Asabiyetve Irkcilik - Doc. Dr. Ismail KARAGOZ

advertisement
ASABİYET
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
“Asabiyet”, Arapça kökenli bir kelime olup "a-s-b" kökünden türemiştir.
"A-s-b", bir kimsenin baba tarafından akrabalarının oluşturduğu topluluğa
verilen isimdir.
“Asabiyet” ise, sözlükte, baba tarafından olan akrabalara aşırı düşkünlük,
onların kayırılması doğrultusunda aşırı çaba göstermektir. Terim olarak, bir
kimsenin baba tarafından olan akrabasını yahut yaygın şekliyle kendi
kabilesine mensup birini, haklı-haksız bütün meselelerde başkalarına karşı
korumayı, ona destek olmayı sağlayan kabilevî his ve gayretlerini ifade
eder.
Bu son anlamda asabiyet, ilk defa Hz. Peygamber tarafından tarif
edilmiştir. Kelime olarak başlangıçta, sadece Arap kabilelerinin
mensuplarını haklı-haksız her meselede başkalarına karşı himaye gayreti ve
duygusu olarak anlaşılmakla birlikte, zaman içinde bir kimsenin, bir
topluluğun taraftan, savunucusu olmak şeklinde daha geniş bir muhtevaya
kavuşmuştur. Onun için, eskiden yer yer kavmiyetçilik, günümüzde de
milliyetçilikle eşanlamlı olarak düşünülmüştür.
Tarihi açıdan bakıldığında, cahiliye dönemi Araplarında asabiyet
duygusunun çok şiddetli olduğu görülür. Çölde yaşama şartlarının oldukça
ağır olduğu, insan ilişkileri bakımından belirli bir düzenin bulunmadığı bir
ortamda, insanların tek güvencesi, başkalarının, kendilerinden çekindiği
akrabaları olabilirdi. Özellikle yağmanın, soygunun, durup dururken zuhur
eden çatışmaların ve bunların uzantısı olan kan davalarının alabildiğine
çoğaldığı düşünülürse, bunun önemi daha iyi anlaşılır. Böyle bir ortamda,
insanlar için tabu bir bağ olan "akrabalık" bağına sığınmak, baba soyundan
gelen akrabalar arasında oluşturulan bir tür örgütlenmeyle ve böyle bir
örgütlenmenin verdiği güçle kendini diğer kimselere kabul ettirip güven
içinde yaşamak; ayrıca aynı güce dayanarak kavga, dövüş ve benzeri
yollarla bazı ihtiyaçları daha kestirme usullerle sağlamak, dış saldırılara
karşı aynı yolla daha iyi bir savunma yapmak kaçınılmazdı. Bu durum, ister
istemez Araplarda akraba ilişkilerinin ve kendisinin de bir üyesi olduğu
akraba topluluğunun önemini fazlasıyla artırmış, aralarında asabe bağı
olanların koyu bir asabiyet içine girmelerine yol açmıştır. Böylelikle her
fert, haklı-haksız, zalim-mazlum aynını yapmaksızın bir söz üzerine
asabesinin yanı başında vuruşmaya hazır bir halet-i ruhiye içinde olmuş,
Cendeb ibn Anbar'ın "zalim de olsa, mazlum da olsa, kardeşine yardım et"
anlamındaki şiirinde olduğu gibi pek çok Arap aşiri tarafından asabiyet
duygusunu yaşatmaya teşvik edilmiştir.
Kelime olarak Kur'an'da yer almayan asabiyet, Hz. Peygamber'in bazı
hadislerinde geçer. Onlardan birinde, "asabiyet bir kimsenin kavmine zulümde yardım etmesi" şeklinde tarif edilmiştir. Ancak insanları böyle bir
yardımlaşmaya götüren asabiyet, "Halkı bir asabiyet için toplanmaya
çağıran, bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden
değildir" hadisiyle yasaklanmıştır. Ancak bazı hadislere dayanarak
asabiyetin İslam'da bütünüyle yasaklanmadığını söylemek mümkündür.
Zira insanın kendi akrabalarını, kavmini ve milletini sevmesi
tarzındaki asabiyet, tabiidir. Lakın bu duygu, insanları başkalarına
zulmetmeye sevk etmemeli, kendi akrabasının, kabilesinin veya milletinin
normal olmayan davranışlarını tabiî görmek gibi körü körüne bir asabiyete
dönüşmemelidir.
Asabiyetin sosyal hadiselerle ilişkisini ilk defa ele alan sosyal bilimci İbn
Haldun (1332-İ406)' dur. Mukaddime'sinin ikinci bölümünde İbn haldim,
asabiyet duygusunun genellikle nesebi saf veya çok az karışık bedeviler
arasında yaşatıldığından, şehirlerde, nesepler karıştığından ve bu nedenle
asabiyet bilincinin şehirlerde azaldığından, hatta yok olduğundan bahseder.
Ona göre, kuvvetli bir asabiyete sahip olmaları nedeniyle bedeviler, refah ve
lüks içinde yaşayan şehirlilere göre daha gözü pek ve savaşçıdırlar. Bir
bedevi kabilesinin içinde çeşitli aileler vardır. Bunlar arasında en kuvvetli
asabiyete sahip aileden biri, diğerlerine hâkim olur. Zevk ve sefaya
dalmadıkça, hâkimiyetini daha da genişleterek büyük devletler kurabilir.
Nitekim Araplar, Türkler gibi birçok millet bu şekilde devlet kurmuşlardır.
İbn Haldun'a göre, dinî davet, içinde bulunduğu toplumun asabiyetine
dayanmadan tamamlanamaz, yaşama şansı bulamaz. Peygamberlerin
başarıya ulaşmalarında bile asabiyetin büyük rolü vardır. Zira klasik ve
kapalı cemaat halindeki toplumlarda sosyal değişmelere karşı doğal bir
muhalefet ve direniş olacağından, peygamber bunu kıracak kadar güçlü
asabiyet sahibi bir kabileden değilse, şüphesiz zor durumda kalacak ve
oldukça güçlük çekecektir. Nitekim Hz. Muhammed bir hadisinde, "Allah bir
peygamberi ancak kavminin metin ve bahadır taifesinden gönderir" (Müsned,
11/533) buyurmuştur. Bu nedenle peygamberler en şerefli kabilelerin metin ve
bahadır kişileri arasından çıkmıştır.
Asabiyetin amacının mülk (hâkimiyet, iktidar) olduğunu söyleyen İbn
Haldun, asabiyeti kötüleyen hadisleri şu şekilde telif eder: Resulüllah’a göre,
dünya ve dünya işleri ahiret için bir binek ve araçtır. Araçtan mahrum olan
amaca ulaşmaktan da mahrum olur. Resulüllah’ı, insanın bir işi terk
etmesini isterse, bu, o işin tamamen ihmal edilmesi veya kökünden sökülüp
atılması, işin kaynağını teşkil eden potansiyel gücün büsbütün atıl hale
getirilmesi demek değildir. Asıl maksat, o işi ve potansiyel güçleri doğru ve
hak olan hedeflere yöneltmektir. Bu cümleden olarak Peygamberimiz
gazabın (hiddetin) tamamen insan tabiatından kalkmasını İstememiştir.
Zira insanın tabiatında "gazap" kuvveti büsbütün kaybolacak olursa, insan
cihat yapamaz, dolayısıyla "Hakk'a yardımcı olma" özelliği kaybolur. Çünkü
cihad, gazap kuvvetinin varlığına bağlıdır. Allah'ın Resulü sadece gazab'ın
kötü maksatlar için kullanılmasını yasaklamış, Allah için olan gazabı teşvik
etmiştir. Hadislerde asabiyetin kötülenmesi de böyledir. "Akrabalarınızın
ve evlatlarınızın size bir faydası olmaz" (Mümtehıne, 3) ayetinden
maksat, asabiyetin cahiliye döneminde olduğu gibi, batıl ve batılla ilgili
davranışlar hakkında olması, bir kimsenin diğerine karşı kabilesiyle övünmesi ve asılsız yere hak iddia etmesidir. Bunlar savunulamaz. Ancak
asabiyet, bir maslahata binaen ve Allah'ın emrini yerine getirmede olursa,
arzu edilen bir şeydir. İbn Haldun'a göre, İslam, asabiyetin zararından çok
faydasını görmüştür. Yukarıda yapılan açıklamalarını olduğu kadar bu
fikrim de tarihi delillerle destekler. Fakat burada üzerinde durulması gereken esas nokta şu olmalıdır: Egemenlik ve bunun sağlayacağı yararlar için
asabiyetin gerekliliğini vurgulayan İbn Haldun yalnızca gözlemlediği
toplumsal olayları yorumlamakta ve asabiyetin (şehirlerde de olsa) her
vesileyle nesep ve soy bağı ile ilişki içinde olduğunu vurgulamaktadır.
A.KURT Bk. Irkçılık. 1[1]
1[1]
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/82-83.
IRKÇILIK
Prof. Dr. Alâeddin Başar
Irkçılığı men eden âyet-i kerime:
“Ey insanlar! Muhakkak ki biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Ve sizi millet millet, kabile kabile yaptık ki, tanışıp kaynaşasınız. Allah
katında en şerefliniz Ondan en çok korkanınızdır.” (Hucurat, 49/3)
Aynı surede şöyle buyrulur: “Ancak müminler birbirinin
kardeşidirler. Öyle ise, kardeşlerinizin aralarını ıslah edin.”
Yüce Allah Türkleri, Arapları ve Kürtleri değil ancak müminleri birbiriyle
kardeş ediyor.
İslâm’a göre, mümin olmayan bir insan, mümin babasına varis olamıyor.
İman gidince, maddî, uzvî ve ırkî bağlılık bir işe yaramıyor.
“Kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi için de istemeyen (kâmil)
mümin olamaz” buyuran Allah Resulü, bu ayetin amel ve his âlemimize
nasıl aksedeceği hususunda bize yol gösteriyor.
Müminler birbirlerini böylesine sevmeleri gerektiği halde şu veya bu
sebeple aralarına kin ve husumet girerse, bu takdirde ne yapacaklardır?
Âyet-i kerimenin devamı şunu emreder: “Kardeşlerinizin arasını ıslah
edin.”
Onları sulha, sükûna kavuşturun. Düşmanlıklarını, dostluğa, muhabbete,
kardeşliğe çevirin.
Evet, Kuran’ın hükmüne göre müminler kardeştirler. Hepsi bir tek
ailedir. Onların arasına ayrılık sokanlar ise bilerek veya bilmeyerek karşı
cephe namına çalışmış oluyorlar.
Hud Sûresinden ulvî bir ders: Nuh (a.s.) tufan hâdisesinde, “Ey Rabbim!
Şüphesiz oğlum da benim ailemdendir, (benim ehlimdendir)” dediğinde,
ilahî cevap şöyle gelir: “Ey Nuh o senin ailenden (ehlinden) değildir.”
Demek ki; insanın, inanmayan, isyan eden oğlu onun ehli sayılmıyor.
Öyle ise inanmayan ırkdaşı da onun dostu, kardeşi olamaz. Bu hakikati
hiçbir tevile imkân vermeyecek kadar net biçimde ortaya koyan bir Allah
kelâmı:
“Ey iman edenler! Babalarınızı ve kardeşlerinizi eğer küfrü imana
tercih etmişlerse dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte
onlar, zalimlerin ta kendisidir.” (Tevbe, 9/23)
Bu ayet, “Ancak müminler birbirinin kardeşidirler” âyet-i
kerimesinde ders verilen ince ruhun ve derin şuurun bir başka ifadesidir.
İnanmayan babanız sizin dostunuz değil, inanmayan kardeşiniz de sizin
dostunuz değildir. Onları dost edinen insan, hakikati çiğnemiş,
zulmetmiştir. Allah’ın ona bir ihsanı olan sevgi hissini yanlış yerde
kullanmış, zulmetmiştir…
Yanlış bir tercihle kendisini cehenneme sokmaya sebep olmuş, nefsine
zulmetmiştir. Onun sevgi hanesinde küffar, mümine ağır basmış ve o adam
bu büyük adaletsizliği işlemekle zalim olmuştur.
Allah haber veriyor: “O gün ne mal, ne evlât bir fayda vermez. Allah’a
kalb-i selim ile gelenler müstesna..” (Şuara, 26/88-89)
Irk yakınlığının en birinci basamağı, en ileri seviyesi evlâtla baba
arasındaki münasebet değil midir? Bu âyet, bu yakınlığın o meydanda para
etmeyeceğini haber veriyor bize. Artık hangi ırkçılıktan bahsediyoruz. O
gün kimsenin ne malına, ne mülküne, ne de kazandığı evlât sayısına
bakılmayacak.
O gün tek geçer akçe var: Kalb-i selim. Allah’a teslim olmuş, O’nun her
emrine ram olmuş temiz ve halis bir kalp. Ondan başkasına bağlanmamış
bir gönül. Bu gönül kimde bulunursa bulunsun, Arap’ta olsun, Acemde olsun
makbuldür. Ve Cennet, kalb-i selim sahiplerinin varacağı mükâfat menzili.
Orada her mümine, ihlâsına, ameline, ahlâkına, gayretine, himmetine göre
makam verilecek. Ondaki bütün tabakalar bu esaslara göre. Orada her ırkın
ayrı bir makamı yok.
Download