EK-4

advertisement
I
Sanat Üzerine
Sanat Olma Durumu Neleri Yapıyor :

Tanilli : “Anlamlı biçimlerin özgür yaratılışı, nesnelliği özgürce bir uğraşıdan
sonra anlamlı biçimlere dönüştürülmesi “... Ernst Fıscher in sanatın
gerekliliğinde söylediği bir şey var, Onu çözmeye çalışalım: Diyor ki; her
zaman yanından geçtiğim, her zaman görüpte gündelik hayatımda bir şekilde
bir yerde duran herhangi bir durum nasıl oluyor da, ben ona bazen hayran
oluyorum. Oysa her gün bu çakıl taşlarına basıp geçiyorum. Ya da oysa her gün
bu dilenciyi görüyorum ya da her gün annemi görüyorum. Ama bir tabloya
girdiği zaman (bazen), o başka bir kimlik kazanıyor. Sanat eseri her zaman
gördüğümüzün, sanatçı tarafından yüksek bir kültürel uğraşı ile başkalaştırılıp,
kendi diline dönüştürülmesidir mi ?

İnsan gerçeği aramak yani bütün nesnelerden gücü yettiğince kuşku duyarak
gerçeği aramak ve o nesneler ile arasındaki ayırımı bilmek gibi bir güdüsü
olan, özelliği olan bir yaratık. Zaten bilmenin sonrasında da bildiğini
değiştirmek geliyor insanlığın evrimi de burada başlıyor. Yani biz aslında
bildiklerimizle gördüklerimizi değiştiren, irade olarak değiştiren biricik
canlıyız doğanın içerisinde. Bu bizi doğaya karşı galip çıkarıyor. ....

İnsan olarak diğer canlılardan ayrıştığımız birinci boyutumuz gerçeği arama,
kuşku duyarak arama . Gerçek olarak kendisine görünür olan üzerinde de
düşünmek, bilgiyi geliştirmek; anlamak - anlamlandırmak ve tatmin olmak ve
böylece değiştirmeyi tasarlamak: Bunu (DÜŞÜNMEK) ikinci boyut olarak
görüyoruz ...Buna tasarlamanın bir ön adımı diyebiliriz... ve sonrasındaki belki
de en özel boyutumuz değiştirmek. Bu değiştirme irade olarak olduğunda bir
tek bizde doğayı doğal olandan başkalaştırma gücü taşımamıza yardım eden
boyutumuz ki, kitaplar buna kültür diyor. Sanat olan galiba kültürel olanın en
ince üretimlerinden bir tanesi. Doğal olan ve kendi doğallığı içerisinde sürüp
gitmekte olan nesnelliğe, insanın müdahale ederek, kendine özel bir dille o
nesnelliğe şekil vermesi bizi etkiliyor

Romantik dönem bugünkü batılı anlamıyla sanat kavramının yerleştiği dönem.
Ve o zaman diyor ki ressam ; dağlar, biz romantik olduktan sonra güzelleşti.
İnsanın doğa üzerinde egemenlik kurma meselesine bağlamak istiyorum. Bu
kültür olarak tanımlanır ve çok uzun süre pozitif bir şey olarak algılanmıştır.
1
Kültürün en üst düzey ürünü olarak sanatın başka bir fonksiyonuna dikkat
çekmek istiyorum. Kültür; insanın doğa üzerinde egemenliğini sağlar ama bunu
da yaparken insanı, doğasından uzaklaştırır bir yandan. Bu yüzden modern
insan psikolojik olarak, travmalıdır, sorunludur,sıkıntılıdır,mutsuzdur günlük
hayatta. Çünkü doğasından uzaktır. İşte sanat insanı bu doğayla yeniden
bütünleştiriyor. Siz bir müzik çalışması dinlediğiniz zaman, evrenin içindeki
yerinizi, sözcüklerle ifade edemiyorsunuz ama ruhunuzda yeniden
hissediyorsunuz.

(GOMBRICH) İlkel topluluk insanlarının kafasını anlamaya çalışalım eğer onları
çözersek, sanatın insanın doğayla girdiği ilişkiden nasıl evrimleşerek geldiğini
çok daha rahat anlayabiliriz dder. İlkel adamlar, imgeleri bakılacak güzel
şeyler olarak değil de, kullanılacak güç nesneleri olarak görecekleri bir yaşam
içindeydiler...Kendimize bakmamızda da yarar bulunmaktadır. Günümüzün
gazetesinde verdiği sevdiğimiz bir yıldız, popüler bir tip ile karşılaşılabilir.
Elimize iğne alıp, bu kişinin gözüne batırılması durumunun, bizi hiç
etkilemediğini söylemek mümkün mü? Sağlam bir kafayla düşündüğümüzde,
fotoğrafa yapılan bu davranışın, o kişiye herhangi bir etkisinin olamayacağını
var saysak bilir bu durum bizi etkiler. En azından bizi duyarlaştırır. Nerede
olduğu bilinmez ama imgeye karşı yapılan bir şeyin o imgenin temsil ettiği
özneye de olduğu sanısı içimizde hep olmuştur. Bu garp us dışı diyebileceğimiz
duygu her zaman olmuştur. Dünyanın her yerinde halk doktorları, büyücüler
ya da din adamları bu uygulamayı hep yaparlar ve etkili olduğunu düşünürler
ve düşündürürler. Zararlıya benzeyen kaba bir figür yapıp onu, sonra
parçalamak, yakmak, bozmak v.b. İmgeyle gerçeklik arasındaki ilişki, tarihte
yakın geçmişte de çoğu kez dolaysız olabilmiştir. Doğrudan imge, gerçeğin
kendisini de ifade edebiliyor. Tüm bunlar bireyde yerleşik ussal akılsal
anlayışın, ötesindeki algı kanallarına işarettir. Yerliler bir keresinde,
sürülerinin resimlerini yapan bir ressama şöyle sormuşlar: hayvanlarımızı alıp
götürürsen nasıl yaşarız? Eğer bunu çözersek sanatın insan doğasından nasıl
çıktığını çözmemiz daha rahat olur.

Sanat acaba kozmos karşısında kendi küçüklüğü ve etkisini sezmiş ya da
bunu akılla kavramış insanın bu acizliğe kendi iç kozmosunu yaratarak
karşı durma edimi mi? Sonuçta doğamızdan üreyen bir şey ama insanın
kendi dışındaki doğaya güçlü olabilmek için kendi içinde kendi doğasını
üretme çabası mı? İnsanın kendini gerçekleştirme yolu da denilebilir belki.

Sonuçta O, anlama, anlamlandırma; bütünü yorumlama oluyor… Bütün bunu
hayatın varedenleri gözeterek, ondaki –hayatın içindeki- tekil bir duruma ait
2
gördüğünden evrensel sonuçlara ulaşarak /ulaştırarak yapıyor dersek yanlış
söylemiş olmayız.
Bir de şöyle tartışalım (daha bir bilimsel olsun ) ;
Sanat ; tasarlanarak organize edilen, içerisinde bildirimler taşıyan, kişiye çeşitli
düzeylerde göndermelerde bulunan ve ortaya bir ürünün ortaya çıktığı sosyal/kültürel
bir
yaratma-algılama-etkileme-etkilenme
sosyal/kültürel ürünler içinde sanatsal
alanı
özelliğindedir.
ürünlerin bir kısmı,
Tasarlanmış
bütün
“estetik” adı altında
toplanabilecek ve diğer tüm ürünlerden çok daha ağırlıklı olarak her parçasında varlığını
sezdiren değişik bir tür özel içeriğe sahiptir. Bu boyuta sahip ürünlerin yaratılış temel
gerekçesi, pratik maddi beklentinin ötesindedir. Büyük ölçüde gündelik olan bitenleri
aşar, daha geniş erimli uğraşıdır ve diğer tüm kültürel ürünler ile arasındaki fark, onların
tüketildiklerinde kendilerinden bir eksilme yerine çoğu kez artma, çoğalma ve yenilenme
özelliğine sahip olmasıdır. Bir ürün türü var, tüketilme özelliği taşıyor, ne var ki her
tüketilişinde kendisine yönelik olarak oluşmuş özel içerikli "yargıda” – ki bu yargı
güzellikle ilgili değerlendirmedir - eksilme yerine bir “çoğalma” olabiliyor.
Bir sanat ürünü karşısında “güzel” yargısından “çirkin” yargısına dek uzanan bir
güzellik değerlendirmesi yapılır. Her yeni bakışta “güzel” yargısı “daha güzel” yargısına,
“çirkin” yargısı yine belki “güzel” yargısına dönüşebiliyor. Bu da bütün diğer insan
ürünlerinde olmayan bir özelliği göstermektedir. Bu özellik, bir üründe bulunan
kullanılabilirlik, işe yararlılık, bulunmazlık gibi yanları aşan estetik ile ilgili bir içeriğe
karşılık gelmektedir. Estetik, bir “değer”dir. Sanat ürünleri, insandaki içsel (tinsel)
değerlere bu “değer” aracılığı ile göndermelerde, çağrıştırmalarda, hareketleme ve
etkilemelerde bulunan biçimsel bir yapılanma ile oluşmaktadır.
Sanatta da tüm kültürel ürünlerde olduğu gibi elbette doğadaki malzemeler
kullanılarak bir ürüne erişilmektedir. Bu ürüne beğeni yönüyle bakıldığında bu beğeninin
güzellik / çirkinlikle ilintili bir yargısı ortaya çıkar. İşte, sanat ürünleriyle ilgili bu tür
özelliğe sahip yargılar, ürün her izlenişinde, dinlenişinde, okunuşunda, düşünüldüğünde
değişebilmektedir. Bu hareketlenme ve hareketlendirmelerin neler olduğuna
3
baktığımızda sanat ürünleriyle sanat ürünü olmayan ürünlerin ayrımına biraz daha
ulaşmaktayız.
Özetle ;

Bir sanat ürünü tasarlanarak üretilmiş olmasına karşın tüm tasarlanarak
üretilmiş ürünlerde var olan kullanım ve araç olma özelliğini aşan, estetik adı
altında ifade edebileceğimiz bir işlevle yüklü olup, bu işlev sanat ürününde asli
işlevdir ve onun yaratılış temel gerekçesidir.

Sanat ürünleri;
a. Sanatçı tarafından üretilen,
b. Tek bir bireyden en büyük insan topluluğuna kadar uzanan bir yelpaze
içinde beğeni ile değerlendirilen,
c. Oluşturulan ürünün içinde bulunduğu alanın (sanat alanının) ön
geçmişinden o ürünün üretildiği ana kadarki süreçte kanıksana gelmiş, bir
toplumsal uzlaşma ile kabul edilmiş “kendi malzemesi” ile çalışılan,
d. Üretildiği andan sonraki süreçte kendisine yönelik olarak oluşmuş beğeni
içerikli ilginin başka bir tür içeriğe, örneğin maddi ranta, (ideolojik
misyon,eğitsellik vb. gibi) başka bir maddi bir beklentiye, bir malzeme
olarak kullanılabilirliğe vb. dönüşmeyip asıl işlev olarak yalnızca “güzelliği”
kapsayan beğeni içerikli kaldığı”,
e. Kendi alanında üretilmiş kendisinden önceki tüm ürünlerde ulaşılan en
son teknik düzeyi üstünde taşıdığına dair ipuçlarına sahip ve sözü edilen
teknik düzeyi aşma özelliği gösteren (ki bu, yetkinlik,özgünlük, biriciklik
vb. olarak da tanımlanabilir),
f. Temel kaygısı malzemelerin “güzellik için organizasyonu” olan ve
biçimselliğinde asıl bu yöne dair duyarlılık saptanabilen,
g. Yaratma için kaçınılmaz görebileceğimiz boyutta son derece “özgür” bir
çalışma süreci sonucunda üretilmektedirler.
3. Yukarıda özetlenen sanatta var olanlar ile donanık tüm ürünlerin sanat ürünü
olamayacağı da söylenebilir. Bunların bir kısmı tek başına estetik/ sanatsal niteliğe sahip,
4
bir kısmı ise estetik/ sanatsal niteliği taşıyan ne var ki içinde asli olarak başka türden
nitelikleri barındıran, sanat ürünü “olamayan” ya da zaten bunu arzulamayan ürünlerdir.(
Bunlara sanat yapıtları vb. yerine sanatsal çalışmalar demek geçerli olabilir..)
4. Sanat ürünleri, üreticisinin (sanatçısının) ürününde var ettiği uygulamaları aşan
bazı başka (diğer) anlamları yüklenirler. Bu, tüketicinin (ürünü algılamaya, yorumlamaya
dinlenmeye yargılamaya vb yönelen bireyin) kendi bireysel bilinci içinde var olan değerler
ile sanat ürününün içinde ortaya çıkan değerler arasındaki özel ilişki arasında oluşur.
Sanat ürünlerinin sürekliliğini sağlayan içeriği bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bireysel
bilinçliliğe bağlı değerler çeşitlilik taşımakta, her keresinde farklılaşabilmektedir.
5. Ne var ki, Yine de, tüketen için yukarıda aktarılan özelliklerin tamamını
barındırdığı varsayılan her ürün, sanat yapıtı olarak kabul edilebilir. Ama bu, o bireye
göredir...
Müzik alanında çalışılmış bir estetik/ sanatsal ürün, temel olarak ses ve hareketin
organizasyonu sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ses ve hareket, bestecinin anlayışı
doğrultusunda düzene sokularak bir anlama, bir ifadeye dönüşürler. Doğada tek başına
ses ya da hareket doğanın bir malzemesi olmasından öte bir anlam taşımazken, müzik
eserinde kurgulanmaları ve kontrollü bir biçimde şekillendirilmeleriyle doğal konumlarını
yitirirler ve başka düzlemde yeniden şekillenirler. Bu yeniden şekillenişleri yoluyla bir
özel dile, bir çağrıştırıcı malzemeye dönüşürler.
Bütün bunlar özetle şunu anlatır :
Sanat, kozmos karşısında kendi küçüklüğü ve etkisizliğini sezmiş ya da bunu akılla
kavramış insanın, bu acze kendi iç kosmozunu yaratarak karşı durma edimidir.
II
5
Sanatın yaşandığı/ yapılıp-edilip hissedildiği çeşitli disiplinler
(alanlar) çıkıyor karşımıza. Görsel Sanatlar, Plastik Sanatlar,
İşitsel Sanatlar, Sahne Sanatları vb… bu disiplinleri anlatır.
Müzik, bu alanların içinde kendisi ile sanatın yapılıp - edilebildiği
bir disiplindir. Onun ‘sanat olanı’ vardır, ‘sanatsal olanı’ vardır. Bu
ayrım uzun ve çetrefillidir ancak müziğin ‘sanat olanı’
diyebildiklerimiz yukarıda anlatılan değerleri taşıdığını
gördüklerimizdir. ‘Sanatsal olanlar ise asıl fonksiyonları
eğelendirmek - eşlik etmek vb. niteliği taşıyanlardır; ytani amacı
araçsallıktır... O’nu –müziği- sanat halinde üretenler tarihte
besteci-yorumcu şeklinde niteleniyor ve bunların içinde yüksek
niteliğe sahip eserler bırakanlar dikkat çekiyor: A. Vivaldi- J.S.
Bach, W.A. Mozart, L.V. Beethoven bu nedenle tarih
sayfalarında büyük yer tutar.
Kimdir Bunlar ? Ne yapmışlar, neleri yaratmışlardır ? Bilmekte
yarar var…
Ama önce bu isimlerin içinde yer aldığı KLASİK MÜZİK esas
kimliğine ne zaman kavuşmuş ve bu nasıl olmuştur ? diye bakmakta
yarar var… Şöyle :
III
RÖNESANS
Rönesans, Batı tarihinin en coşkulu dönemlerinden biridir. 15. ve 16. yüzyıllarda
coğrafi keşifler, bilim, görsel sanatlar ve edebiyat, büyük gelişmeler gösterir.
Günümüzde geçerli pek çok kavramın tohumu, Rönesans’ın zengin dağarcığından
fışkırmıştır. Rönesans, sözlük anlamında yeniden doğuş demektir. Ortaçağ’ın
karanlığından sıyrılıp önceki parlak dönemin, eski Yunan ve Latin sanatının yeniden
keşfedilmesi, yeniden doğmasıdır. Bilimde, felsefede ve sanatta olduğu kadar insanın
günlük yaşamında büyük yeniliklerin yer aldığı; yaşama sevincinin, coşkunun her sanat
yapıtına yansıdığı dönemdir. Müzik tarihinde 1450’lerden 1600 başlarına kadar uzanan
zaman dilimini kapsar. Kilisenin bağnaz baskısından kurtulmaya çalışan insan, bu dünyanın
yalnız ölümden sonrası için bir hazırlık evresi olmadığını, bugünün de yaşamaya değer
olduğunu algılar. Sanatçı artık kişisel duygularını dile getirmenin, kendini ve çevresini
sorgulayabilmenin özgürlüğünü tatmaktadır. Ortaçağ’ın ağırbaşlı, soğuk anlatımına karşın,
sıradan insanın duyguları, güncel zevkleri ve doğallığı sıcak bir anlatımla gündeme gelir.
6
Diğer sanat dallarında olduğu gibi müzikte de doğalı yansıtan, akıcı, özellikle dans
adımları taşıyan bir stil gelişir. Dans müziği, danslara eşlik eden çalgılar, dansın
coşkusunu duyuran güçlü ritm ve dinsel yapıtlarda olduğu kadar din dışı yapıtlarda da
zenginleşen armonik yapı, Rönesans’ın disiplinli müziğinde başlıca özellikleridir.
*
*
*
Dönemin egemen ruhu, insancıldır. Rönesans sanatçısı kilise ve imparatorun
otoritesinden kurtulma çabasındadır. Öznel duygularını sıcak bir dille anlatan bir biçem
geliştirir. Ortaçağın yalnız cennete hazırlanan ortamı yerine bu dünyanın yaşamaya,
keşfedilmeye değer olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştır. İnsan olmanın kendine özgü bir
soyluluğu ve değeri vardır. Bu dans müziklerini ve din dışı şarkıları gündeme getirir. Öte
yandan kilise için bestelenen dinsel müzik de, zenginleşen teknikle, daha bilge ve derin
duyguları yansıtan bir kimliğe bürünmüştür.
Rönesans’ın yaşam sevinci dansları, danslar da çalgıları artırır. Böylece çalgılar için
ve çalgı toplulukları için bestelenen müzik doğar. Çalgılar artık insan sesine eşlik etmek
için ya da eksik insan sesini tamamlamak için kullanılmaz. Bu dönemde yalnız çalgıya dayalı
müzik, vokal müzikten bağımsız bir konuma kavuşmuştur.
Çalgı müziği de, Rönesans’tan sonraki Barok döneme geçişte vokal müzik kadar
önem kazanmaya başlar, madrigal ve chanson gibi vokal biçimleri için bestelenen müziğin
de çalgılara uyarlandığı, sırf çalgı müziği haline dönüştüğü görülür. Dans müziği de solo
çalgı ya da çalgı topluluğu için bestelenmeye başlanır. Çalgılar da çağın coşkun tınılarını
sunmak üzere zenginleştirmişlerdir. Yeni çalgılar icat edildiği gibi, eski çalgıların da
sesleri büyütülmüş, zamana göre değişikliğe uğratılmıştır. Özellikle Rönesans’ın son
dönemlerinde çalgılar da, çalgılar için yazılan müziğin tekniği de gelişme içindedir.
*
*
*
Rönesans müziğinin karakteristik ses yapısı, çalgıların homojen tınısıdır. Bu
nedenle çalgı aile yapıları gruplaşır ve ilk düzenli orkestraları andıran topluluklar oluşur.
Onaltıncı yüzyılın başlarında Reform’un etkileriyle Martin Luther ve yandaşları
Latince olan din müziğini kendi dillerine çevirdiler ve böylece her ülke kendi dilinde
konuşmaya, dua etmeye ve kendi dilinde şarkı söylemeye başladı. Bu dönemde müziğin
yığınlar üzerindeki sürükleyici etkisinin farkına varılmıştı.
Yine bu dönemde, onbeşinci yüzyılın ortalarında icat edilen matbaa, notaların
basılabilmesini ve çoğaltılabilmesini sağlayabilmiştir. Böylece Almanya’da gelişen nota
basımı ile değişik yörelerde bestelenen müzik, geniş kitlelere ulaşma olanağı
bulur:KLASİK MÜZİK böylesi hızlı ve zengin gelişimin içinden bugünküne kavuşacak
haline şekillenir.
7
BU DÖNEM İSE ARTIK BERRAKLAŞMIŞ SİSTEMLEŞMİŞ KURALLAŞMIŞ
ÜRETİMLERİ İLE BAROK DÖNEME KENDİNİ BIRAKMIŞTIR.
BAROK DÖNEM MÜZİĞİ
Tarih içinde, klasik müziğin kendi kimliği ile en gelişkin ilk görünümüne eriştiği
süreci anlatan Barok dönem, 1600 ile 1750 yılları arasında kalan ve İtalya’nın ilk opera
denemeleriyle ve orkestraların artık etkin olması ile başlayıp J. S. Bach’ın ölümüyle biten
dönem olarak anlaşılır. Klasik müzik, tüm ön tarihinin ardından bu günkü en bilinen
şekline bu dönemde kavuşmuştur. Müzik tarihinde barok çağı , rönesans özelliklerinden
yola çıkarak yüzelli yıllık bir akış içinde müziğe ait teknik uygulamaların son sıkı kurallara
kavuştuğu; kantat ve opera gibi sahne sanatlarının filizlendiği, senfonik orkestraların ilk
tohumlarının atıldığı, Vivaldi, Haendel ve Bach gibi büyük bestecilerin yetiştiği dop dolu
bir dönemdir. Barok en kısa tanımıyla eski sanatın yoğun şekilde süslendirilmiş ve derinlik
kazandırılarak uygulanmış biçimidir.
Barok müzik, İtalyan bestecilerin dünyasından doğar ve onların belirleyiciliğinde
gelişir. 17. yüzyılın ortasına dek İtalya, Avrupa’nın en önemli müzik merkezlerini
barındıran ülkedir. Venedik, Floransa, Napoli ve özellikle dinsel müzik bestecileri
yetiştiren Roma ayrı ayrı birer merkez halini alırlar. Avrupa’nın her yerinden müzik
eğitimi almak için öğrenciler İtalya’ya akmaya başlar.
Barok sanatın özellikleri şöyle özetlenebilir: Varlıkların güzelliğinden duygusal bir
etkilenim ön plandadır ve barok anlayış bu etkiyi ince ayrıntılarıyla göz alıcı bir biçimde
işler. Bu işleyiş içinde gösteriş ve görkeme düşkündür, işçiliğe ve sanata önem verir; süs
ve gösterişle boğacak düzeyde karşılaşsak bile... Bu, sanatın her dalında gözlemlenen bir
durum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Rönesans, tüm sanat dallarında sadelik, temizlik ve saflık dürtülerini
güçlendirmişti. 16. yüzyılla birlikte, duyguların dışa vurumu çok daha önemli bir noktaya
geldi. Yeni ve güçlü yaratılar geliştirmek için yeni bir müzik stili yaratmak o zamanlar
gereksiz geliyordu. Rönesans’ın çoksesliliği, yaklaşmakta olan yeni dönem için hoş değildi.
Rönesansın aksine, Barok dönemin en önemli yeniliklerinden birisi karşıtlıkların tercih
edilmesiydi. Ayrıca, Rönesans müziğinde tek düzelik en göze çarpan özellikti. Her şarkıcı
(veya çalgıcı) müziği aynı anda çalar, aynı anda bitirirdi. Bu müzik, yaklaşmakta olan
barok dönemin yapısına hiç de uygun değildi.
Barok müziğin özelliklerini ana hatlarıyla aktarmak için toparlayıcı olarak şunlar
söylenebilir:
Hiç boşluk bırakmaksızın yapılan seslendirmelerde ortaya çıkan
birçok
hareket vardır; bu yüzden bu müzik dinamik – enerjik bir etki bırakır. Birçok ses,
armoni ve hatta melodi aynı anda çalınır, bu da yoğun bir müziğin ortaya çıkmasına
neden olur.
8
Barok dönemde müzik, modern müzikal dilin gelişiminde kuşkusuz en önemli
kilometre taşı olmuştur. Bu yüz elli yıl içerisinde, müzikal formlar değişip geliştikçe bir
yandan da daha sonrasının ve bugünün müzik standartlarını belirlemeye başlamıştı. Bir
başka önemli görünüm ise müziğin, bu dönemde evrensel bir dil taşımaya başlaması,
ulusallıktan çıkıp tüm Avrupa ve dünyaya seslenmesidir.
Barok müzik bestecilerini incelediğimizde karşımıza romantik dönemdeki kadar
çok isim çıkmaz. Hatta, klasik ve 20. yüzyıl dönemlerinin üçte biri bile çıkmaz ama tüm bu
dönemlere öncülük eden unutulmaz isimler vardır. Sayıları çok az da olsa, bir müzik tarzı
geliştirmişler, tüm dünyaya tanıtmış ve çığır açmışlardır. Bu bestecilerin içinde en
önemlileri C. Monteverdi, A.Corelli, G.P. Telemann, G.F.Haendel, A.Vivaldi ve J.S.Bach
dır.
IV
Antonio Vivaldi
Barok müziğin önemli ismidir. J. S. Bach’ta çok popüler bir isimdir ancak barok
dönemin simge ismidir. Antonio Vivaldi ondan farklı olarak barok müziği hiç sevmeyen
kişiler tarafından bile yoğun beğeniyle karşılanmış bir besteci ve keman sanatçısıdır.
Bazı insanlar için Vivaldi denince akan sular durur, bazıları ise kendini sürekli bir
tartışmanın içinde bulur. Bu genellikle klasik batı müziğiyle ilgilenen ve ilgilenmeyen
kişileri ortaya çıkarır. Klasik batı müziğiyle yakından ilgilenen, bu konuda entellektüel bir
birikime sahip kişiler genelde Vivaldi’ye tapınmazlar. Bu, diğer “her türü dinleyen”
insanların tarzıdır. Bu tapınmamanın ve tartışmanın ana nedeni Vivaldi’nin her eserinin
birbirinin kopyası olacak kadar yakın benzerlikler göstermesidir. Bu tabii ki “Adamın
kendine has stili var. Kendi müziğini yaratmış” diyenler kadar “Çünkü başka bir şey
becerememiş” diyenleri de haklı çıkaracak bir tartışmadır ve durulacak gibi
görünmemektedir.
11 Haziran 1669’da Venedik/İtalya’da doğan Vivaldi, tüm bu tartışmalara rağmen
en eğlenceli ve dinlemesi hoş müzikleri yaratan bestecilerin başında gelir. Vivaldi’nin
müziği önyargısız ilk defa dinlendiği zaman tüm zamanların en güzel müziği gibi gelebilir.
Antonio Vivaldi, 38 yaşında Hesse Darkstadt Kontu’nun yanında besteci ve keman
sanatçısı olarak çalışmış, bu görevi 1713 yılına kadar sürdürmüştür. Bir sene sonra da
Venedik’te bir kız yetim okulunun (Ospedale della Pieta) koro ve orkestra yöneticiliğine
getirilmiş, bu okulla birlikte Avrupa’nın pek çok yerinde konser vermiştir. Burada çalıştığı
süre içinde eserlerinin bir çoğunu bu koro ve orkestra için yaratmıştır. 1725 yılından
sonra tek başına konserler vermeye, konçertolar yazmaya başlamış ve Avrupa çapında
büyük ün sahibi olmuştur.
9
Antonio Vivaldi’nin hemen tüm yaratıları keman konçertosu biçimindedir. Müzik
tarihinin ilk konçertolarının yazıldığı döneme denk düşer, hatta konçerto formunun
yaratıcısı olarak kabul edilir ve buna bağlı olarak Konçertonun Babası diye anılır. Ancak,
Vivaldi herkesin zannettiği gibi sadece keman ve orkestra eserleri yazmamıştır. Kemanın
yanı sıra flüt, obua, fagot gibi çalgılar için yazdığı birçok konçerto ve konçerto
grossonun yanısıra, birçok sahne kantatı ve bilinen 38 opera eseri vardır.
Vivaldi, kazandığı ünü yaklaşık 10 yıl sonra kaybetmiş ve 23 Temmuz 1741’ve
Viyana/ Avusturya’da yoksulluk içinde ölmüştür. Yarattığı birçok unutulmaz eserin içinde
en bilinen ve halen popüler olan eseri Le Quatro Stagioni dell’Anno’dur. Bu yapıtın Türkçe
adı Dört Mevsim’dir. Dört ayrı konçertonun toplanmasından oluşmuş bu büyüleyici eser,
müzikalite ve virtüözitenin bir arada sergilediği büyük uyumla mükemmel bir müzik
eserinin nasıl olması gerektiği konusunda ders verir niteliktedir.
Johann Sebastian Bach
Barok müzik –aslında bir bütün halinde Klasik Müzik- denildiği zaman, hiç kuşkusuz
akla ilk gelen isimlerden birisi Johann Sebastian Bach’tır. Barok dönemin sonuna yetişmiş
olsa da, müzik tarihinde her dönemin, özel olarak barok dönemin en önemli ismi kabul
edilir. Johann Sebastian Bach tam anlamıyla müzikçi bir ailenin çocuğudur. Dedesinden
torunlarına kadar müzik konusunda oldukça isim bırakmış bir ailedir Bach ailesi. Ancak,
Johann Sebastian Bach en önde gelenidir.
21 Mart 1685’de Almanya’nın Eisenach adlı küçük bir kasabasında doğmuş ama
yaşamının büyük bölümünü, aynı zamanda öldüğü kent de olan Leipzig’de geçirmiştir. 25
yaşına kadar büyük ölçüde kendi ilgi ve çabasıyla sürdürdüğü müzik çalışmalarını, bu
yaşından sonra girdiği Lueneburg Michaelis Schule für Musik’te sürdürmüştür. Burada
üstün yeteneğiyle dikkati çekmiş ve kısa süre sonra bu okuldan ayrılıp Hamburg’a gitmiş,
orada çeşitli orkestralarda org ve harpsichord sanatçısı olarak çalışmıştır. Aynı yıllarda,
saray orkestrasında kemancı olarak da bulunmuştur (1703). Zamanın ünlü klavye ustası
Buxtehude’nin öğrencisi olmuştur (1705). Daha sonra, saray orkestrası orgçuluğu (1708),
saray orkestrası yöneticiliği (1714-1717) yapmıştır. 1723 yılında Leipzig Thomas
Kilisesi’ne kantor olarak atanıp, Leipzig Ünivesitesi Müzik Bölümü Başkanlığına getirilmiş
ve ömrünün sonuna kadar bu görevi sürdürmüştür. Tüm bu yıllar içinde günde en az 30-35
sayfa müzik yazdığı bilinmektedir. Johann Sebastian Bach, ömrünün sonlarına doğru
geçirdiği bir hastalık yüzünden kör olmuş, bu onu tanrıya daha çok bağlamış ve en derin
dinsel öğeler içeren yapıtlarını ömrünün bu son dönemlerinde vermiştir.
Johann Sebastian Bach, birçok türde binlerce eser vermiş ama bunların bir
kısmını kendi yakmış, bir kısmı da kaybolmuştur. Buna karşın bu ünlü besteci 1750 yılında
yaşama veda ettiğinde günümüze en az 2000 eseri ulaşmıştır.
J.S. Bach’ın müziğinde yüksek bir zeka ve akıl görürüz. Eski dinsel müziklerden,
zamanın popüler armonik müziğine kadar, çoğu zaman bunların senteziyle, hatta
10
çeşitlemeleriyle Bach’ın müziği apayrı bir dünyadır. Barok dönemi izleyen klasik dönemin
ortaya çıkmasında hiç kuşkusuz en önemli isim Johann Sebastian Bach’tır.
Onun ve dönemin diğer isimi G. F. Haendel’in ölümü ardından müzik sanatında
başbir dönem; Klasik Dönem açılır. Ki Bu dönemin de 2 önemli ismi tarih sayfalarında
büyük yer kaplar:
Wolfgang Amadeus Mozart
(1756-1791)
Tüm zamanlarda üstünlüğü tartışılmayan, eşsiz bir besteci düşünecek olursanız,
bu W. A. Mozart’dan başkası olamaz. Müzik tarihinin hep dahi çocuğu olarak anılan
Mozart kadar adından çok söz ettirmiş, üstüne pek çok yazı yazılmış, film ve tiyatro
konusu haline dönüşmüş bir başka besteci yoktur. Yapıtlarındaki pırıltılı huzur, ayrıntıya
özen ve dikkat çok güçlüdür. 35 yıllık kısa ve trajik yaşamına sığdırdığı 600’den fazla
yapıtla insanlığa kocaman bir hazine sunmuştur.
Bu Avusturyalı besteci Salzburg’da doğmuş, Viyana’da ölmüştür. Besteci ve
kemancı Leopold Mozart’ın oğludur. Altı yaşında keman ve piyano çalan Mozart, daha o
yaşta küçük egzersiz parçaları besteliyordu. 1762 yılında babası ve ablası Naneri ile
birlikte uzun bir konser seyahatine çıkarlar. Münih ve Viyana’da ilgi gören küçük sanatçı
ve ablası seyahatlerini Paris ve Londra’ya kadar uzattılar. Mozart Paris’te belli başlı ilk
eserlerini; dört keman ve piyano sonatını yazdı. Küçük besteci daha sonra, ailesi ile
birlikte 1768’de Viyana’ya döndü. Aynı yıl İmparator İkinci Joseph için ilk operası “La
Finta Semplice”yi yazdı. Bundan sonra “Bastien ve Bastienne” adlı küçük operasını yazan
sanatçı, yine Viyana’da birkaçdua korosunu idare etti. 1769’da Salzburg’da kilise orkestra
şefi oldu. Aynı yıl babasıyla İtalya’ya gitti ve Roma’da papa tarafından altın madalya ile
onurlandırıldı. Burada İtalyan müzikçi Padre Martini’nin de kısa bir zaman için öğrencisi
oldu.1770’te ülkesine dönen genç besteci “İl Segno di Scipione” ve Milano için “Lucia
Silla” operalarını besteledi. 1777 yılına kadar Salzburg’da kalan Mozart aynı yıl
Mannheim ve Paris’e gitti; fakat hiçbir başarı kazanamadı. Paris’te annesinin ölümü
üzerine tekrar ülkesine döndü. 1779’da saray organisti tayin edilen Mozart 1780 –
1781’de ilk operası “İdomeneo”yu verdi. 1781’de Salzburg’u bırakarak Viyana’ya geldi ve
orada yerleşti. Aynı yıl yazılan “Saraydan Kız Kaçırma” operası başarı kazandı. 1782’de
Constanze Weber ile evlendi. 1782 – 1785 yılları arasında yazdığı eserleri şunlardır:
Haydn’a ithaf edilen altı tane yaylı kuarteti, birçok piyano konçertosu ve çeşitli konser
aryaları. 1786’da “Figaronun Düğünü” operası büyük başarı kazandı. Ertesi yıl Prag için
“Don Juan” operasını yazdı. 1788’de birbiri arkasından son üç senfonisini; mi bemol
majör, sol minör ve do majör “Jupiter”i verdi. İmparatorun emri üzerine “Cosi Fan Tutte”
adlı komik operayı yazdı. 1791’de son ciddi operası “Titus”u ve Schickaneder’in teksti
üzerine “Sihirli Flüt” operasını yazdı. Aynı yılın Temmuz’unda başladığı “Requiem”ini
bitiremedi.
Mozart kısa hayatına rağmen pek çok eser yazmıştır.
11
Operaları, Orkestra eserleri
eserleri sayısı toplam 600’ü bulur.
Konçertoları, Piyano eserleri,
Oda
müziği
Mozart’ın bütün eserleri Dr. Ludwig Köchel tarafından kronolojik olarak sıralanmış
ve numaralandırılmıştır. Bu nedenle eserleri Köchel (K) sayısı ile numaralandırılır; “42
Köchel Sayılı …senfonisi”gibi..
Klasik dönemde kuşkusuz Türk adını müzikte en çok duyuran besteci Mozart’tır.
Sonat, konçerto, opera ve balelerinde Türk vurma çalgılarını ya da renklerini kullanmıştır.
1775’de yazdığı “Türk Marşı” ile 1782’de yazdığı “Saraydan Kız Kaçırma” operası bunların
içinde en ünlüleridir.
*
*
*
Klasik dönemi sonlandırıp Romantik Döneme bağlayan büyük deha ise Ludvig Van
Beethoven’dir (1770-1827). 18. Yüzyılın 19. yüzyıla kavuştuğu günlerin müzikte en önemli
ismi Beethoven için, klasik dönemin hazinesini Romantik dönemin kaynaklarına aktaran bir
köprüdür diyebiliriz. Bir dönemi kapatıp diğerini açan Beethoven’in üretimleri, birilerini
memnun etmek veya gösteriş için değil iç dünyasının gereksinimi olduğu için yazılmıştır
diyebiliriz. Genç yaşta başlayan sağırlığı (1798) giderek ağırlaşmış ve 1820’de işitme
duyusunu iyice yitirmiştir. İyi eğitimi ve üstün yeteneği, sağırlığın besteleme sürecini
kesmesine izin vermez. Sahiden Romantik bir yaşam sürmüş, özel bir bestecidir O.
Ludwig Van Beethoven
Bakınız ve bazı eserlerini dinleyiniz (şuradan) :
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ludwig_van_Beethoven
ROMANTİK DÖNEM
(Bireysel Bilinç ve “Ben”in Açılımı)
12
Klasik müziğin 1790 ve 1910 yılları arasında geçirdiği bir dönemi tanımlarken
kullanılan “romantizm” terimi, 19. yüzyılda Aydınlanma Çağı’nın katı ve kuralcı
bilimselliğine tepki olarak çıkan bir akımı veya yaşanan devrimsel değişimleri ile bir
patlamayı anlatır. Avrupa coğrafyasının çeşitli bölgelerinde birbirinden farklı şekillerde
ortaya çıkan romantizm akımının yaşandığı ülke ve şekiller farklılık gösterse de akımın
genel karakterini oluşturan temel özellikler her yerde aynı kalmıştır. Romantizm
sırasıyla, İngiltere’de estetik, Fransa’da sosyal ve Almanya’da felsefi boyutlarda
yaşanırken giderek bütünselleşerek kendisinden önceki dönemlere karşı neredeyse tüm
alanlarda genel bir tavır halini alır. Doğanın gerçek anlamını kavrama uğraşının önünde
birer engel olarak görülen kural ve normlar yıkılarak yerine ancak özne ile birlikte var
olup onunla açıklanabilen sezgiler konur. Bu değişim ilk olarak şiir ardından da resim ve
müzikte yaşanır.
Topluma ve dünyaya karşı duruşu, geleneklere karşı tavrı ile Beethoven romantik
akımın önderi ve modelidir demiştik. Önceleri sıradan bir saray hizmetçisinden başka bir
şey olmayan müzisyen artık “sanatçı” kimliğini kazanmıştır. Romantik dönemin en büyük
özelliklerinden biri olan virtüözler de işte bu yoldan geçerek yetişen sanatçılardır.
Beethoven’la birlikte sanatçı kitleleri etkisi altına alarak onlara hükmetmeye, kültürel
açıdan yükseltmeye, onları değiştirmeye ve bir araya getirmeye başlar. Zaten
romantizmin olgunluk süreci içerisinde doğal olarak ortaya çıkan ulusal akımlar da bunun
bir göstergesi veya sonucudur.
Romantik dönem bestecileri Beethoven ile başlayan bu kopuşun getirdiği maddi
kaynak sıkıntısını aşmak üzere yeni işler edinmeye başlar. Berlioz kütüphanecilik, Wagner
13
müzik direktörlüğü, Schumann orkestra şefliği gibi ek işler yaparak geçinen
bestecilerdendir. Maddi kaynakların yaratılması ve bestecilerin bağımsız eserler
üretebilir hale gelmesi ile birlikte romantizmin anahtar kelimesi olarak “ben” ortaya
çıkar. Besteci artık izole bir hayata sahiptir, kimseye bağlı kalmaksızın istediği gibi
üretip içinden geleni yapma özgürlüğü vardır. Beethoven’la birlikte senfoni, orotoryo,
koral müzik, çalgısal müzik ve hatta operaların bile herhangi biri tarafından
ısmarlanmaksızın, hayali bir topluk, gelecek ve hatta sonsuzluk için yazılmaya başlandığı
bir döneme girilir. Tüm gelenekler teker teker yıkılmaktadır. Tüm sanatlar müzik
içerisinde buluşmakta ve müzik tüm sanatlar adına konuşan bir üst sanat haline
gelmektedir. Müzik, anlatılmaz olanın anlatıldığı, somutlaştırıldığı mistik, sihirli ve
alışılmamış herşeyin yaratılabildiği bir ortam haline gelir.
Romantikler müziği tüm sanatların merkezi, kaynağı ve çekirdeği olarak görürken
romantik müzisyenler de çalgısal eserleri müziğin merkezi olarak görüyordu. Romantik
dönemin virtüözler dönemi olarak ayrıcalıklı bir yere sahip olmasının altında bu temel
görüş bulunmaktadır. Çalgıların teknik olarak mükemmele yakın üretilmeye başlanması,
piyanonun evrimi ve çekiç mekanizmasının daha metalik bir ses veren deri yerine sıcak ve
yumuşak bir ton veren keçe ile kaplanması gibi gelişmeler çalgısal müziğin romantik
dönemin en önemli üretimlerinden biri olmasında önemli role sahiptir. Besteciler aynı
zamanda çalgılarında da yüksek hakimiyete sahip oldukları için her çalgının sınırları
zorlanmış, teknik açıdan icrası oldukça güç eserler derin felsefi arka planlar ile
örgülenmiştir. Romantik dönem müziği üzerinde en büyük etkiyi edebiyat ve özellikle
şiirin yapması bestecileri müziği yeni bir bakış açısı ile tekrar ele almaya iter. Müzik, şiir
ile organik bir bağ kurarak yeni bir bileşim oluşturur.
14
Bu müziğin kendisini dinleyenlere açıkça teslim etmemesinin altında yatan gerçek,
yüksek kültürel birikimli bestecilerin ortaya çıkmasıdır. Besteciler çoğunlukla müzik
dışında kalan çeşitli alanlarda da eserler veren veya en azından bu alanları oldukça iyi
tanıyan çift yetenekli yaratıcılardır artık. Bu şimdiye kadar görülmemiş yeni bir olgudur.
Schumann’ın hem hukukçu hem felsefe doktoru, Weber’in yazar, Wagner’in ressam
olması bu bestecilerin eserlerine de büyük ölçüde yansır. Örneğin Schumann’ın piyano
müziği basit görünmekle birlikte son derece büyük teknik zorluklar içeren felsefi açıdan
oldukça derin içeriğe sahip bir müziktir. Weber ise yazdığı eserlerde kendisine ait
metinleri kullanıyordu. Wagner’in aynı zamanda bir ressam olarak resim sanatı ile
kurduğu ilişki romantik dönemin en önemli türü olan lied’lerin gelişmesinde ve Wagner
aracılığı ile doruğa ulaşmasında en önemli etkiye sahiptir. 18 ve özellikle 19. yüzyıl şiiri,
bestecilerin, metinlerin imge ve duygularını müzikle şekillendirdiği sanatsal şarkılarının
(lied’lerin) temelini oluşturdu. Bu türde 19. yüzyılda en başarılı örnekler Schubert,
Schumann, Brahms, Wolf ve yüzyıl sonlarına gelindiğinde Richard Strauss tarafından
sergilenmiştir. 19. yüzyılın “yüksek kültürlü müzisyen” tanımına örnek olarak gösterilecek
belki de en önemli besteci, hem yazar hem edebiyatçı hem de bir salon felsefecisi olan
Franz Liszt’tir.
Romantik müziğin kendi kimliğini kazanması ile birlikte ulusal sınırları aşıp Rusya,
Bohemya, Macaristan, Polonya, Danimarka, İsveç ve Finlandiya’ya yayıldığını bu sırada
ulusal izlerin giderek belirginleştiğini görüyoruz. Dönemin başlamasından önce ağırlıklı
olarak İtalya, Almanya ve Fransa’da görülen müzikal hareketlilik, döneme girilmesi ile
birlikte tüm Orta ve Batı Avrupa’ya yayılır. Daha önce müzik anlayışı bakımından bir
bütün teşkil eden ülkeler romantizmin başlamasından itibaren birçok müzikal bölgeye
15
ayrılır. Polonya’dan sonra Macaristan ve Bohemya, ardından Rusya ve İspanya, üç
İskandinav ülkesini takiben Hollanda ve son olarak Ruya’nın birer parçası olan Baltık
ülkeleri Yugoslavya, Romanya ve Bulgaristan ulusal kimliklerini romantik müzik içerisinde
eriterek yaşatan ülkeler olur. Avrupa’daki bütün bu yayılmanın dışında kalan İngiltere ise
halk şarkıları ve ulusal izlerin müziğe taşınarak vurgulanmasını yüzyılın sonuna doğru
gerçekleştirir. Halk şarkılarının sanat müziği ile iç içe geçirilmesi aynı zamanda
müzikolojinin de doğumuyla aynı döneme denk gelir. Bu folklorik kavramlar, 20. yüzyıl
başlarında keşfedilenlerle birlikte, müzik sanatına bir çok (geleneksel yaşam içi) eski,
ama klasik müzik için yeni denilebilecek armoni ve ritim kavramını yeniden sunar.
Folklorik olana ilgi, müzik tarihine yönelik 19. yüzyılda başlayan önemli sistematik
araştırmalarla beslenip gelişmiştir.
Romantik müziğin klasik dönem anlayışının kural ve katılığına bir tepki olarak
geliştiğini ve müzikal geleneklerin büyük ölçüde yıkıldığını bir kez daha vurgulayalım..
Romantik dönem müziğinin karakteristik özellikleri içerisinde en önemli ve devrimsel
olanı kuşkusuz bestecilerin kendi iç dünyalarına dönerek en gizli ve öznel olan duyumlarını
müziklerine konu olarak seçmiş olmaları ve buna bağlı olarak insana özgü içten,
kendiliğinden ve tutku dolu eserlerin yaratılmasını sağlamalarıdır. Bu bakımdan romantik
dönem bireysel bilinç dönemidir ve anahtar kelimesi “ben”dir. Her dönemin kendisinden
önce gelen döneme bir tepki olarak doğduğu düşünüldüğünde klasik döneme tepki olarak
doğan romantik dönemin barok dönem ile organik bir bağı bulunduğunu sezmek
mümkündür. Klasik dönemde tamamen dünyevi olan sanat anlayışı romantik dönemde tıpkı
16
barok dönemde olduğu gibi mistisizme ve doğa üstü bir sanat anlayışına dönüşür. Bu,
müzikal anlatımın soyutlaşarak dünyevi olandan kopuşudur. Besteciler giderek artan bir
ilgiyle gerçek ötesi ve doğa üstü konulara yönelir. Doğa üstü konuların yanı sıra doğanın
besteci üzerinde bıraktığı etkiler de müziğin konusu haline gelir. Günlük olay ve
yaşantılardan kopularak hayal gücü ve fantazilerin ağırlıkı olduğu bir anlatım benimsenir.
Besteci için önemli olan kendi duygularıdır ve heyecan, tutku, korku, üzüntü gibi her tür
duyguyu dilediğince ve derinlemesine işlemektedir. Sanat doğanın sanatçı üzerindeki
etkilerinin aktarılması yoluyla yapılmalıdır ve içtenliği sağlayacak her tür biçim
kullanılabilir. Bu bakımdan romantik döneme özgü yazı stilleri veya formlar ortaya çıkar,
daha önceki dönemlerden aktarılanlar ise büyük ölçüde genişletilerek bambaşka yapılar
haline getirilir. Klasik dönemin en belirgin özelliklerindne biri olan anlatımda netlik ve
sadelik anlayışı yerine karmaşık ve puslu bir anlatım benimsenir. Nocturne, romance,
fantezi vals, mazurka, polonez gibi türler hem ulusal akımların hem de bireysel
yaşantıların en uygun ifade edildiği türler olarak büyük önem kazanır.
ve 20. YY ile SONRASI …
Büyük şair Nazım Hikmet şöyle diyor Karıma Mektup adlı şiirinde:
Bir tanem!
Son mektubunda: 'Başım sızlıyor yüreğim sersem! ' diyorsun”
'Seni asarlarsa seni kaybedersem’;
diyorsun; 'yaşıyamam! '
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın kalbimin
kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
17
yirminci asırlılarda
ölüm acısı.(…)
Nasıl bir yüzyıldır ki bu hayata tutkuyla bağlı, dünyaya sesini duyurmuş bir şair bile kendi
ölümü arkasından olacakları böyle yazar? Bu asrın insanları nasıl düşünüp, nasıl
yaşamışlardır? Hayatlarına yükledikleri anlam neydi?
Bazı tarihçilerin ORTAÇAĞ a toplam bir günden ibaret bir çağ derler demiştim derslerimde. Çünkü
Ortaçağ’ın her günü birbirine benzerde ondan... Bir de Ortaçağ durağan, katı ve değişimin çok
uzun zamanlara yayıldığı bir dönemdir demiştik ya belki de şimdi bunun tam tersini
söyleyebiliriz artık. Bu çağda insanlık öylesine büyük bir hızın içinde öylesine hızla kendisini
kaybedip günlük yaşamın pratiğinde boğulacaktır ki başka hiç bir çağda hayat bu kadar
yoğun bir bilgi akışıyla doldurulmamış, bu kadar baş döndürmemiştir. AN’ ların
paramparça ettiği kişiler çağını getiren yılları yaşatır 20. YY.
20.yüzyıl biterken ölümün, yaşamın, aşkın, ideallerin, erdemin… neredeyse hiçbir
anlamı kalmayacaktır artık. İnsanlık, modern zamanlar olarak adlandırılan bu yüzyılın
özellikle son yirmi yılında yeni bir anemi toplumuna dönüşecek, insan sanki yepyeni bir
antropolojik tipe evrilecek, hayatın her alanında adeta bir lunapark hayatı geçerli olacaktır. Bu
yüzyıl ayakların yerden kesildiği, yere hiç basmadan sürekli bir koşuşturmaya katılıp,
bireyin kendisine ilişkin kararların alımını başkalarına terk ettiği bir görüntüyle bitecektir.
Zaten bu yüzyılın sonunda olup-bitenler de post-modernizm olarak adlandırılacaktır
Bu yüzyılın sonlarına doğru karşımızdaki insan beynin neredeyse her bir kesiti için
üretilmiş görüntülerin bombardımanı altında kalan insandır. Hızın tam ortasında, kendisi için
düşünmeyi, yapıp-etmeyi bütünüyle başkalarının iradesine terk etmiş insan!..
İnsanlığın başı dönmeye başlar. Sokağın ortasına kusuveren bir sarhoş gibidir
aslında, sarhoşluktan acısının nedenini bile sorgulama gereği duymaz. Hayatın her alanına
denk gelen türde bilgi çoğalır ama bu bilgi insanlık için ne ifade eder? Bu kadar bilginin
ürediği bu çağın sonunda, şimdi insanlığa ne olmuştur?
Bütün bu sorular, çağın hemen başında ilk olarak sanatçıların aklına geliyor. Çünkü
başka bir akıl ile başka bir doğa oluşturan bu alanın insanları olan sanatçılar her zaman
18
kendilerine dert edindikleri hayatın tüm detaylarını, yaşanmakta olanlara dışarıdan bakıp
sorguluyorlar! Bu nedenle yirminci yüzyılın daha başındayken ilk olarak onlar büyük
buhranların, yıkım zamanlarının yaklaştığını hissediyorlar.
Acaba dünyaya gelmiş ve belki de gelebilecek en meraklı insanlar onlar mıdır?
Doğayla ve evrenle ilgili sorularılar aklımızda belirir belirmez soran bakışlarımızı kendimize
çevirir, zihnimize birçok başka soru akıtırız ya; işte sanatçılar da düne, bugüne, yarına ait
olan, kendilerini rahatsız eden bütün soruların karşılıklarını kendi dilleriyle ararlar.
Örneğin Melih Cevdet Anday, Yağmurun Altında şiirinde şöyle diyor koca
bir 20. yüzyıl için;
Yirminci yüzyılı yaşadım
Ertelenmiş bir yüzyıldı bu
Yıkık bir sur yazgımızın uydusu
Bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte
Bırakmaz günün adını koyalım.
Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz
Herkes içindi ve kimse içindi
Okunmamış bir yazı, umudu doyuran,
Duaları düşünmek neye yarar
Kurgular tutuşturdu bacalardan.
Yirminci yüzyılı taşıdım
Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar
Ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle
Çıplak su gibi yinelenir zaman
Gökyüzünde usumuzun dirliği
Aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik
Bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan
Bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi
19
Sabırsız testi, hep dolar gibi olan
Her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki!
………………….
………………….
….
Biz neden büyük bir sanat yapıtı karşısında sarsılır, adeta büyüleniriz? Ya da bizi
etkisine altına, çekim alanına nasıl alıverir, bize “İyi ki yaşıyorum!” dedirtir? Sanat ve bilim,
Yalçın Küçük’ün dediği gibi bir bütünden seçip ayırma işi; bütünü, bir kütleyi işleyerek değiştirip
geliştirme eylemi midir? Bunu günlük sözcüklerden, devasa bir taş yığınından, ortalıkta öyle
kendiliğinden dolaşıp duran seslerden seçerek mi yapar sanatçı? Yoksa, gerçek bir sanat
yapıtı özetleyerek söylersek seçip çıkarma, seçtiklerini belli bir düzene koyma işinin en
yetkince yapılanı mıdır? Hep söyledik, yine söylüyoruz: Bunu en iyi müziğin sanat olanı
anlatıyor!
Bir besteciye, kendi yapıtını piyanoda çaldıktan sonra dinleyenler sorar: “Üstat,
eseriniz neyi anlatıyor ?” Üstad, dönüp eserini yine çalar ve cevap verir: “İşte bunu
anlatıyor!”
Ya, seçilmiş olanın girdiği düzenin arka planı?
Burada, başka bir yaşanmış öyküyü paylaşayım sizlerle.
Bir gün Rodin atölyesinde bir heykel üzerindeki son çalışmalarını yapıyordur. Rodin heykelin yanına
kurulmuş bir merdivenle onu değişik açılardan büyük bir dikkatle birkaç kez daha inceler. Uzun
süreden beri çalışıyor olmanın yorgunluğu içinde ama biraz önce bitirdiği heykelin hazzıyla doludur.
Heyecanla bir öğrencisini çağırır. Öğrencisiyle birlikte heykelin etrafında, onu bir kez daha süzerek
döner, gözlerini heykelinden ayırmadan, büyük bir gururla sorar “Nasıl buldun?”.Öğrencisi heykelin
ellerine büyük bir dikkatle, değişik açılardan bakar. Yaklaşır, uzaklaşır, bir kez daha bakar. Yüzünde
büyülenmiş bir ifadeyle “Hayatınız boyunca hiçbir şey yapmasaydınız dahi bu eller sizi tarihe
kazımaya yeterdi. Bu eller mükemmel!” diye haykırır. Rodin ne diyeceğini bilemez bir halde, hızla
atölyeden çıkar. Öğrencisi ne olduğunu, Rodin’in yüzündeki ifadenin neden birden değiştiğini
20
bilemez. Rodin yanında bir başka öğrencisiyle döner. Heykeli nasıl bulduğunu sorar. Öğrencisi heykeli
büyük bir beğeniyle birkaç dakika süzer ve bakışları ellerinde takılı kalır. “Bu eller yaşıyor. Derilerinin
altında dolaşan kanın titreşimi yayılıyor adeta. Kutlarım efendim!” diye haykırır. Rodin yüzü
katılaşmış bir şekilde, hiçbir şey söylemeden yine hızlıca çıkar atölyeden. Yanında bir öğrencisiyle
döner. Bu kez heykele hiç bakmadan, girer girmez sorar “Söyle bakalım, nasıl olmuş?” Öğrencisi
heykeli dikkatle inceler. Ellere takılı kalır. O sırada Rodin bağırır “Söylesene nasıl buldun?” Öğrenci
elleri incelemeyi sürdürürken heyecanla “Tanrım, bu bir mucize! Hayatın sırrını biliyorsunuz siz!”
der. Rodin çılgına döner ve eline geçirdiği bir baltayla heykelin ellerini hırsla parçalar. Şaşkına
dönmüş öğrenciler “Ne yapıyorsunuz? O eller birer mucizeydi” diye bağrışırlar, şaşkınlıktan taş
kesilmişlerdir.
Rodin öfkeyle haykırır “Aptallar! Ben bu elleri, kendi başlarına yaşamaya kalktıkları için parçaladım!”
Rodin arkasında donup kalmış öğrencilerini bırakarak hırsla atölyeyi terk eder.
Örneğin; yapıtının herhangi bir parçasının bütününün güzelliğini örtmesine izin vermez
sanatçı; öğrencilerinin heykelin bütünü yerine parçasına takılmış olmaları bu yüzden
kızdırmıştır Rodin’i. Sanat yapıtları işte bu yüzden çağlar sonrasına bile ulaşıp güzelliklerini
yitirmezler. Çünkü her büyük sanat yapıtında müthiş bir özen vardır. İşte bu yüzden eserin
uyumu karşısında şaşırıp kalırız, sanatçısının bu uyum için çekmiş olduğu sancı karşısında,
belki de bizden birinin sıradan şeylere vermiş olduğu düzenin yüceliği karşısında…
Düşünceyi mermere işleyen usta, heykelleriyle sevişen adam derler François-Auguste-René Rodin’e.
Paris'te 1840’ta doğar, La Petite École yani Küçük Okul isimli bir özel desen ve matematik
okuluna girdiğinde heykele olan yakınlığının farkına varıp desen becerisini geliştirmeye
başlar burada. İlk yapıtlarını sergildiğinde önceleri hiç dikkat çekmez onun sanatçı gücü.
Ama gerçek boyutlu bir insan bedeni çalışması olan, Tunç Çağı adını verdiği bronz heykeline
başladığında artık herkes farkındadır ne denli büyük bir sanatçı olacağının.
1882'de Adem, Havva ve ünlü Düşünen Adam adlı heykellerini yapar. Sonra sırasıyla Victor
Hugo büstünü, iki yıl sonra Calais Burjuvaları Anıtını, ertesi sene Öpüşme'yi yapar.
1888'de devlet, Uluslararası bir sergi için O2na Öpüşme'nin mermerini ısmarlar. 1889'da
empresyonizm (izlenimcilik) akımının öncülerinden Fransız ressam Claude Monet'le birlikte
bir sergi açar.
( internette bkz. Monet resimleri Rodin heykelleri )
21
1917 yılına gelindiğinde Rodin artık yaşlanmıştır. 17 Kasım 1917'de, yani bu Devrimler
Çağı diye de adlandırılan yüzyılın tüm boyutlarıyla yaşanmaya başlanmasından kısa bir süre
sonra hayata veda eder. Üzgün ve büyük bir ustayı gömmeye götürdüğünü bilen büyük bir
insan seli eşliğinde Meudon'daki Villa des Brillants'ın bahçesine, daha yirmisindeyken
tanıyıp aşık olduğu Rose'unun yanına gömülür. Bu iki sevgilinin mezarlarının başında her
bir parçasıyla, bütün kaslarıyla düşünen; kendisiyle beraber Rodin’i ve sevgilisini de
sonsuzluğa taşıyan o Düşünen Adam heykeli yer alır.
Düşünmenin insanlıktan giderek eksildiği; sonunda insanın düşünmeyi gereksiz
bulduğu, üstelik düşünen adamın heykelinin bizde olduğu gibi anormallik sembolü olarak
kabul edilip Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesine dikildiği trajik bir
sonla tamamlanan bu yüzyılın müzik sanatı nasıl bir görünüm içersindedir o halde? Müzik
sanatçısı neler yapıyordur?
Yirminci yüzyılda; bu devrimler ve çılgınlıklar çağında; her an’ı bir sonrakinden farklı
zamanların yüzyılında klasik müziğin payına düşenler günümüze şöyle bir miras bırakır
diyerek özetleyeyim …
(Dipnotum : Merak edenler 20. YY. Müziğini kendisi sorgulasın; burada sizi boğmak istemem,çünkü
derslerde konuşmadım zaten   )
( Ama şunları konuştum;gelmeyenler bilmezler ben yine anlatayım : )
Günümüz ‘Yeni’ Kültürü Karşısında Müzik Sanatının Geldiği Yer
Sanayi devriminin ileri boyutlarda gelişmesinin ardından, günümüz toplumsal
yaşamında büyük bilimsel-teknik devrimin sonuçları artık daha belirgin bir biçimde
ağırlığını hissettirmeye, olabildiğince etkili olmaya başlamıştır. Bugün bilimselteknik gelişmelerin geldiği son noktada, makineler ve teknoloji ürünü birçok cihaz
insan üzerinde belirgin bir baskı kurmuştur. Üstelik makinelerin, insanları
bilgilendirmekten çok yönlendirip, şekillendirdiğinden söz edilmeye başlanalı da çok
olmuştur. Özellikle 2. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemlerden sonra giderek
22
yoğunlaşan kültür endüstrisi ürünlerinin kitle iletişim araçlarıyla yaydığı kitle kültürü
ve yeni yaşam biçimi; bu yaşam biçimiyle oluşmaya başlayan yeni antropolojik tip ve
yeni bir kitle toplumu ya da suni görünüme sahip doğal bir toplum’ndan bile
bahsediliyor. Bu gelişmeyle insanların tüm insansı özgünlük ve niteliklerinin büyük
yıkım içine girdiğinden, kısacası bireylerin sosyal yaşamlarında kimliklerini bir
bütün halinde yitirme tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarından söz ediliyor. Böyle bir
hayatın bireyleri olarak bizler, artık bizzat günlük yaşantımızdan da bildiğimiz gibi
uzaya atılan her haberleşme uydusuyla biraz daha kolay, sorunsuz yönlendirilir hale
gelirken; devreye giren her yeni televizyon kanalı ya da yeni bir medya yıldızı‘yla de
bir kez daha olup bitenler karşısında edilgence izleyici konumumuzu sürdürüyoruz.
Özellikle kitle iletişim araçlarında görülen akıl almaz gelişmeler her toplumsal
yapının geçmişe göre yapısal yeni bir durum içindeki kültürle karşı karşıya kalmasına
neden olmuştur. 1970’lerin başından beri hızla olgunlaşmaya başlayan, günümüzde
genel olarak Post-modern Dönem olarak adlandırılan, ekonomik sorunların ötesinde
ağır ekolojik-kültürel ve de özellikle psişik krizlerle süren bu yeni sürece High-TechKapitalizm evresi de denilmektedir. Belki de bu dönemin en doğrudan anlatımını
kapitalizmin küresel ölçekte ulaştığı - ya da bireyleri kendi gönüllü katılımları ile
ulaştırdığı - yeni duruma vurgu yaptığından geç kapitalizmin kültürel mantığı
kavramında buluyoruz.
Aslında postmodern olarak adlandırılan fiili durum 1950’lerin sonuyla 1960’ların
başlarında yavaş yavaş oluşmaya başlar. Yapısal nitelikli bu gelişmelerin
kültürel/sanatsal alana yansımaları konusunda kültürün geçirdiği yoğun değişim ve
gelişimden söz ediliyor. Ayrıca geçirilen bu yeni kültürel evrenin, söz konusu yeni
durum’un oluşumundaki önemli etmenlerden birisi olduğu ileri sürülüyor. Bugün
yeryüzü kültürünün bir bütün olarak girdiği bu yeni durumda herşeyin büyük bir
hızla metalar dünyasına dönüştüğü; gündelik yaşamın içinde olup-bitenlerin bundan
doğrudan ve büyük ölçüde etkilendiği, artık tarihsel yönden şiddetli bir yeni özgün
kültürel biçime gelindiği söylenebilir; küresel yeni durum budur.
23
Günümüzün söz konusu yeni kültürel işleyişi içinde kültür bir “ürün” olmuştur
artık; pazara sürülmüş bir mala dönüşerek herhangi bir alış-veriş malı kadar
metalaşmıştır. Bu nedenle bugün, estetik üretim de dahil tüm kültürel üretimler
pazar için üretim anlayışıyla bütünleşmiştir. Artık bir sanat ürününün temel kaygısı
geniş ciro sağlamak, daha yeni görünen ürünlerin üretimine yönelik çılgın ekonomik
zorunluluk neyi gerektiriyorsa o kurallara uymaktır.
Kısacası, bütün bu yeni gelişmelerin sonucunda, yeryüzünün bugünkü kültüründe
geçmiş dönemlere göre çok daha hızlı bir pazar için üretim yoğunluğu gözlenir.
Ancak bu yoğunlaşma ürünlere derinlikten yoksunluğu, bir tür yavan etki biçimini
dayatır. Postmodern durumun sonuçlarından birisi olarak görülen bu gelişim,
aslında genel olarak kültürde gerçek boyutta bir yüzeyselleşme’dir. Bu
yüzeyselleşmeninse bütün kültürel üretimlere duyguların bayağılaşması ve düşlemlerin
silinmesi şeklinde etki ettiğini görüyor, yaşıyoruz. Bu nedenle, böylesine özel bir
gelişmeden en çok ve en trajik biçimde etkilenen alan da doğal olarak sanat
olmuştur.
Müzik, sanatın diğer disiplinleri içinde belki de yeni küresel kültürel ortamın izini
üzerinde en açık taşıyan sanatsal/kültürel alandır. Bu, büyük ölçüde, müziğin hem
üretiliş koşullarının kendine özgü nitelikleri, hem de toplum içinde dolaşımının
farkına varılmaksızın, kolaylıkla olabilmesi yüzündendir. Müzik, kolaylıkla -sadece
insan sesiyle bile- üretilebildiğinden kültürel etkileri biçimine en kolay yansıtan
disiplindir. Çünkü bireyler nasıl bir kültürel ortamdan kaynaklanan duygular
besliyorlarsa o etki sese ve onunla üretilen sanata doğrudan yansır. İnsanlar genel
olarak hüzünlüyseler seslendirmeleri de hüzünlüdür; duyarsız ya da boşvermişlik
diye tanımlayabileceğimiz bir ruhsal durum taşıyorlarsa seslendirdikleri müzikleri
de yine bu ruh durumuna eşlik edecek şekilde olacaktır.
Müziğin kolay dolaşabilir, alınabilir olma yanı da postmodern ortamın her şeyi
metalaştıran pazar için üretme mantığına beklenen doyuruculukta cevap verir. Durum
24
böyle olduğu için müzik, sanatın ya da onunla bağlantılı diğer sanatsal üretimlerin
pazara en kolay sürülebilenidir.
Bu durumu şu şekilde özetleyebiliriz:
Müzik, esas yönüyle seslerin organizasyonu, sesleri belirli bir düzenle kullanan
disiplindir demiştik. Hem üretimi hem de tüketimi sırasında kültürel ortama ilişkin
değişim, müziğin oluşumunu sağlayan düzenlemeye etki eder. Kültürel ortamın
duygusal durumu müziğe de yansır. Bireyler üzerinde yeni postmodern kültürün
genel etkisi nasılsa, dinledikleri müzikte de bunu gözlemlememiz mümkündür.
Ancak bu etkiyi her toplum geleneğinden getirdiği birikimle bağlantılı olarak farklı
yaşayacağından değişik toplumların etkilenmeleri de değişik olur ön belirlemesiyle
düşünmek gerekir. Örneğin toplumumuzda genel olarak eğlendirici, dinlenmesi için
yoğun çaba gerekmeyen -başka bir adlandırmayla derinlik taşımayan- müziklerin
daha çok tercih edildiğini görüyoruz. Avrupa ülkelerinde de genel olarak böyle bir
yönelimi saptamak mümkünse de ülkemizde bunu çok daha berrak olarak
gözlemliyoruz.
Sonuç olarak, günümüzün gerçekleri, postmodern durumlarla kuşatılmış müzik
sanatına ilişkin bugünkü yeni üretimleri sanat olmaktan men edip bireylerin
gündelik kaygılarına endeksli birer malzemeye (metaya) dönüştürmüştür. Eski
üretimler, bu ortama estetik güçleriyle direnmeye çabalasalar da, ne yazık ki
zamanın güzel olmayan gerçeğinden paylarını fazlasıyla alıyorlar.
25
26
Download