Sunucu : sevgili arkadaşlar, değerli meslektaşlarım

advertisement
II. BUSH DÖNEMİ
ABD DIŞ POLİTİKASINDA YENİ YÖNELİMLER
KONUŞMACI :
DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN
01 ARALIK 2004
OTURUM BAŞKANI : Sevgili arkadaşlar, değerli meslektaşlarım, “Ayın Sohbeti” başlığı
altında yeni bir toplantı programını başlatıyoruz bugün. Hoş geldiniz hepiniz. İlk konuğumuz,
Bilgi Üniversitesi Uluslararası Siyaset Uzmanı Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan. Ayın
sohbetleri hukuk dışı konulardan oluşacak. Her ay bunu yapmayı planlıyoruz inşallah. Size
hukukun dışında, ülkenin gündemine oturan, dünyanın gündemine oturan konularda bizleri
bilgilendirecek ufkumuzu açacak, konuklarla birlikte olmayı planlıyoruz. Bunun ilki için
toplandık. Ben sizlere Deniz Ülke Arı boğan hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. 1965
yılında İstanbul’ da doğdu. TED Ankara Koleji’ni ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi. Yüksek lisans ve doktorasını İstanbul
Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler üzerine yaptı. 1998‘de Doçent, 2003 yılında Profesör
oldu. Halen Bilgi Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yapmakta. Küresel terörizm,
uluslararası strateji ve güvenlik sorunları dersleri veriyor. Kitapları arasında “Globalleşme
Senaryosunun Aktörleri” , “Uluslararası İlişkiler Sözlüğü”, “Kabileden Küreselleşmeye”,
“Çin’in Gölgesinde Uzakdoğu Asya” , “Tarihin Sonundan Barışın Sonuna” gibi kitapları ve
birçok makalesi bulunuyor. Kendisi evli, iki çocuk annesi, her zaman zevkle dinledim
kendisini. Bir kez daha zevkle dinlemek üzere kürsüye davet ediyorum.
PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Hepinize iyi günler diliyorum ve saygılar
sunuyorum. Ayrıca herhalde sesim buradan gelmiyor değil mi? Böyle konuşsam. Şimdi
gelecek herhalde. Tekrar saygılar sunuyorum, efendim. Aynı zamanda Ankara Barosu Eğitim
Merkezine de beni eski şehrimle yeniden buluşturduğu için çok teşekkür ediyorum.
Çocukluğumun geçtiği yerleri yeniden görmek fırsatını buldum bu sayede ayrıca komşu
fakültenin öğrencileriyle de bir arada bulunmak çok hoş çünkü Mülkiye ile Hukuk Fakültesi
malum iç içe geçmiş iki eğitim kurumudur. Bu anlamda kendimizi hep Siyasaldayken yarı
hukukçu da hissederdik Hukuk Fakültesinden hocalarımız gelirdi onun için burası benim için
çok hoş ve çok ilginç bir deneyim, çok teşekkür ediyorum tekrar davetiniz için. Bugün aslında
hepimizin hayatını çok yakından ilgilendiren bir konu üzerinde konuşacağız Amerikan dış
politikası üzerinde ve bence Amerikan dış politikasının nasıl gelişeceğini tayin edebilmek
sanıyorum Türk dış politikasının nasıl gelişeceğini tayin edebilmekten çok daha önemli hale
geldi çünkü Türk dış politikası genel çizgisiyle kuruduğu dönemden beri edilgen bir içerik
izler. Kendisine yönelik bir takım politikalara karşı bir tavır almak biçiminde şekillenir. Kaldı
ki bugün Amerikan dış politikası dediğimiz şey, dünyanın genel siyasetinin belirlenmesi
anlamında çok önemli bir aşama bizim açımızdan bunu öğrenmemiz gerekiyor ve ben size
mümkün olduğunca kısa, özet bir şekilde Amerikan dış politikasını ana hatların hakkında bilgi
vermek istiyorum. Ve tabi, Amerikan dış politikası derken en yakın dönemde II. Bush
Döneminde, önümüzde ne gibi açılımlar söz konusu olacak, nasıl bir dünya bizi bekliyor,
onun üzerine birazcık spekülasyon yapacağım açıkçası çünkü geleceği görmek bir
akademisyenin
haddi değil ancak kehanetlerde bulunabilecek yeteneğe sahipsek bunu
söyleyebiliriz. Ama genel anlamda dünya nereye gidiyor, dünya siyasetinde ne gibi
gelişmeler var, bunlar hakkında biraz bilgi vermem mümkün. Bizler Mülkiye de okurken
hayatımız çok konforluydu açıkçası. İki tane blok hakkında fikrimiz vardı, dünya zaten iyiler
ve kötüler arasında ikiye ayrılırdı. Biz iyilerden yanaydık, Amerikan dış politikası dendiğinde
“Amerika” tırnak içerisinde bize hep olumlu bir takım referanslar verirdi yani Amerikan
fikrinden hoşlanırdık. Bir tarafta da kötüler vardı. Sovyetler Birliği vardı. Tabi, bu marjinal
ortamlarda farklaşabiliyordu ama genel geçer çizgisiyle Türkiye’nin genel dış politikası
açısından bunu söylüyorum. Sovyetler Birliği her an Türkiye’yi işgal edebilecek bir güçtü.
Onun için hatta çocukluğumuzda tekvando filan çalışırdık. Ülkemiz işgal edilirse nasıl
dövüşeceğiz gelecek Rus ordularıyla diye bu çocukluğumuzun en tatlı eğlencelerinden bir
haline gelmişti. Deprem olduğu zaman Ruslar yapmış olurdu. Birine kızıp küfür etmek
2
istediğimiz zaman, pis Moskof derdik falan filan, biz böyle bir ortamda büyüdük. Ve hayatta
hakikatten çok kolaydı. Soğuk savaş vardı ideolojik kutuplaşma vardı. Bunlar içerisinde
dünyaya bakabiliyorduk. Herkes yerini çok net bir biçimde tayin edebiliyordu. Fakat maalesef
ben üniversiteyi bitirdikten sonra, benim öğrendiğim her şey 3 -5 sene içerisinde hiçbir anlam
taşımaz hale geldi. Ne ortada Sovyetler Birliği kaldı, ne Çekoslovakya kaldı, ne Yugoslavya
kaldı, ne iki kutuplu sistem kaldı, enteresan bir dünya sisteminin içinde bulduk kendimizi. Ve
yaptığımız yüksek lisanlar, doktoralar bize o kadar ders öğreten bütün hocalarımızın bize
aktardığı bilgiler bir anda saçma sapan, çok anlamsız şeyler haline geldi. Ve bizim alanımızın
en ciddi problemi de bu zaten. Çok dinamik bir alan bir türlü bir ucundan tutamıyorsunuz, tam
tutarken elinizin altından kaçıveriyor. Bu nedenle uluslararası ilişkiler alanında çok fazla fikir
sahibi olmak, net fikirler sahibi olmak mümkün değil. Ama şunu söyleyebiliriz ki bugün
yaşadığımız dünya bir kahramanın yazdığı bir makaleyle başladı, öyle söyleyebiliriz. 1989
yılıydı, bir Amerikan ünlü uluslararası ilişkiler bilimcilerinden Madonna kadar şöhretli
prenses Francis Fukoyama’nın yazdığı “Tarihin Sonu” isimli bir makaleyle birlikte,
Amerikan zaferi ilan edildi. 1989 yılı enteresan bir yıldı. Baltık ülkeleri bağımsızlıklarını ilan
ediyordu. Yıllarca iki bloğun arasındaki ayrımı çok net bir biçimde simgeleyen Berlin Duvarı
çöküyordu, onun önünde insanlar resimler çektirmeye, taş parçalarını alıp evlerinde
koleksiyon yapmaya başlamışlardı ve 1989 yılında artık soğuk savaş bitiyordu. Ve dünya
Amerikan zaferi ile birlikte liberalizmin insan haklarının, özgürlüğün, demokrasinin zaferini
kutlamaya başlamıştı. Fukoyama, Marks’tan, Hegel’den, Koiyeze’den devşirdiği fikirlerle
şunu söylüyordu ki bütün insanlık tarihi özü itibariyle özgür olabilme mücadelesi teması
içerisinde gerçekleşmiştir. Birileri özgür olmaya çalışmış, diğerleri o özgürlüğü vermemeye
çalışmış ve bütün insanlık tarihinde savaşlar, çatışmalar esas olarak bu tema üzerinde
şekillenmiştir. Ama şu anda böyle bir durumdan söz etmek mümkün değildi artık özgür
insanlar kazanmış. Amerika Birleşik Devletleri önce Britanyalı sömürgecilere karşı savaşarak
ondan sonra Avrupa’nın büyük imparatorluklarına Rusya’yı, Osmanlı’yı, Avusturya –
Macaristan’ı çökerterek ondan sonra faşistleri devirerek, üstüne sosyalistleri devirerek
tarihsel misyonunu yerine getirmiş, insan oğlunu özgürleştirmişti , kurtarmıştı, bütün baskıcı
rejimlerden kurtarmıştır ve bu şekilde 1989 yılında dünya üzerinde inanılmaz iyimser bir
atmosfer, bir hava estirilmeye başlandı. Ve zannetti ki artık savaşlar dönemi bitti, barışlar
başladı. Çok yanlış olduğu bu tezlerin aslında akademik olarak da çok değerli değildi, onu da
söylemek lazım. Hatta alternatif olarak geliştirilenler bile çok akademik anlamda ne kadar
anlamlıydı, o bile tartışılabilir. Ama çok kısa sürede yanlışlaşmaya başladı. Hemen arkasından
zaten Samuel Huntington’un bir başka meşhur makalesi geldi. O da Britney Spears kadar
meşhur olmuştu. O da diyordu ki; “hayır çatışma başka bir motif üzerinde şekillenmeye
devam edecek artık çatışmalar özgürleşip özgürleşmeme gibi şeyler arasında değil, bu tür
felsefeler ideolojiler arasında değil ama İslam medeniyetiyle Batı medeniyeti esas olmak
üzere farklı medeniyet dünyaları arasında gerçekleşecek diyordu.” En büyük korkusu Siloİslam uzlaşmasıydı yani, Çinlilerle İslam dünyasının uzlaşması ve dünyaya yepyeni bir şekil
vermeye çalışmalarıydı. En korkunç senaryo buydu ve diyordu ki; Batı dünyası bununla
mücadele etmek zorunda, Batı bir bütün olarak İslam’a karşı koymak zorunda çünkü esas
tehdit ortaya çıkmaya başlıyor. İslam dünyası pek bunun farkında değildi, kendini bir blok
olarak bilmiyordu, dünya üzerinde ciddi bir tehdit oluşturup oluşturmayacağının farkında
değildi falan filan ama nihai noktada bir baktık ki; bir 10 sene içerisinde hakikaten bir İslam
dünyası diye bir şey ortaya çıktı. İslam uygarlığı çıktı hatta o İslam uygarlığı bir anda Usama
Bin Ladin’in önderliğinde El- Kaide, Saddam Hüseyin, Yaser Arafat falan gibi insanlar
tarafından simgelenir oldu. Hatta uluslararası terörizmin temel müsebbibi olduk İnsanlık
tarihinin en ciddi tehdidini ortaya çıkartabilen uygarlığın mensupları haline geldik ve aslında
geçen sene toplam altı yüz elli kişinin ölümüne yol açmış bir İslam teröründen söz etmeye
başladık. Bir evvelki sene ölü sayısı bu büyük uluslararası terörizmin nedeniyle ölen insan
3
sayısı yedi yüz elliydi. Bir başka rakam söyleyeyim sizlere aids nedeniyle geçen sene ölen
insan sayısı üç milyondu. Her hangi bir önlem alınmadı. Açlıktan, susuzluktan, doğal
afetlerden ölen insanların sayısı on milyonlarla ifade ediliyordu. Ama bütün dünya biz
oturduk 650 kişinin peşinde yepyeni dış politikalar üretilmesini izledik ve bunu da çok meşru
gördük. Bütün dünya zaman zaman çatlakça sesler çıkartmakla birlikte bir dış politika
aracının bir büyük gücün dünya üzerine yeni bir şekillendirme operasyonuna direnemedik. Ve
bugün Felluce’de ölen insan sayısının elli bini bulduğunu söyleyenler var, yapılan bir takım
hesaplamalar Irak müdahalesinden sonra ölen insan sayısının yüz binin üzerinde olduğunu
söylüyor ve 650 kişilik enternasyonal terörizmin karşılığında verilen bir mücadele yüz
binlerce insanın ölümüyle sonuçlanmış barış operasyonundan söz ediyoruz. Demek ki ortada
aslında ters giden bir şeyler var yani ya birileri bizi kandırıyor, yalan söylüyor yada kendileri
de ne olduğunun farkında değiller, dünya üzerinde büyük bir mücadele döndüğü aşikar ama
hiç birimiz o mücadelenin nasıl bir mücadele olduğu hakkında çok fazla fikir sahibi değiliz.
İşte onun için, biraz analitik bir yaklaşımla neler olabileceğini Amerikan dış politikasının ne
anlamlara gelebileceğini analiz etmeye çalışalım. Şimdi ben burada basıyorum ve analitik
inceleme Amerikan dış politikasını birkaç farklı başlıkla incelememiz mümkün bir tanesi
ulusal siyasal yapı ve bunun Amerikan dış politikası üzerindeki etkiler, diğeri tarihsel bir
yaklaşım tarihsel bir analiz çerçevesinde Amerika dış politikasının ele alınması, bir diğeri
sistem yaklaşımı içerisinde Amerikan dış politikasının değerlendirilmesi ve daha teknik
olarak idealizm realizm ikilemi içerisinde Amerikan dış politikasının değerlendirilmesi,
bunlardan bahsedeceğiz. Dış politikayı etkileyen faktörler; birincisi Amerikanın ulusal,
siyasal yapısının Amerikan dış politikaları üzerindeki etkinliğinden söz etmiştik.
Hukukçuların karşısında oturup ben Amerika’da başkanlık sistemi nasıl işliyor falan diye
konuşacak değilim. Haddimi de bilirim o anlamda, eminim bu konuda çok dersler
alıştırmışsınızdır. Ama şunu mutlaka vurgulamak belki bir hatırlatma olabilir sizlere,
Amerikan Başkanı seçimle gelmiş bir yürütme gücü olarak çok ciddi anlamda dış politika
üzerinde etkili bir kimliktir. Amerikan Başkanını Amerika Başkanı kılan şey, onun gücünün
kaynağı kılan şey de; dış politika çizgisini belirleyebilme yeteneği ve yetkisidir. Hemen
arkasından zaten Amerika’nın ikinci insanı gelir ki o da dışişleri bakanıdır. Başkan yardımcısı
olarak görev yapar. Bir sonraki yılın büyük bir ihtimalle başkanı adayı olacaktır. Bugün
Rice’nın konumu böyledir. O da dış politikacıdır. Yani aslında Amerika’nın seçimleri, bütün
iç politikası, iç siyaseti özellik itibariyle Amerikan dış politikasını şekillendirmesi üzerine
yoğunlaşmıştır. Amerikan Başkanı özellikle de son dönemlerdeki seçimleri bir kez daha
hatırlarsak artık öyle vergilerdi, kürtaj karşıtlığıydı, çocuklara sosyal haklardı, şunlardı
bunlardı üzerinde şekillenmiyor. Amerikan halkı güvenlik ve dış politika eksenli olarak
hayata bakıyor ve Amerikan Başkanının seçimi için asıl olan şey gelecekte nasıl bir politika
çizgisinin ortaya çıkacağı. Carry elinde çok ciddi imkanları olmasına rağmen ve Amerikan
halkı içerisinde özellikle enteragent* yapan George Bush yönetimine karşı çok ciddi bir
reaksiyon olmasına rağmen, doğru düzgün bir dış politikası çizgisi izleyemediği içindir ki bir
dış politika alternatifi getiremediği içindir ki George Bush karşısında aslında Amerikan
politikası karşısında bir hezimet yaşadı, üç milyon oy farkı attılar, bu bir evvelki seçimleri
hileyle, hurdayla kazanmış bir başkan için çok büyük bir başarıdır. Üstelikte Amerikanın bir
savaşta olduğu düşünülürse çok önemli bir şey olduğunu söylemek mümkün. Amerikan dış
politikasın da yeni bir vizyon yaratamadığı için Irak savaşına karşı bile çıkamadı ve yanında
da duramadığı için Carry’nin seçilememesi garanti haline gelmişti zaten son dönemlerde.
Amerikan Başkanın dış politika çizgisi de zaten Amerikan kimliğinin belirleyicisi oluyor tabi
doğal olarak. Amerikan kimliği de Amerika dünya üzerinde barışçı, pasifiz bir politika mı
izleyecek? Uzlaşmacı bir tutum içerisine mi girecek? Partnerler mi arayacak? Yoksa
saldırgan, tek taraflı politikalardan yana olan hegemonik yada emperyal bir güç niteliğine mi
bürünecek? Amerikan Başkanının genel kimliği ve stratejisi Amerikanın dünya üzerindeki
4
siyasetinde belirleyen çizgi oluyor. Bir diğer önemli nokta Amerikanın dış politika çizgisinde,
çok önemli faktörlerden bir tanesi de lobilerin etkinliği, bu çok sık kullanıyor biraz fazla
abartılarak kullanıyor ama o konulara tekrar değiniriz. Hani dünya üzerinde şu anda bütün
insanlık tarihini İsrail’in kurulmasını, var edilmesi üzerine döndürülmüş görüşler var.
Kimilerine göre bütün dünyada ki kötülüklerin kökeninde İsrail’ler yatıyor. İsrail’i burada var
edebilmek için bütün dünyadaki Yahudi komitesi çalışıyor Amerika da, Rusya da, Çin de,
Avrupa da hepsi İsrail için varlığını devam ettiriyor, bütün politikalar bu anlamda değer
kazanıyor. Bunun çok yanlış olduğunu düşünüyorum ve bu anlamda da soruyorum, 1948’de
kuruldu İsrail Devleti, 1948’den bu yana dünyanın dinamiği eğer İsrail’i var edebilmek ise
1948’den önceki binlerce yıllık tarihin dinamiği neydi? Yani insanlık neden İsrail için neden
bu kadar çaba göstersin, bunun bir mantığı olmalı, benim kanıma göre İsrail Orta Doğu
sorunun figüranlarından bir tanesi sistemin bir yan ürünü ve sadece bir figüran, bir aktris
olamayacak kadar küçük ama şunu söylemek lazım ki Amerika Birleşik Devletlerindeki
Yahudi komitesinin dış politika çizgisinin belirlenmesin de ekonomik güçleri göz önüne
alındığında oldukça önemli bir etkinliğinin olduğu gözleniyor. Özellikle yakın dönemde.
Etnik lobilerin özellikle bunların etnikliği çok önemli, Yahudi lobisi aynı zamanda dinsel bir
lobi olarak ta kabul edilebilir. Ama etnik lobiler Amerika Birleşik Devletleri gibi bir .. yani alt
kimlikler yerine üst kimliklerin ön plana çıktığı bir ulusal yapıda ne hikmetse oldukça etkili
olduğu söyleniyor ve yavaş yavaş Amerikalılık, Amerikan ulusuna mensubiyetin yanı sıra alt
kimliklerde gündeme getirilmeye başlanıyor. Ermeniler, Rumlar, Kanadalılar, Fransızlar,
İrlandalılar bunlar uzun yıllardır etkili İrlanda kuvvetli lobisinin özellikle çok kuvvetli olduğu
bilinen bir gerçektir. Bunların hepsinden daha kuvvetli olduğu, Amerikan Başkanını
seçtirecek kadar ve İrlanda sorunu için İngiltere üstüne baskı kurduracak kadar etkili bir lobi
ve bunların hepsi Amerikan siyasal karar alma süreçlerin de etkilidirler. Blok halinde
davranabilen lobiler oluşturabiliyorlar. Ayrıca enteresan olan bir başka konu daha var,
Amerika Birleşik Devletlerine gittiğimiz zaman, görüyorsunuz zaten özellikle Güney
Eyaletlerinde bu çok net olarak gözlenebilen bir şey Hispanikler Amerika Birleşik Devletleri
içerisinde çok ciddi oranda nüfus yoğunluklarını artırmaya başlamış durumdalar West denilen
Beyaz Anglosakson Protestan grubu %50 oranında azalacağı düşünüyor önümüzdeki
dönemde buna karşılık Hispanikler %25, Asyalılar %8, siyahlar ise %14 civarında
önümüzdeki dönemde nüfuslarını artıracaklar. Yani Amerikan Mellting Pot’un karışımının
değişmesi bekleniyor. Beyazlar çoğalmıyor, buna mukabil özellikle Latinler, olağanüstü
çoğalıyorlar. Amerikanın genel yapısında bir değişiklik olması söz konusu olabilir. Bunlar
eğer bir arada davranarak grup psikolojileri içerisinde oy verme davranışlarını gösterirlerse
özellikle önümüzdeki dönemde başkanların direk olarak etnik lobiler bazında propagandalar
yapması da gündeme gelebilecektir. Hispanik Lobisi Amerikanın en büyük lobisi, iki tane
lobiden bahsedeceğim, bir de Yahudi Lobisinden. Hispanikler henüz çok etkili değil açıkçası
otuz yedi milyon kişi çokta artacak genellikle California , Teksas, New York, Florida da
bunlar yerleşik durumdalar. Amerikanın Güney Eyaletlerinde, Amerika da devlet
örgütlenmesi içinde çalışabilmesi için mutlaka İspanyolca bilmeniz gerekiyor. Yüz binlerce
insan hiç İngilizce bilmeden yaşıyor Amerika da tamamen, İspanyolca konuşarak hayatlarını
idame ettiriyorlar. Özellikle Meksika geçişi olan San Diego gibi bölgelerde tamamen bir
İspanyol kültürü, İspanyol komitesi oluşturulmuş durumda Amerika demeye bin şahit ister
hesabı oralarda fakat bunlar örgütlü bir topluluk değiller. Tipik Latin toplumu, bir araya
gelemiyorlar sadece yerel düzeylerde, yerel sorunlarıyla ilgili bir araya gelebilme, grup
davranışı gösterebilme özellikleri taşıyorlar. Hispaniklerin bir dış politika tavrı yok.
Yahudilerle Hispanikleri ayıran şey bu zaten .Hispanikler kendi ülkelerini, kendi merkez ana
vatanlarını koruyacak kollayacak fazla bir davranışta bulunmuyorlar, Kübalıların dışında.
Kübalıların ilgisi vatanlarına karşı anavatanlarına karşı devam ediyor zaten %6sınıda
Kübalılar oluşturuyor %60şını Meksikalılar. Meksika’da Amerika ile Meksika arasında
5
sadece yol üzerinde şöyle bir çizgi var, bir ayağınız Meksika da, bir ayağınız Amerika da
yaşayabiliyorsunuz. Ve müthiş bir nüfus yoğunluğu sürekli olarak Amerika’dan Meksika’ya
geçiş yapıyor. Çalışıyorlar Amerika da ve geri gidiyorlar. Özellikle yasa dışı göçünde en
önemli objelerinden bir tanesi. Yahudi Lobisi çok daha dış politika oryanti, çok daha dış
politikaya yönelik bir lobi. İsrail konusunda duyarlı bir lobi fakat ilginç olan bir başka nokta
Yahudilerin çok önemli bir kısmı tahmin edildiği gibi George Bush’a oy vermemiş Carry’e
doğru yönelmişler yani Yahudilerin de bir blok halinde davrandığını söylemek çok mümkün
değil. Dünya üzerinde iki farklı Yahudi komitesi bulunuyor, bunların bir grubu özellikle İsrail
konusunda sert politikaların dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Yahudilerin yaşam
standardını düşürdüğü ve onların hayatını konforsuz hale getirdiğini düşünüyorlar. Bu nedenle
de aslında Ariel Şaron tipi gibi politikalara şiddetle karşılar İsrail’de de Robbin Grubu yani
barış yanlısı grup Robbin suikastta kurban gitmeden önce çok daha etkiliydi. Ama görüldüğü
kadarıyla karşılıklı olarak şiddetin tırmanması barış yanlısı Yahudilerin özellikle Orta Doğu
da etkisiz hale gelmelerine yol açtı. Buna rağmen Orta Doğudan kaynaklanan şiddetin ve
güvenlik probleminin Paris’te, Londra’da, New York’da yaşayan Yahudileri fazlasıyla tehdit
etmesi nedeniyle dünya üzerinde yaşayan farklı Yahudi gruplarının da Şaron’a karşı çok ciddi
bir lobileşme faaliyeti olduklarını da söylemek mümkün. On milyon Musevi yaşıyor
Amerika’da ve yaklaşık %3’ü bu nüfusun. Amerikan siyaset ve ticaret hayatının %11’ni
oluşturuyorlar. Amerika’da ki her beş akademisyenden bir tanesi Yahudi kökenli özellikle
bilimsel alanlarda ki çok etkili rol oynuyorlar. Medya da %25 oranında bir güce sahiple hem
sermaye anlamında hem de özellikle köşe yazarlarının varlığı olarak ifade ediliyor. Amerika
Savunma Bakan Yardımcısından NBA başkanına, Hollywood yönetmenlerinden, Merkez
Bankası başkanına, New York belediye başkanından senato üyelerinin %10’un kadar
kongrenin %6’sına kadar her alanda inanılmaz bir biçimde Yahudi ağırlığı görülüyor.
Yahudiler toplumun kremlony kremlonisini*oluşturuyorlar Amerika’da yani alt kültür
grubuna mensup bir Yahudi’den söz etmek çok mümkün değil. Direk olarak yönetim
birimlerine giriyorlar çok başarılı insanlar oluyorlar çoğunlukla ve kendi aralarında çeşitli
lobileri de var, bir kısmı da gördüğünüz gibi elli bin tane üyesi olabilecek kadar gelişkin
lobiler. Lobilerin gelecekteki konumlarında bakarak genel bir trend değerlendirmesi
yapıyoruz; şu anki konumdan dünya sisteminden kaynaklanan, ondan, onun oluşturduğu yeni
birtakım yapılar nedeniyle etnisite bazlı alt sitelerin yavaş yavaş zayıflamaya başladığını
bunun yerine, dini tariflerin daha güçlendiği görmek mümkün dünya üzerinde de bu böyle
insanlar kendilerine genel olarak baktığımız zaman da hani ben Pakistanlıyım, ben Arap’ım,
ben Afganistanlıyım falan diye değil özellikle İslam komitesinde ben Müslüman’ım diye
demeye daha fazla başladığını görüyorsunuz. Yada ben Katolik’im yada ben Protestanlım
demeye başladığını görüyorsunuz. Amerika da envanjelizm zaten bahsedeceğiz çok ciddi bir
ivme kazanmış durumda. Bu nedenle dinsel motifli lobilerin ağırlık kazanması beklenebilir.
Bunlar tarikatlar düzeyinde örgütlenmeler de olabilirler. Bunun dışında lobiler daha seçkinci
iken yani toplumun daha üst kesimini, daha zengin kesimini, daha üst kültür gruplarını ifade
ederlerken, daha ordinary, daha sıradan ve daha büyük kalabalıkları bir arada tutan lobileri
doğru dönüşme ihtimalleri yüksek, özellikle Hispaniklerin yönelimi genel olarak böyle.
Zengin lobilerden güvenlik lobililere doğru Amerika da etkinliğinin artması bekleniyor.
Güvenlik lobisi şu anlama geliyor; zengin lobiler iktisadi anlamda Amerikan seçim
kampanyalarına destek veren ve Amerikan ekonomisi hakkında bilgi sahibi olan, bu anlamda
dış politikayı yönlendirmeye çalışan lobilerden daha ziyade Amerika’ya ittifak
oluşturabilecek ülke vatandaşlarından kurulu lobilerin etkin hale geçmesi bekleniyor. Mesela
bir Türk lobisinin önümüzdeki dönemde Amerika Birleşik Devletlerinin dış politikasında
daha etkili hale gelmesi beklenen bir olasılık çünkü bunlar İngilizlerin aynı şekilde
Amerikan’ın daha çok ihtiyacı olan şey iktisadi destek değil güvenlik desteği olacağı için,
bunların etkinliğinin artması bekleniyor. Keza, üst kültür lobilerinden alt kültür grubunun
6
egemenliğine doğru bir geçiş var. Artık insanlar seçkinci, elit tavırlar yerine onların
egemenliğini, onların üstünlüğünü tercih etmek yerine yavaş yavaş sıradan insanların daha
egemen olduğu bir döneme doğru giriyoruz. İşte en son sürekli olarak yapılan George Bush’a
oy veren insanların ve Carry’e oy veren insanların IQ değerleri hesaplanıyor, zenginlik
düzeyleri, kültür düzeyleri nerelerde yaşadıkları hesaplanıyor. Carry’in toplam IQ düzeyi ve
Carry’e oy verenlerin George Bush’unkinden otuz, kırk puan daha yüksek toplam olarak. Bu
nedenle bunlar da bilimsel araştırma olarak tespit ediliyor. Yavaş yavaş sıradan insanların alt
kültür egemenliğini dünyanın her yerinde görebiliriz. Nüfus ve demokrasi birbiriyle eş değer
olarak gidiyor. Birileri oy verebilme davranışı gösterebilen birileri, herkesin bir tane oy hakkı
olduğu için kim kalabalıksa onun seçtiği başkan ve onun seçtiği politikalar uygulanıyor. Bu
da hayatın bir gerçeği. Gelelim ikinci analitik açılımıza tarihsel yaklaşım, Amerika Birleşik
Devletleri tarihsel bir imparatorluk ama aslında bebeklik çağında daha yani genel olarak
dünya üzerinde var olan ülkelerin tarihlerine baktığınız zaman çok daha gerilere
gidebilirsiniz. Amerika 1776’dan bu yana hayatımızın içerisinde varolan yepyeni bir devlet
ve 18. Yüzyılın akımlarından önemli ölçüde etkilenmiş bir devlet 18. Yüzyıl ilginç bir dönem,
Fransız İhtilali ile birlikte dünya üzerinde üç slogan çerçevesinde liberty, egalite, fragenlite
çerçevesinde, üç temel akım hüküm sürmeye başlıyor. Liberte liberalizmi, egalite sosyalizmi
fragertalite de nasyolizmin tetikleyicisi oluyor ve dünya 19. Yüzyıl boyunca bu üç akımın
yavaş yavaş güçlenmesi ve 20. Yüzyılın zaten tamamen domine etmesine şahitlik edecek.
Amerika Birleşik Devletleri özellikle liberte fikrinden fazlasıyla etkilenmiş olarak kurulan bir
ülke, aslında İngiltere’den göç eden ve Amerikanın doğu kısmına yerleşen on üç tane İngiliz
kolonisinin harekete geçmesiyle kuruluyor. İlginç olan, Fransız İhtilaliyle Amerikan Devrimi
arasında çok benzerlikler var. Fransa da hükümet Yedi Yıl Savaşlarının bütçesi nedeniyle
ekstra vergiler koyuyor halkına halk ayaklanıyor. İngiltere’de de aynı şekilde Yedi Yıl
Savaşları neticesi ve İngiltere kendi sömürgelerine ekstra vergiler koyuyor ve halk
ayaklanıyor. Bu çerçevede Amerika Birleşik Devletleri halinde İngiliz kolonileri
ayaklanıyorlar ve kendilerine çok güzel Fransa, İspanya ve Hollanda’dan destek buluyorlar.
Dünyanın başka önemli devletleri özellikle İngiltere’nin Yedi Yıl Savaşlarındaki olağanüstü
kazanımlarından rahatsız olan devletlerin Amerika Birleşik Devletlerine çok ciddi
yardımlarda bulunduğu görünüyor ve Amerika Birleşik Devletleri kuruluyor. Amerikanın
bugünkü sınırlarına baktığınız zaman Missiciple’den Meksika Körfezine kadar olan
bölgesinde Fransızların genel olarak egemenliği görülüyor. Güney Amerika İspanyol ve
Portekiz sömürgesi, İspanyollar Amerikanın Kuzey Bölgelerinde de varlar. Ama esas olarak
lokomotifliğini İngilizlerin yaptığı bir Birleşik Devletlerden söz ediyoruz. Ve İngiliz
demokrasisi İngiltere de insanlara ta 1215’ten bu yana verilen haklar ve yapılanan siyaset
Amerika’yı da çok direk olarak etkiliyor ve Fransız İhtilalinden daha önce malum Virginia
Bill of Right’ı yayınlama önceliğine de sahip oluyorlar. Yani insan haklarını doğuran
ülkelerden bir tanesi. 19. Yüzyıl Amerika Birleşik Devletleri açısından önemli, hem bir iç
savaş yaşıyorlar hem de Avrupalıların Amerika’ya daha fazla müdahil olmalarını
engelleyecek birtakım dış politika açılımları geliştirmeye başlıyorlar. Nitekim 1823 Monroe
Doktrini Amerikan dış politikasının önemli temel taşlarından biridir. Bugün hala Monroecılar
yani izolasyonist politikalardan yana olan çok geniş bir kitle vardır Amerika Birleşik
devletlerinde, ne diyordu Monroe Doktrini, Avrupalılar bizim arka bahçemiz olarak tarif
ettiğimiz bu amerikan içişlerine müdahale etmesinler, biz de Amerikalılar olarak bir şekilde
Avrupa’nın iç işlerine müdahale etmeyeceğiz. Yani çok net aramızda Atlantik var fazla bize
bulaşmayın mesajı veriyorlardı. 20. Yüzyıla gelinceye kadar Amerika Birleşik Devletleri
gerçekten Avrupa’nın içişlerine müdahil olmadı. Ve kendi içerisinde çok önemli bir iktisadi
gelişme gösterdi. Kendi içerisinde bir uyum sağladı, bir ulus projesine girdiler fakat 20.
Yüzyıl Amerika Birleşik Devletleri açısından çok Önemli bir yüzyıldı. Yani bebeklikten
yavaş yavaş çocukluk genç delikanlılığa atlayan bir büyük güçten söz etmeye başladı. Her
7
iki dünya savaşı da Amerikan müdahalesiyle sonuçlandı.1917’de I. Dünya Savaşına girerek
1941’de de II. Dünya Savaşına girerek dünyanın nasıl şekilleneceğini belirlediler. I. Dünya
Savaşından sonra Amerikanının hala Avrupa ile ilişliklerini çok sıcaklaştırma niyeti yoktu.
Nitekim Wilson Doktrin ve Başkan Wilson bir milletler cemiyeti kurulmasını önermesine
rağmen, buna öncülük etmesine rağmen Amerikan Kongresi hem Versay antlaşmasını hem de
Milletler Cemiyeti mis akı’nı ret etmiştir. Aynı biçimde Birleşmiş Milletlerin kuruluşu
sırasında ve NATO’nun kuruşu sırasında da Amerika Birleşik Devletlerinde çok ciddi
tartışmalar söz konusu olmuştu. Amerika önce 1945’te Birleşmiş Milletler sonra 1949’da
NATO’ya üye olarak artık Avrupa’nın içişlerinde var olduğunu ortaya çıkardı ve Amerika
Birleşik Devletlerinin hegemonyası yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Aslında biz II.Dünya
Savaşı sonrasını, daha ziyade iki tane birbirine denk gücü mücadeleci olarak biliriz, öyle
öğretilmiştir ama şunu söylemek lazım ki; Amerika Birleşik Devletleri II. Dünya Savaşından
sonra çok ciddi bir hegemonik güçtü. Ve Sovyetler Birliği de onu dengeleyecek potansiyele
sahip değildi. Bir ülke düşünün, yirmi milyon insanı savaşa kurban etmiş bir ülke. İktisadi
anlamda perişan, üretim yapamaz bir ülke, sosyalizmi silah zoruyla insanlara büyük baskılar
uygulayarak sağlamaya çalışan bir ülke ve Stalin’in yönetiminde on beş milyon insanın siyasi
nedenlerle öldürüldüğü bir ülkeden söz ediyoruz. Ama 1953’e kadar yani Stalin ölene kadar
dünyanın en büyük ağır sanayi hamlelerinden bir tanesini yapan bir ülke söz ediyoruz.
1948’de atom bombasına sahip olan, 1953’te hidrojen bombasına sahip olan bir ülkeden söz
ediyoruz. 1957’de de ilk defa Amerikan topraklarını tehdit edebilecek bir atılımda bulunarak
Sputni’yi uzaya fırlatan bir ülkeden söz ediyoruz. Ama 1945 yılına gelindiğinde Sovyetler
Birliğinden söz ettiğimiz zaman böyle bir .. güçten söz etmemiz mümkün değil. Gerçekten
perişan durumda. Doğrudur Alman tümenlerinin en büyük kayıplar verdiği topraklara sahip
olan bir ülke ama buna mukabil Amerika’nın genel yapısına baktığımız zaman Amerika’yla
boy ölçüşemeyecek bir ülkeden söz ediyoruz. Amerika Birleşik Devletleri 1945 yılına
gelindiğinde dünya üretimin üçte birinden fazlasını yapan bir ülke, dünya ticaretinin üçte
birinden fazlasını yapan bir ülke, dünya üzerindeki toplama altın ve döviz rezervlerinin otuz
üç milyarlık Dolarlık altın ve döviz rezervlerinin yirmi milyar Dolarından fazlasına sahip bir
ülke. Atom bombasına sahip bir ülke. İlk nükleer bomba yapabilme ayrıcalığına sahip bir
ülke. Dünyanın en büyük deniz gücü olmasına rağmen, dünyanın en büyük tank üreticisi
haline gelmiş bir ülkeden söz ediyoruz, bir kara gücü değil üstelik. Bir ülkeden söz ediyoruz
ortalama beş dakikada bir savaş uçağı üretebilir kapasiteye ulaşmış böyle bir ülke ortalama
günde bir günde savaş gemisi, bir uçak gemisi üretebilecek bir ülkeden söz ediyoruz. On iki
buçuk milyon askeri seferber durumunda bunun yedi buçuk milyonu kıtalar aşırı, bir ülkeden
söz ediyoruz. Ve diyoruz ki dünya üzerinde iki tane büyük blok vardı, Amerika Birleşik
Devletleri ve Sovyetler Birliği birbirlerini dengelediler. Hayır dengelemediler yani bu
dengeleyecek bir güç değildi ayrıca arada çok ciddi bir farkı vardı. Ama buna mukabil bu tür
bir dengenin var olduğu savı Batı bloklunun tamamen Amerika Birleşik Devletlerinin
güdümüne girmesini sağladı. Sorgusuz, sualsiz ve kuşkusuz bir biçimde aynı şekilde Doğu
tarafını da Sovyetler Birliği’nin kontrolü altına girmesini sağladı. Imanna Vollurtein bu
savaşa “sanal savaş” diyor, soğuk savaş diye bir şey hiçbir şey olmadı. Yalta Konferansında
Stalin ile Roosevelt her şeyi belirlediler ve insanlara böyle bir şey varmış rolü yaptılar.
Amerika Birleşik Devletleri zaten sistemin tek gücüydü o zaman diyor ama sonrasında
Sovyetler Birliği’nin çok olağanüstü atılımlar yaptığı ve bu gücü yavaş yavaş dengelemeye
başladığından söz etmek mümkün.1989 yılında demin de bahsettiğimiz gibi Francis
Fukoyama Sovyetler Birliği denilen şeyin yok olduğunu, Amerika’nın zaten tek emperyal güç
haline geldiğini deklere etmiştir. Bugün 21. Yüzyılın bir Amerikan yüzyılı olduğu savından
söz ediliyor. Amerikanın savaşlar boyunca bu tarihsel savaşlar boyunca, maliyetler hakkında
bir fikir olsun diye böyle bir slayt koydum. Bugün Amerika Birleşik Devletlerinin şu anki
Dolar kurları itibariyle hesaplanmış olan bir şey. Irak’ta hala hazırda devam etmekte olan
8
savaşın bütçesi ekonomik maliyeti yüz elli milyar Doların üzerinde şu anda. İnsan maliyeti
ise bin iki yüz civarında Amerika’ya insan maliyeti ise bin iki yüz civarında olduğu
söyleniyor. Henüz çok net rakamlar yok özellikle Felluce Operasyonu sırasında bu rakamlar
artmış olabilir. Çünkü orada ciddi bir silahlı direnişle karşılaştılar. Ama görüldüğü gibi
Amerika’nın hani II.Dünya Savaşında iki yüz doksan iki bin askerini kaybetmiş bir
Amerika’dan söz ediyoruz. Bugün hele bir öncekinde yüz kırk sekiz kişi nerdeyse sıfır
maliyeti sıfır insan kaybıyla Afganistan operasyonun da ciddi bir kayıp yok sadece bir iki
tane kaza uçuşları nedeniyle ortaya çıkan ölümler var. Amerika Birleşik Devletleri artık
kayıpsız savaşlar yaratabilir hale geldi. Ve harcadığı paralar da fazlasıyla yaptığı savaşlar
sonucu o ülkelerden tahsil edildiği için çok fazla harcama yapma gibi bir arayış içerisinde
değil, böyle bir güce sahip bir ülkeden bahsediyoruz. Sistem yaklaşımı, bu üçüncü analitik
açılımız, Amerika Birleşik Devletleri dış politika açısından tek başına Amerika Birleşik
Devletlerinin politikaları şöyledir böyledir diye analiz edilebilir mi? Yoksa aslında Amerika
Birleşik Devletleri dış politikaları var olan uluslararası sistemin bir yansıması mıdır? Yani
Hegelyan* tabiri ile Time Guides* yani “zamanın ruhu” aslında bütün devletlerin dış politika
açılımlarını belirlemekte midir? Şunu söylemek istiyorum, bizler genellikle olaylara
baktığımız zaman hani farz edelim ki terör olaylarından söz ediyoruz. Teröre elinde silahlı,
elinde bombaları olan silahlar olan bir takım insanlar olarak bakıyoruz. Ve terörün çözümü
de bu anlamda çok kolay gibi geliyor, teröristi öldürürsünüz bütün olay biter gibi görünüyor.
Ancak burada bir ciddi görüş problemimiz var bakmakla görmek arasında çok ciddi bir
farklılık vardır. Bir ağaç düşünün, bir elma ağacını düşünün gözünüzün önüne canlandırın,
yeşil yaprakları olan, kırmızı elmaları olan heybetli de bir ağaç olsun, o ağacı daha derin
görmeye çalıştığınız da o ağacın yapraklar ve elmalardan ibaret olmadığını göreceksiniz, o
ağacın o ağacın yıllar boyunca büyüttüğü toprağın derinlerine giden kökleri olduğunu
göreceksiniz. Ve o ağacın içinde yer aldığı ekosistemin bir parçası olduğunu göreceksiniz. O
ağacın tek başına hiçbir anlam ifade etmediğini göreceksiniz. O ağacın sistem içerisinde bir
işlemi olduğunu göreceksiniz sadece elma ürünü vermez aynı zaman da fotosentez yapar,
doğada ki oksijen karbondioksit dengesinin ayarlanmasın da bir rol oynar. O ağacın
bulutlardan yağan yağmur damlacıklarına ihtiyacı olduğunu göreceksiniz. Yada güneş ışığıyla
ancak fotosentez yapabildiğini, topraktan mineraller alıp beslendiğini, o ağacın tek başına bir
anlam kazandırdığınız gibi, o ağacı bir ormanın içersindeyken de hayal edeceksiniz ne anlama
geldiğini. Ayrıca o ağacın üzerinde yaşayan karıncaları, türlü asalakları iyi görmek
zorundasınız. Elmaların içerisinde ki kurtları iyi fark etmek zorundasınız. Bir elma ağacı bir
elma ve ağaç bütününden elma ve yapraklar bütününden çok fazla bir şeydir. Bu nedenle
Amerikan dış politikası da George Bush, Condollizza Rice ve Pentagon’dan çok farklı ve
fazla bir şeydir. Amerikan dış politikasına bakıp, Amerika’ya bakıp sadece George Bush‘u
görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. George Bush’un beslendiği kaynakları, kanalları, içinde yer
aldığı ekosistemin ne anlama geldiğini, çok iyi tespit etmek zorundasınız. Bu sistem
kavramına bir kez daha son bölümde deyineceğim çünkü bu konuda bütün dünyada ciddi de
bir yanlışlık yapıldığı da yavaş yavaş konuşulmaya başlandı. Sistemimiz hala ulus devletler
bazında analiz ediyoruz. Ama buna nasıl bakmak gerektiği buna bir parantez açıp içini de boş
bırakıp devam edelim diyorum. Ve son analitik açılımıza geliyoruz. Realizm idealsizim
ikileminde Amerikan dış politikası; Amerikan dış politikasında farklı gelenekler faklı çizgiler
var elbette ama en temel iki paradigma, idealizm ve realizm çerçevesinde belirleniyor.
Amerika da Wilsoncu ve Roosevelt dış politika olarak ikiye ayrılıyor görüşler. Wilsoncu
ideoloji Amerika’nın dünya üzerinde bir barışı kurgulama, aracı olarak kullanılması
gerektiğini düşünüyor ve Amerikanın özü itibariyle, sistemin düzenleyici ama aynı zamanda
ortaklarla uzlaştırıcı bir yapı içerisinde evrilmesi gerektiğini düşünüyor. Rooseveltçi dış
politika ise, Amerikan gücünün ancak askeri müdahalelerle güç dengesinin kurulması
sayesinde ve gücünü ortaya koyarak, dünyayı şekillendirebileceğine inanıyor. Her iki görüş de
9
dünyanın bir düzene sokulabilmesi ve mükemmel bir işleyişinin olabilmesi için, Amerikan
gücünün ve varlığının şu veya bu şekilde empoze edilmesinin, gerekli görüyor. Ama bu askeri
yönden mi olur, iktisadi yönden mi felsefi ideolojik boyuttan mı olur, bu konularda
uzlaşamıyorlar. Bunlar Amerikan Başkanları kimi demokrat, kimi cumhuriyetçi gördüğünüz
gibi bazı başkanlar iki dönem başkanlık yapıyor biliyorsunuz Amerika da iki dönemden fazla
başkanlık yapmak mümkün değil. George Bush şu anda, oraya bir 2004’ü de koymak gerekli
2004’ten bugüne kadar gibi düşünmek de lazım, ikinci başkanlık dönemini yapıyor. George
W. Bush okuduğum genel kaynaklarda IQ düzeyi en düşük olan başkan olarak gösteriliyor.
Resmi olarak bunu böyle söylüyorlar ve en yüksek olan başkan da IQ düzeyi Bill Clinton
tarihte en yüksek IQ düzeyine sahip olan Başkan Bill Clinton. George Bush’un babası Father
Bush çok zeki ve eski CIA Başkanı bu nedenle Amerikanın derin devletine fazlasıyla nüfus
etmiş ve politika belirlemede çok etkili bir kimlik, ama George W. Bush’un önemli ölçüde
edilgen bir kişiliğinin olduğu, çok dindar olduğu ve çok mistik bir tavırla da dünyayı
algıladığı da genellikle iddia edilen şeyler. Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanlarının her
biri bir dış politika doktrini çizmiş, deminde bahsettiğim gibi Amerikan kimliğinin oluşumu
Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanlığının doktrinleri ile şekillenmiş, böyle bu şekilde
ortaya çıkarmışlar. Carter Dönemi 1970 ve 1980’ne geçiş önemli ölçüde İran da devrimin
olduğu bir dönemi düşünün, Sovyetler Birliğinin Afganistan’a yöneldiği bir dönemi düşünün
ve Carter Doktrini çok net bir biçimde Amerikanın çıkar alanını, hayati çıkar alanını tarif eden
bir çıkar doktrinidir. Der ki, bir dış güç tarafından girişilen ve İran Körfezini denetlemeye
yönelik her tavır Amerikan çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak algılanır der. 1980’li yıllar
Amerikan, Amerikanın dışarıdan petrol alımları açısından, Orta Doğuya önemli bir
bağımlılığının olduğu yıllar. 1960’da Amerikanın dışarıdan ithal ettiği petrolün %80.3’ü Orta
Doğudan sağlanıyor. 1960’da. 1980’e gelindiğinde, hatta 1990’a gelindiğinde diyelim,
1990’lara gelindiğinde bu rakam %60’lara düşüyor, Amerika petrolünün %60’nı Orta
Doğudan ithal ediyor. 2000 yılına gelindiğinde, şu anda Amerikanın Orta Doğu petrollerine
bağımlılığı %50 civarında, 50 düzeyinde Amerika Birleşik Devletleri daha fazla enerji
kullanıyor. Ama Orta Doğu petrollerine bağımlılığı giderek daha azalıyor. Özellikle
Venezüella’dan kendi kaynaklarından ve yeni ortaya çıkan Hazardan aldığı pay Orta Doğunun
üzerine çıkıyor. Bu çerçevede bir başka önemli nokta daha petrol konusu çok vurgulanıyor, bu
Amerikanın Orta Doğu müdahalesi açısından Amerikanın Orta Doğu savaşı sadece bir petrol
savaşı olarak halledilemez. Yani bu da çok temel bir yanlıştır. Amerikanın Orta Doğu
petrollerine bağımlılığı yada petrolü bir oyuncu olarak kullanıyor olması bir tek nedeni kendi
bağımlılığı değil ama başka rakip olduğu devletlerin bağımlılığı ve petrol fiyatlarını bu
şekilde kontrol etmek açısından anlamlı olabilir. Ama onun dışında Amerikanın rezervlerini
zaten 1973 petrol krizinden sonra kendi rezerv sistemlerini de oluşturdular, her türlü kriz
anında petrollerini sağlamaya yetecek kadar güçlü rezervleri var. Orta Doğuda çıkacak her
türlü petrol fiyatlarındaki yükselme ve her türlü müdahale en çok Avrupa ülkelerini ve
Japonya’yı etkiliyor. Ve bugün petrol fiyatları 50 Dolarları bulmuş durumda. Tavan fiyatları
olarak 70 küsur Dolarları görmüş daha önce ama bugün de tavana yakın bir seyir izliyor.
Genel de 20 küsur Dolarda, 29-30 Dolarda standart tutulması beklenir. O dönemde Brejnev
Doktrini etkisi ile 1980’li yıllarda 1968’de Brejnev Doktrini ilan ediliyor ama Sovyetler
Birliğinin Çekoslovakya’dan başlayan ve 1980’de Afganistan da en son müdahalesi var, gerçi
Batlık Cumhuriyetlerine de müdahale etmeye çalışmış, bağımsızlıklarını aldıkları sırada ama
ekili bir biçimde Doğu Bloğu ülkelerine yönelmesi Sovyetler Birliğinin, onu dengelemek için
bir başka doktrine ihtiyaç duyduğunu gösteriyor zaten Carter Doktrini Kate Patrick
Doktriniyle de tamamlanan bir doktrin ve Amerikalıların neden diktatörlükleri destekledikleri
konusuna da cevap veriyor diyor ki, kötüden daha kötüsü var. Eğer bu diktatörleri
desteklemezsek buraya Sovyetler Birliğinin girişi söz konusu olabilir. Onlar penetre edilebilir,
o zaman diktatör olsun, benim olsun, bu felsefeden hareketle diktatörlükleri desteklemelerini
10
meşru olarak kabul ediyorlar. Güya dünyanın insan hakları şampiyonu olmalarına rağmen.
Sonrası da Reagan Doktrini, Reagan zaten bir fındık tüccarıydı. Reagan bir western kovboyu
biliyorsunuz, artist ama tarihin en önemli açılımlarını gerçekleştiriyor ve Sovyetler Birliğini
bir kötülük imparatorluğu olarak tarif eden bir doktrini var. Buna rağmen IMF görüşmeleri,
orta menzilli nükleer füzeler görüşmelerini sonlandırıyor. Sovyetler Birliğini çözen Devlet
Başkanı, cumhuriyetçidir. Sovyetler Birliğini yok etmeyi başaran bir devlet başkanı olarak da
tarihe geçiyor. Diyor ki, komünizme karşı dünyanın her yerinde mücadele edeceğiz. Ama
1980’li yıllar komünizmin aslında zaten çok da ciddi bir etkinliği dünya üzerinde kalmamış.
1985 de Gorbaçov’un iktidara gelişiyle birlikte artık yepyeni bir sisteme doğru geçiş söz
konusu olmaya başlamış ve meşhur iki slogan Glasnot ve Perestroyka ile birlikte Sovyetler
Birliği aslında kendi kendini dağıtmaya başlamış bir ülke haline gelmiş. Amerika Birleşik
Devletleri ve Reagan’ın çok da çaba göstermesi gerekmiyor. Bu arada özgürlük savaşçısı
olarak tarif ediyor bütün terör gruplarını kimilerine göre terörist kimilerine göre özgürlük
savaşçısı hatta meşhur İran Kontra Skandalı da yaşanıyor Amerika İran’la nerdeyse savaş
durumda iken Reagan’ın yönetiminde Amerikaların İran’a ağır silahlar sattığı tespit ediliyor.
Reagan ben bunu ben yapmadım diyor, benim bilgim dahilinde olmadı ve yarbay Oliver
North diye bir askerin kendi başına tankları, topları oraya sevk ettiği anlaşılıyor. Oradan gelen
paralarında Nikaragua’daki; kontralara aktarıldığı tespit ediliyor. O dönemin en önemli
skandallarından bir tanesi İran Gate olarak biliniyor Reagan döneminde. Arada bir George
Bush, baba George Bushumuz var biliyorsunuz onu atlıyoruz çünkü resmi bir doktrin ilan
etmiyor George Bush ama şunu söylemek lazım ki; yeni dünya düzeni kavramının mucidi o.
Ve bu çerçevede de 1990’lı yılların başları Amerika da Cumhuriyetçilerin dünya üzerinde
yavaş yavaş hareketli hale gelmeye başladıkları ve ilk müdahalenin Irak’ta ki ilk müdahalenin
yapıldığı tarih ama müdahale herkesin görüşüne göre yarım bırakıldı. Özellikle Saddam
Hüseyin’in iktidarda kalması bu müdahaleyi tam anlamıyla bir zafer olarak nitelendirmeye
engel olan bir şey. Bill Clinton Cumhuriyetçilerden farklı bir demokrat ve özellikle sosyal
refaha sosyal kalkınma adalet gibi kavramlar üzerinde duran bir kimlik. Amerikanın da dünya
halkları tarafından en çok benimsenen başkanlarından bir tanesi, etnik çatışmaların çok yoğun
olduğu bir dönemde başkanlık yapıyor ve dünya üzerinde ki etnik çatışmalara dünyanın
neresinde olursa olsun müdahale edeceklerine yönelik açıklamaları var ve diyor ki, hiçbir
devlet kendi vatandaşı bile olsa insana eziyet etme hakkına sahip değildir. Amerika Birleşik
Devletleri bütün zulüm ve istibdat yönetimlerine karşı savaş açmıştır ve her yere müdahale
edeceğiz buna rağmen Bosna’da da, Kosova’da da müdahale etmekten özellikle önemli
ölçüde kaçınıyor. Sonrasında bir anlamda da mecbur kalıyor ama bu savaşlarda da soy kırımı
engelleyen bir Amerika Birleşik Devletleri portesi yaratıyor o da, aşikar. Dünya üzerinde bir
partner arama arayışı içerisinde, Demokratların zaten genel görüntülerini de bu şekilde ifade
etmek mümkün. Şimdi ki George Bush Doktrini, George W. Bush Doktrine gelince önemli
ölçüde Hıristiyan teorisinden etkilenmiş olduğunu söylemek mümkün ve Amerika Birleşik
Devletleri için iyi olan bütün dünya için de iyidir görüşüne sahipler. Amerikan centralik*, çok
Amerikan merkezi bir bakış açıları var ve Amerikanın dünya üzerinde tek süper güç olarak
muhafaza edilmesi gerektiğini, Amerikanın tek süper güç olma konumunun dünya üzerindeki
dengeleri sağlayabilecek tek alternatif olduğunu söylüyorlar. Ortaya çıkabilecek bütün
rakiplerin mutlak suretle bertaraf edilmesi gerektiğine inanıyorlar. Bir başka önemli
öncelikleri, bu kitle imha silahları konusunda bir saplantılı tavırları var. Bazı ülkelerin kitle
imha silahlarına sahip olmaları tolere edilebilirken, bazılarının kitle imha silahlarına sahip
olmaları halinde derhal vurulabileceklerini ve önceden bu “pre-enter strike” denilen önceden
vuruş ilkesi çerçevesinde bunun yapılacağını söylüyor. Nitekim Irak operasyonu bir pre-enter
strike’dır. Irak‘ta kitle imha silahlarının bulunduğu şaibesi ile gündeme getirilmiş olan ve
hala da bulunamayan, bulunamayacağı da artık Amerikalılar tarafından kabul edilmiş olan
ama buna mukabil tehlikeli bir adamın harekete geçmeden önce önlenmesine yönelik bir
11
tavırdır, bir politika seçeneğidir. Ayrıca tek taraflı bir kesimin harekete geçirilmesi, George
Bush yönetimi diyor ki : Clinton gibi biz öyle Avrupa’yı ortak almak yada sürekli müttefik
aramak durumunda değiliz. Amerikan gücü şu anda kendisinden sonra gelen 25 ülkenin
toplamından daha fazla bir askeri güce sahiptir. Bu kadar büyük askeri harcamalar
yapılmaktadır, 400 milyar Dolar’ın üzerinde. Böyle bir askeri kapasiteye sahip olan bir
ülkenin, herhangi bir partner aramaya ihtiyacı da yoktur. İsteyen bizimledir ama bizimle
olmayan herkes karşımızdadır arada gri nokta diye bir şey kabul etmiyoruz diyorlar. Birleşmiş
Milletler, NATO bunlar bizi ilgilendirmiyor. Bunlar bizimle beraberlerse buyursunlar,
olmuyorlarsa hiç ilgilenmiyoruz biz kendi işimizi kendimiz yaparız diye düşünüyorlar.
Demokrasi, liberalleşme ve güvenlik prensiplerini ısrarla vurguluyorlar fakat burada enteresan
bir tavır var, zorla döve, döve demokrat yapabilme gibi bir kendilerine yeni felsefe
geliştirmişler, yaptıkları şeyinde Irak’ta demokrasi ilkelerinin hayata geçirilmesi olduğunu
düşünüyorlar, buna samimiyetle de inanıyorlar, ilginç olan. Demokratlarla Cumhuriyetçiler
arasındaki temel farklılıklar, burada şöyle bir yanılgımız vardı genellikle, birilerinin aksine
diyoruz burada Amerikan tarihinde hep Demokratlar savaşmış. Üstelik Demokratlar daha
barışçı, daha müttefik arayan, daha uzlaşmacı tavırlı olarak bilinirler ama sürekli olarak
demokrat partili başkanlar, savaş partisi haline getirmişler partilerini. Cumhuriyetin ilk büyük
askeri çatışması olan 1812 çatışması demokrat yönetim tarafından kışkırtılıyor. Meksika
Savaşında James Polk var. Amerika’da gene demokrat başkanı. Her iki dünya savaşına da
demokrat başkanları yönetiminde giriliyor. Soğuk savaş, Kore savaşı, Vietnam savaşı hep
Demokratlar tarafından başlatılıyor. Küba krizinde gene bir demokrat J. F. K. var başta. Bill
Clinton, Bosna ve Kosova savaşlarında var ve Demokratların başkanlığında girilen irili ufaklı
bir sürü çatışmadan, 22 tanesinden sadece bir tanesinde Pearl Harbor Baskınında savaş
kaçınılmaz bir gereklilik olarak ortaya çıkmış, diğerleri tamamen başkanların inisiyatiflerini
kullanmaları ile ortaya çıkmış olan savaşlar. Tam tersi bilinir dünyada, hep Cumhuriyetçiler
savaşçı olarak bilinir. Cumhuriyetçiler ise üstlerine yapıştırılan o damgaya rağmen maalesef
Demokratların başlattığı savaşları hep bitirmek zorunda kalmışlar. Ve sadece üç tane savaşın
dışında savaş var, sorumlu oldukları, bu da en son dönemde söz konusu olan 1990’dan sonra
I. Körfez Savaşı, Afganistan Savaşı ve Irak Savaşı. Amerika da bilinen bir deyim “ekonomik
kriz istiyorsun Cumhuriyetçilere oy ver, savaş mı istiyorsun Demokratlara oy ver.” Şahinler
ve güvercinler arasındaki temel çelişki gibi görünüyor Demokratlarla Cumhuriyetçiler
arasındaki çelişki, ilginç olan savaşı hep Demokratlar başlatmasına rağmen, güvercinler
demokrat, şahinler cumhuriyetçi ve özellikle 1990’lı yıllara kadar bu ayrım çok net olarak
geliyor. Hep Demokratlar etkili olmuş fakat 1990’lı yılların Cumhuriyetçileri daha şahin
tavırlılar ve Amerikan gücünün megalomanisine de kapılmış oldukları söylenebilir.
Hükmedici tavırlar içerisindeler ve dünyada ortak koalisyon peşinde olmadıklarını
söylüyorlar. Gerçek anlamda deneyimlerle insanlara kabul ettirilmiş zorlada yaptırılmış bir
liderlik peşindeler. Hiç bu Amerikan gücünden falan da mahcubiyet duymayacağız, biz
böyleyiz, biz büyüğüz, siz de ne yaparsanız yapın yaklaşımı içerisindeler. Kitle imha
silahlarına yönelik tavırları aşikar ve ilginç olan Charles Cratamer diye Amerikalıların çok
bilinen sosyal bilimcisi, uluslararası ilişkiler bilimcisi, burada zaten benzetmelerinden ne
tarafa yakın olduğu anlaşılıyor, power ile paper arasında bir horoz dövüşü diyor, güç ile
kağıtlar arasında, Demokratlar sürekli antlaşma metni imzalamaya çalışa dursunlar,
powerımızla her şeyi sağlayabiliriz diye düşünüyorlar. Amerika Birleşik Devletlerinde şu
anda teknik anlamda üç tane temel görüşten söz edilebilir, dış politika ekolünden söz etmek
mümkün. Denetleyiciler, şekillendiriciler ve çekimserler. Denetleyiciler, dünya üzerinde
Amerikan liderliğinin askeri güce dayalı bir biçimde mutlak ve tek taraflılık ilkesi içerisinde
gerçekleştirilebileceğine inanıyorlar ve diyorlar ki, Amerika dünyayı denetlemek durumunda,
bir imparatorluk oluşturma durumunda. Grand Chian* tabiri ile daha sonra Robert Cock da
devşirmiştir bunu der ki, bir hegemonya diğerlerinin ortak rızaları ile desteklenmek
12
durumundadır. Elbette bir üstünlüktür ama bir premiım inter paresdir. Birilerinin daha size
destek olması ve sizin liderliğinizi kabul etmesi gerekmektedir, hegemonya budur ama bir
imparatorluk projesi diğerlerinin ortak rızasını aramadan diğerlerine rağmen kurulan bir
üstünlüktür. Bu bir liderlik değildir, bu bir efendilik ilişkisidir. Bu nedenle denetleyiciler
efendilik ilişkisi üzerine kendilerini genellikle yönlendiriyorlar. Shapers ise şekillendiriciler
ise Bill Clinton ekolüne daha yakın olanlar diyorlar ki; Amerikanın çok ciddi bir ekonomik
gücü var, büyük bir ekonomik potansiyeli var ve Amerikanın dünya üzerindeki ilişkilerini
yumuşak hamlelerle şekillendirmesi mümkün bunu partnerleriyle ortaklaşa yapabilmesi
mümkündür ve en büyük partneri Avrupa’dır. Çünkü Amerika Avrupa’dan ayrılamaz bir
bütündür. Tarihsel anlamda da birliktedir. Çıkar birliği anlamında da birlikte olmak
durumundadır ve Avrupa’yı ret etmek mümkün değildir diye düşünüyorlar. Çekimserler ise
Amerikanın neo-izolastyonist denilen Amerika’yı mümkün olduğu kadar 1823 ilkeleri
çerçevesinde kendi kıtasına doğru yönlendirmeye çalışan bir ekol ve diyorlar ki, Amerika
Birleşik Devletleri 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar hep kendi kıtasında gerekli müdahaleleri
yapıp kendi kıtasına çekilmek suretiyle var oldu ve 1776’dan bu yana olağanüstü bir güce
ulaştı. Ve yalnızcılık Amerika’yı büyüttü. Hiçbir zarar vermedi neden? Avrupa’nın kirli
işlerine dokunuyoruz, Avrupa’yı sevmiyoruz, Avrupa bize feodal aristokratik aslında çok da
insan haklarına fazlasıyla saygı göstermeyen ve köhnemiş bir zihniyet olarak görünüyor. Old
Europe diyor yani ihtiyar Europe, o nedenle neden Amerika Birleşik Devletleri böyle her
yere dokunsun, bir iki tane çıkar alanı tespit edilir, onun dışında hiçbir yerle ilgilenmeyiz diye
düşünüyor. Bunlar da yavaş yavaş etkinliğini artırmaya başlayan bir grup açıkçası ama
neocon ideoloji denetleyiciler bölümünün en önemli ideolojisi ideolojik kuramcısı Irwing
Knits* ve çok önemli birtakım tasarımları var diyorlar ki, Amerika Birleşik Devletleri öyle
insan hakları, şu, bu gibi ulusal uzlaşmaya dayalı bir devlet olarak söylense bile Amerika
Birleşik Devletleri ideolojik kökenli bir devlettir. Amerika bu ideolojisini tıpkı Trockeski*
Yöntemlerde olduğu gibi gerekirse zorla ihraç etmek zorundadır. Amerikanın misyonu budur,
Amerika misyoner bir devlettir, buna inanıyorlar ve İsrail Amerikanın ideolojik
gereksinmeleri açısından en önemli mihenk taşlarından bir tanesidir. İsrail’in savunulması
maddi değil ama aynı zamanda ideolojik bir gereksinimdir. Zaten yapılan ideolojinin dil
olarak ortaya çıkardığı evanjelizm Musevilikle Hıristiyanlığı bir araya getirebilecek bir çok
ortak değer üreten ve her gün binlerce Amerikalının üye olduğu bir yeni imparatorluk dini
hale gelmeye başlamış. Geleneksel değerler ve dini motiflerin ağırlık kazanması neocon
ideoloji gerçekten Amerikan halkı, Amerikan ulusu, Amerika da bayrak satışlarının
patlatılması bayrak rozetleriyle dolaşılması gibi birtakım Amerikan ulusçuluğunu pof
poflamaya çalışan yönelimler olduğu gibi evanjelizmin mükemmel bir din olduğuna ve bir
gün Amerikalıların önderliğinde Mesih’in dünyaya gelişi ile birlikte zaferin yeniden
kutlanacağına inanan bir yaklaşımları var . İyiler ile kötüler arasında çok net bir ayrıntı ortaya
koyuyorlar. Bizler iyiyiz diğerlerinin tamamı kötü, şu anda kötüler olarak tarif edilenler İslam
toplukları özü itibariyle, dini bir tavır ve dini motifler çok netleşmeye başladığı için
Müslümanlara karşı oldukça sert bir tavır içerisindeler. 1997 yeni muhafazakar düşüncenin
çerçevesini çizen yeni Amerikan yüzyılı projesi başlıklı deklarasyona imza atanlar arasında
Dick Chaney, Ronald Ramsfeld, George Bush, Paul Wollsvichs, J. Bush gibi isimlerde
bulunuyor. Neocon ideolojinin simgeleri. Amerikan liberalizminin zaferini kutlayan
idealizmin simgeleyenlerden biri olarak kabul edilen Fukoyama da bu neocon ideolojinin
altına, belgesinin altına imza atmış şahsiyetlerden biridir. Evanjelik topluluğu Amerika da bu
dini eğilimlerin en belirleyici yönü olarak görünüyor demiştim Amerikan dini yeni Amerikan
dini Hıristiyanlığın yeni bir versiyonu ve bunların yani çok ciddi saplantılı bir tavırları
olduğunu söylemek de mümkün. Bunların %35’i haftada birden fazla ibadet ediyorlar sadece
yeniden doğmuş Hıristiyanların yani evanjeliklerin cennete gidebileceğini düşünenlerin oranı
%58, gerçek kurtuluşun ancak Hazreti İsa’nın
tanrılığına olan güçlü bir inançla
13
sağlanabileceğini düşünenler %84. Biliyorsunuz Hazreti İsa sadece bizim anladığımız
anlamda peygamber yada oğul değil aynı zamanda kutsal ruhla bütünleşebilen bir varlıktır
da. İnancı yaymanın önemli olduğuna inanlar yani kendine misyoner olarak telakki edenler
%90 İncil’in tanrının gerçek sözü olduğuna inanlar %76, dini kitaplar dergi ve gazeteler
okuyanlar %58, radyo ve televizyondan dini yayınlar dinleyenler %57, homoseksüel evliliğe
karşı olanlar %83 ve Amerikan toplumunda şu anda evanjelik oranı %42, her geçen gün
arttığını düşünerek çok kısa bir süre içerisinde %50’yi de aşacağını söylememiz mümkün,
bunlar genelde valfs’lardan* oluşuyor, beyazlar özü itibariyle, buraya giriyorlar. Ve nihai
olarak soru cevap faslından önce genel gözlemler genel başlıklar açmayı düşünüyorum.
Önümüzde ki dönemde neler olabilir, George Bush’un yeni politikaları Amerika Birleşik
Devletlerinin yeni dış politika açılımları neler olabilir? Bunlarda bir çok başlıkta
toparlanabilir ama özü itibariyle Amerika Birleşik Devletlerinin bundan sonra da tek
taraflılığını sürdürmesi ve bu uluslararası baskılarla sürekli gündeme getirilen çevre
protokollerini imzalaması pek beklenmiyor. Küresel ısınma sözleşmesine hala direniyor ve
bunu imzalama olasılığı da hala yok gibi. Kıtalararası Balistik Füze Savunma Sözleşmesini
imzalamıyorlar. Ve Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesine de katılmayacaklarını
söylüyorlar.Bush’un Avrupa ile ilişkilerini düzenlemesi beklenmiyor hatta bu giderekte
açılması mümkün olan bir durum çünkü Avrupalıların da tavırları önemli ölçüde sertleşiyor.
Ancak Avrupa Birliği içerisinde çok ciddi çatlaklar var, özellikle bir dış politika konusu
gündeme geldiğinde Avrupa Birliğinin tek bir ulus şeklinde örgütlenemeyeceğini ortaya
koyan bir çok özellik ortaya çıkıyor, bir çok belirti ortaya çıkıyor. İngiltere, İspanya, İtalya
gibi ülkelerin tavırları daha George Bush’a yakın bir çizgiye doğru eğrilebilir. Danimarka’nın
yanında ama onun dışında Merkez Avrupa da Frankogerman bloğunda Amerikan karşıtlığının
hızla yükselmesi bekleniyor. Bush yönetiminin büyük Orta Doğu projesini yada bina aleyh
genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika projesini yeniden gündeme getirmesi ve bunun
üzerine yatırım yapması önemli ölçüde bekleniyor. Çünkü bu konu sadece bir petrol konusu
da değil, kapitalist sisteminin tıkanması ve yeni kapitalist pazarların da oluşması gerekiyor.
Bu çerçevede Orta Doğu projesi bir çok kapsayıcı alandan oluşuyor. Yaklaşık 50yıllık bir
öngörü içerisinde gerçekleştirilmesi düşünülüyor. Orta Doğunun sistemi içerisine orta doğuyu
katmak yani asıl olan. İkinci, güvenlikçi söylemleri bundan sonra da gündeme getirilmesi ve
barış yerine güvenlik projelerinin daha etkili olarak gündemde tutulması beklenebilir
diyorum. Ve sözlerime burada son verip arzu ederseniz sorularınızı cevaplamak üzere
kendimi sizlere bırakıyorum. Müsaadenizle ben mi söz vereyim böyle bir sistem mi? Peki,
buyurun,
KATILIMCI : Büyük Orta Doğu projesi içerisinde Türkiye’nin konumu nedir? Nasıl
değerlendiriyorsunuz?
PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Şimdi aslında Büyük Orta Doğu projesi denilen
şeyin tam ne olduğu içeriğinin nasıl şekilleneceği belli değil. Yani önümüzdeki dönemde çok
farklı bir şekle de bürünebilir. Bir Amerikan projesi olarak ret edileceği açık bir proje bölge
halkı üzerinde çok ciddi bir anti Amerikan tavrı var fakat bunu Avrupa Birliği ile ortak bir
medeniyet projesi haline getirmeleri ve ekonomik destek sağlaması halinde bölgede yeni
burjuva zihniyeti oluşması beklenebilir. Burada Büyük Orta Doğu projesini ilk etapta
dokunacağı ülkelerden bir tanesi Suudi Arabistan. Suudi Arabistan’ın halkının büyük bir
çoğunluğu vahabi ve liderliği vahabi grubun anti-Amerikanizmi denetleyemeyecek kadar
zayıfladığı biliniyor. Ve bu nedenle de Suudi Arabistan da bir Amerikan müdahalesi de söz
konusu olabilir. Halkın ayaklanmasına karşın çok tedirginler. Böyle bir şey gündemde olabilir
diye. Yapılacak tek şey halkı bölmek, halka farklı açılımlar sunabilmek aksi halde fakirlik ve
yoksulluk içerisinde ki bir halktan tam bir itaat beklemek mümkün değil. Bugün Suudi
14
Arabistan’ın milli geliri on yıl içerisinde son on yıl içerisinde on beş bin Dolardan sekiz bin
Dolarlar standardına inmiş durumda ve çok zengin bir kesimin yanında çok yoksul çok geniş
bir kesime sahipler bunlar reaksiyoner terör örgütlerinin hepsinin çok rahat meşru zeminler
bulabildiği büyük bir potansiyel de arz ediyorlar uluslararası terörizmin açısından. O nedenle
oraya da dokunabilir. Onun dışında İran bu çerçevede gündeme gelecek gibi görünüyor.
Sürekli olarak İran vurgulanıyor zaten. İran’ın özellikle nükleer silah programının varlığı
neocon ideolojinin üzerine bina edilmiş olduğu kitle imha silahları bulunduran ülkelere karşı
pre-enter vuruş yapılabileceği ilkesi ile örtüşüyor. Irak’taki tip olmayabilir ama bir iç
karışıklık yada ilk Körfez Savaşında olduğu gibi yukarıdan birtakım askeri müdahalelerle
hava saldırıları ile nükleer programının çökertilmesi ve bir karışıklığın çıkması mümkün
olabilir. Suriye aynı şekilde önemli ölçüde baskı altında tutuluyor. Özellikle İsrail’in
Suriye’ye yönelik birtakım tehditleri söz konusu yani Suriye İsrail’in değil Amerikanın eline
bırakılabilir, önümüzdeki dönemde. Bu çerçevede Türkiye çok önemli bir güvensizlik ortamı
yaratılabilecek bir yerde çok da ilginç bir noktada duruyor. Kıbrıs konusu da Büyük Orta
Doğu projesiyle son derece alakalı bir konu yani Büyük Orta Doğu projesi güvenlik ayağı
açısından bakıldığında mutlak suretle birtakım askeri üstlere ihtiyaç gösteriyor. Ve Türkiye
biliyorsunuz teskere ile Mart Teskeresi ile Amerikan askeri üstlerinin ülkeye girişini
engelledi. Ve Türkiye’de de Amerikan askeri üstlerinin buraya girişi anlamında çok ciddi bir
reaksiyon var, girdikleri zaman nasıl çıkartılacakları konusunda büyük kuşkular var. O
nedenle Türkiye topraklarına resmi bir giriş yapmaları mümkün olmayabilir ama Kıbrıs
konusunda ki zorlamaları özellikle Annan Planın da aslında bir sürekli marjinal bölümleriyle
ilgilendik ama geneli itibariyle bakıldığında Kuzey Kıbrıs’ın önemli ölçüde bir özgürleşme
sürecine girmesi mümkün olabilecekti. Orada bir Amerikan askeri üssünün gündemde
tutulması mümkün olabilir. Yani Türkiye açısından en önemli güvenlik açılımı bu olacaktır
diye düşünüyorum. Özellikle Burun kısmında, Suriye’ye çok kısa bir mesafede ulaşılabilir,
bir mesafede, İsrail’e çok kolayca ulaşılabilir bir mesafede Kıbrıs’ta bir askeri yapılanma
gündeme gelebilir çünkü onun kararını Türkiye değil Kıbrıs Türk kesimi verecektir. Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti verecektir. Bunun dışında güvenlik projesinin dışında buranın bir
ekonomik boyutu var. Bu ekonomik boyut, önemli açılımlara sahip, bunlardan bir tanesi o
bölge halklarının iletişim sistemleri ile dünyaya entegre edilmesi gerektiği düşünülüyor. Çok
az gelişmiş bir yapıdalar. Eğitimleri yok ve Internet projesi var, G-8 projesinin en önemli
ayağı bütün okullara Orta Doğu bölgesinde ki bütün okullara Internet projelerini Internet
erişim sistemlerinin kurulması idi. En önemli ayaklarından biri. Bir diğeri en önemli ayağı
kadın konusunun gündeme getirilmesi, kadın girişimcilere milyonlarca Dolarlık bütçeler
ayrılarak hiç sorgusuz sualsiz sadece kadın olması dolayısı ile işletmelere bir takım
sponsorluklar verilmesi öngörülüyor. Bu o bölgenin sosyal yapılarını da değiştirecek bir
şeydir. Çünkü kadın faktörünün devreye girmesi yeni kadın burjuvalarının üretilmesi anlamını
da taşıyacaktır. Ekonomik yatırımlar gündeme gelebilecektir o bölgeye. Ve o bölgenin aslında
feodal kalıntılı, aşiret yapısına dayalı sosyal yapısı farklı bir sınıfsallaşma yönelimiyle
değiştirilebilecektir. Yani bir burjuva sınıfının oluşturulması lazımdır ve bu burjuva sınıfı da
tamamıyla problemli bir burjuva sınıfı olmamalıdır. Batının değerlerini benimsemiş bir sınıf
olmalıdır. Araya bir kesme noktası koymaya çalışıyorlar. Türkiye, tabi bu burjuva sınıfını
1980’li yıllardan itibaren oluşturdu. Türkiye’de daha önce bir burjuva sınıfı yoktu, iki tane
aile vardı, Koç ve Sabancı, onun dışında Türkiye de sermaye olarak nitelendirilebilecek bir
grup yoktu. Şu anda, çok ciddi bir burjuva sınıfının oluştuğundan söz edilebilir. Orta sınıf yok
edildi, onun karşılığında. Türkiye bir model teşkil edebilir yani bunun adına, model, örnek şu
bu diye birçok şey söyleyebiliyorlar. Ama Türkiye’nin önümüzdeki dönemde nereye doğru
yönleneceği de dış politika açısından önemli. Avrupa Birliğine girmesi halinde başka bir
yönden örnek seçilebilir. Avrupa Birliği ile bütünleşmeyip, Amerikan-İsrail ittifakının
içerisinde yer alması halinde de bir başka tarz, model teşkil edebilir. Ama çok kritik bir
15
dönemeç olduğunu söylemek mümkün. Çok kaygan bir zeminde dans ediliyor. Türkiye
açısından Amerikan müttefiki olarak, Amerikanın askeri olarak bu bölgede bir takım tavırlar
sergilemesi halinde bir anda çok nefret edilen bir profile doğru dönüşmesi mümkün olabilir.
Şu anda İslam Konferansı Örgütünün Başkanı bile biliyorsunuz bir Türk. İslam toplumlarının
Türkiye ye yönelik pozitif bir tavrı var ve çok da sıkıntıdalar İslam toplumları yani
üzerlerindeki büyük baskının ve gelecekte kartopunun nasıl çığ gibi gelebileceğini ve altında
kalacaklarının farkındalar. Kurtaracak bir dal arıyorlar. Türkiye’nin bir eli bir tarafta bir eli
öbür tarafta. İki taraftan çok çekilirse kopabilir. Yada bir taraftan alıp başka taraflara çekebilir
yani çok dengeleyici bir profili olabilir önümüzdeki dönemde. Yada çığın altında yıkılan
ülkelerden bir tanesi de olabilir onu da reddetmek mümkün değil tabi. Buyurun
AV. MEHMET ALİ AKDEMİR : Avukat Mehmet Ali Akdemir. Şimdi siz benim şeyime
göre düşünceme göre olanı anlattınız, şimdi bütün bu şeyden sonra Amerikanın iç politikası,
dış politikası bunun Amerika açısından gerçekleştirilmesi yani dünyada bu politikanın
gerçekleştirilmesi diyelim ki böyle gidiyor, Bush politikası, ne derece mümkün? Bu
Amerikanın belki bana göre yok olmasına da neden olabilir. Yani gücünün ortadan kalması da
yani bu konudaki düşünceniz nedir? Amerika bunu nereye, ne zamana kadar yapabilir bu
politika Amerika’ya neye mal olabilir? Bu politika sürdürülebilir bir politika mıdır? Değil
midir? Dünya için nedir? Yani bu, böyle bir sorumsuz, ben biraz değer yargısı da katarak
söylüyorum. Bu politika konusunda yani ileriye yönelik düşüncenizi öğrenmek istiyorum.
PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Teşekkür ederim. Şimdi bence burada
vurgulanması gereken en önemli şeylerden bir tanesi bunu ihmal ettim. Hafif ucundan
dokundurdum ama tam anlamıyla metodu ve kendi söylemimi aktarmadım. Şimdi dünya
üzerinde bizler hala devletler arasında çatışma olduğu düşüncesiyle hareket ediyoruz yani
Amerika Birleşik Devletleri bunu yapıyor diyoruz, Amerikan politikası yada Rusya şöyle
yaptı, Suudi Arabistan böyle düşünüyor. Dünya üzerinde öyle devletler tek merkezde tek
bakışta değil Amerika Birleşik Devletlerinde de işte en az üç tane temel görüş var ve bunlarda
çok etkinlikleri olan lobilere sahipler dünya üzerinde çok karmaşık ve çok sofistike bir
mücadelede devam ediyor. Şimdi şunu istiyorum sizden, dünya haritasını bir karşınıza alın
birtakım renkli devletler göreceksiniz, birtakım sınırlar ve bunların birbirleriyle dost düşman
falan olduğunu düşünüyoruz. Şimdi o renklerin tamamını yok edin ve uzaya çıkın uzaya
çıktığınız zaman devletsel sınırların hiçbiri görünmeyecektir gözünüze. Şimdi daha
derinlemesine bir bakış yapın, dünya üzerinde böyle bakan, dünyaya uzaydan bakan dünya
sınırlarını tanımayan ve kendisini herhangi bir milliyete mensup hissetmeyen büyük bir
iktisadi güç var, büyük bir iktisadi yapı var, global kapitalizm denilen şey var. George Soros
gibi adamlar bunu simgeliyor. Bunların hangi milletten olduklarının hiç önemi yok. İnanılmaz
trilyonlarca Dolarlık bir parayı dünya üzerinde dolaştırıyorlar, turizm ile uğraşıyorlar, tekstil
ile uğraşıyorlar. Bunlar dünya üzerinde savaş olmasını istemiyorlar. Çünkü özü itibariyle barış
dönemlerin de kâr eden iktisadi sektörler tarafından besleniyorlar. Buzdolabı, televizyon,
tekstil efendim, turizm bu gibi sektörler tarafından besleniyorlar. Borsalar tarafından
besleniyorlar ve bunlar öyle devletlerin çok güvenlikçi söylemler içerisinde olmasını çok
otoriter olmasını falan istemiyorlar. İstiyorlar ki dünya mümkün olduğu kadar, barışçı,
çatışma ortamları minimal düzeyde olsun, liberal olsun, gümrük duvarları olmasın, kapitalist
sistemi benimsemiş olsun bütün dünya ve biz de rahat rahat dünya üzerinde kendi
sirkülasyonumuzu yapalım. Ve bunların en çok karşısında olduğu şey, en çok savaştıkları
mücadele ettikleri şey de George Bush ve onun gibi yönetimler. Bugün Amerika Birleşik
Devletleriyle ve onun yönetimiyle Rusya arasında bir rekabet vardır, doğrudur. Putin yeni
nükleer Doktrini ilan etti. Dedi ki, tarihte hiç bugüne kadar olmamış tahrip gücüne sahip bir
nükleer silah icat ettik biz dedi. Bu çok önemli bir şeydir ifadedir. İki hafta önce açıklama
16
yaptı. Bu Amerika Birleşik Devletlerine yönelik bir şey olduğu gibi bunu da dedi, ben
uluslararası teröristlere karşı kullanacağım. Amerika Birleşik Devletleri de nükleer silahların
kullanılması gerektiğini düşünüyor, onlar da çapını küçülterek world pentrating denilen yer
altı silolarından yeraltında saklananlara yönelik olarak nükleer silah kullanıma doğru bir
nükleer doktrin ilan ettiler. George Bush ile Putin’i bir araya getiren şey, onlara rakip olmakla
birlikte düşman kılmayan şey, ortak bir başka düşmanlarının olması o da global kapitalizm
denilen şey. Putin Yupos ile uğraşıyor, Luka ile uğraşıyor şu anda Rusya devleti Rusya’nın
içerisinde devletin üzerine gücünü aşırmış olan onlardan daha güçlü kılmış olan içinde British
Petroluem da, şunun da bununda konsorsiyumlar var, bunlarla mücadele ediyor ve her an
kamulaştırma faaliyetlerine gidebilir.Çok büyük şirketler devlet otoritelerini inanılmaz ölçüde
rahatsız ediyor.Uluslararası anlamda örgütlenmiş olan transnasyonel sivil toplum
kuruluşlarından çok rahatsız oluyor devlet otoriteleri ve istiyorlar ki, insanlar böyle güvenlik
endişeleri, krizleri, şunlar bunlar taşısınlar, dünya üzerinde terör olsun savaş olsun şu olsun bu
olsun ki insanlar sorgusuz sualsizce devlet otoritesini kabul etsinler ve ben sorgusuz sualsiz
bir biçimde Worldcon’a, Enron’a şuna buna vergi soruşturmaları yapabileyim. Onları
batırabileyim. Borsada rahat rahat spekülasyon yapabileyim, Bill Gates’e bir günde servetinin
yarısını kaybettirebileyim. Savaş ve güvenlik ortamlarında, güvensizlik ortamlarında devlet
otoriteleri inanılmaz güçlü hale gelir. Ne zaman ki ortada bir tehdit var o zaman ki o devlet
çok mutlu demektir. Tehditsiz devlet olmaz. Devlet denilen şey kuruluş amacı insanlara huzur
ve güvenlik sağlamaktır. Onun için teröristlerin varlığından en çok George Bush, Putin yada
güvenlikçi Ariel Şaron gibi devlet yönetimleri memnun olurlar. Ve bu devlet yönetimleri de
barış sektörleri değil savaş endüstrisinden beslenen sektörler ekonomiler tarafından
yönlendirilirler, desteklenirler. Yani petrol lobileri, enerji lobileri, silah sanayi, silah sanayiye
yan destek veren birtakım endüstriler, sektörler tarafından beslenirler. Bunlar enbudget*
sanayilerdir yani devlete yapışık sanayilerdir. Devlet otoritesini kullanmaya başladığı anda
silah sanayi güçlenmeye başlar. Borsada alım değerleri artmaya başlar. Petrol fiyatları, işte
50 Dolarlara çıkar, bunların en istedikleri şeyler zaten ama bunun dışında çok uluslu şirketler
açısından devlet otoritelerinin böyle savaştı, güvenlikti bu tür problemlerle ilgilenmeleri çok
sakıncalıdır. Onlar da daha ziyade global güvenlik sorunlarına yönlendirmeye çalışırlar.
İsterler ki petrol çok tehlikeli bir şey fosil yakıtlarının kullanımı küresel ısınmaya yol açıyor,
bunun bir an önce değişmesi alternatif enerji kaynaklarına doğru yönlenilmesi lazım, bunlar
bir an önce devlete çevre politikalarına doğru yönelmesine neden olurlar. Amerika Birleşik
Devletleri şu anda bu tür bir sistemin ve sistem karmaşasının içerisinde bir politika üretiyor ve
buna mecbur. George Bush kendisini besleyen lobilerin yönlendirmesiyle bu tür bir ideoloji
oluşturmaya böyle bir dış politika yaratmaya mecbur, savaş yapmaya mecbur. Bunun bir
süresi var elbette sonsuza kadar savaşçı politikaları izleyemezsiniz. Zaten Amerikan
Başkanlarına baktığımız zaman hemen arka arkaya demokratçıların Cumhuriyetçilerin
geldiğini görürsünüz. Muhtemelen savaşın da marjinal faydası tükendikten sonra hemen yeni
bir barış ortamı kurulacaktır. Burada başarı nasıl sağlanabilir yani burada başarıyı tarif etmek
mümkün değildir. Amerika ne yaparsa başarılı olmuş olacaktır? Bence bir ölçüde hani
Amerikan savaş ekonomisini besleme alanında müthiş başarılı olmuştur zaten. Zaten
Amerikanın savaş ekonomisi dar zamanındaydı, Clinton zamanı boyunca çok fazla etkili hale
gelemedi. Bir anda çok güçlenmiştir, rahatlamıştır. Devlet otoritesi sorgusuz sualsiz kabul
edilebilir hale gelmiştir. Executive Order kabul edilmiştir. Pental-tech* kabul edilmiştir.
Yürütmenin yasama ve yargı üzerinde ki ekstra güçleridir bunlar, Amerikan Başkanına tevzii
edilen ve onun dışında Putin’e bakıyorsunuz neredeyse yeni bir çağrı oluşturmaya başladı
orada. Buna mukabil Avrupa Birliği ülkeleri hala devlet otoritelerini küçülten devletler üstü
süpranasyonel örgütlere doğru gücü ve yetkiyi yaymaya çalışan, insanların hak ve
özgürlüklerini daha geniş alanlara yaymaya çalışan bir profil izliyorlar. Avrupa Birliği barış
sektörleri tarafından beslenen bir proje. Avrupa burjuvaları tarafından desteklenen bir proje, o
17
nereye kadar gider. İki tane bombanın patlamasına kadar gider, o kadarını söyleyebilirim. Şu
anda zaten İngiltere, Avrupa Birliği içerisindeki en ciddi sarsıntıyı yaşıyor. Aynı şekilde
devlete embelit yaşayan mafyatik suç kaynaklı bir ekonomiye sahip olan İtalya’da
Berlusconi‘nin liderliğinde Amerika’ya yakın bir duruş sergileniyor. İspanya da Madrid
bombalaması yanlış yönlendirilmeseydi muhtemelen İspanyol hükümeti şu anda hala
Amerika’nın yanında olacaktı. Sosyalistler kazanamayacaklardı velhasıl, şu anda Avrupa da
kendi içerisinde de çok ciddi bir dönüşüm olması mümkün. Fransa da Lopen’in çok daha fazla
güç kazanması mümkün hale gelebiliyor, şu anda özellikle İslam toplumlarına karşı ciddi bir
ırkçılık söz konusu ve güvenlik endişelerinin artması içten bile değil hani bir tane camiye
bomba öbür gün kiliseye bir saldırı, terör saldırısı kolay yapılabilecek, o kadar da zor bir şey
de değil. Düşük maliyetle büyük işlenen şeydir terör saldırısı. Ve bir anda Avrupa’nın bütün
dengesini alt üst etmek mümkündür. Böyle bir güvensizlik ortamında da Avrupa projesi yerle
bir olur. Yani Avrupa birliği projesi ipekten bir iplikle örülmüş bir kozadır. Çok rahat kaynar
suya attığınız anda, böceği ölür, canlısı ölür yani elinizde sadece ipliği kalır. Yaşam
organizma olarak varoluşunu bitirirsiniz. Onun için dünya üzerinde Amerika’nın hani bu
yaptığı bu eylem başarılı mıdır? Asker kayıpları Amerika’nın Irak’ı tamamen ele geçirmesi
falan filan diyorsanız başarısız sayabilirsiniz. Ama sistemin işleyişini sağlayabilmiş midir?
Sistemin yönünü değiştirmiş midir? Çok başarılı olmuştur o anlamda diyebilirim. Ama keşke
başarılı olmasalardı, o da ayrı mesele. Buyurun,
KATILIMCI : Daha öğrenciyim stajyer avukatım. Ben daha güncel bir soru soracağım size.
Şu an Amerikanın dış siyaset üzerinde ki etkin olma isteği aşikar bir durumda bizde Türkiye
olarak Amerikanın önemli bir müttefikiyiz ve haliyle Türkiye’nin dış siyaseti üzerinde etkin
olmak isteyeceklerdir ve olmuşlardır zamanında. Bir de şu Aralık ayının önemini özellikle bu
aydan sonra çok önemli bir sürece giriyoruz, Avrupa Birliği sürecine yani Türkiye için çok
önemli bir süreç bu. Haliyle bunun üzerinde de bazı etkinlikleri olmasını isteyecektir
Amerika. Sizce Amerikanın bu süreçle özellikle önümüzdeki bu yakın süreçte ne yönde bir
rol izleyecektir Türkiye yararına veya işte artık zararına? Bir de Avrupa ülkelerinin,
Amerikanın bu faaliyetleri ve etkinliği karşısında ki yorumu sizce ne olacaktır?
PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Teşekkür ederim. Tabi, olay Türkiye’ye geldiği
zaman cevap vermek çok zorlaşıyor onu söylemek lazım. Çünkü neyin Türkiye’ye yararını,
neyin zararını olduğunu tespit etmek mümkün değil. Her nimetin bir külfeti vardır yani sahip
olduğumuz hiç bir şeyi bedelsiz elde edemeyiz. Ve ödediğimiz bedeller karşısında da mutlaka
bir şeyler elde ederiz. Şimdi tabi, iki önemli stratejik vizyonun arasında Türkiye. Türkiye
Avrupa Birliğine girmek istiyor. Bu ne demektir, devlet küçülecek, etnik ifadeler
çoğalabilecek, insanlar kendilerini ifade edebilecekler, insan hakları, özgürlükleri, hürriyetleri
gündemde tutulacak. Mümkün olduğu kadar iktisadi kaynaklar özel sektörlere doğru
yaygınlaştırılacak. Özelleştirmeler yapılacak, burjuva sınıfı desteklenecek falan filan. Buna
mukabil aslında böyle bir vizyonda girmek istememize rağmen Avrupa Birliğine, Avrupa
burjuvaları bir anlamda Avrupa Birliğine hala stratejik değil kültürel bir proje olarak
değerlendirdikleri için Türkiye karşı çok sıcak bakmıyorlar.Buna mukabil Avrupa’nın
yöneticileri, siyasi heyetleri, Türkiye’nin varlığının ne kadar önemli olduğunun farkındalar.
Çünkü Amerikan baskısı Avrupa üzerindeki Amerikan baskısı askeri ve stratejik bir baskıya
doğru dönüşmek üzere ve Avrupa Birliği de bu anlamda Amerika ile mukayese edildiğinde
çok zayıf. Kendisine stratejik bir müttefik edilmesi çok anlamlı görünüyor. İkinci kez
Bush’un seçilmesi Türkiye’ye böyle bir stratejik avantaj sağladı diyebilirim o anlamda.
Avrupalılar bu tarz bir yönetim anlayışı ile ortaklaşmak yada birlikte davranmaktan imtina
ediyorlar çok kolay değil onlar açısından. Ama buna mukabil Türkiye Amerika Birleşik
Devletleri bir güvenlik projesi sürdürdüğü müddetçe her zaman önemli bir ülke yani
18
Amerika güvenlik projelerini .. Türkiye aslında Avrupa Birliğinin değil kendi projesinin bir
ferdi olarak görmek isteyecektir. İsrail, Amerika, Türkiye bunlar bir arada davranabilen
müttefikler olması gerekecektir.Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi demek dış politikasında
böyle bir hürriyete sahip olmaması demektir. Ortak üretilen dış politikalara katılması anlamını
taşıyacaktır. Burada iki görüş var, tabi Türkiye’nin bir Avrupa Birliğini büyük bir imkan
sağlayacağı askeri anlamda Avrupa’nın eksikliğini tamamlayacağı ve Avrupa’yı gerçek bir
güç haline getireceği görüşü. İkinci görüş de Türkiye’nin İngiltere gibi bir Truva atı
oynayacağı ve Avrupa Birliğini ortasından ikiye çatlatacağı, Türkiye zaten Avrupa Birliğine
girmesine gerek yok, girebilir mi acaba noktasına geldiği anda, Avrupa çözülmüş durumda,
birbirine girdi. Fransa da sistem çözüldü, Fransa da resmen yarı başkanlık sistemi sorgulanır
hale geldi. Chirac her şeye rağmen bütün direnişlere rağmen, tek başına direnmeye çalışıyor.
Buna mukabil meclis olağanüstü bir baskı kurmuş durumda. Chirac üzerinde Anayasalarını
değiştirmeye çalışıyorlar falan filan. Ama şu var ki, Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi
Türkiye’ye kazanımlar getirecektir. Kaybettiği şeyler de söz konusu olabilir. Kolay değil yani
Türkiye Avrupa Birliğine bir Amerikan müttefiki olarak girmez de başka bir vizyonun unsuru
olarak girerse, Amerika Birleşik Devletleri Türkiye üzerinde de operasyon planlamak zorunda
kalacak. Yani kaybedilecek bir taş değildir Türkiye. Her ikisi açısından Avrupa vizyonu
açısından da Amerikan vizyonu açısından da Türkiye çok önemli bir taş konumundadır. Keza
aynı şekilde Putin’in yönetimi ve Putin’in anlayışı açısından da önümüzdeki dönem de geliyor
zaten Putin Türkiye’ye hatta o dönemde birtakım spekülasyonlar yapıldı, tam Putin ziyaret
edecekken Weslaan katliamı oldu. Weslaan da çocukları rehin aldılar. Putin’in gelişini
engellemek üzere birtakım komplo teorileri de üretildi. Putin’in Türkiye’ye gelmesi önemli
bir başlangıç ve gerçekten birtakım önemli açılımlar da gündeme gelecektir. Rusya da tabi
kendisine ittifak arıyor, Çin’le de müttefik hem Çin’in büyüyen gücünden rahatsız. İran’la
hem müttefik ama hem de kendi içerisinde ki Müslüman topluluklarının İran tarafından
desteklenmesinden rahatsız. Türkiye’ye yakın duracak ama Türkiye’nin Türk-i
Cumhuriyetleri üzerinde şovenist ve hani bizim bildiğimiz anlamda MHP’ye çizgide bir
politik oy kullanmasına izin vermeyecektir. Bu nedenle Türkiye tam orta nokta da bir denge
taşıdır. Türkiye’nin hiçbir yere rahatlıkla kanalize olmasına imkan yoktur. Bu eziyeti
çekeceğiz maalesef. Hani işkence aletleri vardır, insanı tersten bağlar her taraftan çekerler.
Aynen o misal, biraz bu işkenceyi çekeceğiz ve maalesef hiçbir yere mensup olamayız.
Hiçbir yere mensup olamayan ama her tarafa mensup olan aynı zamanda bir yapıyı
sürdürmek zorundayız. Bu nedenle de Türkiye’nin dış politikasını sürekli olarak dans eden bir
çizgide olması, çok meşru bir zeminde kazanıyor diye düşünüyorum. Kim gelirse gelsin,
hangi parti olursa olsun, bundan daha farklı bir şey yapamazlar. Buyurun,
EMRAH TAŞKINSU : Amerikanın içinde bulunduğumuz yüzyılın imparatorluğu var
sayımından yola çıkarak tarihte var olan ve yıkılan imparatorluklara bakıldığında işte kuruluş,
gelişme ve gücünün en üst seviyesine ulaşmasının ardından rakiplerinin gelişimine ve
dünyanın değişimine ayak uyduramaması sonucu yani nispi gerilemesi sonucunda yıkıldığı ve
dünya sahnesinden çekildiği görülmektedir. Yakın tarihte, Sovyetler Birliği örneği. Bu nispi
gerileme uzun süreli savaşların imparatorluk ekonomisi tarafından desteklenememesi sonucu
yıkıldıkları göz önüne alınırsa, Amerika için günümüzde böyle bir nispi gerileme dönemine
girilmesi mümkün müdür? Yani tarih tekerrürden ibaret midir? Amerikanın nispi gerileme
gibi bir sorunu var mıdır?
PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Teşekkür ederim. Amerika da zaten son 10 yıldır
en çok tartışılan şey bu. Amerika kimilerine göre bu endizmciler denilen işte bu Francis
Fukayama tarzı Amerikan zaferinin dünyayı artık nihai sona getirdiği, tarihi sonunun geldiği
ve Amerikan zaferini tartışmasız, Amerikan imparatorluğunu da sonsuzluk mertebesine
19
erişmiş bir yapı olduğu konusunda. Bir diğer görüşte dickuanizm denilen Amerikanın çok
büyük bir iniş içerisinde olduğu, olağanüstü bir dış ticaret açığının söz konusu olduğu ve
Amerika’nın çok yakın bir gelecekte çökeceği üzerine kurulu birtakım söylemler. Tabi
Amerika Birleşik Devletleri bu savaşları finanse ediyor doğrudur, bunun bir ekonomik
maliyeti vardır ama Amerikan ekonomisi bu savaşlarla da beslenmektedir aynı zamanda. Yani
savaş olmadığı zaman Amerikan sektörlerinden özellikle de savaşla beslenen sektörlerinden
bir bölümü çökecektir. Amerika Birleşik Devletlerinin şöyle bir konforu vardır, dünya
üzerinde bir tek devlet vardır ki, hem savaş sektörü ekonomileri tarafından hem de barış
sektörü ekonomileri tarafından tek başına beslenip ayakta kalınabilir. Amerika, her iki sektöre
de sahiptir. Mesela Japonya savaş durumunda ayakta kalacak bir ekonomiye sahip değildir.
Enerji bağımlılığı çok üst düzeydedir ve önemli ölçüde de dış ticarete dayalı bir ekonomisi
vardır yani araba satmadığı zaman Japon ekonomisinden söz etmeniz mümkün değildir.
İnsanlar da savaş ortamında araba almazlar. Sadece karınlarını doyururlar. Keza, aynı şekilde
Avrupa ekonomilerinin benzer bir açmazı vardır. Rusya ekonomisi ise savaş dönemi
ekonomisidir. Rusya şu anda dünyada en fazla dış ticaret fazlası veren ve en hızlı büyüyen
ekonomilerden biri. Çünkü petrol ve enerji ihraç eden bir ülke ve savaş ortamlarında güvenlik
problemlerinin olduğu bir ortamlarda bu sektörleri güçlü kılıyorsunuz. Rusya’nın da en ciddi
problemi barış döneminde onu besleyecek üst düzeyde , üst kalitede bir ekonomik yapısının,
endüstrisinin olmaması, barış sektörünün bulunmaması. Velhasıl genel olarak baktığımızda
bir Çin’de o da nispi olarak, birde Amerika Birleşik Devletlerinde her iki taraf birbirini tatmin
edebilecek kadar güçlü iki ekonomik sektör bir arada bulunmaktadır onun için Amerikan
ekonomisi savaş yaparak çözmez ve Amerikan ekonomileri her savaş sonrasında olağanüstü
patlayarak gelişmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ekonomisinin gayri safi milli
ekonomisi %25 oranında düşmüş, Amerika’nınki % 50 oranında artmıştır. Savaştan Amerika
Birleşik Devletleri dünyanın en büyük ekonomik gücü olarak çıkmıştır. Aynı şekilde I. Dünya
Savaşı da Amerikan ekonomisini olağanüstü güçlendirmiştir. Aynı şekilde soğuk savaşta.
Amerika’nın iktisadi zayıflığı sadece kağıt üstünden ibarettir yani borç vardır, borcumu
ödemiyorum dediği zaman ne yapabilirsiniz, öbür tarafta belli bir üretim potansiyeli var yani
kağıtlara karşı, “paper”lara karşı “power”ların savaşı, Charthammer’ın deyişi ile. Onun için
Amerikan gücünün savaşlarla nedeniyle aşılmayacağı inancında değilim, tam karşısında
palazlanan bir bilgiye girişebilirim önümüzdeki dönemde diye düşünüyorum.
OTURUM BAŞKANI : Son soruyu alabilir miyiz?
PROF. DR DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Müsaadenizle sınıf arkadaşıma rol yapacağım,
Bülent Kaplan benim sevgili sınıf arkadaşım,
BÜLENT KAPLAN : ………..
PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Ama aynı hiç değişmeden kalmış olsam gerek
yani tahmin ediyorum, Onu diyorum arkadaşlar olacak iş değil, ben böyle konferanstan çıkar
gibi değilim, sınıf arkadaşımı, tamam peki,
BÜLENT KAPLAN : Kesinlikle. ama o zaman deniz kullanmıyordun ki hatta daha ..
kaynaktın. Ben Çin’i merak ediyorum, basından izlemeye çalışıyorum, çok kısıtlı ve çok
böyle birbirine çelişkili yorumlar var yani Çin hakikaten büyüyen dev mi? Bu Amerika’yı
hakikaten tehdit edecek tek güç mü? Çünkü son günlerde de bende fobi oluştu, her aldığım
malzemenin arkasın bakıyorum, made in China yazıyor, çok ilginç yani. Amerikan malları da
dahil, bu konudaki yorumunuzu almak istiyorum.
20
PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Tabi. Çin’in şöyle bir önemli özelliği var, aslında
dünyanın atölyesi haline getirilmiş bir bölgeden söz ediyoruz yani orada zenginlik sadece
Çin’e ait bir zenginlik değil. Çin emeğinin kullanıldığı ama yabancı firmaların oradan önemli
ölçüde kar ettiği bir yapıdan söz ediyoruz. Tabi, Çin dünya üzerinde % 9 civarında sürekli bir
büyüme sergileyebilen tek büyük yapı ve 2020 yılında da dünyanın en büyük ekonomisi
haline gelecekler. Gayrisafi milli hasılaları trilyon Dolar düzeyine çıkacak ama Çin’i şöyle
açmazları var; özellikle Rusya tarafından, Kuzey’den baskılanması, içindeki Müslüman
toplumların aslında Çin tarafına çok da rahatlıkla observe* edilememiş olması, Amerikan
firmalarının çok basit, daha doğrusu Amerikan firmaları demeyelim, global kapitalimsin çok
basit birtakım söylemlerle, mesele George Soros denilen bir adamın ortaya çıkıp, Çin
ekonomisi çöküyor demesi halinde bile dünya borsalarında ne türlü bir hareketlenme
olacağını tahmin etmek mümkün. Nitekim Rusya’da çok rahat bir ekonomik kriz çıkardılar
bütün Uzakdoğu’nun kaplanları idi güya, kağıttan kaplanları oldukları anlaşıldı. Hepsini IMF
yardımına bırakan bir ekonomik krizde yaşadılar. Çin’in ekonomik bir krize açık bir yapısı
var. Artı, gene aynı şeyi söylüyorum, bir savaş döneminde Çin’in ihraç ettiği kazakları,
böcekleri, bibloları falan filan satamazsınız yani bir devlet Çin’in varlığından rahatsız olursa
çok basit bir önlem vardır, gümrük duvarlarını yükseltir, liberal ekonomiden vazgeçer ve Çin
ekonomisi diye bir şey orada kalmaz. Şu anda da zaten bu gibi gidişle Dünya Ticaret
Örgütüne üye olmuş olması Çin’in ve Dünya Ticaret Örgütünü de artık kullanabiliyor olması
iktisadi anlamda ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı. Önümüzdeki dönem, önümüzdeki 10 yıl
içerisinde Çin’i rahatsız edebilecek, Çin’in bu ekonomik gelişimine darbe vurabilecek bir
politik gelişme yada bir ekonomik kriz içerisindeyim ben. Yoksa bu trendle giderse, herhangi
bir müdahale olmazsa bu trend dünya üzerinde Çin faktörünü çok daha güçlü kılacaktır. Yani
belli bir noktada kontrol edilemezse Çin faktörü Amerika Birleşik Devletleri açısından en
önemli rakip olarak algılanıyor ve tüm literatüründe de bundan bahsediyorlar çünkü Çin’in
enerji bağımlılığı açısından da bir problemi yok, sadece kontrol edilmesi gerektiğini
düşünüyorlar, belli bir noktada. Haddini bildikleri noktaya kadar gelmelerine izin
vereceklerdir tahmin ediyorum ama belli bir noktadan sonra bir politik açılım olabilir
özellikle etnik kışkırtmalar söz konusu olabilir. Özellikle Doğu Türkistan Bölgesi Çin’in en
önemli, en verimli bölgelerinden bir tanesi. Oradaki İslam toplumlarının kışkırtılması da söz
konusu olabilir.
OTURUM BAŞKANI : Biz, bir teşekkür belgesi ve bir çiçek sunacağız. Deniz Hanım’a
teşekkür ediyoruz. Baro Başkanımız Sayın Vedat Ahsen Coşar’ı davet ediyorum kürsüye.
AV. VEDAT AHSEN COŞAR : Çok teşekkür ediyorum. Aslında bizim çok fazla bir
katkımız yok. Ben Staj Kurulu Başkanımıza ve Staj Kurulu Üyesi olan arkadaşlarımıza bizi
Deniz Hanım ile tanıştırdığı için çok teşekkür ediyorum. Yönetim Kurulu toplantımız olduğu
için biz birazcık geç katıldık, son 1 saatini ancak izleyebildik, onun için biz bunu kendimiz
için bir kayıp görüyoruz. Geç katıldığımız içinde hem sizden hem de stajyer
arkadaşlarımızdan ve değerli misafirlerimizden özür diliyorum. Çok teşekkür ediyoruz, çok
sağ olun.
PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Rica ediyorum. Ben davetiniz için teşekkür
ederim. Sağ olun.
OTURUM BAŞKANI : Sizin emeğinizin karşılığı değil ama….
21
DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Çok teşekkür ederim, sağ olun efendim, çok mersi. Çok
teşekkür ederim arkadaşlar. Değerli vaktinizi bana ayırdığınız için, tekrar görüşmek dileğiyle
…
22
Download