Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon

advertisement
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon
Boğaziçi Üniversitesi, Felsefe Bölümü
İlhan İnan
Bir başka dildeki bir terimi dilimize çevirmeye çalışırken, terimin o dil içinde ifade ettiği
kavramı tam anlamıyla ifade edecek bir terimimiz yoksa ne yapmalıyız? Bu soru bir yandan
çevirmenler açısından pratik bir zorluğa işaret ederken, diğer yandan bazı temel felsefi
sorunları da içinde barındırıyor. Dünyayı kavramsallaştırmanın tek ve mutlak bir yolunun
olmadığı görüşünü barındıran “kavramsal relativizm” dediğim öğretiyi temel aldığımızda
çevirinin önemli bir felsefi boyutu olduğu ortaya çıkar. Dillerin kavramsal yapıları arasındaki
farklar çeviriyi her durumda olanaklı kılar mı? Çeviri yaparken kendi dilimizde ya da
çevirdiğimiz dilde farkında olmadan kavramsal sapmalara yol açar mıyız? Bunun sonucunda
çeviri bazı durumlarda hem dilde hem de o dili konuşan insanların düşüncelerinde bir tür
asimilasyona neden olur mu? Kısa bir tarihsel girişten sonra bu ve benzeri soruları bazı
örnekler aracılığıyla tartışmak istiyorum. 1
***
Felsefe tarihine baktığımızda doğal diller arası çeviri sorunlarının felsefi tartışmaların içine
girmesinin yirminci yüzyıldan önce pek de gerçekleşmemiş olduğunu görüyoruz. Dil
meselelerinin daha önce neden felsefeciler tarafından bu denli ihmal edilmiş olduğunu
1
Bu metin 14-15 Kasım 2005 tarihlerinde Boğaziçi Üniversitesi’nde geçekleşmiş olan “Kavramlar Çevrildikçe:
Çeviri Düşüncemizi Biçimlendiriyor (mu)?” adlı sempozyumda yapmış olduğum konuşmanın biraz genişletilmiş
halidir. Çeviri konusunda disiplinlerarası çalışmalara önemli bir katkı olduğunu düşündüğüm bu sempozyumun
düzenlenmesindeki emeklerinden dolayı Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölümü’ne ve özellikle Jonathan
Ross’a en içten teşekkürlerimi sunarım.
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
açıklamak hiç de kolay değil, ancak en azından şunu söyleyebiliriz: Yirminci yüzyıldan önce
klasik epistemolojinin iki temel kampını oluşturan deneyci (empirist) ve ussalcı (rasyonalist)
gelenek, her ne kadar bilginin kanyaklarına dair karşıt görüşler ifade etmişseler de, dil
üzerinde ortak bir varsayımda uzlaşmışlardır. Her iki gelenek de içinde yaşadığımız
kültürlerin en temel unsuru olan doğal dillerin, bilginin oluşumunda önemli bir rol
oynamadıklarını kabul eder. İki geleneğin bu ortak varsayımı kabul etmelerinin nedenleri
farklıdır. Deneyci geleneğin temel aldığı “tabula rasa” algı kuramına göre, zihin doğuştan boş
bir sayfa gibidir ve dış dünyanın uyarıcıları algı organlarımızı harekete geçirerek bilginin
temellerini oluşturur. Bu algı kuramının savunucuları, her ne kadar açıkça ifade etmeseler de,
kişinin dış dünyayı algılarken içinde yaşadığı kültürden ve öğrendiği dilden etkilenmediğini
düşünürler. Yani Hindistan’da doğup büyüyen ve Hintçe konuşan bir çocuk ile Romanya’da
doğup büyüyen ve Romence konuşan bir çocuk, bilgi edinme süreçlerinde özde aynı
konumdadır. İkisi de gözlerini açarak, çevrelerindeki dünyayı “çıplak” zihinleriyle algılayarak
bilginin temellerini oluşturur. Diğer yandan, bilginin kaynağının algıda değil usta olduğunu
savunan ussalcı görüş de farklı bir yoldan aynı sonuca varır. İnsan zihninin, içinde yaşadığı
kültürden ve konuştuğu dilden bağımsız olarak, salt usu aracılığıyla ilk bilgisini
oluşturduğunu kabul eder. Deneyci ve ussalcı görüşlerin bir sentezini yapan Kant ise insanın
nihai gerçekliğe ne usu ne de algısı yoluyla ulaşabileceğini savunur. Kant’a göre dünyaya dair
bilgimiz her durumda zihnimizin temel kategorileri ve formlarından oluşan bir elekten
süzülerek bize ulaşır. Ancak bu, insan zihninin doğasının bir parçası olup kültürel olarak
bizim oluşturduğumuz bir şey değildir. O nedenle zihinsel kategori ve formlardan oluşan bu
elek kişiden kişiye, kültürden kültüre ve dolayısıyla dilden dile değişmez. Bundan dolayı
kendinden önceki büyük filozoflar gibi Kant da insan düşüncesinin içinde yaşadığı kültür ve
konuştuğu dil tarafından nasıl etkilendiği sorusunu felsefi açıdan önemli görmemiştir. Ancak
Kant’ın, dış dünyaya dair insan algısının belirli bir zihinsel elekten süzülerek bilginin
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
oluşumuna katkıda bulunduğuna yönelik bu temel görüşünün “kavramsal relativizm” adını
verdiğim öğretinin oluşmasının ilk tohumlarını da attığını düşünüyorum. Kant’ın “zihinsel
elek”inin dil tarafından oluşturulduğunu ve dolayısıyla olumsal ve zaman içinde değişen
kültürel bir kaynağı olduğunu kabul ettiğimizde, kavramsal relativizm öğretisinin kapılarını
açmış oluyoruz.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında gelişip yirminci yüzyıla damgasını vurmuş olan ve
felsefe tarihinde “dile dönüş” adıyla anılan dönemin en belirgin özelliği, dilsel çözümleme
(analiz) yönteminin felsefe sorunlarının tartışılmasında merkezi bir konuma getirilmesidir.
Dil felsefesi ve mantık üzerine yaptıkları çalışmalar ile B. Russell ve G. Frege, daha sonra L.
Wittgenstein’ın başını çektiği Viyana Çevresi filozofları dile dönüş dönemine damgalarını
vurmuşlardır. Çoğu geleneksel felsefe problemlerinin özde dilin yanlış kullanımından
kaynaklandığını savunan bu filozoflar, kavramsal çözümlemeyi felsefenin en temel aracı
olarak görürler. Bu fikirden yola çıkan R. Carnap ilk defa dilsel çerçeve kavramını geliştirir. 2
Carnap’a göre anlamlı bir soru ancak bir dilsel çerçeve içerisinden sorulabilir; dilin dışına
çıkmayı deneyip diller üstü bir soru sormaya kalkıştığımızda eskilerin metafizik dediği ve
gerçekte anlamsız olan bir soru sormuş oluruz. Örneğin matematik dili içinde “beşinci asal
sayı nedir?” diye sorarsak anlamlı bir soru sormuş oluruz, ancak bu dilin dışına çıkarak
“gerçekten sayılar var mı?” türünden derin bir metafizik sorusu soruyormuş gibi görünen
sorular anlamsızdır. Ancak Carnap’ın dilsel çerçeveleri doğal dillere bağlı değildir, fizik dili,
geometri dili ya da matematik dili türünden dilsel çerçeveler Carnap’a göre kültürler üstü
yapılardır. Benzer biçimde Russell, Frege ve Wittgenstein da (en azından ilk döneminde)
felsefe yaparken kullandığımız doğal dilin (İngilizce, Yunanca vs.) önemini hiç
vurgulamazlar. Dolayısıyla bu filozoflar için diller arası çeviri felsefi bir sorun olarak ortaya
çıkmaz.
2
Bkz. Carnap (1956), özellikle bu kitapta yer alan klasikleşmiş makalesi “Empiricism, Semantics and
Ontology”.
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
Dile dönüş döneminin etkileriyle gelişen yirminci yüzyıl felsefesinde çeviri sorunları
yüzyılın ikinci yasından sonra daha ön plana çıkar. Bu çalışmalar arasında W.O. Quine’ın
“Çevirinin Belirsizliği” 3 ile Kuhn’un “Eşölçülemezlik” savları 4 felsefe dünyasında
yarattıkları etkiler açısından ön plana çıkıyorlar. Konumuzla daha yakından ilişkili olması
nedeniyle özellikle ikincisi üzerinde kısaca durmakta yarar var. Kuhn’a göre bilimsel
paradigmaların en temel öğeleri leksikonları, diğer bir deyişle kavramsal çerçeveleridir. Bir
bilimsel devrim olduğunda paradigmanın değişimi ile kavramsal çerçeve de değişir. Örneğin
Kopernik devrimi sonucu yalnızca kuramsal bir değişim değil aynı zamanda dilde bir değişim
yaşamışızdır. Kuhn’un Eşölçülemezlik savına göre bilimsel bir devrim öncesi ve sonrası
kullanılan kavramsal çerçevelerin yapıları öylesine farklıdır ki birinde ifade edebildiğimiz
bazı önermeleri diğerinde ifade edemeyiz. Kısaca bu sava göre iki dil arasında çeviri her
durumda olanaklı olmayacağı gibi, iki dilin üzerine çıkarak iki dilin de önermelerini ifade
edebileceğimiz “tarafsız” bir üst dil kurmak da olanaklı değildir. Bu anlamda Eşölçülemezlik
savı özde iki dil arasında çevirinin olanaksızlığını göstermeye çalışır. Ancak Carnap’ın dilsel
çerçeveleri gibi, Kuhn’un leksikonları da doğal diller değil, bilimsel paradigmaların dilleridir.
Dolayısıyla konumuzla ilişkilendirmek için Eşölçülemezlik savını doğal diller arası çeviri
sorunlarına uygulamak gerekiyor.
***
Bir doğal dilin içinde barındırdığı kavramlara ve bu kavramların birbirleriyle olan
ilişkilerine o dilin “kavramsal yapısı” diyelim. Kavramsal Relativizm öğretisine göre doğal
dillerin kavramsal yapıları birbirlerinden farklı olabilir, hatta aynı dilin kavramsal yapısı
3
4
Bkz. Quine (1960).
Bzk. Kuhn (1962) ve Kuhn (2000).
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
zaman içerisinde değişebilir. Bu durumda, örneğin Türkçe ve İngilizcenin kavramsal yapıları
birbirlerinden farklı olabileceği gibi, Türkçenin yüzyıl önceki kavramsal yapısı günümüz
Türkçesininkinden farklı olabilir. Ancak Kavramsal Relativizm öğretisi, yalnızca doğal
dillerin kavramsal yapıları arasında farklılıklar olduğu görüşüyle sınırlı değildir. Diğer
yandan, dünyaya dair tüm olguları ifade edebilecek mükemmel ve mutlak bir kavramsal
yapının varlığını da yadsır. Bu öğretinin doğruluğunu varsayarsak, Kuhn’un Eşölçülemezlik
savı ile bilim dilleri arasında çevirinin olanaksızlığına dair dile getirdiği görüşünden yola
çıkarak, iki doğal dil arasında çeviri yapmanın bazı durumlarda olanaksız olduğu sonucuna
varır mıyız? Bazı örnekler üzerinden buna bakalım. Birkaç yıl önce dilbilimciler ve
çevirmenlerden oluşan bir grup dünya dillerinde çevrilmesi en zor olan sözcüğün ne olduğunu
araştırmışlar. Oylamada Kongo’da konuşulan Şiluba dilinin “ilunga” sözcüğü ilk sırayı
almış. 5 Kişilere yüklenen ilginç bir sıfatı ifade eden bu sözcüğün şu anlama geldiğini
söylüyorlar: “Biri tarafından ilk defa haksızlığı uğradığında bağışlayan, ikincisinde hoş gören,
üçüncüsünde asla bağışlamayan kişi”. Açık ki Türkçede “ilunga” sözcüğüne karşılık gelen bir
terimimiz yok. Bu durumda Şiluba dilinde yazılmış bir metni Türkçeye çevirmeye
çalıştığımızda “ilunga” sözcüğünü nasıl çevireceğiz? Bir seçenek, “betimleme yollu” çeviri
yapmak, yani metinde her “ilunga” gördüğümüz yerde, “Biri tarafından ilk defa haksızlığı
uğradığında affeden, ikincisinde hoş gören, üçüncüsünde asla affetmeyen kişi” betimlemesini
kullanmak. Ancak bunun doğru bir çeviri olacağını varsaysak bile, pratikte her durumda
betimleme yollu çeviri yapmak olanaklı değildir. Örneğin, bir simultane çevirmen, kabininde
kulaklığını takmış ve Şiluba dilinden Türkçeye çeviri yapıyorsa, her “ilunga” sözcüğünü
duyduğunda yukarıdaki uzun betimlemeyi kullanması tabii ki pratik açıdan pek de iyi bir
seçenek olmayacaktır. Ancak sorun yalnızca betimlemenin uzun olması sorunu değil, demin
5
Medyada BBC’nin web sitesinden ve Radikal gazetesinden okuduklarımdan haberdar olduğum bu örneği
kullanmamın tek nedeni ilginç olması. Yoksa konu üzerine herhangi bir araştırma yapmış değilim, dahası sonra
internette yayın yapan pek ilginç Wikipedia ansiklopedisine göre bazı Kongo yetkilileri “ilunga”nın Şiluba
dilinde yalnızca bir soyadı olarak kullanıldığını söylemişler ve araştırmayı yapan çeviri şirketi ise konu üzerine
konuşmayı reddetmiş.
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
de söylediğim gibi, bir dilde tek bir sözcükle ifade edilen bir kavramı, bir başka dilde birçok
sözcükten oluşan bir betimlemeyle karşılamak her durumda olanaklı olmayabilir. Örneğin,
yukarıda verdiğim betimlemenin “ilunga” sözcüğünün
ifade ettiği kavramı geçekten
karşıladığına nasıl emin olabiliriz? Ben de bu betimlemeyi bu araştırmayı yapan kişilerin
“ilunga” sözcüğünün İngilizce olarak verdikleri karşılıktan Türkçeye çevirdim. Ancak bu
betimlemede yer alan “haksızlığa uğrayan”, “bağışlamayan” ve “hoş gören” terimlerinin
İngilizcedeki betimlemede yer alan terimlere tam karşılık gelip gelmediği bile kuşkulu. Kaldı
ki, İngilizceden Türkçeye çeviride bir sorun olmasa bile, Şiluba dilinde Türkçedeki “hoş
görme” teriminin tam bir karşılığı olmayabilir. İlginçtir, araştırmayı yapanlar “ilunga”
sözcüğünü başka dillere çeviremeyeceğimizi söylemiyorlar; yalnızca “en zor çevrilen” sözcük
olduğunu iddia ediyorlar. Ancak belki de biz “ilunga” sözcüğünü kendi kavramlarımıza
çekerek anlamaya çalışıyoruz. Her ne kadar bu betimleme bize “ilunga” sözcüğü hakkında iyi
kötü bir bilgi veriyorsa da, tam tamına bu kavramı ifade edebildiğimiz çok kuşkulu
görünüyor.
Betimleme yollu çeviri hem pratik hem de teorik açıdan sorunlu görünüyor. Tabii
diğer bir seçenek de dilimize yeni bir sözcük eklemek, yani uzun bir betimleme kullanmak
yerine “ilunga” sözcüğüne karşılık gelecek yeni bir Türkçe sözcük uydurmak. Bazı
durumlarda bunun en pratik yolu aynı sözcüğü kullanmak olabilir. Örneğin “ilunga”
sözcüğünü Türkçeye çevirirken bir betimleme kullanmak yerine sözcüğü aynen bırakmak da
bir seçenektir. Tabii tek bir kişinin yeni bir sözcüğü Türkçede kullanmaya başlaması, o
sözcüğün Türkçenin bir parçası haline gelmesine yetmez; sözcüğün Türkçeye girmesi için
Türkçe konuşan en az bir grup insanın bu sözcüğü benimsemesi ve kullanması gerekir.
Diyelim ki, “ilunga” sözcüğü bu şekilde Türkçeye girdi. Ancak böyle bir durumda Türkçedeki
“ilunga” sözcüğünün Şiluba dilindekiyle aynı olacağının hiçbir garantisi olamaz. Bu sözcüğü
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
Türkçede kullanan birinin Kongo’ya giderek yerel halk arasında yaşayıp, Şiluba dilini
öğrendikten sonra, “ilunga” sözcüğünün Şiluba dilinde Türkçedekinden farklı kullanıldığını
keşfetmesi pekala olanaklı olabilir.
Diğer ilginç bir örneğe de Milan Kundera Gülüşün ve Unutuşun Kitabı adlı romanında
rastlıyoruz, bu da Çekçedeki “Litost” sözcüğü. Bakın Kundera bu sözcük hakkında ne diyor.
Litost, başka dillere çevrilmesi olanaksız Çekçe bir sözcüktür. Adamakıllı açılmış bir
akordeon gibi sonsuz bir duyguyu, başka bir çok duyguların bileşimi olan bir duyguyu
anlatır: hüzün, acıma, pişmanlık ve özlem. Sözcüğün ilk hecesi, terk edilmiş bir
köpeğin sızlamasını duyuracak biçimde uzun ve güçlü bir biçimde vurgulanır.
Bununla birlikte, bazı hallerde, litost sözcüğü, tam tersine, çok sınırlı, özel,
belirli ve ince bir anlam taşır, bir bıçağın keskin yanı gibi. Bu sözcük olmadan insan
ruhunun anlaşılabileceğini düşünmekte güçlük çekmeme karşın, bu anlamda da bu
sözcüğün öbür dillerdeki benzerini boşuna arıyorum. (Kundera (1991), s.169)
Kundera’ya göre, “litost” sözcüğünü hüzün, acıma, pişmanlık ve özlem gibi aşina
olduğumuz duygu kavramları cinsinden betimlememiz olanaklı değil. Eğer Kundera haklıysa,
“litost” sözcüğünü, bırakın tek bir sözcükle karşılamayı, uzun bir betimlemeyle bile dilimize
çeviremiyoruz. Yukarıdaki alıntıdan sonra, Kundera “litost” sözcüğünün karşılık geldiği
duyguyu örnekler yoluyla anlatmaya çalışıyor. Aslında çoğu insanın zaman zaman yaşadığı
bir duygu olabilir litost. Ancak Kundera’ya göre, bu duyguyu ifade eden bir terim Çek dili
dışında bulunmuyor. Eğer Kundera haklıysa, içinde “litost” sözcüğü geçen Çekçe bir tümceyi
örneğin Türkçeye çevirmeye kalktığımızda, ya “litost” sözcüğünü aynen kullanacağız, ya da
yeni bir Türkçe sözcük uyduracağız. Belli ki Çek kültürü bu duyguya diğer kültürlerden daha
çok önem vermiş. Eğer Çekçeden Türkçeye yapılan çevirilerin sayısı artar ve zamanla “litost”
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
sözcüğü, ya da buna karşılık gelecek yeni bir Türkçe sözcük dilimize yerleşirse, bunun sonucu
olarak Çek kültürünün etkisiyle Türkçenin bir tür asimilasyona uğrayacağını söyleyebiliriz.
Bu durum, Türkçe konuşan birinin zamanla kendi duygularını ifade ederken yeni bir kavram
kullanmaya başlayacağı anlamına geliyor. Eğer bu bizim duygusal dünyamızı ifade
etmemizde yardımcı oluyorsa, bunun olumlu bir asimilasyon olduğu sonucuna varabiliriz: Bir
yandan dilimize yeni bir kavram kazandırmış oluruz, diğer taraftan da bunun sonucu olarak
bu kavramı kullanarak kendisinin ve başkalarının duygusal durumlarını düşünmeye başlayıp
düşünsel bir asimilasyon da yaşamış oluruz.
Ancak kavramsal ve düşünsel asimilasyon her durumda olumlu olmayabilir.
Felsefeden bir örnek vermek istiyorum. Platon felsefesinin en temel terimlerinden biri olan
eski Yunancadaki “episteme” sözcüğünü Türkçeye “bilgi” olarak çeviriyoruz. Kuşkusuz
Plato’nun episteme kavramı ile Türkçedeki bilgi kavramı birbirlerine çok yakın kavramlardır.
Hatta belki de episteme’nin bir bilgi türü olduğunu bile söyleyebiliriz. Ancak her tür bilginin
episteme olduğu çok kuşkuludur. Nitekim Platon, “episteme” terimiyle çok özel bir zihinsel
süreci kasteder. Bunun Türkçede tam tamına bir betimlemesini vermek olanaklı mıdır,
bilemiyorum. Eğer “episteme nedir?” diye sorulsa, sanırım şöyle yanıt verirdim: “Bir şeyle
aracısız olarak tam tanışık olma durumu”. Dahası bu “şey” Platona göre bir Form olmalıdır.
Örneğin, erdemin episteme’sine sahip olmak için Erdem Formu’yla bir araç kullanmadan tam
tanışık hale gelmeliyiz. Eğer episteme gerçekten buna benzer bir anlama geliyorsa,
Türkçedeki “bilgi” sözcüğünün bunu karşılamadığını söylemeliyiz. Günümüzde çoğu
felsefecinin kabul ettiği bir görüşe göre bilginin nesnesi önermelerdir. Örneğin, “dünyanın
yuvarlak olduğunu biliyorum” dediğimde, bildiğim şey dünya yuvarlaktır önermesidir. Oysa
Platon felsefesinin kullandığı eski Yunan dilinde günümüzde “önerme” dediğimiz şeye
karşılık gelen bir kavram olduğu çok kuşkuludur. Platon’un episteme’sinin nesnesi bir önerme
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
değil, bir Form’dur. Tüm bunlara karşın çevirmenler Platon diyaloglarını Türkçeye çevirirken
episteme sözcüğünü Türkçede bilgi sözcüğüyle ifade etmeye çalışırlar. Dolayısıyla eski
Yunanca bilmeyen ve Platon diyaloglarını Türkçeden okuyan biri Platon’un günümüz bilgi
kavramına ilişkin bir şeyler söylediği yanılsamasına kapılabilir. Aslında burada gerçekleşen,
tersine bir asimilasyondur. Yani günümüz kavramları ile eski metinleri yorumlayarak, o eski
metinlerin dilini kendi dilimize asimile etmiş oluruz. Kuşkusuz bu tür bir asimilasyonun bir
sonucu olarak o eski metinleri tümüyle anlamış olmayız ve dahası belki de değerli ve yararlı
bir eski kavramı yok etme tehlikesiyle de karşılaşabiliriz. Platon’un episteme kavramı buna
bir örnek olabilir.
Episteme ve bilgi gibi kavramların asimilasyonu yalnızca bu konu üzerine çalışan
felsefecileri ilgilendirmez. Zira Türkçedeki bilgi kavramı yalnızca felsefecilerin tekelinde
olan bir kavram değildir; gündelik yaşamda hiç felsefe okumamış insanların sürekli olarak
kullandıkları bir kavramdır aynı zamanda. Dahası, felsefenin çoğu temel kavramı için de aynı
şeyi söyleyebiliriz. Örneğin özgürlük, varlık, bilgi, adalet, doğru, anlam, nesne, hatta şey gibi,
felsefecilerin üzerine kitaplar yazdıkları kavramlar aynı zamanda gündelik dilin de
parçalarıdır. Anadili Türkçe olan biri kendisini, yaşamını, diğer insanları, devleti,
çevresindeki olayları vs. düşünürken bu kavramlara sıklıkla başvurmak durumundadır.
Dolayısıyla, bu kavramların asimilasyonu yalnızca felsefecileri değil, aynı zamanda ve daha
önemlisi Türkçe dilini konuşan herkesi etkileyecektir. 6
***
İki dil arasında çeviri yaparken belirli bir kavramın asimilasyona uğramasının başlıca
nedeni, o iki dilden birinin “baskın dil” konumunda olmasıdır. Örneğin, felsefe tarihine
6
Konuştuğumuz doğal dilin düşüncelerimiz üzerindeki etkileri konusuna felsefecilerden çok dilbilimci ve
antropologlar ilgi göstermiştir. Bu literatürdeki ünlü Sapir-Whorf hipotezi kuşkusuz konumuzla iç içedir. Bkz.
Whorf (1956).
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
baktığımızda hep baskın bir dilin olduğunu görüyoruz; önce Yunanca, daha sonra dönem
dönem Arapça, Latince, Fransızca, Almanca ve son olarak İngilizce bu rolü üstlenmişlerdir.
Günümüzde Platon, Descartes, Kant gibi büyük filozofların felsefeleri üzerine yapılan
çalışmaların çoğu Yunanca, Fransızca ya da Almanca değil İngilizcedir. Kuşkusuz felsefe
alanında Türkçe dili çeperde yer alıyor. Bunun sonucu olarak da zamanla Türkçe dilindeki
felsefi kavramlar asimilasyona uğruyor. Örneğin şu “basit” soruyu ele alalım: felsefenin en
temel alanlarından biri olarak kabul edilen epistemoloji ne üzerine çalışır? Tabii ki biraz
felsefe bilen biri yanıt olarak “bilgi” diyecektir. Ancak daha önce de söylediğim gibi,
“epistemoloji” teriminin etimolojisine baktığımızda karşımıza çıkan Yunancadaki “episteme”
teriminin Türkçedeki “bilgi” terimiyle eşanlamlı olduğu çok kuşkuludur. Dahası, felsefenin
günümüzde baskın dili olan İngilizcedeki “knowledge” sözcüğünü de Türkçe’de “bilgi”
sözcüğüyle karşılamaya kalkışılıyoruz. Ancak, Türkçedeki “bilgi” sözcüğünün Yunancadaki
“episteme” ve İngilizce’deki “knowledge” sözcüklerinden oldukça farklı bir kullanımı var.
Yaygın olan bu kullanıma göre, örneğin “yanlış bilgilendirildim”, “yanlış bilgi verildi” veya
“yanlış biliyormuşum” türünde tümcelerle sıklıkla karşılaşıyoruz. Eğer bilgi kavramı
knowledge ya da episteme kavramlarıyla aynı olsaydı, bu tür bir kullanımın olanaklı olmaması
gerekirdi. “Yanlış bilgi” terimini İngilizcede “false knowledge” terimiyle karşılamak isteriz,
ancak bu terim İngilizce dilinde neredeyse hiç kullanılmaz. Hatta çoğu felsefeciye göre böyle
bir kullanım kavramsal bir çelişkiyi içinde barındırır. Buradan yola çıkarak Türkçede bilgi
kavramının hatalı kullanıldığını söyleyenler çıkacaktır. Diyeceklerdir ki, bilgi tanım gereği
doğru olmak zorundadır, dolayısıyla “yanlış bilgi” kavramsal bir çelişkiyi ifade eder. Eğer bu
argüman zaman içerisinde güç kazanırsa Türkçenin bilgi kavramı asimile olup, yavaş yavaş
İngilizcedeki knowledge kavramıyla örtüşür hale gelebilir. Diğer yandan, İngilizcedeki
“knowledge” sözcüğünün felsefede sıklıkla kullanılması ve Antik Yunan felsefe metinlerinde
yer alan “episteme” sözcüğünün karşılığı olarak kabul edilmesi sonucu, İngilizce Antik
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
Yunanca dilinde bir tür asimilasyona neden oluyor olabilir. Öyle ki, “episteme” sözcüğünü
kullanan çağdaş bir Yunan felsefecisinin ifade etmeye çalıştığı kavram İngilizcedeki
knowledge kavramı olabilir.
***
Diğer yandan, bilimlerin gelişmesiyle oluşan bilim dili de doğal diller üzerinde baskı
oluşturabiliyor. Türkçede sıklıkla duyduğumuz ve sözlüklerimizde yer alan “yunus balığı”
terimi buna güzel bir örnek olabilir . Zooloji biliminin gelişmesiyle ortaya çıkan bir
taksonomiye göre balık ile memeli (hayvan) arasında bir ayrım yapılmıştır. Günümüz bilimi
bize yunusun bir balık değil, memeli bir hayvan olduğunu söyler. Dolayısıyla bilim diline
göre yunus balığı çelişkili bir kavramdır. Ancak Türkçedeki “balık” sözcüğünün etimolojisine
baktığımızda, bu sözcüğün bilim insanlarının balık ve memeli hayvan ayrımını yapmadan
önce de kullanıldığını görüyoruz. 7 Yunusun hem denizde yaşaması, hem de denizde yaşayan
ve “balık” dediğimiz diğer birçok canlıya çok benzemesi nedenleriyle, içine yunusu da alan
bir balık kavramının gelişmiş olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Daha zooloji
bilimi gelişmeden, örneğin 400 - 500 yıl önce Türkçede kullanılan balık kavramının içine
yunus da dahildi. Aynı şekilde, Türkçede balinanın bir türünün de adı “kadırga balığı”dır.
Ancak bilimin gelişmesiyle yunus ve balina türü deniz hayvanlarının memeli olduklarının
keşfedilmesinden sonra, “balık” sözcüğü zamanla anlamını değiştirmeye başladı. Her ne
kadar Türkçe konuşan insanların çoğu hala yunusu bir balık olarak kabul ediyorlarsa da, bilim
dilinin baskınlığı arttıkça “balık” sözcüğünün bu eski kullanımının zamanla yok olması çok
da şaşırtıcı olmayacaktır. Bir başka örnek de zaman kavramlarımıza dair verilebilir. Gündelik
7
Balık ile memeli hayvanları ayıran taksanomi bilimde ancak 17. yüzyılda gerçekleşmişken, Türkçe’de “balık”
sözcüğünün çok daha eski bir tarihi olduğunu biliyoruz: Bkz. Clauson (1972). Sempozyumdaki konuşmamdan
sonra yaptığımız sohbet esnasında Sayın Cemal Demircioğlu’ndan aldığım bu bilgi için kendisine teşekkür
ederim.
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
dilimizde sıklıkla kullandığımız “saat”, “dakika” gibi sözcükler fizikçiler tarafından sürekli
yeniden tanımlanıyor. Bilimde birim zaman olarak alınan “saniye” terimi son 40 yıl içerisinde
üç kez tanım değiştirmiştir. Son tanıma göre, çoğu insanın sandığı gibi, “bir saat” dediğimiz
süre dünyanın kendi çevresindeki dönüş süresinin yirmi dörtte biri değildir. “Saniye”
teriminin oldukça teknik ve yalnızca işin uzmanları ve meraklıları tarafından bilinen uzun bir
tanımı bulunuyor. 8 Henüz bu alanda bilim dili, belki de fazla teknik olmasından dolayı, doğal
dilde bir asimilasyona neden olmamış gibi görünüyor. Ancak zaman içinde bilimin etkisiyle
zaman kavramlarımızın değişime uğrayacağını düşünüyorum. Son bir örnek de, sıklıkla
kullandığımız “meyve” ve “sebze” ayırımına dair verilebilir. Türkçede çoğumuz domatesi bir
sebze olarak kabul ederiz. Ancak, örneğin İngilizcedeki “fruit” sözcüğünün Türkçedeki
“meyve” sözcüğüyle eş anlamlı olduğunu varsayarsak ortaya bir çelişki çıkar. Özellikle
eğitimli kişiler arasında İngilizce’de domates bir “fruit” olarak kabul edilebilir. Yine burada
bilim dilinin yavaş yavaş İngilizceyi değiştirdiğini görüyoruz. Bu değişimin zamanla
Türkçeye yayılabileceğini ve alış-veriş yaparken domatesi sebze reyonunda değil, meyve
reyonunda görmeye başlayacağımızı bekleyebiliriz.
***
Felsefenin en çetrefil konularından biri olan düşünme ile kavramlar arasındaki ilişki
üzerine bir çok kuram ortaya atılmıştır. Bu konudaki kuramsal yaklaşımımız ne olursa olsun,
insan düşüncesinin genelde kavramlar aracılığıyla gerçekleştiğini kabul edersek, bir dildeki
kavramsal değişimin, o dili konuşan insanların düşünme biçimlerinde de değişiklik
yaratacağını kabul etmemiz gerekir. Kısaca, kavramsal asimilasyonun, düşünsel asimilasyona
8
“Saniye” terimi 1956’ya kadar “ortalama güneş gününün 1/ 86400’ü” olarak tanımlanırken, daha sonra “tropik
yılın 1/31556925.9747’si” olarak tanımlanmış, 1967 yılından bu yana ise “Sezyum-133’ün en alt enerji
düzeyinin iki çok ince yapı düzeyi arasındaki geçişe karşılık gelen radyasyonun 9192631770 periyodu” olarak
tanımlanıyor.
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
neden olduğunu söyleyebiliriz. “Asimilasyon” teriminin oldukça olumsuz bazı çağrışımları
var; ben de Türk Dil Kurumu’nun
“asimilasyon” terimine karşı önerdiği “özümleme”
terimini bu nedenden dolayı kullanmayı yeğlemiyorum. Bunun asıl nedeni “özümleme”
sözcüğünün benzer olumsuz çağrışımları olmadığı kanısında olmam. Bu olumsuz çağrışımı
korumak istememin asıl nedeni, kavramsal ve düşünsel asimilasyonun birçok olumsuz sonucu
olduğuna inanmamdan kaynaklanıyor. Ancak, aynı kültürel asimilasyonda olduğu gibi, belirli
durumlarda kavramsal asimilasyon da yararlı olabilir: Eğer bu süreç sonucunda dil
zenginleşiyor ve daha verimli hale geliyorsa, eskiden ifade edilmekte güçlük çekilen
ifadelerin dile getirilmesi olanaklı oluyorsa ya da belirli bir konuda daha ayrıntılı ayırımlar
yapılabiliyor ve daha özgül konulardan bahsedilebiliyorsa, kavramsal asimilasyonun olumlu
bazı sonuçları olduğunu söyleyebiliriz. Yine de her durumda dilimizin üzerinde etki eden
güçlerin farkında olmak ve bunun sonucunda kavramlarımızın ve düşüncelerimizin ne şekilde
asimilasyona uğradığını fark etmek gerekir. Özellikle Türkçe gibi çeperdeki bir dile doğru
çeviri yapan çevirmenler için bunun entelektüel bir sorumluluk olduğu kanısındayım. Ancak
bunu belirli bir biçimde dile getirmeye çalıştığımızda karşımıza önemli bir felsefe problemi
çıkar. Diyelim ki çevirmenlere şöyle bir normatif öneride bulunduk : “İki dil arasında çeviri
yapan iyi bir çevirmen tüm önyargılarını bir yana bırakıp iki dilin üstünde düşünmeyi
becermeli, bir anlamda kültürler üstü meta bir dil üzerinden düşünme yeteneğine sahip olmalı,
iki dil arasındaki kavramsal farklılıklara karşı duyarlı olmalıdır.” Ancak, böylesi bir yeteneğe
bırakın çevirmenlerin, herhangi bir insanın dahi sahip olup olamayacağı felsefi bir sorun gibi
görünüyor. Eğer düşüncelerimiz kavramlar üzerinden gerçekleşiyorsa, bir çevirmen de çeviri
yaptığı iki dilin üzerine çıkıp meta düzeyde düşünürken de yine bazı kavramlara başvurmak
zorunda kalacaktır. Tüm kavramlarımız tarihsel, kültürel ve dolayısıyla olumsal iseler, belki
de iyi bir çevirmenden kültürler üstü bir düşünce diliyle çeviri yapmasını beklemek insanüstü
bir beklenti olabilir. Diğer yandan, şu da bir gerçek ki, iki dil arasındaki kavramsal
İnan, İlhan, “Kavramsal Relativizm, Çeviri ve Düşünsel Asimilasyon”, Kavramlar Çevrildikçe Sempozyumu, Boğaziçi Üniversitesi
farklılıkların ayırdına varma yeteneğine sahip olanlarımız da var; en azından bu anlamda iki
dilin üzerine çıkıp düşünebildiğimiz bir üst dil olmalı. Bu çelişkili gibi görünen durumu
yansıtan paradoksal bir soruyla bitirmek istiyorum: “Kültürler üstü bir dil olanaklı değildir”
derken, kültürler üstü bir şey söylemiş olmuyor muyuz?
Kaynakça:
Carnap, R. (1956) Meaning and Necessity: A Study in Semantics and Modal Logic, enlarged
edition, University of Chicago Press.
Clauson, G. (1972) An Etymological Dictionary of pre-thirteenth-century Turkish, Oxford :
Clarendon Press.
Kuhn, T. (1962) The Structure of Scientific Revolutions, Chicago, University of Chicago
Press. (Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çeviren: Nilüfer Kuyaş, İmge Yayınları, 2006.)
Kuhn, T. (2000) The Road Since Structure: Philosophical Essays, Chicago: University of
Chicago Pres.
Kundera, M. (1991) Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Çeviren: Erhan Bener, Can Yayınları.
Whorf, B. (1956) Language, Thought & Reality, Cambridge, MA: MIT Press.
Quine, V.O.Q. (1960) Word and Object, MA: MIT Press.
14
Download