GİRİŞ A . KİTABIN KİMLİK BİLGİSİ Kitabın Adı : Avrupa`da Ulus ve

advertisement
GİRİŞ
A . KİTABIN KİMLİK BİLGİSİ
Kitabın Adı
: Avrupa’da Ulus ve Devlet
Orijinal Adı
: Staat und Nation in der euroischen Geschicte
Yazarı
: Hagen Schulze
Çeviren
: Timuçin Binder
Yayınevi
: Literatür Yayınevi
Baskı
: Birinci Basım, Aralık - 2005
Bölümleri
: Devletler, Uluslar, Ulus Devletler, Uluslar, Devletler ve
Avrupa
Sayfa Sayısı
: 332
1
B . YAZAR HAKKINDA
Hagen Sculze Freien Universitat Berlin, Friedrich Meinecke Enstitüsü’nde
Modern Almanya Tarihi profesörüdür. Eserleri arasında Die Wiederkehr
Europas (1990), Destsche Geschicte: Mit Bildern Aus Dem Deustschen
Historischen
Museum
(1996)
ve
Deustsche
Erinnerungsorte
(2001)
sayılabilir.
C . KİTABIN PROBLEMATİĞİ
Yazar bu eserde Avrupa’nın Ortaçağ’dan II. Dünya Savaşı sonlarına kadar
Avrupa’daki sosyal, siyasi
ve
ekonomik oluşumu
incelemiştir.
Ulus
kavramının nasıl ortaya çıktığı ve bunun neticesinde Avrupa’nın sosyo-politik
yapısı,
coğrafi
sınırların
belirlenmesi
konularını
ayrıntılı
bir
şekilde
incelemiştir. Avrupa’ya damgasını vuran olay ve konulara ağırlık vermiş,
Avrupa’nın bu güne kadar olan oluşumu ve gelişimi üzerinde ayrıntılı bir
şekilde durmuştur. Bunun yanı sıra Avrupa’yı etkileyen diğer oluşumlara da
değinmiştir.
Avrupa’daki
Din
çatışmalarının,
egemenlik
mücadelelerinin,
sınırların
şekillenmesinin nedenlerini açıklamış ve bunun neticesinde ki toplumsal
olaylara etkisini gözler önüne sermiştir. Bu çalışmada birçok argümana yer
vermiştir. Döneme damgasını vuran kişi ve kurumları dikkatli bir şekilde
incelemiştir.
Ülkelerin birbirleriyle olan savaşları, ulus olma bilinci üzerindeki etkileri, kilise,
kraliyet ve imparatorlukların Avrupa üzerindeki etkilerini gözler önüne
sermiştir.
2
BİRİNCİ BÖLÜM: DEVLETLER
A.
MODERN DEVLETİN DOĞUŞU
Avrupa devletlerinin gelişimi, iktidarın bir merkezde toplanması veya
tekelleşmesine bağlı değil, daha ziyade dağıtılması ve kontrolüne yönelikti.
On sekizinci yüzyılda devlet mutlakıyetçiliğine karşı bir savunma olarak
Montesquieu tarafından öne sürülen kuvvetler ayrımı öğretisinin anlatmaya
çalıştığı da, şematik ve sistematik bir şekilde olsa da tam olarak Batı ve Orta
Avrupa’da ortaçağdan beri gelişmiş olan devletlerin içinde oldukları durum;
çeşitli otoritelerin birbirleriyle olan ilişkilerinde ortaya çıkmış karmaşık
çeşitlilikti. İletişim ve iktidar aygıtları geliştikçe, devletler içinde varolan iktidar
paylaşımı sistemi de, mutlak iktidara sahip olmak isteyen hükümdarların
girişimleri tarafından sürekli tehdit ediliyordu. Fakat iç denge her seferinde
baştan kuruluyordu. Avrupa devletini Asya ve Afrika devletinden ayıran temel
neden de buydu.
Avrupa devletinin daha başlangıçtan itibaren tüm iktidarın tel elde
toplanmamasını sağlayan düzenlemelere gitmemiş olmasının arkasında
birtakım nedenler bulunuyordu. Nedenlerden biri, örneğini ortaçağda yetki
kavgasından itibaren Kilisenin devletten zamanla ayrılmış olmasıydı.
Avrupa’ya sınırı olan Bizans ve onun ardıllarından Korkunç Ivan’ın Rusya’sı
gibi devletler baskıcı güçlerini esasen dünyevi ve ruhani otoriteden
ayrılmamış olmasından alıyordu. Devlet ve kilise tek ve aynıydı; Bizans
İmparatorluğu’nda imparator, patriklerin üstünde Tanrının vekili olarak Aziz
Petrus gibi yükselen bir kişilikti. Kilisenin başı olarak, istediğini an kaynağını
dilinden alan kuvvetleri devletin emrine koşabilmekteydi.
Ortaçağda kilisenin etkisi büyüktür. Sosyal ve siyasi hayata etkisi
büyük olmuştur.
3
B.
HIRİSTİYANLIK VE DEVLET GERÇEKLERİ
Ortaçağ döneminde felaketler papalığın 1309 yılında Avignon’a
sürülmesiyle birlikte arka arkaya gelmeye başlamıştı. Fransa ile İngiltere
arasında 1339 yılında Yüz Yıl Savaşları’nın başlamasıyla şartlar daha da
ağırlaşmıştı. Bu dönem İstanbul’un düşmesine kadar sürecektir. Ortaçağın
son döneminde olan Avrupa aşırı kalabalık bir nüfus barındırıyordu. Nüfusun
fazla olması yiyecek ihtiyacını karşılayamaz hale gelmişti. Geleneksel tarım
metodları neticesinde topraklardan yeterli verim alınamadığı görülmektedir.
Bu dönemde veba salgının da etkili olması insanları açlık ve hastalıkla karşı
karşıya getirmiştir. Bunun sonucu olarak kentlerde ayaklanmalar, kırsal
bölgelerde köylü isyanları, yoksullaşmış soylu çetelerinin yağmalamaları,
acımasız ve fakirleşmiş askerlerin ganimet avcılığı…
Avrupa’da merkezi siyasi otoritenin yerleşmesi çeşitli engellerle karşı
karşıyadır. Başlıca sorunlar arasında seyahat ve iletişimin yavaş olmasıydı.
Devlet ne kadar büyükse, hükümdar ve eyalet yöneticileri arasındaki iletişim
biçimleri de o derece hantal, talimatların ulaşması ve bunların uygulanması
da o derece zor oluyordu. Yerel gelenek ve görenekler gibi, yığınlarca dil ve
lehçelerin varlığı da tek bir bütün oluşturulmasının önünde başka bir engeldi.
Arada bulunan otoritelerin çokluğu da, hükümdarın isteklerinin uygulamaya
geçirilmesini önlüyordu.
Kiliseyse
tüm gücüyle
dünyevi
otoritelerden
kurtulmaya çalışıyor, kilise hizmetkârları da çoğu zaman bir yanda kendi
hükümdarlarına, diğer yandaysa Papaya olmak üzere, birbiriyle çatışan
bağlılıklar arasında kalıyordu.
Bununla
birlikte,
soyluların
gücü
azaldıkça
merkezileşmenin
arkasındaki faktörler daha fazla güçleniyordu. On dördüncü yüzyıl boyunca
nüfusta keskin bir düşüş yaşandıktan sonra, ekilebilir tarım alanlarının büyük
kısmı tekrar ormanlaşmış ve bu da, birçok aristokrat ailenin ekonomik
bağımsızlıklarının temel dayanağını kaybetmelerine neden olmuştu. Bu
arada serflik, Batı Avrupa’da neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı. On
4
beşinci yüzyılın sonunda Avrupa’daki ekonomik ve demografik iyileşmeyle
birlikte gelen taze sermaye, tarımsal ilerlemeyi başlatmıştı. Durmadan artan
tahıl fiyatları karşısında daha çok kazanacağını ümit eden birçok varlıklı kent
sakini, toprak satın alarak ekime başlamıştı. Aynı zamanda ticaret ve her
türlü alım satımda da bir patlama söz konusuydu. Bu patlamanın arkasında
ağırlıklı olarak kentli girişimciler vardı ve hükümdar, hem siyasi hem de
ekonomik olarak zayıflayan soylulara karşı bu girişimcilerle beraber hareket
ediyordu.
Sonunda modern devletin ortaya çıkmasına neden olan faktörler, sonu
gelmeyen savaşlarla uğraşma zorunluluğu, iç bölünmeler, kraliyet, aristokrasi
ve kilisenin arasındaki rekabetti. Krallıklar, kilise, savaş ve iktidar mücadelesi
içinde bir Avrupa görülmektedir.
C.
LEVİATHAN
Leviathan kavram olarak mutlak güç ve yetkilere sahip egemen devleti
ifade eder. Thomas Hobbes bu kavramı “din ve dünya devletinin icerigi,
bicimi
ve
kudreti”
kitabında
“vatandaşları
yabancıların
istilasından
koruyabilmenin, birbirlerine zarar vermekten engellemenin, kendi sanayilerini
ve yeryüzünün meyvelerini güvence altına almanın yolu bütün gücü ve
kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermektir” diye açıklamıştır.
1648’de
Münster
ve
Osnabrück
barış
antlaşmalarıyla,
büyük
belirsizlikler dönemi de sona eriyordu. Din savaşlarının ardında bıraktığı
yıkımdan yeni bir kıta doğmuştu. Mutlakıyetçi devlet çağı ufukta belirmek
üzereydi; monarklarla zümreler arasındaki iktidar mücadelesi sonuçlanmış,
mezheple devlet, bölünmez bir bütün oluşturacak şekilde birleşmiş ve en
ücra bölgelerde yaşayanlar bile yasa ve düzenle doğru inancın ne anlama
geldiğini öğrenmişti.
5
Devletin, tek özelliği olmasa da temel özelliği egemenliğidir. Egemenlik
devlete, zamansal sınırlama koymadan mutlak otoritenin verilmesidir.
Egemenlik dolayısıyla en yüksek siyasi iradeye aitti ve tanım itibariyle mutlak
ve sınırsız iktidar anlamına geldiği için, sadece tek birey, yan, yegâne yasa
koyucu olan monark tarafından kullanılmalıydı. Siyasi otoritenin geri kalan
kısmı, yani monarkların sahip olduğu tüm diğer haklarla birlikte mahkemeler,
yerel otoriteler ve bireysel olarak kralın uyrukları tarafından kullanılan tüm
haklar monarkın yasa yapma tekeline tabiydi. Egemenliğin hedefi adil
yönetimdi ve bu hem ilahi hem de doğal yasalara uymak anlamına geliyordu.
Devletin en üstünde kral bulunuyordu; yargıç, feodal lord ve asker
olarak en yüksek konumdaydı ve dış ilişkiler, maliye, idare ve çoğu zaman
kilisede yegâne arabulucuydu.
Monarkın yüceltilmesini sağlayan ortam saraydı; katı ve karmaşık
ayinlerden oluşan adetleriyle ve her birinin görevini büyük bir sadakatle
yerine getirmesinin beklendiği on bine varan mensubuyla saray, hükümdara
tapınılan bir tapınaktı. Burası hanedan mensuplarının, hanedanın sadık
kullarının ve hizmetkârlarının toplandıkları ve çoğu zaman yaşadıkları yerdi.
Saraya kabul edilen herkes kraliyet ailesinin bir parçasıydı ki, bundan daha
bir şeref düşünülemezdi. Bu yolla feodal aristokrasiyi, devletin yararı için
evcilleştirmek de mümkündü. Orta sınıf kökenli “kalem soyluları” unvanlarını
atanmış oldukları makamlara, dolayısıyla krala borçlu olup, soyluluk
statülerini varislerine aktarma hakkına sahip değillerdi. Devlet konseyi,
yönetimin çeşitli kademelerindeki organ ve komitelerden oluşuyordu: ticaret,
maliye ve yargı. Fakat bunların ürettiği çözümler sanki krala ait kişisel
kararlarmış gibi takdim ediliyordu. Üretilen politikaların yaşama geçirilmesi
merkezi otoritelerin sorumluluğundaydı: dışişlerinden, kraliyet ailesinden,
savaştan, donanmadan sorumlu devlet daireleri. Şansölyelik en yüksek yargı
organıydı.
6
Avrupa’da dolaşan para aşağı yukarı sabit bir miktardı. Dolayısıyla,
herhangi bir ülke ancak diğer ülkelerden kendisine para çekerek daha zengin
bir duruma ulaşabilirdi. Bu da, dışsatımın elden geldiğince fazla ve
dışalımınsa elden geldiğince az olması gerektiği anlamına geliyordu. Bu
yüzden
devletin,
hammaddelerin
satılabilecek
en
pahalı
ürünlere
dönüştürüldüğü endüstrileri desteklemesi, üstelik bu tür endüstrilerde yer
alması gerekiyordu. Eğer devlet kazancının bir kısmına makul oranda sahip
olmak istiyorsa, o zaman üretici olarak hareket etmeli, fabrikalar kurmalı,
tekeller oluşturulmalı ve aynı zamanda da özel teşebbüsün kazancının bir
kısmına el koymak için etkili bir vergi sistemi yaratmalıydı. Bu politikanın
sonuçları olağanüstüydü: Fransa her türlü zanaat eğitiminde diğer Avrupa
ülkelerinin önüne geçiyordu. Fransız tekstil, porselen ve parfüm endüstrileri
devlete büyük miktarda gelir getirmekteydi. İletişimdeki gelişmeler iç ticareti
teşvik etmek için tasarlanmıştı. Kanal ve yol inşaatında hiçbir ülke Fransa’nın
yanına yaklaşamıyordu.
Avrupa devletleri birbirlerine ne kadar çok benzer görünse de, dikkatli
bakıldığında her biri kendi başına müstesna bir durum oluşturuyordu. Ayrıca
mutlakıyetçilik Avrupa’daki tüm devletlerde rastlanılan bir özellik değildi.
Avrupa kıtasının sınırlarına doğru gidildiğinde, normal Avrupa modelinden
çok farklı devletler olduğu görülmekteydi. Örneğin Polonya vardı. Burada,
olayların izleyeceği yön on beşinci yüzyıl gibi erken bir dönemde, Jagiello
Hanedanı’na ait krallar aristokrasisinin gücünü azaltmak için toprak
sahiplerini desteklerinde belirlenmişti. Fakat bunu yaparken aristokrasinin
kendi içindeki dayanışmasını hesaba katmamışlardı; kraliyet gittikçe daha
çok soylulara bağlanmıştı. Soylular anayasal ve sosyal statülerini o derece
arttırmıştı
ki,
kraliyet
kararları
soyluların
bölgesel
meclislerinde
onaylanmadan kabul edilemez hale gelmişti.
Genel olarak Avrupa açısından bakıldığında, Ortaçağ ve Rönesans
döneminin feodal sisteminin içinden, kilisenin kontrolünden kurtulmuş ve
bağımsız bir iktidara sahip ağırlıklı olarak dünyevi bir devlet çıkmıştı. On
7
altıncı ve on yedinci yüzyılların dini iç savaşları sırasında, devlet içindeki
üstünlük
mücadelesi
ve
dolayısıyla
egemenlik
konusu
bir
sonuca
bağlanmıştı. Devlet ve hükümdar – en azından kuramsal olarak- tek ve aynı
olmuştu. Max Weber’in ünlü tanımına göre egemen olan “meşru fiziksel
şiddetin tekeline” sahipti. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, mutlakıyetçi
sistemin yönetimindeki devlet, iç savaş sorununa, uyruklarının yaşamlarını
kontrol etme işini üstlenerek son vermişti. Sadece devlet, uyruklarından bir
savaş sırasında ölmeye hazır olmalarını veya diğer devlete ait bireyleri
öldürmelerini isteme hakkına sahipti. Bu yetkiye cezalandırma veya
bağışlama gibi ölüm kalım kararlarını almak da dahildi. Mutlakıyetçi devletin
diğer tüm özellikleri şu gerekçelerden türetiliyordu: Hükmedenin benliğini
kamuya
teşhir
etmesi,
yaşam
ve
ölüm
konusunda
af
yetkisinin
kullanılmasındaki Tanrısal iktidarının kutlanması din ve kilise meselelerinde
hamilik konumuna sahip olması, özellikle kilise ve (genelde aristokrat)
zümreler olmak üzere rakip iktidar gruplarına boyun eğdirmesi, görevini
tarafsız bir şekilde ve hiyerarşik yapıda bir bürokrasinin yaratılması ve
düzenli bir ordunun kurulması.
Avrupa’nın içinde bulunduğu durumu sürekli savaş halini dikkate
alarak, niye bir Avrupa Leviathan’ının doğmadığını, niye belli başlı güçlerden
birinin kıtadaki savaş durumuna son verecek bir hegomanya oluşturmadığını
ve arkasından da Roma veya Karolenj imparatorluklarına benzer mutlakıyetçi
bir süper devlet kurmadığını söyleyebiliriz.
Avrupa’nın ortasındaki çok parçalı siyasal yapı olan Kutsal Roma
İmparatorluğu da, bazen Protestan ülkelerle Katolik ülkelerin, bazen
imparatorlukla devletlerinin ve bazen de Avusturya ile Saksonya ve Bavyera
gibi orta büyüklükteki ülkelerin oluşturduğu koalisyonlar arasında var olan bir
kontrol ve denge sistemi görülebilir. İmparatorluğun “kum havuzu” yoksul
Prusya devletinin, bir gün önemli bir Avrupa gücü haline gelerek
Habsburglara rakip olacağına inanmak güçtü. Rusya’nın bu tabloya dahil
olup olmayacağı veya ne kadar olduğu on sekizinci yüzyılın başında,
8
Osmanlı İmparatorluğu’nun bu tabloda oynadığı rol tartışma konusuydu. Latin
Hıristiyanlığı topluluğu ideali, hem Müslüman Türkleri hem de Ortodoks
Rusları dışlamaktaydı. Bu muhteşem rasyonel makine, aynı dili konuşan
(Fransızca) devlet adamları ve diplomatlar tarafından idare ediliyordu. Tüm
Avrupa’ya yayılmış ilişkilere sahip bir aristokrasinin üyeleri olarak bu kişiler,
sadece aynı düşünce ve davranış kalıplarına değil, aynı zamanda makine
durduğu zaman onu tamir edecek araçlara da sahipti. Sistemin dışında,
Avrupa güçler dengesini oluşturan makinenin yakıtsız kalmaması için parasal
yardımı eksik etmeyen ve güçler dengesi tehlikede olduğunda müdahaleden
kaçınmayan bir de mühendis, yani İngiltere vardı. İngiltere on sekizinci
yüzyılın başlarında Avrupa’da hakim devlet olmaya başlamıştır.
D.
ANAYASAL DEVLET VE YASANIN EGEMENLİĞİ
Güçler dengesi kavramı, somut bir şekilde ilk kez, İspanyol Veraset
Savaşı’na son veren Utrecht Barışı’nda, yani uluslar arası hukukta geçerli
olan bir antlaşmada karşımıza çıkar. Bu fikir böylece Avrupa siyasetinin,
sözleşme vasıtasıyla zorlanabilecek bir ülkesi olarak tanınmış oluyordu.
Britanya Dışişleri Bakanı Vikont Bolingbroke antlaşmanın hazırlanmasında
önemli
rol
oynamıştı.
Tanrı
tanımaz
Bolingbroke’un
Tanrı’dan
hiç
bahsetmemesi ve sadece yasadan konuşması, doğal hukuka hayran bir
ülkede beklenmesi gereken bir davranıştı. Fakat Bolingbroke’a göre monarşi,
Whig yönetimi sırasında yozlaşmış bir tek parti olayına dönüşmüş,
parlamento, kraliyet bakanlarının elinde, her şeye evet diyen bir araç
olmuştu. Bu yüzden İngiliz Anayasası’nın, iktidarının yerleşik düzen
tarafından kötüye kullanılmasını önlemek için sınırlamalar getirecek karşılıklı
dengeleme sistemine gereksinimi vardı. Bolingbroke’un ilk düşündüğü, İngiliz
toprak sahiplerini bu hedefe ulaşmak için kullanmaktı. Bolingbroke
anasayadaki dengeleyici unsurları açıklamaya çalışırken, yaşamının en
büyük en büyük zaferi olan Utrecht Barışı’nı anımsıyordu. İngiltere’deki
9
anayasal meseleye güçler dengesi ilkesinin uygulanması gerektiği apaçıktı.
Bu, Muhteşem devrimin ilkelerine, parlamentonun yürütmeden bağımsız
olmasına, iktidarın merkeziyetçilikten arındırılmasına, kırsal seçkinler için
düşük vergilere, yani monarkın bakanlarıyla nüfusun çoğunluğu arasında
denge sağlayacak özgürlüklere geri dönüştü.
Montesquieu ‘ya göre “yasalar”, hem insanın doğal bir varlık olarak
bağımlı olduğu doğal yasalar, hem de bir insan topluluğunun yönetilmesini
sağlayan yasalardı. Gereken tek şey, insanın doğuştan gelen aklını kendi
yolunu bulması için serbest bırakmaktı.
Bu yeni fikirlerin İngiltere’de uygulamaya konuldukları görülüyordu.
Yürütme, yasama ve yargı birbirlerinden ayrılmış mıydı? Avrupa’nın dört bir
yanından gelen aydınlar, bu kutsanmış adada sanki hac vazifelerini yerine
getiriyor
ve
dönüşlerinde
de
İngiliz
Anayasa’sının
yararlarından
bahsediyorlardı.
Jonh Locke bu yeni durumun, kraliyet ve parlemontonun ulusun ortak
edinimleri olarak yer aldıkları bir güven ilişkisine dayandığını söylüyordu.
Britanya Kralının konumunun resmi tabiri olan “Parlamentodaki Kral”da
anlatılmak istenen de buydu. Dine ve krallığının anayasal hükümlerine ettiği
yeminle bağlanmış olan kral, “eski hak ve ayrıcalıkları” kabul etmekle
yükümlüydü ve monark yasanın egemenliğini iptal etme hakkından feragat
etmişti. Artık yasa Kralın üstündeydi.
Tüm
bu
olaylar
içinde
olağanüstü
olan,
ayrıcalıklı
sınıfların
ayrıcalıklarına sarılması değil, bunu ayrıcalıklara sahip olmayanlarla birlikte
geleneksel düzen adına hareket ederek yapmalarıydı. Eski devletin, devrim
ateşinde yok olduğu her yerde (1776’nın Amerika’sında veya 1789’un
Fransa’sında) aynı şey geçerliydi. Devrim on sekizinci yüzyılın sonuna kadar,
eskinin ortadan kalkması ve yerine tamamen yeninin gelmesi değil, aksine,
aydınlanmacı despotik bir monarkın veya diğerinin bozmuş olduğu “iyi eski
düzenin” yeniden kurulması anlamına geliyordu.
10
Rousseau
tarafından
önerilen
örnek
devlet,
doğası
itibariyle
devrimciydi. Britanya tacıyla İngiliz kolonileri arasındaki sözleşmenin
hükümsüz olduğunu ilan eden 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin,
Rousseau’nun tezini kelimesi kelimesine tekrar etmesi bir rastlantı değildi:
“biz şu doğruları aşikâr kabul ederiz, yani tüm insanların eşit
yaratıldığını, Yaratan tarafından feragat edilemez belli haklarla donatıldığını
ve haklar arasında Yaşam, Özgürlük ve Mutluluk peşinde koşmanın
olduğunu; bu hakları güvence altına almak için insanlar arasında, adil
yetkilerini yönetilenlerin rızasında alan Hükümetler oluşturmuştur. Herhangi
bir hükümet şekli amaçlara zararlı hale gelirse, o zaman halkın bu hükümeti
ortadan kaldırma veya değiştirme ve yerine güvenlik ve mutluluklarını
sağlayacağına inandıkları en muhtemel şekle karşılık gelecek yetkilerle
donattıkları ve ilkeler üzerine kurdukları yeni bir hükümet oluşturma hakkı
doğar.”
Rousseau gerçekten de devrimci bir halk devletinin yasal olabilmesi
için gerekli olan fikirleri sağlamıştı. Fakat yeni devleti, erdemli insanlar
tarafından hazırlanmış bir toplumsal sözleşmeye, küçük toprak sahipleri ve
zanaatkârlardan oluşan bir cennete dayandırmak için yapılan girişim büyük
bir katliamla sonuçlanacaktı.
On dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sındaki mutlakıyetçi devletin meşru ve
doğrudan varisi olarak gördüğü şey, aslında merkezi ve modern bürokratik
devletti. Bu devletin orjinal modeli, bakanlıklar halinde örgütlenmiş kamu
hizmetleriyle Napoleon İmparatorluğuydu. Bu bakanlıklarda üst düzey devlet
memurları, müsteşarlar ve daire başkanları olarak tanımlayabileceğimiz
memurlar vardı. Bakanlar, müsteşarlar ve daire başkanlarından oluşan bu
kitle komut ve bilgileri, hiyerarşik yapının en tepesinden aşağıdaki en ufak
yerel birime taşımakta ve merkezi bürokrasiyi de aynı şekilde aşağıdan
yukarıya olacak şekilde bilgilendirmekteydi. Sistem, rasyonel ilkelerin bir
sonucu olan üst ve alt otoriteler şeklinde örgütlenmişti. Bu, aydınlanmacılığın
11
akılcı ve matematikçi ruhuna uygun bir şekilde tasarlanmış, tam anlamıyla
geometrik bir güç piramidiydi. Avrupa devletleri, devrimin derin karanlığından
ve yirmi iki yıllık bir dünya savaşından çıkarken, içsel yapılarında farklılıklar
gösteriyorlardı.
Fakat
temel
özelliklerde
Fransız
modelinden
epey
yararlanmışlardı; bunda kısmen Napoleon’un hegomanyasının rolü olduğu
açıktı ama muhtemelen bir önceki dönemde mutlakıyetçi rejimlerin geniş bir
alana yayılmış olmasının rolü de vardı. Bunlar on sekizinci yüzyılda,
Avrupa’nın sınırlarında bulunanlar hariç (Rusya ve İngiltere) kıtadaki tüm
devletlerdi.
12
İKİNCİ BÖLÜM: ULUSLAR
A. ULUS NEDİR?
Ernest Renan’a göre “Ulus bir ruh, zihinsel bir ilkedir. Bu ilkeyi oluşturan
aslında tek ve aynı olan iki şeydir. Biri anıların korunması, diğeriyse güncel
geçerliliği olan anlaşma, beraber yaşama arzusudur… o zaman ulus,
geçmişte yapılmış ve gelecekte yapılmaya hazır özverilerle desteklenen, özel
bir akrabalık duygusuna sahip genişletilmiş bir topluluktur. Bir ulus bir geçmiş
farz eder, ama geçmiş bir somut gerçek üzerine kurulmuştur: anlaşma, yani
hep birlikte yaşama devam etme arzusudur.”
1789 Fransız Devrimi’ne kadar, diğer Avrupa ulusları gibi Fransız ulus da
siyasi statüye sahip bireylerden meydana geliyordu. Bu grup, Fransız tacıyla
olan doğrudan ilişkileri vasıtasıyla siyasi eylem başlatabilecek konuma sahip
veya en azından zümreler aracılığıyla temsil edilen bireylerden meydana
geliyordu. Alman ulusu, İmparatorluk Diet’inde toplanan imparatorluk
aristokrasisinden, imparatorluk kilisesinden ve imparatorluk kentlerinden
oluşuyordu.
Ortaçağın ortalarından hemen hemen on sekizinci yüzyılın sonlarına
kadar ulusu meydana getiren tüm nüfus değil, yönetenlerden oluşan veya bir
şekilde
siyasette
temsil
edilen
kesimdi.
Burada
uluslardan
değil,
aristokrakratların uluslarından bahsediyoruz. Natio (egemenlik) fikri siyasi
arenadaki farklılıkları belirlemek için kullanıldığı gibi, dilsel farklılıklar içi de
uygun terimdi. Her ne kadar Avrupa’nın tamamına kilisenin, siyasetin ve
öğretimin evrensel iletişim aracı olarak Latince hakimdiyse de, Avrupa
Ortaçağda çok dilli bir kıta olmuştu. O yüzden, Avrupa’nın birçok yerinden
gelerek bir araya toplanan yabancılar dillerine, kendilerini farklı kılan özellik
olarak yaklaşıyordu.
13
Ulusal kimliklerini çoğu zaman bağımsızlık mücadeleleri sırasında
keşfedenler özellikle küçük uluslardı. Bu, klasik zamanlardan beri etkili olmuş
ve sık sık yerli gelenekler tarafından asimile edilmiş simgesel bir durumdu.
Örneğin 1317’de İrlanda Krallarının Papa XXII. Johannes’e yazdığı bir
mektupta, İngilizlerin yaptıkları kötülüklerden ötürü şikâyette bulunuluyor ve
bağımsızlık talepleri şu sözcüklerle gerekçelendiriliyordu. İrlanda Kralının
ataları 3500 yıl önce İspanya’da geldi ve 136 kral, damarlarında bir damla
yabancı kan bulunmadan bu topraklarda, Aziz Patrick İrlanda’yı Hıristiyan
yapana kadar hükümdarlık etti: o andan itibaren, “en saf ırka” ait olan krallar,
İrlanda 1170 yılında İngilizler tarafından fethedilinceye kadar her zaman
hükümdarlık etti ve İrlanda’nın özgürlüklerini savundu. Demek ki bağımsızlık
hakkı ulusun ne kadar eskiye dayandığını, ne kadar önceden Hıristiyanlığa
geçtiği ve kanının saflığı tarafından belirleniyordu.
Ulusların kökenlerini hep savaşlar oluşturmaz ama çoğu zaman
katalizör vazifesi görürler. Avrupalıların kendi kimliklerini keşfetme eğilimini ilk
andan itibaren oluşturan şey, komşularına karşı oluşturdukları sınırlar ve
aralarındaki düşmanlık ile çekişmelerdi. Bunun uzun bir döneme yayılan bir
süreç olduğu doğrudur ve bu, uzun süre boyunca sadece soyluları ve
entelektüelleri ilgilendiren bir konu olarak kalmıştır. Siyasi açıdan nispeten
sakin geçen zamanlarda durgunluk dönemleri söz konusuydu, ama süreç,
siyasi kararsızlığın egemen olduğu zamanlarda tekrar tekrar ortaya çıkmıştır.
Fakat kitleler bu sürece, güç ve şiddetle, ancak on sekizinci yüzyılın
sonundan itibaren dahil olmaya başlamıştır. Ulusların, birer ulus olarak
adlandırılmadan önce ortak duygulara dayanan bir topluluk, bir dil veya ortak
gelenekler ve basit silah arkadaşlıkları gibi ortak duygular olarak var oldukları
doğrudur; sürekliliği arzulayan ve aslında süreklilik sağlayan özellikler. Bu
sayede Avrupa ortaçağının sonundan itibaren, uluslarla aynı anda gelişmeye
başlamış bir siyasi örgütlenme şekli olan devletlerle ilişkili verimli ve dinamik
gerilimler hazırlanmış oluyordu.
14
B.
ULUS DEVLETLER VE ULUSAL KÜLTÜRLER
Ortaçağın sonunu izleyen dönemde, ulus devletler ortaya çıkmadan,
yani on sekizinci yüzyıl sona ermeden önce, Avrupa uluslarının tarihi,
bireysel yaklaşımlardan oluşan bir öyküydü.
Ulusun bütünleşmesine yardım eden faktörlerden biri, İngiltere’nin
Avrupa’nın hiçbir yerinde rastlanmayan bir toplumsal hareketliliğe sahip
olmasıydı. Yüksek aristokrasi, seçkinler ve halk arasında toplumsal
hareketlilik aynı zamanda ülkenin kültürel açıdan bir araya getirilmesini
sağlayan faktördü. On altıncı yüzyıl ve daha ilerisi açısından baktığımızda, bu
iddiaya önemli kısıtlamalar getirmek gerekecektir. Kırsal nüfusun ufku,
özellikle İngiltere’nin kuzeyinde çok nadiren krallığın sınırlarına kadar
uzanıyordu. Kırsal yaşamla ilgili hemen hemen tüm işler, köyde veya yerel
toprak sahibinin mülkünde ama kesinlikle kırsal ilçede yürütülmekteydi.
Ortak bir İngiliz kimliğinin nispeten erken ve daha da önemlisi kalıcı bir
şekilde ortaya çıkması, sadece ülkenin kültürüne dayanmıyordu: kültürel
bütünleşme siyasi bütünleşmeyle birlikte gelişiyordu. Hatta siyasi bütünleşme
çoğunlukla bir asım önündeydi. İngiliz hükümdarları, Norman Fethi’nden beri,
soylu ailelere geniş ve birbirleriyle bağlantılı fief’ler dağıtmamaya dikkat
etmişti. Bu yüzden İngiliz tacının egemenlik taleplerini ve yetkilerini tüm
krallığa yayması, kıtadaki örneklerden daha kolay olmuştur.
İngiliz tacı ve Parlamento birlikte İngiltere’nin ulus devletini yaratan ve
devletin kurumlarının hem onaylayan hem de güvence altına alan bir kültür
için gerekli temel koşulu ve ortamı meydana getiren siyasi kurumlardı. Nu
kurumlar vasıtasıyla ulus fikri somut bir gerçeklik kazanıyordu.
İspanya’da ulus devlet, ülkenin kültürel bütünleşmesine bağlı olarak
yavaş bir şekilde gelişmişti. Büyün Britanya’da İngiltere’nin oynadığı rol,
İspanya’da Kastilya tarafından üstlenilmişti. İspanyol ulusal karakteri
Almanlarınkinden farklıydı; soğuk iklim Almanları sakin ve soğukkanlı
15
kılıyordu. Aynı şekilde Siyahların ve Kızılderililerinkinden de farklıydı; aşırı
sıcak iklim onlara, şiddete daha eğimli bir yapı kazandırıyordu. İspanya’daysa
ilimli iklimden ötürü, olumlu ve sağlam tarzlar ve ahlak hüküm sürüyordu.
Dolayısıyla Krallık saygı görüyor ve yasalara tüm ulus tarafından uyuluyordu.
Orta Avrupa’ya gelindiğinde, ulusal bir kültüre destek verecek devlet
kurumlarına rastlanmaz. Alman ulusunun Kutsal Roma İmparatorluğu’na
göndermede
bulunan
1512’nin
Köln
İmparatorluk
Buyruğu,
Reich’in
otoritesini ve evrensel karakterini gitgide kaybetme olduğunun kanıtıydı.
18. yüzyılda konumuz açısından çok önemli bir eğilim açığa çıkmıştı:
Kamu görevlileri, profesörle, öğretmenler, Protestanlar, din adamları,
yazarlar, kitap satıcıları ve yayıncılar, doktorlar ve avukatlardan oluşan yeni
bir toplumsal sınıf belirmişti. Bu kişiler toplumsal statülerinden ötürü değil,
uzmanlıklarından ötürü bir meslek veya makam sahibiydi. Yeterli olduklarını
gösteren güvence, almış oldukları akademik eğitimdi. Birçok alman devletinin
kamu kesiminde sürekli artan bir şekilde eğitimli eleman ihtiyacı belirmiş ve
bu ihtiyaç, bu yeni sınıfın doğmasında önemli bir faktör olmuştu.
Avrupa, ulus devletlerini ortaya çıkaran koşullar açısından farklı
şekilde yapılanmış üç bölgeye ayrılıyordu. Bu bölgeler, farklı başlangıç
noktalarından yola çıkarak kilit dönem olarak adlandırdığımız, radikal
değişimin baskın olduğu çağa kadar gidiyordu. Bu çağ, tarım toplumları
halinde örgütlenmiş ve “zümreler” tarafından temsil edilen eski Avrupa ile
bugünün endüstriyel kitle uygarlığına sahip Avrupa arasındaki dönemdir ve
bu ulus fikri, bu dönem sırasında ilk kez ortaya çıkan, hem gerçek hem de
potansiyel boyutta devrimci bir öneme sahip olacaktır.
21. yüzyıla varıldığında ulus fikri, Marx’ın ifade ettiği gibi kitlelerin
kontrolünü eline alır ve dikkate alınması gereken önemli bir güç haline gelir.
İlk önce Avrupa’da ve daha sonra tüm dünyada siyasi meşruiyetin önemli bir
kanıtı olur. Bu radikal değişikliğin arka planını oluşturan, tarihsel süreklilikteki
bir kopukluktu ve bu, neolitik dönem avcı-toplayıcı gruplarını, tarım ve
16
hayvancılıkla uğraşan yerleşik yaşamı benimsemiş düzenli tarım toplulukları
haline getirmiş olan radikal dönüşümle karşılaştırılabilecek türden bir
kopukluktu.
Uğraşılması gereken ilk sorun, demografik türdendi: bulaşıcı hastalık,
açlık ve savaşlar tarafından belli ve sabit bir düzeye gelmiş olan Avrupa
nüfusu, uzun bir kararlılık döneminden sonra, 18. Yüzyılın ortasından itibaren
çok hızlı bir şekilde artmaya başlamıştı. Bu görülmemiş nüfus artışının
arkasında, bir kısmı hala tam olarak anlaşılamayan çeşitli nedenler mevcuttu.
Her şeyden önce tarımsal verimlilikte çok yüksek bir artış söz konusuydu.
Her geçen gün daha fazla sayıda insan, sayısı sürekli azalmakta olan
işler için rekabetteydi. 18. Yüzyılın ortasından itibaren beslenmesi gereken
insan sayısı artmaya başlayınca, yiyecek ve özellikle tahıl fiyatları da
yükselmeye başlamıştı. Fiyatlar, örneğin Fransa’da, yüzyıl sona ermeden
yüzde altmış artarken, insanların kazandıkları para aynı dönemde sadece
yüzde yirmi beş yükselmişti. Göç başlamıştı, kırsal kesimden kentlere göç
giderek artmıştı.
Bu dönemde, Avrupa’nın yüz elli yıl sonra üçüncü dünya ülkelerini
etkileyecek feci kıtlığa benzer bir felaketle karşılaşmamış olmasının nedeni,
aynı anda gerçekleşmekte olan ve adına sanayi devrimi dediğimiz ekonomik
ilerlemeydi.
Avrupa’nın sanayileşmesi, kendi içinde uyumlu ve aralıksız bir süreç
olarak, iki yüz yıldır devam etmektedir.
Nüfuz patlaması, endüstri devrimi, zamanın ve uzaklığın yok edilmesi,
bilgi ve habere gittikçe artan ulaşılabilirlik… Birbirine bağlı olan tüm bu
faktörler karşılıklı etkileşim içindeydi. Avrupa’nın siyasi sistemi, daha önce
görülmemiş bu temel değişikliklere eninde sonunda uyum sağlamak
zorundaydı. Yönetimle ilgili temel varsayımlar değişmişti.
17
On dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da, toplumsal ve siyasi ve düzen ve
meşruiyet konularıyla ilgili çeşitli düşünceler orya çıkar, gelişir ve farklı
biçimler alır ve karşılıklı etkileşime girer. Tüm bu “izmler”, tek ve aynı Avrupa
evrenine ait bir söylemden doğar ve üstelik bunların yirminci yüzyıldaki daha
aşırı formülasyonları (komünizm ve faşizm) bile, Avrupa düşüncesinin akraba
versiyonlarıdır.
C. HALK ULUSUNUN İCADI
Bugün Avrupa’nın kültürel topraklarında sağlam bir şekilde kök salmış
ulusal dillerin büyük bir kısmı, on dokuzuncu yüzyıla kadar standartlaşmamış,
yani konuşma dillerinin belirsiz derinliklerinden çıkartılmamış, gramer
açısından standart bir edebiyat diline dönüştürülmemiş ve bazı durumlarda
yeniden icat edilmemişti. Halk ulusunu yaratan olgu, dilin yanı sıra tarihti de;
tarih, bir halkı en eski geleneklerinden bugüne doğru birleştiren, ulusu
çözülmez bir bağla birbirine bağlayan ortak bir alınyazısının bir kaydıydı. Bir
ulusun tarihi, varlığının garantisiydi. Ulus, antik ve kutsanmış bir yasaya
başvurabildiği sürece, ulusun parçası olmamayı seçenlere veya birleşmek
için verilen mücadeleyi reddenlere karşı devrim, savaş ve şiddet onaylanmış
oluyordu.
18
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: ULUS DEVLETLER
A. DEVRİMCİ ULUS DEVLET (1815-1871)
Ulus devlet, ulusun iktidarının dünyevi örgütüydü, diye ilan eder Marx
Weber. Ulus, ulus devlette sadece üyelerinin toplamından ibaret olmaya razı
değildir: halk ulusla aynı şeydir ve ulus kendisini sadece kültürel değil, aynı
zamanda siyasi bir varlık olarak da görürü. Halkın oluşturduğu ulus, kimliği
devlet içinde bulur ve geliştirir; halk kendisini özgür bir şekilde ulus devlet
ortamında yönetir ve yabancı bir yönetimden bağımsız olur.
Yeniçağın ruhu, yani hiçbir yüce fikir veya ilkeye dayanmayan kaba
kuvvetin yarattığı korku tabii ki ortalıktaydı. Öyle ki, Viyana komisyonunun
komite
toplantılarında
yapılan
müzakerelerin
parçası
olmayı
bile
başarabiliyordu. Avrupa hükümdarlarının bir “kutsal ittifak” kurmaları, Rus
Çarı I. Aleksandre’ın isteğiydi. Bu Hıristiyan dinine ve Avrupa devletlerinin
meşru yani monarşilerden ve hanedanlardan oluşan düzenine dayanan bir
ittifaktı. “Kutsal ittifak”, ulus devletlerin kurulmasını isteyen devrimci talebe
karşı düşünülmüştü.
Ulusallık ilkesi sadece bir monarkın meşru yönetimine bağlanabildiği
yerlerde tanınmıştı: Büyük Britanya, Fransa, İspanya, Portekiz, Hollanda ve
İsveç’te, yani Kuzey ve Batı Avrupa’da. Ülkelerin, Fransız Devrimi ve
Napoleon Savaşları’nın arkasından gelen yeniden yapılanma döneminde,
niye çoktan ulus devlet özelliklerini barındıran tarihte yerlerini almaları
gerektiğinin, bariz nedenleri bulunmaktaydı. Tüm bu örneklerde, uzun süredir
kararlı bir yapıya sahip devletler bulunmaktaydı; hem kültürel hem siyasi hem
de idari anlamda bütünleşmiş bu devletler, kendilerini yüzyıllardır “uluslar”
olarak kabul eden yönetici sınıflar tarafından yönetiliyordu. İngiltere’de Şanlı
devrim’in
ve
Fransa’da
ise
1789’daki
Büyük
Devrimin
yol
açtığı
karışıklıklardan sonra, halkın yönetim sürecine doğrudan seçimle veya
19
plebisit aracılığıyla katılma oranı sürekli artmıştı. Diğer bir deyişle “halk
uluslar”ına dönüşmüştü veya en azından bu süreçlerden geçiyorlardı.
Fransa ve İngiltere’nin ulusal devlet olma yolundaki ilerlemeleri, Batı
Avrupa’daki ülkelerin ulus devletler olarak ortaya çıkmalarını çeşitli şekillerde
etkilemiştir. Fransa’nın sunduğu devrimci örnek, yani ulus devletin ulusal
anayasayla birlikte kurulması, 1820’de İspanya ve 1831’de Belçika tarafından
tekrar edilir.
Orta Avrupa’da, yani Almanya ve İtalya’da durum tamamen farklıydı. Bu
bölgenin siyasi parçalanmışlığı ve çevresel güçlerin, aksine Orta Avrupa’nın
siyasi örgütlenmesi ve oluşumu üzerindeki doğrudan etkisi bir kaza sonucu
ortaya çıkmamış, aksine Avrupa düzeninin tamamından kaynaklanan
mantıksal
sonuç
olmuştur.
Kıtadaki
dengenin
yüzyıllardır
korunmuş
olmasının nedeni Orta Avrupa’nın şekilsiz doğasıdır ve haritaya göz atmak
bunun arkasındaki nedeni görmek için yeterli olacaktır.
B. EMPERYALİST DEVLET (1871-1914)
1871 yılı, çağdaşlarının düşündüğünden bile daha derin bir tarihsel
uçurumdu. Orta Avrupa’nın yüzyıllardır var olan karışık parçalı yapısının
yerini, Avrupa’nın kontrol ve denge sisteminde yabancı unsuru temsil eden iki
büyük güç, yani İtalya ve Almanya almıştı. Bu değişikliğe Avrupa’nın her iki
yakasındaki güçler doğuda Rusya ve batıda da İngiltere ve Fransa,
kendilerine özgü bir tarzda ve gayet kesin bir şekilde tepkide bulunmuştu;
böylece büyük Avrupa güçleri yirminci yüzyılın başından itibaren politikalarını
değiştirmiş ve entelektüel atmosfer de radikal bir farklılaşmadan geçmişti.
Emperyal evre 1880’lerle I. Dünya Savaşı sırasında doruğa vardığında,
Britanya
İmparatorluğu’nun
kolonilerinin
yayılmışlığı,
İngiltere’nin
rakiplerinden yüzde olarak çok daha azdı. Ne de olsa mesele, yeni bir koloni
imparatorluğu kurmak değil, uzun bir süredir elde edilen toprakları
20
birleştirmekti. Fakat bu kolonilerin toplam yüzölçümleri, eşsiz bir fenomenle
karşı karşıya olduğumuzu bariz bir şekilde gösteriyordu.
İngiltere’de, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru ulusu, toplumsal ve
kültürel açıdan bir arada tutan ulusal bir uzlaşma oluşmuştu. Bu uzlaşma
ülkenin, toplumsal çatışmalarını, acı veren İrlanda sorununu ve İngiltere’nin o
ana
kadar
dünyada
sürdürdüğü
siyasi
ve
ekonomik
egemenliğini
kaybetmesinden kaynaklanan sıkıntıları aşmasını sağlamıştı. Emperyalizm
ve ulusçuluk aynı paranın farklı iki yüzüydü. Krallığın iç bütünlüğünü etkileyen
ana mesele kamuoyunda, istisnasız bir şekilde, Büyük Britanya’nın emperyal
misyonunun ayrılmaz bir parçası olarak gösteriliyordu.
Devlet ve ulus, sürekli artan bir etkileşim içindeydi; devlet çıkar ve
politikaları, her geçen gün daha fazla ulusal egoizm ifadeleriyle birlikte var
olmaktaydı. Bu, on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru kendisini tüm Avrupa
devletlerinde hissettirmeye ve Avrupa politikasını her geçen gün daha
kapsamlı bir şekilde kontrol etmeye başlayan sevimsiz bir bileşimdi. Avrupa
devletlerinin kendi çıkarlarının daha ılımlı şekle dönüştürülmesini sağlayan
Avrupa uyumu zamanla telaffuz edilmez olmuştu. Adı sadece zaman
geçtikçe daha da az toplanmaya başlamış işe yaramayan konferanslarda
duruluyordu. Yerini sonunda büyük güçlerin ve rakip ittifaklarının birbiriyle
uyumsuz karşıtlıklarına bırakacaktı.
Avrupa devletler sisteminin ortadan kalkmasından sonra, devletlerin içini,
yaklaşan tehlike ve gerileme korkusu kaplamıştı. Toplumun parçalanması ve
en önemlisi işçiler tarafından yapılan grev ve gösterilerin görüntüsü, ulus
devletlerin üst sınıflarını, yayılmak veya gerileyerek yok olmaktan başka bir
seçenek sunmayan uluslararası rekabet tehdidinden daha az korkutmuyordu.
21
C.
TOTAL ULUS DEVLET (1914-1945)
Topyekûn savaş, savaştan önce hemen hemen hiçbir liberal anayasal
devletin
bilmediği
örgütlenme,
karar
verme
ve
kontrol
biçimlerini
gerektiriyordu. Devlet sadece çatışma halindeki ülkelerde değil, tarafsız
ülkelerde de hammaddelerin ve yiyeceklerin karneyle dağıtılmasını ve savaş
çabaları için zorunlu üretim faaliyetlerini kontrol altına almıştı. Bu kontrol
sadece endüstrileriyle onların tüm taşeron firmaları değil, taşıma ve iletişim
alanlarını da kapsıyordu: İngiltere ve Fransa’da savaşla ilgili ilk ekonomik
tedbirler, demiryollarının ulusallaştırılması oluyordu. Ayrıca savaş süresince
bir çok ülke, iş ilişkilerini en azından savaş için yaşamsal önemi olan alalarda
düzenleyen yasalar çıkartıyordu; bu tür yasalar, anlaşmazlıkları önlemek ve
silah fabrikalarındaki üretimi artırmak için, örneğin iş seçme özgürlüğüne sınır
getiriyor ve sendikaları müzakerelerin bir ortağı olarak kabul etmeleri için
patronları zorluyordu. Bir de savaşa ait operasyonlar vardı: milyonlarca
erkeğin askere alınması ve onların sivil yaşamdaki işlerinin yerine geçecek
birilerinin (genellikle kadınlar) bulunması. Bu, aile yaşamıyla ilgili yeni
tedbirlere giden yolu açan bir gelişmeydi. Sanayiye verilen büyük boyuttaki
devlet işlerinin, yiyecek, at ve araç taleplerinin ekonomi üzerinde etkisi çok
olmuş
ve
devlet
harcamalarında
artık
uzun
vadeli
borçlanmayla
karşılanamayan büyük bir artış ortaya çıkmıştı. Böylece para arzı ciddi bir
şekilde artmış, aynı zamanda birçok mal ve hizmetin arzı azalmış
olduğundan, fiyat artışları belirmişti. Bu da fiyat ve ücretlerin devlet tarafından
kontrol edilmesini getirmişti.
Topyekun savaş ve topyekun seferberlik fikirleri kendisini askeri ve
siyasal alanda göstermişti. Mevcut güçlerin tamamını sadece bir başka ulusu
yok etmek için tek bir kişinin komutasına vermek, kendisini kısa bir süre
1813’ün Özgürlük Savaşı’nda göstermiş ama Avrupa Devletlerinin askeri ve
siyasal lider kadroları tarafından reddedilmişti. Muhafazakâr tepki sadece
demokrasinin, cumhuriyetçi ve liberal anayasanın reddedilmesi değil,
mutlakıyetçi dönemin rasyonel siyasi ilkelerine geri dönüş anlamına da
22
gelmişti. Fakat bu ilkeler, diğer konuların yanında her devletin var olma
hakkını da kapsıyordu.
Toplumsal ve ekonomik konularda müdahaleci devlete doğru giden
hareketi geri dönülemez kılan etken, savaştı. Milyonlarca askerin terhis
edilmesi ve ekonomiye tekrar kazandırılması, sadece devletin başarabileceği
bir konuydu. Sendikalar savaş öncesi rollerine geri dönmek istemiyordu;
günde sekiz saat çalışma hakkı, fabrikaların yönetimine daha etkin katılım ve
daha etkin sosyal politika talep ediyorlardı. Savaştan önce sadece Büyük
Britanya’da başlatılmış bir uygulama olan işsizlik sigortası, şimdi Almanya’nın
da aralarında olduğu birçok ülkede, daha uygulamaya konan sosyal güvenlik
önlemlerinin yanında terini almıştı. Savaşın yıkıma uğrattığı bölgelerin
yeniden yapılanması, sadece özel teşebbüsün altından kalkabileceği bir iş
değildi; devlet bir kez daha yatırımcı ve örgütleyici olarak müdahalede
bulunuyordu.
Bankaların iflas ettiği 25 Ekim 1929 tarihindeki “Kara Cuma”nın
ardından endüstriyel devlet ekonomilerinin modern tarihin en büyük
durgunluğuna girmesiyle kriz geliyordu. Avrupa’nın endüstriyel randımanı üç
yıl içinde yarıya düşüyor ve Almanya’da çalışan nüfusun üçte biri işsiz
kalıyordu. Bir anda, hükümet tarafından verilmiş tüm güvencelerin hep birlikte
yerine getirilmesi gerekmişti ve hükümet bunun altından kalkacak durumda
değildi. Durgunluğun Almanya’dakinden pek farklı boyutta gerçekleşmediği
İngiltere’de, bu durumun ortaya çıkardığı sonuçların sorumluluğu birbirinden
farklı çeşitli toplumsal ve idari organlar tarafından yüklenilmiş, anayasa
fırtınayı kazasız belasız atlatmıştı.
Diğer demokrasiler her ne kadar ciddi zarara uğramışlarsa da, dünya
çapındaki çöküşü atlatmıştı. Krizden sağ çıkan devletler genelde demokratik
ve parlamenter kurumların, mevcut gelenek ve alışkanlıkların içine sağlam bir
şekilde yerleştirildiği, bu konuyla ilgili tartışmaların artık sona erdiği ülkelerdi.
Bunlar, devrimci ve demokratik ulusal devlet geleneğinin 1789’dan beri güçlü
23
bir şekilde yerleşmiş olduğu Fransa ile kıtanın kuzey ve kuzeybatısında,
anayasal monarşiyle buna karşılık gelen parlamenter kurumların sağlam bir
siyasi çerçeve sağladığı, Büyük Britanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg,
Norveç, Danimarka, İsveç gibi devletlerdi. Fakat bu devletler Avrupa’da kuralı
temsil etmiyordu.
Batı ve Orta Avrupa’da ufku karartan, sosyalist devrim tehdidiyken,
Doğu Avrupa’da aynı işlevi gören, devletin olağanüstü durum ilan etmesine
ve arkasından diktatörce tedbirleri devreye sokmasına neden olan mesele,
çözüme kavuşturulmamış olan uluslar sorunuydu.
Kıtanın
siyasi
parçalanmışlığının
yanına
bir
de
ekonomik
parçalanmışlık vardı. Dünya ekonomik sistemi, savaştan sonra ancak kısmen
kurtarılmıştı ve 1929’da tüm dünyayı kontrol altına alan krizden sonra bir kere
daha çöküyordu. Yeni sınırlar ticaret için daha fazla engel, ihracat için daha
fazla kısıtlama ve para değişimi üzerinde daha fazla kontrol anlamına
geliyordu. İç çatışmalar, devletlerin arasındaki düşmanlıklardan daha az
şiddetli değildi: Aşırı uçları temsil eden partiler, demokratik merkez pahasına
ilerlemişti.
İki dünya savaşı arasındaki potansiyel iç savaş tehdidi, on altıncı ve on
yedinci yüzyıllardaki dini savaşları sona erdiren aynı tepkiye davetiye
çıkartıyordu: Güçlü ve merkezi devlet otoritesi. Totaliter devletin çağı gelmişti.
Mussolini ve Hitler’in halka yaptıkları konuşmalarda, teori içerikli ve
günlük politikalarla ilgili cümleler çok az yer tutuyordu. Dinleyicilerin arzu ve
rüyalarını bir büyüteç gibi toplayarak bir noktada odaklayan şey, bu iki büyük
demagogun kitleler üzerinde bıraktığı kişisel etkileriydi; kitlelerin bu bir
noktada toplanmış arzularına imalı ve tesirli göndermelerde bulunuyor,
bunları
tekrar
kitlelere
yansıtıyorlardı.
Yandaşlarını
ve
dinleyicilerini
büyülüyor, irrasyonel kolektif bilinçaltlarının derinliklerinden her türlü korku ve
önyargıyı çıkartıp adlandırıyorlardı. Bu anlamda faşistler ve nasyonal
sosyalistleler siyasi rakiplerinden çok daha moderndi. Geleneksel partiler
24
hem ideolojik ve program yönelişlerinde hem de gelişimlerini borçlu oldukları
süreç açısından, rasyonalizm çağının varisleriydi; insanları siyasi bir
programın doğruluğuna inandırmak için yapılması gerekenin, onları bu
programa aşina kılmanın yeterli olduğuna inanılan bir dönemden geliyorlardı.
Avrupa’nın faşist partileri kendilerini, demokrasilerin siyasi kurumlarını
“ele geçirmek” için gerekli koşulların olgunlaşmasını bekleyen ve aralıksız bir
şekilde baskıda bulunan hareketler olarak görüyordu.
Yakından bakıldığında, birbirinden farklı iki fenomeni ayırmamız
gerektiği ortada: bir yandan Avrupa’da, özellikle otuzlu yıllarda, her ülkeyi
etkilemiş ve kıtadaki fikir atmosferinde nüfuzunu hissettirmiş faşist partilerin
ve hareketlerin ortaya çıkması; ve diğer yandan, her ne kadar faşistlerin tek
parti haline geldiği ve devleti kendi isteklerine göre şekillendirdiği iktidar
değişiklikleri sadece İtalya ve Almanya’da ortaya çıktıysa da, çoğu zaman
aynı kategoriye dahil edilmiş ve “faşist” olarak kınanmış diktatörlükler
tarafından yönetilen devletler.
II. Dünya Savaşı’nın en dehşet verici özelliği sadece kitlesel katliamlar
değil, cinayet fikrinin despotluğudur. Hitler’in savaşı, akıl ve siyasetle ilgili
kabul edilmiş tüm standartları paramparça etmiştir. Artık insanların, totaliter
ideoloji topyekûn iktidarla birleştiğinde ne kadar derin ve karanlık bir çukura
sürüklenebileceğini biliyoruz. Hitler’in Üçüncü Reich’ına bakarak, bir totaliter
devletin,
eğer
tam
bir
tutarlılıkla
düşünülür
ve
tasarlanırsa,
neler
yapılabileceğini görebiliriz. Üçüncü Reich’ta gerçekleşen tamamen mantıksal
bir gelişmeydi. Çünkü bu gelişim, başından beri ulusu düşmanlarına
gönderme yaparak tanımlayan, doğrulayan ve onaylayan fikrin içinde saklı
olarak mevcuttu; bir ulusun kendisi ve düşmanı hakkında sahip olduğu
imajlar, aynı paranın farklı yüzleridir. Ulus fikri totaliter bir yapı kazandığında,
“bütüncü ulusçuluk” ve faşizm ideolojilerinde mutlak ve kutsal olarak
algılanmaya başladığında ve sonunda tutarlı aşırılığının ifadesi olan nasyonal
sosyalizm şekline büründüğünde, düşmanda büyütülmüş ve mutlak terimlerle
25
algılanmaya başlanmıştı ve bunun arkasından gelen savaştı. Bu öyle bir
savaştı ki, sona erdiğinde o güne kadar Avrupa uygarlığının ona dayattığı
tüm bağlar parçalanmıştı.
D.
ULUSLAR, DEVLETLER VE AVRUPA
Avrupa’da devletlerin geleneksel düzenini yeniden kurma girişimi,
gerekli önkoşulları yerine getiremediğin başarısızlığa uğramıştır. Avrupa
tarihi, başlıca güçlerinden birini hegomanya konumuna yükselterek kıtanın
daha önce var olan birliğini yeniden oluşturmak için yapılan bir dizi girişim
olarak görülebilir. Bu girişimlerin, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda
denizaşırı imparatorluğunun zenginliğini sömüren ve Avrupa’nın Katolik
birliğini yeniden kurma misyonundan ilham alan İspanya’yla başlamış olduğu
düşünülebilir.
İspanya’nın
ardından,
Avrupa
hegomanyasına
iki
kez
niyetlenmiş Fransa gelmişti: ilk olarak XIV. Louis zamanında ve daha sonra
Fransız Devriminin getirdiği misyon duygusuyla Napoleon zamanında. Her ne
kadar ana çıkarı denizaşırı imparatorluğu olmuşsa da, İngiltere on sekizinci
yüzyılın başında daha sonra on dokuzuncu yüzyılda bir tür dolaylı
hegomanya oluşturmak için Fransa’nın arka arkaya aldığı yenilgilerden
yararlanmıştı. Rusya’ysa ilgisini, Viyana Kongresi’nden beri Orta ve Güney
Avrupa’ya yöneltmişti. Fakat bu girişimler, her seferinde yükselen güce karşı
koalisyon oluşturan diğer Avrupa devletlerinin direnmesinden ötürü hüsranla
bitmiş ve kıtadaki güç dengesi eninde sonunda yeniden kurulmuştu.
Alman Reich’ının Avrupa egemenliği için yirminci yüzyılda yaptığı iki
atılım da, nöbetleşe hegomanya girişimleri ve dengenin yeniden kurulması
düzenin parçasını oluşturur. Fakat Hitler’in dünya savaşı, eşi ve benzeri
olmayan öyle yıkıcı kuvvetleri harekete geçirmişti ki Avrupa dengeyi yeniden
oluşturacak kaynakları bulamayacaktır. Kurtuluş kıtanın dışından gelir;
Asya’nın bozkırlarından ve Atlantik’in karşı yakasından. Avrupa bu
kurtulmanın bedelini bölünerek ve iki süper gücün (ABD ve Sovyetler Birliği)
nüfuz alanlarına girerek öder.
26
Avrupa’nın bölünmesi fikri savaş bittiğinde çoktan ortaya çıkmıştı ve
arkadan gelen Soğuk Savaş sırasında daha da radikalleşecekti. Bu karşıt
güçlerin şiddetli rekabeti arasında kalmış ulus devletlerin kendi haklarını öne
çıkarması çok zordu: 6 Ağustos 1945‘te Hiroşima’ya ilk atam bombasının
atılması ve 1949’da Sovyetlerin atam bombasına sahip olması, devletlerin
egemenliğinin yeniden tanımlanmasını gerekli kılmıştı: bundan sonra
herhangi bir büyük krizde sadece nükleer güçler tam anlamıyla hareket
özgürlüğüne sahip olacaktı. Diğer Avrupa Devletlerinin egemenliği, hangi
büyük gücün nüfuz alanının nükleer kalkanı altında kaldıklarına bağlı olacak
ve bu büyük güç, bu kalkan altında geçerli olacak siyasi, ideolojik, ekonomik
faktörleri dayatacak, ülkelerin içişlerini belirleyecekti. Ulus devletlerin
geleneksel kendi kaderlerini tayin hakkının yerini, bu devletlerin askeri,
ideolojik ve ekonomik konularda yöneten iki kutuplu bir politika almıştı.
Amerika Birleşik Devletleri’nin I. Dünya Savaşı sonrasındakilerden
farklı davranması, geri çekilmeyip Sovyetler Birliği’nin ilerlemesine karşı
oluşturulan NATO ve Marshall planı aracılığıyla Batı Avrupa’nın güvenliği
garanti altına almaya karar vermesi, Avrupa içinde ittifakların ve birliklerin
oluşmasını teşvik etmek için gerekliydi. Nazi baskısına karşı mücadele
etmekte olan direniş kuvvetleri, savaş sırasında bile ortak ülkülerinin
Avrupa’nın hümanist ve Hıristiyan geleneğinin yarattığı ruh olduğunun
bilincindeydi. Carl Goerder (1184-1944) 1943’te yapılan bir barış planında
şöyle diyordu: “Avrupa uluslarının bir Avrupa Devletleri Konfederasyonu
altında birleşmesi bize zorunlu bir gereklilik olarak gözüküyor. Amacı,
Avrupa’yı bir Avrupa savaşı çıkma olasılığına karşı tam anlamıyla güvence
altına almak olmalıdır”.
Avrupa her zaman bir şeye karşı olmak için birleşmiştir. Avrupa
kimliğinin bilincine, gerçek veya hayali, ortak bir düşmanı püskürtmek
gerektiğinde varmakta ve bu tehdit ortadan kalktıktan sonra da kimlik
duygusunu kaybetme eğilimine girmektedir.
27
Genel anlama Batı Avrupalılar kıtanın kendilerine ait kısmında rahat
bir düzen oluşturmuş durumdadır. Ekonomik bütünleşmeleri adım adım ve
gittikçe güçlenen sağlam bir zemine oturtulmuştur. İlk başta altı devletten
(Fransa, İtalya, Federal Alman Cumhuriyeti, Belçika ve Lüksemburg) oluşan
Avrupa ekonomik Topluluğu zamanla genişleyerek Büyük Britanya, İrlanda,
Danimarka, İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ı da içine almıştır. Diğer yandan
daha uzak bir ufukta, kısmen belirsiz bir siyasi varlığın işaretleri şimdiden
gözükmektedir: Komünizm korkusundan ve Batı iktidarının hegomanyasına
duyulan bağlılıktan doğmuş savunma amaçlı düşüncenin yansıması “Avrupa
Birleşik Devletleri”.
28
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: DEĞERLENDİRME
Kavimler göçünden sonra Avrupa’nın demografik yapısı şekillenmeye
başlamıştır. Barbar toplulukların Avrupa’yı istilasından sonra, feodal düzen
Avrupa’nın genellinde hakim olmuştur. Göçebelikten kurtulup yerleşik düzene
geçen topluluklar küçük krallıklar halinde kendi egemenliklerini kurmaya
başlamıştır. Daha sonraki dönemde, Avrupa’da din üzerinden kurulan
hegemonyaların etkileri ortaya çıkmıştır. Bu dönemde haçlı seferlerinin de
Avrupada’ki topluluklar üzerinde birleştirici bir etkisinin olduğundan söz
edilebilir.
Avrupa’da bu dönemde egemenlik kurma mücadelesi ön plana
çıkmıştır. Mutlak güç ve yetkilere sahip egemen devlet olma mücadelesi
sosyal, siyasi ve ekonomik oluşumları belirlemiştir.
Eserde, Avrupa’ya damgasını vuran olay ve konulara değinilirken,
Avrupa’nın bu güne kadar olan oluşumu ve gelişimi üzerinde ayrıntılı bir
şekilde
durulmuştur.
Avrupa’daki
din
çatışmalarının,
egemenlik
mücadelelerinin, sınırların şekillenmesinin nedenlerini olarak açıklamıştır.
Ülkelerin birbirleriyle olan savaşları, ulus olma bilinci üzerindeki
etkileri, kilise, kraliyet ve imparatorlukların Avrupa üzerindeki etkilerinin bu
dönemde Avrupa özelinde ele alındığını görmekteyiz.
Avrupa’nın bugün ki şeklini almasında Avrupa Birliğini oluşturan
faktörlerin neler olduğu, bu oluşumun ne amaçla kurulduğu, Dünya
üzerindeki etkileri, toplumsal, ekonomik ve siyasi sonuçları incelenmiştir.
Sonuç olarak ulus ve devlet kavramları, toplulukların sosyo-ekonomik
yapıları üzerindeki etkisi, bütünleşme süreci, bir millet olma duygusu üzerinde
etkilidir. Millet olabilen devletlerin, ortak duygu ve inanç etrafında buluşabilen
ulusların geçmişten günümüze kadar sağlam bir yapı oluşturduklarını
görülmektedir.
29
30
Download