Uploaded by User15184

felsefeye-giris-nigel-warburton-pdf-indir-7750

advertisement
2917 | ALFA | FELSEFE | 55
FELSEFEYE GİRİŞ
NIGEL WARBURTON (1962)
Felsefeyi popülerleştiren kitaplarıyla tanınan İngiliz filozof. Bristol Üniversitesinde lisans eğitimini
tamamlayan Warburton, Cambridge Darwin College’da doktorasını yaptı. Bir süre Nottingham
Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra 1994-2013 yılları arasında Open
University’de çalıştı. Bir dizi çok satan felsefeye giriş kitabı yazdı: Philosophy: The Classics ve Thinking
From A to Z [A ’dan Z’ye Düşünmek], Virtual Philosopher adlı weblog’unda ve Prospect dergisindeki
“Philosophy Bites” adlı köşesinde yazılarını yayımlıyor. Warburton’in Alfa Felsefe dizisinden çıkan
Felsefenin Kısa Tarihi çok satanlar listesindedir.
KEREM CANKOÇAK
Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümünü bitirdikten sonra doktora çalışmaları için Stockholm’e gitti.
1992 yılından bu yana CERN’deki deneylerde çalışmalarını sürdürmektedir. Halen İstanbul Teknik
Üniversitesi Fizik Mühendisliği Bölümünde doçent olarak görevine devam eden Kerem Cankoçak’ın
editörlük ve çevirmenliğini yaptığı çok sayıda kitabın yanı sıra çeşitli dergilerde popüler bilim yazıları
yayımlanmıştır.
MEHMET ATA ARSLAN
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Felsefe Bölümünde yüksek lisansına devam eden M. Ata
Arslan, Alfa Yayınevinden yayımlanan Michael Friedman’ın Kant ve Kesin Bilimler ve Bertrand
Russell’ın Mantıksal Atomculuk Felsefesi kitapları başta olmak üzere birçok kitabın redaksiyonunu
üstlenmiştir.
Felsefeye Giriş
© 2015, ALFA Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.
Philosophy: The Basics
© 1992, 1995, 1999, 2004, 2013, Nigel Warburton
Kitabın Türkçe yayın hakları Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.’ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak
göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir elektronik veya
mekanik araçla çoğaltılamaz. Eser sahiplerinin manevi ve mali hakları saklıdır.
Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak
Genel Müdür Vedat Bayrak
Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu
Kapak Görseli Selçuk Demirel
Kapak Tasarımı Füsun Turcan Elmasoğlu
Sayfa Tasarımı Mürüvet Durna
ISBN 978-605-171-241-3
1. Basım: Şubat 2016
Baskı ve Cilt
Melisa Matbaacılık
ÇiftehavuzlarYolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa-İstanbul
Tel: 0(212) 674 97 23 Faks: 0(212) 674 97 29
Sertifika no: 12088
Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.
Alemdar Mahallesi Ticarethane Sokak No: 15 34110 Fatih-İstanbul
Tel: 0(212) 511 53 03 Faks: 0(212) 519 33 00
www.alfakitap.com - [email protected]
Sertifika no: 10905
NIGEL WARBURTON
FELSEFEYE
GİRİŞ
Felsefe hiç bu kadar anlaşılır olmamıştı!
Çeviri
Mehmet Ata Arslan & Kerem Cankoçak
Annem için
ÖNSÖZ
Çeşitli bölümlerin taslaklarını okuyup yorumda bulunan veya yardımı dokunan
herkese teşekkür ederim. Özellikle, Alexandra Alexandri, Gunnar Amason,
Jennifer Burgess, Inga Burrows, Eric Butcher, Michael Camille, Simon
Christmas, Lesley Cohen, Emma Cotter, Tim Crane, Sue Derry-Penz, Angie
Doran, Adrian Driscoll, David Edmonds, Goober Fox, Jonathan Hourigan,
Rosalind Hursthouse, Paul Jefferis, Maria Kaşmirli, John Kimbell, Stephen
Law, Robin Le Poidevin, Georgia Mason, Hugh Mellor, Alex Miller, Anna Motz,
Penny Nettle, Alex Orenstein, Andrew Pyle, Abigail Reed, Anita Roy, Ron
Santoni, Helen Simms, Jennifer Trusted, Phillip Vasili, Stephanie Warburton,
Tessa Watt, Jonathan Wolff, Kira Zurawska'ya ve de yayıncının isimsiz
okuyucularına müteşekkirim.
Nigel Warburton
www.nigelwarburton.com
www.virtualphilosopher.com
www.philosophybites.com
www.twitter.com/philosophybites
GİRİŞ
Felsefe nedir? Bu, oldukça meşhur ve yanıtlaması da bir o kadar zor bir sorudur.
Bu soruya verilebilecek en kolay yanıtlardan biri, felsefenin felsefecilerin yaptığı
şey olduğunu söylemek ve ardından Platon, Aristoteles, Descartes, Hume, Kant,
Russell, Wittgenstein, Sartre ve de diğer meşhur filozofların metinlerine işaret
etmektir. Gelgelelim bu yanıt, henüz bu düşünürlerden birini okumamış ve
felsefeyle temas kurmaya yeni başlamış biri için çok da kullanışlı değildir.
Nitekim onları okumuş olsanız bile, bu düşünürlerin nerelerde ortaklaştığını
görebilmek yine de zor olabilir; şüphesiz hepsinin paylaştığı böyle bir anlamlı
ortaklaşmadan bahsedilebilirse eğer. Bu soruya cevap oluşturmak üzere
oluşturulan bir başka yaklaşım ise, felsefenin Grekçedeki sözcük karşılığı olan
"bilgelik sevgisi"nden türediğine işaret etmektir. Ancak bu, felsefenin
filozofların yaptığı şey olduğunu söylemeye kıyasla hem daha muğlak hem de
daha az yardımcıdır. Dolayısıyla felsefenin ne olduğuna ilişkin daha genel
yorumlara ihtiyaç vardır.
Felsefe bir etkinliktir: o, belirli türden sorular üzerine bir düşünme
biçimidir. Onun en ayırt edici özelliği mantıksal argümanlar kullanıyor
olmasıdır. Filozoflar genelde argümanlarla iş yaparlar: ya onları icat ederler ya
başkalarının icat ettiklerini eleştirirler ya da her ikisini birden yaparlar. Bunun
yanı sıra onlar, kavramları inceler ve açıklarlar. "Felsefe" sözcüğü, birinin hayata
ilişkin genel bakış açısını anlatmak ya da gizemciliğin bazı biçimlerine
gönderimde bulunmak üzere, çoğunlukla bundan çok daha geniş anlamda
kullanılır. Benim sözcüğü burada kullanmam ise söz konusu geniş anlamıyla
olmayacak: Amacım, Antik Yunanlarla başlayan ve yirminci yüzyılda ağırlıklı
olarak Avrupa, Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda'da gelişen düşünce
geleneğinde kilit nitelikteki tartışma alanlarını aydınlatmak olacak. Bu gelenek,
içinde bulunduğumuz yüzyılda da iyi bir şekilde devam etmeye hazır
görünmekte.
Bu geleneğin içinde çalışan filozoflar ne türden şeyleri tartışırlar?
Genellikle, çoğumuzun neredeyse her zaman sorgulamadan kabul ettiği
inançları incelerler. Onlar, diğer bir deyişle "hayatın anlamıyla" ilgili sorulara
kafa yorarlar: din, doğru ile yanlış, siyaset, gerçekliğin doğası, zihin, bilim, sanat
ve sayısız başka konu hakkında sorular. Örneğin pek çok insan, öldürmek
yanlıştır gibi temel inançlarını sorgulamadan yaşamaya devam eder. Ama
öldürmek neden yanlıştır? Hangi gerekçelendirme bize, öldürmenin yanlış
olduğunu söyler? Öldürmek her koşulda yanlış mıdır? O halde nefsi müdafaaya
ne demeli? Ya da hayvanları acı çektirmeden öldürmeye? Ayrıca, "yanlış"
demekle ne kastediyorum? Bunlar felsefi sorulardır. İnançlarımızın çoğu
sorgulandığında sağlam temellere sahip olduğu görülür ama bazı inançlar için
bunun tam aksi geçerlidir. Felsefeyle uğraşmak, yalnızca önyargılarımız üzerine
daha berrak düşünmeye değil, aynı zamanda tam olarak neye inandığımızı
açıklığa kavuşturmaya da yardımcıdır. Zamanla meseleleri geniş bir pencereden
tutarlı bir biçimde tartışma kabiliyetini geliştirir; aktarılabilir, kullanışlı bir
meziyet.
FELSEFE VE TARİHİ
Sokrates'in zamanından beri tarih birçok büyük filozofa tanıklık etti. Bunların
bir kısmını açılış paragrafında dile getirmiştim. Bir felsefeye giriş kitabı
meseleye tarihsel yaklaşıp, söz konusu filozofları kronolojik olarak sıralayarak
felsefeye yaptıkları katkıları inceleyebilir. Fakat bu kitapta ben, bunun yerine,
konu-temelli yaklaşımı kullanacağım: tarihe yönelmekten ziyade belirli felsefi
sorulara odaklanan bir yaklaşım. Felsefe tarihi kendi içinde etkileyici ve önemli
bir alandır; ayrıca felsefe klasiklerinin birçoğu aynı zamanda muazzam edebiyat
çalışmalarıdır: Platon'un Sokratik diyalogları, René Descartes'ın Meditasyonlar'ı,
David Hume'un İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma'sı ve Nietzsche'nin
Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü gibi örneklerden de anlaşılacağı üzere, bu gibi eserlerin
tümü, hangi standarda göre olursa olsun, ilgi uyandırıcıdır. Felsefe tarihi
üzerine çalışmak büyük bir öneme sahip olmakla birlikte, benim buradaki
hedefim sizlere yalın biçimde felsefi sorunlar üzerine bazı filozofların ne
düşündüğünü açıklamaktan ziyade, bu sorunlar üzerine kendi başınıza
düşünmenizin araç gereçlerini size vermektir. Zira bu sorunlar yalnızca
filozofları ilgilendirmez: onlar, insan olmanın doğal sonucu olarak belirirler ve
daha önce hiçbir felsefe kitabı açmamış biri de bunlar üzerine kendiliğinden
düşünür.
Herhangi bir ciddi felsefe çalışması tarihsel ve konu-temelli çalışmanın
bileşimini içerir; çünkü daha önceki filozofların argümanlarını ve hatalarını
bilmemek, konuya ilişkin temelli bir katkı yapabilme umudunun ortadan
kalkması demektir. Tarihin bilgisi olmadan filozoflar asla ilerleyemezlerdi: daha
önce yapıldığının farkında olmadan, aynı hataları tekrarlayıp dururlardı. Buna
ek olarak, birçok filozof kendi kuramını kendinden öncekilerin çalışmalarındaki
yanlışları görerek geliştirir. Ancak bunun gibi kısa kitaplarda her bir özgün
düşünürün çetrefilli çalışmalarının hakkını vermek imkânsızdır. Her bir
bölümün ardından belirtilen Ek Kaynaklar, burada tartışılan sorunlara daha
geniş, tarihsel bir çerçeveden bakmaya yardımcı olacaktır.
NEDEN FELSEFE ÇALIŞMALI?
Filozofların yapıp durdukları şey kılı kırk yaran biçimde oturup sözcüklerin
anlamları üzerine tartışmak olduğu için, zaman zaman felsefe çalışmanın
tamamıyla anlamsız olduğu söylenir. Filozoflar herhangi bir sonuca ulaşır
görünmezler ve topluma da nerdeyse hiçbir katkıları yoktur. Tartıştıkları
sorunlar hâlâ, Antik Yunanların ilgilendikleriyle aynıdır. Felsefe, öyle
görünmekte ki, hiçbir şeyi değiştirmez ve her şeyi olduğu gibi bırakır.
O halde felsefe çalışmanın ne kıymeti vardır? Hatta hayatımızın temel
kabullerini sorgulamak tehlikeli bile olabilir: sonunda, fazla sorgulamak
sonucunda felç olmuşçasına, herhangi bir şey yapma gücünü yitirmiş
hissedebiliriz. Elbette bir filozofun karikatürü, Oxford ya da Cambridge'in
salonundaki rahat bir koltukta çok soyut düşüncelerle başa çıkmak konusunda
başarılı, ama pratik sorunların üstesinden gelmekte bir o kadar başarısız birinin
tasviridir: Öyle biri ki bu, Hegel felsefesinin en zorlu pasajını açıklayabilir,
ancak bir yumurtayı pişirmeyi bile beceremez.
SORUŞTURULMUŞ HAYAT
Felsefeyle meşgul olmak için önemli nedenlerden biri, onun varoluşumuzun
anlamı hakkında temel sorularla ilgileniyor olmasıdır. Çoğumuz hayatımızın
belirli bir anında kendimize felsefenin temel sorularını yöneltiriz. Neden
buradayız? Tanrı'nın var olduğunu gösteren herhangi bir kanıt var mı?
Hayatımızın belirli bir amacı var mı? Bir şeyi doğru ya da yanlış yapan nedir?
Yasayı çiğnediğimizde haklı olmamız mümkün müdür? Hayatlarımız sadece
birer rüya olabilir mi? Zihin, bedenden farklı mıdır ya da yalnızca fiziksel
varlıklar mıyız? Bilim nasıl ilerler? Hayvanlar haklara sahip midir? Sanat nedir?
Ve benzeri sorular.
Felsefe çalışan birçok insan, her birimizin bu tür soruları soruşturmasının
önemli olduğuna inanır. Hatta bazıları, soruşturulmamış bir yaşantının
yaşamaya değer olmadığını iddia eder. Temelinde yatan ilkelerin
soruşturulmadığı tekdüze bir varoluşu sürdürmek, daha önce hiç bakımdan
geçmemiş bir arabayı kullanmaya benzeyebilir. Arabanızın şimdiye kadar hiç
aksamamış olması sebebiyle frenlerine, direksiyonuna ve motoruna
güvenmekte haklı olabilirsiniz, ancak buna güvenmekte tamamıyla haksız da
olabilirsiniz; fren pedalları hatalı olabilir ve en çok ihtiyacınız olan anda
arızalanabilir. Buna benzer olarak yaşamınızın temelini oluşturan ilkeler
bütünüyle güvenilir olabilir, fakat bu ilkeleri soruşturana dek bundan emin
olamazsınız.
Bununla
birlikte,
hayatınızın
temelini
oluşturan
kabullerin
güvenilirliğinden gerçek anlamda şüphe etmiyor olsanız dahi, düşünce
gücünüzü işletmeyerek yaşamınızı yoksullaştırıyor olabilirsiniz. Birçok insan bu
temel soruları sormayı ya çok fazla uğraş isteyen ya da kendilerine sormaktan
çekinecek kadar rahatsız edici bulur: onlar, mutlu ve ön yargılarıyla rahat
olabilirler. Fakat bunun dışındaki insanlar, zorlu felsefi sorulara cevap aramak
konusunda güçlü bir arzuya sahiptirler.
DÜŞÜNMEYİ ÖĞRENMEK
Felsefeyle meşgul olmak için bir başka neden de, onun birçok farklı konuya
ilişkin daha açık düşünme yolunu iyi bir biçimde sağlıyor olmasıdır. Felsefi
düşünme yöntemleri, içinde bulunulan çeşitli durumlarda kullanışlı olabilir. Bir
bakış açısının lehine ve aleyhine olan argümanları incelemek ve de bunun
akabinde bir sonuca varmak, yaşamın diğer alanlarına uygulanabilir beceriler
açığa çıkarır. Felsefeyle uğraşan birçok kişi felsefi becerilerini; hukuk, bilgisayar
programcılığı, yönetim danışmanlığı, kamu görevi ve gazetecilik gibi farklı
mesleklere uygulayabilir; düşüncenin açıklığının önemli bir kazanç olduğu tüm
alanlar için de bu geçerlidir. Bunun yanı sıra filozoflar, insan varoluşunun
doğasına ilişkin edindikleri kavrayışları sanat için de kullanırlar: bazı filozoflar;
roman yazan, eleştirmen, şair, film-yapımcısı ve oyun yazan olarak da başarıyı
yakalamışlardır.
HAZ
Felsefe çalışmak için bir başka gerekçelendirme de, onun, birçokları için oldukça
keyifli bir etkinlik olabilmesidir. Felsefenin böyle bir savunusu için söylenmesi
gereken bazı şeyler vardır. Bunun tehlikesi, felsefe etkinliğini çapraz bulmaca
çözmekle eşdeğer bir duruma indirgendiği bir gerekçelendirme olarak
anlaşılabilir olmasıdır. Zaman zaman bazı filozofların konuya yaklaşımı şuna
benzer: bazı uzman filozoflar için, bir son noktaymışçasına muğlak mantıksal
bulmacaları çözmek ve bunları yalnızca belirli bir kesime hitap eden dergilerde
yayımlatmak saplantı haline gelir. Bir diğer uç durumda da, üniversitelerde
çalışan bazı filozoflar kendilerini "iş"in bir parçası olarak görür ve genelde
sıradan olan çalışmalarını “yükselmek" ve (basılı yayımların niceliğinin terfi
almak adına belirleyici bir faktör olduğu durumda) terfi alabilmek adına
yayımlarlar. Hazzı, isimlerini kâğıt üzerinde görmekten, gelirlerindeki artıştan
ve terfiyle birlikte gelen prestijden deneyimlerler. Neyse ki felsefe, bundan daha
üst bir perdeden yükselir.
FELSEFE ZOR MUDUR?
Felsefe genellikle zor bir alan olarak tanımlanır. Onunla ilgili, bazılarından
sakınılabilir olmakla birlikte, türlü türlü zorluklar mevcuttur.
Kuşkusuz, uzman filozofların uğraştığı birçok sorunun oldukça yüksek bir
mertebede soyut düşünceyi gerektirdiği bir gerçektir. Gelgelelim, neredeyse
tüm entelektüel uğraşlar için de aynısı geçerlidir: Bu anlamda bakıldığında
felsefenin; fizik, edebiyat eleştirisi, bilgisayar programlama, jeoloji, matematik
ya da tarihten hiçbir farkı yoktur. Bunlar ve diğer çalışma alanlarında olduğu
gibi konuya esaslı bir katkı yapmanın zorluğu, sıradan insanların bilgisinin bu
disiplinlerde ilerleme kaydedebileceği ya da onların bu disiplinlerin temel
yöntemlerini öğrenmelerine mani olabileceği yönünde bir gerekçe olarak
görülmemelidir.
Bunun yanı sıra, felsefenin, bertaraf edilebilir ikinci türden bir zorluğu daha
vardır. Filozoflar her zaman iyi yazarlar değildirler. Birçoğu fikirlerini açık bir
biçimde aktarabilme kabiliyetinden oldukça yoksundur. Bunun sebebi; bazen,
filozofların, yalnızca küçük bir kesim olan uzman okuyucular tarafından
anlaşılmayı hedefliyor olmasından; bazen de buna aşina olmayan insanların
yalnızca kafasını karıştıran, gereksiz denilebilecek kadar karmaşık bir dil
kullanmalarından kaynaklıdır. Özel terimler, filozofların belirli kavramları her
seferinde yeniden açıklama ihtiyacını ortadan kaldırmak konusunda yardımcı
olabilir. Ancak, uzman filozoflar arasında söz konusu özel terimleri kendileri
için kullanma eğilimi vardır; birçoğu mükemmelen iyi İngilizce karşılığı
olmasına rağmen Latince tabirler kullanır. Alışılmadık sözcüklerle bezenmiş bir
paragraf ve alışılagelmiş sözcüklerin alışılmadık bir biçimde kullanılması göz
korkutucu olabilir. Öyle görünmekte ki bazı filozoflar kendi icat ettikleri bir
dilde konuşur ve yazarlar. Bu durum, felsefenin gerçekte olduğundan çok daha
zor bir mecra olarak görünmesine sebep olabilir. Nitekim böyle bir dil, ikinci
sınıf filozofların ardına gizlendiği bir perde de olabilir.
Bu kitapta gereksiz bir mesleki dil kullanmaktan sakındığım gibi, ilerledikçe
karşınıza çıkacak olan tüm özel terimleri de açıkladım. Bu yaklaşım her
bölümün sonunda önerilen bazı daha zor felsefi metinlerin anlaşılması için
ihtiyaç duyulan temel felsefi sözcük dağarcığını size verecektir.
FELSEFENİN SINIRLARI
Bazı felsefe öğrencileri felsefeye ilişkin pek de mantıklı olmayan yüksek
beklentilere sahiptirler. Onların felsefeden beklediği şey, onun insana ilişkin
bütünlüklü ve detaylı bir resim çizmesidir. Onlar; felsefenin, hayatın anlamı
üzerindeki örtüyü kaldıracağını ve karmaşık varoluşlarımızın her bir yönünü
açıklayacağını düşünürler. Ancak felsefeyle meşgul olmak, her ne kadar
hayatımıza ilişkin temel soruları aydınlatabilse de, -böyle bir şeyden söz etmek
mümkünse- bize hayatın bütünlüklü bir resmini veremez. Felsefeyle uğraşmak;
sanat, edebiyat, tarih, psikoloji, antropoloji, sosyoloji, siyaset ve bilimle
uğraşmaya bir alternatif değildir. Bu birbirinden farklı alanların her biri, insan
yaşamının ayrı ayrı yönlerini kuşatır ve her biri farklı türden kavrayışlar sağlar.
Herhangi bir kimsenin yaşamındaki bazı görünümler felsefi ve belki de başka
türden analize de meydan okur. Dolayısıyla felsefeden çok da fazla şey
beklememek önemlidir.
BU KİTABI NASIL KULLANMALI
Felsefenin bir etkinlik olduğunu daha önceden vurgulamıştım. Bu yüzden bu
kitap edilgin bir şekilde okunmamalıdır. Burada kullanılan argümanları
ezberlemek şüphesiz mümkündür; fakat bunu yapmak filozofların birçoğunun
temel argümanlarının sağlam bir bilgisini sağlayabilse de, felsefe yapmanın
kendisini vermeyecektir. İdeal bir okur bu kitaba; eleştirel, sık sık argümanları
sorgulayan ve karşı-argümanları düşünür nitelikte bir okuma
gerçekleştirmelidir. Bu kitapta yapmaya çalıştığım, düşünceye bir alternatif
sunmak değil, onu harekete geçirici uyarıyı sağlamaktır. Eğer eleştirel bir
okuma yaparsanız, şüphesiz uzlaşmadığınız birçok yer bulacak ve ilerledikçe
kendi inançlarınızı açıklığa kavuşturmuş olacaksınız.
Her ne kadar tüm bölümleri daha önce hiç felsefeyle uğraşmamış birinin
anlayacağı şekilde yazmaya çaba göstermiş olsam da, yine de bazı bölümler
diğerlerine göre daha zor olacaktır. Çoğu insan Tanrı'nın var olup olmadığı
sorusu üzerine, bu iki uçtan birinde yer alarak düşünmüştür; dolayısıyla
Tanrı'yla ilgili bölümü takip etmesi görece daha kolaydır. Diğer taraftan, filozof
olmayan çok az kişi, Gerçeklik ve Zihin Bölümleri ile Doğru ve Yanlış
Bölümünün daha soyut kısımlarında işaret edilen bazı konulara ilişkin detaylı
düşüncelere sahiptir. Bu bölümleri, özellikle de Zihin Bölümünü, okuması biraz
daha fazla zaman alabilir. Benim önerim; bölüm bölüm ilerleyip, farklı
argümanların birbiriyle nasıl ilişkili olduğunu anlamadan, detayların içine
gömüldüğünüz bir ağır okuma yapmak yerine, bölümlere şöyle bir göz attıktan
sonra ilginç bulduğunuz belirli yerlere geri dönmeniz.
Bu kitabın içerebileceği fakat içermediği bir konu da var; o da besbelli
Mantıktır. Bu konuyu dışarıda bıraktım, çünkü bu uzunlukta ve tarzdaki bir
kitapta tatmin edici bir biçimde işlenemeyecek kadar teknik bir konu.
Öğrenciler bu kitabı, derslerde öğrendiklerini pekiştirmek ve makale
yazmak konusunda yardımcı bulabilirler: Her bir konuya temel felsefi
yaklaşımların bir özetini, onların bir dizi eleştirisiyle birlikte veriyorum.
Buradan da kolaylıkla makale konusu belirlemek için yararlanılabilir.
EK KAYNAKLAR
Bu kitabı tamamlayıcı makale ve alıntılar, Philosophy: Basic Readings (2. baskı
Londra: Routledge, 2004). Philosophy: Basic Reading elinizde tuttuğunuz kitapla
aynı yapıya sahiptir. Western Philosophy: An Anthology, (ed. John Gottingham
Oxford: Blackwell, 1996) daha çok tarihsel bir odağa sahip okumalar seçkisidir.
Thomas Nagel'ın What Does It All Mean? (Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları,
1987) [Her Şey Ne Anlama Geliyor, çev: Hakan Gündoğdu, Paradigma Yay.,
2004] adlı eseri iyi bir felsefeye giriş kitabıdır. Stephen Law'un The Philosophy
Gym: 25 Short Adventures in Thinking (Londra: Review, 2003) adlı eseri konuya
ilişkin daha geleneksel yaklaşımların yanı sıra diyaloglar ve hikâyelerin
kullanıldığı canlı ve de ilginç bir giriş sunmakta. Stephen Law'un her ne kadar
gençler için yazmış olsa da kaleme aldığı iki kitap oldukça iyidir: The Philosophy
Files (Londra: Orion, 2002; Amerika'da Philosophy Rocks adıyla yayımlandı)
[Felsefe Dosyaları, çev: Nüket Kantürk, Popcore Yay., 2007] ve The Outer Limits
(Londra: Orion, 2003). Simon Blackburn'ün Think (Oxford: Oxford Üniversitesi
Yayınları, 2001) adlı kitabı bazı bölümleri daha zorlayıcı olsa da, okunması
gereken bir eserdir. Bryan Magee'nin The Great Philosophers (Oxford: Oxford
Üniversitesi Yayınları, 1987) [Büyük Filozoflar, çev: Ahmet Cevizci, Paradigma
Yay., 2001] adlı eseri felsefe tarihine iyi bir giriş kitabıdır. Kitap, günümüz
filozoflarının büyük filozoflar üzerine konuşmalarından oluşmaktadır ve aynı
adı taşıyan BBC'de yayınlanan televizyon serisinden ortaya çıkmıştır. Benim bir
diğer kitabım Philosophy: The Classics (3. basım, Abingdon: Routledge, 2006)
Platon'un Devlet'inden Rawls'un Adalet Kuramı'na kadar 27 farklı filozofun
temel eserlerini konu almaktadır. Edward Craig'in Philosophy: A Very Short
Introduction (Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları, 2002) adlı kitabı da bazı
klasik eserleri konu edinir.
A Dictionary of Philosophy (ed. Antony Flew, Londra: Pan, 1979) adlı kitabı
tıpkı A. R. Lacey'in A Dictionary of Philosophy (Londra: Routledge, 1976) adlı
eseri gibi başvurulabilecek kullanışlı bir kitaptır. The Blackwell Companion to
Philosophy, (ed. Nicholas Bunnin ve E. P. Tsui-James, Oxford: Blackwell, 1996)
felsefenin merkezi alanlarına bir giriş sağlar ve önemli düşünürlerin seçkisini
verir. İyi bir kütüphaneye erişim olanağınız varsa The Routledge Encyclopedia of
Philosophy (ed. Edward Craig, Londra: Routledge, 1998) kesinlikle
başvurulmaya değer bir kitaptır. Bu kitap, detaylı ve güncel girdilerin olduğu,
felsefedeki tüm merkezi konuları içerir.
Editörlüğünü Stephen Law'un üstlendiği Royal Institute of Philosophy'nin
dergisi Think, yılda üç kez yayımlanmaktadır. İlgi çekici ve geniş bir yelpazede
makaleler
içeren
bu
dergiyle
ilgili
daha
detaylı
bilgiye
www.royalinstitutephilosophy.org/think adresinden ulaşabilirsiniz. The
Philosophers' Magazine felsefeyle ilgilenenler için bir diğer önemli yayınıdır.
Daha ayrıntılı bilgilere www.philosophers.co.uk adresinden ulaşılabilir.
Filozofların argümanları kullanma yöntemleriyle ilgilenenler için Thinking from
A to Z (3. basım, Londra: Routledge, 2007) [A'dan Z'ye Düşünmek, çev: Sevda
Çalışkan, Dost Kitabevi, 2006] adlı kitabım da dahil olmak üzere bu konuya
ilişkin, Anthony Weston'ın A Rulebook for Arguments (2. basım, Indianapolis,
Ind.: Hackett, 2001), Anne Thomson'ın Critical Reasoning (2. basım, Londra:
Routledge, 2001) ve Alec Fisher'ın Critical Thinking: An Introduction (Cambridge:
Cambridge Üniversitesi Yayınları, 2001) gibi çok sayıda kitap vardır. Michael
Clark'ın Paradoxes from A to Z (Londra: Routledge, 2002) adlı kitabı da oldukça
iyidir. Bir diğer kitabım Philosophy: The Essential Study Guide (Londra:
Routledge, 2004) felsefede temel çalışma becerilerini konu edinir.
Açık bir dille yazmak ve bunun neden önemli olduğuna ilişkin bir okuma
için The Penguin Essays of George Orwell (Londra: Penguin, 1990) adlı kitapta yer
alan George Orwell'ın “Politics and the English Language" adlı denemesi
oldukça iyidir. Buna konuyla ilgili daha pratik öneriler için Ernest Gowers'ın
The Complete Plain Words (Londra: Penguin, 1962) ve Diane Collinson, Gillian
Kirkup, Robin Kyd ve Lynne Slocombe'nin Plain English (2. basım, Milton
Keynes: Open Üniversitesi Yayınları, 1992) kitaplarına bakınız. The Basic of
Essay Writing (Abingdon: Routledge, 2006) adlı kitabım ise beşeri bilimlerdeki
yazılara ilişkin genel bir giriş sunmaktadır.
İNTERNET KAYNAKLARI
Halihazırda, video, ses ve görüntüleri de içeren sayısız pek çok mükemmel
çevrimiçi felsefe kaynağı var. www.philosophythebasics.com sayfasında bu
içeriklerin bir dizisinin erişim adreslerini verdim. Ayrıca ilgi çekici felsefi
çevrimiçi malzemeler için beni www.twitter.com/phliosophybites adresinden
Twitter'da takip edebilirsiniz.
1
TANRI
Tanrı var mıdır? Bu, birçoğumuzun yaşamının bazı anlarında dönüp kendine
sorduğu temel sorulardan biridir. Her birimizin bu soruya verdiği cevap,
yalnızca nasıl davrandığımızı değil, aynı zamanda dünyayı nasıl anlayıp,
yorumladığımızı ve geleceğe dair beklentilerimizi de etkiler. Eğer Tanrı varsa
insan varoluşu bir amaca sahip olabilir ve hatta sonsuz yaşamı umut edebilir.
Aksi takdirde, insanın kendi yaşantısına kendisinin herhangi bir anlam
kazandırması gerekir: dış bir nedenin onlara anlam vermediği bu durumda,
ölüm de, muhtemelen, bir son nokta olacaktır.
Filozoflar ilgilerini dine yönelttiklerinde, genellikle, TanıTnın varoluşunu
destekleyen ve de karşı çıkan çeşitli argümanları incelerler. Onlar kanıtları
ölçüp biçerek argümanların yapısını ve çıkarımlarını yakından incelerler.
Bununla birlikte filozoflar, insanların Tanrı hakkında düşünme biçimlerinin
anlamlı olup olmadığım anlamak adına, inanç ve dini inanç gibi kavranılan da
incelerler.
Din felsefesinin büyük bir bölümü için başlangıç noktası, Teizm olarak
bilinen, Tanrı'nın doğası gibi oldukça genel bir görüştür. Bu görüşe göre; tek bir
Tanrı vardır, O her şeye kadir ve her şeyi bilendir ve en yüce yardımseverdir
(mutlak iyi olandır). Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin çoğu bu
düşüncelerde mutabıktır. Bu bölümde benim yapacağımsa Hıristiyanların
Tanrı'ya ilişkin bakış açısına odaklanmak olacak; ki buna rağmen argümanların
birçoğu eşit düzeyde diğer Teist dinlere uygulanabilirken, bazı argümanlar da
her çeşit dinle ilişkili olacak.
Ancak, Teistler tarafından betimlenen bu Tanrı gerçekten de var mıdır?
O'nun var olduğunu kanıtlayabilir miyiz? Makul bir insan, ateizmin
penceresinden bakıp böyle bir Tanrı'nın var olmadığına mı inanmalıdır? Ya da
inancın askıya alındığı (ya da ne de olsa birileri betimler deyip bir köşede
oturulduğu) agnostisizm mi uygun yaklaşımdır? Tanrı'nın varoluşunu
ispatlamaya çalışan birçok farklı argüman vardır. Bu bölümde, bu argümanların
en önemlilerini ele alacağım.
TASARIM ARGÜMANI
Tanrı'nın varoluşuna ilişkin en sık kullanılan argüman, zaman zaman Teleolojik
Argüman (köken olarak "amaç" anlamına gelen Yunancadaki telos sözcüğünden
gelir) olarak da adlandırılan Tasarım Argümanıdır. Bu argüman, doğal dünyada
etrafımıza baktığımızda, kaçınılmaz olarak, her şeyin gerçekleştirdiği işleve
uygun olduğunu göreceğimizi ifade eder: her şeyin tasarlanmış olduğuna dair
kanıtları kendinde taşır. Dolayısıyla bu, bir Yaratıcının varoluşunu bize
gösteriyor olmalıdır. Örneğin, insan gözünü inceleyecek olursak, en küçük
parçalarının tümünün birbirine uyduğunu, her bir parçanın yapıldığı görme
amacına uygun olarak akıllıca yerleştirildiğini görürüz.
William Paley (1743-1805) gibi Tasarım Argümanı destekçilerine göre, göz
ve benzeri doğal nesnelerin karmaşıklığı ve verimliliği, tüm bu nesnelerin Tanrı
tarafından tasarlandığının ispatı olmalıdır. Başka türlü nasıl olurdu da,
halihazırda var oldukları gibi var olurlardı? Böylece onlara göre, nasıl bir saate
baktığımızda onun bir saatçi tarafından tasarlandığını söyleyebiliyorsak, tıpkı
buna benzer biçimde, "göz"e baktığımızda da onun bir tür İlahi Saatçi
tarafından tasarlanıyor olduğunu söyleyebilmeliyiz. Öyle ki Tanrı, sanki bilerek
ve isteyerek, dünyaya kendi varoluşunun kanıtlarını bırakmıştır.
Bu, etkiden yola çıkarak nedeni ortaya koyan bir argüman: etkiye (saat ya da
göze) bakarak ve onun tetkikinden yola çıkarak, onu var eden nedeni (bir saatçi
ya da bir İlahi Saatçi) söylemeye çalışmaktır. Söz konusu argüman, saat gibi
tasarlanmış bir nesne ile göz gibi doğal bir nesnenin, birçok yönden benzerliğe
sahip olduğu fikrine sırtını yaslar. Bu türden bir argüman iki şeyin birbirine
olan benzerliğinde temellenen analojik bir argümandır. Analojik argümanlar,
bazı yönleriyle birbirine benzeyen iki şeyin, aynı şekilde diğer yönleriyle de
birbirine benzeyeceği ilkesine dayanır.
Tasarım Argümanını kabul edenlere göre, baktığımız her yerde, özellikle de
doğal dünyada -ağaçlarda, falezlerde, hayvanlarda, yıldızlarda veya baktığımız
her neyse onda- Tanrı'nın varoluşunun daha ileri olumlamalarını görebiliriz. Bu
şeyler (doğa nesneleri) bir saate kıyasla çok daha ustaca inşa edildikleri için,
İlahi Saatçi de, buna paralel olarak, normal bir saatçiye kıyasla çok daha zeki
olmalıdır. İlahi saatçi o kadar güçlü ve akıllıdır ki, onun Teistlerin geleneksel
anlayışındaki Tanrı olduğunu varsaymak anlaşılmaz bir şey değildir.
Ancak, Tasarım Argümanına karşı, bir kısmı filozof David Hume'un (17111776) ölümünden sonra yayımlanan Doğal Dinler Üzerine Diyaloglar [Dialogues
Concerning Natural Religion] adlı kitabında ve onun bir diğer kitabı olan İnsanın
Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma'nın [Enquiry Concerning Human
Understanding] XI. Bölümünde yükselen çok güçlü argümanlar vardır.
TASARIM ARGÜMANININ ELEŞTİRİSİ
ANALOJİNİN GÜÇSÜZLÜĞÜ
Tasarım Argümanına yöneltilen itirazlardan biri, onun yetersiz bir analojiye
dayanıyor olmasıdır: o, doğal nesneler ile insan eliyle tasarlanmış olduğunu
bildiğimiz nesneler arasında belirgin bir benzerlik olduğunu kendine zemin alır.
Fakat, aynı örneği yine kullanacak olursak, insan gözünün gerçek anlamıyla bir
saate benzediğini söylemek pek de mümkün değildir. Analojik argümanlar
karşılaştırılan iki şey arasında güçlü bir benzerlik olduğu fikrine dayanır. Eğer
söz konusu benzerlik zayıf ise, buna paralel olarak karşılaştırılmalarından
türetilebilecek olan sonuçlar da aynı oranda zayıftır. Böylece, örneğin, bir kol
saati ile bir cep saati, bir saatçi tarafından tasarlandığı varsayabilecek kadar
birbirleriyle belirgin bir biçimde benzerlikler taşırken; her ne kadar bir saat ile
bir göz arasında bazı benzerlikler olsa da -her ikisi de grifttir ve bazı işlevleri
yerine getirir- ikisi arasında yalnızca muğlak bir benzerlik vardır ve dolayısıyla
göz ile saat arasındaki analojiyi temel alan her çıkarım da buna paralel olarak
muğlak bir sonuçtur.
Bu eleştiriye karşın bir Teist, gözün yalnızca şans eseri ortaya çıktığı
fikrinden daha ziyade, onun yüce bir varlık tarafından tasarlandığı iddiasını
yine de korumaya devam edebilir.
EVRİM
Gelgelelim ilahi bir saatçinin varoluşu, hayvanların ve bitkilerin yerine
getirdikleri işlevlere nasıl bu kadar iyi uyum sağlayabildiğinin tek olası
açıklaması değildir. Özellikle Charles Darwin'in (1809-1882) Türlerin Kökeni
[The Origin of Species, 1859] adlı kitabında açıkladığı doğal seçilimle evrim
kuramı, bu olguya ilişkin, genel kabul gören alternatif bir açıklama sunar.
Darwin, en uygun olanın hayatta kaldığı bir süreçte, çevresine en çok uygunluk
gösteren hayvanlar ile bitkilerin neden yaşadığını ve özelliklerini kendinden
sonrakilere nasıl aktardığını göstermiştir. Ardından gelen bilim insanları ise,
miras alınan genler üzerinden evrim mekanizmasını açıklamayı başarmışlardır.
Bu süreç, hayvan ve bitki âlemlerindeki böylesine olağanüstü çevresel uyumun,
Tanrı kavramıyla karşılamaya ihtiyaç duymadan, nasıl ortaya çıktığını açıklar.
Kuşkusuz Darwin'in evrim kuramı hiçbir açıdan Tanrı'nın varoluşunun
aksine bir şey kanıtlamaz; hatta birçok Hıristiyan; evrim kuramını, bitkilerin,
hayvanların ve insanoğlunun mevcut konumlarına nasıl geldiklerinin en iyi
açıklaması olarak kabul eder: onlar, evrim mekanizmasının Tanrı tarafından
yaratıldığına inanırlar. Yine de Darwin'in kuramı, Tasarım Argümanının
gücünü, onunla aynı sonuçlara Tanrı'yı herhangi bir şeyin nedeni olarak
göstermeden varabildiği için zayıflatır. Biyolojik uyum mekanizması üzerine
böylesi bir kuramın var olması, Tasarım Argümanının, Tanrı'nın var olduğunun
mutlak bir ispatı olmasının önüne geçer.
ÇIKARIMDAKİ SINIRLAMALAR
Şimdiye kadar bahsi geçen tüm itirazlara karşın, Tasarım Argümanını hâlâ ikna
edici buluyor olsanız bile, bu argümanın eşsiz, her şeye kadir, her şeyi bilen,
mutlak iyi olan bir Tanrı varoluşunu ispatlamadığını fark etmeniz gerekir.
Yakından bir inceleme argümanın birçok yönden sınırlı olduğunu gösteriyor.
Bu sınırlamalardan ilki, Tasarım Argümanının tektanrıcılığı (yalnızca tek bir
Tanrı'nın olduğu görüşünü) desteklemek konusunda tamamıyla başarısız
olmasıdır. Eğer dünya ve içindeki her şeyin, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde
tasarım ürünü olduğunu kabul ediyor olsak bile, tüm bunların tek bir Tanrı
tarafından tasarlandığına inanmanızı gerektirecek hiçbir neden yoktur. Neden
küçük bir tanrı grubunun birlikte çalışarak tasarladığı bir şey olmasın ki? Ne de
olsa en büyük ölçekteki, karmaşık insan yapımı gökdelenler, piramitler, uzay
roketleri ve benzeri şeyler tek tek bireylerin oluşturduğu gruplar tarafından
inşa edildi; dolayısıyla burada yatan analojiyi mantıksal sonucuna erdirirsek,
bizi götüreceği yer dünyanın da bir grup tanrının birlikte tasarladığı bir şey
olduğuna inanmak olacaktır.
İkinci olarak, bu argüman Tasarımcının (ya da tasarımcıların) zorunlu
olarak her şeye kadir olduğu sonucunu çıkarmaz. Bununla birlikte evrenin
birçok "tasarım hatası"na sahip olduğunu söylemek akla yatkın bir iddiadır:
mesela, insan gözü miyopluğa ve ileri yaşlarda katarakta meyillidir; bu
durumda, her şeye kadir bir Yaratıcının mümkün dünyaların en iyisini
yaratmak istediğini söylemek gerçekten de zor. Böylesi bir gözlem, bazı
insanlarda, evrenin Tasarımcısının her şeye kadir olduğu fikri bir yana, görece
güçsüz bir Tanrı ya da tanrıların, hatta muhtemelen genç bir tanrının kendi
gücünü sınadığı fikrini uyandırabilir. Belki de Tasarımcı, evreni yarattıktan
hemen sonra ölmüş ve evrenin kendi ahenginde işlemesine izin vermiş olabilir.
Tasarım Argümanı, en az Teistlerin betimlediği Tanrı'nın varoluşu için olduğu
kadar, bahsi geçen çıkarımlar için de kanıt sunar. Bu sebepten ötürü Tasarım
Argümanı tek başına herhangi bir başka Tanrı ya da tanrıların yerine, Teistlerin
Tanrısının var olduğunu ispatlamaz.
En nihayetinde Tasarımcının her şeyi bilen ve mutlak iyi olduğu düşüncesi,
birçokları tarafından dünyadaki kötülük dolayısıyla geçersiz bir çıkarım olarak
görülür. Dünyadaki bu kötülük; insanın acımasızlığı, cinayet ve işkenceden
doğal afetler ile hastalıklardan kaynaklanan acıya kadar uzanır. Eğer Tasarım
Argümanının görmemizi istediği biçimde Tanrı'nın elinin her şeye değdiğini
görmemiz beklenirse, pek çok insan gördüklerinde yardımsever bir Tanrı'nın
olduğunu kabul etmekte güçlük çekecektir. Her şeyi bilen Tanrı, kuşkusuz,
kötülüğün var olduğunu bilir, her şeye kadir olan Tanrı onun ortaya çıkmasına
engel olur ve mutlak iyi olan Tanrı bu kötülüğün var olmasını istemez. Fakat
kötülük belirmeye devam etmekte. Teistlerin Tanrısına inanmakta karşımıza
çıkan bu ciddi zorluk, filozoflar tarafından tartışılagelmiştir. Bu zorluk, Kötülük
Sorunu olarak bilinir. Daha sonraki bölümde, Kötülük Sorununu, onu çözmeye
ilişkin bazı girişimlerle birlikte daha detaylı bir biçimde inceleyeceğiz.
Yukarıda yürüttüğümüz tartışmadan da anlaşılacağı üzere Tasarım
Argümanı bize, en iyi ihtimalle, dünyanın ve her şeyin bir şey ya da biri
tarafından tasarlandığı, oldukça sınırlı, çıkarımını verebilir. Bunun ötesine
geçebilmek bu argümandan mantıksal olarak çıkarılabilecek olanı aşmakla
mümkündür.
İNCE AYAR ARGÜMANI
Bazı son dönem düşünürler, Tasarım Argümanına karşı yöneltilen oldukça
güçlü argümanlara rağmen, Tasarım Argümanının başka bir biçimi olan
Antropik [İnsancıl] İlkeyi savunmaya çalıştılar. Bu görüş, dünyanın, insanın
yaşaması ve gelişmesi için uygun bir yer olma olasılığının çok küçük olmasını
temel alarak, onun ancak ilahi bir mimarın işi olabileceği sonucuna varır.
Antropik İlke, insanoğlunun evrimleştiği ve hayatta kaldığı gerçeğini Tanrı'nın
varoluşu için bir ispat olarak görür. Tanrı, evrenimizdeki maddi koşulları
kontrol etmiş ve onlara, böylesi bir yaşam formunun evrim geçirmesine izin
verecek şekilde ince bir ayar vermiştir. Bu görüş, evrenin başlangıcında yaşamın
oluşması için gerekli başlangıç koşullarının oldukça sınırlı olduğunu ortaya
koyan bilimsel araştırmalardan da destek alır.
İNCE AYAR ARGÜMANININ ELEŞTİRİSİ
PİYANGO İTİRAZI
İnce Ayardan türeyen bu argümana yapılan büyük bir itiraz vardır. Bir milli
piyango bileti aldığınızı tahayyül edin. Milyonlarca bilet arasından yalnızca bir
bilet büyük ikramiyeyi kazanacaktır. İstatistiksel olarak düşünüldüğünde
kazanma olasılığınız oldukça küçüktür. Fakat buna rağmen yine de büyük
ikramiyeyi kazanma ihtimaliniz var. Öyle ki, eğer kazanırsanız bu, talih
kuşunun size konmuş olmasından daha fazla bir şey ifade etmeyecektir:
Milyonlarca bilet arasından sizin biletinizin büyük ikramiyeyi kazanan bilet
olması gerçeği, bunun rastgele bir seçimden daha fazla bir şey olduğu anlamına
gelmez. Ancak, batıl inançlara sahip biriyseniz piyangoyu kazanmış olduğunuz
gerçeğine her türlü anlamı yükleyip bunu yapabilirsiniz. Fakat bir şey, her ne
kadar istatistiksel olarak pek mümkün görünmese bile, yine de gerçekleşebilir.
İnce Ayar Argümanı savunucularının yaptığı hata pek olası görünmeyen bir
şeyin gerçekleşmesi durumunda, bunun doğal olarak ortaya çıktığı
açıklamasından daha makul bir açıklamanın olması gerektiğini düşünüyor
olmalarıdır. Evrenin bu parçasındaki (dünyadaki) mevcudiyetimiz, doğaüstü
nedenlere başvurmadan da yetkin bir biçimde açıklanabilir. Bizim türümüzün
varlığının tam da belirebileceği koşullara sahip bir evrenin içinde olmamız,
başka bir yerde ortaya çıkma şansımızın olmaması dolayısıyla pek de şaşırtıcı
değildir. Bundan ötürü, evrenin bizim varoluşumuza uygun koşullara sahip olan
parçasında olmamız gerçeği, onun Tanrı'nın tasarımı olduğunun ispatı olamaz.
Buna ek olarak, İnce Ayar Argümanı, yukarıda ele aldığım Tasarım Argümanının
geleneksel versiyonlarına yöneltilen eleştiriler karşısında da savunmasızdır.
İLK NEDEN ARGÜMANI
Tasarım Argümanı ile onun bir başka türü olan İnce Ayar Argümanı dünyanın
doğrudan gözlemine dayanır. Buna karşın bazen Kozmolojik Argüman olarak da
adlandırılan İlk Neden Argümanı ise evrenin nasıl olduğuna ilişkin olgulara
dayanmayıp, yalnızca evrenin var olduğuna ilişkin empirik olguyu temel alır.
İlk Neden Argümanına göre, mutlak olarak her şey kendisinden önce gelen
bir şeyin sonucudur: hiçbir şey bir neden olmadan varoluşa gelmez. Evrenin var
olduğunu biliyor olduğumuz için, onun halihazırdaki haline gelmesine peşi sıra
gerçekleşen neden ve etkiler zincirinin yol açtığını hiç şüphesiz varsayabiliriz.
Bu zinciri en geriye kadar takip edecek olursak, bulacağımız şey asıl neden, eş
deyişle ilk neden olacaktır. İlk Neden Argümanının bahsettiği bu ilk neden
Tanrı'dır.
Ancak, Tasarım Argümanına olduğu gibi, bu argümana da yöneltilen bir dizi
eleştiri mevcuttur.
İLK NEDEN ARGÜMANININ ELEŞTİRİSİ
KENDİNDE ÇELİŞİK OLMASI
İlk Neden Argümanı, bir şeye bir başka şeyin neden olduğu kabulüyle başlar,
fakat hemen ardından Tanrı'nın ilk neden olduğunu söyleyerek söz konusu
kabulüyle çelişir. O, hem nedensiz nedenin olamayacağını hem de tek bir
nedensiz nedenin, yani Tanrı'nın var olduğunu iddia eder. Bu argüman, "O
halde, Tanrı'ya neden olan nedir?" sorusunu da beraberinde getirir. İlk Neden
Argümanınca ikna olmuş biri bu soruya, onların her şeyin bir nedene sahip
olduğunu söylemediklerini, aslında Tanrı dışında her şeyin bir nedene sahip
olduğunu söyledikleri şeklinde bir cevap verebilir. Fakat bu cevap daha iyi
değildir. Eğer neden ve etkiler dizisi bir yerde duracaksa, bu neden Tanrı olsun
ki? Bu neden ve etkiler dizisi, neden daha fazla geriye gitmek yerine, evrenin
ortaya çıkmasından başlamasın?
BİR İSPAT OLMAMASI
İlk Neden Argümanı etki ve nedenlerin ebedi bir geri dönüşünün, eş deyişle
sonsuza kadar süregelen bir geriye gidişin mümkün olamayacağını kabul eder.
O, tüm diğer şeylerin ortaya çıkışına zemin hazırlayan bir ilk neden olduğunu
iddia eder. Fakat bunun böyle olması gerçekten de zorunlu mudur?
Buna benzer bir argümanı gelecek için kurmuş olsaydık, kendisinden sonra
bir şey olmayan ve dolayısıyla başka bir şeyin nedeni olmayan bir son etkinin
var olduğunu kabul ederdik. Öyleyse, her ne kadar tahayyül etmesi güç dahi
olsa, tıpkı herhangi bir sayıya 1 ekleyebileceğimiz için en büyük sayının
mümkün olmaması gibi, sonsuza kadar -geleceğe doğru- ilerleyen nedenler ve
etkiler zincirini düşünmek de akla yatkındır. Sonsuza dek ileriye doğru uzayıp
giden neden ve etkiler zincirine sahip olmak mümkünse eğer, o halde bu zincir
neden geçmişe doğru sonsuz bir şekilde uzamasın?
ÇIKARIMDAKİ SINIRLAMALAR
Argümana yöneltilmiş olan her iki eleştiriye de cevap oluşturulabilse dahi, bu,
ilk neden olarak karşılığını bulan Tanrı'nın Teistler tarafından betimlenen
Tanrı olduğunu ispatlamaz. Tıpkı Tasarım Argümanında olduğu gibi İlk Neden
Argümanından çıkarılabilecek çıkarımlar konusunda da ciddi sınırlamalar
vardır.
Öncelikle, ilk nedenin halihazırda içinde bulunduğumuz evrenle sonuçlanan
nedenler ve etkiler dizisini yaratabilmek ve de harekete geçirmek için
muhtemelen olağanüstü kudretli olduğu doğrudur. Dolayısıyla İlk Neden
Argümanının her şeye kadir olmasa da, oldukça kudretli bir Tanrı'nın
varoluşuna ilişkin bazı gerekçelendirmeleri bize verdiği söylenebilir.
Gelgelelim bu argüman, her şeyi bilen ya da mutlak iyi olan Tanrı'ya dair
hiçbir kanıt sunmaz. Bir ilk neden olarak Tanrı'nın söz konusu her iki sıfata da
ihtiyacı yoktur. Ve, Tasarım Argümanına benzer şekilde, İlk Neden
Argümanının savunucuları da her şeye kadir, her şeyi bilen ve mutlak iyi olan
Tanrı'nın neden dünyadaki bu kadar kötülüğe göz yumduğu sorusuna yanıt
veremezler.
ONTOLOJİK ARGÜMAN
Ontolojik Argüman, sırtını hiçbir şekilde kanıta yaslamaması bakımından,
Tanrı'nın varoluşuna ilişkin bahsi geçen her iki argümandan da fazlasıyla
farklıdır. Daha önce değindiğimiz gibi Tasarım Argümanı dünyanın, nesnelerin
ve canlıların doğasına ilişkin kanıtlarda temellenir; ilk Neden Argümanı ise
Tasarım Argümanına kıyasla daha az kanıta ihtiyaç duyar; o, yalnızca hiçbir
şeyin var olmaması yerine bazı şeylerin var olduğu gözlemini esas alır. Halbuki
Ontolojik Argüman, Tanrı'nın varoluşunun zorunluluğunun tam da Tanrı
tanımının en üstün varlık anlamını taşıması kaynaklı olduğunu gösterme
girişimidir. Bu çıkarım, deneyime önsel (prior) olduğu için a priori bir argüman
olarak da bilinir.
Ontolojik Argümanın tanımına göre Tanrı, tahayyül edilebilir en mükemmel
varlıktır ya da Aziz Anselmus'un (1033-1109) argümana ilişkin ünlü
formülasyonunda olduğu gibi "kendisinden daha büyük bir şeyin kavranamadığı
varlıktır." Tanrı'nın mükemmelliğinin ya da büyüklüğünün veçhelerinden biri
onun varoluşudur. Mükemmel bir varlık, var olmaması durumunda şüphesiz
mükemmel olamaz. Neticede, tıpkı üçgenin tanımı gereği iç açıları toplamının
180 derece olması gibi, Tanrı'nın var olduğu sonucunun da Tanrı tanımında
zorunlu olarak mevcut olduğu varsayılır.
Meditasyorılar'ın beşincisinde René Descartes (1596-1650) da dahil olmak
üzere birçok filozof tarafından kullanılan bu argüman, Tanrı'nın varoluşuna
ilişkin çok az kişiyi ikna etmiştir; fakat yine de bu argümanda tam olarak neyin
yanlış olduğunu görmek kolay değildir.
ONTOLOJİK ARGÜMANIN ELEŞTİRİSİ
SAÇMA SONUÇLAR
Ontolojik Argümana karşı yöneltilen ortak eleştirilerden biri, onun her türden
şeyi varoluşa gelebilecek türden tanımlamamıza olanak tanıyor olmasıdır.
Örneğin, hiç zorlanmadan, mükemmel bir kumsal, mükemmel bir vahşi doğa ve
benzeri şeylere sahip mükemmel bir ada tahayyül edebiliriz, fakat bu tahayyülü
gerçekleştiriyor olmamızdan bu mükemmel adanın gerçekten bir yerlerde var
olduğu sonucu çıkmaz. Dolayısıyla, Ontolojik Argüman böylesine saçma bir
çıkarımı gerekçelendirebilir göründüğü için, kolaylıkla kötü bir argüman olarak
değerlendirilebilir. Bu durumda ya argümanın yapısı tamamıyla geçersizdir ya
da onun başlangıçtaki kabullerinden biri yanlıştır; aksi takdirde Ontolojik
Argümandan açıkça saçma olan böylesi sonuçların ortaya çıkması pek de
mümkün olmazdı.
Ontolojik Argümanı savunan biri, bu itiraza karşı, her ne kadar mükemmel
bir adanın tanımı gereği var olduğunu söylemek açıkça saçma olsa da, aynı
durumun Tanrı tanımı için geçerli olmayıp, onun tanımının zorunlu olarak
Tanrı'nın varoluşunu içerdiği şeklinde bir yanıt verebilir. Bu, mükemmel
adaların, mükemmel arabaların, mükemmel günlerin ya da her neyse onun,
yalnızca tikel türden bir şeyin mükemmel bir örneği olmasındandır. Oysa Tanrı
bu durumda bir istisnadır: Tanrı yalnızca bir türün mükemmel bir örneği değil,
fakat her şeyin en mükemmelidir.
Ancak, bu pek de makul olmayan argüman kabul edilse bile, Ontolojik
Argümanı savunan herhangi birinin karşı karşıya gelmesi gereken bir başka
eleştiri daha vardır. Bu eleştiri ilk kez Immanuel Kant (1724-1804) tarafından
ortaya konmuştur.
VAROLUŞ BİR ÖZELLİK DEĞİLDİR
Bekâr biri, evlenmemiş biri olarak tanımlanabilir. Evlenmemiş olmak, bir
bekârın temel özelliğidir. Bu durumda, “bekârlar vardır" dersem bekârların bir
başka özelliğini vermiş olmam. Varoluş, evlenmemiş olma özelliğiyle aynı
türden bir şey değildir: Bekâr kavramının içeriği bekâr olan herhangi birinin var
olup var olmamasından bağımsız olarak aynı kalsa da, herhangi birinin
evlenmemiş olması için, onun ilkin var olması gerekir.
Eğer aynı düşünceye Ontolojik Argüman için de başvuracak olursak,
argümanın yanlışlığının, Tanrı'nın varoluşunu tıpkı her şeyi bilen ya da her şeye
kadir cinsinden bir özellikmiş gibi ele alınması olduğunu görürüz. Oysa Tanrı
var olmadan her şeyi bilen ya da her şeye kadir olamaz, dolayısıyla Tanrı'nın
herhangi bir tanımını yapmak onun zaten var olduğunu varsaymak olacaktır.
Varoluşu, herhangi bir şeyin şu ya da bu özelliklere sahip olabilmesinin
önkoşulu olarak görmek, onu, mükemmel bir varlığın bir başka temel özelliği
olarak görme yanlışına düşmektir.
Peki ya tek boynuzlu at gibi kurgusal varlıklara ne demeli? Şüphesiz, tek
boynuzlu atın, dört ayağa ve tek boynuza sahip olması gibi özelliklerinden, o
gerçekten var olmasa da bahsedebiliriz. Dolayısıyla, "Tek boynuzlu atlar, tek
boynuzludur" türünden bir cümlenin esasen ne anlama geldiğinin yanıtı, "Tek
boynuzlu atlar var olsaydı eğer, onların tek boynuzlu olacağıdır." Başka bir
deyişle, "Tek boynuzlu atlar, tek boynuzludur" ifadesi temelde hipotetik
(koşullu) bir ifadedir. Bundan ötürü tek boynuzlu atların var olmaması,
varoluşun bir özellik olmadığı görüşü için bir sorun yaratmaz.
KÖTÜLÜK
Ontolojik Argüman kabul edilse bile, onun çıkarımlarından en az birinin yanlış
olduğunu gösteren birçok bulgu vardır. Kötülüğün dünyadaki mevcudiyeti
Tanrı'nın mutlak iyi olduğu fikriyle çelişir görünür. Bu görüşe ilişkin
oluşturulabilecek muhtemel yanıtları Kötülük Sorunu Bölümünde ele alacağım.
TANRI'NIN BİLGİSİ, KANITI VE VAROLUŞU
Buraya kadar ele aldığımız Tanrı'nın varoluşuna ilişkin tüm argümanlar ispatlar
olarak sunulmuştur. Söz konusu argümanların tümü Tanrı'nın varoluşunun
bilgisini vermeyi amaçlar.
Bu bağlamda ele alınan Tanrı'nın varoluşuna ilişkin bilgi, bir tür gerçek ve
gerekçelendirilmiş inanç olarak tanımlanabilir. Eğer Tanrı'nın var olduğunun
bilgisine sahip olsaydık, bu durumda Tanrı'nın gerçekten var olduğu doğru
olurdu. Fakat bunun için Tanrı'nın var olduğuna dair inancımızın da aynı
şekilde gerekçelendirilmesi gerekir: o, doğru türden bir bulguyu temel almalıdır.
Gerekçelendirilmemiş fakat doğru olan inançlar pekâlâ mümkündür: Örneğin,
içinde bulunduğum günün Salı olduğuna, bugünün gazetesi kabul ettiğim
gazetede öyle yazması dolayısıyla inanabilirim. Fakat aslında, bir şekilde Salı
günü çıkmış eski bir gazeteye bakıyorumdur. Bugünün Salı olduğuna inansam
da (ki, gerçekten de öyledir), beni bugünün Perşembe olduğu yanılgısına
düşürebilecek eski bir gazeteyi elimde tutuyor olabileceğim pekâlâ muhtemel
olduğundan, inancımı güvenilir bir yoldan elde etmiş olmam. Dolayısıyla
yanlışlıkla bugünün Salı olduğu bilgisine sahip olduğumu düşünmeme rağmen,
aslında bu bilgiye sahip değilimdir.
Tanrı'nın varoluşuna dair şimdiye değin incelediğimiz tüm argümanlar bir
dizi itirazı beraberinde getirdiler. Bu itirazların sağlam olup olmadıklarına karar
vermek sizin işiniz. Elbette bu itirazlar söz konusu argümanların Tanrı'nın
varoluşunun ispatları olup olmadıkları konusunda kuşku uyandırabilir; fakat
gerçekten de Tanrı'nın var olmadığı -bu türden bir gerçekliğin,
gerekçelendirilmiş inancının- bilgisine sahip olabilir miyiz? Bir başka deyişle,
Teistler tarafından betimlenen Tanrı'nın varoluşunun kesin olarak aksini
ispatlayabilecek herhangi bir argüman var mıdır?
Hiç şüphesiz, yardımsever bir Tanrı'nın varoluşunun karşısında duran, daha
önce Tasarım, İlk Neden ve Ontolojik Argümanın eleştirisi olarak söz ettiğim
çok güçlü bir argüman vardır. Bu argüman Kötülük Sorunu olarak bilinir.
KÖTÜLÜK SORUNU
Dünyada kötülük vardır: Bu, inkâr edilemez. Yalnızca Nazilerin Yahudi
soykırımını, Pol Pot'un Kamboçya'daki katliamını ya da yaygın işkence
uygulamalarını düşünün. Bunların hepsi ahlaki kötülüğün ya da acımasızlığın
örnekleridir: insanoğlu başka insanlara her ne sebeple olursa olsun acı
çektirmektedir. İnsanoğlunun insanlara acımasızlığının yanı sıra bir de
hayvanlara uyguladığı acımasızlık söz konusudur. Bununla birlikte doğal ya da
metafiziksel kötülük olarak bilinen bir başka türden kötülük daha mevcuttur:
depremler, salgın hastalıklar ve kıtlık bunun örnekleridir.
Doğal kötülük, her ne kadar insanın yetersizliği ya da ihtiyatsızlığı
dolayısıyla daha vahim olabilse de, doğal nedenlere sahiptir. "Kötülük" sözcüğü,
genellikle bilinçli bir acımasızlığa gönderimde bulunduğu için insanın acı
çekmesine yol açan bu türden doğa olaylarına ilişkin en uygun kullanım
olmayabilir. Yine de, ister bu olaylara "doğal kötülük" diyelim istersek de başka
bir ad verelim, yardımsever bir Tanrı'ya inançtan söz edilebilecekse eğer, salgın
hastalık ve doğal afetler gibi şeylerin varoluşunun kuşkusuz açıklığa
kavuşturulması gerekir. İnsanoğlunu önemseyen bir Tanrı neden çocukların
yakalanabileceği lösemi ya da sıtma gibi hastalıkları yaratmış olsun? Böylesi bir
Tanrı depremlerin ve tsunamilerin gerçekleşmesine neden müsaade etsin?
Bu kadar kötülüğün var olduğu bir durumda, insan nasıl mutlak iyi bir
Tanrı'nın var olduğuna içtenlikle inanabilir ki? Her şeyi bilen Tanrı kötülüğün
var olduğunu bilir; her şeye kadir bir Tanrı onun ortaya çıkmasına engel olabilir
ve mutlak iyi bir Tanrı kötülüğün var olmasını istemez. Fakat buna rağmen
kötülük gerçekleşmeye devam etmekte. İşte Kötülük Sorunu budur; yani
Tanrı'nın sözde sıfatlarının inkâr edilemez kötülük olgusuyla nasıl
bağdaştırılabileceğini açıklama sorunudur. Bu, Teistlerin Tanrı'sına
inanmaktaki en ciddi güçlüğü meydana getirir. Kötülük Sorunu birçok insanı ya
Tanrı'nın var olduğu inancının tümden inkârına ya da en azından onun
yardımsever, her şeyi bilen ve her şeye kadir olduğu düşüncesini yeniden
gözden geçirmeye götürmüştür.
Teistler Kötülük Sorununa, burada üçünü ele alacağımız, bir dizi çözüm
önermişlerdir. Tanrı'nın varoluşunun nasıl olup da kötülükle bağdaştığını
[1]
açıklamaya çalışan böylesi girişimleri genellikle teodiseler olarak bilinir.
KÖTÜLÜK SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE İLİŞKİN GİRİŞİMLER
AZİZLİK
Bazı insanlar kötülüğün dünyadaki mevcudiyetinin, açıkça iyi bir şey olmasa da,
daha büyük bir ahlaki iyiliğin ortaya çıkmasının gerekçesi olduğu için var olması
gerektiğini savunmuşlardır. Keza Rahibe Teresa'nın ihtiyacı olanlara gösterdiği
yardımdaki büyük ahlaki iyilik, yoksulluk ve salgın hastalıklar olmadan
mümkün olmayacaktı. Savaş, işkence ve acımasızlık olmadan hiçbir aziz ya da
kahraman var olamazdı. Kötülük, bu türden daha büyük iyiliklerin insanların
acısı karşısında sözümona zaferine imkân verir. Gelgelelim Kötülük Sorununa
karşı geliştirilen böylesi bir çözüm en azından iki itirazı beraberinde getirir.
Bunlardan ilki çekilen acıların derecesinin ve boyutunun, azizler ile
kahramanların ahlaki olarak en muazzam iyi eylemlerini sergileyebilmesi için
gerekli olandan çok daha büyük olmasıdır. Böylesi bir argümanı kullanarak
Nazilerin toplama kamplarında milyonlarca insanın korkunç ölümlerini
gerekçelendirebilmek fazlasıyla güçtür. Bununla birlikte, çekilen acıların
birçoğu fark edilmeden ve kayıt edilmeden geçip gittiği için böylesi bir
yaklaşımla açıklanamaz: bazı durumlarda acı çeken kişi, böylesi bir durumda
ahlaki gelişmeye muktedir yegâne kişidir ve kişideki bu ahlaki gelişmenin,
acının en üst düzeyde olduğu durumlarda gerçekleşmesi neredeyse imkânsızdır.
İkincisi de, büyük kötülüklerin olduğu bir dünyanın, daha az kötünün
olduğu ve bunun sonucu olarak daha az azizin ve kahramanların olduğu bir
dünyaya tercih edilebilir olacağının kesin olmamasıdır. Şüphesiz, örneğin,
tedavisi olmayan bir hastalığın pençesindeki genç bir çocuğun ıstırabını, buna
tanıklık edenleri ahlaki olarak daha iyi insanlar yapacağının gerekçesi olarak
ileri sürmekte oldukça saldırgan bir yan vardır. Mutlak iyi bir Tanrı ahlaki
gelişimimize yardımcı olması için böylesi yöntemleri gerçekten kullanır mıydı?
SANATSAL ANALOJİ
Bazı insanlar dünya ile bir sanat yapıtı arasında bir analoji olduğunu ileri
sürerler. Baştan sona bir uyum gösteren müzik parçaları, genellikle, bilahare
ayrıştırılmış düzensizlikleri de içerir; bir tablo daha aydınlık renklere sahip
olduğu gibi büyük karanlık bölümlere de sahiptir. Argüman, bunlara benzer
olarak, kötülüğün dünyadaki bütünsel uyumun ve güzelliğin bir parçası
olduğunu iddia eder. Bu bakış açısı da beraberinde en az iki itirazı getirir.
Bu itirazlardan ilki, her şeyden önce ona inanmanın zor olmasıdır. Mesela
Somme Muharebesindeki sahipsiz topraklardaki dikenli tellerde acı çekerek
ölen insanların dünyadaki bütünsel uyuma ne tür bir katkıda bulunduğunu
anlamak oldukça güçtür. Bir sanat yapıtıyla kurulan analojiyi Tanrı'nın bu kadar
kötülüğe izin vermesinin gerçek açıklaması olarak görmek; kötülüğü
anlayabilme olanağının, salt insani kavrayışın ötesinde olduğunu ve kötülüğün
tatmin edici bir biçimde açıklanamayacağını kabul etmekle neredeyse
eşdeğerdir. Bu durumda uyum, yalnızca Tanrı'nın gözüyle görülebilen ve takdir
edilebilen bir şey olur. Eğer Teistlerin mutlak iyi olan Tanrı'dan kastettikleri
buysa, bu durumda “iyi" sözcüğünün buradaki kullanımı bizim alışılmış
kullanımımızdan fazlasıyla farklı bir anlama karşılık gelir.
İkinci itiraz ise, bu kadar acıya salt estetik amaçlar için -bir sanat yapıtını
takdir etme biçiminin aynı şekilde ona uygulanabilmesi için-müsamaha
gösteren bir Tanrı'nın Teistlerce betimlenen mutlak iyi olan ilahi varlıktan daha
ziyade sadist bir varlık olarak görünmesidir. Eğer acı çekmenin rolü söz konusu
estetik amaçlar ise, o halde Tanrı, kalabalığın üstüne bir bomba atıp patlamanın
ve kanın yarattığı güzelliğe hayran kalan bir psikopata rahatsız edici bir şekilde
benzemektedir. Birçokları için sanat yapıtı ile dünya arasında kurulan bu
türden bir analoji Tanrı'nın yardımseverliği lehine bir argüman olmaktan daha
ziyade, onun aleyhine olan bir argüman olarak daha başarılı olur.
ÖZGÜR İRADE SAVUNUSU
Kötülük Sorununun çözümüne ilişkin en önemli girişimlerden biri Özgür İrade
Savunusudur. Bu düşünceye göre Tanrı insanoğluna özgür irade, eş deyişle
kendimizle ilgili ne yapabileceğimizi seçebilme kabiliyeti vermiştir. Eğer özgür
iradeye sahip olmasaydık tıpkı kendi seçimlerini yapamayan robotlar ya da
otomatlar gibi olurduk. Özgür İrade Savunusunu kabul edenlere göre kötülük
yapma olanağını içimizde taşıyor olmamız özgür iradeye sahip olmanın zorunlu
bir sonucudur; aksi takdirde gerçek anlamda özgür iradeden söz edilemez.
Onlara göre akabinde bazen kötülüğü beraberinde getiren insanoğlunun özgür
iradeye sahip olduğu bir dünya, insan eyleminin önceden belirlendiği ve insanın
tıpkı bir robot gibi iyi olanı yapmaya programlandığı bir dünyaya kıyasla daha
tercih edilebilirdir. Gerçekten de, bu biçimde önceden programlanmış varlıklar
olsaydık, ahlaki iyilik ne yaptığımızla ilgili bir seçim yapmaya bağlı olduğu için,
eylemlerimizin ahlaken iyi olduğunu dahi söyleyemezdik. Kötülük Sorununun
çözümüne yönelik oluşturulan bu argüman için de bir dizi itiraz mevcuttur.
ÖZGÜR İRADE SAVUNUSUNUN ELEŞTİRİSİ
İKİ BASİT KABULDE BULUNMASI
Özgür İrade Savunusunun esas kabulü özgür iradeyi ve kötülük olanağını içinde
barındıran bir dünyanın, robot-benzeri insanların hiçbir kötü eylemde
bulunmadıkları bir dünyaya tercih edilir olmasıdır. Fakat bu, gerçekten de böyle
midir? Acı çekmek öylesine kötü olabilir ki, birçok insan, tercih edebilmeleri
halinde, hiç kuşku duymadan herkesin yalnızca iyi olanı eylemeye önceden
programlandığı bir dünyayı ıstıraplarla dolu bir dünyaya yeğlerdi. Hatta bu
önceden programlanmış varlıklar, öyle olmamalarına rağmen, özgür iradeye
sahip olduklarına inanacak şekilde tasarlanmış olabilirlerdi: böylelikle onlar,
özgür olduklarını düşünmenin getirdiği tüm faydalara sahip, fakat onun hiçbir
sakıncasının olmadığı bir durumda, özgür iradeye sahip oldukları yanılsamasına
kapılabilirlerdi.
Bu durum, Özgür İrade Savunusunun ikinci kabulünü, yani bizim gerçekten
özgür iradeye sahip olduğumuzu ve özgür irade yanılsamasına kapılmadığımızı
bizlere hissettirir. Bazı psikologlar, kişinin aldığı her kararın ya da yaptığı her
seçimin daha önce içinde bulunduğu bazı koşulların bir sonucu olarak ortaya
çıktığına inanır; dolayısıyla kişi kendini özgür dahi hissetse, aslında o,
geçmişinde olan şeyler ve genetik yolla aktarılan eğilimler tarafından tümüyle
belirlenmiştir. Bunun bahsedildiği gibi olmadığından kesin olarak emin
olamayız.
Bununla birlikte, birçok filozofun Özgür İrade Savunusunun yanında yer
alarak, insanların bir bakıma özgür iradeye sahip olduklarına inandığına ve
özgür iradenin genellikle insan olmanın özü olarak kabul edildiğine işaret
etmek gerekir.
ÖZGÜR İRADE FAKAT KÖTÜLÜK OLMADAN
Eğer Tanrı her şeye kadir ise, o halde özgür iradenin olduğu ve buna rağmen
kötülüğün olmadığı bir dünyayı yaratmak herhalde onun kudretinde olurdu.
Aslında böylesi bir dünyayı tahayyül etmek pek de zor değildir. Özgür iradeye
sahip olmak her zaman bizlere kötü olanı eyleme olanağını verse de, bunun bir
gerçeklik kazanması için hiçbir sebep yoktur. Herkesin özgür iradeye sahip
olması, fakat kötüye meyil eden davranışlardan her zaman uzak durmayı tercih
etmesi mantıksal olarak mümkündür.
Özgür İrade Savunusunu kabul edenler buna, muhtemelen, söz konusu
durumda gerçek anlamda özgür iradeden bahsedilemeyeceği yanıtını verirlerdi.
Bu tartışmaya açıktır.
TANRI MÜDAHALE EDEBİLİRDİ
Teistler genellikle Tanrı'nın dünyaya müdahale edebileceğine ve aslında
mucizeler yaratarak ona müdahale ettiğine inanırlar. Eğer Tanrı zaman zaman
dünyaya müdahale edebiliyorsa, o halde O neden, inançsız biri için görece
küçük "numaralar" olabilecek, stigmata (insanların ellerinde, tıpkı İsa'nın
ellerindeki gibi çivi izleri) yaratmak ya da suyu şaraba dönüştürmek gibi şeyler
yapmayı tercih etmez? Tanrı dünyaya müdahale edebiliyorsa eğer, o halde
neden Yahudi Soykırımına, İkinci Dünya Savaşının gerçekleşmesine ya da AIDS
salgınının yayılmasına engel olmak için müdahale etmedi?
Teistler bu karşı çıkışa da, yine, Tanrı'nın herhangi bir müdahalesi söz
konusu olduğunda gerçek anlamda özgür iradeye sahip olmamızdan
bahsedilemeyeceği yanıtını verebilirler. Fakat böylesine bir yanıt, birçok Teistin
inandığı Tanrı'nın bir yanını, eş deyişle ilahi müdahalesinin zaman zaman
gerçekleştiğini inkâr etmek olur.
DOĞAL KÖTÜLÜĞÜ AÇIKLAMAZ
Özgür irade Savunusuna karşı yöneltilen en büyük eleştirilerden biri, onun en
iyi ihtimalle ahlaki kötülüğün varoluşunu, yani insan eliyle gerçekleşen
kötülüğü gerekçelendirebiliyor olmasıdır. Özgür iradeye sahip olmak ile
depremler, salgın hastalıklar, volkanik patlamalar vb gibi doğal kötülükler
arasında, Âdem ile Havva'nın Tanrı'nın güvenine olan ihanetleri sonucu
cennetten dünyaya Düşüşlerinin tüm bu kötülükleri beraberinde getirdiği gibi
bir öğreti kabul edilmediği müddetçe, makul hiçbir bağlantı yoktur. Düşüş
Öğretisi dünyadaki tüm kötülüklerden insanoğlunu mesul tutar. Ancak böylesi
bir öğreti, yalnızca Yahudiliğin ve/veya Hıristiyanlığın Tanrısı'nın varoluşuna
inanmakta olan biri için kabul edilebilir olacaktır.
Doğal kötülüğün daha makul başka açıklamaları vardır, bu açıklamalardan
biri de, doğa yasalarındaki düzenliliğin zaman zaman gerçekleşmesine sebep
olduğu afetlere ağır basan büyük bir faydası olduğudur.
FAYDALI DOĞA YASALARI
Doğadaki düzenlilik olmadan dünyamız yalnızca kaostan ibaret olur ve
hiçbirimiz eylemlerimizin ne gibi sonuçlar doğuracağını öngöremezdik.
Örneğin, futbol topuna vurduğumuzda bazen ileriye doğru gidiyor bazen de
ayağımıza yapışıp kalıyor olsaydı eğer, herhangi bir anda bir topa
vurduğumuzda ne olacağını öngörmekte büyük zorluk yaşardık. Böylesi bir
düzen eksikliğinin dünyadaki diğer durumlarda söz konusu olması yaşamın
kendisini olanaksız hale getirebilirdi. Gündelik yaşam gibi bilim de, doğada
düzenin olmasına, eş deyişle benzer nedenlerin benzer etkileri doğurmasına
fazlasıyla bağlıdır.
Bazı Teistler doğadaki düzenliliğin bizim için genellikle faydalı olması ve de
doğa yasalarının, her ne kadar talihsiz yan etkilere sahip olsa da, düzenli bir
biçimde süregelmesini, doğal kötülüğün açıklaması olarak kabul ederler. Bu
düzenliliğin baştan sona tüm faydalı etkilerinin, onun yarattığı zararlı etkilere
çok daha ağır bastığı iddia edilir. Fakat bu argüman da, en az iki yönden eksik
kalır.
Bunlardan ilki, bu argümanın her şeye kadir bir Tanrı'nın hiçbir zaman
herhangi bir doğal kötülüğü beraberinde getirmeyecek doğa yasalarını neden
yaratmadığını açıklayamıyor olmasıdır. Bu itiraza karşın, Tanrı'nın bile doğa
yasalarına bağlı olduğu yanıtı verilebilir; fakat böylesi bir yaklaşım da, Tanrı'nın
gerçek anlamda her şeye kadir olmadığını varsaymak olacaktır.
Bu argümanın ikinci eksikliği de, onun, Tanrı'nın dünyaya mucizeler
yaratmak suretiyle neden daha sık müdahale etmediğini hâlâ açıklayamıyor
olmasıdır. Tanrı dünyaya hiçbir müdahalede bulunmuyorsa eğer, daha önce
sözünü ettiğimiz gibi, Teistlerin Tanrı'ya olan inancının büyük bir kısmını
oluşturan Tanrı'nın dünyaya müdahale edebilirliği, ortadan kalkmış olur.
MUCİZELERDEN GELEN ARGÜMAN
Kötülük Sorunu ve onu çözme girişimleri üzerine konuşurken, Teistlerin,
genellikle, Tanrı'nın nadiren de olsa mucizeler yarattığına inandıklarından
bahsetmiştim: Hıristiyan geleneğinde Yeniden Diriliş, beş ekmeği ve iki balığı
kutsayarak beş bin kişinin doyurulması, Lazarus'un öldükten sonra hayata geri
döndürülmesi vb,Tanrı'nın yarattığı mucizelerdendir. Bunların tümü İsa'nın
eliyle gerçekleştiği iddia edilen mucizelerdir; fakat Hıristiyanlık ve diğer dinler,
mucizelerin meydana gelmeye devam ettiklerini iddia ederler. Burada hesaba
katmamız gereken bir diğer şey, mucizelerin meydana gelmiş olduğu iddiasının,
Tanrı'nın varoluşuna inanmak için yeterli kanıt sağlayıp sağlamadığıdır.
Mucize, kurulu bir doğa yasasının yıkılarak, normal seyrinde devam eden
olaylara bir tür ilahi müdahale olarak tanımlanabilir. Doğa yasasından kasıt,
belirli şeylerin davranışları hakkında yapılan genellemelerdir: örneğin,
yukarıdan serbest bırakılan ağırlıklar yere düşer, hiç kimse öldükten sonra
hayata geri dönemez vb. Bu türden doğa yasaları, çok sayıda gözleme dayanır.
Mucizelerin, daha en başından salt olağandışı oluşumlardan ayırt edilmesi
gerekir. Buna göre bir kimse, yüksek bir köprüden aşağıya atlayarak intihar
etmeyi deneyebilir ve öyle ki, etmenlerin sıra dışı bir bileşimi, örneğin rüzgâr
koşulları veya intihar eden kişinin kıyafetinin paraşüt etkisinde bulunması vb, daha önce olduğu gibi- intihar eden kişinin hayatta kalmasını sağlayabilir. Bu
her ne kadar, fazlasıyla sıra dışı ve belki de bir gazete tarafından “bir mucize"
olarak nitelendirilebilecek bir olay olsa da, benim sözcüğü burada kullandığım
anlamıyla bir mucize değildir, intihar eden bu kişinin, nasıl hayatta kaldığının
tatmin edici bilimsel bir açıklaması yapılabilir: bu olay, hiçbir doğa yasası
çiğnenmediği ve bildiğimiz kadarıyla hiçbir ilahi müdahale gerçekleşmediği için,
mucizevi değil, yalnızca olağandışı bir olaydır. Fakat, köprüden atlayan kişi
gizemli bir biçimde yerden sekip tekrar köprünün üzerine gelmiş olsaydı, o
halde bu, hiç şüphesiz bir mucize olurdu.
Birçok din, Tanrı'nın mucizeler yarattığını ve bu mucizelerin gerçekleştiğine
dair anlatıların, Tanrı'nın varoluşunun doğrulaması olarak kabul edilmesi
gerektiğini iddia eder. Bununla birlikte, anlatılan mucizeleri esas alan böylesi
bir Tanrı inancına karşı güçlü argümanlar vardır.
HUME, MUCİZELER ÜZERİNE
David Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma'nın [Enquiry
Concerning Human Understanding] X. Bölümünde, rasyonel bir insanın bir
mucize anlatısına, mucizeyi anlatan kişinin yanılmasından daha büyük bir
mucize meydana gelmediği müddetçe, hiçbir zaman inanmaması gerektiğini
söyler. Bunun olması, yani mucizeyi anlatan kişinin yanıldığını kabul etmesi
daha az olasıdır. Bu durumda biz, bir yöntem olarak, her zaman daha az
mucizevi olana inanmayı tercih etmeliyiz. Hume burada kasıtlı bir biçimde
"mucize"nin anlamıyla oynamaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bir
mucize tam anlamıyla, bir doğa yasasının Tanrı'nın neden olduğu farz edilen
ihlalidir. Ancak Hume daha az mucizevi olan her neyse ona inanmak gerekir
derken, "mucize" sözcüğünü gündelik dildeki anlamıyla, eş deyişle yalnızca
sıradan ve alışılmışın dışında olan bir şey olarak kullanır.
Hume, her ne kadar ilkece mucizelerin gerçekleşebileceğini söylese de,
Tanrı'ya inancı esas alan yeterince güvenilir hiçbir mucize anlatısının katiyen
mevcut olmadığını düşünür. O, bu görüşü destekleyen, bir dizi güçlü argüman
kullanmıştır.
MUCİZELER HEP İHTİMAL DIŞIDIR
Hume, her şeyden önce, herhangi bir doğa yasasını tutan kanıtı inceler. Bir
şeyin doğa yasası olarak kabul edilebilmesi için, -örneğin, hiç kimsenin
öldükten sonra dinlememesi gibi- onu doğrulayan mümkün en yüksek miktarda
kanıtın olması gerekir.
Bilge bir insan inandığı şeylerin temeline her zaman mevcut kanıtları alır.
Ve herhangi bir mucize anlatısı söz konusu olduğunda, onun meydana geldiğine
ilişkin kanıtlardan çok, meydana gelmediğine yönelik kanıtlar mevcuttur. Bu,
tam olarak, doğanın yerleşik yasalarının çiğnenmesini içeren mucizelerin bir
sonucudur. Dolayısıyla bu argümanı esas alan bilge bir kişi, bir mucizenin
meydana geldiğine ilişkin bir anlatıya inanmakta her zaman olağanüstü
gönülsüz olmalıdır. Birinin öldükten sonra dirilmesi mantıksal olarak her
zaman mümkündür, fakat bunun hiçbir zaman böyle olmadığını destekleyen
büyük bir miktarda kanıt vardır. Böylece, Yeniden Dirilişin meydana gelmiş
olma olasılığını mutlak olarak dışarıda bırakamasak da, Hume'a göre, böylesi bir
mucizenin vuku bulduğuna inanmak konusunda olağanüstü gönülsüz olmalıyız.
Hume bu çıkarımı daha ikna edici kılabilmek için, birkaç argüman daha
ortaya koymuştur.
PSİKOLOJİK ETMENLER
Psikolojik etmenler, mucizelerin meydana geldiği konusunda insanın kendi
kendini kandırmasına ve hatta bu konuda fiilen sahtekârlık yapmasına sebep
olabilir. Örneğin, şaşkınlık ve merakın hoş duygular olduğu iyi gözlemlenmiş
bir olgudur. Bu türden kurgusal inançlardaki eğlenceden deneyimlenen haz,
bizleri yüksek derecede ihtimal dışı olan şeylere -örneğin UFO görmek, Mars'ta
akıllı bir yaşam formunun varoluşunun ispatına, hayalet hikâyelerinin ise
ölümden sonra yaşamın mümkün olduğuna bizi inandırması gibi- inanmaya
güçlü bir şekilde meyillendirir. Buna benzer olarak, birçoğumuzun alenen ya da
gizlice buna benzer anlatıların doğru olmasını istemesi sebebiyle, mucize
anlatılarına inanmaya eğilimi vardır.
Bunun yanı sıra, bir nevi peygamber olduğunuzu düşündürecek şekilde, bir
mucizeye tanıklık ediyor olma fikri de oldukça cezbedicidir. Birçok insan,
başkalarının, bir mucizeye tanıklık etmiş olduğunu iddia edene duyduğu saygıya
ihsan olmaktan büyük keyif alır. Bu onları, yalnızca olağandışı olayları Tanrı'nın
mevcudiyetini açığa çıkaran mucizeler olarak yorumlamaya sevk edebilir. Hatta
bu, onları, mucizevi olaylar hakkında düzmece hikâyeler uydurmaya bile
götürebilir.
DİNLERİ ORTADAN KALDIRMAK
Mucizelerin var olduğu bütün büyük dinlerce iddia edilmiştir. Bu dinlerin her
biri tarafından var olduğu kabul edilen mucizelerin tümü, benzer türden ve
benzer sayıda kanıtlara sahiptir. Nitekim Mucizeden Gelen Argüman güvenilir
olsaydı, her bir dinin farklı tanrılarının varoluşunu ispatlardı. Fakat açıktır ki,
tüm bu dinlerin tanrıları aynı anda var olamaz: Hıristiyanlığın tek Tanrısı ile
birçok Hindu Tanrısının aynı anda var olduğu doğru olamaz. Dolayısıyla farklı
dinler tarafından gerçekleştiği iddia edilen mucizeler, birbirlerine karşı birer
ispat olarak, belirli bir Tanrı'nın ya da tanrıların varoluşunu ortadan kaldırır.
Bu etmenlerin bileşimi, rasyonel bir insanı her zaman mucizelerin meydana
geldiğine ilişkin anlatılara inanmak konusunda tereddütte bırakacaktır. Doğal
bir açıklama, kendi içinde ihtimal dışı bile olsa, mucizevi bir açıklamadan her
zaman daha uygundur. Bir mucize anlatısı, şüphesiz bu sebeplerden dolayı,
hiçbir zaman Tanrı'nın varoluşunun ispatı olamaz.
Bu argümanlar, diğer insanların mucizeler üzerine olan anlatılarıyla sınırlı
değildir. Eğer bizler de kendimizi, düşüncenin olağandışı durumuna, yani bir
mucizeye tanıklık eder halde bulursak, bunlar da başvurulabilecek mucize
anlatıları olacaktır. Hepimizin hayal ettiği, yanlış hatırladığı ya da gerçekten
orada olmayan şeyleri gördüğünü düşünmüş olduğu durumlar vardır. Bir
mucizeye tanıklık ettiğimizi düşündüğümüz her durumda, duyularımızın bizi
yanıltmış olduğu gerçeği, bir mucizenin gerçekten meydana geldiği fikrinden
çok daha fazla akla yatkındır. Aksi takdirde, yalnızca olağandışı bir duruma
tanıklık etmemiz durumunda, yukarıda bahsi geçen psikolojik etmenlerin de bir
sonucu olarak, onun bir mucize olduğunu düşünürdük.
Hiç şüphesiz, bir mucizeye tanıklık ettiğini düşünen herhangi birisi, haklı
olarak, bu deneyimi oldukça ciddiye alacaktır. Fakat bu türden şeyler hakkında
yanılmak o kadar kolaydır ki, böylesi bir deneyim hiçbir zaman Tanrı'nın
varoluşunun inandırıcı bir ispatı olarak hesaba katılamaz.
KUMARBAZ ARGÜMANI: PASCAL'IN BAHİSİ
Şu ana kadar incelemiş olduğumuz Tanrı'nın varoluşunun lehine ve aleyhine
olan argümanların tümü, hep, Tanrı'nın var olup var olmadığını ispatlama
çabasındaydı. Söz konusu argümanların hepsi, Tanrı'nın varoluşunun ya da var
olmayışının sözümona bilgisini bizlere vermeye çalışır. Filozof ve matematikçi
Blaise Pascal'ın (1623-1662) metinlerinden elde edilen ve genellikle "Pascal'ın
Bahisi" olarak bilinen Kumarbaz Argümanı, bu argümanların tümünden çok
farklıdır. Kumarbaz Argümanının amacı Tanrı'nın var olduğunu ispatlamaktan
ziyade, akıllı bir kumarbazın Tanrı'nın var olduğuna bahse girmek için her türlü
yeterli sebebe sahip olduğunu göstermektir.
Bu argüman, bir agnostiğin, eş deyişle Tanrı'nın var olup olmadığına karar
verebilmek için yeterli kanıt olmadığına inanan birinin konumundan hareket
eder. Buna karşı olarak bir ateist, genellikle, Tanrı'nın var olmadığını gösteren
kesin kanıtlar bulunduğuna inanır.
Kumarbaz Argümanı şöyle devam eder: Bizler, Tanrı'nın ne var olduğunu ne
de var olmadığını bildiğimiz için, bir kumarbazın yarış koşulmadan veya kartlar
masaya çevrilmeden önceki haliyle aynı konumdayız dır. Bundan dolayı
olasılıkları hesap etmemiz gerekir. Fakat bir agnostik için Tanrı'nın var olması
ile O'nun var olmaması ihtimali tamamıyla eşdeğer görünebilir. Agnostiğin
eylem biçimi, arada bir yerde durup, ne Tanrı'nın var olduğuna ilişkin ne de var
olmadığına ilişkin karar vermektir. Gelgelelim Kumarbaz Argümanı, yapılacak
en rasyonel hareketin, kaybetme şansını en asgari düzeyde tutarak, mümkün
en büyük ödülü kazanma şansını hedeflemek olduğunu söyler: başka bir deyişle,
olası kazanımlarımızı en azami seviyede tutarken, olası kayıplarımızı da en
asgari seviyede tutmalıyız. Kumarbaz Argümanına göre bunu yapmanın en iyi
yolu, Tanrı'ya inanmaktır.
Burada olası dört sonuç vardır. Eğer Tanrı'nın varoluşuna bahse girer ve
kazanırsak (yani, Tanrı var ise), bu durumda en büyük ödülü, eş deyişle ebedi
yaşamı kazanırız. Bu ihtimale bahse girmemiz ve kaybetmemiz halinde
Tanrı'nın var olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek, bahsi kazanmamız durumunda
elde edeceğimiz ebedi yaşama kıyasla ödenmesi gereken çok küçük bir bedeldir:
bazı dünyevi hazlardan mahrum kalabilir, saatlerinizi ibadet ederek harcayabilir
ve hayatımızı bir yanılsamanın etrafında biçimlendirebiliriz. Bununla birlikte,
Tanrı'nın var olmadığına bahse girmeye karar verirsek ve bu bahsi kazanırsak,
bu durumda yanılsamadan uzak bir yaşam (en azından Tanrı'nın var olduğu
yanılsamasından uzak bir yaşam) ve de ilahi bir ceza korkusu olmadan yaşamın
getirdiği hazlardan keyif almak mümkün hale gelir. Fakat bu ihtimale bahse
girer ve kaybedersek (yani Tanrı aslında varsa), ebedi bir yaşama sahip olma
şansını elimizden kaçırmış ve hatta sonsuz azaba mahkûm edilme riskini
kendimiz için olası hale getirmiş olabiliriz.
Pascal, tıpkı kumarbazların bu seçeneklerle karşı karşıya kaldığında yaptığı
gibi, bizlerin de Tanrı'nın var olduğuna inanmayı seçmemizin yapılacak en
akıllıca hareket olduğunu söyler. Bu durumda, Tanrı'nın var olduğu inancımız
doğruluk arz ettiği takdirde, ebedi yaşama hak kazanmaya yaklaşırız. Tanrı'nın
var olması üzerine kumar oynayıp yanılmamız halinde kaybedeceğimiz şey,
Tanrı'ya inanmayı seçmemiz ve yanılmamız halinde kaybedeceğimize kıyasla
çok küçüktür. Bundan dolayı eğer olası kazanımlarımızın en üst düzeyde ve
olası kayıplarımızın da en asgari seviyede olmasını istiyorsak Tanrı'nın
varoluşuna inanmamız gerekir.
KUMARBAZ ARGÜMANININ ELEŞTİRİSİ
İNANMAYA KARAR VEREMEMEK
Kumarbaz Argümanını kabul etsek bile, istediğimiz şeye inanabilmemizin
mümkün olmaması bizim için sorun teşkil etmeye devam eder. Bizler öylece
kalkıp bir şeye inanmaya karar veremeyiz. Yarın kalktığımda domuzların
uçabildiğine, Londra'nın Mısır'ın başkenti olduğuna ya da her şeye kadir, her
şeyi bilen ve mutlak iyi olan Tanrı'nın var olduğuna inanmaya karar veremem.
Onlara inanmadan önce bu şeylerin gerçekten öyle oldukları konusunda ikna
olmam gerekir. Ancak Kumarbaz Argümanı, Tanrı'nın var olduğuna ilişkin ikna
edici hiçbir kanıt ya da buna benzer herhangi bir şey sunmaz: O, sadece, bir
kumarbazla aynı gerekçelere sahip olarak, Tanrı'ya inanmam için yeterli
sebebim olduğunu söyler. Fakat burada karşı kaşıya kaldığım sorun, bir şeye
inanmam için, onun doğru olduğuna inanma gerekliliğimdir.
Bu durum meseleye ilişkin duygularımıza ters düşse bile, kendimizi
Tanrı'nın var olduğuna nasıl inandırabileceğimiz sorununa Pascal'ın sunduğu
bir çözüm vardır. Pascal'a göre bunu yapmanın yolu, zaten Tanrı'ya
inanıyormuşçasına hareket etmektir: kiliseye gitmek, uygun duaların sözlerini
söylemek vs. Pascal, Tanrı'ya inancın gerekliliklerini görünüşte yerine
getirirsek, çok kısa süre içerisinde O'na olan inancımızın gerçeklik kazanmaya
başlayacağını söyler. Başka bir deyişle, bilerek ve isteyerek inançları meydana
getirmenin dolaylı yolları vardır.
UYGUNSUZ ARGÜMAN
Sonsuza değin süregelen bir yaşama sahip olabilme şansı için Tanrı'nın var
olduğu bahsine tutuşmak ve ardından haklı olmamız halinde kazanacağımız
ödülü düşünerek Tanrı'ya olan inancımıza gerçeklik kazandıracak şekilde
kendimizi kandırmak, Tanrı'nın varoluşuna ilişkin sorunun ele almışı için
uygunsuz bir yaklaşım gibi görünmektedir. Keza, filozof ve psikolog William
James (1842-1910) daha ileri giderek, Tanrı'nın yerinde olması halinde,
kendisine söz konusu yöntemi temel alarak inanan insanların cennete
gitmelerine mani olmaktan büyük bir keyif alacağını söyler. Kumarbaz
Argümanının sunduğu bu yöntem, içtenlikten uzak ve tamamıyla kişisel çıkar
temelli görünmektedir.
TANRI'YA REALİZM DIŞINDAN BAKMAK
Tanrı'ya ilişkin realizm dışı görüşler, geleneksel Teizme tartışmalı bir alternatif
sunmaktadır. Realist olmayanlar, Tanrı'nın insanoğlundan bağımsız var olan
bir şey olarak düşünülmesinin yanlış olduğunu iddia ederler, inanç dilinin
hakiki anlamı, nesnel olarak var olan herhangi bir varlığı betimlemek değil,
daha ziyade, kendimize ait tüm ahlaki ve tinsel değerlerin ideal birliğini temsil
etmenin ve bu değerlerin bizlerden talep ettiklerini gösterme yoludur. Başka bir
deyişle, bu türden bir realizm dışı görüşü savunan kişi Tanrı'ya inandığını iddia
ederse, bununla kastettiği geleneksel Teistlerin tasvir ettiği türden bir Tanrı ya
da Tanrı'nın bizlerden farklı bir âlemde bir varlık olarak gerçekten var olduğuna
inandığı değildir. Bunun yerine realizm dışı görüşü savunanların Tanrı'ya
inanmaktan anladıkları, kendilerini belirli bir dizi ahlaki ve tinsel değerlere
adamak ve din dilinin bu değerleri temsil etmekte özellikle güçlü bir yol
sağladığıdır. Realizm dışı görüşü savunanların en tanınmışlarından biri olan
Don Cupitt'in (1934-) deyişiyle "Tanrı'dan söz etmek, yönelmemiz ve
erişmemiz gereken ahlaki ve tinsel değerlerden söz etmektir."
Realist olmayanlara göre, orada tıpkı bir gezegen ya da yeti (Tibet'te yaşadığı
varsayılan korkunç kardan adam) gibi öylece keşfedilmeyi bekleyen bir şey
olarak Tanrı'nın var olduğuna inananlar mitolojik düşüncenin kıskacına
yakalanmışlardır. Onlar için dini dilin hakiki anlamı, kendimize en yüksek
insan ideallerini göstermektir. Bu, birçok farklı dinin nasıl ortaya çıktığını
açıklamaktadır: tüm bu dinler, farklı kültürel değerlerin somutlaşması olarak
gelişir, fakat onlar bir anlamda aynı türden etkinliğin parçalarıdırlar.
TANRI'YA İLİŞKİN REALİZM DIŞI GÖRÜŞLERİN ELEŞTİRİSİ
GİZİL ATEİZM
Tanrı'ya ilişkin realizm dışı görüşlere yöneltilen temel eleştiri, onun, ateizmin
yeterince gizlenememiş bir türü olmasıdır. Tanrı'nın yalnızca insani değerlerin
bütünü olduğunu söylemek, geleneksel anlamda kavranan Tanrı'nın var
olmadığını söylemekle eşdeğerdir; dini dil, yalnızca Tanrı'nın olmadığı bir
dünyada değerler üzerine konuşmak için kullanışlı bir yol sunar. Bu, realist
olmayanların Tanrı'nın nesnel bir varoluşa sahip olduğu fikrini reddettikleri ve
buna rağmen dini dile ve de ritüele bağlanmayı istedikleri için ikiyüzlü bir
yaklaşım gibi görünebilir. Bunun yerine Tanrı'nın gerçekten var olmadığına
inanmanın sonucu olarak, bir ateist olmak daha sahici görünmektedir.
DİNÎ ÖĞRETİYE İLİŞKİN ÇIKARIMLAR
Tanrı'nın varoluşu sorusuna ilişkin realizm dışı yaklaşıma yöneltilen bir diğer
eleştiri de, onun dini öğretilerde ciddi çıkarımlara yol açtığıdır. Örneğin
Teistlerin çoğu cennetin varoluşuna inanır; fakat Tanrı gerçekten var değilse o
zaman cennet de (ya da bu bağlamda cehennem de) büyük ihtimalle yoktur.
Buna benzer olarak, realist bir anlamda Tanrı var değilse mucizelerin makul bir
açıklamasının ortaya konması oldukça zorlaşır. Yine de, mucizelerin olası
olduğu inancı, birçok Teist için merkezi bir konum teşkil eder. Tanrı'nın
varoluşu sorusuna ilişkin realizm dışı bir konum edinmek, birçok temel dini
inancın radikal bir biçimde gözden geçirilmesini gerektirir. Bununla beraber bu
durumun kendisi, realizm dışı yaklaşımın altını oymayı gerektirmez: eğer bir
kimse böylesi radikal gözden geçirmeleri kabul etmeye hazırsa, bunu tutarlı bir
şekilde yerine getirebilir. Burada esas olan, realizm dışı bakış açısının mevcut
temel dini öğretilerin büyük bir yenilenmesini gerektirmesidir ki, birçok insan
böyle bir yenilenmeyi gerçekleştirmeye hazır değildir.
İNANÇ
Buraya kadar incelediğimiz Tanrı'nın varoluşuna ilişkin tüm argümanlar, aynı
zamanda eleştirilerin öznesi haline geldiler. Bu argümanlara yöneltilen söz
konusu eleştiriler zorunlu olarak kesinlik içermez. Bu eleştirilere
yöneltebileceğiniz karşı-eleştiriler bulabilirsiniz. Fakat, uygun karşı-eleştiriler
geliştiremezseniz bu, Tanrı inancını tümden reddetmeniz gerektiği anlamına
mı gelir? Ateistler bu soruya evet yanıtını verirlerdi. Agnostikler ise bu soru
karşısında "ispatlanmamış" yargısına geri dönerlerdi. Ancak dini inanca sahip
kimseler, farklı argümanları ölçüp biçen felsefi yaklaşımın, uygun olmayan bir
tavır olduğunu pek tabii iddia edebilirler. Onlara göre Tanrı inancı, soyut
entelektüel spekülasyonlarla ilgili değildir, bu inanç daha ziyade Tanrı'ya olan
kişisel bağlılıktır. Bu, tamamıyla inançla ilgili bir meseledir ve aklın yerinde
kullanımıyla hiçbir bağı yoktur.
İnanç güvenmeyi gerektirir. Nitekim bir dağa tırmanıyor ve ipimin
yeterince dayanıklı olduğuna inanıyorsam her ne kadar ipin beni tutacak kadar
sağlam olduğundan ancak düştükten sonra emin olabilsem de, ipimin ayağımın
kayıp düşmem halinde beni tutacağına güveniyorum demektir. Öyle ki, bazı
insanlar için Tanrı'ya olan inanç, tıpkı ipin dayanıklılığına olan inanç gibidir:
Tanrı'nın var olduğuna ve de tek tek her bir bireyi önemsediğine dair hiçbir
mutlak ispat yoktur; fakat inananlar Tanrı'nın kuşkusuz var olduğuna ve
yaşantısını buna göre sürdürdüğüne güvenirler.
Dini inancı benimseyen bir konum pek çok insana cezbedici gelir. Bu tutum,
buraya kadar ele aldığımız türden argümanları konunun dışında bırakır.
Bununla birlikte dini inanç en uç haliyle, insanları, bakış açılarına karşı
yöneltilen kanıtları görmek konusunda tamamıyla kör edebilir: öyle ki bu
durum, rasyonel bir tavırdan daha çok inatçılığı beraberinde getirebilir.
Tanrı'nın varoluşuna böylesi bir inanç tavrını edinme eğiliminiz varsa
bunun yaratacağı tehlikeler nelerdir?
İNANCIN TEHLİKELERİ
İnanç, daha önce de belirttiğim üzere, yetersiz kanıtları kendine esas alır.
Tanrı'nın var olduğunu gösterebilecek yeterli bir kanıtımız olsaydı bu durumda
inancın kendisine daha az ihtiyaç duyardık: Bu durumda, Tanrı'nın var olduğu
bilgisine doğrudan sahip olurduk. Tanrı'nın varoluşuna dair kesin bir yargıda
bulunabilmek için kanıtların yetersiz olması, inançlı bir kimsenin inancında
yanılma olasılığını her an mümkün kılar. Ve, tıpkı mucizelerin meydana geldiği
inancında olduğu gibi, bir dizi psikolojik etmen insanları Tanrı'ya inanmaya
yönlendirebilir.
Söz konusu psikolojik etmenlere verilebilecek bir örnek, her şeye kadir bir
varlığın bizleri kolluyor olduğu inancının yarattığı güven hissinin, inkâr
edilemeyecek kadar cezbedici olmasıdır. Bu etmenler, bazı insanların Tanrı'ya
olan inanca kendilerini adamaları konusunda teşvik edici olabilir. Hiç şüphesiz
bu durum onların inancının yanlış yere yöneldiğini zorunlu olarak ima etmez;
bu en yalın haliyle, onların inancının güvensizliğin ve de hüsnükuruntunun bir
bileşimi olabileceği anlamına gelir.
Hume'un da belirttiği üzere insanoğlu, alışılmışın dışında olayların
meydana geldiği inancının yarattığı merak ve şaşkınlık duygularından büyük bir
haz alır. Tanrı'ya olan inancın doğru bir biçimde ihtiva edilebilmesi için, hakiki
bir inancı, Tanrı'nın var olduğu inancının yarattığı şaşkınlık ve meraktan
doğan, haz temelli inançtan ayırt etmek büyük bir önem taşır.
Bu psikolojik etmenler, kendimizi Tanrı'ya olan inanca adamak konusunda
daha ihtiyatlı davranmamamızın gerekçesi olarak görülmelidir: Nitekim, kişinin
inanç alanına yönelme arzusunun yanılgıyı beraberinde getirmesi olasıdır. En
nihayetinde, her inanan kendi inancının uygun ve de hakiki olup olmadığını
sorgulamak zorundadır.
ÖLÜM
Herhangi bir türden Tanrı'nın varoluşuna inanan insanların pek çoğu, bununla
birlikte ölümden sonra yaşamın olduğuna da inanır. Keza bazı ateistler de buna
dahildir, fakat ateistlerin çoğu ölümden sonra yaşama inanmazlar. Eğer
ölümden sonra yaşama inanıyorsanız, şüphesiz bu yaşamın ebedi ıstıraptan
ziyade güzel bir yaşamı beraberinde getireceği düşüncesiyle, kendi
ölümünüzden korkmak için ölümden sonraki yaşama inanmayan birine kıyasla
daha az sebebiniz vardır. Her halükârda, ölümden sonra yaşama inananlar için
ölüm, her şeyin sonu değildir.
ÖLÜM KORKUSU İRRASYONEL MİDİR?
Ölüm, neredeyse her birimizde mevcut olan bir korkudur ve Tanrı ile ölümden
sonraki yaşam inancı, yaşamları dayanılmaz ya da acılarla dolu insanlar için bir
teselli olabilir. Bununla birlikte bazı filozoflar, ölüm nihai bir son nokta teşkil
etse dahi, korkacak hiçbir şeyimizin olmadığını söylerler. Diğerleriyse, sonlu bir
varoluşun ebedi bir varoluşa tercih edilebileceği savunusu üzerinde
düşüncelerini temellendirirler.
Keza Epikuros (MÖ 341-271), ölümden korkmak için hiçbir sebebimizin
olmadığını bizlere göstermeye çalışmıştır. Ölüm korkusu, öldükten sonra kendi
ölümümüzün matemini tutacağımıza dair çelişik bir düşünceden ortaya çıkar.
Oysa yaşarken ölüm yoktur; öldüğümüzdeyse artık var olmayacağımıza göre,
zarar göremeyiz. Böylece ya yaşıyoruzdur ve ölüm bize zarar veremez ya da
ölüyüzdür ve zarar görebilmek için mevcut değilizdir. Buna ek olarak,
Epikuros'a göre doğmadan önceki var olmayışımızın ebediliğinin kaygısını
genellikle yaşamayız; dolayısıyla ona göre ölümden sonra var olmayışımızın
ebediliği hakkında da kaygılanmamız için hiçbir neden yoktur. Böylece
Epikuros, ölüm korkusunun irrasyonel olduğu çıkarımında bulunur. Şüphesiz
Epikuros'un bu düşüncesi, ölüm sürecinden ve bu sürece eşlik eden ıstıraptan
korkmanın mükemmelen rasyonel olabilmesine aykırı bir şey ifade etmez.
EPİKUROS ELEŞTİRİSİ
ÖLDÜKTEN SONRA HERHANGİ BİR YAŞAMIN KÖTÜ
OLMAYACAĞINI VARSAYMASI
Epikuros, öldükten sonra herhangi bir yaşamın kötü olmayacağını varsayar.
Onun her iki argümanı da, var olmayışımızın korkusu hakkında argümanlardır.
Epikuros'un söz konusu argümanları, korkuyu, öldükten sonra olabileceklerin
dışında bırakır. Öldükten sonra bir yaşam varsa bu yaşamın kendisinden
korkulmasının tamamıyla rasyonel olabileceği durumlar mümkündür. Örneğin,
ebediyen kükürdün içerisine atılıp haşlanarak ve elinde üç dişli mızrak tutan
küçük şeytanlar tarafından dürtülerek yaşamını sürdürme olasılığı mümkün
olabilir. Ciddiyetle öne sürülen bir başka olasılık da, ölümsüzlüğün en
nihayetinde sıkıcı olabileceğidir; korkmamız için oldukça iyi bir neden.
ÖLÜMSÜZLÜK SIKICI MI OLURDU?
İnsan etkinliklerinin çoğu anlamını tekrar edilemez olmaları gerçeğinden alır.
Bizler halihazırda olduğumuz insana biçim veren seçimler yapar ve kararlar
veririz. Bir ormandaki ışık ve gölge örüntülerinin dolayımsız deneyiminin
bizlerde yarattığı keyif, kısmen, bu deneyimin belki de asla tekrar
göremeyeceğimiz kısa süreli etkisi gerçeğinden kaynaklanır. Ölümlü oluşumuz,
belki de bir geleceğe sahip olamayacağımız gerçekliğini akla getirerek, şimdinin
kıymetini bilmeye bizleri götürür. Yaptığımız seçimlerin örüntüsü ve başımıza
gelen şeyler, bizlere kişisel tarihimizi verir. Bununla birlikte, öldükten sonra
sonsuza değin yaşayacaksak bu durumda anlamın bu kaynağı (bir şeyin anlamlı
olmasının onun tekrarlanamazlığından ötürü olması) bir noktadan sonra bizler
için mümkün olmayacaktır. Her şeyi yapmak ve tekrarlamak için bolca zaman
hep var olacaktır. Bernard Williams (1929-2003) bu durumda ölümsüzlüğün
sıkıcı ve de en nihayetinde anlamsız olacağını söyler. Ölüm olgusu ve onun
nihai oluşu, hayatlarımıza sahip oldukları anlamları büyük oranda kazandıran
şeydir.
ÖLÜMSÜZLÜĞÜN SIKICILIĞININ ELEŞTİRİSİ
ÖLÜMDEN SONRAKİ YAŞAMIN MEVCUT YAŞAM GİBİ
OLDUĞUNU VARSAYMAK
Her bir şeyi yapabilecek zamana sahip olma ve de bu dünyada deneyimlediğimiz
her şeyin öteki dünyada da deneyimizin konusu olacağı düşüncesi anlamın
yitimi ve bıkkınlığın nedenidir. Bununla birlikte, yardımsever bir Tanrı,
muhtemelen, bizlerin ölümden sonraki yaşamda sıkılmasını istemezdi; bu
sebeple böylesi bir Tanrı varsa eğer, ölümden sonraki yaşamın mevcut
dünyadaki yaşamdan tahayyül edilemeyecek kadar farklı olacağından emin
olabiliriz.
Eğer bu böyleyse, bu durumda, zamana tâbi sonlu varoluşlar olarak
biçimlenmiş olmamız ve de bir gün öleceğimiz bilgisine vakıf olmamız, bizlerin
ölümden sonraki böylesi bir yaşamı sürdürebilip sürdüremeyeceğimiz sorusuna
haklılık kazandırır. Benim ne olduğum sınırlı zamanımı nasıl geçireceğime
karar vermemle sıkı sıkıya bağlı olduğu için, kendi adıma böylesi bir yaşamdan
hangi anlamda söz edebilirim? Eğer bu soruya verilecek yanıt, bunun Tanrı'nın
üstesinden geleceği bir şey olduğunu söylemek olursa, o halde bu, inancın yanlış
yöne gitme olasılığını da beraberinde getirerek, tekrar inanca başvurmak
olacaktır.
SONUÇ
Bu bölümde, Tanrı'nın varoluşunun lehinde ve aleyhinde olan geleneksel
argümanların çoğunu ele aldık. Bununla birlikte Teistlerin her şeye kadir, her
şeyi bilen ve en yüksek mertebede yardımsever olan bir Tanrı inancını
sürdürebilmeleri için hesaplaşmaları gereken ciddi eleştiriler olduğunu gördük.
Bu eleştirilerle hesaplaşmanın bir yolu, Tanrı'ya sıklıkla atfedilen sıfatları
yeniden gözden geçirmektir: Belki de Tanrı, tümüyle yardımsever değildir; belki
de O'nun kudretinin ya da bilgisinin sınırları vardır. Ancak bu yolu tercih
etmek, geleneksel Tanrı açıklamasını reddetmek olacaktır. Gelgelelim birçok
insan için bu, Tanrı'ya olan inancı tümden reddetmekten daha kabul edilebilir
bir çözümdür.
EK KAYNAKLAR
J. L. Mackie'nin The Miracle of Theism (Oxford: Clarendon Yayınları, 1982) adlı
kitabını şiddetle öneriyorum. Mackie'nin bu kitabı oldukça açık, ustaca yazılmış
ve de fazlasıyla ufuk açıcı. Bununla birlikte bu kitapta, bizim bu bölümde konu
edindiğimiz meselelerin çoğunu detaylı bir biçimde ele almış. Brian Davies'in An
Introduction to the Philosohy of Religion (2. basım, Oxford: Oxford Üniversitesi
Yayınları, 1993) adlı kitabı bir Dominikan rahibi tarafından kaleme alınmış
olup, bu alan için geniş kapsamlı bir giriş kitabıdır. Beverly ve Brian Clack'in The
Philosophy of Religion: A Critical Introduction (Cambridge: Polity, 1998) adlı
kitabı bu alana ilişkin işinize yarayabilecek bir başka giriş kitabıdır. Julian
Baggini'nin Atheism: A Very Short Introduction (Oxford: Oxford Üniversitesi
Yayınları, 2003) adlı kitabı Tanrı'nın olmadığı yaşamın olumlu bir açıklamasını
sunuyor. Robin Le Poidevin'in Arguing for Atheism (Londra: Routledge, 1996)
[Ateizm, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., 2003] adlı kitabı da zamanın doğası
gibi bazı önemli metafizik alanları ilginç ve geniş bir pencereden sunan bir giriş
kitabı.
David Hume'un öldükten sonra, ilk kez 1779'da yayımlanan Dialogues
Concerning Natural Religion adlı kitabı, Tanrı'nın varoluşuna ilişkin Tasarım
Argümanına olağanüstü ve aralıksız eleştiriler içerir. 18. yüzyıla ait metinlerin
bazı bölümlerini anlamak oldukça zor olabilir, fakat başlıca argümanlar esprili
ve akılda kalıcı örneklerle birlikte takip etmesi fazlasıyla kolay bir yapı
sergilemekte. David Hume'un Dialogues and Natural History of Religion [Din
Üstüne, çev. Mete Tunçay, İmge Kitabevi Yayınları, 1995] adlı kitabının en iyi
edisyonu için bkz. Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları World's Classics, 1993.
Hume'un bu kitabının başlıca meselelerine kısa ve öz bir girişi Philosophy: The
Classics (2. basım, Londra: Routledge, 2001) adlı kitabımda kaleme aldım.
Don Cupitt,Teizme karşı sunduğu realizm dışı alternatifin anahatlarını The
Sea of Faith (Londra: BBC Books, 1984) adlı kitabının son bölümünde ve Taking
Leave of God (Londra: SCM Yayınları, 2001) adlı kitabında çizmekte.
Ateizmi savunan son dönem popüler kitapları arasında Richard Dawkins'in
tartışmalı kitabı The God Delusion (Londra: Bantam Yayınları, 2006) [Tanrı
Yanılgısı, çev: Tunç Tuncay Bilgin, Kuzey Yayınları, 2007] ve Sam Harris'in
Letter to a Christian Nation'ı (New York: Knopf, 2006) gösterilebilir.
Tartışmanın diğer tarafında, Alister McGrath'in Why God Won't Go Away:
Engaging with the New Atheism (Londra: SPCK Publishing, 2011) adlı kitabı
ateistlerin Hıristiyan bir perspektiften dine yönelttikleri eleştirilere işaret eder.
2
DOĞRU VE YANLIŞ
Bir eylemi doğru ya da yanlış yapan nedir? Bir kimsenin bir şeyi yapması ya da
yapmaması gerekir derken neyi kastetmekteyiz? Nasıl yaşamalıyız? Başkalarına
nasıl davranmalıyız? Bunların tümü, filozofların binlerce yıl tartıştıkları temel
sorulardır. İşkence, cinayet, zorbalık, kölelik, tecavüz ve hırsızlığın yanlış
olduğunu söyleyemezsek onları engelleme çabamızı nasıl gerekçelendirebiliriz?
Ahlakilik salt önyargıyla ilgili bir mesele midir, yoksa ahlaki inançlarımız
sağlam nedenlere sahip olabilir mi? Felsefenin bu türden sorulara cevap aradığı
alanı, genellikle etik ya da ahlak felsefesi olarak bilinir; ben bu kitapta her iki
ifadeyi de kullanacağım.
Felsefenin, insanların neyin doğru ve de neyin yanlış olduğuyla ilgili temel
önyargılarını değiştirebilecek yetkinlikte olduğu konusunda şüpheciyim.
Fredrich Nietzsche'nin (1844-1900) İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı kitabında da
işaret ettiği gibi, ahlak filozoflarının pek çoğu, "yüreğin süzgecinden geçirilmiş
ve soyutlanmış bir arzunun" gerekçelendirmesini bizlere sunarlar. Başka bir
deyişle, bu filozoflar, kişisel olmayan mantıksal akıl yürütmenin işe karıştığı
karmaşık analizleri ortaya koyar gibi görünür, fakat en nihayetinde
kendilerinde mevcut olan önyargıların doğru olduğunu göstermeye girişirler.
Tüm bunlara rağmen ahlak felsefesi, gerçek ahlaki meselelerle cebelleşirken,
bizlere içgörü sağlayabilir: Ahlak felsefesi, ahlakilikle ilgili oldukça genel bazı
inançların içeriklerine açıklık kazandırabilir ve bu inançların tutarlı bir biçimde
nasıl hayata geçirilebileceklerini gösterebilir. Bu bölümde üç tür ahlak kuramını
inceleyeceğim: görev-temelli, sonuççu ve erdem-temelli kuramlar. İlkin bu üç
kuramın, temel özelliklerinin anahatlarını çizip, ardından gerçek yaşamda
karşılaşılabilecek bir duruma nasıl uygulanabileceklerini göstereceğim. Hemen
akabinde, meta-etik olarak bilinen, ahlak dilinin anlamıyla ilgili daha soyut
felsefi sorunlara yöneleceğim.
GÖREV-TEMELLİ KURAMLAR
[2]
Görev-temelli ahlak kuramları her birimizin belirli görevleri -yapmamız ve
yapmamamız gereken eylemler- olduğuna vurgu yapar ve ahlaki eylemin,
getireceği sonuç her ne olursa olsun, görevimizi yerine getirmekle eşdeğer
olduğunu söyler. Söz konusu bu düşünce, diğer bir deyişle bazı eylemlerin
ortaya çıkardıkları sonuçtan bağımsız olarak mutlak doğru veya yanlış olması
fikri, görev-temelli (aynı zamanda deontolojik olarak bilinen) ahlak
kuramlarını, sonuççu ahlak kuramlarından ayırır. Burada görev-temelli iki
kuramı ele alacağım: Hıristiyan etiği ve Kantçı etik.
HIRİSTİYAN ETİĞİ
Batı'nın ahlak anlayışına Yahudi-Hıristiyan öğretisi egemen olagelmiştir:
ahlakın ne olduğuna ilişkin tüm kavrayışımız dini öğretiler tarafından
şekillenmiş olup; ateist ahlak kuramları bile bu tartışmaların içine çekilmiştir.
On Emir, çeşitli görevler ile yasaklanmış eylemlerin listesini verir. Bu görevler,
beraberinde getirdikleri sonuçlar her ne olursa olsun yerine getirilmelidir:
Onlar, mutlak görevlerdir. İncil'in Tanrı'nın kelamı olduğuna inanan birisi,
"doğru" ve "yanlış"m anlamı üzerine hiçbir kuşkuya sahip olmayacaktır: "doğru"
Tanrı'nın iradesi anlamına gelirken, "yanlış" da Tanrı'nın iradesine karşı olan
her şey anlamına gelir. Böylesi bir inanan için ahlak, dışsal otoritenin, eş deyişle
Tanrı'nın mutlak emirlerini yerine getirme meselesidir. Örneğin öldürmek her
zaman yanlıştır; çünkü On Emirde günah olduğu açıkça vurgulanır. Bu, belirli
bir kişiyi -örneğin Hitler'i- öldürmenin, birçok kişinin hayatını kurtarabilecek
olması halinde bile böyledir. Bu bir nevi basitleştirmedir: Aslında teologlar,
örneğin savaş gibi istisnai koşullar söz konusu olduğunda, öldürmenin ahlaken
onaylanıp onaylanamayacağı hakkında tartışırlar.
Hıristiyan ahlakı, uygulamada yalnızca On Emire uymaktan çok daha
karmaşıktır: O bunun yanı sıra, İsa'nın öğretilerini ve özellikle de Yeni Ahit'in
"Komşunu sev" emrini hayata geçirmeyi gerektirir. Bununla birlikte bu ahlakın
özü, bir yap'lar ve yapraa'lar sistemidir. Aynısı bir dini esas alan birçok ahlak
sistemi için de geçerlidir.
Birçok insan, Tanrı'nın var olmaması durumunda ahlak diye bir şeyden söz
edilemeyeceğini düşünür: Rus roman yazarı Dostoyevski'nin söylediği gibi
"Tanrı yoksa o halde her şey mubahtır." Yine de, yalnızca Tanrı'nın iradesini
esas alan ahlak kuramlarına en azından üç büyük itiraz vardır.
HIRİSTİYAN ETİĞİNİN ELEŞTİRİSİ
TANRI'NIN İRADESİ NEDİR?
Hıristiyan etiğinin karşılaştığı ilk güçlük, Tanrı'nın iradesinin gerçekten ne
olduğunu ortaya koyamıyor olmasıdır. Tanrı'nın bizlerden yapmamızı istediği
şeyleri nasıl kesin olarak bilebiliriz? Hıristiyanlar bu soruya genellikle "İncil'e
bak" cevabını verirler. Fakat İncil birçok yoruma açık olduğu gibi, bu yorumlar
da çoğu zaman çelişiktir: Bunun için Yaradılış Kitabının [Genesis] tüm sözlerini
doğrudan doğruya kabul edip, dünyanın yedi günde yaratılmış olduğuna
inananlar ile bunun bir metafor olduğunu düşünenler arasındaki ya da savaş
durumunda bazen insanları öldürmenin kabul edilebilir olduğunu düşünenler
ile "Öldürmemelisin" emrinin koşulsuz ve mutlak olduğunu düşünenler
arasındaki farkı düşünebilirsiniz.
EUTHYPHRON İKİLEMİ
Bir ikilem, yalnızca iki alternatifin bulunduğu ve her iki alternatifin de arzu
edilemez olduğu bir duruma karşılık gelir. Buradaki ikilem, ilk kez Platon'un
Euthyphron diyalogunda ortaya koyduğu ikilemdir. Ahlakın Tanrı'nın emirlerini
yerine getirilmesi dolayısıyla elde edilen bir şey olduğuna inanan birisinin
yaşadığı ikilem şudur: Tanrı, emrettiği ve sevdiği eylemleri, ahlaken iyi olduğu
için mi emreder ve sever? Yoksa Tanrı'nın emretmesi ya da sevmesi mi,
emrettiği ve sevdiği eylemleri ahlaken iyi yapar?
İlk seçeneği düşünün. Eğer Tanrı, emrettiği ve sevdiği eylem ahlaken iyi
olduğu için emrediyor ve seviyorsa, bu durumda ahlaki olan Tanrı'dan bağımsız
bir anlam kazanır. Tanrı, böylesi bir durumda evrende önceden beri var olan
ahlaki değerlere yalnızca tepki verir: Bu değerleri yaratmak yerine onları
keşfeder. Böylesi bir bakış açısıyla, Tanrı her ne kadar ahlak üzerine, biz
insanların sınırlı aklıyla dünyadan azar azar edineceği bilgiden daha güvenilir
bir bilgi sunsa da, Tanrı'nın bahsi dahi geçmeyen bir ahlak tanımından söz
etmek mümkün hale gelir. Dolayısıyla bu görüşe göre Tanrı, ahlakın kaynağı
değildir.
İkinci seçenek ise, Hıristiyan etiğini savunanlar için muhtemelen ilk
seçeneğe kıyasla daha bile az cezbedicidir. Tanrı, doğru ile yanlışı sadece
emirleri ya da onayı üzerinden yaratıyorsa, bu durumda ahlak adeta keyfi bir
şeymiş gibi görünür. Tanrı ilkece cinayeti ahlaken takdire şayan ilan edebilir ve
bu durumda cinayet ahlaka uygun hale gelebilirdi. Tanrı'nın emirlerinin bir
sistemi olarak ahlakı savunan birisi buna, Tanrı'nın iyi olduğu ve O'nun böyle
bir şeyin insanoğlunun başına gelmesini istemeyeceği için cinayeti hiçbir zaman
ahlaken takdire şayan ilan etmeyeceği yanıtını verebilir. Fakat burada "iyi"yle
kastedilen "ahlaken iyi" ise, bundan, "Tanrı iyidir" yargısının "Tanrı, kendi
kendini onaylar" anlamını da verebileceği sonucu çıkar. Bu, açıktır ki, inanan
birinin "Tanrı iyidir" dediği zaman kastettiği şey olamaz.
TANRI'NIN VAROLUŞUNU VARSAYMASI
Bununla birlikte, Hıristiyan etiğine yöneltilen çok daha ciddi bir itiraz daha
vardır; o da, söz konusu etik anlayışının Tanrı'nın gerçekten var olduğunu ve de
O'nun yardımsever olduğunu önceden varsaymasıdır. Tanrı yardımsever
olmasaydı eğer, O'nun iradesine uygun düşen eylemler nasıl ahlaken iyi kabul
edilebilirdi? 1. Bölümde de gördüğümüz üzere, ne Tanrı'nın varoluşu ne de
O'nun yardımseverliği mutlak kabul edilebilirdir.
Görev-temelli ahlak kuramlarının hepsi Tanrı'nın varoluşuna dayanmaz.
Her ne kadar, en önemli görev-temelli ahlak kuramı Protestan Hıristiyan
geleneğinden oldukça güçlü bir biçimde etkilenmişse ve Kant'ın kendisi
Hıristiyanlığa bütünüyle bağlı olsa da, ahlakı en genel hatlarıyla birçok ateistin
cezbedici bulacağı şekilde tanımlayan Immanuel Kant'ın (1724-1804)
kuramıdır.
KANTÇI ETİK
GEREKÇELER
Immanuel Kant "Ahlaki bir eylem nedir?" sorusuyla ilgileniyordu. Kant'ın bu
soruya verdiği cevap felsefede çok büyük öneme sahiptir. Burada, onun esas
özelliklerinin anahatlarını çizeceğim.
Kant için ahlaki bir eylemin, kişinin salt eğilimi, hissi ya da bir çıkan olması
dolayısıyla değil de, bir görev anlayışıyla ortaya konduğu apaçıktır. Bundan
dolayı, örneğin ihtiyacı olanlara fazlasıyla merhamet hissettiğim için bir yardım
kuruluşuna bağış yapmış olmam, Kant'a göre, zorunlu olarak ahlaki bir eylemde
bulunduğum anlamına gelmez: Eğer eylemim, bir görev anlayışı yerine
merhamet hissim üzerinden şekilleniyorsa, bu durumda o, ahlaki bir eylem
değildir. Benzer şekilde, arkadaşlarım arasında saygınlığımın artacağını
düşünerek bir yardım kuruluşuna bağışta bulunuyorsam, yine ahlaki bir
eylemde bulunmuyorum, sadece sosyal statü kazanmak için uğraşıyorum
demektir.
Dolayısıyla Kant için bir eylemin gerekçesi, eylemin kendisinden ve onun
sonuçlarından çok daha fazla önemlidir. Ona göre birinin ahlaki bir eylemde
bulunup bulunmadığını bilebilmek için, eylemi gerçekleştirenin niyetini bilmek
gerekir. Bu durumda Merhametli İnsanın yardıma muhtaç birine yardım edip
etmediğini bilmek yeterli değildir. Bu merhamet sahibi insan, eylemini kendiçıkarı için yerine getiriyor olabilir ya da eylemi yerine getirmek uğruna çektiği
zorlukların ardından bir mükafat bekliyor olabilir. Bunların haricinde o bunu
vicdanının sızladığını hissettiği için de yapmış olabilir: Fakat bu da, eylemin
gerekçesinin bir görev anlayışından ziyade, hissi olduğu anlamına gelir.
Diğer ahlak filozoflarının birçoğu da, salt kendi çıkarını gözetmenin ahlaki
bir eylemin gerekçesi olamayacağı konusunda Kant'la hemfikirdir. Bununla
birlikte birçokları da, eylemin ahlaki bir eylem olup olmadığı
değerlendirmesinin Kant'ın iddia ettiği gibi kişinin merhamet gibi bir duygu
hissedip hissetmemesinden bağımsız olduğu fikrine karşı çıkarlar. Nitekim
Kant için, ahlaki bir eylemin kabul edilebilir yegâne gerekçesi, bir görev anlayışı
olabilir.
Kant'ın eylemin sonuçlarından ziyade, eylemin gerekçelerine bu kadar fazla
odaklanmasının sebeplerinden biri, onun, bütün insanların ahlaklı
olabileceğine inanıyor olmasıdır. Mantıksal olarak, yalnızca kontrolümüzün
olduğu şeyler üzerinden ahlaken sorumlu tutulabileceğimize göre -ya da Kant'ın
deyişiyle “yapılmalı yapılabiliri gerektirdiğine" göre- ve eylemlerin sonuçları
genellikle bizim kontrolümüzün dışında olduğu için, bu sonuçlar ahlak
açısından hayati olamaz. Örneğin boğulmak üzere olan bir çocuğu kurtarmaya
çalışıyorsam, fakat kazara çocuğun boğulmasına sebebiyet verdiysem, eş deyişle
görev anlayışımdan dolayı eylediysem, bu eylemim doğru türden gerekçelere
sahip olduğu için, yine de ahlaki bir eylem olarak kabul edilebilir: bu durumda
eylemim her ne kadar çocuğun boğulması trajik sonucunu beraberinde getirse
de, bu sonucun yapmış olduğum şeyin ahlaki değeriyle hiçbir ilgisi yoktur.
Buna benzer olarak, duygusal tepkilerimiz üzerinde zorunlu olarak
bütünüyle kontrole sahip olmadığımızdan, bunlar da ahlak için temel
olamazlar. Kant, eğer bilinçli bir varlık olarak tüm insanlar ahlaklı olmaya
uygunsa o halde, ahlakın tamamıyla iradeye ve özellikle de görev anlayışımıza
bağlı olduğunu söyler.
MAKSİMLER
Kant, herhangi bir eylemin ardında duran niyetleri maksim olarak tanımlar.
Maksim eylemin altında yatan genel ilkedir. Örneğin Merhametli İnsan "Eğer
çektiğin zorlukların ardından ödüllendirileceğini düşünüyorsan, yardıma
muhtaç olanlara her zaman yardım et" maksimini eylemlerinin zeminine
oturtmuş olabilir. Keza o, "Yardıma muhtaç olanlara merhamet hissettiğin
zaman yardım et" maksimiyle de eyliyor olabilir. Gelgelelim Merhametli İnsanın
davranışı ahlaki olsaydı eğer, bu durumda o muhtemelen "Yardıma muhtaç
olanlara, bu senin görevin olduğu için, her zaman yardım et" maksimine göre
eyliyor olurdu.
KATEGORİK İMPERATİF (KESİN BUYRUK)
Kant, rasyonel bir varlık olarak insanoğlunun, belirli görevleri olduğuna inanır.
Bu görevler kategoriktir: diğer bir deyişle bunlar, "Her zaman doğruyu
söylemelisin" ya da "Asla birini öldürmemelisin" türünden mutlak ve koşulsuz
görevlerdir. Bu görevler, onları yerine getirmenin sonuçları ne olursa olsun her
zaman geçerlidir. Kant ahlakın, Kesin Buyrukların (Kategorik İmperatiflerin)
bir sistemi olduğunu düşünür: belirli bir biçimde eylemeni emreden buyruklar.
Bu, Kant etiğinin en ayırt edici yönlerinden biridir. Kant, kategorik görevler ile
hipotetik (koşullu) görevleri karşılaştırır. Hipotetik (koşullu) bir görev, "Saygı
duyulmak istiyorsan bu durumda doğruyu söylemelisin" ya da "Hapishaneye
girmek istemiyorsan, hiç kimseyi öldürmemelisin" türünden görevlerdir.
Koşullu görevler, belirli bir hedefi gerçekleştirmeyi ya da belirli bir şeyden
sakınmayı istemen halinde, sana neyi yapıp neyi yapmaman gerektiğini söyler.
Kant'a göre, yalnızca bir temel Kesin Buyruk (Kategorik Impératif) vardır: "Öyle
eyle ki, hareketinin maksiminin aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını
isteyebil." Burada Kant'ın "istemek"le kastettiği "rasyonel olanı istemektir."
Başka bir deyişle, Kategorik İmperatifin (Kesin Buyruğun) ifade ettiği şey,
yalnızca herkes için rasyonel olarak geçerli olmasını isteyebileceğin maksime
göre eylemektir. Bu ilke, evrenselleştirebilirlik ilkesi olarak bilinir.
Kant her ne kadar, Kategorik İmperatifin bir dizi farklı türünü vermiş olsa
da bu, aralarında en önemli olandır ve de son derece etkili olmuştur. Bunu daha
detaylı olarak inceleyeceğiz.
EVRENSELLEŞTİREBİLİRLİK
Kant, bir eylemin ahlaki olabilmesi için, onun temelini oluşturan maksimin
evrenselleştirilebilir olması gerektiğini düşünür. Onun, aynı koşullar altındaki
herkes için bağlayıcı bir maksim olması gerekir. Kendinizi bir istisna olarak
görmeyip, tarafsız olmanız gerekir. Bu bakımdan, örneğin "İstediğin şeyi satın
alamayacak kadar fakirsen, her zaman hırsızlık yap" maksimini esas alarak
eyleyip, bir kitap çaldıysanız, bu maksim sizin durumunuzdaki herkes için
geçerli olur.
Şüphesiz bu, evrenselleştirilebilir olan her maksimin, her ne olursa olsun,
evrenselleştirilebilir olduğu için ahlaki bir maksim olduğu anlamına gelmez.
"Kendinden uzun boylu birini gördüğünde, ona her zaman dilini çıkar" gibi abes
birçok maksimin, her ne kadar ahlakla az ya da hiç ilgisi olmasa da, kolaylıkla
evrenselleştirilebileceği açıktır. Daha önceki paragrafta hırsızlık yapmak
hakkında kullanmış olduğum maksim gibi birtakım evrenselleştirilebilir
maksimler, yine ahlaki olmayan maksimler olarak değerlendirilebilir.
Söz konusu bu evrenselleştirilebilirlik ilkesi, Hıristiyanlığın Altın Kuralı
olan "Başkalarına, onların sana yapmalarını isteyeceği şeyleri yap"ın biraz daha
farklı bir türüdür. Birisi "Her zaman, başkalarının zararına bir asalak olarak
yaşa" maksimine göre eylerse, bu kimsenin eylemi, onun maksiminin
evrenselleştirilebilir olması imkânsız olduğu için, ahlaki bir eylem olmayacaktır.
Böyle bir maksim "Peki, ya herkes asalak olsaydı ne olurdu?" sorusunu
beraberinde getirir. Ve herkes asalak olsaydı eğer, bu durumda geriye
asalakların yaşayabileceği hiç kimse kalmazdı. Bu maksim, Kant'ın sınavından
geçemediği için ahlaki bir maksim olamaz.
Diğer taraftan, "Asla bebeklere işkence etme" maksimini oldukça kolay
evrenselleştirebiliriz. Her ne kadar bu maksime uymayanlar olabilse de,
herkesin bu buyruğa uymasının olası ve arzu edilebilir olduğu açıktır. Bebeklere
işkence ederek bu maksime uymayanlar, ahlaki olmayan bir biçimde eylemiş
olurlar. Bunun gibi maksimlerle Kant'ın evrenselleştirilebilirlik ilkesi, açıktır ki,
birçok insanın doğru ve yanlışa ilişkin en doğrudan sezgilerine karşılık gelen bir
yanıt verir.
ARAÇLAR VE AMAÇLAR
Kant'ın Kategorik İmperatifinin (Kesin Buyruğunun) bir diğer türü, "Diğer
insanlara hiçbir zaman bir amacın aracı olarak değil, her zaman kendinde amaç
olarak davran"dır. Bu, diğer insanları kullanmamamız fakat onları her zaman
insanlıklarıyla, eş deyişle her bir bireyin kendi iradesi ve arzuları olduğu
olgusuyla tanımamız gerektiğini söylemenin bir başka yoludur. Eğer birisi size
yalnızca ona bir iş verebileceğinizi bildiği için iyi davranıyorsa, bu durumda o,
söz konusu işi alabilmek için size kendinde bir amaç ya da bir insan olarak değil,
bir araç olarak bakıyordun Bununla birlikte, eğer birisi sizi sevdiği için iyi
davranıyorsa, bunun da kuşkusuz ahlakla hiçbir ilgisi yoktur.
KANT ETİĞİNİN ELEŞTİRİSİ
İÇERİKSİZLİĞİ
Kant'ın ahlak kuramı ve özellikle onun ahlaki yargıların evrenselleştirilebilir
olması ilkesi, zaman zaman içeriksiz olduğu gerekçesiyle eleştirilir. Bu eleştiriye
göre Kant'ın ahlak kuramı, gerçekten ahlaki kararlarda bulunması gereken
birine herhangi bir faydada bulunmaz, yalnızca ahlaki yargıların yapısını
gösterdiği genel bir çerçeve sunar. Kant'ın etiği, ne yapmaları gerektiğine karar
vermeye çalışan insanlara neredeyse hiç yardımcı olmaz.
Fakat bu eleştiri, Kategorik İmperatifin bizlere başka insanları kendinde
amaç olarak görmemiz ve asla yalnızca araç olarak davranmamız gerektiğini
söyleyen türünü ihmal eder. Kant'ın bu formülasyonu, şüphesiz kendi ahlak
kuramına bir içerik kazandırır. Gelgelelim, evrenselleştirebildik savı ve
araçlar/amaçlar formülasyonunun bir bileşimiyle bile Kant'ın kuramı birçok
ahlaki soruna tatmin edici çözümler sağlamaz.
Örneğin Kant'ın kuramı görevler arasındaki çatışmaların üstesinden
kolaylıkla gelemez. Sözgelimi, her zaman doğruyu söylemek ve aynı zamanda,
arkadaşlarımı korumak gibi iki farklı görevim söz konusu olduğunda ve de bu
iki görev birbirleriyle çeliştiği takdirde Kant'ın kuramı ne yapmam gerektiği
konusunda bana hiçbir şekilde yol göstermez. Keza elinde bir balta tutan
çıldırmış bir adam bana arkadaşlarımın nerede olduğunu sorarsa, ilk eğilimim
ona bir yalan söylemek olacaktır. Doğruyu söylemek arkadaşlarımı koruma
görevini ihlal etmem anlamına gelecektir. Fakat diğer taraftan da, Kant'a göre,
böylesi özel bir durumda bile yalan söylemek, ahlak dışı bir eylem olacaktır:
Yalan söylememek gibi mutlak bir görevim vardır.
EVRENSELLEŞTİRİLEBİLİR AHLAK DIŞI EYLEMLER
Kant'ın kuramıyla ilişkili olarak bazı insanların gördüğü bir başka zayıflık da,
kuramın bazı ahlak dışı eylemlerin gerçekleşmesine açıkça izin veriyor
görünmesidir. Sözgelimi "Sana karşı duran herkesi öldür" gibi bir maksim, öyle
görünmektedir ki, oldukça tutarlı bir biçimde evrenselleştirilebilir. Ancak buna
rağmen, söz konusu maksimin ahlak dışı olduğu çok açıktır.
Fakat bu türden bir eleştiri Kant'ın bir eleştirisini sunmayı başaramaz:
Çünkü bu eleştiri, eleştirisinin temeliyle açıkça çelişen, Kategorik İmperatifin
(Kesin Buyruğun) araçlar/amaçlar türünü yok sayar. Sana karşı duran bir insanı
öldürmek, onu kendinde bir amaç olarak görmek olamaz: Bu, o insanın
çıkarlarını gözetmekte başarısız olmak anlamına gelir.
MAKUL OLMAYAN YÖNLER
Kant'ın etik kuramı her ne kadar birçok yönüyle -özellikle, başka insanların
çıkarlarına saygı gösterme fikriyle- makul olsa da, yine de birtakım makul
olmayan yönlere sahiptir. Bu kuram ilkin, elinde balta olan çıldırmış bir adama
yalan söyleyip arkadaşlarınızın izini sürmesine engel olmak yerine ona
arkadaşlarınızın yerini söylemeniz benzeri bazı saçma eylemleri gerekçelendirir
gibi görünmektedir.
İkinci olarak; Kant'ın kuramının, merhamet, duygudaşlık ve acıma gibi
duygulara biçtiği rol yetersiz görünmektedir. Kant bu türden duyguları
ahlaktan bağımsızmışçasına, bir kenara iter: Ahlaki eyleme uygun düşen tek
gerekçe bir görev anlayışıdır. Bazılarının bakış açısında yardıma muhtaç bir
kimseye merhamet göstermek kıymetli görülebilirken, Kant için bu duygunun
ahlakla hiçbir ilişkisi olmaması dolayısıyla bunun tam aksi geçerlidir. Kant'ın bu
düşüncesine karşı olan birçok insan, merhamet, duygudaşlık, suçluluk ve vicdan
azabı gibi kendine has ahlaki duygular olduğunu ve bu duyguları Kant'ın
yapmaya giriştiği gibi, ahlaktan ayırmaya çalışmanın ahlaki davranmanın
merkezi bir yönünün yok sayılması anlamına geleceğini düşünür.
Üçüncü olarak, bu kuram, eylemlerin sonuçlarını hiçbir şekilde hesaba
katmaz. Bu, yetersizliği veya ehliyetsizliği nedeniyle istemeyerek bir dizi ölüme
sebep olan iyi niyetli ahmakların, Kant'ın kuramına göre, ahlaken suçsuz
oldukları anlamına gelir. Nitekim bu ahmaklar, esasen niyetleri dolayısıyla
yargılanacaklardır. Bununla birlikte bazı durumlarda eylemlerin sonuçları,
eylemin ahlaki değerini belirlemekle oldukça ilişkili görünür: Kedinizi bir mikro
dalga fırında kurutmaya çalışan iyi niyetli bir bebek bakıcısı hakkında nasıl
hissedeceğinizi bir düşünün. Ancak bu noktada Kant'a adil davranmak
gerekirse, onun birtakım yetersizlik veya ehliyetsizlikleri suçlanmanın gerekçesi
olarak kabul ettiği söylenmelidir.
Deontolojik kuramlara yöneltilen bu son türden eleştiriyi ikna edici
bulanlar, sonuççuluk olarak bilinen etik kuramının cazibesine çok muhtemelen
kapılacaklardır.
SONUÇÇULUK
"Sonuççu" sözcüğü, bir eylemin doğru veya yanlış olduğunu yargılamak için
eylemi sergileyen kişinin niyetine değil, bunun yerine eylemin sonuçlarına
bakan etik kuramlarını tanımlamak için kullanılır. Kant'ın yalan söylemenin,
sonuçları dolayısıyla elde edilebilecek olan olası yararlar ne olursa olsun, her
zaman ahlaken yanlış olduğunu söylediği yerde, bir sonuççu yalan söylemeyi
verdiği sonuca ya da vermesi beklenen sonuca göre yargılar.
FAYDACILIK
Faydacılık, sonuççu etik kuramının en çok bilinen türüdür. Onun en tanınmış
savunucuları Jeremy Bentham (1748-1832) ve John Stuart Mill'dir (18061873). Faydacılık insani tüm eylemlerin en nihai amacının (bir anlamda)
mutluluk olduğu varsayımına dayanır. Böyle bir bakış açısı hedonizm [hazcılık]
olarak bilinir.
Bir faydacı, "iyi"yi "herkes için en büyük mutluluğu getirecek olan şey"
olarak tanımlar. Bu, En Büyük Mutluluk İlkesi ya da Fayda İlkesi olarak da
bilinir. Bir faydacı için herhangi bir durumda doğru eylem, olası çok çeşitli
eylem tarzlarının mümkün sonuçları incelenerek hesaplanabilir. En büyük
mutluluğu getirmeye en yakın olan (ya da en azından mutluluğun mutsuzluğa
üstün geldiği en iyi dengeyi kuran) hangisiyse, o bu koşullar altında doğru
eylemdir.
Faydacılık, belirli bir eylemin kesin sonuçlarını öngörmek genellikle
imkânsız olmasa da, olağanüstü zor olduğu için, eylemin mümkün sonuçlarıyla
uğraşmak zorundadır: örneğin, insanlara hakaret etmek onları genellikle
mutsuz hissettirir; fakat hakaret ettiğiniz kişi hakaret edilmekten büyük keyif
alan bir mazoşist de olabilir.
Faydacılığın diğer etik yaklaşımların bazılarına kıyasla avantajlarından biri,
onun ahlakın soruşturma alanına ilişkin, hayvanları da dahil ederek, açık bir
yöntem sunabiliyor olmasıdır. Hayvanların da acı çekebildikleri ve haz
duyabildiklerinin kabul edilmesi şartıyla, onların esenliğinin de faydacı hesaba
dahil edilmesi olası hale gelir. Zira hayvanlar söz konusu bu hesaba doğrudan
dahil olmasalar bile, onların aşikâr bir biçimde acı çekiyor olmaları gerçeğinin
hayvan-severler üzerinde bir etkide bulunuyor olması, onların esenliğinin
dolaylı olarak bu değerlendirmeye dahil edilmesine izin verir. Sözgelimi, ben ve
benim gibi insanlar, dana eti üretiminde buzağıların acı çektiği bilgisi
dolayısıyla derin bir üzüntü duyuyorsa, bu durumda bizlerin mutsuzluğu ile
dana eti tüketenlerin aldığı olası hazlar, dana eti üretiminin ahlaki olduğuna
karar verilebilmesi için, karşılaştırılmaya ihtiyaç duyar. 3. Bölümde, insanolmayan hayvanların ahlaki konumlarına ilişkin sorunlar daha bütünlüklü
incelenmiştir.
FAYDACILIĞIN ELEŞTİRİSİ
HESAPLAMADAKİ GÜÇLÜKLER
Faydacılık, ilkece cezbedici bir kuram gibi görünmekle birlikte, onu pratiğe
dökmeye çalıştığınızda karşınıza çıkan birçok güçlük vardır.
Mutluluğu ölçmek ve farklı insanların duyduğu mutlulukları mukayese
edebilmek olağanüstü zordur. Bir sadistin deneyimlediği büyük hazzın,
kurbanının çektiği ıstıraba çok daha ağır basıp basmadığına kim karar verebilir?
Ya da bir futbol taraftarının desteklediği takımın olağanüstü bir gol atması
esnasında deneyimlediği haz ile bir opera meraklısının en sevdiği aryayı
dinlerken keyiften deneyimlediği ürperti nasıl kıyaslanabilir? Ve bunlar,
cinsellik ile yemek-içmek gibi daha fiziksel haz duyularıyla nasıl
karşılaştırılabilir?
Bentham, ilkece bu türden kıyaslamaların yapılabileceğini düşünür. Ona
göre, mutluluğun kaynağı, konunun dışındadır. Keza mutluluk, sadece
olağanüstü keyif veren zihinsel bir durumdur: haz duymak ve acı çekmemek.
Mutluluk verici duygular her ne kadar farklı yoğunluklarda ortaya çıksa da, her
biri aynı türdendir ve dolayısıyla, nereden kaynaklandıklarına bakılmadan, her
birine faydacı hesaplamalarda ağırlık verilmesi gerekir. Bentham, "felisifik
hesap" dediği şeyle; yoğunluk, etki süresi, başka hazları ortaya çıkarma eğilimi
vs gibi özellikleri hesaba katarak hazlar arasında kıyas yapabilmenin
yönergelerini oluşturur. Hatta bu aritmetiğe hayvanları da dahil etmeye
hazırlanmıştır. Ancak, bunu yapmak, farklı türlerin ve aynı tür içindeki
birbirinden farklı hayvanların acıları ile hazlarının, şüphesiz bu duyguların
kesin bir ölçütünü bulabileceğimizi varsayarak, ölçülmesi gibi ciddi bir güçlüğü
beraberinde getirir. Bizler, bir pitonun küçük bir antilobu yavaşça canlı canlı
yutarken duyduğu haz ile antilop tarafından hissedilen acıyı nasıl
kıyaslayabiliriz? Peki, ya bir sivrisineğin, kurbanında yarattığı küçük şişlikten
duyduğu hazza ne demeli?
Mill, Bentham'ın bu yaklaşımını eksik bulur: Bunun yerine, yüksek ile aşağı
hazlar olarak adlandırdıkları arasında bir ayrım yapmayı önerir. Ona göre,
yüksek hazları, ki bunlar genellikle entelektüel hazlardır, gerçek anlamıyla
deneyimlemiş birisi, özünde fiziksel olan aşağı hazlara doğrudan tercih eder.
Mill'in şemasında, yüksek hazlar mutluluğun hesaplanmasında aşağı hazlara
göre daha çok hesaba katılır. Bir başka şekilde ifade edecek olursak Mill hazları,
nicelikleriyle olduğu kadar niteliklerine göre de değerlendirir. Zira Mill,
Sokrates'in hazlarının bir budalanınkine göre çok daha yüksek olduğu
temelinde, bedbaht fakat bilge bir Sokrates'in mutlu ama cahil bir budalaya
kuşkusuz tercih edilebileceğini söyler.
Gelgelelim Mill'in bu düşüncesi kulağa oldukça elitist gelmektedir. Bu,
entelektüellerin kendi özel tercihlerini, ilgi alanlarını ve de bulunduğu sosyal
sınıfın değerlerini gerekçelendirmesidir. Bununla birlikte mutluluğun göreceli
miktarım hesaplamanın oldukça güç olduğu olgusu değişmeden kalır. Ve
şüphesiz, bu sorun Mill'in yüksek ile aşağı hazlar arasında yaptığı ayrımı kabul
etsek bile, tamamıyla çözülmeden kalmaya devam eder.
Hesaplamadaki daha temel bir güçlük, belirli bir eylemin etkileri olarak
hesaba katılacak şeylerin ne olduğunu karar verirken ortaya çıkar. Bir kimse, bir
çocuğa yaramazlık yaptığı için tokat atarsa, bu eylemin ahlaki bir eylem olup
olmadığı sorusu tamamıyla eylemin sonuçlarına bağlı olurdu. Fakat yaramazlık
eden bir çocuğa tokat atma eyleminin anlık etkilerini mi, yoksa bu eylemin
uzun vadede yaratacağı etkileri mi hesaba katmalıyız? Eğer uzun vadede
yaratacağı etkileri hesaba katmamız gerekirse, bu durumda, ceza eğitiminin bir
sonucu olarak olası tehlikeli durumlardan çocuğun kendini sakınması
dolayısıyla, onun mutluluğu elde ettiği durumlar ile çocuğun duygusal gelişimi
ve hatta belki de bu eylemin tokat atılan çocuğun kendi çocuklarına olan
etkileri arasında bir denge kurmamızı gerektiren bir durumla karşı karşıya
kalabiliriz. Herhangi bir eylemin etkileri geleceğe doğru bütünüyle uzatılabilir
ve bu etkilerin belirli bir durma noktası neredeyse yok gibidir.
SORUNLU ÖRNEKLER
Faydacılığa yöneltilen itirazlardan bir diğeri de, bunun normalde ahlak dışı
sayılabilecek birçok eylemi haklı çıkartabileceği düşüncesidir. Örneğin, masum
birini halka açık bir yerde idam etmenin caydırıcı bir eylem olmak suretiyle
şiddet içeren suçları azaltacak doğrudan faydalı bir etkiye sahip olduğu ve
dolayısıyla acıdan daha çok hazza sebebiyet verdiği gösterilebilirse, bu durumda
faydacı ahlakı savunucusu, masum bir insanın idam edilmesinin ahlaki olarak
yapılması gereken doğru şey olduğunu söylemek zorunda kalacaktır. Fakat
böylesi bir çıkarım adalet anlayışımıza bütünüyle aykırıdır. Bununla birlikte
ondan elde edilen bazı çıkarımların iğrenme duygusu uyandırması, şüphesiz,
faydacılık kuramının yanlış olduğunun ispatı olamaz. Nitekim faydacılığın ateşli
bir savunucusu, büyük ihtimalle söz konusu çıkarımı seve seve kabul eder.
Gelgelelim böylesi nahoş sonuçlar, faydacılığı tamamıyla tatmin edici bir ahlak
kuramı olarak kabul etmek konusunda bizleri endişelendirmelidir.
Mutluluğun olağanüstü keyif verici zihinsel bir durum olduğuna inanan
Bentham gibi faydacılar, kendilerini yöneltilen bir başka itirazla daha karşı
karşıya kalırlar. Onların kuramı, ruh halini değiştiren ekstazi gibi bir
uyuşturucunun gizlice su şebekelerine karıştırılması durumunda, şüphesiz bu
uyuşturucunun topyekûn herkesin duyduğu hazzı artırması şartıyla, dünyanın
ahlaken daha iyi bir yer olacağını iddia eder. Buna rağmen birçoğumuz, daha az
keyif veren anların olduğu fakat bu anlara nasıl ulaşabileceğimizi seçebildiğimiz
bir yaşamın, uyuşturulmuş bir yaşama tercih edilebilir olduğunu ve de su
şebekelerine uyuşturucu karıştıran birinin ahlaksızca bir şey yaptığını
düşünecektir.
Kimi zaman, buna benzer bir itiraz Robert Nozick (1938-2002) tarafından
ortaya atılan Deneyim Makinesi adlı düşünce deneyiyle yapılır. Hayal edin ki,
en çok arzuladığınız her deneyimi yaşadığınız yanılsamasını sizlere verebilecek
olan teknolojik olarak oldukça ileri bir sanal gerçeklik makinesine bağlı olma
seçeneğine sahipsiniz. Bu makineye yalnızca tüm yaşamınız boyunca bağlı
olmayı tercih edebilirsiniz; bununla birlikte Deneyim Makinesine bir kere
bağlanmanız halinde, ona bağlı olduğunuzu kesinlikle fark edemezsiniz. Bu
makine size, keyif verici zihinsel durumların geniş bir yelpazesini sunabilse de,
birçok insan, böylesi bir hayali dünyada yaşamayı tercih etmeyeceklerini
söyleyecektir. Söz konusu bu insanlar, mutluluğu nasıl elde edildiğine
bakmadan aramazlar: buna göre mutluluk, salt zihinsel durumlarla ilgili bir
mesele değil, fakat buna ek olarak bu zihinsel durumların nasıl elde edildiğiyle
de ilgilidir. Nitekim, Deneyim Makinelerine herkesin bağlı olduğu bir dünyada,
makinelerin yaşattığı hoş deneyimlerin, mevcut dünyadaki deneyimlerden
ahlaken üstün olduğunu söylemek hiç de akla yatkın değildir. Gelgeldim
Bentham'ın bakış açısına göre makinelere bağlı bir dünya, ahlaken mevcut
dünyadan üstün olmalıdır; zira Bentham için keyif verici zihinsel durumların
elde edilme yöntemleri hiç de önemli değildir.
Faydacının karşılaştığı bir başka güçlüğü düşünün. Kant'ın, beraberinde
getireceği sonuçlar her ne olursa olsun verdiğimiz sözü tutmamız gerekir dediği
yerde, faydacılar her bir durum için verilen sözü tutmanın ya da yerine
getirmemenin ortaya çıkaracağı olası mutluluğu hesaba katar ve buna göre
hareket ederler. Buna göre faydacılar, aldıkları borcun borç verenler tarafından
unutulması ve hatta belki de hiç hatırlanmaması durumunda, borç aldıkları
paranın geri ödenmemesinin ahlaken doğru olduğu sonucuna varabilirler.
Borçluların zenginliklerinin artması sebebiyle yükselen mutlulukları,
başkalarını aldatmış olmaları dolayısıyla hissettikleri mutsuzluğa oldukça ağır
basabilir. Ve bu durumda, borç verenler verdiklerini hatırlamadıkları için,
büyük ihtimalle çok az ya da hiç mutsuzluk duymayacaklardır.
Ancak, böylesi durumlarda kişisel ahlaklılık, insanlar arasında kurulan
ilişkilerin önemli bir yanı gibi görünür. Şüphesiz pek çokları; doğruyu
söylemenin, diğer insanlarla ticari ilişkilerimizde dürüst olmanın, alınan borcu
geri ödemenin ve benzeri şeylerin ahlaki davranışın merkezi örnekleri olduğunu
görürler. Bu türden insanlar için faydacılık, mutlak görevler kavramını
reddettiği için, uygun ya da yeterli bir ahlak kuramı değildir.
NEGATİF FAYDACILIK
Faydacılık, herhangi bir koşulda doğru eylemin, baştan sona en büyük
mutluluğu ortaya çıkaran eylem olduğu kabulüne sırtını yaslar. Fakat belki de
bu kabul, mutluluğa çok fazla vurgu yapmaktadır. Acı ve ıstıraptan sakınmak,
mutluluğun mutsuzluğa ağır bastığı bir dengeyi kurmaktan çok daha önemli bir
amaçtır. Hiç kimsenin bilhassa mutlu olmadığı, fakat bununla birlikte kimsenin
olağanüstü acılar çekmediği bir dünya, bazı insanların mutsuzluğu olabilecek en
uç noktalarda yaşadığı fakat bu insanların ıstırabının birçok insanın
deneyimlediği büyük hoşnutluk ve mutlulukla dengelendiği bir dünyaya göre
kesinlikle daha cezbedici değil midir?
Bu itirazı karşılayabilmenin bir yolu faydacı ahlakta değişiklik yaparak,
çoğunlukla negatif faydacılık olarak bilinen versiyonuna dönüştürmektir.
Negatif faydacılığın temel ilkesi, herhangi bir durumda en iyi eylemin, en
yüksek sayıda insan için mutluluğun mutsuzluğa ağır bastığı en iyi dengeyi
kurabilen eylem değil, fakat herkes için en asgari seviyede mutsuzluğu ortaya
çıkaran eylem olduğudur. Sözgelimi zengin bir negatif faydacı tüm parasını
yoksul, büyük acılar çeken ve bu hediye karşısında acıları büyük ölçüde dinecek
olan oldukça hasta birine vermek ile bu hediye karşısında mutluluğunu bir
derece daha artıracak kısmen mutlu bin kişiye dağıtmak arasında kararsız
kalabilir. Bu durumda tipik bir faydacı, olabilecek en büyük sayıda insan için
hazzın acıya üstün geldiği dengeyi en iyi şekilde hangi eylemin kuracağını
hesaplarken; bir negatif faydacı aynı durumda, yalnızca ıstırabı en asgari
seviyeye indirmekle ilgilenir. Bundan dolayı tipik bir faydacı, muhtemelen, olası
en yüksek sayıda insanın mutluluğunu en yüksek mertebeye çıkaracağı için,
parayı bin kişiye dağıtmayı; negatif faydacı da, ıstırabı en asgari seviyeye
çekeceği için oldukça hasta olan kişiye vermeyi tercih edecektir.
Ancak bu türden negatif faydacılık da, tipik faydacılığın karşılaştığı
hesaplamadan doğan birçok güçlükle karşı karşıya kalır. Bununla birlikte o,
kendinden kaynaklı eleştirileri de beraberinde getirir.
NEGATİF FAYDACILIĞIN ELEŞTİRİSİ
TÜM YAŞAMLARIN YOK EDİLMESİ
Dünyadaki tüm ıstırabı ortadan kaldırmanın en iyi yolu, bütün duygu sahibi
canlıların yaşamına son vermektir. Eğer acı çekebilecek hiçbir canlı yoksa, bu
durumda acının kendisi de olmayacaktır. Nitekim bunu acısız bir yolla, belki de
büyük bir atom bombasıyla, yapmak mümkün olsaydı, o halde bu, negatif
faydacılığın ilkesine göre ahlaken doğru bir eylem olurdu. Keza bu süreç belirli
bir oranda acıya sebep olsa bile, acıyı ortadan kaldırmanın uzun vadeli faydaları,
bu süreçte yaşanan acıya muhtemelen ağır basacaktır. Ancak bu çıkarımı kabul
etmek neredeyse imkânsızdır. Dolayısıyla bundan sakınmak için negatif
faydacılığın en azından yeniden formüle edilmeye ihtiyacı vardır.
KURAL FAYDACILIĞI
Bazı filozoflar (aynı zamanda eylem faydacılığı olarak bilinen) tipik faydacılığın
birçok nahoş sonuca yol açtığı itirazından kaçabilmek için, kural faydacılığı
olarak bilinen yeni bir versiyonu önerirler. Bu kuramın, eylem faydacılığının en
iyi yönleri ile deontolojik etiğin en iyi yanlarını birleştirdiği varsayılır.
Kural faydacıları, her bir eylemin ayrı ayrı sonuçlarını değerlendirmek
yerine, en çok sayıda insan için en büyük mutluluğu getirme eğiliminde olan
eylem türlerine ilişkin genel kuralları benimserler. Örneğin, genelde masum
insanları cezalandırmak mutluluktan daha çok mutsuzluğu beraberinde
getireceği için, kural faydacıları, her ne kadar masum bir insanı
cezalandırmanın mutsuzluktan daha çok mutluluğu ortaya çıkardığı belirli
durumlar-örneğin şiddet içeren suçlara karşı caydırıcı bir etkide bulunması- söz
konusu olsa da, "hiçbir zaman bir masumu cezalandırma" kuralını
benimseyecektir. Benzer şekilde bir kural faydacısı verilen sözü yerine
getirmeyi, genellikle mutluluğun mutsuzluğa üstün geldiği bir dengeyi yarattığı
için, savunacaktır.
Kural faydacılığı, ahlaki bir karar vermeniz gerektiği bir durumla karşı
karşıya kaldığınızda, her seferinde karmaşık bir hesap yapmanız gerekliliğini
ortadan kaldıran büyük bir pratik yarara sahiptir. Bununla birlikte, verdiğiniz
bir sözü tutmamanın, onu yerine getirdiğinizde elde edeceğiniz mutluluktan
daha büyük olacağını bildiğiniz bir durumda, temel ahlaki yaklaşımlarınızın bir
faydacı bakış açısına dayanması koşuluyla, her bir tekil durumu kendi
değerleriyle ele almak yerine kurala yapışıp kalmak aykırı bir davranış gibi
görünmektedir.
ERDEM KURAMI
Erdem kuramı, büyük bir ölçüde Aristoteles'in Nikorrıakhos'a Etik kitabına
dayanır ve bunun sonucu olarak zaman zaman yeni-Aristotelesçilik olarak
adlandırılır. Genellikle belirli eylemlerin doğruluğu ya da yanlışlığına odaklanan
Rantçılar ile faydacıların aksine erdem kuramcıları, karaktere odaklanır ve
bireyin yaşamıyla bir bütün olarak ilgilenir. Erdem kuramcıları için merkezi
soru "Nasıl yaşamalıyım?" sorusudur. Onların bu soruya verdiği yanıt şudur:
Erdemlere sahip olmaya çalışarak. İnsanoğlu olarak gelişmenin ve kendini
gerçekleştirmenin tek yolu erdemlere sahip olmaktır.
KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK
Aristoteles'e göre herkes kendini gerçekleştirmek ister. Onun kendini
gerçekleştirmek sözcüğünü karşıladığı Grekçe terim eudaimonia'dır. Bu terim
zaman zaman "mutluluk" olarak da çevrilir; fakat bu çeviri Aristoteles,
sözgelimi, eudaimonia'ya erişilmeden de, büyük fiziksel hazların
deneyimlenebileceğini düşündüğü için kafa karıştırıcı olabilir. Eudaimonia
yalnızca, kendinizi bulduğunuz saatten saate değişen belirli durumlara değil,
fakat bütün bir yaşama karşılık gelir. Belki de "hakiki mutluluk", eudaimonia için
daha iyi bir çeviri olabilir; fakat bu da onun, sanki başarılı bir şekilde yaşamı
sürdürebilmekten ziyade, erişilebilecek keyif verici zihinsel bir durum olduğu
izlenimini uyandırır. Aristoteles tıpkı gerekli şekilde ilgilenildiği takdirde bir
kiraz ağacının önce büyüyeceği, daha sonra çiçek açacağı ve en nihayetinde
meyve vereceği gibi, belirli yaşama biçimlerinin de, tıpkı bunun gibi insanın
kendini gerçekleştirmesini destekleyeceğine inanır.
ERDEMLER
Aristoteles insanoğlu için kendini gerçekleştirme yolunun erdemlere sahip
olmak olduğunu iddia eder. Fakat erdem nedir? O, davranış ile duygunun bir
örüntüsüdür: uygun durumlarda belli biçimlerde eyleme, arzulama ve hissetme
eğilimidir. Aristoteles, Kant'ın aksine, uygun duyguları deneyimlemenin iyi bir
yaşam sürme sanatının merkezini oluşturduğunu düşünür. Erdem,
düşünülmeden yerine getirilen bir alışkanlık değildir; fakat o, bundan ziyade,
içinde bulunulan duruma uygun karşılığı akli bir yargıyla vermektir.
Nitekim cömertlik erdemine sahip bir kimse, uygun durumlarda, cömertçe
eyler ve hisseder. Bu, içinde bulunulan durum karşısında verilen tepkinin
yerinde olduğuna ilişkin bir yargıyı gerektirir. Eğer Merhametli Kimsenin
bulunduğu duruma, erdemli bir insanı koyduğumuz takdirde, yol kenarına terk
edilmiş biri için hem merhamet duyar hem de ona şefkatli bir biçimde davranır.
Bu adama, yalnızca ileride kendisi için getireceği birtakım yararları hesap
ederek yardım eden Merhametli biri, cömertlik kişinin kendine getireceği yaran
düşünmeden vermesi ya da yardım etmesi anlamına geldiği için, erdemli bir
biçimde eyliyor olamaz.
Gelgelelim cesaret erdemine sahip Merhametli kişi hırsızların talihsiz bir
adama saldırdığına tanıklık ederse, bu durumda o, her korkunun üstesinden
gelip hırsızlarla yüzleşecektir. Zira cesur olmak bir yanıyla, korkuları alt
edebilme kabiliyetine sahip olmak anlamına gelir.
Erdem kuramcılarına göre, cömertlik ve cesaret gibi erdemler, her insanın
iyi bir yaşama sahip olması için ihtiyacı olan kişilik özellikleridir. Bu, kulağa
sanki erdemli bir insan, erdemlerin bulunduğu bir çantadan geliştirmek istediği
erdemleri çıkarıp seçebilirmiş ya da tek bir erdemi en yüksek derecede kendinde
barındıran biri, erdemli bir insan olabilirmiş gibi gelebilir. Ancak bu, meseleyi
yanlış anlamış olmak demektir. Aristoteles için erdemli insan, tüm erdemlerin
bir ahengine sahip kimsedir: Onlar, erdemli bir insanın yaşamının kumaşını
oluşturmalıdırlar.
ERDEM KURAMININ ELEŞTİRİSİ
HANGİ ERDEMLERİ BENİMSEMEMİZ GEREKİR?
Erdem kuramının beraberinde getirdiği büyük bir güçlük, hangi davranış, arzu
ve duygu kalıplarının erdemler olarak hesaba katılacağını belirleyememektir.
Erdem kuramcılarının bu soruna yanıtı, insanın kendini gerçekleştirmesi için
ihtiyaç duydukları davranış, arzu ve duygular olacaktır. Erdem kuramcıları
genellikle; yardımseverlik, dürüstlük, cesaret, cömertlik, sadakat vb türden
erdemlerin bir listesini oluştururlar. Bununla birlikte, bu erdemleri ayrıntılı
olarak incelerler. Fakat onların listeleri arasında tamamıyla bir örtüşme
olmadığından, bu listeye nelerin eklenmesi gerektiği konusunda tartışmaya hep
yer vardır. Ve bir şeyin hangi zeminde erdem olarak tanımlandığı her zaman
açık değildir.
Buradaki tehlike, erdem kuramcılarının kendi önyargılarını ve tercih
ettikleri yaşama biçimlerini erdemler olarak; sevmedikleri faaliyetleri de kötü
alışkanlıklar olarak yeniden tanımlamalarıdır. Güzel yemek ve şaraptan
hoşlanan birisi, damak tadının incelikle uyarılmasının insanoğlu için iyi bir
yaşamın temel parçası olduğunu ve dolayısıyla güzel yemeğe ve şaraba âşık
olmanın pekâlâ bir erdem olduğunu iddia edebilir. Bir monogamist tek bir
cinsel partnere sadakati erdem olarak görebilirken; çokeşli bir erdem kuramcısı
cinsel özgürlüğün erdem olduğunu temellendirebilir. Böylece erdem kuramı,
önyargıların gizlice içeri sokulmasına yardımcı olan entelektüel bir duman
perdesi olarak kullanılabilir. Dahası, erdem kuramcısı belirli bir toplumda
erdem olarak kabul edilen davranış, arzulama ve duygulanım tarzlarını
benimserse, bu durumda erdem kuramının kendisi, söz konusu toplumu ahlaki
temeller üzerinde değiştirme amacını kendinde pek taşımayan, özünde
muhafazakâr bir kuram gibi görünür.
İNSAN DOĞASI
Erdem kuramına yöneltilen bir diğer eleştiri de, onun insan doğası gibi bir şeyin
var olduğu ve dolayısıyla tüm insanoğluna karşılık gelen bazı genel davranış ve
duygu tarzları bulunduğu ön-kabulünde bulunuyor olmasıdır. Gelgelelim bu
görüşe, insan doğasının var olduğunun kabul etmenin ciddi bir hata olduğunu
düşünen birçok filozof karşı çıkmıştır. Bu konuya Doğalcılık Bölümünde tekrar
geri döneceğim.
Erdem kuramcılarının yaptığı bir başka varsayım da, tek tek her bir bireyin
karakterinin görece değişmez olduğunu kabul etmesidir; sözgelimi onlar için
cömert bir kimse, birçok farklı durum karşısında cömert davranmaya devam
eder. Oysa son dönem yapılan psikolojik araştırmalar, içinde bulunduğumuz
şartların bizleri, düşündüğümüzden çok daha fazla etkilediğini gösteriyor;
birçok yönüyle çevremiz, biz bunun farkına varmasak da, büyük ölçüde
davranışlarımızı etkilemektedir. Örneğin insanlar bir fırından tüten taze ekmek
kokusu duydukları zaman, bir hırdavat dükkânının önünde durdukları zamana
göre çok daha cömert olma eğilimindedirler. Eğer davranışlarımız, böylesi
durumlar veya şartlar tarafından bu kadar kolay etkileniyorsa, bu, erdem
kuramcılarının fazlasıyla methettiği erdemli insanın gerçekten mümkün olup
olmadığına ilişkin birtakım şüpheler doğurur. Bizler çoğunlukla farkında
olduğumuzdan çok daha fazla içinde bulunduğu şartlara veya durumlara bağlı
canlılar olabiliriz ve bu da, önceden belirlenmiş erdemleri ahlakın temelini
oluşturmak bakımından, erdem kuramcılarının birçoğunun düşündüğünün
aksine, daha az güvenilir ilkeler haline getirir.
UYGULAMALI ETİK
Bu bölümde şimdiye kadar üç temel etik kuramının anahatlarını verdim.
Bunların, etik kuramının yegâne türleri olmadığı fakat bunlar arasında en
önemlileri oldukları açıktır. Şimdi de, filozofların kuramlarını hayali
kararlardan ziyade, gerçek kararları fiilen nasıl uyguladıklarına bir göz atalım.
Bu alan, pratik ya da uygulamalı etik olarak bilinir. Uygulamalı etiğe ilişkin
düşünce tarzlarını resmedebilmek için, ötanazi ya da diğer adıyla ölme hakkına
ilişkin etik meseleye yoğunlaşacağız.
ÖTANAZİ
Ötanazi genellikle ölme hakkı olarak tanımlanır. Ötanazinin gerekçelendirilip
gerekçelendirilemeyeceği meselesi genellikle, çok yaşlı ve kronik hasta olup,
özellikle büyük acılar çeken insanlar üzerinden mevzu bahis olur. Sözgelimi
acılar içerisinde bir insanın, zahmete değer bir yaşam sürdürme ihtimali yoksa,
onun bağlı olduğu yaşam destek ünitesini kapatmak, hatta belki de ölümcül bir
ilaç vermek, ahlaken kabul edilebilir midir? Bu, doktorların sıklıkla karşılaşmak
zorunda olduğu pratik etik bir sorudur.
Uygulamalı etiğin büyük çoğunluğunda olduğu gibi, ötanaziyle ilişkili olarak
ortaya çıkan felsefi soruların tümü de, ahlaki sorular değildir. Her şeyden önce,
ötanazi türleri arasında yapabileceğimiz bir dizi önemli ayrım bulunur. İlkin,
hastanın ölmek istediği ve ayrıca bunu dile getirdiği gönüllü ötanazi vardır. Bu,
bir bakıma yardım edilmiş intiharın bir biçimidir. İkincisi, hastanın ölmek
[3]
istemediği ve bu isteğinin göz ardı edildiği gönülsüz ötanazi söz konusudur.
Bu, hepsi için olmasa da birçok durum için cinayetle eşdeğerdir. Üçüncü olarak
da, hastanın bilincinin yerinde olmadığı ya da herhangi bir isteğini dile
[4]
getiremediği irade-dışı ötanazi vardır. Burada odaklanacağımız ise, gönüllü
ötanazinin ahlakiliği meselesi olacak.
Bir bireyin benimsediği genel etik kuramı hiç şüphesiz, onun belirli sorulara
verdiği yanıtı belirler. Öyle ki, bu bölümün başında anahatları çizilen görevtemelli etik kuramını kabul eden bir Hıristiyan, ötanaziye ilişkin soruları
yanıtlamak konusunda John Stuart Mill'in sonuççu kuramını, eş deyişle
faydacılığı kabul eden birine göre farklı bir yol izleyecektir. Bir Hıristiyan
muhtemelen "Öldürmemelisin" Emriyle çelişir göründüğü için gönüllü
ötanazinin ahlaki gerekçelendirmesi hakkında şüphelere sahip olacaktır.
Gelgelelim durum bu kadar da kolay değildir. Bu Emir ile Yeni Ahit'in komşunu
sev Emri arasında bir çelişki olabilir. Eğer birisi büyük acılar içerisindeyse ve de
ölmek istiyorsa, onun yaşamına son vermeye yardımcı olmak bir sevgi eylemi
olabilir. Bir Hıristiyan, bu iki Emir arasından hangisini daha kuvvetli olduğunu
karar vermeli ve buna göre eylemelidir.
Buna benzer olarak, Kant'ın etik kuramını benimseyen bir kimse, hiçbir
zaman öldürme görevine bağlılık hissedebilir. Birisini öldürmek, Kant'ın bizim
diğer insanları bir amacın araçları olarak değil, fakat kendinde amaç olarak
görmememiz ve onların insanlıklarına saygı duymamız gerektiği görüşüne karşı
görünür. Bununla beraber, Kategorik İmperatifin (Kesin Buyruğun) yine bu
versiyonu gönüllü ötanazi söz konusu olduğunda, eğer hastanın istediği buysa
ve buna rağmen yardım görmeden bunu yerine getiremiyorsa, birisinin
yaşamına son vermek için ahlaki bir gerekçelendirme sağlayabilir.
Bir faydacı, bu meseleyi oldukça farklı bir pencereden görecektir. Bir faydacı
için güçlük, görevlerin birbirleriyle çelişkisi değil, fakat daha ziyade çok çeşitli
olası eylem tarzlarının etkilerini hesap etmek olacaktır. Bu durumda, hangi
eylem tarzı en çok sayıda insan için en büyük miktarda mutluluğu beraberinde
getiriyor ya da en azından mutluluğun mutsuzluğa ağır bastığı en iyi dengeyi
kuruyorsa, o, ahlaki açıdan doğru olan eylem olacaktır. Faydacı, hasta için
doğabilecek sonuçları düşünür. Eğer hasta yaşamaya devam ederse, o büyük bir
acı deneyimleyecek ve zaten kısa süre içerisinde ölecektir. Hastaya ötanazi
uygulandığında, tüm mutlu olma kapasitesinin son bulacağı gibi, çektiği acı da
dinecektir. Ancak bunlar, hesaba katılması gereken yegâne etkiler değildir.
Bununla birlikte bir dizi yan-etkiler de söz konusudur. Sözgelimi, ötanazi
sonucu hastanın ölmesi, hastanın yakınları arasında üzüntüye sebep olabilir.
Ayrıca, ötanazinin uygulanması yasanın çiğnenmesini de gerektirebilir;
dolayısıyla hastanın ölmesine yardımcı olan kişi hakkında kovuşturma
başlatılma riski doğabilir. Bu da, genel olarak yasanın çiğnenmesinin
ahlakiliğine ilişkin sorulara yol açar.
Tek bir ötanazi eyleminin uygulanmasının beraberinde getirdiği bir diğer
yan-etki de, ilkesiz doktorların hastalarını, bunun hastanın dileği olduğu kisvesi
altında, öldürmelerini kolaylaştırabilmesidir. Tüm ötanazi türlerinin
aleyhtarları, sıklıkla, Hitler'in imha tekniklerinin ilkin gönülsüz ötanazi
programının kurbanları üzerinde denendiğine işaret ederler. Belki de gönüllü
her bireysel ötanazi eylemi, birilerinin gönülsüz bir ötanazi politikası
getirmesini kolaylaştırmaktadır. Bir faydacı, belirli bir ötanazi eyleminin
ahlaken gerekçelendirilebilir ya da gerekçelendirilemez olduğuna karar
verebilmek içim, eylemin bu türden olası sonuçlarını da hesaba katar.
Bir erdem kuramcısı, ötanazi eylemini uygulayan insanın karakterini ön
plana çıkararak, ötanazi meselesine biraz daha farklı biçimde yaklaşır. Her ne
kadar başka bir insanı öldürmek genellikle, adalet ve hayırseverlik erdemlerine
karşıt olsa da, ölümün diğer insan için faydalı olduğu gönüllü ötanazinin özel
bir durumunda hayırseverlik erdemi buna izin verir. Gelgelelim adalet erdemi,
bu özel durumda bile, buna karşı durabilir. Bir erdem kuramcısı davranışın katı
kurallarına sırtını yaslamaz; fakat o, özel durumların detayları konusunda
duyarlıdır.
Pratik etik soruna ilişkin bu kısa tartışmanın da resmettiği gibi, ne
yapmamız gerektiği hakkında kolay yanıtlara pek az rastlanır. Bununla birlikte
unutulmamalıdır ki, sıklıkla ahlaki yargılarda bulunmak durumundayızdır.
Genetik ile teknolojideki çağdaş gelişmeler, sürekli olarak yaşama ve ölüme
ilişkin yeni etik soruları ortaya çıkarmaktadır. Tıp biliminde yapay döllenme
imkânının artması ve de genetik mühendisliğindeki gelişmeler, sözgelimi,
tahayyül edilemeyecek ölçüde kişisel bilginin erişimine ve gözetlenmesine
olanak tanıyan bilgisayar bilimi alanındaki teknolojik atılımlarda olduğu gibi,
birtakım zorlu etik sorunları beraberinde getirir. Keza AIDS salgını, birisinin
HIV virüsü testini yapmaya zorlanmasının ne zaman kabul edilebilir olduğu
hakkında, geniş çapta etik sorunları beraberinde getirir. Olası yaklaşımların
aydınlatılmasında bu türden sorunlar yalnızca kullanışlı olabilir. Gerçek ahlak
tartışmalarına en yardımcı felsefi katkı, genellikle, bir ahlak kuramının
uygulaması biçimine bürünmemiş olandır. Filozoflar bu türden tartışmalardaki,
ahlaktan ziyade mantıksal noktalara bağlı olan akıl yürütmenin hatalarını
tespit etmek konusunda başarılı olabilmektedirler. Buna rağmen, etik
kararların verdiğimiz en zorlu ve en önemli kararlar olduğu olgusu değişmeden
kalır. Seçimlerimizin sorumluluğu en nihayetinde her birimizin içinde yatar.
ETİK VE META-ETİK
Şimdiye kadar incelemiş olduğumuz üç tür etik kuram -görev-temelli, sonuççu
ve erdem kuramı-birinci dereceden kuramların örnekleridir. Bu da demek
oluyor ki onlar, nasıl davranmamız gerektiğine ilişkin kuramlardır. Bununla
birlikte ahlak filozofları ikinci dereceden sorularla da ilgilenirler: Bunlar, ne
yapmamız gerektiğine değil, fakat etik kuramlarının statüsü hakkında
sorulardır. Etik kuramlarını konu edinen bu kuramsallaştırma, genellikle metaetik olarak bilinir. "Ahlaki bağlamda "doğru"nun anlamı nedir?" sorusu tipik bir
meta-etik sorusudur. Burada meta-etik kuramlarının üçüyle ilgileneceğim: etik
doğalcılık, ahlaki görecelilik ve duyguculuk.
DOĞALCILIK
20. yüzyılın en kapsamlı tartışılan meta-etik sorularından biri, doğalcı
(natüralist) etik olarak adlandırılan kuramların kabul edilebilir olup olmadıkları
sorusudur. Doğalcı bir etik kuramı, ahlaki yargıların bilimsel olarak
keşfedilebilen olgulardan -genellikle insan doğasına ilişkin olgulardan- türediği
varsayımına dayanır.
Faydacı etik insan doğasına ilişkin bir betimlemeden, nasıl davranmamız
gerektiğine ilişkin bir görüşe geçiş yapar. İdeal olarak faydacılık, neyin doğru ve
neyin yanlış olduğunu gösterebilmek için, her bir insanın mutluluğunun niteliği
ve niceliğinin bilimsel bir ölçümünü kullanacaktır. Buna karşın Kantçı etik,
insan psikolojisiyle pek de yakından ilişkili değildir: Kategorik görevlerimiz
sözümona, psikolojik değil mantıksal değerlendirmelerin bir sonucudur.
DOĞALCILIĞIN ELEŞTİRİSİ
OLGU/DEĞER AYRIMI
Birçok filozof doğalcı etik kuramlarının tümünün bir hatayı temel aldığına
inanır: olgular ile değerlerin temelde birbirinden farklı türden şeyler olduğunun
farkına varmaktaki başarısızlık. Doğalcılığa karşı çıkanlar, yani doğalcılık
karşıtları, olgusal hiçbir betimlemenin asla herhangi bir değer yargısına
doğrudan yol açmayacağını söylerler; olgudan değer yargısına geçişte her zaman
ek argümanlara ihtiyaç vardır. Bu, zaman zaman, ahlak filozoflarının "olan"dan
"olması gereken"e ilişkin tartışmalara sıklıkla ek argümanlar kullanmadan
geçtiğine işaret eden ilk isim olan David Hume'un ardından Hume Yasası olarak
da adlandırılır.
Doğalcılık karşıtları olgulardan değere ya da bir diğer deyişle "olan"dan
"olması gereken"e pürüzsüz bir geçiş için gerekli olan ek argümana sahip
olmanın imkânsız olduğuna vurgu yaparlar. Olgu ve değer birbirinden farklı
alanlar olup, sözgelimi insan mutluluğu ile ahlaki değer arasında hiçbir
mantıksal bağ yoktur. Doğalcılık karşıtları, bahsi geçen olgulardan değerlere
geçme yanlışını tanımlarken, bir yanılgının kötü bir argüman türüne karşılık
geldiği, G. E. Moore'un (1873-1958) Doğalcı Yanılgı terimini zaman zaman
kullanırlar.
Doğalcılık karşıtlarının bulundukları konumu desteklemek için kullandığı
bir başka argüman da Açık Soru Argümanı olarak bilinir.
AÇIK SORU ARGÜMANI
İlk kez G. E. Moore tarafından kullanılan bu argüman, insanların ahlaka ilişkin
var olan inançlarına açıklık kazandırma yolundan başka bir şey değildir. Açık
Soru Argümanı, birçoğumuzun "iyi" ya da "doğru" gibi ahlaki terimler üzerine
düşünürken, zaten doğalcı yaklaşımı reddettiğimizi göstermenin bir yoludur.
Argüman kısaca şöyledir: İlk olarak, ardından etik sonuçların gelmesi
gereken herhangi bir olgu cümlesini ele alalım. Örneğin, Merhametli İnsanın
kendisi için mümkün olan tüm seçimler arasından soyguna uğramış bir adama
yardım etmeyi seçmesi, en çok sayıda insan için en büyük mutluluğu
beraberinde getiren bir olgu olabilir. Etik doğalcılığın bir biçimi olan faydacı bir
analize göre, soyguna uğramış bir adama yardım etmek, tam da onun bir olgu
olması sebebiyle, mantıksal olarak bakıldığında ahlaken iyi bir eylem olmak
durumundadır. Bununla birlikte, Açık Soru Argümanını kullanan bir doğalcılık
karşıtı, "Bu eylemin en çok sayıda insan için en çok mutluluğu vermesi pek
muhtemeldir; fakat bu onun ahlaken doğru eylem olduğu anlamına mı gelir?"
gibisinden bir soruda mantıksal olarak tutarsız hiçbir yanın olmadığına işaret
eder. Eğer doğalcılığın bu türü doğru olsaydı, söz konusu soruyu sormaya gerek
bile kalmaz, cevap oldukça açık olurdu. Fakat doğalcılığın bu türünün doğruluğu
mutlak olmadığı için doğalcılık karşıtlarına göre bu soru açık bir soru olarak
kalmaya devam eder.
Bir doğalcılık karşıtı, aynı türden soruların, doğal niteliklere ilişkin bir
tasvirin doğrudan etik bir sonuca yol açtığı her durum için sorutabileceğim
iddia eder. Açık Soru Argümanı doğalcılık karşıtlarının "Hiçbir 'olan'dan 'olması
gereken' çıkmaz" sloganını desteklemek için kullandıkları bir yoldur.
Gelgelelim, Açık Soru Argümanı "olan"dan "olması gerekeni"
türetemeyeceğinizi kesin olarak ispatlamaz. Bazı filozoflar, toplumsal
pratiklerin bu geçişin gerçekleştirilebileceğini gösterdiğine işaret ederler.
Sözgelimi birisine 10 pound ödeyeceğime söz vermişsem, bu durumda "Sana 10
pound ödeyeceğime söz veriyorum," sözlerini dile getirecek olmam bir olguya
karşılık gelecektir. Bununla birlikte bu sözü içtenlikle veriyorsam eğer, bu kişiye
10 pound ödeyecek olmam beni ahlaki bir yükümlülük altına koyar. Bu da,
"olan"dan “olması gereken"in türetilemeyeceğine ilişkin görüşe karşı bir örnek
gibi görünür.
İNSAN DOĞASI YOKTUR
Diğer filozoflar, örneğin Jean-Paul Sartre (1905-1980) Varoluşçuluk ve
[5]
Hümanizm adlı dersinde, doğalcı etiği (en azından ahlakın insan doğasına
ilişkin olgular tarafından belirlendiğini söyleyen türünü) farklı bir açıdan
eleştirir. Bu filozoflar, erdem kuramının yaptığı gibi insan doğası gibi bir şeyi
varsaymanın yanlış olduğunu düşünürler. Onlara göre, insan doğası gibi bir
varsayım, kendini-aldatmanın ve her birimizin sahip olduğu büyük
sorumluluğun inkârının bir biçimidir. Hepimiz kendimize ait bir değerler
kümesi oluşturmak durumundayız ve bununla birlikte etik sorulara
verilebilecek hiçbir kolay yanıt yoktur. Ne yapmamız gerektiğini dünyanın
bilimsel bir tasvirinden çıkaramayız fakat yine de her birimiz ahlaki kararlar
vermek durumundayızdır. Bizim dışımızdan gelen sabit yönergeler olmadan bu
tür değer yargılarında bulunmamız gerekliliği insan olmanın bir yanıdır. Etikte
doğalcılık, kendimiz için seçme özgürlüğünün kendini aldatırcasına yok
sayılmasından başka bir şey değildir.
AHLAKİ GÖRECİLİK
Değişik toplumlardaki insanların doğru ve yanlışa ilişkin farklı alışkanlıklara ve
fikirlere sahip oldukları su götürmez bir gerçektir. Her ne kadar bu konuya
ilişkin görüşlerde kayda değer bir örtüşme olsa da, hangi eylemlerin doğru ve
hangi eylemlerin yanlış olduğu hakkında yeryüzünde bir fikir birliği yoktur.
Eğer mekândan mekâna ve çağdan çağa ahlak anlayışlarının ne kadar çok
değiştiğini göz önünde bulundurursanız, mutlak hiçbir ahlaki olgunun
olmadığını, fakat bunun yerine ahlakın her zaman içinde büyüdüğünüz
topluma göreceli olduğunu düşünmek cezbedici olabilir. Dolayısıyla bu görüşe
göre, kölelik, Antik Yunanların pek çoğu için ahlaken kabul edilebilir, fakat
günümüz Avrupalıların birçoğu için kabul edilemez olduğu için, kölelik Antik
Yunanlar için ahlaken doğruyken, günümüz Avrupalıları için yanlış olacaktır.
Ahlakı, yalnızca belirli bir zamanda belirli bir toplumun sahip olduğu değerler
bütünü olarak betimleyen bu görüş ahlaki görecelilik olarak bilinir. Bu, ahlaki
yargıların doğasına ilişkin meta-etik bir görüştür. Ahlaki yargılar yalnızca belirli
bir topluma göreceli olarak doğru veya yanlış olarak değerlendirilebilir. Mutlak
hiçbir ahlaki yargı yoktur: Bütün ahlaki yargılar görecelidir. Ahlaki görecelilik,
sözgelimi ahlakın Tanrı'nın insanlığa olan emirlerine bağlı olduğuna
inananların, eş deyişle bazı eylemlerin mutlak doğru ya da yanlış olduğu
görüşüyle tam bir tezat oluşturur.
Görececiler (rölativistler), genellikle, ahlakın söz konusu türden ele
alınışını, ahlak göreceli olduğu için, diğer toplumların alışkanlıklarına yargıda
bulunulacak tarafsız bir zemin olmaması dolayısıyla hiçbir zaman müdahale
etmemiz gerektiği inancıyla eşleştirirler. Bu görüş, özellikle antropologlar
arasında, belki de kısmen Batılı değerlerin kaba ithalini ilk elden tecrübe
ettikleri için, yaygınlık kazanmıştır. Ahlaki görecelilik, diğer toplumlara karşı
nasıl davranmamız gerektiğini söyleyen bu ek bileşenle birlikte genellikle
normatif görecelilik olarak adlandırılır.
AHLAKİ GÖRECİLİĞİN ELEŞTİRİSİ
GÖRECECİLER TUTARSIZ MIDIR?
Ahlaki görececiler tüm ahlaki yargıların göreceli olduğunu iddia ederken, aynı
zamanda bizlerden, ahlaki görecelilik kuramının bizatihi kendisinin mutlak
doğru olduğuna inanmamızı istemeleri, onların zaman zaman tutarsız olmakla
suçlanmalarına sebep olur. Bu, yalnızca doğrunun da göreceli olduğunu
düşünen bir ahlaki görececi için, eş deyişle mutlak doğru diye bir şeyden söz
edilemeyeceğini ve de doğruların yalnızca belirli toplumlara göreceli olduğunu
düşünen birisi için ciddi bir sorun yaratır. Bu türden bir görececi hiçbir şekilde
bir kuramın mutlak doğru olduğunu savunamaz.
Bununla beraber normatif görececiler, tutarsızlık suçlamasına hiç şüphesiz
açıktırlar. Onlar hem bütün ahlaki yargıların içinde bulunulan topluma göreceli
olduğuna ve hem de toplumların hiçbir şekilde birbirlerine müdahale
etmemeleri gerektiğine inanırlar. Ancak normatif göreceliliğin temel
önermesiyle tamamıyla bağdaşmayan bu ikinci inanç, kuşkusuz mutlak ahlaki
bir yargıya örnek oluşturur. Bu, normatif göreceliliğin başına bela bir eleştiridir.
NEYE TOPLUM DENİR?
Ahlaki görececiler, genellikle neye bir toplum denileceği konusunda
muğlaktırlar. Sözgelimi günümüz Britanya'sında eğlendirici ve dinlendirici
amaçlar için yasaklı uyuşturucuların kullanılmasının ahlaken kabul edilebilir
olduğuna inanan alt-kültürlerin üyeleri hiç şüphesiz vardır. Bu durumda ahlaki
bir görececi hangi noktada, bu alt-kültürün üyelerinin bir toplum olarak ayırt
edilebileceğini ve dolayısıyla diğer kültürlerin eleştirilerinden muaf kalan
kendilerine ait bir ahlaka sahip olduklarını söyleyebilir? Bu sorunun net bir
yanıtı yoktur.
BİR TOPLUMUN AHLAKÎ DEĞERLERİNİN ELEŞTİRİLEMEMESİ
Her ne kadar ahlaki göreceliliğe yöneltilen ilk eleştiriye cevap oluşturulabilse
dahi, karşılanması gereken bir başka güçlük daha vardır. O, bir toplumun
merkezi değerlerinin ahlaken eleştirilmesi olanağını tamamen ortadan kaldırır
gibi görünür. Eğer ahlaki yargılar toplumun merkezi değerleri olarak
tanımlanırsa, o halde bu merkezi değerleri eleştiren hiç kimse eleştirisinin
temeline ahlaki argümanları alamaz. Ağırlıklı olarak, kadınların oy
kullanmasına izin verilmemesi gerektiğini düşünen bir toplumda kadınlar için
oy kullanma hakkını savunan birisi, bu toplumun değerlerine göreceli olarak
ahlak dışı bir şey yapmış olur.
DUYGUCULUK
Bir başka önemli meta-etik kuram da, duyguculuk ya da bilişsel olmayan
[6]
yaklaşım olarak bilinir. Duygucular, örneğin A. J. Ayer'in (1910-1988), Dil,
Doğru ve Mantık [Language, Truth and Logic] adlı kitabının 6. Bölümünde yazdığı
gibi, tüm ahlaki ifadelerin bütünüyle anlamsız olduklarını iddia eder. Onlar
hiçbir şekilde olguları ifade etmezler; ifade ettikleri şeyse sadece konuşanın
duygulandır. Ahlaki yargılar hiçbir gerçek anlama sahip değillerdir: Onlar
yalnızca; homurdanma, iç çekme ya da kahkaha atma gibi, duyguların
dışavurumlarıdırlar.
Dolayısıyla, bir kimse "İşkence yanlıştır" ya da "Doğruyu söylemelisin"
dediğinde doğruyu-söylemek veya işkence hakkındaki duygularını
göstermekten biraz daha fazla bir şey yapar. Bu kimsenin söylediği şey ne doğru
ne de yanlıştır: Onun yaptığı, işkenceden söz edilirken Yuuh! ya da doğruyusöylemek söz konusu olduğunda Yaşasıın! diye bağırmaktan pek farklı değildir.
Nitekim duyguculuk zaman zaman Yuuh/Yaşasıın kuramı olarak da adlandırılır.
Nasıl, birisi "Yuuh!" ya da "Yaşasıın!" diye bağırdığında sadece ne hissettiğini
göstermekle kalmayıp, aynı zamanda başkalarını da teşvik etmeye çalışıyorsa,
aynı şekilde ahlaki ifadeleri dile getiren birisi de, genellikle, insanları o mesele
hakkında kendisi gibi düşünmeye ikna etmek için uğraşır.
DUYGUCULUĞUN ELEŞTİRİSİ
AHLAKİ ARGÜMANLARIN İMKÂNSIZLIĞI
Duyguculuğa yöneltilen eleştirilerden birisi, onun doğru olması halinde, bütün
ahlaki argümanların imkânsız hale geleceğidir. Elimizde ahlaki argümana en
yakın şey iki insanın birbirlerine duygularını ifade etmesinden başka bir şey
olmayacaktır: Birinin "Yuuh!" diğerinin ise "Yaşasıın!" diye bağırmasıyla eş
değer. Oysa biz ahlaki meseleler söz konusu olduğunda ciddi tartışmalara ve de
düşüncelere sahibiz, dolayısıyla duyguculuk yanlış olmak zorundadır.
Gelgelelim bir duygucu, bu eleştiriyi kuramın kendisine bir tehdit olarak
görmeyecektir. Birçok farklı türden argüman sözümona ahlak tartışmalarında
kullanılmıştır. Sözgelimi, gönüllü kürtajın ahlaken kabul edilebilir olup
olmadığı türünden pratik etik bir sorunun tartışmasında, meselenin altında
duran olgusal bir taraf da söz konusu olabilir. Bu olgusal yan, bir fetüsün hangi
dönemde rahmin dışında hayatta kalmayı başarabileceğine ilişkin yapılan
tartışmalar da olabilir. Bu, etik bir sorudan çok, bilimsel bir sorudur. Bununla
birlikte, ahlaki tartışmalarla görünüşte ilişki kuran insanlar, "doğru", "yanlış",
"sorumluluk" vb türden ahlaki sözcüklerin tanımlarıyla da ilgilenmiş olabilirler:
Duygucu böyle bir tartışmanın anlamlı olabileceğini kabul edecektir. Nitekim
yalnızca, "İnsanları öldürmek yanlıştır" gibisinden gerçek ahlaki yargılar
duyguların dışavurumları olan yargılardır.
Bu durumda bir duygucu, ahlaki meselelere ilişkin birtakım anlamlı
tartışmaların gerçekten ortaya çıktığını kabul edecektir: Tartışmaya iştirak
edenler yalnızca gerçek ahlaki yargılarda bulunduklarında, tartışmanın kendisi
duyguların anlamsız bir dışavurumu halini alır.
TEHLİKELİ SONUÇLAR
Duyguculuğa yöneltilen ikinci eleştiri de, onun doğru olduğu ortaya çıksa bile,
tehlikeli sonuçları ortaya çıkarmasının pek muhtemel olmasıdır. Eğer herkes
"Cinayet yanlıştır" gibi bir ifadenin "Cinayet, oley!" demekle eşdeğer olduğuna
inanırsa, bu durumda tüm toplumun çökeceği düşünülür.
Keza Kantçı görüşte, ahlaki yargıların -kişisel olmayıp- herkes için geçerli
olması, bireylere genel olarak kabul edilen ahlaki bir kodu kendisinde tutmak
için iyi bir neden vermektedir. Ancak, ahlaki bir yargıda bulunurken tüm
yaptığımız yalnızca duygularımızı dışa vurmaktan ibaretse, o halde, hangi
ahlaki yargılarda bulunmayı seçtiğimizin pek de önemi yok gibi görünür: Öyle
hissetmemiz halinde “Çocuklara işkence etmek doğrudur" gibi bir yargıda
pekâlâ bulunabiliriz. Ve hiç kimse size, bu yargı hakkında kayda değer ahlaki bir
argümanla karşı çıkamaz. Yapabilecekleri en iyi şey, meseleye ilişkin kendi
ahlaki duygularını ifade etmek olabilir.
Ancak bu eleştiri doğrudan doğruya kuramın kendisine meydan okumadığı
için, gerçek anlamıyla duyguculuk karşıtı bir argüman olmayı başaramaz: O,
sadece duyguculuğun geniş kitlelerce doğru kabul edilmesi halinde, ki bu
kuramın kendisinden ayrı bir meseledir, toplum için taşıdığı tehlikelere işaret
eder.
SONUÇ
Burada yürüttüğümüz kısa tartışmadan da anlaşılacağı üzere, ahlak felsefesi ya
da etik, felsefenin muazzam büyüklükte ve karmaşık bir alanıdır. Savaş sonrası
İngiliz ve Amerikalı filozoflar meta-etik sorular üzerine odaklanmaya meyil
ettiler. Gelgelelim son yıllarda bu filozofların ilgileri daha çok, ötanazi, kürtaj,
embriyo çalışmaları, hayvan deneyleri ve diğer birçok konunun ahlakiliği gibi
pratik etik sorunlara yönelmiştir. Felsefenin bu ya da başka ahlaki sorulara
verebilecek kolay yanıtları olmasa da, o, bu türden soruların akıllıca
tartışılabilmesi için gerekli olan sözcük dağarcığını ve çerçeveyi sağlar.
EK KAYNAKLAR
James Rachels'ın The Elements of Moral Philosophy (4. Baskı, Boston, Mass.:
McGraw-Hill, 2003) adlı kitabı ahlak felsefesine mükemmel bir kısa giriş
kitabıdır. Bu alana ilişkin bir başka değerli kitapsa, Simon Blackburn'ün ilk
olarak Being Good (Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları, 2002) başlığı altında
yayımlanan Ethics: A Very Short Introduction (Oxford: Oxford Üniversitesi
Yayınları, 2003) adlı kitabıdır.
Richard Norman'ın The Moral Philosophers (2. basım, Oxford: Clarendon
Yayınları, 1998) adlı eseri etiğin tarihine ilişkin oldukça iyi bir giriş kitabıdır:
ayrıca bu kitap detaylı bir ek okuma önerisi de sunar.
Faydacılığa en iyi giriş kitabı editörlüğünü Jonathan Glover'ın üstlendiği
Utilitarianism and its Critics (New York: Macmillan, 1990) adlı kitaptır. Bu kitap
Bentham ve Millin en önemli metinlerinden alıntılardan son dönem
faydacılığına ve onun diğer türlerine kadar pek çok düşünceye yer vermektedir.
Kitabın bazı yerleri oldukça zorlu olmakla birlikte Glover'ın her bir bölüm için
yazdığı girişler bunu kolaylaştırmak konusunda fazlasıyla yardımcıdır. Roger
Crisp'in Mill on Utilitarianism (Londra: Routledge, Routledge Guidebook series,
1997) adlı eseri bu alana ilişkin bir başka olağanüstü kitaptır. J. J. C. Smart ve
Bernard Williams'in Utilitarianism: For and Against (Cambridge: Cambridge
Üniversitesi Yayınları, 1973) adlı kitapları faydacılığın klasik bir tartışmasını
sunar.
Uygulamalı etik konusu üzerine, Jonathan Glover'ın Causing Death and
Saving Lives (Londra: Penguin, 1977) ve Peter Singer'in Practical Ethics (3. Baskı,
Cambridge: Cambridge Üniversitesi Yayınları, 2011) [Pratik Etik, çev: Nedim
Çatlı, İthaki Yay., 2015] adlı eserleri hem ilginç hem de nüfuz edilebilir
kitaplardır. Editörlüğünü Peter Singer'in üstlendiği Applied Ethics (Oxford:
Oxford Üniversitesi Yayınları, 1986) adlı kitap mükemmel bir denemeler seçkisi
sunar. Peter Singer'in editörlüğünü yaptığı bir başka kitap olan A Companion to
Ethics (Oxford: Blackwell, 1991) etikteki geniş bir yelpazedeki konulara daha
kapsamlı bir giriş kitabıdır. Michael Sandel'in Justice: What's The Right Thing to
Do? (Londra: Allen Lane, 2009) [Adalet, çev: Mehmet Kocaoğlu, Big bang Yay.,
2013] adlı kitabı yazarın faydacı yaklaşımı reddettiği ve de Aristotelesçiliğin bir
biçimi lehinde tavır sergileyip bu görüşünü gerçek-yaşam olaylarını
örnekleyerek desteklediği ahlak üzerine geniş kapsamlı bir kitap olmasının yanı
sıra, oldukça da okunaklıdır. Anne Thomson'ın Critical Reasoning in Ethics
(Londra: Routledge, 1999) adlı kitabı ahlaki meselelere eleştirel düşünmenin
uygulanmasında fazlasıyla kullanışlı bir rehber kitaptır.
J. L. Mackie'nin Ethics: Inventing Right and Wrong (Londra: Penguin, 1977)
ve G. J. Wamock'ın Contemporary Moral Philosophy (Londra: Macmillan, 1967)
adlı kitaplarının her ikisi de pek kolay kitaplar olmasa da, ahlak felsefesine giriş
niteliğindeki bu kitaplar okunmaya fazlasıyla değerdir.
3
HAYVANLAR
Eski zamanlardan beri filozoflar, insanoğlunun hayvanlardan nasıl farklılık
gösterdiği üzerine sorular soragelmişlerdir. Vejetaryenlik, ahlak temelinde yeni
bir olgu değildir: Antik Yunan'da bazı insanlar et yemeyi reddetmişlerdi.
Bununla birlikte birkaç bin yıl boyunca hâkim olan görüş hayvanların,
insanların onlara uygun gördüğü şeyler için dünyada olduklarıdır; bu da
hayvanları yemek için öldürmeyi, derilerinden kıyafet ve ayakkabı yapmayı,
onları bilimsel ve ticari araştırmalarda denek olarak kullanmayı ve hatta balık
tutmada, bazı avcılık biçimlerinde, sirklerde ve de boğa güreşinde olduğu gibi,
eğlence amaçlı kullanmayı içermektedir. Gelgelelim 20. yüzyılın sonlarıyla
birlikte hayvanların deneyimi ve insan olmayan canlılara nasıl davranılması
gerektiğine ilişkin felsefi ilgide kayda değer bir artış görülür. Hayvanların
refahına ilişkin sorunlar, sadece çiftçilik ya da bilimsel metodoloji hakkındaki
pratik sorular olmaktan çıkıp, ahlak meselelerine giderek artan biçimde nüfuz
eder görünmektedir.
ACI ÇEKEN HAYVANLAR
Köpek, kedi, boğa ya da şempanze gibi memelilerin, kendileri için hoş olmayan
acılar duyabildiklerini fark edebilmek için hayal gücünü pek de zorlamaya gerek
yoktur. Bu hayvanların tümü, fiziksel şiddet görmeleri halinde, inler,
kendilerini bundan sakınacak eylemler sergiler ve birçok üzüntü emaresi
gösterirler. Hiç şüphesiz insanların çoğunun aksine hayvanlar (belki de, temel
işaret dili öğretilen birkaç şempanzenin yarattığı istisna dışında) deneyimlerini
dille aktaramazlar; fakat davranışlarının makul açıklaması bariz bir şekilde
onların da en az bizim kadar acı duyduklarını göstermektedir.
Dolayısıyla hayvanlara nasıl davranmamız gerektiği tartışmasının başlangıç
noktasını, onların çoğunun ve belki de hepsinin acı çektiği kabulü oluşturur. Bu
bakımdan onlar; masalar, taşlar ve arabalar gibi cansız nesnelerden ve de sinir
sistemine sahip olmayan bitkilerden farklılık gösterir. Bu en temel başlangıç
noktasını çok az insan inkâr edecektir, fakat tarihsel olarak bakıldığında en
azından önemli filozoflardan biri, ki bu filozof bizatihi René Descartes'tır, tam
da bunu yapmıştır.
HAYVANLARIN ACI ÇEKTİĞİNE İLİŞKİN GÖRÜŞÜN
ELEŞTİRİSİ
'HAYVANLAR ACI DUYMAZ'
Descartes, çağdaşları gibi, insanoğlunun temelde diğer hayvanlardan farklılık
gösterdiğine inanır. Ona göre, insanoğlunda bedenle karşılıklı etkileşim içinde
olan bir ruh vardır. Bununla birlikte ne yazık ki Descartes, [insan olmayan]
diğer hayvanların ruha sahip olduklarına inanmaz. Ona göre, onların görünür
acı deneyimleri mekanikle açıklanabilir. Descartes, insan ve hayvan bedeninin
çalışma biçiminin makinelere oldukça benzediğini düşünür. Onun düşüncesine
göre, bu ikisi arasındaki ayrım, insan “makinelerinin" bedenle karşılıklı
etkileşim halinde olan ruh tarafından yönetildiği halde, hayvanların salt
makineler olmasıdır. Bu bakımdan, sözgelimi ayağı kapana kısılan bir köpeğin
iniltisi, alarmı olan bir makinenin çalmasından pek de farksız değildir. Burada
köpeğin iniltisi, gerçek acı deneyiminin bir göstergesi değildir. Bu, Descartes'ın,
bilimin ilerlemesine katkıda bulunacağı için hayvanların denek olarak
kullanılmasından, yani onların henüz hayattayken kesilip biçilmesinden
huzursuzluk duymadığı anlamına gelir. O, bir insanın denek olarak
kullanılmasını, insanın ruhu bunun sonucunda büyük ıstıraplar çekebileceği
için, ahlaki bir zorbalık olarak değerlendirir. Fakat Descartes'a göre aynı edimin
hayvanlar üzerinde uygulanmasında, ahlaken hiçbir yanlış yoktur.
DESCARTES'IN HAYVANLARIN ACISI BAĞLAMINDA
ELEŞTİRİSİ
MAKUL OLMAYAN BİR KURAMI ESAS ALIYOR OLMASI
Descartes'ın hayvanların acısına ilişkin görüşü, zihnin doğasını bir tür beden
"makinesi"ndeki “hayalet" gibi betimleyen, makul olmayan bir kurama sırtını
yaslar (Kartezyen düalizm görüşü ileriki bölümlerde tartışılmış ve
eleştirilmiştir).
Fizikalizmin (bkz. 7. Bölüm içinde Fizikalizm) bir biçimine, eş deyişle zihin
ve deneyimin yalnızca bir bedene sahip olmaya bağlı kalmayıp daha ziyade
bedenle deneyimleniyor oluşu fikrine inananlar için, hayvanların bizlerinkine
benzer sinir sistemleri bulunduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda,
birilerinin hayvanların acı duyamayacağını düşünüyor olması oldukça
mantıksız ve rahatsız edicidir. Nitekim zihin/ beden düalistleri bile,
hayvanların zihne sahip olduklarına inanmaları halinde, hayvanların acı
duyduğunu kabul edebilirler.
DARWINCİLİK DİĞER HAYVANLARLA BENZERLİKLERİ AÇIKLAR
Neyse ki, hayvanların acı duyamayacaklarını düşünen pek az insan vardır.
Charles Darvvin'in evrim kuramı, insanoğlunun diğer hayvanlardan nasıl
evrimleştiğinin açıklanması ve insanlar ile insan olmayan hayvanlar arasındaki
yakın bağın vurgulanmasında olağanüstü öneme sahiptir. Darvvin'in fikirleri
geniş çapta kabul görmeden önce, insanoğlunun diğer hayvanlardan kökten
farklı olduğu düşüncesi daha yaygın bir görüştü.
Yine de bazı kimseler, insan-olmayan hayvanların dilleri olmadığı için
bizatihi kendi fiili ve potansiyel acıları üzerine bizlerin yaptığı gibi
düşünemeyeceklerine ve bundan dolayı onların ıstırabının insanların
ıstırabından tamamıyla farklı olduğuna inanmaya devam eder. Gelgelelim bu
düşünürler için, dili henüz öğrenmekte olan veya -belki de, tamamıyla felçli ya
da beyninde başka türden hasar bulunması sebebiyle- dilleri olmayan insanların
da söz konusu insan-olmayan hayvanlarla aynı konumda olup olmadıkları
sorusu, yanıtlanması gereken bir soru olarak kalmaya devam eder.
HAYVANLARIN ISTIRABININ AHLAKLA İLİŞKİSİ
Hayvanların, özellikle de sinir sistemleri insanınkinden pek de farklılık
göstermeyen memelilerin açıkça acı duydukları ve bundan hoşlanmadıkları göz
önünde bulundurulursa, onu nasıl bir düşünce takip eder? Jeremy Bentham
(bkz. 2. Bölüm) hayvanların ıstırabının bizim nasıl davranmamız gerektiğine
dair her bir ahlaki değerlendirmeye dahil edilmesi gerektiğini düşünür. Onun
faydacılığı hazzı en yüksek seviyede, acıyı ise olabildiğince asgari düzeyde
tutmamız gerektiği fikri üzerine bina edilir. Hayvanlar da acı duyabildikleri için,
onların acısı da "felisifik hesap"a, eş deyişle muhtemel her tür eylemden doğan
olası haz ve acının hesabına dahil edilmelidir.
Ancak Bentham'ın da fark ettiği üzere, insanların çoğu diğer hayvanlardan
farklı biçimde haz ve acı duymaya müsaittir. Öyle ki, dil aracılığıyla acı deneyimi
üzerine odaklanmamız durumunda, bizler, diğer hayvanlardan farklı olarak,
eylemlerin olası neticeleriyle temas kurabilir ve bu neticeleri önceden
kestirebiliriz. Bu, sözgelimi bir hapishane hücresinde işkenceyi bekleyen ve
çekeceği acıyı öngörebilen bir insanın, benzer durumda olan bir hayvana göre,
muhtemelen daha yoğun psikolojik ıstırap duyacağı anlamına gelir. Bu da, söz
konusu konumdaki insanın duyduğu acının niceliğini, kendisiyle benzer
konuma koyulan bir hayvana göre kat be kat artıracaktır.
Nitekim bu, hayvanların çektikleri ıstırabın hesaba katılmadığı anlamına
gelmez; daha ziyade ıstırap duymanın insanlar üzerinde farklı bir yoğunluğu,
süresi ve etkileri olabileceği anlamına gelir; bir eylemin gidişatının neticeleri
olan haz ya da acının hesaplanmasında tüm sonuçlara ağırlık verilmesi gerekir.
Buradan yola çıkarak bazı faydacılar, insanca yetiştirilmiş olmaları ve onlara en
az acıyı verecek şekilde kesilmiş olmaları koşuluyla, diğer hayvanları yemenin
ahlaken hiçbir yanlış tarafı olmadığını iddia ederler. İnsanların et yerken
duyduğu haz ile hayvanların yetiştirilme ve kesilme sürecinde duyduğu tüm
acıların kıyas edilmesi gerekir. Dolayısıyla, insanın duyduğu haz hayvanların
duyduğu ıstıraba ağır basarsa, bu basit hesaba göre, et yemek
gerekçelendirilebilir. Bu, aslında bizatihi Bentham'ın savunduğu görüştür.
HAYVANLARIN REFAHI
Ancak, gerçekte, büyük ölçekli çiftçilik, hayvanların refahını güvence altına
almakta sık sık başarısız olur. Bununla birlikte bazı ülkelerde domuz, buzağı,
tavuk, sığır gibi -açıkça acı çekmeye müsait olan- hayvanların oldukça sınırlı ve
kalabalık mekânlarda tutuldukları ve de et, yumurta ya da süt ürünlerini olası
en düşük fiyata üretmek uğruna hayvanların çektiği acıların önemsenmediği
"fabrika çiftçiliği"ne müsaade edilir. Dolayısıyla, faydacı bir hesabın bu türden
uygulamaları gerekçelendirebilmesi pek de muhtemel değildir.
TÜRCÜLÜK
Avustralyalı filozof Peter Singer (1946-), çağdaşlarından farklı olarak,
hayvanların ihtiyaçlarının insanlarınkinden farklı görülmesini "türcülük" (bu
sözcük ilk kez Richard Ryder tarafından kullanılmıştır) olarak addeder.
Türcülük bir bakıma ırkçılığa benzer. Bu, sağlam temeller üzerine kurulu
olmayan önyargılı ayrımcılığın bir biçimi ve en az ırkçılık kadar şiddetle
kınanması ve de kaçınılması gereken bir şeydir. Irkçılar, genellikle, sergiledikleri
eylemlerden de görüleceği üzere, baskı uyguladıkları topluluğun üyelerini
umursamazlar. Onlar, çoğunlukla, bazı ırkların ıstırap çekmelerine sebep
olmaktan memnuniyet duyarlar; zira onlara göre bu ırklar kendi ait oldukları
ırktan bir şekilde aşağıdadır.
Türcülük, tıpkı ırkçılık gibi, diğerlerinin ayrıcalıklarının hiçbir şekilde
hesaba katılmadığı ya da çok az hesaba katıldığı bir düşünme biçimini içerir; ki
bu durumda, eş deyişle türcülük söz konusu olduğunda "diğerleri" insanolmayan hayvanlardır. Türcülük ahlaki değerleri söz konusu bireyin
ayrıcalıklarıyla değil, kendi türü açısından temellendirir. Türcülük karşıtlarının
da ortaya koyduğu gibi bu, kendi türünün lehine irrasyonel bir önyargıdır.
Bununla birlikte türcülük karşıtlarının, tüm hayvanlara aynı biçimde
davranılması gerektiği türünde bir iddiada bulunmadıklarını ayırt etmek
oldukça önemlidir. Burada asıl önemli olan, insan-olmayan hayvanların,
yaşanılan ve deneyimlenen hayatların özneleri olduğu temelinde, ayrıcalıklarını
eşit bir şekilde göz önünde bulundurmaktır. Bu, sıklıkla bir türcülük karşıtının
insan-olmayan bir hayvan ile bir insanın ayrıcalıklarının karşı karşıya geldiği bir
durumda, yine önceliği insana vereceği şeklinde yorumlanır. Fakat bu,
insanoğlunun yalnızca homo sapiens türünün bir üyesi olması temeline
dayanmaz; daha ziyade o, sözgelimi bir insanın belirli türden psikolojik acı
çekme kapasitesinin diğer türlerin üyelerine nazaran daha büyük olması
hesabına dayanır.
TÜRCÜLÜK LEHİNE ARGÜMANLAR
HAYVANLAR İNSANLARIN YARARI İÇİN VARDIR
Türcülük, rengi belli olmayan ya da tarafsız bir sözcük değildir. Bu kavram,
güçlü bir şekilde reddetmek anlamını da içerir. Bazı Hıristiyanlar, Tanrı'nın
insanoğluna hayvanlar üzerinde hâkimiyet verdiğini ve dolayısıyla bizlerin,
insan-olmayan hayvanlara insanlardan farklı davranmasının Tanrı'nın
bahşettiği bir hak olduğunu iddia ederler: Tanrı, hayvanları bir nevi bu
sebepten ötürü dünyaya getirmiştir. Diğer bir deyişle, bazı Hıristiyanlar
savundukları türcülüğün Kutsal Kitaba dayanan bir gerekçelendirmesi
olduğunu, ve bunun da Tanrı'nın insanlık için planının bir parçası olduğunu
düşünürler. Bu görüşü, Hıristiyan olmayan birçok kişi de benimsemiştir:
Örneğin Aristoteles, hayvanların insanoğlu için var olduklarını düşünür; buna
göre onlar yük hayvanı, taşıma ve yemek kaynağı oldukları ve de derilerinden
olağanüstü ayakkabılar ve kıyafetler yapılabildiği için dünyadadırlar.
HAYVANLAR BİRBİRLERİNE SAYGI GÖSTERMEZLER
Türcülerin bulundukları konumu savunabilmek için zaman zaman kullandıkları
bir başka argüman ise, hayvanların pek çoğunun birbirlerini avladıkları,
öldürdükleri ve yedikleri için açıkça birbirlerine saygı duymadıklarıdır. Katil
balinalar yavru fok balıklarını yiyorsa, bu durumda bizler, katil balinalara zarar
vermekten neden endişe duyalım ki? Eğer hayvanlar birbirlerine zarar veriyor
ya da birbirlerini öldürüyor ve de yiyorsa, bu durumda neden bizler de aynısını
onlara yapamayalım?
Bu sorulara verilen yanıtlardan biri, insan-olmayan hayvanların bu tür
eylemleri gerçekleştirmeden önce, mevcut seçenekleri değerlendirecek ve de
rasyonel bir seçim yapacak şekilde düşünemedikleridir. Gelgelelim bizler bunu
yapabiliriz, dolayısıyla da yapmalıyız. Buna ek olarak türcülük karşıtları, insanın
et ya da balık tüketmeye ihtiyacı olmadığına da işaret edebilirler: birçok
hayvanın böyle bir seçeneği yokken; bizler et ve balık tüketmeden de hayatta
kalabiliriz. Nitekim bazıları, tıbbi verileri esas alarak, insanoğlu için, iyi
dengelenmiş vejetaryen bir beslenme biçiminin, et içeren bir beslenme biçimine
kıyasla ciddi oranda daha sağlıklı olduğunu düşünür. Daha sağlıklı bir yaşamın
daha büyük mutluluk ve daha az acı getirmesi ve bununla birlikte kamusal
sağlık hizmetlerine olan ihtiyacı ve talebi azaltması pek muhtemeldir;
dolayısıyla belki de faydacı aklı yürütme bile vejetaryenliği et yemeye tercih
edebilir. Bu argüman zaman zaman ekolojik argümanla, eş deyişle tarım
ürünleri yetiştirmenin hayvanları büyütmeye kıyasla çok daha az C02salınımına
sebep olacağını ve dolayısıyla bunun herkesin yararına olduğunu iddia eden
argümanla birleştirilir.
ÇOCUKLARIMIZIN LEHİNE OLANLA KURULAN ANALOJİ
Bazı düşünürlerin türcülük lehine kullandıkları bir başka argüman da,
ebeveynlerin bizatihi kendi çocuklarının ayrıcalıklarının diğerlerinin
ayrıcalıklarıyla karşı karşıya geldiği durumda sahip oldukları önyargıyla kurulan
bir analojiyi esas alır. Sözgelimi, bir anne, çocuğunun yaptığı iş görüşmesinde,
her ne kadar bu, iş görüşmesine katılan diğer adayların başarısız olması
anlamına gelse de, muvaffak olmasını isteyebilir. Kendi çocuğumuzun lehine bu
türden tercihler doğru görünmektedir: Hatta başka çocukların yararına olanları,
kendi çocuklarınınkinden üstün tutmaya her zaman hazır görünen bir ebeveyn
hakkında endişe duyabiliriz. Kendi çocuklarımız için böylesine şişirilmiş bir
ilginin ahlaken kabul edilebilir ve hatta belki de gerekli olduğunu
düşünüyorsanız; bu durumda aynı akıl yürütmenin -kurulan analojiyle- kendi
türümüzün üyelerine de uygulanabileceği görüşünü kabul etmeye hazır
olabilirsiniz demektir. Argüman, kendi türümüzün üyelerine, genişletilmiş
ailemizin üyeleri gibi (yani, sahip oldukları bir diğer anlamda) davranmayı
ahlaken gerekçelendirir, ve dolayısıyla onları diğer hayvanlara göreceli olarak
ayrıcalıklı sayar.
TÜRCÜLÜK KARŞITLIĞI
Türcülük karşıtlığı, insan-olmayan hayvanların, özellikle de memelilerin açıkça
ayrıcalıkları olduğu fikrine dayanır. Sözgelimi bir taşın aksine, bir fare zarar
görmemek ve bir şempanze de üzerinde deney yapılmamak gibi bir ayrıcalığa
sahiptir. Bir farenin bacağı kapana kısıldığında acı çekeceğini; kafese kapatılmış
ve üzerinde çeşitli ilaçlar denenen bir şempanzenin de büyük acılar duyacağını
biliriz. Türcülük karşıtları, diğerlerinin ayrıcalıklarını gözetmenin, bir hayvanın
yetilerine değil, yalnızca onun ayrıcalıkları bulunduğu olgusuna bağlı olduğuna
inanır. Ayrıcalıkları olan bir hayvanın en önemli özelliği, onun acı çekmeye
müsait olmasıdır; bu, ayrıcalıklara sahip olmanın bir önkoşuludur. Farz edelim
ki, insan-olmayan hayvanların acı çekmemek gibi bir ayrıcalığa sahip
olduklarını biliyoruz, bu durumda Peter Singer ve birçok türcülük karşıtına göre
yapmamız gereken, vejetaryen (ya da mümkünse vegan) olmak ve hayvanlar
üzerinde yapılan deneylerin pek çoğuna hatta mümkünse hepsine engel
olmaktır. Buradaki asıl sınav, bir denek hayvanıyla aynı zihinsel kapasiteye
sahip bir çocuk üzerinde, söz konusu hayvana uygulanan deneylerin aynısını
uygulamaya hazır olup hazır olmadığımız sorusuna yanıt bulmaktır. Bununla
birlikte, türcülerin insan-olmayan hayvanlara, insanlardan daha aşağı ve
onlardan daha az saygıyı hak eder şekilde davranmak için kullandıkları
argümanları, pekâlâ son derece zeki uzaylıların insanları yemek için
yetiştirmelerinin gerekçelendirmesi olarak kullanılabilir.
TÜRCÜLÜK KARŞITLIĞININ ELEŞTİRİSİ
ŞEMPANZE Mİ YOKSA İNSAN MI?
Yanmakta olan bir binada, tamamıyla aynı zihinsel kabiliyete sahip bir
şempanze ile genç bir çocuğun mahsur kaldığını ve onlardan sadece birini
kurtarabileceğinizi tahayyül edin. Çocuğu kurtarmak yerine, şempanzeyi
kurtarmayı seçerşeniz yanlış bir şey mi yapmış olursunuz? Birçok insan bu gibi
düşünce deneylerinin, en azından pek çok kişinin kendi türümüzün üyeleri için,
diğer türlerin üyelerinden daha çok endişelenmemiz gerektiğine ilişkin güçlü
sezgileri olduğunu gösterdiğine inanır. Peki ya, çocukta beyin hasarı söz
konusuysa ve şempanzenin zihinsel kabiliyeti çocuğunkinden çok daha
üstünse?
Pek çokları, söz konusu şartlara rağmen, şempanzenin çocuktan evvel
kurtarılmasını yanlış bulmaya devam edecektir. Şüphesiz türler arasında bir
seçim yapmak gerektiğinde, bahsi geçen insan kıyas edildiği hayvana göre daha
sınırlı bir zihinsel kabiliyete sahip bile olsa, insanı seçmek sezgisel olarak her
zaman doğru olan gibi görünür. Türcülük karşıtları bu sezgilerin bir bakıma
yanlış olduğunu, eş deyişle bir şempanzenin varoluşunu sürdürme ayrıcalığını
yeteri düzeyde göz önünde bulundurulması ve söz konusu şartlar altında bir
şempanzeyi öldürmeye hazır bir kimsenin, şempanzeyle eşit ya da ondan daha
aşağı zihinsel kapasiteye sahip bir çocuğa neden tamamıyla aynı şekilde
davranmayacağı konusunda kesinlikle açık olması gerektiğini düşünürler.
HAYVANLARIN HAKLARI VAR MIDIR?
Bazı düşünürler, hayvanların varoluşunu sürdürmek ve de refaha ulaşmak gibi
ayrıcalıkları olduğunu söylemekten daha öteye giderler; onlara göre, hayvanlar
yasalarca kabul edilmesi (ki henüz kabul görmemiştir) ve hepimizin saygı
duyması gereken, sözgelimi şiddet görmeme gibi, ahlaki haklara sahiptir.
Gerçekten de bazı eleştirmenler, hayvanların refahına ilişkin kaygıları olan
insanları, "hayvan hakları" hareketinin bir parçası olarak görürler.
HAYVAN HAKLARININ ELEŞTİRİSİ
HAKLAR GÖREVLERİ GEREKTİRİR
Buna karşın birçok filozof, insan-olmayan hayvanlara hakları varmış gibi
davranmanın bir hata olduğunu iddia eder. Bunun sebebiyse, hakların görevleri
gerektirmesidir. Haklarla birlikte gelen sorumlulukları üstlenmeye uygun
olmadığınız müddetçe, ahlaki haklara sahip olamazsınız. Bununla birlikte
insan-olmayan hayvanların görevleri olamaz. Zira onlar, dil yetileri olmadığı
için, hiçbir hak kavramını kavrayamazlar. Hak kavramı, yalnızca diğerlerine
olan görevlerimizi kabul edebildiğimiz ve de onları yerine getirebildiğimiz bir
insan dünyasında anlama sahiptir. Keza haklar alanına dahil olabilmek için,
ahlaki bir topluluğun bir üyesi olmaya yetkin ve bizatihi ahlaki eylemeye uygun
olmalısınız. Gelgelelim bu argümanı kabul etseniz bile, bunun hayvanlara
istediğiniz her şekilde davranabileceğiniz anlamına gelmediğine dikkat etmeniz
gerekir. Hayvanların esenliğiyle ilgili büyük endişeleri olanların birçoğu, onların
ahlaki haklara sahip olduğu fikrini tamamıyla reddeder; fakat bununla birlikte
onlar, hayvanların refahı ve çektikleri ıstırabın bizleri büyük ölçüde
ilgilendirmesi gerektiğini ve hayvanlara kötü davranmanın insanoğluna zarar
vermenin dolaylı bir biçimi olduğunu düşünürler.
Hayvanların ahlaki haklara sahip oldukları fikrine yapılan bu saldırıya karşı,
bazı insanların görevlere sahip olma kapasitesinin olmadığı ve dolayısıyla hiçbir
hakka sahip olmadıkları söylenebilir. Sözgelimi kalıcı olarak bitkisel hayattaki
biri haklara sahip olmaya devam eder; bununla birlikte pek çok insan,
hamileliğin ileri aşamalarında anne karnındaki doğmamış çocukların ve
konuşmayı henüz öğrenmemiş çocukların da haklara sahip olduğunu düşünür.
Bu, trajik bir şekilde, entelektüel gelişimini herhangi bir ahlaki görevi anlayacak
ve üstlenecek seviyeye getirme şansı olmayan bir çocuk için (sözgelimi ciddi
beyin hasarına sahip çocuklar söz konusu olduğunda) de böyledir. Bu insanlar
görevler üstlenemedikleri halde haklara sahiplerse, bu durumda hayvanların da
haklarının olması pekâlâ mümkündür.
HAYVANLARA KARŞI DOLAYLI GÖREVLER
Hayvanlara nasıl davranmamız gerektiğine ilişkin farklı bir yaklaşım
temellerini, bizlerin hayvanlara karşı doğrudan hiçbir görevimizin olmadığı ve
onların ayrıcalıklarını gözetmemiz gerekmediği fikrinde bulur. Bizlerin
hayvanlara karşı olan görünür görevleri aslında diğer insanlar üzerinden
kurulan dolaylı görevlerdir. Bu, birçok durumda hayvanlara zarar vermenin
yanlış olduğu, fakat bu yanlışlığın bizlerin hayvanlara karşı olan
görevlerimizden dolayı değil, bizatihi kendimize ve diğer insanlara karşı olan
görevlerimizden kaynaklı olduğu anlamına gelir. Bu düşünürlere göre akıl
yürütme yeteneği, eylemden sorumlu olabilme, vb haklara sahip olmanın
önkoşullarıdır. Hayvanlar, hakları kendilerinde barındırmayı sağlayabilmek için
psikolojik ve ahlaki olarak yeterince gelişmemiştir.
Örneğin, Immanuel Kant için, hayvanlara zarar vermenin yanlış olmasının
hayvanların duyduğu acıyla hiçbir alakası yoktur. Zira bunun yanlışlığının
nedeni, kişiliğimize zarar vermesi ve onun diğer insanlarla kurduğumuz iyi bir
ilişkiyi baltalamaya sebebiyet vermesidir. Buradaki iddia, sözgelimi acımasızca
kendi köpeğini döven birisinin, aynı acımasızlığı insanoğluna göstereceğidir. Bu
görüşe göre, acımasızlığı kesinlikle hoş karşılamamalıyız, fakat bunun sebebi
acımasızlığın kendisinde herhangi bir kötülük olması değil, daha ziyade insanolmayan hayvanlara acımasızca davranmaya müsait birisinin, aynı şekilde
insanoğluna da bu şekilde davranabilecek olmasıdır. Hayvanlara acımasızca
davranmak, bizatihi insanoğlunun ahlaki karakterine zarar verir. Kant için,
köpeğin duyduğu acı, eylemin değerlendirilmesiyle doğrudan bir ilişkiye sahip
değildir. Dolayısıyla köpeğe zarar vermeme görevimiz köpeğin kendisine dair
değil, daha çok diğer insanlara olan görevimizdir.
DOLAYLI GÖREV GÖRÜŞÜNÜN ELEŞTİRİSİ
MAKUL OLMAMASI
Jeremy Bentham gibi bir faydacı için, hayvanlar tarafından duyulan acı hiç
şüphesiz ahlaki eylemle ilişkilidir. Ona göre, hayvanların tecrübe ettiği acının
ciddiye alınması gerekir. Dayanılmaz acılar içerisindeki bir hayvanı gören
herhangi birisi için, tüm bu acılara sebebiyet vermenin ahlaken kötü olmasının
kaynağını eylemin failinde yaratacağı etkide görmek pek de makul değildir.
Bireyin üzerinde oluşan yıkıcı etkilerin de kötü olduğunu kabul edebiliriz, fakat
birçok insan için hayvanın deneyimlediği acının bu durumla ilgisiz olduğu
sarsılmaz bir sezgidir.
KANITLANMAMIŞ EMPİRİK BİR İDDİAYA DAYANIYOR OLMASI
Dolaylı görev görüşünün altında empirik bir iddia, yani hayvanlara karşı yapılan
tüm acımasız davranışlar insanı diğer insanlara karşı gaddarlaştırır iddiası
yatar. Gelgelelim bu görüş, çok da doğru olmayabilir. Eğer değilse, bu durumda
Kant'ın yaklaşımını gerekçelendirmek oldukça zor olacaktır. Öyle ki hayvanlara
karşı sergilenen acımasızlık yalnızca zaman zaman insan üzerinde böylesi bir
etkiye sahipse, o halde buradan hayvanlara her zaman insanca davranmak gibi
bir görevimiz olduğu sonucu çıkmaz. Sözgelimi, deneysel araştırmaların, dana
ve buzağıların gün ışığına çıkmadığı, havasız ortamlarda hapsedildiği geleneksel
büyükbaş çiftçiliğinin, insan-olmayan hayvanlara gösterilen acımasızlık bir
yana, büyükbaş çiftçilerinin insanlarla olan etkileşimine yıkıcı bir etkisinin
bulunmadığını göstermesi halinde, büyükbaş hayvancılığının acımasızlığına
karşı sunulabilecek hiçbir dolaylı argüman kalmayacaktır.
SONUÇ
Felsefeyi eleştiren bazı insanlar, onun her şeyi olduğu gibi bırakan yararsız bir
etkinlik olduğunu iddia ederler. Hayvanların refahına ilişkin felsefi soruşturma,
fikirlerin topluma önemli etkide bulunduğu ve de birçok ülkenin bu anlamda
yasalarını değiştirmesini sağlayan bir alandır.
Bir sonraki bölüm, insanların düşünme ve eyleme biçimlerini değiştiren
felsefenin bir diğer alanına, eş deyişle siyaset felsefesine odaklanacaktır.
EK KAYNAKLAR
Rosalind Hursthouse'un, esasen açıköğretim felsefe dersi için yazılmış Humans
and Other Animais: An Introduction with Readings (Londra: Routledge, 2000) adlı
kitabı, bu bölümün konu edindiği birçok meseleye oldukça açık ve eleştirel bir
bakış ve de bu alana ilişkin önemli düşünürlerin yerinde bir okumasını
sunmaktadır. Hursthouse ayrıca erdem kuramının diğer hayvanlara davranış
biçimimize ilişkin soruları nasıl aydınlatabileceğini araştırmaktadır.
Editörlüğünü Susan Armstrong ve Richard G. Botzler'in üstlendiği The
Animal Ethics Anthology (2. Baskı, Londra: Routledge, 2008) adlı kitap hayvan
etiği ve hayvan zihni üzerine geniş çapta bir antoloji sunar.
Peter Singer'ın Practical Ethics (3. Baskı, Cambridge: Cambridge Üniversitesi
Yayınları, 2011) [Pratik Etik, çev: Nedim Çatlı, İthaki Yay., 2015] türcülüğe
ilişkin bir tartışmayı içermektedir.
Roger Scruton'ın Animal Rights and Wrongs (yeniden gözden geçirilmiş
baskısı, Londra: 2006) adlı kitabı hayvanların haklara sahip olduğu fikrinin
eleştirisidir.
4
SİYASET
Eşitlik nedir? Özgürlük nedir? Bunlar zahmet göstermeye değer amaçlar mıdır?
Bu amaçlara nasıl ulaşılabilir? Yasaları çiğneyenlerin özgürlüklerinin
kısıtlanması nasıl gerekçelendirilebilir? Yasaları çiğnemeniz gereken durumlar
söz konusu olabilir mi? Bunlar, herkes için önemli sorulardır. Siyaset filozofları
bu sorulara açıklık kazandırmaya ve yanıt oluşturmaya çalışırlar. Siyaset
felsefesi, etik, ekonomi, siyaset bilimi ve düşünceler tarihini kapsayan çok
kapsamlı bir konudur. Siyaset filozofları, genellikle, kendilerinin içinde
buldukları siyasi durumlara yanıt vermek üzere yazarlar. Bu alanda tarihsel arka
planın bilgisi bir filozofun argümanlarını anlamak için, birçok alandan daha çok
öneme sahiptir. Açıktır ki, bu kısa kitapta tarihsel sahnenin inşası için yer
yoktur. Düşünceler tarihiyle ilgilenenler için bu bölümün sonundaki Ek
Kaynaklar faydalı olacaktır.
Bu bölümde eşitlik, demokrasi, özgürlük, ceza ve sivil itaatsizlik gibi
siyasete dair merkezi kavramlara yoğunlaşıp, bu kavramların yol açtığı felsefi
sorunları inceleyeceğim.
EŞİTLİK
Eşitlik sıklıkla, hedef alınmaya değer siyasi bir amaç veya ülkü olarak sunulur.
Eşitliğin herhangi bir biçimini savunanlar eşitlikçiler olarak bilinir. Bu eşitliğe
ulaşmak için hareket ettirici etki genellikle ahlaki bir etkidir: Bu, Tanrı'nın
gözünde hepimizin eşit olduğuna inanan Hıristiyan ahlakı ya da tüm insanlara
eşit saygı gösterilmesinin rasyonelliğini savunan Kantçı inanç ya da herkese eşit
davranmanın mutluluğu en üst seviyeye çıkarmanın yegâne yolu olduğunu
söyleyen bir faydacı inanç olabilir. Eşitlikçiler, hükümetlerin ahlaki eşitlikten
yola çıkarak, hükmettikleri insanların yaşamlarında bir tür eşitlik sağlamaya
doğru bir çaba göstermeleri gerektiğine inanır.
Fakat "eşitliği" nasıl anlamalıyız? Kuşkusuz insanların her bakımdan eşit
olmaları asla mümkün değildir. Bireyler; zekâ, güzellik, atletik beceri, boy, saç
rengi, doğum yeri, giyinme zevki vb birçok yönden farklılık gösterir. İnsanların
her bakımdan mutlak eşit olmaları gerektiğini söylemek fazlasıyla saçma
olurdu. Tamamıyla aynı olmanın neredeyse hiçbir cezbedici yanı yoktur.
Eşitlikçiler klonlardan oluşan bir dünyayı öneriyor olamazlar. Bununla birlikte,
her ne kadar eşitliğin aynılık anlamındaki açıkça saçma olan yorumunu bir
kenara bıraksak da, bazı eşitlikçilik karşıtları onları tam da böylesi resmetmekte
ısrarcıdırlar. Bu, rahatlıkla devrilebilecek kolay bir hedef yaratmanın, eş deyişle
[7]
bir korkuluk dikmenin iyi bir örneğidir. Onlar, insanların farklılaştığı önemli
yönlere işaret ederek ya da insanların aynılığa çok yaklaşmayı başarabilmeleri
halinde, yine bu durumdan önceki duruma hızlıca döneceklerini söyleyerek
eşitlikçiliği çürüttüklerini zannederler. Gelgelelim böylesi bir saldırı ancak
eşitlikçi kuramın bir karikatürüne karşı başarılı olur ve eşitlikçiliğin birçok
türünü hasar görmeden bırakır.
O halde eşitlik, her bakımdan değil, belirli bakımlardan eşit olmak anlamına
gelir. Dolayısıyla birisi kendini eşitlikçi olarak addediyorsa, bu durumda neyi
kastettiğini anlamak oldukça önemlidir. Bir başka deyişle siyaset bağlamında
kullanılan "eşitlik", daha eşit paylaşılması gerekenin ne olduğu ve onun kimler
tarafından paylaşılacağının açıklaması yapılmadığı müddetçe neredeyse
anlamsızdır. Eşitlikçilerin daha çok ilgilenmeleri gereken şeyler, paranın,
istihdam imkânının ve siyasi gücün eşitçe ya da daha eşitçe dağıtılması
olmalıdır. İnsanların zevkleri önemli ölçüde farklılık gösterse de, tüm bu şeyler
uğruna yaşanılası ve tadı çıkarılabilir bir hayata önemli ölçüde katkıda
bulunabilir. Bütün bu iyi şeylerin eşitçe dağıtılması, bütün insanlara duyulması
gereken saygıda eşitliği sağlamanın bir yoludur.
PARANIN EŞİT DAĞITILMASI
Uç noktadaki bir eşitlikçi, paranın tüm yetişkinler arasında eşit dağıtılması ve
herkesin tam olarak aynı gelire sahip olması gerektiğini savunabilir. Birçok
toplumda para insanların yaşaması için zorunludur; bu insanlar para olmadan,
yiyecek, barınak ya da giyecek edinemezler. Paranın yeniden dağıtılması,
sözgelimi faydacı bir temelde, mutluluğu en üst seviyeye acıyı ise en asgari
seviyeye getirmenin yolu olarak gerekçelendirilebilir.
PARANIN EŞİT DAĞITILMASININ ELEŞTİRİSİ
PRATİK VE UZUN ÖMÜRLÜ OLMAMASI
Paranın eşit dağıtılmasının erişilemez bir hedef olduğu fazlasıyla açıktır.
Paranın bir şehirde eşit dağıtılmasının pratik zorluğu olağanüstü olacaktır;
paranın tüm yetişkin insanlar arasında eşit dağıtılması lojistik bir kabusa
dönüşecektir. Dolayısıyla gerçekçi olmak gerekirse, bu türden bir eşitlikçinin
paranın eşit dağıtılmasına ilişkin besleyebileceği en iyi umut, belki de tüm
yetişkinlere ödenecek sabit bir maaş belirlenmesi olacaktır.
Fakat refahın eşit dağıtılmasına oldukça yaklaşabilsek dahi, bu kısa süreli
olacaktır. Farklı insanlar paralarını farklı şekillerde kullanacaktır; akıllı,
düzenbaz ve güçlü olan, güçsüz, ahmak ve cahil olanın parasının üstüne hızlıca
konacaktır. Bazı insanlar paralarını israf ederken, bazıları da biriktirecektir.
Bazıları paralarını alır almaz kumarda çarçur edecek, bazılarıysa hırsızlık
yaparak kendi paylarını artıracaktır. Refahın eşit dağıtılması gibi bir şeyden söz
edebilmenin tek yolu, tepeden gelen zoraki bir müdahale olabilir. Hiç şüphesiz
bu da, insanların yaşamını hoş olmayan bir şekilde ihlal etmek ve onların
istediklerini yapma özgürlüklerini sınırlamak anlamına gelecektir.
FARKLI İNSANLAR FARKLI MİKTARLARI HAK EDERLER
Paranın eşit dağıtılmasına dair girişimlere yapılan bir diğer eleştiri de, farklı
insanların, yaptıkları işin mahiyetine ve topluma sağladıkları katkıya göre
finansal olarak farklı şekilde ödüllendirilmesi gerektiğidir. Bu sebepten ötürü,
örneğin endüstrinin zengin liderlerinin kendi kendilerine ödedikleri büyük
maaşları hak ettikleri, zira onların tüm ulusa görece daha büyük katkıları
olduğu iddia edilir: Onlar, diğer insanların iş bulmalarını ve faaliyette
bulundukları ülkenin genel ekonomik düzeyini yükseltmeyi mümkün kılarlar.
Onlar daha yüksek maaşları hak etmeseler bile, topluma olan faydalarının
ekonomik maliyetine daha ağır bastığı yüksek maaşlara, yapılan işi etkili bir
şekilde yerine getirilmesini teşvik edici bir araç olarak ihtiyaç olabilir: onlar
olmadan herkes için çok daha az paylaşılacak şey olabilir. Yüksek ücret teşviki
olmadan, hiç kimse işin gerektirdiklerini yerine getirmeye yetkin ve yeterli
durumda olamaz.
Tam da bu noktada, eşitlikçiler ile bireylerin refah düzeylerindeki büyük
eşitsizliklerin kabul edilebilir olduğuna inananlar arasındaki temel bir farkı
görmüş oluruz. Eşitlikçilerin pek çoğu için, bireylerin refah düzeyleri arasında
yalnızca aşırı olmayan farkların kabul edilebilir olduğu ve ideal olarak bu
farkların ihtiyaç bakımından, farklılıklara karşılık gelmesi gerektiği temel bir
inançtır. Gelgelelim bu da, paranın eşit dağıtılması ilkesine yöneltilen bir başka
eleştiriye zemin hazırlar.
FARKLI İNSANLAR FARKLI İHTİYAÇLARA SAHİPTİRLER
Bazı insanlar yaşamak için diğer insanlara göre daha çok paraya ihtiyaç
duyarlar. Yaşamım sürdürme olanağı yalnızca her gün gördüğü oldukça pahalı
tıbbi bakıma bağlı olan birisinin, toplam refahın bireyler arasında eşit
paylaşıldığı bir toplumda, şüphesiz söz konusu toplum özellikle zengin bir
toplum değilse, çok da uzun yaşaması muhtemel değildir. Bireysel ihtiyaca
dayanan bir dağıtım yöntemi, ortak insanlığa saygı hedefine, paranın eşit
dağıtılması yöntemine göre daha çok yaklaşacaktır.
YENİDEN DAĞITMA HAKKININ OLMAMASI
Bazı filozoflar, paranın yeniden dağıtılması hedefi ne kadar cezbedici olursa
olsun, bunun bireylerin mülklerini koruma hakkını ihlal edeceğini ve bu ihlalin
de her zaman ahlaken yanlış olduğunu düşünürler. Bu filozoflar hakların her
zaman, örneğin faydacılık gibi tüm diğer düşüncelere ağır bastığını iddia eder.
Robert Nozick (1938-2002) Anarşi, Devlet ve Ütopya [Anarchy, State and Utopia]
adlı kitabında, bu pozisyonu alarak, yasal olarak elde edilen mülkü korumanın
temel bir hak olduğuna vurgu yapar.
Gelgelelim bu türden filozoflar da, bu hakların tam olarak ne olduğu ve de
nereden geldiğini söylemek gibi ciddi bir problemle baş başa kalırlar. Onlar,
"haklar"la, her ne kadar adil bir toplumda onların kastettiği türden haklar yasal
haklarla örtüşecek olsa da, yasal hakları ima etmezler: yasal haklar hükümet ya
da uygun bir otoritenin ortaya koyduğu haklardır. Fakat burada filozofların
bahsettiği haklar, idealinde yasalara biçim veren doğal haklardır. Bazı filozoflar
bu türden doğal hakların olabileceği fikriyle sorun yaşarlar: Bentham'ın bu fikre
"ayaklı saçmalık" diyerek karşı çıkışı meşhurdur. Devletin refahı yeniden
dağıtmaya hakkının olmadığını savunan birisinin, doğal mülkiyet hakkının
varoluşunu doğrudan kabul etmek yerine, en azından onun kaynağının ne
olduğunu açıklayabilmesi gerekir. Doğal hakların savunucularının bunu
başaramadıkları oldukça açıktır.
İSTİHDAM EDİLMEDE FIRSAT EŞİTLİĞİ
Birçok eşitlikçi, her ne kadar refahın eşit dağıtılması mümkün olmasa da,
herkesin eşit fırsatlara sahip olması gerektiğine inanır. Eşitsizliğin oldukça fazla
görüldüğü önemli alanlardan biri, istihdam edilmedir. İstihdam edilmedeki
fırsat eşitliği, herkesin, yeteneklerinin göz ardı edilerek, dilediği işi yapmaya
izni olduğu anlamına gelmez: Dişçi ya da cerrah olmak isteyen birisinin, göz ve
el koordinasyonu ne kadar kötü olursa olsun, bu meslekleri icra etmeye izni
olması fikri açıkça saçmadır. Dolayısıyla fırsat eşitliği, söz konusu işi yapmak
için benzer kabiliyetlere ve yeteneklere sahip insanlar arasındaki fırsat eşitliği
anlamına gelir. Bu, bazı insanların diğerlerinden daha iyi genetik potansiyele
sahip olacak ya da daha iyi bir eğitim alacak kadar şanslı olması ve böylece
görünürde eşit olan iş bulma piyasasında diğerlerine göre bir adım önde
başlaması suretiyle, yine de, eşitsizce davranmanın bir biçimi olarak görülebilir.
Gelgelelim istihdam edilmedeki fırsat eşitliği, genellikle, eğitim alma eşitliği gibi
daha büyük eşitlik türlerine geçişin sadece bir yönüymüş gibi savunulur.
İstihdam edilmede fırsat eşitliği talebi, temelini büyük ölçüde, bazı
mesleklerdeki ırkçı ve cinsiyetçi ayrımcılıkta bulur. Eşitlikçiler, benzer vasıflara
sahip herkesin, istihdam edilmelerinde eşit değerlendirmelere tâbi olmaları
gerektiğini söyler. Hiç kimse, ırkın ve cinsiyetin söz konusu işin yerine
getirilmesi için gözetilmesi gereken vasıflar olduğu nadir durumlar dışında, ırkı
veya cinsiyeti temelinde ayrılmamalıdır: Örneğin bir kadının sperm donörü
olması imkânsızdır, dolayısıyla bu rol için kadın adayların dışarıda bırakılması
fırsat eşitliği ilkesini ihlal etmek olmayacaktır.
Bazı eşitlikçiler, istihdam edilmede eşitlik talebinin de ötesine giderler:
Onlara göre, belirli mesleklerde var olan dengesizliklerin, sözgelimi erkek
hakimlerin kadın hakimlerden sayıca fazla olması probleminin, bertaraf
edilmesi gerekir. Onların var olan dengesizlikleri çözme yöntemi pozitif
ayrımcılık olarak bilinir.
POZİTİF AYRIMCILIK
Pozitif ayrımcılık, temel imkânları önceden sınırlanmış topluluklardaki
insanların etkin olarak işe alınması anlamına gelir. Diğer bir deyişle, pozitif
ayrımcılar, bilerek ve isteyerek işe başvuranlara eşit bir şekilde davranmaz, eş
deyişle kendilerine sıklıkla ayrımcılık uygulanan toplulukların insanlarından
yana taraf olurlar. İnsanlara bu minvalde eşitsizce davranmanın amacı,
toplumun daha eşit bir toplum olma sürecini hızlandırmaktır; bu da yalnızca
belirli mesleklerdeki dengesizliklerin giderilmesiyle değil, fakat aynı zamanda
geleneksel anlamda daha az imtiyaza sahip grupların gençler tarafından örnek
alınacak rol modeli olmaları sağlanarak mümkün olabilir.
Buna göre örneğin İngiltere'de, lisansını tamamlamış birçok kadının var
olduğu olgusuna rağmen, üniversitelerde erkek akademisyen sayısı
kadınlarınkinden fazladır. Pozitif ayrımcılığı savunan birisi bu durumun
kendiliğinden değişmesini beklemek yerine, olumlu ve etkin bir biçimde
hareket ederek, üniversite öğretim üyeliği için kadın adayların lehine ayrımcılık
yapmamız gerektiğini savunur. Bu, aynı pozisyona başvuran ve de neredeyse
eşit kabiliyete sahip bir erkek ile bir kadın aday arasından, kadın adayı
seçmemiz gerektiği anlamına gelir. Fakat, pozitif ayrımcılığın savunucularının
birçoğu daha da ileri giderek, kadın adayın erkek adaya göre işin gereklerini
yerine getirmek konusunda daha yetersiz olması durumunda dahi, kadın adayı
erkek olana yeğlememiz gerektiğini söyler. Pozitif ayrımcılık, geleneksel olarak
ayrımcılığa uğramış topluluğun üyelerinin yüzdesi, bu grubun nüfus içindeki
yüzdelerine az çok karşılık gelinceye kadar sürdürülecek geçici bir yöntemdir.
Bu, bazı ülkelerde yasadışıyken, diğerlerinde yasanın gerektirdiğidir.
POZİTİF AYRIMCILIĞIN ELEŞTİRİSİ
EŞİTLİKÇİLİK KARŞITI OLMASI
Pozitif ayrımcılığın hedefleri eşitlikçi olabilir, fakat bazı insanlar onların bu
hedeflere ulaşmak için sunduğu yöntemlerin adil olmadığını düşünür. Sağlam
ve sadık bir eşitlikçi için istihdam edilmede eşit fırsat ilkesi, konuyla ilgisi
bulunmayan temellerde yükselen her tür ayrımcılık biçiminden uzak durulması
gerektiği anlamına gelir. İş başvurusunda bulunan adaylara farklı
davranılmasının yegâne sebebi, onların söz konusu işle ilgili farklı özelliklerinin
bulunması olabilir. Bununla birlikte pozitif ayrımcılığın biricik
gerekçelendirmesinin dayandığı yer, birçok işte cinsiyet, cinsel tercih ya da
etnik köken gibi ayrımların yapılan işin mahiyetiyle ilgisinin olmadığı
kabulüdür. Dolayısıyla pozitif ayrımcılığın nihai sonucu ne kadar cezbedici
olursa olsun, bir temel ilke olarak fırsat eşitliğine bağlı birisi için, kabul
edilemez olmalıdır.
Pozitif ayrımcılığı savunan birisi buna, mevcut ilişkiler durumunun
dezavantajlı topluluğun üyeleri için, pozitif ayrımcılığın geniş çapta uygulandığı
duruma göre çok daha adaletsiz olduğu yanıtını verir. Alternatif olarak böylesi
uç bir uygulama, adayların işin gereklerini yerine getirebilmek için etnik köken
ya da cinsiyet gibi niteliklerini olumlar; zira işe kısmen bu nitelikleri dolayısıyla
alınan birisi geleneksel ayrımcılığa uğrayan bu grubun üyelerinin de söz konusu
işi yerine getirebileceği konusunda rol model görevi oynayacaktır. Gelgelelim bu
ikincisinin pozitif ayrımcılık olup olmadığı tartışmalıdır: Bu özellikler ya da
nitelikler işle ilgiliyse, bu durumda personel seçerken bu nitelikleri göz önünde
bulundurmak gerçek anlamıyla ayrımcılığın bir biçimi değil, daha ziyade belirli
bir işi yerine getirmek için gerekli olan niteliklerin en önemlileri olarak
gördüklerimizi düzenlemektir.
KIZGINLIK VE HINCA YOL AÇABİLİR
Her ne kadar pozitif ayrımcılığın amacı belirli meslekleri edinme olanağının eşit
bir şekilde dağıtıldığı bir toplum yaratmak olsa da, pratikte, dezavantajlı
toplulukların daha ileri düzeyde ayrımcılığa uğramasına sebep olabilir.
Dışlanmış ve dezavantajlı bir gruptan gelmediği için belirli bir işi alamayan
insanlar, işi büyük ölçüde cinsiyet ya da etnik kökenleri dolayısıyla alanlara,
kızgınlık ve hatta hınç duyabilirler. Bu, işverenlerin edindikleri görevi açık bir
şekilde yerine getirebilecek kapasitede olmayan adayları seçmesi halinde
karşımıza çıkacak bir problemdir. Dolayısıyla bu kişiler, yalnızca işverenlerinin
ve çalışma arkadaşlarının önyargılarını teyit etmekle kalmaz, aynı zamanda
içinden geldikleri grubun üyelerine de kötü bir rol modeli oluştururlar. Daha da
önemlisi uzun vadede bu durum, pozitif ayrımcılığın gerçekleştirmesi beklenen
istihdam edinmede eşitlik hedefinin altını oyabilir. Gelgelelim bu eleştiri,
pozitif ayrımcılık havada kaldığı için, işe alınacak olan adayın yeteneklerinin
asgari standartları karşıladığından emin olarak bertaraf edilebilir.
SİYASİ EŞİTLİK: DEMOKRASİ
Eşitliğin peşine düştüğü bir başka alan da siyasi katılım alanıdır. Demokrasi,
sıklıkla tüm yurttaşlara siyasi karar almada bir pay veren yöntem olarak anılır.
Bununla birlikte "demokrasi" sözcüğü bir dizi farklı biçimde kullanılır. Nitekim
birbiriyle çelişme potansiyeli olan iki demokrasi görüşü ön plana çıkar.
Bunlardan ilki nüfusu bir araya getiren üyelerin devlet yönetimine genellikle oy
kullanarak katılma şansının gerekliliğine vurgu yapar. İkincisiyse, insanlar
ayrıcalıklarının nereden kaynaklı olduklarını bilemeyecek kadar cahil olsalar
dahi, onların gerçek ayrıcalıklarını yansıtacak demokratik bir devletin
gerekliliğini vurgular. Burada ilk tür demokrasi anlayışına odaklanacağım.
Antik Yunan'da demokrasi, insanların/yurttaşların bir grup (oligarşi) ya da
bir kişi (monarşi) tarafından değil, yurttaşlar tarafından yönetildiği bir kentdevletiydi. Atina genellikle bir demokrasi modeli olarak görülür, fakat
kadınların, kölelerin ve yurttaş olmayanların kent-devletine katılma izni
bulunmadığı bu demokraside, yönetime tüm insanların katıldığını düşünmek
yanlış olacaktır. Hiçbir demokratik devlet himayesi altındaki tüm insanların oy
kullanmasına izin vermez: Bu oy kullanmaya ehliyeti olmayan insanlara örnek
olarak, genç çocuklar ve ciddi akıl hastaları gibi ne yaptıklarını anlama yetisi
bulunmayan bir dizi insan gösterilebilir. Gelgelelim, günümüzde halkın büyük
bir bölümünün siyasi katılımını reddeden bir devlet demokratik bir devlet
olarak adlandırılmayacaktır.
DOĞRUDAN DEMOKRASİ
Eski demokratik devletler, doğrudan demokrasilerdi; eş deyişle oy verme
hakkına sahip olanlar temsilciler seçmek yerine her konuyu tartışıp, oy
kullanmaktaydılar. Doğrudan demokrasiler, az sayıda katılımcının ya da görece
verilmesi gereken çok sayıda karar olmadığı durumlarda uygulanabilir. Geniş
çaptaki meselelerle ilgili çok sayıda insanın oy kullanmasının beraberinde
getireceği pratik zorluk, her ne kadar elektronik iletişim ağı en nihayetinde
bunun mümkün olmasını olanaklı kılabilecek olsa da, olağanüstü büyüktür.
Fakat bu zorluk giderilebilse dahi, doğrudan demokrasinin makul sonuçlarının
ortaya çıkarabilmesi için, oy kullananların oy kullandıkları meseleleri oldukça
iyi kavramaları gerekir ki, bunun da yapılabilmesi için programlı ve zaman
gerektiren bir eğitime ihtiyaç vardır. Gelgelelim tüm yurttaşlardan ilgili
meselelerin hepsini takip etmelerini ve bu konuların tümünü dair aynı seviyeye
sahip olmalarını beklemek onlardan çok fazla şey beklemek olacaktır. Nitekim,
bunun bir sonucu olarak, bugünün demokrasileri temsili demokrasilerdir.
TEMSİLİ DEMOKRASİ
Temsili bir demokraside seçimler, oy verenlerin en çok talep ettikleri
temsilcileri seçmesiyle yapılır. Daha sonra bu temsilciler, demokratik birtakım
ilkelerce belirlenebilen, gün be gün karar alma süreçleri içinde yer alırlar. Bu
türden seçimlerin yürütülebilmesi için çeşitli yollar vardır: bazıları çoğunluğun
kararını esas alırken, bazıları da, örneğin İngiltere'de uygulanan gibi,
seçmenlerin çoğunluğunu söz konusu partiye oy vermemesi halinde bile, en
yüksek oyu alan partinin yönetimini esas alır.
Temsili demokrasiler, devletin halk tarafından yönetimini birtakım
yollardan temin eder. Bu demokrasiler, halkın yönetimini halk tarafından
seçildiği müddetçe temin edebilir. Gelgelelim bu temsilciler bir kez
seçildiklerinde, belirli meselelere ilişkin yaklaşımlarının halkın istekleri
tarafından sınırlandığını düşünmezler. Seçimlerin sık sık tekrar edilmesi,
görevin kötüye kullanılmasına karşı bir güvence oluşturur: seçmenlerin
isteklerine saygı göstermeyen temsilcilerin tekrar seçilmesi pek muhtemel
değildir.
DEMOKRASİ ELEŞTİRİSİ
YANILSAMA
Bazı kuramcılar, özellikle de Kari Marx'tan (1818-1883) etkilenmiş olanlar,
yukarıda çerçevesi çizilen demokrasi biçimlerine, siyasi karar alma
mekanizmasına yalnızca katılımın sağlandığına dair bir yanılsama duygusu
vermesi üzerinden saldırırlar. Onlara göre oy verme sürecinin kendisi halk
tarafından yönetilmeyi garanti etmez. Bununla birlikte seçmenlerin bir kısmı,
kendisi için en iyi olanın ne olduğunu kestiremeyebilir ya da maharetli
retorikçiler tarafından aldatılabilir. Ve bunun yanında birçok seçimde aday
olanlar, seçmenler için gerçek bir seçim yapma olanağı tanımaz. Siyasi
anlayışları temelde ayrılmayan genellikle iki ya da üç aday arasından seçim
yapılan bu türden bir demokrasinin neden göklere çıkarıldığını anlamak tam
anlamıyla güçtür. Marksistler bunun, bizatihi ekonomik ilişkilerin sonucu olan
mevcut iktidar ilişkilerinin salt yansıması olan "burjuva demokrasi"si olduğunu
söylerler. Söz konusu iktidar ilişkilerine çare bulunmadığı müddetçe, insanlara
oy kullanma şansı tanımak zaman kaybından başka bir şey değildir.
SEÇMENLER UZMAN DEĞİLDİR
En kayda değeri Platon'unki olmak üzere demokrasiye yöneltilen diğer
eleştiriler, bu sistemin birçok seçmenin sahip olmadığı, oldukça fazla uzmanlık
gerektirdiği yönündedir. Bu bakımdan doğrudan demokrasinin, devlet çok az
yeteneğe ya da bilgiye sahip insanların ellerinde olacağı için, oldukça yetersiz
bir siyasi sistem olarak sonuçlanması pek olasıdır. Yolcular değil bizatihi
kaptanın kendisi tekneyi yönetmelidir.
Buna benzer bir argüman, temsili demokrasiye saldırmak için de
kullanılabilir. Seçmenlerin pek çoğu, belirli bir adayın yerinde ve sağlam bir
değerlendirmesini yapacak durumda değildir. Bu insanlar siyasi hareketleri
değerlendirecek konumda olmadıkları için, temsilcilerini, ne kadar iyi
göründükleri ya da hoş bir gülüşe sahip olmaları gibi, konuyla ilişkisiz
özelliklerden dolayı seçerler. Kimi zaman da kullandıkları oy, siyasi partilere
ilişkin sahip oldukları sorgulanmamış önyargılar tarafından belirlenir. Bunun
bir sonucu olarak, oldukça yüksek potansiyele sahip birçok temsilci seçilmeden
kalırken, bu işe uygun olmayanlar da, sahip oldukları [siyasetle] ilişkisiz
özellikleri sebebiyle seçilir.
Ancak bu kanıt, tersine çevrilerek, demokrasiyi tümden terk etmek yerine
demokrasiye katılım için yurttaşların eğitilmesi gerektiği şeklinde kullanılabilir.
Keza bu mümkün olmasa bile, temsili demokrasinin mevcut tüm alternatifleri
arasından, halkın çıkarlarına en iyi hizmet edecek sistem olduğu düşüncesi
doğruluğunu yitirmeyebilir.
DEMOKRASİ PARADOKSU
İdam cezasının barbarca olduğuna ve medeni bir devlette asla meydana
gelmemesi gerektiğine inanıyorum. Sözgelimi idam cezasına ilişkin bir
referandumda idam cezasının kaldırılması yönünde oy kullanır ve çoğunluk
benim verdiğim kararın aksi yönünde seçimini yaparsa, bu durumda bir
paradoksla karşı karşıya kalırım. Demokratik ilkelere bağlı birisi olarak,
çoğunluğun kararının kabul edilmesi gerektiğine inanıyorum. İdam cezasının
uygulanmasının yanlış olduğuna inanan bir birey olarak da, idam cezasına
hiçbir zaman izin verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu
durumda, hem idam cezasının (çoğunluğun kararının sonucu olarak) olması
gerektiğine hem de (kişisel inançlarım dolayısıyla) olmaması gerektiğine
inanmış oluyorum. Fakat bu iki inanç birbiriyle bağdaşmıyor. Demokratik
ilkelere bağlı herkesin, kendini bir azınlığın içinde bulduğunda, benzer bir
paradoksla karşı karşıya kalması oldukça muhtemeldir.
Bu, demokrasi kavramının tümden altını oymaz, fakat vicdani karar ile
çoğunluk kararı arasındaki çelişki ihtimaline dikkat çeker (bu konuya Sivil
İtaatsizlik Bölümünde değindim). Demokratik ilkelere bağlı herkes, bireysel
inançlar ile kolektif inançlara verilen göreli ağırlık arasındaki dengeyi kurmak
zorunda kalacaktır. Nitekim bu insanlar, “demokratik ilkelere bağlı olmanın" ne
anlama geldiğini ayrıntılı biçimde açıklamak durumundadır.
ÖZGÜRLÜK
"Demokrasi" gibi "özgürlük" de, birçok farklı anlamda kullanılan bir sözcüktür.
Siyasi bağlamda özgürlüğün iki temel anlamı vardır: negatif ve pozitif özgürlük.
Bu iki tip özgürlük Isaiah Berlin'in (1909-1997) "Özgürlük Kavramı" [Two
Concept of Liberty] adlı ünlü makalesinde tanımlanmış ve analiz edilmiştir.
NEGATİF ÖZGÜRLÜK
Özgürlüğün tanımlarından biri baskı ya da müdahalenin olmamasıdır.
Müdahale, diğer insanların sizi belirli biçimde davranmaya zorlaması ya da
belirli bir biçimde davranmanıza engel olmasıdır. Eğer hiç kimse size müdahale
etmiyorsa, o halde özgürlüğün negatif anlamı bağlamında, özgürsünüz
demektir.
Sözgelimi birisi sizi hapishaneye koymuş ve sizi orada tutuyorsa, bu
durumda özgür değilsiniz demektir. Bu bakımdan, pasaportunuza el konulduğu
için ülkeyi terk edemediğinizde ya da açık bir şekilde eşcinsel bir ilişki yaşama
isteğinde olup, böyle davranmanız halinde hakkınızda kovuşturulma
başlatılacak olduğunda özgür olmanızdan söz edilemez. Negatif özgürlük, engel
ya da kısıtlamaya maruz kalmamaktır. Eğer hiç kimse sizi bir şey yapmaktan
etkin bir biçimde alıkoymuyorsa, bu anlamda özgürsünüz demektir.
Hükümetlerin büyük bir çoğunluğu, bireylerin özgürlüğünü belirli ölçüde
kısıtlar. Bu kısıtlamanın gerekçelendirmesiyse, genellikle toplumun tüm
üyelerinin korunmaya ihtiyacı olduğudur. Eğer herkes yapmak isteği her şeyi
yapmak konusunda tamamıyla özgür olsaydı, bu durumda en güçlü ve en
acımasız olan amacına muhtemelen güçsüz olanı ezerek ulaşırdı. Bununla
birlikte birçok liberal siyaset filozofu, hiç kimseye zarar vermemesi şartıyla,
hükümetlerin müdahale edemeyeceği, bireye ait kutsal ve dokunulmaz bir
özgürlük alanı olduğuna inanır. Örneğin John Stuart Mill'in Özgürlük Üzerine
[On Liberty] adlı kitabında da, bu süreçte hiç kimse zarar görmediği müddetçe,
bireylerin, kendi "yaşam deneylerini" sürdürmesine devletin müdahalesi
olmadan izin verilmesi gerektiği güçlü bir şekilde savunulur.
NEGATİF ÖZGÜRLÜĞÜN ELEŞTİRİSİ
ZARAR VERMEK OLARAK GÖRÜLECEK NEDİR?
Pratikte, neyin başka insanlara zarar vermek olarak görüleceğine karar vermek
zor olabilir. Bu, sözgelimi başka insanların duygularına da zarar vermeyi kapsar
mı? Eğer kapsarsa, bu durumda her türden "yaşam deneyi"nin birçok sayıda
insanı gücendirebileceği için yasaklanması gerekir. Örneğin, aşırı namuslu bir
aile, kapı komşuları olan doğacı çiftin hiçbir zaman kıyafet giymediği
bilgisinden rahatsız olabilir. Ya da, yine aynı nedenle, doğacı çift birçok insanın
kıyafet giydiği bilgisine sahip olmaları dolayısıyla gücenebilir. Bu durumda hem
doğacı çift hem de aşırı namuslu aile, başkalarının yaşam tarzlarından zarar
görmüş hissedebilir. Mill, gücenmenin veya rahatsız olmanın ciddi bir zarar
olmadığına inanır, fakat rahatsız olmak ile zarar görmek arasına bir çizgi
çekmek her zaman öyle kolay değildir; sözgelimi birçok insan için dinine
küfredilmesi fiziksel olarak yaralanmaktan çok daha fazla zarar vericidir. Böyle
düşünen insanların yanıldıklarını hangi temel üzerinden açıklayabiliriz ki?
POZİTİF ÖZGÜRLÜK
Bazı filozoflar negatif özgürlüğün, artırmak için uğraşmamız gereken bir
özgürlük türü olduğu fikrine saldırırlar. Onlara göre pozitif özgürlük, çok daha
önemli siyasi bir hedeftir. Pozitif özgürlük, kendi hayatınızı kontrol etmek
üzere sahip olduğunuz özgürlüktür. Pozitif özgürlük bağlamında, kendi
hayatınızı gerçekten kontrol edebildiğinizde özgür, fakat hiçbir bakımdan fiilen
kısıtlanmamış olsanız bile aksi durum söz konusu olduğunda özgür
değilsinizdir. Özgürlüğün pozitif fikrini savunanlarının pek çoğu, gerçek
özgürlüğün, bireylerin ya da belki de devletlerin kendi yaşam tercihlerini
yapmak suretiyle bir tür kendini-gerçekleştirmesinde yattığına inanır.
Örneğin birisi alkolikse ve sahip olduğu muhakeme yeteneğine aykırı
davranıyorsa, bu insanın tüm parasını çılgınlar gibi içki âlemlerinde harcaması
özgürlük olarak değerlendirilebilir mi? Bu, özellikle alkolik kimsenin ayık
olduğu zamanlarda yaptıklarından pişman olması sebebiyle sezgisel olarak pek
de makul görünmez. Bizler daha ziyade alkolik kimsenin içki tarafından kontrol
edildiğini ve dürtülerinin kölesi olduğunu düşünme eğilimindeyizdir. Pozitif
özgürlüğe göre alkolik insan her ne kadar sınırlamalara maruz kalmasa da
gerçek anlamda özgür değildir.
Nitekim negatif özgürlüğü savunan biri için bile, alkolik birisi
eylemlerinden tam anlamıyla sorumlu tutulamayacağı için, tıpkı çocuklara
yapıldığı gibi eylemlerine müdahale edilmesi gerektiğini düşünür. Gelgelelim
birisi hayatıyla ilgili hiç durmadan aptalca kararlar alıp, tüm yeteneklerini boşa
harcıyorsa, bu durumda Mill'in ilkelerine göre, onu ikna etmeye yükümlü
hissederiz, fakat onu daha iyi bir yaşama zorlamaya hiçbir zaman hakkımız
yoktur. Böylesi bir davranış, tıpkı kontrolcü bir ebeveyn gibi davranarak,
özgürce kendi kararlarını verebilecek ve hatalar yapabilecek yaşa gelmiş birisine
gerekçelendirilemez babalık yapmanın bir biçimidir. Mill için, bir başkasına
zarar vermediği ya da kendi başına eyleyecek zihinsel kapasiteye sahip olmadığı
müddetçe, diğer yetişkinlerin yaşamlarına müdahale etmek onların “kendi
iyilikleri" için kabul edilemezdir. Bu türden bir zorlama onların negatif
özgürlüğünü sınırlamak anlamına gelir. Pozitif bir özgürlük ilkesini savunanlar,
negatif özgürlüğü sınırlanmış böylesi bir insanın kendi potansiyelini
gerçekleştirinceye ve aksi tutumlarının üstesinden gelinceye kadar gerçek
anlamda özgür olmadığını iddia edebilir. Bu görüşten gerçek anlamda özgürlüğe
erişmek için zorlamadan yana olan görüşe kaymamak için ince bir çizgi vardır.
Isaiah Berlin, pozitif özgürlük kavrayışının her türden adaletsiz zorlamaya
serbestlik sağlayacak şekilde kullanılabileceğine dikkat çeker: Devlet yetkilileri,
özgürlüğünüzü artırmak konusunda yardımcı oldukları temelinde, sizleri belirli
biçimlerde hareket etmeye zorlamalarını gerekçelendirebilir. Şüphesiz Isaiah
Berlin'in burada söylemeye çalıştığı şey, pozitif özgürlük kavramının tarihte
sıklıkla suiistimal edildiğidir. Bu bakımdan pozitif özgürlük kavrayışının
kendisinde bir yanlışlık yoktur; ancak tarihin bize gösterdiği gibi bu kavrayış
yanlış kullanıldığında tehlikeli bir silaha dönüşebilir.
KONUŞMA ÖZGÜRLÜĞÜ
Totaliter bir rejim kendini, özgür ifadenin yokluğunda belli eder. Batılı
toplumların pek çoğu, yurttaşlarının her türden görüşlerini ifade etme ve
toplumsal tartışmalara herhangi bir yasaklama korkusu olmadan, katkıda
bulanabilme özgürlüğüne sahip olmalarından gurur duyar. Fakat bu bağlamda
kendini ifade etme özgürlüğü yine de tam anlamıyla özgür olmak değildir. Bu
bakımdan, ister pornografiye ister karalamaya isterse de dine küfür etmeye
karşı yasalar olsun, cezalandırılmadan yayımlayabileceğiniz ya da
konuşabileceğiniz şeyler konusunda her zaman yasal sınırlamalar vardır.
Mill, konuşma özgürlüğünün birçok bağlamda hoş karşılanması için, ciddi
bir argüman ortaya atar. Konuşma özgürlüğünün sınırları, ifade edilen görüşün
diğer insanları yalnızca rahatsız ettiği yerde değil, daha ziyade onlara zarar
vermeye sebep olduğu yerde çizilmelidir. Eğer konuşma özgürlüğünü kötüye
kullanıyor ve şiddeti teşvik ediyorsanız, bu durumda yasaklanmalısınız. Bu
bakımdan Mill, başkalarına zarar verme riskini taşıdığınız noktaya kadar
görüşlerinizi ifade etme özgürlüğüne sahip olmanız gerektiğini düşünür:
İnsanları rahatsız etmek ya da gücendirmek bu bağlamda kabul edilebilirdir.
Mill, özgürlüğü yasaktan ve sansürden korumak için bir dizi argüman kullanır.
Burada bu argümanların yalnızca ikisine değineceğim.
İlkin Mill her yasak koyucunun yanılmazlığı varsayması gerektiğini
düşünür. Bu, yasak koyucunun hiç kimsenin asla yanılmayacağını varsayması ya
da kabul etmesi demektir. Fakat böylesi bir varsayım, hepimiz hata yaptığımız
için yasak koyucu için oldukça saçmadır. Mill, yasak koymanın temel
motivasyonunun, yasaklanan fikrin yanlışlığı inancı olduğunu kabul eder.
Dolayısıyla bu görüşe göre yasak koyucu, birtakım doğru ve potansiyel olarak
önemli fikirlerin birçok kişi tarafından duyulmasına engel olma riskini
beraberinde taşır.
İkinci olarak Mill, görüşlerin düzenli olarak birbirleriyle karşı karşıya
gelmediği durumda, onların yalnızca ölü dogmalara dönüştüğünü düşünür.
İfade edilen görüş yanlış olsa dahi, onun ortodoks görüşe karşı bir argüman
oluşturduğu olgusu, bu görüşü savunanların inançlarını savunmaya ve
açıklamaya itecektir. Bunun sonucunda, yalnızca bize doğru oldukları
söylendiği için değil, daha ziyade onun lehine argümanları anladığımız için
inançlara sahip oluruz. Sözgelimi, şimdiye kadar hayvanların çevrelerine
gösterdikleri uyumun en iyi açıklaması olan Darwinci evrim kuramına
inananlar, evrimi reddeden yaratılışçıların görüşlerinin yanlış olduğuna
inanabilirler. Mill'in görüşüne göre, evrimcilerin kendi görüşlerine yaratılışçılar
tarafından yöneltilen eleştirileri hoş karşılaması gerekir, zira bu eleştiriler
onları evrimin en iyi açıklama olduğuna ilişkin nedenler bulmaya itecek ve bunu
yaşayan bir inanç olarak korumalarına yardımcı olacaktır. Doğru ile yanlış
arasındaki çatışmadan, doğru olan, eylemi daha büyük bir güçle etkileyecek
şekilde zaferle ayrılacaktır. Ve bununla birlikte, inançlarımızın karşı görüşlerle
mücadele süreci, her ne kadar karşı görüşlerin gücü onun destekçilerinin inancı
kadar güçlü olmasa da, birçoğu doğruluğun bir öğesini içerdiği için,
inançlarımızı daha iyi olacak şekilde yenilemek konusunda bizleri zorlayabilir.
MİLL'İN KONUŞMA ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİNİN
ELEŞTİRİSİ
HER ZAMAN DOĞRUYA İLİŞKİN BİR MESELE OLMAMASI
Mill'in odak noktası, görüşleri yasaklamanın ya da sansürlemenin doğru veya
yanlış olabileceği üzerinedir. Mill eserlerini on dokuzuncu yüzyılda kaleme
almaktaydı. Gelgelelim yirmi birinci yüzyılda sansür için kullanılan argüman
genellikle, yayınlanması yasaklanmış materyalin yanlış olduğu değil, daha
ziyade tehlikeli olduğudur. Sözgelimi bir kimse kolayca ulaşılabilir
kimyasallardan nasıl ölümcül bir bomba yapılacağına dair bir bilgiyi internet
üzerinde paylaşırsa, bu durumda böylesi bir bilginin yasaklanmasının nedeni
onun yanlış olması değil, daha ziyade bunun doğru ve tehlikeli olması olacaktır.
Mill böylesi itirazlara karşı, kendi konuşma özgürlüğü savunusunun, diğer
insanların ifade edilen görüş sebebiyle zarar görme riski olduğu bir durumda
sansüre izin verdiğine işaret ederek yanıt verebilir.
KONUŞMA ÖZGÜRLÜĞÜ HAKKI MI?
Mill'in konuşma özgürlüğüne ilişkin argümanları, sansürün sonuçlarına bakar.
Buradaki tehlike ise, sonuççu bir kimsenin sansürlemenin açıkça fayda getirdiği
durumlarda, sansürün meşru olduğunu kabul etmek durumunda olmasıdır.
Diğer bir deyişle Mill'in argümanları bireylere konuşma özgürlüğü hakkı gibi bir
şey sağlamaz. Onların göstermek iddiasında oldukları şey, ifade edilmiş görüş
yanlış bile olsa, konuşma özgürlüğünün hoş karşılanmasıyla birlikte topluma
oldukça yararlı sonuçlar sağlayacağıdır.
Argümanın daha güçlü bir yanı, hepimizin bir hakka, eş deyişle konuşma
özgürlüğü gibi bir insan hakkına sahip olduğunu söylemesi olacaktır. Buna göre,
devletlerin bir yurttaşın insanlığını tanıması, o yurttaşın dile getirmek istediği
görüş her ne olursa olsun, bu görüşü ifade etmesine olanak tanır. Böylelikle,
kişiyi susturmak, onun temel insan hakkını reddetmek anlamına gelecektir.
Gelgelelim böylesi bir düşüncede de ciddi bir zorluk bulunur, ki o da insan
haklarının nereden geldiğinin açık olmamasıdır. Dolayısıyla konuşma
özgürlüğünün temel bir insan hakkı olduğu savunusunun birtakım temellen
dilmelere ihtiyacı vardır. 1948 İnsan Haklan Evrensel Beyannamesinin 19.
Maddesinde ifade özgürlüğünün belirtildiği doğrudur. Fakat bu, hakkın hangi
temelde yükseldiği gibi felsefi bir soruya yanıt oluşturmaz.
ÖZGÜRLÜĞÜ ORTADAN KALDIRMAK: CEZA
Cezanın bir biçimi olarak özgürlüğün ortadan kaldırılmasının
gerekçelendirmesi ne olabilir? Diğer bir deyişle, insanların kısıtlanması ve
negatif özgürlüklerinin ellerinden alınması için ne gibi nedenler ortaya
konabilir? Bir önceki bölümde de gördüğümüz üzere pozitif özgürlük fikri,
bireylere bazı durumlarda müdahale etmeyi gerekçelendirmek için
kullanılabilir: Bu insanlar gerçek özgürlüğe, ancak kendilerinin kendilerine karşı
korunmasıyla ulaşabilirler.
Filozoflar, bireylerin devlet nezdinde cezalandırılmasını dört temel başlık
altında gerekçelendirmeye çalışmışlardır: kısas olarak, caydırıcı olması
bakımından, toplumu korumak açısından ve cezalandırılan kişinin ıslah
edilmesi için. Bunlardan ilki genellikle deontolojik bir konumdan yola çıkarak,
diğer üçüyse sonuççu temellerde savunulur.
KISAS OLARAK CEZA
Kısasçılık, en yalın haliyle, söz konusu bireyler ya da toplum için yararlı
sonuçları olup olmadığına bakmaksızın, yasaları bilerek ve isteyerek
çiğneyenlerin aldıkları cezayı hak ettikleri görüşüdür. Yasaları bilerek ve
isteyerek çiğneyenler, acı çekmeyi hak ederler. Şüphesiz, yasayı çiğnemelerinin
bütün sorumluluğunu üstlenemeyecek insanlar da vardır ve bu insanlar daha
hafif cezayı hak ederler; bununla birlikte akıl sağlığı ciddi anlamda bozuk olan
insanların söz konusu olduğu ayrıcalıklı durumlarda da, bu kişiler tedavi görme
hakkına sahiptir. Ancak kısasçı kurama göre ceza, genellikle, yasadışı davranışa
uygun karşılık olarak gerekçelendirilir. Bununla birlikte, cezanın ağırlığı işlenen
[8]
suçun ağırlığının tam karşılığı olmalıdır. (Lex talionis olarak da bilinen) en
yalın biçimiyle "kısasa kısas" düşüncesi, işlenen suça tam olarak orantılı bir
karşılık verilmesi gerektiğini söyler. Sözgelimi şantaj gibi birtakım suçlara
karşılık olarak uygulanması gereken cezanın miktarını belirlemek zordur:
Hakimden şantaj yapan kişiye altı ay şantaj cezası vermesini beklemek pek de
akıl kârı değildir. Aynı durum, altın bir kol saati çalan yoksulluktan mustarip bir
hırsızın işlediği suça tam karşılık olabilecek cezanın ne olacağını belirlemek
konusundaki zorluk için de geçerlidir. Bu, yalnızca kısasa kısas ilkesinin
beraberinde getirdiği sorunlardan biridir; kısasçılığın daha sofistike
biçimlerinde cezanın işlenen suçun tam karşılığı olması gerekmez.
KISASÇILIĞIN ELEŞTİRİSİ
AŞAĞI DUYGULARA HİTAP ETMESİ
Kısasçılık gücünün çoğunu intikam duygusundan alır. Öç almak, zarara uğramış
olmaya karşı verilebilecek çok temel insani bir tepkidir. Kısasçılık karşıtları bu
duygunun ne kadar yaygın bir duygu olduğunu kabul etmekle birlikte, devlet
nezdinde cezanın "kısasa kısas" ilkesinden daha sağlam bir ilke üzerinde
kurulması gerektiğini düşünür. Ancak cezanın karma bir gerekçelendirmesini
savunanlar, genellikle bu ilkeye kuramlarının bir öğesi olarak yer verirler.
ETKİLERİ GÖZ ARDI ETMESİ
Kısasçılığa yöneltilen temel eleştiri, bu uygulamanın, cezanın suçluda ya da
toplumda yaratacağı etkilere neredeyse hiç dikkat etmemesidir. Cezanın
caydırıcılığı, suçlunun ıslahı ve toplumun korunması gibi sorular burada göz
ardı edilir. Kısasçı bir kimseye göre suçlular, bunun, onlar üzerinde yararlı bir
etkisi olsun ya da olmasın, cezalandırılmayı hak ederler. Sonuççular buna, hiçbir
eylemin, yararlı sonuçları olmadığı müddetçe ahlaken doğru olmadığı temelinde
itiraz ederken, deontologlar buna bir eylemin ahlaken gerekçelendirmesi
halinde, sonuçları ne olursa olsun doğru olduğu karşılığını verebilirler.
CAYDIRICILIK
Cezanın genel bir gerekçelendirmesi, onun, hem cezalandırılan bireylerin hem
de yasayı çiğnemeleri halinde bunun cezai yaptırımı olacağının farkında
olanların, yasayı çiğnemek konusunda cesaretini kırmasıdır. Bu argümana göre,
hapse atılmanızın mümkün olduğunu bilmeniz halinde, bir soyguncu olarak
kariyer edinmeniz, bununla ceza almadan kurtulabileceğinizi düşündüğünüz bir
duruma göre çok daha az muhtemel olacaktır. Bu, cezayla ıslah olmayacakların
bile cezalandırılmasını gerekçelendirir: Burada, cezanın işlenen suçun bir
sonucu olarak görülmesi, bireyin değişimine ilişkin endişelerden çok daha
önemlidir. Bu türden bir gerekçelendirme yalnızca cezanın sonuçlarına
odaklanır. Özgürlüğünü kaybeden insanların çektiği acılar topluma sağlanan
yararlar karşısında hafif kalır.
CAYDIRICILIĞIN ELEŞTİRİSİ
MASUM İNSANLARIN CEZALANDIRILMASI
Caydırıcı ceza kuramına yöneltilen ciddi eleştirilerden biri, en azından onun en
yalın hali söz konusu olduğunda, herhangi bir suç işlememiş ya da bizatihi o
suçu işlememiş masum birisini cezalandırmanın gerekçelendirilmesi olarak
kullanılabilmesidir. Bazı durumlarda çoğu kimselerce belirli bir suçu işlediğine
inanılan bir günah keçisini cezalandırmak, ki özellikle de kamuoyu cezaya
kurban gidenin masum olduğu gerçeğinin farkında değilse, aynı suçu işlemeyi
düşünen kişi üzerinde oldukça caydırıcı bir etkiye sahip olacaktır. Bu tür
durumlarda öyle görünmektedir ki masum bir insanı cezalandırmayı
gerekçelendiririz; bu da caydırıcılık kuramının pek de cazip olmayan bir
sonucudur. Akla yatkın her caydırıcı ceza kuramı böylesi bir itirazla karşı
karşıya gelecektir.
İŞE YARAMAMASI
Caydırıcı olarak cezayı eleştirenlerin bir kısmı, onun açıkça işe yaramadığını
iddia ederler. İdam cezası gibi aşırı cezalar seri katilleri caydırmazken; kefalet ve
kısa süreli tutukluluk gibi daha hafif cezalar da hırsızları caydırmaya yetmez.
Bu tür bir eleştiri gözlem verilerini esas alır. Ceza türü ile suç oranı
arşındaki ilişkiyi çözümlemek, verilerin yorumlanmasını çarpıtabilecek birçok
etmen olduğu için oldukça zordur. Bununla birlikte, cezanın çok az caydırıcı
etkisi olduğu ya da hiçbir etkisi olmadığı kesin olarak gösterilebilirse, bu,
cezanın söz konusu gerekçelendirmesine yıkıcı bir darbe vuracaktır.
TOPLUMUN KORUNMASI
Cezanın bir başka gerekçelendirmesi de, onun bahsi geçen yararlı sonuçlardan
birinin, eş deyişle, yasaları çiğneme eğiliminde olan insanlardan toplumun
korunması gerekliliğinin altını çizer. Eğer bir kimse haneye tecavüz ederse, bu
kimse pekâlâ başka hanelere de tecavüz edebilir. Dolayısıyla devlet böylesi
kimseleri aynı eylemi tekrarlamalarını engellemek gerekçesiyle hapse atabilir.
Bu gerekçelendirme çoğunlukla tecavüz ya da cinayet gibi ağır suçların söz
konusu olduğu durumlarda kullanılır.
TOPLUMUN KORUNMASI DÜŞÜNCESİNİN ELEŞTİRİSİ
YALNIZCA BAZI SUÇLARLA İLİŞKİLİ OLMASI
Tecavüz gibi bazı tür suçlar, aynı kişi tarafından tekrar tekrar işlenebilir.
Böylesi durumlarda suçlunun özgürlüğünün kısıtlanması söz konusu suçun
tekrar işlenmesi şansını en aza indirecektir. Gelgelelim diğer suçlar genellikle
bir defaya mahsustur. Sözgelimi kocasına hayatı boyunca hınç duyan bir kadın
en sonunda kocasının içeceğine zehir karıştırma cesareti gösterebilir. Bu kadın
başka hiç kimseye tehdit oluşturmayabilir. Kadın ciddi bir suç işlemekle
birlikte, onun bunu tekrarlaması neredeyse hiç mümkün değildir. Bu durumda,
böylesi bir kadın için toplumun korunması, onun cezalandırılmasına yönelik bir
gerekçelendirme sağlamaz. Ancak pratikte, aynı suçu tekrarlamayacak suçluları
tespit etmek hiç de kolay değildir.
İŞE YARAMAMASI
Cezanın bu gerekçelendirmesine yöneltilen bir başka eleştiri de, suçluları hapse
atmanın, onlar hapishanede birbirlerine cezadan yakayı kurtarma yollarını
öğrettikleri için, toplumu yalnızca kısa vadede koruduğu ve uzun vadede fiilen
daha tehlikeli bir toplumla sonuçlandığıdır. Dolayısıyla, her ciddi suç ömür
boyu hapisle cezalandırılmadığı müddetçe, hapse atmanın toplumu koruması
pek de beklenemez.
Bu da yine gözleme dayalı bir argümandır. Eğer bu argümanın iddia ettikleri
doğruysa, bu durumda toplumun korunması ile suçluların alışkanlarının
yeniden düzenlenmesi için birtakım girişimlerin birleştirilmesinin sağlam
zeminleri vardır.
ISLAH ETMEK
Cezanın bir başka gerekçelendirmesi, cezanın yasayı çiğneyenlerin ıslah etmeye
yönelik gücü olduğudur. Bu, cezanın suç işleyenlerin karakterlerini
değiştirmesine yardım ettiği ve böylelikle serbest bırakıldıklarında artık suç
işlemeyecekleri anlamına gelir. Bu görüşe göre, özgürlüğün kısıtlanması ya da
elden alınması suçluları tedavi etmenin bir biçimi olarak işlev görür.
ISLAH ETME DÜŞÜNCESİNİN ELEŞTİRİSİ
YALNIZCA BAZI SUÇLULARLA İLİŞKİLİ OLMASI
Bazı suçluların ıslah edilmeye ihtiyacı yoktur. Bir defaya mahsus olmak
suretiyle suç işleyenlerin, yasaları tekrar çiğneme ihtimalleri pek olmadığından
bu türden bir gerekçelendirmeyle cezalandırılmaması gerekir. Bununla birlikte
bazı suçluların ıslah edilmesi açıkça mümkün değildir: bu insanların da,
kişiliklerinin değişmesinin olası olmadığını varsayarsak, cezalandırılmasının
hiçbir anlamı yoktur. Bu, kendi içinde kurama yönelik bir eleştiri olmayıp,
kuramdan çıkarılacak olanlara daha detaylı bir bakıştır. Bununla birlikte birçok
insan da, bu çıkarımları kabul edilemez bulacaktır.
İŞE YARAMAMASI
Var olan cezalar suçluları ıslah etmek konusunda çok az işe yarar. Gelgelelim
bütün ceza türleri bu bakımdan başarısız olmakla lanetlenmiş değildir. Böylesi
bir empirik argüman, ıslah etmek amaçlı ceza fikrini, yalnızca ıslah etmek
türünden girişimlerin asla başarılı olamayacağı gösterildiği zaman ortadan
kaldırabilir. Yine de, cezanın yalnızca ıslah edici yönlerine odaklanan çok az
gerekçelendirme vardır. En makul gerekçelendirmeler ıslah etmeyi, caydırma ve
toplumun korunmasıyla birlikte, cezanın gerekçelendirmesinin bir öğesi olarak
ele alır. Böylesi melez gerekçelendirmeler, genellikle sonuççu ahlak ilkelerine
dayanır.
SİVİL İTAATSİZLİK
Buraya kadar incelememizin konusu, yasayı çiğneyenlerin cezalandırılmasının
gerekçelendirmelerine bakmak oldu. Suçluların cezalandırılması için ayak
basılan zeminler hep ahlaki zeminlerdi. Fakat bir yasayı çiğnemenin ahlaken
kabul edilmesi de mümkün olabilir mi? Bu bölümde, yasayı çiğnemenin ahlaki
temeller üzerinde gerekçelendirilen özel bir türünü ele alacağım: sivil itaatsizlik.
Bazı insanlar yasa çiğnemenin hiçbir zaman gerekçelendirilemeyeceğini
düşünür: Eğer yasadan hoşnut değilseniz, onu değiştirmek için kampanya
düzenlemek, mektup yazmak vb yasal alternatiflere başvurmanız gerekir.
Gelgelelim bu tür yasal itirazların tamamıyla işe yaramaz olduğu birçok durum
söz konusudur. Böylesi şartlarda sivil itaatsizlik olarak bilinen yasayı çiğneme
geleneği vardır. Sivil itaatsizlik, insanlar kendilerinden yasalara veya adaletsiz
buldukları hükümet politikalarına itaat etmeleri istendiğini gördüklerinde
meydana gelir.
Sivil itaatsizlik yasa ve hükümet politikasında önemli değişikliklerin
olmasına yol açmıştır. Buna verilebilecek meşhur bir örnek İngiltere'deki
kadınların oy kullanma hakkını savunan harekettir. Keza bu hareket, kadınlar
için oy kullanma hakkını elde etme amacını, eylemcilerin kendilerini tren
raylarına zincirlemesini de içeren bir sivil itaatsizlik kampanyasıyla
kamusallaştırmayı başarmıştır. Sınırlı bir özgürleştirmeye, kısmen Birinci
Dünya Savaşının toplumsal etkisinin de bir sonucu olarak, sonunda otuz yaş ve
üstü kadınlara oy kullanma hakkı verilmesiyle, 1918'de ulaşıldı. Yine de,
kadınlara oy kullanma hakkının tanınması gerektiğini savunan bu hareket,
kadınların sözümona demokratik seçimlere katılmalarını yasaklayan adaletsiz
yasanın değiştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Hem Mahatma Gandhi hem de Martin Luther King Jr. sivil itaatsizliğin
ateşli savunucuları olmuşlardır. Gandhi, Hindistan'ın bağımsızlığını, en
nihayetinde İngiliz Hükümdarlığının geri çekilmesiyle sonuçlanmasına sebep
olan şiddet içermeyen yasadışı eylemlerle temin etmede çok büyük bir etkiye
sahipti. Martin Luther King Jr.'ın ırksal önyargılara aynı yöntemlerle meydan
okuması da, Amerikan'ın güney eyaletlerindeki siyahilerin temel insan haklarını
kazanmalarına yardım etmiştir.
Sivil itaatsizliğe verilebilecek bir başka örnek, Vietnam Savaşı esnasında
bazı Amerikalıların askere çağırılmalarına rağmen, savaşmayı reddetmesidir.
Bazıları bunu, insan öldürmenin her türünün ahlaken yanlış olduğuna
inandıkları ve dolayısıyla yasayı çiğnemeyi savaşmaya ve muhtemelen başka
insanları öldürmeye yeğ tuttukları için yaptılar. Bütün savaşlara itiraz etmeyen
diğerleriyse, Vietnam'daki savaşın ortada hiçbir iyi sebep yokken sivilleri büyük
bir tehlike altına sokan, adaletsiz bir savaş olduğu duygusuna kapılmışlardı.
Vietnam'da süregelen savaşa karşı tepkilerin büyümesi en nihayetinde Amerika
Birleşik Devletlerinin geri çekilmesine yol açtı.
Sivil itaatsizlik geleneği, adaletsiz yasalara ya da hükümet politikalarına
dikkat, çekmek üzere tasarlanan, yasayı şiddet içermeyen ve kamusal alanda
çiğneme geleneğidir. Sivil itaatsizlik geleneği içinde hareket edenler, salt kişisel
çıkarları için yasaları çiğnemezler; onlar bunu, adaletsiz bir yasaya veya ahlaken
itiraz edilebilir hükümet politikalarına dikkat çekmek ve amaç edindikleri
davalarının görünürlüğünü artırmak için yaparlar. Sivil itaatsizliğin, genellikle
alenen ve kamusal alanda, tercihen gazetecilerin, fotoğrafçıların ve de
televizyoncuların mevcudiyetinde gerçekleşmesinin sebebi budur. Örneğin
Vietnam Savaşı sırasında silah altına alma belgesini yırtıp atan, savaşmaktan ve
ölmekten korktuğu için de ordudan saklanan bir Amerikan askeri, sivil
itaatsizlik eylemi sergilemiş olmaz. Onun eylemi yalnızca kendini-koruma
eylemidir. O, aynı eylemi kişisel güvenliğinin tehlikede olmasından korktuğu
için değil, fakat bunu ahlaki temellerde gerçekleştirmesine rağmen gizlice
yapıyor ve amacına aleniyet ve de kamusallık kazandırmıyorsa, eylemi yine sivil
itaatsizlik eylemi olmak için yeterli olmayacaktır. Buna karşın, televizyon
kameraları tarafından görüntülenirken, Amerika'nın Vietnam'a müdahalesini
neden ahlak dışı bulduğuna dair düşüncelerini beyan eden ve ardından silah
altına alma belgesini kamuya açık bir yerde yakan bir Amerikan askeri sivil
itaatsizlik eylemi içinde olacaktır.
Sivil itaatsizliğin temel hedefi en nihayetinde yasanın yönetiminin
temellerini tümüyle yıkmak değil, belirli yasaları ya da hükümet politikalarını
değiştirmektir. Sivil itaatsizlik geleneğinde hareket edenler, genellikle şiddetin
her türünden uzak dururlar. Bunu da yalnızca misillemeyi ve dolayısıyla
çatışmayı teşvik etmek suretiyle amaçlarının mahiyetine zeval geleceği için
değil, esasen yasayı çiğneme gerekçeleri, ahlaki temellerde yükseldiği için
yaparlar. Nitekim ahlaki ilkelerin çoğu, başka insanlara zarar vermeye yalnızca
sözgelimi nefsi müdafaa gibi özel durumlarda izin verir.
Teröristler ya da özgürlük savaşçıları (bunlardan hangisini kullanacağınız
onların amaçlarına ne kadar yakınlık gösterdiğinize bağlıdır) siyasi sonuçlara
erişmek için şiddet eylemlerine başvururlar. Bu gruplar da tıpkı sivil itaatsizlik
eylemine dahil olanlar gibi, mevcut devlet ilişkilerinin, kişisel çıkarları için
değil, fakat çoğunluğun yararına olacağını düşündükleri için değişmesini
isterler. Ayrıldıkları noktaysa, bu değişimi getirmek için kullanmaya hazır
oldukları yöntemlerdir.
SİVİL İTAATSİZLİĞİN ELEŞTİRİSİ
DEMOKRATİK OLMAMASI
Sivil itaatsizliğin bir tür demokrasi içinde meydana geldiği kabul edilse de, onun
kendisi demokrasi dışı görünebilir. Demokratik yollarla seçilen temsilcilerin
çoğu, belirli bir yasanın yürürlüğe girmesi ya da hükümet politikasının pratiğe
dökülmesi için oy kullanıyorsa, o zaman buna karşı eylem düzenleyip yasayı
çiğnemek, özellikle de sivil itaatsizlik eylemi düzenleyenler bir azınlığı
oluşturuyorsa, demokrasinin ruhuna aykırı görünmektedir. Şüphesiz, herkesin
nahoş bulabileceği hükümet politikalarının olduğu gerçeği, demokratik bir
devlette yaşamak için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir. Eğer bir azınlığın
düzenlediği sivil itaatsizlik eylemi etkili olursa, bu durumda o, birkaç kişiye
çoğunluğun görüşlerini devirecek ve tersyüz edecek gücü verir gibi görünür. Bu
da, onun son derece demokrasi dışı bir eylem olduğu izlenimini verir. Ancak
sivil itaatsizlik eylemi etkisizse, o zaman da bu eylemi gerçekleştirmenin pek bir
anlamı yoktur. Dolayısıyla bu görüşe göre, sivil itaatsizlik ya demokrasi dışı bir
eylem ya da gereksiz bir eylemdir.
Buna karşın, sivil itaatsizlik eylemlerinin ahlaken kabul edilemez olan
hükümet kararlarına ya da uygulamalarına dikkat çekme amacında olduklarının
farkına varmak önemlidir. Sözgelimi, 1960'lar Amerika'sındaki İnsan Hakları
hareketi, yasal zemini bulunan ırk ayrımcılığına karşı geniş çapta eylemler
düzenleyerek, siyahi Amerikalılara uygulanan adil olmayan davranışları bütün
dünyaya duyurmayı başarmıştır. Sivil itaatsizlik bu şekilde anlaşıldığında o,
yasanın veya mevcut politikanın demokrasi dışı yollarla değil, daha ziyade
çoğunluğun ya da onların temsilcilerinin belirli bir meseleye ilişkin
tutundukları tavrı yeniden gözden geçirmelerine yol açma tekniğidir.
YASASIZLIĞA DOĞRU GİDEN KAYGAN BİR ZEMİN OLMASI
Sivil itaatsizliği yöneltilen bir başka itiraz, yasayı çiğnemeye teşvik ediyor
olmasıdır ki, bu da uzun vadede, hükümetin gücünü ve yasayla yönetimi
yıkmak suretiyle sivil itaatsizliğin beraberinde getireceği olası tüm yararlara
daha ağır basan tehlikeler doğurur. Yasaya saygının altı, ahlaki temellerde bile
olsa, bir kez oyulduğu zaman bunu genel bir yasasızlığın takip etme tehlikesi
vardır.
Bu bir kaygan zemin argümanıdır, eş deyişle belirli bir kararı almaya yönelik
bir adım attığınızda, sürecin geri dönülemez ve durdurulamaz şekilde
ilerleyeceğini ve de çok açık bir biçimde cezbedici olmayan sonuçlar
doğuracağını söyleyen argümandır. Tıpkı kaygan bir yokuşta adım attıktan
sonra en aşağıya inene kadar durmanızın nerede imkânsız olması gibi,
bazılarına göre, küçük çapta yasa çiğnemeyi mazur görür ya da kabul ederseniz,
bu durumda o, hiç kimsenin yasaya saygı duymayacağı noktaya kadar
ilerleyecektir. Gelgelelim bu türden bir argüman, nihai sonucu, kaçınılmaz
olmadığı halde, kaçınılmaz gibi gösterebilir. Sivil itaatsizlik eylemlerinin yasaya
olan saygıyı ortadan kaldıracağı iddiasına inanmak için hiçbir neden yoktur;
kaygan zemin metaforunu kullanmaya devam edecek olursak, belli bir noktada
topuklarımızla yeri kazıp kendimize "İşte burası, daha ilerisi yok" diyemememiz
için hiçbir neden yoktur. Gerçekten de, bazı sivil itaatsizlik savunucuları,
yasayla yönetimin altını kazımak bir yana, onların yaptıklarının yasaya derin
bir saygı ihtiva ettiğini iddia ederler. Eğer bir kimse, adaletsiz olduğuna inandığı
yasaya dikkat çekmek uğruna devlet nezdinde cezalandırılmaya hazırsa bu,
onun, yasaların adaletli olması ve adaletli yasalara da saygı duyulması
gerektiğine inanan bir tutum takındığı anlamına gelir. Bu da, bir yasayı kişisel
çıkarlar için çiğnemekten oldukça farklıdır.
SONUÇ
Bu bölümde siyaset felsefesine ilişkin bir dizi merkezi meseleyi ele aldım. Bu
meseleleri vurgulayacak temel soru, bireylerin devletle olan ilişkisi ve özellikle
de devletin bireyler üzerinde kurduğu otoritenin kaynağı sorusudur. Ek
Kaynaklar Bölümündeki okumalardan bu meselelere ilişkin daha detaylı bilgi
edinebilirsiniz.
Bundan sonra gelen iki bölüm, çevremizdeki dünyaya ilişkin bilgimiz ve onu
kavrayışımıza, duyularımız yoluyla neyi bilebileceğimiz sorusuna özel bir ilgi
göstererek, odaklanmaktadır.
EK KAYNAKLAR
Siyaset felsefesi tarihiyle ilgilenenler için Quentin Skinner, Richard Tuck,
William Thomas ve Peter Singer'ın ortak çalışması olan Great Political Thinkers
(Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları, 1992) adlı kitap Machiavelli, Hobbes,
Mill ve Marx'ın çalışmalarına iyi bir giriş sunar. Derek Matravers ve Jonathan
Pike'la ortak çalışmam olan Reading Political Philosophy: Machiavelli to Mill
(Londra: Routledge ve Open University, 2001) söz konusu filozofların en
önemli çalışmalarına pratik bir rehber mahiyetindedir.
Jonathan Wolff'un Political Philosophy: An Introduction (2. Baskı, Oxford:
Oxford Üniversitesi Yayınları, 1996) adlı kitabı da felsefenin bu alanına ilişkin
geniş kapsamlı bir giriş kitabıdır.
Peter Singer'ın Practical Ethics (3. Baskı, Cambridge: Cambridge Üniversitesi
Yayınları, 2011) [Pratik Etik, çev: Nedim Çatlı, İthaki Yay., 2015] adlı kitabı,
eşitlik ve istihdam edilmede eşitlik gibi tartışmaları da içeren 2. Bölümün
devamı olarak önerdiğim bir kitaptır. Peter Singer bu kitabında, hayvanlar için
eşitlik konusunu da ele alır. Janet Radcliffe Richards'ın The Sceptical Feminist (2.
Baskı, Londra: Penguin, 1994) adlı kitabı, kadınlarla ilgili ahlaki ve siyasi
sorulara ilişkin, istihdam edilmede pozitif ayrımcılık meselesini de ele alarak,
açık ve keskin bir felsefi analiz sunar.
Ross Harrison'ın Democracy (Londra: Routledge, 1993) adlı kitabı siyaset
felsefesinin merkezi kavramlarına anlaşılır bir giriş kitabıdır. Harrison'ın bu
kitabı, demokrasi tarihinin eleştirel bir incelemesini demokrasi kavramının
günümüzdeki anlamının felsefi analiziyle birlikte verir.
Editörlüğünü David Miller'ın üstlendiği Liberty (Oxford: Oxford
Üniversitesi Yayınları, Oxford Readings in Politics and Government, 1991) adlı
kitap, Isaiah Berlin'in "Two Concepts of Liberty" adlı makalesinin bir özetini de
içerir. John Stuart Mill'in On Liberty (Londra: Penguin Classics, 1982) [Özgürlük
Üzerine, çev: Tuncay Türk, Oda Yayınları, 2008] adlı kitabı liberalizmin klasik
ifadesi niteliğindedir. Hem Berlin hem de Mill'in görüşlerini Freedom: An
Introduction with Readings (Londra: Routledge ve Open University, 2000) adlı
kitabımda tartışıyorum. Bununla birlikte konuşma özgürlüğü meselesini Free
Speech: A Very Short Introduction (Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları, 2009)
adlı kitabımda ele alıyorum.
Editörlüğünü Hugo Adam Bedau'nun üstlendiği Civil Disobedience in Focus
(Londra: Routledge, 1991) adlı kitap Martin Luther King Jr.'ın "Letter from
Birmingham City Jail" adlı makalesi de dahil olmak üzere, konuyla ilgili
makalelerin oldukça ilgi çekici bir seçkisidir.
Siyaset felsefesine daha detaylı ve daha ileri seviyede bir bakış atmak
isteyenler için Will Kymlicka'nın Contemporary Political Philosophy: An
Introduction (2. Baskı, Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları, 2002) [Çağdaş
Siyaset Felsefesine Giriş, çev: Ebru Kılıç, Bilgi Ün. Yay., 2004] adlı kitabı
günümüz siyaset felsefesinde geçen ana eğilimlerin bir eleştirisini sunar.
Bununla birlikte bu kitabın bazı bölümlerini kavramak oldukça zordur.
5
GÖRÜNÜŞ VE GERÇEKLİK
Dış dünyaya ilişkin temel bilgimiz sahip olduğumuz beş duyudan gelir: görme,
duyma, dokunma, koklama ve tat alma. Birçoğumuz için görme duyusu kilit bir
rol oynar. Dışarıda duran dünyanın neye benzediğini bilirim, zira onu
görebilmekteyimdir. Görmekte olduğumun gerçekten orada olup olmadığından
emin olamazsam eğer, genellikle ona uzanıp, dokunur ve bundan emin olurum.
Görebildiğim, gerekirse dokunduğum ve hatta tadına baktığım için çorbamda
bir sinek olduğunu bilirim. Fakat gördüğümü düşündüğüm ile fiilen önümde
duran arasındaki ilişki nedir? Orada duran veya benim dışımda olanın ne
olduğundan emin olabilir miyim? Rüya görüyor olabilir miyim? Nesneler hiç
kimse onları gözlemediğinde de var olmaya devam ederler mi? Dış dünyanın
doğrudan deneyimine sahip olabilir miyim? Bu soruların tümü, etrafımızı saran
şeylerin bilgisini nasıl elde ettiğimize ilişkin sorulardır ve aynı zamanda
felsefenin, bilgi kuramı ya da epistemoloji olarak bilinen dalma aittirler.
Bu bölümde, algı kuramları üzerine odaklanarak, bir dizi epistemolojik
soruyu inceleyeceğiz.
SAĞDUYU REALİZMİ
Sağduyu realizmi, çoğunlukla, felsefeyle uğraşmamış insanların benimsediği bir
görüştür. Bu görüşe göre, beş duyumuz aracılığıyla doğrudan bilgisine sahip
olabileceğimiz, -evler, ağaçlar, arabalar, süs balıkları, çay kaşıkları, futbol
topları, insan bedenleri, felsefe kitapları vb- fiziksel nesnelerden oluşan bir
dünya vardır. Bu fiziksel nesneler, bizler onları algılasak da algılamasak da var
olmaya devam ederler. Dahası, bu nesneler az ya da çok bizlere göründükleri
gibidirler: Süs balıkları gerçekten turuncu ve futbol topları da gerçekten
yuvarlaktır. Bunun gerçekliği algılayan duyu organlarımızın -gözlerimizin,
kulaklarımızın, dilimizin, derimizin ve burnumuzun- güvenilir olmasında yatar.
Bu duyu organları bizlere, fiilen orada olanın gerçekçi bir resmini verirler.
Gelgelelim, bütün bir yaşamı sağduyu realizminin duyu algısına ilişkin
varsayımlarını kabul ederek geçirmek mümkün olsa da, böylesi bir yaşam hiç de
tatmin edici olmayacaktır. Sağduyu realizmi, duyuların güvenilirliğine ilişkin
şüpheci argümanlar karşısında sağlam bir şekilde durmayı başaramaz. Burada,
algıya ilişkin daha sofistike dört kuramı -temsilci realizm, idealizm,
fenomenalizm ve nedensel realizm- incelemeden önce, sağduyu realizminin
altını kazır gibi görünen bir dizi şüpheci argümanı ele alacağım.
DUYU VERİLERİ ÜZERİNE ŞÜPHECİLİK
Şüphecilik, hiçbir şeyi asla kesin olarak bilemeyeceğimizi, dünyaya ilişkin en
temel inançlarımızdan bile her zaman kuşku duyabileceğimiz birtakım zeminler
olduğunu söyleyen görüştür. Felsefede şüpheci argümanlar, dünyaya ilişkin
bilgi edinmeye yönelik geleneksel yaklaşımlarımızın güvenilmez olduğunu ve
gerçekten var olanın bilgisini bize temin etmediğini göstermeye çalışır. Sonraki
bölümlerde şüpheci argümanlar, René Descartes'ın Meditasyonlar'inin ilkinde
geçen argümanlara dayanmaktadır.
YANILSAMA ARGÜMANI
Yanılsama Argümanı, duyuların güvenilirliğini sorgulayan ve dolayısıyla
sağduyu realizmini boşa çıkarmakla tehdit eden şüpheci bir argümandır.
Duyularımıza genellikle güveniriz, fakat onların bizleri yanılttığı zamanlar da
vardır. Sözgelimi, birçoğumuz, uzakta duran birinin arkadaşımız olduğunu
sanıp, aslında tamamıyla yabancı birine el salladığımızı fark ettiğimiz, o utanç
verici anı yaşamışızdır. Bununla birlikte, düzgün bir sopa, bir kısmı suya
batırıldığında, eğri görünebilir; çok tatlı bir şeyin ardından bir elmayı
ısırdığınızda elmanın tadı size ekşi gelebilir, belirli bir açıdan bakıldığında
yuvarlak madeni bir para oval görünebilir; sıcak hava yolun hareket ediyor gibi
görünmesine sebep olabilir, bir elbise loş ışıkta kızıl, güneş ışığında ise kırmızı
görünebilir ya da Ay gökyüzüne yaklaştıkça daha geniş gözükebilir. Bu ve buna
benzer duyusal yanılsamalar, duyuların her zaman güvenilir olmadığını
gösterir: Öyle ki, dış dünya, gerçekte pek de göründüğü gibi değildir.
Yanılsama Argümanı, duyularımız zaman zaman bizleri yanılttığı için, belirli
bir durumda duyularımızın o an bizi yanıltmadığından asla emin
olamayacağımızı söyler. Bu argüman şüpheci bir argümandır; zira o, duyuların
bize dünyanın bilgisini verdiği kanısına kapılmış gündelik inancımıza -sağduyu
realizmine- meydan okur.
YANILSAMA ARGÜMANININ ELEŞTİRİSİ
KESİNLİK DERECELERİ
Her ne kadar nesneleri uzaktan ya da alışılmadık koşullarda gördüğümde
yanılabilsem de, şüphesiz, makul bir kuşkuya sahip olamayacağım birtakım
gözlemlerim de vardır. Örneğin, masamda oturup bu bölümü yazıyor
olduğumdan, elimde bir kalem tuttuğumdan ve önümde bir balya kâğıdın
durduğundan ciddi anlamda kuşku duyamam. Aynı şekilde, bu kitabı kaleme
alırken İngiltere yerine sözgelimi Japonya'da olduğum kuşkusuna da
kapılamam. Bazı tartışmaya yer bırakmayan bilme durumları vardır ve bilme
kavramımızın temeli bunlarda yatar. Bizler başka inançlardan, ancak bu türden
bilgilerin mevcudiyetini esas alarak kuşku duyabiliriz: Tartışmaya yer
bırakmayan bilme durumlarının yokluğunda, bilme kavramının kendisine sahip
olmayacağımız gibi, tartışmalı inançlarla karşılaştıracağımız hiçbir şeyimiz
olmaz.
Buna karşın bir şüpheci, kesin bilginin örnekleri gibi görünen şeyler
hakkında da pekâlâ yanılabileceğimi söyleyecektir: Rüyalarda, aslında
yatağımda uzanmış yatarken, uyanık olduğumu ve bu kitabı yazdığımı
görebilirim. Dolayısıyla, yazarken rüyada ya da uyanık olduğumu nasıl ayırt
edebilirim? Ya da Tokyo'da bir yerde uyurken rüyamda İngiltere'de
uyanmadığımı nasıl söyleyebilirim? Açıkçası bundan daha garip rüyalar da
gördüm. Rüya görme deneyimini kesin olarak uyanık olma deneyiminden
ayırabilecek herhangi bir şey var mıdır?
RÜYA GÖRÜYOR OLABİLİR MİYİM?
HER ZAMAN RÜYA GÖRÜYOR OLAMAM
Bütün yaşamımın bir rüyadan ibaret olduğunu söylemek pek de bir anlam ifade
etmez. Keza hep rüya görüyor olmam durumunda, rüya kavramının kendisine
sahip olmam mümkün olmazdı: U-yanık olmak kavramına sahip olmayacağım
için, rüya görmenin bizatihi karşısında duran hiçbir şeyim de olmazdı. Bizim
için sahtesi yapılmış bir banknot düşüncesi, ancak sahteleriyle karşılaştıracak
gerçek banknotlar var olduğunda anlamlı olabilir, aynı şekilde bir rüya
düşüncesi de, yalnızca kendisiyle karşılaştırabileceğimiz uyanık bir hayat söz
konusu olduğunda anlamlı olabilir.
Bunların tümü doğru olmakla birlikte, şüphecilerin savunduğu düşünceyi
ortadan kaldırmaz. Zira şüpheciler, her zaman rüya gördüğümüzü değil, daha
ziyade belirli bir anda gerçekten rüya görüp görmediğimizin ayırdına
varamayacağımızı iddia eder.
RÜYALAR FARKLIDIR
Rüya görüyor olabileceğim fikrine yöneltilen bir başka itiraz da, şu anda bu
satırları yazıyor olmamı rüya deneyimi olarak tecrübe etmem ile uyanık olarak
tecrübe etmem arasında oldukça büyük bir farklılık olduğu ve rüya görüp
görmediğimizi, deneyimin niteliğine bakarak söyleyebileceğimiz itirazıdır.
Rüyalar, uyanık olarak tecrübe edilmesi mümkün olmayan birçok olayı
kendinde barındırır; bununla birlikte onlar, uyanıkken tecrübe ettiğim
deneyimler kadar canlı değildir. Rüyalar; bulanık, tutarsız, kurgusal ve tuhaf
olabilirler. Bununla birlikte, şüpheci argümanlar bütünüyle rüyaları uyanık
halden ayırt etme yeteneğine bağlıdır: Aksi takdirde, aslında uyurken, rüyamda
uyanık olduğumu görmüş olabileceğimi nasıl bilebilirdim? Bu anı, yalnızca
gerçekten uyanık olduğumda tecrübe ettiğim deneyimi, rüyamda uyanık
olduğumu tecrübe ettiğim deneyimden ayırt etmenin bir yoluna sahipsem eğer
anlamlıdır.
Bu yanıtın gücü, büyük ölçüde bireyin rüya deneyimine bağlıdır. Bazı
insanların rüyaları şaşırtıcı derecede uyanık hallerinden farklı olabilir.
Gelgelelim birçok insan, gündelik deneyimlerinden ayırt edemedikleri birtakım
rüyalar görmüştür ve bazılarının ise, uyanık olduklarında tecrübe ettikleri
deneyim, özellikle alkol ya da uyuşturucunun etkisi altında olduklarında,
fazlasıyla rüya benzeri bir nitelik kazanmıştır. Nitekim, uyanık olduğunu
zannetme -rüya gören kimse, rüyasında uyandığını, yataktan kalktığını,
giyindiğini ve kahvaltı ettiğini vb görebilir- deneyimi görece yaygındır. Bununla
birlikte, rüya gören kişi, bu tür durumlarda, genellikle kendisine uyanık halde
olup olmadığı sorusunu yöneltmez. "Şu an rüya mı görüyorum?" sorusu rüya
gören kimse uyanıncaya kadar bununla ilişkisiz bir sorudur.
"RÜYA MI GÖRÜYORUM?" DİYE SORAMAM
En azından bir filozof, Norman Malcolm (1911-1990), rüya kavramının
kendisinin, rüya esnasında "Rüya mı görüyorum?" sorusunu sormayı mantıksal
olarak imkânsız kıldığını iddia etmiştir. Soru sormak, soru soran kişinin
bilincinin yerinde olmasını gerektirir. Gelgelelim Malcolm'a göre, rüya
gördüğümde, uykuda olduğum için tanım gereği bilincim yerinde değildir.
Uykuda değilsem, rüya görüyor olamam. Bununla birlikte "Rüya mı
görüyorum?" sorusunu sorabiliyorsam, uyuyor ve dolayısıyla rüya da görüyor
olamam. Bu soruyu kendime yönelttiğime ilişkin bir rüya görüyor olabilirim,
fakat bu da gerçek anlamda bu soruyu sormakla eş anlama gelmez.
Ancak rüya görmeye ilişkin araştırmalar bize, birçok insanın uyku esnasında
farklı bilinç düzeylerinde olduğunu gösterir. Bununla birlikte bazı insanlar,
berrak rüyalar olarak bilinen rüyalar görürler. Berrak bir rüya, rüya görenin
rüya gördüğünün farkında olup rüya görmeye devam ettiği rüyadır. Bu türden
rüyaların varoluşu, aynı anda hem rüya görüyor hem de bilinçli durumda
olmanın mümkün olmayacağını söyleyen düşünceyi çürütür. Malcolm'un
yaptığı hata, "rüya görmek" sözcüğünü alışılmış anlamının dışına çıkararak
yeniden tanımlamaktı. Bir rüyanın zorunlu olarak bilinçli olmayan bir hal
olduğunu söylemek oldukça yalın bir görüştür.
HALÜSİNASYON
Rüya görmüyor olsam dahi, halüsinasyon görüyor olabilirim. Birisi kahveme
zihin-uyarıcı bir hap atmış ve gerçekten orada olmayan şeyleri görmeme sebep
olmuş olabilir. Belki de, gerçekten elimde bir kalem tutmuyor veya güneşli bir
günde gerçekten penceremin önünde oturmuyorumdur. Kahvemin içine hiç
kimse halüsinojen bir madde (LSD) atmadıysa, belki de alkolizmin pençesine
düştüğüm için halüsinasyon görmeye başlamışımdır. Gelgelelim bu olası bir
durum gibi görünse de, tüm yaşamımı rahatça bu şekilde sürdürmem neredeyse
imkânsızdır. Eğer oturmakta olduğum sandalye hayal gücümün bir ürünüyse,
bu durumda o nasıl olur da benim ağırlığımı taşır? Buna verilebilecek
yanıtlardan biri, daha en başta oturduğuma dair bir yanılsama içinde
olduğumdur: Aslında taş bir zemin üzerinde uzanırken, halüsinasyona sebep
olan bir uyuşturucu aldığım ya da koca bir Absent şişesini bitirdiğim için,
kendimi rahat bir koltuğa oturmak üzereyken düşünebilirim.
KAVANOZ İÇİNDEKİ BEYİN Mİ?
Dış dünyaya ve benim onunla olan ilişkime dair bu türden şüpheciliğin en uç
versiyonu, benim hiçbir şekilde bir bedene sahip olmadığımı hayal etmektir.
Kimyasallarla dolu bir kavanozun içinde yüzen bir beyinden başka bir şey
değilim. Kötü kalpli bir bilim insanı beynimi, duyusal deneyimlere sahip
olduğum yanılsamasına düşecek şekilde, bağlamıştır. Bir başka deyişle bilim
insanı bir tür deneyim makinesi yaratmıştır. Kendi düşüncelerime sahip
olduğum müddetçe, ayağa kalkıp bir gazete almak için büfeye kadar
yürüyebilirim. Ancak tüm bunlar, gerçekte, bilim insanının beynimdeki belirli
sinirleri uyarması ve dolayısıyla bende bu eylemleri gerçekleştirdiğim
yanılsamasını yaratmasıdır. Beş duyum aracılığıyla geldiğini düşündüğüm
deneyimlerimin tümü, aslında kötü kalpli bilim insanının bedene sahip
olmayan beynimi uyarmasının bir sonucudur. Bilim insanı, söz konusu bu
deneyim makinesiyle gerçek hayatta sahip olabileceğim duyusal deneyimleri
yaratabilir. Beynimdeki sinirlerin karmaşık bir şekilde uyarılması suretiyle,
bilim insanı, bende televizyon izlediğim, maraton koştuğum, kitap yazdığım,
makarna yediğim ya da buna benzer yanılsamalar yaratabilir. Bunu
gerçekleştirmek, göründüğü kadar zor bir durum olmayabilir: Bilim insanları
şimdiden "sanal gerçeklik" makineleri olarak bilinen bilgisayar simülasyonları
üzerinde çalışmalar yapmaktadır.
Kötü kalpli bilim insanı hikâyesi, filozofların düşünce deneyi dedikleri şeye
bir örnektir. Düşünce deneyleri, kavramlarımızın ve gündelik kabullerimizin
belirli özelliklerini daha açık hale getirmek için kurulan hayali durumlardır. Bir
düşünce deneyinde, tıpkı bilimsel bir deneyde olduğu gibi, filozoflar karmaşık
detayları bir kenara bırakarak ve süreci kontrol ederek soruşturmaya tutulan
kavramlar hakkında keşifler yaparlar. Düşünce deneyinin bu örneğiyse
genellikle deneyimimizin nedenleri olarak gösterdiğimiz kabulleri gözler önüne
sermek için tasarlanmıştır. Acaba deneyimimde, bu düşünce deneyinin
gerçekliğin doğru bir resmini vermediğini, benim sadece bilim insanının
laboratuvarının köşesinde duran bir kavanoz içindeki beyin olmadığımı
gösterebilecek herhangi bir şey var mıdır?
HAFIZA VE MANTIK
Benim tam olarak kavanozdaki bir beyin olduğum fikri, şüpheciliğin uç bir
biçimi gibi görünmekle beraber, kuşku duyulması gereken pek çok kabul daha
pekâlâ vardır. Şimdiye kadar ele aldığımız argümanların tümü hafızanın az ya
da çok güvenilir olduğunu varsayar. Geçmişte kalan duyularımızın hatıralarının
güvenilmez olduğunu söylediğimiz zaman, Dunların yalnızca hayal gücünün ya
da istemlerimizin ürünleri olmadığını, gerçekten de birer anı olduğunu kabul
ederiz. Bununla birlikte birtakım sözcükleri kullanan her argüman, bizim
kullanılan sözcüklerin anlamlarını doğru hatırladığımızı varsayar. Oysa hafıza,
duyularımızın şahitliği gibi, kötü bir şöhrete sahiptir ve güvenilmezdir. Tıpkı
tüm deneyimlerimin, kötü kalpli bir bilim insanı tarafından uyarılan kavanoz
içindeki bir beyinle bağdaşabilmesi gibi, Bertrand Russell'ın (1872-1970) da
işaret ettiği üzere, hafıza da, içindeki herkesin eksiksiz "anılar" a ve tamamıyla
gerçek-dışı geçmişlere sahip olduğu beş dakika önce varoluşa gelmiş bir dünya
görüşüyle bağdaşır.
Gelgelelim, hafızanın güvenilirliğini ciddi anlamda sorgulamaya başlarsak,
bu durumda kurabileceğimiz tüm iletişim biçimlerini imkânsız hale getirmiş
oluruz: Sözcüklerin anlamlarına ilişkin anılarımızın genelde güvenilir olduğunu
varsayamıyorsak, o zaman şüpheciliği tartışma olanağımız bile ortadan kalkar.
Dahası, kötü kalpli bilim insanının bir kavanozdaki beyni manipüle ettiği
düşünce deneyinin, sözcüklerin anlamlarının kendi seçtiği anlamlara geldiğine
bizi inandırmak, bu bilim insanın büyük ihtimalle gücü dahilinde olacağı için,
hafızanın güvenilirliğine ilişkin bir şüphecilik örneği sunduğu savunulabilir.
Şüphecilerin, pek de kuşku duymadıkları ikinci türden bir varsayım da
mantığın güvenilirliğidir. Eğer şüpheciler, mantığın da gerçekten güvenilir olup
olmadığını sorguluyor olsaydı, bu durumda savundukları konum temelsiz
kalırdı.
Nitekim şüpheciler, mantığı esas alan argümanlar kullanırlar: Amaçları
kendileriyle çelişmemektir. Gelgelelim onlar, kuşku duyulmayacak hiçbir şeyin
olmadığını ispatlayan mantıksal argümanlar kullanırlarsa, o zaman bu,
kullandıkları mantıksal argümanlardan da kuşku duyulabileceği anlamına gelir.
Dolayısıyla şüpheciler, birtakım argümanlar kullandıklarında, tutarlı olmaları
gerekirse, kesinlikten yoksun olduğunu söyleyecekleri bir şeye, yani mantığa
fazlasıyla bel bağlar görünürler.
Ancak bu itirazlar, Yanılsama Argümanına yanıt oluşturmaz, daha ziyade
şüpheciliğin sınırları olduğunu ve bazı varsayımları aşırı şüphecilerin bile kabul
etmesi gerektiğini söyler.
DÜŞÜNÜYORUM ÖYLEYSE VARIM
Eğer her şeyden kuşku duyabilirsem, emin olabileceğim hiçbir şey yok mudur?
Bu soruya verilen en bilindik ve en önemli yanıt Descartes tarafından
verilmiştir. Descartes'a göre tüm deneyimlerim birisi ya da beni sürekli
aldatmakta olan bir şeyin -Descartes kötü kalpli bir bilim insanı yerine kötü bir
şeytan fikrini kullanır- ürünleri olsa bile, kandırılma olgusunun bizatihi kendisi
bana kesin olan bir şeyi gösterir. Bu bana, var olmasaydım beni aldatanın
aldatacak hiçbir şeyi olmayacağı için, var olduğumu gösterir. Bu argüman,
"Düşünüyorum, öyleyse varım" anlamına gelen Latincedeki "Cogito ergo
sum"dan yola çıkarak genellikle Cogito Argümanı olarak bilinir.
COGİTO ELEŞTİRİSİ
Bazı insanlar Cogito Argümanını ikna edici bulurlar. Gelgelelim bu argümanın
ortaya koyduğu çıkarımlar oldukça sınırlıdır. Düşünüyor olduğum olgusunun
var olduğumun ispatı olarak kabul etsem bile bu, düşünen bir şey olmam
dışında, ne olduğuma ilişkin hiçbir şey söylemez.
Aslında, A. J. Ayer de dahil olmak üzere bazı filozoflar, bu çıkarımın bile çok
ileri gittiğini öne sürerler. Onlara göre Descartes, "Düşünüyorum" ifadesini
kullanarak hata eder: Descartes şüpheci yaklaşımında tutarlı olsaydı,
"Düşünüyorum" yerine "Düşünceler vardır" derdi. O, düşüncelerin olmasının
koşulu olarak, düşünen birinin olması gerektiği varsayımında bulunur.
Gelgelelim bu da kuşkuya açıktır. Belki de düşünceler, düşünenlerden bağımsız
olarak var olabilirler. Ya da dilimizin yapısı, bizi, düşüncelerin var olabilmesi
için düşünen birine ihtiyaç olduğuna inanmaya sürüklüyor olabilir.
"Düşünüyorum"daki "Ben", tıpkı "Yağmur yağıyor" ifadesinde olduğu gibi hiçbir
şeye gönderimde bulunması gerekmez.
TEMSİLCİ REALİZM
Sağduyu realizminin konumunu tartışmaya başladığımız noktadan bu yana
epeyce yol katettik. Duyulara ve rüya görüyor olup olamayacağım sorusuna
ilişkin, şüpheci argümanları incelerken, bu türden felsefi kuşkunun kapsamını
ve sınırlarını gördük. Bu süreçte sağduyu realizminin sınırlarının ne olduğunu
keşfettik. Bununla birlikte Yanılsama Argümanı, duyuların bize dış dünyanın
doğasına ilişkin, neredeyse her seferinde, doğru bilgi verdiği varsayımının
makul olmadığını gösterdi. Duyularımızın bizleri kolaylıkla yanıltabileceği
gerçeği, nesnelerin gerçekten bizlere göründüğü gibi olduğunu savunan görüşe
duyulan güveni azaltmak için yeterli olmalıdır.
Temsilci realizm, sağduyu realizminin yeniden uyarlanmış bir versiyonudur.
O; tüm algının, dış dünyanın içkin temsillerinin farkındalığının bir sonucu
olduğunu iddia ettiği için temsilci olarak adlandırılır. Buna göre, bir martıyı
görmem, sağduyu realizminin savunduğu gibi duyularım aracılığıyla dolaysız bir
şekilde gerçekleşmez. Kuşla doğrudan doğruya duyusal herhangi bir bağlantım
yoktur. Daha ziyade, martının zihinsel bir temsiliyle, eş deyişle onun içsel bir
resmiyle karşı karşıyayımdır. Görsel deneyimim, her ne kadar bu deneyime
sebep olan martının kendisi olsa da, doğrudan doğruya martıya ilişkin değildir;
daha ziyade duyularımın martı için ürettiği temsilin deneyimidir.
Temsilci realizm, Yanılsama Argümanın yönelttiği eleştirilere bir cevap
oluşturur. Renk örneğini ele alalım. Bir elbise, farklı ışık altında kırmızıdan
siyaha kadar oldukça farklı renklerde görünebilir. Elbisenin yapılmış olduğu
kumaşın ipliklerini daha yakından inceleyecek olursak, muhtemelen onların
birçok rengin karışımı olduğunu görürüz. Onun nasıl algılandığı, aynı zamanda
onu algılayana ya da gözlemleyene de bağlıdır: Renk körü olan birisi, onu pekâlâ
benim gördüğümden daha farklı görebilir. Bütün bu gözlemlerin ışığında,
elbisenin gerçekten kırmızı olduğunu söylemek pek bir anlam ifade etmez:
Onun kırmızılığı, algılayanın kendisinden bağımsız değildir. Temsilci realizm bu
türden olguları açıklayabilmek için birincil ve ikincil nitelikler dedikleri
kavramları ortaya atarlar.
BİRİNCİL VE İKİNCİL NİTELİKLER
John Locke (1632-1704) da birincil ve ikincil nitelikler kavramını kullanır.
Birincil nitelikler, nesnenin, algılandığı koşullardan ve algılanıp
algılanmamasından bağımsız olarak, sahip olduğu nitelikleridir. Birincil
nitelikler, büyüklük, şekil ve hareket gibi nitelikleri içerir. Tüm nesneler ne
kadar küçük olurlarsa olsunlar bu niteliklere sahiptir ve Locke'a göre bu
niteliklere ilişkin zihinsel temsillerimiz nesnenin kendisindeki niteliklere
oldukça benzerdir. Nitekim bilim, özellikle fiziksel nesnelerin birincil
nitelikleriyle ilgilenir. Nesnenin birincil nitelikleri dolayısıyla belirlenen yapısı,
onun ikincil niteliklerini deneyimlemeyi olanaklı kılar.
İkincil nitelikler arasında, renk, koku, ve tat sayılabilir. Bu nitelikler,
gerçekte algıladığımız nesnelerin nitelikleriymiş gibi görünebilir, dolayısıyla
kırmızılık bir şekilde kırmızı elbiseye ait bir nitelikmiş gibi durur. Oysa
kırmızılık aslında, normal koşullar altındaki normal bir gözlemleyende kırmızı
bir imge üretme gücüdür. Kırmızılık, kırmızı bir elbisenin, şeklinin ona ait bir
nitelik olması gibi, bir parçası değildir. İkincil niteliklere ilişkin fikirler,
nesnenin kendisiyle örtüşmez; fakat onlar daha ziyade sahip olduğumuz
duyusal sistemin kısmen de olsa ürünüdürler. Temsilci realistlere göre, kırmızı
bir elbise gördüğümüzde, imgenin kendisine asıl yol açan kırmızı elbiseyle bir
şekilde örtüşen zihinsel bir imgeye sahip oluruz. Kırmızı elbisenin imgedeki
kırmızılığı (elbisenin ikincil niteliği), elbisenin kendisinin gerçek nitelikleriyle
benzemez; gelgelelim elbisenin imgedeki şekli (birincil niteliği) elbisenin
kendisindeki niteliklere çoğunlukla benzer.
TEMSİLCİ REALİZMİN ELEŞTİRİSİ
KAFANIN İÇİNDEKİ ALGILAYAN
Temsilci realizme yöneltilen eleştirilerden biri, onun algıyı anlama sorununu bir
adım geriye götürüyor görünmesidir. Temsilci realizme göre, bir şeyi
algıladığımız zaman bunu bir tür zihinsel temsil aracılığıyla yaparız. Dolayısıyla
bana doğru gelen birini görmek, bunu konu edinen bir filmi izlemeye benzer.
Fakat eğer durum böyleyse, o zaman film izlerken ekranda beliren görüntüleri
yorumlamak ne anlama gelir? Bu, kafamın içinde oturan küçük bir insanın olup
biteni yorumlamasına benzer. Ve muhtemelen bu küçük insanın kafasında da
daha küçük bir insan, onun yorumladığı şeyi yorumlar ve bu sonsuza kadar
böyle devam eder. Gelgelelim kafamın içinde sonsuz sayıda küçük yorumcunun,
Latincedeki adıyla homunculi'lerin olması pek muhtemel değildir.
GERÇEK DÜNYA BİLİNEMEZDİR
Temsilci realizme yöneltilen en büyük eleştiri, onun gerçek dünyayı bilinemez
ya da daha ziyade yalnızca dolaylı yoldan bilinebilir kılmasıdır.
Deneyimleyebileceğimiz şeylerin tamamı dış dünyaya ilişkin zihinsel
temsillerimizden ibarettir, ve bu temsilleri dünyanın kendisiyle mukayese
edebilmemizin herhangi bir yolu yoktur. Öyle ki, sanki her birimiz asla dışarı
çıkmaya iznimizin olmadığı özel bir sinemada, kapana kısılmışızdır. Ekranda
çeşitli filmler görürüz ve bu filmlerin gerçek dünyayı olduğu gibi -ya da en
azından temsil edildiklerini gördüğümüz nesnelerin birincil nitelikleri yoluylagösterdiğini varsayarız. Fakat kapana kısıldığımız sinemadan dışarı çıkıp
varsayımımıza bakamayacağımız için, filmlerde gösterilen dünya ile gerçek
dünya arasında ne kadar benzerlik olduğundan asla emin olamayız.
Bu, temsilci realizme özgü bir sorundur; zira bu kuram, nesnelerin birincil
niteliklerinin bizim zihnimizdeki temsillerinin, dış dünyadaki nesnenin
kendisinde bulunan gerçek niteliklere benzer olduğunu söyler. Fakat bunun
doğruluğunu sınayacak herhangi bir yola ve yönteme sahip değilsek eğer, ona
inanmak için de hiçbir sebebimiz yoktur. Buna göre, madeni bir paranın
zihnimdeki temsili yuvarlaksa, bu temsilin madeni paranın gerçek şekliyle
uyuşup uyuşmadığını kontrol etmemin hiçbir yolu yoktur. Ben, duyularım
aracılığıyla edindiğim verilerle sınırlanmışımdır ve bu veriler de, zihinsel
temsillerimle iş gördüğü için, madeni paranın kendisine ait gerçek özelliklere
ilişkin dolaysız bilgiye sahip olmam hiçbir zaman mümkün değildir.
İDEALİZM
İdealizm, temsilci realizm için söz konusu olan birtakım güçlüklerin bertaraf
edildiği bir kuramdır. İdealizm de tıpkı temsilci realizm gibi duyusal girdileri,
dünyaya ilişkin deneyimimizin temel malzemesi olarak kabul eder. Dolayısıyla o
da, tüm deneyimimizin dünyanın değil, zihinsel temsillerimizin deneyimi
olduğu fikrini esas alır. Bununla birlikte idealizm, temsilci realizmden bir adım
öteye gider. Ona göre, dış dünyanın var olduğunu söylemek, -temsilci realizme
yöneltilen eleştirilerde de gördüğümüz üzere- dış dünya bilinemez olduğu için,
hiçbir gerekçelendirmeye sahip değildir.
Bu düşünce, kulağa oldukça saçma gelir. Nasıl olurda birisi kalkıp, dış
dünyaya ilişkin konuşmak konusunda yanıldığımızı ciddi ciddi savunabilir? Zira
mevcut tüm kanıtlar, bunun aksini göstermektedir. Bir idealist buna karşı,
fiziksel nesnelerin -St. Paul Katedralinin, masamın, diğer insanların vb şeylerinyalnızca algılandıkları zaman var oldukları yanıtını verecektir. Deneyimimizin
ötesinde gerçek bir dünya olduğu fikrini ifade etmemize hiç gerek yoktur:
Bilebileceklerimiz deneyimlerimizden ibarettir. Bununla birlikte, "Gitar-benzeri
görsel bir deneyimi tecrübe ediyorum" demek yerine "Gitarımı görüyorum"
demek daha uygun olsa da, bir idealist ikinci ifadenin birincinin bir tür
kısaltması olduğunu söyleyecektir. "Gitarım" sözcüğü, algılarımdan bağımsız
var olan fiziksel nesnelere değil de, duyu deneyimlerinin tekrar eden
örüntüsüne gönderimde bulunmanın kısa bir yoludur. Hepimiz kendimize ait
sinemalarda film izlemek üzere kapatılmışızdır, fakat sinemanın dışında da
gerçek bir dünya yoktur. Dahası sinemayı terk edemeyiz, çünkü dışarıda hiçbir
şey yoktur. Dolayısıyla filmler bizlerin yegâne gerçekliğidir. Ekrana hiç kimse
bakmadığı zaman, projektörün ışığı söner, fakat film projektör aracılığıyla
oynamaya devam eder. Ekrana her baktığımda, projektörün ışığı yeniden yanar
ve film kaldığı yerden aynı şekilde devam eder.
İdealist için bundan çıkarılacak sonuçlardan biri, nesnelerin yalnızca
algılandıkları müddetçe var olduklarıdır. Bir nesne, bana ait sinemanın
ekranında yansıtılmadığı zaman, artık var olmaz. idealistlerin en meşhuru
Piskopos George Berkeley (1685-1753) “esse est percipi", yani "var olmak
algılanmaktır" der. Buna göre, - o anda başka hiç kimsenin bu şeyleri
algılamıyor olması şartıyla- bir odayı terk ettiğimde oda var olmayı sürdürmez
ama gözlerimi kapattığımda dünya kaybolur ya da gözümü kırptığım her an,
orada olan her neyse, artık orada olmaz.
İDEALİZMİN ELEŞTİRİSİ
HALÜSİNASYONLAR VE RÜYALAR
İlk bakışta bu algı kuramı, halüsinasyonlar ve rüyalarla başa çıkmak konusunda
güçlük yaşayabilir gibi görünür. Deneyimlerimizin tümü, yalnızca
fikirlerimizden ibaretse, bu durumda gerçeklik ile hayali birbirinden nasıl ayırt
edebiliriz?
Gelgelelim bir idealist buna açıklama getirebilir. İdealiste göre gerçek
fiziksel nesneler, duyusal bilginin tekrar eden örüntüsüdür. Gitarım, bir
duyusal bilgi örüntüsünün, öngörülebilir şekilde tekrar etmesinden başka bir
şey değildir. Benim görsel gitar deneyimlerim, dokunarak edindiğim gitar
deneyimlerimle örtüşür: Gitarımın duvarda asılı olduğunu görürüm ve daha
sonra ona gider dokunurum. Gitar deneyimlerim, düzenli bir şekilde
birbirlerine bağlıdır. Eğer bir gitar halüsinasyonu görüyor olsaydım, o zaman
deneyimlerim arasında bu türden bir ilişki bulunmazdı: Belki, gitarımı çalmaya
gittiğimde, dokunarak elde etmem beklenen deneyimlere sahip olmam. Belki de
görsel gitar deneyimlerim, tamamıyla öngörülmedik şekillerde gelişir: Gitarım
gözümün önünde maddileştikten sonra, dağılıp yok olabilir.
Buna benzer olarak bir idealist, rüyalar ile uyanık olma hali arasındaki farkı
duyu deneyimlerinin birbirleriyle kurdukları farklı bağlantıları gözeterek, ayırt
edebileceğimizi söyler. Diğer bir deyişle, deneyimimizin bir halüsinasyon mu,
yoksa bir rüya mı ya da bir gerçek yaşam deneyimi mi olup olmadığını ortaya
koyan yalnızca deneyimin dolayımsız doğası değil, aynı zamanda onun diğer
deneyimlerle olan ilişkisi, eş deyişle deneyimin genel bağlamıdır.
SOLİPSİZME YOL AÇMASI
İdealist algı kuramına yöneltilen önemli eleştirilerden biri de, onun solipsizme
(tek-benciliğe), yani var olan tek şeyin benim zihnim olduğunu ve geriye kalan
her şeyinse benim yaratımım olduğunu söyleyen görüşe yol açıyor
görünmesidir. Eğer deneyimleyebileceğim şeyler yalnızca bana ait düşünceler ya
da fikirlerse, bu, fiziksel nesnelerin var olmadığı görüşünü beraberinde
getirmekle beraber, başka insanların var olmadığını söylemek anlamına gelir
(bkz. 7. Bölüm, "Diğer Zihinler" alt başlığı). Başka insanların varoluşuna ilişkin
sahip olduğum kanıtlar, fiziksel nesneler için, yani duyusal bilginin tekrar eden
örüntüleri için sahip olduğum kanıtlar kadardır. Fakat bu durumda, gerçek
fiziksel nesnelerin deneyimime sebep olduğu fikrini dışarıda bıraktığımız için,
belki de hiçbir şey, zihnimdeki bir fikir olmak dışında var olmaz. Ya da belki,
tüm dünya ve içindeki her şey zihnimin bir yaratısıdır. Belki de benim dışımda
hiç kimse yoktur. Sinema örneğini ele alarak konuşursak, belki de bana ait olan
sinemam ve içindeki film seçkisi var olan yegâne şeydir. Başka sinemalar
olmadığı gibi, sinemamın dışında da hiçbir şey yoktur.
Bir kuramın solipsizme yol açıyor olması, neden ona yöneltilecek bir eleştiri
olsun ki? Bu soruya verilebilecek yanıtlardan biri, solipsizmin savunulabilir bir
felsefi konumdan ziyade, zihinsel bir hastalığa ya da megalomanlığın bir
biçimine daha yakın olmasıdır. Belki de daha ikna edici bir cevap, Jean-Paul
Sartre'ın Varlık ve Hiçlik [Being and Nothingness] adlı kitabında bulunabilir; buna
göre, akla gelebilecek neredeyse tüm eylemlerimiz, benden başka zihinlerin de
var olduğunu varsayacak tarzda şekillenir. Diğer bir deyişle solipsizm bizlerin,
istediğimiz takdirde kolaylıkla kabul edebileceği bir düşünce türü değildir:
Başka insanların var olduğunu kabul etmeye o kadar alışmışızdır ki, tutarlı bir
solipsist gibi davranmak pek de anlaşılır değildir. Utanç ve mahcubiyet gibi
sosyal duyguları ele alın. Örneğin, birini kapı deliğinden dikizlemek gibi,
yaparken görülmemeyi tercih ettiğim bir eylem esnasında yakalandığımda,
muhtemelen bundan utanç duyarım. Gelgelelim bir solipsist olsaydım, utanç
duymak benim için anlamsız olurdu. Bununla birlikte utanç kavramının kendisi
de, boş ve anlamsız bir sözcükten ibaret olurdu. Zira bir solipsist olarak, var
olan tek zihin olduğuma ve beni yargılayabilecek hiç kimsenin olmadığına
inanırdım. Benzer şekilde mahcubiyet duymak da bir solipsist için saçmadır.
Çünkü kendimden mahcup hissedebileceğim hiç kimse yoktur.
Deneyimlerimizin ötesinde bir dünyanın var olduğu inancına bağlılığımızın
derecesi, solipsizme yol açan felsefi bir konumun makul oluşunu ortadan
kaldırmak için yeterlidir.
EN BASİT AÇIKLAMA
İdealizmi başka temellerde de eleştirmek mümkündür. Her ne kadar idealizmin,
ulaşabileceğimiz yegâne şeyin kendi duyu deneyimlerimiz olduğu düşüncesiyle
uzlaşsak da, söz konusu bu deneyimlere neyin sebep olduğunu ve neden böylesi
düzenli bir örüntüye sahip olduklarını yine de bilmek isteyebiliriz. Neden duyu
deneyimlerimiz, gündelik dilde "fiziksel nesneler" dediğimiz şeylere kolaylıkla
karşılık gelebilir? Buna verilebilecek en doğrudan ve en açık yanıt, fiziksel
nesnelerin dış dünyada gerçekten var olduğu ve onların, kendilerine ilişkin
duyu deneyimlerimizin önkoşulu olduğudur. Samuel Johnson'ın (1709-1784),
Georges Berkeley'in idealizmine yanıt oluşturmak için, büyük bir taşı
tekmeledikten sonra "işte, onu böyle çürütürüm" demesi tam da bu anlama
gelmektedir.
Berkeley, duyu deneyimlerimize fiziksel nesnelerin değil, Tanrı'nın yol
açtığını iddia eder. Tanrı bizlere, düzenlenmiş duyu deneyimi vermiştir. Tanrı,
tüm nesneleri her an algılar, bu sebeple insanlar tarafından algılanmasa dahi,
dünya var olmaya devam eder. Ancak, 1. Bölümde de gördüğümüz üzere,
Tanrı'nın varoluşuna kesin gözüyle bakılamaz. Birçok insan için,
deneyimlerimize sebep olanın ne olduğuna dair bir açıklama olarak gerçek
fiziksel nesnelerin varoluşu, çok daha rahatlıkla kabul edilebilir bir varsayım
olacaktır.
İdealist, bir şeyin var olması için onun algılanması gerektiğine inanır.
Bunun inanç olmasının bir sebebi, aksinin söz konusu olduğu durumu
sınamanın ya da kontrol etmenin mantıksal olarak imkânsız olmasıdır: Hiç
kimse, onu algılayan birisi olmadığında gitarımın var olmayı bıraktığı
gözleminde bulunamaz; zira bu gözlemi yapabilmek için onu algılayan birisinin
olması gerekir. Durum böyle olsa bile, gitarımın algılanmadığında da var olmaya
devam ettiği gerçeğine işaret eden birçok kanıt vardır. Sabah uyandığımda,
gitarımın duvarda asılı olmaya devam etmesinin en yalın açıklaması, onu
kimsenin hareket ettirmemiş, ödünç almamış ya da çalmamış olması ve gece
boyunca algılanmadan var olmaya devam etmesidir. Olguculuk kuramı
idealizmin, bu oldukça anlaşılır hipotezi hesaba katan, bir gelişimidir.
FENOMENALİZM
İdealizm gibi, fenomenalizm de bizim dolayımsız bir şekilde, asla dış dünyaya
değil, fakat yalnızca duyu deneyimine erişebileceğimiz fikrini esas alan bir algı
kuramıdır. Fenomenalizmin idealizmden ayrıldığı noktaysa, onun fiziksel
nesneleri hesaba katma şeklidir. İdealistlerin fiziksel nesne kavramının duyu
deneyimleri topluluğunun bir kısaltması olduğunu söylediği yerde, John Stuart
Mill gibi fenomenalistler fiziksel nesnelerin tamamen fiili ya da mümkün duyu
deneyimlerinin örüntüsüyle açıklanabileceklerini düşünür. Gitarıma ilişkin
duyu deneyiminin imkânı, ben ona bakmadığım ya da dokunmadığım zaman da
devam eder. Fenomenalistler, fiziksel nesnelerin bütün betimlemelerinin, fiili
ya da koşullu (hipotetik) duyu deneyimine ilişkin betimlemelere
çevrilebileceğine inanır.
Fenomenalist, kendi sinemasında kapanı kısılmış, film izleyen birisine
benzer. Fakat o, ekranda temsil edilen şeylerin, ekrana yansıtılmadıklarında var
olmadığına inanan bir idealistten farklı olarak, bu nesnelerin o an ekrana
yansıtılmıyor bile olsa mümkün bir deneyim olarak var olmaya devam ettiğini
düşünür. Dahası fenomenalist, ekranda beliren ya da belirebilecek olan her
şeyin, fiziksel nesnelere gönderimde bulunulmadan, duyu deneyiminin diliyle
betimlenebileceğine inanır.
Fenomenalizm aşağıda takip eden bölümlerde olduğu gibi eleştirilebilir.
FENOMENALİZMİN ELEŞTİRİSİ
NESNELERİ BETİMLEMENİN ZORLUĞU
"Gitarım, yatak odamdaki duvarda, algılanmadan, asılı durmaktadır" gibi bir
fiziksel nesne cümlesini sadece duyu deneyimleri yoluyla ifade etmek
olağanüstü güçtür. Hatta fiziksel nesneleri bu şekilde betimleme girişimlerinin
tümü başarısız olmuştur.
SOLİPSİZM VE ÖZEL DİL ARGÜMANI
İdealizm gibi fenomenalizm de, solipsizme yol açar görünmektedir: diğer
insanlar yalnızca sahip olabileceğim fiili ya da mümkün algısal deneyimlerdir.
Şu ana kadar solipsizme yöneltilen bazı itirazları inceledik; Özel Dil Argümanı,
ilkin Ludwig Wittgenstein'ın (1889-1951) Felsefi Soruşturmalar [Philosophical
Investigations] adlı kitabında kullanılan bir argüman olup, fenomenalizmin bu
yönü için bir başka itiraz ortaya koyar.
Fenomenalizm, her bir insanın tikel duyumsamalarım, yalnızca kendi
dolayımsız deneyimleri üzerinden tanımlayıp adlandırabileceğini varsayar.
Duyumsamanın söz konusu tanımlanışı ve yeniden tanımlanışı, genel fiziksel
nesnelerin varoluşuna değil, özel deneyime dayanır. Özel Dil Argümanı,
duyumsamaların bu türden özel adlandırmaları ve yeniden tanımlamalarının
mümkün olamayacağını söyleyerek, fenomenalizmi eleştirir.
Dil bütünüyle kurallara ve kurallar da onların uygulanmış olup
olmadıklarını sınama yollarının olmasına bağlıdır. Sözgelimi bir fenomenalistin
bir kırmızı duyumsamasına sahip olduğunu varsayalım: O, bu duyumsamanın,
kendisinin "kırmızı" olarak adlandırdığı diğer duyumsamalarla aynı renkte
olduğunu nasıl sınayabilir? Fenomenalistin bunu sınamanın hiçbir yolu yoktur,
zira fenomenalist için onun kırmızı olması ile onun kırmızı olduğunu
düşünmesi arasında neredeyse hiç ortaklık yoktur. Bu, tıpkı birisinin bir trenin
saatini, trenin gerçek zaman çizelgesine bakmak yerine, yine trenin saatine
ilişkin kendi hafızasını yoklayarak hatırlamaya çalışmasına benzer. Bu,
ortaklaşmanın olmadığı özel bir sınama yöntemi olmakla birlikte, "kırmızı"
sözcüğünün kamusal kullanımının doğruluğundan emin olmak için
kullanılamaz. Dolayısıyla, bir fenomenalistin deneyimini kendi kendini
doğrulayan dilde betimleyebileceği varsayımı yanlış bir varsayımdır.
NEDENSEL REALİZM
Nedensel realizm, duyu deneyimlerimize dış dünyadaki fiziksel nesnelerin
neden olduğunu varsayar. Nedensel realizm, kendine başlangıç noktası olarak,
duyularımızın temel biyolojik işlevinin çevremizde yolumuzu bulmaya yardım
etmek olduğu gözlemini alır. Buna göre, çevremize ilişkin inançlara duyularımız
aracılığıyla erişiriz. Nedensel realizme göre, gitarımı gördüğümde aslında olan
şey, gitarımdan yansıyan ışık ışınlarının retinam ve beynimin birtakım
bölümleri üzerinde etkilere neden olmasıdır. Bu da, beni, görmekte olduğum
şeye ilişkin belirli inançlara sahip olmaya götürür. Dolayısıyla inançlara sahip
olma deneyimi, gitarımı görme deneyimidir.
Algısal inançları edinme yolu, onları herhangi bir yoldan edinemeyeceğimiz
için, oldukça önemlidir. Benim için gitarımı gerçekten görüyor olmamda, ona
ilişkin inançlarımın nedeninin gitarım olması özsel bir durum ifade eder.
Görme deneyimindeki uygun nedensel bağlantı, nesneden gelen ışık ışınlarının
retinama yansıması ve ardından bu bilginin beynimde işlenmesidir. Sözgelimi,
uyuşturucunun etkisinde yalnızca halüsinasyon görüyorsam, bu durumda
gitarımı görüyor olmam. Bu bakımdan inançlarımın nedeni, gitardan ziyade
uyuşturucu olacaktır.
Görme edimi, çevremizi saran şeylerin bilgisini elde etmekle ilgili bir
meseledir. Temsilci realizm gibi, nedensel realizm de, deneyimlenip
deneyimlenmese dahi var olmaya devam eden bir dış dünyanın gerçekliğini
varsayar. Bununla birlikte o, duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz
inançların genellikle doğru olduklarını kabul eder; bundan dolayıdır ki duyu
alıcılarımız, evrim sürecindeki doğal seçilimin bir sonucu olarak şu an oldukları
gibidir: Onlar, çevremiz hakkında bize doğru bilgi verme eğilimindedir.
Nedensel realizmin, ona rakip diğer algı kuramları karşısındaki bir diğer
büyük avantajı, var olan bilgimizin algıladığımız şeyleri etkilemesi olgusunu
kolaylıkla açıklayabiliyor olmasıdır. Bilgi edinme sürecinde, sınıflandırma
sistemimiz ve var olan bilgimiz, gelen bilgiyi nasıl ele alacağımızı ve bu gelen
bilgi yığınından hangilerini seçeceğimizi ve de yorumlayacağımızı doğrudan
belirler. Bu konuya, bir sonraki bölümün alt başlıklarından biri olan "Gözlem"
bölümünde tekrar döneceğiz.
NEDENSEL REALİZMİN ELEŞTİRİSİ
GÖRME DENEYİMİ
Nedensel realizme yöneltilen temel eleştiri, onun bir şeyi gerçekten görmenin
ne olduğunu tatmin edici bir şekilde açıklayamaması, eş deyişle görmenin
niteliksel yönünü es geçmesidir. O, algılama deneyimini, bilgi toplamanın bir
biçimine indirger. Gelgelelim nedensel realizm, şu ana kadar ortaya atılan algı
kuramları arasında en tatmin edici olanıdır.
GERÇEK DÜNYAYI VARSAYMASI
Nedensel realizm, insanların onu algılamasından bağımsız olarak var olan bir
dış dünya varsayımında bulunur. Bu, metafizik bir varsayım, bir diğer deyişle
gerçekliğin doğasına ilişkin bir varsayım olarak bilinir. İdealizme yakın olan
birisi, bu metafiziksel varsayımı kabul edilemez bulacaktır. Gelgelelim, pek
çoğumuz bizden bağımsız bir gerçek dünyanın var olduğu inancına bağlı
olduğumuz için, nedensel realizmin gerçek dünya varsayımı ona yöneltilecek bir
eleştiriden ziyade, onun lehine olan bir varsayım gibi görünür.
SONUÇ
Bu bölümde dış dünyaya ve onunla olan ilişkimize dair bazı önemli felsefi
kuramları inceledik. Bir sonraki bölüm, dünyayı bilmenin özel bir yoluna, eş
deyişle bilimsel soruşturmaya odaklanır.
EK KAYNAKLAR
René Descartes'ın şüpheci argümanları Meditasyonlar'ın ilkinde, Cogito
argümanıysa ikincisinin hemen başında ortaya konur. Bunların her ikisi de,
editörlüğünü John Cottingham ve Bernard Williams'in üstlendiği ve aynı
zamanda önsözlerinin bulunduğu Descartes: Meditations on First Philosophy
(gözden geçirilmiş baskı, Cambridge: Cambridge Üniversitesi Yayınları, 1996)
[Meditasyonlar, çev: Çiğdem Dürüşken, Alfa Felsefe, 2015] adlı kitapta
bulunabilir. Descartes felsefesine açık ara farkla en iyi giriş kitabı, daha önce de
önermiş olduğum, editörlüğünü Bryan Magee'nin üstlendiği Bernard
Williams'in The Great Philosophers (Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları,
1987) adlı söyleşi kitabıdır.
Stephen Priest'in The British Empiricists (Harmondsworth: Penguin, 1990)
adlı kitabı bu bölümde ele alınan pek çok konuyu içermektedir.
Adam Morton'ın A Guide Through the Theory of Knowledge (2. Baskı Oxford:
Blackwell, 1997) adlı eseri epistemolojiye açık ve anlaşılır bir giriş kitabıdır. A.
J. Ayer'in The Problem of Knowledge (Harmondsworth: Penguin, 1956) adlı eseri
biraz eski bir kitap olsa da, oldukça faydalıdır.
Bertrand Russell'ın The Problems of Philosophy (Oxford: Oxford Üniversitesi
Yayınları, 1912) [Felsefe Sorunları, çev: Vehbi Hacıkadiroğlu, Kabalcı Yay., 1994]
adlı kitabı hâlâ okunmaya değerdir: Üniversitede felsefe bölümü okumayı
düşünenlere fazlasıyla önerilen bu kitap, özellikle epistemolojik sorulara
odaklanan kısa bir giriş kitabıdır.
6
BİLİM
Bilim bize; aya insan gönderme, veremi tedavi etme; atom bombasını,
otomobili, uçağı, televizyonu, bilgisayarları ve gündelik yaşamın doğasını
değiştiren sayısız aygıtı icat etme olanağı tanımıştır. Bilimsel yöntem,
genellikle, doğal dünyanın işleyişini öngörebilmenin ve keşfetmenin en etkili
yolu olarak kabul edilir. Bununla birlikte bilimsel icatların tümü insanoğluna
fayda sağlamamıştır; hiç şüphesiz bilimsel ilerlemeler, insan hayatını
geliştirmenin yanında, onu yok etmek için de kullanılmıştır. Gelgelelim bilimin
olanaklı kıldığı, doğal dünyayı işleme ve manipüle etmedeki başarıyı inkâr
etmek oldukça güç olacaktır. Bilim; büyücülük, sihir, batıl inanç ve salt
geleneğin onunla kıyaslandığında fazlasıyla önemsiz olduğu yerde, oldukça
önemli sonuçlara yol açmıştır.
Bilimsel yöntem, bilgiye erişmenin, eski yöntemlerle kıyaslandığında, büyük
bir ilerleyişini ihtiva eder. Tarihsel olarak bakıldığında bilim, "otoritenin ortaya
koyduğu gerçekliğin" yerini alır. Otoritenin ortaya koyduğu gerçeklik, birçok
önemli otoritenin görüşlerinin, -özellikle de Antik Yunan filozofu Aristoteles'in
(MÖ 384-322) yaşayan eserleri ve Kilise öğretilerinin- iddia edilen şeyin
kendisinden dolayı değil, daha ziyade iddiayı ortan kişiden dolayı doğru kabul
edilmesidir. Buna karşın bilimsel yöntem, herhangi bir iddiada bulunmadan
önce, sonuçların sınanması ve detaylı gözlemlerin yapılması ihtiyacına ağırlık
verir.
Fakat bu bilimsel yöntem dediğimiz şey nedir? Acaba o, hepimizin inandığı
kadar güvenilir midir? Bilim nasıl ilerler? Bunlar tam da bilim filozoflarının
soracağı türden sorulardır. Biz de burada, bilimsel yöntemin doğasına ilişkin
birtakım genel soruları ele alacağız.
YALIN BİLİMSEL YÖNTEM GÖRÜŞÜ
Yalın, fakat bir o kadar da yaygın olan bilimsel yöntem görüşü aşağıdaki gibidir.
Bilim insanı, dünyanın bazı yönlerine, örneğin suyu ısıtmanın etkisine ilişkin
birçok gözlem yaparak işe başlar. Bununla birlikte söz konusu gözlemler
mümkün mertebede nesnel olmalıdır: Bilim insanı, verileri kaydederken
tarafsız ve önyargısız olmayı amaçlar. Bilim insanının, gözlemlere dayanan
büyük miktarda veri topladıktan sonra yapacağı şey, çıkan sonuçların
örüntüsünü açıklayan bir kuram yaratmaktır. Söz konusu kuram, iyi bir
kuramsa, hem olan biteni açıklayacak hem de gelecekte olması muhtemel olanı
öngörecektir. Gelgelelim bu öngörüler, gelecekte ortaya çıkan sonuçlarla
örtüşmüyorsa, o zaman bilim insanı genellikle kuramını bu sonuçlarla uyuşacak
şekilde yeniler ve yeniden düzenler. Zira doğal dünyada büyük çapta bir
düzenlilik olduğundan, bilimsel öngörüler çok hassas olabilir.
Sözgelimi bir bilim insanı, normal koşullar altında, suyu 100°C'ye kadar
ısıtıp, suyun kaynamaya ve buharlaşmaya başladığını gözlemleyebilir. Daha
sonrasında o, suyun farklı sıcaklık ve basınç altındaki davranışlarına ilişkin bir
dizi gözlem daha yapabilir. Bilim insanı bu gözlemleri temel alarak, suyun,
sıcaklık ve basınçla ilişkisi bağlamında kaynama noktasına ilişkin bir kuram
ortaya atar. Bu kuram, iyi bir kuramsa, yalnızca bilim insanının yaptığı belirli
gözlemleri açıklamakla kalmayıp, aynı zamanda suyun farklı sıcaklık ve
basınçlar altında davranışına ilişkin tüm gözlemleri açıklayacak ve öngörecektir.
Bu görüşe göre bilimsel yöntem gözlemle başlar, ardından kuramı inşa eder ve
böylece öngörme yeteneğiyle bir genelleme (ya da evrensel bir açıklama) üretir.
Eğer bu genelleme, iyi bir genellemeyse, bir doğa yasası olarak kabul görecektir.
Bu bakımdan bilim, aynı sınamaları tekrar etmek isteyen herkesin teyit
edebileceği nesnel sonuçlar üretir.
Bu bilimsel yöntem görüşü, bilim insanları arasında bile şaşırtıcı derecede
yaygındır. Buna rağmen bu görüş, birçok bakımdan yetersizdir. Bu
yetersizliklerin en önemlileriyse, onun gözlemin doğası ve tümevarımsal
argümana ilişkin varsayımlarıdır.
YALIN GÖRÜŞÜN ELEŞTİRİSİ
GÖZLEM
Bilimsel yöntem görüşü, daha önce gördüğümüz üzere, bilim insanlarının söz
konusu gözlemleri açıklayan kuramlar formüle etmeden önce, tarafsız
gözlemler yaparak işe başladığını söyler. Gelgelelim bu, gözlemin gerçekten ne
olduğuna dair kusurlu ve yanlış bir betimlemedir: Yalın görüş, mevcut bilgimiz
ve beklentilerimizin gözlemlerimizi etkilemediğini ve böylece tamamıyla
önyargısız gözlemler yapmanın mümkün olduğu varsayımında bulunur.
Bir önceki bölümde algı meselesini tartışırken ifade ettiğim üzere, görme
edimi yalnızca retina üzerinde bir imgeye ya da görüntüye sahip olmak değildir.
Ya da filozof N. R. Hanson'ın (1924-1967) ifade edişiyle, "Görmede,
gözyuvarına yansıyandan her zaman daha fazla şey vardır." Görmek üzere
olduğumuz şeye ilişkin mevcut bilgimiz ve beklentilerimiz fiilen gördüğümüzü
etkiler. Örneğin, bir telefon santralinin kablolarına baktığım zaman, farklı
farklı renklerdeki kabloların bir karmaşasını gördüğüm yerde, aynı şeye bakan
bir telefon mühendisi, kablo bağlantılarının düzenli bir örüntüsünü görecektir.
Telefon mühendisinin ardalandaki inançları, onun fiilen gördüğü şeyi etkiler.
Söz konusu durumda, telefon mühendisi ile benim aynı görsel deneyime sahip
olup, ardından bu deneyimi farklı şekillerde yorumlamamızdan bahsedilemez;
zira görsel deneyim, nedensel realist kuramın da altını çizdiği gibi, gördüğümüz
şeye ilişkin mevcut inançlarımızdan ayrı tutulamaz.
Bununla ilgili bir başka örnek olarak, eğitimli bir fizikçinin elektron
mikroskobuna bakması ile bilimsel bir geçmişe sahip olmayan birisinin aynı
cihaza bakması arasındaki farkı düşünün. Fizikçi mikroskobun değişik parçaları
arasındaki ilişkiyi çözecek ve bu aletin kıymetini ve de onunla neler yapılacağını
anlayacaktır. Bilimsel geçmişe sahip olmayan kişi içinse bu alet, muhtemelen
metal ve kablo parçalarının anlamsız ve gizemli bir biçimde birleşmesinden
başka bir şey ifade etmeyecektir.
Hiç şüphesiz, farklı gözlemcilerin gördükleri şeylerde büyük bir ortaklaşma
söz konusudur; aksi takdirde iletişimin kendisi imkânsız hale gelirdi. Fakat
yalın bilimsel yöntem görüşü, gözleme ilişkin bu önemli gerçeği göz ardı eder:
Gördüklerimiz retinamızdaki salt imgelere ya da görüntülere indirgenemez.
Gördüğümüz şeyler genellikle "zihinsel yapı" olarak adlandırılan şeye, eş deyişle
mevcut bilgimize ve beklentilerimize ve dolayısıyla kültürel gelişimimize
bağlıdır.
Bununla birlikte, inançlarımızdan etkilenmeyi inatla reddeden birtakım
gözlemler olduğunu vurgulamaya gerek dahi yoktur. Her ne kadar Ay'ın ufka
yaklaştığı zaman, tam tepemizde olduğu zamana göre daha büyük olmadığını
bilsem de, onu daha büyük görmeme mani olamam. Ay'a dair algısal
deneyimim, söz konusu durumda, benim bilincinde olduğum inançlardan
etkilenmeden kalır. Kuşkusuz Ay'ı, "daha büyük olduğunu" söylemek yerine,
"daha büyük göründüğünü" söyleyerek betimlerim, ki bu da kuramı gerektirir;
fakat bu, algısal deneyimimin inançlarımın etkisinden sıyrılabildiği bir örnek
gibi görünür. Bunun bize gösterdiği şey, bildiklerimiz ile gördüklerimiz
arasındaki ilişkinin zaman zaman düşünüldüğü kadar doğrudan olmadığıdır:
Ardalanda duran bilgi, bizim, şeyleri her zaman farklı görmemize neden olmaz.
Bu, zihinsel yapımız çoğu durumda gördüklerimizi bariz bir şekilde etkilediği
için, yalın bilim görüşüne karşı geliştirilen argümana zarar vermez.
GÖZLEM ÖNERMELERİ
Yalın görüşün göz ardı ettiği, bilimsel bağlamda gözlemin bir diğer önemli
özelliğiyse, gözlem önermelerinin doğasıdır. Bilim insanı belirli gözlemleri dille
ifade etmek zorundadır. Fakat bilim insanının bu gözlem önermelerini kurmak
için kullandığı dil, her zaman kendisinden ayıramadığı kuramsal varsayımları
içerir. Tamamıyla tarafsız gözlem önermesi diye bir şeyden bahsetmek
mümkün değildir: Gözlem önermeleri "kuram yüklü"dür. Sözgelimi, "Çıplak
kabloya dokundu ve elektrik akımına kapıldı" gibi gündelik ve sıradan bir
önerme bile, elektrik diye bir şeyin var olduğu ve onun zarar verebileceği
varsayımında bulunur. Konuşmacı "elektrik" sözcüğünü kullanarak, kabloya
dokunan kişinin deneyimlediği acının nedenleriyle ilgili bütüncül bir kuramı
önceden varsayar. Bu önermeyi tamamıyla anlamak, elektrik ve fizyolojiye dair
kuramları anlamayı gerektirir. Kuramsal varsayımlar, olayın betimlenişinde işe
karışırlar. Diğer bir deyişle, gözlem önermeleri deneyimlerimizi belirli bir
biçimde sınıflandırır; fakat bu, deneyimlerimizi sınıflandırmanın yegâne yolu
değildir.
Öte yandan bilimde kurulan "maddenin moleküler yapısı sıcaklıktan
etkilenir" tarzında bir gözlem önermesi ise çok daha karmaşık kuramları
önceden varsayar. Kuram her zaman ilksel olandır: Bundan dolayı yalın bilimsel
yöntem görüşü, tarafsız gözlemin kuramdan önce geldiğini söyleyerek yanlışa
düşer. Gördükleriniz genellikle bildiklerinize bağlıdır ve onları betimlemek için
seçtiğiniz sözcükler her zaman gördüğünüz şeyin doğasına ilişkin bir kuramı
varsayar. Gözlemin doğasına dair bu iki olgu; nesnel, önyargısız ve tarafsız
gözlem fikrinin altını oyması kaçınılmaz olan olgulardır.
SEÇİM
Gözleme ilişkin vurgulanması gereken bir başka nokta, bilim insanlarının
"gözlemi" tek tek her bir fenomeni her açıdan ölçüp biçerek yapmadığıdır. Zira
bu, fiziksel açıdan imkânsız olurdu. Dolayısıyla bilim insanları, ele aldıkları
durumların hangi yönlerine odaklanacaklarını seçerler. Bu seçim de, kurambağlantılı kararları içerir.
TÜMEVARIM PROBLEMİ
Yalın bilimsel yöntem görüşüne, tümdengelimden ziyade tümevarıma
dayandığı için, yöneltilen bir başka itiraz daha vardır. Tümevarım ile
tümdengelim iki farklı argümandır. Tümevarımsal bir argüman, çoğunlukla
belirli sayıda özgün gözleme dayanan bir genellemeyi ihtiva eder. Buna göre,
postu olan hayvanlara ilişkin çok sayıda gözlemin ardından, posta sahip tüm
hayvanların vivipar (yani, yumurtlamak yerine yavrulayan hayvanlar) olduğu
çıkarımında bulunmuş olsaydım, tümevarımsal bir argüman kullanıyor
olurdum. Diğer yandan tümdengelimsel bir argüman, belirli öncüllerle başlar ve
bu öncülleri takip eden mantıksal bir çıkarım yapar. Örneğin, "Tüm kuşlar
hayvandır" ve "Bütün kuğular kuştur" öncüllerinden, "Öyleyse bütün kuğular
hayvandır" çıkarımında bulunabilirim: Bu, tümdengelimsel bir argümandır.
Tümdengelimsel argümanlar doğruluk değerini korurlar. Bu,
tümdengelimsel argümanların öncüllerinin doğru olması halinde,
çıkarımlarının da doğru olacağı anlamına gelir. Dolayısıyla, öncülleri kabul edip,
çıkarımı reddettiğinizde kendinizle çelişmiş olursunuz. Bu bakımdan, hem
"Bütün kuşlar hayvandır" hem de "Bütün kuğular kuştur" öncüllerinin her ikisi
de doğruysa, o halde bütün kuğuların hayvan olduğu çıkarımı da doğru olmak
zorundadır. Buna karşın, doğru öncüllere sahip tümevarımsal argümanların
çıkanınla doğru ya da yanlış olabilir. Her ne kadar postu olan hayvanlara ilişkin
yaptığım tüm gözlemler doğru ve bu hayvanların tümü vivipar olup, onlara
ilişkin binlerce kez gözlem yapmış olsam dahi, posta sahip bütün hayvanların
vivipar olduğu çıkarımım yine de yanlış olabilir. Aslına bakılırsa, ördek gagalı
omitorengin (posta sahip olup, yumurtlayan kendine has bir hayvan) varoluşu,
bunun yanlış bir genelleme olduğunu zaten gösterir.
Gelgelelim bu türden tümevarımsal argümanları sürekli kullanıyoruz.
Sözgelimi; sayısız kere kahve içtim, fakat hiçbir zaman kahveden
zehirlenmedim, dolayısıyla tümevarımsal argümana dayanarak gelecekte
içeceğim kahvelerin de beni zehirlemeyeceğini varsayıyorum. Deneyimlerime
göre geceleri hep gündüzler takip etti, bu bakımdan bunun hep böyle devam
edeceğini varsayıyorum. Birçok kez yağmur altında durduğumda ıslandığımı
gözlemledim; dolayısıyla gelecekte de yağmur yağdığında geçmişteki gibi
ıslanacağımı varsayıp, mümkün olduğunca yağmurdan korunmaya çalışırım.
Verdiğim tüm bu örnekler, tümevarım örnekleridir. Nitekim tüm yaşamımız,
tümevarımın çevremize ve eylemlerimizin olası sonuçlarına ilişkin oldukça
güvenilir öngörüler sağladığı gerçeğine bağlıdır. Tümevarım ilkesi olmasaydı
çevremizle kurduğumuz ilişki, tamamıyla kaotik olurdu: Geleceğin de geçmiş
gibi olacağı varsayımında bulunmak için hiçbir sağlam zeminimiz olmazdı.
Tüketeceğimiz gıdanın bizi besleyeceğini mi yoksa zehirleyeceğini mi asla
bilemezdik; attığımız her adımda bastığımız zeminin bizi kaldıracağını mı yoksa
boşluğa mı açılacağını bilmemiz mümkün dahi olmazdı. Dolayısıyla çevremize
dair öngördüğümüz bütün düzenlilik kuşkuya açık hale gelirdi.
Tümevarımın yaşamlarımızda oynadığı bu merkezi role karşın, tümevarım
ilkesinin tamamıyla güvenilir olmadığı sarsılmaz gerçeğiyle karşı karşıyayızdır.
Daha önce gördüğümüz üzere tümevarımsal argüman, bütün posta sahip
hayvanların vivipar olup olmadığına ilişkin yanlış bir yanıt verebilir. Onun
çıkarımları, doğru öncüllere sahip tümdengelimsel argümanların çıkarımları
kadar güvenilir değildir. Bertrand Russell, bu noktaya temas etmek için, her
sabah, bir önceki gün karnı doyurulduğu için bugün de besleneceğini düşünerek
uyanan bir tavuk örneğini verir. Bu tavuk, bir sabah yalnızca çiftçi tarafından
boynu koparılacak bir tavuk olarak uyanır. Tavuk, çok sayıda gözleme dayanan
tümevarımsal bir argüman kullanmıştır. Tümevarıma bu kadar bel bağlayarak,
bizler de bu tavuk gibi budalalık mı etmekteyiz? Tümevarıma olan inancımızı
ifade ederken, kendimizi nasıl gerekçelendirebiliriz? Bu, David Hume'un İnsan
Doğası Üzerine Bir Deneme'de [Treatise Concerning Human Nature], ifade ettiği bir
problem, yani Tümevarım Problemidir. Böylesine güvenilmez bir argüman
yöntemini esas almayı nasıl olur da gerekçelendirebiliriz? Bu, tümevarımın, en
azından yukarıda anahatları çizilen yalın kuram bağlamında, bilimsel yöntemde
kilit bir rolü olduğu için, bilim felsefesine özgü bir problemdir.
EN İYİ AÇIKLAMADAN ÇIKARSAMA YAPMASI
Bütün tümevarımsal argümanlar, yukarıda anahatları belirtilen argümanın bir
biçimi değildir. Tümdengelimsel-olmayan bir başka önemli tartışma tarzı, En
İyi Açıklamadan Çıkarsama Yapma ya da daha az bilinen adıyla geri çıkarımdır.
Bu türden bir argümanda, salt geçmiş gözlemlerimizi esas alarak geleceğe dair
genel öngörülerde bulunmayız. Bunun yerine, eğer varsa, bir tür açıklama
olarak hipotezin aklı yatkınlığını değerlendiririz. Buna göre en iyi hipotez, daha
fazla açıklama sunan hipotezdir. Sözgelimi eve döndüğümde, bir fareye ait iç
organları mutfağımda görüyor ve kedimi, tam da onu beslememi beklediği
saatte, halinden memnun bir şekilde derin bir uykuda buluyorsam, benim
yokluğumda evde nelerin olduğuna dair en iyi açıklama, kedimin bir fareyi
yakalayıp yediği ve ardından uykuya daldığı olacaktır. Olayın böyle
gerçekleştiğine dair kanıtım vardır, fakat bundan bizatihi bu sonucu çıkarmam:
Ne olduğuna ilişkin başka olası açıklamalar da vardır.
Örneğin, başka bir kedi içeriye girip, bir farenin iç organlarını mutfağıma
bırakmış olabilir. Ya da eşim, kafamı karıştırmaya çalışarak, evdeki farelerden
birini öldürmüş ve farenin iç organlarını kedimi fail göstermek amacıyla
mutfakta bırakmış olabilir. Gelgelelim benim çıkarımın, mevcut koşullarda akla
daha yatkın olan o olduğu için, kedimin fareyi öldürüp yediğidir. Zira bu
çıkarımda bulunmamın sebebi, var olan diğer hipotezlerin iç organları
açıklarken, kedimin halinden memnun bir şekilde uykuda olmasını
açıklayamamasıdır. Bu tarz akıl yürütme, hem bilimde hem de gündelik
yaşamda oldukça büyük öneme sahiptir. Ancak yukarıdaki örneğin de gösterdiği
gibi, o tamamıyla güvenilir değildir. Nitekim aynı kanıta ilişkin her daim olası
başka açıklamalar mevcuttur. Keza eşim, kedimi farenin ölümünün faili
gösterdiği gün olarak, onun tam da tembel olduğu ve böylece genellikle yemek
yediği saatte uykuya daldığı bir gün seçmiş olabilir. Bu bakımdan, Geri Çıkarım
Argümanından elde edilen sonuç, geçerli bir tümdengelimsel argümanda olduğu
gibi, zorunlu olarak öncüllerden çıkmaz. Gelgelelim bu da, herhangi bir koşulda
neyin ve neden en iyi açıklama olarak hesaba katılacağına ilişkin her türden
soruyu ortaya çıkarır.
Filozoflar En İyi Açıklamadan Çıkarsamanın tümevarımın tanımlanmış en
iyi biçimi olup olmadığı konusunda aynı fikirde değillerdir. Ancak filozofların
tümü, böylesi bir argümanın öncüllerinin doğruluğunun, çıkarımın
doğruluğunu mutlak olarak temin etmeyeceği konusunda hem fikirdirler.
Dolayısıyla, En İyi Açıklamadan Çıkarsama ya da Geri Çıkarım Argümanı,
tümdengelimsel argümanların sağladığı güvenirliklerin hiçbirine sahip değildir.
Bu, söz konusu argümanın eleştirisi değildir. Zira bizler, bu türden akıl
yürütmeye tam da şartların tümdengelimi kullanmayı olanaksız kıldığı,
sözgelimi bir şeyin açıklamasını ya da nedenini anlamaya çalıştığımız ve
durumun mevcut haline gelmesi için birden fazla açıklamanın olduğu
zamanlarda, başvururuz.
TÜMEVARIM PROBLEMİNİN BİR BAŞKA YÖNÜ
Buraya kadar Tümevarım Problemini, sanki geçmiş temelinde geleceğe ilişkin
genellemeleri gerekçelendirme sorunuymuş gibi ele aldık. Fakat Tümevarım
Probleminin henüz değinmediğimiz bir başka yönü daha vardır. Bu da, geçmiş
temelinde bina edebileceğimiz, hepsi mevcut verilerle tutarlı olan, sayısız
genelleme olduğu olgusundan kaynaklanır. Gelgelelim bu farklı genellemelerin
her biri geleceğe ilişkin tamamıyla değişik öngörüler sunabilir. Bu, filozof
[9]
Nelson Goodman'ın (1906-1998) "yeşavi" örneğinde oldukça iyi bir şekilde
ortaya konur. Bu örnek zorlama ve uydurma gibi görünebilir fakat önemli bir
noktayı ifade etmektedir.
Goodman, "yeşavi" sözcüğünü uydurarak Tümevarım Probleminin bu ikinci
yönünü ortaya koyar. "Yeşavi" icat edilmiş bir renk sözcüğüdür. Buna göre, bir
şey 2000 yılından önce incelenmiş ve yeşil olduğu bulunmuşsa ya da
incelenmemişse ve maviyse, o zaman yeşavidir. Goodman 2000'den önce
eserlerini kaleme almaktaydı: Aşağıdaki tartışmada Goodman'ın örneğinin
bugün için de geçerli olması için "2000" yılını "2100" olarak değiştirdim. "Bütün
zümrütlerin yeşil olduğu" genellemesinin doğru olduğunu gösteren çok sayıda
deneyime sahibiz. Fakat mevcut kanıtlar (gözlemlerin 2100 yılından önce
yapıldığını varsayarsak) "Bütün zümrütlerin yeşavi olduğu" görüşüyle de aynı
ölçüde tutarlıdır. Bundan dolayı, ister tüm zümrütlerin yeşil olduğunu isterse
de tümünün yeşavi olduğunu söyleyelim, bu 2100 yılından sonra zümrütlere
ilişkin yapacağımız gözlemlerle ilgili öngörüleri etkileyecektir. Bütün
zümrütlerin yeşavi olduğunu söylersek, bu durumda 2100 yılından sonra
incelenecek bazı zümrütlerin mavi olacağı öngörüsünde bulunuruz. 2100
yılından önce incelenmiş olanlar yeşil renginde ve 2100 yılından önce
incelenmemiş olanlar ise mavi görünecektir. Bununla birlikte, bunu yapmamız
daha muhtemel olduğundan, bütün zümrütlerin yeşil olduğunu söyler ve her
incelendiklerinde yeşil görüneceği öngörüsünde bulunuruz.
Bu örneğin bize gösterdiği şey, tümevarım temelinde yaptığımız
öngörülerin eldeki kanıtları kullanarak bulunabileceğimiz yegâne öngörüler
olmadığıdır. Dolayısıyla hem tümevarım temelinde yaptığımız öngörülerin
yüzde yüz güvenilir olmamasıyla hem de onların biriktirdiğimiz kanıtlarla
tutarlı yegâne öngörüler olmadığı sonucuyla baş başa kalırız.
TÜMEVARIM PROBLEMİNİ ÇÖZME GİRİŞİMLERİ
İŞE YARAR GÖRÜNMESİ
Tümevarım Problemine karşı oluşturulabilecek yanıtlardan biri, tümevarıma
itimat etmenin yalnızca yaygın olmadığı, fakat aynı zamanda oldukça verimli
olduğuna işaret etmektir: Tümevarım, doğal dünyanın işleyişini öngörebilmek
ve ondaki düzenlilikleri keşfedilmek açısından olağanüstü kullanışlıdır. Daha
önce belirttiğimiz üzere, bilim bize Ay'a insan gönderme olanağı tanır;
dolayısıyla bilim tümevarım ilkesini temeline alıyorsa, bu durumda tümevarıma
olan inancımızı gerekçelendirmek için oldukça fazla kanıta sahibizdir. Şüphesiz,
Güneş'in ertesi gün doğmama ya da Russell'ın tavuk örneğinde olduğu gibi
boynumuzun vurulacağı bir güne uyanma olasılığı her zaman vardır, fakat buna
rağmen tümevarım sahip olduğumuz en iyi yöntemdir. Bu bakımdan hiçbir
argüman biçimi, geleceği öngörmek konusunda tümevarım ilkesinden daha
fazla yardımcı olmaz.
Tümevarım ilkesinin bu savunusuna yöneltilen eleştirilerden biri, savunun
bizatihi kendisinin tümevarıma dayanıyor olmasıdır. Diğer bir deyişle o, iflah
olmaz dairesel bir argümandır. Buna göre, tümevarım argümanı ile
tümevarımın birçok yönden geçmişte başarılı olmasının gelecekte de başarılı
olacağının göstergesi olduğu iddiasıyla eşdeğerdir. Fakat bu iddianın kendisi,
tümevarım temelinde bir dizi belirli örneğe dayanan bir genelleme ve
dolayısıyla tümevarımsal bir argümandır. Tümevarımsal bir argüman,
tümevarımın tatmin edici bir gerekçelendirmesini veremez: Bu, ispatlamaya
çalıştığınız şeyi, eş deyişle tümevarımın gerekçelendirmesini önceden
varsaymak suretiyle, mevcut soruya verilen cevabı kanıtlamış olmayı farz etmek
olacaktır.
EVRİM
Tümel önermeler, eş deyişle "Bütün ..." diye başlayan "Bütün kuğular beyazdır"
türünden önermeler, bir topluluğu meydana getiren tikellerin birbirlerine
benzediğini varsayar. Söz konusu durumda, her bir kuğunun, bir topluluğu
meydana getirmelerinin anlamlı olabilmesi için, sahip olduğu bir benzerlik
olmalıdır. Ancak "yeşavi" örneğinde de gördüğümüz üzere, dünyadaki şeyleri
sınıflandırmanın ya da bu şeylere özellikler atfetmenin birden fazla yolu vardır.
Dünya'ya inen uzaylıların bizlerin halihazırda kullandığı kategorilerden farklı
kategoriler kullanmaları ve bu bakımdan bizlerden oldukça farklı tümevarımsal
öngörülere sahip olmaları pekâlâ olasıdır.
Yine de, "yeşavi" örneğinin de işaret ettiği gibi, bazı genellemeler diğerlerine
göre bizlere daha doğal görünebilir. Buna getirebilecek en makul açıklama
evrimci bir açıklamadır: İnsanoğlu, deneyimini ona göre şekillendirdiği, genetik
olarak programlanmış bir kategoriler topluluğuyla dünyaya gelir. Bir tür olarak
bizler, doğal seçilim süreciyle birlikte etrafımızdaki dünyayı kafi biçimde
öngörebildiğimiz tümevarımsal genellemeler yapma eğilimi kazanmışızdır. Tam
da tümevarımsal olarak akıl yürüttüğümüz zaman bu eğilimler işlemeye başlar:
Dünyaya ilişkin deneyimimizi güvenilir öngörülere götürecek şekilde bir araya
getirmek gibi doğal bir eğilimimiz vardır. Tümevarımın bu açıklaması, ona olan
güvenimizi gerekçelendirip gerekçelendirmemesi de, bizim tümevarımsal
argümanlara neden güvendiğimizin ve bunu yapmamızın genellikle neden
doğru olduğunu oldukça iyi bir şekilde ifade eder.
OLASILIK
Tümevarım Problemine oluşturulmaya çalışılan bir başka yanıt, her ne kadar
tümevarımsal bir argümanın sonucunun yüzde yüz doğru olduğunu hiçbir
zaman gösteremesek de, bu sonucun büyük ihtimalle doğru olduğunu
gösterebilecek olmamızdır. Bilimin keşfettiği doğa yasalarının mutlak geçerli
oldukları ispatlanmamıştır. Gelgeldim bu yasaları onaylamak için ne kadar çok
gözlem yaparsak o kadar çok yasanın doğruluğuna yaklaşırız. Bu cevap zaman
zaman olasılıkçılık olarak adlandırılır. Güneş'in yarın da doğacağını mutlak
olarak söyleyemeyiz, fakat bunun yüksek ihtimalle gerçekleşeceği yargısında
bulunabiliriz.
Bununla birlikte, buna yöneltilen bir itiraz, olasılığın bizatihi kendisinin
değişebilen bir şey olduğuna işaret eder. Gelecekte ortaya çıkacak bir olayın
olasılığının değerlendirilmesi, onun geçmişte ne sıklıkta gerçekleştiğine
bağlıdır. Fakat gelecekte olacak olanın olasılığına ilişkin varsayılan
gerekçelendirmenin kendisi, tümevarımsaldır. Dolayısıyla bu, tümevarıma olan
güvenimizi gerekçelendirirken tümevarımın kendisini esas aldığı için, dairesel
bir argümandır.
YANLIŞLAMACILIK: KESTİRİM VE ÇÜRÜTME
Tümevarım Probleminden ya da en azından onun bilimsel yöntem konusunu
etkilemesinden kurtulmaya ilişkin sunulan bir başka yol, tümevarımın bilimsel
yöntemin dayanağı olduğu fikrini reddetmektir. Kari Popper (1902-1994)
tarafından geliştirilen bilim felsefesi, eş deyişle yanlışlamacılık tam da bunu
yapar. Yanlışlamacılar, yalın bilim görüşünün yanlış olduğunu iddia ederler.
Bilim insanları işe gözlemler yaparak değil, kuramla başlarlar. Bilimsel kuramlar
ve doğa yasaları olarak adlandırılan şeyler doğruluk iddiasında değillerdir; daha
ziyade onlar, doğal dünyanın birçok yönüne ilişkin bir analiz sunma yönünde
spekülatif girişimlerdir. Bilimsel kuramlar kestirimlerdir; diğer bir deyişle
kendilerinden önceki kuramları geliştirmek için tasarlanan iyi temellendirilmiş
tahminlerdir.
Bu kestirimler daha sonra deneysel sınamaların konusu olurlar. Bununla
birlikte bu sınamalar oldukça spesifik bir hedefe sahiptir. Bu hedef, söz konusu
kestirimin doğruluğundan ziyade, onun yanlışlığını ispatlamaktır. Bilim,
kuramların doğruluğunu ispatlama girişimleriyle değil, onları yanlışlama
girişimiyle iş görür. Yanlışlığı gösterilen her kuram dışarıda bırakılır ya da en
azından yeniden düzenlenir. Böylece bilim, kestirim ve çürütme yoluyla ilerler.
Herhangi bir kuramın mutlak doğru olduğundan emin olamayız; dolayısıyla her
kuram ilkece yanlışlanabilirdir. Bu görüş, bilim tarihinde tanıklık edilen
gelişmeye uygun düşer görünmektedir: Ptolemaiosçu evren görüşü, eş deyişle
Dünya'yı evrenin merkezine alan görüş, Kopernikçi görüş tarafından; Newton
fiziği de Einstein'ınki tarafından aşılır.
Yanlışlamanın yalın bilim görüşü karşısında en azından bir büyük avantajı
söz konusudur. Bu avantaj da, bir kuramı doğrulamak için yaptığımız
gözlemlerin sayısı ne olursa olsun, tüm bunların kuramın gelecekteki bütün
gözlemleri için de geçerli olacağına dair yüzde yüz kesinlik sunamaması, fakat
bunun tam aksine tek bir yanlışlama örneğinin kuramın yetersiz olduğunu
gösterecek gücü olmasıdır. Bu, tümel önermelerin bir özelliğidir. Eğer "Bütün
kuğular beyazdır" diyorsam, siyah bir kuğuya dair tek bir gözlem kuramımın
yanlış olduğunu ispatlamaya yetecektir. Hatta iki milyon beyaz kuğu
gözlemlemiş olsam bile, göreceğim bir sonraki kuğu hâlâ siyah olabilir: Başka
bir deyişle, bir genellemenin aksini ispatlamak, onu ispatlamaktan çok daha
kolaydır.
YANLIŞLANABİLİRLİK
Yanlışlamacılık, aynı zamanda, kullanışlı bilimsel varsayımlar ile bilimle ilişkisi
olmayan varsayımlar arasında ayrım ortaya koymanın bir yolunu sunar. Bir
kuramın kullanışlılığının sınanması, o kuramın yanlışlanabilirlik derecesiyle
yapılır. Bir kuram, onu yanlışlayacak hiçbir gözlem bulunmadığında bilim için
kullanışsız olmasının yanı sıra bilimsel bir varsayım olmaktan da uzaktır.
Sözgelimi "İspanya'da yağmur, genellikle ovalara düşer" varsayımını
yanlışlayabilecek sınamalar yapmak göreli olarak kolayken, "Bugün yağmur
yağacak veya yağmayacak" önermesini yanlışlayabilecek hiçbir olası gözlem
yoktur. İkinci önerme tanımı gereği doğrudur ve dolayısıyla empirik gözlemle
hiçbir ilgisi yoktur: O, bilimsel bir varsayım değildir.
Bir önermenin daha fazla yanlışlanabilir olması, onu bilim için daha
kullanışlı kılar. Gelgelelim birçok önerme, muğlak şekillerde ifade edildikleri
için, nasıl sınanmaları ve sonuçlarının nasıl yorumlanması gerektiğini
belirlemek oldukça güçtür. Oysa cüretkâr, yanlışlanabilir bir önermenin,
kolayca, ya yanlış olduğu ya da yanlışlama girişimine direniyor olduğu
gösterilebilir. Her iki durum da bilimin ilerlemesine yardımcı olacaktır:
Yanlışlanmışsa, kolay kolay çürütülemeyecek bir varsayımın gelişmesine
katkıda bulunacağı için; yanlışlama girişimlerine direniyorsa da ikna edici bir
kuram sağlayacağı ve yeni kuramların onu geliştirmek zorunda bırakacağı için
faydalıdır.
Çoğunluğun bilimsel kabul ettiği varsayımların, yakından incelendiklerinde
sınanamaz oldukları ortaya çıkar: Onları yanlışlayacak hiçbir olası gözlem
yoktur. Bu düşünceye ilişkin tartışmalı bir örnek psikanaliz söz konusu
olduğunda belirir. Bazı yanlışlamacılar, psikanalistlerin ortaya attığı iddiaların
pek çoğunun mantıksal olarak yanlışlanabilir olmadığını ve dolayısıyla
psikanalizin bilimsel olmadığını düşünür. Buna göre, bir psikanalist belli bir
hastanın rüyasının aslında çözüme kavuşturulmamış cinsel çatışmalarının
dışavurumu olduğunu söylüyorsa, onun bu iddiasını yanlışlayabilecek olası
hiçbir gözlem yoktur. Devamında hasta bu tür cinsel çatışmalarının olmadığını
söylese dahi, psikanalist hastanın bir şeyleri bastırdığını ifade ederek iddiasını
sürdürecektir. Hasta, psikanalistin yorumunun doğru olduğunu kabul ederse, o
zaman bu durumda da iddianın doğruluğunun onaylanmasından bahsetmiş
oluruz. Dolayısıyla yanlışlamacılara göre bu, hiçbir şekilde gerçek bir bilimsel
varsayım olmayıp, sözde-bilimsel bir varsayımdır. Gelgelelim bir kuram, salt bu
bağlamda bilimsel olmadığı için tamamıyla değersiz sayılamaz. Popper,
psikanalizin iddialarından pek çoğunun en nihayetinde sınanabilir hale
geleceğini fakat bilimsellik-öncesi biçimlerinin bilimsel varsayımlar olarak
görülmemesi gerektiğini düşünür.
Bilimin sınanamayan varsayımlardan sakınmasının nedeni, bu
varsayımların bilimin ilerleyişine ket vurmasıdır: Onları çürütmek imkân
dahilinde değilse, bu durumda onların yerine daha iyi kuramlar getirmenin
hiçbir yolu yoktur. Böyle bir durumda, bilimin ilerleyişinin ayırt edici özelliği
olan kestirim ve çürütme süreci engellenmiş olur. Bilim hatalar yoluyla,
yanlışlanan ve yerlerine daha iyileri getirilen kuramlar sayesinde ilerler. Bu
anlamda bilimde, belli bir ölçüde deneme ve yanılma vardır. Bilim insanları,
varsayımları yanlışlayıp yanlışlayamayacaklarını denerler, yanlışlayabilirlerse,
yine aynı muameleye tâbi kalacak olan yeni bir kuramla onu değiştirirler. Yerine
bir diğeri getirilen varsayımların -yanlışların- tümü dünyaya ilişkin bilgimizi
artırır. Buna karşın, mantıksal olarak yanlışlanabilir olmayan kuramlar, bu
biçimleriyle bilim insanın pek işine yaramazlar.
Devrim yaratan bilimsel kuramların çoğu, köklerini cesur ve yaratıcı
kestirimlerde bulur. Popper'in kuramı, yeni kuramlar düşünen ve tasarlayan
yaratıcı hayal gücüne önemine vurgu yapar. Bu bakımdan o, bilimdeki
yaratıcılığa ilişkin, bilimsel kuramları gözlemler temelinde mantıksal
tümdengelimlerle inşa eden yalın görüşten daha makul bir açıklamadır.
YANLIŞLAMACILIĞIN ELEŞTİRİSİ
DOĞRULAMANIN ROLÜ
Yanlışlamacılığa yöneltilen eleştirilerden biri, onun bilimde varsayımların
doğrulanması rolünü hesaba katmakta başarısız olmasıdır. O, varsayımları
yanlışlama girişimleri üzerine odaklanırken, başarılı öngörülerin bir şeyin
bilimsel bir kuram olarak kabul edilip edilmeyeceğine olan etkilerini göz ardı
eder. Örneğin, atmosfer basıncıyla ilişkili olarak sürekli değişmekte olan suyun
kaynama sıcaklığına dair, deneyle desteklenmiş, bir varsayım ortaya attığım
takdirde, o zaman bu varsayım bana, suyun farklı basınçlarda hangi sıcaklıkta
kaynayacağıyla ilgili bir dizi öngörüde bulunma imkânı verir. Nitekim söz
konusu varsayım, dağcıların yüksek irtifada güzel bir bardak çay içemeyecekleri
-yerinde ve tutarlı- öngörüsünde bulunmamı sağlayabilir; zira dağcıların
bulunduğu ortamda su, 100°C'nin altında bir sıcaklıkta kaynayacak ve
dolayısıyla bu da, çay yapraklarının düzgün bir şekilde demini bırakamamasına
yol açacaktır. Öngörülerimin doğru çıkması durumunda, bu, kuramıma pozitif
bir destek sağlar. Yukarıda betimlenen türde bir yanlışlamacılık, bilimin bu
yönünü ihmal eder. Varsayımlar temelinde yapılan başarılı öngörüler, özellikle
de bunlar alışılmadık ve özgün varsayımlar ise, bilimsel gelişmede önemli bir rol
oynarlar.
Gelgelelim, bu eleştiri yanlışlamacılığı zayıflatmaz: tek bir yanlışlayım
gözlemin mantıksal gücü yine de sayısız doğrulayıcı gözlemden daha büyüktür.
Yine de yanlışlamacılık, varsayımları doğrulamanın oynadığı rolü az da olsa
kabul edecek şekilde uyarlanmaya ihtiyaç duyar.
İNSANİ HATA
Yanlışlamacılık, bir kuramın tek bir yanlışlamasının olduğu durumda, o
kuramın hükmünü yitireceğini savunur görünür. Gelgelelim pratikte, herhangi
bir bilimsel deneye ya da çalışmaya ilişkin birçok unsur söz konusu olduğu gibi,
onun sonuçlarının yanlış yorumlanması ve bu sonuçlarda hata yapılması
genellikle oldukça olasıdır. Nitekim ölçüm aletleri arızalanabilir veya veri
depolama yöntemleri güvenilir olmayabilir. Dolayısıyla bilim insanlarının, bir
kuramın altına oyar görünen tek bir gözlem nedeniyle, nüfuzlarının kolayca
ortadan kalkmaması gerekir.
Popper, bununla aynı fikirde olurdu. Zira bu, yanlışlamacılık için ciddi bir
problem değildir. Mantıksal bir bakış açısıyla bakıldığında, tek bir yanlışlama
örneğinin ilkece, bir kuramı çürütebileceği açıktır. Ancak Popper, bilim
insanlarının, görünüşte yanlışlayım olan bir durumla karşı karşıya kalır kalmaz
kuramlarını terk etmeleri gerektiğini söylemez: Onlar, şüpheci olmalı ve olası
her hatanın kaynağını araştırmalıdırlar.
TARİHSEL GERÇEKLİĞE AYKIRI OLMASI
Yanlışlamacılık, bilim tarihindeki önemli gelişmelerin çoğunu layıkıyla
açıklayamaz. Kopemik Devrimi, eş deyişle Güneş'in evrenin merkezi olduğunu
ve Dünya ile diğer gezegenlerinse onun çevresinde döndükleri kabulü,
yanlışlayım örneklerin mevcudiyetinin bilim tarihindeki büyük isimlerin
varsayımlarını reddetmeye götürmediği gerçeğini gösterir. Evrenin doğasına
ilişkin bilimsel modeldeki değişme, çürütmenin takip ettiği bir varsayım
süreciyle meydana gelmez. Kuram, fiziğin yüzyıllar süren gelişimi ardından,
gözlemler karşısında layıkıyla sınanabilmiştir.
Buna benzer olarak Isaac Newton'ın (1642-1727) kütleçekim kuramı da,
Ay'ın yörüngesine ilişkin gözlemler tarafından, ancak onun kuramı tanındıktan
sonra açıkça yanlışlanmıştı. Bu gözlemlerin yanıltıcı oldukları ancak çok
sonraları anlaşılabildi. Bu aşikâr çürütmeye karşın, Newton ve diğerleri
kütleçekim kuramına sadık kaldılar ve bu da bilimin gelişmesine önemli katkılar
sağladı. Buna rağmen Popper'in yanlışlamacılık modeline göre, Newton'ın
kuramının yanlışlanmış olması nedeniyle terk edilmesi gerekirdi.
Bu iki örneğin de bize gösterdiği gibi, yanlışlamacılık kuramı bilim tarihinin
gerçekliğiyle her daim örtüşmez. Yanlışlamacılık, bilimsel kuramların nasıl
aşıldıklarını layıkıyla açıklayabilmek için en azından yeniden düzenlenmeye
ihtiyaç duyar. Thomas Kuhn'a (1922-1995) göre, bilim tarihinin dönüm noktası
olan anlarında gerçekte olan şey, yeni bir paradigmanın geliştirilmesi, eş deyişle
yürürlükte olan bilimin çerçevesine yeni bir şekil verilmesidir. Bilim tarihindeki
bu önemli anlarda, ona karşı olan kanıtın büyüklüğü dolayısıyla çürütülen bir
paradigmanın dışarıda bırakılması gibi rasyonel bir karar söz konusu değildir.
Yeni paradigmalar, kendisine kadar olan bilimin işleyiş biçimine ilişkin
varsayımları kökünden kazırlar: Bu paradigmalar, yeni varsayımlar oluşturur,
mevcut verilere yeni yorumlar getirir ve çözülmesi gereken yepyeni
problematikler ortaya atarlar. Bu bakımdan, yeni paradigmanın
gerekçelendirmesi kendini eski paradigmanın çerçevesinde bulmaz. Bilim,
kestirim ve çürütmeyle değil, bir dizi paradigma değişimiyle ilerler.
BİLİMCİLİK
Cüretkâr iddialar, genellikle bilimin faaliyet alanına ilişkin ortaya konur.
Nitekim bazıları bilimin, insan hayatı için önemli olan her şeyi
açıklayabileceğine bile kanaat getirirler. Onlara göre, bir şey bilimsel olarak
açıklanamıyorsa, o, hiçbir şekilde açıklanamaz. Keza bazı filozoflar, felsefenin
kendisinin bilimin bir kolu olduğunu bile ilan etmişlerdir. Buna benzer bir
fikirler, edebiyat ve müzik çalışmaları dahil olmak üzere, diğer akademik alanlar
için de ortaya atılmıştır. “Bilimcilik" sözcüğü genellikle, kibirli bir biçimde, bu
türden görüşlere gönderimde bulunmak için kullanılır.
BİLİMCİLİĞİN ELEŞTİRİSİ
AÇIKLAMA İFADESİNİN ANLAMINI FAKİRLEŞTİRMESİ
Bilim insanlarının amaçladıkları açıklama türü, genel geçerliktir. Buna göre
bilim insanları, olup bitenlere uygulanabilecek yasa-benzeri genellemeler
arayışındadır. Fakat bilim, sözgelimi iki insan arasındaki belirli bir ilişkiyi;
psikolojik yanıtlar, genetik aktarım, çocukluktan kalma şartlanmalarla doğru
bir şekilde açıklayabilse de, yaşanılarak edinilen deneyimleri, örneğin bir roman
yazan ya da şairin bir deneyci psikologa göre çok daha rahatlıkla ifade
edebileceği âşık olmak (ya da olmamak) gibi bir deneyimi dışarıda bırakır. Buna
benzer olarak, dinleyici olarak bir müzik parçasını anlamaya çalışanların,
müzikologların harmoniye ilişkin karmaşık analizlerine ya da psikologların
müzik dinlemekten neden hoşlandığımızı açıklamasına genellikle ihtiyaçları
yoktur. Bilimsel açıklamalar çok önemli bir yere sahip olmakla birlikte, bize dair
her şeyi ifade etmezler. Bilimciliğe yöneltilen temel eleştiri, onun bilimsel
açıklamalara fazla değer biçmesidir.
SONUÇ
Bu bölümde, Tümevarım Problemi ile bilimsel yöntemin yanlışlamacı
açıklamasına odaklandım. Bilimi icra eden bilim insanlarının yapmakta
oldukları şeye ilişkin felsefi çıkarımların farkında olmaları gerekmese de,
birçoğu bilimsel ilerlemenin yanlışlamacı açıklamasından etkilenmiştir. Her ne
kadar felsefe zorunlu olarak bilim insanlarının çalışmalarını etkilemese de, o,
hiç şüphesiz, onların yaptıkları işi anlama tarzlarını değiştirebilir.
EK KAYNAKLAR
A. F. Chalmers'ın What Is This Thing Called Science? (3. Baskı, Milton Keynes:
Open University Press, 1999) [Bilim Dedikleri, çev: Hüsamettin Arslan, Vadi
Yay., 1997] adlı eseri bu alana ilişkin açık bir dile sahip, cezbedici ve olağanüstü
bir giriş kitabıdır. Bu kitap çağdaş bilim felsefesindeki önemli meselelerin
çoğuna anlaşılır bir tarzda yer verir. G. G. Hempel'ın Philosophy of Natural
Science (Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall, 1966) [Doğa Bilimi Felsefesi, çev:
Cengiz İskender Özkan, Talip Kabadayı, Nobel Yay., 2015] adlı kitabı ile Samir
Okasha'nın Philosophy of Science: A Very Short Introduction (Oxford: Oxford
University Press, 2002) adlı eseri de oldukça faydalı kaynaklardır.
Bryan Magee'nin Popper (Londra: Fontana, 1973) adlı kitabı Kari Popper'in
çalışmalarına iyi bir giriş niteliği taşır. Thomas S. Kuhn'un The Structure of
Scientific Revolutions (gözden geçirilmiş 3. Baskı, Chicago: University of Chicago
Press, 1996) [Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Kırmızı Yayınları, çev: Nilüfer Kuyaş,
2011] adlı kitabı bilim felsefesine önemli katkıları buluna, etkileyici ve anlaşılır
bir kitaptır.
John Losee'nin A Historical Introduction to the Philosophy of Science (3. Baskı,
Oxford: Oxford University Press, 1993) [Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş, çev:
Elif Derviş, Dost Kitabevi, 2008] adlı kitabı, bilim felsefesi tarihine ilişkin
oldukça ilginç ve açık bir dille yazılmış bir çalışmadır.
7
ZİHİN
Zihin nedir? Fiziksel olmayan ruhlara sahip miyiz? Düşünce, yalnızca fiziksel
maddenin bir yönü, beyinde uyarılan sinirlerin bir yan ürünü müdür? Başka
insanların, yalnızca gelişmiş robotlar olmadıklarından nasıl emin olabiliriz?
Onların gerçekten bilinç sahibi varlıklar olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Tüm bu
sorular, zihin felsefesine ilişkin sorulardır.
ZİHİN FELSEFESİ VE PSİKOLOJİ
Zihin felsefesi ile psikolojinin, her ne kadar birbirleriyle ilişkili olsalar da, ayırt
edilmesi gerekir. Psikoloji, insan davranışına ve düşüncesine ilişkin bilimsel
çalışmadır: O, genellikle deneysel koşullar altında, insanlara ilişkin gözleme
dayanır. Buna karşın zihin felsefesi, deneysel bir konu değildir: O, fiilen bilimsel
gözlemler yapmayı gerektirmez. Felsefe, kavramlarımızın incelenmesi üzerine
odaklanır.
Zihin filozofları, zihin üzerine düşünmemizin bir sonucu olarak ortaya
çıkan kavramsal problemlerle ilgilenir. Bununla birlikte bir psikolog, sözgelimi
şizofreni gibi zihinsel bir bozukluk söz konusu olduğunda, hastalarını inceleyip
onlar üzerinde testler uygulayarak, meseleye yoğunlaşır. Oysa bir filozof,
böylesi bir durumda, "Zihin nedir?" ya da "'Akıl hastalığıyla neyi kastediyoruz?"
gibi kavramsal sorular sorar. Bu türden sorular, yalnızca hastalığın bizatihi
kendisinin incelenmesiyle yanıtlanamaz: Onlar bizlerden, ifade edilirken
içerdikleri sözcüklerin açıklamasını ve analizini talep ederler.
Bu durumu açıklığa kavuşturmak için başka bir örneği ele alalım. Sözgelimi,
insan düşüncesini araştıran bir nöropsikolog, beyindeki sinirlerin uyarılma
biçimleri ve örüntülerine ilişkin gözlemler yapabilir. Fakat bir zihin filozofu,
beyindeki bu sinirlerin etkinliğinin düşünmeye eş değer olup olmadığı ya da
düşünce kavramımızın fiziksel bir oluşuma indirgenemeyecek bir özelliğinin
bulunup bulunmadığına ilişkin daha temel kavramsal sorular sorar. Ya da daha
geleneksel bir ifadeyle onun sorduğu soru, "Bedenlerimizden ayrı zihinlere
sahip miyiz?" sorusudur.
Bu bölümde, özellikle zihnin fiziksel bir açıklamasının yeterli olup olmadığı
ve başka insanların zihinlerinin bilgisine erişip erişemeyeceğimiz soruları
etrafında şekillenen, zihin felsefesine ilişkin merkezi tartışmaları inceleyeceğiz.
ZİHİN-BEDEN PROBLEMİ
Kendimizi ve dünyayı betimlerken, genellikle fiziksel ile zihinsel yönler
arasında bir ayrım ortaya koyarız. Zihinsel yönler sözgelimi; düşünmek,
hissetmek, karar vermek, rüya görmek, hayal etmek, arzu etmek vb şeylerden
meydana gelir. Bununla birlikte fiziksel yönler; ayaklar, uzuvlar, beyinlerimiz,
bir bardak çay, Empire State Binası ve benzeri şeylerden oluşur.
Örneğin tenis oynamak gibi bir aktivitede bulunduğumuzda, hem zihinsel
hem de fiziksel yönlerimizi kullanırız: Oyunun kuralları üzerine düşünür,
rakibimizin bir sonraki hamlesini tahmin etmeye çalışır ve bedenimizi hareket
ettiririz. Fakat zihin ile beden arasında gerçek bir ayrım söz konusu mudur,
yoksa bu, sadece kendimizden bahsedebilmenin en uygun yolu mudur? Zihin ile
beden arasındaki gerçek ilişkiyi açıklama problemi Zihin-Beden Problemi olarak
bilinir.
Her birimizin hem bir zihne hem de bir bedene sahip olmasının yanı sıra,
zihin ile bedenin ayrı şeyler olduğuna inananlara zihin-beden düalistleri denir.
Zihinsel olanın fiziksel olanla bir bakıma aynı olduğuna, bizlerin yalnızca etten
kemikten varlıklar olduğumuza ve zihin tözüne sahip olmadığımıza inananlara
da fizikalistler denir.
ZOMBİLER
Bu konuya ilişkin söylenebilecek çok şey var. Sözgelimi bedeninizin, her bir
molekülüne kadar örtüşen, mükemmel bir kopyasını yapabilmenin mümkün
olduğunu tahayyül edin. Bu durumda bir fizikalist, yapay ikizinizin tıpkı sizin
gibi bir bilinç durumuna sahip olacağını söyleyecektir. Buna karşın bir düalist,
yapay ikizinizle fiziksel olarak hiçbir farkınız bulunmasa da, zihinsel anlamda
farkınız olabileceği fikrine sıcak bakacaktır. Daha uç bir durumda, yapay ikiziniz
sizinle aynı şekilde hareket edebilir ya da sizinle aynı dile ve aynı aksana sahip
şekilde size benzer yorumlar yapabilir; fakat bu durumda o, gerçek anlamda bir
iç yaşantıya sahip değildir. İkiziniz bir tür zombi olabilir. Bu zombi, sözgelimi
canı yandığında "Ah!" diye bağırmak gibi, her şeyi tıpkı sizin yaptığınız gibi
yapmakta ve tepki vermekteyken, aslında acı duygusunu gerçekten
deneyimlemez.
Bu, hiç şüphesiz zorlama bir örnek olmakla beraber, kimsenin de bu türden
zombilerin olduğunu iddia ettiği yoktur. Buradaki amaç, fizikalistler ile
düalistlerin varsayımlarının ne kadar ayrıştığını ortaya çıkarmaktır. Düalistlere
göre, ilkece, zihin ile beden birbirinden ayrılabilir. Onlar için söz konusu
düşünce deneyi anlam ifade edebilir. Fakat fizikalistler için bu türden
zombilerin olması olanaklı değildir: Zira onlara göre, molekülü molekülüne
sizinle aynı yapıya sahip birisi, sizin sahip olduğunuz iç yaşantıya sahip olacağı
gibi, bilinç deneyimi de sizinkinden farksız olacaktır.
DÜALİZM
Daha önce görmüş olduğumuz üzere düalizm, fiziksel olmayan, eş deyişle
zihinsel bir tözün varoluşuna inancı ihtiva eder. Bir düalist, zihin ile bedenin
birbirini karşılıklı olarak etkileyen, fakat iki farklı töz olduğuna inanır.
Düşünme gibi zihinsel süreçler, sözgelimi beyin hücrelerinin işleyişi gibi fiziksel
olanlardan farklıdır; zihinsel süreçler bedende değil, zihnin bizatihi kendisinde
ortaya çıkarlar. Dolayısıyla zihin, canlı beyin değildir.
Zihin-beden düalizmi, birçokları tarafından, özellikle de bedensel ölümün
ardından ya bir ruh dünyasında ya da yeni bir bedende dünyaya yeniden gelmek
suretiyle hayatta kalmanın olası olduğunu düşünenler tarafından benimsenmiş
bir görüştür. Her iki görüş de, insanoğlunun salt fiziksel varlık olmadığını, fakat
daha ziyade en önemli parçasının fiziksel-olmayan zihninin ya da dini bağlamda
kullanılan şekliyle ifade edecek olursak, ruhunun olduğunu önceden varsayar.
René Descartes, muhtemelen şimdiye kadar dünyaya gelmiş en meşhur zihinbeden düalistidir: Nitekim onun düalizmine, yine onun adından türetilen
"Kartezyen" düalizm adı verilir.
Düalizmin doğru olduğuna inanmak için güçlü bir gerekçe, birçoğumuzun
sadece fiziksel bir şeyin, sözgelimi beynin, bilinç adını verdiğimiz karmaşık
duygu ve düşünce örüntülerine nasıl neden olabildiğini anlamakta yaşadığı
güçlüktür. Salt fiziksel olan bir şey, nasıl olur da melankoli duyabilir ya da bir
resim karşısında hayranlık hissine kapılabilir? Bu türden sorular, Zihin-Beden
Problemine bir çözüm oluşturacak ilk olanak olarak ortaya çıkar. Gelgelelim bir
kuram olarak düalizme yöneltilen bir dizi güçlü eleştiri vardır.
DÜALİZMİN ELEŞTİRİSİ
BİLİMSEL OLARAK SORUŞTURULAMAZ OLMASI
Zihin-beden düalizmine zaman zaman yöneltilen eleştirilerden biri, onun
zihnin doğasını anlamamıza gerçek anlamda yardımcı olmamasıdır. Onun tüm
söylediği, her birimizin düşünen, hayal kuran, deneyimleyen vb, fizikselolmayan bir töze sahip olduğudur. Fakat fizikalistlerin iddia ettiği üzere,
fiziksel-olmayan bir zihin doğrudan doğruya soruşturulamaz: Özellikle de
bilimsel olarak soruşturulamaz, zira bilim yalnızca fiziksel dünyayla çalışır.
Dolayısıyla inceleyebileceğimiz yegâne şey, onun dünyaya olan etkileridir.
Düalist bu eleştiriye karşı, zihni içebakış yoluyla, eş deyişle bizatihi kendi
düşüncelerimizi ele almak suretiyle gözlemleyebileceğimiz yanıtını verebilir. Bu
bakımdan bizler zihni fiziksel dünyaya gösterdiği etkiler dolayısıyla araştırabilir
ve hatta araştırmaktayızdır. Birçok bilim, gözlemlenen etkilerin nedenlerinden
anlam çıkarmakla iş yapar; dolayısıyla fiziksel-olmayan bir zihnin
soruşturulmasına dair bir örnek de bu türden bir yaklaşım sergilemek olacaktır.
Bununla birlikte zihin-beden düalizmi en azından, fizikalizmin bir başka
bedende yeniden doğuş fikrini sunmadan açıklayamadığı, bedensel ölümden
sonra hayatta kalmanın nasıl mümkün olduğunu açıklamak gibi bir artıya
sahiptir.
EVRİM
İnsanoğlunun daha basit yaşam formlarından evrimleştiği genellikle kabul
edilir. Fakat bir düalist, insanoğlunun evrimini açıklamak konusunda oldukça
fazla güçlük yaşar. İnsanoğlunun ve muhtemelen diğer bazı gelişmiş
hayvanların aksine, amip gibi fazlasıyla basit yaşam formlarının zihinleri
yoktur. O halde amipler, zihne sahip canlıların ortaya çıkmasının nasıl zemini
oldular? Söz konusu zihin tözü birdenbire nereden geldi? Ve zihnin evrimi ile
beynin evrimi arasında neden bu kadar paralellik mevcuttur?
Bir düalistin bu eleştiriye yanıt oluşturabilmesinin bir yolu, oldukça sınırlı
da olsa amiplerin de zihne sahip olduğunu ve zihnin hayvan bedenine paralel
olarak evrimleştiğini söylemek olacaktır. Ya da düalist daha da ileri giderek,
fiziksel şeylerin tümünün, belli türde bir zihne sahip olduklarını söyleyebilir: Bu
son görüş, panpsişizm olarak bilinir. Panpsişistlere göre taşlar bile oldukça ilkel
zihinlere sahiptir, insanın zihinsel yetisinin gelişimi, böylece, onun fiziksel
tözlerin bir kombinasyonu olması ve dolayısıyla basit zihinlerin daha karmaşık
bir zihin yaratmak üzere birbirleriyle iç içe geçtiği şeklinde açıklanabilir.
Gelgelelim bu türden bir yaklaşım, insanoğlu ile cansız dünya olarak
adlandırdığımız şey arasındaki ayrımı bulanıklaştırdığı için, çok az sayıda
düalist tarafından benimsenir.
ETKİLEŞİM
Düalistin karşı karşıya kaldığı en ciddi güçlük, zihin ve beden gibi iki ayrı tözün
nasıl olup da etkileşebildiğim açıklamaktır. Düalistin bakış açısına göre,
sözgelimi ilkin bir düşünceye sahip olmam ve ardından bu düşüncenin bedensel
bir harekete yol açmasında anlaşılmayacak hiçbir yan yoktur. Örneğin,
burnumu kaşımayı düşünebilir ve ardından parmağımı burnuma doğru hareket
ettirerek onu kaşırım. Fakat düalist için burada söz konusu olan güçlük, saf
zihinsel düşüncenin nasıl olup da fiziksel kaşıma hareketine yol açabileceğini
açıklamaktır.
Bu güçlük, beyindeki olaylar ile zihinsel olayların birbirine yakinen bağlı
olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasıyla birlikte daha sık telaffuz edilir hale
gelmiştir. Sözgelimi, beyne verilecek ağır hasarların zihinsel bozukluğa yol
açtığı gün gibi ortadayken, bedenden ayrı zihin düşüncesini ifade etme
gereksinimini neden duyalım? Zihin ile beden gerçekten iki ayrı şeyse, o halde
beyinle arasındaki paralellik nereden kaynaklanmaktadır?
TEMEL BİR BİLİMSEL İLKEYLE ÇELİŞMESİ
Zihin ile beden arasındaki etkileşimi açıklamadaki bir başka güçlük, onun
bilimin temel bir ilkesiyle çelişir görünmesidir. Bilim insanlarının çoğu, özellikle
de fizikalist olanlar, bir nesnedeki her bir değişimin, değişime öncel olan
fiziksel bir olayla açıklanabileceğini varsayar: Bütün fiziksel olayların
nedenlerinin kendisi de fizikseldir. Sözgelimi bir kimsenin beynindeki bir sinir
hücresi (nöron) ateşlenirse, nöropsikolog bunun altında fiziksel bir neden
arayacaktır. Fakat zihnin bir etkinliği olan saf düşünce, eylemin kendisine yol
açarsa, bu durumda bazı zihinsel olayların, doğrudan doğruya fiziksel olaylara
yol açması gerekir. Dolayısıyla düalistler, bilimin oldukça temel bir varsayımını
yeniden gözden geçirmek ve bunu gerekçelendirmekle yükümlü kalırlar.
Şüphesiz düalistler, söz konusu gerekçelendirmeyi düalizmin kendi içinde
tutarlı ve doğru olması temelinde yapabileceklerini düşünebilirler; fakat buna
dair herhangi bir kuşku varsa, yanlış olanın, şimdiye kadar yapılan bilimsel
araştırmalarda oldukça verimli sonuçlar veren söz konusu bilimsel varsayımda
değil, düalizm kuramının bizatihi kendisinde olduğunu düşünmek akla daha
yatkın görünmektedir.
ETKİLEŞİMSİZ DÜALİZM
ZİHİN-BEDEN PARALELİZMİ
Düalistin zihin-beden etkileşiminin nasıl mümkün olabileceğini açıklamaya
ilişkin problemlerden sıyrılabilmesinin bir yolu, böyle bir etkileşimin olduğunu
tümden reddetmektir. Bazı düalistlere göre, her birimizde hem zihin hem de
beden var olmakla birlikte, bu ikisi arasında gerçek anlamda bir etkileşim
yoktur. Kısmen tuhaf olan bu düşünce, psiko-fiziksel paralelizm olarak bilinir.
Zihin ve beden aynı zamanı gösterecek şekilde kurulmuş iki saat gibi
birbirlerine paralel bir işleyiş içerisindedir. Birisi ayağıma bastığında acı
duyarım; fakat bu, bedenimden zihnime gönderilen bir mesaj dolayısıyla
gerçekleşmez. Daha ziyade bu, Tanrı'nın benim birbirinden bağımsız iki yanımı
paralel şekilde işleyecek şekilde ayarlamış olması (ya da oldukça şaşırtıcı
kozmolojik rastlantı) sebebiyle gerçekleşir. Birisi ayağıma bastığı zaman, olay
zihnimde acı duymama sebep olacak şekilde düzenlenmiştir, fakat söz konusu
olay bir diğerinin nedeni değildir: Burada olan şey, yalnızca her iki olayında peşi
sıra gerçekleşmesidir.
ARANEDENCİLİK
Psiko-fiziksel paralelizme benzer tuhaflıkta, zihin ile bedenin nasıl etkileştiğini
bir başka açıklama girişimi de aranedencilik olarak bilinir. Paralelizm zihin ile
beden arasındaki aşikâr bağın bir yanılsama olduğunu söylediği yerde,
aranedencilik böylesi bir bağın gerçekten var olduğunu kabul eder; fakat bunun
Tanrı'nın müdahalesinin bir sonucu olduğunu iddia eder. Tanrı zihin ile beden
arasındaki bağlantıyı sağlayan varlıktır; eş deyişle O, ayağımın incinmesi ile acı
duymamın ya da burnumu kaşıma kararım ile elimi burnuma doğru hareket
ettirmem arasındaki ilişkiyi temin edendir.
En azından en makul biçimleriyle zihin-beden paralelizmi ve aranedencilik
için söz konusu olan temel bir problem, her ikisinin de Tanrı'nın var olduğunu
varsaymasıdır ki, 1. Bölümde de gördüğümüz üzere, bu hiçbir şekilde apaçık ve
kesin değildir. Dahası, Teistler bile her iki kuramın da biraz zorlama olduğunu
düşünecektir.
EPİFENOMENALİZM
Zihin-beden etkileşimi problemine üçüncü bir yaklaşım da epifenomenalizm
olarak bilinir. Bu görüşe göre, bedende gerçekleşen olaylar zihinsel olayların
nedeni olsa bile, zihinsel olaylar hiçbir zaman ne fiziksel olaylara ne de diğer
zihinsel olaylara yol açar. Zihin, bu durumda, bir epifenomendir: Diğer bir
deyişle o, bedeni hiçbir şekilde doğrudan etkilemeyen bir şeydir.
Epifenomenalist, görünüşte onun üzerine olan düşüncem dolayısıyla elimi
kaldırabilme yeteneğimin, bir yanılsama olduğunu ifade eder. Bununla birlikte
elimi kaldırıyor oluşum, yalnızca düşüncenin tetikleyebilir göründüğü saf
fiziksel bir eylemdir. Gelgelelim tüm zihinsel olayların nedeni doğrudan
doğruya fiziksel olaylar olsa da; hiçbir zihinsel olay, fiziksel olaylara yol açmaz.
Paralelizm ve aranedencilik gibi epifenomenalizm de bir zihin kuramı olarak
neredeyse hiç akla yatkın değildir. O, bazı yanıtlar vermekle beraber, birçok
zorlu soruyu da gündeme getirir. Epifenomenalizmin ortaya çıkardığı önemli
problemlerden biri, onun özgür iradeyi imkânsız hale getirmesidir: Gerçekte,
eylemde bulunmayı hiçbir zaman seçemeyiz, sadece seçimlerimiz sonucunda
eylediğimiz yanılsamasına düşeriz. Fakat niçin nedensellik tek bir yönde, eş
deyişle fiziksel nedenlerin zihinsel etkilerde bulunması şeklinde gelişir de, aksi
hiçbir zaman mümkün olmaz?
FİZİKALİZM
Zihin-beden düalizmini, onun bir dizi eleştirisini ve çeşitleri versiyonlarını
incelememizin ardından, şimdi bir de fizikalizme bakalım. Fizikalizm, zihinsel
olayların tamamıyla fiziksel olaylar, genellikle de beyinde gerçekleşen olaylar
bağlamında açıklanabileceğini söyleyen görüştür. İki tür temel tözün
bulunduğunu söyleyen zihin-beden düalizminden farklı olarak fizikalizm,
monizmin bir biçimidir: Buna göre tek bir tür töz mevcuttur, o da fiziksel
tözdür. Fizikalizmin düalizmle karşılaştırıldığında gösterdiği doğrudan bir
avantaj, onun zihne dair bilimsel çalışma için bir program öneriyor olmasıdır.
Nitekim, zihinsel bir olayın tamamıyla fiziksel bir betimlemesini vermek en
azından kuramsal olarak olanaklıdır.
Fizikalist filozoflar, belirli beyin hallerinin düşüncelerle tam olarak nasıl
örtüştüğünü keşfetmeye çalışmazlar: Bu, daha ziyade nöropsikologların ve
diğer bilim insanlarının görevidir. Bu filozoflar, genelde, tüm zihinsel olayların
fiziksel olduğunu ve dolayısıyla düalizmin yanlışlığını ispatlamakla ilgilenirler.
Bununla birlikte fizikalizmin, bazılarının diğerlerinden daha çok eleştiriye
açık olduğu, çeşitli türleri vardır.
TİP-ÖZDEŞLİĞİ KURAMI
Fizikalizmin bu türü zihinsel olaylar ile fiziksel olayların birebir özdeş olduğunu
ifade eder. Sözgelimi hava durumuna ilişkin bir düşünce, beynin salt belirli bir
halidir. Beynin söz konusu belirli hali ne zaman ortaya çıkarsa, o zaman biz
bunu hava durumuna ilişkin bir düşünceye sahip olmak diye betimleyebiliriz.
Bu, tip-özdeşliği kuramı olarak bilinir. Belirli bir tipte bütün fiziksel haller, aynı
zamanda belirli bir tipte zihinsel hallerdir.
Bu görüşü daha açık kılabilmek için, "su" ve "H2O" terimlerinin her ikisinin
de nasıl aynı töze gönderimde bulunduğunu ele alın. "Su" sözcüğünü gündelik
yaşantıda, "H2O"yu ise bilimsel bağlamda kullanırız. Bununla birlikte her ne
kadar iki terim de aynı şeye gönderimde bulunsa da, aralarında anlam
bakımından ufak bir fark vardır: "Su" sözcüğü tözün ıslaklık ve buna benzer
temel özelliklerine dikkat çekmek için kullanılırken; "H2O" terimi onun
kimyasal bileşimini ortaya çıkarmak için kullanılır. Çok az insan viskisine
katmak üzere bir sürahi H2O ister, fakat yine de su H2O'dur: Onlar bir ve aynı
şeydir.
Benzer şekilde, bir şimşek çakması, aynı zamanda belirli bir tür elektrik
boşalmasıdır. Söz konusu olayı betimlerken, "şimşek çakması"nı mı yoksa
"elektrik boşalmasını mı kullanacağımız bir fırtınaya yakalanmamıza veya olup
biteni daha bilimsel açıklamamıza bağlıdır. Söz konusu fenomenin nedenine
ilişkin bilimsel analizin farkında olmadan, gündelik dildeki karşılığı olan
"şimşek" sözcüğünü kullanabiliriz. Bu da, tıpkı suyun kimyasal bileşenlerinin
farkında olmadan, "su" terimini kullanarak, ıslanmanın nasıl bir şey olduğunu
anlayabilmemize benzer.
Zihin/beyin özdeşliği kuramına geri dönecek olursak, "hava durumuna
ilişkin bir düşünce" ile "beynin belirli bir hali" tam olarak aynı şeye gönderimde
bulunmanın farklı iki yolu olabilir. Her iki ifade de özdeş bir olayı betimler,
fakat bu ifadelerin anlamları bir şekilde birbirinden farklılık gösterir. Bu şeyi
betimlemek için birçoğumuz zihinsel ifadeyi, eş deyişle "hava durumuna ilişkin
bir düşünce"yi kullanacaktır; fakat tip-özdeşliği kuramına göre bir bilim insanı,
ilkece, beynin bu düşünce olan halinin detaylı bir analizini verebilir. Dahası bir
tip-özdeşliği kuramcısı, bu tip bütün düşüncelerin beynin bu aynı tipteki halleri
olduğunu söyleyecektir. Bu zihin kuramının bir avantajı, onun
nöropsikologların araştırabileceği türden şeylere, eş deyişle çeşitli düşünce
tiplerine karşılık gelen beynin fiziksel hallerine işaret etmesidir. Gelgelelim tipözdeşliği kuramına yöneltilen birtakım itirazlar mevcuttur.
TİP-ÖZDEŞLİĞİ KURAMININ ELEŞTİRİSİ
BEYİN SÜREÇLERİNİN BİLGİSİNİN OLMAMASI
Bizler her ne kadar düşüncelerimizin doğrudan bilgisine sahip olsak da, pek
çoğumuzun beyin süreçlerine ilişkin herhangi bir bilgisi yoktur.
Bazıları bu yorumu, fizikalizme yönelik bir itiraz olarak görür: Düşünce, bir
beyin süreciyle aynı şey olamaz; zira nörofizyolojiye ilişkin hiçbir şey bilmeden
de, düşünce hakkında bilgi sahibi olunabilir. Hepimiz kendi düşüncelerimize
erişmek gibi bir ayrıcalığa sahibiz: bu da bilinçli düşüncelerimizin ne olduğunu
herkesten daha iyi bildiğimiz anlamına gelir; fakat beynin halleri için aynı şey
geçerli değildir. Fakat düşünceler ile beynin halleri özdeşse, bu durumda onların
aynı özellikleri paylaşmaları gerekir.
Ancak bu itiraz fizikalist için ciddi bir sorun teşkil etmez. Suyun kimyasal
bileşenlerine dair hiçbir şey bilmiyor olabiliriz, fakat bu bizi, "su" kavramını
anlamaktan ve onu içtiğimizde tadını tanımaktan alıkoymaz. Buna benzer
olarak bütün düşünceler beynin süreçleri olabilir; ancak düşünürlerin kendi
düşüncelerini anlamak ve kavramak için, onlardan söz konusu beyin
süreçlerinin doğasını bütünüyle anlamalarını beklemek için hiçbir neden
yoktur.
DÜŞÜNCELERİN VE BEYNİN HALLERİNİN ÖZELLİKLERİ
Kız kardeşime ilişkin bir düşünce ile belirli bir beyin hali özdeşse, bu durumda
düşüncenin söz konusu beyin haliyle tam olarak aynı konumda olması gerekir.
Fakat bu, biraz tuhaf görünmektedir: zira düşünceler, bu türden belirli
konumlara sahip değil görünürler. Yine de tip-özdeşliği kuramının bir sonucu
olarak düşünce böylesi konumlara sahip olmalıdır. Parlak bir ışığa bakmamın
ardında yeşil bir floresan görüntüsüne sahip olursam eğer, bu görüntünün
belirli bir büyüklüğü, parlak bir rengi ve özgün bir şekli olur; fakat beyin halim
büyük ihtimalle bunlardan oldukça farklı olacaktır. O halde, görüntü nasıl olur
da beynin belirli bir haliyle özdeş olabilir?
BÜTÜN DÜŞÜNCELER BİR ŞEY HAKKINDADIR
Bütün düşünceler bir şey hakkındadır: Herhangi bir şey üzerine bir düşünceye
sahip olmak imkânsızdır. "Paris en çok sevdiğim şehirdir" diye düşündüğümde,
düşüncemin kendisi gerçek dünyadaki bir mekânla ilişkilidir. Gelgelelim beyin
süreçleri ve halleri bir şey hakkında görünmezler: Onlar, dışarıda duran
herhangi bir şeyle, düşüncelerin kurduğu biçimde, bir ilişkiye sahip
görünmezler.
QUALIA NEDİR?
Tip fizikalizmi, Zihin-Beden Problemini çözmeye yönelik birçok girişim gibi,
bilinç deneyimini hesaba katmakta, eş deyişle belirli bir halde olmanın gerçekte
ne olduğunu açıklamakta başarısız olması dolayısıyla genellikle eleştirilir.
Bilinci betimlemek zor bir şey olabilir; fakat onun duyumları, duyguları, acıyı,
neşeyi, arzuyu vb içerdiği kesinlikle söylenebilir. Latincedeki qualia sözcüğü,
zaman zaman bilince dair bu türden şeylerin tümünü ifade edecek genel bir
terim olarak kullanılır. Her ne kadar "su" ile "H2O"yu aynı şeyin iki farklı
betimlemesi olarak kullanabilsek de, “New York'u ilk görüşüme dair hatıramı"
bu şekilde "belirli bir beyin hali" olarak ifade edebilmek hiç de kolay değildir.
Buradaki fark, ikinci durumda ilgilendiğimiz şeyin cansız nesne olmamasından
kaynaklanır: bu bilinç deneyiminde belirli türden bir duygu vardır. Gelgelelim
söz konusu düşünceyi salt bir beyin haline indirgemek, onun nasıl olanaklı
olabildiğine dair hiçbir açıklama vermemektedir. O, bilinç ve düşünmekle ilişkili
olan en temel fenomeni, eş deyişle qualia'nın varoluşunu göz ardı eder. Bunu
biraz daha anlaşılır kılmak için, korkunç bir acının bütünüyle fiziksel yönleri sinir hücrelerinin hareketleri vb- ile bu acının fiili ıstırabı arasındaki farkı
düşünün: fiziksel betimleme, acı deneyiminin gerçekten ne olduğunu
kavramakta bütünüyle başarısızdır.
BİREYSEL FARKLILIKLAR
Tip-özdeşliği kuramına yöneltilen bir başka eleştiri, onun sözgelimi hava
durumuna ilişkin düşüncelerin tümünün, düşünceler farklı insanlara ait olsa
bile, aynı tipte beyin halleri olması gerektiğinde ısrar etmesidir. Ancak farklı
insanların beyinlerinin, işlev görmelerinde çok az farklılık olduğuna ve
dolayısıyla farklı insanlardaki farklı beyin hallerinin benzer bir düşünceyi
ortaya çıkarabileceğine inanmak için yeterli nedenler olabilir.
Bu eleştiri bile, düşüncelerin muntazam şekilde ayrılabileceğini, eş deyişle
bir düşüncenin nerede başlayıp bittiği ve diğerinin nereden başladığını
söyleyebileceğimizi önceden varsayar. Tip-özdeşliği kuramının temel
varsayımlarından biri, iki insanın tamamıyla aynı tipte düşüncelere sahip
olabileceğidir. Daha yakından incelendiğinde bu, şüphe uyandıran bir varsayım
gibi görünmektedir. Hem siz hem de ben, karanlık gökyüzünün güzel
göründüğünü düşünüp, bunu özdeş sözcüklerle ifade edebiliriz. Her ikimizde
bulutların belirli biçimde Ay tarafından aydınlatıldığına dikkat çekebiliriz.
Gelgelelim bu, bizim zorunlu olarak aynı tipte bir düşünceyi düşündüğümüz
anlamına mı gelir?
Gökyüzünün güzelliğine ilişkin, şüphesiz sizinkinden farklı olan, benim
düşüncem, geceleri gökyüzünü deneyimlemiş olduğum tüm anlardan kolaylıkla
ayrıştırılamaz. Buna ek olarak Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün [Nineteen EightyFour] yazarının mahlas kullandığına inanıyorsam ve siz de Eric Blair'in bir
mahlas kullandığına inanıyorsanız, bu durumda aynı tipte bir düşünceyi mi
paylaşmış oluruz? Şüphesiz inançlarımızı ifade ederken, edebiyat çevresinde
genellikle George Orwell olarak tanınan, aynı kişiye gönderimde bulunuruz.
Fakat bu türden sorulara yanıt vermek o kadar da kolay değildir. Bütün
bunların gösterdiği şey, zihinsel yaşantılarımızı muntazam parçalara bölmenin
ve bu parçaların her birinin, başka insanların zihinsel yaşantılarının parçalarıyla
kıyaslayabilmenin güçlüğüdür. İki insanın aynı tipte düşüncelere sahip
olduğunu belirlemek imkânsızsa, bu durumda tip-özdeşliği fizikalizmi bir zihin
kuramı olarak pek de makul değildir.
ÖRNEK ÖZDEŞLİĞİ KURAMI
Tip-özdeşliği kuramına yöneltilen bu eleştirilerin bazılarından sıyrılmanın bir
yolunu örnek özdeşliği kuramı sağlar. Fizikalizmin bir başka biçimi olan örnek
özdeşliği kuramı, tıpkı tip özdeşliği kuramı gibi, bütün düşüncelerin beynin
halleriyle özdeş olduğunu ifade eder. Gelgelelim o, tip özdeşliği kuramının
aksine, aynı tipteki düşüncelerin tümünün, beynin aynı tipteki halleriyle özdeş
olması gerekmediğini söyler. Örnek özdeşliği kuramı, "tip" ile "örnek"
arasındaki temel ayrımı kullanır, ki bu ayrımda ancak en kolay birtakım
örnekler aracılığıyla anlaşılabilir. Savaş ve Barış [War and Peace] kitabının tüm
kopyaları belirli bir tip'in (Savaş ve Barış romanının) örnekleridir ya da
Volkswagen'in bir "Vosvos"una sahipseniz, belirli bir tipin bir örneğine (bir
"Vosvos" otomobile) sahipsiniz demektir. Tip türdür; örnek ise türün tekil
kopyasıdır. Örnek özdeşliği kuramının söylediği şey, belirli bir düşünce tipinin
tekil örneklerinin zorunlu olarak tamı tamına aynı tipte fiziksel haller
olmadığıdır.
Dolayısıyla bugün "Bertrand Russell bir filozoftur" diye düşünmem, aynı
düşünceyi önceki gün düşünmemden farklı bir beyin hali ihtiva edebilir. Benzer
olarak, sizin de bu düşünceyi düşünmeniz için, benim her iki gün içerisinde
bulunduğum beyin hallerinden birinde olmanız gerekmez.
Gelgelelim örnek özdeşliği kuramı, en azından bir büyük eleştiriye açıktır.
ÖRNEK ÖZDEŞLİĞİ KURAMININ ELEŞTİRİSİ
AYNI BEYİN HALLERİ FARKLI DÜŞÜNCELER OLABİLİR
Bu yalın örnek özdeşliği kuramı, iki insanın en küçük molekülüne kadar fiziksel
olarak özdeş olabileceğini ve buna rağmen zihinsel olarak tamamen farklılık
gösterebileceğini savunur görünür. Bu da, zihinsel olanı fiziksel olandan
fazlasıyla bağımsız olarak ele almak anlamına gelir. Dahası bu, fiziksel olan ile
zihinsel olan arasındaki ilişkiyi tamamıyla gizil kılmaktadır: öyle ki zihin-beden
düalizminden bile daha çok.
Bununla birlikte örnek özdeşliği kuramcıları, kuramlarına ikincil kavramını
dahil ederler. Buna göre bir şeyin bir özelliği diğer bir özelliğe, eğer bu özelliğin
[10]
varoluşu diğerini gerektiriyorsa, ikincildir
(tam anlamıyla, ondan sonra
gelendir). Sözgelimi güzelliğin (onun bedene ilişkin olduğunu varsayacak
olursak) fiziksel özelliklerin ardılı olduğu söylenebilir: İki insan fiziksel olarak
özdeşse, o zaman birinin güzel, diğerininse güzel olmaması imkânsızdır. Fakat
bu, bütün güzel insanların birbirleriyle özdeş olduğu anlamına gelmez; daha
ziyade hücresi hücresine aynı olan iki insandan birinin güzel, diğerininse güzel
olmamasının imkânsız olduğu anlamına gelir. Örnek özdeşliği kuramını,
zihinsel özelliklerin fiziksel olanlara ikincil olduğu fikrini dahil ederek, yeniden
uyarlarsak eğer, bu durumda o, fiziksel özelliklerin aynı kaldığını ve dolayısıyla
zihinsel özelliklerin de değişemeyeceğini söyleyecektir. Başka bir deyişle, iki
insan tamamıyla aynı beyin hali içindeyse, bu durumda onlar aynı zihinsel
deneyime sahip olurlar. Ancak bu, iki insan aynı zihinsel deneyime sahip olduğu
için, aynı beyin haline sahip olmaları gerektiği anlamına gelmez.
DAVRANIŞÇILIK
Davranışçılık, Zihin-Beden Probleminin çözümüne ilişkin, şimdiye kadar
incelemiş olduğumuz düalist ve fizikalist kuramlardan daha farklı bir yol sunar.
Davranışçılar, zihnin varoluşunu tümden reddederler. Gelin, davranışçıların
birçoğu için aşikâr olan şeyin, eş deyişle zihnin reddini nasıl
gerekçelendirdiklerine daha yakından bakalım.
Davranışçıya göre bir kimseyi acı çeken ya da öfkelenmiş biri olarak
betimlediğimizde, söz konusu kişinin zihinsel deneyiminin bir betimlemesini
yapmış olmayız. Daha ziyade bu, o kişinin koşullu durumlarda toplum içindeki
fiili ya da potansiyel davranışına ilişkin bir betimlemedir. Diğer bir deyişle bu,
kişinin herhangi bir durumda davranış eğilimlerinin bir betimlemesidir. Acı
içinde olmak acının yoğunluğuna bağlı olarak irkilme, inleme, ağlama, çığlık
atma vb eğilimlere sahip olmaktır. Öfkelenmekse, bağırma, ayağını yere vurma
ve insanlara kabaca cevap verme eğiliminde bulunmaktır. Her ne kadar zihinsel
hallerimizden bahsediyor olsak da, davranışçıya göre bu, davranışlarımızı ve
belirli şekillerde davranma eğilimlerimizi betimlemenin kestirme bir yolundan
başka bir şey değildir. Zihinsel davranışımızı betimlemenin bu kestirme yolu,
zihnin bedenden ayrı bir şey olduğu inancına kapılmamızı da beraberinde
getirir. Meşhur davranışçı filozof Gilbert Ryle (1900-1976), bu düalist görüşü
hayalet, zihin; makine de beden anlamına gelecek şekilde, "makine içindeki
hayalet dogması" olarak adlandırır.
Davranışçıya göre Zihin-Beden Problemi gerçek değil, farazi bir problemdir.
Buna göre, zihin ile beden arasındaki ilişkiyi açıklamakta hiçbir güçlük yoktur;
zira zihinsel deneyim, kolaylıkla davranış tarzlarıyla açıklanabilir. Dolayısıyla
davranışçılar, problemi çözmek yerine, onu tamamen ortadan kaldırmak
iddiasındadırlar.
DAVRANIŞÇILIĞIN ELEŞTİRİSİ
MIŞ GİBİ YAPMASI
Davranışçılığa zaman zaman yöneltilen eleştirilerden biri, onun, gerçekten acı
duyan birisi ile acı duyuyormuş gibi yapan bir kimse arasında bir ayrım
yapmakta başarısız olduğudur. Zihinsel olana dair bahsi geçen her şey, davranış
betimlemelerine indirgenirse, bu durumda iyi rol kesen biri ile gerçekten ıstırap
içindeki bir kimse arasında ayrım yapmanın olanağı ortadan kalkar.
Bir davranışçı bu itiraza karşın, acı içerisindeymiş gibi davranan kimsenin
eğilimlerinin, gerçekten acı duyan birinden farklı şekilde ele alınması gerektiği
cevabını verebilir. Her ne kadar onların davranışı, görünüşte gerçekten acı
duyan biriyle benzer dursa da, kuşkusuz belirli koşullar altında ayrım
gösterecektir. Sözgelimi acı içerisindeymiş gibi davranan birisini acıya eşlik
eden vücut ısısında değişme, terleme vb psikolojik etkileri gösterebilmesi pek
de muhtemel değildir. Dahası söz konusu kişinin, ağrı kesici ilaçlara karşı
vereceği tepki, gerçekten acı içindeki birisinden oldukça farklı olacaktır: Mış
gibi yapan kişinin ağrı kesici ilacın ne zaman etkisini göstermeye başladığını
söylemesi mümkün olmayacaktır; fakat gerçekten acı duyan kimse,
vücudundaki acının dinmeye başladığını gözlemleyebildiği için, ilacın ne zaman
etki gösterdiğini fark edebilecektir.
QUALIA
Davranışçılığa yöneltilen bir başka eleştiri, onun belirli bir zihinsel halde
olmanın gerçekten neye benzediğine ve ne hissettirdiğine dair herhangi bir şey
söylemiyor olmasıdır. Davranışçılık bütün zihinsel olayları davranışsal
eğilimlere indirgeyerek, qualia'yı formülün dışında bırakır. Bu bakımdan,
davranışçılığın gerçekten acı içinde olma deneyimini çığlık atma, irkilme ve "Acı
içindeyim" demeye indirgiyor olması, kendisine yöneltilecek büyük bir
eleştirinin şüphesiz aynı zamanda kaynağıdır. Gerçek anlamda acı duymak diye
bir şey vardır ve bu, zihinsel yaşantının temel bir parçasıdır; fakat buna rağmen
davranışçılık bunu tümüyle göz ardı eder.
İNANÇLARIMI NASIL BİLİRİM?
Davranışçılığa göre, inançlarımı bilme ya da öğrenme yöntemim başka
insanların inançlarını bilme yöntemimle, ki bu yöntem davranışın gözlemidir,
birebir aynıdır. Gelgelelim bu, gerçekte olanı eksik resmetmektedir.
Söylediklerimi dinleyerek ve birçok farklı durumda yaptıklarımı seyrederek
gerçekte neye inandığıma ilişkin ilginç keşifler yapabilecek olmam doğru bir
varsayım olabilir. Fakat cinayet işlemenin yanlış olduğuna ya da İngiltere'de
yaşıyor olduğuma inanmak için, davranışım üzerine gözlemlerde bulunmaya
ihtiyacım yoktur. Tüm bu şeyleri, kendi davranışlarımı soruşturan özel bir
dedektif olmam gerekmeden de bilirim. Dolayısıyla davranışçılık, kendini-bilme
ile başka insanların inançlarım keşfetme yolları arasındaki farkın tatmin edici
bir açıklamasını vermez.
Bu eleştiriye verilebilecek olan olası bir yanıt, kendi içime baktığım zaman
sözgelimi işkencenin gaddarca olduğuna inanıp inanmadığımı görmek için,
kendime "Birisinin işkence gördüğünü bilirsem buna karşı tutumum ne
olurdu?" sorusunu yöneltmek olacaktır. Bu soruya vereceğim cevap, işkenceye
ilişkin tutum ve eğilimlerimi bana gösterecektir. Bu doğruysa eğer, o zaman
davranışçının kişinin kendi durumu ile başkasının durumunu bilmesi arasında
önemli bir fark olmadığı varsayımı gerekçelendirilmiş olur. Gelgeldim, bu kendi
içine dönüş ya da içebakış hareketine ilişkin analiz pek de ikna edici değildir: O,
kendi içime döndüğüm zaman, yaptığımı hissettiğim şeyle uyuşmaz.
FELÇLİNİN ACISI
Davranışçılık, tamamıyla soruşturmasının konusu olan bireyin, fiili ya da
potansiyel tepkilerini esas aldığı için, bundan davranışçı analizin bütünüyle
felçli olan insanların zihinsel deneyime sahip olamayacağını savunduğu sonucu
çıkarılabilir. Onlar, hareket edemiyor ve hiçbir zaman da hareket
edemeyecekse, bu durumda nasıl herhangi bir davranışta bulunabilirler ki? Bu
durumda davranışçı, acıya dair hiçbir davranış sergilemedikleri için, bütünüyle
felçli olan insanların acı duyamayacaklarını söylemek zorunda kalacaktır. Oysa
felç geçirmiş ve ardından tekrar hareket edebilme kabiliyetini geri kazanmış
insanlardan biliyoruz ki, felçli insanlar genellikle oldukça zengin zihinsel
deneyimlere sahip olmakla birlikte, acıyı deneyimleme kapasitesine de hiç
kuşkusuz sahiptirler.
İNANÇLAR DAVRANIŞA NEDEN OLABİLİR
Davranışçılığa yöneltilen bir başka eleştiri, onun bir kişinin inançlarının o
kişinin davranışlarının nedeni olabileceği ihtimalini göz ardı etmesidir.
Davranışçı analize göre, birinin yağmurluğunu giymesinin nedeni, o kişinin
yağmur yağdığına olan inancı değildir. Daha ziyade, inancın kendisini temin
eden esas şey bir yağmurluğu giyme eğilimidir. Zihinsel olaylar davranışa neden
olamazlar; zira onlar, davranıştan bağımsız var olmazlar: Davranışçılığa göre,
zihinsel olaylar yalnızca belirli biçimlerde davranma eğilimleridirler. Fakat
zihinsel olaylarımızın, en azından bazı durumlarda, davranışa yol açtığı hiç
kuşkusuz doğrudur. Yağmurluğumu giyerim çünkü yağmurun yağmak üzere
olduğunu düşünürüm. Gelgelelim bir davranışçı, yağmurun yağmak üzere
olduğuna dair inancımı bile davranışımın bir açıklaması olarak kullanamaz;
çünkü inancım, gerçekte, söz konusu davranışım ve belirli biçimlerde davranış
eğilimim tarafından tesis edilmiştir: eylem ile inanç birbirinden ayrılabilir
şeyler değildir.
İŞLEVSELCİLİK
İşlevselcilik, Zihin-Beden Problemine ilişkin son dönemlerde geliştirilmiş bir
yaklaşımdır. Bu kuram, zihinsel hallerin işlevsel rolüne odaklanır: Bu da
pratikte, girdilere, çıktılara ve içsel haller arasındaki ilişkiye yoğunlaştığı
anlamına gelir.
Bir işlevselci, herhangi bir zihinsel hali, onun diğer zihinsel hallerle özgün
ilişkileri ve davranışa gösterdiği etkiler bağlamında tanımlar. Dolayısıyla hava
durumuna ilişkin bir düşünce, onun, diğer düşüncelerle ve davranışla olan
ilişkileri, eş deyişle söz konusu düşünceme yol açan şeyin ne olduğu, onun
benim diğer düşüncelerimle ilişkisi ve bu düşüncenin eylememe yol açtığı
davranış yönünden açıklanır. Bu bakımdan işlevselcilik, davranışçılığa ait
birtakım anlayışlardan -sözgelimi zihinsel etkinliğin, genellikle davranışsal
eğilimlerle çok yakından ilişkili olduğu fikrinden- yararlanmakla birlikte,
davranışçılıktan farklı olarak, zihinsel olayların davranışın fiili nedenleri
olmasına olanak tanır.
İşlevselcilik, bir bilgisayar ile onun programı arasındaki ilişkinin bir
karşılaştırması aracılığıyla daha kolay anlaşılabilir. Bilgisayarlardan
bahsedildiğinde, donanım ile yazılım arasında bir ayrım ortaya koymak
kullanışlı ve pratiktir. Bir bilgisayarın donanımı onun aslında parçalarını
oluşturan şeylerdir: transistörler, elektrik devreleri, silikon çipler, ekran, klavye
vs. Diğer taraftan yazılımsa, bilgisayar donanımının yürüttüğü program ve
işlemler sistemidir. Yazılım, genellikle bir dizi farklı sistemde kullanılacak
şekilde uyarlanabilir. Bununla birlikte yazılım, bilgisayar donanımının fiziksel
olarak bir dizi farklı şekilde yürütülebilen, fakat her seferinde aynı sonuca
erişen karmaşık bir yönergeler ve komutlar sistemidir.
Bir zihin kuramı olarak işlevselcilik, düşüncenin donanımından daha çok,
onun yazılımıyla ilgilenir. Nitekim o, bu bakımdan davranışçılığa benzer. Buna
karşın fizikalizm, donanım -insan beyninin- birtakım parçaları ile belirli bir
yazılım paketi -insan düşüncesi- arasındaki ilişkiyi göstermeye uğraşır.
İşlevselcilik, her ne kadar fizikalizmin birçok türüyle açık bir şekilde bağdaşsa
da, düşüncenin donanımıyla ilgili bir kuram değildir: O, ne türden fiziksel
sistemlerin, zihinsel programları işlettiğine dair görüş bildirmez. Onun temel
meselesi, farklı düşünce ve davranış türleri arasında meydana gelen ilişkileri
açıklığa kavuşturmaktır.
İŞLEVSELCİLİĞİN ELEŞTİRİSİ
QUALIA: BİLGİSİYARLAR VE İNSANLAR
İşlevselcilik, filozoflar arasında oldukça revaçta olan bir zihin kuramı olmakla
beraber, ona sıklıkla yöneltilen bir eleştiri, işlevselciliğin bilinç deneyimini ve
duyumsamaları, eş deyişle acı çekmenin, mutlu olmanın, hava durumu üzerine
düşünmenin nasıl bir şey olduğunu açıklamak konusunda yetersiz kaldığıdır.
Benzer bir itiraz, genellikle bilgisayarların da zihinlere sahip olabileceği
görüşüne yapılır. Sözgelimi çağdaş filozof John Searle, insanın bir hikâyeyi
anlaması ile bir bilgisayarın “anlaması" arasında farkı gösterebilmek için bir
düşünce deneyi kullanır. Bir odaya kapatıldığınızı tahayyül edin. Çince bilmiyor
ve anlamıyorsunuz. Kapı aralığından üzerinde Çince karakterler basılı olan
çeşitli kartlar geliyor. Kapalı bulunduğunuz odadaki masada, bir kitap ile
üzerinde başka başka Çince karakterlerin bulunduğu bir yığın kart
bulunmaktadır. Göreviniz kapı aralığından gelen Çince karaktere sahip kartı,
kitaptaki bir Çince karakterle eşleştirmektir. Ardından kitap size onunla eşleşen
bir başka Çince karaktere sahip kart gösterecektir. Sizin yapmanız gereken,
kitabın gösterdiği bu kartı masanın üzerindeki kart yığını arasından bulmak ve
kapı aralığından geri yollamaktır. Dışarıdan bakıldığında, Çince bir hikâyeyle
ilgili soruları yanıtlıyormuşsunuz gibi görünür. Kapı aralığından gelen kartlar
Çince yazılmış sorulardır ve geri yolladığınız kartlar da yine Çince yazılmış
cevaplarınızdır. Her ne kadar Çince anlamıyor olsanız da, dışarıdan
bakıldığında, öyle görünmektedir ki, söz konusu Çince hikâyeyi anlamakta ve
size yöneltilen sorulara anlaşılır yanıtlar vermektesinizdir. Fakat esasında bu
hikâyeyi anlayabilecek hiçbir deneyime sahip değilsinizdir: sadece sizin için
anlamsız olan karakterleri ustalıkla yönetip beceriyle kullanmaktasınız.
Sözümona "akıllı" bilgisayar programı da, sizin Searle'ün "Çin Odası"
düşünce deneyindeki halinizle aynı durumdadır. O da, sizin gibi sembollerin
gerçekten neye gönderimde bulunduklarını anlamadan başarılı bir şekilde
kullanmaktadır. Bu sebeple, işlevselciliği yukarıda ele aldığımız bilgisayar
analojisiyle düşünürsek eğer, onun bize zihnin bütün bir resmini vermediği
görülür. O, anlamayı sembollerin başarılı bir şekilde kullanılması ve
yönetilmesiyle eşdeğer tuttuğu için, onun gerçekliğini yakalayamaz.
ÖTEKİ ZİHİNLER
Buraya kadar Zihin-Beden Problemini çözmeye yönelik önemli girişimlerin pek
çoğunu inceledik. Daha önce gördüğümüz üzere, hiçbir zihin kuramı tamamıyla
tatmin edici değildir. Şimdi zihin felsefesine ilişkin bir başka meseleye, Öteki
Zihinler Problemine odaklanalım. Öteki insanların düşündüğünü, hissettiğini
ve benim gibi bilinç sahibi varlıklar olduğunu nasıl bilirim? Acı duyduğum anı
kesin olarak bilirim, fakat başka birisinin acı duyduğundan nasıl emin
olabilirim? Yaşamımı sürdürürken öteki insanların, hissi varlıklar oldukları ve
benimkine oldukça benzer deneyimlere vakıf olabildiklerini varsayarım. Ancak
bunu kesin olarak bilebilir miyim? Zira, öteki insanların, aslında olmadıkları
halde, içsel bir yaşama sahipmişçesine tepki vermeye programlanmış robotlar
ya da zaman zaman ifade edildiği biçimiyle otomatlar olduklarını pekâlâ
düşünebilirim.
Bu düşünce, paranoyanın bir biçimine çok benzer görünmekle birlikte,
esasında filozofların büyük bir ilgi gösterdiği ciddi bir sorudur. Ona dair bir
çalışma, kendi deneyimlerimizi bilme biçimimiz ile öteki insanların
deneyimlerini bilme biçimimiz arasında oldukça önemli farkları ortaya çıkarır.
DAVRANIŞÇILIK İÇİN BİR PROBLEM DEĞİLDİR
Öteki insanların deneyimine ilişkin söz konusu kuşkulara yanıt vermenin en
yaygın yoluna bakmadan önce, Öteki Zihinler Probleminin davranışçılar için bir
sorun mahiyeti taşımadığına işaret etmek yerinde olacaktır. Bir davranışçı için,
onların davranışlarını temel kabul ederek öteki insanların da zihinsel
deneyimlere sahip olduklarını söylemek, davranışçı için zihin belirli durumlarda
belirli biçimlerde davranma eğilimi anlamına geldiğinden, açıktır ki uygundur.
Bununla birlikte bu düşünce, davranışçılara ilişkin biraz ayıp bir fıkrayı akla
getirir: İki davranışçı birbirleriyle sevişirler ve ardından biri diğerine "Bu senin
için olağanüstüydü; peki benim için nasıldı?" diye sorar.
ANALOJİ ESASLI ARGÜMANLAR
Öteki insanların bilinç sahibi varlıklar olduğuna dair kuşkuya verilebilecek en
açık yanıt Analoji Esaslı Argümandır. 1. Bölümde Tanrı'nın varoluşuna ilişkin
Tasarım Argümanını incelerken gördüğümüz üzere, analojiyi esas alan bir
argüman birbirlerine oldukça benzer iki şeyin kıyası üzerine bina edilir. Bir şey
birtakım yönleri bakımından diğer şeyle aynıysa eğer, onların geriye kalan
yönleri bakımından da aynı olacağı varsayılır.
Öteki insanlar birçok önemli yönden benimle benzerlik gösterirler: Hepimiz
aynı türün üyeleriyiz ve en nihayetinde oldukça benzer bedenlere sahibiz; buna
ek olarak fazlasıyla benzer şekilde davranırız. Dayanılmaz bir acı içerisinde
olduğumda bağırır veya çığlık atarım ve insan türünün pek çok üyesi de, acı
deneyimine sahip olmalarını beklediğim durumlarda benzer tepkiler verirler.
Analoji esaslı argüman, bizatihi benim ile öteki insanlar arasındaki beden ve
davranış açısından var olan benzerliklerin, öteki insanların da tıpkı benim gibi
bilinç sahibi varlıklar olduğu sonucunu çıkarmak için yeterli olduğunu iddia
eder.
ANALOJİ ESASLI ARGÜMANIN ELEŞTİRİSİ
BİR İSPAT DEĞİL
Analoji Esaslı Argüman, öteki insanların zihinlere sahip olduğuna dair kesin bir
ispat sunmaz. Analojiyi esas alan argümanlar, çok sayıda kanıta ve veriye
ihtiyaç duyarlar. Fakat analoji esaslı bu argüman söz konusu olduğunda, belirli
bir beden ve davranış türü ile belirli bir bilinç türü arasındaki ilişkiye tanıklık
ettiğim tek bir örnek vardır; o da, kendimdir.
Bunun yanı sıra, öteki insanların beden ve davranışlarının benimkinden
ayrıldığı birçok yön vardır. Öyle ki, bu farklılıklar, söz konusu benzerliklerden
daha önemli olabilir: Analojiyi esas alan argümanı kullanarak, benim ile öteki
insanlar arasındaki beden ve davranış açısından farklılıkların, zihinsel deneyim
tiplerimiz bakımından muhtemel bir farklılığa işaret ettiğini ispatlayabilirim.
Bununla birlikte analoji esaslı argümanlar, tümevarımsal olmaları dolayısıyla,
ortaya koydukları sonuçlara ilişkin yalnızca mutlak olmayan kanıtlar
sunabilirler: Onlar, herhangi bir şeyi kesin olarak kanıtlayamaz. Dolayısıyla, bu
türden bir argüman en iyi ihtimalle, ancak öteki insanların da zihinleri
bulunduğunu, kesin olmamakla birlikte, gösterebilir. O, tümdengelimsel bir
ispat değildir, ancak daha önce Bilim Bölümünde de gördüğümüz üzere, her ne
kadar Güneş'in yarın tekrar doğacağına dair hiçbir mutlak ispat olmasa da,
onun tekrar doğacağını düşünmek için sağlam temellere sahibiz.
DOĞRULANAMAMASI
Bununla beraber, “O, acı içerisindedir" türünde bir ifadenin doğru ya da aynı
nedenden dolayı yanlış olduğunu kesin olarak gösterebilmek için herhangi bir
yolu yok gibi görünür. Bir kimse çığlık atıyor diye, bundan onun, benim
dayanılmaz acılar içerisindeyken sahip olduğum deneyimin aynısını yaşadığı
sonucu çıkmaz. Hatta onlar, herhangi bir deneyime dahi sahip olmayabilirler.
Onların deneyimine dair herhangi bir sözlü beyan hiçbir zaman güvenilir
değildir: Zira bir robot da benzer şartlarda ikna edici yanıtlar vermeye
programlanmış olabilir. Bu kişinin acı deneyimine sahip olduğu fikrini
doğrulayacak ya da çürütecek hiçbir olası gözlem yoktur. Şüphesiz, bir kimsenin
çığlık atıyor olduğu olgusu, bununla fiilen karşılaştığımız durumlarda, bu
kişinin acı duyduğundan emin olmamız için yeterli olacaktır. Fakat, mantıksal
perspektiften bakıldığında, çığlık atma eğilimi (her ne kadar insanların çoğu
bunun güvenilir olduğunu kabul edecek olsa da) acının mutlak ispatı olamaz.
Kuşkusuz, öteki insanların bilinç sahibi varlıklar olmadıklarını varsaymanın
biraz zorlama olduğunu düşünebiliriz. Dolayısıyla, öteki insanların zihinleri
olduğundan o kadar emin olabiliriz ki, bu durumun kesin bir ispatına ihtiyaç
bile duymayız; keza pek çoğumuz bu varsayımı esas alarak hareket eder. 5.
Bölümde görmüş olduğumuz üzere solipsizm savunulabilir bir konum değildir.
SONUÇ
Bu bölümde; düalizm, fizikalizm ve Öteki Zihinle Problemine yoğunlaştık.
Bunlar, zihin felsefesinde merkezi konulardır. Felsefe düşüncenin doğası
üzerine fazlasıyla eğildiği için, birçok filozof, özellikle de zihin felsefesinde
uzmanlaşanlar, bu bölümde ele alınan soruların hemen her felsefi sorunun
kökünde yer aldığını düşünür. Şüphesiz yirminci yüzyılın en parlak
filozoflarının çoğu, enerjilerinin çoğunu zihin felsefesine ilişkin sorulara
ayırmıştır. Bunun bir sonucu olarak, bu alana ilişkin pek çok metin oldukça
karmaşık ve teknik metinlerdir. Aşağıda listesi verilen kitaplar, zihin felsefesine
ilişkin içinden çıkılması zor metinlerde size rehberlik edecek niteliktedir.
EK KAYNAKLAR
Görsellerinin Howard Selina'ya ait olduğu David Papineau'nun Introducing
Consciousness (Cambridge: Icon Books, 2000) adlı kitabı, zihin felsefesinin
önemli meselelerine ilişkin eğlenceli ve anlaşılır bir bakış sunar. Yine, Robert
Kirk'ün Mind and Body (Chesham: Acumen, 2003) adlı eseri ile George
Graham'in Philosophy of Mind: An Introduction (2. Baskı, Oxford: Blackwell,
1998) adlı kitabı da bu konulan kapsayan oldukça iyi giriş kitaplarıdır. Tim
Crane'in Mechanical Mind (2. Baskı, Londra: Routledge, 2003) adlı kitabı, zihnin
bir bilgisayar gibi olup olmadığına dair meseleyi zihin felsefesinin merkezi
sorularıyla birleştirerek ele almaktadır.
Editörlüğünü Douglas R. Hofstadter ve Daniel C. Dennett'in üstlendiği The
Mind's I (Londra: Penguin, 1982) [Aklın G'özü, çev. Füsun Doruker, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, 2009] adlı kitap, zihin hakkında felsefi fikirleri ele alan
makale, meditasyon ve kısa hikâyelerin ilginç ve eğlenceli bir seçkisini sunar. Bu
kitapta John Searle'ün bilgisayarların gerçekten düşünüp düşünmediğini
tartıştığı "Minds, Brains, and Programs" [Zihinler, Beyinler ve Programlar] adlı
makalesini de bulabilirsiniz. Editörlüğünü William Lyons'ın üstlendiği Modem
Philosophy of Mind (Londra: J. M. Dent, Everyman, 1995) adlı kitap da oldukça
yararlı bir okumalar seçkisi sunar.
Zihin felsefesine dair çok sayıda çevrimiçi kaynak mevcuttur. Filozof David
Chalmers'ın idaresinde oldukça faydalı, zihin felsefesine ilişkin son dönem
çalışmalarının bibliyografisini de içeren bir internet sitesi mevcuttur:
www.u.arizona.edu/chalmers.
8
SANAT
Sanat galerilerini gezen, roman ve şiir okuyan, tiyatro oyunları ya da bale
izleyen, film seyretmeye sinemaya giden veya müzik dinleyen insanların çoğu,
zaman zaman sanatın ne olduğunu merak etmiştir. Nitekim bu, sanat
felsefesinin üzerine bina edildiği temel sorudur. Bu bölüm, sanat nedir
sorusuna verilen bazı yanıtları ele almaktadır. Bunun yanı sıra, bu bölüm, sanat
eleştirisinin doğasına ilişkin bir dizi felsefi soruyu da incelemektedir.
Film ve fotoğrafçılık gibi yeni sanat biçimlerini ortaya çıkmış olması ve
sanat galerilerinin bir yığın tuğla ya da bir küme karton koli benzeri şeyleri
sergiliyor olduğu gerçeği, bizi sanat dediğimiz şeyin sınırları üzerine düşünmeye
zorlar. Şüphesiz sanat, farklı zamanlarda farklı kültürler için farklı şeyler ifade
etmiştir: O, içinde üretildiği kültür için merkezi öneme sahip olan inançların,
korkuların ve arzuların ete kemiğe bürünmüş hali olmasının yanı sıra ritüel, din
ve eğlence amaçlı da kullanılmıştır. Eski zamanlarda sanatın ne olduğu
sorusuna verilen cevap çok daha açık durmaktadır. Fakat şimdilerde, neredeyse
her şeyin bir sanat eseri olabildiği noktaya gelmiş gibi görünmekteyiz. Durum
böyleyse, bir nesneyi, bir metni ya da bir müzik parçasını diğerlerinden daha
ayrı kılan ve onu sanat olarak adlandırmamıza sebep olan nedir?
SANAT TANIMLANABİLİR Mİ?
Sanat eserleri arasında uçsuz bucaksız bir çeşitlilik vardır: Resimlerin, tiyatro
oyunlarının, filmlerin, romanların, müzik parçalarının ve dansın ortaklaştığı
çok az şey varmış gibi görünebilir. Nitekim bu durum, bazı filozofları, sanatın
hiçbir şekilde tanımlanamaz olduğunu düşünmeye itmiştir. Onlara göre, sanat
eserleri arasında oldukça fazla çeşitlilik olması ve hepsini kapsayan tatmin edici
bir tanım ortaya koymanın olanaksız görünmesinden dolayı, ortak bir payda
bulmaya çalışmak tamamıyla hatadır. Keza bu düşüncelerini desteklemek için,
Ludwig Wittgenstein'ın Felsefi Soruşturmalar [Philosophical InvestigationsI adlı
kitabındaki bir kavram olan, aile benzerliği fikrini kullanırlar.
AİLE BENZERLİĞİ GÖRÜŞÜ
Babanıza biraz benziyor olabilirsiniz ve babanız da kendi kız kardeşine
benzeyebilir. Gelgelelim, sizin babanızın kız kardeşine neredeyse hiç
benzemiyor olmanız pekâlâ olasıdır. Diğer bir deyişle, bir ailenin farklı üyeleri
arasında, hepsinin paylaştığı gözlemlenebilir herhangi bir özellik olmadan,
örtüşen benzerlikler olabilir. Buna benzer olarak pek çok oyun da birbirleriyle
benzerlik gösterir, fakat tek kişilik kart oyunu, satranç, rugby ve disk atma
arasında ortaklık bulabilmek oldukça zordur.
Sanatın farklı türleri arasındaki benzerlikler de, bu tipte olabilir: Bazı sanat
eserleri arasındaki aşikâr benzerliklere karşın, hepsinin paylaştığı ortak bir
payda ya da gözlemlenebilir özellikler olmayabilir. Eğer durum böyleyse,
sanatın genel bir tanımını yapmaya çalışmak beyhude bir uğraştır. Sahip
olabileceğimiz en iyi şey, roman, film veya senfoni türünden bir sanat biçiminin
tanımıdır.
AİLE BENZERLİĞİ GÖRÜŞÜNÜN ELEŞTİRİSİ
Aile benzerliği görüşünün yanlış olduğunu ispatlamanın bir yolu, sanatın
tatmin edici bir tanımını ortaya koymaktır. Aşağıda bunu gerçekleştirmeye
ilişkin bir dizi girişimi ele alacağız. Her şeyden önce, aile benzerliği örneğinde
bile, bir ailenin her bir üyesinin paylaştığı bir şey olduğuna, eş deyişle her
birinin genetik olarak birbirleriyle bağlantılı olduğu olgusuna işaret etmekte
yarar vardır. Keza tüm oyunlar da, oyuncuların ya da seyircilerin pratikolmayan ilgisini çekme potansiyeli bakımından birbirleriyle benzerlik
gösterirler. Her ne kadar söz konusu oyun tanımı, -sözgelimi, oyunlar ile
öpüşmek ya da müzik dinlemek arasında bir ayrım yapmak bakımından pek de
yardımcı olmamasından dolayı- muğlak ve tamamıyla tatmin edici olmasa da,
daha detaylı ve makul bir tanımı ortaya koyabilmek için bizlere kapı aralar. Bu,
oyunlar için yapılabilirse eğer, aynı şeyin sanat eserleri için de yapılabilme
olasılığını ortadan kaldıracak hiçbir neden yoktur. Kuşkusuz, tüm sanat
eserlerinin ortak paydası, özellikle ilginç ya da önemli olmayabilir; ancak böylesi
bir ortak paydanın bulunma olasılığı, bundan bağımsız olarak, pekâlâ vardır.
Öyleyse, sanatı tanımlamaya yönelik bazı girişimleri ele alalım. İncelememizin
konusu anlamlı form kuramı, idealist kuram ve kurumsal sanat kuramı
etrafında şekillenecek.
ANLAMLI FORM KURAMI
Anlamlı form kuramı, yirminci yüzyılın erken döneminde oldukça popülerdi ve
özellikle sanat eleştirmeni Clive Bell (1881-1964) ve onun tüm gerçek sanat
eserlerinin seyirci, dinleyici ya da okuyucuda estetik bir duygu yarattığı
varsayımıyla başlayan Sanat [Art] adlı kitabıyla yakından ilişkiliydi. Estetik
duygu, gündelik yaşantıda edinilen duygulardan farklıdır: Onun farkı, pratik ilgi
veya endişelerle hiçbir ilgisinin bulunmamasıdır.
Sanat eseri nasıl bir şeydir ki, insanın, gündelik yaşantıdaki deneyimden
farklı bir deneyim edinmesine yol açar? Neden sanat eserleri söz konusu estetik
duyguyu uyandırır? Bell'in yanıtı, tüm gerçek sanat eserlerinin, onun türettiği
bir kavram olan, "anlamlı form" diye bilinen bir niteliği paylaştığıdır. Anlamlı
form, parçalar arasındaki belirli bir ilişkidir ve bir sanat eserinin, konu edindiği
şeyden ziyade, yapısının ayıncı özellikleriyle ilgilidir. Her ne kadar bu kuram,
genellikle yalnızca görsel sanatlara uygulansa da, o sanatın her türü için
kullanılabilen bir tanım olabilir.
Sözgelimi Van Gogh'un eski bir çift bot tablosuna sanat eseri niteliği
kazandıran şeyin ne olduğu sorusunu ele alan bir anlamlı form kuramcısı,
tablodaki renkler ve kıvrımlar bileşiminin anlamlı form oluşturduğuna ve
dolayısıyla duyarlı eleştirmenlerde estetik duyguyu ortaya çıkardığına işaret
edecektir.
Anlamlı form, bir sanat eserinde duyarlı eleştirmenlerin sezgisel olarak
tanıyabileceği tanımlanamaz bir özelliktir. Ne yazık ki, duyarsız eleştirmenler
anlamlı formu takdir etme kabiliyetinden yoksundur. Bell, ilerleyen kısımlarda
değineceğimiz kurumsal sanat kuramcılarından farklı olarak, sanatın değer
ifade eden bir şey olduğuna inanır: Bu da, bir şeyi sanat eseri olarak
addetmenin, yalnızca onu sınıflandırmakla ilgili bir mesele olmadığı, fakat aynı
zamanda bir değere sahip bulunduğunu söylemek olduğu anlamına gelir. Bütün
gerçek sanat eserleri, hangi yaşta ya da hangi kültüre ait olursa olsun, anlamlı
forma sahiptir.
ANLAMLI FORM KURAMININ ELEŞTİRİSİ
DAİRESELLİK
Anlamlı form kuramının temel argümanı, her iki merkezi kavramının da
tanımlanabilmek için birbirlerine ihtiyaç duyuyor olması sebebiyle, dairesel
görünür. Anlamlı form, bir sanat eserindeki, estetik duyguyu uyandıran, söz
konusu biçimsel özelliklerdir. Fakat estetik duygu da, yalnızca anlamlı formun
mevcudiyeti dolayısıyla hissedilen duygu olarak anlaşılabilir. Bu bakımdan o,
sanat eserinin ne olduğuna ilişkin tatmin edici bir tanım değildir. Tanımdaki bu
dairesellikten kurtulamazsak eğer, bu durumda anlamlı form kuramı, hiçbir şey
söylemeyen bir kuram olmaya devam eder. Dolayısıyla estetik duyguyu anlamlı
formdan, anlamlı formu da estetik duygudan bağımsız şekilde tanımlaya
ihtiyacımız vardır. Bu iki kavram arasındaki ayrım, söz konusu kavramların
birbirlerinden bağımsız özgün kriterleri bulunarak yapılmadığı müddetçe,
kuram daireselliğe mahkûm kalacaktır. Bu bir nevi, sözlükte "Evet" sözcüğünün
karşılığını "'Hayır'ın zıt anlamlısı" olarak, ardından "Hayır" sözcüğünün
karşılığını da "'Evet'in zıt anlamlısı" olarak bulmaya benzer.
ÇÜRÜTÜLEMEZLİK
Bu kurama yöneltilen bir başka itiraz da, onun çürütülemez olmasıdır. Anlamlı
form kuramının varsayımlarından biri, sanatı hakikaten deneyimleyen herkesin
gerçek sanat eserlerini takdir ettiklerinde tek bir duyguyu hissettikleridir.
Gelgelelim bu, imkânsız olmasa bile ispatlaması olağanüstü güç bir şeydir.
Bir kimse, bir sanat eserinin deneyimine bütünüyle vakıf olduğunu fakat
söz konusu estetik duyguyu hissetmediğini iddia ederse, bu durumda Bell bu
kişinin yanıldığını söyleyecektir: O, ya sanat eserinin deneyimine bütünüyle
vakıf olamamıştır ya da duyarlı bir eleştirmen değildir. Fakat bu, tam da
kuramın ispatlaması gereken şeyi varsaymaktan, eş deyişle tek bir estetik
duygunun var olduğunu ve onun gerçek sanat eserleri tarafından üretildiğini
söylemekten başka bir şey değildir. Bu yüzden kuram, çürütülemez görünür.
Nitekim birçok filozof da, olası gözlemlerin bütününün onu doğrulayacağı için
mantıksal olarak çürütülmesi imkânsız olan bir kuramın tamamıyla anlamsız
olduğuna inanır.
Benzer olarak, duyarlı bir eleştirmende estetik duyguyu uyandırmamasına
rağmen o şeyi bir sanat eseri olarak nitelendirirsek eğer, o zaman bir anlamlı
form kuramcısı onun gerçek bir sanat eseri olmadığını iddia edecektir. Yine
burada da, anlamlı form kuramcısının bu konuda yanıldığını ispatlayabilecek
olası herhangi bir gözlem yoktur.
İDEALİST KURAM
R. G. Collingvvood (1889-1943) tarafından Sanatın İlkeleri [The Principles of Art]
adlı kitapta ikna edici bir biçimde ortaya konan idealist sanat kuramı, gerçek
sanat eserini fiziksel-olmayan addetmesi dolayısıyla diğer sanat kuramlarından
ayrılır: Sanat eseri, sanatçının zihnindeki bir fikir ya da duygudur. Bu fikre,
yaratıcı fiziksel bir ifade kazandırılır ve sanatçının belirli bir sanatsal araçla
ilişkisi sonucu bu fikir değişime uğrar; fakat sanat eserinin kendisi sanatçının
zihninde kalmaya devam eder. İdealist kuramın bazı türlerinde, ifade edilen
duygunun samimi bir duygu olmasına özel bir vurgu yapılır. Bu da kurama,
değer biçici güçlü bir unsur katar.
İdealist kuram sanatı, zanaattan ayırır. Zira sanat eserleri hiçbir amaca
hizmet etmezler. Onlar, sanatçının yağlı boya ya da sözcükler gibi belirli bir
araçla müdahalesi sonucu ortaya çıkar. Buna karşın zanaat nesneleri, belirli bir
amaç için yaratılırlar ve zanaatkâr söz konusu nesneyi, onu meydana getirdiği
süreç içerisinde tasarlamak yerine, işe daha en başında bir plana sahip olarak
başlar. Sözgelimi, Picasso'nun yaptığı bir resim, belirli hiçbir amaca hizmet
etmediği gibi, büyük ihtimalle önceden bütünüyle planlanmış da değildir. Oysa,
halihazırda oturduğum masanın oldukça bariz bir işlevi vardır ve o, var
olmadan önce bu işlevi yerine getirmek için planlanıp tasarlanmıştır.
Picasso'nun resmi bir sanat eseri, masa da bir zanaat eseridir. Bu, sanat
eserlerinin, zanaat unsurlarını içermediğini söylemek anlamına gelmez: Açıktır
ki birçok önemli sanat eseri, bu türden zanaat unsurlarını içerir. Nitekim
Collingwood da, sanat ve zanaatın birbirlerini karşılıklı olarak dışarıda bırakan
kategoriler olmadığını söyler. Sanat eseri, daha ziyade, herhangi bir amacın bir
aracı olmayandır.
İdealist kuram, gerçek sanat eserleri ile salt eğlence için olan sanatı
(insanları eğlendirmek ya da belirli duyguları uyandırmak amacıyla yapılan
sanatı) karşı karşıya getirir. Gerçek sanat, hiçbir amaca sahip olmayandır: O,
kendi için ve kendinde bir amaçtır. Eğlence için sanatsa, zanaattır ve dolayısıyla
gerçek sanattan aşağıdır. Aynı şekilde salt dini sanat da, idealist kuramca
zanaat kabul edilir; zira o, belirli bir amaca hizmet etmek için yapılmıştır.
İDEALİST KURAMIN ELEŞTİRİSİ
TUHAFLIK
İdealist kurama yöneltilen temel itiraz, onun sanat eserlerini fiziksel
nesnelerden ziyade, zihindeki fikirler olarak kabul etmesindeki tuhaflıktır. Bu
demek oluyor ki, bir sanat galerisine gittiğimizde gördüğümüz şey, sanatçının
gerçek yaratımlarının izlerinden başka bir şey değildir. Bu görüşü kabul etmek
her ne kadar zor olsa da, o, sanat eseri olarak adlandırabileceğimiz tek bir
fiziksel nesnenin olmadığı edebi ve müzikal sanat eserlerinden bahsedildiği
durumlarda daha akla yatkın bir görüştür.
FAZLASIYLA KISITLAYICI
Bu kurama yöneltilen bir diğer itiraz, onun oldukça kısıtlayıcı olmasıdır: O,
kabul görmüş birçok sanat eserini, gerçek sanat olarak değil, yalnızca zanaat
eseri olarak kategorileştirir görünür. Sözgelimi birçok önemli portre, portredeki
kişinin görünüşünün bir kaydını tutmak amacıyla resmedilmiş ve birçok
muazzam oyun da eğlendirmek üzere yazılmıştır. Bu, onların belirli bir amacı
yerine getirmek için yaratılmaları dolayısıyla, sanat eseri olarak
nitelendirilemeyecekleri anlamına mı gelir? Peki, ya geleneksel Güzel
Sanatlardan biri olan mimariye ne demeli? Birçok bina belirli bir amaca hizmet
etmek için yaratılmıştır ve bu kurama göre onların hiçbiri sanat eseri olarak
değerlendirilemez.
KURUMSAL KURAM
Kurumsal sanat kuramı, çağdaş filozof George Dickie (1936-) gibi yazarlar
tarafından, Shakespeare'in Macbeth'i, Beethoven'in Beşinci Senfonisi, bir yığın
tuğla, Duchamp'ın 'Pisuar'ı, T. S. Eliot'ın Çorak Ülke'si [The Waste Land] ve
William Klein'ın fotoğraflarının sanat eseri olarak nitelendirilebileceğini
göstermek amacıyla son dönemlerde ortaya konan bir girişimdir. Bu kurama
göre, tüm bunların ortaklaştığı iki şey mevcuttur.
Bu ortaklaşmalardan ilki, bu saydığımız şeylerin tümünün insan elinden
çıkma sanat eserleri olmasıdır. "Sanat eseri" burada oldukça sınırsız ve serbest
bir anlama gelecek şekilde kullanılır; deniz kenarındaki dalgaların sürüklediği
bir odun parçası bile, birisinin onu bir sanat galerisinde sergilemesi halinde bir
sanat eseri olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte odun parçasını insanların
ona belirli bir biçimde bakmalarını sağlamak üzere bir sanat galerisine koymak,
onun üzerinde çalışmak olarak görülür. Gelgelelim sanat eserinin bu tanımı o
kadar başıboştur ki, sanat kavramına hiçbir önemli katkıda bulunmaz.
İkincisi ve daha önemlisiyse, onların hepsine sanat dünyasının üyelerince,
eş deyişle galeri sahipleri, yayıncılar, yapımcılar, menajerler ya da sanatçılar
tarafından sanat eseri statüsü verilmiş olmasıdır. Yeterli otoriteye sahip bu
insanların söz konusu olduğu her durumda, tüm bunlar, sanat eseri olarak
kutsanmıştır. Onlar, bu eserleri "beğeni konusu olmaya aday" gösterirler.
Bu, açıkça dairesel bir iddia olmakla beraber, sanat eserlerini yalnızca
birtakım insanların sanat eseri diye adlandırdıkları bir şey olarak tanımlamak
gibi görünür. Bununla birlikte sanat dünyasının üyelerinin bir şeyi sanat eseri
olarak adlandırmak için herhangi bir seremoni gerçekleştirmeleri gerekmez ve
hatta onlar onu sanat eseri olarak kabul etmeye bile ihtiyaç duymazlar; esere,
sanat olarak yaklaşmaları yeterli olacaktır. Kurumsal kuram, bu durumda,
toplumumuzdaki bazı bireylerin ve toplulukların herhangi bir şeyi, yalnızca onu
sanat olarak addetmek ya da daha ziyade eseri yayınlamak, sergilemek veya icra
etmek suretiyle "kutsayarak" bir sanat eserine dönüştürme kabiliyeti olduğunu
söyler. Sanatçıların bizatihi kendileri de söz konusu sanat dünyasının pekâlâ
üyeleri olabilirler. Bu seçkinler topluluğunun tüm üyeleri, Kral Midas'ın
dokunduğu her şeyi altına dönüştürmesine benzer bir kabiliyete sahiptir.
KURUMSAL KURAMIN ELEŞTİRİSİ
İYİ İLE KÖTÜ SANAT ARASINDA BİR AYRIM ORTAYA KOYMAZ
Kurumsal kuram, en yüzeysel ve sıradan nesneleri bile sanat eserleri olarak
addetmeyi gerekçelendirir göründüğü için, zaman zaman yetersiz bir kuram
olmakla eleştirilir. Buna göre, sanat dünyasının bir üyesi olsaydım eğer,
ayakkabımın sol tekini, bir sanat galerisinde sergileyerek, sanat eserine pekâlâ
dönüştürebilirdim.
Kurumsal kuramın, neredeyse her şeyin sanat eseri olarak
nitelendirilebilmesine müsaade ettiği kuşkusuz doğrudur. Fakat herhangi bir
şeyi sanat eseri olarak kutsamak, onun ne iyi bir eser olduğu anlamına ne de
yine aynı sebeplerden ötürü kötü bir eser olduğu anlamına gelir. Kurumsal
kuram, nesneyi sınıflandırıcı anlamda bir sanat eseri yapar. Diğer bir deyişle o,
nesneyi sanat eseri olarak adlandırdığımız şeyler sınıfına koyar. Bu, bizim
"sanat" sözcüğünü genellikle, yalnızca bir şeyi sınıflandırmak için değil, aynı
zamanda türünün iyi bir örneği anlamına gelecek şekilde kullanmamızdan
farklılık gösterir. Bazen sanat sözcüğünü, açıkça sanat eseri olmayan şeyler
hakkında mecazen konuşurken, sözgelimi "bu omlet, bir sanat eseri" derken de
kullanırız. Kurumsal kuram, bir omlet ya da başka bir şey için değer biçici
anlamda kullanılan "sanat" sözcüğüne ilişkin hiçbir şey söylemez. O, yalnızca iyi, kötü ya ne iyi ne de kötü- tüm sanat eserlerinin ortaklaşması hakkında bir
kuramdır. Bu bakımdan o, "sanatı" yalnızca sınıflandırıcı anlamda ele alır.
Dolayısıyla sanat dünyasının üyelerinin, Kral Midas'ın dokunuşuna sahip
olduğu benzetmesi oldukça yersizdir. Altın değerli bir şeydir; fakat kurumsal
kurama göre, bir sanat eserinin değer ifade eden herhangi bir şeye ihtiyacı
yoktur.
Gelgelelim "Sanat nedir?" sorusunu soran pek çok insan, yalnızca sanat eseri
olarak adlandırılanın ne olduğuyla ilgilenmez, bunun yanı sıra neden bazı
nesnelere diğerlerinden daha çok değer verdiğimizi de bilmek ister. Hem
anlamlı form kuramı hem de idealist kuram, kısmen değer biçici kuramlardır:
Bu kuramlara göre, bir şeyi sanat eseri olarak adlandırmak, onun bir bakıma iyi
bir eser olduğunu söylemek anlamına da gelir; zira o, ya anlamlı bir forma ya da
bir duygunun samimi bir sanatsal ifadesine veya dışavurumuna sahiptir.
Bununla birlikte, kurumsal kuram, sanata dair değer biçici sorulara ilişkin bir
yanıt verme girişiminden kaçınır. Bu kuram neyin sanat olarak
nitelendirilebileceğine ilişkin olağanüstü açıktır. Bazıları bunu, kurumsal
kuramın en büyük gücü, diğerleriyse en önemli kusuru olarak görür.
DAİRESELLİK
Birçok insan, kurumsal kuramın dairesel olduğunu düşünür. En yalın ifadesiyle
bu kuram, belirli bir topluluğun -sanat dünyasının- sanat demeyi seçtiği her
şeyin sanat olduğunu söyler görünür. Söz konusu insanları bu topluluğun
üyeleri yapan şey, onların bir nesneyi sanat statüsüne yükseltme kapasitesidir.
"Sanat eseri" ile "sanat dünyasının üyesi" ifadelerinin her biri, bir diğerinin
karşılığı olacak şekilde tanımlanmıştır.
Bununla birlikte, kurumsal kuramın bir savunucusu, kuramın, her ne kadar
bir bakıma dairesel olabilse de, kısır bir dairesellik sergilemediğine işaret
edecektir. Kurumsal kuram, daha önceki paragrafta iddia edildiği gibi, bilgi
vermeyen bir kuram değildir. Kurumsal kuramın savunucularının, sanat
dünyasının doğasına, onun tarihine ve çeşitli faaliyetlerine ilişkin söyleyecek
çok şeyi vardır. Yine de bu kuram, diğer kuramların pek çoğuna nazaran daha az
bilgi verir görünür. Bu, kısmen, sanat dünyasının üyelerinin, neden bazı şeylere
sanat eseri statüsü verirken, diğerlerini bu statünün dışında tuttuklarına dair
herhangi bir açıklama sunmaması dolayısıyla böyledir.
SANAT DÜNYASI NE TÜR KRİTERLER KULLANIR?
Kurumsal kurama yöneltilen belki de en ciddi itiraz, çağdaş filozof ve sanat
yazarı Richard Wollheim (1923-2003) tarafından yapılmıştır: sanat dünyasının
üyelerinin herhangi bir şeyi sanat eseri olarak nitelendirme gücünün
bulunduğunu kabul etsek bile, onların bazı şeyleri sanat olarak adlandırıp,
diğerleriniyse bunun dışında tutmak için somut nedenlere sahip olmaları
gerekir. Onların yaptıkları işin arkasında herhangi bir mantık yoksa eğer, bu
durumda sanat kategorisi bizlerde neden bir ilgi uyandırsın ki? Ve onların, bu
ayrımı yapmak için nedenleri varsa eğer, o zaman söz konusu nedenler, sanat
olanı ya da olmayanı belirleyen şeyler olmalıdır. Söz konusu bu nedenlerin
incelenmesi, kurumsal kuramdan kat be kat ilgi çekici ve bilgi verici olacaktır.
Bu nedenleri belirleyebilirsek eğer, o halde kurumsal kuramın kendisi gereksiz
olacaktır.
Gelgelelim kurumsal kuram, en azından bizlere, kültürel anlamda bir şeyi
sanat eseri yapanın ne olduğunu birtakım zamansız ölçütlerden ziyade, belirli
zamanların sosyal kurumları aracılığıyla anlatır. Bununla birlikte sanatın
tanımına ilişkin son dönemdeki kuramlaştırmalar, sanatın tarihsel yönlerine
vurgu yapma eğilimindedir.
SANAT VE EVRİM
Bazı filozoflar, sanatın ne olduğu sorusuna ilişkin yanıt ararken, işe uzun bir
tarihsel perspektif çizerek başlarlar. Onlar, insan evriminin en uzun dönemi
olan, Pleistosen döneme dönüp bakarak, sanatın güdülerden ortaya çıktığına ve
sanatın biyolojik temellerinin, onun ne olduğu ve neden tüm insan kültürleri
için önemli olduğu sorularına ışık tutacağına işaret ederler. Sözgelimi Deniş
Dutton (1944-2010) "sanat güdüsü"nün, örneğin yuvarlak tepeleri, suyu ve
ağaçları resmeden manzara resimlerinin, neden geniş kesimlerce beğenildiğini
ve takdir edildiğini açıklayan evrensel bir fenomen olduğunu söyler: zira bu,
resmedilen çevrenin ilk insanlara gösterdiği konukseverlik sebebiyle böyledir.
Buradaki düşünce, böylesi görüntülerin ya da manzaraların tercih edilmesinin
insan evriminin uzun Pleistosen dönemi boyunca hayatta kalma şansını
artırdığı ve dolayısıyla insanların bu manzaraları tercih edecek şekilde
evrimleştiğidir.
Evrimsel kuram, bunun yanı sıra sanatçılara ve sanat eserlerine, pratik
hiçbir yararı ve kullanımını olmamalarına rağmen, neden bu kadar yüksek
değer biçildiğinin de bir açıklamasını verebilir. Onlar, erkek tavuskuşunun
kuyruğuna benzerler; göz alıcı renkler onun yaratıcısının/ona sahip olanın
enerjisini ve cesaretini gösteren işaretlerdir. Tavuskuşunun oldukça büyük ve
güzel kuyruğu, avcıların onu yakalamasını kolaylaştırdığı için ona büyük bir yük
olmakla beraber, olası eşlerine ne kadar sağlıklı ve dinç olduğunu gösterir. Buna
benzer olarak, sanat eserleri yaratmanın da doğrudan doğruya pratik hiçbir
amacı yoktur; fakat onları yaratanlar, onun sayesinde, ustalıklarını ve
yeteneklerini gösterirler. Sanatçılar da tıpkı gösterişli kuyruklara sahip
tavuskuşları gibi, her ne kadar gerçekleştirdikleri etkinlik pratik bir kullanıma
sahip olmasa da, cinsel seçilim açısından bir avantaja sahiptir.
EVRİMSEL SANAT KURAMININ ELEŞTİRİSİ
ALTERNATİF AÇIKLAMALARIN YAPILABİLMESİ
Sanatın, süregelen kültürler boyunca, evrenselliğini koruyabilmesinin biyolojik
birtakım açıklamaları olduğu akla yatkın bir düşünce olmakla birlikte, en az
yukarıda söz ettiğimiz açıklama kadar makul, gerçek genetik seçilim sürecinin
çok sayıda açıklaması mevcuttur. Sözgelimi, birçok insanın neden yuvarlak
tepelerin, ağaçların ve suyun olduğu manzaraları çekici bulduğu sorusunu ele
alın. Bu, onlar konuksever çevreler oldukları için böyle olabilir, fakat bunun
sebebi, benzer şekilde yuvarlak tepenin şeklinin annenin göğüslerinin dış
hatlarını tanımayı tetiklemesi de olabilir. Belki de beslenmenin, annenin
göğüslerinin kıvrımlarıyla ilişkili olduğunun güdüsel (ya da öğrenilen)
tanınması, bizleri manzaradaki kıvrımları takdir etmeye götürüyor olabilir.
Bununla birlikte, halihazırda bizlerde mevcut olan özgün güdülere nasıl sahip
olduğumuza ilişkin söz konusu bu açıklama ile diğer karşıt açıklamalar arasında
karar vermemizi sağlayacak olan doğrudan hiçbir sınama yoktur. Bu, sanatı
beğenmemizde genetik unsurların etkisinin olduğunu reddetmek değil, yalnızca
söz konusu beğeninin nasıl ortaya çıktığına ilişkin verilen belirli açıklamaların
soruşturulmasıdır.
SANAT ELEŞTİRİSİ
Sanatlara ilişkin felsefi tartışmaları konu alan bir diğer önemli alan da, sanata
dair birçok türde yazmanın yöntemlerine ve gerekçelendirmelerine odaklanır.
Bu alanda merkezi tartışmalardan biri, bir sanatçının ifade edilmiş niyetlerinin,
bir sanat eserinin eleştirel yorumuyla ne kadar ilgili olduğu hakkındadır.
YÖNELİMCİLİK KARŞITLIĞI
Yönelimcilik karşıtları bizim yalnızca, sanat eserinin kendisinde ete kemiğe
bürünen yönelimlere dikkat etmemiz gerektiğini söylerler. Günlüklerden
toplanmış şeyler, sanatçıyla yapılmış röportajlar, sanatsal manifestolar vb
doğrudan doğruya gerçek eleştirel yorumlama eylemiyle ilgili değildir. Bu
türden malumatlar, daha ziyade sanatçının psikolojisine ilişkin çalışmalar için
uygundur. Psikoloji, kendi içerisinde oldukça zengin ve ilgi çekici bir alan olup,
bizlere sanat eserinin kökeni hakkında çok şey söyleyebilir. Fakat bir eserin
kökeninin, onun anlamıyla ya da ifade ettiği şeyle karıştırılmamasına dikkat
edilmelidir. Eleştirinin, yalnızca sanat eserine içsel olan (eş deyişle onda
içerilen) verilerle iş yapması gerekir. Sanatçının zihninde olana ilişkin kişisel
ifadeler, sanat eserine dışsal şeylerdir ve dolayısıyla gerçek eleştiriyle hiçbir
ilgileri yoktur. 1940'larda yazan, William Wimsatt (1907-1975) ve Monroe
Beardsley (1915-1980) gibi eleştirmenlerden oluşan yönelimcilik karşıtları, söz
konusu dışsal verilere dayanma yanlışına Yönelimsellik Hatası adını verirler.
Yönelimcilik karşıtı görüş edebi metinlerin yakından okuması ve sanat
eserlerinin detaylı incelenmesi gerektiğini savunur. O, bir bakıma sanat
eserlerinin kamusal olduğu ve bu eserler bir kez ortaya konduktan sonra,
sanatçıların onları yorumlama gücünün herhangi bir kimseden daha fazla
olmaması gerektiği fikrine dayanır.
Buna benzer bir iddia son dönemlerde Roland Barthes (1915-1980) gibi,
yazarın ölümünü, mecazi anlamda ilan eden düşünürler tarafından ortaya
atılmıştır. Bununla kastettikleri şey, edebi bir metnin kamusallaştığı anda, artık
yalnızca okurun yorumuna açık olmasıdır: Dolayısıyla yazar, ortaya koyduğu
eseri yorumlama ayrıcalığına sahip kimse olarak ele alınmamalıdır. Bu görüşün
sonuçlarından biri, edebi metinlerin onları üreten yazarlardan daha önemli
olduğu ve eleştirinin rolünün arttığı sonucudur. Metinlerin anlamı, yazarın
yönelimlerinden çok, okurun yorumları sonucu oluşur. Yönelimcilik karşıtı
görüş, bu bakımdan, bir eserin hangi yönlerinin, onun eleştirel
değerlendirmesiyle ilgili olduğuna ilişkin bir iddiadır.
YÖNELİMCİLİK KARŞITLIĞININ ELEŞTİRİSİ
HATALI YÖNELİM GÖRÜŞÜ
Yönelimcilik karşıtlarının savunduğu konuma yöneltilen eleştirilerden biri,
onun yönelimlerin ne olduğuna ilişkin yanlış bir görüşü esas almasıdır. O,
yönelimlere, herhangi bir şey yapmamızdan hemen önce beliren zihinsel olaylar
olarak bakar. Aslında birçok filozof da, yönelimlerin bir şeyleri yapma
biçimimize sıklıkla eşlik ettiğine inanır: Yönelimler, eylemlerin kendilerinden
kolay kolay ayrılabilir şeyler değildir. Dolayısıyla, ışığı açma yönelimine sahip
olduğum zaman, elektrik düğmesine hemen ulaşmadan önce ortaya çıkan
zihinsel bir olaya sahip değilimdir: Yönelim, elektrik düğmesine dokunmamla
aynı anda ortaya çıkabilir ve elektrik düğmesine erişme eyleminin bizatihi
kendisi yönelimi ete kemiğe büründüren şeydir.
Gelgelelim bu, yönelimcilik karşıtı olabilecek tatmin edici bir argüman
değildir; zira yönelimcilik karşıtlarının itiraz ettiği şey, yalnızca eleştiriyi
yönelimlere dayandırmak değil, fakat daha ziyade onu sanat eserine dışsal
herhangi bir şeye dayandırmaktır. Hatta yönelimcilik karşıtları sanat eserimde
fiilen ete kemiğe bürünen yönelimleri sanat eleştirisiyle birlikte ele almaktan
mutluluk duyar.
İRONİ
Yönelimcilik karşıtlığına yöneltilen daha ciddi itiraz, ironi benzeri sanatsal
araçların bir sanatçının yönelimlerini takdir etmeyi gerektirdiğine vurgu yapar.
Birçok durumda sanatsal araçlar, dışsal türden yönelimler olacaktır.
İroni, bir şeyi söylerken veya tasvir ederken, söylenen şeyin tam tersi
anlama gelecek şeyi kastetmektir. Sözgelimi bir arkadaşınız "Ne de güzel bir
gün" dediği zaman, bunun tam olarak kastettiği şey mi olduğu, yoksa ironi mi
yaptığı açık olmayabilir. Buna karar vermenin bir yolu, bu türden bir ifadeyi
söylendiği bağlam içinde değerlendirmektir; sözgelimi arkadaşınız "Ne de güzel
bir gün" dediğinde sağanak yağmur yağıyorsa, bunu anlarsınız. Bir başka yolsa
ses tonuna dikkat kesilmektir. Fakat söz konusu her iki yöntem de karar
verebilmek için yeterli veri sunmuyorsa, bundan emin olmanın kolay yolu,
ifadeyi kullanan kişiye ironi yapıp yapmadığını sormaktır: dolayısıyla bu da,
dışsal türden yönelimlere başvurmak anlamına gelir.
Sanatta ironinin bazı kullanım biçimlerinde, sanat eserine dışsal olan
veriler, onun ne anlama geldiğine karar vermede olağanüstü yardımcı olabilir.
Dolayısıyla sanat eserine ilişkin bu bilgi kaynağını tamamıyla dışarıda bırakmak
oldukça mantıksız görünmektedir. Bir yönelimcilik karşıtı muhtemelen buna
karşılık, ironinin, eserin yakından bir incelemesiyle kolayca anlaşılamaması
halinde, onun eleştirinin kendisiyle bir ilgisi yoktur; zira eleştiri, kamusal olanla
uğraşır. Sanatçının dışsal yönelimlerine dayanan her ironi, meseleye ilişkin
oldukça önemli gizil mesajlar gibidir.
BİR SANAT ELEŞTİRİSİ OLARAK ÇOK DAR OLMASI
Yönelimcilik karşıtlığına yöneltilen üçüncü itiraz, onun sanat eleştirisinin ne
olduğuna ilişkin oldukça dar bir görüş belirtiyor olmasıdır. İyi sanat eleştirisi,
var olan tüm verilerden, onlar sanat eserine ister içsel isterse de dışsal olsunlar,
faydalanacaktır. Eleştirel yorumları desteklemek için hangi verilerin
kullanılabileceğini belirleyen sınırlayıcı bazı kurallar koymak, eleştirmeni aşırı
derecede sınırlamak olur.
PERFORMANS, YORUM, ÖZGÜNLÜK
Sanat eserlerinin performansı, sanat eleştirisi pratiğinde ortaya çıkanlara
benzer felsefi zorluklara yol açabilir. Her performans, eserin yeni bir
yorumudur. Bununla birlikte, herhangi bir sanat eseri oldukça eski bir
dönemden kalmaysa belirli güçlükler su yüzüne çıkar. Burada, bunun bir örneği
olarak, geçmiş yüzyıllarda ortaya konan müzik parçalarının yeniden
performansını ele alacağım, fakat benim verdiğime benzer örnekler
Shakespeare'in oyunlarının tarihsel açıdan doğru ve hatasız performansları için
de verilebilir.
PERFORMANS OLARAK TARİHSEL ÖZGÜNLÜK
Müzisyenlerin tarihsel olarak özgün sesler üretme girişiminde bulundukları
konser ve kayıtların sayısında, son yıllarda büyük bir artış olmuştur. Bu,
genellikle, modern enstrümanların yerine, müzik parçasının yazıldığı döneme
ait enstrümanların kullanılmasıyla gerçekleştirilmeye çalışılır. Sözgelimi Bach'ın
"Brandenburg Konçertolarının" tarihsel olarak özgün bir performansını
sergilemek isteyen bir orkestra, modern enstrümanlardan uzak durup, Bach'ın
zamanındaki karakteristik sese ve sınırlılıklara sahip enstrümanları
kullanacaktır. Orkestra şefi, Bach'ın zamanına özgü tempo ve tarz yorumunu
keşfedebilmek için olabildiğince çok sayıda tarihsel araştırmaya başvuracaktır.
Böyle bir performansın amacı Bach'ın ilk dinleyicilerinin duydukları sesleri
olabildiğince yakından yeniden üretmektir.
Böylesi performanslar, bir müzik tarihçisinde büyük bir ilgi uyandırmakla
birlikte, bir sanat eserinin farklı performanslarının statüsüne ilişkin bir dizi
önemli felsefi soruya yol açar. Bu türden performansları betimlemek için
"özgün" sözcüğünü kullanmak, bir bakıma modern zamanın enstrümanlarıyla
gerçekleştirilen performansın özgün olmadığını söylemek anlamına gelir:
Dahası o, "özgün" performansların bariz bir şekilde daha iyi olduğunu ima eder.
Gelgelelim bu da, müzik performanslarının bu türden tarihsel özgünlüğü
hedefleyip hedeflememesi gerektiği sorusunu ortaya çıkarır. Müziğin böyle bir
amaca sahip olması gerektiğini söyleyen görüşe karşı bir dizi itiraz mevcuttur.
PERFORMANS OLARAK TARİHSEL ÖZGÜNLÜĞÜN ELEŞTİRİSİ
ZAMANDA YOLCULUK KURGUSU
Özgün performans hareketine yöneltilen eleştirilerden biri, tarihsel olarak
özgün performansa asla erişilemeyeceğidir. Böylesi bir hareketin motivasyonu,
zamanda geriye gidip bestecinin duymuş olabileceği sesleri duymak gibi naif bir
girişimdir. Fakat, "özgün" performans savunucularının unuttukları şey, her ne
kadar geçmiş bir dönemde kullanılan enstrümanları başarıyla yeniden
üretebilsek de, o günden bu güne bestelenmiş ve icra edilmiş parçaların hiçbir
zaman bir kalemde silinemeyeceğidir. Diğer bir deyişle, biz müziği tarihsel
olarak özgün kulaklarla asla dinleyemeyiz. Nitekim bugün Bach dinlerken, onun
zamanından bu yana müzikteki önemli ve büyük gelişmelerin farkında olarak
dinliyoruz; bunun yanı sıra bizler modern tekniklerle çalınan modern
enstrümanların seslerine de aşinayız. Atonal müziği biliyor ve modern
piyanonun sesini klavsenin sesinden çok daha iyi tanıyoruz. Dolayısıyla Bach'ın
müziği, günümüz dinleyicileri için, onun kendi zamanının dinleyicilerinden
tamamıyla farklı bir öneme ve anlama sahiptir.
MÜZİĞİN YORUMLANMASI BAKIMINDAN EN YALIN GÖRÜŞ
OLMASI
Tarihsel olarak özgün performansı amaçlayan bu görüşe yönelik bir diğer
eleştiri, onun, müziğin yorumlanması bakımından olabilecek en basit görüşü
ortaya koyduğudur. Bu görüş, belirli bir performansın iyi bir performans olup
olmadığı yargısına, ilgili diğer sanatsal etmenlerden ziyade, salt tarihsel
etmenlere dayanarak varır. O, performans sergileyenin bir müzik parçasına
ilişkin yaratıcı yorumda bulunabilmesinin olanaklarını sınırlar. Söz konusu en
yalın görüş, müzik performansının bir müzesini yaratır. Zira o, her yeni nesle
ait performans sergileyenlerin elinden, belirli bir tarihsel eserin güncel ve zorlu
bir yorumunda bulunma olasılığını alır.
TARİHSEL YORUMLAR O RUHU YAKALAYAMAYABİLİRLER
Müzik parçasının tarihsel bakımdan doğru icrasına dönük abartılı çabalar,
genellikle müzik eserinin yorumunun kıymetini azaltır. Temel kaygısı tarih olan
performans sergileyen bir kimse, bestecinin eserinin hakkını veremeyebilir:
Zira bestecinin eserini orijinaliyle birebir yeniden üretmek yerine, onun ruhunu
yakalamaya çalışan duyarlı bir yorum hakkında söylenecek çok daha fazla şey
vardır. Nitekim bu da, farklı türde bir özgünlüktür: O, "özgünlüğü" salt tarihsel
açıdan uygun olmaktan ziyade, "sanatsal içtenlik" benzeri bir şey anlamına
gelecek şekilde ele alan yorumun özgünlüğüdür.
SAHTE ESERLER VE SANATSAL DEĞER
Özgünlüğe ilişkin, felsefi problemlere yol açan, bir başka soru da, orijinal
tablonun, mükemmel bir sahtesinden daha büyük bir sanatsal değere sahip
olup olmadığıdır. Burada yalnızca resimlerin sahtelerini ele alacağım, fakat bir
heykel, bir resim vb gibi fiziksel bir nesne olan her tür sanat eserinin de pekâlâ
sahtesi yapılabilir. Romanlar, şiirler ve senfonilerin kopyaları, sahte olarak
değerlendirilmez. Gelgelelim orijinal elyazmalarının sahteleri yapılabilir ve
belirli bir yazar ya da bestecinin tarzıyla yazılmış taklitler gerçek eserler olarak
aktarılabilir.
Hemen başta, sahtecilik türleri arasındaki ayrımı ortaya koymakta oldukça
yarar vardır. Sahteciliğin iki temel türü, mükemmel kopya ve meşhur bir
sanatçının tarzında yapılmış resimdir. Mona Lisa'nın kusursuz bir kopyası bu ilk
sahtecilik türüne örnek teşkil ederken, sahtekâr Van Meegeren'in Vermeer tarzı
yaptığı ve birçok sanat uzmanını aldatan resimleri -orijinali olmayan ve
dolayısıyla orijinal eserden kopyalanmayan resimleri- ikinci türden sahtecilik
örneğidir. Açıktır ki, bir oyunun, romanın ya da şiirin gerçek elyazmaları ancak
ilk türden sahtecilikle kopyalanabilir. Gelgelelim örneğin Shakespeare'in
oyunlarının ikinci türden sahteleri, yazarın tarzını oldukça iyi bir şekilde taklit
eden biri tarafından yapılabilir.
Sahtelerin de kendi başlarına anlamlı ve önemli sanat eserleri olarak
değerlendirmeleri gerekmez mi? Sahtekâr, çalışmasını, sanat uzmanlarını
gerçek sanatçının elinden çıkmış olduğuna ikna edecek kadar başarıyla
üretmişse, bu durumda hiç şüphesiz söz konusu sahtekâr, gerçek sanatçı kadar
yeteneklidir ve dolayısıyla ona sanatçıyla eşdeğer biçimde davranılması gerekir.
Bu konumun lehine ve aleyhine olan argümanlar mevcuttur.
FlYAT, SNOPLUK, KUTSAL EMANETLER
İnsanların sahte olanlardan çok orijinallere değer vermelerini sağlayan şey,
belki de yalnızca sanat dünyasının finansal endişeleri ya da bir resmin değerinin
ne olduğuna ilişkin takıntısıdır. Her bir tablonun yalnızca tek bir kopyası
olsaydı eğer, o zaman sanat mezatçıları, bu tabloların hepsini eşsiz birer nesne
olarak oldukça yüksek fiyatlara satabilirdi. Bu, zaman zaman adını meşhur bir
sanat müzayedesinden alan "Sotheby Etkisi" olarak adlandırılır. Bir resmin çok
sayıda kopyası varsa eğer, bu durumda her kopyanın fiyatı, özellikle de orijinal
eser kopyalarından statü bakımından pek farklı görülmediğinde, düşmeye
meyillidir. Bu, esasında resimleri basılı eserlerle aynı kefeye koymak anlamına
gelecektir.
Ya da orijinal tablolara kopyalardan daha fazla değer verilmesinin sebebi
yalnızca sanat dünyasının finansal yönleri olmayıp, belki de sanat
koleksiyoncularının snopluğudur. Koleksiyoncular eşsiz nesnelere sahip olmaya
bayılırlar: Onlar için, Constable tarafından yapılmış eskizin mükemmel bir
kopyasından ziyade onun orijinaline, sanatsal değerinden dolayı değil, fakat salt
snopluktan, sahip olmak çok daha önemli olabilir.
Eserlerin orijinallerine sahip olmak için bir diğer gerekçe, onların kutsal
emanetler olarak cazibesiyle ilgilidir. Kutsal emanetler uzun geçmişleri
dolayısıyla büyüleyicidirler: Sözgelimi İsa'nın çarmıha gerildiği "Kutsal Haç"tan
çok küçük bir parçanın, İsa'nın bedeniyle doğrudan temas kurduğuna inanılan,
hepsi birbirine benzeyen diğer haçlara kıyasla kendine has bir büyüsü olacaktır.
Buna benzer olarak Van Gogh'un orijinal bir tablosuna da fazlasıyla değer
biçilebilir; zira söz konusu tablo, büyük ressam Van Gogh'un dokunduğu, özen
gösterdiği, sanatsal kabiliyetlerini sergilediği bir nesnedir.
Fiyat, snop değerin ve kutsal emanet olarak değerin gerçek sanatsal değerle
neredeyse hiç ilişkisi yoktur. Bunlardan ilki, eserin nadir olması,
koleksiyoncuların beğenilerindeki değişiklikler ve sanat tüccarlarının
manipülasyonuyla ilgilidir; İkincisi toplumsal rekabetle, üçüncüsüyse nesnelere
yaklaşma biçimimizle, eş deyişle psikolojiyle ilgilidir. Bu üç etmen, çoğunluğun
neden orijinal sanat eserlerini iyi sahtelerine tercih ettiğini açıklayabilirse eğer,
bu durumda iyi sahtelerin sanatsal olarak orijinaller kadar değerli oldukları
söylenebilir. Gelgelelim bu türden bir görüşe karşı oldukça güçlü argümanlar
vardır.
MÜKEMMEL SAHTE ESERLER
Orijinalleri sahtelerine tercih etmemizin sebeplerinden biri, sahte olanın
gerçekten o eserin mükemmel bir örneği olduğundan asla emin
olamamamızdır. Nitekim bir Van Gogh tablosunun sahte bir örneğinin,
halihazırdaki sanat uzmanlarını kandıracak kadar iyi olması, onun gelecekteki
uzmanları da kandıracağı anlamına gelmez. Orijinal ile sahte olan arasındaki
fark sonraki süreçlerde görünür hale gelmekteyse, bu durumda sahte olan bir
örneğin mükemmel olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Dolayısıyla mükemmel
bir sahtenin orijinalle aynı sanatsal değere sahip olduğuna inansak bile, hangi
sahte eser örneği ele alınırsa alınsın, o sahtenin kusursuz bir kopya olduğundan
emin olamayız.
Bu görüşe karşın, bir eserin orijinali ile sahtesi arasında ortaya çıkacak olan
farklıların genellikle çok küçük olacağına dikkat çekmek gerekir. Bu
farklılıkların genellikle bir tablonun sanatsal değerine ilişkin görüşümüzü
kökten değiştireceğini varsaymak oldukça mantıksızdır.
SANAT ESERLERİNE KARŞI SANATÇILAR
Sözgelimi bir kimse Cézanne'ın orijinal tablosunun bizatihi kendisinden hiç
kimse tarafından ayırt edilemez bir örneğini yapmayı başarsa bile, bu başarı
Cézanne'ın kendisinin gerçekleştirdiğinden oldukça farklı bir başarı olacaktır.
Cézanne'ın başarısına verdiğimiz değerin önemli bir kısmı, yalnızca onun
kendine has güzel bir tablo ortaya koyması değil, fakat daha ziyade orijinal bir
tarzda oldukça çeşitli tablolar yaratmasıdır. Orijinalliği, tıpkı yaşamı boyunca
ortaya koyduğu farklı resimlerin eklemlenerek her bir eserindeki imgeleri
anlamamıza katkıda bulunması gibi, başarısının da bir parçasıdır. Cézanne'ın
sanatsal başarısına yalnızca, onun her bir tablosunu ortaya koyduğu eserler
bütünü bağlamında ele alırsak doğru bir değer biçebiliriz.
Buna göre, bir sahtekâr Cézanne'ın sahip olduğu mekanik becerilere sahip
olsa da, Cézanne'ın başarısı, bir zanaatkar olarak kendinde barındırdığı
yeteneklere indirgenemez. Köle gibi orijinal eserleri kopyalaması
düşünüldüğünde sahtekâr kişi, Cézanne'ın olduğu tarzda orijinal olamayıp, asla
ondan daha büyük bir ressam olmayı da hayal edemeyecektir.
Gerçek tabloların fiili kopyaları yerine, Cézanne tarzında sahte bir eserin
üretildiği durumda (ikinci tipte sahtecilik), sahtekâr kişinin sanatsal
yeteneklerini Cézanne'inkiyle kıyaslamak için daha çok zemin söz konusudur.
Fakat böyle bir durumda bile söz konusu sahtekâr kişi yeni bir tarz yaratmak
yerine, var olan bir tarzı kopyalıyor olacaktır; ki bizler orijinal sanatçının
yaratıcılığına bir taklitçinin yeteneklerinden daha çok değer verme
eğilimindeyizdir. Nitekim yaratıcılık, sanatsal değerin oldukça önemli bir yanını
ihtiva eder.
Bunun bize gösterdiği şey, sahtekâr bir kimseyi sırf, oldukça iyi ve ikna edici
sahte bir eser ortaya koyabilme kabiliyetine sahip diye, gerçek sanatçıyla
eşdeğer tutmamamız gerektiğidir. Fakat orijinal bir tablonun bir kopyası
aracılığıyla bile Cezanne'ın sanatsal değerini kavrayabiliriz. Dolayısıyla bu,
sahtelerin sanatsal değerine karşı değil, sahtekâr kimselerin sanatsal
yeteneklerine ve başarılarına karşı olan bir argümandır. Kopya bize, Cezanne'ın
dehasına dair deliller sunacaktır; sahtekâr kimseninkine ilişkin değil.
AHLAKİ ARGÜMAN
Sahteler söz konusu olduğunda esasen yanlış olan, doğaları gereği
izleyicileri aldatma yönünde bir girişimde bulunmalarıdır. Sahte bir eser
aldatma niyeti olmadığı müddetçe sahte bir eser değildir: O, bir kopya ya da
başka bir sanatçının tarzıyla resmetme deneyidir, eş deyişle pastiş olarak
bilinen şeydir. Sahteler, kısmen aldatmayı -ya da yalan söylemeyi- ihtiva
etmeleri dolayısıyla, orijinallerinden aşağıdırlar. Gelgelelim ahlaki sorular ile
sanatsal soruları birbirinden ayırmakta yarar olabilir: Aldatıcı ve sahte olmakla
birlikte dahice olmayı başarabilen bir eser, yine de bir sanat eseri olarak oldukça
etkileyici olabilir.
SONUÇ
Bu bölümde sanatın tanımından, sahteciliğin estetiğine kadar sanat ve sanat
eleştirisi üzerine olan felsefe tartışmalarını gözden geçirdim. Ortalıkta birçok
sanatçı, eleştirmen ve konuyla ilgilenenler tarafından sanat hakkında söylenmiş
mantıksız ve tutarsız fikirler dolaşmaktadır. Felsefi tutarlılık ve açık
argümantasyon ısrarı sanat hakkındaki fikirleri geliştirebilir. Felsefenin tüm
alanlarında olduğu gibi, bu konuda da net argümanların zor konular hakkında
ikna edici yanıtlar sağlayacağı şüpheli olsa da, bunun olma olasılığını artırır.
EK KAYNAKLAR
Sanat felsefesine genel bir giriş için üç kaynak önerebilirim: Colin Lyas'nın
Aesthetics (Londra: Routledge, 1997), Noël Carroll'ın Philosophy of Art: A
Contemporary Introduction (London: Routledge, 1999) [Sanat Felsefesi, çev: Güliz
Korkmaz Tirkeş, Ütopya Yay., 2012] ve Gordon Graham'in Philosophy of the
Arts: An Introduction to Aesthetics (2. baskı, Londra: Routledge, 2000) kitapları.
Benim kendi kitabım, Sanat Sorunu [The Art Question] (Londra: Routledge,
2003), sanatın tanımı üzerine yoğunlaşır. Matthew Kieran'ın Revealing Art: Why
Art Matters (Londra: Routledge, 2004) adlı eseri de oldukça tatmin edicidir.
Daha ileri düzeyde okumalar için Jerrold Levinson'ın editörlüğünü yaptığı The
Oxford Handbook of Aesthetics (Oxford: Oxford Üniversitesi Yayınları, 2003)
kitabına bakılabilir. Denis Dutton'ın The Art Instinct (Oxford: Oxford
Üniversitesi Yayınları, 2009) kitabıysa evrensel sanat güdüsünün biyolojik
kökenleri üzerine güzel bir çalışma.
Editörlüğünü Alex Neill ve Aaron Ridley'in yürüttüğü Arguing About Art (3.
Baskı, Londra: Routledge, 2007), sanat felsefesinin güncel tartışmalarını
kapsayan bir derleme. Bu yazarlar aynı zamanda The Philosophy of Art: Readings
Ancient and Modern (New York: McGraw-Hill, 1995) başlıklı daha kapsamlı bir
derleme eser de ortaya koydular. Terry Eagleton'ın Literary Theory: An
Introduction (Oxford: Blackwell, 1983) [Edebiyat Kuramı, çev: Tuncay Birkan,
Ayrıntı Yay., 1999] kitabı, Anglo-Amerikan geleneğinden çok Kıta Avrupası
geleneğinde de olsa, edebiyat felsefesine ilişkin ilginç tartışmaları kapsıyor.
İlkel müziğin özgünlüğüne ilişkin tartışmaların yer aldığı ve Nicholas Kenyon'ın
editörlüğünü yaptığı Authenticity and Early Music (Oxford: Oxford Üniversitesi
Yayınları, 1988) kitabı çok güzel. Sahtecilik üzerineyse, Denis Dutton'ın The
Forger's Art (Berkeley, California: California Üniversitesi Yayınları, 1983) harika
kitabını öneririm.
[←]
1.İyiliğin olabilmesi için kötülüğün var olması gerektiğini savunan felsefeler -çn.
[←]
2.Türkçedeki kimi Kant çevirilerinde "duty" kavramı "ödev" olarak çevrilmektedir. Ancak ödev
sözcüğünün duty kavramını karşılamadığını düşündüğümüzden (örn. bir insan kendini
"görevlendirebilir" ama "ödevlendiremez") bu terimi görev olarak Türkçeleştirdik -çn.
[←]
3.İng. Involuntary -çn.
[←]
4.İng. Non-voluntary -çn.
[←]
5.L‘existentialisme est un humanisme, Les Editions Nagel, 1946 -çn.
[←]
6.İng. Non-cognitivism -çn.
[←]
7.İngilizcesi straw man olan bu sözcük, aynı zamanda karşı olunan argümanı zayıflatıp istenilen
biçime sokmak ve bu yeni biçime saldırarak o argümanı çürütmek anlamına gelir -çn.
[←]
8.Göze göz, dişe diş anlamına gelen Latince kökenli sözcük -çn.
[←]
9.Goodman'ın İngilizcedeki green ve blue sözcüklerinin bir bileşimi olarak uydurduğu grue
sözcüğünü "yeşavi" olarak karşılamayı doğru bulduk -çn.
[←]
10.İngilizce karşılığı supervenient olan bu sözcük, bir şeyin ardından ona ek olarak doğrudan
belirmek ya da ortaya çıkmak anlamına gelir -çn.
Download