i_65_docx

advertisement
BİZİM SOYUMUZ, BİZİM BOYUMUZ OLAN “SALUR BOYU” NUN
BELGELERLE ULAŞABİLDİĞİMİZ TARİHÇE ÖYKÜSÜ
24 Oğuz Boyu’nun listesinde, ÜÇOKLAR’ın yer aldığı 12 Boydan, DAĞHAN
OĞULLARI ile çalışmayı seçen 4 boyun en başında “SALUR BOYU” yer almaktadır. Bir
“DEDE’ye ortalama 50 yaş vererek hesaplamaya giriştiğimizde; Köyümüzün Üçüncü Kuşağı
olan bizler 41.ci DEDE oluyoruz. Biz 41.ci Dede’den geriye doğru; (Dedemin dedesi,
dedemin dedesinin dedesi… diyerek ) 40 DEDE saydığımızda, (M:Ö. 220 yılına, 2009
yılından tam 2229 yıl geriye) SALUR BOYUNU kuran dedelerimize ulaşmış oluruz. Bu
tarihten başlayarak dedelerimizi izlemeye, neler yaptıklarını öğrenmeye ve onları tanımaya
çalışacağız. Tarihçe Öykümüze, 1878 Plevne Destanı’nı yazan ve köyümüzü kuran
DEDE’lerimizi tanımakla başlamış ve 1878 yılından 15 DEDE geriye doğru araştırmalarımızı
sürdürerek, 558 yıl öncesine kadar; elde ettiğimiz belgeler sayesinde, 1320’li yıllarda
“Germiyanoğulları Beyliği” sınırları içersinde konar- göçer yaşayan DEDE’lerimize
ulaşmıştık. Tarihçe Öykümüzün Birinci ve İkinci Bölümleri boyunca; 1320 tarihinden
itibaren, kendileriyle birlikte Bursa’yı aldığımız, bir kısmını burada bırakıp bir kısmıyla
Rumeli’ye geçtiğimiz, Yıldırım Bayezit’i enişte yaptığımız, Boyumuz Beyi Doğan Bey ile
Niğbolu, Plevne ve Lofça’yı fethedip buralarda yerleşik düzene geçtiğimiz; sonrasında Plevne
Destanı’nı yazarak tarihe geçtiğimiz ve ardından göç edip bu günkü köyümüzü kurup
yerleştiğimiz DEDE lerimizi, tarih sayfalarında yer alan belgeler sayesinde tanıdık,
yaşamlarını öğrendik ve onlarla onur duyduk. Ama geriye doğru daha 25 DEDE’miz kalmıştı.
Acaba onlar nasıl yaşamışlar, neler yapmışlardı?..
1975 yılı sonrasında bu doğrultuda araştırmalara başladık; yeni elde edilen belgeleri
izleyerek, yeni okunan Orhun Yazıtlarına ulaşarak, araştırmalara ‘1984 sonrası açılan
Osmanlı Arşivlerine girerek,’ uzun bir çalışma sonucunda (2009 yılında) aradıklarımızı elde
edebildik. SALUR BOYUMUZUN, Orta Asya’da geçen yaklaşık 1300 yılını ve1071
Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya gelişini; konar – göçer olarak yurt edindiği yerleri
araştırıp bulduk. Tarihçe Öykümüzün bu bölümünde sizlerle, henüz tanımadığımız 25
DEDE’mizin yaşam öykülerini paylaşacak; kendileriyle Tarih sayfalarında dolaşacak,
yaşamlarına ortak olacak ve Tarihçe Öykümüze başladığımız, 1320 yılında Germiyanoğulları
Beyliği’ne hep birlikte gelip, Tarihçe Öykümüzü tamamlamış olacağız.
* * * * *
Oğuz Kağan, Bilgesi olan Uluğ Türk’le ‘Boy Sistemi’ni yaşama geçirmek için 6 oğlunu
görevlendirmiş; üçünü doğuya, üçünü de batıya göndermişti. Batı Türkistana giden üç
oğlundan DAĞHAN, dönerken beraberinde atlarına binmiş on asker ve başlarında Boy
Beyleri GÖKTEKİN KAZAN’ı ve Boylarının Bilgesi ATABEK’lerini de getirmişti. Hüner ve
ustalıklarını yerinde görüp hayran olduğu bir boyun, babası tarafından daha yakından
görülmesi ve izlenmesi için de bu mangayı yanında getirmeyi uygun görmüştü. Gösteri için
bütün hazırlıklar yapılmış; Oğuz Kağan’ın Büyük Otağı önünde manga yerini almış,
heyecanla verilecek ‘başla’ komutunu bekliyorlardı. Verilen komutla birlikte, ilk bölüm olan
‘isabetli ok atışları’na geçildi. 5 Asker; yaylarındaki gövdelerine iple bağlanmış ve keçeden
yapılmış kuş figürlerini taşıyan oklarını gökyüzüne doğru fırlatıyorlardı. Bu iş yapılırken
diğer 5 asker de yaylarına takılmış okları, gökyüzünde uçan kuştan farkları olmayan oklardaki
kuş figürlerine nişanlayıp atmak üzere bekliyorlardı. Bu çok iddaalı bir gösteriydi. Bir serçe
kuşu büyüklüğünde, duran bir hedefi bile 100 metre mesafeden vurmak her babayiğidin harcı
değilken, hareket eden bir hedefi sektirmeden vurmak, akıl ötesi bir başarı sayılırdı. Kuş
figürlü oklar atılırken Boybeyi GÖKTEKİN KAZAN’ın ‘Hazrol!’ komutu ile vurucu tim yay
ve oklarını atılan hedefe doğrulttular. Ardından GÖKTEKİN’in saniye süren komutu duyuldu:
‘SAL –UR’(SAL= BIRAK, UR= VUR anlamında olup; Nişan al! Hedefi gör ve izle! Oku
Bırak ve Vur! Komutlarının, uzun süren talimler sonucu, ustalaşan askerlere verilen
kısaltılmış SAL-UR komutudur.) atılan 5 ok da gökyüzündeki keçe kuş figürlerine saplanmış
olarak Oğuz Kağan’nın ayakları dibine düşmüştü. GÖKTEKİN KAZAN selâm verip; ayni
gösteriyi 3 kez yineledi ve hiç karavana atan olmadı. Alanı bir alkış sesi ve takdir çığlıkları
kapladı. İkinci gösteriye geçildi. Meydan atların koşacağı kadar açıldı. Manga 5’şer kişilik iki
takıma ayrılıp; bir ellerinde kargıları, bir ellerinde kalkanları, bellerinde kılıç, balta ve
gürzleri, sırtlarında ok sadakları ve yayları olmak üzere, açılan alanın iki başındaki yerlerini
aldılar. Her asker, Oğuz Kağan’a dönüp selâm verdikten sonra, kendine özgü tiz bir ıslık
çaldı. Ormanın içinden kişneyerek gelen at, ıslığı çalan askerin yanına gelip durdu. 10 atın
hiçbiri ıslığın kimin tarafından çalındığını şaşırmamıştı. Kişnemeye devam eden ve sağ
ayakları ile toprağı eşip şahlanmaya hazır bekleyen atların üzerine sıçrayarak binen askerler,
dizginleri ellerine almadan, dizleriyle atlarını yönlendirerek gösterilerine başladılar.
Birbirlerine kargı fırlatıp kalkanlarıyla savunarak cirit gösterisi yaptılar. Yerde olan ciriti
atından hiç inmeden ve dörtnal giderken: atının da eğilmesini sağlayarak ustalıkla aldılar.
Meydana konulan keçeden düşman figürlerini, dörtnal giderken bir vuruşta ikiye böldüler.
Oklarıyla birbirlerinin başlarındaki börtüleri vurup uçurarak herkesi güldürdüler. Ağaçlara
asılmış keçe kuş figürlerini dörtnal giden atlarından attıkları oklarla vurdular ve gösteri
bitiminde atlarını Oğuz Kağan’ın önüne sürüp, ön ayakları üzerine diz çöktürerek,
kendileriyle birlikte selâm verdirdiler. Alanı dolduran herkes gördüklerine inanamamış
olmanın şaşkınlığı içinde; takdir çığlıkları atarak, ıslık çalarak ve alkış tutarak göstericileri
selâmladılar.
Oğuz Kağan ve Bilge Uluğ Türk yerlerinden kalkıp, Boybeyi GÖKTEKİN KAZAN’ ın
yanına geldiler. Oğuz Kağan: ” Bu hüner ve ustalığınız ile gösterdiğiniz askeri disiplin,
Türklerin hepsine örnek olsun. Bilgem Uluğ Türk de sizlere ERLİK BOY ADINIZI
KOYSUN. Sizin boyunuz da Oğuz Boylarının ilki olsun.” Övgüsünde bulundu. Bilge Uluğ
Türk’de : “ Soy Soyladı, Boy Boyladı. Bundan sonra boyunuzun ERLİK ADI, SALUR oldu.
Adınızı ben verdim. Yaşınızı ve başarınızı Tanrı versin. Boyunuzda yetişen Bilge Atabek’ler
(Atabey’ler, Atalık’lar = Çocukları ve askerleri eğitip öğreten değerli Bilim adamları,
Öğretmenler ve Kumandanlar) sizin çocuklarınızı yetiştirdiği gibi, hepimizin çocuklarını da
yetiştirsin. Yaptığınız yay ve oklar hepimize yetsin. Her erimiz hedefine sizin gibi erişsin. Her
atımız sizin atlarınız gibi kişnesin ve sahibini dinlesin. Sizin SALUR BOYU’nun bundan
sonraki hüner ve ustalıklarını herkes, SALUR BOYU Atabek, Bilge ve ustalarından bilip
öğrensin.” Konuşmasıyla; ulaşabilğimiz ilk DEDE’lerimize boy adımızı vermiş oldu. Yapılan
bu törenden sonra Salur Boyu Türklerin Tarihindeki önemli yerini almış oldu…
Tarihte, Salur Boyu’nun ilk Beyi olarak bilinen GÖKTEKİN KAZAN, 800 çadırlık
Oymağına ve 30’zar çadırlık 9 Obasına döndüğünde, öncülerin getirdiği kutlu haberle herkes
şölen hazırlığındaydı. Göktekin Kazan; Oğuz Kağan tarafından Oymağına verilen yetki, görev
ve sorumlulukları sıraladıktan sonra 3 gün, 3 gece şölen yapıp kopuz ve kös çaldılar, türkü
söyleyip mani düzdüler. Ozan – âşık atışması yaptılar. At binip cirit attılar. Kıspet giyip güreş
tuttular. Ormanda sürek avı düzenleyip talim ettiler. Şölen sona erince Oymak İstişare Kurulu
toplanıp, Boylarına verilen yetki, görev ve sorumlulukların hepsini anlatacak ve Boy
Bayraklarında yer alacak cümleyi belirlediler ve bayraklarının her iki yüzünün en alt tarafına
yazmaya karar verdiler. “NEREYE VARSA, KILIÇ VE ÇOMAĞI (kargısı, mızrağı) İŞ
GÖRÜR” Boyları için seçtikleri Gökbayrak üzerine; daha öncelerden seçmiş bulundukları
Ongun Kuş’u koydular. ( Ongun Kuş =Uğurlu Kuş: Şaman inanışına göre, her kuş ölmüş olan
bir kahramanın ruhunu taşır ve ait olduğu topluluğa kuş olarak yol gösterir. Bu nedenle de her
boy, bayraklarının üzerine, kendilerine yakın buldukları ve uğurlu saydıkları kuşu simge
olarak koyarlar ve bu kuşun ötüşünü de “savaş çığlığı – savaş narası” olarak çıkarırlar.) Salur
Boyu’nun Ongunu; kartal ile şahin arasında yer alan, daha çok şahin cinsinden yırtıcı bir kuş
olan UC adını verdikleri kuş ve savaş çığlıkları da UC kuşunun avına saldırırken çıkardığı
sesti. Yine bayraklarının üzerine ‘ET ‘KISIM’olarak, gövdesi kemikten yapılmış bir ok
seçtiler. Oğuzca’da ‘S’ harfi olarak kullanılan harf karakterini de DAMGA (Mühür) olarak
belirlediler. Bu sonucu, DAĞHAN’ın onayına sundular. DAĞHAN düşüncelerini çok beğendi
ve yönetimi altında bulunan 4 boyun da kendi damgalarını vurup bu bayrağı, DAĞHAN
OĞULLARI BAYRAĞI olarak kullanmalarına karar verdi.
SALUR BOYU İNSANLARININ SOSYAL YAŞAMLARI
40 DEDE (GÖBEK) önceki atalarımızı daha iyi tanıyabilmek için; nerelerde yurt
kurdukları, nasıl yaşadıkları, nasıl geçindikleri, ne giydikleri, ne yeyip içtikleri; nasıl
komşuluk edip, akrabalık ilişkilerini nasıl sürdürdükleri, çocuklarını nasıl eğittikleri, nasıl
evlendikleri ve ölülerini nasıl gömdükleri konularında da bilgi edinmemiz gerekir. Boyumuz,
genel olarak diğer TÜRK Boylarıyla bir arada yaşadıklarından ve birbirleriyle sosyal
ilişkilerde bulunduklarından, bazı özellikleri dışında ayni yaşam tarzı ve davranış biçimleri
içersindedirler.
Salur Boyu; Orta Asya’nın Batı Türkistan denilen bölümünde, Aral Gölü’ne dökülen
Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) nehirlerinin arasındaki Maverahünnehir (iki nehir
arası) denilen verimli toprakları KIŞLAK olarak yurt edinmişti. İlkbahar, yaz ve sonbahar
mevsimlerinde, Hazar Denizi’nin çevrelerinde, Anadolu’nun Kuzeyine, Karadeniz kıyılarına,
Yeşilırmak kıyılarına kadar gelip otlak yurtlar edinmişti. Kış gelince Maverahünnehir’e
dönüyor, ilkbaharla birlikte konar – göçer yaşamına başlayıp; koyun, keçi, at, sığır, deve ve
benzeri olarak besleyip büyüttükleri ve ürünleriyle geçimlerini sağladıkları hayvanlarıyla
birlikte, en güzel otlaklara ulaşmak için dolaşmaya başlıyorlardı.
Bu günkü köy karşılığı sayılacak 10- 30 arası ailenin (çadırın) yer aldığı Oba ve bu günkü
kasabaların karşılığı sayılacak 100 -500 ailenin (çadırın) yer aldığı Oymak adı verilen göçebe
yerleşim yerleri vardı. Oba başlarında bulunan beyler, oymak başlarında bulunan beylere
bağlıydı. Birbirleriyle her yönden dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunurlardı. Çok
yaşlılar ve hastalar kışlaklarda kalır ve birbirlerine emanet edilirdi. Hep birlikte göçe karar
verirler, hep birlikte otlak ararlar, birbirlerine yakın konarlar ve birbirlerinin yardımına
koşacak kadar yakın mesafede göçerlerdi. Besledikleri hayvanların ancak onda birini keserek
yerler; diğerlerini sürülerine katar ve süt ürünlerinden beslenirlerdi. Her sabah gün ışımadan
sağılan sütlerden sonra mallar otlağa çıkar; Oba ve Oymakta kalanlar da sütten yağ, yoğurt,
ayran, peynir, çökelek, ekşimik gibi ürünler yaparlardı. Atalarımızın özel bir maya mantarıyla
mayaladıkları keçi ve inek sütünden yaptıkları, hastalıklardan koruyucu kefir adlı içecek, bu
yıllarımızda bile kullanılmaktadır. Kısrakların sütünü de sağarlar, kımız adını verdikleri Türk
içkisi yaparlar, şölenlerde ve eğlencelerde içerlerdi. Kırkılan yünler yıkanıp eğirilir ve
örülmeye başlanır; bazı yün ve keçi kılları karıştırılarak dövülüp keçe yapılır; çadır
yapımından, giyim eşyasına, at bellemesinden yatak yapımına kadar bu ürün kullanılırdı.
Beslenen ve avlanılan hayvanların deri ve kemiklerinden başta çizme ve kalkan olmak üzere,
at eğeri, yay kirişi, ok gövdesi olmak üzere, tarak, bıçak sapı ve kını, Kılıç sapı ve kargı; bu
işlerin ustaları tarafından, yeni yetişecek çıraklarla birlikte üretilirdi. Bir Oba veya Oymakta
boş gezen, aylaklık eden hiç kimse bulunmaz ve barınamazdı. Kışlaklarda kalan çok yaşlı
veya hasta olanlarla, onlara hizmet için kalanlar bile çalışırlar; Maveraünnehir’in verimli
topraklarında, başta pamuk ve mısır olmak üzere sebze ve meyve yetiştirirlerdi. Kurdukları
tezgâhlarda pamuktan dokumalar yapar; bitkilerden, topraktan ve madenlerden elde ettikleri
boyalarla (bitkilerden elde edilen ‘aşıkırmızı kökboyası’ bu günümüzde de kullanılmaktadır)
boyarlar ve giyim eşyaları dikerlerdi. Otlak Yurtlarında yaşam, akşam sütlerinin sağılması ve
ürün elde edilmesiyle; herkesin üzerine aldığı görevi noksansız yerine getirmesiyle devam
eder; eğer keyifler yerindeyse yapılan gece eğlenceleriyle birlikte sona ererdi. Çocuklardan
kız olanlar annelerinin işlerine; erkek olanlar da babalarının işlerine yardımcı olurlar;
kardeşlerine bakarlar ve yaşları geldiğinde Bilgeler tarafından eğitilip öğretilirler; askeri
komutanlardan da talim alarak; çıkacak savaşta görev almaya hazır hale gelirlerdi.
Boyumuzun Kışlaklarını ve otlak yurtlarını bilen; hangi aylarda nerelerde konduklarını
izleyen, komşu ülke tüccarları; deve, at, eşek ve katır kervanlarıyla yüklü gelirler ve yüklü
dönerlerdi. Boyumuz insanları, ürettiklerini tüccarların getirdikleri kendilerinde bulunmayan
mal ve eşyalarla takas ederler ve gereksinimlerini karşılarlardı. Bu alış verişlerde para
kullanılmaz; Boy Beyi, Oymak Beyi veya Oba Beyi ile pazarlık yapılıp mal karşılığı mal
verilirdi. Özellikle Çinli tüccarlardan ipekli kumaş, halı, ayna, boncuk, şeker, pirinç; Hintli
tüccarlardan baharat, kumaş, yazma, yemeni, inci, boncuk, altın, takı; İranlı tüccarlardan
şarap, kuru üzüm, halı, darı, iğne, iplik, hançer, bıçak, kılıç gibi ürünler alınır ve karşılığında;
at, yay, ok, kargı, kılıç, kama, kalkan,at nalı, et ve süt ürünleri ile diğer hayvan ürünleri
verilirdi. Çevredeki komşu ülkelerden yerleşik düzene geçmiş ve toprak tarımına başlamış
olanların çoğu, Horasan ve Maveraünnehir halkının tümü, gereksinimlerini boyumuzdan ve
diğer Türk boylarından bu ticaret yoluyla sağlıyorlardı. Boyumuzun her yerleşim birimi, daha
önceki sayfalarımızda dile getirdiğimiz gibi, vergilerini veriyor ve erkek kadın ayrımı
gözetmeksizin aile bireylerini asker olarak yetiştiriyordu.
Demir dövenlerin, demiri çelik yapanların ve demirden araç gereç yapanların yerleri ve
saygınlıkları ayrıydı. Usta mertebesine yükselenler, çadırdan atölyelerini, at arabaları
yardımıyla her yere taşırlar ve işlerine devam ederlerdi. Yanlarına aldıkları; kendi boylarından
ve diğer boylardan çıraklarını büyük bir özenle yetiştirirler, ustalıklarının püf noktasını
‘ustalık sırlarını’ en son noktaya (diploma törenine) kadar saklarlar; hak etmeyene sırlarını
vermezlerdi. ‘Çeliğe su vermek’ bu sırların önde geleniydi. Kargı, kılıç, kalkan ok ucu, kama,
hançer, balta, at nalı, araba tekerlek çemberi, çivi, mıh ve zırh araç ve gereçlerini; Boy
Sistemi işlerlik kazandıktan sonra seri halde üretirler; İl (Devlet) askerlerine yetecek kadarını
ayırıp diğerlerini de satarlardı.
Boyumuza SALUR adını veren yay ve ok yapma sanatıyla birlikte; yay kullanma ve ok
atma becerilerini kazandırma öğretme ve eğitme kursları; özellikle Oğuz Kağan’ın önünde
yapılan gösteri sonucu, Hun Devleti’nin dört köşesinde ve komşu ülkelerde destan gibi
anlatılmaya başlanmıştı. O zamana kadar, ustalar kendi beceri, yetenekleriyle ve uygun
gördükleri ölçülerle yay ve ok üretiyorlardı. Bunların kullanılmasıyla da ilgilenen ustalar; ilk
kullanma tariflerinden sonra, yay ve oku alanın yeteneğini geliştirmesini istiyor ve ‘YAY
ÇEKME, OK ATMA’ ustalığını zamana bırakıyordu. Oğuz Kağan, gösteride kullanılan yay
ve okların başkalarından daha farklı olduklarını sezmiş; eline alarak yakından incelemiş ve
Göktekin Kazan ile Bilgesinden bilgiler almıştı. Aldığı bu bilgilerin doğruluğunu sınamak
için de kendi okçularından birisine, gösteride kullanılan yay ve oku vererek ‘SAL – UR’
komutunu kendisi vermiş ama askeri yay kirişini bile çekmekte zorlanmıştı. Bilgesi Uluğ
Türk: ”Gördünüz, yay ve ok yapmak kadar; yay çekmek ve ok atmak da ustalık ve talim
istiyor. Ordumuzun düşmanlarından üstün duruma geçmesi bu ustalık ve yapılacak talimler
sonucu olacaktır. SALUR Boyu öncümüzdür.” Konuşmasıyla, boyumuza Hun Devleti
askerleri için hem yay ve ok üretme, hem de talimle, ‘YAY ÇEKME, OK ATMA’ eğitim ve
öğretimini vermişti. Bu olaydan sonra da boyumuzun yaptığı yay ve oklar “Türk Yay ve
Okları” adıyla anılır, aranır ve kullanılır oldu. Boyumuz yay ve ok ustaları; yayları, özel
olarak seçtikleri ve budayarak yetiştirdikleri akça ağaç ve kızılcık ağacı sürgünlerinden
yaparlardı. Sürgünler bilek kalınlığı ölçü alınarak, yerden yarım arşın ( 34-35 cm.) yukarıdan,
bir yay boyu uzunluğundan biraz daha uzun, düzeltme payı bırakılarak kesilirdi. Kesilen
Akçaağaç veya kızılcık, yarım kavis (yay eğrisi) şekline getirilip bağlanır, soğuk su ile dolu
bir kabın içinde üç gün bekletilir, sonra kap ateşe konularak kaynatılır, yumuşayan ağacın
kemiğe (yayın sol elle kavranıp, okun yuvasında işaret ve orta parmak yardımıyla tutulup
nişan alınan yerine) gelecek tarafı, talaş alevine tutulur, ısınan yay; yay tezgâhı denilen
kertikli tahtaya takılır,yay başları meydana getirilerek kınnapla gerilir ve kurumaya
bırakılırdı. Kuruyan yaya önce kesilen hayvanlardan elde edilen ve kurutulmasına özel bir ilgi
gösterilip sağlamlık ve esneklik kazandırılan sinirlerden (daha sonra deri ve ip kullanılmaya
başlanmıştır) kiriş takılır. Sonra okun yayın gövdesine temas ettiği, sol elle tutulduğu yere bir
kertik yapılarak hazırlanan yerine (buraya kemik yeri denirdi) öküz ve manda boynuzundan
‘El ve Ok yuvası’ hazırlanırdı. Yay kirişleri, belli aralıklarla yağlanarak esneklik ve
dayanıklılıklarını korumaları sağlanırdı. Yay boyu ne kadar uzun olursa o kadar kolay çekilir
ama hedefi de zor bulurdu. Bu özelliği inceleyerek ve deneyerek öğrenen boyumuz ustaları,
Türklerin boy ölçülerine göre en ideal yay boyunun bir buçuk arşın ( 102 ile 105 cm.
arasında) olacağını saptamışlardı. Yay gövdesi kalınlığının hedefi bulmada; yay kirişinin de
oku uzağa atmada görev yaptığını,bu nedenle de aralarında uyum olması gerektiğini de
keşfeden ustalar, tüm bu bilgileri uygulayarak ürettikleri; ’ Yayı (kirişi) TÜRK gibi (zor, güç)
çekilen; oku TÜRK gibi (turnayı gözünden vuran) atılan’ yay ve okları ürettiler ve Tarih
sayfalarına ‘Türk yay ve okları’ adını yazdırdılar.
Ok yapmanın da ayrı bir ustalığı ve inceliği vardı. Boyumuz ustaları, ok yapmaya da
TÜRK damgasını vurmuşlar ve Tarihteki yerlerini ‘TÜRK OKLARI’ sayfasında anlatılanlarla
almışlardı. Boyumuz ustalarının yaptıkları; kemik gövdeli, telek kanatlı, üç yaprak ( Okun
ucu, üçgen prizma şeklinde ve sırtları da keskin yapılmış, delme ve tahrip gücü yüksek) uçlu
oklarla Oğuz Kağan önünde yapılan gösteri sonucu çok takdir edilmiş ve bütün ordu için
boyumuz tarafından seri olarak üretilmesi,diğer boylardan da eleman alarak yetiştirmesi
istenmişti. Daha sonra çeşitli ağaçlardan ve kamışlardan yapılan ok gövdelerinin uçları;
önceleri çakmak taşından, daha sonraları kemikten ve en son da demir ve çelikten yapılmaya
başlanmıştır. Kullanılan malzemeye ve uçlarına göre; ıslıklı, çavuş, çatal, dikdörtgen, delikli,
üç yapraklı, iki dilimli, kemik, sivri, dilimli, üç dilimli ve yassı adları verilen Türk oklarının,
başka uluslarda bulunmayan bir özelliği de temrenlerinde (okun sivri ucuyla gövdeye takıldığı
yer arasındaki bölümde) temrenle iğne arasında, yuvarlak (bombeli) bir bölümün olmasıydı.
Bu bombe okun hedefe şaşmadan gitmesini sağlıyor; güdümlü mermilerdeki gibi ‘güdüm’
görevi yapıyordu. Boyumuzun ok yapma ustaları, demirci ustalarının hazırladığı temrenleri
(ok uçlarını), özel olarak budayıp başparmak kalınlığına varınca kesip kurutarak ve şekil
vererek yaptıkları ok gövdelerine takmaları; yay kirişi kertiği açtıktan sonra da telek ok
kanadı takmalarıyla tamamlanıyordu. Ustalar, kendi oba ve oymaklarının yanı sıra, diğer oba
ve oymaklardan gelen çırakları da ustalaştırarak Devletin tüm askerleri için ok üretiyor,
fazlalarını da pazarlıyorlardı.
Yay çekme ve isabetli ok atma talimleri ayrı bir çalışma gerektiriyordu. Usta komutan,
kendi yay ve okunu alıp; kursa katılan askerini kendi omuz başında tutarak yönlendirip, ağır
ağır verdiği ‘ oku kemiğe tak. Yuvaya yerleştir. Kemiği tutan elinin iki parmağıyla sabitle.
Yayını omuz hizasına getirip hedefe doğrult. Hedefi gör ve göz, gez, (başparmağın birinci
bölümüne yüzük gibi takılan, tepesi nişan alacak hedefi gösteren nişangâh) arpacık (ok
iğnesinin – en sivri ucunun- hedefi görmesi) ayarını yap. Hedefi izle. SAL- UR’ komutlarıyla
eğitiyor; belli aşamalardan sonra; yay ve oku askere verip, kendisi askerin omuz başına
geçiyor, komutları tekrarlayarak doğru yapmasını sağlıyor, daha sonra komutları
çabuklaştırıp; ‘SAL – UR’ kısa komutuna kadar gelip kursu bitiriyordu. Kursu bitiren asker,
‘SAL-UR’ komutunu kendi kendine verip; havaya atılan okun kanadına bağlı kuşu vurunca
diploma almayı hak ediyordu. Boyumuz çavuş ve onbaşıları önce kendi mangalarını bu zor
kurslardan geçirip eğitiyor ve her birini, başka boylardan kursa gelen askerlerin başına ‘Usta
Okçu’ olarak verip diploma alacak düzeye ulaşıncaya kadar çalışıyorlardı.
Yabani atların ilk defa Orta Asya’da Türkler tarafından evcilleştirilip eğitildiğini tüm
tarihçiler kabul ediyor. Bu konuda en başarılı olanların da, Maveraünnehir’de yurt kuran,
Saka Türkleri olduğu belgelerle ortaya konuyor. Şu Destanı’nda, bizim Boyumuzun ‘Salur’
adını almadan önce Saka Türklerinin bir boyu olduğu, Orhun Yazıtları ile belgelenmiştir. Bu
bulgu ve belgelerden yola çıkarak, Boyumuzun, ‘at evcilleştirme ve eğitimine ilk başlayanı ve
en başarılı olanı’ sayılıp kabul edilmesi gerekir. Oğuz Kağan’nın önünde yapılan gösteriyle bu
başarı belgelenmiş ve at eğitme görevi de boyumuza verilmiştir.
Tarihçiler Orta Asya’daki Bozkır Kültürüne ‘At Kültürü’ veya ‘Atlı Göçebe Kültürü’ adını
vermişlerdir. Bu kültüre ilk adım atan da boyumuz olmuştur. Daha önceki sayfalarda atın ve
atların Türkler için ne kadar değerli olduğunu, kardeşten ileri geldiğini ve önem taşıdığını
anlatmaya çalışmıştık. Bu anlatılanların hepsi boyumuz için de geçerlidir ve bu değerlerin
çoğu Türklere boyumuz tarafından kazandırılmıştır. Çünkü atları ilk defa evcilleştirip eğiten
boyumuz olmuştur. Salur Kazan’ın (Salur Beyi’nin): “At işlemezse er öğünmez, hüner
atındır.” Özdeyişi Orhun Yazıtları’na kazınmıştır. Boyumuzda at kutsal sayılırdı. Şaman
İnanışına göre; ‘at kurban etmek’ en önemli dinsel törenlerdendi. Boyumuzda Erlik adı
kazanılmadan at sahibi olunmazdı. Çünkü Er olmayan at kıymeti bilemezdi. Bir yiğit ölünce
atı da öldürülür ve birlikte gömülürdü. Sahibi öbür dünyada da atına binerdi. At bir insan gibi,
atın sahibi olan kahraman kişi gibi, boyumuzun üyesi sayılırdı. Bu hak başka hiçbir hayvana
tanınmazdı. Boyumuzun insanları atlarıyla böylesine bütünleşmişlerdi. Boyumuz insanı kadar
atların dilinden anlayan insan bulunmaz; boyumuz atları kadar da insanların dilinden anlayan
atlar bulunmazdı. Konar – Göçer yaşamanın da gereği olarak, boyumuzun tüm insanları;
kadın – erkek ayrımı yapılmadan atıyla yatar, atıyla kalkar, atıyla yer, içer, atının üstünde
uyur ve gezerdi. Boyumuzun, atların yaşam ve davranışlarını her an yakından izleyen ve
gözleyen Bilgeleri vardı. Bunlar atlarla bütünleşen, atların dillerinden anlayan, atlarla konuşan
kişiler olmuşlardı. Her atın tayını doğuşundan itibaren elleriyle, kendi öz çocuklarına bakar
gibi; bakar, besler, büyütür ve eğitirlerdi. Bu incelemeler ve gözlemler sonucunda Bilgeler,
‘soğukkanlı ve sıcakkanlı’ olmak üzere, atları soylarına göre ikiye ayırmışlardı. Soğukkanlı
atlar, araba çekme ve yük taşıma işlerinde kullanılır; çok değerli ve akıllı sayılan sıcakkanlı
atlar da binek atı olarak eğitilip öğretilirdi. Türkler; geçimlerini tarım yapan uluslarla
savaşarak, onlardan elde ettikleri ürün ve haraçlarla sağlamışlardır. Bu savaşlarda at, büyük
rol oynamış; özellikle boyumuz, atı tam bir savaş aracı haline getirmiştir.
At armağan edilen veya Erlik kazanıp at sahibi olmaya hak kazanan veya at satın almak
isteyen Er Kişi; at seyislerinin (at bilgelerinin) yanında en az bir hafta kalarak atıyla anlaşma,
konuşma, emir verme, at sürme, atıyla bütünleşme kursuna katılırdı. At, tanımadığı bir kişiyi
sırtına almaz ve emirlerini dinlemezdi. Üzengiyi keşfeden ve at yönetmede ilk kullanan da
boyumuz olmuştur. Bu yöntem sayesinde, atın dizginlerini tutmadan, savaşlarda her iki elini
de kullanarak üzengi ve dizleri aracılığıyla atları yönetmeyi başararak büyük üstünlük
sağlamışlardır. At yetiştirme ve eğitme görevi boyumuza verilince, Hun Devleti’nin tüm
tayları boyumuza gönderilmeye başlanmış ve seyis olacak kişiler de beraberlerinde
gelmişlerdi. Her boyun tayları ve seyis adayları birlikte eğitilip öğretiliyor ve 3 yıl sonra da
gönderiliyordu. Bu uzun süreçte hem taylar, hem de seyisler yeterli eğitimi ve öğretimi alarak
boylarına dönüyor ve işlerine boylarında devam ediyorlardı.
Boyumuzun en çok önem verdiğiyse; çocuklar, çocuk sevgisi, çocuk eğitimi ve
öğretimiydi. Boyumuz Bilgesi Dede Korkut:”Her çocuk kutsal doğar, kısmetiyle doğar,
ailesini, boyunu ve soyunu kutlar.” Özdeyişiyle Orhun Yazıtları’na kazınmıştır. Dede Korkut,
kendisinden önce boyumuzda yetişen bilgelerin devamı ve kendisinden sonra gelecek
bilgelerin de habercisidir. Tarihte ulaşabildiğimiz boyumuz Bilgesi; GÖKTEKİN KAZAN ile
Oğuz Kağan’a giden ve adı yazıtlarda da geçen AKATA BİLGE’dir. Saka Türkleri’nin ŞU
DESTANI’nda da, adları yazılı olmayan boyumuz bilgelerinin ‘doğruyu görme’ tutum ve
davranışları anlatılmaktadır. Bilgi, görüş ve düşünceleriyle, diğer boyların bilgelerinden üstün
duruma geçen ve başta diğer bilgeler olmak üzere, bütün boylardan takdir, saygı ve sevgi
gören boyumuz bilgeleri, haklı bir şöhrete ulaşmışlardı. Boyumuz bilgeleri, boyumuz
insanlarını eğtip öğretmenin yanı sıra, akıl ve kavrama düzeyleri üstün olan çocukları
belirleyerek geleceğin bilgeleri olarak yetiştirmeye başlarlardı. Boyumuz çocukları, kız- erkek
ayrımı yapılmadan,7 – 8 yaşlarına geldiklerinde, günün belli saatlerinde, toplu olarak okula
gider gibi BİLGE ÇADIRI’na giderler ve o zamanın bilgileriyle donatılırlardı. Boyu, posu,
gücü, kuvveti ve akıl düzeyleri de yerinde olan çocukları, zamanında belirleyip, bir kahraman
olarak yetiştirme eğitim ve öğretimine başlarlardı. Ergenlik çağına adım attıktan sonra da
kızlar ve erkekler, mesleklerini yapmaya yönelirler, bir yandan da da ayrı komutanlar
tarafından askerlik eğitim ve talimlerine başlarlardı. Bu eğitim ve talimler ömür boyu
sürerken, bilgelerden de yaşlarına göre eğitim ve öğretim alırlardı. Boyumuz insanları,
bilgelerinin yetiştirmesi sayesinde, diğer boylar arasında hemen seçilir, öne çıkar, fikirlerini
kabul ettirir ve kendilerini saydırırlardı.
Oğuz Kağan’ın oğlu, DAĞHAN Oğullarının Hanı, DAĞHAN; boyumuz bilgelerinin
şöhretini görmüş; babasına ve bilgesi Uluğ Türk’e de anlatmıştı. Oğuz Kağan ve Bilge Uluğ
Türk, gösteri için gelen boyumuz kazanı Göktekin’in yanında yer alan AKATA BİLGE ile de
görüşerek, derin bilgilerini öğrenmişler; boyumuz bilgelerine ATABEK (ATABEY) unvanı
vermişlerdi. Boyumuz bilgeleri bu unvanla; bütün boyların eğitim- öğretim görevinin yanı
sıra, Kağan, Han; Bey ve Kazan çocuklarının da ATABEY’leri oluyorlardı. Bilgelerin
derecelerine göre, şehzadeler paylaşılıyor ve geleceğin kağanları, hanları, beyleri ve kazanları
yetiştiriliyordu. Boyumuz bilgelerine teslim edilen şehzadeler, yılın önemli günlerinde anne
ve babasını ziyaret ediyor; bunun dışında kalan zamanları boyumuz bilgeleriyle geçiriyor ve
komutanlardan talim, ustalardan da beceri kazanarak noksansız yetiştiriliyordu. Bütün
boyların ve halkın çocuklarının boyumuz bilgelerine gelmesi olanaksız olduğu için, diğer
boyların bilgeleri de kısa süreli olarak kurslara alınıp iş başına gönderiliyordu. Oğuz Kağan
ve Bilge Uluğ Türk tarafından SALUR BOYU’na verilen ATABEY unvan ve görevi, Hun
Devleti’nin yıkılmasından sonra da 1300’lü yılların sonuna kadar devam etmiş; Daha önceki
bölümlerde anlatıldığı gibi; Padişah I. Murat, oğlu Bayezit ile, Boyumuz Bilgesi ve Beyi
AKDEDE’nin torunu; Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın ve eşi Devlet Hatun’un kızı, Gülçiçek
Hatunla evlendirmiş; kahraman bir komutan ve bilge kişi olarak gördüğü; Babası
AKDEDE’den sonra Boyumuz Beyi olan, Hacı İl Beye’de kızı Melik Hatun’u verip kendisine
damat etmiş; Rumeli’yi fethedecek komutanı kendisine bağlamıştı. Oğlu Bayezit’in
ATABEY’i de; ölünceye kadar AKDEDE; ölümünden sonra da, AKDEDE’nin küçük kızı
Banu Hatun ile evlenmiş olan Çandarzade Ali Bey olmuştu. AKDEDE’in oğlu Hacı İl Bey,
Yıldırım Bayezit’in hem dayısı, hem de eniştesi konumundaydı ve kendisine ders veren
askerlik hocasıydı. Hacı İl Bey’in oğlu Doğan Bey de; Bayezit ile iki yönlü akraba ve ayni
yaşlarda oldukları için de arkadaş olmuşlardı. Saygınlığı herkes tarafından kabul gören,
görüşlerine ve boy gücüne değer verilen Boyumuz Beyi’nin; Germiyanoğulları’na gelin
verdiği kızı Devlet Hatun’un kızı, Gülçiçek Hatun’la da Yıldırım Bayezit evlenmiş ve
boyumuzun eniştesi olmuştur. Boyumuzdaki son ATABEY ise Ahmet Cevdet Paşa’dır.
Kendisi hem Vakanüvüslük, hem Atabeylik, hem de vezirlik (bakanlık) yapmış; hem de çok
değerli kitaplar yazmıştır. Tarih çok uzun bir süreçtir ve Ahmet Cevdet Paşa; boyumuz,
köyümüz ve insanlarımız için son değildir.
TÜRKLERİN VE SALUR BOYU’NUN EN BÜYÜK BİLGESİ DEDE KORKUT
Tarih Baba Diyor ki: Dede Korkut Oğuzlardandır. Maveraünnehir’de Kışlakları; Hazar
Denizi’nin Azerbeycan ve Anadolu’ya kadar uzanan çevresinde otlak yurtları olan; konargöçer yaşayan Salur Boyundandır. Bunun en önemli belgesi, yazmış olduğu 12 Dede Korkut
Destanı Öyküsünün 10 tanesinin Salur Boyu ile ilgili olmasıdır. 2 öyküsü de Bayat Boyu ile
ilgilidir. Bundan yola çıkarak, Dede Korkut’un Bayat Boyun’dan da olabileceği ileri
sürülmüştür. Bu iki öyküyü, Salur Boyu’ndan devlete vezirlik yapmak üzere ayrıldığı yıllarda
yazdığı belgelenmiştir. Kaldı ki, Bayat Boyu Doğu Türkistanda, Salur Boyu Batı
Türkistandadır ve Batı Türkistanda; Siriderya kıyısında, Derbend yakınlarında, Cebel-i
Erbain’de, Ahlat’da Dede Korkut’a ait olduğu söylenen mezarlar vardır. Bu kanıtlar sayesinde
Dede Korkut’un Salur Boyu’ndan olduğu sonucuna varılmıştır.
Dede Korkut, Oğuzların destan niteliğindeki hikâyelerinin ilk anlatıcısı; bu hikâyelerin
kahramanı, efsanevi Oğuz Ozanı. “Kitab-ı Dede Korkut Alâ Lisan-ı Taife-i Oğuzân”
(Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı) nda verilen bilgiye göre, Hz.Muhammed’in
Peygamberlik zamanına yakın yıllarda yaşamıştır. Hikâyelere göre, Oğuzlar sık sık O’na akıl
danışırlar, gelecekten haber verdiğine inanırlardı. Kopuz çalarak hikmetli sözler söylerdi.
Tarihi kaynaklarda ve Oğuzname’ye ait metinlerde ve halk söylencelerinde, Dede
Korkut’un 295 yıl yaşadığı, Hz. Peygamber’e elçi olarak gönderildiği, Oğuzlar arasında
İslâmlığı yaydığı; şair, hâkim, ermiş, kam şahsiyeti taşıdığı, Oğuz Han’a vezirlik yaptığı
anlatılmaktadır. Şaman Oğuzlar arasında yaşamış ünlü bir ozan ve kam ( Şaman din adamı)
olan Dede Korkut’a ait söylenceler, Müslüman Oğuzlar tarafından İslâm gelenekleriyle
birleştirilmiştir. Yazılı belgelerin incelenmesi, tarihlerin karşılaştırılması ve tarihi olayların
akışına bakılarak; Dede Korkut’un M.S. 980 – 1060 yılları arasında yaşadığı sonucuna
varılmaktadır. Bu sonuca göre Dede Korkut, bizlerin ilk ulaşabildiğimiz dedelerimizden 20
veya 21. si olmaktadır. 1040 yılında, bizim boyumuzun ve diğer Oğuz Boylarının desteği ile
Batı Türkistan’da (Oğuzların Üçok adı verilen 12 boyunun olduğu coğrafyada) kurulan
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda adından söz edilen Dede Korkut’un; 1071
tarihindeki Malazgirt Savaşı ve Anadolu’nun Fethi olaylarında hiç adı geçmemektedir.
Türklerin gözünde destansı bir kimlik taşıyan Dede Korkut; dilden dile aktarılan sözlü
söylencelerle ve destanı söyleyenlerin de kendilerinden bir şeyler katmalarıyla, 295 yaşına
kadar yaşatılmıştır denilebilir.
DEDE KORKUT KİTABI: (Kitab-ı Dede Korkut Alâ Lisan-ı Taife-i Oğuzân) –
Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı- Müslüman Oğuzların Azerbeycan ve Kuzey Doğu
Anadolu dolaylarındaki hayatlarıyla ilgili olan ve İslâmlıktan önceki dönemden izler taşıyan,
12 Destansı hikâyenin toplandığı kitap. M.S. 1400 yıllarının sonuyla 1500 yıllarının sonu
veya 1600 yıllarının başı arasındaki yıllarda yazıldığı sanılmaktadır. Bu gün elde bulunan
nüshalarının Akkoyunlu Devleti’nin çökmeye başladığı dönemde yazıya geçirildiği ileri
sürülmektedir. Hikâyelerde müslüman Oğuzların; Rum, Ermeni, Gürcü beylikleriyle
yaptıkları savaşlar, Oğuz Boylarının iç çekişmeleri ve doğaüstü varlıklarla savaşımları
anlatılır. Bunlarda ortak kahramanlar bulunması, ayni yer adlarının geçmesi, Dede Korkut’un
her hikâyede ortaya çıkması, 12 Hikâyeyi birbirine bağlamakta ve birbirinin devamı halini
almaktadır. Bazı hikâyelerde işaret edilen ve okuyucunun bildiği kabul edilerek kısaca anılan
olaylardan; ele geçmemiş Dede Korkut Hikâyeleri de bulunduğu sonucuna varılmıştır.
Dede Korkut Kitabı’ndaki hikâyelerde; destanlaşmış tarih olayları, masal unsurlarıyla
birleşir. Anlatılan olaylardan; Oğuzların dini inançları, aile kurumları, ekonomik hayatları,
günlük yaşayışları, siyasi teşkilâtları konusunda bilgi edinilmektedir. Dede Korkut Kitabı
orijinal yazımının Azeri Türkçesi ile olduğu ve bu gün; Almanya- Dresden Kitaplığında 12
Hikâyelik bölümünün; Vatikan Kitaplığında da 6 Hikâyelik bölümlerinin sergilendiği
bilinmektedir. Yer yer belirli vezinleri olmayan ve kafiyesiz, fakat ahenkli (uyumlu) nazım
(şiir) parçalarıyla örülen uslûbu (kişiye özgü, anlatım ve yazım biçimi) hareketli ve etkilidir.
Dede Korkut’un Dresden Kitaplığındaki ‘el yazması’na dayanan yayımları; 1916 yılında
Kilis’li Rifat; 1938 yılında da Orhan Şaik Gökyay tarafından yapılmıştır. 1952 yılında, Ettore
Rossi tarafından da Vatigan Kitaplığında bulunan 6 Hikâye dilimize çevrilmiştir. Her iki
kitaplıkta bulunan orijinallerden yaralanarak, Dede Korkut Hikâyeleri’nin tümü üzerindeki
geniş bir çalışmayı da 1958 yılında Muharrem Ergin’in yapmış olduğu bilinmektedir. 2009’lu
yıllara ulaştığımız bu günlerde, bu konuda araştırma, bilgi edinme ve çeviri işlemleri hız
kazanmış; bu eserler her yönüyle Türk Edebiyatımıza kazandırılmıştır. Günümüzde bu orijinal
yapıtlardan dilimize çevrilen ‘Dede Korkut Hikâyeleri’ ülkemiz kitabevlerinde satışa
sunulmaktadır. Özellikle Dede Korkut’un ‘Deli Dumrul’ Hikâyesi, tiyatro oyunu haline de
getirilmiş ve yaşamımızdaki çarpıklıkları daha iyi anlatabilmek için ‘Deli Dumrul’ örneği
kullanılır olmuştur. Hikâye; “ Salur Boyu’nda yaşayan Deli Dumrul; çok güçlü, kuvvetli, taşı
sıksa suyunu çıkaran, hiç kimseden korkusu olmayan bir yiğitti. Bir kuru dere üzerine bir
köprü kurdu. Köprünün başına durdu. Geçenden bir akçe; geçmeyenden döve döve 2 akçe
alırdı.” Diye başlar ve; Oğuzların İslâmiyeti kabul edişlerinden doğan ‘din değiştirme
tedirginliğini ve tek tanrı inancına bağlanmanın ilk aşamalarını’ belirleyip anlatır. Dede
Korkut, anlattığı hikâyelerinde; en ilgi çekici bir konuyu seçer ve en insani açıdan ele alarak
işler. Önceki bölümde ERLİK adı konmasına örnek olarak özetlediğimiz “Boğaç Han”
hikâyesi ve diğerleri hep SALUR Boyumuzla ilgili hikâyelerdir ve kitapçılardan sağlanabilir.
Boyumuzun sosyal yaşam özelliklerini merak edenlerin, bu kitapları sağlayarak ayrıntılı bilgi
edinebileceklerini düşünerek, daha fazla örneklemelere girilmemiştir.
SALUR BOYU’NUN ÖRF, ADET, GELENEK VE GÖRENEKLERİ
Evlenme çağına gelen genç erkek Tekin; atına biner ve kendisi gibi at üstünde olan; henüz
bakışlarıyla anlaştığı, konuşarak değil de bakışarak yapacakları için izin aldığı, sevgilisinin
peşinden atını dörtnal sürerek yetişir, başındaki yazmasını alır ve sesinin çıktığı kadar
bağırarak: “ Bal Çiçek Kız benim yavuklum oldu. Bu haberi; analarımız, babalarımız.
Bilgelerimiz ve boyumuz duysun. Bal Çiçek Kızla evleninceye kadar yazması boynumda
kalacak.” Açıklamasını yapar. Eğer Bal Çiçek Kızın gönlü yoksa ve yazması isteği dışında
başından çekilip alınmışsa; atını Tekin’in üzerine sürerek: “Gönlümü değil; yazmamı kaptın.
Sen, törelerimize göre yanlış yaptın” Diye bağırır ve herkesi durumdan haberdar ederdi. Eğer
gönlü varsa ve yazması isteğiyle alınmışsa, atını Tekin’nin atına yaklaştırır ve “Yazmam
sende, gönlüm sende. İstetmek sırası da sende kalsın. Bizimkiler sizinkileri çadırımıza alsın.”
Diyerek, ayni düşünceleri taşıdıklarını herkese duyururdu.
Bir Bilge eşliğinde, erkek tarafı kız tarafına giderek ‘kızlarını oğullarına’ ister ve
günümüzde olduğu gibi söz keserlerdi. Günümüzden farklı olarak, nişan töreninden sonra,
evlenecek gençlerin en az 20 baş koyunu, atı ve birkaç baş sığırı ayrılır ve kendilerinin
bakması, gelirlerini alması, çadırlarını yapması için çalışmaları istenirdi. Bu işleri ne kadar
çabuk başarırlarsa, düğünleri o kadar çabuk yapılmış olurdu. İki gencin evlenmelerini
isteyenler, ürünlerini satın alarak ve kendilerine yardımcı olarak destek verirlerdi. Bir bakıma
iki genç; evlenmeden önce takılarını toplarlar ve kendi düğünlerini kendileri yaparlardı. Üç
gün üç gece süren şölenli düğünlerde; Ozanlar kopuz çalıp söylerler, kösler vurulur, âşıklar
atışır, halaylar çekilir, ciritler oynanır, at yarışları yapılır ve güreşler tutulurdu. Bu
yapılanların hepsinin sonunda, Oba ve Oymak Beylerinden verilmesi gelenek olan ödüllerin
yanı sıra; ‘kız tarafından olanlar en az bir koyun; erkek tarafından olanlar da en az bir
koç’ödülü verirlerdi. Bu ödüllerin koç olanları düğün şöleninde kesilir; koyunlar da yeni
ailenin sürüsüne katılırdı.
Evlenen gençler; kardeşleri, akrabaları ve akranlarıyla anlaşarak ve en az 10 çadır sayısına
ulaşarak yeni oba kurarlar ve kendi sosyal yaşamlarına başlarlardı. Kurulan bu yeni oba, eski
obalarının denetim ve gözetiminde, oymakların emirlerine uyarak ve konar – göçer
kurallarına bağlı kalarak; çocuklarını en fazla olacak şekilde yetiştirmeye, sürülerinin sayısını
çoğaltmaya ve gelirlerini arttırmaya çalışırlardı.
Önceki bölümlerde ‘Köyümüzde Dini Bayram Kutlamaları’ başlığı altında anlatılan “Kız
İsteme Şarkılı Orta Oyunu” da bizlere Salur Boyumuzdan ulaşmıştır. “Ne gördün, ne istersin
bizim obadan oy, oy. Bizim obadan./ Bir güzel görmüşüz onu isteriz oy, oy. Onu isteriz.” Her
halde Köyümüzün Üçüncü Kuşağının tümü ve dördüncü kuşağımızın bir bölümü, bu
türkümüzü ve oyunumuzu hemen anımsamışlardır. İşte Salur Boyu atalarımız da kopuz
eşliğinde ayni oyunu oynuyorlardı. Bizlere kadar ulaşanlara devam edelim isterseniz: Hani
toprak ananın bereketini bizlere daha fazla sunması için kutladığımız, yeşil dalları ve çiçekleri
kapılarımıza astığımız, kırklar otunu toplayıp suyuyla yüzümüzü yıkadığımız, koyun ve
ineklerimizin 6 Mayıs sabahı verdikleri sütleri komşularımıza armağan olarak sunduğumuz, 5
Mayıs akşamları yakıp alevinden atlayarak dilekler dilediğimiz;geleneklerimiz, örf ve
adetlerimiz vardı ya? Hani‘Martufal Çömleği’ vardı, Hıdırellez akşamlarında içine mendil ve
mani atılıp, 6 Mayıs Hıdırellez seherinde ‘ikbal’ olarak çekilen? Hani daldan dala savrulan
salıncaklarımız vardı, ısırgan otu ile vurulup ‘yavuklun kim’ diye sorulan? Hani bazı mezar
ve türbeleri ziyaret edip mum yakmak, adak adamak, dilek dilemek, buralara veya bazı
ağaçlara çaput bağlamak vardı ya? Hani uğur getirsin diye evimizin veya iş yerimizin kapısı
üstüne at nalı takardık? Hani bebeklerimizin omuz başlarına veya başlıklarına at nalı ve mavi
boncuk olan nazarlıklar takardık? Hani şimşek çakınca ve gök gürleyince; Şaman inanışı
gereği Gök Tanrının; İslâm Dini inanışı gereği Tek Tanrının (Allah’ın) gazabından korunmak
için söylediğimiz (getirdiğimiz) ‘salâvat’ var ya? Hani hepimizin severek yediği tarhana
çorbamız var ya? Hani bizim köydeki ninelerimizin; kare şeklinde kesip, köşelerinden
katlayarak üçgen haline getirdikleri, kat yerine kıyma koyarak yaptıkları ve adına
‘kulak’(Oğuz Türkçesinde ‘etli hamur’) dedikleri, üzerine sarımsaklı yoğurt dökerek bizlere
ziyafet çektikleri; ülkemizde “mantı” adı verilen yiyecek var ya? Hani pastırma, kavurma,
sızdırma, sucuk, tuzlama (kemiğinden ayrılmış çiğ eti tuzlayıp atın eğeri ile bellemesi arasına
koyarlar; etin hem yumuşamasını, hem suyunun çıkarılarak kurumasını ve hem de bozulup
kokmadan korunmasını sağlarlardı), peksimet, kaçamak, kak, yoğurt, ayran, tulum ve diğer
peynir çeşitleri, ekşimik, çökelek adı verip yediğimiz besinler var ya? Bunların ve
unuttuğumuz diğer besin köklerinin hepsi; bizlere Orta Asya Türklerinden, Oğuzlardan ve
Salur Boyumuzdan gelmiştir. Ne büyük bir soy ve ne büyük bir boymuş ki aradan 2.229 yıl
geçmesine karşın; örf, adet, gelenek ve görenekleri, beslenme alışkanlıkları ve türleri,
özelliklerini yitirmeden, gelişerek günümüze kadar ulaşmış…
Oğuzlar ve Salur Boyumuz, M.S. 900 ve 1000 yıllarında henüz Müslüman olmamışlardı.
Müslümünlığı kabul edinceye kadar, Şamanizm dinine inanmışlar ve bu dinin kurallarını
öğreten, uygulayan Şaman veya Kam adı verilen din adamları da sosyal yaşamlarını
etkilemiştir. Ölülerini, üzerindeki elbiseleri ve silâhlarıyla birlikte, ev şeklinde açılan bir
mezara koyarlar, eline içki dolu bir kap verirler, önüne de ayrıca içki dolu bir kap bırakırlardı.
Mezarın üzerine de çamurdan kubbeye benzer bir tepe yaparlardı. Ölü gömüldükten sonra,
ölen kimsenin atları kesilerek yenirdi. Buna ‘yuğ aşı’ veya ‘ölü aşı’ denirdi. Bütün Türklerde
ve Oğuzlarda olduğu gibi, Salur Boyumuzda da; su, kutlu ve arı ‘temiz’ olduğundan, bu kutsal
varlığı kirletmemek için, akan suya girip yıkanılmaz; silinerek veya su dökünerek temizlik
yapılırdı. Çamaşırlar ve kirli giysiler yağmur yağdığı zaman dışarı asılır ve kirlerinden
arındırılırdı. Oğuz ve Salur kadınları erkeklerden kaçmazlar ve yüzlerini örtmezlerdi.
Evlenme sırasında başlık verme geleneği ve kan davası âdeti, Oğuzlarda vardı ama Salur
Boyumuzda –yukarıda anlatıldığı gibi- yoktu. Kadınlar büyük saygı görür; ailenin
yönetiminde baba kadar söz sahibi olurdu. Boyumuz yönetiminde; Boy Beyi kadar Boy
Hatunu’nun da söz ve karar yetkisi vardı. Bu uygulama; oymaklardan obalara ve oradan da
aileye kadar ulaşır ve kadın- erkek eşitliği anlayışı içersinde sosyal yaşam sürdürülürdü. Her
evlenen çocuk, kendi çadırına ve obasına çıkar; en küçük çocuk ‘Baba Çadırı’nda kalırdı. Bu
nedenle; en küçük erkek çocuklara ‘Tekin’ adı verilir ve babanın tüm miras hakları ‘Tekin’e
kalırdı. GÖKTEKİN adı; ‘hem gök tanrının, hem de babanın güç ve kuvvetini verdiği’ Erlik
Adı anlamını taşıyordu. Ulusal yemekleri; yukarıda anlattığımız; köyümüzde ‘kulak,
yurdumuzda ‘mantı’ adı verilen yemekti. Oğuzlar ve Salur Boyumuz erkekleri, genel olarak
sakal bırakmazlardı. Buna karşılık saçlarını uzatırlardı. Elbiseleri beyaz yündendi. Siyah renk;
bütün Türklerde olduğu gibi, boyumuzda da uğursuz sayılırdı. Oğuzlar, Salur Boyumuzun
öncülüğüyle, (kışlakları Maveraünnehir ve otlak yurtları, Arabistan’a yakın olduğu, Araplarla
da devamlı ticaret yaparak yakınlık kurdukları için) M.S. 950 ve 1050 yılları arasında
İslâmlığı kabul etmişlerdir.
Tarih Baba, Türklerin İslâmlığı kabul etmeleri konusunda diyor ki: Hz. Muhammed’in
elçileri, ticaret nedeniyle tanıştıkları; insani davranış ve kahramanlıklarına hayran kaldıkları
Türkleri Müslüman yapmak için büyük çaba harcamışlardır. Türklerden Memun ve Mutasım
kardeşlerin Müslümanlığı kabul edip vezirliğe yükselmelerini örnek gösteren Araplar, Tek
tanrılı dinin güzelliklerini sıralayıp, Türkleri Şaman Dininden vazgeçirmeye çalışmışlardır.
Bu çalışmaları yüz yıla yakın sürmüş; Oğuz ve Salur Bilgeleriyle Arap Din adamları arasında
uzun tartışmalara neden olmuştur. Bilgelerimiz, bu zamana kadar olan inançlarından
benimsediklerini ve toplumsal olarak yararlı gördüklerini, Müslümanlıkla birlikte devam
ettirmek istemişler; Arap din adamları da Hz. Peygamberin buyruklarını öne sürerek bunları
kabul etmek istememişlerdir. Bunun sonucunda Türkler, Müslüman olmaktan vazgeçmeye
karar vermişler; bu arada Hz. Peygamberden veya o yıllardaki Halifeden bir görüşme daveti
almışlar ve Dede Korkut’u beraberinde bir bilge heyeti ile Mekke’ye göndermişlerdir. Burada
yapılan görüşmelerden sonra; Türklerin, Müslümanlığa uygun olan örf, adet, gelenek ve
göreneklerini yaşayarak İslâmlığı kabul etmelerine karar verilmiştir. O tarihe kadar, yalnız
Arap Yarımadası’nın ve Arapların dini olarak kabul edilen İslâmiyet, Türklerin Müslüman
olmalarıyla birlikte ‘Cihanşumul’( Tüm Dünya İnsanlarının Kabul Ettiği Din) olmuştur. Bu
yıllarda, dünyada herkes kendine göre bir takvim uyguluyor ve olaylara kendi takvimlerine
göre tarih düşüyorlardı. Çin Takvimi, Milâdi Takvim, Güneş Takvimi, Ay Takvimi, Rumi
Takvim ve Hicri Takvimlerin yanı sıra, Mısır ve Hint takvimleri de kullanılıyordu. Daha
önceki bölümlerde üzerinde durulduğu gibi; ayni yıllarda ayni olayı anlatan tarihlerde,
(Türklerin Müslüman Olma tarihi gibi) bazı takvimler arasında 100 yıla varan farklar
oluyordu. Arapların kullandığı Hicri takvime göre, Hz.Muhammed M.S. 632 yılında
ölmüştür. O tarihlerde Oğuz ve Çin takvimi kullanan Oğuzların yazıtlarına göre ise; M.S.
950- 1050 yıllarında Dede Korkut ve Bilge Heyeti, Hz. Muhammed ile görüşmeye gitmiştir.
Bu, ayrı takvimlerin kullanılmasından veya Arapçada o yıllarda ‘Halife’sözcüğünün yerine
‘Peygamber Vekili’ yazıldığı noktasından hareketle; ‘Peygamber’ yazılmasından ve ‘Vekil’
sözcüğünün atlanmış olmasından kaynaklanmış olabilir.
Tarih Baba; yedi bin yıllık yazılı; bir o kadar da kazılı bilgi ve belgelerini, gelecek
kuşaklara aktarabilmek için, eğitim ve öğretim basamaklarına göre, çok ayrıntılı bilgileri
özetleyerek vermekte ve ayrıntı isteyenleri bilgi kaynaklarına yönlendirmektedir. Daha iyi bir
anlatımla diyebiliriz ki; Tarih Baba, İlköğrenim Çağı için 50, bazen de 100 yılı bir sayfaya;
Lise Çağı için 25 veya 50 yılı bir sayfaya sığdırmaktadır. Böyle olunca da Tarih Kitapları,
savaşlarla dolmuş bir durum sergilemekte ve okuyanın aklına; ‘o yıllarda insanlar devamlı
savaş yapıyor, birbirlerini öldürüyorlarmış’ düşüncesini yerleştirmektedir. Oysa savaşların
tarihleri arasındaki zaman dilimine bakıldığında; her kuşağın bir veya en çok iki savaşa
katıldığı; bir veya ikisine de tanık olduğu anlaşılır. Bu durum günümüz dünyasında da aynidir.
Bizim coğrafyamızda veya dünyanın diğer coğrafyalarında her kuşak bir veya iki savaş
yaşamaktadır. 1910 ve 1945 yılları arasında Dünya, olağanüstü bir dönem yaşamış ve 35 yıl
içersinde, bizim içinde bulunduğumuz coğrafyada 5 büyük savaşa sahne olmuştur.
Köyümüzün İkinci Kuşağı, bu savaşlar sırasında yetişkin (Savaşa katılacak yaşlarda) oldukları
için; yaşamları süresince iki değil; beş savaşa katılmış veya tanık olmuşlardır. 1911 – 1912
Birinci ve İkinci Balkan Savaşları, 1914- 1918 Birinci Dünya Savaşı, 1919 – 1922 Kurtuluş
Savaşı ve 1939- 1945 İkinci Dünya Savaşı. Köyümüzün kalkınma ve gelişmelerinde, İkinci
Kuşağımızın yaşamlarında karşılaştığı ‘ortalama 7 yıla 1 savaş düşmesi’ felâketinin zorluğunu
ve Üçüncü Kuşağımızı yetiştirmekte çektikleri sıkıntıların çokluğunu; yaşanan bu savaş
dönemlerinin nedenleri olduğunu, daha iyi anlatacağı düşüncesindeyiz.
Dedelerimizin izine ulaştığımız M.Ö. 220 yılından; Anadolu’ya göç ettikleri M.S.1071
yılına kadar geçen, 1291 yıl içinde, 20 veya 21 DEDE’miz ANAYURT adını verdikleri Batı
Türkistan’da, yukarıda sınırlarını çizdiğimiz Maveraünnehir denilen bölgede yaşamışlardır.
Tarihçe Öykümüzün başından bu yana geçen ANAYURT kavramı üzerinde de, Anadolu’ya
göç etmeden durmamız gerekiyor. Orta Asya Türkleri ve boyumuz, göçebe olarak, konar –
göçer yaşıyorlardı. Kış mevsiminde kaldıkları yerlere önceleri KIŞLAK adını veriyor ve
baharla birlikte kışlaklardan çıkıp otlaklara gidiyorlar ve buralara da ‘otlak yurdu’ adını
veriyorlardı. M.S. 600 – 700 yılları arasında, KIŞLAK’lara ANAYURT adını verdiler.
Salur Boyumuz, Anayurtları ve otlak yurtları arasında; yukarıda anlatmaya çalıştığımız
sosyal yaşamlarını sürdürürlerken; bağlı oldukları Türk Devletlerinin kararları gereği, dış
ülkelerle yapılan savaşlara katılmışlar ve sonuçlarından etkilenmişlerdir. Eğer yönetimde olan
Kağan, METE (OĞUZ) KAĞAN gibi; güçlü, dirayetli, ileri görüşlü ve kahraman biriyse,
gönülden desteklemişler ve yarar getiren yönetimi sürdürmek için canlarını vermişlerdir. Ama
yönetimde bulunan Kağan, kötü yönetmeye başlayınca da; başkaldırmaya, iç isyan çıkarmaya,
iç savaşlara kadar giderek yönetimde olanı devirmeye ve yerine beğenecekleri yeni bir
yönetim getirmeye çalışmışlar; bunda da başarılı olmuşlardır. O zamanki dünya düzeni ve
yönetimlerinde, ‘cumhuriyet ve demokrasi; seçme ve seçilme hakkı, seçimle gelen seçimle
gelir, sandığı ortaya koyarız, sonuçlara bakıp, istenmiyorsak gideriz’ düşünce ve
söylemlerinin yeri yoktu. Tüm dünyada geçerli olan Mutlakiyet yönetimi gereği; güçle,
kuvvetle, kahramanlıkla, hileyle, entrikayla… her nasılsa yönetimi ele geçiren; ‘babadan
oğula’ yöntemiyle; hem devletin, hem de milletin sahibi oluyor ve bunu sonsuza kadar
sürdürmek istiyordu. Dünyadaki bu durum; 1789 Fransa Devrimi’ne kadar devam etti ve
ancak bu tarihten sonra toplumlar, seçme ve seçilme haklarını kullanarak, kendi kendilerini
yönetmeye başladılar.
Türklerde, yönetimde bulunan ve kötü yöneten Kağan’a karşı, ilk iç isyan ve iç savaş;
Mete’nin, babası Teoman’a karşı gelmesi; O’nu öldürüp yönetimi ele geçirmesi ve ‘Boylar
Sistemi’ni kurmasıyla başlamıştı. Mete’nin ölümüne kadar geçen zamanda, kurulan boylar,
güç ve yetkilerinin ayırdına varmışlar; kendilerinin onayları alınmadan ve güçlerini yanlarına
almadan bir Kağan’ın yönetimde kalamayacağını anlamışlardı. Özellikle 24 Oğuz Boyu,
kendi aralarında büyük bir dayanışma ve görüş birliği içinde bulunuyorlardı. Bunun ilk
örneğini de Mete’nin (Oğuz’un) ölümünden sonra başlayan kötü gidişat karşısında verdiler ve
Hun Devleti’den desteklerini çekip; Oğuz Boyları arasında yer almayan, ama kahramanlık ve
iyi yönetimleriyle Bumin Kağan ve İstemihan Kağan’ın öne çıkmalarıyla, Göktürk Devleti’ni
kuran boyu destekleyerek; iç savaşta bu boyun yanında yer aldılar. Bu tarihsel olaya bir başka
açıdan bakıldığında; Tarihte, Türkler tarafından ilk kurulan Hun Devleti’nin yıkılmadığı,
baştaki yöneticilerin (hükümetlerin, iktidarların), kendi halkları (boyları) tarafından
savaşılarak devrildiği, yerine gelen yöneticilerin de kendi adlarıyla anılan ‘GÖKTÜRK
HÜKÜMETİ’ yerine ‘GÖKTÜRK DEVLETİ’ adını kullanarak tarihte yer aldıkları görülür.
Bu durum, ‘Tarihin geçmişinde yer alan 16 Türk Devleti’nin’ kuruluş ve yıkılışlarına
bakıldığında açıkça görülür. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler için gerekli başvuru
kaynakları ektedir. Biz, Tarihçe Öykümüzün çerçevesi içersinde kalabilmek için; ilk kurulan
Türk Devleti’den verdiğimiz örneği; Osmanlı Devleti örneğiyle pekiştirmek istiyoruz.
Anadolu Selçuklu Devlet’i: Türk Tarihinde sık sık rastlandığı gibi; Asya’da çok güçlenerek
ve ‘bizden güçlüsü varsa çıksın karşımıza, yoksa biz gidip yeneriz’ düşüncesinde olan, Türk
asıllı Moğollar’ın saldırısına uğradı.1243 yılında, Kösedağ’da yapılan savaşta, Anadolu
Selçuklu Devleti yenildi. Oysa yıkılan ‘devlet’ değil, ‘hükümet’ti. Moğollar, Anadolu’nun
altını üstüne getirerek, talan ederek çekip gittiler. Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Oğuz
Boyları ve diğer Türk Boyları ayakta kaldılar ve bulundukları coğrafyada kendi kendilerini
yönetmeye; kendi başlarına ‘hükümet’ etmeye, devletin başında değer verilecek nitelikte
yönetici olmadığından, birbirleriyle de sürtüşmelere başladılar. Kendilerini diğer boylardan
daha güçlü hissedenler de beyliklerini ‘bağımsızlıklarını’ ilân etmeye başladılar. Oğuzların
KAYI BOYU’ da bulunduğu coğrafyada (İznik yakınlarında ve Söğüt civarında) kendi
beyliğini ilân etti ve gücünü göstermeye başladı. Osman Bey, ileri görüşlülüğü, aklı ve
kahramanlığı sayesinde ünü, önce Anadolu’ya, sonra da Orta Asya’ya (ANAYURDA)
yayıldı. . Önce çevresinde olan Bizans yerleşim birimlerine saldırarak, sınırlarını ve ününü
genişletti. Diğer Boylar ve Beylikler, durumu dikkatle izliyor, ama kendilerinden daha küçük
bir nüfusu olan Osmanlı Beyliği’nin başarılı olacağına inanmıyorlar veya başarılı olmaması
için her türlü karşı çıkışta bulunuyorlardı. Sonunda inananlar savaşmadan, inanmayanlar
savaşta yenilerek Osmanlı Devleti’ni (Hükümetini- iktidarını) desteklediler veya bir daha
boyluk kuramayacak bir biçimde dağıtıldılar. Osmanlı Tarihinde bu olaya ‘Anadolu Birliğini
Sağlama’ adı verilir. Bu ayni zamanda; daha ileride göreceğimiz gibi, Orta Asya’dan gelen
Oğuz Boylarının ve diğer boyların ‘koşulsuz her türlü desteğini sağlama’ anlamına gelir.
Osmanlılar; Boyların desteğini aldıktan ve Anadolu Birliği’ni kurduktan sonra güçlü devlet
olmuşlar; Avrupa fetihlerine çıkarak; Tarihteki Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmuşlardır.
Osmanlı Devleti, uyguladığı akılcı bir siyasetle; Oğuz Boylarına ve bu boyların evlenme
ile olan akrabalık ilişkileri sonucu kurulan Anadolu Beyliklerine saldırmak yerine, Bizans ve
Avrupa’ya saldırmıştır. Bunun sonucunda sağladığı boş toprakları da Anayurt’tan ve
Beyliklerden gelen Türklere açmıştır. Bu siyasetiyle, Anadolu Beylikleri arasında süren kavga
ve savaşlara katılmamış; herkesin takdirini toplayan bir taktikle, küffara saldırmıştır. Dinen de
sevap sayılan ve bu savaşa katılanları Gazi yapan bu uygulama sonucu; kardeş kavgasından
kaçan tüm boylar Osmanlı çatısı altında toplanmış ve en güçlü konuma gelerek asıl amacına
ulaşmıştır. Önce Avrupa’da gücünü kanıtlayan Osmanlı; kendine güvendiği anda da Anadolu
Beyliklerine yönelmiş; kendisine katılanları içinde eritmiş; katılmayanları da savaşarak yenip;
parçalamış, dağıtmış ve bir daha Boy veya Beylik kuramaz hale getirmiştir.
Tıpkı Boyumuzda olduğu gibi; Salur Boyumuzu toprak vaat ederek davet etmiş; Bursa’nın
alınışında kullanmış, kendilerine Karacabey Ovasını vermiş ve sonrasında da: ‘Burası sizin
hepinize uygun değil, daha verimli topraklar Avrupa’da’ diyerek bir kısmını alıp başka yerlere
sürmüş, savaşlarda kullanmış ve Balkanlara yerleştirerek boyumuzu birleşemez bir biçimde
parçalamıştır. Diğer Boy ve Beyliklerin başına gelen de aynidir. En güçlü Anadolu Beyliği
olan ve bünyesinde 14 Oğuz Boyu barındıran; merkezi Konya olan Karamanoğlu Beyliği;
önce içten yıkılarak içindeki boyların Osmanlı’ya katılmaları sağlanmış; her katılan savaşçı
boylar, hiç vakit yitirilmeder Rumeli’ye geçirilerek savaşa sürülmüş ve fethettikleri
toprakların sahnibi yapılıp, bir daha birleşmelerinin önüne geçilmiştir. Daha sonra da
zayıflayan Karamanoğlu Beyliği yenilmiş ve ayni sonuçla karşılaşmıştır. Bu nedenle; Rumeli
ve Balkanlara gidip fetheden ve yurt edinip 500 yıl yaşayan insanların çoğu Anadolu’dan; geri
kalanları da Ortaasya’dan gelen Oğuz Boyu Türklerindendir.
Osmanlı, kendi hanedanını güvenceye almak için bununla da yetinmemiş; Oğuz’un
kurduğu Boy ve Soy Birliği’nin etkisini ve gücünü kırmak için; gerek Anadolu’da ve gerekse
Rumeli ve Balkanlarda; dine dayalı tekke ve zaviyeler açmıştı. Buralara da halk önderliğinden
ziyade din önderliği yapacak derviş, ermiş, veli, imam, din üleması, savaş gazisi gibi kişiler
görevlendirerek, kendilerine ayrıcalıklı toprak bağışında bulunmuş ve istediği gibi
kullanmaya başlamıştı. Artık Boy ve Soy Birliği ortadan kalkmış; insanlar din yasaları ve din
adamlarının kuralları içinde yaşayan ve körü körüne inanan ‘ÜMMET’ yapılmıştı. Din
(mezhep ve tarikat) ve 72 buçuk milletin bir araya getirdiği bir devlet yapısında, insan
tanımını anlatan ‘tebaa’-uyruk- (Osmanlı’nın kayıtsız şartsız koyduğu yasalara boyun eğen ve
bağlı olan insanlar) birliği kurulmuş ve herkes padişaha KUL olmuştu. Bunun adına da
Osmanlı denilmişti. 1300’lü yıllara gelinceye kadar Türk adı ön plânda tutulurken, bu tarihten
sonra ‘BOY’, ‘SOY’ gibi, ‘TÜRK’ tanımı da söylenmesi yasak, hor görülen ve utanılacak bir
tanım olarak kabul görmüş ve 623 yıl ağızlara alınmaması; dillerde dolaşmaması için gereken
her önlem alınmıştı. Bu kadar sıkı bir baskıya rağmen, 1789 Fransız Devriminden sonra,
dünyada esen milliyetçilik ve ulusçuluk rüzgârının önüne geçilememiş ve TÜRK adı, gerçek
değeriyle söylenmeye başlamış; Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile de
tarihte hak ettiği yere taşınmıştı.
TARİHTE KURULMUŞ 16 TÜRK DEVLETİ
Tarih Baba diyor ki: Tarihsel bulgu, belge ve araştırmalar; bu zamana kadar 16 Türk
Devleti’nin kurulduğunu göstermektedir. Bu devletler aslında yıkılıp, yerine bir başka devlet
kurulmuş değildir. Tarihin o dönemlerinde beğenilmeyen devlet yöneticilerini değiştirmek;
demokrasi ve seçimlerle mümkün değildi. İktidarı (devleti) ele geçiren güçlü kişi; kadrosunu
kurar, babadan oğla iktidarı devreden ‘Hanedanlık Sistemi’ içersinde, sonsuza kadar hüküm
sürmek isterdi. Kötü yönetimler karşısında halk; bağlı oldukları Boy Sistemi ile kötü
yönetimleri değiştirme, düşürme, iktidardan uzaklaştırma yöntemlerini; silâh gücüyle yapar ve
yerine; en çok kahramanlık gösteren boyun beyini iktidara getirirdi. Türklerde bu süreç; tarih
boyunca 16 kez işlemiş ve aslında devletler yıkılmamış; iktidarda olan yönetim yıkılmıştır.
Ama iktidara gelen de kendi adını kullanarak devleti adlandırdığı için de; sanki yeni bir devlet
kurulmuş gibi bir izlenim doğmuştur. Tarihte yer alan 16 Türk Devleti’nin kuruluş ve
yıkılışları incelendiğinde, bu durum açıkça görülür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti de; Osmanlı Devleti’nin devamı olan ve O’nun mirası
üzerinde yer alıp; Mutlakiyet ve sonrasında yarım yamalak geçilen Meşrutiyet yönetimlerini;
gelişen ve değişen dünya gerçeklerine göre değiştirip; Cumhuriyet ve Demokrasi Yönetimi
getiren bir konumdadır. Bu yönetim biçimi sayesinde, iktidar babadan oğla ‘Hanedanlık
Sistemi’yle değil; halkın kullandığı oylarla seçilenlerin iktidara geldiği bir sistem
‘Cumhuriyet ve Demokrasi Sistem’i kurulmuştur. Bu sistem sayesinde artık; beğenilmeyen
iktidarlar silâh gücüyle değil; oy gücüyle değiştirilmekte ve demokrasi işletilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Osmanlı’nın devamı olduğunun en çarpıcı örneği,
Osmanlı’dan kalan borçların Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından “bu borçlar bizim
borcumuzdur’ anlayışıyla ödenmiş olmasıdır.
Özet bir cümleyle: Osmanlı Devleti yıkılmamış; Osmanlı Hanedanı iktidardan düşürülüp
yeni bir yönetim biçimi olan Cumhuriyet ve Demokrasiye geçilerek; egemenliğin kayıtsız
koşulsuz halkta olduğu kabul edilmiş ve halk kendi kendini yönetmeye başlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en yüksek makamı, Cumhurbaşkanlığı’dır.
Cumhurbaşkanlığı’nın forsu üzerinde hepimizin dikkatini çeken ve Tük Bayrağı sol üst
köşesinde yer alan bir arma vardır. Bunun taşıdığı anlam, Tarih boyunca kurulmuş olan Türk
Devletlerini anlatmasıdır. Bu forsun anlamını inceledikten sonra ’Tarihte Kurulmuş 16 Türk
Devleti’ni incelemek; çok daha yerinde olur düşüncesindeyiz.
“ Cumhurbaşkanlığı Forsu; pek çok anlam, motif ve değeri bünyesinde barındırmakta;
yüzlerce yılın birikimini, tarihteki Türk topluluklarını, dolayısıyla, Türk birliğini ve Türkiye
Cumhuriyeti’ni temsil etmektedir.
Forsun boyutları 30 x 30 cm’dir. Türk Bayrağı üzerine “Cumhurbaşmanlığı Arması”
olarak işlenmiştir. Ay yıldız olmaksızın ya da Türk Bayrağı üzerine işlenmeksizin; yalnızca
güneş ve çevresindeki 16 yıldızdan oluşan bölüme “Cumhurbaşkanlığı Arması”
denilmektedir. Armanın ortasında güneş, bunun çevresinde ise 16 yıldız bulunmaktadır.
Güneş; sonsuzluğu ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni, 16 yıldız ise tarihteki bağımsız 16
Büyük Türk Devleti’ni simgelemektedir.
Bunlardan Osmanlı İmparatorluğu’nun 20 milyon kilometrekare, Büyük Hun ve Göktürk
İmparatorluklarının 18 milyon kilometrekare, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ise 10
milyon kilometrekare yüzölçümüne ulaştığı, çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.
Piri Reis Haritası dâhil, haritalarda yer alan pusulalarda 16 ayrı yönü gösteren uçlar
bulunur. Türklerin bu simgelere verdikleri değer; Türk Mitolojisi’ndeki örneklerden de
anlaşılmaktadır. Oğuz Destanı’nda yaratılış ve kökeni ile ilgili olarak; “Oğuz Han’ın ışıkla
gelen altun kazılık kız ile yaptığı evliliğinden, Gün, Ay ve Yıldız isimli oğulları doğmuştur”
denilmektedir.
İlk Türk toplulukları zamanındaki inanca göre, dünya kozmik suların ortasında dört yöne
çevrilmiş, dört ya da sekiz köşeli bir yüzey olarak düşünülüyordu. Gök, yerin üzerinde duran
kubbe idi ve 28 dilime ayrılıyordu. Her dilimde bir yıldız grubu vardı. Gök kubbenin
tepesindeki Kutup Yıldızı, Gök Tanrı’nın makamıydı. Bunun tam altında, yerin merkezindeki
dağda, imparatorun köşkü ve sarayı vardı. Bu sarayın doğusundaki ve batısındaki dağlar ise
güneş ve ayın makamıydı. Güneş ve ayın ortasında duran kimse, parlaklığın en üst
aşamasında olup; Kün – ay sembolüne sahipti. Dolayısıyla hükümdarlık rumuzuydu. Güneş
ve ay rumuzları, hükümdarların elbiselerine ve mezarlarına da resmedilirdi.
Hunlar ve Göktürkler döneminde GÜNEŞ, genellikle ALP’lik ve HÜKÜMDAR’lık rumuzu
olarak görülmüştür ve AY’dan daha önemlidir. Uygurlara gelindiğindeyse, Ön Asya kökenli
dinlerin de etkisiyle, AY’ın daha fazla önem kazandığı görülmektedir. Uygurlar; Mani ve
Buda dinlerini benimsedikten sonra; ‘Gök Tengri’ye ‘Ay Tengri’ demeye başlamışlardır.
“…Ay Tanrı’da kut bulmuş…” sözünden de anlaşılacağı üzere, Uygur Hükümdarları, Ay
Tanrı’nın ‘KUT’ vermesiyle hükümdar olduklarına inanıyorlardı.
Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular, Harzemşahlar, Anadolu Selçukluları ve sonra
kurulan kimi küçük devletlerin mekûkâtında (madeni paralarında) da hilâl ve yıldız sembolü
görülmektedir. Örneğin, Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul Bey, sikkelerinde (madeni
paralarında) hilâl ve yıdızı kullanmıştır. Yine Anadolu Selçukluları sikkelerinde de hilâl ve
yıldıza çok sık rastlanır. Osmanlılar ise bu sembolleri; bayrak, (sancak) ve forslarında
kullanmışlardır.
Topkapı Sarayı Müzesi silâh salonunda, 10165 numarada kayıtlı, 400 x 250 cm
boyutlarındaki sancağın ortasında bir zülfikâr işlenmiştir. Zülfikârın ortasında 8 münhani
(eğri) daire, zülfikârın kabzesi altında da iki tarafa kıvrılmış yılanbaşları vardır. Uçkurluğa
yakın olan yerde, hilâl ortasında 16 şualı (ışınlı) bir yıldız ve güneş rumuzu vardır.
Yine Topkapı Sarayı’nda, 824 numarada kayıtlı 400 x 250 cm boyutlarında ve âlemindeki
yazıdan Yavuz Sultan Selim’e ilişkin olduğu anlaşılan sancakta da benzer motifler yer
almaktadır. Sancağın tam ortasında bir zülfikâr ve zülfikârın ortasına, Allah ve etrafına sekiz
tane ‘Ya Burhan’(kanıt) ifadesi girift (girişik) olarak yazılmıştır. Zülfikârın kabzesi altında iki
tarafa kıvrılmış yılanbaşları ve kabzesi üzerinde hilâl ve yıldız vardır. Sancağın uçkurluk
kısmının sağ ve sol taraflarında; büyük kıt’ada (bölümde) üçer hilâl, hilâllerin ortasında da 16
şualı yıldız vardır. Bunlardan başka, daha küçük kıt’ada 16 daire ve içinde 16 şualı güneş ve
yıldız motifine yer verilmiştir.
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı gibi; GÜNEŞ, YILDIZ ve AY çok eski
dönemlerden beri Türkler tarafından kutsal sayılmış; devlet – ulus tümlüğünü, bağımsızlık
düşüncesini, ulusun ve devletin egemenliğini temsil eden bayraklarda, simge olarak
kullanılmıştır.
1922 yılında; Türkiye Büyük Millet meclisi Hükümeti tarafından, saltanatla birlikte,
saltanata özgü bayrak da kaldırılmıştır. Abdülmecid’in bir buçuk yıl süren halifeliği sırasında;
yeşil zemin, ortasında kırmızı bir daire ve bu dairenin çevresinde beyaz ışınların bulunduğu
bir fors yapılmıştır. Bu fors da 3 Mart 1924’te hilâfet ile birlikte kaldırılmış; ancak,
imparatorluk dönemindeki bayrak korunmuştur.
1922 tarihli bir fotoğrafta, İzmir’e giderken Atatürk’ün otomobiline, bu günkü
Cumhurbaşkanlığı Forsu’na benzer bir flâmanın takıldığı görülmektedir. Ancak; bu fotoğrafın
dışında, Cumhurbaşkanlığı Forsu’nun, bu günkü biçimiyle, ilk kez hangi dayanağa bağlı
olarak ve hangi gerekçelerle kabul edildiği ve kullanılmaya başlanıldığına ilişkin, resmi bir
kayıt ve belge saptanamamıştır.
Cumhurbaşkanlığı Forsu’nu resmî anlamda düzenleyen ilk belge, 22 Ekim 1925’te
çıkarılan ‘Sancak Talimatnamesi’dir.” Bu talimatnamede bütün ayrıntı ve özellikler
sıralanmış ve 29 Mayıs 1936’da çıkarılan 2994 sayılı Türk Bayrağı Kanunu ile birleştirilerek
yasal dayanaklara bağlanmış ve günümüze ulaşmıştır. Bu dayanaklara göre:
“Cumhurbaşkanlığı Forsu’daki güneşin Türkiye Cumhuriyeti’ni; 16 yıldızın ise, bağımsız
Türk devletlerini temsil ettiği görüşünü ilk kez, 1969 yılında, Harita Yüzbaşı Akib
Özbek;’Türkiye Cumhurbaşkanlığı Forsu ve Taşıdığı Anlam’ isimli kitabında ortaya
koymuştur. Bu görüş, izleyen yıllarda kabul görmüştür. Bunun dışında, özellikle 16 yıldızla
ilgili olarak başka görüşler de dile getirilmiştir. Bir görüşe göre, 16 yıldızdan ) 9’zu eski (Orta
Asya) Türklerin sancaklarında kullandığı 9 tuğu, 7 yıldız ise, Anadolu Türklerinin
sancaklarında kullandakları 7 tuğu temsil etmektedir. Böylece 9 + 7 toplamından 16’ya
ulaşılmış olmaktadır.”
Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nden edinilen yukarıdaki bilgilerden varılan sonuç:
Cumhurbaşkanlığı Forsu da; Tarihte kurulmuş bağımsız Türk Devletleri’nin devamı olan,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne miras olarak geçmiştir ve korunarak kullanılmasına devam
edilmektedir.
CUMHURBAŞKANLIĞI FORSU ÜZERİNDE YER ALAN 16 TÜRK DEVLETİ
Cumhurbaşkanlığı Forsu’nu bir saat kadranı gibi izlemeye başlar ve saat:12 noktasındaki 1.
yıldızdan yine saat yönüne doğru hareket ederek 16. yıldıza kadar gelirsek:
1.Yıldız: Büyük Hun İmparatorluğu (M.Ö. 204- M.S. 216 yılları arasında; Orta Asya’da,
Teoman tarafından kurulan ve oğlu Mete Han (Oğuz Han) tarafından’Boy Sistemi’
oluşturularak İmparatorluk haline gelen ilk Büyük Türk Devleti. Oğuz Han 35 yıl süren
iktidarından sonra, devleti oğulları arasında paylaştırarak kenara çekildi. Oğulları da; Batı
Hun, Doğu Hun, Ak Hun gibi adlarla devletlerini (iktidarlarını) devam ettirdiler ve Göktürkler
tarafından yıkıldılar.)
2.Yıldız: Batı Hun İmparatorluğu (M.S. 48 – 216 yılları arasında, Oğuz Han oğullarından
birinin başına geçtiği Türk Devleti.)
3.Yıldız: Avrupa Hun İmparatorluğu (M.S. 375 -469 yılları arasında, Oğuz Han’dan ayrılıp
Batı’ya göç eden Türk Boyunun, Attilâ’nın önderliğinde; bu günkü Macaristan’ın bulunduğu
coğrafyada kurduğu ve sınırlarını İstanbul’dan İtalya’ya kadar genişlettiği Türk Devleti.
Günümüzde bile Macaristan’ın Avrupa Devletleri ‘nde adı ‘Hungarya’dır.)
4.Yıldız: Ak Hun İmparatorluğu (M.S. 420 – 552 yılları arasında, Oğuz Han oğullarının
birinin başına geçtiği Türk Devleti.)
5.Yıldız: Göktürk İmparatorluğu (M.S. 552 – 745 yılları arasında Orta Asya’da; Hunların
yıkılmasıyla yerine kurulan büyük Türk Devleti’nin ve bu devleti kuran Türk Ulusu’nun adı.)
6.Yıldız: Avar İmparatorluğu ( M.S. 565 – 835 yılları arasında, Hunlar’dan sonra bir Türk
İmparatorluğu kuran kavim (boy). İlk Avar Devleti 3 – 6. Yüzyıllar arasında Orta Asya’da
kuruldu. 5. Yüzyılda Çinlilere yenik düştü.6. Yüzyılda da Göktürkler tarafından yıkıldı.)
7.Yıldız: Hazar İmparatorluğu (M.S. 651 – 983 yılları arasında, Volga Irmağı ile Kırım
arasında İmparatorluk kuran bir Türk topluluğu (boyu).Hazarlar, yarı göçebe, yarı yerleşik
boylardan oluşmuştu. Yazın kırsal alanlarda; kışın kentlerde otururlardı. Hazarlar Museviliği
kabul etmişlerdi. Son yıllarda yapılan araştırmalar; Doğu Avrupa Musevileri’nin Hazarlar’ın
devamı olduğu kanıtlarını kuvvetlendirmiştir.)
8.Yıldız: Uygur Devleti (M.S. 745 – 1368 yılları arasında, Göktürk Devleti’ni yıkarak kurulan
bir Türk Devletidir. İç Asya’nın bozkırlarında; Orhun, Selenga ve Tala ırmaklarının
kenarlarına ve vadilerine kurulmuştur. Kırgızların saldırısına uğrayarak yıkılmıştır.)
9.Yıldız: Karahanlılar Devleti ( M.S. 940 – 1040 yılları arasında, Türkistan’da kurulan ilk
Müslüman Türk Devleti. Samanoğullarını yıkarak devleti kurdular ve Selçuklular tarafından
yıkıldılar. Karahanlılar zamanında, Türk dilinin ilk edebi anıtları yazıldı. Divan-ı Lugat-ı Türk
(Kaşgarlı Mahmut), Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hacip), Atabetül Hakayık (Edip Ahmet)
tarafından yazılan ve bu gün bile değerlerini koruyup, okunan yapıtlardır. )
10.Yıldız: Gazneliler Devleti (M.S. 962 – 1183 yılları arasında, Karahanlıların yıkılışıyla
iktidara gelen, Gazne’yi alıp burada ‘Gazneliler Devleti’ni kuran Türk kökenli bir hükümdar
ailesi. Selçuklular tarafından yıkılmıştır.)
11.Yıldız: Büyük Selçuklu İmparatorluğu ( M.S. 1040 – 1157 yılları arasında, kurulmuş
bulunan büyük Türk İmparatorluğudur. Oğuzların Kınık Boyu’ndan Dukakaoğlu Selçuk Bey
tarafından kurulduğu için ‘Selçuklu İmparatorluğu’ adını almıştır. Oğuz Boylarını bir araya
getirip Gaznelileri yıkarak devleti kurmuş ve adını vermiştir. İran’ı, Arabistan’ı, Anadolu’yu
ve Asya’nın büyük bölümünü içine alan, zamanının en büyük devleti olmuştur. İmparatorluk
o kadar çok büyümüştür ki; devletlere ayırmak zorunda kalınmış ve Selçuklu İmparatorluğuna
bağlı: Anadolu Selçuklu Devleti, İran Selçuklu Devleti, Kirman Selçuklu Devleti, Irak
Selçuklu Devleti, Suriye Selçuklu Devleti gibi devletlere ayrılmıştı. Bunların arasında en uzun
ömürlü olan, Anadolu Selçuklu Devletidir. Moğollar tarafından yıkılan Anadolu Selçuklu
Devleti’nin yerine Osmanlı Devleti kurulmuştur.)
12.Yıldız: Harzemşahlar Devleti ( M.S. 1097 – 1231 yılları arasında kurulmuş Türk Devleti.
Harzem; Orta Asya’da Aral Gölü’nün güneyinde, Amuderya Irmağı’nın aşağı yöresine denir.
Harzemşahlar Devletini; Selçukluların buradaki valisi Anuş Tigin ile oğlu Kutbettin
Muhammed kurdu. Bu hükümdarlar Selçuklulara bağlıydı. Cengiz Han tarafından yıkıldı. )
13.Yıldız: Altınordu Devleti (M.S. 1236 – 1502 yılları arasında; Cengiz Han’ın torunu Batu
Han tarafından kurulmuş, Doğu Avrupa’da yaşamış Türk- Moğol Devleti. İslâm
kaynaklarında “Kıpçak Hanlığı” diye anılır. Batu Han, devletin sınırlarını, batıda Karpatlara
kadar genişletti. Doğuda sınırlar; Urallar, güneyde Karadeniz ve Hazar Denizi, kuzeyde
Kuzey Rusya’ya kadar uzanmıştı.)
14.Yıldız: Büyük Timur İmparatorluğu (M.S. 1368 – 1501 yılları arasında, Timur Lenk
‘Aksak Timur) tarafından kurulmuş Türk Devleti ve İmparatorluğu. Timur ve Cengiz Han
ayni soydandır. Timur; Barlas Boyu Beylerinden, Emir Tugay’ın oğludur. Gençliğinde, bir
savaş sırasında ayağından yaralanarak aksamağa başladığı için, ‘aksak’ anlamına gelen ‘Lenk’
sözcüğü ile birlikte adı anılmaya; ‘Timur Lenk’ denilmeye başlanmıştır. Çağatay Hanlığı’nı
ele geçirdikten sonra güçlenen Timur; Kaşgar Hanlığı’nı yıktı, Harzem, Horasan, İran ve
Azerbaycan’ı egemenliği altına aldı. Hindistan’a seferler düzenledi, büyük bölümünü aldı,
ordusunda ilk defa filleri kullandı. Bağdat’ı, Halep’i ve Şam’ı aldı. Anadolu’nun ortalarına
kadar ilerleyerek Sivas’ı yakıp yıktı. 1402 yılında, Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezit’i
büyük bir yenigiye uğratıp; Bayezit’in zehir içerek intihar etmesine neden oldu. İzmir’e kadar
bütün Anadolu’yu ele geçirdikten sonra, başkent Semerkant’a döndü.1405 yılında Çin’e
düzenlediği bir sefer sırasında hastalanarak öldü ve yüz yıl sonra devleti yıkıldı.)
15.Yıldız: Babür İmparatorluğu ( M.S. 1526 – 1858 yılları arasında Hindistan’da kurulan
büyük Türk Devleti. Avrupalılarca ‘Büyük Moğol İmparatorluğu’ denir. Kurucusu baba
tarafından Timur’un; ana tarafından Cengiz Han’ın torunu Babür Şah’tır.)
16.Yıldız: Osmanlı İmparatorluğu ( M.S. 1299 – 1922 yılları arasında, Anadolu Selçuklu
Devleti’nin sona ermesi üzerine, bağımsızlıklarını ilân eden Oğuz Boyları arasında yer alan;
Osmanlı Beyliği tarafından kurulmuş Türk Devleti ve İmparatorluğudur. 623 yıl, babadan
oğula geçen ’Hanedanlık Sistemi’ yönetimleri sayesinde iktidarda kalmıştır. Asya, Avrupa ve
Afrika kıtaları içersinde yer alan ve 20 milyon kilometrekareyi bulan toprakların sahibi
olmuştur. Akdeniz ve Karadeniz ‘in etrafı Türklerin eline geçmiş ve bu iki denize Türk Gölü
denilmeye başlanmıştır. Gelişen sanayi ve teknolojinin dışında kaldığı için zayıflayan ve
Avrupa Devletlerinin tümünün saldırısına uğrayan Osmanlı Devleti 1922 yılında sona ermiş
ve yerine, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur.)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti için 17. Yıldız yoktur. Bunun yerine; ortada yer alan GÜNEŞ
sembolü vardır ve bu; sonsuza kadar devam edecek olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
simgesi olmuştur…
Yukarıdaki Türk Devletleri’nin bazıları; Tarihçe Öykümüzde yer almış ve destanlarla
birlikte üzerlerinde durulmuştur. Diğerleri hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyen
okurlarımız, ekte verilen veya kendi bulguları olan bilgi kaynaklarına başvurabilirler.
Bu gerekli açıklamalardan sonra, Tarihçe öykümüze kaldığımız yerden devam ederek,
Salur Boyumuzun tarihsel sürecini izleyelim. Boyumuzun İslâmiyeti kabul ettiği ve Dede
Korkut’un yaşadığı yıllarda, Boyumuzun Beyi Salur Kazan’dı. (Salur Bey) Boyumuzla ayni
adı taşıyan Salur Kazan; çok kahraman, çok iri cüsseli, güçlü, kuvvetli, taşı sıksa suyunu
çıkaran, gözünü budaktan sakınmayan, yüzden fazla düşmana kendi başına saldıran gözü kara
bir beydi. Dede Korkut Hikâyeleri’nin çoğunda yaptığı kahramanlıkları anlatılan Salur Kazan;
beyliği zamanında; boyumuza yapılan soyguncu, haydut ve düşman saldırılarıyla mücadele
etmiş; boyumuzda yetişen Deli Dumrul gibi gözü pek yiğitlerle oluşturduğu Boy Ordusu, tüm
düşmanları yenerek, Salur Boyu’nu herkesin çekindiği bir boy haline getirmiştir.
Oğuz Boyları, Anadolu’ya göç etmeden önce, Gazneliler’i beğenmemişler ve yönetimden
uzaklaştırmak için, M.S. 1040 yıllarında; Salur Boyu’nun komşusu olan DENİZHAN
Oğullarının KINIK BOYU’ndan, herkese örnek olan iyi boy yönetimi ve kahramanlığı ile
öne çıkan, DOKAK KAZAN’nın (Erlik Adı: Demir Yaylı) nın oğlu SELÇUK BEY’i
desteklediler. Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulmasına destek verdiler. Bu destek sayesinde
Gazneliler’i devirdiler. Yeni yönetime (hükümete) Kınık Boyu Kahramanının adını vererek
Selçuklu Devleti adını koydular. Devlet yönetiminde görev aldılar. Bu zamana kadar kurulan
devletlerde, Oğuz Boylarının yanı sıra, diğer boylar da bulunuyordu. Ama Büyük Selçuklu
Devleti’nin kuruluşunda, gelişmesinde ve imparatorluk haline gelmesinde, yalnız 24 Oğuz
Boyu görev aldılar. Büyük Selçuklu İmparatorluğu; 24 Oğuz Boyunun kendi güçleriyle
kurdukları bir devlet olmuştu. Bu nedenle, boyumuz da içlerinde olmak üzere, Selçuklu
Devleti’ne sonuna kadar sahip çıkıp ayakta durmasına çalıştılar. Batı Türkistanda nüfus
artmış, beslenen ve bakılan hayvan sayıları çoğalmış ve otlaklar yetmez olmaya başlamışlardı.
Türkler, bu yıllarda İslâmiyeti de kabul etmişler ve yeni dinleriyle birlikte, yeni bir sosyal
yaşama adım atmışlardı. Dinimizce kutsal sayılan yerlere yakın olmak istiyorlardı. İlk
müslüman olan ve bu düşünce içinde bulunan Türklere ‘TÜRKMEN adı verildi. Daha sonraki
yıllarda ise, yerleşik düzene geçmeyi reddeden ve konar- göçer yaşamaya devam edenlere
TÜRKMEN denmeye; bu günümüzde de YÖRÜK diye anılmaya başlandı. Bu sosyal
gelişmeler ve istekler karşısında Selçuklu Devleti; doğuya ve batıya doğru akınlar
düzenleyerek, yeni otlak alanları bulmaya ve devletin sınırlarını genişletmeye girişti. Doğuda
Çin Seddi’ne kadar; güneyde Arabistan içlerine kadar giderek, Müslümanları himayeleri
(korumaları) altına aldılar. Batıda da Anadolu’nun Eskişehir, Kütahya, Uşak, Bilecik
civarlarına kadar geldiler; Bizans İmparatorluğu’nun ensesinde solumaya başladılar ve
dönmemek üzere yerleştiler. Karşılarına çıkan Bizans Ordusuyla 3-4 kez savaştılar ve
yendiler. Orta Asya’ya ANAYURDA haber göndererek, yeni otlaklara gelmelerini, otlak
yurdu olarak Anadolu’yu devamlı kullanmalarını istediler ve askeri güçlerini de çoğaltarak,
1060 yıllarından itibaren, korkusuz bir şekilde, Anadolu kendilerinin olmuş gibi yaşamaya
başladılar. Artık Oğuz Boylarının başında olanlara KAZAN değil, BEY deniyordu. Oğuz
Beyleri, otlak yurdu olarak geldikleri yerlerde; verimli ve sulak toprakları, güzel yapılı
kentleri görünce, yarı tarım – yarı göçebe yaşamaya ve yerleşik düzeni benimsemeye
başladılar. Kış gelince, Beyler ve yakınları kentlerde kalıyor, diğerleri Anayurda dönüyor ve
baharla birlikte tekrar geliyorlardı. Birkaç yıl sonra da çoğunlukla gitmemeye ve Anadolu’da
Kışlamaya başladılar. Artık Anadolu, Türklerin otlak yurdu olmaktan çıkmış; hem Kışlak,
(ANAYURT) hem de otlak olmaya başlamıştı. Özellikle Batı Türkistan’da yaşayan Türkler,
Anadolu’yu benimsemişlerdi. Bizim Salur Boyumuz, Selçuklu Devleti kurulmadan önce de
Anadolu’nun Kuzey Karadeniz Kıyılarını; Yeşil Irmak dolaylarını, Muş ovası yanlarını otlak
yurdu olarak kullanıyorlardı. Ama tam güvenceleri yoktu. Başta Bizans olmak üzere, her an
kendilerine saldıracak düşmanlara karşı tetikte duruyorlar ve huzursuz oluyorlardı. Selçuklu
Devleti gücü sayesinde bu huzursuzlukları ortadan kalktı ve Salur Boyu da, daha önce gelmiş
olduğu tanıdık Anadolu coğrafyalarını kalıcı yurt edinmeye başladılar…
26 AĞUSTOS 1071 MALAZGİT SAVAŞI VE ANADOLU’NUN FETHİ
Türkler; 1050 yıllarında ve Selçuklular zamanında, Boylar halinde Müslümanlığı kabul
etmişlerdi. Bu sırada Selçuklu Sutanı Tuğrul Beydi. Müslümanlığa geçtikten sonra
‘Kazan’ların ‘Bey’ unvanı almasının yanı sıra, ‘Kağan’lar da ‘Sultan’ unvanını almışlardı.
Tuğrul Beyin oğlu olmadığı için, 1063 yılında ölümünün ardından, kardeşi Çakır Beyin oğlu
ALPARSLAN, Selçuklu Sultanı oldu.
Batı Türkistan’daki Oğuz Boyları, özellikle 1040 yılından itibaren Anadolu’yu yurt
edinmeye başladıktan sonra; sosyal yaşamları, görüş ve düşünceleri, çoğalan nüfusları ve
besledikleri hayvan sayılarıyla Orta Asya’nın Batı Türkistan bölümüne ve Maveraünnehir’e
sığmamaya başlamışlardı. Doğu Türkistan’a gitmeleri; oradaki Boyların haklarına saldırı
kabul edileceğinden söz konusu değildi. Kaldı ki, sosyal yaşamları Doğu Türkistan’da
yaşayan Oğuz Boylarından çok çok öndeydi. Oysa Anadolu, her yönden kendilerine uygun bir
konumdaydı. ‘Yeni Yurt’ ları Anadolu olmalıydı. Kurulmasına büyük emek verdikleri ve
yönetiminde de görev aldıkları “Oğuz Boylarının Kurduğu” Selçuklu Devleti’nin, Selçuk
Bey’den sonra Sultanları olan Tuğrul ve Çakır Beyler de buna hak vererek ve ordularının bir
bölümünü, saldırıları önlemek ve Türklerin güvenliğini sağlamak amacıyla Anadolu’ya
gönderdiler. Anadolu fethedilmemişti, ama Selçuklu Ordusunun karşısına çıkan her askeri güç
ve ordu yenilgiye uğradığı için, güvenli bir yurt olmuştu.
Alparslan Sultan oluncaya kadar, birkaç yıl iç kargaşalıklarla geçince; Anadolu’ya güvenlik
ordusu gönderilememişti. Bunu fırsat bilen Bizanslar ve diğer devletler, Anadolu’daki
Türklere saldırmaya, mallarını talan etmeye, kovmaya ve öldürmeye başlamışlardı.
24 Oğuz Boylarının Beyleri, Sultan Alparslan ile bir toplantı yaparak bu durumu dile
getirdiler ve ‘Güvenlik Ordusu’nun yine gönderilmesini istediler. Sultan Alparslan daha da
ileri giderek: ”Artık güvenlik ordusu yetmez. Güvenlik Ordusu gidecek, ama arkasından biz
de Selçuklu Ordusuyla Anadolu’ya ve Arap Yarımadasına gideceğiz.24 Oğuz Boylarımızın
Beyleri, kendi askerlerini hemen hazırlasın ve yanımda yer alsın. Anadolu’yu fethetmenin ve
topraklarımıza katmanın zamanı geldi. Bunu Selçuklu Devletini kurduğumuz gibi, yine hep
birlikte başaracağız” konuşmasını yaptı ve herkesi sevindirdi.
Bütün Boylar gibi, Salur Boyumuz da başlarında ALPTEKİN BEY olmak üzere, Anadolu
Seferi’ne büyük bir istekle hazırlanıyordu. Boyumuz askerleri; ok atma ve ata binme
konularında çok üstün olduklarından; ok taburlarının ve süvari birliklerinin en kilit
noktalarında görev yapıyorlardı. Alptekin Bey, bin bin kişilik okçu ve yaya savaşçısıyla, iki
bin kişilik süvari birliğini; her gün talim yaptırarak ve en iyi şekilde yetiştirerek savaşa
hazırlıyordu. Her boy, kendi getirdiği askerinin yiyecek ve içeceğini kendi karşıladığı için de
beraberlerinde canlı hayvanlarıyla birlikte bir üç bin kişi daha levazım hizmetlerini
karşılamak için peşlerinden gelmek üzere hazırlık yapıyordu.
Sultan Alparslan bir taraftan Anadolu Seferi için hazırlık yaparken, diğer taraftan da
komutanlarını kumanda ettikleri 5’şer bin kişilik süvari ordularıyla ‘talim etmeleri ve
Anadolu’yu daha yakından tanımaları’ amacıyla gönderiyor ve: “ Kentleri yakından inceleyin;
süvari gücünüzün yetip de alabileceklerinizi beni beklemeden alın. Komutan ve yeteri kadar
asker bırakın, bayrağımızı da kale burçlarında dalgalandırın. Kaleleri ve orduları güçlü
kentleri belirleyin. Nasıl saldırabileceğimizin araştırmasını yapın. Onları birlikte alırız”
görev emrini veriyordu. Bu görev emriyle hareket geçen süvari orduları, Anadolu’yu bir
baştan bir başa dolaşarak; alabilecekleri kentleri alarak ve güçlü yerleri nasıl alabileceklerinin
plânlarını yaparak 1071 yılına geldiler.
Sultan Alparslan, iyi silâhlanmış 4 bin hassa (sultanın özel askeri) ordusuna; 24 Oğuz
Boyunun oluşturduğu 40 bin Atlı Süvari Ordusu’nu ve çok iyi ok atıcı ve savaşçılarından
oluşmuş 6 bin yaya ordusunu katarak; yaklaşık 50 bin kişilik Selçuklu Ordusu ile Anadolu
Seferi’ne çıktı. Ermenistan, Azarbeycan, Kars, Erzurum ve civarından başlayarak, bu zamana
kadar alınmamış kentleri almaya; arkasını güvence altına alıp güneye; Malazgirt, Van, Ahlât,
Urfa gibi kentleri aldıktan sonra, batıya doğru devam etmeye karar verdi…
Bu durum, Bizans İmparatorluğunun hiç hoşuna gitmemişti. Bizans İmparatoru Romen
Diyojen; Batı Roma İmparotorluğundan ve kendisine yakın gördüğü, parasal olarak yardım
ettiği Avrupa Ülkelerinden aldığı asker desteğiyle kurduğu 200 bin kişilik ordusunu; asılları
Türk olan ve bu nedenle Türklerin savaş tarzlarını iyi bilen; Avrupa’ya daha önce gelip
yerleşmiş; Hırıstiyanlığı kabul etmiş; Bizans toprakları içinde olan veya komşu bulunan
Peçeneklerden ( Bulgarlardan), Kıpçaklardan, Doğuda Türklerle sınır yaşayan ve onları iyi
tanıyan Ermenilerden, Gürcü ve Abhazlardan; dahası, Orta Asya’daki Türk Boylarından
ayrılıp, Karadeniz’in kuzeyinden (Rus topraklarından) geçip, Avrupa’ya gelen ve Selânik
Kentini yağma eden, Uz’lardan, (Oğuz Türklerinden ama Oğuz Boylarından değil) sağladığı
20 bin paralı askerlerle güçlendirerek; Türk Ordusunu yenip, Türkleri Anadolu’dan kovmak
üzere; 13 Mart 1071 tarihinde sefere çıktı. Bizans’tan (İstanbul’dan) üç gün süren görkemli
bir uğurlama töreniyle sefere çıkan Bizans Ordusu, bu zamana kadar görülmemiş bir
büyüklükteydi. Kuzeye ve güneye doğru yayılarak bütün Anadolu Yarımadası’nı kaplayan
Bizans Ordusu; Otlak yurtlardaki Türkleri öldürerek, önlerine katarak, kaçırtarak ve mallarını
da yağma ederek ilerleyip Türk Ordusu’nu aramaya başladı. Romen Diyojen; önünden kaçan
Türklere bakarak: “ İşte görüyorsunuz. Ordumuzun önünde hiçbir güç duramıyor. Türk
Ordusu nerede? Ünlü Alparslan nerede? Bizim ordumuzdan korktular ve kaçtılar” demeçlerini
vererek ilerliyordu. Alparslan’nın Urfa Kuşatmasına gitmeden önce aldığı Malazgirt Kalesini
geri alan ve Selçuklu Ordusu’nun 50 bin askerlik olduğunu öğrenen Romen Diyojen bu
cesaretle: “ Türkler üç gün içinde karşımıza çıkmazsa; Büyük İskender gibi, Orta Asya’ya
gidip yeneceğim” diye övünmeye başlamıştı…
Bu sırada Urfa’yı kuşatmış bulunan Selçuklu Devleti Sultanı ALPASLAN, Bizans
Ordusu’nun geldiği haberini alınca, en hızlı hareketle Malazgirt Ovası’na gelip, Bizans
Ordusu’nun önünü kesmek istedi. Öncüleriyle Bizans Ordusu’nun kamp kurduğu yeri
öğrenip, bir gün sonra, tam karşılarında yer alacak şekilde kamp kurmak üzere, ordusuna
manevra yaptırdı. 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü, her iki ordu birbirine karşı vaziyet almış
bir şekilde birbirini ölçüp tartmaya başlamıştı. Bu çabukluğu ile Romen Diyojen’i şaşırtan
Sultan Alparslan; İslâm Dini Kuralları gereği; 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü, Romen
Diyojen’e Halife Elçisi Kadı İbnül Muhelban başkanlığında, Komutanı Savtekin’i ve bir Türk
Heyetini göndererek: “Dinimizin bir vecibesi olarak, barışın her yönü denenmedikçe savaş
yapılmaz. Allah’ın bu emrini sizelere de hatırlatmak ve kan dökülmesini önlemek için barış
teklifinde bulunuyorum” yazılı ve sözlü fermanını gönderdi.
Bizans İmparatoru Romen Diyojen, okuduğu fermandan başını kaldırıp Türk Heyetini
süzerken içinden: ”Ordumuzun gücünü gördüler. Yenileceklerini anladılar. Dinlerinin
arkasına sığınıp barış yapmaya; akılları sıra beni kandırmaya çalışıyorlar. Ben, bu kadar
büyük ve güçlü bir orduyla gelmişim. Türklerin kökünü Anadolu’dan kazımadan geri
dönmem” düşüncelerini geçiriyordu. Sözlü olarak iletilen barış önerilerini de küçümseyen bir
tavırla dinledikten sonra: “Barış önerisini siz değil, ancak çok güçlü olan ben yapabilirim”
diyerek, barıştan yana olmadığını söyledi ve Halife Elçisi Kadı İbnül Muhelban’a dönerek:
“Bu savaşı kazandıktan sonra biraz dinlenmek istiyorum. Söyle bakalım, benim ve atlarım
için en iyi yer, Türklerin Isfahan Şehri mi, yoksa Hamedan Şehri mi dir?” Diyerek, amacının
buralarını da almak olduğunu ima etti. Türk Heyeti bunun üzerine, yerinden kalkıp gitmeye
yönelirken, hazır cevaplığıyla da çok ünlü olan Halife Elçisi, eliyle heyeti yerinde tuttuktan
sonra İmparatora dönüp: “ Atlarınız için Hamedan iyidir.(Sizi yenip atlarınızı alacak ve
Hamedan’a götüreceğiz) Size gelince, onu bilmiyorum. (Siz sağ kalır mısınız? Onu ben değil,
Alpaslan bilir)” yanıtını yapıştırdı. Verilen yanıttan ve Türk Heyetinin gülümsemesinden hiç
hoşnut olmayan İmparator: “Rum ülkelerine yapılanları, İslâm ülkelerine yapmadan geri
dönmem” diye öfkeli bir ses tonuyla haykırarak, heyetin barış isteğini geri çevirdi. Bunun
anlamı savaştı…
Barış isteğinin geri çevrilmesini öğrenen Sultan Alpaslan çok üzüldü. Müslüman olduktan
sonra Bilge olarak yanına aldığı İslâm Uleması Abdülmelikoğlu Ebu Nasr Muhammed’e
üzüntüsünü söyleyince, Büyük İslâm Âlimi: “ Sen, hem Allah’a, hem de insanlara karşı
görevini yaptın. Bütün İslâm âleminin kalbi ve duası seninle ve askerinledir. Dini koruyanın
yardımcısı Allah’tır. Zafer bizimdir” diyerek kendisini teselli etti.
Artık savaş kaçınılmaz hale gelmişti. Sultan Alpaslan, 25 Ağustos 1071 Perşembe günü
sabah saatlerinde; tüm komutanlarını ve Bilge kişilerini yanına alarak, yarın savaşın geçeceği
Malazgirt Ovası’nı inceleme ve savaş plânı hazırlıkları için, ovayı kuş bakışı gören yüksek bir
tepeye çıktı. Doğu Anadolu’nun Süphan Dağları uzantısı üzerinde ve 1.665m. Yükseklikte
bulunan Malazgirt Kenti’nin hemen yanında yer alan Malazgirt Ovası’nın, Kuzeybatısından
Murat Suyu geçiyor ve ovayı suluyordu. Güneyde de Süphan Dağı uzantısı olan dağlarla Van
Gölü’nden ayrılıyordu. Dağ etekleri ve ovanın başlangıcı, bu dağlardan inen akarsularla
yarılarak yer yer yayla görünüşü alıyor ve akarsular tarafından yarılan dağ uzantısı tepeler,
ovanın doğusunda yer alıyordu. Ovanın batısı ise dümdüz uzanıyordu. Alparslan ve Ordusu,
Malazgirt Ovası’nın kuzeydoğu tarafına yerleşerek mevzilenmiş ve kamp kurmuştu. Bizans
Ordusu ise Van Gölü kıyısındaki Ahlât kentini merkez yapmış ve 12 km. uzakta olan Rahva
(Zahva) Ovası’na da ordusunu yayarak kamp kurmuştu. İki ova arasında dağ olmadığı için,
Malazgirt Ovası’ndan bakınca, her iki ordunun da kamplarının birbirine ok atımı mesafesinde
olduğu görülüyordu. Sultan Alpaslan, Salur Boyu Komutanı Alptekin Bey’e doğru dönüp
bütün komutanlarına düşüncesini açıkladı : “ Hep ok atmak ve hedefi vurmakla övünen Salur
Boyu askerleri hazır mı? Şu ilerideki tepelerin üzerine gidip düşmanın üzerine ok yağdırıp
vuramazlar mı? Bütün gece düşmanı uykusuz tutup yarınki savaşta güçsüz olmalarını
sağlamazlar mı?” Alptekin Bey: “Emir Sultanımızındır!” Diye selâmını çakıp giderken
Alparslan: “Dur! Daha bitmedi. Bu emrim hem sana, hem de diğer komutanlaradır. En yaman
süvarilerimiz; gün boyunca sağdan ve soldan yıldırım hızıyla çıkıp; düşman üzerine varmadan
ve takiplerine aman vermeden ok atıp okçularımıza destek veremezler mi? Süvarilerimiz ve
askerlerimiz gece boyunca tekbir sesleriyle, boru ve kös sesleriyle, alevli oklarıyla
düşmanların moralini yıkamazlar mı? Akşam karavanasından sonra tüm komutanlarımla
otağımda yapacağımız toplantıya; bu günkü talim raporlarınızı da getirmiş olun” diyerek
sözlerini tamamladı ve herkesi görev başına gönderip; incelediği ovaya göre savaş plânını
hazırlamaya koyuldu.
Sultan Alparslan’nın emirlerini alan boyumuz beyi Alptekin ve diğer beyler, derhal
uygulamaya geçtiler. Bin Salur okçusuna katılan üçbin okçu; Bizans Ordusunu yüksekten
gören tepelerin en önde olanlarına yaklaşabildikleri kadar yaklaştılar ve ok atışlarına
başladılar. Her atılan ok hedefini buluyor, asker veya atı yaralıyor, öldürüyor, savaş dışı
bırakıyordu. Durumun farkına varan düşman komutanları, okların atıldığı yerlere müfreze
göndermeğe çalıştı, yağmur gibi yağan oklar yüzünden başarılı olamadı. Başka yöntemler
aramaya çalışırlarken, Türk Süvarileri yıldırım hızıyla, beklenmedik yerlerden ortaya
çıkıp’ALLAH! ALLAH!’ sesleriyle oklarını atmaya; sayısız kayıplar verdirip, geldikleri gibi
beklenmedik şekilde ortadan kaybolmaya başladılar. Bir süvari taburuna ok atmaya çalışan
Bizans Askerleri, diğer yönden gelen süvarilerin ve tepelerin üzerindeki okçuların hedefleri
olmaya başladılar. Gün ve gece boyu devam eden bu akınlara; kös ve boru sesleriyle; tekbir
sesleriyle atılan alev okları da eklenince; Bizans Ordusu’nun huzuru kaçtı ve moralleri çok
bozuldu. Onlar da gece çan çalarak, ‘HURRA! HURRA!’ diye naralar atarak Türk
Askerlerinin morallerini çökertmeye çalıştılar.
Akşam karavanasından sonra, tüm komutanları ve Bilgeleri otağında toplayan Sultan
Alpaslan : “ Bu bizim savaş divanımızdır. En yetkili karar organımızdır. Burada herkes
konuşacak, düşüncesini; çekinmeden, açıkça söyleyecek ve savunacaktır. Bu toplantı ve savaş
boyunca hepimiz rütbesiz askeriz. Bu nedenle, kimsenin kimseden çekinmesine ve alınmasına
gerek yoktur. Birlikte en doğru kararı alıp uygulayacak ve kanımızın son damlasına kadar
savaşacağız. Bulunduğumuz yüksek tepeden, güneş batmadan ovaya bakarak hem konuşalım,
hem de savaş plânımızı yapalım” Diyerek, herkesi otağının dışına davet etti. Türk Ordusunda
o zamanın en büyük kumandanları olarak isim yapmış; kahramanlıklarıyla ün salmış;
Savtekin, Alptekin, Sanduk, Afşin, Süleyman Şah, Atuntaş, Atsız, Aksungur, Danişment,
Artuk, Saltuk, Çavlı, Çavuldur, Mengücek, Gevherayin, Porsuk, Bozan gibi 24 Oğuz
Boyu’nun Beyleri vardı. Hep birlikte; akarsular, tepeler, yükseltiler, düzlükler gözden
geçirildi. Gündüz yapılan akınlarda, ova konusunda edinilen bilgiler değerlendirildi. Herkes
açıkça düşüncelerini dile getirdi. Düşman Ordusunun sayıca çok olmasından kimsenin
korkusu yoktu. Herkes bir Türk Askerine kaç düşman askeri düştüğünün hesabını yapıp;
“Her Türk Askeri 5 düşman askerini öldürdüğünde savaşı kazanırız. Her askerimize bunu
söyler, savaşa böyle başlarız. Zafer kendiliğinden gelir” düşüncesini vurguluyordu. Bu
zamana kadar kazanılan savaşlarda, yalnız Türklere özgü olarak uygulanmış olan altı değişik
‘Savaş Plânı’ vardı. Bu plânları birer cümleyle anlatmak gerekirse: 1.- Gece baskın plânı. 2.Vur- kaç plânı. 3.- Düşmanı peşinden sürükle ve yen plânı. 4.- Çembere al ve yen plânı. 5.Yenilmiş gibi yap ve kaç. Düşman yağmaya başlayınca saldır ve yen plânı. 6.- Ordunun
merkez kanadını süvariye ayır, düşman saldırınca hızla geri çekil. Düşmanı okçu ve
süvarilerinin beklediği dar bir vadiye sürükle ve yok et plânı. Yarınki savaşta bu plânların
hangisinin veya hangilerinin uygulanabileceği; eğer uygulanamıyorsa yeni bir savaş plânı
yapmaları gerektiği konularında görüşmelere geçildi. Coğrafi özellikler göz önünde tutularak
ve Bizans Ordusu’nun bu plânı bilmediği de hesaba katılarak “4 No’lu Savaş Plânı” nın
uygulanmasına karar verdiler. Bu plânın amacı; düşman ordusunu hissettirmeden çembere
almak ve yok etmekti. Bunu sağlamak için, ordunun önemli ve güçlü bölümleri, ikiye
ayrılıyor ve düşman tarafından görülemeyecek tepeler ardına gizleniyordu. Ordunun ön
ortasında yer alan ve savaşı başlatan bölüm zayıf tutuluyor ve düşmanın bu bölüme saldırması
özendiriliyordu. Orta bölümün yine düşman tarafından görülmeyen arkalarında ise güçlü bir
kuvvet hazır bekliyordu. Düşman ordusu,orta bölümdeki ilk saldıran gücün zayıflığına ve geri
çekilmesine kanıp: ‘Türkler bozguna uğramak üzere. Bütün kuvvetimizle orta bölümdeki
Kağan’ın, Sultan’ın (Başkomutanın) bulunduğu bölüme yüklenelim. Başkomutan ölünce veya
esir olunca savaşı kazanmış oluruz’ diye tüm kuvvetlerini orta alanda toplayıp saldırıyor,
Türkler de plân gereği yeteri kadar geri çekilerek, yanlardaki kuvvetlerin, düşmanların
arkasındaki çemberi kapatmalarına zaman hazırlıyordu. Önce sağ ve soldaki süvari ve yaya
birlikleri düşmanın arkasını çeviriyor, kaçmalarının ve karargâhlarına gitmelerinin önünü
kesiyor; sonra da orta bölüm kuvvetleri, arkalarında bulunan güçlü kuvvetlerin de savaşa
katılmasıyla, düşmana amansızca saldırıya geçiyordu. Geri çekilmekte olduğunu sandığı Türk
Ordusunun birdenbire üzerlerine çullanmasıyla şaşkına dönen düşman ordusu, geri çekilmek
ve bir yerde mevzilenmek istediğinde de çemberin farkına varıyor ama artık iş işten geçmiş;
savaşı kaybetmiş oluyordu. (Bu savaş plânını, Yıldırım Bayezit, boyumuz akıncı ve yaya
askerleriyle 1396 yılında Niğbolu Meydan Muharebesinde de başarıyla uygulamıştı.)
Düşmana göre, Türk Ordusu çok iyi mevzilenmişti. Bulundukları alanda yer alan tepeler,
çember için görev yapacak askerleri gizleyecek durumdaydı. Kimin, hangi komutanın ve
hangi askerlerin nerelerde görev alacakları tek tek belirlendi. Çember kapandıktan sonra
verilecek işarete; savaşın düşmanın beklemediği bir zamanda başlatılmasına kadar, her şey
konuşuldu ve yatıldı. Görevli birlikler düşmanın moralini bozmaya devam ettiler…
26 Ağustos 1071 Cuma sabahı, güneşin doğmasına yakın, düşman tarafında bir hareket
meydana geldiği, gözcüler tarafından bildirildi. Tüm ordu saldırıya hazır bir durum aldı.
Düşman ordusu kampının sağ tarafından hızla hareket eden, 10 bine yakın atlı ve yaya
askerler Türk tarafına doğru, önlerindeki üç atlı askerin beyaz bayrak sallamalarıyla ve hızlı
hızlı geliyorlardı. Durum kısa sürede anlaşıldı. Bizans Ordusunda paralı asker olarak görev
yapan Peçenek ve Uz kıtalarının yarısı :”Biz soydaşlarımıza karşı savaşmayız. Gidip
yanlarında yer alırız” diye karara varmışlar ve Bizans Ordusu saflarını bırakıp, Türk Ordusu
saflarında yer almak için, Bizans Ordusunun daha uykuda olduğu sabahın erken saatini
seçmişlerdi. Bu Türk Ordusunda büyük bir sevinç ve coşku yaratırken, düşmanın moralini de
daha çok bozdu. Genellikle güneşin doğuşundan bir, iki saat sonra başlatılan meydan savaşları
gereği; Türk Ordusu, teyakkuz durumuna geçmiş, saldırmaya hazır; Bizans Ordusu’nun savaşı
başlatmasını bekliyordu. Oysa devamlı gözlenen 200 bin kişilik Bizans Ordusunda; savaş
düzeni alınmış, hücum safları yerini almış, her an saldırmaya hazır bir görünüm vardı. Gün
öğleye yaklaşmasına karşın savaşı bir türlü başlatmıyordu. Türk Ordusunda sinirler yay kirişi
gibi gerilmiş, saldırıya hazır kuvvetler zaptedilemez bir duruma gelmişti. Bir karar verilmesi
ve uygulanması gerekiyordu. Tüm gözler ve kulaklar Sultan Alpaslan’daydı…
Alpaslan bütün kumandanlarını toplayarak görüştü. Tüm ordu topluca Cuma namazını kıldı
ve Alpaslan hepsine şöyle seslendi: “ Ey askerlerim ve kumandanlarım! Savaşı biz başlatmış
olmamak için saldırmıyoruz. Sabahtan beri düşmanın saldırmasını bekliyoruz. Onlar savaş
istiyorlar, ama savaşı başlatmıyorlar. Daha ne kadar biz azınlıkta ve düşman çoğunlukta
olmak üzere, böyle bekliyeceğiz? Ben, kendim, Müslümanların mimberde bizim için dua
etmekte oldukları bu saatte, düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Bu savaşı bizim
istemediğimize Allah şahittir. Bu gün burada ne emreden bir sultan, ne de emri alan bir asker
vardır. Bu gün ben, sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım. Allah yardımcımız
olsun. Üzerime giydiğim bu beyaz kaftan, şehit düşersem kefenim olsun. Zafer bizim
olacaktır. Daha şimdiden gördüğüm gazanız mubarek olsun!” Tekbir sesleri arasında
askerlerin arasından ilerleyip kumandanlarıyla bir araya geldi. Savaş Plânı gereği; Salur Boyu
Alptekin Bey’in de olduğu süvarilerin 15 bin kadarını sağ kanattaki tepelerin ardında; 15 bin
kadarını sol kanattaki tepelerin ardında çevirme kuvveti olarak görevlendirmişti. Kendi hassa
ordusuyla ve katılan üç bin kişiyle merkezin önünde yer alacağını söylemiş, merkez ortanın
arkasına da saldırgan süvari birlikleriyle, çok iyi ok atan Salur Boyu okçu birliklerini
görevlerdirmişti. Düşmanın çember içine alındığının haberini verecek gözcüler de, ovayı kuş
bakışı gören yüksek bir tepenin üzerindeki yerlerini almışlardı. Bu görev bölüm denetiminin
ardından Alpaslan; bir nefer gibi atının kolonunu sıktı, kuyruğunu bağladı, yayını atarak eline
bir topuz aldı ve atına binip: “Hücuuum!” Emrini verdi.
Allah! Allah! Allah! Naraları ile saldıran Türk Askerleri; çok istekli gibi görünüp
düşmana çullandı. Ok atışlarının ardından, kılıçlarla göğüs göğse çarpışma başladı. Süvariler
her tarafa yetişip zor durumda olan yayalara da yardım ediyorlardı. Sultan Alpaslan, beyaz
atında beyaz kaftanıyla bir sembol gibi örnek oluyor; askerlerinin coşkusuna coşku katıyor ve
savaşı yönetiyordu. Düşmanın orta bölümünde bir çekilme belirdiği anda Alpaslan’ın bir
işaretiyle Türk Ordusu’nun merkezi yavaş yavaş geri çekilmeye ve düşmanın gücü karşısında
tutunamayacağını anlatan bir biçimde davranamaya başladı. Baş Kumandan olarak,
ordusunun merkezinde yer alan Romen Diyojen bu durumu görmüştü. Derhal sağ ve sol
kanatlara da emir vererek ‘Türk Ordusunun çökmek üzere olduğunu; herkesin tüm güçleriyle
merkeze yüklenmesini’ emretti. Türkler, plân gereği, yavaş yavaş geriye çekiliyor ve düşman
ordusunun tümünü çemberin içinde kalacak şekilde peşinden sürüklüyordu. İstenilen oldu ve
Türk Ordusu’nun sağ ve sol kanatlarının çemberi tamamlayıp birleştiklerini bildiren işaret
gözcüler tarafından boru sesiyle bildirildi. Birden Malazgit Ovası’nı; gök gürültüsünü andırın
boru ve kös sesleri ile Allah! Allah! Allah! Savaş nağraları sardı. Orta Merkezin arkasındaki
en saldırgan süvari birlikleri yıldırım gibi düşmanın üzerine çullandı. Savaşı kazandığını
zanneden düşman ordusu; beklenmeyen bu durum karşısında birden bocaladı ve ne yapacağını
şaşırıp duraksadı. Mevzilenmek için siper olacak yerler aramaya başladı. Ama her tepe
Türkler tarafından tutulmuş ve mevzilenmiş okçular görevlerini kusursuz yapmaya başlamıştı.
Bunun üzerine düşman ordusu geri çekilip güvence bulmak istedi. Beklenilen an gelmişti.
Çemberin diğer bölümündeki süvariler de ayni şekilde saldırıya başlayınca, düşman ordusu
düşürüldüğü tuzağın farkına vardı ama iş işten geçmişti. Bizans Ordusunda 50 bin süvari
vardı. Romen Diyojen, 25 bin süvariyi kayınbiraderinin kumandası altında, yedek kuvvet
olarak savaş dışı bırakmıştı. Türklerin 40 bin süvarisi savaş alanında yer alınca, üstünlük kısa
zamanda Türklerin eline geçti. Dümdüz ovada; çembere alınan düşman ordusunun sığınacağı,
kaçacağı, siper alacağı, mevzilenip korunacağı hiçbir yer yoktu. Türk Ordusu, oluşturduğu
güçlü çember ve çemberin etrafında yer alan tepeler sayesinde; hem kendini koruyor, hem de
gölde ördek avlayan avcı rahatlığıyla düşman ordusunu yok ediyordu. Zaman zaman süvariler
düşman içlerine dalıp yok edici saldırılarda bulunuyor ve geri çekilip tekrar saldırmaya
başlıyorlar; ama çemberi hiç bozmuyorlardı. 25 bin süvari ile yedek kuvvet olarak bekleyen
Romen Diyojen’in kayınbiraderi, bu durumu görünce, süvarilerini de alıp savaş alanından
kaçmıştı. Ermeniler de Bizans Ordusu’nun bu durumunu görünce, Bizans Ordusu saflarını
bırakıp kaçtılar. Romen Diyojen, çember içinde kaderiyle baş başa kalmıştı. Savaşın
başlamısından 4 saat sonra verilen boru işareti ile ‘düşmana son darbe’hücumuna geçildi.
Sultan Alpaslan, o zamana kadar savaşı yönetmek ve mecbur kalırsa kullanmak üzere elinde
taşıdığı topuzu bırakıp kılıcına sarıldı. Askerlerinin arasına karışıp, sıradan bir er gibi savaşa
katıldı. Her Türk Askeri, kendi üzerine düşen 5 düşman askerini değil de 10 düşman askerini
yok edecek bir hırsla düşman üzerine saldırdı. Salur Boyu askerleri, Alptekin Bey
komutasında, süvari ve okçu olarak kahramanca savaşıyor ve düşmanın çember dışına
çıkmasını önlüyordu. Bir ara Salur Askerleri de çemberi bırakıp, ortadaki savaşa girmek
istediler. Alptekin Bey gür sesiyle haykırdı: “ Görevi bırakan başını bırakır. Bizim görevimiz
düşmanı buradan kırmaktır. Görevini bırakan kazanılmış savaşı kaybeder.” Bu yerinde görüş
ve emirle çember hiç bozulmadı. Düşmanlardan canını kurtarmak isteyenler teslim oldu.
Böylece koca ordunun yarısı teslim alınmıştı. Akşam karanlığı basarken, Romen Diyojen,
etrafındaki özel askerleriyle hala savaşmaya ve teslim olmayıp kaçacak bir gedik aramaya
çalışıyordu. Sonunda, diğer kumandanları gibi O’da teslim oldu ve savaş sona erdi. Bu büyük
bir zaferdi. Anadolu, artık Türklerin ikinci Anayurdu olmuştu. Bu zaferin bir benzerini bu
tarihten 851 yıl sonra; Anayurdumuzu elimizden alıp bizleri yok etmek isteyen ‘Yedi Düvel’
düşmanlarına karşı kazanmıştık. 26 Ağustos 1071 Cuma günü kazanılan Malazgirt Zaferi
gibi; ayni gün ve saatlerde, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Başkumandanlık ettiği ‘ 26
Ağustos 1922 Cuma günü yapılan, Kurtuluş Savaşımızın Büyük Taaruzu’nu da Türk Ordusu
kazanmış ve düşmanları denize döküp yurdumuzu kurtarmıştı…
Düşmanlar silahlarından arındırıldı. Yaralı olanların ilk yardımları yapıldı. Esirler bir
çember içine alındı. Komutanlar askerlerden ayrılarak birkaç çadırda toplandı ve esir değil;
misafir muamelesi gösterildi. Ertesi gün, Sultan Alpaslan ve 24 Oğuz Boyunun Beyleri;
büyük savaş otağında yerlerini alıp, kendileriyle görüşme isteğinde bulunan; esir edilmiş
düşman komutanlarını kabul ettiler. Başta Romen Diyojen olmak üzere, o zamanların
Avrupa’da ün salmış yenilmez generalleri esirler arasındaydı.220 bin askerli dev Bizans
Ordularıyla, 50 bin askerli Türk Ordusuna yenilmek akıllarının ucundan bile geçmemişti.
Böyle bir sonucu hala kabul edememiş bir durumdaydılar. Sultan Alpaslan, generallerin
önünde yer alan ve gerekli saygıyı göstermesine karşın mağrurluğundan ve gururundan ödün
vermeden dik durmaya çalışan Romen ve Diyoje’ne: “ Barış önerimizi neden kabul etmedin?
Ben istemediğim halde, savaşa sen talip oldun. Bu kötülüğün sonuçlarını nasıl mazur
görebilirim? Diye sordu. Romen Diyojen: “ Ordum o kadar güçlüydü ki, yenilmeyi aklımın
ucundan bile geçirmedim. Ama zaferi, askerin çokluğu değil; kahramanlığı, kurnazlığı ve
inancı kazanıyormuş” yanıtını verince Alpaslan: “Eğer savaşı sen kazanmış olsaydın bana ne
yapardın?” Diye sordu. Romen Diyojen, yine birden gururlu halini takınarak: “ Seni önce bir
kafese koyar, Anadolu’nun her tarafını dolaştırır ve ‘İşte kahraman denilen Türk Aslanı’nı
kafese kapattık. Görün ve ibret alın.’ Derdim. Sonra da; sana eziyet ede ede, önce kollarını,
sonra bacaklarını, sonra da kulak, burun ve diğer organlarını birer birer kestirir; en sonra da
gözlerini oyar ve bir bataklığa atardım; çok fena şeyler yapardım.”Diye karşılık verince
Alpaslan: “ Gerçekten doğru söyledin; eğer bunun aksini söyleseydin, o zaman yalan söylemiş
olurdun. Şimdi sana ne yapacağımı sanıyorsun?” Diye sordu. Romen Diyojen: “ Bana üç
şeyden birini yapabilirsin; birincisi tıpkı benim gibi işkence ederek öldürmek. İkinrcisi, bir
kafese koyup beni ibret için halkına göstermek. Üçüncüsü de, hiç akla gelmeyecek bir şey,
affetmek.” Karşılığını verdi. Alpaslan gülümseyerek: “ Ben, sizlerin bile aklına yatmayanı
yapmak, yani seni affetmek kararındayım. Seni serbest bırakacak para miktarını söyle.”Dedi.
Romen Diyojen: “Savaşı kazanan ve beni esir eden sensin. İsteğin miktarı söyleme hakkı
senindir.” Deyince, Alpaslan:” Bizans İmparatorluğu için 10 milyon altın eder misin?”
sorusunu yöneltti. İmparator, bu paranın çok olduğunu, ödeme güçlerinin olmadığını ileri
sürdü. Alpaslan ile Romen Diyojen arasında yapılan görüşmeler sonunda bir de barış
antlaşması imzalandı. Buna göre; ‘İmparator, kurtuluş akçesi olarak bir buçuk milyon altın
verecek; Bizans Devleti her yıl Selçuklu Devleti’ne 360 bin altın ödeyecek; Bizansın elinde
bulunan bütün İslâm esirleri salıverilecek; Bizanslılar gerektiğinde Selçuklulara askeri
yardımda bulunacak; İmparator kızlarından birini Sultan’a verecek; Antakya,Urfa, Membiç,
Malazgit şehir ve kasabaları Selçuklulara bırakılacak; Selçuklular bundan sonra Anadolu’nun
her tarafını kalıcı yurt olarak kullanabileceklerdi.’ Barış Antlaşması imzalanırken Alpaslan,
Romen Diyojen’e dönerek: ”Bu barışı savaştan önce yapsaydık, Anadolu hala sizin olacak;
biz sizlere her yıl yurt kirası ödeyecektik. Şimdi Anadolu bizim oldu; üstelik siz bize her yıl
vergi ödeyeceksiniz. ‘Kimin kârlı? Kimin zararlı? Olduğu ortada. Sen, Bizans’a gidince
imzaladığın bu antlaşmayı kabul etmezlerse, ordularını toplayıp tekrar gelsinler. Bu kez
Kostantinopolis’i (İstanbul’u) da kaybedersiniz. İmparatorluğunuz yok olur.” Uyarısında
bulundu…
TÜRKLERİN VE BOYUMUZUN ANADOLU’YU ANAYURT YAPMASI
Anadolu artık Türklerin olmuştu. Sultan Alpaslan fetihlerine devam ediyordu. 1072 yılında,
‘alınması imkânsız’ diye anılan ve adı ‘Kartal Yuvası’ anlamına gelen, İran topraklarındaki
Alamut Kalesi’ni kuşattı ve kısa zamanda aldı. Bu kalenin beyi, ‘Haşhaşi Tarikatı’ üyesi olan
ve ‘müritlerini afyonla uyuşturup, dünyada cenneti yaşattıran; bu nedenle her dediğini
yaptıran’ Yusuf Bey adında gözü kara biriydi. Haşhaşi Tarikatının lideri, Mısır’da yaşayan ve
daha sonraları Alamut Kalesine gelip yerleşecek ve Türklerin en değerli Veziri
Nizamülmülk’ü de zehirleyecek olan; Hasan Sabbah adında, İslâmi düşüncelere karşı çıkan;
İslâm Halifesine göre yok edilmesi gereken biriydi. Hasan Sabbah’ın, İslâm âleminin
ortasında bir çıban gibi yer alan en önemli kalesini alma ve komutanını esir edip Halife’ye
getirme görevi, Alpaslan’a verilmişti. Esir edilen; Haşhaşi tarikatı üyesi; Alamut Kalesi
Komutanı Yusuf Bey; ‘İslâmiyetin istediği gibi davranmak, özür dilemek, ayaklarına
kapanmak ve kendisini affettirmek için’ Alpaslan’ın huzuruna çıkmak istedi. İsteği kabul
edildi; Alpaslan’na yaklaşıp ayaklarına kapandığında, kolunda sakladığı zehirli hançeri
çıkarıp, doğrulurken saldırdı ve hançerini sapladı. Yusuf Bey, parçalanarak öldürüldü. Tüm
tedavilere rağmen Alpaslan kurtarılamadı. Türkler büyük bir kahramanını daha genç yaşında
kaybetmenin üzüntüsünü yaşadılar. Alpaslan, daha sağlığında oğlu Melikşah’ı veliaht tayin
etmişti. Melikşah, babasının değerli veziri Nizamülmülk’ü görevinde bırakarak ve yetkilerini
arttırarak tahta çıktı. Kumandanları Kutalmışoğlu Süleyman, Mansur, Alp İlig ve Donat’ın da
katıldığı ‘Boylar ve Beyler Toplantısı’ düzenledi. Boyumuzdan Alptekin Bey, diğer boylardan
da Artuk ve Tutak gibi önemli komutanların yer aldığı, Malazgirt Savaşı’nda adları verilmiş
olan ‘24 Oğuz Boy Beyi’ söz alarak; ‘daha önce otlak yurdu olarak gittikleri ve giderek kalıcı
yurt edinmek istedikleri’ yerleri belirterek; tanıdıkları ve bildikleri Anadolu Bölgelerinin
kendilerine verilmesini istediler. Melikşah: “Dört komutanımın yönetimi altında Anadolu’ya
gidin ve buraları kalıcı yurt edinin. Artık Orta Asya’ya dönmekten vazgeçin. Döktüğümüz
şehit kanlarıyla ve dünyanın kabul ettiği gücümüzle; Anadolu bizim Anayurdumuz oldu.
Bundan sonra, buraları korumak da bizim görevimiz olacaktır. Sizler, seçtiğiniz yerlerin ayni
zamanda sınırlarını koruyan ve saldırıları önleyen UÇ BEYLERİ olacaksınız. Kendi
boylarınızı kendiniz yönetecek, iç işlerinizde serbest olacak, dış işlerinizde Büyük Selçuklu
Devleti’ne bağlı olacaksınız. Büyük bir İmparatorluk olduk. Dünyayı dize getirdik. Artık
Anadolu’da da yönetim merkezlerimiz olacak ve sizlerle birlikte Anadolu Selçuklu Devleti’ni
yönetecektir. Vergilerinizi verecek ve çağrılan savaşlara en büyük askeri gücünüzle
katılacaksınız. Eğer kendi gücünüzle sınırlarınızı genişletebilirseniz, Beylik Topraklarınızı
genişletmiş olursunuz. Türk’ün Türk’le savaşmaması koşulu ile bunu takdirle karşılar ve
yardımlarınıza koşarız. Büyük Selçuklu Devleti’ni, 24 Oğuz Boyu birlikte kurduk. Büyük
Selçuklu Devlet’i hepimizin devletidir. Bu devlet ne kadar güçlü olursa ve uzun yaşarsa, sizler
de bizler de o kadar rahat, mutlu ve kutlu yaşarız. Boylarımızı yenebilecek düşman ordusu
çıkabilir ama Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu yenecek ordu yoktur. Devletle bir olursanız,
Boylarınızı da yenen olamaz. Bu nedenle; önce Boylarınız değil; önce devletiniz gelmeli.
Sizlerle bir daha toplu olarak görüşmemiz mümkün olmayabilir. Bu emirlerimi sizlere yazılı
olarak veriyor ve her maddesine uymanızı bekliyorum. Yerinizi alacak çocuklarınıza bu
emirleri ezberletip vasiyet olarak bırakınız. Bu emirlere uymayanlar, karşılarında; emirlere
uyan Boy Beyleriyle birlikte, Selçuklu Ordusunu bulacak ve düşmanımız sayılacaktır.
Sizlerden hep güzel haberler gelsin. Daha şimdiden gazanız mübarek olsun. Yerleşik düzene
geçip tarım yapmaya başlayacağınız Anadolu toprakları da bereket dolsun.” Konuşmasını
yaptı ve Boy Beyleri’nin hepsine “Devlete Bağlılık Yemini” ettirdikten sonra, toplantıyı
bitirdi…
Bu toplantının tutanakları arasında yer alan ve Vezir Nizamülmülk’ün el yazısı olduğu
belirtilen notlarda Salur Boyu için: ” Dede Korkut gibi bilge Atabeyleri vardır. Yaman okçu,
atçı ve savaşçıdırlar. Her zaman yanımızda yer almaları gerekir.” Açıklaması bulunmaktadır...
24 Oğuz Boyu Beyleri; 4 komutanla görüşerek; daha önce yurt olarak konakladıkları ve
kışlak olarak da kalmaya başladıkları yerleri, kendi boylarına verilmek üzere belirlediler. Bazı
boylar, diğer boylarla akrabalık ilişkileri içersinde olduğundan, ayni yerleri seçmişler ve
birleşmeye karar vermişlerdi. Oğuz Boy ve Beyleri, Anadolu’da seçtikleri yerleşim yerlerine
göre 4’e ayrıldılar ve 4 Selçuklu komutanından birisinin emri altında bulunmak üzere kendi
boy ordularını hazırladılar. Yukarıda adlarını verdiğimiz Melikşah’ın 4 komutanı, gidecekleri
yerleri belirleyip bölüşerek, yıldırım gibi bir hızla Anadolu’ya yayıldılar. Karşılarına çıkacak
bir Bizans Ordusu yoktu. Kentlerde ve kalelerde bulunan az sayıdaki askerler ve Bizans
Yöneticisi olan Tekfurlar, hiçbir karşılık vermeden görevlerini ve kentlerini Türklere teslim
ediyorlardı. Bu harekete ‘Anadolu’yu Fethetme’ değil de; ‘Oğuz Boyları Tarafından
Anadolu’yu Paylaşma’ hareketi adı verilebilirdi. Komutanlar, bir kenti teslim aldıktan sonra,
buraya yerleşecek Boy Beyi’ni görevlendiriyor; işleri düzenlemek üzere az bir kuvvet bırakıp,
diğer kent ve kalelere doğru yola çıkıyordu. Altı ay gibi kısa bir zamanda Anadolu’nun
Trabzon ve İstanbul çevresi dışında kalan tüm kent ve kaleleri Türk Yönetimi altına girmişti.
Oğuz Beyleri; yönetimlerine verilen bölgenin en güzel kentine kendileri yerleşip, diğer
kentlerine de kumandanlarını görevlendirdikten sonra, Orta Asya’da kalan boy halkına haber
salıp ‘geri dönmemek üzere Anadolu’ya gelmelerini’ istediler. Bir yıl gibi kısa bir zamanda,
24 Oğuz Boyu halkı Anadolu’ya gelerek yerleşik düzene doğru ilk adımlarını attılar. Yalnız
burada çok önemli bir noktaya da değinmek gerekir. Oğuz Boylarına seçtikleri yerlerde
yerleşik düzene geçme ve yaşamlarını sürdürme hakkı, UÇ BEYİ görevleri karşılığı ‘Tımar’
(Devlete yaptıkları hizmet karşılığı bir toprağı kullanma hakkı) olarak veriliyor; Tımar sahibi
olanlar toprağı icar veya kira karşılığı kullanıp, gelirin büyük çoğunu devlete vergi olarak
ödüyorlardı. Bunun yanı sıra; sultan veya padişah değiştiğinde veya beyliğin davranışları hoşa
gitmediğinde, elinden Tımar alınıyor ve dımdızlak ortada kalıyordu. Ama ‘Beraat’
(Toprakların sahibi olduğunu gösteren sultan veya padişah fermanı) sahibi olan beylikler,
toprakların sahibi oluyor; kendi başlarına fethettikleri yerler de Beraat’e katılıyordu.
Gelirlerin hepsi kendilerine kalıyor ve devlete normal vergi ödemelerinde bulunuyorlardı.
Kısaca; ‘Beraat’ almak, devlet içinde devlet olmak anlamına geliyordu. Bu nedenle de
‘Beraat’ kolay kolay verilmiyordu. Burada amaç; Devleti güçlü tutmak, devlet olan boyun
iktidar gücünü çoğaltmaktı. Tımar sahibi olan beyliklere de kendilerini sınamak ve
bağlılıklarını arttırmak amacıyla; ileride yapacakları hizmetlere, kahramanlıklara ve devlete
bağlılıklarına göre ‘Beraat’ verileceği söylenmişti…
24 Oğuz Boyunun Anadolu’nun hangi bölgelerine yerleştiğini merak eden okurlarımız,
bilgi kaynaklarından ulaşabilirler. Bizim Tarihçe Öykümüzün konusu; bizim boyumuz
Salur’ların Anadolu’ya gelişleri, yerleşmeleri ve yaşam öyküleridir. Biz şimdi Salur Boyu ile
Orta Asya’dan yola çıkacak ve tarihteki izlerini süreceğiz…
SALUR BOYU’NUN ANADOLU YOLCULUĞU VE YAŞAMI
Boyumuz Beyi Alptekin’in başkanlığında geçirilen dönem, 20 ve 21. ci Dedelerimizin
dönemidir. Bu dedelerimiz; Büyük Selçuk İmparatorluğu’nun kuruluşunu gerçekleştirmişler,
Malazgirt Savaşı’na katılmışlar ve Anadolu’yu Anayurt yapmışlardır. Tarihçe Öykümüze, 25.
Dedelerimizden başlamış ve 41. Dedelerimiz olan Köyümüzün 3. Kuşağına; yani 2009 yılına
ulaşmıştık. 2009’dan 2229 yıl geriye giden araştırmalarımızla da; 21 ve 22.ci Dedelerimizin
Orta Asya’da geçen yaşam öykülerini yakından tanımıştık. Tarihçe Öykümüzün
tamamlanması için; Dedelerimizin, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ettikleri 1072 yılından;
Türklerin ve Dedelerimizin Çimpe Kalesini alıp, Süleyman Paşa yönetiminde Rumeli’ye
(Avrupa’ya) geçtikleri 1350 yılına kadar olan, yaklaşık 4 veya 5 Dedelik, 278 yıllık bir zaman
dilimi kalmış bulunuyor. Tarihçe Öykümüzün bu bölümünde; hem Maveraünnehir’de
kalanları, hem Anadolu’da yerleşik düzene geçenleri ve yaşanan olayları, hem de
Dedelerimizin Germiyanoğulları Beyliği ile birlikteliğini araştıracağız.
Sultan Melikşah’ın toplantısından sonra Alptekin Bey; Boyumuz Ordusunu hazırlayıp;
Mansur Bey’in komutası altında: bizim boyumuza yakın olan ve yakın yerleri seçmiş bulunan
boylarla birlikte Anadolu Fethi’ne çıktı. Boyumuz, daha önce Anadolu’nun Artvin, Rize,
Tokat, Yeşil Irmak Havzası ve Muş Ovası bölgelerini ‘otlak yurdu’ olarak kullanmışlardı.
Seçimlerini de yakından tanıdıkları ve çok beğendikleri bu bölgeler için yapmışlardı. Yeşil
Irmak Havzası ile Tokat ve Amasya illeri bizim boyumuzun yerleşim ve yönetimine verildi.
Alptekin Bey, Tokat İlini merkez yapıp yerleşti. Diğer kentlere de komutanlar atayıp,
kendisinden haber bekleyen Orta Asya’daki boyuna geri döndü. Boy yöneticileri, ileri
gelenleri ve bilgeleriyle bir toplantı yaptı. Katılanlara: “ Maveraünnehir, bu zamana kadar
bizim Anayurdumuz oldu. Artık buralara sığmaz olduk. Her yıl otlak yurdu olarak çıktığımız
ve çok beğendiğimiz Anadolu toprakları bizim oldu. Gerek hayvanlarımız için, gerekse tarım
için bereketli ve verimli topraklar bizleri bekliyor. Maveraünnehir’de tarım yapan, yerleşik
düzene geçen, hayvancılıktan başka meslek edinen ve halinden memnun olan insanlarımız da
var. Gelmek istemiyenler burada kalabilir. Kendileriyle her zaman iletişim kuracağız. Gelmek
isteyenler, bir daha buraya dönmemek üzere, hemen hazırlıklara başlasınlar. Yeni
Anayurdumuz, Anadolu’ya gidiyoruz.” Kalanlar kaldı, kalmayanlar hazırlıklarını yapıp
topluca göç yoluna çıktı ve yeni yerleşim yerlerine gelerek Anadolu yaşamlarına başladı.
* * * * *
BOYUMUZUN ORTA ASYA’DA KALANLARI VE BU GÜNKÜ DURUMLARI
Maveraünnehir’de kalanlar, ‘Türkmen’ adıyla yaşamlarını burada sürdürmeye devam
ettiler. İşleri bozulanlar, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden sıkıntıya düşenler; daha sonraki
yıllarda Anadolu’ya göç ederek boyumuzun izini sürüp birleştiler. Daha sonraları, Orta Asya
ve Anadolu arasında iletişim kopmuş; boy ve akrabalık ilişkileri sona ermiştir. Salur
Boyu’nun Orta Asya’da kalanları, 2009’lu yıllarda; daha çok ‘Serahs’ve ‘Merv’ çevresinde;
Türkmenistan ve İran sınırlarının kesiştiği yerler içinde kalan bölgede kalabalık bir halde
yaşamaktadırlar. Buralarda yaşayan ve yüzyıllar boyunca çoğalan Salur Boyu, başlıca üç
gruba ayrılmıştır: Yalavaç, Karaman ve Ana Bölegi. Bu üç kolun da çeşitli şubeleri vardır.
Salur Boyu’nun bazı kollarına da Doğu Türkistan’da; Kırgız, Kazak ve Başkırtlar arasında
rastlanır. Herhangi bir nedenle, yolu buralara düşen köyümüz insanları, boyumuzdan
birileriyle karşılaşabilir, Türkçe konuşarak, ayni boydan geldiklerini birbirlerine anlatabilir;
iki bin yıldan bu yana ulaşan örf, adet, gelenek ve göreneklerimizin ortak noktalarında
birleşebilirler…
* * * * *
BOYUMUZUN ANADOLU’YA GÖÇ EDENLERİ VE 278 YILLIK YAŞAMLARI
Tokat ve Amasya’yı içine alan Yeşilırmak Havzası ile Sivas İli’nin bir bölümü ve Muş
Ovası’nın bir bölümünü de içinde bulunduran Anadolu toprakları; Büyük Selçuklu
İmparatorluğu tarafından Salur Boyu’nun yönetimine, ‘BERAAT’I SONRADAN
VERİLMEK ÜZERE, TIMAR OLARAK’ verilmişti. Tarım yapmak isteyenler, hemen
yerleşik düzene geçerek evlerini barklarını kurdular ve göçebe yaşamından, yalnız
hayvancılık yapmaktan vazgeçtiler. Toprağı işleyen, geçimini çiftçilikten sağlayan ve yanı
sıra hayvan da besleyen bir konuma geçerek ‘göçebe yaşamdan’, ‘yerleşik yaşama’ “çağ”
altladılar. Tokat ilinin çoğu halkının kökleri, özellikle Almus İlçesi ve çevresinde yer alan;
belde ve köyleri Salur Boyu kökenlidir. Gazi Osman Paşa; Tokat doğumlu olup; Salur
Boyundan geldiğini bilen ve Plevne – Lofça’ya gidip boyunun insanlarına sahip çıkan bilgide
bir Salur Boyu insanıdır. Bu yolu beğenmiyen, benimsemeyen ve tarıma ilgi duymayan
dedelerimiz de göçebe yaşamlarına ‘Türkmenler veya Yörükler’ adı altında devam ettiler.
Orta Asya’dan çok iyi bildikleri ve uzmanlaştıkları meslekleri yapmak ve yanı sıra tarım
ve hayvancılıkla da gelirlerini çoğaltmak isteyen dedelerimizden bazıları; ok ve yay yapma
atelyeleri ve ok atma kursları açıp, Selçuklu Devleti Ordusu’nun ihtiyaçlarının karşılamaya ve
askerlerine eğitim vermeye başladılar. Yine at yetiştirme ve eğitme konusunda uzman olanlar
da; orduya süvari atı yetiştirmek ve cins at tutkusu olanlara satmak üzere; damızlık haraları, at
yetiştirme ve terbiye etme çiftlikleri kurdular. Kendilerinin yetiştirdiklerinin yanı sıra; yakın
olan Orta Asya’ya da giderek seçilmiş taylar alıp terbiye ettiler. Ünlü Arap Atlarıyla, Orta
Asya atlarını çiftleştirerek; savaşlarda çok başarılı olan yeni bir melez ırk elde ettiler. Atabey’
lik konularında da söz sahibi olan boyumuz bilgeleri, Danişmentlerle birleşerek Sivas kentini
de yönetimlerine aldılar. Buralarda açtıkları medreselerde beylerin çocuklarının eğitip,
öğretmeye başladılar. Bir yandan da konar – göçer yaşamlarıyla Anadolu’yu bir uçtan bir uca
dolaşmaya; diğer boyların yönetimlerinde bulunan kentleri görmeye, kendileriyle ticari alış
verişlerin yanı sıra; kız alıp vermeye ve akrabalık ilişkilerini geliştirmeye başladılar.
1078 yılında, Süleyman Şah’ın yönetimi altında; Oğuz Boylarının desteği de alınarak
Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. Süleyman Şah, oğlu Birinci Kılıç Arslan’ın Atabey’ini;
Boyumuz Bilgelerinden seçti ve Orta Asya’da başlayan Atabeylik, Anadolu’da da devam
etmeye başladı. Artık Salur Boyu’nun nüfusu çoğalmış; yetkileri, etkileri ve yönetimdeki
görevleri üst düzeye çıkmıştı. Anadolu Selçuklu vezir ve sultanlarıyla her zaman
görüşebiliyor; şehzadelerin Atabey’leri oldukları için sözlerini dinletebiliyor ve orduya
sağladıkları ok – yay gibi önemli silahların yanı sıra; süvari atlarını yetiştirerek de önemli bir
mevkiye ulaşmış oluyorlardı. Atabeylik görevleri çok beğenilen, okçuluk ve atçılık
konularında da usatalıkları tartışılmayan Salur Boyu’na; Başkent olan Konya’ya daha yakın
olabilmeleri için, Kayseri’den de yerleşim yerleri (arpalık) verildi. Artık tüm bey, vezir
oğullarının ve şehzadelerin Atabeyleri bizim boydandı. Orta Anadolu’nun tüm kentlerinde
boyumuz tarafından açılan ok ve yay atelyeleri ve talim kursları; at haraları ve at çftlikleri
vardı…
Alptekin Bey’in 1110 yıllarındaki ölümünden sonra, Ahmet Bey boyumuzun başına geçti.
Kurulan sistem geliştirilerek devam ettirildi. Konar – göçer yaşayan boyumuz halkına, tarım
yapmaları ve yerleşik düzene geçmeleri için fırsatlar yaratıldı. Verimli ovalara ve topraklara
kavuşturuldular ve kentlerde meslek sahibi olanların yanlarında işlere alındılar. Bu yıllarda
Avrupa’yı ‘Türkler geliyor!’ Korkusu sarmış ve Haçlı Orduları hazırlayıp, Türkleri yenmek,
Anadolu’dan atmak üzere seferlere başlamışlardı. Boyumuz orduları, beyleri ve askerleri de
Birinci Kılıç Arslan ve Sultan Mesut’un yönetiminde savaşlara katılıp, kanlarını döktüler ve
canlarını verdiler.
1192 yılına gelinceye kadar, İkinci Kılç Arslan zamanı geçmiş, boyumuzun başına da
Osman Bey gelmişti. Anadolu Selçuklu Devletinde başlayan kardeş kavgaları, boyumuzda da
‘boy beyi’ kavgalarına dönüşmüştü. Osman Beyi beğenmeyenler, kendi beylerini tayin edip,
boyumuzdan uzaklaşmaya, kendi obalarını kurup yaşamlarına kendi başlarına devam etmeye;
bazıları da başka bölge ve kentlerde bulunan Salur Boyu topluluklarına katılmaya başladılar.
SALUR BOYUNUN KURDUĞU DEVLET: SALGURLAR
Boyumuzdan ‘boy beyi’ kavgaları nedeniyle ayrılanların büyük bir bölümü; İran’ın Fars
Bölgesine yerleşen ve büyük bir güç haline gelen; adlarına da yerel şive olarak, “Salur”
karşılığı “Salgur” denilen boylar birliğine katıldılar. Boyun yönetiminde Salur Boyundan
gelen; Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in hizmetinde bulunan Salgur Beydi.(Bazı tarihler, Salgur
‘Salur’ Bey’in; Dede Korkut Hikâyeleri’nin kahramanı Salur Kazan’ın torunu olduğunu
yazarlar) Salgur Bey, Çıkan kargaşa ve karışıklıklardan yararlandı. Gösterdiği kahramanlıklar
sayesinde takdir toplayarak; Oğuz Boylarının dışında kalan diğer boyların da desteğini alarak
1150 yılında Salgurlu Devleti’ni kurdu. Büyük Selçuklu İmparatorluğundan ayrıldığını
bildirdi. Anadolu Selçuklu Devleti gibi, bağımsız bir devlet kurmak amacındaydı. Salgur
Bey’in çocukları, gerek dış, gerekse iç düşmanlarla mücadele etti. Başta Salur Boyu olmak
üzere, Anadolu Oğuz Boylarından yardım istedi. Boyumuzdan başka yardımına koşan olmadı.
Suriye’den gelen saldırılar karşısında zor durumda kalıp, Irak Selçuklularına bağlandı. Daha
sonra tekrar bağımsız devlet olma savaşımını denedi. Bu kez de Harzemşahların saldırısıyla
karşılaştı. Bu saldırılara karşı savaşırken, Moğol saldırıları da üzerine tuz biber ekti. Salgur
Devleti Beyi Selçuk Şah, Moğollar tarafından öldürüldü. Böylece Salgurlu Devleti
Moğolların egemenliği altına girdi. Son olarak başa geçen Abiş Hatun, bir yıl sonra
Hülâgu’nun oğlu Mengü Timur ile evlendi. 1284 yılında Abiş Hatun ölünce, Salgur Devleti
de 134 yıl tarihte yer aldıktan sonra son buldu…
ANADOLU’DA SALUR DEVLETİ KURMA GİRİŞİMİ
Boyumuz Beylerinden olan Kadı Burhaneddin Ahmet, Kayseri Kadısı olan babası
Şemseddin Muhammed’in yanında ve Eratna Beyi Gıyasüddin Muhammed’in koruması
altında yetişti. Babası ayni zamanda Atabeylik de yapıyordu. Oğluna çok iyi bir eğitim verdi
ve şehzadelerle bir arada büyüttü. Mısır’a gidip eğitim ve öğretimini üst düzeye çıkardıktan
sonra Şama’a gitti ve devrin en büyük bilginlerinden dersler aldı. 19 yaşındayken babası ile
hacca gitti. Babasının ölümü üzerine Halep’e giderek bir yıl ilmi çalışmalarda bulundu. İlim
çevrelerine kendini kabul ettirdi ve en üst basamaklara kadar yükseldi. Eratna Beyi, kendisini
babasının yerine Kayseri Kadısı ve Atabey olarak görevlendirdi. Kızıyla da evlendirdi.
Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah’ın oğlu Üçüncü Kılıç Arslan’nın Atabeyi oldu.
Süleyman Şah, 1204 yılında ölünce, yerine çocuk yaştaki oğlu Üçüncü Kılıç Arslan tahta
çıktı.’Gelenek ve göreneklere; devletin devamını sağlama alma önlemlerine göre’’çocuk yaşta
tahta çıkan sultanlar, 18 yaşına gelinceye kadar, eğitim ve öğretimlerine devam ediyor ve
devleti, şehzade adına Atabeyler yönetiyordu.’ Boyumuz Beyi Kadı Burhaneddin, birden
kendisini Anadolu Selçuklu Devleti’nin başında buldu. Çok bilgili olmasının yanı sıra; çok
hırslı, ihtiraslı, kişisel düşünceli ve kendi çıkarlarını düşünen bir karaktere sahip olan Kadı
Burhaneddin, hem yetkilerini, hem de Atabeyliği kötüye kullanmaya başladı. Kerdisini
koruyan ve kızını veren Gıyasüddin Muhammed, Kadı Burhaneddini’nin de katıldığı bir
suikast sonucu öldürüldü. Yerine geçen oğlu Ali Bey, eniştesi Kadı Burhaneddini’i vezir
yaptı. Bu sırada 15 yaşına gelmiş olan Üçüncü Kılıç Arslan, Atabeyinin; sultan olmasına da
engel olacağının farkına vararak öldürmek istediyse de başarılı olamadı. Bu durumu öğrenen
Kadı Burhaneddin, Üçüncü Kılıç Arslan’nın amcası Keyhüsrev ile iş birliği yaparak, Üçüncü
Kılıç Arslan’ı öldürdü. Halkın isteği(!) üzerine Atabeyliğe devam ederek, suç arkadaşlarıyla
birlikte devleti yönetmeye başladı. Bir süre sonra da,1381 yılında ‘Kadıburhaneddinoğulları’
Beyliğini kurdu. Kendisini sultan ilân etti. Kendi adına hutbe okuttu. Sıkke (para) bastırdı.
Boyumuz Beyi, Kadı Burhaneddini’n hükümdarlığı 18 yıl sürdü. Amacı; Oğuz Boylarının da
desteğini alarak, Salur Devleti veya kendi adını taşıyan bir devlet kurmaktı. Oğuz Boyları ve
bizim soyumuzun saygın ve soylu kişileri, kadı Burhaneddin’in yaptıklarını kınadılar ve
destek vermediler. Bunun üzerine Akkoyunlu Beyleriyle bir olma yolunu seçen Kadı
Burhaneddin, yıldızı yükselmekte olan Osmanlı Beyliği’ne de karşı çıktı. Düşman boylarla bir
olup Osmanlı Beyliğini de yenmek istedi. Osmanlı Devleti’nin Yıldırım Bayezit dönemiydi.
Yıldırım Bayezit İstanbul’u alma hazırlığında bulunur; bir yandan Anadolu Hisarı’nı yaptırır,
bir yandan da Avrupa’dan gelen saldırıları önlemeye çalışırken, Oğuz Boylarından birinin
kendisine karşı savaş açmasına çok kızdı. Ordusunun başına geçip yıldırım gibi gitti, yendi ve
Kadı Burhaneddin’i de esir aldı. Boyumuzun damadı olan Yıldırım Bayezit, ‘ boyumuza
duyduğu saygıdan ve akrabalık bağlarından; Oğuz Boylarının desteğini güzellikle sağlama
isteğinden’ ötürü, kendisini affetmek istedi ama Salur Boyu Tokat Kadısı Şeyh Necip: “
Bizim soylu boyumuzun altın adını mangır eden böyle birinin yaşaması uygun değildir.
Başkalarına da örnek olması için boynunun vurulması gerekir.” Fetvasını verince, 1398
yılında öldürüldü.
Çok zeki, iyi bir devlet adamı, bilgin bir kadı ve de şair olan Kadı Burhaneddin, kişisel
çıkarları ve önüne geçemediği; bencil ve kötü ihtirasları yüzünden kaybetti. Boyumuzun
ikinci bir Dede Korkut’u olacağı yerde; yerlerde sürünmeye ve öldürülmeye mahkûm oldu.
Oysa ilim adamı olarak yazdığı 10’dan fazla eseri bu gün dahi aranarak okunmaktadır. Türkçe
şiirleri bir divanda toplanmıştır. Kitabın orijinali İngiltere Biritihs Müzesi’ndedir. Bu kitap
1944 yılında Türk Dil Kurumu tarafından ‘tıpkıbasım’ olarak yayınlanmıştır.
Boyumuz Beylerinin bu iki girişiminin de sonuçsuz kalmasının nedeni: “Oğuz Boylarının
desteğini alamamış olmalarıdır.” Çünkü Tarih Baba yazıyor ki; Türklerde Oğuz Boylarının
desteğini almadan hiçbir devlet kurulamaz, kurulsa da yaşamaz. Ne kadar güçlü olursa olsun,
Oğuz Boyları desteğini çekince devlet yıkılır…
KÖYÜMÜZÜ KURAN DEDELERİMİZİN DEDELERİNİN TUTUMLARI
Boyumuzda 1200 yıllarında başlayan ‘boy beyi’ kavga ve çatışmalarına katılmayanlar,
Osman Beyin Boyumuzun başına geçmesine de karşı çıkanlar oldu. Bunların arasından
yerleşik düzene geçmiş Tokat ve Amasya kenti çevresine yerleşmiş olanlar -ki bunlar Gazi
Osman Paşa’nın dedeleridir- Salur Boyu Bey Yönetiminden ayrıldılar ve kendi yönetimlerini
oluşturup, Salur Boyu’dan ayrıldıklarını duyurdular. Atabey olan Kadı Burhaneddin,
kendilerine ‘Toprak Beraati’ vererek kalmalarını sağladı. Artık toprakların sahibi oldukları
için, boyumuzun bu bölümü; Eretna Beyliği yönetimine girip yaşamlarını sürdürdüler.
Köyümüzü kuran Dedelerimiz de Osman Bey’in Boy Beyliğine karşı çıkanlar arasında
yer almıştı. Yeşilırmak Havzasında, boyumuza verilen yerlerin hepsi yerleşik düzene geçenler
tarafından paylaşılıp sahiplenilmişti. Beraatlerini de alınca, herkes toprağına sahip çıkıp,
konar- göçer yaşayanlara sırtlarını dönmüştü. Yerleşmek için ‘Toprak Beraati’ isteğinde
bulundular; yaptıkları hizmletleri bir bir sıraladılar; ama Kadı Burhaneddin’i
desteklemedikleri için ‘Beraat’ alamadılar. Konar – göçer yaşamları sürdüğü için bu zamana
kadar kendilerine konut da yapmamışlardı. Bu nedenle, bir yerde ikamet etmeleri (oturmaları)
mümkün değildi. Salur Boy yönetiminden, akraba grubu dört oymak (yaklaşık 2000 – 2500
kişi) ayrıldılar, kendi oymakları arasından Mustafa Bey’i, Salur Boyu Beyi olarak seçtiler.
Başka Anadolu Beyliklerinin topraklarında; kira ödeyerek ve vergi vererek konar – göçer
yaşamlarını sürdürmeye başladılar.
Orta Asya’dan Anadolu’ya gelip yerleşen ve UÇ BEYLİĞİ alan beylikler, zamanla
birbirleriyle; beyler ve yönetici komutanlar düzeyinde evlilik akrabalıkları kurarak veya
büyük beylikler küçükleri yutarak birleştiler. 24 Oğuz Boyu Beyliğinin sayısı 14 – 15’e indi.
Beyliklere yönetimi elinde bulunduranların isimlerini vererek; Mete’nin (Oğuz’un) verdiği
boy adlarını bıraktılar. 1220 yıllarına gelirdiğinde, Anadolu Selçuklu Devleti gücünü
kaybedip, kardeşler arası taht kavgalarına ve düşman saldırılarına karşı koymaya uğraşırken,
beylikler de güçlerini çoğaltmaya ve topraklarını genişletmeye başladılar. Bu Beylikler; Haçlı
Seferlerinde gördükleri hizmetleri ve yaptıkları kahramanlıkları göstererek, ‘Toprak Beraati’
isteğinde bulunmuşlardı. İkinci Kılıç Arslan tarafından kendilerine ‘bulundukları toprakların
sahibi olduklarını belirten ‘Beraat’lerini de vermişti. Orta Anadolu’da Konya, Karaman ve
civarında Karamanoğulları Beyliği, Doğu Anadolu’da Amasya, Tokat ve civarında Eretna
Beyliği, Batı Anadolu’da da, Kütahya, Uşak, Muğla, Denizli, Burdur civarında da
Germiyanoğulları Beyliği en güçlü olarak ortaya çıkmışlardı. Geriye kalan 10-11 küçük
beylikler de’Beraat’ almak ve büyümek için fırsat kollamaya başladılar.
Köyümüzü kuran dedelerimizin dört oymağı, “Salur Boyu’ adını koruyarak ve
sahiplenerek Karamanoğulları Beyliği’den otlak kiraladılar. Yozgat’ın Bozok Yaylalarında 30
– 40 yıl yaşamlarını sürdürdüler. Karamanoğulları’nın ‘birleşelim’ önerisini, bir kısmı kabul
ettiler ve yerleşik düzene geçip orada kaldılar.’Beraat’ verilmediği için, öneriyi geri
çevirenler, burada daha fazla kalamadılar. Antalya ve Alanya civarında, küçük bir beylik olan
ve kendileri gibi ‘Beraatı’ bulunmayan, Alaiye (Alanya) Beyliği topraklarına göç ederek yine
kira ve vergi karşılığı konar – göçer yaşamlarına devam ettiler. Bu sırada Salur Boyu Beyi de
AKDEDE olmuştu. AKDEDE, çok bilge bir kişi olarak, tüm Anadolu Beylerinin saygısını
kazanmıştı. Bu nedenle de yaşamları daha kolay geçmeye başlamıştı.
1280 yıllarına gelindiği zaman, Beraat sahibi, Germiyanoğulları’nın başında Yakup Bey
bulunuyordu. Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmaya yüz tutmuş, her beylik ‘Anadolu’nun
sahibi’ olmak için plânlar yapmaya başlamıştı. Yakup Bey, gerek Moğol saldırılarına karşı
koymak ve gerekse Beraat sahibi Karamanoğulları Beyliğinden daha güçlü hale gelebilmek
için, Alanya Beyliğini: ‘Toprak Beraatınızı size ben vereceğim’sözüyle sınırlarına kattı.
Nüfusu 7 – 8 bin, ordusu da 2 – 3 bin olan Salur Boyu’nu yanına çekme plânları yaparken
öldü. Yerine ‘Çağşadan’ diye anılan oğlu Çelebi Mehmet veya Mehmet Bey geçti. Savaşçı ve
becerikli Salur Boyu’nu beyliğine katmak için, babasının kaldığı yerden devam etti. Oğlu
Şehzade Süleyman Şah’ı “ ya birleşirsiniz, ya da topraklarımızdan çıkarsınız’ gözdağı
haberini iletmekle görevlendirdi. Süleyman Şah, AKDEDE’nin kızı Devlet Hatun’u görünce
âşık oldu. Tehdit kokan birleşme konusunu açmadan geri döndü. Babasına durumu anlatıp,
başka birisini görevlendirmesini istedi. Mehmet Bey “evlilik yoluyla birleşmenin” daha
mantıklı, yararlı ve kolay olacağının hesabını yapıp; Salur Beyi AKDEDE’ye kendisi giderek
:” Senin saygın ve bilgeliğin, benim sana gelmemin nedenidir. Benim topraklarımda ‘otlakçı’
olarak değil; toprakların sahibi olarak kalmanızı isteriz. Önce kızınız Devlet Hatun’u
Oğlumuz Süleyman Şah’la evlendirmek ve sizin gibi soylu bir boyla akraba olmak isteriz.
Birleşmemiz ise sizin arzunuza bağlıdır. İsterseniz birleşerek, isterseniz ayrı olarak,
topraklarımızın istediğiniz yerlerinde yurt edinebilirsiniz” konuşmasıyla kaleyi baştan
fethetmek istedi. AKDEDE: “Anadolu Beylerinin en güçlüsü bizleri saymış, ayağımıza kadar
gelmiş. Biz bununla onurlanır ve kıvanırız. Boyumuzun ‘okçu, atçı ve savaşçı’ gücünden
yararlanmak istediğiniz bilgimiz içersindedir. Kızımız varmak isterse; bu Allah’ın emri ve
Peygamber’in kavliyle olur. Birleşmemize gelince; Salur Boy adımızı bırakmadan ve
atalarımızın kemiklerini sızlatmadan, insanlarımızın ‘yetti artık’ dediği ‘konar – göçer’
yaşama son verip; bizlere yerleşik düzen sağlarsanız ve de ‘Toprak Beraatımızı’ verirseniz,
sizlerle her türlü birleşmeye hazırız.” Bu açık konuşma ve istekleri büyük bir dikkatle
dinleyen Mehmet Bey; bir taşla iki kuş vurmanın, ordusunu en gözüpek savaşçılarla
güçlendirmenin ve oğlunun isteğini de yerine getirmenin sevinci içersinde, etekleri zil çalarak
geri döndü. En kısa zamanda düğün yapıldı. Alanya civarında yerleşik düzene geçmek
isteyenler orada kaldı. Diğerleri de kendilerine daha uygun yerler bulmak için çevre gezilerine
çıkarken, Salur Boyu askerleri de Mehmet Bey’in komutanlığı altında savaşlara katılarak;
hem Moğolları, hem de Karamanoğullarını yendiler. Hatta Bizans İmparatorluğu ordusunu da
bozguna uğratıp vergiye bağladılar. Germiyanoğulları, en güçlü beylik haline gelmişti. Geriye
Oğuz Boylarının desteğini alıp ‘devlet kurmak’ kalmıştı. Mehmet Bey’in ölümünden sonra
Boyumuz Damadı Süleyman Şah başa geçti. Kayınpederi AKDEDE’yi Atabey yapıp,
şehzadelerin eğitim ve öğretimine; devlet işlerinin danışmanlığına getirdi. Devlet yönetimine
Salur Boyu insanlarından yetenekli ve bilgili olanlarını aldı. Boyumuzun yerleşik düzene
geçebilmeleri için toprak ayırma hazırlıklarına başladı. Ama beklenen ‘Beraat’ bir türlü
gerçekleşmiyordu. Germiyanoğlu bu arada, ‘Beraatı’ olmayan Çandaroğulları ile de ‘Beraat’
sözü verip birleşerek gücünü çoğalttı. Çandarzade Ali Bey, Akdede’nin küçük kızı Banu
Hatun’la evlenince, üç boy birbiriyle akraba oldu…
Bu olaylar olurken yıllar su gibi akmış; Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmış; Anadolu
Beylikleri bağımsızlıklarını ilân etmiş, Anadolu’nun sahipsiz kaldığını gören; başta Bizans
olmak üzere, Moğollar ve diğer düşmanlar, birbirinden üstün olmaya çalışan ve ‘ben devlet
kuracağım. En güçlü benim. Bu benim hakkım’ diyen beylikler birbirleriyle savaşmaya
girişmiş, 1320’li yıllara gelinmişti…
* * * * *
SALUR BOYU İLE KAYI BOYU’NUN (OSMANLI’NIN) BİRLEŞMESİ
Türkiye’den (Anadolu’dan) doğup, Suriye Toprakları içinden geçen Fırat Nehri kıyısında
iki ordunun savaştığını gören Kayı Boyu Beyi Süleyman Şah: “Bu savaşa seyirci kalamayız.
Zayıf tarafa yardım etmek Türk’ün şanındandır” diyerek; Askeri az olan tarafın yanında
savaşa girdi. Savaşı kazandılar ama. Süleyşman Şah şehit oldu.(Bazı tarihçilere göre; atıyla
Fırat’ı geçerken boğuldu) Konar – göçer olarak otlakları dolaşan Kayı Boyu, yardım ettikleri
tarafın Sultan Alpaslan olduğunu öğrenince çok sevindiler ama Süleyman Şah’ın ölümüne de
çok üzüldüler. Süleyman Şah’a mezar yapıp oraya gömdüler. (Burası halen ‘Tük Mezarı’
olarak Caber Kalesi yakınında bulunur. Türk toprağı sayılır. Türk Bayrağı dalgalanır ve Türk
askerleri nöbet bekler) Bu ölüm olayından sonra otlaklarını bırakıp, Sultan Alpaslan’la
birleşerek ve ordunun yiyecek ihtiyaçlarını karşılayarak geri döndüler. Süleyman Şah’tan
sonra Kayı Boyu’nun başına oğlu Ertuğrul Bey geçti ve Malazgirt Savaşı ile Anadolu’nun
fethine katıldı. Kendilerine önceleri Van Gölü kıyılarındaki Ahlât civarı yerleşim yeri olarak
gösterildi. Ertuğrul Beyin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Arslan Bey ve torunu
Süleyman Bey, ömürlerini boylarının gelişmesi için harcadılar. Torunu Süleyman Bey, oğluna
büyük dedesinin ‘Ertuğrul’ adını verdi. Ertuğrul Bey, büyük dedesi gibi çok kahramandı.
İkinci Kılç Arslan zamanında gelen Haçlı Ordularına karşı ordusuyla büyük zaferler kazandı
ve omzundan aldığı kılıç yarasıyla Gazi unvanını aldı. Artık Ertuğrul Gazi olarak ünlenmişti.
Boyunun baştan beri beğenmediği Ahlât civarından ayrılmak için bu ününden de yararlanarak
İkinci Kılıç Arslan’a başvurdu. Önce Ankara civarı kendilerine verildi. Ertuğrul Gazi,’Toprak
Beraatı’ alabilmek için, Bizans saldırılarını önlemeye gönüllü olarak talip oldu ve UÇ BEYİ
görevi istedi. Kendisine İznik – Söğüt Kalesi’ne muhafızlık yapması koşuluyla; civarı tımar
olarak verildi ve Ertuğrul Gazi’ye :”Göstereceğiniz hizmetlere göre ‘Beraat’ alacaksınız” sözü
verildi. Ertuğrul Gazi; yıllar içersinde Bizans Tekfurları ( İl ve İlçe Yöneticileri) ile savaşarak
hem saldırılarını durdurdu, hem de sınırlarını genişletti. Nüfus açısından ufak bir beylik
olduğu, savaşan askerinin azlığı nedeniyle, uzun zaman dikkatleri çekmedi. Ertuğrul Bey
1298 yılında, ‘Toprak Beraatı’nı alıp ölünce, yerine en küçük oğlu Osman Bey geçti. Bu
sırada Anadolu Selçuklu Devleti de yıkılmıştı. Beraat çok önemliydi. Bulunduğu yerlerin
sahibi olmalarının yanı sıra; fethettikleri yerler ve ‘Beraatı’ olmayan beyliklerle yaptıkları
birleşmelerdeki topraklar da kendilerinin sayılıyordu. Bu nedenle, ‘Beraatı’ bulunmayan
küçük beylikler; toprak bütünlüklerini büyük beyliklerden koruyabilmek için; yakın
gördükleri beyliklerle birleşme yolunu seçiyorlar; ya da saldırıya uğrayarak hem canından,
hem de malından oluyorlardı. Toprağı, beylikleri ve boyları olmayanlar da ‘Beraati’ olan
beyliklere gelip yerleşiyorlardı. Anadolu’daki bütün Beylikler gibi, Osman Bey’de kendi
adını verdiği beyliğinin bağımsızlığını ilân etmişti.’Toprak Beraatleri’ olan, Eretna,
Karamanoğlu ve Germiyanoğlu gibi güçlü beylikler, devlet kurma haklarını kendilerinde
gördükleri için, birbirleriyle uğraşmaya, anlaşmaya, olmazsa savaşmaya başladıkları için,
küçük beyliklerin ne yaptıklarına önem vermiyorlar; ‘onları saf dışı bırakmak kolay’ diye
düşünüyorlardı. Osman Bey, bu fırsatlardan çok iyi yararlandı. Önce Beyliklerle dost geçinip,
Bizan kentlerine hücum ederek; Eskişehir’i de içine alan kentleri, Bilecik kentini, İznik ve
İnegöl’ü aldı ve Bursa kapılarına kadar dayandı. Bu durumu gören ve Moğolların baskısından,
ağır vergilerinden kaçan Türkmenler de Osman Bey’e gelerek emri altına girdiler ve O’nu
tanıyıp destekleme yemini ettiler. Osman Bey, Kayı Boyu’nun Bilge kişisi Şeyh Edebali’nin
kızı Mal Hatun’la evlendi. Edebali de Boyumuz Beyi ve Bilgesi Akdede gibi, tüm Oğuz
Boylarında saygı gören, sözü dinlenen Atabey’di. Ayni zamanda Osman Bey ve kardeşlerinin
de Atabeyi (Hocası-Lalası) olan Edebali, Osman Bey’in danışmanı ve yol göstericisi olmuştu.
Geleceğe ilişkin bütün plânlar birlikte yapılıp uygulamaya konuluyordu.(Yazarın Notu: Şeyh
Edebali’nin; öğrencisi ve damadı olan Osman Bey’e, Osmanlı Beyliği’nin başına geçtikten
sonra verdiği öğüt, bu gün bile ders alınacak değerdedir Dileyen okurlarımız, bilgi
kaynaklarından bu ‘ öğüde’ ulaşabilirlir.) Anadolu Selçuklu Devleti’nin sona ermesinden
sonra öne çıkan Karamanoğlu ve Germiyan Beyliklerinin gücü ve kuvveti tartışmasız olarak
devlet kuracaklarını; ama hangisinin üstünlük sağlayacağının henüz anlaşılamadığını
gösteriyordu. Edebali, Osman Bey’e : ’Bak oğul, akıl güçten önce gelir. Akıl ile güç
birleşmedikçe, güç ve kuvvet işe yaramaz, hatta kendine zarar verir. Sen, önce aklını kullan;
sonra da gücünle birleştir. Böylece az gücün çok olacak; çok güçlü olanlar senin önünde
boyun eğecektir.’ Bu özlü konuşmayı can kulağıyla dinleyen Osman Bey: ‘ Bilirsin ki
sözünden çıkmam. Plânın nedir? Komutanlarım ve ben seni dinlerim.’ Edebali: ‘Bir mektup
kaleme alıp tüm beyliklere gönderilsin.’Toprak Beraatimiz’ bildirilsin. Herkesle iyi
geçineceğimiz, yeri yurdu olmayanlara, sıkıntıya düşenlere yer vereceğimiz, yardım
edeceğimiz duyurulsun. Kendi Beyliğimizi genişletip büyüterek yaşayacağımız; Anadolu
Selçuklu Devleti yerine devlet kurma işine karışmayacağımız bildirilsin. Böylece kimse
senden tehlike beklemesin, yanında bilsin. Ordunu savaşçı boyların askerleriyle
güçlendir.’Toprak Beraatin’ elinde sihirli değnek olsun. Askerin az olsun ama öz olsun. Salur
Boyu’nun namını bilirsin. Şu an, arkadaşım Bilge Akdede başında bulunur. Germiyanoğlu Ali
Beyin kayınpederi olup; benim gibi devlet yönetiminde sözü geçer. Ali Bey, yerleşik düzene
geçmeleri için kendilerine yer arar; ama ‘Beraat’ verecek uygun yer bulamazmış. Bizim ise
çok değerli ve boş yerlerimiz vardır. Böyle değerli bir boyla ‘Beraat’ vererek birleşmenin tam
zamanıdır. Hem Germiyan Bey’i ile iyi geçinmek; hem de okçu, atçı ve savaşçı bir boyu
beyliğimize katmak için, her iki tarafa da bir mektup göndermek gerekir. Zamanı gelince
aklını ve gücünü kullanıp amacına ulaşabilesin. Bu yazının altında hem senin, hem de bilge
olarak benim imzam bulunsun ki inandırıcı olsun.’ Osman Bey ve komutanları bu plânı
uygulamayı gönülden desteklediler ve gereğini yapmaya başladılar. Edebali, Akdede’ye bir
mektup göndererek; ‘ Duydum ki yerleşik düzene geçmek istiyormuşsunuz. Buraları Kütahya
civarından çok güzel. Yeni yerler fethettik. Güzel otlaklar sizleri bekler. Boyunu toplayıp gel.
Damadım Osman Bey, ‘Beraat’ alıp beyliğini ilân etti. Oğuz Boylarından sıkıntıya düşenlere
yardım etmek geleneğimizdir. Bizans’tan daha çok yerler fethedilecek. Sizin boyunuzun okçu,
atçı ve savaşçılarına ihtiyacımız var. Bu fetihlere katılıp, kendi yurdunuzu fethetme ve
tarihteki yerinizi alma zamanıdır. Gelirseniz, Atabeyimiz olur; ‘Toprak Beraatınızı’ alır;
damadınız Süleyman Şah ile damadım Osman Bey’in dostluk temellerini de atmış olursunuz.
Biz, iki bilge kişi bir olup; çok yararlı işler yaparız.’ Akdede, önce boyumuzun önde gelenleri;
sonra da damadı Germiyanoğlu Süleyman Şah ile mektubu değerlerdirdi. Süleyman Şah,
kendisine gelen bir mektubu da kayınpederine uzattı ve: “ Bizimle dostluk kurmak, iyi
geçinmek ve gerekirse yardımda bulunmak isterler. Yeni alınan yerleri de sizlere açmak
‘Beraat’ vermek isterler. Küçük bir beyliktir ama desteği önemlidir. Devlet olmak istiyorsak
yanımızda görmeliyiz. Hele sizler boy olarak gider de’Beraat’ alıp aralarına yerleşirseniz,
destek ve birleşmeyi daha kolay sağlarız” konuşmasıyla niyetinin ne olduğunu belirtmiş oldu.
Boyumuzun önde gelenleri, yılan hikâyesine dönen ‘yerleşik düzen için yer gösterme ve
geciken Beraat’ işine öfkelenmeye başlamışlardı. Önce hazır bir yer; ardından fethedilecek
yerlerde kendilerine ait olacak “Beraat’ verilmiş beylik toprakları, hepsinin özlemlerini
gerçekleştirecek vaatlerdi. Bu nedenle davete çok sıcak bakıyorlardı.
Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın de niyeti belli olduktan sonra; Salur Boyumuz, Akdede
Bey’in yönetimi altında; Damadı Çandarzade Ali bey’i de beraberine alarak, 1322 yılında
Osmanlı Beyliği topraklarına göç etti ve İznik, Bilecik, İnegöl ve Yenişehir arasına
yerleştirildi. Akdede, 55 yaşına gelmiş biri olarak, Boy Beyliği görevini, oğlu Hacı İl Bey’e
devredip bilge olarak kaldı. Osman Bey de, Salur Boyu askerlerini; ünlü Komutanları ve yeni
Boy Beyleri Hacı İl Bey yönetiminde, hemen Bursa Kuşatmasına gönderdi. Yerleşik düzene
geçmeleri ve ‘Beraat’ için de ‘Bursa’nın fethini beklemeleri gerektiği, orada çok daha güzel
yerler bulunduğu’ kendilerine söylendi…
1326 yılında Bursa alınmış; Osman Bey ölmüş; yerine Orhan Bey geçmişti. Osmanlı
Beyliği büyümeye ve güçlenmeye; Edebali’nin plânladığı gibi devam ediyor; Beyliklerle iyi
geçinip Bizans’tan toprak alıyordu. Çanakkale’ye kadar olan yerler fethedilmiş ve yeni
yerleşim alanlarına kavuşulmuştu. Salur Boyumuza, Osmanlı Beyliğinin başkenti yapılan
Bursa kentinin boşalan evleri ve mahalleleri gösterilerek: ‘Buraları sizin. İstediğiniz gibi
yerleşin ve istediğiniz mesleği seçin. Siz yerleşirken Beraatınız da verilir ’ denmiş; ama
boyumuz insanları; ‘biz, hayvanlarımızı doyuracak otlak yerler isteriz. Kendi evlerimizi
kendimiz yaparız. Kâfir evlerinde oturmak istemeyiz. Yöreyi araştıralım, size haber
veririz’dediler ve araştırma sonucu; Bursa’nın Karacabey Ovası’na ulaştılar. Göz
alabildiğince uzanan ve her tarafından geçen akarsularla sulanan; yemyeşil ve dümdüz ova
karşısında nefesleri kesildi. Hele tatlı su deposu Manyas Gölü’nü de görünce; AKDEDE: “
Dedelerimizin bizlere anlattığı Maveraünnehir’den de daha güzel” sözleriyle düşüncesini belli
edince; ‘biz burayı ve Beraatını isteriz’ kararlarını verip; bildirdiler. İstekleri kabul edildi ve
oraya, ’Beraatlerini almak ve yerleşik düzene geçmek üzere’ konakladılar…
Salur Boyu için ‘Beraat’ fermanını almak üzere, AKDEDE ile yanındaki savaşa katılmış
Komutan Hacı İl Bey ve bilge heyeti; Şeyh Edebali’nin de bulunduğu; Orhan Bey’in
huzuruna çıktılar. Orhan Bey: “Atabeyimiz Edebali de yanımızdadır. Biz, Salur Boyu olarak
sizi kendimiz bildik, davet ettik ve bağrımıza basıp bütünleştik. Bursa’nın alınışında
gösterdiğiniz kahramanlıklar dillerdedir. Biz, 10 yıldır kuşattığımız kenti alamazken; Hacı İl
Bey komutasındaki sizin okçu, atçı ve savaşçılarınız sayesinde 10 ayda aldık. Biliyoruz ki
sizlerin katılmasıyla çok güçlendik. Bu savaşta et ve tırnak gibi olduk, kaynaştık. Orta Asya
Türk kardeşliğinin dayanışma ve sevincini yaşadık. Bundan sonra Türkler arasında; Türk
olmaktan başka BOY gibi, BEYLİK gibi ayrılıklar ortadan kalkmalı. Bütün Türk Boy ve
Beylikleri, bir ve birlik olmalı. Boylar ve Beylikler, kendi çıkarları için devlet yıkmaktan ve
kendi çıkarları için devlet kurmaktan vazgeçmelidir. Osmanlı Beyliği’nin hiçbir Türk Beyliği
toprağında gözü yoktur. Önümüzde fethedilmeyi bekleyen Bizans, Rumeli ve Avrupa
toprakları vardır. Bir olursak, bütün Avrupa bizim olur. Biz bu adımı atıyor ve sizlerin de bu
düşünceyle adım atmanızı bekliyoruz. Artık bizim topraklarımız sizin de topraklarınız oldu.
Ferman bizimdir. Topraklarımızın neresini isterseniz sizindir. Siz iki bilge kişi, bizim ve sizin
bilgelerinizle ve devleti yönetenlerimizle; yalnız bu günümüzü değil; geleceğimizi de
düşünerek görüşün. Sonucu bana bildirin, ferman yapayım” konuşmasını yaparak ayrıldı.
AKDEDE ve heyeti, beklemedikleri bu konuşma karşısında hem sevinmişler; hem de ‘Beraat’
alamayacaklarını sanıp üzülmüşlerdi. Toplantıdan sonra Şeyh Edebali, AKDEDE ile baş başa
görüştü ve: “ Ben ve sen biliyoruz ki, bu zamana kadar kurulan Türk Devletlerinin hepsi Türk
Boyları tarafından kurulmuş ve Türk Boyları tarafından yıkılmıştır. Son yıkılan Anadolu
Selçuklu Devleti de bundan nasibini almış; Türk Moğollarla işbirliği yapan Türk Boy ve
Beylikleri, Anadolu Selçuklu Devletini göz göre göre yıkmıştır. Yeni devleti kim kuracak?
Boy ve Beyliklerin desteğini alan kuracak. Ne zamana kadar yaşayacak? Boy ve Beyliklerin
desteklerini çekinceye kadar yaşayacak. Biz tarih boyunca, hep devlet yıkıp devlet mi
kuracağız? Bak Bizans’a, bak Mısır’a, bak Avrupa’ya hep ayni devletler ve kurulmuş güzel
kentler. Biz neden böyle olmayalım?” sorularıyla düşüncelerini açıkça belirtip, yanıt bekleyen
bakışlarını AKDEDE’ye çevirdi. AKDEDE, her derin düşünceye dalarken yaptığı gibi; sağ
eliyle aksakalını avuçlayıp yukarıya doğru kıvırdı; gözlerini uzak bir noktaya odaklayıp uzun
bir süre düşündükten sonra, derin bir iç geçirerek Edebali’ye baktı ve: “ Bundan bin beş yüz
yıl önce, Boyların ve Beyliklerin önemi, görevi ve işlevi varmış. Kötülük için değil, iyilik için
Oğuz Kağan tarafından kurulmuş. Ama zaman içinde bencil düşünenlerin kötü silâhı olmuş.
Dediklerine katılıyor; ama uygulaması zor diyorum. Aslımızı inkâr etmemiz beklenemez.
Osmanlı Beyliği, diğer boy ve beyliklerden, gördükleri zulüm ve çektikleri sıkıntı nedeniyle
ayrılan insanları; yeni ve bereketli topraklarına yerleştirmeli ve ayrım yapmadan kucaklamalı.
Baştan kendisi boyunu bir tarafa bırakmalı ve insanlara da verdiği mutluluk ve güvenle
boylarını unutturmalı. İnsanları iyi yönetenin ve güçlü olanın sözü geçer. Söz dinlemeyenlere
kılıç söker. Devlet, adaletli kalkmayan kılıçlardan çöker. Osmanlı bunu unutmamalı, verdiği
sözleri tutmalı. Sözün ve mektubun, bize ‘Beraat’ sözünü taşıyordu. Şimdi ise; ‘Beraat’ yok
deniyor. Ben bunu boyuma anlatamam. Anlatırsam; ‘Şeyh Edebali sözünden döndü’ diye
anlatmam ve senin bilgeliğine kara çalmam gerekir ki; bu bana yakışmaz. Bizim boyumuza
‘Beraat’ verilsin ve alınacak karar sonrasına uygulanıp; bize verilen de gerekirse iptal edilsin.
Yakışan budur. Osmanlı Boy ve Beylikler unutulsun diyor; kendi adını alan beylik kuruyor.
Bunu ‘ aslınızı unutun’ dediklerinize nasıl açıklarsınız?..” Bu kez gözlerini Edebali’nin
gözlerine dikti ve yanıtlarını bekledi.
Yüzünde hiçbir kızgınlık ve kırgınlık taşımadan; dudaklarında gülümsemeyle ve büyük
bir dikkatle konuşmayı dinleyen Edebali: “ Beraatınız verilecek ve iptal edilmeyecek. Karar
alınırsa, sizden sonrasına uygulanacak. Ama boy beyliğiniz, il beyliğine dönecek.
Bulunduğunuz ilin adıyla; örneğin: ‘Bursa Beyi’ olarak anılacaksınız. Aslını kimse inkâr
etmeyecek ve unutmayacak. Bu kötü davranışlar son buluncaya kadar rafa kaldırılacak.
Osmanlı, ‘Kayı Boyu’ nu kullanmaktan vazgeçti. Gelecekteki yıkımları önlemek için,
Beyliğine katılacak olanlardan da Boy ve Beylik adlarını bırakmalarını şart koşmaya başladı.
Osmanlı adına gelince; bu karar alınmadan, önceden verilmiş bir ad. Ama açıklaması da çok
rahat: Osman adı, Orta Asya Türkçesindeki Ataman’dan gelir. Senin de bildiğin gibi ‘Ataman,
iyi yöneten’ anlamındadır. İslâm Dini’nin etkisi altında kaldığımız için; ‘Ataman’, Arap
lehçesi de katılarak ‘Osman’ olmuştur. ‘Osman’ın anlamı da aynidir. Bu nedenle; ‘Osmanlı’
adı, bir insan adı değil; ‘iyi yöneten’ anlamında bir sıfattır. Eğer kişi adı verilecekse; Ata
Ertuğrul Gazi’nin adının verilmesi gerekir. Bu düşünülmüş ve hem ad, hem de sıfat olan
‘Osman’ adı seçilerek, iyi bir buluş sergilenmiştir. ‘Osmanlı Devleti’ demek; ‘Ataman
Devleti’ yani ‘İyi Yönetenler Devleti’ demektir. Bunu anlatmak da biz bilgelere düşmektedir.
Herkes Osmanlı tebaası (uyruğu, vatandaşı) olacak; hiç kimse, kimsenin boyunduruğu altına
girip, sıkıntı çekmeyecek ve zulüm görmeyecektir.” İki bilge de düşüncelerini dile getirmiş
olmanın rahatlığı içinde yarınki toplantıya hazırlandılar.
Ertesi gün yapılan ve akşam geç saatlere kadar süren toplantı sonunda, herkes düşüncelerini
açıkça söyledi ve tüm düşünceler tartışılarak; Orhan Bey’in ana hatlarını çizdiği; her iki
bilgenin kendi aralarında tartıştığı ve kararlaştırdığı şekilde açıklanarak, ortak kararlara varıldı
ve Orhan Bey’in onayına sunulup ferman yapıldı. ‘Toprak Beraatı Verme’ fermanının
kaldırılması, daha ileriye bırakılmasına rağmen, hiç kaldırılmadı. Padişahlar bunu ‘koz’ olarak
kullanmaya devam ettiler…
Bu toplantıdan sonra, başta Osmanlı olmak üzere, Osmanlı Beyliğine, daha sonra
Devleti’ne ve daha sonra da İmparatorluğu’na katılan Türkler, daha önce bağlı oldukları
‘Oğuz Boylarının ve Beyliklerinin’ adlarını bırakıp ‘Osmanlı Tebaası, Osmanlı Beyi veya
bulunduğu kent adını taşıyan …. Beyi’ adını aldılar. Boyların ve Beyliklerin unutulması için
ne gerekiyorsa yapıldı. Ancak 300 yıl sonra, ‘Boylardan ve Beyliklerden tehlike gelmiyeceği’
noktasına ulaşılınca; Boylar ve Beylikler tekrar araştırılmaya başlandı ve tarihteki yerlerini
aldı. Boylar ve Beylikler 300 yıl içersinde o kadar unutulmuştu ki; Osmanlı, kendi boyunu
dahi hatırlayamadı ve Vakanüvüsler (tarihçiler) tarafından yeniden araştırılarak “Kayı Boyu”
gerçeğine ulaşılabildi…
Bursa Karacabey Ovası ve Manyas Gölü civarı için boyumuza ‘Toprak Beraati’ verildi.
Boyumuz yerleşik düzene geçme hazırlığı yaparken, Orhan Bey’in oğlu Süleyman Şah,
Rumeli’ye geçmek için; Bursa alınışında gösterdikleri büyük kahramanlıklarını yakından
gördüğü ve hayran olduğu; Boyumuzun Komutanı Hacı İl Bey’i; kendisine yardımcı olarak
seçti. Boy askerlerimizin ‘okçu, atçı ve savaşçı’ larını seçmenin yanı sıra; ordunun lojistik
desteğini (yiyecek. İçecek ve diğer ihtiyaçlarını) karşılamak üzere de boyumuzu seçti. Bursa
alınışında sakat ve gazi olanlarla konar – göçer yaşamını sürdüremeyecek kadar yaşlı, hasta
ve çocuk olanlar kaldı. Diğerleri ordunun peşi sıra yeni fetihlere gitti; 50 koca yıl Rumeli’de
konar-göçer yaşayıp ordunun peşi sıra gezdi ve bir daha da geri dönemedi. 1396 yılında
yapılan Niğbolu Savaşı’ndan sonra Padişah Yıldırım Bayezit; Niğbolu, Plevne ve Lofça’nın
‘Toprak Beraatı’nı mühürleyip, yeğeni olan Niğbolu Beyi (Boyumuz Beyi) Doğan Bey’e
verdi ve ardından da Karacabey Ovası’nda verilen yerin Beraat’ını, boyumuzun orada kalan
nüfusuna göre küçülttü. 1072 yılında Anadolu’ya göç edip, yerleşik düzene geçmek için
‘Toprak Beraatı’ isteyen ve 324 yıl oradan oraya, Asya’dan Avrupa’ya ve cepheden cepheye
koşturulan Salur Boyu Dedelerimizin; yeri, yurdu tescil edilmişti. 1878 Plevne Destanı
sonuna kadar burasını yurt edindiler…
1350 yılında, Osmanlı Beyliği daha da gelişmiş ve güçlenmiş olarak, Bizans fetihlerine
devam ediyor; plân gereği Türk Beyliklerinden uzak duruyordu.’Beraat’ vadiyle Karesi
Beyliğini de topraklarına kattı. Orhan Bey, oğlu Süleyman Şah’a Çanakkale’yi alma,
donanma kurma ve Rumeli’ye geçme emrini vermişti. Süleyman Şah; kendi özel askerlerinin
yanına boyumuzun okçu ve atçılarını da katarak denileni yapmış; bugünkü Lâpseki yakınında
basit tersane kurmuş ve gemiye yakın büyük sallar yaptırmıştı. Bu sallara at ve askerlerini
bindirip Rumeli’ye geçmiş; Çanakkale Boğazı’nın kilidi sayılan Çembe Kalesi’ni alıp tersane
kurma çalışmalarına başlamıştı. Sallar yardımıyla askeri gücünü çoğaltarak Trakya’da
Gelibolu, Bolayır, Malkara, Çorlu, Tekirdağ gibi yeni topraklar fethetmeye başlamıştı. Bu
sırada Süleyman Şah,(Paşa) 1357 yılında Ergene Nehrinde boğulunca, fetihler yavaşladı.1362
yılında Orhan Bey öldü ve I.Murat (Hüdavendigâr) Padişah oldu. Trakya fetihlerine devam
olunarak, Lüleburgaz, Kıklareli ve Edirne alınıp, Hacı İl Bey komutasında Filibe ve
Gümülcine de Osmanlıların eline geçti. Artık Rumeli, Balkan ve Avrupa kapıları açılmıştı…
Yaşına rağmen, Bursa Karaca Ova’da kalmayıp, Boyumuzla birlikte orduyu takip eden
Boyumuz Bilgesi AKDEDE, Süleyman Şah’ın ölümüyle yıkıldı ve iki gün sonra öldü. Bazı
tarihçilere göre; mezarı da Bolayır’a; Süleyman Şah’ın mezarı yanına yapıldı. Bu tarihçilere
göre; 1357 yılında; Süleyman Şah’la ayni yılda ölen AKDEDE; Atabeyliğini yaptığı Yıldırım
Bayezit’in, 1381 yılında torunuyla evlenip damadı olduğunu ve Oğlu Hacı İl Bey’in de 1382
yılında Padişah damadı olduğunu göremeden öldü. Bir başka tarihçilere göre de; AKDEDE,
97 yaşında; 1398 yılında, Boyumuzun Lofça, Plevne ve Niğbolu’da yerleşik düzene geçtiğini
gördükten sonra öldü. Buna göre, mezarının da Lofça’da olması gerekiyor. (Yazarın Notu:
AKDEDE’nin yaşı, ömrü ve ölümü üzerinde çelişkili tarihler var. Bu kullanılan ayrı
takvimlerin birbirine çevrilmesinden kaynaklanıyor olabilir. Sağlıklı ve normal bir insanın
ömrü göz önüne alındığında; AKDEDE’nin 85-90- yaşlarında öldüğü ve Gelibolu’ya
gömüldüğü akla va mantığa uygun düşüyor. Osmanlı Şehzadesi Süleyman Şah’ın mezarı,
ölümünden yüz yıl kadar sonra, bugün hala varlığını koruyan türbe haline getirilirken; - eğer
oradaysa- AKDEDE’nin mezarının korunup korunmadığı bilinmiyor. Türbe yanında ve yakın
çevresinde yer alan, isimsiz (İslamiyetin ilk yıllarında mezar taşı konmuyor ve isim
yazılmıyordu. Taş dikmek Şaman inanışından geldiği için de özellikle istenmiyordu.) eski
mezarlardan biri belki de AKDEDE’nindir.) AKDEDE’nin sağlığında daha beylik görevini
üstlenmiş olan Hacı İl Bey’e 1368 yılında, Kırklareli’nin alınışından sonra ‘Rumeli Beyliği’
unvanı verildi.
Bu sırada, yani 1363- 1373 yılları arasında; Anadolu’da; özellikle Karamanoğlu ve
Germiyan Beylikleri arasında devlet kurma mücadelesi bütün hızıyla sürüyordu.
Karamanoğlu’nun saldırısına uğrayan Tımar sahibi Hamidoğlu Hüsamettin İlyas Bey,
Germiyanoğlu’na sığındı. Boyumuzun damadı Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın desteği ile
topraklarını geri aldı, ama Karamanoğlu ile Germiyanoğlu birbirine amansız düşman olarak
saldırmaya başladı. Boyumuz damadı Germiyanoğlu Süleyman Şah; kendilerinden; eşi Devlet
Hatun’un bağlı olduğu, Salur Boyu’nu savaşçı olarak isteyen ve Beraat veren; kayınpederi
AKDEDE’nin de gidip yerleştiği Osmanlı Beyliğinden yardım istedi. Yardım karşılığı da kızı
Gülçiçek Hatun’u, Şehzade Bayezit’le evlendirmeyi ve çeyiz olarak da; Kütahya, Gediz,
Simav, Emet civarını vermeyi önerdi. Durum Padişah I. Murat (Murad-ı Hüdavendigâr)
tarafından değerlendirilip uygun görüldü ve evlilik gerçekleştirildi ve Yıldırım Bayezit,
boyumuzun damadı- eniştesi oldu. Önceden de belirtildiği gibi; I. Murat, kızı Melik Hatun’u
da, kahramanlığını çok beğendiği ve Rumeli Fethi için görevlendirdiği; AKDEDE’nin oğlu,
Hacı İl Bey’e verdi ve kesin olarak ‘SALUR BOYU ile KAYI BOYU BİRLEŞMESİNİ
SAĞLADI.’ Bunun sonucunda Salur, Germiyan, Çandarlı ve Osmanlı birbirleriyle akraba
oldular. Bu akrabalığın en büyük yararını da Osmanlı gördü. En büyük beylik olan Germiyan
Beyliğini içinde eriterek ortadan kaldırdı. Gerekli güce ve ortama ulaştıktan sonra da diğer
beyliklerin üstesinden geldi ve 613 yıl süren Osmanlı İmparatorluğunu başlattı…
* * * * *
Tarihçe Öykümüzün Üçüncü Bölümünde, ‘2229 yıllık boy geçmişimizde, 41 Dedemiz
olduğunu; bu Dedelerimizden 16’sını araştırıp Niğbolu- Plevne ve Lofça’ya ulaştığımızı;
Plevne Destanı’ndan sonra da köyümüz Hamitabat’ı kurduklarını; köyümüzde yaptıklarını ve
bizleri nasıl yetiştirdiklerini; köyümüzün Üçüncü Kuşak Dedesi ağzından anlatmaya
çalışmıştık. Geriye kalan 25 Dedemiz için de Orta Asya’ya gidip izlerini takip ederek Salur
Boyumuza ulaşmış ve 20 Dedemizin yaşamları konusunda bilgiler sunduktan sonra da
Anadolu’ya nasıl göç ettiklerini; göçten sonra ki 5 Dede ömürlü Anadolu yaşamlarını; tarihsel
belgelere dayanarak, bu bölümde anlattık ve başladığımız noktaya geldik. Köyümüzün
Tarihçe Öyküsü’nü; 2009 yılında ulaşabildiğimiz bilgi kaynaklarına göre, noksansız
tamamladık. Bundan sonraki yıllarda yapılacak yeni araştırmalar; tarihsel bulgu ve belgeler
olursa – ki olur- bunları araştırmak ve Tarihçe Öykümüze ek yapmak; bizden sonraki
kuşakların görevidir…
* * * * *
DEDELERİMİZİN (BOYUMUZUN) ANADOLU’DAKİ İZLERİ
* 93 HARBİ SONUNDAKİ GÖÇLERLE GELEN BOYUMUZ İNSANLARI
1878 Plevne Savaşı’ndan sonra durdurulamayan Osmanlı yenilgileri ve gerileyişi sonunda,
bu gün sınırlarımız içinde bulunan Trakya bölümü dışında kalan tüm Trakya, Rumeli ve
Balkanlar elimizden çıkmış ve bu gün o coğrafyalarda yer alan devletlere bırakılmıştı. Bunun
sonucunda da bu coğrafyada yaşayan Türkler’e göç etmek düşmüştü.
O yıllarda, bu gün sınırlarımız içersinde yer alan Trakya ve Başkent İstanbul’un çevresi,
Padişah’ın özel mülkü kapsamında sayılıyor ve ‘EMLÂK ŞAHANE’ adı veriliyordu. Trakya
toprakları, Osmanlı komutanları ve Beylerine; ‘Timar’ adı ile kira karşılığı veriliyordu.
Komutan ve Beyler, işledikleri bu toprakların ürünleriyle hem sarayın, hem İstanbul’un hem
de Ordunun ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu nedenle de Osmanlı’nın eline geçmeden önce var
olan; şehir, kasaba ve köylerin dışında kalan Trakya topraklarına iskân (Yerleşme) izni
verilmiyor; boş bırakılıyordu. 93 Harbi sonunda Trakya Topraklarının % 90’nı Emlâk Şahane
(Padişah Arazisi) kapsamındaydı ve boştu. (Köyler yoktu.)
Köyümüzü kuran dedelerimizin, Boyumuzun son Beyi Ahmet Cevdet Paşa sayesinde
“Toprak Beraatı’ (İskân Müsaadesi), yerleşim izni almasının ardından; Rumeli’den
durdurulamayan göçler başlamıştı. Yine Ahmet Cevdet Paşa’nın girişimleriyle ve: ”Bu göçler
geçicidir. Osmanlı eski gücüne kavuşacak ve kaybedilen yerleri geri alıp; göç edenlere, geride
bıraktıkları topraklarını kazandıracaktır. Bu nedenle, göç edenleri en yakın yerlere iskân
edelim ki geriye dönmeleri de kolay olsun’ düşüncesinin kabul edilmesiyle, Trakya toprakları
iskâna açılmıştır. Yunanistan, Osmanlı’dan 1820’li yıllarda ayrılıp bağımsızlığına kavuştuğu
için; buradan göç eden insanlarımızın büyük bölümü; İzmir ve civarına yerleştirilmiş; geri
kalanları da Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne kentlerine yerleştirilerek soruna çözüm üretilmişti.
93 Harbi sonunda göç edenlerin tümü Rumeli ve Balkanlardan gelenlerdi ve büyük
çoğunluğu da Trakya’ya yerleştirildi. Dedelerimiz 15 bin nüfuslu Lofça’dandı. Bunun dışında,
30 bin nüfuslu Niğbolu ve 25 bin nüfuslu Plevne ile civar köylerde bulunan Türklerin çoğu da
boyumuzun insanlarıydı. Bundan başka; toplamları 60’şı geçen köyler ve Filibe’de ‘Akıncı
Birliği’ne katılan ve yöneten; bu nedenle de Filibe’de ikamet eden (Zühtü Bey’in dedeleri
gibi) boyumuz insanları da vardı. Yaklaşık olarak 70 bini bulan Boyumuz insanlarının savaş
sonrası kalan insan sayısı; en kaba tahminle 20 bin kadardı. Bu insanlarımız, bizim
dedelerimizden sonra Anayurdumuza göç etmişler ve büyük bölümü de Trakya’ya
yerleştirilmişlerdi. Acaba onlar nereye yerleşmişti? Tarih Babayla birlikte yaptığımız
araştırmada:
Lüleburgaz Celâliye ve Hamzabey köyleri; Pınarhisar Poyralı ve Osmancık Köyü;
Kırklareli Dolhan ve Üsküpdere köyleri; Tekirdağ Hayrabolu’nun Lâhana ve civarındaki
köylerin bazıları; Tekirdağ –Şarköy Evreşe Köyü ve civarında yer alan bazı köyleri; Edirne
Merkezinde iki mahalle; Edirne – Keşan Çamlıca Beldesi ve civarında yer alan üç köy.
Kocaeli – İzmit Merkez İlçesine ve İznik İlçesine bağlı 2 belde ve 7 köy. Bursa – Yenişehir
İlçesinin iki mahallesi ve bağlı üç köyü; Niğbolu, Plevne ve Lofça’dan 93 Harbi sonunda göç
etmiş, Salur Boyu insanlarıdır. Bunlarla Boy akrabalığı dışında; kan bağı ve evlilik bağı
akrabalıklarımız yoktur. Köyümüzün bazı ailelerinin; adlarını sıraladığımız yerlerde
yaşayanlarla, göçten önce ve göçten sonra süren evlilik ve kan bağı akrabalıkları vardır. Bu
aileler ilişkilerini halen sürdürmektedirler… (Yazarın Notu: Kıstlı olanaklarımla; Trakya’nın
ulaşabildiğim yer lerinde Niğbolu, Plevne, Lofça ve Filibe’den göç edenleri araştırdım.
Ulaşamadığım yer varsa hata bendendir.)
* KARACABEY OVASI, MANYAS GÖLÜ KIYISINDA SALUR BELDESİ
Ben; yurdumuzu adım adım gezmekle övünen biriyim.1961’ li yıllardan itibaren, 1967
yılına kadar her yaz tatilinde; yurdumu gezdim, gördüm, tanıdım ve sevdim. Ama övünmem
yersizmiş. İlleri veya bazı ilçeleri, bazen de denk gelen köyleri gezmek, görmek ve tanımakla;
her tarafı tanımak arasında büyük bir fark varmış. Bunu Köyümüzün Tarihçe Öyküsü’nü
yazmak için araştırmalara başladığımda öğrendim. Tanımakla övündüğüm yurdumu, çok az
tanıdığımı görüp, söylediğimden utandım. Dedelerimizin Anadolu’da Aradığım izleri, yerleri
ve belgeleri gözümün önündeymiş de haberim yokmuş. Sizlerin de haberlerinizin olmadığını
sandığım (beni yanıltanları kutlar ve özür dilerim) yerleri; hem akrabalık, hem de mesafe
açısından, yakından uzağa doğru sizlere de tanıtmak istiyorum.
Hani Dedelerimiz, Bursa’nın alınışından sonra; Rumeli’ye gitmeden önce; BursaKaracabey Ovası ve Manyas Gölü civarında yerleşik düzene geçmişlerdi ya! Öyleyse,
oralarda bir yerlerde bizim dedelerimizin 500 yıl önceki akrabaları yaşamaktaydı. Ama nerede
ve nerelerde?... Küçük ölçekli, ayrıntılı haritalar üzerinde araştırmalar yaparken; Manyas
Gölü kıyısında SALUR adlı bir yerleşim birimine rastladım. Daha önce Manyas Gölü ve
civarına en az üç kez gitmiştim. Gözümün önünde, burnumun ucunda bulunan ve de adı da
SALUR olan koca beldeyi görememiştim. Eşimle birlikte arabamıza atlayıp gittik ve SALUR
BELDESİ’ne ulaştık. Belediyesi olan; taze ve kuru fasulyesi festival yapacak kadar ünlenen 4
bin nüfuslu; Manyas Gölü kıyısında kurulmuş, Gönen İlçesine bağlı şirin bir belde. O seçim
döneminin Belediye Başkanı Sayın Rafet BARKA ile görüştük. Kendimizi tanıttıktan sonra
ilk sorumuz: “Beldenizin SALUR adı nereden geliyor?” oldu. Başkan: “Beldemizi kuran
halkın bağlı olduğu Orta Asya’daki boylarının adı SALUR BOYU’ymuş. Dede Korkut da bu
boydanmış” öz açıklamasını yaparken; gözlerinde amacımızın ne olduğunu anlamaya çalışan
soru işaretleri ile bize baktı. Kendimizi daha ayrıntılı tanıtarak, bizim de Salur Boyundan
geldiğimizi ve tarihçe hazırladığımızı söyleyince Başkan:” Bizim Tarih Öğretmenimiz Ali
ALKOÇ bu konuda bir araştırma yaptı ve yerel gazetemizde yayınlandı” diye sözlerine
devam etti. Bizi, her belediyenin başına musallat olan ve belediyeleri hakkında yazılar, tanıtıcı
sayfalar, ilân ve broşürler, daha ileri gidip kitaplar yayınlayan ve para kazanmaya çalışan
yayıncılardan zannetmişti. Biz durumu anlayıp, Başkan’ı rahatlattık. Çıkıp halkla konuştuk.
Salur Boyu konusunda bilgileri olup olmadığını sorduk. Kasabalarının adlarından ve çooook!
Eski dedelerinin adı olmasından başka bilgileri yoktu. Bizim için gerekli bulguya ulaşmış;
Boyumuzun yaşayan izlerine rastlamıştık. Doğru izler üzerindeydik ve Tarihçe Öykümüzü
yazmaya başlayabilirdik. Tarih öğretmeni Ali ALKOÇ tatilde olduğu için, yüz yüze
görüşemedik. Telefon numarasını ve bize armağan edilen taze fasulyeyi alıp, görüşmek ve
iletişim kurmak üzere vedalaştık. Tarih Öğretmeni ve Belediye Başkanı ile çeşitli kereler
görüşerek bilgi alış verişinde bulunduk. Tarih Öğretmeni Sayın Ali ALKOÇ, ‘Salur Beldesi
Tarihçesi’ olarak hazırladığı ve yayınladığı yazıyı da bize gönderdi. Hiçbir araştırma
yapılmadan; ‘Meydan Larus Ansiklopedisi’ nin ilgili sayfasının aynisi yazılmış; yaklaşık bir
dosya kâğıdı kadar yazılı bir belgeydi. O kadar bilgi herkesin ulaşacağı bir bilgiydi. Tarih
Babayla birlikte yazdığımız ‘Hamitabat Köyü Tarihçe Öykümüzü’ kendilerine de ulaştırma
sözü verdik…
Manyas Kıyısında, bize en yakın akraba olan Dedelerimizin kurduğu şirin yer, Salur
Beldesi, yolunuz düşerse sizleri bekliyor…
*ALANYA İLÇESİ’NE BAĞLI SALUR BELDESİ: İz sürmeye devam edelim ve hani,
Dedelerimiz Germiyan Beyliği’ne kızları Devlet Hatunu’u gelin verip, yerleşmek için
Kütahya civarına gelmişlerdi ya!... Burada da izlerini sürdük Dedelerimizin. Gediz Ovası’nı
seçmişler ve Osmanlı tarafından davet edilinceye kadar burada konaklamışlardı. Toplu olarak
göç ettikleri için de geride toplu bir yerleşim alanı bırakmamışlardı... Hani, Kütahya civarına
gelmeden önce konar- göçer olarak kira karşılığı kaldıkları Alanya Beyliği toprakları vardı
ya!... İşte oralara da ulaştık ve Manavgat Şelâlesi’nin sol yanından yukarıya doğru 5 km.
kadar gittikten sonra karışımıza ‘SALUR BELDESİ’ çıktı. Dedelerimizden yerleşme izni alan
bir bölümü burada kalmışlar ve yerleşim yerlerine de kendi boy adlarını vermişlerdi.
Alanya’ya ve Manavgat’a, gezi ve tatil amaçlı en az on kez gitmemize rağmen, Salur Beldesi
bizi görmüş; ama biz O’nu görememiştik. Bundan sonraki ilk gidişimizde Salur Beldesi’ne
tekrar gidecek ve kendileriyle daha yakın tanışıp, daha uzun sohbet edecek; bilgi alışverişinde
bulunacaktık..
Sizlerin de, herhangi bir nedenle yolu Alanya’ya, Manavgat’a düşerse; 5 km. daha fazla
yol gitmeyi göze alın ve Salur Beldesi’ne köyümüzden selâm götürün…
* YOZGAT- SORGUN’DA SALUR BELDESİ: Bir yıl kadar önce; haberleri izlediğim ulusal
TV kanallarının birinde: ‘ Sorgun İlçesinin Salur Beldesinde …… ‘ diye devam eden bir
haber izledim ve hemen peşine düştüm. Tokat, Amasya, Sivas ve Yozgat birbiriyle komşu
illerdi. Hani bizim Dedelerimiz, Boy Beyimizi beğenmeyip ayrılmışlardı ve Yozgat’ın Bozok
Yaylasında uzun yıllar, kira karşılığı konar- göçer olarak yaşamışlardı ya!... Büyük çoğunluk
oradan göç ederken, bir kısmı da orada kalmışlar ve yerleşik düzene geçip Salur Beldesi’ni
kurmuşlardı. Telefonla kurduğumuz iletişimde karşımıza çıkan sorumlu kişi, bizi Belediye
Halkla İlişkiler Müdürü’ne bağladı. Amacımızın ne olduğunu öğrenince çok duygulandı.
Salur Boyu’nu, Dede Korkut’u, Salur Kazan’ı ve Deli Dumrul’u biliyordu. Ama bizim
Dedelerimizden haberi yoktu. Plevne’ye kadar ulaşıp 500 yıl yaşadıktan sonra geri
döndüklereni öğrenince çok şaşırdı. ‘Köyümüzün Tarihçe Öyküsü’nün kendi öyküleri de
olacağını ve merakla bekleyeceklerini’ söylererek, bizleri beldelerine davet etti.
Yolunuz düşer mi bilemem; ama benim ömrüm yeterse ve bu koşullarda para
biriktirebilirsem, gitmek istiyorum…
* TOKAT, AMASYA VE YEŞİL IRMAK HAVZASI HEP SALUR BOYUDUR.
Anadolu’nun fethi ile Boyumuza verilen yerleşim alanı Yeşilırmak Havzası’ydı. Bizim
Dedelerimizin ayrılma nedenlerini biliyoruz. Kendilerine yerleşecek yer kalmamıştı, Boy
Beyinden yer göstermesini istediler. “Herkes yerini yurdunu seçti. Evini barkını kurdu.
Toprakların hepsi sahiplenildi. Siz neredeydiniz?” Anlayış ve yaklaşımıyla karşılaştıkları için
de Boy Yönetimiyle bağlantılarını kesip; Anadolu içlerine doğru; kira karşılığı konar- göçer
yaşam savaşına düştüler. Tokat ve Amasya yöresende kalanlar da Boy Bey’inin
uygulamalarını beğenmeyenlerdendi. Çünkü tutum ve davranışlarını beğenmedikleri Kadı
Burhaneddin doğrultusunda gidiliyordu ve bu gidiş iyi bir gidiş değildi. Ama ‘Toprak Beraatı’
alabilmek için; Kadı Burhaneddi’ni destekleyen ve bir olan Eratna Beyliği egemenleği altına
girmeyi kabul ettiler. Sonunda, Yıldırım Bayezit tarafından yenilgiye uğratılan Kadı
Burhaneddin; Anadolu Birliği’nin sağlanması için Bayezit tarafından affedilmesi
düşünüldüğü anda; Salur Boyu Tokat Kadısı tarafından yargılanıp: ”İlim, irfan konusunda
bilgisine hayran kaldığımız bir boyumuz insanının; devlet yönetiminde böyle kötü işler
yapması; Allah katında ve kul katında kabul edilemez suçlardandır” hükmüne varıldı. Kendi
boyumuz tarafından idamına karar verildi ve padişaha da idam fermanını imzalamak kaldı.
Tarihin ilerleyen sürecinde, beyliklerin hepsi; Osmanlı tarafından ya ortadan kaldırıldı, ya
darmadağın edildi, büyük bölümü Rumeli ve Balkanlara gönderildi ya da Beylikler sona
erdirilip ‘Osmanlı Tebaası’ na geçildi. Yoğunluğu Tokat ve Amasya yöresinde; diğerleri de
Sivas ve Kayseri yöresinde bulunan Salur Boyu insanlarımız; bu gün Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşları olarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Tokat- Artova İlçesinde bir de Salur
Beldesi bulunmaktadır.
Bu yöreye gidip sohbet ve bilgi alışverişinde bulunduğumuz ve bilgilerine güven
duyduğumuz kişiler; Salur Boyu konusunda, ayrıntılı olmasa da bilgiliydiler. Özellikle; Gazi
Osman Paşa, Dede Korkut ve Kadı Burhaneddin’in aymazlığı konularında gerçekçi bilgileri
vardı. Bizim Dedelerimizin Boyumuzdan ayrılıp gittikleri ve Plevne’ye kadar ulaştıkları
konularında; özel araştırma yapmış bazı eğitimli kişilerin bilgisi vardı da; 93 Harbinden sonra
göç edip köyümüzü kurdukları konusunda bilgileri yoktu.
* Gelişen teknoloji sayesinde; yurdumuzun haritaları daha ayrıntılı olarak yayınlanmaya
başlayınca; 2006- 2007 basımı ‘Ayrıntılı Türkiye Haritaları’nı tekrar taradık ve yurdumuzun
çeşitli yerlerinde 13 adet “SALUR” adını taşıyan köy veya beldeye ulaştık. Aklımıza; “eğer
Padişah İkinci Abdülhamit: ‘Kuracağınız köye öyle bir ad verin ki, köyünüz yaşadıkça benim
adım da anılsın’ koşulunu öne sürmeseydi;” belki bizim köyümüzün adı da SALUR KÖYÜ
olurdu düşüncesi takıldı…
* LOFÇA, PLEVNE, NİĞBOLU, FİLİBE VE BALKANLAR VE DE RUMELİ’ DE İZLER
VAR MI? Dile kolay; 500 yıl yaşanılan yerlerde iz kalmaz olur mu? Son izlediğim TRT – 2
belgeselinde Plevne kenti her yönüyle tanıtılıyordu. Civarında yer alan; Plevne’den büyük
Niğbolu ve Plevne’den küçük Lofça’da ayni kültürün etkilerinde kaldığı için; dolaylı olarak
yer alıyordu. Özellikle Plevne’de oluşturulan ‘Açık Hava Müzesi’nde, Plevne Destanı’nı
anlatan tüm belge ve bulgular; savaşta kullanılan; toplar, tüfekler, süngüler, kılıçlar; savaşa
katılan insanlara ait özel eşyalar ve daha neler neler yer alıyordu. Dedelerimiz tarafından
yapılmış binalar, konutlar, camiler, hanlar, hamamlar, köprüler ve arastalar; restore edilmiş,
dimdik ayaktaydılar. Kimbilir? Belki de yazılı belgeler arasında Dedelerimizin nufüs
kayıtlarına da ulaşılabilirdi?...
Lofça, Plevne ve Niğbolu; Kırklareli’ne (Köyümüze) 500 km. uzaktan; otobüsle 8 saatlik
bir uzaklıktan bizlere el sallıyorlar: “Gelin; Dedelerinizin 500 yıl yaşadığı bu yerleri görün,
belge, bulgu ve kanıtları yakından görün. Dedelerinizi daha iyi tanıyın” diyorlar. Kırklareli
Seyahat ve Turizm Şirketleri ve diğer illerin de bu doğrultuda hizmet veren şirketleri; her
hafta “Bulgaristan Gezileri” (turları) düzenliyorlar.‘Bireysel olarak belki ayni coşku
yaşanmaz’ düşüncesinden hareketle; köyümüz insanlarının katılacağı bir otobüs sayısı kadar
insanımızla bu geziyi topluca yapamaz mıyız?.. Muhtarlığımızın; Kaymakamlık ve Valilik
kanalıyla yapacağı bir yazışma ile; Lofça, Plevne ve Niğbolu Belediye Başkanlığı ve Valilik
veya Kaymakamlıklarıyla yapılacak girişimlerle; kendimizi oralara davet ettiremez miyiz?
Karşılığında; biz de kendilerini
“ HAMİTABAT DEDE KORKUT HIDIRELLEZ
ŞENLİKLERİ VE SUCUK FESTİVALİ” etkinliklerine davet edemez miyiz? Bu etkinliğimizi
ve davetimizi SALUR adını taşıyan 13 köy veya beldeye de ulaştırıp katılmalarını ve
tanışmamızı sağlayamaz mıyız?... Soruları çoğatabiliriz. Bu soruların birinin ve birkaçının
olumlu gerçekleşmesi halinde; köyümüzün kazançlarının düşünebiliyor musunuz?...
Download