Antik Yunan Medeniyeti

advertisement
Antik Yunan Medeniyeti
Antik Yunan Medeniyeti
•
•
•
•
•
Tarihöncesinin bitiminde, MÖ 3100 ile 2400 arasında Anadolu’dan gelen
istilacılar Yunanistan’a yerleşirler. Beraberlerinde tuncu getiren ve
Kikladlara egemen olan bu insanlara Yunanlılar Pelasglar der.
MÖ 1950’lere doğru Tuna’dan gelen Hint-Avrupalı yeni bir boylar dalgası
kendini gösterir. Kimileri Küçük Asya’dan geçer, bunlar İonyalılardır. Bu
halklar ve bunlardan Teselya’ya yerleşen Eolisliler, ki ilk Yunanlılarla bir
tutulurlar, MÖ VI- II. yüzyıla doğru kendilerine Helenler diyecekler. Grek
sözü daha sonraları Latinler tarafından ortaya atılmıştır.
Mykenai uygarlığı (MÖ 1600’lerden itibaren), Homeros’un Akhalar dediği
yeni istilacılara bağlanacaktır.
MÖ*1220’lere doğru sıra başka Hint- Avrupalılara yani Dorlara gelir. Dorlar
demiri getirir ve savaşçı bir toplum oluştururlar. Başta Zeus ile Apollon,
tanrılar tanrıçaların yerini alır.
Bir Yunan mitine göre bu halklar ilk insanların, Pyrrha ile Deukalion’un
sovun- dandır.
Antik Yunan Medeniyeti
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
KRONOLOJİ
MÖ y. 2500-1300 Minos uygarlığının altın çağı
MÖ y. 2500 Girit'in en eski sarayları inşa edildi; Knossos'ta "Lineer A" yazısı doğdu
MÖ y. 2000 Surlarla çevrilmemiş ilk saraylar görüldü
MÖ y. 1550 Surlarla çevrili saraylar görüldü
MÖ 2000 sonrası Sanat, zanaat ve ticarete ilişkin kanıtlar
MÖ y. 1750 Girit'teki saraylar depremlerle yıkıldı
MÖ y. 1628 Volkanik bir patlama, Santorini adasını tahrip etti
MÖ y. 1450 Mikenler Girit'e akın etti
MÖ y. 1230 Mikenler, Dorların akınına uğradı
MÖ y. 1200 Deniz halkları Akdeniz havzasına göç etti
MÖ 1100 sonrası Girit, Yunan kültürünün bir parçası oldu
Antik Yunan Medeniyeti
•
•
•
•
Girit ve Miken:
Yunan Kültürünün Kökenleri
MÖ 2500-750
Yunan kültürü, genellikle, Batı dünyasının en eski, ileri uygarlığı sayılır.
Yunan kimliği, iki farklı kültürün; yani Minos ve Miken kültür lerinin
özelliklerinden doğmuş ve bu kültürlerin etkisinde kalmıştır. Minoslar,
genellikle ticaretle uğraşan, barışsever, denizci insanlardı. Girit
adasında surlarla çevrilmemiş saray larda yaşadılar. Halk olarak,
kendilerini, boğayla sembolize ettikleri yüce bir tanrıçaya ibadete
adamışlardı. Minosların aksine, anakarada yerleşen Mikenler ise bir
savaşçı kültürüydü. Askeri başarılar kazanmaya ve sayısız kent devlet
kurmaya odaklanmışlardır.
Antik Yunan Medeniyeti
•
Akalar MÖ 1600'den sonra, Akalar (“eski ırk") Yunanistan'a göç etti ve
burada Mykenai gibi surlarla çevrili kent devletler kurdu. Yunan
anakarasının her yerine dağılan Akalar, birbirleriyle de sürekli savaştı.
Homeros'un destanlarında, Yunan toplumunda komutanların ve
kralların özellikleri ve inanılmaz becerileri ayrıntısıyla anlatılır. Miken
kültürü, muhtemelen birbirleriyle yaptıkları savaşların yarattığı
huzursuzluklar ve denizden gelen saldırılar yüzünden MÖ 1200
civarında yok oldu.
Antik Yunan Medeniyeti
Antik Yunan Medeniyeti
Antik Yunan Medeniyeti
Antik Yunan Medeniyeti
•
Dorlar, MÖ 1200'lerden itibaren, tüm Yunanistan'da kendine yeterli
kent devletler kurdular. Dor devleti, yani "polis", idari bakımdan
vatandaşlık ve siyasi katılım anlayışına dayanıyordu. Her "polis", kendi
anayasasını kendi düzenliyor, böylece siyasi özerkliğini ve
bağımsızlığını koruyordu. Devletlerin aralarındaki iktidar çekişmeleri,
Isparta ile Atina arasındaki Peloponez Savaşlarıyla doruğa çıktı ve
sonunda çöküşlerine yol açtı. Tarımsal ve siyasi krizler, MÖ 8. yüzyılda,
Avrupa'nın güneydoğu kıyılarına göçe teşvik et ti. Bu yeni kurulan
koloniler, yine de, Yunan anayurt kültürüyle yakın bağlarını korudular.
•
Sicilya'daki Siraküza kent devleti önemli bir güç olarak ortaya çıktı.
Antik Yunan Medeniyeti
Antik Yunan Medeniyeti
Antik Yunan Medeniyeti
Antik (Eski) Yunan Medeniyeti
Antik Yunan Medeniyeti
• Karanlık Çağlar MÖ. 1100-800
• MÖ. 1100: Dor istilası ve Miken uygarlığının
sonu
• MÖ. 9.yy.: ilk Yunan kentlerinin kurulması
Antik Yunan Medeniyeti
karanlık çağlar – geometrik dönem – Homerik çağ
• Arkeolojik kanıtlar, doğu Akdenizdeki tunç çağı
medeniyetlerinin (Miken uygarlığı, Hitit uygarlığı,
Truva ve Gaza gibi şehirler) yıkıldığını gösteriyor
• demirden yapılmış silahlar kullanan istilacı
kavimlerce (Dorlar)geniş çaplı bir yıkım yaşanmış,
açlık baş gösteriyor, yerleşimlerin sayısı azalıyor
ve boyutları küçülüyor nüfusta azalma var
• Yunancada kullanılan yazı sistemlerinden biri olan
Lineer B yazısı kayboluyor
• çömleklerde önceki figüratif süsleme yerini basit
geometrik biçimlere bırakıyor
Antik Yunan Medeniyeti
karanlık çağlar – geometrik dönem – Homerik çağ
• Bu çağın sonlarında Yunanlar yeni bir yazı
sistemi geliştiriyorlar. Fenike alfabesini alıp
kendilerine göre uyarlıyorlar. Bu alfabeye yeni
harfler ve sesler ekliyorlar
• İlk gerçek anlamda alfabetik yazı sistemi
ortaya çıkmış oluyor.
• Yunancadan ayrı Frigçe gibi diller de bu
alfabeyi kullanıyor. Koloniler yoluyla geniş bir
alana yayılıyor.
Antik Yunan Medeniyeti
karanlık çağlar – geometrik dönem – Homerik çağ
Antik Yunan Medeniyeti
karanlık çağlar – geometrik dönem – Homerik çağ
Antik Yunan Medeniyeti
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
MÖ 800 Yunanistan'da ilk mabetler inşa edildi
MÖ 776 İlk Olimpiyat oyunları
MÖ y. 750 Homeros, “İlyada" ve “Odissea" destanlarını yazdı
MÖ y. 750-500 Yunanlar Akdeniz'e hâkim oldular
MÖ y. 735 Sicilya'da Siraküza kenti kuruldu
MÖ y. 650 lidyalıların parayı icat etmesiyle para birimine dayalı ekonomi doğdu. Ekonomik krizler, köle
emeği kullanımına yol açtı
MÖ y. 650 sonrası Ekonomik ve siyasi huzursuzluklar, çeşitli kent devletlerde tiranların ortaya
çıkmasına yol açtı
MÖ 650 sonrası Karadeniz'de, Trakya'da ve Anadolu'nun batısında Yunan kolonileri
MÖ 621 Atina’da Dra- kon'un katı yasaları yürürlüğe girdi
MÖ 594 MÖ 550'den sonra, Atina "arkhon"u (baş yöneticisi) Solon'un yasaları yürürlüğe girdi. Solon
bunun ardından Atina'yı terk etti. Atina kolonileri, Tiren Deni- zi'nden Barcelona'ya kadar yayıldı
MÖ 485 sonrası Gelon'un tiranlık yönetimiyle birlikte Sira- küza'nın önemi arttı.
Antik Yunan Medeniyeti
• Doğa felsefesi
MÖ. 550-450
– Miletli düşünürler ve Anaksagoras
• Pisagor (Pithagoras) MÖ. 570-495
– Sayılar ve geometri
• Elea okulu
– Parmenides, Zeno
• Empedokles
• Atomcular
– Leukippos, Demokritos
• Tıp
– Hippokrates
• Felsefe ve akademi
– Sokrates ve Platon
Antik Yunan Medeniyeti
Eski Yunan "da Bilim
Ş
imdi, kültürü bizim kültürümüzü derinden etkilemiş olan bir medeniyete geçiyoruz. Bu medeniyetin doğal âlemi anlama yolundaki teşebbüsleri, bizim düşünce
tarzımızı diğer herhangi bir medeniyetten çok daha fazla etkilemiştir. Bu medeniyetin bakış açısı, edebiyatı ve bilimi, bizim dünya görüşümüzün temellerini oluştur-
maktadır.
Batı'daki bütün eskiçağ toplumları arasında, olguları toplayıp karşılaştıran, onları büyük
bir bütün dahilinde tutarlı bir şekilde birleştiren, evreni büyüye ve hurafeye başvurmadan ilk
açıklayan Yunanlılar olmuştur. Onlar, fikir üreten, sağlam açıklamalar tasarlayan ilk doğa
filozoflarıdır.
Açıklamalarındaki
zayıf ve
karanlık noktalan örtmek için tanrılara
başvurmamışlardır. Ancak bütün bunlar birdenbire ortaya çıkmamıştır. Yunanlılar,
Athena’nın yaptığı gibi, tam teşekkül Zeus'un alnından fırlamamıştır. Doğu Akdeniz'in daha
eski kültürlerinin mirasçıları olmuşlar ve sahip oldukları bilim zihniyetini yavaş yavaş
geliştirmişlerdir.
Ege Medeniyeti
Yunan kültürü Mısırlılara, Fenikelilere ve daha sonra Mezopotamyalılara borçlu olmakla
birlikte, her şeyden önce, daha eski iki kültürün, Minos ve Miken kültürlerinin ürünüdür. Bu
son iki kültür, Ege Denizi nde yer almış olup Batı'da Yunanistan, Do65
ğu’da Türkiye ile çevrilmişti. Girit Adası'nm ve Siklatlar'ın (Cyclades) ° yer aldığı bu bölgede
00
yaşayan neolitik toplumlar için MÖ 3000 ile 2200 yıllan
arasında Bronz Çağı başlamış
bulunuyordu. MÖ 2500’lerde Girit'te, Siklatlar’da ve Yunan yarımadasının güney kısmında
metal işlemeciliği gelişmiş düzeydeydi. Her iki kültürde de birkaç odalı ve kiremit damlı evler
inşa edilmekteydi. Ancak bu iki kültür arasında bazı farklar vardı. En önemli fark ölüleri gömme
şeklindeydi. Girit'te toplu mezarlar varken, Siklad adalarında en fazla altı, ama ekseri daha az
sayıda ceset alan küçük mezarlar kullanılmaktaydı. İki bölge arasında ticaret yapılmakta;
örneğin zarif beyaz mermer heykeller, altın ve gümüş eşya karşılığında Siklad Adaları'ndan Girit
e gitmekteydi. O dönem Girit mücevherlerinde görülen Mezopotamya etkisi, iki kültür arasında
önemli bir bağlantının bulunduğuna işaret etmektedir.
MÖ 2300 ile 2000 arasında, Siklad Adalarındaki ve Girit'teki yaşam tarzındaki birlik, göçebe
istilacıların akınları sonucu bozuldu. Sikladlar'a gelenler muhtemelen Anadolu kökenliydi.
Yunan yarımadası da MÖ 2300'den bir müddet sonra Güney Rusya ve Balkanlardan gelen
Kurganlar tarafından istila edildi. Hint -Avrupa ırkından olan Kurganlar, hayvancılıkla yaşayan
ve at yetiştiren bir halktı. Birçok göçebe topluluk gibi karşılaştıkları kültürü devralmakla
birlikte, bu kültüre yeni fikirler getirdiler. Bunların arasında atlardan faydalanma ve ölü
gömmeyle ilgili yeni fikir ve adetler vardı. O devirde, Yunan yarımadasındaki kültür,
Sikladlar'daki ve bilhassa Girit'teki kültürden geri durumdaydı. Gerçekten de Girit,
kuzeybatıdaki kargaşalıklardan az etkilenmişti ve gelişmesini MÖ 1500 yıllarına kadar,
saldırılara maruz kalmadan sürdürdü.
Girit, geniş bir ada değildi; genişliği 55 km.'den fazla olmayıp, uzunluğu ise sadece 2-45 km.
idi. Böyle olmakla birlikte, burada güçlü bir medeniyet gelişti. Bu medeniyetin merkezleri
arasında güneydeki Faestos ve kuzey kıyısındaki Mallia vardı. Ancak en önemli merkez, kıyıdan
birkaç kilometre içeride (Mallia'ya 25 km. uzaklıkta) bulunan Knossos idi. Giritliler, Akdeniz
Havzası'nın ilk deniz gücü olmakla birlikte, daha ziyade güçlü hükümdarları Kral Minos
sayesinde hatırlanır. Zeus ve Europa’nın efsanevi oğlu Minos, Girit Krallığı'nı deniz tanrısı
Poseidon'un yardımıyla ele geçirmişti. Bu da, Giritlilerin ne kadar yaman denizciler olduğunu
hoş bir şekilde vurgulamaktadır.
Gerek duvar resimleri, gerek çanak çömlek üzerindeki resimler, Minosluların doğayı dikkatle
gözlediklerine işaret eder. Çeşitli bitkileri, yaban ördeği, ahtapot ve uçanbalık da dahil olmak
üzere birçok hayvanı gerçeğe çok yalan olarak tasvir etmişlerdir.
Minos kültürünün en parlak dönemini takiben bir dizi felaket meydana geldi. Önce MÖ
1500'de, Girit’ in yaklaşık 110 km. kuzeyindeki Thera Adası nda büyük bir volkan patlaması
oldu. Bu patlama adadaki yerleşim bölgelerini metrelerce kül tabakası altına
* Yunan Yarımadası nın güneydoğusunda yer alan çok sayıdaki adacık.
** Bu dönem, Mezopotamya’da Sümer dönemi, Mısır'da Eski Krallık dönemi ile çağdaştır.
66
gömmekle kalmayıp, Girit'in kuzey kıyılarını ve Sikladları yüksek dalgalara maruz bıraktı;
Melos Adası’nın bir kısmının da tamamen sular altında kaldığı tahmin edilmektedir. Platon un
anlattığı Atlantis hikayesinin kaynağında da, muhtemelen, Thera’daki bu püskürme vardı. Bu
hikaye -eğer Platon doğru söylüyorsa— patlamayla ilgili bir Mısır kaydının tekrarı olabilir.
Patlamanın, Girit medeniyetinin çekirdeği üzerindeki olumsuz etkileri kalıcı olmasa da, yaklaşık
bir nesil sonra, milattan önce on beşinci yüzyılın ortalarına doğru Girit'in güneyinde ve
merkezinde bulunan önemli yerlerin çoğu aniden yanarak yok oldu.
Siklatlar da, Girit m tahrip olmasından az sonra, yarımadadan gelenler tarafından istila
edilerek yağmalandı. Burada da, yerleşim merkezleri yanarak yok oldu. MÖ 1400 ile 1150
arasında Girit e yeni bir yıkım dalgası geldi ve bu sefer Knossos Sarayı, bir daha inşa edilmemek
üzere yıkıldı. Atina şehri ve Argolis Körfezi’ndeki Tirins de önemli merkezler olmakla birlikte
Ege’nin güç merkezi Peleponnes Yarımadası ndaki Miken’e (Mycenae) kaydı. Ancak, milattan
önce on üçüncü yÜ2yılın sonuna doğru, Peleponnes Yarımadası'ndaki başlıca şehirler kuzeyden
gelen "barbar” istilası sırasında yakılıp yıkıldı. Bu istila, tüm Ege medeniyetinin çöküşünü
başlattı.
Yunanlıların Gelişi
Klasik Yunan dili, Doğu ve Batı olmak üzere iki lehçeye ayrılır. Bu durum, Yunanca konuşan
insanların, bizim bugün Yunanistan adını verdiğimiz bölgeye iki göç dalgası halinde gelmiş
olduklarına işaret edebilir. Doğu lehçesinin kaynaklan oldukça tartışmalıdır. Buna karşılık, batı
lehçesi konuşan Dor Yunanlılarının milattan önce onuncu ve on birinci yüzyıllar arasında Yunan
Yarımadası’nın kuzeybatısından ve kuzey bölgelerinden Peleponnes'e geldikleri kesindir. Bunlar,
dalga dalga güneye doğru inmişler ve sadece Peleponnes e değil, güney Ege adalarına, On İki
Adaya (bugünkü Türkiye’nin güneybatı kıyısının açıklarında) ve Asya'nın güneybatı kısmına
(Türkiye) yerleşmişlerdi. Dorların gelişi Attika ve Argolis dışında nüfus azalmasına sebep
olmuştu. Bu azalmada, istilaların ne kadar payı olduğu; kıtlık ve kuraklık getiren iklim
değişikliğinin ne derece etkili olduğu bilinmemektedir.
Dorlar, beraberlerinde yeni düşünce tarzları getirmişlerdi. Bunların Miken kültürü ile
karşılaşmasıyla, bazen "ilk geometrik" kültür olarak adlandırılan bir kültür ortaya çıktı. Bu isim,
Atina'da geliştirilen çanak-çömlekçilik ve diğer sanatlarda biçim ve orantıya gösterilen özel ilgi
ve dikkatten dolayı verilmişti; eski şekil ve modeller, Mikenlilerin Minos sanatını uyarlamaya
başladıklarından beri hiç görülmemiş kusursuzlukta yeniden işlenmişti. Aslında bu, bizim
Klasik Yunan sanatı olarak kabul ettiğimiz sanatın başlangıcı olup, Yunan bilim ve felsefesine
çok önemli etkiler yapacak olan görüşün varlığını ortaya koymaktadır.
67
Homeros ve Hesiodos’un Dünyası
Homeros ve Hesiodos, eserlerinde bu yeni Yunan kültürünün ilk filizlerini bulduğumuz iki
şairdir. Ancak bunlar, yeni çağın ataları oldukları kadar, eski Akdeniz medeniyetlerinin
mirasçıları olduklarından, eserleri Miken ve Minos uygarlıklarının izlerini taşımaktadır. Eski
kültürlerin mirasçıları olarak, asırlık şiir ve mitoloji geleneğini sürdürmüşlerdir. Bu gelenek,
insanlık kadar eskidir. Zira insanlar, köklerini açıklamak, önemli olayları anmak, geçmiş
zaferleri hatırlamak ve tarih devirlerini yüceltmek ihtiyacını her zaman duymuşlardır.
Homeros’un hayatı hakkında hiç bilgi bulunmamaktadır. Hatta bu ismi taşıyan tek bir
kişinin mi yoksa birden fazla kişinin mi bulunduğu bilinmemektedir. Ancak ilk Yunan
filozoflarının geldiği İyonya’da,* yani Türkiye’nin batı kıyısında yaşamış olması muhtemeldir.
İlyada, Batı Anadolu'da yer alan Truva’daki (Troy) kuvvetlerin yarımadada yaşayan
Yunanlılar ile yaptıkları efsanevi Truva savaşındaki olayların kaydı gibi görünmektedir. Savaşın
kesin tarihi belli olmayıp, MÖ 1280 ile 1180 arasındaki herhangi bir tarihte yapılmış olabilir.
Destan, muhtemelen üç veya dörtyüz yıl sonra, milattan önce dokuzuncu yüzyılın ortasında
yazılmıştır. Odisseia, ise muhtemelen yüz yıl sonraya aittir. Bu da, İlyada’ nın yazarının Odisseiayı
yazamayacağı anlamına gelmektedir ve bilim adamları sık sık Odisseia yı Homeros Il’nin eseri
olarak zikrederler. Bu, Odisseia’nın farklı niteliğini açıklar: İlyada bir savaş ve kavga hikayesi
olduğu halde, Odisseia barış, Grek kolonistleri, seyyahlar, tacirler ve ev hayatı hakkındadır
(Resim s. 79). Aynı zamanda daha romantik ve daha ahlakidir.
Bu iki destan, Yunan medeniyetinin ilk zamanlarında büyük öneme sahipti ve öğretmiş
olduklarından dolayı burada konu edilmişlerdir. Yunan dilinde birliği sağlamada yardımcı
oldukları gibi, Miken dönemi davranış ve görüşlerinden bazı şeylerin korunmasına katkıda
bulunmuşlardır. Bu destanlarda, Egeli ve Fenikeli denizcilerin elde ettikleri coğrafya bilgileri de
yer almıştır. Bu denizciler Atlantik Okyanusu'na ulaşmışlar ve disk şeklindeki dünyanın büyük
bir okyanusla çevrili olduğu fikrini ülkelerine getirmişlerdi. Bu destanlardan, doğa âlemiyle ilgili
inançlar ve dönemin tıp bilgileri hakkında da fikir edinmek mümkündür; zira savaşlar
yaralanmalara sebep olmuş ve yaralar da tıbbi tedavi gerektirmişti. Ayrıca, tarım ve çiftçilik,
sanatlar ve zanaatlar hakkında; iyi veya kötü, yiğitçe veya alçakça davranışlar hakkında da
bilgiler vardı. Kısaca bu destanlar, Homeros ve döneminin ahlaki tutumları ile dünya görüşünün
içyüzünü kavramamıza yardımcı olmaktadır.
“Yunan kelimesi de buradan gelmektedir. Türkler İyonyalılarla karşılaştıklarında tüm bu kültürlere ve insanlara "yunan” demişler ve
sonra devlet kurulunca Yunanistan adı verilmiştir. Be nedenle "eski yunanlılarca "eski grekler” dememiz gerekirken, "Yunan" terimini
kullanıyoruz.
68
Didaktik şiirin ustası olan Hesiodos, Yunan Yarımadası'nın merkez bölgesindeki Boesya'nın
(Boeotia) Askra şehrinde yaşamıştır. Kendisi bugün Theogonia ve Erga kai hemerai (İşler ve
Günler) adlı şiirleriyle hatırlanmaktadır. Birincisinin başlığı “Tanrıların Doğuşu" şeklinde
çevrilebilir ve Yunan tanrı ve tanrıçalarının mitoslarını konu alan bir şiir olduğu için bizi burada
fazla ilgilendirmez. İşler ve Günler ise, esas olarak çiftçilik ve denizcilikle ilgili kurallardan
bahseder. Bununla beraber, uğurlu ve uğursuz günler için bir takvim vermekte ve ahlaki öğütler
de sunmaktadır. Ahlak bakımından önemli bir çöküşün görüldüğü savaş sonrası dönemde
yaşayan Hesiodos, iyilik ve kötülük, adalet ve adaletsizlik meseleleriyle de ilgilenmişti. Altın
Çağa geri bakmış; gelenek sevgisini ve davranış güzelliği kavramını yüceltmişti. Ancak,
denizcilik ve çiftçilik kuralları, şiirin üçte birinden fazlasını teşkil etmektedir ve basit
yönergelerden ibarettir. Bunlardan bir tanesi şöyledir: "Ne zaman ki Atlas’ın kız evlatları
Pleiadlar yükselir, o zaman hasada başla. Ne zaman ki batarlar toprağı sürmeye başla. Onlar
kırk gün ve gece saklıdır ve sene devrettiğinde, orağını bilediğin zaman tekrar görünürler. Bu,
ovaların ve deniz kenarında yaşayanların kanunudur." Gerçekten de bu kısım, esas olarak bir
çiftçi takvimidir, ancak ilk çiftçi takvimi değildir. Yaklaşık bin yıl kadar önce, Sümerlerin de
böyle bir takvimi vardı ve Hesiodos, bu eski ve sağlam geleneği izlemişti. Bu gelenek bize,
köylünün günlük hayatının nasıl olduğunu öğretmektedir. Denizcilik kuralları da takvim gibi basittir ama en azından onun kadar etkilidir. Uğurlu ve uğursuz günler hakkındaki son kısım,
tamamıyla batıl inançlara dayanmaktadır; ne akılcılık, ne de daha önceki bölümlerin şairane
gücü ile uyum içindedir: bu kısım muhtemelen sonradan eklenmiştir.
Erken Dönem İyonya Bilimi
Burada ilk defa yazar adı verebiliyor olmamız, okuyucunun dikkatini çekmiş olmalıdır.
Bundan böyle, yazan bilinmeyen bir metne güvenmek zorunda kalmayacak, metin yazan
karşımızda olacaktır. En azından Hesiodos sözkonusu olduğunda bu böyledir. Her ne kadar
bilimsel olmaktan çok edebi bir çağ olsa da, Homeros ve Hesiodos, bugün bile hayran kalınan bir
çağın, yeni bir kültürün habercileridir. Ancak, milattan önce yedinci yüzyılda değişik bir şey ile,
bir bilim çağı ile karşılaşmaktayız. Yunan dininin en az diğer eski dinler kadar animistik
olmasına, bu dinde tanrılara kurbanlar sunulmasına ve insanla ilgili işlerde ilahi müdahalenin
bulunmasına rağmen, Yunan bilimi, doğa yasalarının araştırılmasını, insan ile tanrılar
arasındaki ilişkilere kadar her türlü dini sorunlardan ayırma hususunda dikkate değer bir
başarı göstermiştir. Nihayet, Yunan bilimi denilen hayret verici olgunun başlangıcı ile karşı
karşıyayız.
Bilimin niçin Akdeniz'in doğu kısmında aniden tomurcuklanmaya başladığı sorusuna kesin
bir cevap verilemez. Bunun niçin böyle olduğunu açıklayacak coğrafya veya
ırkla ilgili bir sebep yok gibidir. Tek söyleyebildiğimiz, burada kurulan kolonilerdeki insanların
yeni bir politik çevrede, dışarıdan baskı görmeden tamamen kendi düşünceleri doğrultusunda ve
kendileri için yeni olan bir bölgede yaşamış olduklarıdır. Bu insanlar, soru sormaya ve cevap
aramaya mecburdu; eğer geleneksel hayat tarzlarını korumuş olsalardı belki de bunu hiç
yapmayacaklardı. Belirli bir meselenin birden fazla çözümünün bulunduğunu ve işleri her
zaman yapılmış olduğu gibi yapmanın arzu edilir bir şey olmadığını görebildiler. Olaylara
getirilen yeni bir bakış, türlü türlü gelişmeye açıktı. Bundan başka, İyonya bir ticaret bölgesiydi:
doğudan, güneydoğudan, Bereketli Hilal'den veya daha uzaklardaki İran’dan, Hindistan'dan ve
hatta Çin'den gelen tacirlerin toplandıkları bir merkezdi. Dolayısıyla İyonyalılar, uyancı bir
ortamda yaşamaktaydı. Bu durum, her yerden çok, bilhassa İyonya'nın ana limanı ve en zengin
pazarı Milet için geçerliydi.
Milet'li Tales
Tales (Thales), muhtemelen Fenike asıllı bir ana babadan MÖ 624 civarında doğdu. Bununla
beraber, soyu söz konusu olduğunda genellikle gerçek bir Miletli olarak kabul edilir. Devlet
adamı, matematikçi, astronom ve müthiş bir iş adamıydı. Aynı zamanda eski Yunan
geleneğindeki “Yedi Bilge"den biriydi. Devlet adamı olarak, İyonya şehirlerini Perslere karşı
birleşmeye ikna etmeye çalıştı: Perslerin büyüyen güçleri onun için sürekli bir sıkıntı kaynağıydı.
Ancak yine de İyonyalılar, Pers saldırısına karşı koyamadı. İş konusundaki keskin görüşlülüğü
hakkında Aristoteles şunları anlatmaktadır: Ta-
70
les gerçekçi olmamakla, para kazanmak yerine felsefeye çok fazla zaman harcamakla suçlandığı
zaman kendini eleştirenleri şaşırtmaya karar verir. Bir sene sonraki zeytin rekoltesinin bol
olacağını önceden tahmin ederek, Milet ve Sakız Adası civarındaki bütün zeytin sıkma
makinelerine para yatırır ve hiç kimse ona karşı fiyat arttırmadığından, presleri düşük fiyata
kiralar. Hasat mevsimi gelince, preslerin hepsine aynı zamanda ihtiyaç duyulur ve Tales onları,
istediği fiyattan başkalarına kiralar. Aristoleles’e göre, “bu şekilde Tales, filozofların da, eğer
isterlerse, zengin olabileceklerini, ancak onların tutkularının başka yönde olduğunu dünyaya
göstermiştir." Bunun yanında, yıldızlan seyrederken kuyuya düşen Tales’in, güzel ve şirin bir
Trakya'lı kız tarafından alaya alınışını anlatan bir hikaye daha vardır. Burada Tales, burnunun
dibinde neler olup bittiğini görmekten aciz olduğu halde, göklerde neler bulunduğunu
keşfetmeye çalıştığı için alaya alınmaktadır. Böylece iki zıt gelenekle karşı karşıya
bulunmaktayız: biri, bir filozofun ne kadar gerçekçi, diğeri ise gerçeklerden ne kadar uzak
olabileceğini göstermektedir. Ancak, Tales'in felsefesinin pratik yönü olduğu muhakkaktır,
örneğin, denizde mesafe tesbiti üzerinde çalışmıştır. Yaklaşık MÖ 547'deki ölümünden yüzyıl
sonra, pratik zekâ sembolü olarak yüceltilmiştir. Belki de, Aristoteles'in hikayesini diğer
anlatılanlardan daha fazla dikkate almalıyız.
Tales'in şöhreti, öncelikle onun astronomisine ve hiçbir surette ulaşmış olamayacağı bir
başarıya dayanır. Milattan önce 28 Mayıs 525 tarihinde meydana gelen tam Güneş tutulmasını
önceden haber verdiği ve böylece Lidyalılar ile Medler arasındaki altı yıllık düşmanlığı sona
erdirdiği söylenmiştir. Tales'in bunu, Mısır'a yaptığı geziler sırasında öğrendiği ve Babillilerin de
bildiği tutulmalar devresi "Saros'u kullanarak başardığı ileri sürülmektedir. Ancak Babilliler
böyle bir devreyi bilmemekteydi. Yapabildikleri tek şey, Ay'ı sonuncu dördünden sonra, yeni Ay'a
yakınken gözlemleyip bir tutulmanın meydana gelip gelmeyeceğini anlamaktı. Tales bunu
biliyor muydu? Eğer biliyor idiyse başarabilir miydi? Birçok bilim tarihçisi, Tales'in bu tahminini
söz konusu yöntemi kullanarak yapmış olamayacağı görüşündedir; en azından, Tales'in bu olayı,
beşinci yüzyıl Yunan tarihçisi Herodot'un kaydettiği gibi olayın meydana geldiği yıl içinde haber
vermiş olması mümkün değildir. Mutlu bir tesadüf de söz konusu olamayacağından, üzülerek de
olsa, bunun ona ölümünden sonra yakıştırılmış bir başarı olduğunu kabul etmeliyiz. Benzeri
yakıştırmalar geçmişte sıkça görülmektedir ve ilk defa Tales için yapılmamıştır. Yüz yıl sonra
filozof Anaksagoras'ın da, önceden tahmin edilmesi oldukça imkânsız ve ancak şansa dayanan
bir olayı büyük bir göktaşının Aegospotami'ye düşmesini haber verdiğine inanılmaktaydı.
Yunanlılar, matematik bilgilerini Tales yoluyla Mısır dan aldıklarını ileri sürmüşlerdir.
Gerek Heredot ve Aristoteles, gerekse Aristoteles'in bir matematik tarihi yazmış
71
olan öğrencisi Ödemos (Eudemos), Tales’in bu konuyu, Mısır a yaptığı bir gezi sonrasında
Yunanistan’a getirdiğini iddia etmiştir. Hatta Ödemos, Tales’in teorik geometri konusunda bir
dizi önermeler getirdiğini belirtmiştir. Bununla beraber, Mısır matematiği hakkındaki bugünkü
bilgilerimiz, Mısırlıların o zaman teorik bir geometriye sahip bulunduklarını kabul etmemize
imkân vermemektedir: Mısırlıların geometrisi tamamen pratiğe ve tecrübeye dayalı bir
geometriydi. Eğer Tales, bu tip geometriyi Mısır'dan getirmediyse, acaba kendisi mi
tasarlamıştı? Geometrinin, Yunanlıların üstün başarı gösterdikleri bir matematik dalı olduğu
kesindir: sanatları, onların simetriye ve zarif şekillere olan ilgilerini gösterir. Daha sonraları
geometri konusunda üstün yetenek sergilemiş olsalar da, bu süreci Tales'in başlattığına dair
delil yoktur. Tales’in geometri ile uğraşmış olduğu kesindir; ancak çalışmalarının hepsi pratik
tarzda yapılmış gibi görünmektedir ve bu da tıpkı Mısır'dan getirmiş olabileceği türden bir
geometridir. Bununla beraber, geometrinin, daha sonra geliştirilecek olan, tüm teorik yapısının
böyle bir pratik geometriden doğmuş olduğu şüphesizdir.
Teorik geometriyi icat etmemiş ve tam Güneş tutulmasını önceden haber vermemiş olsa bile,
Tales etkileyici bir zekâya sahipti. Evrenin yapısı üzerinde düşünerek, her şeyin temelinde suyun
bulunduğu sonucuna vardı; Yer'in su üzerinde yüzen yassı bir disk olduğuna inandı. Bu inanış
bugün basit ve saf görülebilirse de, Mısır'da gezen ve Nil'in taşmalarının hayat verdiği çorak
araziyi gören biri için bunu ileri sürmek pek mantıklı ve akılcı bir önerme gibi görülebilir. Daha
da ilerisi, Tales arazinin verimliliğinden tanrıları sorumlu tutmadı; buna doğal ve fiziksel bir
açıklama bulmaya çalıştı. Kısaca, bilimsel bir bakış açısını benimseye gayret etti. Yer
sarsıntılarını açıklamak için de aynı yaklaşımı benimsedi ve “yüzen Yer” fikrini temel aldı.
Depremlerin Yer'i kuşatan okyanuslardaki sıcak su fışkırmaları ile başladığını ve bunların da
Yer’i sarstığını ileri sürdü. Nasıl olursa olsun, Tales’in Yunan biliminin ayırdedici özelliklerini
ortaya koyan nitelikleri sergileyen ilk kişi olduğu kesindir: âleme doğaüstü değil, doğaya dayalı
açıklamalar getirmiş, gözlem ve tecrübelere başvurarak bunların temelinde yer alan teorileri
ortaya koymaya çalışmıştı.
Anaksimandros, Anaksimenes, Hekataeos ve Heraklitos
Tales’in genç bir çağdaşı olan ve daha ziyade Anaksimander olarak tanınan Anaksimandros,
milattan önce yaklaşık 610’da doğdu ve 547’den bir süre sonra öldü. Tales için olduğu gibi,
Anaksimandros için de elimizde bilgi olarak, yalnızca daha sonraki Yunan filozoflarının pek
güvenilir olmayan rivayetleri bulunmaktadır. Buna göre, Anaksimandros ekinoksları ve
ekliptiğin eğimini belirlemiştir. Diğer bir ifade ile, güneşin gök- yüzündeki görünür yörüngesinin
gökkubbe ekvatoruna (göklerin etrafında dönüyor-
72
muş gibi göründüğü nokta olan gökkubbe kutbu ile 90 derece yapacak şekilde çizilen gökteki
hayali çizgi) olan eğimini tesbit etmiştir. Ancak Anaksimandros'un bu çalışmaları yapmış
olması pek muhtemel değildir. Çünkü, bu veriler zaten Babil ülkesinde bilinmekteydi; aynca bu
tip bir çalışma, Anaksimandros'un diğer fikirlerine oldukça ters düşmekteydi.
Buna karşılık, Anaksimandros Yer'in üzerinde yaşanılan bölgenin bir haritasını çizdi.
Ayrıca, Yer ve onun üzerinde yaşayanlar hakkında bir kitap yazdı: sonsuz sayıda dünya
bulunduğunu ve bunların sonsuz bir evrenden kopmuş olduklarını ve bir gün geri dönüp bu
evren ile tekrar birleşeceklerini düşündü. Sonra, Yer ve çevresini oluşturan maddenin
oluşumunu açıklamaya girişti: madde önce parçalara ayrılmış ve bir dönme hareketinin
etkisinde kalmıştı. Bunun sonucunda ağır maddeler merkeze düşmüş ve Yer meydana
gelmişti. Ateş ve hava, çevrede kalmış ve gök cisimlerini oluşturmuştu. Güneş ve Ay'ın hava ile
çevrili ateş halkalarından oluştuklarını düşündü. Havanın içinde boru şeklinde geçitler vardı
ve ateşin ışığı bu geçitlerden geçmekteydi. Böylece Ay'ın evrelerini, Ay borusunun ağzının
değişik açılardan görülmesiyle açıkladı. Tales, tutulmaları da aynı yolla açıkladı.
Anaksimandros'a göre Yer kısa bir silindir şeklindeydi; insanlar bu silindirin bir ucundaki
alan üzerinde yaşamaktaydı. Su, Anaksimandros'un varlık şemasında önemli bir yere sahipti.
Çünkü, bütün hayvanlar, Güneş ışığının etkisiyle, denizdeki maddelerden meydana gelmişti.
İnsan ise balıktan türemişti. Böylece burada, Tales ile yaklaşık aynı dönemde, yaratılışın
tutarlı bir şeması ile karşı karşıya gelmekteyiz. Bu şemada her şey bir başlangıç noktasından
yani Yer'in ve göklerin oluşumu, herhangi bir ilk maddeden çıkılarak açıklanmıştı. Bu, bizim
bugün kabul edebileceğimiz bir açıklama değilse de, varsayımların tasarlanmasını ve bunların
sonuçlarını incelemeye dayalı bir yaklaşımı yüceltmekteydi. Her ne kadar, bizim modern
teorilerimiz daha doğru olsa da, bu yaklaşım, günümüzde kullanılandan çok uzak değildir.
Anaksimenes, muhtemelen Anaksimandros'un öğrencisiydi ve evren görüşü hocasınınkine
çok benzemekteydi. O da, hocası gibi Yer'in ve göklerin kaynağının sonsuzluk olduğuna
inanmıştı. Ancak, her şeyin kaynağını oluşturan temel maddenin hava olduğu fikri
Anaksimenes'in kendisine aitti: hava, sonsuzluğa doğru yayılmaktaydı. Anaksimenes, havanın
temel madde olduğunu görüşüne yoğunlaşma ve seyrelme olaylarının farkına vararak
ulaşmıştı. Havanın etrafımızda dağılmış olduğu zaman görünmez olduğunu, fakat
yoğunlaştığında suya, ısıtıldığında ateşe dönüştüğünü söyledi. Bu iddiaları desteklemek için şu
gözleme —veya denebilirse deneye- işaret etti: hava, dudaklarımızı birbirine yaklaştırıp
üflediğimizde soğuk, halbuki ağzımızı daha geniş açıp hohladığımızda sıcaktı. Anaksimenes
için ilk madde, çok ufak taneciklerden oluşmaktaydı. İlk
73
maddeyi adlandırmak için “hava” kelimesini kullandı, çünkü o, gerçek hava gibi her yerde vardı
ve her şeyin içine girebilmekteydi. Nefes, ruh ile bir tutulmuştu ve insan vücudunu bir arada
tutan şey ruhtu, nefesti. Bu görüşün eski medeniyetlerin birçoğunda yaygın olduğu
sanılmaktadır. Anaksimenes ayrıca, tüm evrenin, kozmosun nefes aldığına ve böylece her şeyin
ruhu olduğuna inanmıştı.
Disk şeklindeki Yer meselesine gelince, Anaksimandros gibi Anaksimenes de, maddi
dünyanın kendi etrafında dönen hava kütlesinin yoğunlaşmasıyla meydana geldiğini düşündü.
Yer, havanın üzerinde yüzmekteydi. Güneş ve Ay, Yer'in etrafında dönen ve ateşten yapılmış
disklerdi. Uzaklaştıkça gittikçe görünmez olmakta ve Yer'in kuzey bölgelerinin arkasına gidince
tamamen gözden kaybolmaktaydı. Gerçekten de bir haritaya bakıldığında Milet'in çok kuzeyinde
dağlar —Bulgaristan'daki Rodop Dağlan— bulunduğunu görülür. Böylece Anaksimenes, akıl
hocası Anaksimandros'u izleyerek ve sağlam bilimsel gerçeklerden yola çıkarak, evreni bir kere
daha tasvir etmeye çalışmıştı.
Hayatı hakkında çok az şey bilinen Hekataeos, bugün bazı çevrelerde Yunan nesir sanatının
ilk yazarlarından biri, başka çevrelerde ise ilk Yunanca coğrafya eserinin yazan olarak
tanınmaktadır. Ne yazık ki, coğrafya eserinin orijinal metni artık mevcut değildir. Ancak, daha
sonra verilen bilgilere göre, esere bir harita ekliydi ve biri “Avrupa", diğeri “Asya ve Afrika"
hakkında olmak üzere iki kısımdan meydana gelmişti. Eser, anlaşıldığı kadarıyla, özellikle kıyı
bölgelerindeki yerler ve orada yaşayan insanlar hakkında ayrıntılı bilgi vermekteydi. Hekataeos
da, Yer’in üzerinde yaşanılan bölgesinin disk şeklinde ve “Oceanus"un (Okyanus) sulan ile çevrili
olduğunu düşünmekteydi. Bu sınırlar içinde harita, Akdeniz havzasının genel manzarasını
vermiş gibi görünmekteydi. Ek olarak, Libya, Mısır, Mezopotamya ve Hindistan'ın bir kısmı,
hatta Avrupa’dan bazı yerler gösterildiği gibi, Keltler ülkesi ve İskitler (Kırım ve Güney Rusya'da
yaşayan göçebe toplum) ülkesi de işaretlenmişti. Gemici ve tacirlerden edinilen kulaktan dolma
bilgi ve rivayetlere dayanan bir coğrafya kitabında, bekleneceği gibi, efsane ile gerçek
yanyanaydı: timsah avı, su aygın ve anka kuşu için verilen tanımlar için de bu böyleydi. Diğer
taraftan Hekataeos, okyanus çemberi “Oceanus”a fazla önem vermiş, Nil Nehrinin senelik
taşmasını açıklamak için bu çemberi kullanmış, taşmaya Libya Dağları'ndaki karın erimesinden
gelen suyun sebep olduğunu ifade eden Anaksagoras’m daha gerçekçi görüşünü kabul etmemişti.
Bütün bunlara rağmen, kitap bir bütün olarak güvenilirdi.
Hekataeos'un çağdaşı olduğu tahmin edilen Heraklitos, Milet'in yaklaşık 50 km. kuzeyinde
yer alan bir liman şehri olan Efes'te doğup büyüdü. Diğer filozoflara sert eleştiriler getiren,
insanlardan uzak duran kibirli bir kişiydi. Eseri zor anlaşılır olduğu kadar, okuyucularının zekâ
kıtlığı hakkında iğneleyici sözler de içermekteydi. Ancak bü-
7A
tün bu kusurlarına rağmen içinde bazı faydalı fikirler vardı. Evrenin, bir müzik aletinin telleri
gibi sürekli gerilim içinde olduğunu ve zıt uçlar arasında dengede durduğunu ileri sürdü. Bu
düşünce tarzının etkileri, başta insanların davranışları üzerindeki açıklamaları olmak üzere,
Heraklitos’un bütün açıklamalarında görülür. Bu fikirleri ile, insan ruhu ile ilgili bir mesaj
vermeye çalışmış olması muhtemeldir. Eğer durum böyle ise, başarısız olmuştu. Kendi
döneminde olduğu gibi bugünki şöhreti de, doğa âlemi hakkında öğrettiklerine dayanmaktadır.
Doğadaki her şeyin kararsız ve sürekli değişim içinde olduğunu düşünmüştü, öyle ki,
duyularımızla algıladığımız her şey geçiciydi, gerçek bilgi değildi. Bu görüş, daha sonra
yaygınlık kazanacak ve pratik gözleme verilen önemi sınırlamaya yönelik bir sav olarak
kullanılacaktı.
Heraklitos’un evreninde ateş, bir değişim aracı olarak çok önemli bir yere sahipti. Ateş,
nesneleri yakıp kül etmekte, kendileri de ateş olana kadar onları değiştirmekteydi. Ateş
olmadan maddeler ne yoğunlaşabilmekte ne de katılaşabilmekteydi. Gök cisimleri, içinde ateş
bulunan çanaklardı ve Ay'ın evreleri, çanağın ağzının bize değişik şekillerde dönük olmasından
kaynaklanmaktaydı. Gerçekten de, gökyüzü çok açık ve Ay ufuktan çok yüksekte olduğu
zaman, Ay diskinin yüzeyi bir kabın içi gibi gözükebilmektedir. Aslında bu, düşünülemeyecek
kadar müthiş bir fikir değildir.
Pithagoras
İyonya Okulu üyelerinden hiçbiri, Pithagoras kadar sonraki kuşaklar üzerinde etkili
olmamıştır. MÖ 560 civarında, Milet'in yaklaşık 50 km. kuzeybatısındaki Sisam Adası'nda
doğan Pithagoras, bilim adamının ilk örneğini teşkil ettiği gibi, aynı zamanda dini bir lider idi.
Hakkında birçok hikaye vardır. Milattan önce altıncı yüzyıl boyunca Yunanistan'ın her
yanında görülen dini canlanma hareketine katılmış ve zamanla yeni bir tür kutsallık
anlayışına sahip olan bir kardeşlik tarikatının lideri olmuştur. Pithagoras Tarikatı,.üyelerinin
keşiş gibi (asketik)* davranmalarını, bazı eylemlerden sakınmalarını, belirli bazı gıdalardan
uzak durmalarını istemekteydi. Üyelerin et yemedikleri, alkol kullanmadıkları ve yün gibi
hayvan ürünlerini giymekten kaçındıkları zannedilmektedir. Erkekler gibi kadınlar da tarikat
üyesi olabilmekteydi. Bütün üyeler, kendilerini diğer insanlardan farklı kılan bir kıyafet
giymekte, yalınayak dolaşmakta ve yokluk içinde basit bir yaşam sürmekteydi.
Pithagorasçdara göre ruh, vücudu geçici veya sürekli olarak terk edebilmekte ve diğer bir
insana geçebilmekteydi. Böyle bir görüşün Doğu kaynaklı olması mümkün ise de, Pithagorasçı
hareket, şarap tanrısı Diyonizos’a bağlı mezhebin aşırılığına karşı bir tepki gibi görünmektedir.
Zamanla, kendini toplumdan uzak tutan bir tarikattan bekle-
* Dünya zevklerinden çekilmiş, (ç.n.)
75
neceği gibi, siyasi fikirler ile dini fikirler kaynaşmış ve sonuçta Pithagoras Sisam Adasını terk
etmek zorunda kalmıştır. Güney İtalya’daki Kroton’a (şimdi Crotona) gitmiş ve orada,
aristokrasinin yönetimini savunan ahlaki - siyasi - felsefi bir akademi kurmuştur. Akademi
önceleri, demokrasinin yükselişine karşı çıkanlar tarafından iyi karşılanmış, ancak daha sonra,
doktrinleri kabul edilemez bulunduğundan, Pithagoras şehri terk etmek zorunda kalmıştır.
Kuzeydoğuya, Tarento Körfezi üzerindeki Metapontion’a gitmiş; MÖ 500 civarında orada
ölmüştür. Elli yıl kadar sonra, İtalya’nın güney kıyılarında bulunan Yunan şehirlerinde şiddetli
bir demokratik devrim meydana geldiğinde, Pithagorasçı hareket saldırıya uğramış ve toplantı
yerleri tahrip edilmiştir. Buna rağmen, üyelerinin bir kısmı kuzeydoğudaki Tarentum’a, bir
kısmı
da
Yunan
Yarımadası'ndaki
Filiasos’a
(veya
Phileius)
kaçmayı
başarmıştır.
Tarentum’dakiler, MÖ 350ye kadar siyasi bir güç olarak kalmıştır.
Bilim tarihçileri bugün Pithagoras'ın kesin olarak ne öğrettiği ve kimlere ders verdiği
konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Yalnızca küçük bir öğrenci grubunu eğitmiş olması çok
muhtemeldir. Ayrıca Pithagoras doktrinlerinin hangilerinin Pithagoras'ın şahsına, hangilerinin
onun öğrencilerine ait olduğuna karar vermek de imkânsız gibi görünmektedir. Her şeye
rağmen, milattan önce dördüncü yüzyılda diğer Yunan filozofları, haksız da olsalar, bazı
fikirlerin Pithagoras'a ait olduğuna inanmaktaydı. Ancak, bu varsayımı burada tartışmak
gereksizdir; çünkü bizi, bu fikirlerin kesin kaynağından çok, yapmış olduğu etkiler
ilgilendirmektedir.
Pithagoras, gençliğinde Mısır’ı ve Babil ülkesini ziyaret etmişti. Onu matematik öğrenmeye
ve her şeyin sayılardan ibaret olduğunu açıklamaya iten de belki bu geziydi. Pithagoras ve
öğrencilerinin sayılarla çok ilgilendikleri ve ileri bir sayılar teorisi geliştirdiklerine şüphe yoktur.
9
Bu teorinin üç tür gözleme dayandığı tahmin edilmektedir. İlk olarak, müzik gamındaki notalar
ile titreşen bir telin uzunluğu veya titreşen hava sütununun uzunluğu — Pan kavalında veya
flütte olduğu gibi— arasında matematiksel bir ilişki bulunduğunun farkına varmışlardı. Belirli
uzunluktaki hava sütunu veya tel, bir notayı verecek, bunların uzunluğu yarıya indirildiğinde
bir oktav üstteki nota elde edilecekti. Uzunlukların oranı 2'nin 3'e oranı gibiyse, beşinci olarak
bilinen müzik aralığı; 3'ün 4'e oranı gibiyse dördüncü aralık elde edilecekti. Böylece, eğer 12
birim uzunluğunda (inç, milimetre vs.) titreşen bir tel alınırsa ve uzunluğu 8 birime düşürülürse,
çıkacak ses, orijinal notanın üzerindeki beşinci aralık sesi olacaktı; telin uzunluğu 6 birim
indirildiğinde ise oktav elde edilecekti. Böylece, oktav ve beşinci, armonik sesler olarak kabul
edildiğinden, Pithagoras 12, 8 ve 6 sayılarının “armonik dizi” teşkil ettiklerini söyledi; buna o
kadar önem verdi ki, bu fikri geometriye uyguladı. Bunun sonu-
* Dizi adı da verilir. Müzik ıskalasının kendine özgü yapısıyla ayırt edilen bir bölümü.(ç.n.)
76
cu, 6 yüzü, 8 köşesi ve 12 kenarı bulunduğu için, kübün geometrik armoni içinde olduğunu
iddia etti.
İkinci gözlem, dik açılı üçgenlerle ilgiliydi. Kenar uzunluklarıyla ilgili olan 3, 4, 5 kuralını
Pithagoras Mısır'da öğrenmiş olmalıydı. Fakat yeni araştırmalar, Pithagoras bağıntısı olarak
adlandırdığımız bağıntıya, onun Babil ülkesinde rastlamış olabileceğini göstermektedir.
Gerçekten de Babilliler 3, A, 5 veya 6, 8, 10 veya benzeri üçlü düzenlerde en büyük sayının
karesinin diğer iki sayının karelerinin toplamına eşit olduğunu bilmekteydi. Bu, ileri doğru
atılmış önemli bir adımdı ve Pithagorasçılar bu bağıntıyı çok kullanacaklardı. Üçüncü
gözlemleri ise, gök cisimlerinin Yer çevresindeki yörüngelerini tamamlamaları için geçen
zaman süreleri arasında belirli sayısal bağıntılar bulunduğuydu.
Pithagorasçılar, incelemelerinden "her şey sayılardan ibarettir" şeklinde akla uygun bir
sonuç çıkardılar. Modern matematikçi, bilhassa bilgisayar konusundaki gelişmelerden sonra
benzer sonuçlara varabilirse de, iki sonuç arasında çok önemli bir fark vardı. Pithagorasçıların
fikri, temelde mistik bir fikirdi: sayılara ve bunların arasındaki bağıntılara mutlak ve hatta
ilahi bir mevki verilmişti. Bugün bazı filozoflar, matematiğin, diğer bütün bilgi şekilleri içinde
en “saf”ı (pure) olduğunu iddia etmelerine rağmen, bilim adamı, sayılan ilahi prensipler olarak
değil, fakat her tür doğal olayı tasvir ve tahmin etmede son derece güçlü ve esnek bir araç
olarak kullanmaktadır.
Pithagoras döneminde, sayı saymada çakıl taşlan kullanılırdı. Pithagorasçılar, diğer
Yunanlılar gibi şekillere doğuştan ilgi duyduklarından, şekil-sayıların onların ilgisini çekmiş
olmasına şaşırmamak gerekir. Şekil-sayılar, aynen isimlerinin belirttiği gibiydi ve şekillerle
sayma neticesinde doğmuşlardı, örneğin, bir çakıl taşı ile başlayalım, üçgen şekiller ile
saymaya devam edelim; böylece
veya 1,
veya 3,
veya 6,
veya
10 ve diğer şekil-sayılan oluşacaktır. Bu serideki sayılara, toplanılan "mükemmel" sayı olarak
kabul edilen 10 sayısını verdiği için (1+2 + 3 + 4 = 10) özel önem atfedilirdi. Her kenaı üzerinde
dört nokta bulunduğundan 10 sayısına tetraktis (tetractys) adı verilirdi. Pithagorasçılar 10
sayısı kutsal olarak kabul ettikleri gibi, bu sayı üzerine yemin ederlerdi. "Mükemmel" olarak
nitelendirilen bir diğer sayı grubu ise, çarpanlarının toplamına eşit olan sayılar grubuydu. 6
sayısı (6 = 1 + 2 + 3) ve 28 sayısı (28 = l+2 + 4 + 7 + 14) bu gibi sayılardandı. Bir sonraki böyle
bir sayı 496, daha sonraki iki sayı 8.128 ve 2.096.128 idi. Takibeden sayılar daha da büyüktü.
Aşikardır ki, Pithagoras döneminde bu sayılan hesap etmek kolay değildi. Ancak, yüz yıl sonra,
Öklides (Euclid) bu sayıları hesaplamak için genel bir formül ortaya koydu. Bu formül,
geometri ile aritmetik arasındaki sıkı ilişkiyi gösteren güzel bir örnektir.
77
Pithagorasçıların yaptığı benzer bir araştırma, onları “dost" sayılara götürdü. Bunlar, her biri
diğerinin çarpanlarının toplamına eşit olan sayılardı. Böylece 220 ve 284’den oluşan sayı çifti dost
idi (çünkü 284 un çarpanları olan 1, 2, 4, 71 ve 142 sayılan toplanınca 220; aynı şekilde 220’nin
çarpanları olan 1, 2, 4, 5, 10, 11, 20, 22, 24, 55 ve 110’un toplamı 284 sayısını vermekteydi). 220
ve 284 sayı çiftinin bizzat Pithagoras tarafından keşfedilmiş olduğu ileri sürülür. Bu iki sayı,
muhakkak ki, eskiçağda bilinen yegâne dost sayı çiftiydi.
Şekil-sayılar, Pithagoras aritmetiğinde çok önemli yere sahipti ve biraz önce sözü edilen
üçgen sayılar dışında çok çeşitli şekil-sayılar vardı. Kare sayılar
vs. (1, 4, 9
...), beşgen sayılar, heteromek sayılar (kenarları birbirine eşit olmayan dikdörtgenlerden oluşan
sayılar), kare tabanlı veya üçgen tabanlı piramitlerden oluşan sayılar, kübik sayılar ve hatta
"sunak" sayılan (tabanı dikdörtgenden oluşan ve kenarları birbirlerine eşit olmayan piramitlerin
meydana getirdiği sayılar) mevcuttu.
Sayıların, Pithagorasçıların merakını çeken bir diğer yönü de, "ortalamalar" idi. önce,
"aritmetik ortalama" ile ilgilendiler. Aritmetik ortalama, bir aritmetik dizide üç sayının ortasında
yer alan sayıdır: 4, 5, 6 dan oluşan dizide aritmetik ortalama 5’dir; 4, 8, 12 dizisinde ise 8’dir.
Pithagoras’ın "aritmetik ortalama’yı Babil ülkesini ziyaret ettiğinde öğrenmiş olması
muhtemeldir. Daha sonra, "geometrik ortalama" (yani bir geometrik dizide, üç sayının
ortasındaki sayı: 2, 4, 8 gibi bir geometrik dizide ortalama 4’dür; veya 3, 9, 27 dizisinde 9’dur vs.)
ve "armonik ortalama” (yukarıda sözü edilen 6, 8, 12 armonik dizisinde armonik ortalama 8'dir)
ilgilerini çekti. Ancak, bütün bunların anlamı neydi? Bu cins bir araştırma, pratik açıdan
bakıldığında, sayılara ilgi duyan Pithagorasçıların aritmetiği ve sayısal nicelikleri kullanma
tekniklerini geliştirmedeki yeteneklerine işaret etmekteydi. Diğer taraftan, din söz konusu
olduğunda, bu araştırma, sayılar arasında var olduğuna inanılan gizli bağıntıları ve kuvvetli
mistisizmi ortaya koymaktaydı ki, bu, hiç de bilimsel anlamı olmayan bir cins büyülü
nümerolojiden başka bir şey değildi.
Dik açılı üçgenlerle ilgili teoremden dolayı, Pithagoras bugün hâlâ herkes tarafından
hatırlanmaktadır. Ancak, bu genel teoremin, o hayattayken mi yoksa daha sonra mı ispat
edildiği bilinmemektedir. Aynca, kendisinin ve taraftarlarının geometriye ne katkı getirdiği de
tam olarak belli değildir. Bununla beraber, beş kenarlı bir şekil olan beşgenin Pithagorasçılar
için büyük mistik anlam taşıdığı bilinmektedir. Zira, bu şeklin kenarları köşeli yıldız yapmak için
uzatıldığında, beşgenin kenarları ile şekil içindeki diyagonal çizgiler "altın oran”ı verecek
oranlarda kesişmektedir (Altın oran, eskiçağda göze çok hoş geldiği düşünülen bir orandı ve
mimarlıkta sık sık kullanılırdı: altın oranda, bir uzunluk öyle bölünürdü ki, kısa parçanın uzun
parçaya oram, uzun parçanın tam uzunluğa olan oranı ile aynı olurdu). Pithagorasçılar beşgeni,
birbirlerini tanımak için bir işaret olarak kullandılarsa da, onu keşfetmediler. Beşgen, Babil
ülkesinde bilinmekteydi.
78
Odisseiaden bir sahnede Ülis (Ulysses) ve sirenleri (denizkızlan) gösteren bir Yunan amforası. Birçok âlim, sirenler gibi şiirsel
tasvirlere, doğa veya coğrafya temelli açıklamalar getirmeye çalışmış ise de, başarılı olamamıştır. British; Museum, Londra.
Tedavinin ayinler ve ilahi müdahaleler yoluyla yapıldığı İstanköy Adası’ndaki Asklepios Tapınağı. Yunanistan’ı dolaşmaya
başlamadan önce, Hippokrates'in burada eğitim gördüğü söylenmektedir.
Üstte. Ortaçağın sonlarına ait bir ağaç
baskı resim. Pithagoras’ı, müzik
notaları ile titreşen tellerin, çanların
veya
nefesli
sazlardaki
hava
sütunlarının uzunluğu veya büyüklüğü arasındaki matematiksel ilişkiyi
incelerken göstermektedir.
Üstte: Muhtemelen Akademi'deki filozofları resmeden bir Roma devri mozaiği (Pompei).
Ortada, ağacın altında oturan Platon, kum üzerine bir çubuk ile şekiller çizerek geometri
öğretmektedir. Museo Archeologico Nationale, Napoli.
Sağda: Atina’daki Rüzgârlar Kulesi
(MÖ birinci yüzyıl). Kulenin tepesinde
güneş saatleri bulunmakta, içinde ise
kadran üzerinde zamanı gösteren
gelişmiş bir klepsidra veya su saati yer
almaktaydı. Bu saat, Yunan mekanik
buluşlarının ender görülen bir örneği
olmakla
beraber,
yapımındaki
yaratıcılık ve beceri, benzer başka
cihazların da yapılmış olabileceği
düşündürmektedir.
80
Pithagorasçılara atfedilen matematik bilgiler içinde en önemlisi, Pithagoras teoreminden
çıkan ve Her miktarın tam sayılarla ifade edilemeyeceği gerçeğidir. Her ne kadar dik açılı bir
üçgenin uzun kenarının veya hipotenüsünün uzunluğu bazen tam sayılarla ifade edilebilirse de,
her zaman bu böyle değildir. Tam sayılarla ifade edilip edilememesi, diğer kenarların
uzunluğuna bağlıdır. Böylece, eğer kısa kenarlar 3 ve 4 ise, hipotenüs bir tamsayı olan 5 sayısı
olacaktır (çünkü 32 + 42 = 25 ve 25’in karekökü 5’dir). Halbuki, eğer kısa kenarlar 4 ve 5 ise,
hipotenüsün uzunluğu bir tam sayı değil fakat 6,4031242... olacaktır. İlk dönem Yunan filozofları
bu durumdan hiç memnun olmamışlardı. Diğer taraftan bu durum, "geometrinin, matematiğin
temeli olduğu fikrini sarstığı için” Pithagorasçıları ve daha sonraki matematikçileri ciddi biçimde
kaygılandırmıştı. Ancak bu hal, onları daha dikkatli çalışmalara yöneltmiş ve bir bakıma teşvik
edici olmuştu.
İkosahedron
(20 yüzlü)
Dodekahedron
(12 yüzlü)
Oktahedron
(8 yüzlü)
Küp
(6 yüzlü)
Tetrahedron
(4 yüzlü)
Şekillerindeki ve açılarındaki birlik sebebiyle Pithagorasçdar tarafından çok değer verilen beş düzgün katı cisim
Pithagorasçılar, beş "düzgün” katı cisimden (küb gibi bütün yüzleri ve bunlar arasındaki
açılan birbirlerine eşit olan katı cisimler) üç tanesini çizmeyi muhtemelen biliyorlardı. Küpü,
piramiti ve on ikiyüzlü katı cisim "dodekahedron”u bildikleri gibi, bunların sahip olduğu simetri
şüphesiz mistik ruhlarının pek hoşuna gitmekteydi. Sayıların çok önemli olduğuna inanmaları,
onların müzik konusundaki tutumlarını da etkilemişti. Daha önce, sayıların, müzik aralıklarını
ifade etmek için nasıl kullanıldığını gördük. Bu iş, birçok oktavı içine alan tüm müzik ıskalasını
(gamların hepsini) kapsayabilecek şekilde genişletilmişti. Daha sonra, milattan önce dördüncü
yüzyılın ortasında, Tarentum’lu Arkhitas, karmaşık bir müzik teorisi oluşturacak şekilde bu
çalışmayı geliştirecekti. Pithagorasçılar, gökkubbenin müzikal bir yönü olduğuna da inandılar ve
bunu "kürelerin müziği" olarak adlandırdılar. Bu görüş, kısmen seslerin matematiği hakkındaki bilgilerine, kısmen de gezegenlerin dolanım zamanlan üzerinde yaptıkları incelemelere
dayanmaktaydı.
Pithagoras astronomisinin Babillilere çok şey borçlu olduğu aşikârdır. Pithagorasçılar da,
Babilliler gibi gök cisimlerinin ilahi olduklarına inanmışlardı. Yine Babilliler gi-
81
bi, gezegenlerin Yer'e farklı uzaklıklarda bulundukları ve Yer e yıldızlardan daha yakın oldukları
fikrini kabul etmişlerdi. Pithagorasçılar, sayılara olan sevgileri nedeniyle, gezegenlerin Yer e
olan uzaklıklarını, onların periyodik hareketlerini belirleyerek incelediler. Sonuçta, gezegenlerin
Yer etrafındaki dolanım hızlarına dayanarak bir uzaklık sıralaması benimsediler. Bu sıralama,
Yer, Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn şeklindeydi. Daha sonra, hiçbir
gezegenin Güneş'in diski önünden geçmediğini gözlemlediklerinden, Merkür ve Venüs'ü
Güneş’in arkasına yerleştirerek sıralamayı düzelttiler. Ender olmalarına ve-yalnızca teleskop ile
görülebilmelerine rağmen, bugün böyle transit geçişlerin var olduğunu biliyoruz. Ancak, bu
düzeltilmiş uzaklık sıralaması —başlangıç noktası olarak Yer değil de Güneş alındığında ve Ay
yok
sayıldığında—
bizim
bugün doğru
olarak
bildiğimiz
sıralamadır.
Bu
yüzden,
Pithagorasçıların bu transit geçişleri fark etmemiş oldukları için kendimizi şanslı sayabiliriz.
Pithagorasçılann güzelliğe ve simetriye olan sevgileri, sayılarla uğraşmaları, onları evren
konusunda bazı önemli görüşlere ulaştırdı. Birinci görüşe göre, bütün gezegenler Yer'in
çevresinde daireler —en basit eğriler— çizerek ve düzenli olarak hareket etmeliydi, ileride
göreceğimiz gibi bu görüş, Yunan ve ortaçağ Avrupa astronomisine derin etkiler yapacaktı.
İkincisi ise gökkubbenin ve Yer'in küre şeklinde olduğuydu. Bu görüşün niçin benimsendiği
kesin değilse de, simetrinin etkisiyle benimsenmiş olduğu düşünülebilir: küre şeklindeki
gökkubbe, Homeros'un tasvir ettiği yarım küre şeklindeki gökkubbeden çok daha zarifti. Yer e
gelince, bir geminin ufukta kayboluşunu gözlemleyen Pithagoras’ın Yer'in yassı olmayıp eğri
olduğu sonucuna varmış olması çok muhtemeldir. Ancak, böyle olmuş olsa bile, herhangi bir eğri
şekilden -örneğin bir tepe— ziyade bir kürenin tercih edilmiş olması, temelde yaratılışın
güzelliğine olan inanca dayalı bir davranıştı.
Evren hakkındaki Pithagorasçı görüşler arasında en şaşırtıcı olanı, diğer gezegenler gibi
Yer'in de yörüngesi olan bir gezegen olduğu fikridir. Genellikle bu görüşün Pithagoras'm
öğrencilerinden biri olan Filolaos'a (Philolaos) ait olduğu ileri sürülür. Filolaos, Kroton'da doğmuş
ve milattan önce beşinci yüzyılın ikinci yansında orada çalışmıştı. Bu fikrin gerçekten de ona ait
olması çok mümkündür. Yer'i hareketli olarak kabul eden teorinin temelinde 10 sayısına
(tetractys) verilen önem vardı. On sayısının, evrendeki hareket eden cisimlerin sayısını ifade
etmesi gerektiğine inanılırdı. Bunun gibi yüksek bir sayı elde etmek için bazı düzenlemeler
yapmak gerekmekteydi. Bu da evrenin merkezine Yer'in değil fakat bir “merkezi ateş"in konması
ve diğer her şeyin onun çevresindeki yörüngelere yerleştirilmesiyle başarıldı. Böylece, hareket
etmeyen bir "merkezi ateş” vardı; Yer, Ay, Güneş, beş gezegen ve yavaşça hareket eden yıldızlar
küresi bu ateşin etrafında dönmekteydi. Ancak, bunlar bize 10 değil yalnızca 9 adet hareketli cisim vermekteydi. Bu meseleyi çözmek için, Filolaos -eğer bu kişi gerçekten Filolaos
82
ise— bir “antikthon”un veya "karşıt-dünya”nm varlığını ileri sürdü. Bu cisim, "merkezi ateş "in
çevresindeki yörünge üzerinde ve Yer ile aynı hızda hareket etmekteydi. Bunun sonucu olarak,
karşıt-dünya her zaman Yer ile "merkezi ateş" (ki ışığı Güneş tarafından yansıtılmaktaydı)
arasında kalmaktaydı. Böylece, yeryüzünün yaşanılan bölgesi geceyi oluşturmak için Güneş’e
arkasını döndüğünde — Filolaos Yer’in döndüğüne inanırdı— "merkezi ateş" doğrudan
görünmemekteydi.
Bütünüyle ele alındığında, bu fikir gerçekten de çok dahiceydi. Yörüngede on adet cisim
bulunmasını isteyen mistik ve estetik sorunu çözmüş ve aynı zamanda gezegen hareketlerinin
gözlemlerini açıklamakla kalmayarak, "merkezi ateş’’in niçin görünmediğini de açıklamıştı.
Doğru olmamasına rağmen, MÖ 450’de evreni tasvir yolunda cesur bir girişimdi. Hem kendi
çevresinde, hem de yörünge üzerinde dönen Yer fikriyle, daha sonraki bazı filozoflar üzerinde
etkili olacaktı.
Yunan Yarımadası’nda Bilim
Anaksagoras, Parmenides, Zeno ve Empedokles
Yunan bilimsel düşüncesi İyonya'da doğmuş olmasına rağmen uzun süre bu bölgede kalmadı.
Gördüğümüz gibi Pithagoras, Sisam Adası'nı terk ederek İtalya’nın güneyine göç etti ve böylece
bilimsel düşünce Akdeniz’in bir başka bölgesine yayıldı. Onun gibi İyonya’dan göç eden bir diğer
filozof da Anaksagoras idi. Anaksagoras, Pithagoras'tan yaklaşık altmış yıl sonra, Milet'ten pek
uzak olmayan ve Sisam’ın 65 km. kuzeydoğusunda bulunan Lidya bölgesindeki Klazomenae’de
doğdu. Yirmi yaşında orayı terk ederek Atina’ya gitti ve otuz yıl Atina'da kaldı. Anaksagoras,
burada devlet adamı Perikles ile arkadaş oldu. Perikles’in gayretleri ile Atina demokrasisi
zirvesine ulaşmış ve Atina bir süre için şehir-devletlerinin en güçlüsü olmuştu. Bu arkadaşlığın
zararları da oldu, zira Perikles’e pek etki edemeyen siyasi muhalifleri onun yerine Anaksagoras’a
saldırdı ve bu "ateist filozof”u dine hürmetsizlikle suçlayıp sürgüne gönderdiler.
Anaksagoras bir tek kitap yazdı ve bunu MÖ 467’den bir süre sonra tamamladı. Eserinde,
evrenin başlangıçta hareketsiz ve homojen bir karışım olduğunu ileri sürdü. Bu karışıma daha
sonra "akıl" girmiş, bütün sistemin fırıldak gibi dönmesine sebep olmuş ve böylece bir girdap
oluşmuştu. Koyu, yoğun ve soğuk maddeler girdabın merkezine düşmüş ve disk şeklindeki Yer’i
meydana getirirken, bütün sıcak, kuru ve hafif maddeler dışarı doğru fırlamışlardı. Anaksagoras
Güneş, Ay, yıldızlar ve gezegenlerin Yer'den koptuklarını ve madde girdabı içinde taşınırken
sürtünme neticesinde ısındıklarını düşündü. Güneş’in, kor haline gelmiş bir kaya parçası
olduğuna inandı. Anaksagoras’ın görüşü oldukça akılcı ve mantıklı bir görüştü. Pithagorasçı
fikirlerin ilham gücüne sahip olmasa bile, sonraki bazı düşünürleri etkilemekten geri kalmadı.
83
Parmenides ve Zenon, İtalya’nın batı kıyısında bir liman olan Elea’nın yerlisiydiler. Bu
liman, İyonya'nm kuzeyindeki Foça'nın (Phocaea) Persler tarafından ele geçirilmesiyle bu
şehirden kaçan İyonyalı filozof Ksenofanes'e de sığmak olmuştu. Bir çeşit monoteizme (tek
tannya) inanmakta olan Ksenofanes, diğer bütün tanrıların ve insanların üzerinde tek bir
Tanrı'nın bulunduğu ve bu Tanrı'nın da her türlü hareketin sebebi olduğu fikrini savundu. O da,
kara ve denizin bir zamanlar birbiriyle karışmış olduğunu öğretti ve dağlık bölgelerde bulunan
deniz kabuklarının bu iddiasını desteklediğini söyledi. Gerçekten de, fosillerin hayvan kalıntıları
olduğunu anlamış gibi görünmektedir. Parmenides'in bir zamanlar onun öğrencisi olması çok
mümkündür. Parmenides'in bizim için önemi, monoteist fikrin izleyicisi olmasında değildir,
önemi, doğal olguların ötesindeki temel gerçeği, gözlediklerimizin gerisindeki nihai gerçeği
aramaya çalışmış olmasındadır. Parmenides, her şeyin özünün “Varlık" (being) olduğunu ileri
sürdü. Varlık bütün uzayı doldurmaktaydı, dolayısıyla evren tek ve sınırsız olmalıydı. Varlığın
bulunmaması durumunda, tamamıyla boş bir yer yani boşluk düşünülebilir ise de bu gerçek
değildi. Varlık değişmezdi, sonsuzdu ve hareketsizdi. Değişme, geçicilik ve hareket, var
olmayanın (non-being) özellikleriydi, gerçek dışı ve aldatıcıydı.
Parmenides'in, değişmenin ve hareketliliğin gerçek olduğunu ileri süren Heraklitos'un
sonuçlarına tamamen zıt sonuçlara ulaşmış olduğu açıktır. Ancak Parmenides'in asıl önemi,
belirli bir meseleye olan yaklaşımında yatmaktadır: evrenin temel sürekliliği nasıl
açıklanabilirdi? Parmenides'in görüşü, bir müddet etkili oldu.
Zenon, Parmenides'in hem arkadaşı hem de öğrencisiydi. MÖ -450'lerde onunla birlikte
Atina'yı ziyaret etmiş olması muhtemeldir. Efsaneye göre, 25 sene sonra trajik biçimde öldü:
komplo hazırladığı Siraküza veya Elea yöneticisi tarafından önce işkence edildi, sonra da
katledildi. Zenon bugün politikası için değil, Parmenides felsefesinin doğruluğunu, yani evrenin
sürekli ve değişmez bir varlık olduğunu ispat etmek için tasarladığı meşhur paradoksları
(çelişkiler) ile tanınmaktadır. Bunlar içinde en tanınmış olanı, Aşil ve kaplumbağa
paradoksudur. Burada, Zenon, Aşil'in kaplumbağadan 100 kere hızlı koşsa bile onu
yakalayamayacağını ispat eder. Zenon'un savı şudur: Aşil kaplumbağanın yola çıktığı noktaya
ulaştığı zaman, kaplumbağa uzaklığın yüzde biri kadar ilerlemiştir. Aşil bu 1/100 uzaklığı
kapattığı zaman, kaplumbağa Aşil'in yaptığı mesafenin 1/100 u kadar ileri gitmiş olacaktır.
Sonuç olarak kaplumbağa hep önde olacak ve bu durum sonsuza kadar (ad infinitum) devam
edecektir. Bir diğer meşhur paradoks da, ok paradoksudur. Burada Zenon bir okun her an için
yalnızca kendi büyüklüğüne eşit yer kaplayabildiğim iddia eder. Ok, daha büyük bir yer
kaplayamadığı gibi aynı anda iki farklı yerde de bulunamaz. Bir an ile onu takip eden an
arasında hiçbir şey, hiçbir ara bulunamayacağından, Zenon okun hareket edemeyeceği sonucunu
çıkanr. Ge-
84
rek Aristoteles, gerekse daha sonra gelen filozoflar ve matematikçiler Zenon’un savlarını
çürütmeye çalışmışlardır. Zenon’un icat ettiği paradokslar arasında en derin ve en zorlan olan bu
iki paradoksun, belli bir problemin oldukça farklı iki yönünün birbirine karıştırılmasından ortaya
çıktığı bugün anlaşılmıştır. Biz ya hareketin sürekli akışına bakarız, ya da objeleri düşünürüz:
ok, kaplumbağa ve Aşil yollan boyunca çeşitli yerler işgal ederler. İkinci şıkta, objeyi belli bir
noktaya yerleştirmek zorunda kalır, böylece onu bir an için hareketsiz bırakırız. Her iki bakış
tarzının da kendine has özellikleri vardır ve bu yüzden birbiriyle karıştırılmamalıdır.
Zenon, Yunan matematiğinin gelişme süreci içinde önemli bir yere sahiptir. Zira paradokstan, Pithagorasçılar tarafından dik açılı üçgenlerle ilgili teoremde keşfedilen garip bir
olayın -ölçülemezlik olayının (tam sayılarla ifade edilemeyen bazı değerlerin bulunduğu
gerçeği)— önemini göstermektedir. Zenon, süreklilik istemekte yani bir zaman birimi veya bir
mesafe ile bir sonraki arasında kesinti olmasını istememekteydi, ölçülemezlik meselesini çözmek
için Pithagorasçıların yapmış olduğu gibi sonsuz sayıda çok küçük birim kullanmayı reddetmişti.
Zira bu, Parmenides’in görüşüne uymadığı gibi, paradokslar Pithagorasçı yaklaşımı çürütmek
için tasarlanmıştı. Paradokslar, bazı temel geometrik ve sayısal fikirleri sorgulamaktaydı: bir
doğrunun birbiri ardına dizilmiş noktalardan ibaret olduğu düşüncesi bunlardan biriydi. Zenon
bu fikre de bir paradoks ile hücum etmişti.
Parmenides ve Zenon, bilim adamı olmaktan ziyade filozof idiler. Onların bazı fikirleri biraz
garip görünse bile, Akragas'lı (bugünkü Agrigento) Empedokles’in fikirleri daha da şaşırtıcıydı.
Sicilya’nın güney kıyısında yer alan Akragas, milattan önce beşinci yüzyılın sonuna doğru
Kartacalılar tarafından tahrip edilmeden önce, hem çok güzel bir şehir hem de Yunan
kültürünün merkeziydi. Empedokles MÖ 492 ye doğru burada doğmuş ve ölümüne kadar altmış
yıl bu şehirde yaşamış ve çalışmıştı. Birçok efsaneye konu olan Empedokles, tıp yazarları
tarafından hekim olarak kaydedilmiş ve bir tıp eseri yazdığı ileri sürülmüştür. Başka konularda
da kitaplar yazdığı iddia edilmiş ise de, bunlar hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Bu kitapların
hiçbir zaman yazılmamış olmaları da mümkündür. Bununla birlikte, milattan sonra ikinci
yüzyılda Romalı gladyatörlerin Yunanlı büyük cerrahı Galenos, Empedokles'ten Sicilya tıp
ekolünün kurucusu olarak sözetmiştir. Empedokles'ten yalnızca yüzyıl kadar sonra yaşadığı
zannedilen Aristoteles de, onu retoriğin kurucusu sıfatıyla şereflendirmiştir.
Empedokles’in çeşitli mucizeler yarattığı söylenir. Bunlardan birisi, sulan birbirine karışacak
şekilde iki nehrin yatağını çevirerek bir hastalık salgınını durdurduğudur. Bir diğeri ise, bir
boğazdaki hava cereyanı arttırarak yörenin iklimini düzelttiğidir. Otuz gün boyunca nefes
almamış ve nabzı atmamış bir kadını hayata döndürdüğüne ve Ak-
85
deniz'in sıcak rüzgârlarını torbalar içine kapatarak dindirdiğine dair inanılması oldukça güç
hikayeler de vardır, ölümü değişik şekillerde nakledilmiştir. Bazıları, Empedokles'in kendini
Etna'nm kraterlerinden birine attığını —veya gözlem yaparken kraterin içine düştüğünü—
bazıları ise gökyüzüne yükseldiğini söylemiştir. Empedokles’in fikirlerini aktarmak için
başvurduğu şiir sanatının, canlı hayal gücü, büyük belagat ve canlılık ve biraz da dramatik
karakter gösterdiği muhakkaktır. Fakat daha sonraki Yunan âlimlerinin ona duydukları
şükranın doğru bir yanı var mıydı? Yoksa Empedokles, yalnızca bir efsaneden biraz daha öte bir
kişilik miydi?
Empedokles’in Yunan bilimine bazı orijinal katkılarda bulunduğu bir gerçektir. Bunların
başında dört unsur (kök eleman) doktrini gelir. Parmenides'in aşırıya kaçan görüşlerini
düzelterek, dört değişmez madde (veya unsur veya kendi ifadesiyle “bütün nesnelerin kökleri”) ve
iki temel kuvvet fikrine ulaştığı tahmin edilmektedir. Bu kök elemanlar toprak, hava, ateş ve su
olarak adlandırılmıştır. İki kuvvet ise daha şairane olarak sevgi ve nefret olarak adlandırılmış
olan çekme ve itme kuvvetleridir. Bu kök elemanların, adını aldıkları basit maddeler ile tıpatıp
aynı olduğu düşünülmemelidir. Aksine, bu unsurlar daha ziyade bu basit maddelerin temel ve
sürekli özellikleri ile özdeşleştirilmelidir. Böylece, doğadaki her maddi cisim bu dört kök
elemandan oluşmaktadır: bir tahta parçası toprak unsurunu (bu yüzden ağır ve katıdır), su
unsurunu (ısıtılınca önce içindeki nemi dışarı atmaktadır), hava unsurunu (ditmektedir) ve ateş
unsurunu (yakılınca alev çıkarmaktadır) içermektedir. Bu kök elemanların birbirlerine oranı,
tahtanın cinsini belirlemektedir. Biraz sonra göreceğimiz gibi, dört unsur (kök eleman) teorisi son
derece önemli olacaktır.
Empedokles, deneye dayalı bazı araştırmalar da yapmış gibi görünmektedir. Havanın
gerçekten de maddi varlığa sahip olduğunu ispat etmek için bir klepsidra (su saati) kullandı ve
havanın, su altına hapsedildiğinde baloncuklar oluşturduğunu fark etti. Bu gözlem,
Parmenides’in “boş gibi görünen yer vakum değildir” şeklindeki fikrini desteklemeyi sağlayacak
bir gözlemdi. Empedokles, ışık ve görme meselesini de tartıştı. Gözlemleri neticesinde, ışık saçan
cisimlerin yaydıkları bazı şeylerin gözlerden çıkan ışıklar ile karşılaştığı fikrine vardı. Bu görüş
doğru olmamakla beraber, görmenin sadece gözden çıkan bazı şeylerle meydana geldiği
şeklindeki Pithagorasçı görüşten bir adım daha ileriydi. Empedokles ayrıca ışığın uzayda
ilerlemesinin belli bir zaman aldığını düşündü. Ancak bu sonuca yalnızca akıl yürütme ile varmış
olmalıdır, zira bu konuda gözleme dayanan ilk ispat ancak iki bin 30i sonra elde edilecekti.
Empedokles evrenin dört aşamada meydana geldiğine inandı. İlk aşamada, dört kök eleman
küre şeklindeki evrenin içinde tam bir karışım halindeydi: daha sonra bu ele-
86
manlar, uzaklaştırıcı kuvvetin (“nefret” kuvveti) etkisiyle gittikçe birbirlerinden ayrıldı. Üçüncü
aşamada elemanlar birbirlerinden tamamen ayrıldılar. Dördüncü aşamada ise, çekim (“sevgi”)
kuvvetinin etkisiyle kısmi ve gittikçe artan bir karışma oldu. Empedokles'in bu aşamaları devirli
(cyclic) bir süreç olarak mı yoksa yalnızca bir kere meydana gelmiş bir süreç olarak mı
düşündüğü pek açık değildir ve hâlâ tartışma konusudur. Ancak, şüphe edilmeyecek olan şey,
Empedokles'in evrenin küre şeklinde ve madde ile dolu olduğuna inanmış ve evrenin onu
çevreleyen saydam bir küre içinde bulunduğunu düşünmüş olmasıdır. O zamanlar bilinen tek ve
gerçekten saydam madde, bir cins ku- ars olan kaya kristali olduğu için, evrenin bir kristal küre
olduğu inancı mevcuttu. Bu fikir daha sonra gelenler tarafından birbiri içine geçmiş küreler dizisi
şeklinde geliştirildi. Yıldızlar, bu kristal küre üzerine yerleştirilmişti ve aynen gezegenler gibi
ateş parçalarından oluşmuştu. Empedokles, Ay'ın Güneş ışığını yansıttığı için parladığını anlamıştı. Bu görüş Parmenides'te de vardı. Empedokles bu açıklamayı Güneş’e de uyguladı. Güneş'i,
Yer'in yüzeyi tarafından yansıtılan gün ışığının görüntüsü olarak düşündü; zira Pithagorasçıların
aksine Yer'in küre şeklinde olduğuna inanmamıştı. Buna rağmen, Güneş tutulmasının Güneş
ışığının Ay tarafından engellenmesi neticesinde oluştuğunu söyleyerek doğru açıklamayı verdi.
Empedokles'in bir diğer ilgi çekici fikri de, evrenin gelişmesindeki dördüncü aşama ile
ilgilidir. Empedokles, önce hayvanların değişik kısım ve organlarının şekillendiğini ve bunların
daha sonra bir araya geldiğini ileri sürdü. Buna göre, ilk zamanlarda canavarlar meydana gelmiş
—canavarlar hakkında anlatılan efsanevi hikayelerin sebebi budur— fakat çevreye uyum
sağlayamadıklarından yaşayamamış ve üreyememişlerdi. Daha sonra, çevre ile uyum sağlamış
olan, tatmin edici şekillerdeki canlılar ortaya çıkmış, bunlar yavru üretebilmiş ve hayatta
kalabilmişlerdi. Bu düşünce, bir anlamda bir evrim ve doğal seleksiyon doktrini olup, Darwin
tarafından Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı meşhur eserinin girişinde zikredilmiştir. Fakat
Empedokles'te, çevreye uyumlu ve üreyebilen yaratıkların ortaya çıkması ile doğal seçim
(seleksiyon) durmaktadır. Darwin'in evrim teorisi ise tam burada başlamakta ve kalıtımın
etkileri işin içine girmektedir.
Son olarak, Empedokles'in su saati içindeki suyun hareketini örnek alarak, kanın vücut
içinde gelgit hareketi yaptığını ileri sürmüş olduğunu belirtmek gerekir. Bu görüş, 1630 yılına
kadar genellikle doğru olarak kabul edilmiştir.
Yunan Atomistleri
Yunan atom teorisi, Ege'nin kuzey sahillerinin gelişmiş bir limanı olan Abdera şehrinde
doğdu. Bu şehir, Perslerin Lidya’yı işgali sonucu oradan kaçan insanlar tarafın-
87
dan kurulmuştu. İlk Yunan atomisti Leukippos, Milet'i terk ettikten sonra yaklaşık MÖ 478’de
Abdera’ya yerleşmişti. Leukippos teorisini bu şehirde açıklamış ise de, onun tam olarak ne
öğrettiği ve fikirlerinin kaynağının ne olduğu tam olarak bilinmemektedir, öğrettiklerine dair
hiçbir şey —ne bir kitap, ne de bir metin parçası— günümüze gelmemiştir. Teorisi ise, Leukippos
un öğrencisi ve yeni öğretinin en hünerli savunucusu Demokritos üzerinden bize ulaşmıştır.
Demokritos’un bize söylediklerinden, Leukippos un lyonya felsefesine ait fikirleri —özellikle
evrenin oluşumuyla ilgili olanları— öğrettiği anlaşılmaktadır.
Demokritos hakkında iki rivayet vardır. Bunlardan birincisi Abdera’da yaklaşık MÖ 500’de
doğduğu ve MÖ 404 yılında çok yaşlı olarak öldüğüdür. İkinci ve daha muhtemel olanı ise, MÖ
460’lardan önce doğmadığıdır. Bu sonuncu rivayet onu, Sokrates ile çağdaş kılmaktadır. Zaten
Demokritos, Sokrates'i görmek için Atina’ya gittiğini, ancak utangaçlığı yüzünden onunla
tanışmaya cesaret edemediğini söyler. Doğum tarihi hakkındaki bilgiler ne olursa olsun,
kendisine bir servet miras kalmış ve o da, yabancı ülkelerde araştırma yapmaya karar vermiştir.
Bu, o zamanlar olağandışı bir durum değildi. Felsefi düşünceye sahip Yunanlılar, bilgiyi aramak
için Akdeniz bölgesi içinde sık sık yolculuğa çıkmaktaydı. Ancak bazı yazarlar, Demokritos'un
Doğuya, İran’a veya hatta daha da öteye, Hindistan’a gittiğini iddia etmişlerdir. Bu söylentilerin,
atom teorisinin kaynaklarının Doğu'dan geldiğini göstermeye çalışmak gayesiyle ortaya atıldığı
tahmin edilmektedir. Zira son araştırmalar, bunun pek muhtemel olmadığını göstermiştir.
Hindistan’da da bir "atom teorisi”nin bulunduğu kabul edilmekte ise de, bu teori Leukippos ve
Demokritos’un geliştirdikleri teoriden ziyade Yunanlıların dört unsur teorisine benzemekteydi.
Gerçekten de, Yunan atom teorisinin Yunanistan'da doğduğunu; gerek daha önceki fikirlerin
gerekse Parmenides ve Zenon’un öğrettiklerinin bazı yönlerine gösterilen tepkinin doğal bir
gelişimi olduğunu varsaymak için yeterince çok sebep vardır. Aristoteles de daha sonra bunu
varsaymıştır. Aristoteles haklı olabilir; zira bazı filozoflar, milattan önce beşinci asrın
ortalarından itibaren Parmenides'in evrenin" başlangıcını açıklama teşebbüslerinin başarısızlığa
mahkûm olduğunu düşünmekteydi.
Parmenides, gerek kendisini gerekse diğer birçok kişiyi memnun edecek bir şeyi gösterdi:
hiçbir şeyin var olmayandan yani hiçten var olamayacağını ispat etti. Bu görüşü, onun
"nesnelerin özü olan varlığın değişemeyeceği” şeklindeki öğretisi ile bağlantılıydı (zira değişseydi,
var olmayan haline gelirdi). Böylece, kozmosun kaynağını temel maddelere dayanarak açıklama
teşebbüsleri başarısız olacaktı, çünkü böyle bir açıklama değişmeyi içermekteydi. Bu, çok
rahatsız edici bir durumdu. Anaksagoras ve şüp-
88
hesiz başkaları da bu çıkmazdan kurtulmanın yollarını aramış ama bulamamışlardı. Çıkmazdan
kurtulmanın tek yolu, atom teorisi olarak görünmekteydi.
Leukippos -Demokritos teorisi yalnızca iki şeyin — atom ve boşluğun— var olduğu ilkesine
dayanmaktadır. Böylece evren, bir boşluk denizi içindeki madde parçalarından meydana
gelmektedir. Atomlar katı maddelerdi, sonsuz şekil ve sayıdaydılar. Hepsi değilse bile pek çoğu
görülemeyecek kadar küçüktü. Bir sonraki yÜ2yılda Atina'da, İyonyalı Epikuros’un atom
teorisinde ise, atomların hepsi görülemeyecek kadar küçüktü. Atomları herhangi bir yolla
bölmek veya parçalamak ve atomun içine girmek mümkün değildi. Bütün atomlar boşluk içinde
sürekli olarak hareket etmekteydi.
Bir atom kümesini meydana getiren atomlar birbirlerinden ayrılınca bir boşluk oluşurdu.
Benzer atomlar bir araya gelmeye eğilimli olduklarından, bunlar birbirlerine takılır ve bir cins
zar meydana getirirlerdi. Bu zar, küre şeklinde bir kılıftı ve içinde bizim evrenimizi
barındırmaktaydı. Ancak, bu küresel kabarcık tek değildi. Boşluğun büyüklüğü ve atom sayısı
sınırlı olmadığına göre, bizim evrenimizin yanında, küresel başka kabarcıklar, başka evrenler de
var olabilirdi. Bunların hepsi, büyüklük ve içerik bakımından farklıydı. Birinde Güneş
olmayabilir, diğerinde hayvanlar vs. bulunmayabilirdi. Zaman zaman, bu evrenler birbirleriyle
çarpışabilir ve yok olabilirlerdi.
Etrafımızda gördüğümüz her şey, atomlardan ve boşluktan meydana gelmişti. Bu böyle
olmalıydı, zira başka hiçbir şey mevcut değildi. Maddelerin birbirlerinden farklı olmaları, farklı
şekildeki atomlardan oluşmuş olmalarından veya aynı şekildeki atomlardan oluşmuş olsalar bile
bu atomların düzenleniş tarzlarının farklı olmasından kaynaklanmaktaydı. Ayrıca, atomlar
birbirlerine değecek kadar birbirlerine yalan olabilirdi (o zaman, yoğun ve katı bir madde
oluşurdu) veya aralarında belli bir uzaklık bulunurdu (bu durumda madde yumuşak ve
bükülgen olurdu). Demokritos’un, atomların ağırlığından bahsetmemesi ilgi çekicidir: bu husus
daha sonra Epikuros tarafından teklif edilecekti. Diğer taraftan Demokritos'a göre, bir cismin
içine girdiklerinde atomların bireysel hareketleri durmamakta, bu bütünleşme yalnızca onların
hareket özgürlüğünü kısıtlamaktaydı. Atomların hareketi bir "ihtiyaç” sonucunda oluşmaktaydı;
Demokritos'a göre bu ihtiyaç, dış şartlara bağlı olmayan ve içten gelen bir sebepti.
Atom teorisinin açıklayabildiği günlük olaylar yelpazesi çok genişti. Tat ve koku alma,
dokunma, görme ve duyma, bunların hepsi atomların davranışlarının sonucuydu. Tat alma
olayının gerçekleşmesi, maddenin atomları ile ağız atomlarının doğrudan teması ile olurdu.
Duyma olayı, ses atomlarının çevredeki havanın atomları üzerine izlerini bırakmasıyla, hava
atomlarının da bu izleri kulağa taşımasıyla gerçekleşmekteydi. Görme ve koku alma, işaretlerin
benzer şekilde hava ile taşınması sonucunda meydana gelirdi. Dokunma ise tat alma gibi bir
temas mekanizmayıydı. Ancak hepsi bu kadar değildi.
89
Atom teorisi daha geniş olaylar dizisini de açıklayabilmekteydi. Ateş ve insan ruhu da
atomlardan yapılmıştı. Her ikisi de, çok hızlı hareket eden, küre şeklinde, ancak birbirlerine
bağlanamayan atomlardan oluşmuştu, ölümle birlikte, ruhun atomları vücudu terk etmekte
fakat bu ayrılma çok yavaş olmaktaydı: cesetlerde tırnak ve saçların bir müddet daha uzamaya
devam etmesinin sebebi buydu. Ruhu meydana getiren atomların görevi vücut ısısını
yaratmak ve vücudun hareket etmesini sağlamaktı. Dolayısıyla atomlar, hayat için gerekli
kuvvet, yani yaşamın özüydü. Vücudu terkettikleri zaman ölüm vuku bulmakta ve geride
hiçbir şey kalmamaktaydı. Ruhun atomları dağılmakta ve her şey bitmekteydi. Yaşamayı
sağlayacak ruh kalmadığı için, ölümden sonra hayat da yoktu.
Atom teorisi, hem yeni hem de materyalist bir doktrindi. Demokritos’a göre her şey atomlar
arasındaki basit bir etki-tepki neticesinde oluştuğundan, her şey önceden belirlenmişti.
Rastlantı da muhakkak ki rol oynamıştı. Ancak rastlantı, olayların önceden belirlenmesini
önlememekte, yalnızca onları önceden tahmin etmedeki becerimize tesir etmekteydi. Bu teori,
zekice tasarlanmış mantıklı bir teori olup birçok olayı açıklamaktaydı. Fakat esas itibariyle, bir
bilimsel spekülasyon denemesiydi. Modern atom teorisinden dikkate değer ölçüde farklıydı.
Temelleri on dokuzuncu yüzyılda atılan bizim teorimiz, spekülasyon üzerine değil, dikkatli
ölçümler ve kesin kimyasal analizler üzerine kurulmuştu. Bu yüzden, Yunan atom teorisi ile
modem atom teorisini birbiriyle karşılaştırmamak gerekir. Çünkü Yunan teorisi, her ne kadar
parlak olursa olsun deneye dayalı tekniklerin sonucu değildir.
Cezbedici yönleri bulunsa da, Demokritos'un atomları Yunan biliminin ana akımı içinde
hiçbir zaman kalıcı bir yer edinemedi. Epikuros, atomların varlığını kabul etti ve atomlar onun
materyalist felsefesinde yer aldı. Ayrıca, Demokritos'un atomları, Romalı Lucretius'un (Titus
Lucretius Carus) milattan önce birinci yüzyılda yazdığı uzun açıklayıcı şiiri De Rerum
Natura’nın (Nesnelerin Doğası Hakkında) ayrılmaz bir parçasıydı. Her ne kadar bu şiir bilimsel
bir şiir olmasa da, Romalılara Epikuros'un felsefesini tanıtmaktaydı. Ancak atom teorisi,
Epikuros'un felsefi doktrinlerinde saklı kaldı ve sonunda unutuldu.
Sokrates ve Sonrası
Şimdi Yunan biliminin gelişimini incelemeye biraz ara verip, Yunan filozoflarının belki de
en ünlüsü, öğrencisi Platon'a göre "en iyi, en akıllı ve en dürüst insan'' olan Sokrates (MÖ -470399) üzerinde duralım. Gerçekten de kendisi çok önemli bir şahsiyettir ve Yunan düşüncesinde
oluşturduğu dönüm noktası sebebiyle, Yunan filozofları genellikle Sokrates öncesi ve Sokrates
sonrası olmak üzere ikiye ayrılır. Bu yüzden, De-
90
mokritos’un kendisiyle tanışmak istemesine şaşırmamak gerekir. Görülmemiş çirkinlikte bir
insan olan Sokrates'in huysuzluk timsali Ksantippe adında bir eşi vardı. Sokrates, nesiller
boyunca Atinalı düşünürlere yüksek ahlaki değerleri ve gerçek sevgisini aşılamış gibi
görünmektedir. Sofistlere şiddetle karşı çıkmıştı. Talep ettikleri yüksek ücretlere bakılırsa, bu
Yunanlı profesyonel öğretmen ve yazarların müşterileri, toplum hayatında başarı arayan
zengin çocuklarıydı. Sokrates'in Sofistlere karşı çıkmasının sebebi, talep ettikleri aşın yüksek
ücret değildi. Bu uygulamayı iğrenç bulmakla beraber, onlara karşı olmasının esas sebebi,
Sofistlerin ciddiyetten uzak ve şüpheci olmaları ve mutlak ahlaki değerleri öğretememeleriydi.
Sokrates'in “Sokratik Metod” ile öğrettiği iyi nitelikler dürüstlük ve ılımlılıktı. Bu diyalektik bir
metoddu ve bunu uygularken öğrencilerine, önceki bilgilerine dayanarak cevap bulabilecekleri
sorular sorarak rehberlik etmekteydi. Ama Sokrates çoğu zaman alaycı, tenkitlerinde
korkusuzdu; iyi niyetine rağmen birçok düşman edindi. Birçok suçlamadan dolayı —ki
bunların arasında Atina gençliğini "yoldan saptırma" da vardı— mahkemeye çıkarıldı ve
ölüme mahkûm edildi.
Sokrates'in ölümündeki şartlar, özellikle yüksek onuru ve hayata kırgın olmaması, onun
sonradan meşhur olmasında etkili oldu. Platon ve Ksenofon onun düşüncelerini daha sonraki
kuşaklara aktardı ve Sokrates'in şehit edilmiş olması, onun öğretisini kutsallaştırdı. Bu
öğretinin Sokrates dönemi bilimi ve Sokrates sonrası filozofların çalışmaları üzerindeki etkisi
ne oldu? Sokrates, astronom ve meteorologların çalışmalarına karşı çıktı: fiziksel dünyayı
açıklamaya çalışanlara ayıracak zamanı yoktu ve bu kişilerin, ahlakı ve insanlar arasındaki
ilişkileri inceleyerek daha yararlı olabileceklerine inanmaktaydı. Bu suretle insanlar, iyi
vatandaşlar olarak, barış içinde ve mutlu yaşamayı öğrenecekti. İlk bakışta Sokrates'in etkisi
yıkıcı gibi görünürse de, gerçekte o kadar da kötü olmadı.
Sokrates'in Yunan ve hatta dünya felsefe tarihinde çığır açtığı düşünülür. Hakikaten de,
diyalektik metodu o bulmuştur. Bu tartışma metodunda, basit bir tecrübeye dayanan ve aksi
iddia edilemeyen bir ifadeden çıkılarak, açık ve mantığa dayalı bazı kurallar vasıtasıyla
karmaşık bir argüman geliştirilmekteydi. Bunun neticesinde, doğa âlemi Sokrates kurallarına
—ki sonradan Platon tarafından geliştirilmişti— göre araştırılmaya başlandı. Diğer bir ifade
ile, doğa âlemini açıklamada, olayları dikkatle incelemek ve bunlan açıklayacak varsayımlar
ileri sürmek yerine, insanın çeşitli ihtiyaçlarından doğan soyut ve teorik argümanları kullanma
eğilimi belirdi. Bu mantık metodunu —ki matematik bilimi için çok değerlidir—
yaygınlaştırdığı için Sokrates ve Platon'un çalışmalarının doğa bilimlerinin gelişmesine zarar
verdiği sık sık ileri sürülmüştür. Gerçekten de, Batı bilimi kendisini bu metottan ancak on
altıncı yüzyılda kurtardı ve bunun yerine gözleme, varsayıma, tahmine ve deneye dayanan
başka bir metod geliştirdi.
91
İyonyalı filozofların ve onları izleyenlerin bilimsel görüşlerini açıklarken, doğal âlemi
bilimsel olarak tanımlama yolundaki ilk teşebbüsler ile karşı karşıya geldik. Ancak bu, çok
düzensiz bir bilimdi ve spekülasyon çok ağır basmaktaydı. Yine de, bilimsel fikirlerin
gelişmesinin bu kadar erken bir aşamasında çok fazla spekülasyon yapılmasının kaçınılmaz
olduğunu kabul etmeliyiz. Spekülasyon olmasaydı az ilerleme kaydedilecekti. Ancak yalnızca
spekülasyon ile uğraşmaya son verme zamanının geldiği de söylenebilir. İşler, belli bir ihtiyat
gösterilmesi gereken aşamaya gelmişti. Spekülasyon, dikkatli gözlemlerle azaltılmalıydı ve
belki de Sokrates'in tutumunun sonuçlarından birisi de, kendinden sonra gelen filozofların
daha gözlemci ve daha tenkitçi olmasını sağlamasıydı. Ancak bu tutum, göreceğimiz gibi,
Yunan biliminde herhangi bir duraklamaya yol açmadı.
Sakız Adalı Hippokrates
Hippokrates adı, tıp deontolojisi ve “Hipokrat Yemini” ile ilgili olarak, birçok okuyucuya
belli belirsiz Yunan tıbbini çağrıştırır. Ancak milattan önce beşinci yüzyılda Hippokrates adını
taşıyan iki Yunan bilim adamı vardı. Bunlardan birincisi, İyonya bölgesindeki Sakız Adası'nda
(Chios) doğmuş olan matematikçi Hippokrates, diğeri ise yine İyonyalı olan ve Sakız Adası'nın
200 km. güneyindeki İs tan köy (Cos) Adası’ndan gelen hekim Hippokrates idi.
Sokrates'in çağdaşı olan Sakız Adalı Hippokrates, Atina’da bir matematik ekolü kurmuş ve
onun tesiriyle, Atina, Yunan dünyasının en önemli matematik merkezi olmuştu. Atina'nın bu
durumu, İskenderiye’nin yükselişine kadar, yaklaşık ikiyüz yıl, devam etti. Hippokrates aslen
tüccardı. Parasının büyük kısmını ya korsanlar tarafından esir alındığında veya Aristoteles'in
söylediğine
göre
Bizantium'da
(bugünkü
İstanbul)
gümrük
memurları
tarafından
dolandırıldığında kaybetti. Aristoteles onun saf bir kişi olduğunu da söylemektedir. İster
mağdur ister saf, onun yetenekli bir geometri bilgini olduğuna şüphe yoktur.
Hippokrates Atina'ya ilk gittiği zaman, matematikçiler üç problem ile karşı karşıyaydı.
Bunlar, kübün iki katının alınması; dairenin kareleştirilmesi ve bir açıyı üç eşit parçaya bölme
problemleriydi. Hippokrates bunlardan birincisini çözdü ve İkincisini çözmede büyük mesafe
kaydetti. Kübün iki katını alma problemi, hacmi eldeki kübün hacminin iki katı olan ikinci bir
kübün kenar uzunluklarını belirleme problemiydi. Hippokrates'in bu problemi nasıl çözdüğünü
ayrıntılarıyla okuyucuya vermek gereksizdir. Ancak, onun bu problemi geometrik indirgeme
adı verilen bir metod kullanarak çözdüğünü söylemek yeterlidir. Bu metoda göre Hippokrates,
problemi daha basit bir probleme indirgemiş, bunu çözmüş ve elde ettiği sonucu, başlangıçtaki
daha zor problemi çözmek
92
için kullanmıştı. Bu metodu Hippokrates'in kendisinin mi icat ettiği, yoksa Pithagorasçılardan
mı aldığı bilinmemektedir.
Dairenin kareleştirilmesi ile ilgili ikinci problem, esas olarak dairenin alanını bulma
problemiydi. Hippokrates bunu hesaplamak için en iyi yolun “yarım ay "ın (
) alanı-
nı bulmak olduğuna karar verdi. Bu şeklin “yarım ay” olarak adlandırılması, Ay’ın ilk ve
dördüncü dördünlerinde aldığı şekle benzemesinden dolayıydı. Hippokrates'in şöhreti, bu
problemi çözmedeki başarısına dayanmaktadır. Çözümünü ayrıntılarıyla burada vermek yine
lüzumsuz olmakla birlikte, kullandığı metodun doğrularla sınırlanmış bir şeklin alanını bulmak
ve daha sonra bu alanın “yarım ay "m alanına eşit olduğunu geometrik olarak ispat etmekten
ibaret olduğunu belirtmek gerekir. Bu kolay bir iş değildir; Hippokrates, metodunu bir dizi ispat
edilmiş ara kademeler kullanarak geliştirmek zorunda kalmış ve sonunda amacına ulaşmıştır.
Bununla beraber elde ettiği sonuçların ona dairenin alanını hesaplamayı sağladığını iddia etmek
yanlış
olur.
Problemin
kısmi
çözümü
—ki
Aristoteles
tarafından
küçümsenerek
sözedilmektedir— Atina'da, Hippokrates'in çağdaşı olan Sofist An tifon (Antiphon) tarafından
tasarlanmıştı. An tifon bu alanı, daire içine çizilmiş çokgenlerin alanlarını ölçerek elde etmişti.
Tamamen geometriye dayalı bir sonuç almayı başaran ilk matematikçi ise, elli yıl sonra Hippias
olmuştu. Arkhimedes (Aşimed) de başka bir çözüm bulmuştu.
Hippokrates'in şöhreti zamanın matematikçilerinin karşı karşıya oldukları problemlerle
uğraşmada gösterdiği başarıyla sınırlı değildir. O ayrıca, gününün Yunan geometri bilgisini bir
sistem dahilinde biraraya toplamıştır. Bu teşebbüsü, milattan önce beşinci yüzyılın son on
yıllarında sayıca çoğalmış olan teorem ve ispadarı sınıflandırmadaki ilk teşebbüstür. Bununla
birlikte, geometriyi kesin ve tam olarak açıklayan ilk eser, ök- lides zamanında yani yaklaşık yüz
yıl sonra, yazılacaktır.
Istanköylü Hippokrates ve Yunan Tıbbı
Geleneğe göre Yunan tıbbının kurucusu, Homeros'un İlyada!da bahsettiği Asklepios'dur.
Homeros devrinde kusursuz bir hekim olan Asklepios, daha sonra Apollo'nun oğlu olarak
tanrılaştırılmıştı. Asklepios, tedavi sanatını insan başlı at şeklindeki mitolojik yaratık
Chiron'dan öğrenmiş ve elindeki bu sanat ile tüm insanları ölümsüzleştireceği düşüncesiyle Zeus
tarafından bir yıldırım darbesiyle öldürülmüştü. Asklepios genellikle, etrafına yılan sarılmış bir
asa ile resmedilmişti. Ancak, sonraları modern tıbbın sembolü olan ve üzerinde birbirine sarılmış
bir çift yılan taşıyan asanın ilk asa ile ilgisi olmaması gariptir. Aslında Asklepios'un elindeki
asanın tıbbi bir anlamı yoktur; sadece
93
tanrıların habercisi ve ticaretin hamisi olan Hermes veya Merkür'ün sihirli değneğini temsil
etmektedir.
Asklepios'un gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinmemekle beraber, kültünün yayılmış olduğu
anlaşılmaktadır, özel tapmaklarda yaşatılmış olan bu kült, birçok hastalığa uygun olduğu
düşünülen dini merasim şeklinde bir cins tedaviyi öngörmekteydi. Buna göre, temizlenmek için
yapılan banyoyu bir dinlenme devresi olan "kuluçka devresi" takip etmekteydi (Resim s. 79). Bu
devrede görülen rüyalar Asklepios rahipleri tarafından yorumlanmakta ve tedavi olanlar
tapmağa hediyeler sunmaktaydı. Tapmakta ilaç kullanımını sınırlıydı. İlaçlar başka yerlerde ve
hekimler tarafından tavsiye edilirdi. Tapınakta cerrahi müdahale yoktu, uygulanan tedavi
esasen psikolojikti. Bu tip tapmak tedavisi Yunan icadı değildi ve Alışır'da uygulanmıştı.
Dolayısıyla, bu geleneğin Mısır’dan kaynaklanmış olduğu düşünülebilir. Yine de, Yunan tıbbının,
tıbbın psikolojik cephesine her zaman ağırlık verdiği gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır.
Yunanlı hekimler, kök sökücüler (rhizotomoi) tarafından yıllar boyu toplanan bitkisel drogları
kullanmaktaydı. Bunlar, bitki ve kökleri tıpta olduğu kadar büyücülükte de kullanmak için
toplamışlar ve bir müddet sonra bunların etkileri hakkında zengin bilgi sahibi olmuşlardı.
Toplama işleminin uygun zamanlarda —geceleri veya Ay'ın belli evresinde—yapılması
gerektiğine de inanmışlardı. Bu işlem ayrıca, büyülü şarkılar eşliğinde gerçekleştirilmekte ve
oldukça tehlikeli addedilmekteydi. Bir tarihçinin pek yerinde olarak ifade ettiği gibi, ot toplamak
veya kök sökmek, uyuyan kaplanın sırtından tüylerini koparmaya benzemekteydi. Bu işlem
yalnızca uygun önlemler alındığında tehlikesizdi. Hekimin görevi, bu bilgiyi devralmak ve uygun
dozu belirleyerek doğru uygulanmasını sağlamaktı.
Elbette ki Yunan aklı, tıbbın yalnızca uygulanması ile yetinmemişti; biraz da teori
bulunmalıydı. Daha önce gördüğümüz gibi, farklı Yunan düşünce ekolleri, âleme kendilerine has
tarzda bakma eğilimindeydi ve bu durumun tıpta da görülmesi şaşırtıcı değildir. Tarihinin ilk
dönemlerinden itibaren Yunan tıbbında belli başlı dört ekolü vardı. Bunlardan birisi Pithagoras
tıp ekolüydü ve lideri Krotonlu Alkmaion idi. Alkmaion, sağlığın vücut içindeki kuvvetlerin
dengesine bağlı olduğunu öğretmiş ve o zaman için alışılmamış bir şekilde, beynin duyuların
merkezi olduğunu düşünmüştü. Tıp teorisi ile ilgilenen astronom Filolaos da, bu ekolün üyesiydi.
Kendisi duyu, hareket ve vejetatif fonksiyonları birbirinden ayırt eden ilk kişi olma şerefini
taşımaktadır.
İkinci Yunan tıp ekolü, Sicilya tıp ekolüydü. Kurucusu muhtemelen dört unsur (kök eleman)
teorisi ile tanıdığımız Akragas’lı Empedokles idi. Empedokles’in öğrencilerinden Akron ve
Filistion, vücut içindeki ve dışındaki havanın önemini vurguladılar. Akron'un sağlığı korumak
için uygulanacak bir dizi kural kaleme aldığı da zannedilmekte* Yaşamayı ve büyümeyi sağlayan, (ç.n)
94
dir. Üçüncü ekol, bazı anatomik disseksiyonların (kadavraları keserek inceleme) yapıldığı
Iyonya tıp ekolüydü. Merkezi Abdera'da olan dördüncü tıp ekolünde ise, özellikle beden eğitimi
ve perhizin tıpta uygulanmasına önem verilmişti. Bu ekolün liderlerinden atomist Demokritos
—ki kendisi İstanköy'lü Hippokrates'i tesadüfen tanımış olabilir— tıp biliminin diğer yönleri ile
de uğraşmanın yanında bugün psikosomatik tıp olarak adlandırılan konu ile de ilgilenmişti. Bu
ekolün diğer bir üyesi Herodikos idi ve kendisinin Hippokrates’in hocası olduğu söylenir.
Bu dört tıbbi düşünce ekolü erken döneme ait olup, Hippokrates zamanında (milattan önce
beşinci asnrın sonu ve dördüncü asrın ilk birkaç on yılında) yerlerini, biri Knidos'ta diğeri
İstanköy’de bulunan ve tıp eğitimi veren iki merkeze bıraktılar. Bu şehirler birbirlerinden
birkaç kilometre uzaklıkta olup Kerme Körfezi ile ayrılmışlardı. Knidos'taki (Datça) tıp
ekolünün mensupları ilgilerini belli hastalıklar üzerine yoğunlaştırmış, ebelik ve kadın-doğum
hastalıklarında uzmanlaşmıştı. İstanköy ekolü ise, daha genel bir yaklaşım benimsemiş ve
çeşidi tıp konulan ile meşgul olmuştu. İstanköy ekolünün, klasik tıbbın ilk merkezi olduğunu
söylemek herhalde doğru olur. Hippokrates, yaklaşık MÖ 460’da bu şehirde doğdu.
Hippokrates'in kendisinin, meslektaşlarının ve öğrencilerinin Istanköy'de öğrettiği bilgiler,
altmış kadar önemli metinden oluşan "Hippokrates Külliyatı"nın içinde yer alır. Ancak bugün
bu külliyatın hangi kısımlarının Hippokrates, hangilerinin başkaları tarafından yazıldığını
kesin olarak tesbit etmek güçtür. Milattan önce beşinci asrın son birkaç on yılına ait olan bu
metinlerin daha sonra İskenderiye'deki Yunan âlimleri tarafından biraraya toplandıkları
tahmin edilmektedir. Külliyatı oluşturan eserlerden bazıları, İstanköy ekolünden değil Knidos
ekolünden gelmiş gibi görünmektedir. Bunların arasında en tanınmışı olan İnsanın Tabiatı’nın
Hippokrates'in damadı Polibios'a ait olduğu kesindir. Ancak birçoğunun, Hippokrates'in bizzat
kendisi tarafından yazılmış olduğu tahmin edilmektedir.
Elinizdeki kitap bir tıp tarihi olmayıp, genel bir bilim tarihi kitabıdır. Bu yüzden Hippokrates Külliyatını oluşturan her kitabın içeriğini ayrıntılı olarak vermenin yeri burası
değildir. Fakat, Hippokrates’in muazzam şöhreti ve öğrettiklerinin ortaçağa kadar uzanan
sürekli tesirleri gözönüne alındığında, İstanköy'deki tıp ekolü hakkında bazı şeyler
söylenmelidir. Her şeyden önce anatomi bilgisinin çok sınırlı olduğunu kabul etmek gerekir.
Kemikleri tanımakla beraber, İstanköylü hekimlerin iç organlar hakkındaki bilgileri fazla
değildi. Yine de, hastalan belirli bir yönteme göre tedavi edebilmek için, vücudun işleyişi
hakkında genel bir yaklaşımları olmalıydı: böylece "hıltlar" (humours) veya "vücut sıvıları”
teorisini ortaya koydular. Bu, yeni bir fikir olmamakla birlikte, onu rasyonel bir temele
oturttular. Bu teorinin insan ve hayvan vücudunda, kan ve safra gibi
çok önemli sıvıların bulunduğunun gözlenmesiyle ortaya çıktığı şüphesizdir. Gerçekten bazı
fiziksel durumlar sıvı salgılanmasını da beraberinde getirmekteydi; burun akması baş
üşütmesine, kusma veya ishal ise farklı fiziksel durumlara işaret etmekteydi. Bu gözlemler,
sağlığı vücuttaki dengenin ürünü olarak gören Pithagorasçı görüş ile birleşerek adı geçen
doktrine götürdü. Empedokles’in dört unsuru (kök elemanı) da, bu teorinin Hippokrates
versiyonunda rol oynadı ve bu dört unsur yanında dört keyfiyet veya nitelik —kuruluk,
ıslaklık, sıcak ve soğuk—yer aldı. Sonuçta, vücutta kan, kara safra, san safra ve balgam olmak
üzere dört vücut sıvısının bulunduğu düşünüldü. Bu sıvılar dört keyfiyet (nitelik) ile
birleştirildi ve sağlıklı bir insanda bunların hepsi denge içindeydi. Bir veya ikisinin fazlalığı
vücutta bir takım fiziksel düzensizliklere sebep olmaktaydı. Daha sonra, milattan sonra ikinci
yüzyılda, hekim Galenos bu doktrine dört mizacı ekleyerek genişletti ve insanları, kanlı (sıcak
ve cana yakın); flegmatik (yavaş hareket eden, uyuşuk, miskin); melankolik (üzgün, durgun) ve
kolerik (çabuk kızan, çabuk tepki gösteren) olmak üzere dört sınıfa ayırdı. Bu sınıflandırma,
dört vücut sıvısı ve Hippokrates'in dört niteliği ile tıpta on yedinci yüzyıla kadar kullanıldı.
Böylece hastalıklar ve hummalar, vücut sıvılarının ve niteliklerin dengesizliği olarak
addedildi (Resim 8. 271). Ancak bunların değişik cinslerinin, bilhassa göğüs hastalıklarının ve
sıtmanın çeşitli tesirlerini tanımak için büyük çaba gösterildi. Sıtma, diğer hastalıkları
maskelediği veya en azından belirtilerini farklı gösterdiği için hekimlere ciddi güçlükler
yaratan bir hastalıktı. Sıtma, Akdeniz bölgesinde yaygın görülen bir hastalık olduğundan
Hippokrates hekimleri sık sık bu zorluklarla karşılaşmışlardı. Hastalan dikkatle muayene
etmelerine rağmen, nabzın ateş ile değiştiğini fark etmemiş olmaları şaşırtıcıdır. Muayene
sırasında hekimlerin nabız ölçmeye ender olarak başvurduğu anlaşılmaktadır. Bunun sebebi,
belki de ateşli hastalığın seyrini tahminden (prognoz) çok, ateşli hastalığı teşhise (diagnoz)
önem vermeleriydi. Netice itibariyle, Hippokrates hekiminin görevi doğanın iyileştirici
kudretini kullanmaktı ve tedavi, bu husus gözönünde bulundurularak yapılmaktaydı. Böylece
hekim, tedavide mühsillerden, kusturuculardan, açlık perhizinden ve hatta kan almadan
(hacamat) faydalanacağı gibi iyileşmenin doğal olarak meydana gelmesi için acıyı dindiren,
gevşeme, rahatlık veren banyolar, masaj, arpa suyu, şarap, bal enfüzyonları tavsiye
etmekteydi. Hastanın ruh sağlığı da ayrıca hekimin ilgisi dahilindeydi.
Tıbbi klimatoloji hakkında ilk bilimsel eseri yazan kişi de Hippokrates idi. Havalar, Sular,
Beldeler başlığını taşıyan bu eserde Hippokrates, çevre ve iklimin sağlık üzerindeki ve özellikle,
salgın hastalıkların yayılmasındaki etkisini anlattığı gibi, yerel su ve yiyeceklerin ve hatta
insanların tabiatından bahsetmektedir. Eser tamamıyla yeni bir
° Bir madde veya bitkinin sıcak su içinde bekletilmesi veya kaynatılması neticesinde elde edilen sıvı, (ç.n)
96
araştırma alanı açtı. Ancak, Hippokrates külliyatını oluşturan kitaplar içinde en popüler olanı,
muhakkak ki aforizmaları içeren kitaptır. Bugün bile, derlenmesinden 2300 yıl Sonra, birçok kişi
"Hayat kısa, sanat uzundur. Fırsat çabuk kaçar, tecrübe güvenilmez, hüküm vermek zordur”
şeklinde başlayan aforizmayı duymuştur. Buna rağmen aşağıdaki ikinci cümle daha az
tanınmıştın "Hekim yalnızca kendi görevini yapmaya değil, fakat aynı zamanda hastanın, ona
refakat edenlerin ve etrafindakilerin işbirliğini de sağlamaya hazır olmalıdır." Bu cümle,
hekimler tarafından, çağlar boyu, davranışlara rehber olarak benimsenen ve hekimin görevinin
hastasının menfaati doğrultusunda çalışmak olduğunu ve aralarındaki güvenin kutsallığını
vurgulayan "Hippokrates Yemini”ni hatırlatmaktadır.
Hippokrates’i eleştirenler bazen onu bireyi tedavi etmekten ziyade genel bilgi üretmekle
suçlamışlar ise de, Hippokrates ekolünün hedefini yüksek tuttuğu açıktır. Hippokrates ve onun
izleyen hekimlerde bilimsel tıbbın Batı daki ilk işaretlerinin görüldüğü doğrudur. Hippokrates,
bilimsel bakış açısını telkin etmiş, büyü ve saflığın hüküm sürdüğü bir alanda bilimsel
yöntemleri kullanmıştı. Hükümleri dikkatli ve ölçülüydü. O zamanlar hüküm süren batıl
itikadları, konu ile ilgisi olmayan tüm felsefi düşünce ve sözleri reddetmişti. Bundan başka
Hippokrates, tedavi ettiği vakaların kayıtlarını tutmuş; bu kayıtlarda, başarı ve başarısızlıklarını
gerçek bir bilim adamına yaraşır tarzda vermişti. Gerçekten de, tıbbi rapor tutma geleneğini
Batı'da ilk başlatan Hippocrates’tir. Ancak bu gelenek kendisinden sonra Batı’da ne yazık ki
devam ettirilmemiştir; milattan sonra dokuzuncu yüzyılda İslam medeniyetinde yeniden
canlanmış ise de Avrupa’da on altıncı yüzyıldan önce uygulanmamıştır.
Platon
Şimdi, Sokrates sonrası filozoflar dönemine geçiyoruz. Bunlardan birincisi, Sokrates'in
öğrencisi ve yakın dostu olan, gerek Yunanistan’da gerekse başka yerlerde kendinden sonra
gelen filozofları önemli ölçüde etkilemiş bulunan Platon (Eflatun)'dur. Platon, MÖ 427 yılında
muhtemelen Atina'da doğdu ve MÖ 348 veya 347'de yine orada öldü. Hayatının büyük kısmı
sıkıntılı devirlere rastladı. MÖ 431 'den 404'e kadar Atina ile İsparta arasında, Atina'nın kesin
mağlubiyeti ile sonuçlanan Peleponnes Savaşları yapılmaktaydı. MÖ 403'te, bozgundan bir sene
sonra, her ne kadar sosyal yapısı biraz değişmiş olsa da Atina, yeniden bağımsız bir demokrasi
haline geldi. Atina’yı çevreleyen kırsal bölgenin tahrip görmesinden dolayı, büyük toprak
sahipleri artık hakim aristokrat sınıf olmaktan çıkmıştı. Onların yerine yükselen tüccar sınıfı
hem zengin hem de güçlüydü; bu yüzden Atina, takibeden yüzyılda hatırı sayılır bir maddi refah
dönemi yaşadı. Hitabet, Demosthenes ile; yaratıcı düşünce ise Platon ve Aristoteles ile zirveye
ulaştı.
97
Kendisi de aristokrat olan Platon, her zaman asaletinin bilincinde bir kişiydi. Buna rağmen,
kamu işlerine katılmamayı tercih etti. Bunu belki yönetimdekilere güvenmediği için belki de
hocası Sokrates gibi ahlak ilkelerine ve insanların iyi vasıflarına inanmadığı için yaptı. Belki de,
kendisini felsefe konusundaki araştırmalara kaptırmış olduğu için kamu işlerine girmedi. Sebep
ne olursa olsun, otuz yaşına gelince seyahat etmeyi kararlaştırdı, önce, İtalya'yı ve
Pithagorasçıları ziyaret etmek için Batıya gitti. Çiçero’nun rivayetine göre, önce Mısır'ı ziyaret
etti. Ayrıca Sirakuza’ya gitti ve Sicilya'nın politik hayatına karıştı. Sicilya’da iken Tarentum'lu
Arkhitas ile tanıştı. Arkhitas güçlü bir politikacı olduğu kadar, matematikteki "ortalamalar” ve
orantılar teorisine ve ayrıca müzik teorisine de önemli katkılarda bulunmuştu. Müzik teorisine
yaptığı katkılardan biri de şuydu: ses perdesi yükseldikçe —yani ses gittikçe daha tiz oldukça—
bu sesi veren hava sütununun veya titreşen telin frekansının arttığını gözledi. Arkhitas, çeşitli
bilimlerin temelleriyle de ilgilenmiş ve bütün bilimlerin temelinde “hesap sanatı"nın bulunduğunu ve hatta bunun geometriden daha da önemli olduğunu ileri sürmüştü. Hesaplamalara ve sayılara olan bu merakına rağmen Arkhitas, geometri ile de uğraşmış, kübün iki
katının alınması problemine getirdiği çözümle ün kazanmıştı. Bütün bunlar, Platon'un ileride
matematik eğitiminde ısrar etmesine sebep olacaktı: matematik eğitimi, akıl ile bilgi arasındaki
bağlantıyı kavramayı sağladığından, yönetici olmak isteyen herkes için gerekliydi.
Platon, MÖ 388'de Atina'ya geri döndü ve bu tarihten sonra tamamıyla bir filozof hayatı
sürdü, öğretime ağırlık verdi. MÖ 387'lerde şehrin Batı kapısının dışında, Cephissos kıyılarında
bir arazi satın aldı. Bu yer, Ispartalı Helen’i geri getirmek için Kastor ve Polluks’a yardım eden
efsanevi kahraman Akademos’tan dolayı, "Akademi" adıyla tanınmaktaydı. Burada muhtemelen
bazı yapılar, belki bir "museum' (müzlerin tapınağı anlamında), bir toplantı salonu, yemekhane
ve diğer odalar bulunmaktaydı. Ayrıca bir de zeytinlik mevcuttu ve dersler muhtemelen bu
zeytinlikte veya yapıların birinin saçağının gölgesinde yapılmaktaydı. Böyle bir okul yenilik
sayılmazdı: daha önce Mezopotamya’da, Mısır ve Yunanistan'da da okullar kurulmuştu. Ancak,
Akademiyi diğerlerinden ayıran özellik, "yüksek" öğretim (bugünkü lisans üstü eğitime benzer
bir eğitim) vermesiydi. "Yüksek” öğretim yalnızca Platon zamanında verilmedi, çok sonraları da
verilmeye devam etti. Akademi yaklaşık 900 yıl yaşadı ve ancak MS 529 yılında Bizans
İmparatoru Jüstinyen'in emriyle kapatıldı (Resim s. 80).
Platon'un "İdealar Teorisi” onun felsefi görüşünün tamamına hakim olduğu gibi, bütün
bilimsel spekülasyonlarını da etkilemişti. Esas olarak bu teori, gördüğümüz her şeyin,
duyularımızla farkına vardığımız her nesnenin "görünüş"ten başka bir şey olma-
98
dığını varsaymaktaydı. Temel bir gerçek var olmasına rağmen, bu bizim göremediğimiz bir
şeydi. Asıl gerçek, bir temel Form ya da İdea idi, sabit idi, değişken değildi. Bizim
gözlediklerimizde böyle bir sabitlik yoktu: bunlar, gerçek özün, Formun veya İdea’nm yetersiz
bir kopyasıydı. Böylece, biz bir kedi gördüğümüz zaman, gözlemlediğimiz şey asıl kedinin
mükemmel olmayan bir kopyasıydı: bizim kedimiz yaşlanacak ve ölecek, fakat esas olan kedi
İdea sı hep orada olacaktı. Bu esas İdea, sabit ve asıl gerçeği içermekteydi: gözlenen dünya,
onun bir gölgesinden ibaretti. Bunu açıklamak için Platon, bir mağarada, sadece karşısındaki
duvarı görebilecek şekilde zincirlenmiş adam örneğini verdi. Adamın, dünyanın gelip geçtiğini,
duvardaki gölgelerin hareketinden görmesi gibi, biz de doğayı gözlerken asıl gerçeği
duyularımızla fark edemiyorduk. Gerçek, asıl gerçek, bizim hiçbir zaman gözleyemeyeceğimiz
bir şeydi. O, ancak zihinde tasarlana- bilirdi. Dolayısıyla Platon a göre bilimin esas hedefi,
İdea’ları araştırmak ve anlamaktı.
Bazen karışıklığa sebebiyet verecek şekilde “realizm” olarak adlandırılan Platon’un 'İdealar
Teorisi’nin bilim tarihi üzerindeki etkisi, uzun vadede onun diğer spesifik bilimsel teorilerinin
hepsinden daha derin oldu. Zira, Platon’a göre, doğa âlemi "asıl” veya "mükemmel” gerçeğe
ulaşmak için uygun vasıta değildi. Bunu ancak "derin düşünme” veya "ilhâm” ile keşf etmek
mümkündü. Bu düşünce, St. Paul’un öğretileri vasıtasıyla Hıristiyan düşüncesinin temel
taşlarından birisi oldu. Platon için deney ve gözlem, Sokrates’te olduğu gibi sadece lüzumsuz
değil, aynı zamanda bilgiyi elde etmede de kesin olarak yanıltıcıydı. Platon’a göre, evren
hakkındaki teorilerin değerlendirilmesi, onların doğayı açıklamaları veya doğa olaylarını
önceden haber vermede gösterdikleri başarı ile değil, fakat ilâhi mükemmelliği ifadedeki
başarılan nispetinde yapılmalıydı. Platonizm (Eflatunculuk), Aristoteles’in öğretilerinin
etkisiyle ortaçağ Kilisesinde geri plana itilmiş, ancak Rönesans’ta tekrar canlanmıştı. Bununla
beraber Platon'un gerçek bilgi konusundaki görüşleri, ortaçağda inanç-akıl tartışmalarına
hakim oldu. Keza, Platon, geometrinin, ortaçağda el üstünde tutulmasına katkıda bulundu.
Zira geometri, az sayıda temel önermeden yola çıkarak birbirinden tamamen farklı çok sayıda
sonuç elde etmeye imkân veren "dedüktif” (tümdengelim) yöntemin en yüksek örneği idi. Bu
yöntem, çok sayıdaki ve çeşitli doğa olayının gözlemlemeye ve bu bilgileri tek bir birleştirilmiş
açıklama ortaya koymak için kullanmaya dayanan, daha deneysel özellikteki "indüktif”
(tümevarım) yöntemin, tamamen aksi bir yöntemdi.
Platon’un siyasi fikirleri Cumhuriyet, Devlet Adamı ve Kanunlar adlı üç kitabında yer
almaktadır. Platon bu kitaplarda, seçkin bir toplum yanında, nüfusun beşte birinden oluşan bir
“yöneticiler ve muhafızlar” grubunun nüfusun geri kalan kısmını yönetmesini teklif etti.
Yöneticiliğin babadan oğula geçtiği yöneticiler sınıfında, eşler ve çocuklar da dahil olmak üzere
herşey ortaktı. Platon, halk kitlesinin ideallerinin değil, an-
99
cak isteklerinin olduğunu düşünmüştü: halk yani tüccarlar, zanaatkârlar, el emeği veren
işçiler yalnızca yönetilmeye layıktı. Platon, tüm istek ve ihtiraslardan kuşku duymaktaydı.
Parayı, hatta aile sevgisini hor görmüş ve karşı cinse olan sevgiye sırt çevirmişti. Bununla
beraber, politikacının karşı konamaz ihtirasını —iktidar aşkını— tamamen görmezlikten
gelmiş olması gariptir. Ancak seçkin yönetici sınıf özel olarak eğitilmeliydi ve belki de Platon,
böyle bir eğitimin mal ve ailenin ortak kullanımı —ki onun için çok önemliydi— ile
birleştiğinde, iktidarın zarar görmesini önleyeceğini düşünmüştü. Platon matematiğin,
eğitimin tamamlayıcı bir parçası olduğunda ısrar etmişti; ancak bu tutumu, matematiğin
yalnızca matematik olduğu için değil, onun aklı terbiye etmedeki yaran yüzünden
benimsemesi ilgi çekicidir. Platon, matematiğin devlet sistemi için faydalı olduğunu düşünmüş
olmakla birlikte düşünce özgürlüğü, yeni dinleri kabullenme, politika kurumunu eleştirme,
yeni fikirleri göz önünde bulundurma konusunda gençlere izin verilmesi gibi, diğer bazı
tutumların zararlı olduğundan son derece emindi. Bunla- nn hepsi çok önemli suçlar idi.
Kısacası, Platon, idealleştirilmiş bir totaliter devlet sistemini savunan aristokrat bir gericiydi.
Burada konu dışı olsa da, Platon un politika konusundaki fikirlerinden bahsetmek
gerekliydi. Çünkü politika, Platon'un ilgilendiği meselelerin içinde son derece önemli bir yer
işgal etmekteydi; onun tüm felsefesini etkisi altına almıştı. Ayrıca, eh büyük bilimsel eseri olan
Timaios (Latinceleştirilmiş şekli Timaeus) 'dan da anlaşılacağı gibi, politika onun doğa âlemine
yaklaşımının ve evren hakkındaki fikirlerinin içine işlemişti.
Timaios esas itibarıyla üç bölümden oluşan bir diyalogdur. Birinci bölüm, Atlantis
efsanesinin anlatıldığı bir giriş özelliğini taşımaktadır. Bunu, kitabın en uzun kısmı olan ve
dört unsur (kök eleman) teorisini, madde teorisini ve duyularla gözlenen objeler teorisini konu
alan "Alemin Ruhu'' başlıklı bölüm izlemektedir. Son bölüm biraz fizyolojiden söz etmekte,
insan ruhunu ve vücudunu tartışmaktadır. Platon'un evren anlayışına gelince; evren, gök
cisimlerinin düzgün hareketlerinin de gösterdiği gibi düzenli ve akılla kavranabilir bir yer idi.
Evrenin ruhunu, insan ruhu ile karşılaştırmak mümkündü. Gezegenler ve yıldızlar asıl
gerçeğin en yüce temsilcileriydi. Onlar, Platon'un İdealarının örnekleri olduğu gibi, Tanrı bile
olabilirlerdi. Matematik, yıldızların ilahi hareketlerini açıklardı. Bu yıldızlar hareket ettikçe
göklerin müziği yayılmakta ve insanlar öldüğü zaman, ruhlan geldikleri yıldızlara geri
dönmekteydi (Resim s. 115).
Platon'un evren anlayışının temelinde mikrokozmos ve makrokozmos doktrini yani insanın
küçük dünyasının evrenin büyük dünyasını aksettirdiği görüşü yer almaktaydı. Bu,
Demokritos'un da kullandığı bir tema olup, birçok filozofun aklına gelmiş ve ortaçağ Avrupa
düşüncesinde de çok bariz şekilde görülmüştü. Platon bu fikri o kadar geliştirdi ki, sonuçta
muhtemelen Babil kaynaklı bir tür yüce ve manevi astrolojiye bağ-
100
landı. Bunun Timaios’ta yer alması bir talihsizlikti. Zira, sonraki dönemlerde Timaios’ u
okuyanlar Platoncu görüşü anlayamayıp, mikrokozmos ile makrokozmos doktrinini, astrolojik
kehanetlerde bulunmak için horoskopa bakmayı haklı kılmak için kullandılar.
Platonun astronomi ile ilgili fikirlerinin hepsi Timaios'ta.yer almaz. Bazıları, diğer eserlerinde,
hatta Cumhuriyet'de ve Kanunlar'da bulunmaktadır. Zira Platon, evrenin bir tasviri olan
astronominin, yönetici seçkin sınıfın eğitimi için gerekli olduğunu ve hatta astronominin herkese
öğretilmesi gerektiğini düşünmüştü. Ancak Platon un verdiği tasvirler çok kere hayal ürünü
tasvirler olup, öğretilmesi gereken astronominin ne olduğu her zaman açık değildi. Kendisi
gezegenlerin hareketini şöyle açıklamıştı: gezegenlerin her biri, kenarında bir deniz kızının
oturduğu "halka”lara tesbit edilmiş olup, bu halkaların hepsi evrenin merkez ekseni etrafında
dönmekte; bu eksen Kader Tanrıçaları Klotho, Atropos ve Lakhesis tarafından hareket
ettirilmekteydi. Halkaların tam olarak nasıl olduklarına karar vermek zordur; Platon zamanında
ip eğirmek için kullanılan çıkrığın düzenli hareket etmesi için düzenteker olarak dönen diskler
kullanılmaktaydı. Ancak bu benzerliği zorlamak ve hatta Platon'un kesin olarak ne demek
istediği üzerinde durmak pek doğru değildir. Platon, kesin ifade kullanmak istediğinde kullanırdı, ancak daha renkli bir dil kullandığı zaman, ayrıntılı bir bilimsel tasvir değil, bir izlenim
vermeye çalışıyor demekti. Bereket versin ki, Platon'un vermek istediği kesin anlam -eğer var
ise— bilimsel astronominin geleceğini fazla etkilemedi.
Platon'un evren görüşü, Filolaos hariç, diğer Pithagorasçılara çok şey borçludur. Çünkü
Platon, küre şeklindeki Yer'in evrenin merkezinde bulunduğuna ve Güneş, Ay ve gezegenlerin
Yer'in etrafında değişik hızlarda dönmekte olduğuna kesin olarak inanmaktaydı. Bunun
yanında, Filolaos'un Yer'e göre yaptığı gök cisimleri sıralamasını kabul etmişti. Tek bir evren
vardı —Platon atomistlerin çok sayıda evren bulunduğu şeklindeki fikrini reddetti— farklı
cisimlerin hepsinin dört kök elemandan meydana geldiğine inandı. Ateş, ilahi gök cisimleri; hava,
kanatlı yaratıklar; su, suda yaşayan varlıklar ve toprak, karada yaşayanlar içindi. Gök cisimleri
yalnızca ilahi olmayıp, ruh da taşımaktaydı.
Platon'un astronomisini nasıl değerlendirebiliriz? Görüşleri yeni bir fikir, yeni bir evren
teorisi içermediği gibi, çok defa karmakarışıktı. Fakat bu karışıklık içinde faydalı olan bir husus
vardı ki, o da Platon'un matematiğe verdiği önemdi. Bu da bilim için bir kazanç oldu. Bunun
yanında bilime tam ters etki yapan bir başka görüşü de vardı. Bu da, Platon'un gözleme
güvenmemesiydi: akıl yoluyla varılan sonuçların deney ile elde edilenlerden daha üstün
olduğuna inandı. Evren hakkında yapılan felsefi spekülas-
101
yon, görünür hareketlerin kesin gözleminden daha aydınlatıcıydı. Evrendeki cisimlerin gerçek
hareketleri, bakarak değil akılla kavranırdı. Bu da, bilimsel bilgiyi elde etmenin yüce ve felsefi
bir çaba olduğunu kabul eden ve onu elde etmek için aklın kullanılmasını, basit ve detaylı kayıt
ve gözlemlere tercih eden aristokratik Yunan düşüncesinin bir diğer örneğiydi. Bu zihniyet,
Yunanlıların yaptığı birçok buluşun tekniğe uygulanmasını engelledi.
Platon un bilime etkisi iyi mi, yoksa kötü mü oldu? Eserleri bilimin gelişmesini teşvik etti
mi, yoksa etmedi mi? öğrencilerinin gayretleri, eserlerinin gücü ve eserleri hakkında yapılan
açıklama ve yorumlar vasıtasıyla Platon un daha sonraki filozoflara çok büyük etki yapmış
olduğu şüphesizdir. Her ne kadar matematiğe verdiği önem faydalı olmuş ise de, deneye dayalı
bilimi tek bir adım dahi ileri götürmemiştir. Gerçekten de Platon, deneyi esas alan bilimi kesin
olarak hakir görmüştür. Yunan biliminin her zaman felsefi spekülasyona pratik deneylerden
daha fazla ağırlık verdiği muhakkaktır; bu eksiklik, Platon'un İdealar Teorisi ile daha da
artmıştır. Sonuç olarak Platon'un bilime olan etkisi bilimin ilerlemesi yolunda ilham verici
değil, duraksatıcı olmuştur.
Knidos'lu Ödoksos
Kısa bir süre Platon'un öğrencisi olan Ödoksos (Eudoxos), milattan önce yaklaşık 408'de
İyonya'daki Knidos'ta (Datça) doğdu. Tarentum'lu Arkhitas'tan geometri öğrendi, müzik ve
sayılara olan ilgisini de muhtemelen ondan miras aldı, Ödoksos, tıp eğitimini Empedokles'in
öğrencisi meşhur anatomi bilgini Filistion'un yanında gördü. Gelecek için ümit vaad eden bir
genç olmakla birlikte, zengin değildi. Akademi'de okurken parasızdı ve ancak arkadaşlarından
aldığı para ile seyahatini gerçekleştirebildi. Mısır'a gitti ve bir müddet bugün Kahire'nin
yaklaşık 11 km. kuzeydoğusunda yer alan Heliopolis'te kaldı. Sekiz yıllık bir takvim devresini
orada hesapladığı söylenmiştir. İyonya'ya dönünce, bugünkü Türkiye’nin batısında yer alan
Frigya bölgesinde kendi okulunu kurdu ve büyük başarı kazandı. Daha sonra bazı öğrencilerini
Atina’ya götürdüğünde —bu onun Atina’yı ikinci ziyaretiydi— Platon onun şerefine bir ziyafet
verdi. En sonunda Knidos’a döndü ve orada teoloji, astronomi, meteoroloji ve matematik
öğretti, kitaplar yazdı. Şehir için kanunlar hazırlanmasına yardım etti ve tahmin edileceği gibi
çok saygıdeğer bir insan oldu. Bilim adamı olarak Platon'u gölgede bıraktığı muhakkaktır.
Ödoksos bugün esas itibariyle eş merkezli küreler teorisi ile tanınmaktadır. Bu astronomi
teorisi, takibeden 1800 yıl boyunca son derece etkili olmuştur. Onun bu teorisini incelemeden
önce, önemli ilerlemeler kaydettiği matematiğinden söz etmek gerekir. İlk olarak, geometri
teoremlerini ve aksiyomları formel sunuş tarzını yani Öklides tekniği olarak adlandırdığımız
tekniği ortaya koymuştur. İkinci olarak, matematiksel oran-
102
tılar konusunun bütününü incelemiş ve yeni bir teori ileri sürmüştür. Üçüncü olarak da, “altın
bölünme" deki oranlar üzerinde çalışmış ve nihayet, daha az dikkati çeken fakat daha önemli
olan tüketme metodunu (the method of exhaustion) geliştirmiştir.
Pithagorasçıların "irrasyonel sayılarım varlığını keşfettikleri günden beri, orantılar
konusuna yeni bir yaklaşım ile bakmak gerekmekteydi. Zira, 2'nin kare kökü gibi sayılar basit
orantı şeklinde ifade edilememekteydi. Bu, ya aritmetik ile geometri arasındaki ilişkinin
reddedileceği ya da irrasyonel sayıların yeni cins sayılar olduğunun kabul edileceği anlamına
gelmekteydi, Ödoksos ikinci teklifi benimsedi. Bu durumda, diğer matematikçileri ikna
etmesini gerektirmekteydi; bu da o kadar kolay değildi. Bunu yapmak için, böyle sayıların var
olduğunu ve diğer sayılar gibi ele alınabileceğini; bu sayıların varlığını geçerli kılacak
geometrik ispatların bulunduğunu göstermek gerekliydi. Tüketme metoduna gelince, bu metod
Ödoksos’un küre ve koni gibi katı cisimlerin hacmini hesaplamak için geliştirdiği bir yöntemdi,
sonsuz küçük kesitler kullanmaya dayanmaktaydı. Bu yöntemde sonsuz küçük parça ile neyi
kast etmek istediğini kesin olarak tanımlaması gerekliydi. Bunu yaparken, birkaç bin yıl sonra
"integral hesap" (integral calculus) olarak adlandırılacak olan, bugün Newton ve Leibniz'in
isimleriyle birlikte anılan bir matematiğe doğru önemli bir adım atmaktaydı.
Ödoksos ayrıca küre üzerindeki daire ve doğruların geometrisini inceledi; buradan hareket
ederek eş merkezli küreler ile ilgili önemli teorisini geliştirdi. Bu teoride, Güneş'in, Ay'ın ve
gezegenlerin gözlenen hareketini açıklamak için, belli sayıda eş merkezli küre —birbiri içine
geçen fildişinden yapılmış Çin toplan gibi— kullandı (Resim s. 114). Bu çok zekice bir modeldi;
gezegenlerin gökyüzünde yalnızca basit yörüngeler çizmediğini, fakat yıldızlardan oluşan bir
zemin üzerinde bazen bir yönde bazen diğer yöndeki hareket ediyormuş, hatta duraksıyormuş
gibi görünmelerini açıklamaktaydı. Pithagoras'tan beri, bütün gök cisimlerinin Güneş
etrafında daireler çizerek hareket ettikleri kabul edilmekteydi, Ödoksos*un iddiası ise, dairesel
hareketler veya daha doğrusu küre yüzeyine çizilmiş hareketler kullanarak bu gözlemleri
açıklamak, Yunanlıların tabiriyle, "zevahiri kurtarmak"tı; hedefine, farklı eksenler etrafında ve
farklı hızlarla dönen eş merkezli küreler kullanarak ulaştı. Geliştirdiği nihai model oldukça
karmaşıktı ve bu yüzden ayrıntısıyla incelemeye gerek yoktur. Sistemin nasıl çalıştığını
gösteren bir örnek vermek yeterli olacaktır.
Ay'ın hareketini düşününüz: Ay, Yer'in etrafındaki hareketini bir günde tamamlar; diğer
herhangi bir gök cismi gibi doğar ve batar. Aynı zamanda, bir ay süresinde kat ettiği bir
yörünge üzerinde hareket eder. Diğer taraftan Ay (veya yörüngesi) 18 seneden biraz uzun
süren bir tutulmalar devresini tamamlayacak şekilde hareket eder. Böylece
103
Ödoksos’un modeli; birincisi günlük hareketi, İkincisi aylık hareketi ve üçüncüsü de tutulmalar
devresini açıklamak için üç küreye ihtiyaç göstermektedir. Ancak kürelerin bu düzende olması
şart değildir, Ödoksos muhtemelen önce Ay'ın günlük hareketini gözönüne aldı ve bunu,
devrini 24 saatte tamamlayan bir küre ile açıkladı. Bu kürenin ekseni, Yer'in kuzey ve güney
kutuplan doğrultusundaydı. Bu arada, Ödoksos’un Yer'i hareketsiz olarak kabul ettiğini de
belirtelim. Ay’ın günlük hareketini açıklayan kürenin içinde bir küre daha vardı ve bu ikinci
küre tutulmalar küresiydi. Ekseni ekliptiğin kutuplan doğrultusundaydı yani eksen, Güneş’in
gökteki görünür yörüngesine dik idi ve devrini 18 yılda tamamlayacak şekilde çok yavaş
hareket etmekteydi. Üçüncü küre, Ay’ın aylık hareketini açıklamak için düşünülmüştü. En
içteki bu küre, devrini ayda bir tamamlayacak şekilde dönmekteydi ve ekseni ortadaki küre ile
5°lik bir açı yapmaktaydı (çünkü Ay’ın yörüngesi Güneş’in görünür yörüngesine 5° eğikti).
Ödoksos’un modelinin bu şekilde olabileceğini daha önce belirtmiştik: eseri günümüze
kadar gelmediğinden ve elimizdeki bilgiler Aristoteles gibi yorumcuların düşüncelerine
dayandığından, hiç kimse bundan kesin olarak emin olamaz. Son yıllarda bazı bilim adamları,
Ödoksos’un Ay’ın yörüngesi hakkındaki bilgisinden tam olarak emin olamadıktan için,
tutulmalarla ilgili olan orta küre konusunda şüpheye düşmüşlerdir. Ancak Ödoksos’un çok
gelişmiş bir teoriye ihtiyacı yoktu. Devreyi bilmesi yeterli olup sebebini bilmesi gerekmezdi.
Ayrıca genel kanıya göre, gözlem kayıtlan bu konuda yeterli bilgi sağlamaktaydı. Yine de
şüpheler varsa, bu bizi endişelendirmemelidir. Bizim için önemli olan, Ödoksos’un "zevahiri
kurtarmak” için bir model tasarlamış olması, bu modelin Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketini
açıklayacak kadar esnek olması ve sağlam matematik temeller üzerine oturtulmuş olmasıdır.
Bazı çağdaşları, onun eş merkezli kürelerini eleştirmiş ve bu teorinin, gezegenlerin yörüngeleri
üzerindeki hareket ederken gözlenen parlaklık değişmesini açıklamadığından şikayet
etmişlerdir. Ancak, bu olayı açıklayacak bir teorinin geliştirilebilmesi için, yüzyıllar geçmesi
gerekecektir.
Ödoksos’un astronomi ve matematik alanındaki çalışmalarının kendi nesli ve sonraki
nesiller üzerinde çok büyük etki yaptığına şüphe yoktur. Onun eş merkezli küreleri, ortaçağda
Batılı astronomların kristal kürelerine dönüşmüştür. Matematiği ise, daha sonraki
matematikçileri derinden etkilemiştir, Ödoksos, çok kere “Platon çağı” olarak adlandırılan
çağda yaşamış olmakla beraber, bir bilim tarihçisi, bu çağı “Ödoksos çağı" olarak
adlandırmanın daha isabetli olup olmayacağı fikrini ortaya atmıştır.
Aristoteles
MÖ 384’teki doğumu yeni bir çağı başlatan Aristoteles ile Yunan biliminin en önemli
şahsiyetine gelmiş bulunuyoruz. Aristoteles, Ege’nin kuzey sahilindeki Kalki-
104
dikya'da, üzerinde Athos tepesinin yer aldığı yarımadadaki Stageiros'da doğdu. Ege'nin kuzey
sahili, 230 km. daha güneydeki Kalkis'ten gelen Yunanlılar tarafından daha önce
kolonileştirilmişti. Kalkidikya, Makedonya'ya yakındı ve Aristoteles’in babası, Büyük İskender’in
dedesi olan Makedonya Kralı III. Amintas’ın (bazen II. Amintas da denir) özel doktoru olarak
tayin edildiğinde, aile başkent Pellaya taşındı. O zamana kadar, Yunanlılarla yavaş yavaş
dostluk kurmuş olan Makedonyalılar artık kendilerini Helenleşmiş görmekteydi. Hakikaten,
Arkaelos’un (MÖ 413-399) krallığı zamanında başkent, bir Yunan kültür merkezi haline geldi;
Öripides, büyük trajedisi Bakhalar’ı (Bacchae) burada yazdı. Arkaelos’un ölümünden sonra ülkede
iktidar çatışmaları olduysa da 359'da II. Filippos banş getirerek Kalkidikya yi kendisine bağladı.
Sonra da, kuvvet ve diplomasiyi birlikte kullanarak Yunanistan’ın tümüne hakim oldu. İleride
görüleceği gibi, Makedonya’nın bu gücünün Yunan kültürü üzerinde önemli etkileri olacaktı.
Aristoteles henüz delikanlı iken anne ve babasını kaybetti; on yedi yaşma geldiğinde, velisi
Proksenos, öğrenimini tamamlaması için onu Atina'ya gönderdi. Aristoteles burada Platon un
Akademi’sine kaydoldu ve kısa zamanda, ileri zekâsı ve gayreti ile takdir kazandı. Platon ona
“okuyucu" ve “akıl" adlarını takmıştı. Aristoteles, takibeden yirmi yıl boyunca —Platon’un
ölümüne kadar— resmen Akademi’de kaldı. Araştırıcı yapısı, onu Platon dışındaki kişilerden de
konuşma sanatı ve politika öğrenmeye sevk etmiş gibi görünmektedir. Zamanla, birçok
bakımdan Platon'dan farklı düşünmeye başladı. Yunan tarihçisi Diojen Laertios’a göre,
Aristoteles aslında Akademiyi Platon'un ölümünden önce terk etmiş, bunun üzerine, Platon da,
"Aristoteles beni, tayların kendilerini doğuran analarını tekmeledikleri gibi tepti" demişti. Platon
ölünce, Akademi'nin başına yeğeni Seusippos geçti. Belki bu yüzden, belki de şehirdeki
Makedonya aleyhtarı hareketten dolayı, Aristoteles Atina’yı terk etti. Başka bir akademisyen
olan Ksenokrates'in eşliğinde, Ege'yi geçerek, İyonya'ya, Midilli yakınındaki Atarneos’un Sarayı
na gitti. Burada onlan, bölgenin idarecisi ve Akademi’de bir müddet bulunmuş olan Hermeias
karşıladı ve Aristoteles, Hermeias’ın yeğenlerinden olan ilk kansı Pityas ile burada evlendi.
Aristoteles üç yıl kadar buraya yakın olan Asos’ta yaşadı ve komşu ada Midilli ye yaptığı
ziyaretlerde, doğa araştırmaları yapan Teofrastos ile tanışarak onunla arkadaş oldu; yine bu
adada kendisi için bazı önemli biyoloji gözlemleri yaptı. MÖ 343'te, Makedonyalı Filippos,
Aristoteles'i oğlu İskender’in hocası olması için Pellaya davet etti; Aristoteles daveti kabul etti.
Prense, babası sefere çıktığında krallığa vekâlet etmeye başlayana kadar üç yıl boyunca hocalık
yaptı. Aristoteles, 335 yılma kadar Makedonya’da kaldı; İskender tahta geçtiğinde Aristoteles
Atina'ya giderek orada kendi okulu-
105
nu ve araştırma merkezini kurdu. Okul, eskiden Apollo Lykeios’a ithaf edilmiş olan bir koruda
yer almaktaydı; bundan dolayı "Lykeion" (Lyceum)* adı ile tanındı —bu terim modern bilim
kurumlarını belirtmek için kullanılan "akademi" teriminden daha uygun bir terim olabilir.
Aristoteles ders verirken bu koruda yürümeyi adet edinmiş olduğundan kendisi ve öğrencileri
"yürüyenler" veya "peripatetisyenler" olarak tanındı. Aristoteles, sonraki on üç yıl boyunca
Lykeion'da yaşadı ve çalıştı. Burada, çok faal bir okul ile bir kütüphane kurmakla kalmayıp,
aynı zamanda doğada bulunan çeşitli cisimleri biraraya topladığı bir müze oluşturdu. Bu,
Platon’unkinden çok farklı bir yaklaşımdı, insanın evreni yalnızca düşünerek gözünde
canlandırabileceğine inandığından, Platon bu gibi vasıtaları reddetmişti. Halbuki Aristoteles,
insanın doğa âlemini anlayabilmesi için, elde edebileceği tüm elle tutulur gerçekleri toplaması
gerektiğine inanmaktaydı. İskender, müzeye malzeme sağlamış ve Lykeion a maddi katkıda
bulunmuştu. Ancak İskender’in 323’teki ölümünden sonra Makedonyalıların aleyhinde olan
grup Atina'da yeniden hakim oldu. Aristoteles dinsizlikle suçlandı ve Kalkis'e sığındı ve birkaç
ay sonra orada öldü. Lykeion, Teofrastos’un idaresi altında yaşamaya devam etti.
Aristoteles’in çalışmalarını, Akademi’de iken yaptıkları ile Akademi’den ayrıldıktan sonra
yaptıkları olmak üzere iki döneme ayırmak uygun olur. Birinci döneme ait eserlerinde Platon'un
etkisi, ikinci önemde ise daha bağımsız bir düşünce yapısı görülmektedir.
Aristoteles ne öğretmekteydi? îlk kitaplarında matematiğe karşı büyük bir saygı görülmekle
birlikte, bunlar esas itibariyle aksiyomlar oluşturmak için diyalektiğin, soru- cevap metodlarının
kullanımı ile ilgili eserlerdir. Bu eserler, ruhun ölümsüzlüğü ve gök cisimlerinin ilahi oldukları
gibi bazı Platonik fikirleri kabul ettiğini de gösterir. İlgi çekici olan, burada bile Aristoteles’in bu
cisimlere birer ilk örnek "archetype” olarak değil, somut varlıklar olarak bakmasıdır; insanın bir
İdea’ya değil, gerçek yıldız ve gezegenlerin, gerçek fiziksel cisimlerin mükemmel hareketlerine
baktığını düşünmüştü. Yine de, bu cisimlerin diğerlerinden farklı olduklarını kabul etmiş ve o
andan itibaren, bunların Empedokles’in dört unsurundan (kök eleman) farklı, bozulmayan bir
beşinci özü de içermelerinin mümkün olabileceğini düşünmüştü.
Aristoteles, fiziksel maddenin kendisinin, onun Şekli veya İdeası kadar önemli olduğunu
kabul ederek, gerçek bilimsel çalışmaya çerçeve oluşturabilecek bir etki alanı yarattı. Bu
bakımdan, maddenin araştırılmasına hiç önem vermeyen Platon’dan çok daha fazla bilim
adamıydı. Dolayısıyla Aristoteles biyoloji, astronomi ve fizik dahil olmak üzere birçok dalda
büyük bir bilgi birikimi meydana getirdi. Bütün gözlemlerinde kesin mantık metodunu uyguladı,
bu metod ile, gözlediği cisimlerin oluşmasındaki çeşitli
* İlköğretim ile yüksek öğretim arasında yer alan öğretim kurumlarını adlandırmak için on dokuzuncu yüzyılın başında Fransa’da
kullanılmaya başlanan "lycée" terimi, “Lykeion"dan türetilmiştir. "Lycée" terimi, daha sonra Fransızca okunuşuyla (lise) Türkçe'ye girmiş
ve Türk eğitiminde de aynı tip öğretim kurumlan için kullanılmıştır. (ç.n.)
106
sebepleri araştırdı; ancak bu sebeplerden sadece birini, ilk hareket ettiriciyi, mantığa dayalı
araştırmanın kapsamı dışında tuttu.
Aristoteles’in bilimsel metodunun işleyişi, en açık olarak felsefi düşüncenin ölçüm aracı olan
mantıkta görülür. Kategorilerde veya iki kitaptan oluşan Analitik (Tahlil Bilimi) gibi birçok
eserinde, Aristoteles muhakemenin kanunlarım ortaya koymaya başlamıştır (Resim s. 114).
önermeleri, safsataları, doğru muhakeme usulünü ve tümdengelime dayalı formel kıyaslama
sistemini, bütün bunları ayrıntılarıyla incelemiştir. Şartlan ve ilişkileri kelimelerle değil, özel
cebir sembolleriyle ifade eden modern sembolik mantığın normları göz önüne alındığında,
Aristoteles’in ifade şeklinin oldukça ağdalı olduğu söylenebilir ise de, sembollerle anlatım çok
daha yeni bir gelişmedir. Aristoteles’in yaptığı —ki bu hiç de küçük bir başarı değildir— konuyu
sağlam temellerine oturtmak olmuştur.
Aristoteles matematiğe doğrudan katkıda bulunmamıştır. Bu alandaki kalıcı çalışması,
süreklilik ve sonsuzluk kavranılan üzerinedir. Sonsuzluğun fiilen değil, potansiyel olarak var
olduğunu belirtmiştir. Bu görüşün bugün bilim çevrelerindeki yorumcular tarafindan
hatırlanmasında fayda vardır. Ancak Aristoteles öğretisinin bu iki konudaki gerçek meyveleri
çok geçmeden Arkhimedes ve Apollonios’un çalışmalarında görülecek; daha sonraları da, on
yedinci yüzyılda Newton ve Leibniz gibi matematikçilere sonsuz küçükler hesabını (infinitesimal
calculus) geliştirmede yardımcı olacaktı.
Aristoteles’in bugün astronomi ve fizik konusuna dahil edebileceğimiz meseleleri tartışmaya
çok zaman ayırmış olmasına da şaşırmamak gerekir. Bu iki bilim dalının çekiciliği,
soyutlanabilen ve belirli cevaplar verilebilen çok sayıda açık seçik problemi ortaya koymasından
ileri gelmekteydi. Böylece insan, gezegenlerin düzenli hareketlerini, bunların ne kadar uzakta
veya ne büyüklükte olduklarını açıklamaya çalışabilir veya Yer'deki cisimlerin hareketlerini
araştırabilirdi; su niçin yukarıdan aşağı doğru akmaktaydı? Alevler niçin yukarı doğru
yükselmekteydi? Doğal olarak, cisimlere has bu nitelikler, bilimin ilk dönemlerinde bu iki bilim
dalının ortaya çıkma sebebiydi. Bunlar, insanların gerçekten uğraşabilecekleri meselelerdi.
Aristoteles için evren, bir küreydi; Yer, bu kürenin merkezinde bulunmaktaydı. Bu kürenin
sınırlan vardı: çünkü eğer evren sonsuz olsaydı, bir merkeze sahip olamazdı. Aristoteles, Yer'in
hareketsiz olduğu fikrine düşünmeden varmış değildi, örneğin Filolaos’un öne sürdüğü, Yer’in
hareket edebileceği fikri üzerinde düşünmüş ancak bu fikri reddetmişti. Çünkü ona göre, eğer
Yer hareket etseydi, yeryüzünde hızlı rüzgarlar ve dengesizlikler olmalıydı ve böyle bir duruma
şimdiye kadar rastlanmamıştı. Tabii ki bu çeşit etkiler, yalnızca aşağıda açıklayacağımız
Aristoteles'in hareket yasaları çerçevesinde var olabilirdi; fakat o dönemde bu savlar ve yasalar,
eldeki delillerin mantıksal sonucu olarak oldukça akılcı görünmekteydi.
107
Aristoteles, yıldızların ve gök cisimlerinin daire şeklindeki yörüngeler üzerinde hareket
ettiklerini kabul etti. Bu durum estetik açıdan tatmin ediciydi; onu açıklayacak eş merkezli
küreler gibi bir mekanizma ile birlikte, gözlemleri doğrular gibi görünmekteydi. Ancak
Aristoteles, küreleri gerçek birer fiziksel varlık olarak düşünmüştü; soyut bir matematiksel
açıklama ona pek uygun gelmemekteydi. Böylece, saydam kristal kürelerden oluşan evren fikri
geçerlilik kazanmaya başladı. Fakat bu küreleri hareket ettiren neydi? Bütün bu küreler niçin
dönmekteydi? Bu sorular yine Aristoteles’in hareket yasalarına dayanmaktaydı. Bu yasalara
göre, hareket eden bir cismi hareket halinde tutacak sürekli bir kuvvet gerekmekteydi ve
Aristoteles, en dıştaki kürenin — yıldızlar küresi— ilk hareket ettirici olduğunu düşündü.
Hatta daha da ileri giderek, bütün bunların arkasında bütün sistemi yöneten bir "hareket
etmeyen hareket ettirici”nin bulunduğunu ileri sürdü. Burada artık fiziği terk edip, metafiziğe
giriyoruz ve bilimden ilahi düzene, fiziksel açıklamalardan fizik-üstü açıklamalara (supraphysical motivation) kaymaktayız.
Aristoteles'e göre gökler, bozulmaz ve değişmezdi. O güne kadar herhangi bir değişiklik
gözlenmediğinden, bu oldukça mantıksal bir varsayımdı; aynı yıldızlar ve aynı gezegenler
nesiller boyunca görülmüştü. Buna karşılık, yeryüzünde durum farklıydı; burada değişme ve
bozulma olağan şeylerdi. Aristoteles bu zıtlığı, değişmenin Ay’ın altında kalan evren parçasına
yani merkezinde Yer'in bulunduğu en içteki küreye mahsus olduğunu ileri sürerek açıkladı.
Gök cisimleri bir beşinci özden meydana gelmişti ve bu öz, ebedi ve kusursuzdu; değişme ve
dönüşme yalnızca bilinen dört unsuru (kök elemanı) etkilemekteydi.
Evrende değişen ve değişmeyen ayrımının yapılması sayesinde Aristoteles bazı meselelere
el atabildi. Bunlardan bazıları şunlardı: geceleri gökte bir ışık olarak belirip, saniyenin bir
parçası ile birkaç saniye arasında değişen bir sürede görünen "kayan yıldızlar" veya gök
taşlarının niteliği; sisli başlan ve parlak kuyruklan ile kuyruklu yıldızların görünmesi
(Kuyruklu yıldızlar, haftalarca veya aylarca gökte kaldıktan sonra gelişlerinde olduğu gibi
esrarlı bir şekilde yok olurdu). Bunlar, geçici fenomenler oldukları için gerçek gök cisimleri
olamazdı ve dolayısıyla, Ay küresinin içinde ama bu kürenin üst taraflarında yer almalıydı.
"Kayan yıldızlar” veya kuyruklu yıldızlar, gök taşlan veya başka bir deyişle meteorolojik
cisimlerdi. Böyle olmakla birlikte, kuyruklu yıldızların ve gök taşlarının tanrı veya cin olarak
değil, fiziksel cisimler olarak açıklanması muhakkak ki çok büyük bir ilerlemeydi. Bulutlar,
yağmur ve rüzgârlar da Ay altı (sublunary) bölgesindeki meteorolojik olaylar topluluğunun
birer parçasıydı.
Yer, küre şeklindeydi ve Aristoteles’in bu konuda şüphesi yoktu. Küre şeklinde olmasının
sebepleri kısmen estetik —küre tamamen simetrik bir şekildi— ve kısmen de fi-
108
ziksel idi. Fiziksel sebepler, gözlem sonucunda elde edilmişlerdi. İlk gözlem, gemilerin ufukta
kayboluyor gibi görünmesiydi ki bu durum, Yer’in düz değil, küre şeklinde veya kavisli olmasının
doğal sonucuydu. İkinci gözlemi ise şuydu: Ege Denizi kıyılarında nereye gidilirse gidilsin
cisimler yere hep dik olarak düşmekteydi (Resim s. 113). Bu durum, Yer’in hem düz hem de küre
şeklinde olduğu zaman da geçerli olmakla birlikte, kavisli bir Yer için doğru olamazdı. Bu iki
gözlem bir araya gelince kesin ispat elde edilmişti. Ancak cisimler niçin yere düşmekteydi? Su
niçin hep “kendi seviyesini” bulmakta veya hava niçin etraftaki mekâna yayılmaktaydı? Alevler
niçin hep yukarı doğru yükselmekteydi? Bütün bunlar fizikle ilgili sorulardı. Aristoteles’in
büyüklüğü, bunlara cevap bulabilmiş olmasındaydı.
[Aristoteles'in ve diğerlerinin Yer'in çevresi ile ilgili hesaplan için bkz. s.129]
Bulduğu çözüm, her şeyin kendi doğal yeri olduğu şeklindeydi. Yeryüzündeki cisimlerin doğal
yeri Yer’in merkezi idi: bir cisimde ne kadar çok toprak unsuru veya kök elemanı varsa, o cisim
merkeze gitmek için o kadar çok uğraşırdı. Böylece Aristoteles’e göre, ağır nesneler (yani daha
fazla toprak unsuru içerenler), yere hafif nesnelerden daha hızlı düşecekti. Su yere
döküldüğünde, yere yayılmaktaydı; çünkü su unsurunun doğal yeri Yer’in yüzeyi idi. Hava
unsurunun doğal yeri, Yer'in çevresi idi ve hava, Yer’i bir battaniye gibi sarmaktaydı. Ateş
unsurunun doğal yeri ise başımızın üzerinde bulunan bir küreydi. Alevler doğal mekânlarına
dönmek istedikleri için yukarı doğru yükselmekteydi. Bu, eksiksiz ve çok tutarlı bir sistemdi.
Cisimlerin hareketine gelince, Aristoteles üç ayrı çeşit hareket olduğunu düşünmüştü. İlk
olarak, "doğal" hareket vardı; bu hareket, örneğin bir cisim "ağırlığından" dolayı yere düştüğünde
veya "hafifliğinden" dolayı, duman gibi, yükseldiğinde gözlenmekteydi. İkinci olarak, "zorlanmış"
hareket vardı. Bu tür hareket, dış kuvvetlerden kaynaklanmakta ve doğal hareketle
karışmaktaydı; örneğin insan bir ağırlığı kaldırdığında veya bir ok attığında gözlenmekteydi.
Üçüncü olarak, "isteğe bağlı hareket" vardı; yaşayan varlıkların isteğiyle olmaktaydı. Zorlanmış
hareketin oluşması için muhakkak bir kuvvet gerekmekteydi; meydana gelen hız bu kuvvetle
orantılıydı. Böylece, boşluk elde etmenin mümkün olmadığı tesadüfen ortaya çıkmaktaydı;
çünkü o zaman, sonsuz büyük bir hız, sonlu bir kuvvetten meydana gelmiş olacaktı.
Aristoteles'in atomistlerin görüşlerini reddetmesinin sebebi buydu. Bütün bunlar oldukça
mantıklı görünmekteydi, fakat fırlatılan bir cismin zorlanmış hareketi söz konusu olduğunda,
ortaçağın Avrupalı bilginlerinin fark edeceği büyük güçlüklerle karşı karşıya kalınmaktaydı
(Resim s. 116).
Aristoteles’in Biyolojisi. Aristoteles’in biyolojisinin değeri ancak on dokuzuncu yüzyılda
anlaşılmaya başlandı; daha önceleri, onun bu alcındaki çalışmaları fizikteki başa-
109
rılarının gölgesinde kalmıştı. Aristoteles'in doğal âlem ile ilgili gözlemlerini, onun çağdaşlarının
veya ondan önce gelenlerin yaptıkları gözlemlerden kesin olarak ayıramasak bile, bir biyolog
olarak Aristoteles’in büyüklüğünden şüphe edilemez. Aristoteles, yaklaşık 500 hayvan cinsini
adlandırdı. Gezginlerin anlattığı hikayelere ve bunlar arasında yer alan, Hint kaplanı
hakkındaki hayal ürünü rivayetlerden kaynaklanan “manti- kor" adlı canavara inanmakta
şüpheci davrandı. Ancak, hem aslanın hem de filin görünüşü ve yürüyüşü ile ilgili olarak verdiği
tanımlar, onun bu hayvanları bizzat gözlemlediğini doğrulamaktadır. Gerçekten de, filin bacak
eklemleri ile ilgili incelemeleri sayesinde, filin uyumak için ağaca dayanmak zorunda olduğu
şeklindeki yaygın inancı çürütmüştür.
Aristoteles’in, gözlemleri sırasında disseksiyon (kadavraları keserek inceleme) yaptığına dair
deliller vardır. Bukalemun, yengeç, istakoz, kafadanbacaklılar (mürekkep balığı, ahtapot, vs.) ve
birçok balık ve kuşun ayrıntılı tasvirlerini vermiştir. Gözlemlerinde her zaman titiz davranmış,
böceklerin çiftleşmesini, kuşların yuva kurmalarını ve kuluçkaya yatmalarını incelemiş, ancak
her şeyden çok, sualtı hayatını araştırmıştır. Mürekkep balığının fırtınalı havada kendisini
kayaya nasıl bağladığına dikkat etmiş; deniz kestanesinin ağzının çeşitli kısımlarını o kadar
ayrıntılı şekilde tanımlamıştır ki, bu kısımlar için bugün hâlâ "Aristoteles feneri” terimi
kullanılmaktadır. Deniz kestanesi yumurtalarının dolunayda daha büyük olduğu hakkındaki
iddiası ise, gözlediği hayvan türüyle ilgili olarak henüz yeni doğrulanmıştır. Aristoteles, dişi
yayın balığının yumurtladıktan sonra yumurtalarını terk ettiğini ve bunlara erkek balığın
baktığını da fark etmiştir. Daha sonra bu gözlem reddedilmiş, hatta gülünç bulunmuştur.
Aristoteles’in tanımlarının, incelediği belirli türlerin davranışlarının gerçekten de doğru tanımı
olduğu ancak 1856’da anlaşılmıştır. Diğer taraftan Aristoteles, sadece pasif gözlem ve
disseksiyon ile yetinmemiş, tarak, ustura balığı ve sünger gibi hayvanların duyularıyla nasıl
algıladıkları konusunda deneyler de yapmıştır.
Yunanlılar, tatlandırma maddesi olarak balı kullanmaktaydı ve bu yüzden Aristoteles’in
arıları büyük dikkatle incelemiş olması şaşırtıcı değildir. Kovanı yönetenin dişi arı, yani kral
değil de kraliçe olduğunu fark etmemiş olmakla beraber, kovanda arıların çoğalmasını, erkek ve
işçi arıların davranışlarını, balın nasıl toplandığını tanımlamış ve arının iğnesi hakkında
ayrıntılı bilgi vermiştir. Tanımladığı ayrıntıları ortaya çıkarmak için büyütece sahip olmadığını
hatırlarsak, bütün bunlar daha da hayranlık uyandırır.
Aristoteles’in incelediği bir diğer konu da embriyolojidir. Civciv embriyonunun büyümesini,
kalbinin atışını ve kalbin diğer organlardan önce oluşumunu tanımlamıştı. Bu gözlem belki de
ruhun veya aklın merkezinin kalp olduğu fikrini ileri sürmesine sebep olmuş veya en azından
Aristoteles bu fikri doğrulamıştı. Birçok balığın yavrularını “po-
110
tansiyel" yumurtalar biçiminde taşıdıklarını da bilmekteydi. Ayrıca bir grup balığın, tam
şekillenmiş hareketli yavrular meydana getirdiğini ifade etti. Aslında burada köpek balığının
doğurmasını tanımlamaktaydı. Bu fikir, daha sonraki zoologlara o kadar inanılmaz geldi ki,
onlar Aristoteles'in gözlemlerini bilmezlikten geldiler ve bu gözlemler ancak 1840'lann başında
doğrulandı.
Aynı
zamanda
hektokotilizasyonu
(hectocotylization),
yani
erkek
kafadanbacaklının, bir bacağını kullanarak dişinin yumurtalarını döllemesini gözlemledi. Bu
da, doğruluğu ancak on dokuzuncu yüzyılda kanıtlanacak olan bir diğer gözlemdi.
Aristoteles, canlı varlıkları sınıflandırma teşebbüsünde de bulundu; ancak bu sınıflandırmanın dayandığı ilke, bizim bugün kullanacağımız bir ilke değildi. Aristoteles'e göre ruh,
“içinde potansiyel hayat taşıyan doğal cismin ilk gerçeklik derecesi" idi. Bütün canlı varlıkların
bir "beslenmeyi sağlayan ruh'a sahip olduğuna inanmaktaydı: bu ruh, canlının besinleri
tüketmesini ve böylece yaşamını sürdürmesini sağlıyordu. Hayvanlarda ayrıca bir "hissetmeyi
sağlayan ruh" vardı; bu sayede hayvanların duyularıyla algılamaları mümkün oluyordu. Bazı
daha gelişmiş yaratıklarda, "iştah veren" ve "hareket ettiren" ruhlar vardı. İnsan, ayrıca "akıl
veren ruh "a sahipti. Bizler bugün "ruh" kelimesinin bu şekilde kullanılışına karşı çıksak da
Aristoteles, ezelden beri süregelen sorulan, yani canlı bir varlığa can veren şeyin ne olduğu,
canlıyı cansızdan neyin ayırdığı gibi sorulan bu şekilde çözmeye çalışmaktaydı. Aristoteles’in
"aktüellik" terimi de onun "oluşum" doktrininin bir parçasıydı ve buna göre "potansiyel" olan
"aktüel” hale yani hakiki gerçekliğe dönüşmekteydi. Bu doktrin hayvanlara uygulandığında,
hayvanların çeşitli organlarının yaratıklara en yararlı olacak şekilde düzenlendiği anlamına
gelmekteydi. Bütün bunları temel alarak, Aristoteles bir "Doğa ölçeği" kurdu. Aslında bu ölçek,
"ruh”ların basitten karmaşığa doğru giden bir sıralamasıydı*. En altta yer alan hareketsiz
maddeden çıkarak bitkilere, süngerlere, deniz anası ve yumuşakçalara kadar yükselmekte ve
en üstte memeliler ve insan ile son bulmaktaydı. Bunun durağan bir şema olduğu muhakkaktı
—Aristoteles, başlamakta olan bir evrim öngörmemişti— ve sınıflandırma yöntemini
dayandırdığı ilke, sonraki bilim adamlarınca kabul edilebilecek bir ilke değildi. Ancak bu bir
yenilikti ve karışıklık yerine düzen getirme yolunda cesurca bir teşebbüstü. Bu açıdan
başarılıydı. Bu sınıflandırma, ortaçağda, özellikle İslam dünyasında oldukça ilgi gördü ve on
sekizinci yüzyılda, yani Aristoteles'ten yirmi bir yüzyıl sonra yapılacak sınıflandırmalara örnek
teşkil etti.
Aristoteles, insan ve hayvan anatomisi ve organların işleyişi konusunda çalıştı. Zoolojiye
yönelik çalışan birinden bekleneceği gibi, daha ziyade karşılaştırmalı inceleme-
* Bu ölçek bazen "ruhlar merdiveni” olarak da adlandırılır. (ç.n.)
111
ler yaptı. Hayvanlar hakkında bilgisi oldukça iyi olmakla birlikte, insan kadavrası üzerinde
çalışma yapmamış olduğundan insan anatomisi konusundaki bilgisi zayıftı. Beynin ve kalbin
fonksiyonları konusunda da hata yaptı. Beynin kanı serinleten bir organ ve kalbin de bilincin
merkezi olduğuna inandı. Ayrıca, vücut fonksiyonlarını tanımlarken hatalı olan vücut sıvıları
doktrinini kabul etti ve bunu dört nitelik (sıcak, soğuk, kuru, ıslak) ile birleştirdi. Aristoteles’in
anatomisi ve fizyolojisi, onun zoolojideki önemli başarılarıyla karşılaştırıldığında, pek parlak
olmadığı gibi, botaniği de bunlardan iyi değildi. Botanik konulan Lykeion'da tartışılmış olmakla
birlikte, ilgi daha çok bitkilerin pratik değerleri üzerinde yoğunlaşmıştı. Bazı botanik gözlemleri
de yapmakla birlikte, Aristoteles'in esas ilgi alanı hayvanlar idi. Lykeion'da Aristoteles'den sonra
yerine geçen arkadaşı Teofrastos daha iyi bir botanikçiydi; eğer Aristoteles'e "zoolojinin babası"
unvanını verirsek Teofrastos'a da "botaniğin babası" diyebiliriz.
Aristoteles, şaşırtıcı derecede çok çeşitli konuda çalışmıştı. Onun değerli katkılar yapmadığı
veya başkalarına öncülük etmediği bir bilimsel inceleme alanı bulmak güçtür. Onun daha
sonraki Batı düşünce ve bilim adamları üzerindeki etkileri hem çok önemli, hem de diğer
herhangi bir Yunan filozof ve bilim adamlarının yaptığı etkiden çok daha büyüktür.
Teofrastos
MÖ 371 dolayında Midilli Adası'nda Er e sos'ta doğan Teofrastos (Theophrastos),
Aristoteles'ten on üç yaş küçüktü. Teofrastos, otuz beş yıl yönettiği Lykeion'u Arsitoteles'ten
devralmadan önce, yirmi yıl boyunca onunla çalıştı. Aralarında ünlü hekim Erasistratos'un da
bulunduğu iki bin kadar öğrenci yetiştirdi. Atina'da kazandığı saygınlık o kadar büyüktü ki, daha
sonraları dinsiz olduğu iddiasıyla aleyhinde açılmak istenen dava teşebbüsleri başarısız olduğu
gibi, filozoflar aleyhindeki bir kanun da iptal edildi.
Teofrastos, Aristoteles'in öğrettiklerinin hepsini olduğu gibi benimsemedi; bazı konularda
kendi fikirleri vardı; Aristoteles'in bazı görüşlerini hep eleştirmiş gibi görünmektedir. Böyle
olması da doğaldı; eğer bir öğrenci hocasının bütün görüşlerini körü körüne kabul ederse, bu hoca
ne kadar parlak olursa olsun, bilimde ilerleme olamazdı. Bu tutumunun herhangi bir tatsızlık
veya gücenme yaratmamış olması da Aristoteles'in ve Lykeion'un büyüklüğünün ve başarısnıın
bir ölçüsüdür. Teofrastos hangi konuları sorguladı? Aristoteles’in evrenle ilgili birçok fikri onda
şüphe yaratmıştı, örneğin, eğer göklerin en dıştaki küresi bir "ilk hareket ettirici" tarafından
döndürülüyor ise, niçin bazı gök cisimleri diğerlerinden daha hızlı hareket etmekteydi? Niye gök
cisimlerinin hareketi, Ay altı küresindeki cisimlere geçmemekteydi? Gözlemlediği bazı olaylar
için
112
Platon ve onun öğrencilerine göre
evrenin resmi (on yedinci yüzyıl). Yer
ve onu oluşturan dört unsur (kök
eleman) merkezde, yıldızlar küresi en
dışta, gezegenler, Ay ve Güneş ise
bunların arasındadır. Giambattista
Riccioli, Almagestum Novum, 1651.
Ödoksos tarafından teklif edilen tek merkezli
veya eş merkezli küreleri gösteren on altıncı
yüzyıla ait bir resim. Resmin alt tarafında
Güneş (solda) ve Ay (sağda) tutulmalarının
çizfmleri yer almaktadır. Biblioteca Estense,
Modina.
Bir on altıncı yüzyıl yazma eseri olan De
Sphaera
da
Aristoteles’in
Yer’in
yuvarlaklığı için verdiği ispat. Bu ispat,
Aristoteles’in ufuktaki cisimler üzerinde
yaptığı gözlemler ile Güneş tutulması
hakkındaki görüşlerini birleştirmiştir.
Biblioteca Estense, Modena.
Aristoteles'in verdiği açıklamaları da sorguladı: gelgit olayının sebebi neydi? Eğer doğa, yaratıklar için
en iyi olanı istiyorsa, geyikler niçin kendilerine zararlı olan boynuzlara sahipti?
Bu gibi sorular, çoğunlukla yeni araştırmalar için ilgi çekici noktalar ortaya koydu. Ancak
Teofrastos, yalnızca eski fikirleri sorgulayan bir kişi değildi; kendisi bugün, özellikle verimli katkıları
sebebiyle hatırlanmaktadır. Maalesef, yazılarının ancak bir bölümü günümüze gelmiştir: yine de
bunlar, onun en az üç sahada öncülük etmiş olduğunu açıkça göstermektedir, ilk olarak, bilim tarihine
ilk katkıda bulunanlardan biriydi: Doğa. Filozoflarının Görüşleri adlı kitabı daha sonraki birçok yazar için
kaynak teşkil etmişti, ikinci olarak, mineraloji konusunda yetenekli bir uzmandı. Yaptığı denemeler
onu, Platon ve Aristoteles’in benimsemiş olduğu temel sınıflandırmanın doğruluğunu sorgulamaya
sevk ettiyse de, Aristoteles’in mineraller, maden cevherleri ve taşlar üzerinde başlatmış olduğu
araştırmaları sürdürdü. Ayrıca, çok çeşitli maddenin tam tanımını verdi, bunların ateşe nasıl tepki
gösterdiğini, dokunulduklarında nasıl olduklarını, renklerini ve diğer özelliklerini tanımladı ve böylece
Batı’daki ilk metodik mineraloji çalışmasını hazırladı.
1 13
Aristoteles’in Analitikler adlı eserinin eski
bir nüshasından alınmış bir bölüm. Bir
Yunan zihniyetinin mantık ile geometri
arasında kurduğu yakın ilişkiye işaret etmektedir. Universitäts Bibliothek, Basel.
Öklides geometrisinin dört farklı teoremini içeren bir sayfa. Euclidis
megaresis philosophi platomy, 1505. formel mantık metni olan Analitik’ler,
Teofrastos’un üzerinde çalıştığı üçüncü ve en önemli konu botanikti. Elde ettiği sonuçları,
Bitkiler Üzerine Araştırmalar adlı eserinde topladı. Bu eserde, Batı’da Atlantik’ten başlayarak Doğu
Akdeniz kıyılarına kadar uzanan bir bölgeye ve Katta birkaçı da Hindistan gibi uzak bir ülkeye
ait yaklaşık 550 kadar bitki türünü ve çeşidini, gerek kendi temin ettiği gerekse gezginlerin ve
başka kişilerin naklettiği bilgileri kullanarak kaydetti. Tabii ki, bu durum, eserde bitkilerle ilgili
bazı hikayelerin de yer aldığı anlamına gelmekteydi. Diğer taraftan, bazı gözlemlerini araç gereç
yokluğundan dolayı iyi yapamadığı da doğrudur; Aristoteles gibi Teofrastos’un da büyüteci yoktu.
Botanikteki çalışmalarının o güne kadar yapılmış olanlardan önemli bir farkı, bitkileri
sınıflandır-
114
Sağda: İskenderiye’deki büyük
fener ya da Pharos. Bagram ’da
(Afganistan) bulunmuş olan bir
vazonun üzerine resmedilmiş olarak görülen bu fener, İskenderiye
kültürünün sürekliliğine ve yayıldığı alanın genişliğine işaret etmektedir. Kabil Müzesi.
Altta: Aristoteles’in hareket yasalarına göre top güllesinin yolunu
gösteren bir on yedinci yüzyıl resmi. Bu yasalara göre, bir cisim aynı
anda yalnızca tek bir hareket
yapabilmekteydi.; bu yüzden, yapılan iki farklı hareket, iki doğru ile
gösterilmiştir. Daniel Satbech,
Problematum
Astronomicorum,
Basel, 1561.
Altta, sağda: Arkhimedes’i banyoda
Hieron’un tacı problemi hakkında
düşünürken gösteren bir on altıncı
yüzyıl resmi. Gaultherius Rivins’in
Architecktur...
Mathematischen...
Kunst adlı eserinden, 1547.
115
Batlamyus’u bir kadran kullanırken yanında ilham perisi “Astronomi" ile birlikte gösteren bir on altıncı yüzyıl resmi. Batlamyus,
aynı adı taşıyan kraliyet ailesine mensup olduğu zannedildiğinden
burada başında bir taç ile resmedilmiştir. Res-
116
Gök cisimlerinin başucu uzaklığını ölçmek için Batlamyus’un kullandığı “cetvel.” William Cunningham, The
Cosmographical Glasse, 1559.
Batlamyus’un dünya haritasının, konik
projeksiyon kullanılarak enlem ve
boylamlarla beraber yeniden çizilmiş
şekli, 1486. British Libraty, Londra.
Antikitera: Yunanlıların Güneş’in, Ay’ın
ve muhtemelen gezegenlerin pozisyonlarını hesaplamak için kullandıkları dişli hesap cetveli. Yaklaşık MÖ
80’e aittir.
117
ma yönteminde görülür. Teofrastos, sonraki botanikçilere büyük yarar sağlayacak bir yöntem
geliştirdi. Ayrıca, bu bilgileri tarafsız bir yaklaşımla topladığı gibi, onları tenkitçi gözle tartıştı ve
elindeki bilgiler yetersiz olduğunda herhangi bir hüküm vermekten kaçındı.
Teofrastos bitkileri; ağaçlar, bodur ağaçlar, çalılar ve otlar olarak ayırdı, yabani ve
yetiştirilmiş varyeteler arasındaki genel ve spesifik farkları kaydetti. Ayrıca, bitki özsularını,
tıbbi bitkileri, çeşitli ağaçlardan elde edilen odun tiplerini ve bunların kullanımını da tartıştı.
Fakat en önemlisi, bazı kelimelere özel teknik anlamlar verdi -örneğin bizim bugün
kullandığımız "perikarp" (meyve kabuğu) terimini "pericarpion" olarak tohum muhafazası için
kullandı- ve bu tutum, gerçek botanik bilimine doğru çok önemli bir adımdı. Bitkileri mükemmel
şekilde tanımladı; “perikarp” için, petalli ve petalsiz çiçekler için, yüksek bitkilerdeki dokular
0
(parenkima ve prosenkima), çiçek örtüsünün gelişmesi ve çiçeklerin çiçek durumlarındaki
(infloresans) dizilişi için verdiği tanımlar değerlerini bugüne kadar korumuştur. Aynca,
Angiospermler (kapalı tohumlu bitkiler) ile Gimnospermler (kozalakgiller gibi açık tohumlu
bitkiler) arasında, daha da önemlisi, monokotiledonlar (buğday ve arpa gibi tek çenekli bitkiler)
ile dikotiledonlar (bezelye ve fasulye gibi iki çenekli bitkiler) arasında ayırım yaptı, bunları
tanımladı. Bu sonuncular için verdiği tanımlar on yedinci yüzyıla kadar verilen en doğru
tanımlar olarak kaldı.
* Parenchymatous and prosenchymatous tissues.
118
Download