Peter Singer

advertisement
Peter Singer
İnsan Hakları, Devlet ve Uluslararası Düzen
i. Bir Olay İncelemesi: 2003 Irak Savaşı
2002’nin Eylül ayında Birleşmiş Milletlerde bir konuşma yapan Bush şöyle diyordu: “Irak
halkının özgürlüğü büyük bir ahlâki dava, büyük bir stratejik hedeftir. Iraklılar bunu
hakediyor.” Saddam Hüseyin yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan acımasız bir
diktatördü. Öyleyse Saddam’ı düşürme sürecinde Irak’da meydana gelecek ölümler,
yaralanmalar ve maddi tahribat Saddam’ın kendi halkına karşı yapmaya devam edeceği
kötülüklerden daha fazla olmamak kaydıyla, açık bir etik argümana dayanarak haklı
gösterilebilirdi. Dolayısıyla Amerika ve İngiltere’nin Irak’a saldırısını, hükümeti
vatandaşlarının insan haklarını ihlâl eden egemen bir devlete müdahale etmenin haklı olup
olmadığı sorusunu beraberinde getiren bir olay olarak inceleyeceğim.
Geleneksel olarak uluslararası hukuk devletlerin egemenliklerini hükümet biçimlerinden ve
neredeyse kendi vatandaşlarına karşı işlediği suçlardan bağımsız olarak kabul eder. Saldırı
eylemleri veya barışa yönelik tehditlerin dışında Birleşmiş Milletler Şart’ı da bunu
doğrular. “Şart, Birleşmiş Milletlerin esas itibariyle bir devletin iç hukukunu ilgilendiren
meselelerde müdahalesini uygun bulmaz ve üyelerini bu tür meselelerin işbu şart
hükümlerine göre çözülmesini istemekle yükümlü tutmaz.”1 Birleşmiş Milletlerin bu
hükmü bazen çok geniş yorumladığı doğrudur. Geçmişteki böyle bir geniş yorum Irak’la
ilgilidir. 1991’de Güvenlik Konseyi sivil bir halk üzerinde baskı kurmanın uluslararası
barış ve güvenliği tehdit eden sonuçlar doğurduğu ve müdahaleyi haklı kıldığına karar
verdi. Konsey, sığınmacıların başka ülkelere gittiklerinden söz ettiği için baskının Irak
dışında sonuçlar doğurduğu tartışılabilir.2 Başka örneklerde mesela Haiti’de Konsey
demokratik yollarla seçilen başkan Jean-Bertrand Aristide’i yeniden iktidara getirdiğinde
-2-
bu müdahalenin barışa yönelik bir tehdidi önlemek için gerekli olduğu iddiası tartışma
götürür.3
Uç durumlarda ise ahlâka dayanan insancıl amaçlı müdahaleler kabul görmüştür. 1994’te
Ruanda’da soykırımı durdurmak için müdahale etmenin etik ve yasal gerekçeleri olduğu
çok kimse tarafından kabul edilmektedir. Böyle yapmamaktan doğan vicdan azabı NATO
devletleri liderlerinin Kosova’da halkın öldürülmesini önlemek için Yugoslavya’ya
müdahale etmelerini teşvik etmiş olabilir. Başkan Clinton’dan başlayarak birçok kişi o
tarihte Birleşmiş Milletlerce yetki verilmiş olmadığından yasallığı kuşkulu bu müdaheleyi
doğru bulmuştur. Uluslararası hukukun devamlı gelişme gösterdiğini ve ilerde insancıl
amaçlı müdahale gibi ahlâki konularda dünya kamu oyunu izleyeceği ileri sürülebilir.
Ne var ki 2003’te Irak’daki durum 1994’de Ruanda’daki ve 1999’da Kosova’daki
durumdan önemli ölçüde farklıydı. Irak’a saldırıldığında Saddam herhangi bir soykırım ya
da geniş katliam faaliyeti içinde değildi. Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada Bush
şöyle diyordu: “Saddam Hüseyin Iran’a 1980’de ve Kuveyt’e 1990’da saldırdı. İran, Suudi
Arabistan, Bahreyn ve İsrail’e güdümlü füzeler fırlattı. Bir defasında Saddam rejimi Kuzey
Irak’ta bazı Kürt köylerinde yaşayan 15 ile 70 yaş arasında herkesin öldürülmesini emretti.
Bir çok İran’lıya ve 40 Irak köyüne gaz bombaları attı.”
Kuzey Irak’taki Kürtlerin öldürülmesi 1988 yılındaydı, İran ve Irak köylerinde gaz
bombaları kullanılması da aynı dönemdedir. Saddam daha sonra, 1991’de, güneyde bir Şii
ayaklanmasını büyük bir vahşetle bastırdı ve 1990’ların ortalarında İran sınırı yakınındaki
bataklıklarda yaşayan Araplara saldırdı. Bu olaylar sırasında Saddam’a karşı yapılacak
insancıl müdahale etik gerekçelerle savunulabilirdi. Bush’un Irak’a saldırısından önceki
yıllarda hernekadar Saddam’a muhalefet ettiklerinden şüphelenilen kişilerin işkence
görmesi ve öldürülmesi devam ettiyse de bunlar daha önceki vahşetlerin çapında değildi.
Saddam’ın uzun vahşet sicilinin tarihini
yazan Con Coughlin, Saddam, Terör Kralı
başlıklı kitabında 2002 yılına geldiğimizde “sıradan Irak’lıların 1990’ların çok büyük bir
bölümünde
katlandıkları
korkutucu
yoksunluklardan
yavaş
yavaş
kurtulmaya”
başladıklarını yazıyor.4 Bu durumda Bush Irak saldırısını gerekçelendirmeye çalışırken
-3-
Irak hükümetinin kendi insanlarına karşı Burma, Kuzey Kore ve Türkmenistan’daki gibi
baskıcı diğer rejimlerden daha büyük suçlar işlediğini iddia etmek güçtür.
Ne savaşın başladığı zaman insancıl müdahale tezini savunmanın daha önceki yıllara
kıyasla daha zayıf olması ne de diğer baskıcı rejimlerin Saddam’ınki kadar kötü olması
Saddam’dan kurtulmanın haklılığını göstermenin önünde aşılamaz engeller değildir. En
dolambaçsız bir ifadeyle, Irak halkına yardım etmek için Saddam’dan kurtulmak yararcılık
ilkesine uygun bir gerekçedir. Savaş başladığında yapılması gereken tek şey, aralarında kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi- masum insanların ölmesinin de bulunduğu zararlar
karşısında elde edilecek yararın daha fazla olduğunu gösterebilmekti. Belki de Saddam’dan
daha önce kurtulmak gerekirdi ama bunu hiç yapmamaktansa geç yapmak daha doğruydu.
Belki dünyada Saddam Hüseyin kadar kötü diktatörler de vardır ancak onlardan kurtulmak
için Saddam’ı devirirken canlarından olanlardan daha da çok sayıda masum insan
ölebilirdi.
Kurtarma savaşını haklı gösterecek güçlü yararcı gerekçeler sahiden var mıydı? Yararcılık
açısından Bush’un Irak saldırısının haklı olup olmadığı, Bush’un kârların zararları
aşacağına inancının ne ölçüde makûl olduğuna bağlıdır. Bunun hesabını yapmak ise çok
güç. En dolaysız zararlarda bile odaklansak bu güç bir iş olacaktır. Savaşta ölen sivil sayısı
5.000’i aşmıştı; ciddi şekilde yaralananların sayısı çok daha fazla olmalı. Ana babaların
çocukları öldü, çocuklar öksüz bırakıldı, hem yetişkinler hem çocuklar sakat kaldı. Bu
hesaba ölen askerleri de katmamak için bir neden yok. Amerikan ve İngiliz güçlerinden
200’den fazla asker öldü. Irak’lı savaşçıların ne kadarının öldüğünü bilmiyoruz ama
sayıları 10.000’leri bulmuştur. Belki bazı Irak birlikleri Saddam’ın acımasız politikalarını
isteyerek uyguladıklarından sempatimizi hak etmiyorlar. Ama Saddam rejimi bu kadar
acımasız olduğu içindir ki Irak ordusu gönüllü askerlerden değil zorla silah altına
alınanlardan oluşuyordu. Desteklemedikleri bir rejimi savunmak için savaşan binlerce genç
öldü. Onların da anneleri, karıları, çocukları vardı, bu ölümler de savaşın maliyetine
katılmalıdır.5 Ölümlerin ve sakatlanmaların yanı sıra birçok aile de bomba saldırıları
sonucunda evsiz barksız kaldı.
-4-
Bütün bunlara karşın, Irak’lıların savaştan sonraki durumunun öncekinden daha iyi
olacağını söyleyebilir miyiz? İyileşme ancak Irak’ta sağlam ve demokratik bir devletin
kurulmasıyla mümkün olabilir. Böyle bir devlet kurulur ve Irak gelişirse, Irak’lıların
genelde savaştan kazançlı çıktığını söyleyebiliriz ve bu saptama Bush’un savaş kararının
etik temellendirilmesine bir ölçüde yardım eder. Ancak uluslararası hukuk “rejim
değişikliği”nin arzulanır bir şey olmasını savaş nedeni saymadığından, geriye, özellikle,
savaşın uluslararası hukuku sınırlayıcı etkisi gibi dikkate alınması gereken daha büyük
sorular kalacaktır.
ii. Ahlâki İkilem
Kofi Annan Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı bir konuşmada bu sorunun
beraberinde getirdiği ahlâki ikilemi ortaya koydu. Ona göre bazı kişiler “uluslararası
düzenin geleceğine yönelik en büyük tehdidin Güvenlik Konseyi kararı olmadan kuvvet
kullanılması” olduğuna inanırlar. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri bu görüşte olanlara
Ruanda’daki soykırıma giden karanlık günlerde Tutsi nüfusunu korumak amacıyla bir
devletler koalisyonu kurulduğunu, fakat Güvenlik Konseyinden yetki alamadığını
düşünmelerini istedi. Koalisyon bir kenara çekilip dehşete seyirci mi kalacaktı? Çoğumuz
bunu onaylıyamayacaktık. Ardından Annan devletlerin veya devletler koalisyonlarının
uluslararası hukuku uygulamak için kurulmuş mekanizmalar dışında harekete geçmelerinin
haklı olduğunu düşünenlere şunu sordu: Bu tür müdahaleler, “kimin ve hangi koşullarda
geçmiş örneklere dayanarak karar vereceğini belirten bir açık kriter olmaması halinde”,
gelecekteki müdahaleler için “tehlikeli bir emsal oluşturmayacak mıdır”? 6 Bush’un Irak’a
saldırısından sonra bu soru her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin bile Birleşmiş Milletler kararı olmaksızın müdahale
edilemeyeceğini söylememesi dikkat çekicidir. Ancak Kofi Annan’ın aklında başka
devletlerce acil müdahale yapılmadığı takdirde Ruanda’da olduğu gibi, yüzbinlerce kişinin
ölebileceği, istisnalar vardı. Daha önce değinildiği üzere 2003 Martında Irak’ın işgâlini
gerektiren âcil bir durum yoktu. Dolayısıyla işgâl, Güvenlik Konseyini görüşünü
değiştirmesi için ikna etmeyi bekleyemeyecek kadar yakın bir insanlık faciasının
önlenmesi gerekçesine dayandırılamaz.
-5-
Kofi
Annan’ın
belirttiği
gibi,
insancıl
amaçlarla
müdahalelerin
ahlâklılığını
değerlendirdiğimizde bu müdahalelerin emsal teşkil ettiğini unutmamalıyız. Bunun içindir
ki Irak savaşının Irak halkı için savaş sırasında uğradıkları ağır kayıplardan daha fazla
yarar getirdiği iddiası doğru olsa bile, savaşın ahlâki açıdan haklı olup olmadığı sorununu
çözemez. Irak savaşı Irak halkı için iyi sonuç doğurmuş olsa dahi, bu savaş uluslararası
hukuku ağır biçimde çiğnemiş ise ve Birleşmiş Milletlerin uyuşmazlıkları barış yoluyla
çözmek yetkisini zayıflatmışsa, savaş koşullarını saptarken daha az titiz davranan başka
devletlerin Birleşmiş Milletler çerçevesi dışında savaşa başvurmaları tehlikesini arttırması
olasıdır. Bu ek faktör dikkate alındığında savaşın yalnızca hukuka değil, ahlâka da aykırı
olduğu düşünülebilir.
Bu yargının temelinde kuşkusuz bir devletin kendisini saldırıya karşı savunması dışında
Birleşmiş Milletlerin kuvvete başvurmak yolundaki yetkinin tek kaynağı olduğu ve tek
kaynağı kalması gerektiği düşüncesi yatmaktadır. Bu bildirinin geri kalan bölümünde bu
nedenle Bush’un başlatmak istediği ve Irak savaşının bir bölümünü oluşturduğu
uluslararası ilişkilerin daha geniş çerçevesini inceleyeceğim.
iii. Birleşmiş Milletler mi Amerikan Hâkimiyeti mi?
Soğuk savaş bittiğinde uluslararası ilişkilerde dünya çapında barış bekçiliği rolünü
üstlenecek iki ciddi aday vardı: Birleşmiş Milletler ve artık tek süper güç olan A.B.D. 1
Haziran 2002’de Westpoint’da yaptığı bir konuşmada Bush aşağıdaki sözleri ile örtük
olarak Birleşmiş Miletler’in dünya bekçisi olduğunu reddederek onun yerine kendi ülkesini
geçirdiğini ifade etti: “Amerika karşı çıkılamayacak askeri güce sahiptir ve bu gücünü
korumak kararındadır; böylece Amerika diğer dönemlerin istikrarı bozucu silahlanma
yarışlarını anlamsız kılıp rekabeti ticaret ve diğer barışçı çabalar alanıyla sınırlandırmış
olacaktır.”
Birleşmiş Milletlerin desteklenmesine karşı en kesin itiraz, bir çıkar çatışması kendisini
istifaya zorlayana kadar ‘Pentagon Savunma Politikası Kurumu’nun başkanı olan (ve çıkar
çatışması ortaya çıktıktan sonra da bu kurulda üyeliğini sürdüren) Richard Perle’den
-6-
gelmiştir. Irak savaşı devam etmekteyken muhafazakâr İngiliz dergisi The Spectator’da
yayınlanan bir makalede Perle, Saddam Hüseyinin iktidardan düşerken “Birleşmiş
Milletleri de beraberinde sürükleyeceği” ve ‘Irak’ta ölenin yeni bir dünya düzeninin temeli
olarak Birleşmiş Milletler fantezisi olacağı” umudunu dile getirdi. Perle’i özellikle rahatsız
eden husus, kuvvet kullanmak gerektiğinde buna meşruiyet kazandıracak tek kurumun
Birleşmiş Milletler olduğu düşüncesiydi. Perle ‘neden NATO, pek çok diktatörlükleri
içeren Birleşmiş Milletler kadar meşru olmasın?’ diye soruyordu.
Perle’in sorusunun cevabı kolaydır: Birleşmiş Milletler her devletin katılımına açıktır.
NATO ise davet edilmeden katılamayacağınız bir kulüptür. Niçin kendi kendilerini seçmiş
bir grup devlet dünyayı yönetmek yetkisine sahip olsun? Birleşmiş Devletler devletler
arasındaki uyuşmazlıkları çözmek hususunda ahlâki otoriteye sahip olabilecek ve önerdiği
çözümleri kabul ettirebilecek tek kuruluştur.
Kabul edelim ki Birleşmiş Milletler mükemmel bir kuruluş değildir. Asıl etkili kararların
alındığı Güvenlik Konseyinde 2. Dünya Savaşından galip çıkan devletler -Çin, Fransa,
Rusya, İngiltere ve A.B.D.- daimi üye olup her kararı veto etmek hakkına sahiptir. İngiltere
ve Fransa gibi devletler veto hakkına sahipken Brezilya, Hindistan, Endonozya ve
Japonya’nın veto hakkının bulunmamasının haklı bir nedeni yoktur. Bunun gibi, beş daimi
üyeden dördünün Hiristiyan kültürüne dayalı bir tarihe sahip olmasına karşılık hiçbir
Müslüman devletin temsil edilmemesi makûl gözükmemektedir. 2003 Irak savaşı
hazırlıkları sırasında Fransa, Rusya ve belki Çin’in Irak’a karşı kuvvet kullanılmasına yetki
veren Güvenlik Konseyi kararını veto edecekleri belli olduğundan A.B.D. ve İngiltere oy
toplamak için kulis faaliyetini sürdürdüler, böylece, karar veto edilse bile Güvenlik
Konseyinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bir kararı ahlâki bir zafer sayacaklarını
belirtmiş oldular. Başbakan Blair “makûl şekilde kullanılmayan bir veto”yu dikkate
almayacaklarını söylüyordu. (Bilindiği gibi sonunda kararı oylatmadılar çünkü çoğunluk
dahi sağlanmayacağını biliyorlardı.) Bu durum A.B.D ile İngiltere’nin kendi ‘olumsuz’
oylarının Güvenlik Konseyi üyelerinin çoğunluğunca benimsenen bir kararı önleyeceğini
gösterir.
-7-
Daha genel bir ifadeyle bu durum, veto sistemini gözden geçirmek ve mevcut sistem yerine
kararlar için üyelerin dörtte üçü veya üçte ikisi gibi nitelikli bir çoğunluk ikame etmek
yönünde bir eğilimin varlığını göstermektedir. Bu suretle Güvenlik Konseyindeki daimi
üye sayısı çoğaltılabilir ve dünya nüfusunun daha iyi temsil edilmesi sağlanabilir.
Daha kapsamlı değişiklikler dahi düşünülebilir. Devletlerin Birleşmiş Milletler’e üye
olmadan önce yetkilerini halklarının onayından aldıklarını kanıtlamaları zorunlu kılınırsa,
Birleşmiş Milletler belki bir demokrasiler birliğine dönüşebilir. Bu yapılınca nüfus
sayılarını yansıtacak yolda üye devletlerin oylarına ağırlık tanımak; böylece genel kurulu
bir tür dünya parlamentosuna dönüştürmek mümkün olacaktır. Ancak bu gibi değişiklikler
daha uzak bir gelecek için söz konusudur. Güvenlik Konseyinde reform hem daha kolay
hem de daha ivedidir. Bunu yapmanın gerektireceği emeğe değip değmeyeceği barışcıl bir
dünyaya ulaşmanın daha iyi bir yolu olup olmadığına bağlıdır. Bush yönetimindeki etkili
kişilerin yeğledikleri seçenek ‘bir Amerikan yüzyılı’, bir ‘Pax Americana’, A.B.D’nin
uyguladığı bir dünya barışı veya, iki kelimeyle, Amerikan hakimiyetidir.
İkisi de savaşın etkili destekleyicileri olan Lawrance Kaplan ve William Cristol The War
over Iraq adlı kitaplarında bunu açıkça söylüyorlar. Yazarlar şunu soruyor: “Peki, sağlam
ilkeler ve yüksek ideallere hizmet ediyorsa hükmetmenin neresi yanlış”.9 Ancak
Amerika’nın sağlam ilkelerinin ve yüksek ideallerinin bir anlamı varsa o da demokrasidir.
Demokrasi savunucularının üç yüz milyon nüfusu olan bir devletin üzerinde altı milyar
insanın yaşadığı bir gezegene hükmetmesi düşüncesinin yanlış bir tarafı olduğunu
görmeleri gerekir. Bu, nüfusun %5’inin geri kalan %95’ne onların onayı olmaksızın
hükmetmesi demektir. Eğer Amerika hükmediyorsa, A.B.D. kongresi ve A.B.D. Başkanı
dünyaya hükmetmektedir- fakat onlara sadece Amerikan vatandaşları oy vermektedir.
Demokrasiden sonra Amerika’nın savunduğu –Amerikan Anayasasını hazırlayanlar için de
çok önemli olan– diğer sağlam ilke, devletin tek bir organının despotluğa dönüşmesini
önlemek için ihtiyaç duyulan kontrol ve dengelerdir (checks and balances). Amerika en
üstün devletse, onu gücünü kullanırken despotluğa yönelmekten ne alıkoyacaktır?
Amerika’nın kendi anayasal yapısı içinde kontrol ve dengeler mevcut olabilir, ama
bunların hepsi Amerika’nın iç bünyesine ilişkindir –Amerikan Kongresi Amerika
-8-
Başkanını kontrol eder ve Amerikan hakimleri devletin diğer iki kuvvetini kontrol altında
tutar. Amerika’nın, Amerika dışındaki dünya üzerinde hakimiyeti ise hiçbir dış kontrola
tabi değildir.
Amerika’nın hakimiyetini “sağlam ilkeler ve yüksek idealler” hizmetinde kullanacağı
iddiası bu nedenle daha başından bir çelişkidir, çünkü bu ilkeler ve idealler tek bir devletin
zorla kabul ettirilen, seçime dayanmayan dünya hakimiyle bağdaşmaz. Bu görüş doğru
olmasa bile, Amerika’nın Bush’un önderliğinde, bir dünya vatandaşı olarak, yürüttüğü
politika, Amerika’nın dünya hakimiyetini yalnızca Amerikalıların değil, bütün dünya
halklarının yararı için kullanacağına güvenilebilecek tek devlet olduğu inancını
desteklememektedir. Bir tek örnek vermek gerekirse, Bush’un Kyoto Protokolunu
imzalamayı reddetmesi dünya milletlerinin pek çoğuna millî bir bencillik gibi
gözükmektedir. Bu davranış, Amerikalıların çoğundan daha kötü durumda olan insanların
hayatını tehlikeye atmanın Amerikalılara çok daha ılımlı fedakârlıklar yüklemeye tercih
edildiğini gösteriyor.
Daha da temel bir açıdan, Bush ve destekleyicilerinin Amerika’yı dünya jandarması ilân
etmeleri, dünyanın kuvvetle değil, âdil kanunlarla yönetilmesi imkânını fiilen reddetmektir.
Londra’da King’s College’de Tıp Hukuku ve Ahlâk Merkezinin müdürü ve İnsanlık: 20.
Yüzyılın Bir Ahlâk Tarihi başlıklı kitabın yazarı olan Jonathan Glover’in dediği gibi, Pax
Americana güce sahip, fakat hiçbir ahlâki otoritesi olmayan Hobbes türü bir yönetici ve
çatışmaların çözümlenmeyip yalnızca bastırıldığı bir dünyayı varsayar.10 Glover ise
onsekizinci yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant’ın Ebedî Barış kitabında önerdiği
türden bir dünyayı tercih ediyor. Kant devletlerin kuvvet kullanma tekelinden bir dünya
federasyonu lehine vazgeçtikleri bir sistemi savunuyordu. Dünya federasyonu karşılıklı
rıza ile kurulmuş bir organın ahlâkî otoritesine sahip olacak ve kararlarını tarafsız bir
biçimde verecekti. Günümüz dünyasında bu, emrinde yeterli kuvvet bulunan ve bu
kuvvetin ne zaman kullanılacağına karar vermesi tarafsız usûl kurallarına bağlı, reformdan
geçmiş bir Birleşmiş Milletler demektir.
Bush ve destekleyicileri buna yanıt olarak, bugün –Bush’un deyimiyle– “radikalizm ve
teknolojinin
tehlikeli
kavşağı”nda
bulunduğumuzdan,
Birleşmiş
Milletleri
-9-
mükemmelleştirmek ve onun bu tehlikeyi durduracak şekilde işlemesini sağlamak için
onyıllar boyunca çalışmak lüksüne sahip olmadığımızı söyleyeceklerdir. Ama Bush’un
tuttuğu yolun bizi güvene kavuşturması ihtimalinin daha yüksek olduğu bu kadar açık mı?
Uluslararası terörizm sınır tanımamaktadır, onu durdurmak uluslararası işbirliğini
gerektirecektir. En büyük tehlike silâh üretiminde kullanılan uranyum ve plutonyumun
teröristlerin eline geçmesidir. Rusya’nın elinde 1000 tondan, Amerika Birleşik
Devletlerinin elinde 800 tondan çok bu tür malzeme var. Pakistan ve Hindistan dahil başka
ülkeler de bir miktar bu tür malzemeye sahip. (Amerikan saldırısı başladığı tarihte Irak’ın
elinde bu çeşit maddeler bulunmadığı gibi onları tedarik etmek üzere olmadığı da açıkça
görülüyor.) Atom Bilginleri Bültenine göre ilkel bir nükleer silah imâl etmek için böyle bir
imalâta elverişli 25 kg uranyum ve 8 kilo plutonyum yeterli. Sovyetler Birliğinin
dağıldığından bu yana, onsekizi silah üretimine elverişli uranyum veya plutonyumla ilgili
olmak üzere, yüzlerce radyoaktif malzeme kaçakçılığı girişimi ortaya çıkarıldı. 11 Belki de
teröristlerin nükleer silah ele geçirmelerini önlemek bakımından en etkili yöntem, ister
Rusya veya Pakistan’daki gibi silah programlarından ister nükleer enerji programlarından
kaynaklansın, nükleer silah üretimine elverişli bütün malzemelerin zararsız hale getirilmesi
veya güvenli bir biçimde depo edilip saklanmasıdır. Bu, sözü edilen türden malzemeye
sahip veya onları üretebilecek bütün ülkelerin işbirliğini gerektirir. Bunun gibi biyolojik
silahlara karşı güvenli bir korunma bu silahları imâl etmek uzmanlığına sahip tüm ülkelerin
işbirliğini gerektirir. Bunun ise, diğer ülkelere hükmetmektense, saygın uluslararası
kurumlar aracılığıyla, diğer ülkelerle işbirliği yaparak gerçekleşmesi olasılığı daha
yüksektir.
IV. S o n u ç
Bu bildiride Birleşmiş Milletlerin uluslararası düzenin temeli olduğu ve temeli kalması
gerektiğini savundum. Mümkünse Birleşmiş Milletler reforma tabi tutulmalıdır, fakat,
reform yapılsın veya yapılmasın, Birleşmiş Milletlere dayanan bir uluslararası düzen diğer
seçeneğe, Amerika Birleşik Devletleri’nin hakimiyetine dayanan bir düzene yeğdir. Bu
nedenle Birleşmiş Milletlerce yetki verilmeden diğer bir devletin hükümranlık alanına
müdahaleyi kabul etmek hususunda çok isteksiz olmalıyız. “Hiçbir zaman” değil “çok
isteksiz” deyimini kullanıyorum, çünkü Birleşmiş Milletler, Ruanda’da olduğu gibi, büyük
- 10 -
çapta bir soykırımı önlemek için herhangi bir sebeple harekete geçmezse, bir devletler
koalisyonunun, Birleşmiş Milletlerce yetki verilmiş olmadan da, müdahale etmesini
soykırımın meydana gelmesine tercih ederim. Fakat ümidim, gelecekte, Birleşmiş
Milletlerin hatalarından ders almış olacağı ve müdahaleye yetki vereceği, böylece hiçbir
devletin veya devletler koalisyonunun yetki olmadan harekete geçmesine ihtiyaç
kalmayacağıdır.
Download