Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay`ın, İngiliz

advertisement
Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay’ın, İngiliz Muhafazakar Parti’nin
Olağan Kongresinde yaptığı konuşma metni:
AECR Yönetim Kurulundan değerli dostum, Sayın Başkan Geofry,
İngiliz Muhafazakar Parti’nin değerli mensupları, bayanlar, baylar, hepinizi en
içten duygularımla selamlıyorum.
Tabi Sayın Başkan beni 7.5 milyon üyesi olan AK Parti’nin Genel Başkan
Yardımcısı olarak tanıtınca, size bu kadar çok üyeye sahip olmanın sırrını
vermemi istediğini anlıyorum.
Öncelikle, kendi ilk Olağanüstü Kongresini bir ay önce gerçekleştirmiş
olan AK Partinin mensubu olarak son derece etkileyici bir biçimde
gerçekleştirmekte olduğunuz bu parti konferansınızda aranızda bulunmaktan, bu
büyük olaya sizlerle birlikte tanık olmaktan dolayı büyük bir onur duyuyorum.
Konferansınız dolayısıyla tebriklerimi, ve başarı dileklerimi iletmek istiyorum.
13 yaşını yeni aşan tarihiyle AK Parti üç yılda bir toplanan olağan
kongrelerinin şu ana kadar dördüncüsünü iki yıl önce yaptı. Geçtiğimiz ay içinde
ilk defa bir olağanüstü kongre gerçekleştirmiş oldu. Olağanüstü kongre, Genel
Başkanımızın Cumhurbaşkanı seçilmesi dolayısıyla yeni genel Başkanımızı
seçme gerekliliği dolayısıyla yapıldı. Gururla diyebilirim ki, normal şartlarda
çok sıkıntılı yaşanabilecek bu geçiş süreci son derece başarılı ve ne partimize ne
de ülkemize hiç bir sıkıntıya yol açmayacak şekilde gerçekleşti ve kurulduğu
günden beri partimizi ve ülkemizi başarıdan başarıya taşıyan liderimiz Recep
Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı makamına geçerken onun yerine partimizde
katılanların oybirliğiyle eski dışişleri bakanımız sayın Ahmet Davutoğlu Genel
Başkan olarak seçildi ve hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Belki bu noktadan partimizin toplum nezdindeki popülaritesi ve 7.5
milyonu aşan üye sayısını anlamayı sağlayacak bir kaç noktaya değinebilirim.
AK Parti, 12 yıllık iktidarı boyunca her seçimde oylarını artırarak yeniden
iktidara geldi. Türkiye’de hiç yaşanmamış, bildiğim kadarıyla Avrupa
demokrasi tarihinde de hiç olmadığı kadarıyla 9 seçimi art arda oylarını sürekli,
doğrusal bir grafik çizisiyle artırarak kazanan bir parti olmuştur. 3 yerel, üç
parlamento, iki referandum ve en son cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte AK
Parti şimdiye kadar girdiği bütün seçimlerden rakipsiz bir biçimde çıkmıştır.
Bunun sırrının ne olduğunu soracak olursanız, en önemli sırrı, siyaseti seçmenle
yapılan bir sözleşme olarak görüp bu sözleşmenin kurallarına sadık kalmak
olarak ifade edebilirim.
Partimiz hangi alana el atılacak olursa o alanda bir bakıma sessiz bir
devrim yaşattı. Halka ne vaat ettiyse onu fazlasıyla gerçekleştirdi.
Gerçekleştiremeyeceği bir vaatte bulunmadı. Böylece halkıyla, seçmeniyle
1
güçlü bir diyalog kurdu. Seçmenine sadakatini gösterince seçmenin vefasını ve
takdirini celp etti.
Sağlıkta, ulaşımda, eğitimde, demokratikleşmede ve her seviyede
sergilediği performansla her geçen gün halkla olan organik bütünlüğünü ve
diyaloğunu daha da artırdı.
Ülkeyi yönettiği 12 yıl içinde AK Parti, Türkiye’de hemen her alanda
gerçek anlamda bir sessiz devrim gerçekleştirdi. Türkiye bu esnada demokratik
devrim yaşadı.
Türkiye tarihinde askeri darbelerden ve başta askeri kurumlar olmak üzere
bir çok siyaset dışı unsurun vesayetçi baskısından oldukça mustarip olmuştur.
AK Parti, iktidara geldiği günden itibaren her zaman darbeye ve her türlü
vesayet teşebbüsüne karşı bir tutum sergilemiş, demokrasinin ve siyasetin
savunucusu olmuş, bu konuda vesayete eğilimli olan kurumları da demokratik
sistemde olması gereken noktaya çekmiştir. Aynı zamanda insan hakları
alanında da büyük ilerlemeler kaydetmiştir.
Bu nokta tam da Türkiye’nin AB ile müzakereleriyle ilgili deneyimlerine
dair benden beklenen konuşmaya geçmemiz gereken yerdir. Dürüst olmak
gerekirse, AB uyum sureci, demokratikleşme paketlerinin hayata geçirilmesinde
ve Türkiye'de demokrasinin geliştirilmesinde önemli bir faktör olmuştur. Burada
Muhafazakâr Parti’nin AB’ye karşı kuşkulu ve eleştirel yaklaşan tutumunu
biliyorum. AB’nin giderek bir Avrupa Birleşik Devletleri gibi alabildiğine
merkezi bir müdahaleciliğe, hatta vesayetçiliğe doğru gitme tehlikesini
görüyoruz. AB tabii ki, ülkelerin kültürel farklılıklarını, koşullarını gözönünde
bulundurmalı ki, biz de bu konuda oldukça mustaribiz. Bir türlü açılamayan,
açıldığında kapanamayan fasılların hepsinde Türkiye’nin tek taraflı olarak
sorumlu kılınması kabul edilemez. Müzakerelerde AB’nin aşırı merkeziyetçiliğe
doğru giden ve ülkelerin koşullarını göz önünde bulundurmayan yaklaşımının
bedelini en çok biz ödemiş oluyoruz. Doğrusu, bir milyondan az nüfusuyla
Birliğe çok erkenden ve yeterli müzakere yapılmadan alınmış olan Kıbrıs bugün
AB ile bir çok müzakere fasıllarımızın açılmasının veya açılanlarının
kapatılmasının önünde engel teşkil ediyor. Türkiye’nin AB ile ilişkileri Kıbrıs
meselesinden çok daha önce başlamış, buna rağmen Kıbrıs meselesi AB
müzakerelerinde fasılların bloke edilmesinin nedeni olmuştur.
Elbette ki AB'nin bazı yönlerini, yaklaşımlarını ve tutumlarını
eleştiriyoruz, ancak dürüst olmak gerekirse demokratikleşme sürecinde ve
yönetim konusundaki bir çok meselelerde kendi reformlarımızı yaparken AB
süreci bizim için son derece faydalı ve yardımcı oldu. Ancak AB’ye katılım
iradesinin AK Parti’nin bir tercihi olduğunu hatırlatmak isterim. AK Parti bugün
ulaşılmış olan hedefleri gerçekleştirmeyi strateji olarak benimsedikten sonra AB
sürecinin bu hedeflerin gerçekleşmesinde fonksiyonel olacağını biliyordu. Yani
2
AK Parti’nin Türkiye vizyonu ile AB hedeflerinin örtüşüyor olduğunu söylemek
daha doğru olur.
Bugün de AK Parti ve hükümet AB üyeliği hususundaki kararlılığını
sürdürmektedir. Bununla birlikte Türkiye halkının bu sürece olan inancını
zaman zaman tamamen kaybetmiyorsa epeyce azalttığını da kaydetmek isterim.
AB tarafından gelen seslere ve bazı tavırlara, yavaşlatıcı ve kültürel tepkilere
bağlı olarak Türkiye halkı, AB tarafının bu süreçteki samimiyetine şüpheyle
yaklaşmaktadır. Bu yavaşlatıcı etkiler ve AB’den gelen bazı sesler AB’nin
birilerince bir Hıristiyan Kulübü olarak algılandığını gösteriyor. Bu sesler
kuşkusuz AB’ye karşı Türkiye’de oluşan tereddütleri daha da tetikliyor.
Aslında bu noktada belirtmem gerekir ki, Türkiye artık 12 yıl önceki
Türkiye değildir. 12 yıl önce bir ekonomik ve siyasi krizden çıkmış ve AB’ye
muhtemelen yük olmasından endişe edilebilecek bir Türkiye vardı. Bugünse bir
yandan ekonomik ve siyasi krizler yaşamış bir AB var karşımızda. Türkiye’nin
bugünkü gelişimi ve AB'nin bu durumu göz önüne alındığında şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Türkiye AB'ye yük olmaya değil, yük almaya hazır bir ülkedir.
Tabii ki, müzakere olmadan hiçbir hedefe ulaşılamayacağını biliyoruz. Türkiye
AB fikrinin daha doğru bir yöne evrilmesi noktasında da katkı yapacak bir
durumdadır.
AB tek başına kendine ördüğü dünyada kalamaz. Dünyada olup biten
herşey artık herkesi ilgilendiriyor. Ortadoğu’da yaşanmakta olanlar AB
ülkelerini de büyük ölçüde ilgilendiriyor. Türkiye Müslüman ve demokratik bir
ülkedir. Müslüman dünyasında demokrasinin temsili ve önemli bir pratiğini
ortaya koymaktadır. Tabii ki, hepimizin bugünlerde ilgisini ve endişesini
harekete geçiren IŞİD, dünyada başka herkesten önce Türkiye için bir tehdittir.
IŞİD elbetteki tüm dünyanın da sorunudur ve hiç şüphesiz bir terör örgütüdür.
İsmini “İslam Devleti” olarak değiştiren veya kısaltan bu örgütün ne devlet ne
de İslam olduğunu herkesin bilmesi gerekiyor. O yüzden aslında biz bu
isimlendirmenin bu kadar yaygınlaşmasına karşı da bir tepki ortaya koymalıyız.
İslam markası o kadar kolay kaçırılamamalı. Türkiye’nin yakın zamana kadar
örgütün elinde 49 rehinesi vardı. Bu rehineleri çok şükür örgütün elinden aldık.
Ancak örgütün bu arada İslam’ı kaçırmış olduğunu, İslam kelimesini ve İslam’a
ilişkin bütün olumlu derin tarihimizi rehin almış olduğunu da bu vesileyle
hatırlatmak isterim.
İslam’ın bu topraklardaki yüzyıllar süren devlet yönetiminde gördüğümüz
tek şey çeşitlilik ve bugün Avrupa’da bir değer olarak keşfedilmiş görünen
çokkültürlülüktür. Osmanlı, Selçuklu, Emevi ve Abbasi devlet yönetimleri
altında bütün dinlerin, mezheplerin ve kavimlerin bir arada yaşadıklarını
görürsünüz. Bunların hepsi birer İslami devlet pratiğiydi. Hatta ondokuzuncu
yüzyılda bir çok doğubilimi uzmanı bu durumu “mozaik toplum” nitelemesiyle
kusurlu bile bulmuştu. Oysa bu çeşitlilik Müslümanların homojen bir toplum
yaratma konusundaki zayıflığının değil, İslam toplumunda başkalarına
3
gösterilen saygının ifadesiydi. IŞİD’in İslam Devleti adı altında kendinden
başkalarına karşı sergilediği dışlayıcı ve imha edici tutumu İslam’a da bu
topraklara da son derece yabancı.
Ancak, işin burasında IŞİD’in nasıl ortaya çıktığını da iyi anlamak
gerekiyor. IŞİD bir boşlukta ortaya çıkmadı, gökten de buralara inmedi.
Yaklaşımı bu topraklara yabancı ama ortaya çıkışı bu toprakların zemininde
oldu. Bir sosyolojik ve siyasi arkaplanı var. Açıkçası buralarda demokratik ve
siyasi kanalların tıkanmış olmasının, bu ülkenin insanını haklarını, kimliklerini
hiçe sayan diktatörce yaklaşımların ve askeri darbelerin çok önemli bir etkisi
var. Sosyolojik bir kuraldır: siyasi ve demokratik ifade kanalları kapandığında
insanlar başka kanallara yönelir. Bugün Suriye’de üçyüzbinden fazla insanın bir
diktatörün eliyle katledildiğini ve dünyanın bu diktatöre karşı toleransının hala
tükenmemiş olduğunu görüyoruz. Zulme tolerans devam ettikçe burada dökülen
kanların biriktirdiği bir öfke de varlığını güçlendirir. Aynı şey Irak’da 2003
sonrası oluşan tabloda da karşımıza çıktı. Herkesi kucaklamaktan uzak,
koalisyon güçlerinin gözetiminde gerçekleşen aşırı ayırımcı ve intikamcı bir
yönetim buralarda öfke ve intikam duygularının birikimine yol açmıştır.
Henüz kimsenin dikkat etmediği bir başkasını söyleyeyim: Mısır’da bir
askeri darbe oldu. İlk defa, öyle yüzde 99 ile veya 97 ile değil, gerçek bir seçim
rakamı ile, yüzde 52 ile seçilmiş bir cumhurbaşkanına karşı bir askeri darbe
gerçekleşti. Bu darbe Mursi’yi demokrasiye yeterince sadık olmamakla
suçlayarak kendine bir alan açtı. Ancak darbe yapılır yapılmaz bütün muhalif
televizyon kanalları kapatıldı. Kendi oylarına sahip çıkmak üzere barışçıl gösteri
yapmakta olan 3 bin kişi sadece bir gün içinde darbecilerin açtığı ateş sonucunda
hayatını kaybetti. 40 binin üstünde insan tutuklandı, bir çoğu ülkesini terk etmek
zorunda kaldı, çünkü rastgele yapılan tutuklamalar ve mahkemelerde yirmi
dakika içinde yüzlerce kişiye idam cezası verilebiliyor. Ne yazık ki bu kadar
insan hakkı ihlalinin olduğu bir ülkede yaşanan askeri darbeye darbe demekten
bile çekinildi. Bu durum Mısır’da insanların demokrasiye olan inancını yok
etmeyip ne yapar? Ne yazık ki, bütün bu maruz kaldıkları haksızlıklara rağmen
barışçıl protestolardan ve tepkilerden hiç sapmayan Müslüman Kardeşlerin bu
tutumu genç kuşaklar tarafından gereksizce barışçıl bulunmakta ve oralarda da
yeni bir şiddet dalgasının haberlerini vermektedir. Çünkü Mısır halkına bütün bu
haksızlıkları ve baskıları yapan darbe demokrasi adına yapıldı ve demokratik
dünyadan gereken tepkiyi görmedi, hatta daha fazlası cesaret ve teşvik gördü.
Bu durum kitlelerin demokrasiye olan inancını zayıflattı, insanlar gerçek bir
sonucun ancak şiddetle alınabileceği inancına meylediyorlar.
Oysa halkı Müslüman olan bir ülke olarak Türkiye’de bir İslami terör ve
şiddet sorunu görmüyoruz. Açıkçası bunun sebebi de demokrasi ve siyasetin
işliyor olmasıdır. Bu kanallar çalıştıkça insanlar kendilerini başka yollarla, örneğin şiddete ve aşırılığa meylederek- ifade etme ihtiyacı hissetmezler.
Baylar bayanlar
4
Sözlerimin sonunda İngiltere’deki kardeş Muhafazakar Parti’nin
konferansının başarılı geçmesini diliyor, hepinize saygılar sunuyorum.
Dinleyici Sorusu: Türkiye’de AB süreci son zamanlarda yeniden
hatırlanmış mı oldu?
Yeniden hatırlandı demek doğru olmaz. Doğrusu, Türkiye, konuşmamda
da dediğim gibi biraz da AB’den gelen tavırlara ve seslere göre temposunu
ayarlamak durumunda kalıyor. Türkiye en azından AK Parti iktidara geldiği
günden beri stratejik hedefini AB’ye üyelik olarak belirlemiştir; ancak bu ilişki
tek taraflı bir ilişki değildir. AB’deki gelişmeler, son zamanlarda yaşanan sağın
yükselişi ve buna AB politikacılarının verdiği cevaplar Türkiye halkında da
mukabil bir tavır oluşturmaktadır. Ama süreç bazı dalgalanmalarla birlikte
devam ediyor.
Aynı dinleyicinin ikinci sorusu: Türkiye laiklik konusunda
Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu çizgiden ne kadar uzaklaştı.
Türkiye laiklikten uzaklaşmış değildir. Diyebilirim ki, şimdiye kadar
Türkiye’de uygulanan laikliğin, sizin anladığınız anlamda laiklikle hiç bir
ilişkisi yoktu. Laiklik bizatihi diğer dinler üzerinde baskı kuran alternatif bir din
gibi algılandı. Kendine ait ritüelleri ve inançları olan bir din. Biz ise laikliği
gerçek anlamına kavuşturduk. Laikliği bir din ve vicdan özgürlüğü olarak
uyguladık ve bugün Türkiye bu anlamda ilk zamanlardakinden bile daha laik bir
ülkedir. Din ve vicdan özgürlüğünün sadece Müslümanlara yaşatıldığı bir ülke
de değil bugün Türkiye; aksine gayri Müslimlerin haklarının da garanti altına
alındığı bir durum sözkonusu. Örneğin, bugün gayrı Müslim vakıflara ait gayrı
menkullerin iadesi işlemi bu dönemde yapılmaya başlandı ve bu süreç içinde
sadece geçtiğimiz üç yıl içinde 3 milyar dolara yakın tutarda mülk gayrı müslim
vakıflara iade edildi.
5
Download