3. klasik sosyologlar - SABİS

advertisement
Üçüncü Bölüm
Klasik Sosyologlar
Ders: Çalışma Sosyolojisi
Hedefler
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
Durkheim’ın birey, toplum ve dayanışmaya ilişkin görüşlerini
açıklayabilecek
Marx’ın toplum analizini, kapitalizm ve sınıfa yönelik görüşlerini
özetleyebilecek
Weber’in rasyonelleşme, bürokrasi, Protestan ahlakı ve kapitalizm
arasında kurduğu ilişkiyi açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
Durkheim
Weber
Marx
İşbölümü
Toplum Analizi
Rasyonelleşme
Altyapı ve Üstyapı
Kapitalizm
İçindekiler
3. Klasik Sosyologlar
3.1. Emile Durkheim
3.2. Karl Marx
3.3. Max Weber
Mekanik dayanışma
Organik dayanışma
Anomi
Protestan ahlakı
Tabakalaşma
Sınıf
2
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
3. KLASİK SOSYOLOGLAR
Klasik sosyologlar ünitemizde, klasik dönemde sosyolojinin toplumsal yaşamı
analiz etmeye yönelik bağımsız bir disiplin olarak gelişimine katkıda bulunan
düşünürlerin temel yaklaşımları ele alınacaktır. Bu doğrultuda klasik sosyologlar olarak
adlandırılan Emile Durkheim, Karl Marks ve Max Weber incelenecektir. Sosyolojik
düşüncenin gelişimine katkıda bulunan bu dönemin düşünürlerinin büyük bölümü,
çalışmalarında oluşum halinde olan ve literatürde modern toplum, modern kapitalizm,
endüstri toplumu veya endüstriyel kapitalizm gibi çeşitli şekillerde adlandırılan yeni
toplum tipini ekonomik siyasal ve kültürel açıdan analiz etme üzerinde
yoğunlaşmışlardır.
3.1. Emile Durkheim (1858-1917)
Hedef:
Durkheim’ın birey, toplum ve dayanışmaya ilişkin görüşlerini
açıklayabilecek
İlk sosyoloji profesörü olan Durkheim, sosyolojinin bağımsız bir disiplin olarak
kurulmasında son derece önemli bir yere sahiptir. Auguste Comte1’un çalışmalarından
etkilene Durkheim’ın sosyolojinin birincil ilkesi olan ünlü ilkesi “toplumsal olguları
şeyler olarak incele!” idi. Durkheim, bu sözü ile toplum yaşamının doğadaki nesne ya
da olaylar kadar çözümlenebileceğini kastetmektedir (Giddens,2008:47).
Durkheim’ın etkilendiği Comte, toplumları anlamak için pozitivist bir sosyal
bilimini temeli olarak, sosyolojinin doğa bilimlerinin (özelikle de biyolojinin)
yöntemini uygulaması gerektiğini savunmaktadır. Durkheim’ın amacı, sosyolojinin
nesnesini ve ona uygun yöntemleri tespit etmektir (Bozkurt,2010:34). Bir bilim dalı
olarak sosyolojinin çalışma konusunun ne olduğu ve bunun hangi yöntemle incelenmesi
gerektiğine dair yaptığı katkılar, onu sosyolojinin en önemli kurucularından bir olarak
kabul edilmesine neden olmuştur. Onun toplum bilimin yöntemi, toplumsal işbölümü,
1
Auguste Comte (1798-1857): Fransız devrimine ve Aydınlanma düşüncesine tepki niteliğinde
çalışmaları olan Comte, sosyolojinin kurucusu olarak görülür. Comte, sosyolojiyi “Pozitif bir bilim”ve
“toplum mühendisliği” olarak tasarlamıştır. Bu yeni bilimin temel amacı, topluma hizmet etmektir. Doğa
bilimlerinde olduğu şekilde ”toplumsal yasalar”ı bulmak istemiştir. Toplumun felsefi, dini, ahlaki
yorumuna karşı, bilimi öne çıkartmıştır (Bozkurt,2010:30-31).
Klasik Sosyologlar
sanayileşme, intihar, din ve ahlâk konuları üzerine yaptığı çalışmalar sosyolojinin
gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir.
Durkheim’ın sosyolojik yaklaşım ve yöntemi, önemli ölçüde pozitivist bir bilim
anlayışını temsil etmektedir. Sosyolojinin sosyal olgularla ilgilendiğini ve doğa
bilimleri kendi olgularını nasıl inceliyorlarsa, sosyal olgulara da aynı yöntemlerle
yaklaşılabileceğini ifade etmektedir (Bozkurt,2010:34;Şavran vd.,2012:89-90).
Durkheim’e, sosyolojinin esas entelektüel ilgisinin, toplumsal olguların
incelenmesi olduğunu ifade etmektedir. Ona göre sosyologlar, sosyolojik yöntemleri
bireylerin incelenmesine uygulamak yerine, toplumsal olguları toplum yaşamının,
ekonominin durumu ya da dinin etkisi gibi bireyler olarak bizim eylemlerimizi
biçimlendiren yönleri incelemelidir. Dolayısıyla, Durkheim’e göre sosyoloji bireysel
bilinçle değil, “kolektif bilinç” ile ilgilidir. Kolektif (ortak) bilinç, bir toplumun
ortalama üyelerinin ortak inanç ve duygularıdır. Durkheim, toplumların kendi yaşamları
olduğuna yani toplumun yalnızca tek tek üyelerinin eylem ve çıkarlarından daha fazla
bir şey olduğuna inanmaktadır (Giddens,2008:47;Bozkurt,2010:34).
Durkheim, görünmez ve elle tutulur olmadıkları için toplumsal olguların
incelenmesinin zor olduğunu ve toplumsal olguların doğrudan gözlenemediğini ifade
etmektedir. Durkheim’e göre, toplumsal olguların gözlemlenmesine ilişkin en temel ilke
onları nesnelermiş gibi ele alma gerekliliğidir. Bu ise üç kurala bağlıdır:
Birincisi, bir toplumsal olguyu ele alırken ilk önce her türlü peşin hükümden
sistematik olarak kopmak gerekmektedir. Örneğin, devlet, demokrasi, aile gibi olgular
hakkında bazı fikir ve duygulara sahip olabiliriz. Aslında bu olgular hakkında karmaşık
ve belirsiz bilgilere sahip olduğumuz için onları bir nesne gibi ele almamız
gerekmektedir. Bu olguları bilimsel olarak ele almak için ilk fikirlerimizden ve
önyargılarımızdan kurtulmamız şarttır.
İkincisi, bir sosyolog mutlaka ele aldığı toplumsal olguyu tanımlamak
durumundadır. Durkheim, bunun yanı sıra bu tanıma uyan ve ilişkili olan bütün olgular
grubunun araştırmaya istisnasız dâhil edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Örneğin, suç
olgusunu anlamak istiyorsak ceza olgusunu da araştırma sürecine dâhil etmemiz
gerekmektedir.
3
4
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
Üçüncüsü, Durkheim’e göre, toplumsal olguları araştırmaya girişirken bu olguları
kendi tekil ve değişken görünümlerinden soyutlayarak incelenmeyi sağlayacak bir bakış
açısı benimsenmelidir. Örneğin, aile konusu incelenmeye başlanırken onu farklı aile
türleriyle karıştırmamak için nesnel bir ölçüt olarak ailenin hukukça düzenlenmiş yapısı
veya miras hukuku referans alınabilir (Şavran vd.,2012:91).
Durkheim’a göre, toplumsal bir olgunun açıklanmasının temel ilkesi şudur: Bir
toplumsal olgunun nedeni ancak başka bir toplumsal olguda aranmalıdır. Durkheim,
yaşamı boyunca toplumu dönüştüren değişmelerle ilgilenmiştir. Özellikle toplumsal ve
ahlaki dayanışmayla, yani toplumu bir arada tutan ve kaosa düşmesini engelleyen şeyin
ne olduğuyla ilgilenmiştir. Dayanışma, bireylerin başarılı bir biçimde toplumsal
gruplara içerildikleri ve bir paylaşılan değer ve gelenekler kümesi tarafından
yönlendirildikleri zaman korunmaktadır. Doktora tezi olan “Toplumsal İşbölümü” ile
bireylerin bir toplumu nasıl oluşturduğunu anlamaya çalışmaktadır. Toplumu bir arada
tutan ana unsurlar nelerdir sorusunun cevabını aramaktadır. Durkheim, Toplumda
İşbölümü kitabında, sanayi çağının ilerleyişinin yeni bir dayanışma tipinin doğuşu
anlamına geldiğini ileri süren bir toplumsal değişme çözümlemesi sunmaktadır. Bu
düşünceyi ileri sürerken Durkheim, iki tip dayanışma biçimini karşı karşıya koyuyor ve
bunları işbölümü – farklı meslekler arasındaki ayrılıkların büyümesi – ile
ilişkilendirmektedir (Gıddens,2008:48).
Durkheim’a göre, toplumsal var olmanın temelindeki dayanışma, mekanik ve
organik olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Durkheim, Toplumda İşbölümü’ndeki
analizini ideal toplum tipi anlayışı üzerine kurar. Mekanik dayanışmanın karakterize
ettiği daha ilkel tip, işbölümünün oldukça sınırlı düzeyde olduğu veya bulunmadığı
nispeten farklılaşmamış bir toplumsal yapıya sahiptir. Organik dayanışmanın
karakterize ettiği daha gelişkin tip ise daha büyük ve daha gelişmiş bir işbölümüne
sahiptir. Durkheim için, toplumda işbölümü görevler veya sorumluluklarda belli ölçüde
uzmanlaşmayı gerektiren maddî toplumsal bir olgudur. İlkel toplumlardaki insanlar,
oldukça farklı görevlerin yerine getirildiği ve birçok sorumluluk gerektiren çok genel
konumları işgal ederler. Başka deyişle, ilkel insanın elinden her işin gelmesi
gerekmektedir. Daha modern toplumlarda yaşayanlar, aksine, daha uzmanlaşmış
konumları işgal ederler ve çok daha sınırlı görev ve sorumluluklara sahiplerdir.
Örneğin, ilkel toplumlarda bir anne-ev kadını olmak modern toplumlardakine göre çok
daha az uzmanlaşmış bir konumdur. Artık, daha önceden anne-ev kadınının
sorumluğunda olan birçok görevi yüklenen çamaşır yıkama servisleri, çocuk bezi
değiştirme hizmetleri, ev hizmetleri ve emek tasarrufu sağlayan araçlar (bulaşık
makineleri, mikro-dalga fırınlar, yemek servisleri vb.) vardır.
Klasik Sosyologlar
İşbölümündeki değişiklikler toplumsal yapı açısından oldukça kapsamlı sonuçlara
sahiptir ve daha önemli sonuçlardan bazıları iki dayanışma tipi mekanik ve organik
dayanışma arasındaki farklılıklarda kendini gösterir. Durkheim, dayanışma konusunu
ele alırken, toplumu bir arada tutan şeyle ilgilendi. Tüm insanlar genele uygun biçimde
davrandıkları için, mekanik dayanışmanın karakterize ettiği bir toplum bütünlük
içindedir. İnsanları birbirine bağlayan şey, tümünün benzer etkinliklerde bulunması ve
benzer sorumluluklara sahip olmalarıdır. Aksine, organik dayanışmanın karakterize
ettiği bir toplumun birliğini sağlayan insanlar arasındaki farklılıklardır –yani, onların
farklı görev ve sorumluluklara sahip olmalarıdır.
Modern toplumdaki insanlar nispeten sınırlı çeşitlilikte görevler yüklendiklerinden,
hayatlarını devam ettirebilmek için diğer birçok insana muhtaçlardır. Avcı baba ve
toplayıcı annenin yönettiği aile pratik olarak kendine yetmektedir, ancak modern aile,
hafta içinde çalışmak için, bakkala, fırıncıya ve kasaba, mekanik otomatik âletlere,
öğretmen, polis vb.ne muhtaçtır. Bu insanlar, ayrıca, diğerlerinin modern dünyada
yaşamak için sağladıkları başka türden hizmetlere de ihtiyaç duyarlar. Böylece modern
dünya bütünlüğünü, Durkheim’e göre, insanların uzmanlaşmalarıyla ve diğer birçok
kişinin hizmetlerine ihtiyaç duymalarıyla sağlar. Ayrıca Durkheim, sadece bireylerin
uzmanlaşmasıyla değil, aynı zamanda gruplar, yapılar ve kurumların uzmanlaşmasıyla
da ilgilenmiştir. Mekanik ve organik dayanışma arasındaki son bir farklılık kayda değer
önemdedir. Mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumlardaki insanlar birbirlerine
muhtemelen yaptıkları şeyler temelinde benzedikleri için, aralarında rekabet ihtimali
daha fazladır. Aksine, organik dayanışmalı toplumlarda, farklılaşma insanların işbirliği
yapmalarını ve tümünün benzer temele sahip kaynaktan desteklenmesini mümkün kılar
(Ritzer,1992:4).
Bozkurt’un (2010:36) da ifade ettiği üzere, Durkheim işbölümü kavramını
iktisatçılardan farklı anlamda kullanmaktadır. Durkheim, işbölümü ile daha çok
mesleklerin farklılaşması ve endüstriyel faaliyetlerin artışını kastetmektedir. Toplumsal
farklılaşmanın kökeni, mekanik dayanışmanın ve parçalı yapının çözümlenmesidir.
Durkheim’e göre işbölümü, “farklı ama bir bütün içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi
ya da grupları koordine etmeyi sağlayan, istikrarlı bir düzenlemeyi anlatır.” Tanımdan
da anlaşılacağı gibi işbölümü bir toplum içinde düzenlemeyi ve istikrarı sağlayan bir
işleve sahiptir. Ona göre, işbölümünün gerçek işlevi “iki ya da daha fazla insan arasında
bir dayanışma duygusu yaratmaktır”. Durkheim için toplumsal düzen ve dayanışma bir
toplumun işleyebilmesi için oldukça önemlidir. Toplumdaki düzen ve dayanışmanın
kaynağı işbölümü ve uzmanlaşmadır (Şavran vd.,2012:94).
5
6
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
Dolayısıyla Durkheim’a göre, düşük bir işbölümü düzeyine sahip olan geleneksel
kültürler mekanik dayanışma ile nitelenmektedirler. Toplumun üyelerinin çoğunluğu
benzer mesleklerde yer aldığından, birbirlerine ortak yaşantı ve paylaşılan inançlar ile
bağlanmışlardır. Bu paylaşılan değerlerin gücü baskıcı niteliktedir, topluluk geleneksel
yaşam biçimlerine karşı çıkan herkesi acımasızca cezalandırır. Ancak sanayileşme ve
kentleşmenin gücü, bu dayanışma biçiminin çözülmesine katkıda bulunan bir işbölümü
artışına yol açmıştır. Durkheim, gelişmiş toplumlarda işlerdeki uzmanlaşma şke artan
toplumsal farklılaşmanın organik dayanışmayı öne çıkaran yeni bir düzene yol açacağını
ileri sürmüştür. Organik dayanışma ile nitelenen toplumlar, hem insanların ekonomik
bakımdan birbirine bağımlı olmalarıyla hem de öteki insanların katkılarının önemli
olduğunun farkında olunmasıyla bir arada tutulur. İşbölümü genişledikçe, insanlar
birbirlerine daha çok bağımlı hale gelirler çünkü her birey, öteki mesleklerdeki
insanların sağlayabileceği mal ve hizmetleri gereksinmektedir (Giddens,2008:48).
Durkheim’i meşgul eden problemlerin çoğunun kaynağı genel/ortak ahlâktaki
zayışamaydı. Onun ortak ahlâkın zayışamasıyla ilgili problemlere ilgisi en iyi şekilde
anomi kavramında görülmektedir.. Bireylerin, yeterli ahlâkî sınırlamayla
karşılaşmadıklarında, yani neyin uygun ve kabul edilebilir bir davranış olup olmadığı
konusunda açık bir anlayışa sahip olmadıklarında anomiyle yüz yüze geldikleri söylenir
(Ritzer,1992:6).
Giddens’ın (2008:48) da belirttiği gibi, modern dünyadaki değişim süreçleri
öylesine yoğun ve hızlıdır ki, bu durum önemli toplumsal sorunları ortaya
çıkarmaktadır. Bunlar geleneksel yaşam biçimleri, ahlaki ve dinsel inançlar ile gündelik
kalıplar üzerinde, yeni ve açık değerleri sunamdan, yıkıcı etkilerde bulunurlar.
Durkheim, bu alt üst edici koşulları modern toplum yaşamının yol açtığı amaçsızlık ya
da umutsuzluk duygusu olan anomiye bağlamıştır. Eskiden dinin sağladığı geleneksel
ahlaki denetleme ve ölçüler, çağcıl toplumsal gelişme tarafından büyük ölçüde
parçalanmaktadır; bu da modern toplumlarda yaşayan birçok bireyi, kendi gündelik
yaşamlarının anlamdan yoksun olduğu duygusuna itmektedir.
Bireyin doğasından gelen egoizm, arzuların kontrol ve denetim altına alınmaması
bireyin toplumla bağlarının zayıflamasına neden olacak ve bunun sonucunda da
normsuzluk durumu olarak ifade edilen anomi oluşacaktır. “Anomi zihinsel bir duruma
değil toplumsal yapının özelliklerinden birine tekabül eder. Bu, bireysel arzuların artık
ortak normlar tarafından düzenlenmediği ve sonuç olarak bireylerin amaçlarının
peşinden koşarken ahlâki bir rehberliğin olmadığı bir durumu karakterize eder”. Anomi
özellikle toplumsal değişim sürecinde ortaya çıkabilir. Örneğin, ekonomik krizler ve
Klasik Sosyologlar
refah dönemleri anomik durumların oluşmasına neden olabilir. İş krizleri en üstte yer
alan kişilerin aşağı sınıflara düşmesine neden olabilmektedir. Aşağıya doğru yaşanan
toplumsal hareketlilik bu insanların hayatlarında önemli bazı düzensizliklerin
oluşmasına neden olur. Aynı şekilde yukarı doğru bir hareketlilik de anominin ortaya
çıkma olasılığını artırabilir. Sonuçta bireyin topluma karşı ahlâki bağının güçlü
olmaması onun bireysel olarak topumdan kopmasına, yabancılaşmasına ve aşırı
bireyselleşmesine neden olacaktır (Şavran vd.,2012:93-94).
3.2. Karl Marx (1818-1883)
Hedef: Marx’ın toplum analizini, kapitalizm ve sınıfa yönelik görüşlerini
özetleyebilecek
Tarih, ekonomi ve felsefe eğitimi alan ancak eserlerinde sosyolojik bir bakış
açısına sahip olan Marks, yaşadığı dönemdeki “vahşi kapitalizm”in koşullarından büyük
ölçüde etkilenmiştir. Kapitalist sistemin sosyoloğu ve iktisatçısı olarak tanımlanan
Marks’ın düşünceleri, Comte ve Durkheim’ın düşünceleriyle keskin bir karşıtlık
içindedir. Ancak Marks da onlar gibi Sanayi Devrimi sırasında toplumda ortaya çıkan
değişmeleri açıklamaya çalışmıştır. Marx, yaşadığı dönemde fabrikaların ve sanayi
üretiminin ve bunların oluşturduğu eşitsizliklerin artışına tanıklık etmiştir
(Bozkurt,2010:36;Giddens,2008:50). Marx, çalışmalarında kapitalizm öncesi toplumdan
modern-endüstriyel kapitalist topluma dönüşümü kavramsal ve yöntemsel açıdan özgün
bir toplum teorisi çerçevesinde analiz etmeye çalışmaktadır.
Bu bölümde öncelikle Marx’ın toplum analizinden bahsedip ardından kapitalizm ve
emek analizini değerlendirip, sınıf ve sınıf mücadelesine bakış açısını ele alacağız.
Toplum Analizi
Marx’ın bakış açısı, tarihin materyalist yorumu dediği şeye dayanmaktadır. Bu
görüşe göre, toplumsal değişmenin ana kaynağı insanların benimsedikleri düşünceler ya
da inançlar değildir. Bunun yerine, toplumsal değişmenin birincil nedeni ekonomik
etkilerdir. Sınıflar arasındaki çatışmalar, tarihsel gelişimi güdülemektedir ve bu
çatışmalar “tarihin motoru” olarak ifade edilmektedir. Marx’ın incelemelerinin büyük
bölümü kapitalizm ve modern topluma ilişkin olmakla birlikte, tarih boyunca
toplumların nasıl geliştiklerini de incelemiştir (Giddens,2008:51).
7
8
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
Marx’a göre bütün toplumlar, düşman sınıflara bölünmüşlerdir. Ona göre,
burjuvazi ve proletarya olmak üzere iki temel sınıf vardır. Kapitalist sistemin
emekçileşme ve sürekli yoksullaşma mantığı gereği, zanaatkarlar, tüccarlar, küçük
burjuvalar ve emekçi çiftçiler gibi ara sınıflar zamanla ortadan kalkacaktır
(Bozkurt,2010:37).
Marx, kapitalist sistemi alaşağı edecek olan ve içinde sınıfların bulunmadığı,
zengin ve yoksul arasında büyük farklılıkların bulunmadığı, yeni bir toplumu
oluşturacak olan bir işçi devriminin kaçınılmazlığını vurgulamaktadır. Marx, böylece
bireyler arasındaki bütün eşitsizliklerin yok olacağına inanmaktadır. Bunun yerine,
toplum artık ekonomik ve siyasal gücü tekelinde tutan küçük bir sınıf ile kendi
çalışmalarıyla yaratılan servetin küçük bir bölümünden yararlanan büyük kitleler
biçiminde bölünmeyecekti. Ekonomik düzen, ortak mülkiyet altına alınacak ve şu anda
bildiğimizden daha insanca bir toplum kurulacaktır (Giddens,2008:51-52).
Marx’a göre tarihsel sürecin anlaşılması, bireyler üstü toplumsal koşulların
anlaşılmasıdır. Marx’ın toplum analizinde kullandığı bu teoriye göre ;
• İnsan kendi varlığının devamı ve toplumun gelişimi için; diğer bir deyişle
toplumsal yaşamın yeniden üretimi için, emeğiyle çalışmak ve üretmek zorundadır.
İnsanların çalışarak üretmesi ise belirli bir üretim ilişkisi içinde gerçekleşir. İnsanların
üretim faaliyeti ve üretim ile olan ilişkileri kendi isteklerinden bağımsız gelişmektedir
ve tarihsel olarak da kaçınılmaz bir durumdur. İnsanların üretim faaliyeti sonucunda
oluşan üretim ilişkileri, toplumların üretici güçlerinin gelişmesinin belirli bir aşamasıyla
ilgilidir.
• Marx’ın tarihsel maddeci toplum analizine göre, bir toplumu anlamak için o
toplumun altyapı ve üstyapısına bakmak gerekir. Altyapıyı insan bilincinden bağımsız
olarak üretim araçları ve üretim ilişkileri oluştururken, üstyapıyı kültür, din, dil, devlet,
örf, adet gibi unsurlar oluşturmaktadır. Bir toplumun altyapısı (ekonomik temel) üretim
güçleri ve üretim ilişkilerinden oluşmaktadır. Üretim güçleri üretim için gerekli üretim
araçlarını yani o toplumun üretim yeteneğini ifade etmektedir. Bu yetenek o toplumun
sahip olduğu bilimsel bilgi, teknolojik örgüt ve ortaklaşa gerçekleştirilen işin
örgütlenmesine bağlıdır. Üretim ilişkileri ise, üretim güçlerinin mülkiyet ilişkilerini
içermektedir. Üretim ilişkileri, üretim araçlarına sahip sınıf ile üretim araçlarından
yoksun sınıf arasındaki ilişkileri ifade etmektedir. Üstyapısı ise, o toplumun yasal ve
siyasi kurumlarını, düşünme biçimini, ideoloji ve felsefesini içermektedir. Ona göre,
Klasik Sosyologlar
toplumun altyapısı ile üstyapısı arasında ilişkiler, karşılıklı etkileşime dayanmakta ve en
son noktada altyapı üst yapı kurumlarını önemli ölçüde belirlemektedir.
Bir diğer ifade ile Marx’a göre alt yapı, üst yapıyı belirler. İnsanların bilinçleri
maddi yaşamlarını değil, maddi yaşamları bilinçlerini etkiler; insanların bilinçleri,
toplumsal bir üründür.
• Marx’ın tarihsel materyalist toplum analizinde altyapı ve üstyapı ayrımının yanı
sıra toplumsal gerçeklik ve bilinç kavramları da önemlidir. Ona göre, gerçekliği
belirleyen bilinç değildir. İnsanların bilincini belirleyen toplumsal gerçektir. İnsanların
düşünme biçimi içinde yer aldıkları toplumsal ilişkiler tarafından belirlenmektedir.
• Toplumsal yapının temel niteliği değişimdir. Değişim ise, o toplumdaki çatışmayı
yani sınıflar arası mücadeleyi içermektedir. Doğanın diyalektiğinden farklı olarak,
tarihsel olarak toplumların diyalektiğini o toplumun üretim güçlerinin gelişimi
(hareketi) oluşturur. Toplumların dönüşmesinin (sosyal değişme) gücü ise, o toplumun
üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında oluşan çelişkiye dayanır. Belli devrimci
dönemlerde bir toplumun üretim güçleri, o toplumun üretim ilişkileri (mülkiyet
ilişkileri) ile çelişkiye düşer.
• Toplumların dönüşüm yaşadığı bu devrimci dönemlerde (üretim güçleri ile üretim
ilişkileri arasındaki çelişkili dönem) sınıf mücadelesi temel bir unsurdur. Eski üretim
güçleri yerine gelişen ve yeni üretim güçlerini destekleyen ve temsil eden sınıfın ilerici
olduğu söylenebilir. Örneğin, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş aşamasında
kapitalist sınıf, gelişen yeni üretim güçlerini temsil ettiği için ilerici bir sınıftır.
• Üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasındaki diyalektik ilişki, aynı zamanda
Marx’ın devrim teorisini oluşturmaktadır. Ona göre, tarihsel süreçte yaşanan bu
diyalektik çelişki ve bunun sonucunda oluşan toplumsal dönüşüm, (devrim) siyasal
olarak tesadüfü bir durum olmaktan çok tarihsel bir zorunluluğun dışa vurmasıdır.
Marx’a göre “Çatışma olmadan ilerleme olmaz” ve “Uygarlığın bugüne değin izlediği
yasa budur”.
• Marx insanlık tarihinin (toplumların) gelişimini (evreleri) üretim biçimine
(ekonomik temel) göre ilkel komünal, asyatik, antik, feodal, kapitalist ve sosyalist
toplum olarak özgül tarihsel dönemlere ayırarak sınıflandırmaktadır. Bu toplumların
gelişiminde sınıf çatışması temel bir yer tutmaktadır. İnsanlığın ilk dönemini ilkel
komünal toplumla başlatır ve bu toplumda özel mülkiyet ve sınıflara rastlanmaz.
9
10
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
İnsanlar doğaya bağımlı olarak yaşamışlardır. Asyatik üretim biçimi Batı dışı
uygarlıkların yaşadığı toplum modelidir. Marx’a göre bu toplum modelinde işçiler
devlete bağımlı olarak yaşamaktadır. Asyatik toplumlar bu yönüyle, kölelerin, serflerin
veya ücretlilerin üretim araçlarına sahip olan sınıfa bağlı olarak yaşadığı diğer
toplumlardan farklılaşmaktadır. Özel mülkiyetten sonra ortaya çıkan ilk toplumlar, antik
toplumlardır. Bu toplumlar efendiler ve köleler olmak üzere iki sınıftan oluşmaktadır.
Feodal toplumda ise, efendilerin yerini toprak sahipleri, kölelerin yerini ise toprak
sahiplerine bağlı ve onların topraklarında çalışmak zorunda olan köylüler almıştır.
Feodal toplum sonrasına denk düşen kapitalist toplum üretim araçlarına sahip burjuvazi
ve emek gücünü ücret karşılığı satmak zorunda kalan işçi sınıfından oluşmaktadır.
Marx, kapitalist toplumda yer alan bu iki temel sınıf arasındaki çatışmanın sonucunda
sınıfsız bir toplumun oluşacağını (sosyalizm) öngörmüştür (Şavran vd.,2012:6667;Bozkurt,2010:36-37;Bilgin,2009:51-53).
Kapitalizm, Emek, Sınıf ve Yabancılaşma
Tarihin değişik dönemleri hakkında yazmış olmakla birlikte Marx’ın özellikle
modern zamanlardaki değişme üzerine yoğunlaştığı görülmektedir. Marx’a göre en
önemli değişmeler, kapitalizmin gelişimiyle bağlantılı olmuştur. Kapitalizm, tarihteki
öteki geçmiş ekonomik sistemlerden köklü biçimde ayrılan, geniş bir tüketici kitlesine
satılan mal ve hizmetlerin üretiminin söz konusu olduğu bir düzendir. Marx, kapitalist
sistem içerisinde iki bileşene vurgu yapmaktadır; Sermaye ve Ücretli emek.
(Giddens,2008:50).
Daha ayrıntılı olarak inceleyecek olursak, Marx’ın kapitalist üretim biçimi üzerine
yaptığı araştırmasının başlangıç saptaması şudur: Kapitalizm diğer üretim biçimlerinden
farklı olarak kendine özgü özel meta üretiminin en yüksek olduğu bir sistemdir. Diğer
bir deyişle, her şeyin alınıp satıldığı ve her şeyin fiyatının olduğu bir sistemdir. Özel
meta üretim sistemi olarak kapitalizmin özünü ise artı-değer (kâr) yaratma ve bu
yaratılan artı-değeri sürekli çoğaltmak oluşturmaktadır.
Meta insan emeği tarafından üretilen, kullanım değerine ve değiş-tokuş edilebilme
özelliğine (değişim değeri) sahip bir üründür. Tüm metaların ortak yanı ise, insan emeği
tarafından üretiliyor olmalarıdır. Yani insan emeği tarafından yaratılan metanın hem
kullanım hem de değişim değeri vardır. Marx iki değişim türünden söz etmektedir.
Birinci tür değişimde, yani maldan mala giden değişim; ihtiyaç olan bir mala karşı sahip
olunan başka bir mal verilir. Mala karşı mal verilen değişim türünde eşitlik ilkesi vardır.
Diğer bir deyişle, bu süreçte herhangi bir fazla ya da kâr elde etme durumuna
Klasik Sosyologlar
rastlanmaz. İkinci tür değişimde, malın değişiminde para kullanılır ve bu değişim türü
maldan geçen para olarak tanımlanmaktadır. Özel meta üretim sistemi olan kapitalizmin
ayırıcı özelliği maldan geçen para değişimidir ve amaç değişim süreci sonucunda
başlangıçta sahip olunandan daha fazlasına sahip olmaktır. Özel meta üretim sistemi
olarak kapitalizm, sadece her şeyin alınıp satılmasıyla belirlenmez. Üretim araçlarının
kapitalist özel mülkiyeti ve işgücünün metalaşması, özel meta üretim sisteminin temel
koşullarını oluşturmaktadır.
Marx, işgücü ya da iş yeteneğini bir insanın bedeninde, canlı kişiliğinde var olan ve
üretim sürecinde harekete geçirdiği fiziksel ve ruhsal yeteneklerin tümü olarak ifade
etmektedir. Kapitalist meta üretiminde, basit meta üretiminden farklı olarak; işgücünün
kendisi de metaya dönüşür. İşgücünün metalaşması, bir meta gibi onunda alınıp satılır
hale gelmesidir. Basit meta üretiminde üretici hem kendi işgücünü kullanmakta, hem de
üretim araçlarının sahibi durumundadır. Bundan dolayı da ürettiği ürün kendisine aittir.
Kapitalist meta üretiminde ise, işçi mülksüzleştiği için üretim araçlarının sahipliğinden
yoksundur ve kendi işgücünden başka satacak hiçbir şeyi yoktur. Bundan dolayı da
işçinin ürettiği ürüne üretim araçlarına sahip kapitalist el koymaktadır. Diğer bir deyişle,
kapitalist meta üretim sisteminin temel koşullarından biri üretim araçlarının özel
mülkiyetinin kapitalistlerin elinde olması, diğeri ise, yaşamını sürdürmesi için işgücünü
satmaktan başka çaresi olmayan özgür ücretli işçilerin olmasıdır.
Marx kapitalist üretim sürecinde, artı-değerin yaratılma sürecini anlamak için
emeğin ve üretim sürecinin çift yönlü özelliğine bakılması gerektiğini düşünmektedir.
İşgücü metanın hem kulanım değerini hem de değerini yaratıyor olmasından dolayı,
kapitalist üretim süreci hem kullanım değeri üretme süreci hem de artı-değer üretme
süreci olmak üzere ikili bir özelliğe sahiptir. Kapitalist üretim süreci işçilerin
sömürülmesi yoluyla sürekli bir artı-değer yaratma üzerine kurulmuştur.
Metalaşan İşgücünün Değeri (Emeğin Değeri)
Marx’a göre metalaşan işgücünün değeri herhangi bir malın değeri gibi ölçülür.
İşgücünün değeri kendisinin ve ailesinin geçinmesi için gerekli mal ve hizmetlerin
miktarına denk düşer. Üretim sürecinde fiziksel, ruhsal ve sinirsel enerjinin kullanma
yeteneği (yani işgücü) insana bir kerelik verilmiş değildir. Bu işgücünün sürekli
yenilenmesi yani yeniden üretilmesi gerekir. Örneğin, fabrikada çalışan bir işçi
işgücünü yeniden üretebilmek için, yemek yemek, başını sokabilecek bir yere sahip
olmak, uyumak, giyinmek ve bilgisini genişletmek zorundadır. İşgücünün her gün
kendini yenilemesi ve ertesi gün işe başlaması için ihtiyacı olan bu geçim araçlarını
(gıda, konut, ev eşyası vb.) satın alması gerekir. Sonuç olarak, işgücünün değeri,
11
12
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
kendisinin ve ailesinin yeniden üretimi için gerekli olan geçimlik mal ve hizmetlerin
(geçinim gereçleri) değeriyle belirlenir.
Artı-Değer
İşçi işgücünün değerini ücret biçiminde almaktadır. İşçinin aldığı ücret, üretim
sürecinde harcadığı belli bir zamana denk düşmektedir. Örneğin işçi on saat çalışmasına
rağmen aldığı ücret iş sürecinde harcadığı beş saate denk düşmektedir. Çalışma
süresinin yarısını kendisi, diğer yarısını da patronu için harcamaktadır. Marx’a göre
kapitalist, işçiyi sadece kendi işgücünün değerine denk düşen saatler içinde çalıştırmak
üzere satın almamıştır. İşçi, kapitalist tarafından bir iş günü çalıştırılmak üzere satın
alınmıştır. Marx iş süresini zorunlu iş süresi ve artı-iş süresi olarak tanımlamaktadır.
Zorunlu iş süresi işçinin aldığı ücrete karşılık gelir. Ancak iş günü (süresi) devam eder
ve işgücünün burada yarattığı değere kapitalist el koymaktadır. Diğer bir deyişle artı-iş
süresi işgücünün yarattığı değerin kapitalist tarafından el konulan kısmını oluşturur.
Artı-değer ise, işçi tarafından artı-iş sürecinde (fazla çalışma) üretilen ve kapitalist
tarafından el konulan değer miktarıdır. Sonuç olarak, işçinin ücret olarak aldığı değeri
üretmek için gerekli çalışma süresine zorunlu çalışma denir. Bu sürenin dışında kalan
çalışmaya fazla çalışma denir. Fazla çalışmada (artı-iş süresi) üretilen değere artı-değer
denir. Yani zorunlu iş işgücünün değerine, artı-iş ise artı-değere karşılık gelmektedir
(Şavran vd.,2012:71-73).
Sınıf
Marx sınıf teorisinde özellikle endüstriyel kapitalizmin sınıf yapısı ile ilgilenmiştir.
Marx’a göre sınıflar üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiye bağlı olarak belirlenirler. Yani
sınıflar üretim araçları karşısındaki konumlarına, daha açık olarak üretim araçlarına
sahip olup olmadıklarına bakılarak analiz edilmektedir. Ona göre, emeğin
mülksüzleşmesi ve bunun sonucunda ücret karşılığı çalışma durumu, sınıfların oluşum
sürecinin analizinde önemli bir yer tutmaktadır. Marx’a göre, kapitalist toplum temel
olarak iki sınıftan oluşmaktadır. Birincisi, üretim araçlarına sahip olan kapitalist sınıf
(burjuvazi) ve diğeri ise mülksüzleşen ve ücret karşılığı çalışmak zorunda kalan işçi
sınıfıdır (proletarya) (Şavran vd.,2012:75).
Marx’a göre sınıflar arasındaki ilişki bir sömürü ilişkisidir. Marx’a göre sınıf,
öncelikli olarak bir karşıtlığın (kutuplaşmanın) ifadesidir. Bir sınıftan söz etmek, önce
onun karşıtı olan bir başka sınıfın varlığını kabul etmek demektir (Öngen, 2002). Feodal
düzenlerde sömürü, genellikle doğrudan köylülerden aristokratlara değişen üretim
Klasik Sosyologlar
biçimin alır. Modern kapitalist toplumlarda sömürü kaynağı daha az açıktır ve Marx
bunun yapısını açık kılabilmek için özel bir dikkat göstermiştir.
Marx çalışmalarında kapitalist düzen tarafından yaratılan eşitsizliklerden
bahsetmiştir. Modern sanayideki gelişmeyle birlikte zenginlik daha önce görülmemiş
bir ölçekte üretilmiştir, fakat işçiler kendi emeklerinin üretiminin sonucu olan
zenginliğin çok azına ulaşmışlardır. Varlıklı sınıfın gelişmesiyle zenginlik artarken
işçiler göreli olarak yoksul kalmışlardır. Marx, yoksullaştırma kavramını kapitalist
sınışa ilişkisi içinde giderek güçsüzleşen işçi sınıfını betimlemek için kullanmaktadır
(Giddens,2008:346).
Marx’a göre, emek “insanın kendi kendini gerçekleştiren özü”dür. İnsan
kültürünün özünü emek oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle, kültür ancak emek
aracılığıyla gerçekleşen insan faaliyetinin bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Marx’a
göre tarihsel olarak insan, bir yandan doğa üzerinde artan bir şekilde denetim sağlarken
diğer yandan da yabancılaşmaktadır. Yani, insanlık tarihi insanın doğa üzerindeki
denetimini sağlamasının ve yabancılaşmasının tarihidir. Yabancılaşma, “insanların
kendi yarattıkları güçlerin kendi karşılarına yabancı güçler olarak çıktığı, onların
egemenliğin altına girdikleri bir durum olarak” tanımlanmaktadır. Marx’ın
yabancılaşma teorisi maddi ve ekonomik temellere dayanmaktadır. Kapitalist toplumda
ekonomik anlamda yabancılaşma, sadece zihinsel değil, aynı zamanda insanların günlük
yaşamlarında ve gerçekleştirdikleri etkinliklerinde bulunan bir durumdur. Kapitalist
toplumda çalışma, işçinin yaşamını sürdürmesi için bir araca dönüşmüştür. Kapitalist
üretim süreci, insana özgü olan çalışma veya insanın özünü oluşturan emeğin kendi
yeteneklerini ortaya çıkarmasını engelleyen baskıcı ve zorlayıcı bir içeriğe sahiptir.
Kapitalist toplumda zorunlu bir faaliyet olan çalışma, insanın yeteneklerini
sınırlandırmakta, sefalet, tükeniş ve umutsuzluğu güçlendirerek insanın kendi varlığının
reddine ve kendisine yabancılaşmasına neden olmaktadır. Üretim sürecinde makinenin
bir parçası haline gelen emek, neyin, ne kadar üretileceğinin bilgisinden yoksundur ve
kendi yaratıcı potansiyelini gerçekleştiremez. Kişi sadece çalışma dışında boş
zamanlarında, ailesi ile birlikte iken kendini özgür hissetmektedir. Kapitalist toplumda
işçinin emeği, alınıp satıldığı için emeğiyle gerçekleştirdiği faaliyet artık kendisine ait
olmaktan çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, piyasada alınıp satılan metalar gibi işçinin
emeği de alınıp satılan bir metaya dönüşmüştür. Sonuç olarak, insan kapitalist sistemin
işlemesi için gerekli unsurlardan (makine gibi) biri haline gelir ve kendine, emeğine,
ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır (Şavran vd.,2012:68-69).
13
14
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
3.3. Max Weber (1864-1920)
Hedef: Weber’in rasyonelleşme, bürokrasi, Protestan ahlakı ve kapitalizm arasında
kurduğu ilişkiyi açıklayabileceksiniz.
Durkheim gibi sosyolojinin bağımsız bir bilim dalı olarak gelişmesinde yaptığı
önemli katkılardan dolayı sosyolojik düşünce tarihi içinde önemli bir yere sahip olan
Weber, doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasında önemli bir fark görmeyen pozitivist
anlayışı kabul etmemektedir. Durkheim’ın insanı belirleyen toplumun yapısıdır
yaklaşımı Weber’in sosyolojik yaklaşımı içinde tersine çevrilmiştir. Ona göre
sosyolojinin konusu toplumsal eylemlerin incelenmesidir. Sosyoloji, bireylerin
toplumsal davranışı ve bu davranışların içerdiği anlamları analiz etmelidir (Şavran
vd.,2012:114).
Weber’in çalışmalarının büyük bölümü, modern kapitalizmin gelişmesiyle ve
modern toplumun daha önceki toplumsal örgütlenme biçimlerinden hangi bakımlardan
farklı olduğu ile ilgilenmektedir. Bir dizi deneysel çalışma ile Weber, modern sanayi
toplumlarının temel niteliklerinden bir bölümünü ortaya koymuş ve bugünün
sosyologları içinde önemli temel sosyolojik tartışmaları belirlemiştir. Zamanının diğer
düşünürleri gibi Weber de, toplumsal değişmenin doğasını ve nedenlerini anlamaya
çalışmıştır. Marx’tan etkilenmekle birlikte Weber, Marx’ın kimi önemli görüşlerini de
güçlü bir şekilde eleştirmektedir. Marx temelde bir kapitalizm teorisi sunarken
Weber’in çalışmalarında esas olarak bir rasyonelleşme/akılcılaşma teorisi sunduğu
savunulmaktadır. Weber, tarihin materyalist yorumunu reddetmiş ve sınıf savaşını
Marx’a göre daha az önemli görmüştür. Weber’e göre ekonomik etkenler önemlidir
ancak düşüne ve inançlar da toplumsal değişme üzerinde aynı derecede etkilidir. Çin,
Hindistan ve Yakındoğu dinlerini inceleyerek, din sosyolojisine önemli katkılarda
bulunan Weber Batı’daki dinsel sistemleri de incelemiştir. Hristiyan inançlarının belirli
yönlerinin kapitalizmin ortaya çıkışını büyük ölçüde etkilediğini savunmuştur. Weber’in
övülen ve çokça tartışılan eseri olan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (1976)
kitabında, dinsel değerlerin özellikle Püritenliğe dayanan değerlerin kapitalist bir bakış
açısının oluşmasında temel bir öneme sahip olduğunu iddia etmektedir. Weber,
kapitalist bakış açısının, Marx’ın varsaydığı gibi yalnızca ekonomik değişmelerle ortaya
çıkmadığını ileri sürmektedir. Ona göre, kültürel düşünceler ve değerler hem toplumun
hem de bizim bireysel eylemlerimizin biçimlenmesine yardımcı olurlar
(Giddens,2008:52-53).
Klasik Sosyologlar
Weber için, kapitalizm formel açıdan özgür emeğin rasyonel bir biçimde
örgütlenmesini içermektedir. Yaşam alanı olan ev ile çalışma mekânlarının ayrıldığı,
rasyonel muhasebe sisteminin ve rasyonel yönetim anlayışının geliştiği bir sistemdir.
Özetle kapitalizmi ekonomik olarak kendine özgü kılan özellikleri şöyle sıralanmaktadır
(Ercan, 1996:259):
1. Özel mülkiyetin gelişmesi ve girişimcinin üretim için gerekli araçlar üzerinde
kontrolünün sistematikleşmesi.
2. Emeğin piyasanın talep koşullarına bağlı olarak özgürce hareket etmesi.
3. Ticaretle ilgili bütün akılcı olmayan kısıtlamaların kaldırılması.
4. Bireyleri içine alan genel hukuksal çerçevenin olması.
5. Rasyonel teknoloji kullanımının yoğunlaşması.
6. Ekonomik yaşamın ticarileşmesi.
Sonuç olarak, kapitalizm rasyonel değerler üzerine kurulu bir toplumsal sistemdir.
Weber’in ekonomik düzen olarak kapitalizm analizinde eylemin rasyonelliği
belirgin bir özellik olurken, siyasal düzen anlayışı içinde ise “bir ya da daha fazla
kişinin öteki insanlar üzerindeki egemenliği” ön plana çıkmaktadır. Weber’e göre,
siyaset insanın insan üzerindeki egemenliğini anlatan bir kavramdır (Şavran
vd.,2012:125).
Weber, sosyolojinin yapılar üzerinde değil, toplumsal eylemler üzerinde
yoğunlaşması gerektiğine inanmaktadır. Weber’e göre, sosyolojinin çalışma nesnesini
oluşturan toplumsal eylemin açıklanması için bireyin kendi eylemine verdiği öznel
anlama bakılması gerekmektedir. Yani toplumsal eylem, bireyin eylemine yüklediği
öznel anlam ile gerçekleştirdiği eylem arasındaki gerekli ilişkinin kavranması ile
açıklanabilir. Örneğin, insanların eylemlerine; hiddet, heyecan, korku, öfke, sevgi kin
gibi duygular; el öpme, selamlaşma gibi gelenekler; kâr elde etme amacıyla para
kazanma gibi akılcı bir amaç, iyilik, doğruluk, dürüstlük gibi değerler yön verebilir.
Herhangi bir insan eylemini yönlendiren, motive eden nedenleri bilebildiğimiz sürece
bize o değerler anlamlı görünebilir. Anlaşılmaya elverişli eylemlerin yanı sıra,
anlaşılmaya elverişli olmayan eylemlerde vardır. Bir eylemin anlaşılmaya elverişli
olması için ortada bir anlam bağlamının olması gerekir. Örneğin, bir kişinin yüz
ifadesinden öfkesini, namaz kılan birinin eylemini, araçların neden sağ şeritten gittiğini
belirli bir anlam bağlamı olduğu için anlarız. Bu anlam bağlamı nedir? İslam dininin
15
16
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
kurallarını ve koşullarını bildiğimiz için namaz kılan insanın eylemini anlarız. Trafik
kurallarını bildiğimiz için otomobilin sağ şeritten gittiğini anlarız. Yani bu eylemleri
anlaşılır kılan belirli bir anlam bağlamı içinde gerçekleştirilmiş olmalarıdır. Toplumsal
eylemi açıklamadan (mantıksal ilişkileri kurmadan) önce bireyin eylemine yüklediği
niyeti anlamak gerekmektedir. Yani Weber’in anlamacı yöntemi nedensel açıdan geçerli
bir yorumlamayı içermektedir (Tolan, 1996, s.36-37; Özlem, 2001,s.122-124’dan
akt.Şavran vd.,2012:115).
İdeal Tip, Rasyonelleşme (Ussallaşma) ve Bürokrasi
Weber’in sosyolojik bakış açısının önemli bir bileşeni, ideal tip düşüncesidir. İdeal
tip, değer yargılarından arınmış, tekil bir olgunun ortalama özelliklerini ifade eden,
gerçek hayatta rastlanmayan açıklayıcı kurgulardır. Weber’e göre, ideal tipler birleştirici
ve bütünleştirici özelliklerin aksine, bireyselleştirici ve özgülleştirici özellikleri ortaya
koymayı amaçlamaktadır. Örneğin, “ekonomik düzen”, “siyasal rejim”, “aile”,
“sendika”, “dernek”, “ordu”, “devlet” gibi ilişki ve kurumların ideal tipleri
oluşturulurken insanların öznel bilinçlerinde bunları nasıl tasarladıkları, nasıl
algıladıklarından başlanacak ve oluşturulacak ideal tipte bireyselleştirici ve
özgülleştirici özellikler önem kazanacaktır (Şavran vd.,2012:118). İdeal tipler, dünyayı
anlamak için kullanılabilen kavramsal ya da analitik modellerdir. Gerçek bir dünyada,
ideal tipler ender olarak var olurlar; eğer var olurlarsa bunların ancak belirli yönleri var
olmaktadır. Weber, ideal tipleri bürokrasi biçimleri ve piyasa ile ilgili yazılarında
kullanmıştır (Giddens,2008:53).
Weber’e göre, modern toplumun ortaya çıkışı, toplumsal eylem kalıplarındaki
önemli değişikliklerle elele gitmektedir. Weber, insanların batıl inanç, din, töre ve uzun
süredir var olan alışkanlıklarına dayanan geleneksel inançlardan uzaklaştıklarına
inanmaktaydı. Bunun yerine bireyler giderek, etkinlik ve gelecekteki sonuçları dikkate
alan akılcı, araçcı hesaplamalara girişmekteydiler. Rasyonelleşme süreci genel olarak
“toplumsal aktörlerin kişisel-olmayan ilişkiler bağlamında çevrelerindeki dünya
üzerinde daha fazla denetim kurmak için bilgiye giderek daha çok başvurmaları”
şeklinde tanımlanabilir. bilimin, modern teknolojinin ve bürokrasinin gelişimi Weber
tarafından toplu biçimde rasyonelleşme (ussallaşma), toplumsal ve ekonomik yaşamın
etkinlik ilkelerine göre ve teknik bilgiye dayanarak düzenlenmesi diye
betimlenmekteydi. Eğer geleneksel toplumlarda insanların tutum ve değerlerini büyük
ölçüde din ve uzun süredir var olan töreler belirliyorsa, modern toplum, politikadan dine
ya da ekonomik etkinliğe varıncaya kadar yaşamın giderek daha fazla alanının
ussallaşması ile ayırt edilmektedir ( Giddens,2008:53).
Klasik Sosyologlar
Weber’in çalışmalarında rasyonelleşmenin, özellikle de formel rasyonalitenin en
tipik örneğini bürokrasi oluşturur (Ritzer, 1992: 27). Weber’e göre, toplumdaki iktidar
ve otorite ilişkileri tarihsel süreçte toplumun bürokratikleşmesine neden olmuştur.
Modern toplumda bürokrasi gücünü yasalardan alan bir egemenlik biçimidir ve ona
göre, bürokrasi “her biri uzmanlaşmış bir işlevi yerine getiren çok sayıda birey
arasındaki işbirliğinin sürekli örgütlenmesi” olarak tanımlanmaktadır (Kızılçelik, 1994
akt. Şavran vd.,2012:121).
Weber’e göre, Sanayi devrimi ile kapitalizmin gelişmesi, rasyonelleşme yönündeki
genel eğilimin kanıtıdır. Kapitalizme egemen olan şey, Marx’ın inandığı gibi sınıf
savaşımı değil, bilim ile bürokrasinin gelişmesidir. Weber, Batının bilimsel niteliğini,
onun en önemli ayırt edici özelliklerinden birisi olarak görmektedir. Çok sayıda insanın
etkin bir biçimde organize edilmesinin tek yolu olan bürokrasi, ekonomik ve politik
gelişme ile büyümektedir (Giddens,2008:54).
Sınıf ve Tabakalaşma
Weber’e göre toplumsal tabakalaşma, basit bir sınıf sorunu değildir, fakat iki farklı
yön tarafından biçimlenir: statü ve parti. Marx’tan farklı olarak Weber toplumsal
tabakalaşma teorisinde sınıf, statü ve parti olarak tanımladığı oluşumları kapsayan çok
boyutlu bir tabakalaşma yapısından söz eder. Bu teoride, modern toplumda tabakalaşma
olgusu, ekonomik düzeyde temel (sınıf), toplumsal onur hiyerarşisi düzeyinde (statü) ve
siyasal düzeyde (parti) temelinde açıklanmaktadır. Başka bir değişle Marx’ın aksine
Weber tabakalaşma teorisinde statü ve parti gibi sınıf dışındaki değişik katmanlaşma
biçimlerine de dikkat çekmiştir. Böylece Weber, tabakalaşma teorisi ile modern
toplumun nasıl farklı çıkar gruplarına ve sınıflara bölündüğünü, dahası modern
toplumdaki bölünmenin çok boyutluluğunu ortaya koymaya çalışır (Şavran
vd.,2012:126).
Weber, Marx’ın sınıfın verili nesnel ekonomik koşullar üzerine temellendiği
görüşünü onaylamasına rağmen sınıfın biçimlenmesinde, Marx’ın tanıdığından daha
çok sayıda çeşitli etkenin önemli olduğunu düşünür. Weber’e göre sınıf ayrımı, yalnızca
üretim araçlarının denetiminden veya denetim eksikliğinden türemez, aynı zamanda
mülkiyetle bağlantısız olunca hiçbir şey ifade etmeyen ekonomik ayrımlardan da türer.
Weber, bir bireyin piyasadaki konumunun, onun yaşam olanaklarını baştanbaşa güçlü
bir biçimde değiştirdiğine inanıyordu. Yönetimsel veya profesyonel işlerde çalışanlar,
örneğin mavi yakalı işlerde çalışanlardan daha çok kazanıyordu ve daha elverişli
17
18
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
çalışma koşulları vardı. Elde ettikleri dereceler, diplomalar ve yetenekler gibi sahip
oldukları nitelikler, onları, bu niteliklere sahip olmayanlardan daha “pazarlanabilir”
kılıyordu. Daha düşük düzeyde ise mavi yakalı işçiler arasından usta zanaatkarlar, yarı
ustalardan ve usta olmayanlardan daha fazla ücret alıyorlardı.
Weber’in sınıf kavramı ortak sınıfsal koşulları paylaşan herhangi bir insan
topluluğunu içermektedir. Ona göre, sınıf konumu kişilerin mal, yaşam koşulları ve
kişisel yaşantıları için sahip oldukları tipik olanaklar anlamına gelmektedir. Bu
olanakları belirleyen unsurlar ise, var olan ekonomik bir sistem içinde gelir sağlamak
için mal veya beceri harcama gücünün derecesi, türü veya bu gücün yokluğudur.
Bireyin
piyasadaki
fırsatı
onun
kaderini
belirleyici
bir
unsurdur
(Giddens,2008:347;Şavran,2012:126).
Weber’in toplumsal tabakalaşmayı açıklayan ve teorisi içinde yer alan diğer unsur,
statü kavramıdır. Statü birey ve gruplara başkalarınca yüklenen toplumsal saygınlık
veya itibarı ifade etmektedir. Bireyin ve grupların toplum içinde sahip oldukları statü
durumu toplum içinde eşitsizlik ve ayrımcılığa neden olabilmektedir. İnsanların toplum
içindeki statüleri ile yaşam tarzları birbiriyle örtüşebilmektedir. Giyim, barınma,
konuşma tarzı, tüketim kalıpları kişinin toplum içindeki statüsünün önemli
göstergeleridir. Örneğin, günümüzde doktorlar, eczacılar, hukukçular, mühendisler ve
sanatçılar birer statü grubudurlar. Bireylerin kendilerinin ya da ailelerinin sahip olduğu
statü, onların yaşam şanslarını ve toplumda var olan fırsatlara ulaşmalarını önemli
ölçüde etkilemektedir (Giddens, 2008:347-348).
Weber’in toplumsal tabakalaşma teorisinde yer alan parti kavramı, toplum içinde
gücün oluşumunu anlamak için kullanılan diğer bir kavramdır. Parti ortak amaçları olan
insanların bir araya geldiği yapılardır ve toplum içinde gücü yansıtan önemli bir yapıdır.
Parti sahip olduğu güçle modern toplumu düzenlemeye çalışır. Weber statü ve partilerin
bireylerin ve grupların ekonomik koşullarını ciddi düzeyde etkilediğini belirtmektedir
(Giddens, 2008:347-348). Örneğin, günümüzde kimi bireyler ekonomik bir güce sahip
olmadığı halde siyasal güce sahip olabilmektedir. Bu siyasal güç kişilerin yaşam
şanslarını ve toplumda var olan fırsatlara ulaşmalarını önemli ölçüde
etkileyebilmektedir.
Klasik Sosyologlar
Konunun Özeti
Klasik sosyologlar, sosyolojinin gelişimine önemli katkılarda bulunurken, toplumların
değişimi üzerine değerlendirmelerde bulunmaktadırlar. Bu paralelde toplumsal değişim
içinde iktisadi faaliyetlerin de yerini açıklamaya çalışmaktadırlar.
Klasik dönemde sosyoloji biliminin gelişimine katkıda bulunan pek çok düşünür-yazar
bulunmaktadır. Bunlar arasında en etkili olanları ise şüphesiz Marx, Durkheim ve
Weber’dir. Bu üç büyük düşünür- yazarın çalışmaları hem sosyoloji biliminin klasik ve
modern dönemlerdeki gelişimi üzerinde hem de günümüz toplumlarının analizinde
kritik bir öneme sahiptir. Marx kapitalizmin eleştirel bir analizini yaptığı kapital adlı
çalışması ile modern toplumlarda çatışmanın kaynağının anlaşılmasına ışık tutmuştur.
Durkheim, sosyolojinin çalışma konusunu ve yöntemini belirlemeye yönelik çalışmaları
ile sosyolojinin bağımsız ve saygın bir sosyal bilim olarak kurulmasına ve gelişimine ön
ayak olmuştur. Durkheim sosyolojiye, onu diğer bilimlerden bağımsızlaştıracak ve
önemini ortaya koyacak, güçlü bir kavramsal ve kuramsal çerçeve kazandırmıştır.
Durkheim’in özellikle sosyolojik yöntemin ilkelerini belirleyen çalışması sosyoloji
tarihinde ayrı bir öneme sahiptir. Diğer yandan Durkheim birey, toplum ve dayanışmaya
ilişkin önemli görüşler ortaya koymuştur. Weber’in çalışmalarında rasyonelleşmenin,
özellikle de formel rasyonalitenin en tipik örneğini bürokrasi oluşturur. Weber’e göre,
Sanayi devrimi ile kapitalizmin gelişmesi, rasyonelleşme yönündeki genel eğilimin
kanıtıdır.
19
20
Sakarya Üniversitesi
Klasik Sosyologlar
Değerlendirme Soruları
1- Weber’in toplumsal sınıf analizini açıklayınız.
2- Weber’in yaklaşımını Marx ve Durkheim’ın yaklaşımları ile kıyaslayınız.
3- Durkheim’ın mekanik ve organik dayanışmaya dayalı toplum tiplerinden
bahsedip, birey ve toplum anlayışını özetleyiniz.
4- Marx’ın kapitalizme yönelik eleştirilerinden ve sınıf anlayışından bahsediniz.
Kaynakça
Bilgin, V. (2009), Bizi Kuşatan Toplum: Sosyolojiye Giriş, Düşünce Dağıtım,
Bursa
Bozkurt, Veysel (2010), Değişen Dünyada Sosyoloji, 5. Baskı, Ekin Basım Yayın,
Bursa
Giddens, Anthony (2008), Sosyoloji, Çev. Cemal Güzel, 1. Baskı, Kırmızı
Yayınları, Şubat, İstanbul
Öngen, T. (2002), “Marx ve Sınıf”, Praksis 8 Güz, s: 9-28.
Ritzer, George (1992), Sociological Theory, McGraw-Hill, Third Edition, Çeviren:
Ümit Tatlıcan
Şavran, Temmuz Gönç, Fatime Güneş, Serap Suğur, Fuat Güllüpınar (2012),
Klasik Sosyoloji Tarihi, Edt. Prof.Dr. Serap Suğur, Anadolu Üniversitesi Yayını No:
2685, Eskişehir
Download