. Et, süt, yağ üretirler, kıl çadır ve doğal kökboyalı kilim
dokurlardı. Kışlaklarda dar alanlara tahıl, sebze ekenler bile olurdu. Hatta
Osmanlı ordusuna at yetiştiren büyük konargöçer grupları (aşiret, oymak) vardı.
Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com
Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.
Download