İslam Sosyolojisi

advertisement
Tarihsel ve Çağdaş
birikimin değerlendirilmesi
KADİR CANATAN
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Birinci Bölüm
İslam’da Toplumsal Düşüncenin Temelleri ve Tarihsel
Gelişimi
1-Toplumsal Düşüncenin Gelişmesi ve Sosyolojinin Doğuşu
2-İslam Geleneğinde Bilimlerin Sınıflandırılması
3-İslam Düşünce Geleneğinde Sosyal Düşüncenin Gelişmesi
4-İslam Sosyal Düşüncesi:Kronolojik Olarak
Düşünürler ve Yapıtları
İkinci Bölüm
Farabi Sosyolojisi
1-Varlık Felsefesi:İlk Neden
Varlıkta Birlik ve Çokluk İlişkisi
Varlığın Farklı Düzlemleri:Ay üstü Ay altı Dünyalar
2-Antropoloji:İnsan Görüşü
3-Sosyoloji:İdeal Toplum ve İdeal Devlet
Toplumsal Yaşamın Kökeni
Toplumsal Önderlik
Mükemmel Yöneticinin Özellikleri
Toplum Türleri:Erdemli Toplum ve Erdemli Toplumun Karşıtları
Toplumun Doğası Konusunda Farklı Görüşler
Üçüncü Bölüm
İbn Haldun Sosyolojisi
1-Umran
2-Umranın Çeşitleri
Bedevilik(Göçebelik)
Hadarilik(Yerleşik/Medeni Yaşam)
3-Umranın Temelleri
Ekoloji(İklim ve Coğrafya)
Ekonomi
Asabiye(Toplumsal Dayanışma)
4-Mülk(devlet)
5-Hilafetin Mülk’e Dönüşmesi:Geçiş ve Farklılaşma
Süreci
Dördüncü Bölüm
Sonuç:Kıyaslamalı Analiz
1-Ontolojik Alanda Kıyaslama
2-Sosyolojik Alanda Kıyaslama
3-Epistemolojik/Metodolojik Alanda Kıyaslama
4-Çağdaş Sosyolojik Akımlar Açısından Geleneksel Birikimin
Anlamı
Beşinci Bölüm
Çağdaş Dünyada “İslam Sosyolojisi” Tartışmaları
1-Kavramsal Çerçeve
2-Temeller
Ali Şeriati: “İslam Sosyolojisi”ve “İslam Bilimi”
Seyyid Hüseyin Nasr: “Geleneksel KutsalBilim”
İsmail Raci Faruki: “Bilginin İslamileştirilmesi”
3-Eleştiriler
4-Sonuçlar
Önsöz
Günümüzde İslam Sosyolojisi Üzerine yapılan çalışmalara göz attığımızda
birkaç önemli nokta dikkatimizi çekmektedir.
İlk olarak çalışmalarda Tarihsel
Birikim göz ardı
edilmektedir.Bunu açıklayacak olursak;
Tarihsel Birikim çerçevesinde en sık çalışılan İbn Haldun’dur. İbn Haldun bu
çalışmalarda öncesi ve sonrası olmayan tekil kişilik olarak ele alınır.Oysa İslam
Sosyolojisi düşünce tarihinde İbn Haldun ne ilk ne de tektir. Hala İslam Sosyal
düşüncesinin kronolojik ve sistematik bir çalışmasının yapılmamış olması büyük bir
eksikliktir.Bu da geçmiş ile bugün arasında düşünsel kopukluk sorununu yaratmaktadır.
Batıda yapılan çalışmalarda bir araştırmacı genel olarak çalıştığı konuya girmeden önce
bir arka plan olarak geçmişte yapılmış çalışmaları özetler ve buradan kendisine
yarayacak konuları özenle seçerek geliştirmeye çalışır. Müslüman araştırmacılar ,söz
konusu kopukluk nedeniyle böyle bir gelenekten yoksundurlar.Bu sorun,şeyleri tarihsel
olarak konumlandırmayı engeller,araştırmacıyı boşlukta bırakır.
Tarihsel birikimin göz ardı edilmesinin bir başka sakıncası; Aydınlarımızın ve
araştırmacılarımızın düşünsel ve bilimsel konularda kaçınılmaz bir şekilde
Batıya yönelmeleri ve Batı merkezcil düşüncenin tuzağına düşmeleri.
Batı –Merkezcil Düşünce
aydınlarımızı bağımlı kılmakla
kalmıyor kendi kültürlerine
yabancılaşmalarına neden
olmaktadır.Bunun da temelinde geçmişle bugün arasında
yaratılmış olan düşünsel kopukluktur.
AAYDINLANMA
MODERNİZM
AKILCILIK
DÜZEN,OTORİTE
HOMOJENLEŞME
ARINMA
…
…
…
…
…
…
İslam Sosyolojisi araştırmalarında dikkati çeken bir başka nokta;
yüzeysellik ve kalıp yargısal ifade
biçimleridir İslam dünyasındaki çağdaş sosyoloji çalışmaları
hem teorik hem de pratik olarak özgünlükten yoksundur.Eğitimde
kullanılan sosyoloji kitapları başta olmak üzere hepsi Batılı Teorilerin
tanıtımı ve Batıda yapılmış olan Ampirik çalışmaların
alıntılanmasından ibarettir.
İslam Sosyolojisi alanındaki çalışmalar, sosyal bilimcilerin ilgisizliği
ve bilgisizliği yüzünden meraklı ama sosyoloji konusunda yeterince
donanım sahibi olmayan ilahiyatçıların ve İslamologların el attığı alan
haline gelmiştir.
Bütün bu sorunlar dikkate alındığında İslam Sosyolojisi alanında pek
çok şeyin yapılması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
İlk bölümde;sosyal düşüncenin İslam düşüncesi ve tarihi
içindeki yeri belirlenmeye çalışılmıştır.Bu bölüm daha sonraki
bölümler için arka plan niteliği taşımaktadır.
İkinci ve üçüncü bölümde;Geleneksel İslam
Sosyolojisinin en önemli temsilcileri olan Farabi ve İbn
Haldun’un Sosyolojik görüşleri ele alınmıştır.
Dördüncü bölümde;bu iki düşünürün görüşleri
kıyaslamalı olarak analiz edilmektedir.
Son bölümde de;Çağdaş İslam Sosyolojisi Tartışmaları
özetlenmektedir. (Bu şekliyle kitap geçmiş ile günümüzü
birbirine bağlamaya çalışmakta ve okuyucuya derli toplu bir
görünüm sunmaktadır)
Birinci Bölüm
İslam’da Toplumsal Düşüncenin Temelleri ve Tarihsel Gelişmesi
1- Tarihsel Düşüncenin Gelişmesi ve Sosyoloji’nin Doğuşu
Bugün bilinen şekliyle çağdaş sosyoloji, iki yüzyıllık bir geçmişi olan oldukça yeni bir
bilimdir.Batıda sosyolojiye ilk kez adını veren kişi Fransız Auguste Comte
olmuştur.Önce ‘sosyal fizik’, ‘sosyal fizyoloji’, ‘sosyal mekanik’ adları önerilmişse de
bu isimler kalıcı olmamıştır.Comte ,Pozitif felsefenin dördüncü cildinde ‘sosyoloji’
ismini kullanmıştır.
Modern sosyolojiyi, sosyoloji öncesi toplumsal düşünceden ayıran en önemli fark
ampirik (görgül)niteliğidir. Geçmişte insan ve toplum hakkındaki düşünceler normatif
bir karakter taşırken ,18 ve 19. Yy dan itibaren sosyoloji,fizik bilimlerinin
etkisiyle,sistematik gözlem ve araştırma yöntemlerini kullanarak bilimsel bir karaktere
bürünmeye başlamıştır.
Sosyoloji öncesi toplumsal
düşüncenin tarihinde
“Toplumun doğası nedir ve ne
olmalıdır? Sorusu sorulurken
Bilimsel sosyolojide
Toplum
nasıl işlemektedir ve bu işleyişi
düzenleyen yasalar nelerdir?” sorusu
sorulmaya başlamıştır.
Modern sosyoloji de normatif değerlerden tam olarak
kurtulamamışsa da baskın niteliği ve açıklayıcı olmasıdır.
Sosyolojinin bir başka zaman diliminde değil de,18 ve 19.yy
da doğmasının sebebi,bizzat sosyolojinin konusu olan
toplumun geçirdiği büyük çaplı ,yapısal ve hızlı
değişmelerdir. Bu tarihlere kadar toplumsal değişimler yavaş
ve sınırlı yürüyordu ve insanın dikkatini çekmiyordu. Her
gün yaşanan doğallıkta kimse araştırmaya değer bir şey
görmüyordu. Sosyolojinin söz konusu zaman diliminde ilk
önce Fransa ve İngiltere’de ortaya çıkması tesadüfi değildir.
Sosyolojinin bilimsel bir disiplin olarak
doğmasına ve gelişmesine bir dizi düşünce eşlik
etmiştir. Bunlar dört başlık altında ele alınmıştır.
Toplum
nasıl
işlemektedir
ve bu
işleyişi
düzenleyen
yasalar
nelerdir
?
a)Doğal Hukuk Düşüncesi
İnsanlık ,çok uzun yıllar insan
doğasının değişmezliği ve toplumun
doğal bir düzene sahip olduğu
düşüncesine inanmıştır. Eski Yunandan
Ortaçağın sonuna kadar bu doğal
düzen fikrinin Tanrısal bir nitelik
taşıdığı vurgulanmıştır.İnsan doğasında
ve toplumsal düzende değişiklik talep
etmek Tanrısal iradeye karşı olmak
şeklinde algılanmıştır.Sosyoloji bu
doğal düzen fikrine karşıt bir yönde
gelişmiştir.
Doğal hukuk ve düzen fikri, Ortaçağda
anlaşılan biçimiyle terk edilmekle
birlikte toplumsal olaylarda ve
süreçlerde bir yasallığın var olduğu ve
sosyolojinin bu yasaların işleyiş
biçimini keşfetmek istediği fikri
modern sosyolojide de devam etmiştir.
b)Tarih Felsefesi
Tarih konusundaki düşünceler Modern
sosyolojinin ortaya çıkışında etkili
olmuştur. 18 yy dan itibaren
düşünürler,tarihin sabit yasalara göre
işlediği ve bununda pekala
keşfedilebileceği fikrini ortaya attılar.
Vico ve Turgot gibi düşünürler tarihsel
verileri kullanarak insanlık tarihinin
gelişimi hakkında çerçeveler geliştirmeye
başladılar.Tarih felsefesindeki bu
gelişme, doğrudan toplumsal düşünceye
ve sosyolojiye de etki etmiştir
c)İstatistik
Evlilik,boşanma,suç ve benzer
konularda toplanan istatistiki
veriler toplumsal gelişme ve
süreçleri izlemede ve
ifadelendirmede kullanılmaya
başlayınca, sosyolojinin etkisi ve
ikna gücüde artmıştır.Birçok
istatistiki çalışma,sosyal olaylarda
bir yapı olduğunu ortaya
çıkarmıştır.O güne kadar hiç
düşünülmeyen konularda da
istatistikler tutulmaya ve toplumsal
olaylar rakamlarla ifade edilmeye
başlandı.
d)Toplumsal Islahat
Sosyolojinin modern bir bilime dönüşmesinde toplumsal ıslahat ve devrim
fikirlerinin de etkisi olduğu kuşkusuzdur. 18. ve 19. Yy daki büyük
değişimler,(Fransız ihtilali, sanayi devrimi,iç göçler,
şehirleşme,proletaryanın ortaya
çıkışı,merkezileşme,bürokrasi….)toplumun değişmez bir veri
olmadığını göstermekle kalmamış ,toplumsal hoşnutsuzlukların artmasına
paralel olarak toplumsal eleştirileri de beraberinde getirmiştir.Toplumsal
ıslahat konusundaki düşünceler ve tepkiler farklı olsa da ortak bir noktada
birleşmektedirler.
Toplumsal düzen
değişmez bir veri
değildir.
Öyleyse biz bu değişmeyi istediğimiz yönde
ve şekilde etkileyebiliriz. Bu düşünce tarzı
daha sonraki zamanlarda sosyal mühendislik
olarak damgalanmış ve yerilmeye
başlanmıştır fakat sosyolojinin çocukluk
çağında toplumsal ıslahat fikri sosyolojiyi
motive eden ve geliştiren önemli bir esin
kaynağı olmuştur. Buraya kadar Batıda
sosyolojinin doğuşu kısaca özetlenmeye
çalışıldı. Fakat dünya batı tarihinde ibaret
değildir. Şimdi İslam tarihinde ve dünyada
sosyal bilimlerin gelişmesine yönelik bir
çerçeve oluşturulmaya çalışılacak.
2-İslam geleneğinde Bilimlerin Sınıflandırılması
İslam düşünürlerinin ve bilim adamlarının yaptıkları bilim
sınıflandırmaları, İslam tarihindeki ve geleneğindeki sosyal
bilim düşüncesinin gelişmesini anlamada bize bir ipucu
verebilirler. İslam bilim geleneğinde biri
yerli,diğeri
yabancı olmak üzere bilim sınıflandırmasında iki genel
çerçeve olduğunu söylemek mümkündür.İlki, İslami dünya
görüşünün eseri olarak ve daha çok bilimlerdeki
uzmanlaşma ve etkileşme yoluyla
oluşmuştur.İkincisi ise,dış kültürel etkiler ve
tercümeler yoluyla bize aktarılmış olan Yunan
düşüncesinin ürünüdür.
Yerli İslami gelenekte Bilimleri tanımlamada iki
kavram kullanılmıştır.Arapça “ilm” kavramı
oldukça genel anlamda “bilgi” anlamına gelir ve
tüm bilgi sistemlerini dile getirir. Daha sonraları
ilm , geleneksel dini bilimleri ifade ederken
,hikmet;felsefi bilimleri ifade etmeye başlamıştır.
Tarihte ortaya çıkan akli bilimler ve nakli bilimler
ayrımı bu iki kavramı merkeze alarak
yapılmıştır.Bu anlamda İslam bilim tarihinde en
genel bilim sınıflandırması bu şekilde ortaya
çıkmıştır.Bu ayrım temelde İslami dünya
görüşünün bir yansıması şeklinde de ele alınabilir.
Bu ayrım temelde İslami dünya görüşünün
bir yansıması şeklinde de ele alınabilir.
İslama göre dünya ya da evren ikiye
bölünmüştür.
Gayb alemi ve Şehadet alemi Gayb alemine
ilişkin bilgiler vahye dayanır ve kesinlikle
kazanarak elde edilemezler. Dar anlamda
Nakli bilimler akla değil, vahye dayanır.
Şehadet alemi daha çok akli bilimlerin
sahasıdır. Burada bile eşya iki yüzüyle ele
alınır.
Genel olarak şunu söyleyebiliriz ki; zahiri ve batıni bilimler ya da akli ve nakli
bilimler arasında zaman zaman gerilimler yaşanmışsa da bir başka açıdan bunun
İslam fikir hayatında zengin ve verimli sonuçları da olmuştur.
İslami gelenekte bir başka bilim sınıflandırması Aristocu gelenekle bağlantılı
olarak yapılmıştır. Ona göre Bilim,tikel objeler hakkında soyutlama yoluyla elde
edilen evrensel ve genel ilkeler bütünüdür.Bilimin konusu ancak değişmeyen
varlıktır.Değişen dünyanın bilimi olmaz….
Bu iki geleneği dikkate alarak, İslam düşünürlerinin spesifik bilim
sınıflandırmalarına geçilmiştir.
İslam ilim tarihinde ilk sınıflandırmalar IX. Yüzyıllarda
,
Havarizmi, El-Kindi gibi bilim adamlarıyla başladı. Bu
Farabi, İbn Sina,İhvan-ı Safa’larla gelişti ve İbn
Haldun,Taşköprüzade, Katip Çelebilerle devam etti.
İslamda ilk kez ilimlerin sınıflandırmasını yapan Havarizmi(öl.863)dir.
Büyük bir Müslüman Matematikçi olan Havarizminin sınıflandırmasında
yabancı kültürel etkiler açıkça görülmektedir. O ,hukuk,kelam,dilbilgisi
katiplik gibi şiir ve nesir ilmi ve tarih ilmini “İslami ve Arabi ilimler” başlığı
altında toplarken,felsefe, mantık,tıp,astronomi,musiki,mekanik, kimya
bilimlerini “yabancı ilimler”olarak kategorize etmektedir. Onun zamanında
ilimler yerli ve yabancı olarak ayrıma tabi tutulmuşlardır.Diğer bir nokta ,bu
sınıflandırmada, doğrudan toplum ve siyasete ilişkin bilimlerin
sayılmamasıdır.Bu disiplinler başlangıçta tarih, felsefe ve hukuk gibi
ilimlerin içinde algılanıyordu.Tarih ilmi,toplumların geçmişini kaydeden bir
bilim dalı olarak İslam tarihindeki sosyal bilimlerin ilki sayılır.Tarih ilimine
dayanan bu ilginin doğrudan dini temelleri vardır.Kur’an, Müslümanlara pek
çok geçmiş toplumun kıssasını anlatır.
İslam bilim tarihinde Havarizmi’den sonra gelişmiş bir
bilim sınıflamasını Farabi yapmıştır. Onu sınıflaması hem
daha geniş,hem de daha detaylıdır.Üstelik ilk kez O, toplum
ilimlerini bağımsız bir dal olarak saymaktadır.
Farabi,hem Aristonun geleneksel üçlü ayrımına (teorik-pratik-poetik)hem
de Havrizmin yerli ve yabancı ilimler ayrımına itibar etmemiştir.
11.yüzyılın ikinci yarısı ile 12. yüzyılın başında yaşayan büyük İslam
düşünürü Gazali dönemin Dini ve felsefi akımlarını da özümsemiş biri
olarak Meşşai felsefi gelenekten ziyade dini geleneğe uygun bir bilim
sınıflandırması geliştirmiştir. Gazali
bilimleri daha önce de
belirtildiği gibi,akli bilimler ve dini bilimler
şeklinde ikiye ayırmıştır.Bu ayrım,pratik bir sınıflandırmanın
ötesinde dönemin bilim anlayışını ve felsefesini de
Dini ilimler öğreten medreselerde
akli bilimler dini bilimler karşısında
statüsü düşük ve öğrenilmesi de
gerekli olmayan bilimler şeklinde
algılanmıştır.
Bu anlayış doğal olarak İslam
dünyasının bilimsel olarak
neden geri kaldığının sebebi
olarak görülebilir.
Beşinci Bölüm
Çağımızda Bilimde Yeni Arayışlar Çerçevesinde “İslam Sosyolojisi”
Tartışmaları
1-Kavramsal Çerçeve
Müslüman Dünyada, genelde “İslam bilimi” özelde ise “İslam Sosyolojisi” ekseninde
yürütülen entelektüel tartışmalar yetmişli yıllara kadar inmektedir. Bu entelektüel
çabalar, ilk kez İran’da devrim öncesi dönemde başlayan sosyolojinin yerlileştirilmesi
sürecinde ortaya çıkmıştır. Nitekim “İslam
Sosyolojisi” tabirini ilk
defa İranlı bir sosyolog olan Ali Şeriatı kullanmış ve
bu alandaki çalışmalara öncülük etmiştir.Bu tartışmalar daha sonra İran
kökenli düşünürlerle Seyyid Hüseyin Nasr ile devam ederek, uluslar
arası arenaya taşınmıştır. Nasr ın katkıları hep teorik ve felsefi düzeyde
kalmıştır. İsmail Raci Faruki,somut bir taslak geliştirerek, teorik
tartışmaları pratik bir çalışma planına dönüştürmeyi hedeflemiştir.
Çağımızda “İslam Sosyolojisi” ile ne anlatılmak istenmektedir,
temellendirilmesi gereken budur.Kavramsal olarak
“İslam Sosyolojisi” bir din sosyolojisi midir,yoksa
diğer din sosyolojilerinden farklı mıdır?
İslam Sosyolojisi hakkında yazılmış literatürü taradığımız zaman bu
kavramın en az üç farklı biçimde kullanıldığını görüyoruz.
İlk olarak Batı sosyal bilimciler,İslam Toplumları hakkında
yaptıkları inceleme ve araştırmaları “İslam Sosyolojisi”
kavramıyla ifade etmektedirler. Sözgelimi oryantalizm, İslam
toplumları ve kültürleriyle sınırlı olarak kullanıldığında bir İslam sosyolojisi
olarak görülmektedir. Oryantalistlere göre İslam Toplumlarını anlamanın
yolu,İslam’ı anlamaktan geçmektedir.İslam,İslam toplumlarında meydana
gelen sosyal, kültürel ve siyasal gelişmeleri anlamanın bir anahtarıdır. İslam
anlaşılmadan Müslüman toplumlar çözülemez!!
Başlangıçta masa başı çalışmalarla başlayan oryantalizm,
daha sonra teorik bilgilerin farklı İslam toplumlarının
dinamik ve özgün gerçekliğini anlamada yetersiz
kaldığının anlaşılmasıyla birlikte,saha araştırmalarına
önem veren bir sosyal bilim çalışmasına dönüşmüştür.
Bugün İslam toplumlarını ve kültürlerini sosyolojik ve
antropolojik araştırmalar çerçevesinde kavramaya çalışan
yeni oryantalizm bir nevi İslam sosyolojisi ve
antropolojisi yapmaktadır. Bu tür
çalışmaları,diğerlerinde ayırd etmek üzere, İslam
Toplumlarının sosyolojisi anlamında “Sociology
İslam” olarak adlandırmak mümkündür.
of
Bazı Müslüman düşünürler ve sosyal bilimciler, İslam Sosyolojisi kavramını
bu ilk yaklaşımından bambaşka bir şeyi ifade etmek üzere kullanmaktadırlar.
“İslamic Sociology” (İslami Sosyoloji) olarak
adlandırabileceğimiz bu yaklaşım batıda doğmuş ve gelişmiş olan
sosyoloji disiplinine yeni bir şekil vermek ya da yeni bir
sosyoloji kurmak üzere ortaya atılmış alternatif bir bilim
arayışı olarak görülebilir. Burada İslam ,araştırılması
gereken sosyal bir vakıa değil ; sosyal vakıalara ışık tutan bir
perspektif ya da bu vakıaları anlamanın yolunu ve yöntemini
bize öğreten metodolojik bir ilke olarak kullanmaktadır.İlk
anlamında İslam sosyolojisi, Batılı sosyolojinin
kavram,perspektif ve yöntemleriyle İslam toplumlarının
gerçekliğini araştırırken , İslami sosyoloji kendine özgü
kavram ,perspektif ve yöntemlerle aynı işi yapmaya
çalışmaktadır.
İslam sosyolojisi
İkisinde de ortak olan şey,olanı anlamak, betimlemek ve
açıklamaktır. Fakat sosyal gerçeklik, farklı
paradigmalardan hareketle algılanmaktadır. Tam da bu
noktada İslami Sosyoloji, Batı sosyolojisine alternatif bir
bilim olma iddiasındadır.
İslami sosyoloji, neden ve hangi noktalarda
Batılı sosyolojiden ayrılmaktadır?
İslami sosyoloji, yeni bir sosyoloji bilimimidir?
Yoksa Batılı sosyolojide var olan sosyolojik
perspektiflere ek olarak önerilen yeni bir perspektif
midir?
Bu sorular Müslüman düşünürlerin çalışmalarından hareketle
cevaplandırılmaya çalışılacaktır. Ancak son olarak üçüncü bir
yaklaşım biçiminin olduğunu belirtmek gerekir.
İslam’ı hem tarihsel ve toplumsal bir gerçeklik hem de ideolojik (yani idealler
sistemi anlamında)bir çerçeve olarak gören bazı Müslüman düşünürler,
“İslam sosyolojisini” “olan” ile “olması gereken” arasındaki
ilişkiyi tespit etmeye yönelik bilimsel bir çaba olarak
görmektedirler. Burada bilim adamı ,hem İslam toplumlarının mevcut
realitesini anlamaya çalışan bir sosyal bilimci, hem de İslam’a uygun ideal bir
İslam toplumu tasvirini yapan ideolog rolündedir.Bu durumda Müslüman
sosyoloğun temel görevi,var olan İslam toplumları ile ideal
İslam toplumu arasındaki uçurumu tespit etmek ve toplumu
sapmalardan kurtararak, özlenen ideal İslam düzenine
kavuşturmaktadır.Bu yaklaşımda, İslami sosyologların yaptığı şekliyle
gerçekliği anlamanın bir yolu ve yöntemi değil,daha çok toplumun kendisine
göre şekillendirilmesi gereken bir ideoloji olarak algılanmaktadır.Bilim
adamlarının görevi, sosyal gerçekliği normatif bir çerçeveden hareketle
yargılamak ve bu yargılamadan sonra, idealleri doğrultusunda
dönüştürmektir.Bu sebeple bu son yaklaşımı “İslamist
Sosyoloji”
(İslamcı sosyoloji) olarak deyimlemek mümkündür.
2- Temeller
İslam sosyoloji tartışmaları yetmişli yılarda, İslami
dünya görüşü doğrultusunda alternatif bir
sosyoloji oluşturmak amacıyla başlamıştır.Bu
tartışmalarda önemli rol oynamış üç düşünürün görüş ve
bilim projeleri üzerinde durulacaktır.
Ali Şeriati: “İslam Sosyolojisi” ve “İslam Bilim”
Ali Şeriati İslam sosyolojisi hakkındaki görüşlerini “İslam
Sosyolojisi üzerine” adlı eserinde dile
getirmiştir.Konferanslardan oluşan bu kitapta ,İslam ve din
sosyolojisi hakkındaki görüşlerini bildirmekle
kalmamış;insanbilim, tarih felsefesi ,sosyolojinin diyalektiği,
ideal toplum ve ideal insan gibi birçok konuda Kur’an’a dayalı
görüşler belirtmiştir.Bu kitap dışında “İslam bilim” adını verdiği
Meşhed Üniversitesinde verdiği derslerden oluşan bir eserle ,
İslami sosyolojiye ait olan düşüncelerine daha sistematik bir
yapı kazandırmıştır.
Kendi ifadesiyle bu esrinde; Bilimin çatısını (altyapı ve üst
yapısını)kurmuştur. Şeriati “altyapı” ile bir din veya ideolojinin
“dünya görüşünü” kastetmektedir. “üstyapı” ise, temel
dünya görüşünden türeyen tüm inanç ve düşünceleri ihtiva
etmektedir.
Şeriati her şeyden önce sosyolojiye bir
dil meselesi olarak
bakmaktadır.Çalışma alanı din sosyolojisi olan Şeriati,İslama dayalı bir
din sosyolojisi geliştirmeye çalışmıştır ve ilk önce, din
sosyolojisinin dilini İslamileştirmekle işe
başlamıştır. Ona göre Batı sosyolojisinin basmakalıp
kavramlarını dilimize çevirip tekrar etmek
bize hiçbir şey kazandırmaz.
Bu kavramların bizim çağdaş hayatımızla hiçbir ilgisi
yoktur. Biz kendi toplumsal yapımızın niteliğine,kendi
manevi yapımıza, kendi toplumsal davranış
kalıplarımıza denk düşen değerleri,ilişkileri ve tepkileri
incelemeliyiz. Bu açıdan
bakıldığında;ümmet,imamet,adalet,şehadet,takiye,takli
d,sabır,gayb,şefaat,hicret,küfür,şirk,tevhid gibi
kavramlar, bunlara tekabül eden Avrupai kavramlardan
çok daha anlamlıdır.
Yerli İslami kavramlardan hareket ederek, bunların başka kültür ve
uygarlıklardaki karşılıklarını arayarak evrensel bir dile ulaşmayı
hedefler. Şeriati bize, kendimizi ve başkalarını tanırken; başka
toplumların ve kültürlerin spesifik ortamlarında üretilmiş olan
önce kendimizi tanımayı,
daha sonrada başkalarını ve dünyayı
tanımayı önermektedir...
kavramlardan hareketle
Bu yaklaşım yerlilikten, ulusallıktan evrenselliğe doğru bir hareketi
öngörmektedir.Şeriati sadece dil olarak değil perspektif
olarak da sosyolojide yerlileşmeyi (ya da
islamileşmeyi)savunmaktadır. Ona göre bir toplumun
itikadi altyapısı o toplumun bağlı olduğu “dünya
görüşü”dür. Şeriati kendi dünya görüşü hakkında şunları
söylemektedir;
“Benim dünya görüşümde tevhid vardır. Tanrının
birliği anlamında tevhid, hiç kuşkusuz, bütün
tektanrıcılar tarafından kabul edilir.Fakat benim bir
dünya görüşü olarak tevhid anlayışım,bütün kainatı,
bu dünya/öteki dünya , tabiat ve tabiatüstü,
madde/mana, ruh/beden diye bölmeden vahdet
halinde görmek demektir. Bu, bütün varlığı tek bir
biçim;iradesi,aklı,duygusu ve hedefi olan canlı ve
şuurlu olan tek bir organizma gibi kabul etmek
anlamına gelir…”
Şirki de aynı şekilde düşünüyorum. O da, kainatı
dağınık,zıtlıklarla, çeşitliliklerle,birbirleriyle
çatışan,çekişen,çelişen,çarpışan kutuplarla,
eğilimlerle,geleneklerle, gayelerle,iradelerle dolu
ahenksiz bir kalabalık gibi gören bir dünya görüşüdür.
Bu ifadelerle Şeriati, her toplumun itikadi
altyapısına uygun bir algılama şekli olduğunu
söylemektedir.
Tevhid, ona göre sadece kendisinin ve Müslüman
toplumun kainatı algılama biçimi değildir. Bu
algılama biçimi, onun bilimsel ve sosyolojik
bakışını da ifade etmektedir. Bu bakış açısı
kısmi ve indirgemeci bir yaklaşım değil,
her şeyi çepeçevre kuşatan holistik bir
yaklaşımdır.Şirk, bir başka yaklaşım biçimi olup,
kainatı, tabiatı ve toplumu kısmi,indirgemeci,dağınık
ve çatışmacı bir üslupla ele alır. İlk bakışta oldukça
dini ve teoloji görünen bu kavramlar, Şeriati’nin elinde
bir Bilim Felsefesi kavramına dönüşmektedir.
Şeriati algılanabilir dünya ile algı-ötesi arasındaki
ilişkiyi Kurani kavramlardan yola çıkarak anlatmaya
çalışır.
Kurani deyimlerde hareketle Şeriati, eski ve yeni
felsefi görüşleri kıyaslar ve bu konuda İslam’ın özgün
bir kavramsal çerçeve sunduğunda ısrar eder.
Varlık dünyasını tevhid gözüyle holistik bir yaklaşımla
ele alan Şeriati, bilimin işaret ve belirtilerle uğraştığını
söyler, ancak Müslüman bir bilim adamı olarak ta
bunları metafiziği kavramanın bir yöntemi olarak
görür. Bu noktada o pozitivist ve indirgemeci çağdaş
batılı bilim adamlarından ayrılır.
Her ne kadar Şeriati tevhidi bakış açısından “ne
tarihte, ne toplumda ve hatta ne de insanda çokluk ve
zıtlık
kabul
edilebilir”
derse
de
o
insanı,
tarihi
ve
.
toplumu ele aldığı zaman diyalektik ilkesinde ısrar
eder. Ona göre “Allah’ın ruhu ile balçık bileşiminden
oluşan insan, zıt ve çelişkili bir bileşimdir.Bu
birleşim aynı zamanda onun yapısını dinamik kılan
en temel etkendir.
Yine aynı şekilde toplum ve tarih de diyalektik
üzerine kurulmuştur.
Toplumda, tarih gibi, Habil’in sınıfı ve Kabil’in sınıfı
olmak üzere iki sınıftan oluşur ve bu iki sınıf
arasında süregelen bir çatışma vardır.
O halde Şeriatinin düşüncesinde merkezi
bir yer işgal eden tevhid ile diyalektik
arasındaki ilişkiye nasıl bakmak gerekir?
“Benim dünya görüşüm
tevhidi dünya görüşüdür.” Diyen
Şeriati ile “İnsan , tarih ve toplumda
diyalektik vardır,çelişkilerle hareket
eder” diyen Şeriatiyi nasıl
bağdaştırabiliriz?
Başka bir deyişle,
İşte bu soru, onun (İslam) sosyolojisini
kavramamıza yardımcı olacak en temel sorudur.
Şeriatinin sosyoloji anlayışında bilim ve
ideoloji iç içe geçmiştir. O tevhidi bakış
açısıyla baktığı için buna aykırı duran insani,
tarihsel ve toplumsal çelişkileri sorun olarak
görür.
O, hem çelişkileri tahlil eder,hem de
çelişkiler üzerine oturmuş olan dünyada
açıkça taraf tutar.Onun sahip olduğu
idealler ve dünya görüşü, taraf tutmasını
zorunlu kılar.Ona göre çelişkiler aşılması
gereken yapay gerçekliklerdir.
Çelişkiler,hayatın gerçekleri olabilir ama
insanın idealleri olamaz.
Bu nedenle Şeriati “Bilim için
Bilim” yapan bilim adamlarını
şiddetle eleştirir ve bilim
adamlarının aydın kimliğinden
soyutlanmasını kabul etmez.İşte
bu noktada O, “İslami Sosyoloji”
ile “İslamcı Sosyolojiyi”
birleştirir.
Şeriati’nin bilimde objektiflik ve yöntem
konusundaki görüşlerine değinecek olursak;
“bilme” ile “tanıma ve anlama” arasında bir
ayrım yapmaktadır.Ona göre tanıma ve anlama
meselesi bilme meselesinden ayrı bir şeydir.
Tanıma ve bilme arasındaki ayrımı
bilmeyen biri, ne bir şeyi tanıyabilir, ne de
bir şeyi bilebilir. Bilme ve tanıma arasındaki
ayrımı İslam bilimi kavrama etrafında
değerlendiren Şeriati , şunları söylemektedir:
“Öğretiyi tanımak, bir öğretide ya da bir
dinde ya da bir ideolojide gizli bulunan
anlam ve ruhu, insanın etiyle kemiğiyle,
duyularıyla duyumsamasıdır. İslam bilim
bu anlamdadır, tahsil edilmesi gereken bir
kültür ve bilimler dizgesi anlamında değildir.” Bu
sözler sosyolojide pozitivist ,mekanistik ve
niceliksel bilim anlayışının değil,”anlamayı”
merkeze alan niteliksel bilim anlayışının
temsilcisi olduğunu göstermektedir.
Şeriati bilim felsefesinde çok tartışılan objektiflik ve değerbağlamlılık konusunda farklı bir görüş geliştirmiştir.
Ona göre iki tür sosyoloji bulunmaktadır.
Öğretisel sosyoloji, öncelikle toplumu nasıl bir gerçeklik
olarak bildiğini, onu düşünce ve inanç açısından nasıl tanıdığını
belirginleştirir. Çünkü bir öğretideki toplumbilim, yükümlü bir
bilimdir.
19 yy Şeriatiye göre bir “inanç toplumbilimi”dir ve
dolayısıyla yükümlü bir toplumbilimdir.
Şeriati yükümlü bir sosyolojiyi sakıncalı bulduğu gibi tümüyle
değerden arınmış tarafsız bir sosyoloji de düşlemez. “Akademik
Toplumbilim” olarak adlandırdığı sosyoloji : “Değerlendirme”
ve “doğruya yöneltme yerine” olguları ortaya koyma, bölümleme
ve çözümlemeye yönelir sadece.Değer yargısından sakınma ve
tarafsızlık Şeriatiye göre akademik toplumbilimi bir başka çıkmaza
sürüklemektedir.
O zaman
çözüm nedir?
Bilim, bilim için olmayacak
ama inanç ve ideolojinin
emrine de girmeyecektir.
Ama ne olacaktır? Bu
noktada Şeriati üçüncü bir
yol teklif etmektedir:
Bilgin araştırmadan önce inançtan
bağımsız olmalı ve araştırmadan
sonra inanca bağlanmalıdır.
Araştırıcı, önceden kendini önsel inancının
doğruluğunu kanıtlamaya kayıtlı kılmalı???, tersine
araştırmacı değil “araştırma” ona
gerçeği göstermeli, sonra da kanıtlanmış
bu gerçek, araştırmacı için “inanç”
haline gelmelidir.Bu üçüncü yol
araştırma sonrasında araştırmacıya
bir sorumluluk yüklemektedir.
Bu yaklaşımı Şeriati, ne “inanç
için bilim” ne de “bilim için
bilim” tersine “doğruyu iletmek
için gerçekle yükümlü olan
bilim” olarak nitelemektedir.
Şeriati, bilim adamını, aydın
sorumluluğunu da üstlenmiş
bir ahlak adamı olarak
görmek ister.
Bu, onu ideal insan tanımıyla da uyumludur.
İdeal insanı
üç önemli özelliği vardır:
Doğruluk,iyilik,güzellik bir başka deyişle bilgi
ahlak ve sanat.
Şeriati, Batılı sosyolojinin
kavram ve enstrümanlarıyla İslam
toplumlarını inceleyen bir “İslam
sosyolojisine” karşı “İslami” ve
“İslamcı” bir sosyoloji
önermektedir.
Özetlersek;
Seyyid Hüseyin Nasr: “Geleneksel Kutsal Bilim”
Seyyid Hüseyin Nasr Bilim felsefesi üzerine
yoğunlaşan bir düşünür olarak, pek çok eserinde
“geleneksel İslam/geleneksel bilim” ile modern
dünya ve bilim anlayışları arasındaki farklılıkları ele
almaktadır.
Ele aldığı konular ve meseleler değişse bile onda
değişmeyen ana mesele budur.
Seyyid Hüseyin Nasr:
“Geleneksel Kutsal Bilim”
Nasr’ın İslam, bilim ve modern bilim konusundaki
görüşlerini anlamak için, öncelikle onun dünyada ve İslam
dünyasındaki yerini düşünce akımları içinde nerede durduğunu
bilmek gerekir. Modern dünyada geleneksel İslam’ın
temsilcisidir.
Gelenekçi biri olarak Nasr, sadece İslami geleneği
değil,diğer ilahi kökenli din ve kutsal gelenekleri
de, modern dünyada büyük “Gelenek” içinde
değerlendirir.
Kitaplarında da sık sık farklı kutsal geleneklerin ortak
özelliklerine ve yaklaşımlarına yer verir.
Nasr, İslam dünyasındaki modernist ve
fundamentalist akımları, sadece geleneğe
bakış açılarıyla değil, modernizm
karşısındaki zafiyetleri açısından da
kıyasıya eleştirir.
Nasr, Batı biliminin evrensel ve tek bilim
olarak lanse edilmesine karşıdır.
Ona göre bugün her şeyin yargılayıcısı
durumuna getirilmiş olan modern bilimin
kendisi de aslında bir geleneğe yaslanmaktadır.
Nasr, eserlerinde sürekli olarak Batı biliminin doğuş ve
gelişme tarihine girer ve bu bilimi oluşturan atmosfer ve
felsefi bakış açılarını sorgular.Bilimler içinde bilim olan Batı
bilimi, Nasr’a göre indirgemeci, seküler,
mekanistik,faydacı,evrimci,deistik ve bilimci
özelliklere sahiptir
Modern bilimin arka planını teşkil eden felsefeye göre
fiziksel dünyanın yani mekan,zaman, madde, hareket
ve enerjinin parametreleri yüksek varlık düzeylerinden
bağımsız olup Allah’ın kudretinden azadedir….
Evrimcilik, modern bilimsel felsefenin
sacayaklarından bir başkasıdır.Önce biyolojide
ortaya atılan evrim fikri,daha sonra sosyal ve
kültürel alanlarda da geçerli kabul edilerek,
sömürgecilik çağında farklı ırk ve kültürlerin
egemenlik altına alınması meşrulaştırıldığı gibi,
bunları daha ileri bir uygarlık ve kültür adına asimile
edilmesi de haklılaştırılmıştır.
Modern bilim, yaslandığı düşünceler
temelinde doğa üstünde olduğu kadar
başka topluluklar üstünde de Batının
hakimiyetini pekiştirmiştir.
Nasr’a göre İslam
bilimi, bilme biçimlerinden
sadece biri olan batı bilime bir alternatiftir.
Nasr İslam bilim kavramını en az iki anlamda ve şekilde
kullanmaktadır.
İlk olarak O, İslam biliminden sadece dini bilimleri
kastetmemektedir.
İslam bilimi, Müslümanların ikinci asırdan buyana geliştirdikleri
matematik, astronomi,jeoloji,simya , kimya, tıp gibi tüm
geleneksel bilimleri kapsamaktadır.
İkinci olarak, İslam bilimi Nasr’ın deyimiyle “kutsal
bilim” (scientia sacra)dir. Kutsal bilim “bilginin
desakralizasyonu”nun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan
modern Batılı bilimlerin alternatifidir.
Nasr, kutsal bilim projesinin ne olduğunu “Bir kutsal bilim
ihtiyacı” ve “Bilgi ve kutsal” adlı kitaplarında genişçe yer
Ona göre scientia sacra olarak adlandırılan şey,
doğru bir biçimde gerçeğin nihai bilgisi
anlaşıldığında metafizikten başka bir şey
değildir. Nasr’a göre kutsal bilim kutsallaştırılan
bilim değil, doğanın, insanın ve tüm evrenin
kutsallığını ve birliğini başlangıç noktası olarak alan
bir bilimdir.
Nasr, insana indirilen vahiy ile kozmik
vahiy olan tabiat ve kainat arasında bir
fark olmadığını, her ikisinin de Allah’ın
bir kitabı olduğunu vurgulamaktadır.
Kutsal kitabın ayetlerini nasıl okuyorsak, kainat
kitabındaki olguları da bir ayet olarak
okumalıyız. Kutsal bilim denilen şey, tüm
varlığı bir kitap gibi zahiri/görünen ve
Batıni/görünmeyen boyutlarıyla birlikte
algılanmaktadır.
Bu anlayış aynı zamanda kainata holistik bir
bakıştır. İslam da, bütün bilgi ve varlık
biçimlerinin bir birlik ilkesiyle bütünleştirilmiş,
çok incelikli bir bilgi sıralaması vardır.
Varlığın tevhidi/holistik ve metafizik kavranışı konusunda Nasr’ın
varlık ve bilgi görüşü ile Şeriatinki arasında tam bir paralellik
sezilmektedir. Her ne kadar Nasr, sosyoloji konusunda somut şeyler
söylemese de söz konusu zihniyetteki ortaklık nedeniyle onunda bu
konuda benzer şeyleri düşündüğünü söyleyebiliriz.
Toplumsal ve tarihsel olgular/görüngüler, birer ayettir ve bu
ayetler, eşyanın daha derin gerçeklerine bir göndermedir.Tabiat
bilimlerinde uygulanması gereken zahiri ve Batıni okuma biçimi
aynen sosyal bilimlere de uygulanmalıdır. Buradan hareketle
Nasr’ında ikincil ve üçüncül anlamında, bir “İslami” ve “İslamcı”
sosyolojiyi öngördüğü çıkarsanabilir.
İsmail Raci Faruki: “Bilgi’nin İslamileştirilmesi”
Filistin kökenli Amerikalı Müslüman düşünür İsmail Raci Farukinin önderliğinde
Uluslar arası İslam düşüncesi Enstitüsünün Geliştirdiği “Bilginin İslamileştirilmesi”
(Islamisation of Knowledge) projesi, ümmetin çok yönlü sorunlarının kaynağını
eğitimde ve özellikle de ikili eğitim sisteminin çıkmazlarında gören bir yaklaşımın
ürünüdür.Bu sistem genç kuşaklarda yabancılaşmaya ve kendi kaynaklarıyla ilişkisini
koparmaya neden olmaktadır.
Bu projenin mimarlarına göre yabancılaşma sorununu aşmanın yolu, İslamileştirme
yoluyla eğitimdeki ikiliği ortadan kaldırmaktır.”Hicretin on beşinci yy da ümmetin karşı
karşıya bulunduğu en ciddi görev eğitim sorununu çözmektir.Eğitim sistemi ters yüz
edilip hataları düzeltilmedikçe ümmetin gerçekten ihyası için
umutlanmamalıdır.Yapılması gereken sistemin yeni baştan biçimlendirilmesidir.
Müslümanların
eğitilmesindeki mevcut
ikiliğe, sistemin İslami ve
Batılı eğitim olarak iki
değişik tarzda
düzenlenmesine kesinlikle
bir son verilmelidir.İki tarz
birleştirilip
kaynaştırılmalıdır.Ortaya
çıkan yeni sisteme İslami
anlayış hakim olmalı ve
ideolojik programının
ayrılmaz bir parçası olarak
çalışmalıdır.(Faruki)
Peki bu iş nasıl başarılacaktır? Önerilen proje,
tam olarak neyi kapsamaktadır?
Her şeyden önce “Bilginin
İslamileştirilmesi” genel İslamileştirme
projesinin bir parçasıdır. “Bilginin
İslamileştirilmesi”, İslamileşmenin sadece
bir yönü olduğu iyi bilinmelidir.
İslamileşme, fert ve toplumu,düşünce ve
eylemi,öğrenim ve tatbiki ,bilgi ve
uygulamayı, idare edilenle edeni,dünya ve
ahreti birleştiren değerler manzumesidir.
Asıl gaye ,’batılaşma’,’modernleşme’
kavramları yerine İslamileştirme
kavramını ,İslami ve insani bir kavram
olarak yerleştirmek, asrın imkan ve
güçlerini İslami değerler ve gayeler
için hareketlendirmek, yüksek ıslah
ve imarı gerçekleştirmeyi kapsayan
medeni kültürel ve icatçı asil bir
ortamı hazırlamaktır.(Faruki)
“
İkinci olarak “Bilginin İslamileştirilmesi”
,İslamileşmenin birinci esası ve ilk göze
çarpanıdır.
Bilginin İslamileştirilmesi İslam ümmetinin
yapısında başarı, fert ve toplum, düşünce ve
eylem ,ilim ve tavır olarak bütün yönleriyle
sosyal hayatın kavranmasında birinci ve temel
şarttır.
İslami bilgi ya da bilginin İslamileştirilmesi
İslami,güçlü ve kapsamlı vahiyle bağlı
kalırken, aklın fonksiyonunu da iptal etmeyen
blakis,vahyin maksat ve değerlerini,gayelerini
inceleyip idrak eden bir metodu dile
getirir.(Faruki)
Demek ki Bilginin İslamileştirilmesi kendi başına önemli
bir süreç olmakla kalmıyor, aynı zamanda genel
İslamileşmenin de temeli ve ön şartı olması sebebiyle,
başarılması halinde tüm projeyi kurtaracak, aksi durumda
ise projenin tamamen çökmesine sebep olacak stratejik bir
kalkış noktasıdır.
Bu projenin iki aşamada başarılması öngörülmektedir.
Birinci aşamada, modern bilimler ve İslami birikim iyice
öğrenilmelidir, ikinci aşamada ise,önemli problemler tespit
edilerek, modern ve islami bilimlerin yardımıyla çözüme
kavuşturulmalıdır.
Bu iki aşamanın en can alıcı noktasını, modern
bilimler ile İslami birikim arasında kurulacak
olan ilişki biçimi oluşturmaktadır. Faruki,
modern bilimin olduğu gibi alınmasıyla, söz
konusu amaçlara hizmet edilemeyeceğinin de
farkındadır.
Faruki, genel İslamileştirme programının bir
parçası olarak beşeri bilgi mirasının tümünü
İslam gözüyle yeniden tanımlamak ve
şekillendirmek gerektiğini ifade etmektedir.
Faruki’nin, genel İslamileşme programı çerçevesinde
“İslamcı” bir sosyolojiyi öngördüğü söylenebilir.
Batı kaynaklı “İslam Sosyolojisi” bu sosyolojinin emrine
verilmektedir.
Şeriati ve Nasr’dan farklı olarak Faruki, yepyeni bir
sosyoloji (İslamic sociology) önermek yerine, Batı
kaynaklı sosyoloji ve İslam sosyolojisinin ıslah edilmesini
savunuyor gözükmektedir.
Yani Batılı sosyologların ve bilim adamlarının İslam
Toplumları hakkında yaptığı araştırmalar ve ürettikleri
bilgiler, ancak gözden geçirildikten sonra kullanışlı bir
hale gelebilirler.
Eleştiriler
İslami Bilim ve sosyoloji alanlarında yapılan tartışmalar, doğal
olarak içerden ve dışarıdan birçok eleştirilerin yapılmasına sebep
olmuştur.
Dışardan gelen eleştirirler; genellikle bilimin dinden ve
ideolojiden bağımsızlığını esas alan Şeiati’nin deyimiyle “bilim
için bilim” yapmayı ilke edinen çevrelerden gelmektedir.
İçerden yapılan eleştirilere en iyi örnek;İranlı düşünür Abdül
Kerim Suruş örneğidir. Her şeyden önce Suruş’a göre, “eğitimin
İslamileştirilmesi” ile “bilginin İslamileştirilmesi” tamamen farklı
şeylerdir. Eğitimin İslamileştirilmesi mümkündür.Bir Müslüman
çocuğun ilahi değerlere dayalı İslami bir atmosfer içinde
yetiştirilebilir ama bilginin İslamileştirilmesi, değerle ile gerçekleri
aynı kefeye koymak anlamına gelir ki, bu mümkün değildir.
Hakikat ne İslami olabilir ne de gayri İslami.
Eleştiriler
Dışardan eleştiri yapanlar bilim adına
kaygı duydukları için söz konusu projeye
karşı çıkarken, Suruş bunun tersine din
adına kaygı duymaktadır. Tarihsel ve
gerçeklere nisbi tekabüleyitinden ötürü
bilimin her zaman yenilenebilir ve
değişebilir sebebiyle, din adına bilginin
İslamileştirilmesi, dine zarar verecek bir
projedir.
İslami bilim ve bilginin İslamileştirilmesine karşı çıkanlar
olduğu gibi bu konudaki tartışma ve tezlere olumlu yaklaşan
ve alternatif bilim açısından geliştirilmesi gereken bir katkı
olarak karşılayanlar da bulunmaktadır.
Lüey Safi, Bilginin İslamileştirilmesi projesine metodolojik
bir eleştiri yazmış ve bu projenin hala “metodoloji öncesi”
bir aşamada olduğunu belirtmiştir.
Ona göre “İslamileştirilmiş bilgi üretimi, İslami metodların
ortaya çıkarılmasına bağlıdır.”
Fazlur Rahman ve Ziyaeddin Serdar gibi tanınmış Müslüman
düşünürlerin de bulunduğu geniş bir kesim, Faruki’nin
projesini epistemolojik varsayımları ve önerileri açısından
sorunlu görmektedir.
• İslamileştirme sürecinde modern disiplinlerle
İslami miras arasında öngörülen düzenin
değiştirilmesi, pratikte ulemanın rolünü
sınırlayan Faruki’nin tersine, bu kesime daha
fazla söz vermek anlamına gelmektedir.
• “İslami miras, Kur’an ve sünnet temelinde
eleştirel bir tetkike tabi tutulmalıdır.Bununa
birlikte bu mirası bilenlerin, İslami öğretiyi
devam ettirenlerin, söz konusu değerlendirmeyi
yapmak için en iyi konumda olmaları
gerekir….(Muhammed) Ancak bu görüş,
bugüne kadar içinden çıkılamayan bir kısır
döngüye yeniden dönmek anlamına gelir..
Şöyle ki ulema, çağdaş disiplinleri
tanımadığı için onları yargılama ve
eleştiriye tabi tutamamıştır. Çağdaş
disiplinlerde yetişen Müslüman
aydın ve bilim adamları da, İslami
mirasa yabancı olduklarından bu işi
tek başlarına başaramamışlardır.
Bu demektir ki bu kısır döngü,
ancak ulema ile Müslüman aydınlar
arasında işbirliği ile aşılabilir.
Sonuçlar
İslam sosyolojisi konusundaki arayışlar, yerleşik
sosyoloji ve bu sosyolojinin enstrümanlarıyla İslam
toplumları üzerinde iş yaban Batılı bilim adamlarının
çalışmalarına karşı duyulan bir hoşnutsuzluğun eseri olarak,
yerli ve alternatif bir sosyoloji oluşturma şeklinde ortaya
çıkmıştır.
İslam sosyolojisinden maksat, aslında bizim
kavramsal çerçevemize göre “İslami” ve
“İslamcı” sosyolojidir.Bu konuda tartışma başlatan
Müslüman düşünürlerin “İslami sosyoloji”, “İslam bilimi”
“bilginin İslamileştirilmesi” ya da “bilginin
kutsallaştırılması” şeklinde ifade ettikleri projeler, İslami
kaynaklardan hareketle en az üç şeyi başarmak istiyorlar.
1. Toplumsal ve fiziksel gerçekliği anlama, Sakarya
anlamlandırma betimleme ve açıklamak
Sosyoloji 
için orijinal ve yerli/İslami bir perspektif
oluşturmak;
2. Müslüman toplumların gerçekleri ile
idealleri arasındaki uçurumu kapatmak;
3. Batılı modern disiplinleri, İslami mirasın
perspektifinden hareketle gözden
geçirmek ve İslami değerlerle uyumlu
hale getirmek.
İkinci olarak; İslami bilim ya da sosyoloji,
eleştirmenlerin de belirttikleri üzere
“oluşmakta olan bir bilimdir.”
Varlıkbilimsel ve epistemolojik temelleri
atılmışsa da bunu, işlemsel bir hale getirecek
tasarım,kavramsal çerçeve ve metodolojiden
yoksundur. Bunu başarmak için hem modern
bilimsel hem de İslami geleneksel kaynaklardan
faydalanarak pratik ve uygulanabilir yöntemler
çıkarılmalıdır.
Üçüncü olarak; “İslam Sosyolojisi”, “bilginin
islamileştrilmesi” ve “İslam bilimi” gibi
kavramlar, din ve bilim ilişkisine değin modern
algı biçimi dikkate alındığında sorunlu
gözükmektedir.
Her ne kadar İslam’ın varlık felsefesi açısından
din ile bilim arasında bir çatışma söz konusu
olmasa da salt bu modern algılamanın çıkardığı
sorunları aşmak için dini çağrıştıran kavramlar
yerine daha nötral kavramlar tercih edilmelidir.
Bu bağlamda ben(Kadir Canatan) “İslami sosyoloji”
yerine “Derinlik sosyolojisi” ya da “Sembolik
sosyoloji” kavramlarını öneriyorum. Çünkü İslami
sosyoloji neticede, gerçekliğin çeşitli
katmanlardan oluştuğunu söyleyerek,
görünenden(zahirden)görünmeyene(batına)
doğru bir hareketle dip akıntıları keşfetmeye
çalışan bir sosyolojik perspektiftir. Bu perspektifte
“mana” ve “derinlik” temel kavramlardır.
?
Derinlik sosyolojisinin kurulması açısından
modern disiplinler olarak sosyoloji ve
kültürel antropoloji arasında bir işbirliği ya
da sentez, bana hedefe daha hızlı ulaşma
açısından daha pratik ve pragmatik bir
yöntem olarak gözükmektedir. Bu iki
disiplinin tüm imkanları, yeni bir ontolojik
ve epistemolojik çerçeve içine
yerleştirilerek, yeni baştan kurulmalıdır.
Çünkü Nasr ve diğerlerinin de belirttiği
gibi mesele,daha
çok köklerle
ilgilidir. Modern bilim, dayandığı
felsefe itibariyle sorunludur;pekala bu
temeller değiştirilerek yeniden
kurgulanabilir.
Son olarak din-bilim ilişkisi konusunda şunu da belirtmekte
fayda var:
İslami sosyoloji, Kur’an da hazır duran bir bilim olmadığı
gibi, değerler temelinde “din”e dayanan bir bilim de
değildir.
İslami sosyoloji, İslam’ın gerçeklik vizyonuna dayalı
holistik ve pluralistik bir bakış açısını çıkış noktası
alan bir perspektiftir.
Dinin değer ve normları gerçekliğin anlaşılması ve
açıklanması aşamasında değil, toplumsal yapının inşa
edilmesinde bir rol sahibi olabilirler.
Değerler ile gerçekler arasındaki bu ayrım dikkate alındığı
zaman din ile bilim arasında herhangi bir kavga
çıkmayacağı gibi, seküler bilginin İslamileştirilmesine de
gerek duyulmayacaktır.
•Farabi’ye kıyasla İbn
Haldun,hem daha fazla tanınan
hem de üzerinde daha fazla
çalışma yapılmış bir kişiliktir.
Bu bağlamda onu ünlü kılan hiç
şüphesiz ki Abidevi eseri
‘mukaddime’ dir. O, bu yapıtı
dünya tarihine giriş olarak
yazmıştır. Nitekim ‘mukaddime’
kelimesi sözlükte ‘giriş’
anlamına gelmektedir.
•Kitap,tarih felsefesi ve
sosyolojisi alanında yazılmış
özgün bir eser olarak bilim ve
düşünce tarihinde müstesna bir
yere sahiptir.
•Batı sosyolojisinden çok erken
bir dönemde,deneysel ve
teorik sosyolojinin temellerini
atmıştır.





Mukaddime’de gerçek bir senteze
ulaştırmıştır. Mukaddime’yi isteyen
tarih kitabı olarak isteyende
sosyoloji kitabı olarak kullanabilir.
İslam toplumlarının sosyolojisini
ortaya koyan bir kitaptır. Çünkü İbn
Haldun toplumsal düşüncelerini
genelde islam tarihine özelde ise
müslüman Kuzey Afrika topluluklar
üzerinde yaptığı gözlemlere
dayandırır.
Onun yöntemi tümevarım yöntemidir.
O kutsal metinleri kullanımında
dogmatif bir din adamı olarak
değil,deney ve gözleme önem veren
bir bilim adamı olarak hareket eder.
İbn Haldun,ilk kez orijinal olarak
kendisinin kurduğu sosyoloji bilimine
‘ilm-i umran’ , bu bilimin konusuna
ise ‘umran’ adını vermiştir.
UMRAN (Medeniyet)
İbn Haldun’un Mukaddime’de kullandığı ve
sosyolojisinede ana konu olarak seçtiği merkezi
kavram,’umran’ dır. Umran,ilk kez kendisi
tarafından kurulan bir disiplinin araştırma objesidir.
İbn Haldun, insanı diğer varlıklardan ayıran bir
özellik olarak gördüğü umranı şu şekilde tarif
etmektedir:
‘Umran, toplumla kaynaşmak ve ihtiyaçları gidermek
maksadıyla şehire veya bir konaklama yerine inmek
ve orada birlikte ikamet etmekten ibarettir.’

İbn Haldun toplumsal gelişmeye ve
değişmeye önem veren bir kişi olarak
uygarlığın ilkel ve ileri biçimleri üzerinde
durur, ama ona göre her toplum ‘medenidir’.
Çünkü toplumun hücresi olan insan,tabiatı
gereği medeni bir varlıktır. O halde ona
göre ‘medeni toplumlar’ ve ‘medeni olmayan
toplumlar’ doğru değildir.
1)
2)
3)
4)
5)
6)
İbn Haldun’un Mukaddime’de ele aldığı
meseleler :
Genel olarak beşeri umran
Bedevi umran (kabileler ve iptidai
toplumlar)
Devlet,hanedanlık,hilafet,mülk ve devlet
kurumları
Hadari umran (ülkeler ve şehirler)
Sanatlar,bilimler,maişet ve kazanç şekilleri
Bilimler ve bilimlerin tahsili
Umranın Çeşitleri


Umranın farklılıkları konusunda İbn Haldun
bir teori geliştirmiştir. Ona göre yerküre ,
güneyden kuzeye doğru 7 iklim bölgesine
ayrılmış ve her iklim bölgesi farklı bir yaşam
biçiminin oluşmasına kaynaklık etmiştir.
Kabaca özetleyecek olursak, dünyanın kuzey ve
güney kutupları umrana elverişli değildir. Çünkü
bu bölgeler ya aşırı derece sıcaktır ya da
soğuktur.
Umrana en elverişli bölge dünyanın geride kalan
orta bölgesidir Bütün medeniyetler ve dinler
burada doğmuştur. Dünyanın umrana elverişli
olan bölgelerinde temel olarak iki tür umran
bulunmaktadır : Bedevilik ve Hadarilik.




BEDEVİLİK (Göçebelik)
Bedeviler,göçebe olarak yaşayan sosyal
topluluklardır. Onları bu şekilde yaşamaya sevk
eden şey,ekonomik üretim biçimleridir.
Bedevilerde toplumsal dayanışma yüksektir.
Özellikle akrabalık temelinde türeyen toplumsal
dayanışma,kabilevi yaşanın temelidir.
Bedevilerin içinde bulunduğu fiziki
yerleşim,iklim,coğrafya ve ekonomik şartlar
toplumsal dayanışmayı gerektirmekte ve toplumsal
bağları kuvvetlendirmektedir.
Topluluk içinde liderliği ele geçirmek asabiyetten
türeyen bir güçle mümkündür. Bu sebeple topluluk
dışında birinin yada topluluğa sonradan giren bir
kişinin liderliği ele alması düşünülemez.




Bedevi kabilelerde aile ve
şeref kavramları
önemlidir.
Bir aile, itibarını geçmişe
dayalı bir şerefle
kazanır. Bizzat birey ve
onun ne olduğu önemli
değildir önemli olan onun
nasıl bir aile ve soydan
geldiğidir.
İbn Haldun bedevi
kabilelerin sadece
sosyolojisi üzerinde fikir
vermekle kalmaz onları
psikolojik davranış ve
özellikleri hakkında da
bilgiler verir.
Bedeviler şehirlilerden
daha cesur ve iyiliğe
daha fazla yatkındırlar.


İbn Haldun görüşlerini iki noktada
yoğunlaştırır. ilk nokta,insan tabiatı
hakkında görüşüdür. Ona göre nefs,ilk
fıtratı itibariyle hem hayra hemde şerre
yatkındır. Fakat özelliği ilk önce kazanırsa,
onda o özellik ikinci bir tabiat haline gelir.
Bedeviler ilk fıtrata ve tabiata daha yakın
oldukları için iyiliğede daha yakındırlar.
İkinci olarakta bedevilerin ihtiyaçları sınırlı
ve basittir. Şehir ve umranın artan
ihtiyaçlarıyla başlayan sosyo-ekonomik
çekişme ve rekabet ortamından uzaktırlar.
Bu sebeple kötü ahlak özelliklerinden ve
bozulmadan beridirler.


HADARİLİK (Yerleşik\ Medeni yaşam)
Umranın ikinci biçimi olan hadarilik şehirlerde
ortaya çıkar.
Hadarilik, bedevilikten sonra gelen bir
toplumsal aşamadır.
-Fakat tam olarak nedir?
-Hadarilerin bedevilerden farklı özellikleri
nelerdir?





Hadari İbn Haldun sosyolojisinde yerleşik hayat
süren şehirli ve kasabalı hayat demektir.
Bedeviler temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra
belirli bir zenginlik ve refah düzeyine ulaşınca
yerleşik yaşama geçerler.
Bedeviler nekadar kaba saba iseler,hadarilerde
okadar estetik bir tutuma sahiptirler.
Bedevilik nekadar doğal bir durum ise hadarilikte
okadar doğal ve kaçınılmaz bir gelişmedir.
Batıda 19. yy da ortaya çıkan romantiklerde olduğu
gibi İbn Haldun’da da medeniyetin insanı bozucu ve
doğayı yok edici bir gelişme olduğu düşüncesi hakim
durumdadır.


İbn Haldun şunları söylemektedir: hadariler çeşit çeşit
zevklerle,refahın getirdiği adetlerle yönelmekle,dünyevi
arzuları üzerinde ısrarla durmakla sık sık karşılaştıkları
için bir çok kötü ve çirkin huy ile nefsleri kirlenmiştir.
Söz konusu durum kendilerinde hasıl olduğu
nisbette,hayır ve fazilet yol ve vasıtalarından
uzaklaşmışlardır. Hatta hal ve hareketlerindeki
sıkılganlık bile yok olup gitmiştir. Onun için bunlardan
birçoğunun, toplantılarında,büyüklerinin ve mahremlerinin
aralarında söğdükleri ve pis küfürler savurdukları
görülür. Saygı müeyyidesi onları bu tutumlarından
vazgeçirmez. Çünkü çirkin sözleri ve fiilleri açığa vurma
bahsinde edindikleri kötü adetlere kendilerini iyice
kaptırmışlardır. Bu sözler İbn Haldunun ekonomik ve
toplumsal gelişme konusunda paradoksal bir görüşe sahip
olduğunu göstermektedir.
Bedevilik ve hadarilik esasına dayanan toplumsal
örgütlenme şekilleri arasındaki farklılıklar aşağıdaki
çetvelde gösterilmiştir.
BEDEVİLER
HADARİLİK
Yerleşim Biçimi
Göçebelik
Yerleşik Yaşam
Toplumsal Bütünleşme
Kabilevli örgütlenme
nesepe dayalı güçlü,sosyal
dayanışma
Zayıf sosyal
dayanışma,bireycilleşme ve
çözülme
Sosyal Statü
Geçmişe dayalı aile ve
şeref anlayışı
Ailenin küçülmesi ve hakiki
şeref ve hasebin
mecazileşmesi
Siyasal Yapı
Liderlik tipi: beylik\ şeflik
Demokratik-eşitlikçi
Mülk: zora dayalı yönetim
ve liderlik
Monarşik-oligarşik
Ekonomi
Tarım ve hayvancılık
Temel ihtiyaçların
karşılanması
Zanaat ve ticaret
Artan ihtiyaçların
karşılanması
Psikoloji\ Ahlak
Cesurluk,özgürlüğe ve
iyiliğe yatkınlık
Direniş ve metanetin
kaybolması ve yerine
estetik ve kibarlığın
geçmesi
Başkalarıyla İlişkiler
Kuralsızlık ve tağallübe
yatkınlık
Saldırılara karşı hazırlıklı
olmak ve sınırları mümkün
olduğunca genişletmek.
Umranın Temelleri



İbn Haldun’a göre umrandaki farklılıkları
açıklayacak üç temel parametre
bulunmaktadır.Bu sırasıyla
ekoloji (iklim ve coğrafya),
ekonomi ve
assabiye ‘dir
İbn Haldun,Mukaddime’nin beşeri
umranla ilgili başlangıç bölümünde
yeryüzündeki iklim bölgeleri hakkında
uzun uzadıya bilgiler verir.Bu bilgiler ilk
etapta sıkıcı ve lüzumsuz bir
malumatın,onun sosyoloji anlayışının
önemli bir boyutuna ışık tuttuğu
anlaşılacaktır.Bu bölümün tezi
şudur:İklim ve coğrafya umranın maddi
ve fiziki temelidir.Yeryüzündeki umranın
farklılıklarını anlamak istiyorsak iklim ve
coğrafyanın özelliklerine bakmak gerekir.
Dünyadaki iklimleri İbn Haldun yedi
bölgeye ayırmış ve her birinin özelliklerini
ve umran üzerindeki etkilerini ortaya
koymuştur.
Güney yarımküresine doğru
yürüdüğümüzde,birinci ve ikinci iklim bölgesi
umranın gelişmesine en az elverişli
bölgedir.Burada aşırı sıcaklık hüküm
sürmektedir ve sıcaklığın umran üzerindeki
olumsuz etkisi soğuktan daha fazladır.Bu
bölgede milletler ve insanlar sayıca
azdır.Yine aynı şekilde şehir ve kasabalarda
öyledir.
Güneş ışınlarının daha az olduğu
üçüncü,dördüncü ve beşinci iklim
bölgelerinde umran orta düzeydedir. En
mutedil iklim dördüncü iklimdir. Bunun bir
altında olan üçüncü ile bir üstünde olan
beşinci iklimler ise,itidale çok
yakındır.Buralarda çöl ve çorak saha ya
azdır ya da hiç yoktur.İnsanlar ve milletler
çoktur.Şehir ve kasabalarda sayısızdır.
Altıncı ve yedinci iklim bölgelerinde ise
umran tekrar azalır.Buralarda umranın az
olması söz konusu aşırı soğukluk
sebebiyledir.


İbn Haldun’a göre iklimler,insanların deri
renklerinden tutun yaşam biçimlerinin her
yanına etki ederler.Dolayısıyla umranda
görülen farklılıklar ekolojik şartlarla
ilgilidir.Az önce belirtildiği gibi ortadaki üç
iklimi kapsayan bölge (3. 4. ve 5. iklimler)
umrana en elverişli bölgedir.
Dünyanın bu en şanslı bölgesinde oturan
ülkeleri ve halkları İbn Haldun tek tek
saymaktan geridurmaz:
Mağrip,Suriye,Hicaz,Yemen,Iran,Hind,Sind,
Çin başta olmak üzere buralara yakın
Frenk,Gallılar,Rum ve Yunanlılar en şanslı
halklardır.

Bu genel yaklaşımdan sonra İbn Haldun iki
konu üzerinde yoğunlaşmakta ve iklim-insan
ve toplum ilişkisini somutlaştırmaktadır.Bu
konuların ilki,iklimin insan bedeni ve rengi
üzerindeki etkileridir.İbn Haldun’a göre
varlıkların oluş ve tabiatı hakkında görüşler
ileri süren soybilginleri insan ırkının
oluşumunu Tevrat’ta bulunan bu hikayeye
dayanarak açıklamaya çalışmışlardır.Buna
göre Nuh peygamber,oğlu Ham’a beddua
ettiği için onun çocukları siyah olmuşlardır.
Havanın hararetinden kaynaklanan bu durum
aslında birinci ve ikinci iklimde yaşayan
halkların bir özelliğidir.




Güneydeki birinci ve ikinci iklimin
karşılığı,kuzeydeki altıncı ve yedinci iklimlerdir.
“Bu iklimlerde yaşayanlara şamil olan
beyazlıktır.Bunun sebebi de,kuzeydeki aşırı
soğuktan dolayı içinde havanın mizacı ve
yapısıdır.
Bu mütedil olmayan iklimlerin dışında orta
iklimlerdeki insanların mizaç ve renkleri gayet
mutedildir.
İklim etkisi konusunda İbn Haldun’un üzerinde
durduğu somut konu ahlaktır.
Hararet,sıcak iklimlerde yaşayan insanların
özüne işlemiş ve bu onlarda ikinci bir tabiat
haline gelmiştir.Soğuk iklimlerde yaşayan
insanlarda da ters bir durum
gözlenmektedir.Hüzün ve kaygı buradaki
insanların baskın özelliğidir.Özetleyecek olursak
iklim ve coğrafya,insan topluluklarının
fiziki,psikolojik ve dolayısıyla sosyal yapısını
etkileyen en önemli temeldir.




Ekonomik kaynaklar bakımından umran farklı
farklıdır.Her iklim bölgesi ve hatta her bölgenin
durumu bolluk ve kıtlık bakımından aynı değildir.
İbn Haldun,ilkj önce toplumları “kıtlık” ve “bolluk”
toplumları şeklinde ikiye ayırır.
Kıtlık toplumları,zorunlu ihtiyaçları bile
karşılamakta zorluk çeken toplumlardır.Bu
toplumlar,umranın en elverişsiz yerlerinde yaşayan
halklardır.
İbn Haldun,ihtiyaçların karşılanmamasına bağlı
olarak toplumların üç aşamadan geçtiklerini
söylemektedir.
Toplumların ihtiyaçlarını karşılama
düzeylerine göre üç tipe ayırt etmek
mümkündür:
1)İhtiyaçlarını zorunlu ya da temel
ihtiyaçlar düzeyinde karşılayan toplumlar.
2)Temel ihtiyaçlarının üzerinde bir zenginlik
ve refaha ulaşan toplumlar.Bu
aşamada,bedevi toplumlar yerleşmeye
başlarlar ve çeşitli ölçeklerde yerleşim
birimleri kurarlar.
3)İhtiyaçlarını karşılamanın ötesinde ileri
düzeyinde bir refaha ulaşan
toplumlar.Hadariliğin belirli bir aşamasında
ortaya çıkan bu durum,estetik ve refahın
son haddine ulaştığı bir düzeydir.
Ekonomik bolluğun insan bedeni ve zihni
üzerindeki olumsuz etkilerini İbn Haldun şu şekilde
gerekçelendirmektedir: “Allah daha iyisini bilir ama
bunun sebebi şudur:Gıda maddelerinin çokluğu ve
bunların rutubeti bedende bir takım işe yaramaz
fazlalıklar ve kötü artıklar meydana getirir.Bu nevi
artıklardan,beden nisbetsiz bir şekilde genişler.Bir
sürü bozuk ve kokmuş salgılar hasıl olur.Bu
durumu,donuk ve soluk bir renk takip eder.Fazla
etli şişman olmaktan ötürü şekil çirkinliği vücuda
gelir.Nitekim buna işaret etmiştik.Bahis konusu
rutubetlerden hasıl olan ve beyne çıkan fena
buhar,zihnin ve fikrin üzerini örter.Onun için de
umumi olarak itidalden sapma
hali,gaflet,dikkatsizlik ve aptallık husule gelir”
Asabiyye,toplumsal olgu ve süreçlerin
iç dinamiğidir.Toplumlar,ekoloji ve
ekonomi gibi dış dinamiklerin etkisi
altında olduğu kadar,toplumsal yapıya
özgü olan iç dinamiklerin de etkisiyle
hareket ederler.
Asabiye:Kendi akraba ve kabilesine
arka çıkmak anlamındadır.İbn Haldun
bu olguyu,kökenleri ve sonuçları
itibariyle ele alır.Asabiye,kabile içinde
takım ruhunu ifade etmektedir.Nitekim
Mukaddime’yi yabancı dillere aktaran
çevirmenler de asabiye kavramını buna
benzer kavramlarla karşılamaya
çalışmışlardır.
Rosenthal “group feeling” (grup
hissi),Vincent Monteli “esprit de clan”
(kabile ruhu ),Von Kremer “gemeinsinn”
(cemaat hissi),H. Ritter “feeling of
solidarity”,De Slane “esprit de corps”
İbn Haldun’a göre asabiyenin kökeni nesep
birliği ya da o manaya gelen bir bağa
dayanır.Nesep ne kadar yakınsa,asabiye o
kadar güçlü ve etkin,ne kadar uzaksa o
kadar zayıf ve etkisiz olur.
Asabiye’nin,temelleri bakımından iki farklı
biçimi vardır. Uludağ,bunu “nesep asabiyeti”
ve “sebep asabiyeti” olarak
terimleştirmiştir.İlk biçiminden biraz önce
bahsetmiştik.
İkincisi,aralarında nesep bağı olmayan
kişilerin başka temellerden hareketle bir
araya gelmesi ve bir takım ruhu
oluşturmasıdır.İbn Haldun,bunun üç tipini
ayırt etmektedir.
1)Köleci toplumlarda köleler,efendilerinin
aile ve akrabasından sayılırlar.(vela
asabiyeti)
2)Birbirine yardımcı olmak üzere
kişiler,birbirleriyle anlaşma yapabilirler(hilf
asabiyeti)
3)Akrabaya dahil olmadığı halde,bir
kimsenin denetimi altında yetişen kişilerde
aynı aile ve akrabadan sayılırlar (ısıtına
asabiyeti)
Her üç durumda da kişiler arasında
nesebe dayalı bir akrabalık olmamakla
birlikte,bir kaynaşma ve dayanışma söz
konusudur.

Daha önce de söylediğimiz gibi
asabiye,her şeyden önce belirli bir toplum
tipiyle ilgilidir.Toplumun geçirdiği değişime
bağlı olarak asabiyede değişmeye yüz
tutar.Asabiye,bedevilik aşamasında ve kabile
yaşamında kuvvetlidir.Şehirleşme,hadarilik ve
refah,asabiyenin zayıflamasına ve çözülmesine
yol açar.
Mülk,kabile toplumunda varolan otoriteden farklı bir
şeydir.İbn Haldun,devletin kökenini ve gerekliliğini dört
temel varsayım halinde özetlemiştir:
1)İnsanlar,yaşamak ve varolmak için birlikte yaşamak
zorundadırlar.Yaşamak için yardımlaşmak ve dayanışma
şarttır.Bu şart,insanları toplum halinde yaşamaya
sevkeder.
2)İnsanlar toplum haline geldikleri zaman zaruret(yani
maddi kaynakların sınırlı olması)onları yarışmaya ve
rekabete iter.İnsan tabiatı gereği bu yarış ve rekabet
ortamında hemcinslerine haksızlık yapar.
3)İşte,insanın hemcinsine karşı yaptığı haksızlık ve
zülümleri önlemek için bir hakime ihtiyaç vardır.
4)Hakim ise yaptırımlarını ancak güce sahip olan bir
melik vasıtasıyla gerçekleştirebilir.

Bu dört önerme,İbn Haldun ‘un toplum ve
siyaset teorisinin temelini
oluşturmaktadır.Devlet,hukuku güvence altına
almak için vardır.Devletin olmadığı yerde
hukuk,yaptırımı olmayan bir kurumdur.Hukuk
ve devletin olmadığı bir yerde ise kargaşa ve
anarşi hüküm sürer. Bu da neslin devamının
ortadan kalkması demektir.

İbn Haldun’un,insan ömrü ile devletin ömrünü
birebir karşılaştırması ve bunları rakamlara
bağlaması,çeşitli tartışmalara sebep
olmuştur.Burada iki noktaya dikkat edilmelidir.
İlk olarak İbn Haldun,her ne kadar bazen kesin
iddialarda bulunsa da sürekli olarak bunun
istisnaları da olduğunu söylemiş ve şartlı ifadelerle
bu iddialarını kayıtlamıştır.
İkinci olarak onun hesaplamaları,hangi olguları
karşılamaktadır,buna iyi dikkat etmek
gerekiyor.İbn Haldun, “devlet ömrü”
derken,bununla büyük bir ihtimalle soyut anlamda
bir devlet kurumu değil, “hanedanlık”larla sınırlı
devletin içini dolduran iktidarları
kastetmektedir.Nitekim konuyu üç nesile bağlı
olarak ortaya koymak bu şekilde bir anlamayı
destekler niteliktedir. “Bir devletin ve hanedanın
ömrü,ekseriya üç nesli aşmaz,dememizin sebebi de
şudur:
Birinci nesil :Çetin hayat şartlarını
göğüsleme,cengaverlik,yırtıcılık,şan ve şöhrette
iştirak gibi bedeviliğin karakterini,sertliğini ve
vahşiliğini muhafazaya devam eder.
İkinci nesil: Bunların halleri ve refah dolayısıyla
bedevilikten hadariliğe,sıkıntıdan ve darlıktan
genişliğe ve bolluğa,müştereken şan sahibi olmaktan
ona tek başına sahip olmaya,geriye kalanların mecd
için çabalayıp atıl ve tembel kalmalarına,izzete
herkesten ileride olmaktan zilletteki aşağılığa doğru
değişir.
Üçüncü nesil: Sanki kendilerinde hiç mevcut
değilmişcesine bedevilik ve kabalık zamanını
unuturlar.İzzetin zevkini ve asabiyetini
kaybederler.
Özellikler
1.NESİL
-bedevilik\güçlü asabiye
-müşterek şan\şöhret
-nüfus ve bürokrasi az
Tavırlar
1.Zafer,galibiyet ve
istila
2.Gelişme Aşaması
2.NESİL
-hadarilik\refah
-asabiyenin zayıflaması
-tekil şan ve içsel
çekişmeler
taklit
2.İç mücadele ve
istibdar
3.Dinlenme ve rahatlık
4.Kanaatkarlık ve barış
3.Yaşlanma ve çözülme
aşaması
3.NESİL
-asabiyenin yok olması
-refah doruk noktada
-iç ve dış savunmada
yardımcılara ihtiyaç
duyulması
5.İsraf ve savurganlık

İbn Haldun’a göre devletin her aşamada
tipik tavırları vardır.Bu tavırları ortaya
koyarken aslında siyaset felsefesi açısından
anlamlı olan bir “tavırlar nazariyesi”
geliştirmiştir.Bu nazariye,iktidarın
sosyolojik temelini oluşturan üç kuşak
nazariyesinin uzantısında ve onu tamamlayıcı
bir mahiyettedir.Üç kuşağın gelişimine bağlı
olarak İbn Haldun,devlette beş tavır tespit
etmektedir.Bu beş tavır,iktidardaki
kuşakların mizacına bağlıdır.
Birinci tavır: Zafer,galibiyet ve istila dönemi:Devleti
yapılandıran ilk kuşak döneminde,yüksek bir asabiyet ve
bunun gereği olarak iktidar sahipleri ile teba arasında
sıkı bir dayanışma bulunmaktadır.Bu dayanışma
ruhuyla,devletin ilk dönem tavırları olan zafer,galibiyet
ve istila gerçekleşir.
İkinci tavır: İstibdat ve infirad dönemi: İkinci kuşak
döneminde devlet ile teba arasında çekişmeler baş
gösterir ve iktidarı elinde tutanlar,toplumsal talep ve
beklentileri dikkate almadan iktidara tek başına
hükmetmeye başlarlar.
Üçüncü tavır: Dinlenme ve rahatlık dönemi:Devlet,daha
fazla harcama yapmak için daha fazla vergi almaya
başlar.Bu dönem refah ve gösterişin eserleri her şeye
yansır.Büyük yapılar ve şehirler yanında gösterişli
şölenler organize edilir ve bahşişler verilir.
Dördüncü tavır: Kanaat ve barış dönemi:Rehavete
giren devlet,başka ülkelerle barış içinde yaşamaya
ve kendinden öncekilerin adetlerine önem vermeye
başlar.
Beşinci tavır: İsraf ve savurganlık dönemi:Bu
dönem,daha öncekilerin elde ettiği şan-şöhret ve
malları sonuna kadar kullandığı ve savurganlık içinde
olduğu bir dönemdir.Zira bu kuşak,söz konusu
imkanları kendisi elde etmediği için değerini de
bilmez ve zengin babanın topladığı malları
hesapsızca savuran mirasyedi bir çocuk gibi
davranır.İşte bu tavır devletin yaşlandığını da
gösteren bir tavırdır.
İbn Haldun iki tip siyaset ayırt etmektedir:Dini
siyaset ve akli siyaset.Dini siyaset,şer’i hükümlere
dayanan bir siyasettir.Akli siyaset ise,şer’i
hükümleri değil,insan aklının doğrularını esas alan
bir siyasettir.Bunun da iki çeşidi vardır:
“Bahsettiğimiz akli siyaset ise iki çeşittir:Birinci
nevi siyasette,umumi olarak maslahattan,hususi
olarak da mülkünün istikamet üzere ve sağlam
olması için sultanın maslahatları göz önünde
bulundurur.İkinci nevi siyasette,sultanın maslahat
ve menfaati,kahr ve galebe yoluyla mülkünün nasıl
sağlam bir şekil alacağı,umumi maslahatların bu
hususta ona nasıl tabii olacağı göz önünde
bulundurulur.


İbn Haldun genel olarak hükümdarların tarihte
uyguladıkları siyaseti akli siyasetin ikinci tipinin
kapsamında ele almaktadır.Buna göre bu tür akli
siyasette devlet ve onun çıkarları esastır.Her şey
bunu korumaya yöneliktir.Halk ve halkın
menfaatleri ise ikincildir.
Akli ve dini siyasetin sonuçları hakkında İbn Haldun
şunları söylemektedir : Birinci şekildeki siyasetin
faydası dünyada ve ahirette görülür. Çünkü
Şari,netice itibariyle nelerin maslahat olduğunu
bilmekte ve kuralların ahiretteki kurtuluşlarını
gözetmektedir. İkinci tip siyaset ise sadece
dünyada hasıl olur. Siyasetin bu şekilde bir
sınıflandırılması günümüzdede tartışılmakta olan
din-devlet ilişkileri ve laiklik açısından önemli bir
yaklaşımdır.

Akli siyaset kimin çıkarlarını esas alırsa alsın
dünyevi bir nitelik taşımaktadır yani
bireylerin ve halkın hem dünyevi hemde
uhrevi mutluluğunu değil sadece dünyevi
mutluluğunu esas almaktadır. Dini siyasetle
ayrıldığı nokta budur.




Akli ve dini siyaset biçimleri çerçevesinde 3 tip
mülkten bahsetmektedir.
Tabii Mülk:Zor ve güce dayalı olmakla kalmayıp
keyfi bir mahiyete sahip olan ilker bir devlet
şeklidir. Bu islam nazırında kötü bir idare şeklidir.
Siyasi Mülk:Dünyevi maslahatların celbi ve
zararların defi hususunda akli düşünceye göre halkı
sevk ve idare etmektir.
Hilafet: Hem dünyevi hem de uhrevi maslahatları
dikkate alarak halkı sevk ve idare etmektir.
HAZIRLAYANLAR:
Funda SAYKALOĞLU
Hale AYDOĞDU
Damla SEVER
Farabi, felsefe disiplini içinde insan,
toplum ve siyaset konusunda
sosyolojik görüşler üreten ilk
müslümandır.
Eski Yunan filozoflarından Aristo,
Plato, Plotinus’un etkisindedir.
‘’İdeal Devlet’’ yapıtı konulara göre 3
bölüme ayrılmıştır.
İlk bölümde Farabi, varlık ya da
metafizik hakkındaki görüşlerini açıklar.
İkinci bölümde insan hakkındaki
görüşlerini açıklar.
Üçüncü bölümde toplum ve devlet
meselelerine girer.
Farabi’nin varlık sisteminin tepesininde
‘İLK NEDEN’ vardır.
İlk neden; Tanrı ya da Allah’ın varlık
felsefesindeki karşılığıdır.
İlk varolan (mevcud), bütün diğer
varolanların varlığının (vucüd) ilk
nedenidir (sebeb)
İlk neden Bir’dir ve Akıl’dır
Farabi metafiziği 3 bölümde tarif
eder.
1)
2)
3)
Varlıkların Özü
Varlıkların İlkesi
Şekilsiz, Ruhsal Varlıkları Ve Allah’ı
Kanıtlama
Farabi’de metafizik, sadece insan,
toplum ve siyasetin değil, aynı zamanda
fiziğinde temelidir.
Evrende her şey metafizik yasalara ve
ilkelere boyun eğer.
Bu anlamda Farabi, monist (varlık
birlikçi) ve determinist (gerçekçi) bir
dünya görüşüne sahiptir.
Her şey bir bütün içinde ve zorunlu
hareket eder.
A) İlk Neden’in ne olmadığı (olumsuz
sıfatları)
B) İlk Neden’in ne olduğu (olumlu
sıfatları)
İlk Neden’in ‘ne olmadığı’ (olumsuz
sıfatları) açıklanır.
İlk Neden, her türlü eksiklikten
münezzehtir.
Üstünlük ve mükemmellik bakımından
en üst mertebededir.
Biriciktir.
O’nun zıddı yoktur.
İlk Neden’in ne olduğu (olumlu sıfatlar)
açıklanır.
Bir şey varlığında maddeye muhtaç
olmadığı takdirde, töze bakımından bilfiil
olur. Yani bilfiil akıldır.
İlk Olan’ın bilen, bilge, gerçek, büyüklüğü
ve ululuğu, şerefi, güzelliği, parlaklığı,
ihtişamı vs. olması da böyledir.
Yani bu özellikleriyle İlk Neden mükemmel
ve tektir.
Bir şey ne kadar mükemmel ve kuvvetli
ise, ona ilişkin görme algımız da o kadar
zayıftır.
Onun parlaklığı ve ışığı, bakışımızı
köreltmektedir.
Onu tasavvur etmedeki zorluk, bizim
tasavvur etmedeki zayıflığımızdan
kaynaklanmaktadır.
İlk Olan’da sevilen ve seven, öven ve
övülen, aşk ile aşık olunan aynıdır.
İlk Neden, aynı zamanda varolan her şeyin
kendisinden çıktığı şeydir
Yani O bütün varlıkların kaynağıdır
İlk Neden’in bir olmasına karşın varlık
dünyasında varolan çok sayıdadır
Aristo mantığının öncülü olan ‘birden
sadece bir çıkar’ ilkesiyle düşünüldüğünde
şu sorun çıkar
İlk Neden, ‘Bir’ ise; varlık dünyasındaki
çeşitlilik ve çokluk (kesret) nasıl meydana
gelmektedir ?
Bu soruya Farabi, Yeni Platoncu ‘südur
teorisi’nden hareketle şöyle demiştir :
Bu teorinin temel özellikleri, ‘taşma’,
‘zorunluluk’, ‘hiyerarşi’ ve ‘bütünlük’
terimleriyle dile getirilebilir. Her şeyden
önce çokluk alemi, İlk Neden’in
taşmasıyla oluşmuştur.
Kendisi Olarak İlk Neden
(BİRLİK ALEMİ)
Südur (TAŞMA)
Varlıkların Kaynağı Olarak İlk Neden
(ÇOKLUK ALEMİ)
Farabi’ye göre varlığa iki açıdan
bakılabilir. Kendisi olarak İlk Neden’e
baktığımızda aşkın olan varlığı görürüz.
Aşkın varlığı Bir’dir, hiçbir şeye
benzemez, biriciktir ve zıddı olmayandır.
O, tüm güzellikleri ve mükemmellikleri
özünde taşır.
Çokluk alemindeki varlılar açısından
baktığımızda ise O, her şeyin kaynağıdır.
Her şey O’ndan taşarak çıkar.
Südur olayı, Güneş ile ışınları
arasındaki ilişkiye benzemektedir.
Güneşten çıkan ışınlar, ondan bağımsız
değildir ama ışınlar bir kez Güneş’ten
çıktıktan sonra da Güneş’le, aynılıklarını
kaybederler.
İlk Neden’den türeyen şeyler, O’ndan
bir parçadır; ama O’nunla özdeş
değillerdir.
Çokluk dünyası, kaynağı olan İlk
Neden’den aniden ve bir çırpıda çıkmaz.
Bir’likten Çokluk’a geçiş, bir çok
aşamadan ve sürekli olarak daha üst bir
düzeyden, daha alt bir düzeye doğru
inen basamaklar halinde gerçekleşir.
İlk Neden (TANRI)
Ay-üstü Varlık Düzeni
İlk Akıl
İlk Gök
(FİZİK DÜNYASI)
İkinci Akıl
İkinci Gök
İnsanlar Alemi
Üçüncü Akıl
Üçüncü Gök
Hayvanlar Alemi
Dördüncü Akıl
Dördüncü Gök
Bitkiler Alemi
Beşinci Akıl
Beşinci Gök
Altıncı Akıl
Altıncı Gök
Madeni Cisimler
Alemi
Yedinci Akıl
Yedinci Gök
Unsurlar Alemi
Sekizinci Akıl
Sekizinci Gök
Ortak İlk Madde
Dokuzuncu Akıl
Dokuzuncu Gök
Onuncu Akıl
‘İlk Akıl’ın İlk Varlık’ı idraki sebebiyle
ikinci Akıl meydana gelir. Kendi özünü
akletmesi sebebiyle de birince şema
meydana gelir.
İkinci Akıl İlk Varlık’ı idrak eder ve
bundan Üçüncü Akıl meydana gelir.
Bu olay böyle birbirini takip eder.
Akıllar ile bunlara tekabül eden gökler
arasında önemli farklar vardır.
Akıllar, tözleri bakımından biriciktir,
zıddı yoktur, kendi özünü ve İlk Varolan’ı
düşünme yetisine sahip olmakla
kalmayıp, bu eylemi yaptıklarında en
mükemmel sevgi, mutluluk ve hazza
ulaşırlar.
Gök cisimleri bunların tersine, ay-altı
alemdekilerle aynı cinstendirler,
maddeleri surete dönüşmüştür.
Cins olarak aynı olmakla birlikte tür
olarak farklıdırlar, varlığını kendisinden
aldığı aklın özünü ve İlk Varolan’ı
düşünmelerinden dolayı bilfiil akıl
sahibidirler, bu sayede mutluluk ve haz
duyarlar.
Akıllar ile gökler arasındaki ilişki,
yönetici-yönetilen ilişkiidir. Yani akıllar
gök cisimlerini yönetirler.
1.
2.
3.
Bir Kısmı Tabii
Bir Kısmı İradi
Hem Tabii Hem İradi
Tabii varlıklar, iradi varlıkların önşartıdırlar.
Tabii varlıklar oluşmadan iradi varlıklar
hayat bulamaz
Tabi i ayaltı cisimler dört unsur
(ateş,hava,toprak,su) başta olmak üzere
taşlar, madeni şeyler, bitkiler, dil ve düşünce
sahibi olmayan hayvanlar ve insanlar
şeklinde sıralanır.
Demek ki sadece ay-üstü alemde değil, ayaltı alemde de varlıkların bir sıradüzeni
(hiyerarşi) bulunmaktadır.
Ay-altı alemi ile ay-üstü alemi arasında,
hem varlık ve sıradüzeni hem de oluş
bakımından farklılıklar vardır.
Ay-altı aleminin varlıklarının tabiatı,
ezeli-ebedi dünyadaki her şeyden
tamamen farklıdır.
Onlar başından beri en mükemmellikle
donanmıştır.
Oysa ay-altı alemdeki varlıklar, tabiatları
gereği eksiktirler.
İnsan, ruhsal bir varlık olarak beş
kuvvetten meydana gelmiştir.
Besleyici kuvvet
2. Duygu algı yetileri
3. İnsanın hayal etme yetisi
4. İnsanın arzu etme yetisi
5. Akıl yetisi
1.
İnsandaki bu kuvvetleri yöneten iki organ
vardır.
1.
2.
Kalp
Beyin
İnsan tam da bu noktada ruhsal ve
fiziksel güçlerin işbirliğiyle işleyen
mükemmel bir yapıdır.
İnsandaki kuvvetleri yöneten organlar ve
bunların ilişkisi konusunda Farabi şunları
söylemiştir :
‘Kalb, kendisine başka bir organın
emretmediği amir organdır. Ondan sonra
beyin gelir. Beyinde amir bir
organdır;ancak onun amirliği birincil
değil ikincildir. O, kalbin emirlerine uyar
ve bütün diğer organlara emreder. Çünkü
onun kendisi kalbe hizmet eder. Bütün
diğer organlarsa kalbin tabii amacına
uygun olarak ona hizmet ederler.’
Bu sözleriyle Farabi, Yeni Platoncu modele
uygun olarak insanı hiyerarşik olarak üç
katmandan oluşan bir yapı olarak
tasarlamaktadır.
Kalp; metafiziğin temeli olan İlk Neden’e;
Yardımcısı ve aracısı olan Beyin, On Akla;
Farklı ve bedensel kuvvetler ise bir çokluk
denizi olan Ay-altı alemine karşılıktır.
Demek ki kozmolojik düzenin bir benzeri
insanda da mevcutur.
HASİBE GÜVEN
G100210075
SOSYOLOJİ
KADİR CANA
Çağdaş dünyada fıkıhtan
hareketle İslami düşüncenin çeşitli
boyutları üzerine yapılan pek fazla
çalışmaya rastlanmaz. Bu noktada
Iraklı Şii âlim Muhammed Bakr EsSadr’ın ‘’İSLAM EKONOMİ
DOKTRİNİ’’ adlı çalışması bir
istisnadır. Fakat bu eser başka
çalışmalara da öncülük edecek
önemli bir başvuru kaynağıdır.
Çünkü Es Sadr bu eserinde fıkhi
kaynaklardan hareketle nasıl bir
ekonomi doktrini
çıkarsanabileceğini değin bir
yöntem geliştirmiştir. Ona göre ilim
doktrin ve kanun arasındaki
ilişkilerin tespiti, normatif anlamda
çağımızda İslami düşüncenin de
yeniden formüle edilmesine
yardımcı olacaktır.
Bir başka nokta Rey ve Hadis ekolleri
arasındaki farklılıklarla ilişkilidir. Rey ehli akli
gerekçelendirmeler e önem verdiği için bu
ekolden yetişen kişiler İslam dinini akılcı bir
tarzda yorumlamanın ötesinde toplumsal
gerçekliğe de fazla önem vermişlerdir.
Rey ehli hadis ehline kıyasla topluma daha
içerden bakmışlar ve normatif düzenlemelerde
toplumsal gerçekliğin kendi karakterini de
dikkate almışlardır. O halde rey ekolüne dayalı
sosyal düşünce ile hadis ekolüne dayalı sosyal
düşünce arasında farklılıklar olduğunu
söyleyebiliriz.
Son olarak fıkhın kurumsallaşmasının ve ictihat kapısının
kapanmasının sosyal düşüncenin gelişimi üzerindeki etkileri üzerinde de
durmak gerekir. Bu durum iki gelişmeyi beraberinde getirir. İlk olarak
bu olay fıkıh içinde sosyal düşünce üretimini durdurmuştur. Daha sonra
gelen kuşaklar öncekilerinin görüşlerini takip ettikleri için yeni
düşünceler üretmemişlerdir. Bu anlamda fıkıh tarihindeki gelişmelere
bağlı olarak Müslümanlar sadece dini ilimlerde değil sosyal düşünce
tarihi bakımından da üretici değil tüketici olmuşlardır. Demek ki sosyal
düşünce dini bir disiplin içinde kendine gelişim kanalı bulamadığı
zamanlarda seküler bir zeminde gelişmeye yönelmiş ya da yabacı
kültürel etkilerle biçimlenmiş olan düşünceler İslam toplumlarına
dışarıdan ithal edilmiştir.
İslam düşünce geleneğinde Fıkıhtan
hemen sonra Kelam gelişmeye başlamıştır.
Kelam fıkıha kıyasla toplumdan bağımsız
ve daha soyut metafizik konuları kendine
konu edinmiştir. Yani Kelam bir anlamda
İslam teolojisidir. Kelam kelime anlamı
söz demektir. Fıkhın ameli konuları ele
almasına karşın Kelam; Allah’ın zatı ve
sıfatları, Peygamberlik varlığın başı ve
sonu ve kâinattaki olayların perde
arkasını kendine konu edinmiştir. Bir
benzetme yapmak gerekirse kelam din
ağacının köklerini ortaya koyar ve bunları
akli olarak temellendirmeye çalışır. Fıkıh
ise ağacın dalları ve yaprakları konusunda
açıklamamalar yapar ve Müslümanları
bunlara göre yaşamaya çalışır. Fıkıh ile
Kelam arasındaki bu ilişki biçimi ilmi
hiyerarşide Kelamı Fıkhın üstüne çıkarır.
Çünkü sağlam bir iman olmadan sağlam bir
İslami yaşam söz konusu olmaz. Başka bir
deyişle dini yaşantıda önce bilgi sonra
amel gelir.
Kelam üçüncü devresini ise büyük
İslam düşünürü gazali ile
tamamlamıştır. Gazali kendinden
önce gelen Kelam, felsefe ve
tasavvuf alanında düşünürlerin
geliştirdiği fikirleri bir potada
eriterek yüksek düzeyde bir
senteze ulaşmayı başarmıştır.
Kelam ağırlık noktası metafizik
olan bir ilimdir. Kelam bunun
dışında daha dünyevi ve somut
meselelerle de uğraşıştır. Örneğin
kader –özgürlük, vahiy-akıl, büyük
günah- küçük günah gibi temel
tartışma konuları tümüyle sosyal ve
siyasal içerimleri olan konulardır.
Hatta bu konuların siyasi yönleri
olmasaydı belki bu kadar tartışma
konusu olmazlardı.
Felsefe Kelamın sistemleşmeye başladığı 9. Yüzyılın ilk
yarısında ve Abbasiler döneminde Yunan felsefi metinlerinin
çevrilmeye başlamasıyla ortay çıkmıştır. El-Kindi ile başlayıp
Farabi ve İbni Sina gibi büyük filozofları yetiştiren bu gelenek İbn
Rüşd ile doruk noktasına ulaşmıştır denebilir. İbn Rüşd
diğerlerinden farklı olarak hem filozof hem de fakih bir kimliğe
sahiptir. O din ve felsefeyi aynı hakikati farklı yollarla (vahiy ve
akılla) keşfin yolu ve yöntemi olarak tarif etmiştir.
Felsefenin kelamdan ayrılan önemli bir
noktası vardır. Kelamcılar dini inancı temel alıp,
bunu akli delillerle temellendirmeye çalışırlar.
Oysa filozoflar bunun tersine aklı ve felsefeyi
esas alıp dini insancı buna göre açıklamışlardır.
Bu kelamdan daha ileri giden bir akılcılaştırma
ve hatta kimi İslam düşünürlerine göre
felsefeyi dinle temellendirme ve
meşrulaştırma girişimidir. Özellikle Gazali
geleneğe bağlı bir kişi olarak felsefeye ve
filozoflara bu açıdan köklü eleştiriler
getirmiştir
Âlem yoktan var
olmuştur.
Allah tümelleri
bilir ama
tikelleri bilmez.
Ruh ölümden
sonra tekrar
bedenle birleşerek
dirilmez.
Ruh ölümden sonra tekrar bedenle birleşerek dirilmez.
Felsefe ile bir din felsefesi olan kelam arasındaki gerilim aynı
zamanda vahiy ile akıl arasındaki bir gerilimdir. Bu gerilim alanı İslam
düşünce tarihinde düşünsel verimlilik ve zenginliğin de önemli bir
kaynağı olmuştur.
Fiolozoflar metafizik ve İlahiyat konularıyla da uğraştıkları için pek
çok konuda Kelamcılarla fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Nitekim
Gazali’nin bilim sınıflandırmasına baktığımızda akli bilimlerin bir alt
başlığı olan felsefi ve düşünsel bilimler kategorisinde metafizik, Kelam
ve siyaset bilimleri yer almaktadır.
.
Konularının genişliği ve meselelerinin çokluğu nedeniyle sosyal düşünce
felsefe içinde daha fazla ve açık bir biçimde yer almıştır. Dolayısıyla İslami
sosyal düşünce de daha çok bu disiplin içinde kendini ifade etmiştir. Ahlak,
siyaset, iktisat, tarih ve toplum meseleleri İslam düşünce geleneği içinde iç içe
isim verilerek veya verilmeyerek ele alınmıştır. Bunların teorik kısımları
felsefeden ibarettir. Aristo ve eflatun gibi Yunan, Farabi, İbn Sina ve İbn
Rüşd gibi Müslüman filozoflar bu ilimlerde de eserler vermişler, görüşler ileri
sürmüşlerdir.
İslam felsefe tarihinde ilk önce İbn Farabi sosyal bilimleri bağımsız bir
dal olarak bilimler sınıflandırmasında belirlemiş, en olgun biçimde de İbn
Haldun da yer almıştır. Bu iki şahsiyet İslam sosyal düşünce tarihinde
tartışılmaz bir öneme ve yere sahiptir.
İslam düşüncenin farklı
dalları olan fıkıh, kelam,
felsefe ve tasavvuf, insan,
toplum ve siyaset
konularında ya doğrudan ya
da dolaylı olarak görüşler
geliştirmişlerdir. Bu
disiplinler konu alan
kaynaklar da başlı başına
araştırmalar yapılarak İslam
sosyal düşüncesinin yeri ve
boyutları çıkartılabilir. Bu
tür çalışmalar din bilimleri
okuyan ilahiyatçılarla sosyal
bilimcilerin işbirliği halinde
ve interdisipliner bir
yaklaşımla yapılmalıdır.
İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİNDE ROL OYNAMIŞ KİŞİLER ESERLERİ ve
UZMANLIK ALANLARI
İbn Haldun’a göre tasavvuf 8. Yüzyılda refah ve servetin arışına paralel
olarak dünyaya yönelik eğilimlere tepki olarak doğmuştur. Önce bir yaşam tarzı
olarak beliren Sufilik daha sonra bir tasavvuf felsefesini doğurmuştur. İlk
Sufiler softan ( yünden ) yapılmış basit elbiseler giydikleri için Sufilik kavramı
buradan doğmuştur. Sufilik bir anlamda dünyadan uzaklaşma ve insanın kendi
nefsini ıslah etmesidir. Toplumu değiştirmek mümkün olmadığı için Sufiler
kendilerini değiştirmeye ve bu yolla toplumda etkili olmaya çalışırlar. Mürit
kendine en uygun nefis tezkiyesini seçerek ‘’seyrü sülük ( Allah’a yolculuk )
sürecine girer ve bu süreçte çeşitli imtihanlardan geçerek kendi nefsini
olgunlaştırır.
Hiç kuşkusuz tasavvuf felsefesi İbn
Arabî ile doruk noktasına ulaşmıştır. Ama
onun yanında tasavvufun her dönem ve
tolumda Hallaç, Rumi, Gazali, Yesevi,
Yunus Emre, Molla Sadra, Konevi, Molla
Cami, Rabbani gibi pek çok önemli
temsilcileri olmuştur. Özellikle Gazali,
statüsü ehli sünnet çevirilerinde her
zaman şüpheli olan tasavvufun
sunileştirilmesinde ve bu şekilde
meşrulaştırılmasında önemli bir görev
görmüştür.
İlk bakışta tıpkı kelam gibi Tasavvuf da
saf bir metafizik gibi görünür. Oysa
Tasavvuf felsefesinin kurucuları bir
manevi öğreti geliştirerek bu öğretinin
insansal ve toplumsal varlığa da
uygulamasını yapmışlardır.
Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz:

Bugün İslam sosyal düşüncesi hakkında
elimizde olan çalışmalar, İslam düşünce
tarihinde sosyal düşüncenin 9. Yüzyıla kadar
geriye gittiğini göstermektedir. Bu bundan
önceki dönemde sosyal ve siyasal konularda
düşünce üretilmediği anlamına gelmez. Burada
söylemek istediğimiz şey sosyal ve siyasal
konularda bağımsız eserlerin yazılmasının
başladığı tarih 9. Yüzyıla kadar geri
gitmektedir. İçinde siyaset ve idari ilkelerinin
ele alındığı ilk ve en eski eser lakabı Ahmet Bin
Muhammed Bin Eb’ir-Rebi olan bir Müslüman
düşünüre aittir. Eserin ismi ‘’ Hükümdarın yolu
ve Devlet İdaresi ‘’ adlı eserin konusu ve ana
. İnsan varlıklar içinde en üst
mevkide olmakla birlikte
kendi başına da yaşaması
mümkün olmayan bir varlıktır.
Bu nedenle insanlar arasındaki
dayanışma ve iş bölümü onları
birlikte yaşamaya sevk eder.
Toplum köylü ve şehirli olmak
üzere ikiye ayrılır. Köylü kısmı
tüm halkın tükettiği ürünleri
üretmesi bakımında ülkenin
dayanağıdır. Şehirde hayat
daha ileri ve refah düzeyi
daha yüksektir. Köy halkı için
bol su ve az vergi ne kadar
gerekliyse halkı için de hava,
su, kale duvarı ve emniyet o
kadar gereklidir. Sonuç
olarak yazar olanı anlatmakla
yetinmez olması gereken
hakkında da doğru ilkeleri
vermeye çalışır.
İslam düşünce tarihinde tolum ve siyaset
konusunda ilk kez bağımsız ve sistematik
eserler yazan kişi şüphesiz ki İbn
Farabidir. Şüphesiz ki Aristo’dan sonra
Farabi ikinci öğretmen lakabıyla
tanınmıştır. Farabi Yunan düşüncesi ile
İslam düşüncesi arasında da uzlaştırmalar
yaparak farklı kişi ve medeniyetlerin
etkileşiminin de sözcülüğünü yapmıştır.
Farabi sosyolojide yöntem olarak
olandan çok olması gerekenle
ilgilenmektedir. Bu yaklaşım ona zaman
zaman gerçeklerden uzak bir ütopist
olmaya yöneltmiştir.
Müslüman dünyasının yetiştirdiği ilk antropolog olarak
nitelendirebileceğimiz Biruni Orta Asya’dan İran’a uzanan yaşamındaki
değişmelere paralel olarak bilimsel ilgi alanları da sürekli değişen ve
bu sebeple pek çok farklı alanda eserler veren verimli bir düşünürdür.
Sosyal düşünce alanında Biruni en fazla Hint kültürü ve dinleri üzerine
yaptığı çalışmalarıyla tanınır.
Biruni Hindoloji ve kıyaslamalı dinler tarihi konusunda öncü bir kişidir.
Başta Kitabu’t –Tahkik ma Lİ’l Hind ( Hint kültürü üzerine incelemeler
olmak üzere eserlerinde Hinduizm, Budizm, Zerdüşt dini Maniheizm,
Sabilik, Eski Yunan dini, Arap putperestliği ,Yahudilik,Hıristiyanlık
,İslam gibi Orta ve Uzak Doğunun belli başlı dinleri hakkında kıyaslamalı
yorumlar yapmakta toplumsal hayatın kuruluşu, şehirleşme, iş bölümü,
para, değişim, kast sistemi toplumların ekonomik ve siyasal olayları
üzerinde ilgi çekici açıklamalar yapmıştır.
Gazalinin sosyal düşünceye
katkısı 2 şekilde olmuştur
diyebiliriz. O bilimler
sınıflandırmasında “ siyaset
ahlak ve metafizik “ meseleleri
dini ilimler başlığı altında
toplamıştır. Bu sınıflandırma bir
taraftan söz konusu disiplinlere
din kapsamında algılandığı için
bir itibar kazandırmıştır, ama
öte yandan da bu disiplinlere
normatif bir damga vurmuştur.
İkinci noktada siyaset ve toplum
meseleleri bir realite olarak
araştırmaya konu olmaktan
ziyade dini değerler açısından
nasıl düzenlenmesi gerekir,
şeklindeki bir sorunun konusu
olmuştur. Fakat bunu Gazali’nin
yaşadığı hakim düşünce
atmosferi içinde garip
karşılamamak gerekir.
İkinci olarak Gazali, Müslüman dünyadaki geleneğe uyarak
döneminin sultanlarına ve padişahlarına öğütler veren bağımsız
eserler vermekle kalmamış birçok eserinde serpiştirilmiş olarak
siyaset meselelerine girmiştir. Onun bağımsız olarak yazdığı
siyasi- ahlaki eserler ‘Nasihatü’l Müluk’ (meliklere öğütler) “
Tıbrı’l Mesbuk” ( dökme altın ) ve “Sırri’l –Alameyn” ( İki âlemin
sırrı) doğrudan yöneticilere öğütler vermeyi amaçlamaktadır.
Müslüman dünya geçmişte sadece
Ortadoğu ve Asya’da önemli
düşünürler yetiştirmekle kalmamış
batıda Endülüs’te de pek çok filozof,
kelamcı, fakih ve sufi yetiştirmiştir.
Hatta denilebilir ki bu bölge,
Müslüman dünyanın birikiminin en üst
düzeye ulaştığı verimli bir düşünce
ortamı olmuştur. Bugün çeşitli
disiplinlerde zirve diye baktığımız
isimler burada yetişmiştir. Örneğin
felsefede İbni Rüşd tasavvufta İbni
Arabî fıkıhta şatibi ve sosyal
bilimlerde İbn Haldun bu
coğrafyanın insanlarıdır.
Batıya( Fas ve Endülüs’e ) akılcı
meşşai felsefeyi ilk götüren kişi İbni
Bacce dır. Bacce felsefe ve tıptan
başka hukuk, astronomi, siyaset
felsefesi, ahlak ve sosyoloji
alanlarında kitap ve risaleler
yazmıştır.
İbn Bacce tedbir el- mütevahhid( yalnız kimsenin
rejimi) adlı eserinde ilginç bir toplum tasfir eder. Söz
gelimi böyle bir toplumda doktor ve hâkimin olmayacağını
söyler. Olgunluk ve erdem bu toplumun ortak zeminidir.
Böyle bir toplumda hastalıklar ve çatışmalar
olmayacaktır. Dolayısıyla toplumu madden ve manen
iyileştirmeye çalışan doktor ve hâkimlere ihtiyaç
kalmayacaktır.
İbn Bacce’den sonra gelen İbni Tufeyl Hay bin
Yakzan adlı Felsefi romanında yalnız olarak bir adada
yaşamak zorunda olan Hay adlı birinin doğa ve varlık
üzerinde yaptığı incelemeler sonunda Allah’ı bulması
anlatılmıştır. İbn Tufeyl bu romanla insanın toplum
dışında yaşasa da bazı metafizik gerçekleri bulabileceğini
anlatmak istemiştir.
İbn Rüşd hem fakih hem de filozof
olarak batıda etkin olmuştur. Ona göre
din ve felsefe hakikate ulaşmanın iki ayrı
yoludur. İlki doğrudan ikincisi ise dolaylı
yoldan insanı hakikate götürür.
Dolayısıyla İbni Rüşd felsefesiyle din
arasında bir rekabet ve çelişki görmek
yerine akrabalık ve uzlaşma görmektedir.
İbn Rüşd bu düşünceleriyle hem bir
filozof hem de bir fakih olarak kendi
döneminin kamu hayatını ortasında
durmaktadır.
İbn Rüşd ten sonra İslam düşüncesi
sona ermemiştir. Sosyal düşünce
bakımından bizim dikkatimizi en fazla
çeken İbni Teymiyye ve İbni Haldun’dur.
Bu iki düşünür çağdaş dünyadaki dini /
siyasi tartışmalarda ve hareketlerde de
adları hala en fazla anılan kişilerdir.
İbn Teymiyye İslam dünyasının en karışık bir döneminde yaşayan bir
düşünür olarak zamanının sonlarına kayıtsız kalamamıştır. Tıpkı Gazali gibi
bir taraftan zararlı gördüğü cereyanlarla mücadele ederken diğer yandan
da dinin Asrı saadet dönemindeki saflığın için gayret sarf etmiştir. Ona
göre insan doğası gereği bir toplum içinde yaşamaya muhtaçtır ve
dolayısıyla da toplumda bir yönetici otoritenin bulunması kaçınılmazdır. Bu
noktada Teymiyye kendinden öncekiler gibi otoritesiz kalmaktansa zalim
bir devlet başkanının nitelikleri konusunda da beklenilenin aksine
pragmatik ve akılcı bir tavır alır. Ona göre toplumu yönetmek üzere
gerekli olan beceri ve ehliyet dindarlıktan önce gelir.
İbn Teymiyye’nin din anlayışı genel kanının aksine katı
değildir. O, zamanına göre oldukça ileri bir anlayışa
sahiptir. İbni Teymiyye asrındaki din savaşları
sebebiyle Hıristiyanlık diniyle özel olarak ilgilenmiş ve 4
ciltlik bir kitap olan “ el Cevabu’s Sahih” ( doğru
cevaplar) adlı eserini yazmıştır. Bu kitapta tek tek
Hıristiyanların iddialarını ele alarak onlara karşı
cevaplar vermektedir. bu mektuba binayen yazdığı bu
eser ile ibnTeymiyye Hz. İsa’nın davasının gerçek
mahiyetini açıklayarak Hıristiyanlara İslamiyet ‘i
tanıtmayı amaçlamaktadır. Üslup olarak hücum
pozisyonuna değil müdafaacı bir durumdadır.
İbn Teymiyye’den sonra gelen ve 14. Yy dan 15.
yüzyılın başına kadar yaşayan İbni Haldun herhangi bir
düşünce geleneğine sığdırılması mümkün olmayan
bağımsız bir düşünürdür. İbn Haldun’un özelliği İslam
düşünce tarihinde sosyal bilimler ayrı bir yer vermiş
olmasıdır.
İbn Haldun’a göre tarihçiler tarih ilmini
geçmişin olay ve haberlerin nakleden bir
ilim olarak algılamalarının ötesinde birçok
konuda da yapısal olarak hatalar
yapmışlardır. İbn Haldun bu saptamayı
yaptıktan sonra tarih ilmine kendi
getirdiği tanımlamayı verir. “ bil ki: tarih
ilmi milletler ve kavimlerin birbirinden
nakil ve rivayet ede gelmekte oldukları
ilimlerdendir. Tarih, zahirine bakıldığında
geçmişteki olayların ve devletlerin
hallerinin ve geçen çağdaki haberlerin
öte tarafına geçmez. Bu tarihin zahiri
(açık anlaşılan) manasıdır. Tarihin içinde
saklanan mana ise incelemek düşünmek,
araştırmaktan ve varlığın sebep ve
illetlerini dikkatle anlamak ve hadislerin
vuku ve cereyanının sebep ve tertibini
inceleyip bilmekten ibarettir. İşte
bundan dolayı tarih şereflidir ve
hikmetin içine dalmıştır. Bunda ötürü
tarih, hikmet= felsefe ilimlerinden
sayılmaya layıktır.
İbn Haldun’un tarih alanında açtığı ve
yeni çığır tümüyle bir tarih felsefesidir
ve bu felsefe toplumu ve geçmişi farklı
bir şekilde eğilmeyi gerektirmektedir.
Bunun insana sağlayacağı yararlar sıradan
tercihlerin verdiği bilgilerin ötesinde bir
şeydir.
İbn Haldun tarihçileri ve toplumları
tarihsel olayları anlamaktan saptıran
nedenlere üzerinde durur. Bunun başında
geçmişi taklit, değişme olgusunu gözden
kaçırma, mezhebi bağlılık ve tarafgirlik,
ravilere aşırı güven, ravilerin zan ve
vehimleri vs. sebepler gelir. Fakat
bunların dışında bir başka sebep var ki,
işte bu husus İbni Haldun’un tarihe
getirdiği yeni perspektifi anlamada çok
önemlidir. O bu konuda şunları
söylemektedir:
“Yalan haberler karışmasının andığımız
sebeplerin hepsinden daha önemli diğer bir sebebi
var ki bu da umranın ve diğer tabirle içtimai
hayatın tabiatının hallerini bilmemektir. Burada
umran veya içtimai hayatın tabiatı kavramlarını
kullanarak Ibni Haldun sosyolojinin konusuna
girmektedir.
İbn Haldun’un umrandan neyi anladığını
inceleyelim:
Sosyal bilimlerin konusu olarak seçtiği
kavramı(umran) İbni Haldun birçok yerde tarif
etmeye ve açık seçik hale getirmeye çalışmıştır.
Daha kitabın ön sözünde şu tanımı yapar:
insanların ve ferdin dünyanın insan yaşayabilecek
yerlerinde bir araya toplanarak yaşamlarından ve
yeryüzünü imar etmekten ibaret olan umranın türlü
türlü tabiatları olup bu tabiatların hal ve eserleri
çeşitlidir. Bu kısa tanımda, toplum olarak bir
arada yaşamak ve yeryüzünü imar etmek şeklinde
2 noktayı vurgulamaktadır. Ayrıca bu iki şeyin
tabiatlarını ve buna bağlı olarak hal ve eserlerinin
de farklı olacağını işaret eder.
Burada özellikle belirtilmesi gereken şey şudur:
İbni Haldun yeni bir bilim icad ettiğinin
farkındadır. İbn Haldun sadece yeni bir bilim
icad ettiğini söylemekle kalmıyor bunun siyaset
bilimle ayrıştığı noktayı ya da sınır çizerek
toplumbilimin konusunu su yüzüne çıkarıyor. Bu
husus batıda sosyolojinin bağımsız bir disiplin
olarak ortaya çıkmasına dikkatleri çekmiş bir
noktasıdır.
İbn Haldun, kendisinden
sonra gelen pek çok
düşünürü etkilemiştir.
Osmanlı uleması ve
tarihçileri başta olmak
üzere tüm devlet adamları
ve aydınlar onun
fikirlerinden
faydalanmışlardır. Batıda
erken dönemde keşfedilmiş
ve “ mukaddime” si yabancı
dillere çevrilmiştir. Çağdaş
dünyada üzerinde en fazla
yerli ve yabancı çalışma onun
hakkında yapılmıştır. Fakat
tüm bu çalışmalar onun
sosyoloji ve tarih felsefesi
alanındaki fikirlerini
geliştirmeye ve uygulamaya
dönük değil, sadece
tanımaya ve tanıtmaya
yönelik olarak kalmıştır.
Download