Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü

advertisement
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan
Haklarının Rolü
Selim KILIÇ
∗
Özet: Çevre sorunları sanayileşme ve kentleşme sürecine bağlı olarak sürekli artış göstermektedir. Artan sorunların hem insanın fiziki bütünlüğünü hem de yaşam alanını
tehdit etmesi nedeniyle, çevre hakkının ayrı bir hak olarak düzenlenmesi gereği doğmuştur. Toplumsal alanda bu yöndeki isteklerin etkisiyle, sağlıklı bir çevrede yaşama
talebi küresel çapta genel kabul gören bir hak haline gelmiştir. Sağlıklı bir çevrede yaşama talebinin ayrı bir hak olarak kabul edilmesinin arkasında birinci ve ikinci kuşak
hakların gelişiminin önemli katkısı bulunmaktadır. Bunların içinde hem insan hakları
açısından hem de çevre açısından en önemlisi kuşkusuz kişi haklarıdır. Birinci kuşak
haklar, insanın vücut bütünlüğü üzerinde güvenceler getirirken, zamanla çevre de bu
güvencenin bir parçası olarak yorumlanmaya başlanmıştır. Đkinci kuşak haklar alanında yapılan düzenlemelerin bir kısmı ise doğrudan çevrenin düzenlenmesiyle ilgilidir.
Çevre hakkının gelişimine yerel toplulukların haklarının korunması yönündeki çabalar
ve usul hukukunda ortaya çıkan gelişmelerin de önemli katkısı olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Çevre kavramı, çevre hakkı, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, siyasal ve sosyal haklar.
The Role Of Human Rıghts In The Process Of The Development Of The
Rıght To Envıronment
Abstrac: Environmental issues have continuously increased depending on the process
of industrialization and urbanization. Since the increasing environmental problems
threaten both the physical integrity and life space of human being, the need to arrange
the right to environment becomes a necessity. Due to the effects of this necessity, the
demand for living in a healthy environment has become a right which is recognised at
global level. The development of first and second generation rights has contributed to
the recognition of the demand for living in a healthy environment as a different right.
Among these rights, the most important rights in terms of both human rights and environment are personal rights. While the first generation rights ensure the integrity of
human body, environment has also been started to be interpreted as the part of this assurance. Some of the second generation rights are related to the protection of environment . The efforts for the protection of the rights of local communities and reforms in
procedural law have greatly contributed to the development of the right to environment..
Keyword: Environment,the right to environment, human rights, fundamental rights and
freedoms, political and social rights.
∗
Doç. Dr., Niğde Üniversitesi, ĐĐBF, Kamu Yönetimi Bölümü, 51240, Niğde/Türkiye.
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30, 2012, s. 21-39.
22
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
GĐRĐŞ
Bugüne kadar yapılan araştırmalar evrenin inanılmaz ölçüde büyük olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu kadar devasa boyutlar içerisinde dünyamız iki açıdan değerlendirilebilir. Bir yönüyle sadece kütle olarak değerlendirildiğinde, dünyanın bu evren içerisindeki yeri kumsalda bir kum tanesinden farksızdır. Bu yönüyle dünyanın hiçbir değerinin olmadığı kolaylıkla söylenebilir.
Ancak evrende dünyayı diğer gezegenlerden farklı kılan ve onu olağanüstü bir
noktaya taşıyan unsur, hiç kuşkusuz üzerinde canlı yaşamı barındırmasıdır.
Dünya bugüne kadar yaşamın olduğu bilinen tek canlı gezegendir.
Çevresel değerlerin kirlenmesi ve insan dışında kalan canlı varlıkların hızlı
bir şekilde yok olması, 1960’lı yıllardan sonra Batı toplumlarında tepkileri de
beraberinde getirmiştir. Sanayileşmeden bu yana artan bir şekilde canlı yaşama
zarar veren insan davranışları, küresel ısınma örneğinde olduğu gibi, bugün bütün yaşamı tehdit eder bir noktaya gelmiştir. Çevre hakkı yönündeki talepler, aslında çevre sorunlarına yol açan insan davranışlarının terk edilmesini sağlamaya
yöneliktir. Çevre hakkının dünya genelinde giderek yaygınlaşması, doğanın korunmasına önemli katkı sağlayacaktır. Ancak çevre hakkının tanınması ve kapsamının ne olacağı konusunda tartışmalar, gerek yönetim gerekse toplumsal
alandan gelen dirençler nedeniyle henüz tam olarak karara bağlanmış değildir.
Oysa bu alandaki gelişmeler çevre hakkı ile temel hak ve özgürlükler arasında
sıkı bir ilişkinin olduğunu göstermektedir.
Bu çalışma ile insan hakları alanında ortaya çıkan gelişmelerin çevre hakkını
etkileme süreci ortaya konmaya çalışılmıştır. Bunun için ilk olarak çevre sorunlarını çözme talepleri çerçevesinde çevre hakkının teorik gelişimine yer verilmiştir. Daha sonra başta kişi hakları ve sağlık hakkı olmak üzere, temel hak ve
özgürlüklerin, gelişim sürecinde olan çevre hakkına nasıl katkı sağladığı ele
alınmıştır. Çevre hakkı, dayanışma haklarıyla birlikte klasik haklardan (birinci
kuşak haklardan) bağımsız bir hak olarak ileri sürülmesine olanak sağlayan yeni
bir aşamaya geçmiştir. Çevre hakkının gelişmesinde yerli halkların hakkının korunması yönünde açılan ulusal ve uluslararası davalar dikkatleri bir kez daha
çevre hakkı konusuna çekmiştir. Yerli hakları ile çevre hakkının ilişkisi tartışıldıktan sonra çalışmada, yaşanan çevre sorunlarına bağlı olarak hukuk alanında
geleneksel usullerin ne yönde değiştiği konusuna yer verilmiştir.
ÇEVRE KAVRAMI
Çevrenin neden bir hak olarak kabul edilmesi gerektiği yönünde görüşleri
ortaya koymadan önce, kavramın hakkın iç hukuk ve uluslararası metinlerde nasıl yer aldığının belirlenmesi faydalı olacaktır. Öncelikle çevre kavramı, artan
sanayileşme ve kentleşme ile birlikte toplumların yoğun bir şekilde gündemine
girmiştir. Çevre sorunları modern toplumun sosyal, ekonomik, kültürel ilişkileri
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
23
ile iç içe geçmesi nedeniyle pek çok bilim dalını ve disiplini ilgilendirmektedir.
Doğal olarak bu kadar geniş bir alanı ilgilendiren bir kavramın tanımının yapılmasında sıkıntıların ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü her disiplinin
bakış açısı ile kavramın sınırlarını çizmeye çalışmak, bazı alanların dışarıda
kalma tehlikesini doğurmaktadır. Bu nedenle çevre kavramının bütün boyutlarını içine alan bir tanım yapmak nerdeyse olanaksızdır. Bu tanımlarda genel olarak çevre, ya belli bir nesne merkez olarak alınmış ya da insan dışında kalan
dünya, doğal yapı bütün olarak ele alınmıştır. Örneğin, insan yaşamını etkileyen
etraftakiler gibi tanımlar olabilmektedir. Bu bağlamda her şeyi içine alan çevre
kavramının tanımını Einstein “ben olmayan her şey çevredir” (Keleş vd., 2012:
50; Turgut, 2001: 73) diyerek çarpıcı bir ifade ile ortaya koymuştur. Ancak insanı dışarıda bıraktığı için eksik kalmıştır.
2872 sayılı çevre kanunu, çevreyi “Canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini
sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam” olarak tanımlamıştır. Bu tanımdan ortaya çıkan en belirgin sonuç, çevre kavramının birçok şeyi içine alan bütüncül
bir özellik taşımasıdır. Alanın çok geniş olması kaçınılmaz olarak kavrama daha
çok soyut bir nitelik kazandırmaktadır. Kavram ancak yerel bir nitelikten çıkarak daha çok uluslararası hukukta kullanılmaya başlanmasıyla birlikte somutlaşmaya ve içeriği netleşmeye başlamıştır. Örneğin Stockholm Bildirgesi hem
bugünkü hem de gelecek kuşaklar adına çevrenin korunması konusunda ısrarcı
bir dil kullanmıştır. Bildirge aynı zamanda çevrenin unsurlarının da ne olduğunu ortaya koyarak kavramın içeriğinin doldurulmasına katkı sağlamıştır: “Yeryüzünün tabi kaynakları, hava, su toprak, flora ve özellikle tabii ekosistemin
temsili örnekleri, mevcut ve gelecek nesillerin çıkarına uygun olarak dikkatli bir
planlama ve yönetim ile korunmalıdır”. Dünya Doğa Şartının Girişinde yer alan
4. paragrafı ise, “Đnsan için yararlılık derecesi ne olursa olsun her türlü yaşam
formu tektir ve saygı gösterilmeyi hak eder. Diğer yaşayan varlıklara bu içsel
değeri tanımak için insan etik ilkeler içinde hareket etmelidir” şeklinde bir ifadeye yer verilerek, çevrenin bütün unsurlarıyla bir bütün olarak ele alınması gerektiğinin altı çizilmektedir.
Gerek ulusal gerekse uluslararası metinlerde herkesin üzerinde uzlaştığı bir
çevre tanımı yapılmamış olsa da çevre her zaman insana yararlılığından bağımsız olarak, korunması ve muhafazası gerekli, çeşitli ve hassas unsurlardan oluşan bir bütün olarak ele alınmıştır. Bu tanımlara baktığımızda çevrenin insanı da
kapsayacak şekilde bütün canlı varlıkların barındıran, onların gelişimine olanak
sağlayan, doğal (fizik, biyolojik ve kimyevi çevresi) ve kültürel (sosyal) bir bütün olduğu söylenebilir.
24
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
ÇEVRE HAKKI
Uluslararası hukuk sisteminde kendisine bir yer edinmeye çalışan çevre hakkı, korumaya çalıştığı değerler yönünden çağdaş uluslararası hukukla birçok
açıdan örtüşmektedir. Başta insan haklarının korunmasına ilişkin getirilmiş olan
birçok kuralın, aynı zamanda çevrenin korunması için oluşturulan hukuk kurallarıyla örtüştüğü görülmektedir. Her şeyden önce gerek insan hakları gerekse
çevre hakkı olsun her ikisinde de insanın korunması düşüncesi temel bir yaklaşımdır (Bilgiç, 1993: 48). Çevrenin korunması yönündeki yaklaşımın, insan
hakları alanındaki düzenlemelerden temel farkı, koruma mekanizmasının daha
geniş bir çerçevede düşünülmesidir.
Ulusal hukuk sistemi içinde temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmek
için mekânın da uygun olması gerektiği 1970’li yıllardan sonra gündeme getirilen bir konu olmuştur. Bu nedenle insan haklarından yararlanabilmek için sağlıklı bir çevre şartı, temel hak ve özgürlüklerin de vazgeçilmez bir koşulu haline
gelmesi gerektiği savunulmuştur. Çünkü artan çevre sorunlarına bağlı olarak
birçok insan ölmekte ya da hastalanmaktadır. Bu durum bireylerin sağlıklı bir
çevre olmaksızın herhangi bir insan hakkından faydalanmasını da olanaksız hale
getirmektedir. 1972 yılında Stockholm Konferansı’nın çevre hakkının dünya
genelinde yaygınlaşmasının rolü büyük olmuştur. Bildirinin ilk maddesinde,
“Hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları sağlayan onurlu ve refah içinde bir
çevrede yaşamak insanın temel hakkıdır. Đnsanın, bugünkü ve gelecek nesiller
için çevreyi korumak ve geliştirmek için ciddi bir sorumluluğu vardır. Bu bakımdan; kayıtsızlık, ırk ayrımı, ayrımcılık, kolonyal veya diğer biçimlerde baskı,
yabancı hâkimiyetini destekleyen, sürekli kılan politikalar mahkûm edilmiştir ve
terk edilmelidir” ilkesi yer almıştır. Bu maddeyle birlikte uluslararası bir belgede çevre hakkı doğrudan olmasa bile, dolaylı bir şekilde tanınmış olmuştur
(Ksentini, 1994: 13; Güneş, 2009: 782).
Çevre hakkı, dünya üzerinde yaşayan bütün insanların ortak paydası olan
doğanın korunması temelinde, eşitlik ilkesine dayalı olarak yükselen bir haktır.
Bugün de etkisini gösteren klasik hak anlayışının doğanın korunmasında etkisiz
kalması nedeniyle yeni bir arayışı ifade etmektedir. Çevre hakkı kısa vadeli bir
düşünce çerçevesinde doğayı yok eden bir yaklaşım değil, aksine onunla uyumlu yaşama çabasına dayanmaktadır. Sadece doğadan bugünkü kuşakların yararlanmasına olanak sağlayacak bencil bir dünya kurma yerine, gelecek kuşakların
da yararlanabileceği bir ortam yaratma düşüncesinin ürünüdür. Doğanın bütün
insanlığın ortak paydası olduğu ve insanın bütün yaşama kudretini içinde barındırdığı anlayışına sahip olması, çevre hakkını, başta yaşam hakkı olmak üzere,
diğer hakların da ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir (Güneş, 2009: 783).
Çevre hakkının uygulamada anlam ifade edebilmesi temiz suyun, havanın,
toprağın ve benzeri çevresel varlıkların ne olduğunun açık bir şekilde tanım-
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
25
lanmasına bağlıdır. Diğer bir ifade ile çevresel değerlerin hangi durumda kirli
bir niteliğe dönüştüğünün belirlendiği standartların oluşturulması gerekir (Keleş
vd., 2012: 394). Ancak bu sınır değerlerin aşıldığında çevre hakkının ihlali söz
konusu olabilir. Aksi halde çevre hakkının uygulama alanı yok edilmiş ya da sınırlandırılmış olacaktır. Bu nedenle çevre hakkının sadece anayasada yer alması
çevrenin korunması açısında yeterli değildir. Bunun yanı sıra hakkın soyut bir
ilke olmaktan çıkması için gerekli diğer alt hukuki düzenlemelerin de yapılması
gerekir (Güneş, 2009: 812).
ÇEVRE HAKKII GELĐŞĐM SÜRECĐ
Temel hak ve özgürlüklerin ortaya çıkış süreci, kuşkusuz insanlık tarihi kadar eskidir. Bu gelişim, çok eski dönmelerde kendisini Tanrı-Kral olarak ilan
eden ve mutlak itaat bekleyen yöneticilerden, günümüzde seçimle iş başına gelen yöneticilere kadar uzanan uzun bir süreci kapsamaktadır. Ancak insan hakları bu kadar uzun ve sancılı bir evre geçirmesine karşın yine de dünya üzerinde
birçok insanın temel haklardan yeterince yararlandığını, özgür olduğunu söylemek zordur. Mutlak monarşilerin Batı ülkelerinde yıkılmasının ve demokratik
toplumsal yapıların kurulması, bütün insanların eşit haklara kavuşması ancak
son iki yüzyıllık dönemde gerçekleşmiştir. Üstelik bugün bu haklardan da yararlanamayan milyonlarca insanın olduğunu belirtmek gerekir.
Đnsan haklarının gelişmesinde, mevcut hukuk sistemleri ile bireyler arasındaki oluşturulan statü farklılıklarının giderilmesi ve eşit muamele görme isteği
her zaman başrol oynamıştır. Bütün insanların yaşam koşulları için geçerli mutlak standartların olmasını öngören ve her türlü ayrımcılığı reddeden düşüncelerin güçlenmesiyle, değişim ihtiyacı kendisini daha çok hissettirmiştir. Çünkü
yoksulluk, baskı gibi benzeri yaşam koşulları evrensel bir sorun olup her insan
için acı veren kötü bir durumdur (Sachs, 2003: 38).
Toplumu düzenleyen kurallar içerisinde en önemlilerinden biri olan hukuk
normlarının ortaya çıkışında toplumsal alanda var olan çelişkiler ya da huzursuzluklar önemli bir rol oynamıştır. Bu bir anlamda artık toplumsal alanda değişim ya da dönüşüm zamanının geldiğinin göstergesi olarak kabul edilebilir. Başlangıçta sade bir istek ya da temenni olarak ortaya atılan taleplerin, zamanla
haklılığı anlaşıldıkça, bireysel olmaktan çıkıp toplumsal bir talebe dönüştüğü
görülmektedir. Đşte bu taleplerin bütün toplumu içine alan hukuki bir norma dönüşme olasılığı çok yüksektir. Sadece çevre hakkı değil, diğer bütün hak ve özgürlüklerin de gelişmesi ve yaygınlaşması bu şekilde gerçekleşmiştir. Ancak bu
hakların gelişim sürecinde kimi ülkelerde yönetimin yurttaşlara karşı sert tepkiler de gösterdiği görülebilmektedir. Batı toplumunda bile, çevrenin korunması
yönündeki talepler uzun süre romantik talepler olarak görmüştür. Çevre konusundaki taleplerin toplumsallaşması, ancak sanayileşme ve kentleşme ile birlikte
26
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
çevre sorunlarının insanı tehdit etmeye başlamasıyla gerçekleşmiştir (Kaboğlu,
1996: 24).
Temel hak ve özgürlükler, öncelikle insan yaşamını koruma düşüncesiyle
başlamış, onun sosyal ve kültürel alanda gelişimini de içinde alacak şekilde genişlemiştir. Bu temel hak ve özgürlüklerin statik bir özellik değil, aksine dinamik bir özelliği olduğunu göstermektedir. Çevre hakkı da temel hak ve özgürlükler alanında ortaya çıkan gelişmenin bir sonucudur. Çünkü çevresel bozulmaların insan yaşamını tehdit eden bir unsur olduğunun anlaşılması üzerine,
sağlıklı bir çevrede yaşama talepleri toplumlarda daha kuvvetli olarak diler getirilmeye başlanmıştır. Bu taleplerin daha özgürlükçü ve demokratik toplumlarda
karşılık bulması fazla gecikmemiştir.
Uluslararası alanda gelişmeler, gerek temel hakların gerekse onun bir uzantısı olarak kabul edebileceğimiz çevre hakkının gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Đnsan hakları bünyesinde bir çevre koruma düşüncesi 1960’lı yıllardan sonra
çeşitli uluslararası metinlerde kendisini göstermeye başlamıştır. Đnsan hakları
alanındaki gelişmeler çevre hakkına da olumlu bir şekilde yansımıştır. Bunlardan birinci aşama, yaşama hakkını, vücut dokunulmazlığını, özel hayatı ve aile
yaşamını düzenleyen haklar demetidir. Đkinci aşama, sağlık, çalışma koşulları,
beslenme, temiz su ve atık suların uzaklaştırılmasını düzenleyen hakların kabul
edilmesidir. Üçüncü aşama, temiz bir çevrede yaşama hakkını da içeren dayanışma haklarıdır. Dördüncü aşamada ise, azınlıkların ve yerli halkların sahip
oldukları doğal kaynakların korunması konusunda mücadele girişimleridir. Beşinci aşama, usul hukuku alanındaki yeni gelişmelerin çevre hukuku alanında
uygulanmaya başlanmasıdır (Peters, 2008: 215).
Kişi Hakları ve Siyasal Haklar
Đnsanın ilk ortaya çıkışı ve örgütlenme süreciyle birlikte toplumda yöneten
ve yönetilen ilişkisi şeklinde bir hiyerarşinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu durum kaçınılmaz olarak bazı insanların toplumsal, ekonomik, siyasal alanda diğerlerine göre avantajlı bir duruma gelmesine neden olmuştur. Toplumsal
alanda ortaya çıkan bu farklılaşmanın feodal hukuk sistemi ile bütünleşmesi sonucu, hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlanmıştır. Tarihin sayfaları özgürlükleri çeşitli nedenlerle ellerinden alınan, ekonomik hakları kısıtlanan, yaşama
hakkı yok edilen insanlarla doludur. Đnsan hakları kavramı feodal hukuk sistemi
içerisinde tomurcuklanmaya başlamış ve ancak son 200 yılda kendisini gösterebilmiştir. Hak ve özgürlük mücadelesi, hayatta kalma mücadelesinden başlayarak, ekonomik, sosyal koşulların iyileştirilmesi ve nihayet çevrenin korunmasına kadar uzanan bir gelişme göstermiştir. Ancak mücadelesi verilen hak ve özgürlükler uzun süre bölgesel alanlarla sınırlı kalmış olup evrensel bir insan hakkı kavramının ortaya çıkması için uzun yıllar beklemek gerekmiştir.
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
27
Bütün insanların eşit bir şekilde haklara sahip olması gerektiği düşüncesinin
teorik temelleri Antik Yunan ve Roma felsefesi tarafından atılmıştır. Stoa ve
Sofistler bütün insanların doğası gereği eşit ve özgür olduğu düşüncesini ileri
sürmüşlerdir. Bu fikirlerin gelişip serpilmesine olanak tanıyacak bir ortam olmamıştır. Đnsan hakları konusunda önemli mihenk taşlarından biri olarak kabul
edilen gelişme Đngiliz Kralı ile soylular arasında varılan uzlaşma olmuştur. Ortaçağ’da Đngiliz Kralı ile soylular 1215 yılında imzalanan Magna Carta Libertatum’u imzalamıştır. Bu gelişmenin önemi insanın özgürleşmesi açısından atılan
en önemli adımlardan biri olarak kabul edilmesidir. Çünkü tarihsel gelişim süreci içinde kişi hakları ve siyasal hakların ortaya çıkışı, insanın özgürleşmesi sürecine paralel bir gelişme göstermiştir. Avrupa’da ve Amerika’da bugünkü anlamda insan haklarının gelişimi ise, ancak 17. yüz yılın sonlarına doğru doğal
hukuk öğretisinin etkisi ile başlamıştır. Doğal haklar düşüncesinin temelinde,
insanın özgür ve eşit doğdu ya da bu hakların Tanrı tarafından bahşedildiği düşüncesi vardır. Bugünkü insan haklarının ortaya çıkışında doğal hukuk öğretisi
ile başlayan mücadelenin Amerikan Bağımsızlık Bildirisi, Fransız Đnsan ve
Yurttaş Hakları Bildirisi ile biçimlenmesi sonucu Batı ülkelerinde etkili olmaya
başlamıştır. Jean-Jacques Rousseau (1712 - 1778) ve Immanuel Kant (1724 1804) gibi Batı Toplumunu etkilemiş birçok filozof siyasal ve politik düşüncelerini doğal haklar düşüncesi temelinde geliştirmişlerdir (Geuther, 2009: 5; Özdek, 1993: 29).
Amerikan ve Fransız Devrimlerinin sonucunda ortaya çıkan hakların başında; yaşama hakkı, kişinin korunması, özel hayatın gizliliği, aile hayatının korunması, mülkiyet hakkı, konut dokunulmazlığı, haberleşme, din ve vicdan özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi haklar gelmektedir (Önder, 2008: 23- 24).
Aslında insanın onurunun ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilen bu hakların
Batı düşünce geleneğindeki tartışılmaya başladığı tarih, dünyanın diğer bölgelerine göre çok gerilere gitmektedir. Diğer bir ifade ile insan hakları kavramı, Batı’da politik ya da ekonomik tartışmalarda her zaman bir şekilde yer bulan bir
kavram olmuştur. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak insan hakları, diğer bütün
ahlaki, ekonomik ve politik talepler karşısında her zaman öncelikli olmayı başarmıştır (Sachs, 2003: 31).
Dünya genelinde insan haklarını güvence altına alacak zorlayıcı önlemlerin
alınmasının, gerek paylaşım açısından gerekse çevrenin korunması gibi diğer
haklardan daha önemli olduğu kuşkusuzdur. Çünkü bir insan için en önemli şey,
hayatta kalabilme ve vücut bütünlüğünü korumaktır. Đnsan haklarının bu tipik
özelliği nedeniyle, haklar alanında bazı öncelikli ilkelerin kabul edilmesine yol
açmıştır. Kuşkusuz bu öncelik, bütün insan aktivitelerinde ve insan haklarının
dışında kalan diğer haklar karşısında, temel hakların uygulanması şeklinde olmuştur (Sachs, 2003: 39).
28
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
Birinci kuşak hakların gelişmesi kuşkusuz çevre hakkının gelişimi için de
önemli bir adımdır. Bu gelişme hakların monizmi çerçevesinde değerlendirildiğinde birinci kuşak hakların bir başlangıç noktası oluşturduğu söylenebilir. Diğer yandan birinci kuşak haklar ve çevre hakkı, insan haklarının gelişmesinin
boyutlarını göstermektedir. Đnsan haklarının ortaya çıktığı dönemde, bu haklara
tehdit mutlak iktidarlardan geldiği için bu tehdidin kaldırılması yönünde bir gelişme yaşanmıştır. Çevre sorunları henüz insan yaşamını tehdit eden bir noktaya
gelmediği bir dönemde, haklar arasında her hangi bir şekilde doğayı korumaya
yönelik bir düzenleme yapılması beklenemez. Bu bağlamda insan haklarının ilk
evresinde vücut bütünlüğü ve yaşamı; özel ve aile yaşamını koruma hakkı gibi
koruma mekanizmalarının insanın çevresini de içine alacak şekilde bir yoruma
tabi tutulmadığı söylenebilir. Bu çerçevede insan hakları dar bir şekilde yorumlanmıştır (Keleş ve Ertan, 2002: 73).
Birinci kuşak haklarının çevreye bir diğer katkısı, başta yaşama hakkı olmak
üzere, bu hakların geniş yorumlamaya tabi tutulmasıyla birlikte, artık insanın
çevresi ve yaşam ortamı ile birlikte korunması düşüncesinin kabul görmesini
sağlamış olmasıdır. Bu nedenle birinci kuşak hakların gelişimi çevre açısından
kuşkusuz bir milattır. Çünkü bu haklar sayesinde insanın insana saygı duyması
sağlanmıştır. Đnsanın insana saygı duymadığı, herkesin temel kimi haklarının
olduğunun kabul görmediği bir toplumsal yapı içerisinde, insan haklarının daha
ileri bir boyutu olarak kabul edilen başka canlılara da saygı duyma ve onların da
haklarının olduğu düşüncesinin yer bulması olanaksız gözükmektedir. Bu nedenle insan haklarına ilişkin ilk düzenlemeler olan kişi hakları, çevre hakkının
ortaya çıkması ve gelişebilmesi için anahtar bir rol oynamıştır.
Sosyal Haklar
Birinci kuşak hakların ağırlıklı olarak varlıklı kişilerin yararlanabildiği haklar olması ve daha büyük kitlelerin bundan yararlanamaması, geniş halk kitlelerinin ikinci kuşak haklara olan talebini artırmıştır. Đkinci kuşak hakların ortaya
çıkışında en önemli neden kuşkusuz gelir dağılımındaki bozukluktur. Sermayenin belli ellerde toplanması ve orta sınıfların her geçen gün daha çok proleterleşmesi, toplumsal alanda çalışma barışının her geçen gün giderek daha çok bozulmasına yol açmıştır. Artan toplumsal ve ekonomik sefalet karşısında işçi sınıfının mücadelesi ile sosyal ve ekonomik hak talepleri ikinci kuşak hakların
doğmasına yol açmıştır (Özdek, 1993: 34).
Đkinci kuşak hakların ortaya çıkışı ile birlikte burjuva devrimleri sonucu ortaya çıkan hak talebine işçi sınıfı da katılmış oldu. Bu hakların tanınmasıyla alt
sınıfların tek başına kullanamayacağı haklar, devletin yardımıyla onların da kullanabileceği hale gelmiştir. Aslında ikinci kuşak haklar, toplumsal alanda barışın kurulması ve sürdürülmesi için, milli gelirin toplumun alt gelir gruplarında
yer alanlar lehine yeniden düzenlenmesi olayıdır. Đnsan haklarının gelişimindeki
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
29
ikinci halkada özel sağlığın korunması, sağlıklı çalışma koşulları, gıda hakkı,
temiz su hakkı, kullanılmış suların sağlıklı bir şekilde uzaklaştırılması hakkı gibi hakların çevre hakkının şekillenmesinde önemli bir aşama olmuştur. Çevrenin korunmasında insanın yaşadığı alanların daha sağlıklı bir hale getirilmesi ile
çevre hakkı için ikinci bir adım atıldığı söylenebilir. Diğer yandan bu haklar, birinci aşamasında olduğu gibi, insan haklarının durağan olmadığını, dar kalıplar
içerisinde değerlendirilemeyeceğini bir kez daha göstermiştir.
Đkinci kuşak haklar arasında bulunan sağlık hakkının çevre hakkının gelişimine önemli katkısı olmuştur. Çünkü artan sanayileşme ve kentleşme süreci ile
birlikte ortaya çıkan gelişmeler insanların sağlığını tehdit eder hale gelmiştir.
Daha 1830’larda hızla sanayileşen Đngiltere’nin büyük kentlerinde ciddi sağlık
ve çevre sorunları yaşanmaya başlamıştır. Sağlıksız ve nemli evler, atık suların
uzaklaştırılması sorunları Avrupa’nın sanayileşmiş kentlerinin adeta genel görünümü haline gelmiştir. Kentlerde kolera, tifo, tifüs, verem, raşitizm gibi hastalıklara yakalanmış insanların sayısı oldukça yüksektir. Avrupa’da çarpık kentleşme insan yaşamını tehdit ederken, ABD’nin kentlerinde de benzer durumlar
yaşanmaktadır. Gerçekten daha 1885 -1886 yıllarında Chicago kentinde atık suların istenilen şekilde uzaklaştırılamaması nedeniyle 90 bin civarında insanın tifo ve koleraya bağlı hastalıklardan öldüğü bilinmektedir (McNeill, 2005, s.141;
Aydemir, 2004: 50).
Batının sanayileşmiş kentlerinde ortaya çıkan sorunların çözülmesi için devletlerin önemli düzenlemeler yaptıkları görülmektedir. Kentlerdeki sağlık koşullarının iyileştirilmesi amacıyla devlet müdahalesinin tipik bir örneği, 1848 yılında Đngiltere’de çıkarılan Kent Sağlığı Yasası’dır. Bu yasayla birlikte insanların sağlıklı bir ortamda yaşayabilmesi için asgari sağlık standartları belirlenmiş
ve belediyelere kentin sağlığını korunması için birçok yetki tanınmıştır. Böylece
su hizmetleri, atık suların uzaklaştırılması, katı atıkların toplanmasına kadar pek
çok görev yerel yönetimlerce yapılacaktır (Aydemir, 2004: 52).
Kentsel alanların sağlıklı yerleşim birimler haline getirilmesi yönündeki girişimlerin insan haklarına yansıması, BM Antlaşmasının 12. maddesi olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklar şeklinde olmuştur. Bu antlaşma, taraf olan devletlere, herkesin ruh ve beden sağlığını erişebilecekleri en üst noktaya çıkarma
konusunda sorumluluklar yüklemektedir. Bu çerçevede sağlık hakkı, sağlığın
temel belirleyici unsurlarından biri olan çevrenin korunması konusunu da içine
almaktadır. Böylece sağlığın korunması konusunu düzenleyen sağlık hakkı, insan hakkı ve çevre hakkı arasında önemli bir köprü olma işlevini yerine getirmiş
olmaktadır (Peters, 2008: 222).
Çevre hakkı ile ilgili olarak önemli tartışmalardan biri de kuşkusuz çevrenin
önemli unsurlarından biri olan su konusunda yaşanmaktadır. Bu yüzyılın başından bu yana insan hakları ve su konusu yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Gele-
30
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
cek yıllarda bu tartışmaların dünya nüfusu ile birlikte daha da artacağı açıktır.
Suyun uluslararası metinlerde önemi sık sık dile getirilmesine karşın, henüz bir
insan hakkı olarak kabul edilmediği görülmektedir. Ancak BM sözleşmesinin
11. ve 12. maddesiyle ilişkilendirilerek BM sosyal komiteleri ve özel raportörlerin hazırladığı içme suyu ve atık sulara ilişkin hakların kullanılmasına ilişkin
pek çok belgede, suyun temel bir insan hakkı olarak kabul edilmesi gerektiği
yönündeki görüşlere yer verilmiştir. UNESCO Yeşil Haç Đlkeleri çerçevesinde
suyun bir insan hakkı olması için çalışmakta ve su hakkı çerçeve antlaşmasını
hazırlamaktadır. BM Đnsan Hakları Komisyonunun 2007’den beri “ Đnsan hakları, içme suyuna ve kanalizasyon sistemine adil ulaşım” konularında bir karar
taslağı da bulunmaktadır. BM belgelerinin de ortaya koyduğu gibi, su, atık-su,
sağlık hakkı ile çevre arasında sıkı bir ilişkinin kabul edildiği görülmektedir
(Peters, 2008: 223).
Đkinci kuşak hakların yaygınlaşmasıyla birlikte toplumun alt ve üst sınıfları
arasında varılan uzlaşma ortamı, kuşkusuz çalışma barışına ve demokrasiye
önemli katkı sağlamıştır. Bu uzlaşı ortamının çevrenin korunması yönünde hem
yerel düzeyde hem de uluslararası düzeyde önemli sonuçları olmuştur. Ancak
bu alanda sağlanan uzlaşma, üretimin artırılması ile ortaya çıkan gelirden alt sınıfların pay alması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu üretim artışının çevrenin korunmasında sorunlara da yol açtığı ve doğaya daha çok yük bindirdiği artık yadsınmaz bir gerçektir. Bu gelişmeler sonucunda artan çevre sorunlarının insan
yaşamını tehdit etmesi ve bunun klasik hukuk kalıpları çerçevesinde çözülememesi, devletleri hukuk alanında yeni arayışlara itmiştir.
Dayanışma Hakları
Đnsan haklarının üçüncü boyutu, bu hakların toplumun geneline tanınmasından dolayı kolektif haklar olarak adlandırılmaktadır. Bu haklar arasında yer alan
çevre hakkının öncekilerden farkı, artık yurttaşlara daha somut ve geniş çapta
temiz bir çevrede yaşamayı talep etme olanağı tanımasıdır. Çevre hakkının artık
evrensel bildirgelere girmeye başladığı, barış, iletişim gibi haklarla birlikte yeni
bir boyuta geçmesi söz konusudur. Bu aşamada artık çevre hakkı önceki dönemlere göre daha yetkin ve daha güçlü bir hale geldiği söylenebilir. Çünkü yaşama
hakkının bugünkü çevre koşullarından bağımsız olarak düşünülemeyeceği daha
iyi anlaşılmıştır. Birinci kuşak haklar içerisinde yaşama hakkı ile başlayan gelişmenin meyveleri ancak üçüncü kuşakta kendisini gösterebilmiştir (Kaboğlu,
1996: 19).
Hakların gelişim sürecine bakıldığında dayanışma hakları, hukuk sisteminde
geleneksel hak anlayışının sınırlarını zorlayan, onu bir adım daha öteye taşıyan
bir özelliğe sahiptir. Bu hakların gelişiminde toplumun bütününü kapsayan bir
unsur olarak dayanışma duygusunun öne çıktığı görülmektedir (Abdulhakimoğulları vd., 2011: 65). Bu durum kaçınılmaz olarak özel çıkarların ortaya kon-
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
31
masına karşı bir baskı mekanizması oluşturmuştur. Geleneksel hakların kullanılmasında özel çıkarların korunması ön planda tutulurken üçüncü kuşak haklarla birlikte bu anlayıştan kopuş başlamıştır. Çevre hakkı bu özelliği nedeniyle bireyler arasında eşitlik kurmaya ve maddi eşitsizlikleri azaltmaya katkıda bulunmaktadır. Böylece çevre hakkı farklı özgürlüklerin kullanılmasında ortaya
çıkan çatışmaları dengeleme işlevi gören yeni bir hak olarak kendisini göstermektedir (Kaboğlu, 2004: 30). Klasik liberal düşüncenin insanlara sunmuş olduğu hakların sınırları zaten daha önce kabul edilen sosyal haklarla genişletilmişti. Ancak başta çevre hakkı olmak üzere ortaya çıkan dayanışma hakları ile
bu sınırlar ikinci kez zorlanamaya ve genişletilmeye tabi tutulmuştur.
Đkinci kuşak hakların sınırlarının zorlanmasının nedeni kuşkusuz, artan çevre
sorunlarının insan hayatını sürekli olarak tehdit etmeye başlamasıdır. Çevre
hakkına yönelik taleplerin artmasında kuşkusuz sanayileşmenin doğrudan ve
dolaylı tehditlerinin büyük rolü olmuştur. Bu sorunların bir ileri boyutu ülkelerin güvenliklerini de tehdit etmeye başlamasıdır. Uluslararası alanda devletlerin
güvenlik stratejilerini yeniden ayarlamalarına yol açan pek çok olay yaşanmıştır
(Toprak 1993: 33). Nehirlerde, demir çelik sanayinde ya da nükleer santrallerde
ortaya çıkan çevre sorunları sadece olayın yaşandığı ülkeyi değil, birçok ülkeyi
tehdit etmiştir. 26 Nisan 1986 yılında Çernobil’de yaşanan nükleer kaza, o güne
kadar bilenen en büyük kaza olarak tarihe geçmiş Türkiye dâhil birçok ülke bu
kazadan dolayı zarara uğramıştır. Yine 1 Kasım 1986 yılında Basel Sandoz firmasının 1.352 ton tarım ilacının yanması sonucu kimyasal atıklar Rein’de büyük bir çevre sorunun yaşanmasına ve nehirdeki kirliliğin diğer bölgelere taşınmasına yol açmıştır (Kösters, 2004: 15-16).
Sanayileşme ve kentleşme sonucu pek çok çevre sorununun yaşanması, insanın yaşam çevresinin korunması için yeni arayışlara girmesine neden olmuştur. Çevre hakkı işte insanın bu arayışları sonucu ortaya çıkan haklardan biri
olmuştur. Çevrenin korunması konusunun insan haklarına dâhil edilmesinde
doğayı koruma kaygısının önemli rolü olmuştur (Keleş ve Ertan, 2002, 69). Doğayı koruma kaygısı hukuka yansıması son yıllarda daha belirgin olarak yansımıştır. Çünkü ülkeler artan çevre sorunları karşısında çevrenin korunmasının insan yaşamı ile doğrudan ilgisi olduğunu artık daha net olarak görebilmektedir.
Son yıllarda çevreye karşı işlenen suçlar özgürlüğü bağlayıcı nitelikte olan ceza
hukuku kapsamında değerlendirilmeye başlamıştır. Türk Ceza Kanununda çevreye karşı işlenen suçların da bu kapsamda olması bunu açıkça göstermektedir
(Yaşamış, 2005: 139).
Yerli Halkların Haklarının Korunması
Dünya genelinde iktidarları sınırlandırma girişimleri ve çevrenin korunması
düşüncesinin yaygınlaşması ile birlikte yerli halkların bölgelerindeki kaynakların kullanımı konusundaki yetki taleplerini güçlendirilmiştir. Yerli halkların ko-
32
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
rumaya çalıştığı ormanlar, su, toprak gibi çevresel değerler aynı zamanda yaşam
hakkının ve çevre korumanın da ortak ilgi alanını oluşturmaktadır. Bu bölgelerde ekosistemin bozulmuş olması, yoksulluğu artıran bir unsurdur. Bu nedenle
doğa koruma konusu giderek daha çok politikanın merkezine oturmuştur. Sermaye akışının dünya genelinde hızlanmasıyla birlikte yerli bölgelerinde zaten
kıt olan kaynakların kolayca zenginlerin elinde geçtiği görülmektedir. Buradaki
halkın geçim kaynaklarının ve çevrenin korunabilmesinin en garanti yolunun,
doğanın ve türlerin korunması konusunun yaşam hakkının bir haline getirmek
olduğu savunulmaktadır (Sachs, 2003: 39).
Yerli halkların kendi bölgelerindeki doğal kaynaklar üzerinde haklarının olduğunun kabul edilmesi ile çevre hakkının gelişiminde dördüncü aşamaya geçildiği kabul edilebilir. Gerçekte artan sanayi ve kentleşme yerli toplumların yaşadıkları bölgelerdeki ekolojik yapıyı tehdit etmeye başlamıştır. Bu bölgelerin
ekonomik değerinin artmasına paralel olarak, doğal yapı hızlı bir şekilde bozulmaya ve biyolojik zenginlik açısından önemli rezervleri yok olmaya başlamıştır. Başta madencilik ve ormancılık faaliyetleri olmak üzere, bölgeye yapılan
çeşitli yatırımlar bölgede yaşayan yerli halkın geçim kaynaklarına önemli ölçüde zarar vermektedir.
Yerli halklar ve bulundukları bölgeler, modern toplumun çok yönlü saldırısı
ile karşı karşıyadır. Dünya coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşayan 220 milyondan fazla yerli halk, kendilerini savunabilmek ve dünyaya seslerini duyurabilmek için uğraşmaktadır. Onların temel amacı, yaşadıkları bölgelerin doğal
kaynaklarının kullanılmasında söz sahibi olabilmek ve bunu dünyaya hukuki
olarak kabul ettirebilmektir. Ancak onların bu çabası karşısında her ülke birbirinden çok farklı politikalara başvurabilmektedir. Bunlar içinde barışçı çözümler öngören yaklaşımlar olduğu gibi, tamamen sindirme yoluna giden devletler
de bulunmaktadır. Örneğin Hindistan’da demokratik bir köy yönetim modeli
olarak ortaya çıkan, Panchayat düşüncesi, yerli halkların yönetime katılımını
öngörmektedir. Böylece bölgede bulunan doğal kaynakların daha etkin bir şekilde korunacağı düşünülmektedir (Sachs, 2003: 39).
Nijerya’da ise yerli halkların bu talepleri şiddet yoluyla sindirilme yoluna
gidilmiştir. Yerli halkların yaşam savaşı ile modern dünyanın enerji kaynakları
arasındaki çelişkiye ortaya koyan örnek olaylardan biri kuşkusuz Ogoni olayıdır. Ogoni Nijerya’da Nijer Deltası olarak adlandırılan, yağmur ormanlarının
olduğu ve pek çok türe ev sahipliği yapan bir bölgedir. Bölge son derece önemli
bir ekosistem olmasına karşın, Shell firmasının uzun yıllardır bölgede petrol çıkarması nedeniyle önemli kirlenme sorunları yaşanmaktadır. Bu nedenle BM
Nijer Deltasını kirlilik tehdidi altında olan alanlardan biri olarak ilan etmiştir.
Hem petrol gelirlerinden pay alamayan hem de çevre sorunları ile uğraşan yerli
Ogoni halkı, askeri hükümet tarafından sürekli olarak baskı altında tutulmaktadır (Sofracı, 2007: 34).
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
33
Ogoni halkı, Nijeryalı şirketlerin ve Shell firmasının oluşturduğu konsorsiyumun, bölgelerinde bulunan petrol kaynaklarını aşırı bir şekilde tükettiği gerekçesiyle 2001’in Ekim ayında Nijer devletini Afrika Đnsan Hakları Komisyonu’na, şikâyet etmiştir. Çünkü askeri yönetimin de desteklediği şirketlerin girişimleri sonucu, bölge yoğun bir toprak ve su kirlenmesi ile karşı karşıya kalmıştır. Afrika Đnsan Hakları Komisyonu, 27 Mayıs 2002 tarihli kararı ile Nijerya’nın Afrika Đnsan Hakları Şartı’nın (bunlar arasında sağlıklı yaşam hakkını
düzenleyen 16. madde ve çevre hakkını düzenleyen 24. madde de bulunmaktadır) kimi maddelerini ihlal ettiğine karar vermiştir. Komisyon, Nijerya Hükümeti’ne Ogoni bölgesinin yaşam kaynaklarının iyileştirilmesi ve çevrenin korunması için çağrıda bulunmuştur (Beyerlin, 2005: 527).
Yerli halkların yaşadıkları sorunları sadece gelişmekte olan ülkelerle sınırlı
değil, aksine bu tür sorunlar gelişmiş ülkelerde de kolaylıkla görülebilmektedir.
Örneğin Lubicon gölü civarındaki Kanadalı yerliler, petrol, gaz ve kendi bölgelerindeki ormanları kesimi nedeniyle, telafi edilemez zararlara uğradıkları için
Kanada’yı BM’ye şikâyet etmişlerdir. Çünkü bu arazilerin kullanımının kümülâtif etkisi nedeniyle, yerli halkların geleneksel av ve balık kaynakları yok
olmaktadır. BM Đnsan hakları komisyonu Kanada’nın BM’nin Antlaşmasının
27/II. maddesini ihlal ettiğine karar vermiştir. BM yerli halkların arazilerinin
geniş çaplı bir şekilde özel gaz ve petrol şirketlerinin lehine kamulaştırmasını,
onların geleneksel yaşamlarını ve kültürlerini dikkate almamasını bölge halkı
için tehdit olarak kabul etmiştir. BM Kanada’nın ortaya çıkan bu haksız durumu
telafi edecek bir sorumlulukta davranması gerektiğini bildirmiştir (Ksentini,
1994: 32).
Diğer yandan uluslararası alanda da yerli toplulukların bölgesel haklarının
korunması yönünde çeşitli düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. Örneğin 2007
tarihli BM Genel Kurulu’nun azınlıklar hakkındaki açıklaması çevreye ilişkin
pek çok hakkı da içermektedir. Örneğin geleneksel ilaç olarak kullanılan iyileştirici bitkilerin korunması hakkı (madde 24), yerli toplulukların toprakları ile ilgili düzenleme hakkı (madde 25) ve diğer maddelerde yerli halkın çevreyi koruma ve geliştirme hakkı bunlar arasında sayılabilir. Bu düzenleme ile yerli toplulukların birçoğu doğrudan ya da dolaylı olarak çevre korumacı bir konuma
yükselmiş bulunmaktadır (Peters, 2008: 220).
Usul Haklarının Gelişimi
Çevre hakkının gelişimi konusunda önemli gelişmelerden bir diğeri, kuşkusuz çevre hakkının anayasalara girmesidir. Çevre hakkının anayasalara girişinde, hem toplumsal alanda ortaya çıkan eylemler hem de bilim insanlarının çabalarının önemli katkısı olmuştur. Bu gelişme ile birlikte çevre koruma ile uyumlu
olmayan birçok yasanın yeniden şekillenmesine ve çevre bilincinin artmasına
katkı sağlamıştır. Çevre hakkının anayasalara girmesi toplumda çevre konusun-
34
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
da olan talebin şiddetini göstermesi ve her şeyden önce çevrenin korunması düşüncesine önemli bir yasal dayanak olması açısından önemlidir (Turgut, 2009:
75). Anayasal gelişmenin bir diğer katkısı, usul hukukunun çevreci bir yapıya
dönüşmesidir. Bunun tersi de doğrudur, diğer bir ifadeyle usul hukukundaki gelişmelerin de çevrenin korunması yönünde katkısı olmuştur.
Çevre hakkının gelişmesinin etkisiyle usul hakları da değişmeye başlamıştır
Bu aşamada çevrenin korunması konusunda hukuk alanında yerleşik yol ve
yöntemler yerini yeni uygulamalara terk etmiştir. Artık çevre konusunda alınan
kararlara yurttaşların da katılmaya başladığı gözlenmektedir. Bu dönemde, çevrenin korunması konusunda dava açma ehliyeti, ispat yükü gibi konularda klasik
hukukun dışına çıkan önemli değişiklikler gerçekleşmiştir.
Çevre hakkının yararlanıcıları, bireyler, sivil toplum kuruluşları, şirketler,
devlet kısaca herkestir. Diğer bir ifade ile hakkın yararlanıcıları tamamen insan
ya da insanlarla ilgili örgütler olabilmektedir. Bu hakkın, kullanıcıları çevrenin
korunmasını devletten, üçüncü şahıslardan kısaca herkesten talep edebilecektir.
Ancak çevre hakkı nasıl bir takım temel hak ve özgürlüklerin kullanılması için
zemin hazırlamakta ise, aynı şekilde çevre hakkından yararlanabilmek için de
ek hakların tanınması gerekmektedir. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz bilgi
edinme hakkıdır. Yurttaşların genel anlamda gerek kamu kuruluşlarının gerekse
özel şirketlerin yapmış oldukları faaliyetlerin çevre üzerindeki etkileri konusunda bilgi edinme hakkının sağlanması gerekir. Bilgi ve belgeye ulaşma sadece
çevrenin korunması açısından değil, demokrasinin gelişmesi ve şeffaf yönetim
açısından da gereklidir. Bir toplumda bilgi ve belgeye ulaşılan alanlar ne kadar
daraltırsa denetim ve demokrasi konusu da o kadar zaafa uğratılacaktır. Bu nedenle bilgi ve belgeye ulaşma hakkı, çevre hakkının kullanılması açısından büyük önem arz etmektedir.
Çevre hakkının kullanılabilmesi yönetime katılım hakkının kulanım ile yakından ilgilidir. Yönetime katılım ilkesi sayesinde çevre ile ilgili alınacak kararlara toplumsal alanda daha büyük bir kesimin katılımı sağlanmış olacaktır. Bunun için halkın bilgilendirilmesinden, çeşitli belgelere ulaşımına kadar farklı
aşamaları kapsamaktadır. Böylece çevre konusunda geniş bir katılım sağlanarak
çevrenin korunmasında etkinliği artırmak amaçlanmış olacaktır (Abdulhakimoğulları vd., 2011: 83). Çevre yönetimine katılım konusunda en önemli gelişme,
kuşkusuz 25.06.1998 tarihinde Danimarka’nın Aarhus Kentinde Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (ECE) tarafından imzaya açılmış olan ve
30.10.2001 tarihinde yürürlüğe giren Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi’dir.
Aarhus Sözleşmesi’nin AB ülkelerince kabul edilmesiyle, çevre konusunda yönetime katılma, bilgi edinme ve dava açma konusunda önemli gelişme sağlanmıştır. Sözleşmeye göre, resmi makamlar çevre konusunda her hangi bir menfaat sağlamadan 3. kişilere 4. Madde kapsamında talep edilen çevresel bilgileri
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
35
sunmak zorundadırlar. Üstelik sözleşmenin 2. maddesinin 3. fıkrasında çevresel
bilginin oldukça geniş bir kapsamda ele alındığı görülmektedir1. Aarhus Sözleşmesi’nin bir diğer önemi kuşkusuz yargısal başvurudur. Sözleşmenin 9.
maddesin göre ilgili maddede gösterilen durumların ihlali durumunda kişiler
yargıya başvurabilirler.2 Yargıya başvuru çevresel bilgiye erişim ve halkın çevresel kararlara katılım için bir teminat olduğu gibi, aynı zamanda ulusal çevre
hukukunda yaşanacak ihlallerin önlenmesi için de bir güvence olarak düşünülmüştür (Güneş, 2010: 301-313).
Yurttaşların çevre sorunları konusunda bilgi ve belgelere ulaşma hakkının
tanınması çevre hakkının kullanılması için yeterli olmamaktadır. Çevresel varlıkların ne ölçüde korunup korunmayacağını, yönetimin almış olduğu kararlarla
belirlenmektedir. Birçok kamu birimi ülkedeki çeşitli çıkar gruplarının etkisi altında kalarak karar vermektedir. Kuşkusuz bu çıkar grupları arasında en güçlü
olanlar diğer gruplara göre daha iyi örgütlenmiş olan özel sektör kuruluşlarıdır.
Çevresel varlıkların çıkarlarını savunacak örgütlerin yönetimde yer alması ise,
ancak son yıllarda yapılan düzenlemelerle mümkün olabilmiştir. Bu tablo uluslararası alanda da geçerlidir. AB’nin kuruluşundan bu yana sanayi lobileri hem
hükümetlerine hem de AB’nin çeşitli organlarına baskı yapmaktadır. AB içinde
şirketler için çalışan lobi kuruluşu bulunmasına karşın, çevre için çalışan örgütlerin sayısı sanayi lobileri ile kıyaslanamayacak kadar azdır (Budak, 2000: 175).
Bu durum kaçınılmaz olarak AB’nin ekonomi ve çevre konusunda almış olduğu
kararlara da yansımaktadır.
Çevrenin korunması konusunda uluslararası ceza hukukunda önemli değişiklilere gidilmiştir. Öncelikle BM Güvenlik Konseyi çevre kirliliğinin barışı tehdit
ettiğini ve ilke olarak Güvenlik Konseyi tarafında insani nedenlerle müdahale
yetkisinin olabileceğini kabul etmiştir. Bu karar yanında insan hakları ve çevrenin kirlenmesi kaygısı savaş hukukuna ilişkin mevcut antlaşmalarda da yer almaktadır. Örneğin Cenevre Sözleşmesi (madde 35), uluslararası silahlı çatışmalarda doğal çevrenin uzun süreli ve ağır bir şekilde zarar görmesine neden ola-
1
Hava ve atmosfer, su, toprak, yer, peyzaj ve doğal alanlar, genetiği değiştirilmiş organizmalar da dâhil olmak
üzere biyolojik çeşitlilik ile biyolojik çeşitliliğin öğeleri ve tüm bu unsurlar arasındaki karşılıklı etkiler;
Maddeler, enerji, ses ve radyasyon gibi faktörler ve yukarıdaki paragrafta sayılan çevreye ilişkin öğeleri etkileyen ya da etkileyebilecek olan faaliyetler veya idari önlemler, çevreyle ilgili anlaşmalar, politikalar, kanunlar, plan ve programlar ve çevreyle ilgili karar alma süreçlerin de yararlanılan fayda-maliyet analizleri ve
diğer iktisadi analizler ile varsayımlar;
Çevresel öğelerin durumundan veya bunlar aracılığıyla, ya da yukarıdaki (b) paragrafında sayılan öğelerden,
faaliyetler veya tedbirlerden etkilendiği oranda, insan sağlığı ve güvenliğinin durumu, hayat şartları, kültürel
yerlerin ve insan yapısı olan yapılara ilişkin, her türlü yazılı, görsel, işitsel veya diğer bir biçimdeki bilgidir.”
2
Sözleşmenin4. Maddesin de düzenlenmiş olan çevresel bilgiye erişim hakkının ihlali
6. maddede düzenlenmiş olan belirli çevresel faaliyetlere ilişkin kararlara halkın katılımı ilkesine aykırılıklar,
Ulusal hukukun ihlali durumlarında,
36
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
cak şekildeki savaş yöntemlerinin izlenmesini yasaklamaktadır (Peters, 2008:
225).
Uluslararası alanda insan haklarına karşı yapılan gayriinsanî davranışları engellemek ve bu alanda iyileştirme yapmak için yıllardır sürdürülen çabaların sonucu olarak, nihayet Uluslararası Ceza Mahkemesinin kurulmuştur. Bu mahkemenin kurulması çevre hakkının gelişmesi açısından önemli bir adımdır. Her
şeyden önce devletlerin egemenliklerini kontrolü bir şekilde kullanmaları için
bu yönde bir düzenleme gereklidir. Mahkemenin kurulmasında bugüne kadar
yaşanan gecikmede devletlerin mahkeme ile egemenliklerinin zaafa uğrayacağa
korkusu yer almıştır. Nihayet devletlerin korkuları aşılarak, soykırım suçu, insanlık aleyhine işlenen suçlar, savaş suçları ve saldırı suçu Uluslararası Ceza
Mahkemenin yargı yetkisine giren suçlar olarak kabul edilmiştir (Karakehya,
2008:158).
Uluslararası Ceza Mahkemesinin kurulmasının çevre açısından en önemli
sonucu, çevrenin de koruma mekanizması içerisine dahil edilmesidir. Uluslararası Ceza Divanı, Roma Statüsünün 8. maddesinde savaş suçlarını düzenlemiştir. Bu madde, askeri birimlerin avantaj sağlamak amacıyla sivillere ve doğal
çevreye zarar verecek şekilde saldırmasını yasaklamaktadır (TBMM, 2012;
Kurşun, 2011: 69): “Tahmin edilen somut ve doğrudan askeri avantajlara kıyasla, aşırı olacak şekilde, sivillerin yaralanmasına veya ölmesine veya sivil nesnelerin zarar görmesine yol açacağı ve geniş çapta, uzun vadeli ve ağır bir biçimde doğal çevreye zarar vereceğinin bilincinde olarak saldırı başlatılması”.
Đnsan hakları stratejisi açısından, usul haklarından yararlanma önemli bir
strateji olmasa bile, bu hakların haklarının güçlenmesinin en önemli katkısı
kuşkusuz bireysel alanda olmuştur. Çünkü usul hakları sayesinde insan haklarının daha güçlü bir yapıya kavuşması sağlanmıştır. Böylece insan hakkı temelinde yaşanan gelişme «rightsbased approach» çevresel amaçlar için de geçerli hale gelmiştir. Çünkü bölgesel ya da evrensel insan hakları bağlamında az çok etkin bireysel başvuru olanakları bulunmaktadır. Her şeyden önce Avrupa Đnsan
Hakları Sözleşmesini imzalayan bütün devletler Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesinde kolayca dava açabilmektedir. Diğer yandan BM Sözleşmesi II çerçevesinde de Đnsan Hakları Komisyonuna bireysel başvuru da yapmak mümkündür.
Đnsan haklarının uluslararası alanda daha etkili bir şekilde korunmasıyla, çevrenin de korunabilme olanağı artmaktadır. Bu alanda sürekli bir iyileşmenin sağlanabilmesi için, örneğin riskleri ispatlama yükünün bireylerden tamamen kaldırılması ya da en azından azaltılması, insan haklarının önleyici (koruyucu) düşüncesinden yararlanılabilir. Genel olarak insan hakkı anlayışı temelinde çevrenin korunması stratejisi terk edilmek zorundadır. Çünkü insan haklarını çevrenin korunması konusuna yöneltmek ne zaman ne de niceliksel boyutu ile yeterlidir (Peters, 2008: 228).
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
37
SOUÇ
Klasik insan haklarının gelişim sürecine bakıldığında, yeni hakların eklenmesiyle haklar kataloğunun sürekli bir gelişme göstermesi dikkat çekmektedir.
Bu bize insan haklarının son noktası olmadığını, değişen toplumsal, ekonomik
ve çevresel koşullara göre, yeni hak tesis edilebileceğini göstermektedir. Bu nedenle çevre hakkını, hakların monizmi bağlamında insan haklarına eklenen bir
halka olarak değerlendirilebiliriz. Birinci kuşak hakların ortaya çıktığı dönemde
insana en büyük tehdit devlet otoritesinden gelmekteyken bugün insana yönelen
en büyük tehditlerden biri kuşkusuz çevre sorunlarından gelmektedir. O halde
bunu önlemeye yönelik önlemleri de temelde insan hakları alanında yapılan iyileştirmeler şeklinde değerlendirebiliriz.
Đnsan hakları bağlamında çevre konusunda yapılan düzenlemelerde ve bunların hayata geçirilmesinde ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Çevre hakkının kullanılmasında gerek bireysel çapta gerekse devletlerarasında en büyük tehdit hala
varlıklı olanlardan gelmektedir. Bir yandan aşırı tüketim diğer yanda yeni üretim sistemlerinin ve teknolojilerin devreye girmesi bireylerin çevre hakkını kullanmasını sınırlamaktadır. Bu nedenle bir yandan doğanın korunması ve diğer
yandan çevresel bir adaletin oluşturulması için zenginlerin hareket alanına sınırlama getirilmesi zorunlu gözükmektedir. Ancak bu yönde atılacak adımların ya
da çevre hakkının etkinliğini artırmak için yapılan girişimlerin sermaye grupları
ile çatışması kaçınılmaz gözükmektedir. Diğer bir ifade ile ekonomik alanda girişimler ve toplumun yaşam standartlarını yükseltme adına yapılan çalışmaların
çevrenin korunması konusunda sıkıntı yarattığı söylenebilir. Aslında çevre hakkını hayata geçirilmesinde yaşanan sorunların, başlangıçta Batı ülkelerinde insan haklarının hayata geçirilmesinde yaşanan sorunlara benzediği görülmektedir. Gerçekten de gerek kişi haklarının uygulanması gerekse sosyal haklar konusunda bugün bile birçok ülkede sorun yaşanmaktadır. Çevre hakkı alanında yaşanan sıkıntıların da zamanla azalacağı düşünülebilir. Ancak insan haklarının
doğayı dikkate almayan kimi uygulamalarının yıkıcı sonuçlarının ortaya çıkmasına engel olmak için çevre hakkının bütün toplumlarda yaygınlaşması ve kabul
görmesi için çaba sarf etmek gerekmektedir. Çünkü çevre hakkının bireysel hak
ve özgürlüklerin kullanımına ekolojik bir sınır getirmektedir. Aksi halde ekolojik sınırları iyi çizilmemiş ya da bu konuda çeşitli boşlukları olan temel hak ve
özgürlüklerin, mevcut sosyal, ekonomik ve kültürel politikalarla bütünleşmesi
halinde toplumun ağır bedeller ödemesi kaçınılmazdır.
Çevre hakkının kapsayıcı bir özellik göstermesi, hakların tekliği ve bütün
haklar arasında sıkı bir ilişkinin bulunması gibi nedenlerden dolayı, çevre hakkının korunmadığı bir hukuk düzeninde ne insan haklarından ne de insan onurundan bahsetmenin olanağı vardır. Çünkü çevre hakkı, hem doğanın hem de
insanın sağlığının korunması için anahtar işlevi görebilecek bir konumdadır. Bu
38
Đnsan Hakları Yıllığı, Cilt 30
nedenle çevre hakkının hukuk sisteminde ve toplumsal alanda yerini alabilmesi
için hem yurttaşların hem de devletin çaba sarf etmesi gerekmektedir.
KAYAKÇA
Abdulhakimoğulları, Erdal - Sezer, Özcan - Akpınar, Mahmut (2011), “Küresel Ulusal
ve Yerel Düzeyde Bir Đnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkının Gelişimi”, SDÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2011/2, S. 14, s. 61-88.
Aydemir, E. Saliha (2004), “Planlama ve Planlamanın Evrimi”, Kentsel Alanların planlanması ve Tasarımı, (Edit: Şinasi Aydemir), Trabzon, s. 41-105.
Beyerlın, Ulrich (2005), “Umweltschutz und Menschenrechte”, ZAORV 65, MaxPlanck-Institutfürausländischesöffentliches Rechtund Völkerrecht,
http://www.zaoerv.de/65_2005/vol65.cfm, s. 525-542.
Bilgiç, Veysel (1993), Milletlerarası Hukukta Đnsan Hakları ve Çevre, Çevre Dergisi,
Ekim-Aralık, S. 9, s. 48-49.
Budak, Sevim (2000), Avrupa Birliği ve Türk Çevre Politikası, Büke Yayınları, Đstanbul.
Geuther, Gudula (2009), “Geschichte der Grundrechte”, Informationen zur Politischen
Bildung, Nr. 305, s. 5-13.
Güneş, Ahmet M. (2009), “Alman Çevre Hukukunun Anayasal Çerçevesi”, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 58, S. 4,s. 777-824.
Güneş, Ahmet M. (2010), “Aarhus Sözleşmesi Üzerine Bir Đnceleme”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XIV, S. 1, s. 299-333.
Kaboğlu, Đbrahim(1996), Çevre Hakkı, Đmge Yayınları, Ankara.
Karakehya, Hakan (2008), “Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uygulanabilir Hukuk”,
AÜHFD, C. 57, S. 2, s. 133-163.
Keleş, Ruşen - Ertan, Birol (2002), Çevre Hukukuna Giriş, Đmge Yayınları, Ankara.
Keleş, Ruşen - Hamamcı, Can - Çoban, Aykut (2012), Çevre Politikası, Đmge Yayınları,
Ankara.
Kosters, Winfried (2004), Umweltpolitik, Olzog, München.
Ksentını, Fatma Zohra (1994), Đnsan Hakları ve Çevre, Sivil Toplum Geliştirme Merkezi, Ref. No: TR0401.04/001.
Kurşun, Günal (2011), 101 Soruda Uluslararası Ceza Mahkemesi, Đnsan Hakları Gündemi Derneği, Ankara.
Mcneıll, John R. (2005), Blue Planet, Die Geschichte der Umwelt im 20. Jahrhundert,
(Aus dem Englischen: Frank Elstner) Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn.
Önder, M. Fahrettin (2008), “Kentli Hakları ve Yerel Siyaset” Yerel Siyaset, Okutan
Yayınları, s. 22-28.
Özdek, Yasemin (1993), Đnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı, TODAĐE, Ankara.
Peters, Anne (2008), “Menschenrechte und Umweltschutz: Zur Synergie völkerrechtlicher Teilregime,” in: Kirchschläger, Peter G. / Kirchschläger, Thomas (Hrsg.),
Çevre Hakkının Gelişim Sürecinde Đnsan Haklarının Rolü
39
Menschenrechte und Umwelt: 5. Internationales Menschenrechtsforum Luzern,
Bern, s. 215-229.
Sachs, Wolfgang (2003), Ökologie und Menschenrechte, Wuppertal Institut für Klima,
Umwelt, Energie, Döppersberg.
Sofracı, Đ. Erdem (2007), “Çevre Koruma Önlemlerine Bir Bakış ve Đki Örnek: Ogoni
ve Çernobil”, Mali Ufuklar Dergisi, S: 39, Temmuz-Eylül, s. 31-39.
Tbmm (2102), Uluslararası Ceza Divanı Roma Statüsü,
http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf02/belge_cezadivani_b2.pdf.
(12.11.2012)
Tdk (2012), Terimler Sözlüğü,
http://tdkterim.gov.tr/?kelime=%E7evre&kategori=terim&hng=md, (30.08.2012)
Toprak, Zerrin (1993), “Çevre Korumacı Đdeolojiye Politik Bir Yaklaşım”, Çevre Dergisi, Ekim-Aralık, S. 9, s. 33-36.
Turgut, Nükhet Yılmaz (2009), Çevre Politikası ve Hukuku, Đmaj Yayınları, Ankara.
Yaşamış, Firuz (2009), “Çevre Ceza Hukuku’nda Son Gelişmeler: Yeni Türk Ceza Kanunu ve Kabahatler Kanunu”, TBB Dergisi, S. 58, s. 137-147.
Download