POLONYA`DAKİ TATARLAR Leh Milleti`nin Tatarlarla ilk teması 13

advertisement
POLONYA’DAKİ TATARLAR
Dr. İrfan Ü. Nasrattinoğlu’nun bilimsel araştırma,
‘’Bugünkü Polonya’’ kitabından alıntısı (Büyükelçilik yanını)
Leh Milleti’nin Tatarlarla ilk teması 13.yüzyılda oldu. Cengiz han’ın
ölümünden sonra, doğudaki Moğol’lar, Avrupa’nın doğusundan ortalarına ve Anadolu’ya
yürüdüler. Önce Rus’ları; sonra da Macaristan ile müttefiki olan Lehistan’a aynı anda
saldırdılar. O dönemde Polonya Prenslerinin en güçlüsü olan Henryk Pobozny, Legnica
Meydan Savaşında Moğol’lara karşı direndi ise de bozguna uğramaktan kurtulamadı (1241).
Ancak Moğol Ordusunun amacı, Macaristan’ı ele geçirmekti ve bu ülkeye gelebilecek
Lehistan yardımını önlemek için; saldırılarını iki tarafa yönlendirdi. Nitekim Legnica
savaşından hemen sonra, Moğol Ordusu, çekildi ve Macaristan’a doğru yürüdü. Tatarlar,
Cengiz Han’ın Ordusuna katılmış olan kavimlerden biriydi. Fakat o dönem Avrupa’sında,
Moğol denilince Tatar; Tatar denilince de Moğol akla gelirdi.
O Yüzyıl Avrupa’sında Tatar kelimesi telaffuz edilince akla, “Tartar” sözü
geliyor ve insanlar bu sözden ürküyorlardı. Zira Tartar kelimesi, “ölmüş insanların göç
ettikleri yer altındaki dünya” anlamını içeriyor; yabancı, şaşırtıcı, başka bir dili konuşan,
bilinmeyen yöntemlerle savaşan ve en önemlisi de daima galip gelen bir ordunun, dünyanın
öteki ucundan kalkıp, aniden karşılarına dikilivermesi olarak algılanıyordu.
Moğollar-Tatarlar, Lehistan Prenslerini kendilerine tabi olmaya zorlamadılar
Ama 13.yüzyılın sonuna kadar aralıklı olarak saldırıp, yöre arazilerini harabeye çevirip,
ekonomiyi alt-üst ettiler.
Tatar Kavimlerinin Lituanya’ya yerleşmesi, 14.Yüzyılın sonunda ve 15.
Yüzyılın başlarında oldu. O zamanlar, Polonya Kralı Wladyslaw Jagiello’nun baba tarafından
kuzeni olan Witold, Litvanya Prensiydi. 14.Yüzyılın ilk yarısından itibaren, Altınordu’da
iktidar mücadeleleri başladı. Tahta çıkmak isteyenler zaman zaman Lituanya’dan destek
istiyorlar; mücadeleyi kaybedenlerin bir kısmı Litvanya topraklarına sığınıyorlardı. Bir de
Altınordu ile yapılan savaşlarda tutsak edilen Tatarlar vardı ki, bunlar da Litvanya’ya
getiriliyor; Polonya ve Lituanya topraklarına yerleştiriliyorlardı. Koloczary, Kazaklary,
Mareszlary, Prudziany ve Vilnius yakınlarında Sorok Tatary (Kırk Tatarlar) adlı köyler,
Tatarlar’ın Lituanya’daki ilk yerleşim merkezleriydi. Bu topraklara Tatar yerleşmeleri,
arılıksız olarak 17.Yüzyıla kadar devam etti. Başlangıçta Tatar köyleri, büyük siyasi ve
sanayi merkezlerinin çevresindeydi; sonra birçok küçük köy ile yerleşim yerleri kuruldu.
Tatar köy ve kasabalarını, uzunca bir dönem Polonya’ya bağlı kalmış olan, Beyaz Rusya’nın
batısında, Ukrayna’nın batısında ve Lituanya’da bugün de görmek mümkündür. İlk göçmen
Tatar gruplar, Hıristiyanlığı da kabul edip, dillerini ve kimliklerini kaybettiler. Bunda, hemen
hemen hepsinin Tatar kızlarıyla evlenmeleri, büyük rol oynadı. 16.Yüzyıldan itibaren
Moskova Prensliğinin yayılmasıyla birlikte Lituanya’ya gelen veya Lituanya-Tatar savaşları
sırasında esir düşenler, göçmenlerin ikinci dalgasını teşkil ediyordu.
14. yy. sonundan itibaren Polonya ile Lituanya arasında yakınlaşma süreci
başladı. Jagellon hanedanının temsilcileri; Lituanya Büyük Prenslik kalpağını ve Polonya
Kraliyet tacını birlikte giyerek tahta çıkarlardı. 1569 yılında Lublin kentinde, iki ülke
arasında birlik anlaşması imzalandı. Bu anlaşma neticesinde İki Millet Cumhuriyeti kuruldu.
Ülkenin başında aynı kişi tarafından temsil edilen Kral ve Büyük Prens bulunuyordu. Yasama
organı olan parlamento müşterek; ama bütün resmi makamlar ikiliydi. O dönemde Jagellon
hanedanından son Kral ve Lituanya Büyük Prensi Sigismund Augustus, Tatar’ların 17.yy.da
yerleştirildikleri Ukrayna’nın bir kısmını Lehistan Krallığı ile birleştirdi.
Lipka Tatarları Lehistan’a yerleşen Tatar göçmenlerin son kalabalık grubudur.
Lipka Tatarları çeşitli boy ve gruplardan oluşan ve Leh Ordusu’nda askerlik yapan
savaşçılardı. Savaşlardaki başarılarından dolayı bunlara 1659 yılında, Güneydoğu
Polonya’nın Podolya ve Wolyn bölgeleri tahsis edildi. Ancak maaş ödemelerinde aksamalar
meydana gelince, 1672’de Lipka askerlerinden bazıları isyan edip, Osmanlı Ordu’suna
hizmet etmeye başladılar. Jan Sobieski’nin 1674’de kral seçilmesinden sonra, isyancılardan
bazıları ikna edilip geriye döndürüldüler ve bunlar 1679 yılında Bialistok iline bağlı
Malaszewicze, Studzianka, Drahle, Bohoniki ve Kruszyniany köylerine yerleştirildiler.
Polonya ve Lituanya’ya yerleşen Tatarlar, birkaç toplumsal kesimden
oluşuyordu. Doğrudan prense bağlı olan “Prens Tatarları” ile bunlara tabi olan ve er olarak
askerlik yapan “Kazak Tatarları” adlı gruplar, önemli bir kesimi oluşturuyordu. Tutsak edilen
Tatarlar, prensin emri üzerine şehirlere ve kalelerin yakınlarına yerleştiriliyorlardı. Bunlar,
Tatar gelenek ve göreneklerini sürdürmeye özen gösteriyorlardı. Bu gelenekler, bazı resmi
unvanlara da yansıyordu. Örneğin Lituanya Büyük Prensliği, Tatar’ların başında bulunan Han
oğluna “Sultan” veya Hanoğlu anlamına gelen “Cerewicz” unvanı veriliyordu. “Ulan” Cengiz
Han’ın ahfadı anlamına gelen bir sözcüktü. “Kniaz (prens)” unvanı, “Ulan” ve “Mirza”
unvanlarına koşut olarak kullanılıyordu. Ömrünün bir kısmını Han-Padişahın yakınında
geçirmiş olanlar “bey” ya da “ağa” unvanıyla anılırdı. İmam ve mollaların, Tatar gruplarında
önemli rolü vardı. İmam, halkın seçtiği ruhani lider olduğu gibi; davaları hallede hakim, senet
ve vasiyetleri onaylayan noter; evlilik ve ölüm fermanlarını imzalayan nüfus memuru idi.
O dönemde, prens ve kralın her çağrısı üzerine silaha sarılmaları kaydıyla,
Tatarların seçkinleri olan Prens Tatarları’na toprak verilirdi. Tahsis edilen toprak, kendilerine
verilen görevlerle birlikte, çocuklarına intikal ettirilebilir; ama satılamazdı. 1699 yılında
çıkarılan ve kral tarafından da onaylanan bir yasayla, Tatar’ların da mülkiyet hakkı
edinmeleri sağlandı. Artık Tatarlar da arazi satın alabilir ve bunlar, evlatlarına intikal
ettirilebilirdi. Daha sonraki aşamada ise, Tatarlar da, Polonya’da yaşayan öteki insanların
birçok haklarına sahip oldular. Ancak, dini inançları yüzünden siyasal haklar verilmiyordu.
Örneğin bölgesel seçimlere katılamıyor; kendi milletvekillerini seçemiyorlardı. Bu konu,
17.yy.da Lehistan-Osmanlı ilişkilerinde de ele alındı.
15.yy.dan itibaren Tatar askerleri, Polonya-Lituanya devletinin yaptığı bütün
savaşlara katılarak çarpıştılar. Tarihi belgeler, Grunwald zaferinde, 1000 Tatar askerinin,
orduda yer aldığını göstermektedir. Hatta denilmektedir ki; Polonya Kralı Wladyslaw Jagello,
Tatarların savaş taktiklerini uyguladığı için, başarılı olabilmiştir. Ne yazık ki, aynı Tatar’lar,
Polonya ordusundaki diğer etnik gruplarla birlikte, Osmanlı Ordusu’na karşı da savaştılar.
Hatta Viyana muhasarasında da Polonya Ordusunda yer alan Tatarlar, Osmanlı’nın
Viyana’dan geri çekilmesinde pay sahibi oldular. O savaşlarda belki de, Türk, Türk’ü
öldürmüş oldu!... DİKKAT: Türklerin Türkleri öldürmesi yeni ve çok şaşırtıcı bir şey
değildir. Yakın tarihimizi anımsamanız yeter, hatta en yakın tarihimizi anımsayın Danıştay
hakimini vuran da Türktür!!!
“İsveç Tufanı” adıyla tarihe geçen, 1655 yılında Polonya ve Lituanya’nın
İsveç Ordusu tarafından istila edilmesi üzerine Kırım Hanı, Polonya Kralı 2. Jan Kasimir
Vasa’ya yardım ederek, Tatar süvarilerinden oluşan bir birlik gönderdi. 1674’de Polanya
Kralı ve Lituanya Büyük Prensi unvanıyla tahta çıkan III.Jan Sobieski, o zaman Tatar
birliklerinin baş komutanıydı. Tatar Birlikleri, Polonya Krallığına karşı vefasızca hareket
eden Prusya Prensliği’nin topraklarında son derece başarılı bir sabotaj taktiği uyguluyordu.
Sonraki yüzyılda, Polonya’nın çökmekte olduğu dönemde, asilzadelerin
Katolik mezhebini savunma sloganları attıkları Bar ve Brest Konfederasyonu’nda (17681772) olmak üzere Tatar’lar, Polonya sınırları ile bağımsızlığı amaçlayan bütün savunma
savaşlarına katıldılar. O dönemin siyasal durumunda, Ortodoks Rusya ana düşman olarak
görülüyor; Katolikliğin savunulması, vatanın savunulması ile eş anlam ifade ediyordu. Buna
karşı Katolik Lehler ile, Müslüman Tatar’lar, Rus’lara karşı omuz omuza vatan savunması
yapmışlardı. Bugün Beyaz Rusya’nın batısında yer alan Nowogrodek kasabası yakınındaki
bir köyde doğmuş ve Lituanya ordusunda ilk Tatar kökenli General olan Jozef Bielak 1792
yılında, 3 Mayıs 1791 tarihinde hem Avrupa’da, hem de Polonya’da ilk olarak onaylanan
anayasanın uğruna Rusya’ya karşı yapılan savaşta kahramanca mücadele etti ve Polonya’nın
en büyük nişanı olan Virtuti Militari ile taltif edildi. İki yıl sonra da Tadeusz Kosciuszko’nun
isyanında hayatını kaybetti.
Polonya Tatarları’nın İslamiyet’i muhafaza etmelerinde Osmanlı Devleti ile
Kırım Hanlığı’nın büyük rolü vardı. Diplomatik ve ticari ilişkiler üç ülkeyi birbirlerine;
Tatar’ları ise İslam inancı ile kendi kültürüne bağlıyordu. Tatar halkının yoğun yaşadıkları
yerlerde camiler inşa ediliyordu. 1572’de Kral Sigmund Augustus’un ölümünden sonra,
Polonya Kralları seçimle iş başına gelmeye başladı. 1573’deki bir parlamento oturumunda,
vatandaşların din ve vicdan hürriyetlerini garanti altına alan Varşova Konfederasyonu
anlaşması imzalandı. Gerçi bu anlaşmada açıkça, Müslümanlardan söz edilmiyordu ama; çok
mezhepli bir devlette, başka dinlerin de garanti altına alınması doğaldı.
Polonya ile Lituanya’nın birleştirilmesi konusundaki anlaşmanın hazırlandığı
parlamento, camilerin inşa edilmesine ve imamların yurt içinde eğitilmesine izin veriyordu.
Bunun sonucu olarak din okulları açılmaya başladı. Ancak, ne yazık ki, 17.yy.da cereyan
eden savaşlar bu süreci engelledi. O dönemde Polonya Cumhuriyeti’nde 40 Müslüman
Cemaati faaliyette bulunuyordu. O yüzyılda etnik yapısı değişik, kalabalık Müslüman
göçmen dalgaları Polonya’ya girdi. Bu grupların dinleri aynı olduğundan hepsine birden
Tatar veya Lipka denildi. Özellikle yoksul kesim, hızla asimile edildi. Bir kısım Tatar’lar ise
dil,din,gelenek ve göreneklerini korumakta direndiler. Kırım ve Anadolu’dan getirilen silah,
kumaş, eyer ve kıymetli eşyalar, sadece varlıklı Tatar’ların değil; Leh asilzadelerinin de ilgi
alanı içindeydi.
1795’de Polonya ve Lituanya; Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından işgal
edilip paylaşıldığında Tatar’lar, Polonya ordusunun içerisinde yer alıyor ve müstevli
düşmanlara karşı mücadele ediyorlardı. Bu paylaşımda Tatar köylerinin tamamı Rus işgal
bölgesi içinde kalmıştı. Ruslar, Tatar’ların Leh kültüründen sıyrılmaları için çaba harcıyordu.
Çarlık yönetimi, Polonya Ordusu içinde, kendilerine karşı savaşmayacakları beyanıyla, Tatar
topluluğunun özgür bırakılacağını; hatta önceki dönemlerde kullandıkları bazı unvanların da
iade edileceğini vaat ediyordu. Bir kısım Tatar’lar bu vaatlere kanarak, bilerek Ruslaştırma
akımına kapıldılar ve bunlara maddi olanaklar da sağlandı. Fakat bir kısım Tatar’lar, gizliden
gizliye, Leh askerleriyle birlikte, yer yer isyanlara iştirak ettiler.
Rus makamları tarafından yaratılan ekonomi ve kariyer olanaklarıyla, kimi
Tatar aileler zenginleşmeye başladı ve sosyal etkinlikleri arttı. 1842’de Lituanya’da oturan
Tatar’lar, kendilerine ait müftülüğü kurmaya çalıştılar, fakat çabaları beklenilen sonucu
vermedi. Ayrıca yayıncılık alanında yoğun etkinliklerde bulunuyorlardı. Örneğin çok
miktarda dini kitaplar basılmıştı. 1858 yılında ilk kez Kuran’ı Kerim, Fransızca’dan Lehçe’ye
çevrilip yayımlandı. Bu çevirinin önsözünü yazan Leh Tarihçi Julian Bartosiewicz, ilginç bir
yorum yapmıştı.
1853 yılında, Rus makamları tarafından yaptırılan sayım sonucuna göre,
yaklaşık 5500 Tatar, Polonya ve Lituanya’ya ait topraklarda oturuyordu. 1897’de aynı
bölgedeki Müslümanların sayıları 23 bine yükselmişti. Bu hızlı artışın, askerler ve göçlerden
kaynaklandığı sanılmaktaydı. Varşova’da Kafkas Süvari Alayı konuşlandırıldığı için,
askerlerin ruhani ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla 1839’da ilk Müslüman mezarlığı kuruldu.
1867 yılında, Tatarska Sokağında kurulmuş olan ikinci ve daha büyük mezarlık bugüne kadar
kullanılmış olup; halen Varşova’da ölen Müslümanların defnedildikleri dini mekandır.
19.Yüzyılın ortalarından itibaren Moskova, Petersburg ve başka Rusya
kentlerinde yüksek tahsil yapan Tatar gençleri, böylelikle Rus kültürü ile daha çok haşir-neşir
oldular. Achmatowicz, Bajraszewski, Korycki, Kryczynski, Snajkiewicz, Sulkiewicz,
Bazarewski, Tuhan-Baranowski, Mucha, Polturzycki, Mucharski, Milkamanowicz gibi
Polonyalı Tatar gençleri, Çarlık Rusyası’na karşı oluşturulmaya çalışılan eylemlere katıldılar.
Kader birliği ettikleri Leh gençleriyle birlikte bağımsızlık hareketinin içinde yer aldılar; o
arada Kırım,Kafkasya ve Azerbaycan’da örgütlenen bağımsızlık örgütleriyle işbirliği yaptılar.
1917’da Tatar General Maciej Sulkiewicz, Kırım Tatar Devletinin silahlı
kuvvetleri olan “Müslüman Kolordu”yu kurdu. Ne var ki Almanlar, kısa bir süre sonra bu
askeri gücü ortadan kaldırdı; ama General Sulkiewicz, Kırım Yarımadası’na ulaşmayı başardı
ve 1918 yılında kurulmuş olan Demokratik Kırım Cumhuriyeti’nin hem Başbakanı ve
dışişleri Bakanı; hem de Silahlı Kuvvetlerin Başkomutanı oldu. Daha sonraki aşamada Rus
Çarına sadakat gösteren General Denikin, Tatar bağımsızlık hareketini durdurup, askeri
birlikleri dağıtınca, General Sulkiewicz, bir grup arkadaşlarıyla birlikte Azerbaycan’a kaçtı.
Oradaki uygun ortamdan yararlanarak, yeni bir ordu oluşturdu ve kendisi de Genelkurmay
Başkanlığı görevini üstlendi. O sırada Leon ve Olgierd Najman, Mirza Kryczynski’ler ve
Aleksander Achmatowicz gibi öteki Polonya Tatarları, Azerbaycan Hükümetinde önemli
görevlerde bulunuyorlardı. Kızılordu’nun 1920 yılında, Bakü’den başlayarak, Azerbaycan’ı
işgal etmesi üzerine, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı da ortadan kalktı. Rus
Ordusuna karşı direnen, Azerbaycan milliyetçileri ile birlikte Polonya Tatarı Maciej
Sulkiewicz de kurşuna dizildi.
1917 yılından itibaren Polonya’da, Tatar teşkilatları kurulmaya başladı. Başta
Polanya olmak üzere, Litvanya, Beyaz Rusya ve Ukrayna Tatar’ları Birliği Petersburg’da
kuruldu ama; Bolşevik Devrimi üzerine, Vilnius’a taşındı. Polonya-SSCB Savaşı sırasında
Tatar Birliği, Mustafa Achmatowicz komutasında Tatar Ulan Alayı’nı kurdu…Sonraki
yıllarda, birkaç ülkeyi içeren faaliyetlerini sürdüremeyen Birlik zayıfladı ve sonraki aşamada
salt Polonya sınırları içerisinde ikamet eden Tatarlar, yeni bir örgüt oluşturdular.
1925 yılında Müslüman Topluluklar Kongresinde , “Muzulmanski Zwiazek
Religijny w Rzeczypospolitej Polskiej (Polonya Cumhuriyeti Müslümanlar Birliği) adıyla bir
örgüt kuruldu. 17 Cami ve 19 cemaatin sorumluluğunu da üstlenmek üzere, Dr. Yakup
Szynkiewicz, Müftü ve Örgüt Başkanlığına seçildi.
Aynı yıl, ayrıca Zwiazek Kulturalno- Oswiatowy Tatarow w Rzeczypospolitej
Polskiej (Polonya Cumhuriyeti Tatar’larının Kültür Eğitim Birliği) kuruldu. Bu iki örgüt, el
ve gönül birliğiyle sosyal ve kültürel konularda önemli çalışmalar yaptılar. Dr.Yakup
Szynkiewicz’in çabaları sonunda, yüksek din eğitimi yapmak üzere, Mısır’daki El Ezher
Üniversitesine Tatar gençleri gönderildiler.
Öte yandan Leon Kryczynski’nin çabalarıyla Vilnius’ta Tatar Milli Müzesi ve
Arşivi oluşturuldu.
Ayrıca Polonya ve Litvanya Tatar’larının tarihini ve kültürünü içeren araştırma
yazılarının ve makalelerin yer aldığı “Rocznik Tatarski” adlı bilimsel bir derginin yayını
başlatıldı.
1928 yılında Prof.Dr.Stanislaw Dziadulewicz tarafından hazırlanan “Herbarz
Rodzin Tatarskich w Polsce” (Polonya Tatar Ailelerin Asalet Armaları ve Ünvanları) adlı
kitap yayımlandı. Bu kitapta, o tarihe kadar Tatar ailelerin kullandıkları simgeler gösteriliyor;
ayrıntılı olarak şecereleri veriliyordu.
Bir anlamda, Asker Millet olan Tatar’lar, 1936 yılında Vilnius Ulanları
Alayı’nı kurdular. El Ezher’den mezun olan, Varşova İmamı Dr.Ali Woronowicz, Alay
imamlığına tayin edildi. Bu Alay, Polonya Silahlı Kuvvetleri’nin emrinde, 1939-1945 yılları
arasında bütün cephelerde kahramanca savaştı ve çok sayıda şehit verdi. Ayrıca batıdaki
Polonya Birliklerinde yer alan Tatar askerler için de imamlar görevlendirildi. Daha sonra
Polonya’nın işgali ile birlikte yer altına inen Polonyalı vatanseverler arasında, Tatar gençleri
de yer aldılar.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Polonya’nın sınırları değiştirildi. Tatar’ların
yoğun olarak yaşadıkları bölgeler, SSCB hâkimiyetindeki Beyaz Rusya ve Litvanya sınırları
içerisinde kaldı. Bunun üzerine kimi Tatar’lar, Polonya’ya göç ederlerken, kimileri de başka
ülkelere gittiler. Esasen kimileri de, tutuklu olarak çeşitli askeri kamplarda bulunuyorlardı.
Öte yandan Sovyet makamları, milliyetini Leh olyarak değil de Tatar olarak beyan edenlerin
Polonya’ya göç etmelerine izin vermiyor; onlara, Özerk Tataristan Cumhuriyeti’ne gidip
yerleşmeleri gerektiğini söylüyorlardı. Böylelikle, II.Dünya Savaşı’ndan önce toprak sahibi
olan varlıklı Tatar’lar, malını mülkünü bırakıp, başka diyarlara gitmek zorunda kalmışlardı.
Halen Polonya’da ne kadar Tatar yaşamakta olduğuna ilişkin sağlıklı bir bilgi
edinebilmek mümkün olmamaktadır. Ancak Tatar nüfusunun 4000 civarında olduğu
söylenebilir.Kuşkusuz pek çok Tatar, kendi istekleriyle Lehleşmişlerdir. Hala “Ben
Tatar’ım” diyenler, Podlasie Bölgesindeki Bialystok ve Sokolka; Kuzey Polonya’nın Gdansk,
Batı Polonya’nın Gorzow kentlerinde yaşamlarını sürdürmektedir.
1947 yılında, Polonya Müslümanlar Birliği, etkinliklerine yeniden başladı. Bir
işçi kenti olan Gdansk’ta yaşayan Müslüman Tatar’lar, kendi aralarında topladıkları ve
sponsorlar vasıtasıyla temin ettikleri paralarla 1989 yılında yeni bir cami inşa ettiler. Halen,
Bohoniki, Kruszyniany ve Gdansk’ta ibadete açık üç cami mevcuttur. Ayrıca Varşova,
Gorzow Wielkopolski ve Bialystok’ta, namaz kılınabilen mescitler bulunmaktadır.
1986 yılında, Yazı İşleri Müdürlüğü’nü Selim Chazbijewicz’in yaptığı, “Zycie
Muzulmanskie (Müslüman Hayatı) adlı üç aylık bir dergi yayımlanmaya başladı. Derginin
editörlüğü yapan kuruluş, İslam ve Tatar Tarihi ile birlikte bazı dini kitaplar da yayımladı.
II.Dünya Savaşı öncesinde “Rocznik Tatarski” (Tatar Yıllığı) adıyla çıkan dergi; 1993’den
itibaren “Rocznik Tatarow Polskich” (Polonya tatar’ları Yıllığı) adıyla yeniden yayımlandı.
Bu dergi, Tatar’ların sosyal ve kültürel sorunlarını ele alan konulardaki bilimsel ve edebi
yazılara yer vermektedir. Bundan başka Sokolka’da Müslümanlarla Tatar’ların yaşantılarıyla
ilgili yazılara yer veren, “Swiat İslamu” (İslam Dünyası) adıyla başka bir dergi
yayımlanmaktadır. 1994 yılında yayına başlayan bu derginin sahipliğini ise Jozef Konopacki
yapmakta olup, zaman zaman Türkiye’deki islami faaliyetlere de yer verilmektedir.
Yayın faaliyetlerinin yanı sıra, yaklaşık yirmi beş yıldır Sokolka’da “Sokolski
Osrodek Kultury” (Sokolka Kültür Merkezi) tarafından, “Orient Sokolskie” (Sokolka
Şarkiyat Konferansları) ana başlığı altında toplantılar düzenlenmektedir. Anılan Merkezde
Polonya’daki, tek Tatar Müzesi de yer almaktadır.
Tatar’ların, Polonya ve Lituanya topraklarına yerleşmelerinin 600. yıldönümü
olan 1996 yılında; Tatar kültürü, tarihi ve etnolojisi ile ilgili bütün kurum ve kuruluşların
iştirakleriyle geniş kapsamlı etkinlikler yapıldı. O yıl boyunca seminerler, sempozyumlar
düzenlendi ve sergiler açıldı. Varşova Asya ve Büyük Okyanus Müzesi’nde düzenlenen ve
“Polonya Tatarları” adını taşıyan sergi bunlardan biriydi. Türkiye de dahil birkaç ülkede
sergilenen fotoğraflar, Polonya Tatar’larının tarihini gözler önüne seriyordu. Türkiye’ye de
getirilen bu sergi, önce Ankara’da, sonra Eskişehir’de sergilendi ve geniş ilgi gördü. Ayrıca,
Ankara-Varşova Dostluk Derneği’nin düzenlediği konferansta, Polonyalı araştırmacı
Marzena Godzinska, Polonya Tatarlarını anlattı.
Polonya Müzelerinde, maalesef, Tatar tarihini yansıtan çok az malzeme vardır.
Aynı şekilde, Lituanya ve Beyaz Rusya Müzelerindeki Tatarlarla ilgili sergi malzemesi fazla
değildir. Esasen, üç komşu ülkede yaşayan ve yaşamış olan Tatar’ların tarihleri de, gelenek
ve görenekleri de aynıdır. İslamiyet’i yansıtan; dini kitaplar, tablolar ve ev eşyaları ise,
sadece Tatar’larda değil; Hıristiyan evlerinde de görülmektedir.
1992 yılında Bialystok kentinde, “Polonya Tatarları Birliği” kuruldu.Halen bu
Birliği Halina Szahidewicz ve Jozef Jusuf Konopacki birlikte yönetiyorlar. Müftü Tomasz
Miskiewicz de, Polonya Müslümanlarının ruhani lideri olarak, Tatar Birliği ile dirsek
temasını sürdürmektedir. Konopacki’nin verdiği bilgiye göre Beyaz Rusya’da 10 bin
dolayında; Lituanya’da ise 3500 Tatar bulunmakta olup bunlar, Polonya Tatarları ile işbirliği
halindedir. Hatta bir araya geldiklerinde, bir federasyon çatısı altında birleşme kararı almışlar.
Polonya’daki en genç Tatar oluşumu ise; 2004 yılında kurulan “Müslüman
Gençlerin Organizasyonu”dur. 16 yaşını tamamlayan her Müslüman gencin üye olabileceği
bu yeni oluşum, Polonya Tatarları Birliği ve Polonya Müslümanları Birliği ile dayanışma
halindedir.
Polonyalı Tatar’lardan söz ederken; öncelikle akla gelen yerler; Bialistok İli ile
ona bağlı olan Kruşiniani ve Bohoniki köyleridir. Yaklaşık yirmi yıl arayla iki kez gidip
gördüğümüz bu bölgeyle ilgili izlenimlerimizi önce yirmi yıl önceki notlarımızdan aktaracak;
sonra da geçen yıl yaptığımız gezideki notlarımızı, italik harflerle yazacağız…
Bialistok ve Tatar Köyleri
Bialystok’a gitmek için sabah saat 06.30’da Varşova’dan hareket ettik. Serin
hava, yolda yağmura dönüştü. Dümdüz bir ovada yol alıyorduk ve ben, sığ ormanlardan
gözlerimi ayıramıyordum. Tornadan çıkmışcasına düzgün ve alabildiğine yüksek çam
ağaçlarının güzelliğine, gerçekten doyum olmuyordu. Hele, yağmurlu havayı ve de yağmurun
yağışını seyretmeyi seviyorsanız, böylesi bir yolda, saatlerce sıkılmadan yol alabilirsiniz.
İki saat sonra Bialystok’a girdik. Doğruca Polonya Müslümanlarının dini
lideri, Stefan Mucharski’nin evine gittik; ama onu bulamadık. Dönüşte tekrar uğramak üzere
Kruşianiani köyüne hareket ettik.
Bialystok, Müslüman Tatar’ların yoğun olarak yaşadıkları kent. Bu kente bağlı
Kruşiniani ile Bohoniki köyleri ise, bütün ülkede, Müslüman Tatar köyleri olarak biliniyor.
Kruşiniani Köyü
Kruşiniani köyüne ulaştığımızda yağmur sürüyordu. Köy, ilk nazarda,
Anadolu köylerinden herhangi birini andırıyordu. Çift atlı bir araba üzerine yığılı otları, kış
için ambara götüren bir köylü, aheste aheste köye giriyordu. Sokakta birkaç çocuk, yağmura
rağmen oyunlarını sürdürüyorlardı. En iyisi doğruca muhtara gidip, köyü onunla birlikte
gezmek ve istediğim bilgileri ondan almaktı. O sırada gözüme bir tabela ilişti: Altın Orda
(yani Altın Ordu) yazıyordu. Burası köyün tek barıydı; yemek, çay, kahve, alkollü içkiler vb.
bulunuyor ve ağaç kütüklerinden yapılmış iki masa, müşteri bekliyordu. Girip o masalardan
birine oturduk ve yağmurun soğuttuğu havadan etkilenmemek ve içimizi ısıtmak için birer
çay içtik.
Altın Orda Barının müstahdemi, bara girip çıkanlar, sokaktan geçenler, çekik
gözlü tombul yanaklı Tatar Türkleriydi. Ama ne yazık ki içlerinde ana dilini konuşabilen
yoktu!.
Bir köylü bizi muhtarın evine götürdü. Muhtar Chalecki Miroslaw adlı genç
bir Tatar’dı. Eşi Eva (Havva), anası Raziye, babası Mecid, büyükbabası İliya ve oğlu Tomek
(Timur) ile birlikte aynı evde yaşıyorlardı. Açık söylemek gerekirse, muhtar ailesi çok
fakirdi. Zira evlerinde dikkate değer bir eşya bulunmadığı gibi, ev küçük, bakımsız ve adeta
harabe halindeydi.
Muhtara sordum:
- Siz Tatar’sınız, değil mi?
- Evet.
- Peki, Tatar’ların geçmişi, yani milletinizin tarihi hakkında bilginiz var mı?
Bu soruyu 78 yaşındaki büyükbaba İliya yanıtladı:
- Çocuklarımız daha küçükken onlara atalarımızı anlatırız.
- Peki, Tatarca biliyor musunuz?
Aile bireyleri birbirlerinin yüzlerine bakarken Raziye kadın konuştu:
- Benim anam bilirdi; azıcık ben de anlarım, ama tam manasıyla konuşamam,
anlayamam!...
Maalesef, ana dillerini unutmuşlardı. Sayıları azalmış ve doğdukları günden
itibaren çevrelerinde Lehçe konuşulmakta oluşu, Tatarca öğrenmelerini engellemişti.
Muhtar Chalecki’nin verdiği bilgiye göre, Kruşiniani,121 haneli küçük bir
köy. Vaktiyle bu köy, tamamen Tatar’lardan teşekkül etmesine rağmen, bugün köydeki Leh
sayısı, Tatar’lardan daha fazladır.
Chalecki’nin bir adının da Emir olduğunu öğrendim. Öğrendim ki, Tatar’lar
aldıkları Leh adının yanında bir de İslami Tatar adı almaktadır. Benim için şaşırtıcı olan bir
şey de, Ayşe adlı bir kadının Katolik dinine mensup oluşuydu. Bundan da anlaşılıyordu ki,
Katolik egemenliği, azınlık dinlerinin yavaş yavaş ortadan kalkmasına neden oluyordu.
Muhtemelen, kimi Müslüman Tatar Türkleri, Türk adlarını korumalarına rağmen, dinlerini
değiştirmişlerdi?...
Muhtar Emir, ziraatla meşgul oluyor. Traktörü de var. 11 Hektarlık arazilerini
sürüyor, ekip-biçiyorlar. Ayrıca köyde bir tarımsal üretim kooperatifi var. Köy arazisinin bir
kısmı kooperatifin, bir kısmı da şahıslara ait.
Köyde sekiz yıllık bir ilkokul var. Burayı bitirdikten sonra tahsilini sürdürmek
isteyenler olursa bunlar, Varşova’ya veya çevredeki kentlere gidiyorlar. Emir, ilk öğrenimden
sonra, 3 yıllık Elektrik Meslek Okulu’nu bitirmiş.
Köyde yapılan tarımsal üretimin yetersiz oluşu nedeniyle, Tatar’ların çoğu,
başka yerlere çalışmaya gitmişler ve oraya yerleşmişler. II. Dünya Savaşından önce, burada
Yahudiler de yaşamışlar. O dönemde köy daha geniş imiş.
Emir, genç olmasına rağmen, olgun, ciddi, seviyeli ve sevilen bir insan.
Elektrik Teknik Okulunu bitirdikten sonra, kente gidip iş bulabilirmiş, ama doğduğu köye ve
soydaşlarına hizmet etmek arzusu, köyden ayrılmasına engel olmuş. Bu yüzden çok seviliyor
ve muhtar seçimlerinde herkes oyunu ona vermiş…
Emir’le sohbetimiz esnasında, zaman zaman dedesi İliya da söze karışarak
bilgiler verdi. Örneğin, söylediğine göre, II.Dünya Savaşından önce, Türkiye’den gelen bir
heyet, Türkiye’ye göç etmek isteyenlere yardımcı olunacağını söylemiş. Az sayıda gidenler
de olmuş; hatta İliya da gitmek istemiş, ama Müftü bırakmamış. Giderek köydeki Müslüman
sayısı azalmış; Katoliklerin yanında Ortodokslar da köye yerleşmişler.
Muhtarın evinden ayrılırken Raziye Kadın, bahçedeki ağaçların altına düşmüş
olan elmalardan bir miktar toplayıp, arabamızın bagajına koydu. Konuğu eli boş göndermeme
geleneği, buradaki Tatar Türkleri’nde de yaşıyordu.
Daha sonra köyün camiini ziyaret ettik. Camiye Poplawski Aleksander
bakıyordu. Halk bu zata Ali adıyla hitap ediyordu. Cami yakın bir zamanda restore edilmişti.
Bakımlı, pırıl pırıl, tertemiz bir ibadethane idi. Köy imamının vefatından sonra, yokluktan
dolayı bir imam tayini yapılamamış; bu nedenle çok az sayıdaki cemaatin topluca namaz
kılabilmesi mümkün olamıyor. Sadece Cuma günleri, şehirden Stefan Jaşinski adlı bir imam
gelip, topu topu 16 kişi olan cemaate Cuma namazını kıldırıp gidiyormuş. Ramazan’da oruç
tutanlar varmış. Keza kurban da kesiliyormuş.
Caminin bakımını yapan Ali anlattı:
“II.Dünya savaşından önce bu köyde 3000 kişi otururdu. Şimdi ise 250 kişi
var. Savaştan önce çevremizde 19 cami vardı, şimdi bütün Polonya’da 2 cami var. Rus
hududu o vakit 600 kilometre içerideydi, şimdi burnumuzun dibinde. İki köyün dışındaki
bütün Tatar köyleri Rusya topraklarının içinde kaldı. Tabii Müslümanlar da o tarafta. Rus
hududunu geçince 17 cami göreceksiniz. Burada kalanların çoğu da şehirlere gittiler;
oralarda çok Müslüman var. Bir vakitler buralarda hep Müslümanlar yaşardı…”
Ali, bunları anlatırken zaman zaman gözleri doluyor ve sürekli içini çekiyordu.
Onun anlattığına göre; III.Jean Sobieski, Kırım ve Volga Tatar’larını Rusya’dan getirerek
buralara iskan etmiş. Bekar ve savaşçı olan bu Tatar’lar, Leh kızlarıyla evlendirilmişler.
Sonra sık sık karılarını bırakarak, başka diyarlara savaşmaya gitmişler. Doğan çocukları
analarıyla kalmış ve böylelikle Leh dilini öğrenmişler. Doğan çoçuklara babalarının dininde
kalma ayrıcalığı verilmiş olmasına rağmen, bu çocuklar sürekli analarıyla kalmaları
nedeniyle Leh Dili’ni öğrenmişlerdi. Gerçi Tatar’lar evlendikten sonra Leh kızlarını
Müslüman yapmışlar ama, kendileri Lehçe konuşmaya ve yavaş yavaş Leh isimleri almaya
başlamışlar.
Cami bakıcısı Ali, bu işi sevabına nail olmak için yapıyormuş. Kooperatif
muhasebeciliğinden emekli olmuş. Halen 73 yaşında. Oğlu İbrahim ardında iki yetim bırakıp
vefat etmiş. Ali de midesinden ameliyat olmuş. Hükümet tarafından verilen bir başarı
madalyasını övünçle saklıyor.
Ali’ye sordum:
-Dini vecibeleri, isteyenler, istedikleri ölçüde yerine getirebiliyorlar mı?
Örneğin Hac’ca gidenler var mı?
-İsteyen namaz kılar, oruç tutar, kurban keser; tabii Hac’ca da gider; ama
Hac’ca gidebilmek için 2000 Dolar gerekli. Bunu nereden bulacağız?
Camiyi geziyoruz. Restorasyondan sonra yeni kilimler, halılar, avizeler vb.
getirilmiş. Libya Sefareti iki halı göndermiş. Amerikalılar büyükçe bir yeşil çuha getirmişler.
SSCB’nden bir halı, Arap’lardan seccadeler ve İngiltere’den bir örtü gelmiş.
Ali’nin, “şu da Türkiye’den” demesini bekledim, ama demedi!... Unutmuş
olabileceğini düşünerek sordum:
-Peki, Türkiye’den gelen bir şey yok mu?
-Yok!... Dedi Ali…O an, Ali’den de, mihmandarımdan da ne denli utanmış
olduğumu anlatamam! Allah’tan yanımda Diyanet Vakfı satış mağazasından aldığım bir Ezen
ve Kuran’ı Kerim kaseti vardı. Ali’ye;
-İşte, sana Türkiye’den de bir hediye. Diyerek teslim ettim. Ali de kaseti öpüp,
başına koyduktan sonra, camideki öteki Kur’an’ların yanına koydu.
II. Dünya Savaşı sırasında hastane görevi de yapan Kruşiniani Camii,
17.yüzyılın sonunda Samuel Mirza Trzaskowski adlı bir şahıs tarafından yaptırılmış. Bu şahıs
III.Jean Sobieski’yle anlaşıp, emrindeki Tatar askerleriyle birlikte Polonya’ya gelmiş ve bu
köyde yerleşmiş.
Camiden sonra köyün mezarlığını da ziyaret ettik.Gerek bu, gerekse Bohoniki
köyünün Müslüman mezarlığı,Türkiye’den buralara giden bir Türk için son derece
şaşırtıcıdır. O kadar ki, bütün mezarlar bakımlı, temiz ve hepsinin üzerinde mermer mezar
taşları var. Bu mezar taşlarının üzerinde, orada metfun bulunan kişinin hem Müslüman adı,
hem de Leh adı yazılıdır. Hem de bu yazılar, Latin harflerinin yanı sıra, Arap harfleriyle de
kaleme alınmıştır. En önemlisi ise, her mezar taşının üst köşesinde bir ay-yıldızın nakşedilmiş
olmasıdır.
Yıllar sonra, 2005 yılının sonbaharında bir kez daha ve yine Dr. Danuta
Chmielowska ile birlikte Kruşiniani’ye gittik. Yanımızda, Bialystok’tan itibaren bize refakat
eden Müftü Tomasz Miskiewicz ile Tatar Birliği Başkanı Jozef Jusuf Konopacki de vardı.
Köye girir girmez hemen dikkatimizi çeken şey, köyün ortasından geçerek, köyü ikiye bölen
yolun oldukça düzgün, bakımlı ve temiz olduğu idi. Ayrıca yolun iki yakasındaki evlerin
duvarları badanalı, kapılar, pencereler boyalı idi. Önce, restore edilmekte olan camiyi ziyaret
ettik… Önceki yıllarda caminin bakımını üstlenen Ali ölmüş; yerini onun bir akrabası
almıştı… Mezarlığı ziyaret ederken hayal kırıklığına uğradık. Çünka bakımsız ve kötü bir
durumdaydı…İlk ziyaretimizdeki muhtar Emir, 12 yıl önce muhtarlık görevini karısına
devretmiş. Emir bizi görünce hemen tanıdı. Kucaklaştık. “Amcamın bir sözü vardır” dedi ve
ekledi: “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur!...” Bizde de yaygın olan bu özlü sözün
ne denli doğru olduğu, Muhtar Emir’le bizim, yıllar önce bir daha karşılaşmamızla
kanıtlanmış oldu. Ne var ki, yaşı fazla ilerlemediği halde Emir, bitik bir haldeydi! Karısı Eva
da bakımsız bir haldeydi. Oğlu Tomek, Marta adlı bir kızla evlenmiş ve bu evlilikten Patrisya
dünyaya gelmişti.
Eva Hanımın ikram ettiği çayı yudumlarken, Emir’le biraz sohbet ettik. Her
fikre açık ve gerçekten demokrasiyi yudum yudum içen Polonya’da, bu kez kiminle
konuşmuş isek; açık açık düşüncelerini söylediler. Bizim de bunları açık açık yazmamız,
yazarlık ilkemizin doğal gereği olacaktır. Emir, o sohbette aynen şunları söyledi:
“Eski rejimde durumumuz daha iyi idi. O zaman daha iyi bir hayat vardı.
Devlet ihtiyaçlarımızı karşılıyordu. O devirde bir traktör almak istediğimizde, bir yıl
içerisinde alabiliyorduk, şimdi hemen alabiliriz ama; maalesef paramız yoktur. Eskiden her
şey, her yerde aynı fiyatla satılırdı. Şimdi aynı kalitede, hatta aynı markalı bir buzdolabı, çok
farklı fiyatlarla satılmaktadır. Yani hayatımız zorlaştı…Yetiştirdiğimiz koyunlar,
numaralanıp, kayda geçiriliyor. Bunları istediğimiz zaman satamıyoruz. Sattığımız veya
öldüğü zaman, durumu ilgili daireye bildirmek zorunluluğu var. Biz de şaşkınız, hükümet
de!...Avrupa Birliği’ne girdik. Bazı yardımların geldiğini duyuyoruz, ama biz vaat ettikleri
şeylerin hiç birisini göremiyoruz.” UWAGA: do ustalenia z panem Ambasadorem.
Kruşiniani, turistik bir durumuna dönüşmüştü. Altın Orda Barı, bakımlı,
bahçeli, çiçeklerle bezeli bir mesken haline getirilmişti ve meskenin girişindeki Altın Orda
yazısı, barı satın alan kişi tarafından korunuyordu. Ancak; daha önce köyün ortasında yolun
kenarında bulunan Altın Orda plaketinin çakılı olduğu büyük kaya parçası; caminin
çevresindeki bahçenin içine alınmıştı ve artık, yoldan gelip geçenler bunu görmüyorlardı.
Bizim merak edip sormamız üzerine, kayanın yerini güçlükle bulabildik.
Şehirlerdeki yeni zenginler, bu köydeki eski evleri satın alıp, restore ediyor ve
zaman zaman gelip, burada dinleniyorlar. Hemen hemen bütün evlerin önünde çiçekler
yetiştirildiği için, tüm evler bir gülistanı andırıyor. Bir anlamda burası artık bir tatil beldesi
konumuna dönüşmüş bulunuyor.
Köydeki, özellikle yerli ve yabancı turistlere hizmet veren “Tatarska Yurta”
adlı lokantaya gittik. Burada çorba, köbete (bir cins börek), mantı ve çaydan oluşan, deyim
yerindeyse bir tabldot sunuluyordu. Lokantayı, karı-koca Tatar olan bir aile işletiyordu.
Bayan Dzenneta (Cennet) Bogdanowicz yemekleri hazırlıyor; kocası Miroslaw ile kızları
Dzemila (Cemile), Tamira ve Elmira, öteki işleri görüyorlardı. Son derece sempatik bir kadın
olan Cennet Hanım, müşterileri ile teker teker ilgileniyor ve onlara, kazandığı ödülleri
gösteriyordu. Lokanta yeni açılmış; ama kısa zamanda bütün Polonya’nın dikkatini çekmişti.
Basın-Yayın organları onlardan söz eden yayınlar yapıyor; mutfak yarışmalarında Tatar
yemekleriyle ödüller kazanmışlardı. Örneğin 2005 yılında yapılan bölgesel mutfak
yarışmasının birincilik ödülünü valinin elinden almışlardı ve ödül olarak verilen görkemli
kupa, lokantada sergileniyordu.
Köydeki olumlu değişimin somut bir göstergesi de, “Dworek Pod Lipami”
(Ihlamur Altı) adlı oteldi. Geceyi mükemmel bir bahçenin ortasındaki bu otelde geçirdik.
Bohoniki Köyü
Kruşiniani ile Bohoniki köyleri arasındaki mesafe, 20 kilometre…Bohoniki’ye
vardığımızda, ilk iş olarak, yine muhtarı aradık. Evinde yoktu. Doğruca camiye gittik. Bu
caminin bakıcısının adı da Ali. Ama Ali köyde olmadığı için, karısı Zofia Bohdanovicz,
camii açarak bizi gezdirdi. Aile içindeki adı Zuhra olan bu kadının beş çocuğu vardı ve
çocuklarından bazıları, ellerini analarının eteğinden çekmiyorlardı. İkisi oğlan olan beş
çocuğun en büyüğü on üç yaşında, en küçüğü ise henüz beş aylıktı.
Bohoniki köyünde 32 hane var. Bunlardan sadece 6 aile Tatarlara ait ve
köydeki Tatar nüfusu da sadece 24. Diğerleri ise Katolik ve Ortodoks Polonya’lılar olup,
bunların milliyetlerini saptamak mümkün değil. Ancak Kruşiniani gibi Bohoniki de, bütün
ülkede, Tatar köyü olarak bilinmekte; Tatar’lar ülkenin neresinde vefat ederlerse etsinler;
genellikle bu köylerdeki mezarlıklara defnediliyorlar. Bu nedenle, her iki köydeki
mezarlıklarda metfun bulunan insanların sayıları, köylerin nüfusundan çok daha fazladır.
Tatar’lar, köyden kente göç ederek; buldukları işlerde çalışıyorlar. Köyde
kalanların sayısı ise giderek azalmış bulunuyor. Kalanlar ise, çiftçilik yaparak geçimlerini
sağlıyorlar. Ne yazık ki köyde okul yok. Bu nedenle çocuklar 4 kilometre yürüyerek, başka
bir köydeki okula gidip geliyorlar.
Bohoniki Camii de restore edilerek, içindeki eşyalar yenilenmiş. Örneğin
Libya lideri Kaddafi’nin gönderdiğini beyan ettikleri büyük bir halı, camiin ortasına serilmiş.
Ne yazık ki, yenilenmiş olmasına rağmen, camide beş vakit namaz kılınmıyor.Çünkü imam
yok! Aslında cemaat te yok! Her ayın ilk Cuma günleri Sohovola Kasabasından bir imam
gelerek, Cuma namınızı kıldırıyormuş. Ramazan’da sadece yaşlılar oruç tutuyorlar; varlıklı 35 kişi kurban kesiyormuş. Camii gezerken öğrendiğimize göre; Suudi Arabistan
Büyükelçiliği bir Kur’an’ı Kerim, bir avize ve “Allah’ın Dediği Olur” yazılı bir tablo hediye
etmiş. Bu camide de ay-yıldız egemen olduğu halde, T.C.menşeli malzeme, yok denilecek
kadar az! Bir tüccarın getirip hediye ettiği bir avizeyi gösterdiler. Ben de bir Ezan-Kur’an
kaseti armağan ederken Zuhra Kadına şunları söyledim:
“Bu kasetin başında ezan okunmaktadır. Sonra Kuran’ı Kerim’den çeşitli
ayetleri, Türkiye’nin seçkin hafızları okuyorlar. Ezan da Kuran da böyle okunmalıdır; lütfen
eşine de bunları anlat.”
Gerek Kruşiniani, gerekse Bohoniki camilerine bu tür kasetleri götürmemin
sebebi şudur: Çin Halk Cumhuriyeti seyahatimde bazı camileri ziyaret ederken, okunan
ezanları anlayamadığım gibi, makamlarında okunmadığını da müşahede etmiştim.Polonya’da
da böyle bir durumla karşılaşacağımı düşünerek, Diyanet Vakfı satış mağazasından kasetler
almıştım.
Bohoniki Camii, 18.yüzyılda inşa edilmiş. Son restorasyon işi de dört yıl
sürmüş. Zira bunun için gerekli paranın temininde güçlük çekilmiş. Caminin bakıcısı
Zuhra’nın kızkardeşi Eugenia (Zeynep) Radecka da köyün muhtarlığını yapıyor. Muhtar
Hanım bir toplantı için şehre gittiği için kendisiyle görüşemedik, ama kocası Yakub ile uzun
bir sohbette bulunduk. Yakub, eşiyle birlikte Ülkemizi ziyaret etmişler ve İstanbul’u çok
beğenmişler. Ailenin durumu oldukça iyi. Bir hayli toprak satın almışlar ve bu toprakları ekip
biçiyorlar. Ayrıca küçük ve büyük baş hayvanları da var. Keza evi de dayalı döşeli.
Yakub’un evinin duvarını süsleyen bir harita dikkatimi çekip sordum. Yakub,
önce biraz sustu, sonra derin bir iç geçirdikten sonra, parmağını harita üzerinde dolaştırarak;
“buralar II.Dünya Savaşından önceki Tatar köyleridir. Şu köy, en büyük Müslüman köyüdür
ve bu köy şimdi Beyaz Rusya topraklarının içindedir; benim anam da oralıdır.” Sonra dolabı
açıp, anasının fotoğrafını getirip gösterdi.
Anılan iki köye yaptığım ilk seyahat, Polonya’nın komünist sistemle ve Sovyet
güdümünde yönetildiği yıllardaydı. Oraya benden önce gazeteci Artun Ünsal gitmiş ve 27
Aralık 1984 Tarihli Hürriyet Gazetesi’nde gezi izlenimlerini yayımlamıştı. Sohbet esnasında
Yakub bu yazının yer aldığı gazeteyi getirip gösterirken; Türkiye’de yayımlanan bir gazetede
kendisinden ve eşinden söz edilmiş olmasından duyduğu gurur ve onur gözlerinden
okunuyordu. Konuyu pekiştirmek bakımından A.Ünsal’ın yazısını da buraya almakta yarar
görüyorum:
İşte Polonyalı Türkler
Polonya’nın başkenti Varşova’ya 300 kilometre uzaklıkta, Sovyet sınırına çok
yakın tipik bir Polonya köyü, Bohoniki. Ancak, bizlerden birileri yaşıyor burada. Köyün
muhtarı Zeynep Radecka, Hürriyet muhabirine Lehçe “hoş geldiniz” derken, Türk
olduğumuzu duyunca yüzünü daha da tatlılaştırarak hemen “Selamünaleyküm” diye ekliyor.
Bu sırada kocası Yakup da sırtımızdaki gocuğu alıp, bize yer göstermeye çalışıyor.
Zeynep, Yakup ve 17 yaşlarındaki çekik gözlü kızları Meryem, Polonya’da
yaşayan ve sayıları 4000 civarında olan Türk asıllı Tatarlardan yalnız birkaçı. II. Dünya
Savaşı öncesinde Polonya’da bulunan toplam 19 Tatar köyünün şimdilerde sadece ikisi bu
ülkenin sınırları içinde kalmış: Bohoniki ve yaklaşık 30 kilometre uzağındaki Kruşiniani.
Ötekiler ise, Sovyetler Birliği’nde Lituanya ve Beyaz Rusya’da bulunuyor, az ötedeki sınırın
gerisinde…
Evet, bir zamanlar dünyayı titreten Hazar devleti’nin, Altınordu’nun ve Kırım
Hanlığı’nın savaşçılarının torunları bu kişiler. Varşova Üniversitesi Türkoloji Profesörü
Tadeusz Majda, Türk asıllı Tatarların 1410 yıllarından itibaren Lituanya ve Doğu Polonya’ya
geldiklerini anlatıyor.
Polonya Türkleri’nin hemen hepsi Sünni. 16.yüzyıldan sonra anadillerini
kaybetmişler. Lehçe’yi Arap harfleri ile yazmaya çalışan bu halk, sonunda yüzyılların etkisi
karşısında kendi alfabesini de unutmuş. Şimdilerde sadece camilerde, evlerde ve “Mizaru”
dedikleri mezarlıklarda Arap harfli levhalar görülüyor.
Varşova’dan karayolu ile Bialystok’a, oradan da kasaba ve köy yollarını
aşarak vardığımız Bohoniki, herhangi bir Polonya köyünden farksız. Zaten köyde
Polonyalılar da oturuyor. Ne var ki, kısa bir yürüyüşten sonra karşımıza halen tamiratta olan
köyün ahşap camii çıkıyor. Tatarlar ise buraya “Mascidi” diyorlar. Minaresi içinden olan bu
mescidin önünde Ali Bogdanovicz ile karşılaşıyoruz. O da “Selamünaleyküm” diyor. Ama
ağzından Lehçe’den başka bir söz çıkmıyor. Soyadı da zaten Polonya’lılaştırılmış. Muhtar
Zeynep’in evini bize o gösteriyor.
Zeynep, Yakup ve Meryem bizi zorla yemeğe buyur ediyorlar. Konuştuğumuz
dil aynı değil, ama anlaşıyoruz. Varşova Üniversitesi Türkoloji Bölümü öğrencisi Eva
Lothammer mükemmel Türkçe’siyle bize tercümanlık ediyor. Binlerce kilometre öteden
gelen Türk gazetecinin çevresinde toplanan ev halkı kendileri için hazırladıkları koyun
kızartmasına konukları olan bizleri de buyur ediyorlar. Muhtar Zeynep ve eşi Yakup 1981’de
İstanbul’a turist olarak gittiklerini söylüyorlar. “Orası harika bir şehir…Her yeri cami”
diyorlar. Yakup sonra beni içerideki odaya götürüyor. Duvarda İstanbul’dan aldığı bakırdan
bir Sultanahmet Camii tablosu asılı…Hürriyet muhabirini sanki Türkiye’den gelen akrabaları
gibi candan karşılayan ev halkı ile sohbet ediyoruz, tercümanımız Eva’nın aracılığıyla. Sonra
bahçeye çıkılıyor. 17 yaşındaki Meryem, göçebe Türk aşiretlerindeki kızların binlerce yıllık
çevikliği ile bahçedeki atın üstüne biniyor, semerini koşmadan…
Daha sonra birlikte Bohoniki’nin mezarlığına gidiyoruz. Ay_Yıldızlı mezar
taşları üzerinde Arapça dualar ve isimler. Fatma Jasinska, İmam Bogalut, Muchla Najmie,
Muhammed Aleksandroviç, Aisza (Ayşe) Milkamanoviç. Bir başka mezar Chalima (Halime)
Jasinska, Muhtar Zeynep’in anneannesi. Ellerindeki Türk bayrağının Ay-Yıldızı, mezar
taşlarının Ay-Yıldızına karışıyor.
Sıra vedalaşmada. Yakup “Resimlerden isterim ha” diye şakalaşıyor. Saatler
ne kadar çabuk geçmiş. Ama önümüzdeki başka bir Türk köyü daha var. Kruşiniani…
Polonya’nın uçsuz bucaksız ovalarından, ormanlarından yeniden geçiyoruz. Mevsim
nedeniyle, havanın erken karardığı saatlerde, Kruşiniani’deyiz. Sovyet sınırı 10-15 kilometre
ötede…
Köyün ortasında ahşap bir cami. Geleneksel yerel mimariye göre yapıldığı
için, minaresi içinden çıkıyor. Camiin yanındaki evden oldukça yaşlı ve ayağı topallayan bir
kişi çıkıyor. Adı Aleksandr Poplovski. Savaşta Almanlara karşı dövüşmüş. Ceketinin
yakasındaki haçlı madalya, Poplovski’nin kahramanlıklarının bir kanıtı…Poplovski, “Ben
türküm” deyince, birden değişiyor, o da bize hemen “Selamünaleyküm” diyor ve asıl adının
Ali olduğunu söylüyor.
Ali bizi daha sonra evine buyur ediyor. Karısı Havva tavuklarına yem veriyor.
İçeriye giriyoruz. Duvarda dua levhaları, hatta Türkçe “Allah’ın Dediği Olur” levhası bile
var.
Hava iyice karardı. Çaylarımızı bitirdikten sonra yeniden Varşova’ya dönmek
için onlara veda ediyoruz.
Kendi mülkleri topraklar üzerinde çiftçilik yaptıkları için gelirleri yerinde olan
öteki Polonyalı köylülerden hiçbir farkı bulunmayan, ama Allah’ına yakaran, Kur’an’ını
öpen, Ay-Yıldızlı Türk Bayrağını görünce gurur duyan, Polonya’ya candan bağlı ama öz
benliklerini de hiç unutmayan, domuza el sürmeyen ama, Vistula votkasını su gibi deviren
Türk soydaşlarımızdan ayrılıyoruz. Herhangi bir Anadolu kasabasından ayrılır gibi…
Bunlar, bizim ve Artun Ünsal’ın, yıllar önceki gözlemlerimiz …Yaklaşık
yirmi yıl aradan sonra yeniden gittiğimiz Bohoniki’deki durum da Kruşiniani’dekinden
farksız!... Bir tatar köyü olarak bilinen Bohoniki’de sadece 4 tatar aile kalmış. Vaktiyle bir
renkli TV karşılığında toprağını satan Tatar köylüsü, Bialystok veya başka kentlere göç
etmiş. Şimdi dönmek isteyenler varmış ama, sattığı toprağı alabilecek parası olmadığından
dönemiyorlarmış. Kruşiniani’deki gibi, burada da dinlenme evleri yapılıyor ve yeni zengin
Polonyalı’lar gelip buraya yerleşiyorlarmış. Nitekim köyde otel, lokanta vb.gibi yeni yapılar
gözlenmektedir.
Köyden gelip geçenlere gezdirilen camiye bakan Zuhra Hanım yaşlanınca,
yerini kardeşi Eugeniya Radkiyeviç almış. Artık, caminin gezdirilmesi de bir gelir kaynağı
haline getirilmiş. Bunu doğal karşılamak mümkün ama; doğal olmayan şey, bakıcı kadının,
kendi kendine uydurduğu bir dini kisveye bürünüp, doğru dürüst bilmediği, İslamiyet
hakkında, ziyaretçilere bilgi vermeye kalkışmasıdır. Ayrıca, caminin içindeki tüm resim ve
fotoğrafların, Suudi Arabistan manzaralarından oluşması; Türkiye’yi ve dünyanın en güzel
Müslüman kenti olan İstanbul ve camileri ile ilgili bir tek fotoğrafın dahi bulunmaması, bizim
açımızdan düşündürücü olmalıdır.
Download