türk psikoloji öğrencileri çalışma grubu

advertisement
qwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçq
wertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqw
ertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwer
TÜRK PSİKOLOJİ ÖĞRENCİLERİ ÇALIŞMA
tyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwerty
GRUBU
E-Dergi
uiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyui
opgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiop
güasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgü
asdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüas
dfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdf
ghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfgh
jklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjkl
sizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsiz
xcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxc
vbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvb
nmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbn
möçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnm
Temmuz 2010
Sayı: 1
SUNUŞ
Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu olarak, Psikoloji lisans öğrencilerinin seslerini özgürce
duyurmalarını sağlayacak; psikoloji öğrencileri arasında fikir alışverişinin gerçekleştirilebileceği ve birikim
aktarımının yapılabileceği bir ortamın eksikliğini gidermek amacıyla düzenlediğimiz e-dergiyi sizlerle
paylaşıyoruz. TPÖÇG e-dergi, psikoloji öğrencilerinin amprik bilgi üretiminin yanında; psikoloji eğitimine,
günlük olaylara ve hayata dair eleştiri ve düşüncelerini de bilimsel bilgi üretme kaygısı olmadan paylaşmalarını
teşvik edecek sansürsüz ve çok amaçlı bir yayın organıdır. Dergimize şimdilik, psikolojinin görece az bilinen ya
da son yıllarda gelişmekte olan alanlarıyla ilgili bilgi ve araştırmalar, lisans sırasında ürettiğimiz araştırma
raporları, literatür taramaları, deneme ve şiirleri sığdırabildik. Bundan sonraki her bir sayıda daha da
zenginleşmiş ve genişlemiş bir e-dergi sunmayı hedeflemekteyiz.
E-derginin ilk sayısının oluşturulmasında emeği geçen öğrenci arkadaşlara ve gösterilen ilgiye çok
teşekkür ederiz. Geri bildirimlerinizi ve dergide yayınlanmasını istediğiniz yeni içerikleri [email protected]
adresine bekliyoruz.
Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu adına
ODTÜ Psikoloji Topluluğu
2
İÇİNDEKİLER
4
1) Psikolog ve Reçete Yazmak
2) Çevre Psikolojisine Genel Bir Bakış
8
3) Varoluş ve Varoluşçu Psikoterapi
11
4) Çocuk İstismarı ve İhmalinin Çeşitleri ve Ensest
14
Üzerine bir Çalışma
5) Varoluşsal bir Kaygı, Ölüm: Güneşe Bakmak,
20
Ölümle Yüzleşmek
27
6) Taşpınar
31
7) Ab-ı Hayat
33
8) Adleryen Bakış: Yaşamın Anlamı (Amacı) Nedir?
9) Mitingler ve Ötekileştirme
37
10) Pembe Gözlük
38
11) Hep Ertelediklerimizde mi Mutluluk Yoksa Asıl
39
Ertelediğimiz mi Mutluluk?
41
12) Bin Yıllık Kefende
3
PSİKOLOG & REÇETE YAZMAK
Peki ya psikologlar ilaç yazabilir mi?
Ömür Çabuk
Doğu Akdeniz Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Amerika’da Guam ve Nex Mexico ve Lousiana’yi
tenzih ederek söylememiz gerekirse psikologlar
reçete yazma hakkına sahip değillerdir. New
Mexico da 2002, Loisiana’da 2004 yılından beri
psikologlar reçete ile ilaç yazma hakkına sahip
olmuşlardır. Bunun yanında eczacılar ve bazı
hemşirelerde ilaç yazabilmektedir. Bu eyaletlerde
yeteri kadar doktor ve psikiyatrist olmaması da bu
iznin neden psikologlara, hemşire ve eczacılara
verildiğinin
önemli
bir
sebebi
olarak
gösterilmektedir.
Bilim ilk çağlardan bu yana, insanların daha rahat
daha sağlıklı ve daha iyi standartlarda yaşaması için,
sürekli gelişen ve değişen dünya da, insanlık için en
önemli etkenlerden biri olmuştur. Özellikle
günümüzde insan sağlığına verilen önem giderek
artmıştır, bununla birlikte insan sağlığının yalnız
fiziksel nedenlere bağlı olmadığı, ayni zamanda ruh
sağlıklarının da bozulabileceği ortaya konmuştur.
Bunun içinde buna yönelik birçok tedavi çeşitleri
geliştirmişlerdir. Sonuç olarak bu ihtiyacın ışığında
psikiyatri ve psikoloji bilimi doğmuştur.
Oysa hepimizin bildiği gibi reçete yazmak sadece tıp
alanında eğitim almış doktor veya diş hekimlerinin
işidir. Aslında burada en önemli nokta kişinin alması
gereken farmakolojik eğitimdir. Örneğin; bir ilacın
yan etkileri nelerdir, hangi ilaç hangi hastalık için
uygundur, ilaç hangi hastada nasıl bir etkileşim
gösterir. Çünkü ortada bir canlının hayatı söz
konusudur ki psikoloji bilimi insanların daha çok ruh
sağlığı ile ilgilenen bir bilim dalıdır.
Psikologlar ne iş yapar?
Psikoloji insan davranışını ve zihinsel isleyişlerini,
süreçlerini inceleyen bir bilim dalıdır, dolayısıyla
psikologlarda insan davranışını ve zihinsel
süreçlerini ve bunları insan üzerindeki etkilerini
gözlemlerler. Psikolojinin birçok alt dalı vardır ama
günümüzde en çok bilinen ve yaygın olan alt dal
klinik psikoloji ve klinik psikologlardır. Özellikle de
klinik psikologlar zihin ve onun isleyişi hakkında
daha fazla bilgiye sahiptirler. Klinik psikologlar
hastaların tedavisinde gereken terapiyi uygulama
hakkına sahiptirler. Tabii ki bu hakka sahip olmaları
için o terapi türünde yeterli eğitimi ve sertifikayı
almış olmaları gerekmektedir. Klinik psikologlar
zihinsel veya ruhsal probleme sahip olan hastaların
tanı ve tedavi sürecinde önemli rol oynamakla
birlikte hastanın tanısını koyma sürecinde gözleme
dayanarak, hastanın ihtiyacına göre bazı testler
uygulayarak veya görüşmeler yaparak karar
verirler. Ayrıca birçok psikolog (medical degree)
doktora derecesi yerine (academic degree)
akademik alanda kendilerini geliştirirler.
Reçete nedir?
Hastayı tedavi etmek amacı ile doktor veya diş
hekimi tarafından yazılan bir çeşit rapordur. Reçete
yazmak, hastaya ilaç verilip verilmeyeceğine karar
verme sureci ile baslar. Ve bu süreç ilacın dozu,
miktarı, zaman aralıklarının belirlenmesi ile devam
eder. Ayrıca reçete doldurmak için belli standartlar
vardır. Doktor veya diş hekimleri reçeteyi bu
standartlara uygun olarak yazarlar. (Bkz. EK-1)
Reçete yazmak bazı sorunları da beraberinde
getirir, bu yüzden bu konuda reçete yazan kişinin
çok dikkatli olması gerekir, çünkü en ufak hata
insanların sağlığı açısından büyük bir tehdit
oluşturabilir.
4
Etik Konular
ticari
kaygının
ne
boyutlara
ulaştığını
göstermektedir. Tabi ki psikologların ilaç yazmasını
isteyen firmalar ve kişiler olduğu kadar,
psikologların ilaç yazmasını istemeyen kurum ve
kuruluşlarda bulunmaktadır; (Society for a science
of clinical psychology, American association of
applied and preventive psychology (AAAPP),
Committee against medicalizing psychology
(CAMP))
Bilindiği üzere her ülkenin reçete yazma ve
yazmama ve kimin reçete yazıp yazamayacağı ile
ilgili kendi standart ve kuralları vardır. Tıp alanında
eğitim almış bütün doktorlar ilaç yazma hakkına
sahiptir. Ve tabii ki bunları açık anlaşılabilir bir dille,
gerekli bilgileri içerecek biçimde yazmaları
gerekmektedir. Özellikle psychoactive yani beyin ve
ruh halini etkileyen ilaçlar tıp alanında eğitim almış
kişiler tarafından yazılmalıdır ve psikologlarında bu
ilaçları yazabilmeleri için yeterli farmakolojik
eğitimi almış olmaları gerekmektedir. Psikologlar
bazı eğitimleri almaktadır; biyoloji ve psikopatoloji
gibi fakat bunlar ilaç yazmak için yeterli değildir.
Neden psikologlar ilaç yazma iznine sahip
değillerdir?
Aslında, psikologların ilaç yazmasına şu an ihtiyaç
bulunmamaktadır. Ve bunun için gerekli otoriteler
(doktor ve diş hekimleri) yeteri kadar
bulunmaktadır. Ayni zamanda yukarıda da
belirttiğimiz gibi psikologlar bu alanda yeterli
eğitime sahip değillerdir. Eğer bu konularda eğitim
almaları gerekirse bu klinik psikologların eğitim
sürelerinin uzamasına sebebi olur. Eğer psikologlar
ile psikiyatristler arasındaki farka bakarsak öncelikle
aldıkları derslerin içeriklerini incelememiz gerekir,
aşağıda ki tabloda da görüldüğü gibi psikologlar
sosyal bilimlerde daha fazla eğitim aldıkları halde
psikiyatristler
fiziksel
bilimlerde
eğitim
almaktadırlar. (Bkz. EK-2)
Diğer bir yandan, psikologların Reçete yazması
beraberinde bazı sorunları getirebilir. En önemlisi
hasta ile yeteri kadar ilgilenilemeyebilir ve hasta ile
iletişimi azaltabilir ve psikologlar ile psikiyatristiler
arasında bir rekabete yol açabilir. Ve son olarak
psikologların sorumluluklarını iki kat arttırabilir.
Psikiyatristlerin yazmış olduğu ilaçları yakından
incelersek; uyuşturucu (narcotic) ve psikotropic
(beyin hücreleri üzerinde özel etkisi olan) ilaçlar ile
alakalı olduğunu görmüş oluruz. Ayrıca dünyada bu
tip ilaçların yazılmasıyla alakalı kısıtlamalar getiren
ulusal ve uluslarası Single Convention on Narcotic
Drug (1961), Convention on Psychotropic
Substances (1971) gibi bazı kurumlar da
bulunmaktadır.
Tartışma
Maalesef Türkiye’de hala insanlar, psikologun ve
psikiyatristin ne işle iştigal ettikleri hakkında net ve
kesin bilgilere sahip değiller. Diğer yandan,
psikolojik danışmanlık ve rehberlik mezunları ile
psikoloji mezunları da aynı şekilde birbirinden ayırt
edilememekte, belki de bunun en büyük
sebeplerinden bir tanesi de hiç kimsenin kendi işini
yapmamasıdır. Maalesef görünen o ki, Türkiye’de
danışmanlık hizmeti vermesi gereken kişiler
psikolog olarak çalışmakta veya terapiler
uygulamakta, kim bilir biz kendi mesleğimize yeteri
kadar sahip çıkamıyor olabilir miyiz? Açıkçası
Kimler psikologların ilaç yazmasını ister ve kimler
psikologların ilaç yazmasını istemez?
Öncelikle bazı farmakoloji ile ilgili ve eczacılıkla ilgili
firmalar kendi hasılat ve karlarını arttırmak
amacıyla ve ilaçlarının daha fazla satılmasını
sağlamak için psikologların ilaç yazmasını isterler.
Veya bazı okullar daha fazla ders sayısı ile
potansiyel gelirlerinin derecesini arttırmak maksadı
ile isteyebilirler. Kısaca bunlar bize insanlarda ki
5
Türkiye’de meslekleri birbirinden ayıran keskin bir
çizgi yok ve meslekler arasındaki çizgiler sanki
hayali bir çizgi gibi, herkes her şey yapabiliyor.
Elaine M. Heiby,Timothy A. (2002) A debate on
prescription privileges for psychologists.
http://psych.umb.edu/faculty/perez/Psych215/Hei
by,%20DeLeon %20RxP%202004.pdf
Sonuç olarak; eğer ülkemiz açısından bu konuyu ele
alırsak, psikologların ilaç yazmasına gerek yoktur,
çünkü bu ihtiyacı karşılamaya yetecek kadar
psikiyatrist bulunmaktadır.
Journal of Clinical Psychology In Medical Settings.
(2003) Prescriptive Authority for Psychologists:
Despite Deficits in Education and Knowledge? From
http://www.med.umn.edu/img/assets/6913/Robin
er_PrescriptionPrivDespiteDeficits.pdf
Aynı zamanda eğer psikologların da ilaç yazdığını
düşünürsek, psikiyatristler ile psikologlar arasında
hiçbir fark kalmayacaktır, peki ya o zaman bu
alanda çalışan kişilere psikolog ya da psikiyatrist
demek yerine farklı ve ortak bir isim mi bulmamız
gerekecek?
Karen Doran, RN BScN. (Jan. 16, 2008). Preparation
of prescription.
http://www.halton.ca/health/documents/infomati
on_for_physicians/Mefloquine.pdf
Kim L. Lavoie, MA, PhD1, Richard P Fleet, PhD2.
(2007). Should psychologists be granted
prescription privileges?
http://ww1.cpaapc.org:8080/Publications/Archives
/CJP/2002/june/lavoie.pdf
Psikologların reçete yazıp yazmayacağı olayı
maalesef günümüzdeki meslek karmaşasını
tanımlayan en güzel örneklerden bir tanesidir.
Dünya genelinde psikoloji henüz çok yeni bir bilim
dalıdır ve hak ettiği yere gelebilmesi için
psikologların ve bu bilim ile yakın ilişkisi olan diğer
bilim dallarının bu konuya eğilmesi gerekmektedir.
İnsanların bu konuda bilinçlenmesi içinde basın
yayın organları aracılığı ile bu konuda açıklamalar
yapmamız gerektiği kanaatindeyim. Çünkü hala
insanlar psikolog dendiğinde “hım. evet
doktorsunuz yani’’ diyorlar. Biz insanların ruhsal
sağlığı ile ilgileniyoruz ve bunun içinde ilaç
yazmamıza gerek yok ve ilaç kullanması gereken
hastalar ile ilgilenmesi gereken bir meslek hali
hazırda bulunmakta. Kısaca bizim işimiz insan,
insanlarla doğru iletişimi sağlayabilmek ve onlara
yardımcı olabilmek.
Lakhan S.E. (2007). Prescribing privileges for
psychologists: A public service or hazard?
http://ojhas.org/issue21/2007-1-1.htm
Mark, A. F. (2009) Ethical principles in determining
authorship credit and order on faculty–student
collaborative projects.
http://apastyle.apa.org/authorship.html
Neil, F. (2004). A book prescription scheme in
primary care.
http://www3.bps.org.uk/downloadfile.cfmfile_uuid
=0C0D8C21-7E96-C67F-D16300B
E04C32153&ext=pdf&restricted=true#pag=12
Patient safety forum. (December, 2004). Should
psychologists have prescribing authority?
http://www.psychservices.psychiatryonline.org/cgi
/reprint/55/ 12/1420
KAYNAKÇA
The New England journal of medicine. (February
14, 2002). Promotion of prescription drugs to
consumers. http://content.nejm.org/cgi/ content
/abstract/346/7/498
Diane, J. W. (2003). The case for prescription
privileges. http://citeseerx.ist.psu.edu/ viewdoc/
download?doi=10.1.1.116.2407&rep=rep1&type=p
df#page=2
Wendy, S. P. (2007) Corporate funding and conflicts
of interest.
6
http://www.uvm.edu/~psych/news/archive/corpor
ate_funding.pdf
Tablo 1
Reçete standartları
Hastanın adı ve soyadı
Hastanın adresi
Reçeteyi yazanın adı ve soyadı
Reçeteyi yazanın adres ve telefon numarası
İlacın adı ve dozu
Kullanım talimatı
Bazen hastanın kilo ve yaşını da içerir
Tablo 2
Psikolog ve psikiyatristlerin aldıkları dersler
Psikolog
Psikiyatrist
Fiziksel B.(Physical S.)
12%
67%
Sosyal B. (Social S.)
79%
28%
Beşerî B (Humanities)
7%
%6
Anatomi noroanatomi
(Anatomy or neuroanatomy)
41.5 %
100%
Kimya biyokimya
(Chemistry/biokimya)
58.5% / 14.6%
100%
Biyoloji mikrobiyoloji
(Biology/microbiology)
65.9% / 7.3%
100%
Farmakoloji (Pharmacology)
17.1%
Fizyoloji norofizyoloji
(Physiology/neurophysiology)
43.3%
100%
94.4%
(Journal of Clinical Psychology in Medical Settings, 2003)
7
ÇEVRE PSİKOLOJİSİNE GENEL BİR BAKIŞ
Çevre Psikolojisi
Asmin Güneş Karakaş
Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Çevre Kirliliği ve çevresel tutumlar bugün çağdaş çevre
psikolojisinin önemli inceleme konuları arasındadır.
(Göregenli, 2005).
Türkiye’de Çevre Psikolojisi, tıpkı çevre sorunları gibi
ayaklarını yere henüz sağlam basamamış bir alandır. Bu
nedenle, hem
‘Çevre Psikolojisi nedir? Çevre
Psikolojisi’nin amaçları, araştırma konuları nelerdir?’
sorularına yanıt bulmak, hem de yapılan araştırmaların
içeriklerini görerek fikir edinmek amacıyla bu derlemeyi
yapmanın, biz psikoloji öğrencilerine faydalı olacağı
kanısındayım.
Son yarım yüzyıllık dönemde karşılaşılan geniş anlamda
çevre sorunları oldukça çok ve çeşitlidir. Doğal ve
ekolojik dengenin bozulması, çevre kirliliği, hızlı ve
denetimsiz kentleşme, kalabalıklaşma vb. (Bilgin, 1985).
Buna bağlı olarak Çevre Psikolojisinin başlıca konuları
arasında:
 Kalabalık, yoğunluk ve bu olguların psikolojik
sonuçları
 Çevrenin çeşitli özelliklerinin insan
davranışlarına etkileri
 Gürültü, ısı, kirlilik gibi etkenlerin insan sağlığı,
sosyal davranış ve performans üzerindeki
etkileri
 Çevreye ilişkin tutumlar ve değerler sayılabilir.
Çevre Psikolojisinin Doğuşu
Sosyal psikolojinin içinden doğmuş bir alt alan olarak
gelişimini sürdüren Çevre Psikolojisinin tarihinin,
psikoloji tarihi kadar eski olduğu söylenebilir (Göregenli,
2005). Ancak araştırma konusu olarak karşımıza
çıkışının, -kaynakların çoğuna bakıldığında- 60’lı yıllar
olduğu söylenebilir. 60’ların dünyası, kentleşme
olgusunun hız kazanmasıyla ve modern kentsel yaşamın
ortaya çıkardığı sorunların giderek yoğunlaşması,
çeşitlenmesi ve daha görünür hale gelmesiyle birlikte,
kentin fiziksel boyutlarına ve kentsel mekanizmalara
disiplinler arası bir ilgi ve dikkatin oluşmasına neden
oldu (Göregenli, 2005).
Temel amacı, insanın çevreye uyumuna yardım etmek
ile insana uygun bir yaşam çevresi kurmak arasında
uzanan bir çizgide değişik hedefleri kapsamaktadır.
Ekolojik Sorumluluk Kavramı
Sommer’a göre (1987) Çevre Psikolojisi, 2. Dünya Savaşı
sonrası Kuzey Amerika ve Avrupa’daki sosyal gelişmeler,
özellikle kadın ve çevre hareketlerinin oluşturduğu genel
baskıdan doğmuştur.
Çevrenin kalitesine ilişkin kaygılar, biyosferin, insan
türünün yaşamını sürdürmesini ve refahını etkileyecek
biçimde bozulmasının bilincine varılmasından sonra
ortaya çıkmıştır (60’lardan sonra).
Çevre Psikolojisi terimi ise ilk kez 1964’te William
Ittelson tarafından, New York’da düzenlenen bir
konferansta kullanılmıştır. Mimari Psikoloji, Psikolojik
Ekoloji, Ekolojik Psikoloji gibi farklı isimlerle de
anılmıştır.
Doğal çevrenin bozulması, enerji, beslenme ve nüfus
artması bu kaygıya yol açmıştır. Tüm bunlar her ne
kadar politik, ekonomik ve sosyal öğelere sahip olsalar
da biyo-ekolojik sistemdeki etkileri nedeniyle ekolojik
sorunlar olarak anılacaktır (Morval, 1981). Sorumluluk
kavramını daha iyi anlayabilmek için önce değinilmesi
gereken bir ekonomik boyut vardır.
Genel anlamıyla Çevre Psikolojisini ‘ fiziksel çevre ile
insan arasındaki karşılıklı ilişkilerin incelenmesi’ olarak
tanımlayabiliriz (Göregenli, 2005).
Bir etkinlik, istenen sonuçların yanı sıra, istenmeyen
sonuçlara da yol açabilir. Örneğin, çevreyi doğrudan
veya dolaylı olarak bozan ürünlerin üretimi, kullanılması
ve atılması, bireylerin birincil ihtiyaçlarını doyurmakta
8
ve özel kazançlarını arttırmaktadır. Fakat uzun dönemde
sosyal pahaların buna paralel bir artışına yol açmaktadır
(Morval, 1981).
Tutumların oluşumu, klasik şartlanma, edimsel
şartlanma ve sosyal öğrenme gibi öğrenme ilkelerini
içerir.
Kazanç ve paha kavramları bu anlamda önemlidir.
İnsanların çoğuna, ekolojik sorunlara alışmak; yaşam
tarzlarını değiştirmekten daha kolay ve daha az pahalı
görünmektedir. Çünkü bu davranışların avantajları
hemen o anda görünürken, dezavantajları çoğu kez
zaman geçtikçe belirmektedir. Bu geç algılanan ya da
algılanmayan pahalar bazı özel durumlarda, (örneğin bir
petrol tankerinin kaza nedeniyle petrol akıtması)
değiştirilebilir. Bu olgu, toplumun özellikle sosyoekonomik açıdan en iyi durumda olanların, ekolojik
sorunlar karşısında niçin daha çok kaygı ve sorumluluk
taşıdığını açıklamayı sağlamaktadır: mal/mülklerinin
değeri, çevre bozulmasından etkilenmektedir. Ancak, bu
kişiler aynı zamanda en çok ekolojik sorun üretenler
olmaktadırlar.
Çevreye karşı olumlu ya da olumsuz bir tutum, şartlı
tepkiye yol açan hoş ya da nahoş ortamlarla çağrışımla
öğrenilmiş olabilir.
Doğayı korumayı
çocuklar,
daha
geliştireceklerdir.
ödüllendiren ailelerde
çok
ekoloji
yanlısı
yetişen
tutum
Eğer bir model ödüllendirilmiş veya cezalandırılmışsa bu
onun bir tutum içerisinde olmasındandır. Bir televizyon
mesajında, enerji tasarrufu nedeniyle ödüllendirilmiş
birini görme olgusu, seyircide aynı yönde bir tutumun
belirmesine yol açabilir.
Çevreye İlişkin Eğitim Kimlerde Etkili Olur?
Kazanç ve paha kavramlarından söz etmiştik. Kaynaklara
göre bu kavramların, ekolojik yanlılığı olan davranışları
büyük ölçüde etkilediği görülmüştür. Belli bir yaşın
ilerisinde olan, belli bir bilince erişmiş kişilerde yerleşmiş
olan kazanç ve paha düşüncesi, zaten zor olan yaşam
tarzı değiştirme olasılığını iyice düşürmektedir. O halde
kimlerin yaşam tarzını ve davranışlarını ekolojik yanlılığa
uygun bir hale getirmek mümkündür, bunu bilmek
gerekir.
Bunlarla birlikte, ekolojik sorunlar, uyumsuz bireysel ve
kollektif davranışlara ilişkin bir krizin belirtisidir, öyleyse
bu davranışların incelenmesi zorunludur. Bireysel ve
kollektif yaklaşımlar, ekolojik sorunları anlamak ve
etkilemek açısından karşılıklı bağımlıdır.
Bu çerçevede örneğin; enerji tasarrufuyla ilgili bir
hükümet politikasının etkili olabilmesi için, bu
politikanın vatandaşların davranış ve tutumları
tarafından desteklenmesi gerekir. Aynı şey, davranış
değişiklikleriyle birlikte yürümediğinde, bu sorunları
çözmek üzere tasarlanan teknolojilerin gelişiminde de
görülür. Otomobillerin kirlilik karşıtı (anti-pollution)
sistemleri, eğer bireyler onları çalıştırmazlarsa neye
yarar (Morval, 1981).
Çevreye ilişkin eğitim şu kişilerde etkili olmaktadır:
-
Demek ki; davranışları değiştirmek ve ekolojik
sorumluluk geliştirmek için halkın ekolojik sorunlar
hakkında neyi bildiğini,düşündüğünü, yaptığını tanımak
gerekir ve bu da çevre psikolojisi sayesinde olacaktır.
Kökleşmiş alışkanlıkları olmayan çocuklar
Bir sorunun varlığının bilincinde olmayan ve
önerilen çözümlerin kişisel, maddi ve psikolojik
pahalarının düşük olduğu kişiler (Morval, 1981).
Çevre Psikolojisi Alanında Yapılan Bazı Araştırma
Sonuçları
1- Ittelson ve arkadaşları (1974), yaptıkları çalışmanın
sonunda; bireylerin, çevrelerini genellikle kazanım
olarak gördüklerini ve dolayısıyla, çevrelerini
değiştirmeye çok az istekli olduklarını belirtmektedirler.
Sorumluluk Kavramı ve Öğrenme
Ekolojik sorunlara, bazı bireyler diğerlerinden daha fazla
ilgi ve kaygı gösteriyor. Peki, bu bireyler bu tutumları
nasıl edindiler?
9
2- Sosyal sorunlar karşısındaki kamu yoklamasında
(Antonie ve Navarin, 1978), çevre kirliliği ve enerji
sorunları, önemli olarak nitelenmekte, fakat işsizlik ve
enflasyondan,
genellikle
daha
az
önemli
sayılmaktadır.Bilgi
düzeyleri
genellikle
yüksek
olmamakla beraber, bireyler çoğunlukla endüstri,
hükümet ve sonra da halkı suçlamakta ve ekolojik
sorunları çözme sorumluluğunu, bunlardan ilk ikisine
yüklemektedir.Bireysel olarak kendini işe katmaksızın,
bu sorunların çözümü için teknolojinin, endüstrinin ve
hükümetlerin becerisi konusunda çok iyimser
görünmektedirler.
buna bağlı davranışlar göstermemektedirler (O’Riordan,
1976).
Ayrıca, parasal ödüllerin ekolojik davranışları teşvik
etmek açısından en güçlü araçlar olduğu ve sosyal
normlara bağlı bazı cezaların (uygun olmayan
davranışların ikazı gibi) anti-ekolojik davranışları azalttığı
bulunmuştur.
Sonuçlar genel olarak, ekolojik sorumluluk duygusunun
az gelişmiş olduğunu göstermektedir:
Ekolojik sorunlara yol açan davranışlara ve etkinliklere
ilişkin sosyal ve ahlaki normların yokluğu,
3- Ekolojik sorunlar karşısında genel tutum, ekolojik
kaygı şeklinde tanımlanmaktadır.(Maloney, Ward ve
Braucht, 1975) Bu kavramı ölçen bir soru sistemi
geliştirilmiş ve insanlara uygulanmıştır.
bireylerin kendi davranışlarının çevre üzerindeki etkileri
konusunda bilgi azlığı, bir şeyler yapma sorumluluğunu
başka sosyal ajanlara (örneğin kurumlar) yükleme ve
diğerlerini suçlama gibi olgular, endüstrileşmiş ülkelerin
giderek belirgin hale gelen bireycilik semptomlarıdır
(Morval, 1981).
Sonuçlar göstermiştir ki; ekolojik sorunlarla ilgilenenler,
diğerlerine oranla daha çok eğitim görmüş ve sosyoekonomik düzeyi yüksek, politik açıdan daha yetkili ve
çoğu kez kentsel ortamda yaşayan kişilerdir.
Konu ve araştırmalarla ilgili daha ayrıntılı bilgi için, Ege
Üniversitesi Psikoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nuri
Bilgin’in, Türkçeye çevrilen ilk Çevre Psikolojisi kitabı
olarak yayımladığı Çevre Psikolojine Giriş ve yine Ege
Üniversitesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Anabilim
Dalı’ndan Prof. Dr. Melek Göregenli’nin Çevre
Psikolojisinde Temel Konular adlı kitaplarından
yararlanılabilir.
Bununla birlikte, bu özellikler oldukça karmaşıktır ve
başka pek çok etmene bağlıdır.
Sosyo-ekonomik düzeyi yüksek kişiler, çoğu kez daha az
kirlenmiş yerlerde oturmakta ve daha az kaygı
taşımaktadırlar. Sosyo-ekonomik düzeyi daha düşük
olan ve daha kirlenmiş yerlerde oturanlar, daha çok ilgili
görünmektedirler, fakat kirlenmiş yerlerde oturanlar
arasında, sorundan en çok kaygılı olanlar, sosyoekonomik düzeyi yüksek kişilerdir.
KAYNAKÇA
4- İş adamları (Constantini ve Hanf, 1972) ve kirlilik
kaynağı bir endüstrinin işçileri ise (Lipsey, 1977) kazanç
ve paha değerlendirmeleri nedeniyle diğerlerine oranla
daha az kaygı taşımaktadırlar
Göregenli, M. ( 2005). Çevre Psikolojisinde Temel
Konular. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları
5- Sosyal psikologların üzerinde durdukları konular
arasında, bilişsel boyutların davranışla örtüşmediği
konusu da vardır. Bu durumun ekolojik sorunlara ilişkin
davranış ve tutumlar için de benzer olduğu sonucuna
varılmıştır. İnsanların çoğu, kendilerine sorulduğunda
çevrenin kalitesiyle ilgilendiklerini söylemekte, fakat
Morval, J. (1985). Çevre Psikolojisine Giriş. (N. Bilgin,
Çev). İzmir: Ege Üniversitesi Basım Evi. ( 1981)
10
VAROLUŞ VE VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ
Kierkegaard’ın özgürlük ve seçimi vurgulayan
hiristiyan varoluşçuluğu, Nietzsche’ nin ikonoklastik
determinizmi,
Heidegger’in
zamansallık
ve
sahiciliğe odaklanması, Camus’un saçmalık hissi
,J.P. Sartre’ın mutlak nedensizlik karşısında
sorumluluğa vurgusudur varoluşçuluk. (Güneşe
bakmak ölümle yüzleşmek, Yalom sayfa 177 )
Cem Soylu
Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölümü
İnsanın var olmasından beri ruhsal acıları olmuştur.
İnsanın ruhsal acılarını dindirme görevi yıllar
boyunca din adamlarına günah çıkarma ve
bağışlanma, kabile büyücülerine, felsefeye bazen
de edebiyat, tiyatro gibi sanat dallarında verilen
eserlerin dokunuşuna bırakılmıştır. Bu ruhsal acının
günahkârlık, kaderine razı olamama, geleneksel ve
dinsel öğretilere karşı gelmekten kaynaklandığı
düşünülmüştür. İnsanların çektiği ruhsal acıların
dindirilmesi için ortaya çıkmıştır terapiler ve
bunlardan birisi de varoluşçu psikoterapidir.
Varoluşçu psikoterapi insanın ruhsal acısının var
olmasının getirdiği kaygılardan kaynaklandığını
varsayar. Varoluşçu psikoterapinin anlaşılması için
varoluş kavramına ve varoluşçu psikoterapinin
tarihine kısaca bakmak gerekir.
Victor Frankl 1920’ lerden başlayarak logoterapi
diğer adıyla anlam terapisi modelini ortaya sundu.
Frankl insanın Freud’un dediği gibi haz peşinde
koşan bir psişiye indirgenemeyeceğini Adler’ in de
dediği gibi güç, hakim dürtü olmadığını gelecek
amaçlar veya beklentiler için çabalama şimdiki
davranışımızı
etkileyip
değiştirebileceğini
söylemiştir (Schultz Modern Psikoloji Tarihi sayfa
655). Frankl’a göre insan amaçlar ve anlamlar
peşinde koşan ve etkinlikler de bulunan bir varlıktır.
Victor Frankl logoterapide ıstırabın kaynağında
insanın hayatına anlam verememesi gerçeğinin
yattığını ileri sürmüştür. Doğru soruların sorulup
doğru cevaplarla o insanın hayatındaki anlamın
bulunduğu anda insan bir huzura ve rahatlığa
ulaşacağını
savunmuştur.
Alman
filozof
Heidegger’in 1927 de çıkan kitabı ‘varlık ve
zamandaki’ ontolojik yaklaşımdan etkilenen İsviçreli
psikoanalistler Medard Boss ve Ludwig Binswanger
varoluşçu psikoterapinin öncüsü sayılabilecek bir
psikoterapi modeli geliştirdiler. Yirminci yüzyıl
Alman filozofu Heidegger’in fikirleri gerçekten
varoluşçu psikoterapinin çatısını oluşturmuştur.
Heidegger iki tarz varoluş ileri sürmüştür: gündelik
ve ontolojik varoluş (Güneşe Bakmak Ölümle
Yüzleşmek, Irvın Yalom sayfa 38). Gündelik tarzda,
etrafımıza odaklanır ve dünyadaki şeylerin nasıl
olduğuyla ilgilenirsiniz; ontolojik tarzda ‘varlık’
mucizesinin kendisine odaklanır ve şeylerin var
olmasına, sizin var olmanıza hayranlık duyarsınız.
Şeylerin nasıl olduğu ile yalnızca var olmaları
arasında önemli bir fark vardır. Gündelik tarza
Varoluşçuluk nedir? Şimdiye kadar çeşitli cevaplar
verilmiş bir sorudur bu. Genel geçer bir tanımı
yapılamamıştır. Elbette bir şeyin tanımlanmaması
veya genel bir tanım konusunda anlaşılamaması
onun yok olduğunu göstermez. Nitekim aşkı, şiiri ve
vicdanı da tanımlayamıyoruz ama yok da
saymıyoruz. Çünkü her gün onların çeşitli
belirtileriyle
karşılaşıyoruz
tıpkı
varoluşçu
düşüncelerle karşılaştığımız gibi. Sözgelişi Weil’e
göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’e göre
umutsuzluk, Hamelin’e güre bunaltı, Banfi’ye göre
kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre
özgürlük Foulquie’ye göre saçmalık felsefesidir.
(Varoluşçuluk, Jean Paul Sartre sayfa 7 ). Bu değişik
cevaplar
varoluşu
tanımlamaktan
çok
varoluşçuluğun belirli yanlarına parmak basmıştır.
Peki, varoluşçuluk tanımlanamaz mı? Irvın Yalom
ise kitabında varoluş için şunları söylemektedir:
11
gömüldüğünüzde fiziksel görünüş mülkiyet veya
saygınlık gibi çabucak unutulan dikkat çelicilere
odaklanırsınız. Öte yandan ontolojik tarzda yalnızca
varoluşun, ölümlülüğün ve hayatın diğer değişmez
özelliklerinin daha fazla farkına varmakla kalmaz
anlamlı değişiklikler yapma konusunda daha
heyecanlı ve hazır olursunuz. Yalom Heidegger’in
bu görüşünü farklı bir kitabında (Varoluşçu
Psikoterapi) şu cümlelerle ifade etmektedir:
Heidegger dünyada iki türlü temel varoluş şekli
bulunduğuna inanmaktadır: Var olmayı unutma
durumu ya da var olmayı düşünme durumu. Bir kişi
var olmayı unutma durumunda yaşıyorsa madde
dünyasın da yaşayıp kendisini sıradan hayat
oyalamalarına kaptırmıştır. Düzeyi düşmüştür, boş
gevezeliğe kaptırmıştır kendini, onların içinde
kaybolmuştur. Diğer durumda var olmayı düşünen
durumda insan işlerin gidişine değil oluşuna hayran
olur bu tarzda var olmak devamlı olarak var
olmanın farkında olmak demektir. Sıklıkla ontolojik
tarz denilen bu tarzda insan var olmayı düşünür.
Sadece var olmanın kırılganlığını değil kişinin kendi
var oluşuna ait sorumluluğu da düşünür. İnsan
alışılmış şekilde birinci durumda yaşar. Var oluşu
unutma sıradan var olma tarzıdır. Heidegger buna
‘otantik olmamak’ der. İnsanın kendi hayatı ve
dünyasının sahibi olduğunun farkında olmadığı
kaçtığı düştüğü ve sakinleştirildiği rastgele birisi
tarafından sürüklenerek seçimlerden kaçtığı tarzıdır
bu. İnsan ancak ikinci var olma durumuna
girdiğinde otantik olarak vardır. Bu durumda kişi,
tam bir öz farkındalık yaşar. Öz farkındalık büyük bir
armağan hayat kadar değerli bir hazinedir ama bu
hazinenin de bedeli çok ağırdır insanı ölümlülük
düşüncesine sürükler. Bizim varoluşumuz büyüyüp
yaşlanacağımız ve sonunda ölüp yok olacağımız
bilgisiyle gölgelenir. Kendi olanak ve sınırlılıklarını
kabul eder, mutlak özgürlük ve yoklukla yüzleşir ve
onların karşısında endişelenir.
Hümanistik psikoloji hareketleri 1961 yılında
hümanistik psikoloji dergisinin 1962 yılında
hümanistik psikoloji derneğinin ve 1971 yılında
APA’nın
hümanistik
psikoloji
bölümünün
kurulmasıyla resmi hale geldi (Schultz Modern
Psikoloji Tarihi sayfa 682). Rollo May varoluşun
trajik boyutunu dile getirmesiyle varoluşçu ekolün
bir temsilcisi olarak kalmıştır. Irvın. D. Yalom ise
varoluşçu psikoterapiyi geliştiren metodolojisini
ortaya koyan ve yazdığı kitaplarla dünyaya
tanıtmıştır.
Varoluşçu psikoterapi bireyin var olmasından
kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir
terapi yaklaşımıdır. (Varoluşçu psikoterapi Irvın
Yalom sayfa 14 ). Varoluşçu terapinin özünü
anlamak için bu endişelerin neden kaynaklandığını
diğer ekollerle karşılaştırmak gerekir. Bunlardan
biraz bahsedecek olursak, Freud’un psikolojiye en
önemli katkılarından birisi ruhsal çatışma kavramını
ortaya çıkarmış olmasıdır. Freud bu çatışmanın
insanların doğuştan getirdiği cinsel ve saldırgan
dürtülerle bunların gerçekleşmesini engelleyen dış
dünyanın temsilcisi süperegonun sınırlamaları
arasında gerçekleştiği savını ortaya koymuştu
üstelik bu çatışma büyük ölçüde bilinç dışı olarak
gerçekleşiyordu. Ego psikoloji ve hümanistik
psikolojinin temsilcileri arasında adı geçen Karen
Horney, Eric Fromm, özellikle Freud ile çatışmaları
ile ön plana çıkan Alfred Adler ve Carl Rogers gibi
(Schultz Modern Psikoloji Tarihi sayfa 652-687)
Neo- Freudyen akımının temsilcileri bu çatışmayı
kabul eder ancak bu çatışmanın geçtiği sınırlar
arasında farklılık yaşarlar. Ego psikologlarına göre
(sanırım sosyal psikologlar da denilebilir) Freud
insanların bir ailenin içinde bir kültür değerleriyle
birlikte doğduğunu ve insanların gelişimi üzerindeki
kültürel değerleri ihmal etmiştir. İnsanların
doğuştan belli bir mizaca karaktere sahiptir fakat
çocuklar Freud’un varsaydığı gibi cinsel ve saldırgan
12
dürtülerle değil merak ve gelişime yönelik
çevresindekilerle ilişki kurarak bunları elinde tutma
ihtiyacına sahiptir. Bu ilişkide çocuk desteklenmek
ve onaylanmak ister eğer bu güveni ve onayı
alamazsa çocukta anksiyete duygusu oluşacak ve
bir takım savunma mekanizmaları ortaya
çıkaracaktır. İşte varoluşçu psikoterapi ise çatışmayı
kabul eder fakat varoluşçu görüş farklı türde bir
temel çatışmayı vurgulamaktadır. Ne bastırılmış
içgüdüsel çekişmelerle ne de içselleştirilmiş önemli
yetişkinlerle olan çatışmayı önemsemektedir. Onun
yerine
bireyin
var
olmanın
getirileriyle
yüzleşmesinden kaynaklanan çatışması üzerinde
durmaktadır. Var olmanın getirileri derken belirli
kaygıları, insanoğlunun dünyadaki varlığının bir
parçası olan doğuştan gelen belirli niteliklerini
kastediyorum. Irvın Yalom varoluşçu psikoterapi
kitabında da varoluşun getirdiği dört kaygıyla
uğraşmaktadır. Bunlar: ölüm, özgürlük, yalıtım ve
anlamsızlık. Bireyin hayatının bu gerçeklerinden
biriyle karşı karşıya kalması varoluşçu dinamik
çatışmanın içeriğini oluşturmaktadır. Dinamik
varoluşçu yaklaşım Freud tarafından ana hatları
çizilen temel dinamik yapıyı korumakta fakat içeriği
temelden değişmektedir. Dürtü-anksiyete-savunma
mekanizması şeklindeki eski formül, temel
kaygıların
farkına
varma-anksiyete–savunma
mekanizması halini almıştır. Her iki formül de
anksiyetenin psikopatolojinin yakıtı olduğunu
varsaymaktadır. Bu iki dinamik arasındaki en büyük
fark Freud’un zincirinin dürtüyle başlarken
varoluşçu çatının farkındalık ve korkuyla
başlamasıdır.
katmanlarımızdan değil (psikofarmokolojik görüş),
yalnızca bastırılmış içgüdüsel çabalarımızdan değil
(Freudyen görüş), yalnızca içselleştirdiğimiz ilgisiz,
sevgisiz, nörotik, önemli yetişkinlerden değil (nesne
ilişkileri görüşü) yalnızca bozulmuş düşünce
biçimlerimizden değil (bilişsel–davranışçı görüş),
yalnızca
unutulmuş
travmatik
anıların
parçalarından değil, yalnızca kişinin kariyerine
önemli diğer kişilerle olan ilişkilerini içeren mevcut
hayat krizlerinden değil aynı zamanda var
oluşumumuzla yüzleşmemizden de kaynaklandığını
ileri sürer. O halde varoluşçu terapinin asıl duruşu
amacımızın diğer umutsuzluk kaynaklarımıza ek
olarak aynı zamanda insan koşullarıyla (varoluşun
getirileri ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlamsızlık)
kaçınılmaz
şekilde
yüzleşmemizden
de
kaynaklandığını ileri sürer (Güneşe bakmak Ölümle
yüzleşmek, Irvın Yalom sayfa 178).
Kaynakça
Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek, Irvın Yalom
Kabalcı Yayınları
Varoluşçuluk, Jean Paul Sartre Ağaoğlu Yay. Fatih
Üniv. Kütüphanesi
Varoluşçu Psikoterapi, Irvın Yalom Kabalcı
Yayınları
Modern Psikoloji Tarihi Duane p. Schultz Sydney
Ellen Schultz Kaknüs yayınları
Irvın
Yalom
varoluşçu
yaklaşımı
şöyle
açıklamaktadır: Varoluşçu yaklaşım, var olma
nedenleri aynı olan pek çok psikoterapi
yaklaşımından biridir – insanın umutsuzluğuna
yardım etmek. Varoluşçu psikoterapi görüşü,
canımızı sıkan konuların yalnızca biyolojik genetik
13
Çocuk İstismarı ve İhmali
ÇOCUK İSTİSMARI VE İHMALİNİN ÇEŞİTLERİ VE
ENSEST ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA
Çocuk istismarı ve ihmali, ebeveyn ya da bakıcı gibi bir
erişkin tarafından çocuğa yöneltilen, toplumsal kurallar
ve profesyonel kişilerce uygunsuz, hasar verici ya da
yasak olarak nitelendirilen, çocuğun gelişimini
engellemeye ya da kısıtlamaya yönelik yapılan ya da
yapılmayan davranışların tümüdür (Taner ve Gökler,
2004). İstismarın çeşitli türleri vardır. Bunlar: Fiziksel
istismar, duygusal istismar, cinsel istismar (Ünal, 2008).
Sinem Karakuzu
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Özet
Bu çalışmanın amacı çocuk istismarı ve ihmalinin
çeşitlerini tanıtmak ve istismarın bir alt grubu olan
ensestin nedenlerini ve etkilerini açıklamaktır. Aile
ortamının her zaman çocuk için en güvenli ortam olduğu
düşünülmektedir. Ancak çocuğun büyüme ve
gelişmesini olumsuz yönde etkileyen çocuk istismarı,
ihmali ve enseste, insanlık tarihi boyunca hemen her
kültürde rastlanmaktadır. Genel anlamda çocuğa fiziksel
ve psikolojik olarak zarar verme olarak ifade edilen
istismar ve ihmal, çocukların sağlıklı bireyler olarak
gelişmelerini engellemekte ve kalıcı travmatik etkilere
neden olmaktadır.
Fiziksel İstismar ve İhmal
Fiziksel istismar, en geniş anlamda çocuğun kaza dışı
yaralanmasıdır. Çocuğun ağzına biber sürmek, sarsmak,
kulağını ve saçını çekmek, çocuğun vücudunun herhangi
bir yerine hafif şiddette veya parmakla vurmak gibi
fiziksel cezalandırmalar orta derecede fiziksel istismar
olarak kabul edilirken; çocuğa şiddetli elle veya ayakla
vurmak, yakmak, boğmak gibi fiziksel cezalandırmalar
ise şiddetli fiziksel istismar olarak kabul edilmektedir
(Topbaş, 2004).
GİRİŞ
Fiziksel istismar en kolay belirlenen istismar türüdür.
Fiziksel muayenede morluklar, doku hasarları, el izi,
ısırık izi gibi özel izler, sigara yanıkları ve diğer yanıklar,
kırık ya da çıkıklar, iç kanamalar, göz hasarları, kulak zarı
yırtılması vb gibi daha birçok fiziksel hasar fiziksel
istismarı akla getirmelidir (Tıraşçı, 2007). Buradaki en
önemli sorun fiziksel istismar türü olarak tanımlanan bu
cezalandırma şekillerinin, bazı toplum ve kültürlerde
istismar olarak algılanmamasıdır. Hatta bazı toplumlarda
ve kültürlerde yer alan bu davranışlar çocuğun disiplini
ve terbiye edilmesi için gerekli olarak düşünülmektedir.
Örneğin; “Dayak, cennetten çıkmadır.”, “Öğretmenin
vurduğu yerde gül biter” gibi ülkemizde herkesin dilinde
olan atasözleri, yetişkinlerin çocuklarına karşı
uyguladıkları davranışların toplum tarafından kabul
edildiğini göstermektedir (Topbaş, 2004).
Dünya Sağlık Örgütü’nün 1999’da yaptığı tanıma göre
çocuk istismarı, kendinden en az 6 yaş büyük bir
yetişkinin, çocuğun sağlığını ve fiziksel gelişimini
olumsuz yönde etkileyecek şekilde bilerek veya
bilmeyerek yaptığı davranışlardır (Akt: Topbaş, 2004).
Literatürde ihmal, çocuğa bakmakla yükümlü ve/veya
onu eğitmekle görevli kişilerin çocuğun bakım,
beslenme, barınma, sevgi, güven, eğitim gibi temel
gereksinimlerini karşılama konusunda sorumluluklarını
yerine getirmemeleridir (Akt: Ünal, 2008). İhmal ve
istismarı birbirinden ayıran en temel noktanın,
istismarın aktif, ihmalin ise pasif bir olgu olmasından
kaynaklandığı vurgulanmaktadır (Aral, 1997).
Bu davranışların sonucu olarak; çocuğun fiziksel, ruhsal,
cinsel ya da sosyal açıdan zarar görmesi, sağlık
güvenliliğinin tehlikeye girmesi söz konusudur. İstismar
ve ihmalin bu farklı şekilleri yalnız aileleri değil,
toplumu, sosyal kuruluşları, yasal sistemleri, eğitim
sistemini ve iş alanlarını da etkileyen bir halk sorunudur
(Taner ve Gökler, 2004).
Fiziksel istismara uğramış çocuklarda sosyal işlevsellik
alanında birçok eksiklik fark edilmektedir; bu çocuklar
yakın ilişki kurmakta güçlük çekip, daha çatışmalı,
duygusal yoğunluğu az, yoğun öfke ve istismar davranışı
içeren ilişkiler kurabilmektedir. Fiziksel istismar ve
14
ihmale uğramış çocuklarda bilişsel yetilerde bozukluk ve
akademik başarısızlığa sık rastlanılmaktadır. Fiziksel
istismarla beraber en sık görülen sorunlar saldırgan ve
suça yönelik davranışlardır. Bu çocuklarda normalden
daha yüksek oranda davranış bozukluğu ve karşı olma,
karşı gelme bozukluğu görülmektedir. Fiziksel istismara
uğramış kişilerde intihar düşünceleri ve girişimlerine
daha yüksek oranda rastlanılmaktadır. Madde kötüye
kullanımı, psikopatik kişilik bozuklukları, tehlikeli cinsel
deneyimler gibi sağlığı tehdit eden davranışlar, dikkat
eksikliği, hiperaktivite bozukluğu ve kaygı bozuklukları
gibi psikiyatrik hastalıklar da fiziksel istismara uğramış
çocuklarda daha sık saptanmaktadır. Ağır fiziksel
istismar vakalarında travma sonrası stres bozukluğu
görülebilmektedir (Ovayolu ve ark., 2007; Page, 2004;
Taner ve Gökler, 2004).
•Çocuğa karşı olumsuz ve yanlış tutumlar,
•Çocuğun gelişimiyle
davranışlar,
ilgili
uyumsuz
beklenti
ve
•Çocuğun kişilik ve ruhsal sorunlarını fark edememe,
•Çocuğun sosyal uyumunu başlatacak yönergeleri
sağlayamama (Akt: Taner ve Gökler, 2004).
Bu tür istismar ve ihmal, uzun dönem psikolojik
işlevsellik üzerinde diğer istismar ve ihmallerden daha
fazla etkiye sahiptir. Duygusal istismar ve ihmale maruz
kalan çocuklarda dışavurum ve içe atım sorunları, sosyal
ilişkilerde bozukluk, kendine güvende azalma, intihar
davranışı, çocukluk çağı mastürbasyonu ve birçok başka
psikolojik bozukluk görülebilmektedir (Taner ve Gökler,
2004). Bu çocuklarda normal zihinsel kapasite olmasına
karşın, öğrenme güçlüğü ve dikkat dağınıklılığı gibi
sorunlar görülmektedir. Dolayısıyla duygusal istismar
çocuğun hem kişiliği hem de başarısını olumsuz yönde
etkilemektedir (Akt: Tıraşçı, 2007).
Fiziksel ihmal ise, çocuğun başkaları tarafından yaşam
için gerekli olan beslenme, tıbbi bakım, giyim ve
korunma gibi temel ihtiyaçlardan yoksun bırakılması ve
bunların sağlanmaması durumu olarak belirtilmektedir.
Fiziksel ihmalin de fiziksel istismar gibi kolay
belirlenebildiği ifade edilmektedir (Ünal, 2008).
Çocukların büyüklerin beklentileri dışında yaptıkları
davranışları büyükler tarafından “yaramazlık” olarak
tanımlanır. Oysa yaramazlık, çocuklarına karşı çok ilgili
ailelerde bile bilmeyerek ve istemeyerek, ancak önemli
bir duygusal istismara neden olabilmektedir. Şöyle ki,
ebeveynler çocukları yaramazlık yaptığında “Çabuk sus,
yerinde dur, yoksa seni doktora götürür, iğne yaptırırım”
seklinde tehdit ederler. Oysaki bu tutum çocuğun
yaramazlık yapmasına engel olmadığı gibi, bir sağlık
sorunu olduğunda hem doktorların, hem de ailenin isini
zorlaştırmaktadır. İşte bu anlamda duygusal istismar,
birçok ailede bilmeyerek ve istemeyerek, ciddi sonuçlara
neden olabilen bir istismar türüdür (Topbaş, 2004).
Duygusal (Emosyonel) İstismar ve İhmal
Gündelik yaşamda en sık rastlanan istismar tiplerinden
birisi olan duygusal istismar; anne, baba ya da çevredeki
diğer yetişkinlerin çocuğun yetenekleri üstünde istek ve
beklentiler içinde olmaları ve saldırganca davranmaları
olarak tanımlanır (Tıraşçı, 2007). Çocuğa bağırma,
reddetme, aşağılama, küfretme, yalnız bırakma,
yanıltma, korkutma, yıldırma, tehdit etme, duygusal
bakımdan ihtiyaçlarını karşılamama, yaşın üzerinde
sorumluluklar bekleme, kardeşler arasında ayırım
yapma, değer vermeme, önemsememe, küçük düşürme,
alaylı konuşma, lakap takma, aşırı baskı ve otorite
kurma, bağımlı kılma ve aşırı koruma görülen duygusal
istismar türleridir (Polat, 2000).
Cinsel İstismar
Uluslar arası Çocuk İstismarı ve İhmalini Önleme Derneği
çocuk cinsel istismarını, 'rıza yaşının altında bulunan bir
çocuğun cinsel açıdan olgun bir erişkinin cinsel
doyumuna yol açacak bir davranış içinde yer alması ya
da bu duruma göz yumulması' şeklinde genişleterek
tanımlamıştır. Bu tanım, cinsel davranışın herhangi bir
araç kullanılarak yapıldığını veya yapılmadığını; genital
Duygusal istismar ve ihmalin ifadesi olan birçok farklı
ana
baba-çocuk
ilişkisi
vardır.
Durumun
tanımlanmasında şu beş basamaktan söz edilmektedir:
• Duygusal yanıtsızlık ve ihmal,
15
ya da fiziksel temas içerdiği veya içermediği; çocuk
tarafından başlatıldığı veya başlatılmadığı ve zarar
verdiği ya da vermediği gibi tüm durumları
kapsamaktadır (Akt: Page, 2004). Tecavüz, ensest, çocuk
pornografi, teşhircilik, fuhuşa zorlanma, cinselliği
kışkırtan konuşmalar, pornografik film seyrettirme,
cinsel organları okşama, oral sekse kadar değişen
eylemler cinsel istismar spektrumu içindedir (Polat,
2000).
yönelik merakın yoğunluğu, cinselliğin toplumda halen
bir tabu olmasından dolayı çocuğun merakını giderecek
bilgileri yakın çevresinden öğrenememesi sonucu
gittikçe artar. Çocuk çevresinde (aile, televizyon, basın,
çeşitli konuşmalar) kendisinin dışlandığı ve kendisine hiç
veya çok az bilgi verilen bir şeylerin olduğunun farkına
varır. Çocuğun doğal merakı ve bu merakı giderecek
bilgilerin verilmeyişi, saldırgan tarafından kolayca
çocuğun kullanılmasını sağlayabilir.
Literatüre göre, cinsel istismar iki grup altında
toplanmaktadır:
İlgi ve sevgi ihtiyacı: Tüm çocuklar ilgi ve sevgiye
gereksinimleri olduğu için, cinsel suçlar açısından risk
altında olmakla birlikte, bu risk özellikle ailesinden
yeterli ilgi ve sevgiyi görmeyen veya ailesinden uzakta
olan çocuklarda daha belirgindir (Akduman ve ark.,
2005).
• Dokunma olmaksızın yapılan istismar: Laf
atmak, açık saçık konuşmak, teşhircilik, röntgencilik,
çocuğun cinsel ilişkiye tanık edilmesi, pornografik
yayınlar seyrettirilmesi vb.
Finkelhor’un (1984) sunduğu psikososyal model,
çocuklara yönelik istismar edici eylemlere neden olan
etkenler hakkında kapsamlı bilgiler verir. Bu model,
çocukların cinsel istismara maruz kalmasına neden olan
etkenleri kişisel, psikolojik ve sosyal açıdan
değerlendirerek cinsel istismarı ortaya çıkaran koşulları
belirler ve gruplara ayırır.
• Dokunma ile gerçekleştirilen istismar:
Dokunma, çocuğun fuhuşa zorlanması, müstehcen
yayınlara konu edilmesi, ırza geçme, ensest, oral seks,
anal seks, pornografik bir eylemde kullanılması vb.
edimler yer almaktadır (Akt: Yiğit, 2008). Çocukların en
sık olarak oral ve genital temas, dokunma ve okşama
gibi cinsel edimlere maruz kaldığını açıklanmıştır (Akt:
Page, 2004)
Koşul 1. Saldırganın cinsel istismar motivasyonu:
Duygusal açıdan olgunlaşmamış, erişkinlerle ilişkiyi
tehdit edici gören, reddedilme veya yetersiz olma
korkusu yaşayan ve cinsel doyum kaynakları ulaşılabilir
durumda veya tam tatmin edici olmayan saldırgan,
çocukları kolay ulaşabilecek cinsel objeler olarak görür.
Kızlar erkeklere oranla daha yüksek risk altındadırlar.
Her iki cinsiyette de risk oranı; düşük eğitim düzeyi,
anne/babada ruhsal sorun, aile içinde şiddetli
geçimsizlik,
düşük
sosyo-ekonomik
durum,
ebeveynlerden birin-den ayrı olması, ilgisiz anne, anne/
babada ilaç ya da alkol kullanımı, çocuğun bakıcılarının
sık değişmesi, bakıcıların ya da ebeveynlerin sık eş
değiştirmeleri, sosyal izolasyon, çocuğun düşük benlik
saygısına sahip olması, kalabalık aile ve mutsuz aile
koşullarında yüksektir (Oral ve ark. 2002).
Cinsel istismarın farklı bakış açılarından birçok nedeni
vardır. Saldırganın bakış açısından çocuklar, kendilerini
ideal mağdur konumuna iten belirli özellikler içerirler:
Koşul 2. İçsel engelleyici etkenlerin yıkılması: Kişinin
kendine güvenini tehdit eden stres durumları, evlilik
sorunları, evlilik ilişkisinin işlevselliğini kaybetmesi,
duyguların cinsel yollarla ifadesini destekleyen kültürel
normlar, alkol ya da madde kullanımı, psikopatolojik
rahatsızlıklar, yaşlılık, çocuklara gösterilen cinsel ilgiye
ilişkin toplumsal hoşgörü ve cinsel saldırganlara yönelik
hukuki yaptırımların zayıf ve yetersiz olması gibi
etkenler saldırganın çocukla cinsel etkileşimine neden
olur.
Merak: Çocukların büyüdükçe meraklarının yoğunlaştığı
konuların başında da cinsellikleri gelir ve cinselliğe
Koşul 3. Dışsal engelleyici etkenlerin yıkılması: Ebeveynçocuk bağlılığının zayıf olması, anne yoksunluğu veya
Cinsel İstismara Neden Olan Etkenler
16
annenin hasta olması, ebeveynlerin yetersiz bakımı ve
gözetmenliği, kapalı ve katı bir aile yapısı, aile içi şiddet,
ailenin ya da annenin sosyal destek kaynaklarının
olmaması gibi etkenler çocuğun cinsel istismara uğrama
riskini artıran etkenlerdir.
Cinsel İstismarın Önemli Bir Alt Grubu: Ensest
Ensest, geleneksel olarak biyolojik olarak akrabalığı olan,
kanunen evlenmelerine izin verilmeyen iki kiși
arasındaki cinsel ilişki olarak değerlendirilmektedir
(Akduman ve ark., 2005; Aktepe, 2009). Ensest tarihte
bazı kültürler dışında tüm kültürlerde tabu olarak kabul
edilir.
Koşul 4. Çocuğun direncini kıran etkenler: Fiziksel,
zihinsel ve/veya gelişimsel özrü bulunan, terk edilmiş,
duygusal olarak yoksun ve sosyal olarak yalnız bırakılmış
olan, cinsel istismar hakkında bilgisi olmayan çocuklar›n
cinsel istismara uğrama riskleri daha fazladır (Page,
2004).
Aile içi istismarda en sık rastlanan suçlu babadır. En sık
tanımlanan örüntü, babanın güçlü konumunu kuvvet
kullanarak elde ettiği katı ve ataerkil bir aile yapısıdır.
Ancak üvey babalar da istatistiksel olarak yüksek
bulunmuștur. Üvey babanın olması cinsel istismar için
riski arttıran bir faktördür ve üvey baba ile olan cinsel
istismarın daha ciddi olma olasılığı yüksektir (Aktepe,
2009). Engelli ya da gelişimsel geriliği olan çocukların
normallere göre daha fazla risk altında olduğu
belirtilmektedir (Kozcu, 1991).
Cinsel istismarın daha dolaylı biçimde nedeni olabilecek
bazı olgular da vardır. Bunlar: Kitle iletişim araçları ve
seks turizmidir. Kitle iletişim araçlarında yayımlanan
şiddet içerikli görüntülerin cinsel istismarı tetiklediği
görülmektedir. Almanya’da yapılan bir araştırmada
(1995) sadece yetişkin içerikli olduğu söylenen seks
dergilerinde 10000’e yakın cinsel istismara uğramış
çocuk fotoğrafı bulunmuştur. Çocuğa yönelik şiddete
zemin hazırlayan diğer bir durum da çocuk fuhuşu ve
seks turizmidir (Akt: Turla, 2006). 10 yaşında olgunlaşan,
20 yaşında yaşlanan, 30 yaşında ölen 2 milyon çocuk her
yıl sek pazarına sunulmaktadır (Akt: Polat, 2000).
Cinsel istismarın sık görüldüğü aileler genel olarak
işlevselliği bozuk aileler olarak tanımlanmakta ve bu
ailelerde olaya yol açtığı düşünülen çeşitli patolojiler
bulunmaktadır.
1. Baskın ve koşulsuz söz tutma isteyen ana baba
modeli: En sık gözlenen katı babanın güç ve kararlarda
baskın olduğu aile modelidir. Aile sistemi kapalıdır.
Babaların bir kısmı güç ve kontrol sağlamak için şiddete
başvurmaktadır.
Günümüzde neredeyse vazgeçilmez olan internet çocuk
cinsel istismarının yayılmasında önemli bir etkendir.
İnternetin sağladığı geniş imkanlarla çocuk pornografisi
bu alanda yayılmış ve hacmi ürkütücü boyutlara
varmıştır. ABD’de yapılan bir araştırmada (1994)
katılımcılara farklı miktarda çocuk pornografisi
izlettirilmiştir ve bu seansın ardından izledikleri filmdeki
istismarcıya ne kadar hapis cezası verdikleri
sorulmuştur. Katılımcıların materyale maruz kalma
süreleri arttıkça istismar suçunu toleranslarının da o
kadar arttığı görülmüştür (Akt: Turla, 2006).
2. Cinsel sorunlar: Cinsel istismarın gözlendiği ailelerde,
ana babalarda cinsel sorunlar daha sıktır. (İktidarsızlık,
diğer ebeveynde ilişkiye soğukluk vb)
3. Sosyal izolasyon: Ana babaların çoğunda aile dışı
sosyal ilişkilerde kısıtlılık ve zorlanma vardır.
4. Rol çatışması: Cinsel istismar uygulanan ailelerde rol
çatışmalarına sık rastlanır. Anne genellikle eşlik ve ev
kadınlığı rollerini kızına bırakmaktadır, babada bakım
vermeyi ensest yoluyla yapmaktadır.
Çocukların cinsel sömürmeye karşı korunmaması ve
ilgisiz kalınması, cinsel gelişimine gerekli önemin
verilmemesi
de
cinsel
ihmal
olarak
değerlendirilmektedir (Aral, 2000).
5. Alkol ve madde kötüye kullanımı.
6. Yadsıma: Aile üyelerinde en sık kullanılan savunmadır.
Baba, olayı “seks eğitimi” olarak savunabilir, anne ise
17
kocası ile ilişkisini bozabileceği için reddedip
görmezlikten gelebilir. Çocuk utanma ve suçluluk
duygularını bastırmak ve aile düzeninin bozulmasını
önlemek amacıyla durumu yadsıyabilir (Akt: Taner ve
Gökler, 2004; Yiğit, 2008).
yetişkinlerin onları koruyacağına ve onlara karşı dürüst
davranacaklarına inanırlar. Ne zaman ki çocuk istismara
uğrar, yetişkin ona kasten zarar verir, çocuğun güvenlik
ve emniyet hissi kırılır, çocuk kendisine ihanet edildiğini
hissetmeye başlar.
Ensest için diğer risk faktörleri; annenin olmaması veya
evi terk etmesi, yetişkinlerin çocukla aynı odayı ya da
yatağı paylaşmaları, kız çocuklarının babalarından ayrı
yaşamaları, küçük kızda aniden gelişen baştan çıkarıcı
tavırların varlığı, anne veya babanın ya da her ikisinin
ailesinde daha önce ensest ilişkinin varlığıdır (Polat,
2000).
Güçsüzlük: Bu dinamik istismarcı tarafından çocuğa
sürekli saldırıda bulunulması ile gerçekleşir. Çoğu zaman
çocuk bu istismarı içeren davranıșı kontrol altına alamaz,
eğer bu istismar hareketine dur diyecek olsa toplum ve
aile tarafından ya ona inanılmayacağı ya da aynı
hareketin tekrar yapılacağı yönünde istismarcı
tarafından yöneltilen tehdit davranışlarını içeren pek
çok engelle karşı karşıya kalır. Zarar verileceği yönünde
yapılan tehditler çocukta güçsüzlük hissinin artmasına
neden olur.
Ensest’in Etkileri
Çocuğun saldırganla olan ilişkisine, seksüel aktivitelerin
şekline, çocuğun işbirliğine, şiddet kullanımına, fiziksel
zararın varlığına, çocuğun yaşına bağlı olarak
değişmektedir. Ailenin olaya tepkisi de konu üzerinde
etkileyici rol oynar (Akduman ve ark., 2005). Bowlby’nin
bağlanma teorisine göre cinsel istismar yaşayan bireyler
dezorganize bağlanma geliștirirler. Ainsworth’un
teorisine göre ise güvensiz bağlanma geliştirirler (Akt:
Hancı ve Özdemir, 2001).
Damgalanma: Cinsel tacize uğrama çocuğa lekelenmişlik
duyguları hissettirebilir. Utanç, suçluluk kavramlarının
da eklenmesiyle bu duygular zamanla benlik algısına
karışır ve kendisini böyle algılamaya başlar. Bu dinamik
çocuğun istismarcı tarafından azarlanması, ensestin ilişki
içerisinde gizlenmesi, toplum ve aile tarafından çocuğa
tepki verilmesi ile ortaya çıkar. İstismara uğrayan kiși
istismarın yükünü etrafına zarar verdiği ve bu yüzden
hak ettiği șeklinde yașamaya devam eder (Aktepe, 2009;
Ovayolu ve ark., 2007)
Enseste uğrayan çocukta;
Travmatik Cinsellik: İstismar eden kiși, aslında çocuğun
ailede en çok sevgi ve onay beklediği kişidir. Hatta
özdeşim modeli bile olabilir. Bu kiși onun sevgisinden
faydalanıp hediyeler vermiş ve cinsel talepte
bulunmuștur. Bu durum çocukta cinsel davranış ve ahlak
karmaşası yaratacaktır. Cinselliği bir alıș veriş gibi
görecek, sevgi için cinselliğin gerektiğini düşünecek bu
da sonraki yaşamında birçok partnerle cinsel ilişkiye
girmesine ve riskli cinsel davranışlarda bulunmasına
neden olacaktır.
Tartışma
Çocuk istismarı ve ihmali günümüzde evrensel bir
sorundur ve son yıllarda yadsınamayacak kadar ileri
boyutlara varmıştır. İnternette yayınlanan çocuk
pornoları, çocuk fuhuşu ve seks turizmi yayılımını
artırmış ve giderek çocuklar yetişkinlerin köleleri olarak
kullanılmaya başlanmıştır. Çocuk istismarı ve ihmali bu
noktada sağlıklı biyoloji ve psikolojiye sahip nesiller
yetişmesini ketlemektedir.
İhanete uğramışlık hissi: Cinsel istismara uğramış çocuk
yakınları tarafından ihanete uğradığını düşünür.
İlişkilerinde kişilere güvenmekte zorluk çeker. Kime
güveneceğine karar vermekte zorluk yaşadığı için
yetişkinliğinde çoklu, kısa, istismara açık ilişkiler
yaşayabilir. İhanet yetişkinin kişiler arası işlevlerinde de
etkili olan dikkat çekici bir yapıdır. Genellikle çocuklar
İstismarın bir alt grubu olan ensest ise daha ciddi bir
boyuttadır. Güvenmenin, bağlanmanın ve inanmanın
çok önemli olduğu dönemde çocuk; güvenmek,
bağlanmak ve inanmak istediği insanlardan biri
tarafından cinsel istismara uğramaktadır. Bu noktada
çocuk kendini olup biteni anlamlandıramadığı ya da tüm
18
olanları yaşamamış olmayı tercih ettiği bir dünyada
bulur. Önemli olan bireylerin, daha çok anne, babaların
bilgilendirilmesidir. Çeşitli kurum ve kuruluşlarca bir
takım eğitim programları düzenlenip, bu programlarca
insanların istismar, cinsel istismar ve ensest hakkında
bilgilendirilmelidir. Bu sağlıklı bireyler yetişmesi ve
bilinçli toplumlar oluşması adına önemli bir adım
olacaktır.
cinsel istismar ve etkileri. Fırat Sağlık Hizmetleri
Dergisi, 2(4); 13-22.
Page, A. (2004). Çocuklarda cinsel istismarın nedenleri
ve etkileri. Türk Psikoloji Yazıları, 7(13); 103-113.
Polat O. (2000). Çocuk istismarı. Adli Tıp Dergisi, 290;
207-231.
Taner, Y. ve Bahar, G. (2004). Çocuk istismarı ve ihmali,
psikiyatrik yönleri. Hacettepe Tıp Dergisi, 35; 8285.
Tıraşçı, Y. ve Gören, S. (2007). Çocuk istismarı ve ihmali.
Dicle Tıp Dergisi, 34(1); 70-74.
Topbaş, M. (2004). İnsanlığın büyük bir ayıbı: Çocuk
istismarı. TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni, 3(4);
76-80.
Turla, A. (2006). Çocuk istismarı ve pornografisi. Polis
Bilimleri Dergisi, 8(1); 117-133.
Ünal, F. (2008). Ailede çocuk istismarı ve ihmali. Türkiye
Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1; 9-18.
Yiğit, R. (2008). Çocuk cinsel istismarı ve ensest. Internet
Türk Tıp Dergisi, 1(3); 90-100.
Diğer bir önemli kısımsa çocukların bilgilendirilmesidir.
Yine aynı şekilde çeşitli kurum ve kuruluşlarca
düzenlenen programlarla çocukların yaş gruplarına göre
anlayabilecekleri düzeyde ve duygu durumlarını
etkilemeyecek şekilde anlatılmalıdır. Bu program
kapsamında çocuklara hangi davranışların istismar
kapsamına girdiği, istismara maruz kaldıklarında bunu
nasıl ve kime anlatmaları gerektiği, istismarcının tehdit
ve şantajlarından korkmamaları gerektiği ve hayatta
önemli olan tek şeyin onların sağlıkları olduğu ve hiçbir
nedenin bunun önüne geçemeyeceği açıklanmalıdır.
Günümüz şartlarında, medeniyetin bu kadar ilerlediği
bir noktada bu ilkel ve barbarca davranışlardan
kurtulmanın insanları eğitmekten başka yolu olmadığını
anlamalıyız. Kendi çocuklarımızın, kardeşlerimizin başına
gelmez düşüncesini silip, her ihtimali göz önünde
bulundurarak onları bilgilendirmeli, sağlıklı bir toplum
yetiştirmek adına birey olarak görevimizi yerine
getirmeliyiz.
KAYNAKÇA
Aral, N. (1997). Fiziksel İstismar ve Çocuk. Ankara;
Tekışık Veb Ofset.
Akduman, G.G., Ruban, C., Akduman, B. ve Korkusuz İ.
(2005). Çocuk ve cinsel istismar. Adli Psikiyatri
Dergisi, 3(1); 9–14.
Aktepe, E. (2009). Çocukluk çağı cinsel istismarı.
Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 1; 95-119.
Hancı, H. Ve Özdemir, Ç. (2001). Çocuk cinsel istismarı.
Sürekli Tıp Eğitim Dergisi, 10(10); 389-390.
Kozcu, Ş. (1991). Çocuk İstismarı ve İhmali. Aile Yazıları
3. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Bilim
Serisi, 5(3); 379-390.
Ovayolu, N., Uçan, Ö. ve Serindağ S. (2007). Çocuklarda
19
Varoluşsal bir Kaygı, Ölüm: Güneşe Bakmak,
Ölümle Yüzleşmek
içinde. Ölümden korkuyorum.” Şeklinde ıstırabını
ve çaresizliğini dile getirmiştir.
Hatice Zehide Çetinkaya
Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Gılgamış hepimiz adına konuşuyor. Onun ölümden
korktuğu gibi hepimiz korkarız her erkek, kadın ve
çocuk ölümden korkar. Bu bağlamda bazılarımız
ölümle ilgili açık ve bilinçli bir anksiyete yaşarken,
bazılarımız için ölüm korkusu bütün mutluluk ve
sevinçlerimizi engelleyen bir dehşet haline
gelir.Yani kimilerimiz için ölüm korkusu genelleşmiş
bir huzursuzluk şeklinde kendini gösterir yada
başka bir psikolojik bozukluk kılığına girer,öyle ki
ilgisi olmayan semptomlarla ifade edilir.
Le soleil ni la mort ne se peuvent regarder en face.
“Güneşin ya da ölümü yüzüne doğrudan bakamazsınız.”
Her şeyin yok olduğu, yok olmaktan korktuğumuz,
ama yine de yok olmanın ve bu korkunun varlığında
yaşamamız gerektiği gerçeği hayatın en açık
gerçeklerindendir. Stoik felsefeye inanlar, ölümün
hayattaki en önemli olay olduğunu söyler (Yalom
1980, p. 52). İnsanlık tarihinden bu yana
insanoğlunun en büyük ıstırabı olmuştur
ölümlülüğü. Ancak ölümlülüğümüze anlam vermeyi
Smith (1977) şu şekilde ifade eder ”Ölümlülüğüne
rağmen yaşamına anlam verecek olan insanın
kendisidir.” (Smith 1977, p. 15 ). Hayatına anlam
verme yetisi kendisinde olan insanoğlu, iyi
yaşamayı öğrenerek iyi ölmeye hazırlanıyor ve
bunun tersine iyi ölmeye hazırlanarak da iyi
yaşamayı öğreniyor. Bu paradoksu varoluşçu
yaklaşım, varlığını sürdürebilmek ve ne yönde
büyüyüp gelişeceğine karar verecek olan insanın
kendisidir şeklinde ifade eder. Kimi filozoflar felsefe
yapmayı ölüme hazırlanmak şeklinde tanımlarken,
kimisi de insanın gerçek benliği ancak ölümün
karşısında doğacağı düşüncesi üzerine fikir
yürütürler. Birçok düşünüre göre ölüm gerçeğinin,
insana yeni bir varoluş kapısı açtığını,belki de sıkışıp
kaldığımız kozadan yeni bir hayata ve ebedi
özgürlüğe doğru yol aldığımızı işaret eder.
Her anı ölümün farkında olarak yaşamak hiç kolay
olmayacaktır. Bu, güneşe dosdoğru bakmaya
benzer; daha fazla dayanamazsınız. Belki de
Platon’un söylediği gibi benliğimizin en derin
noktalarına yalan söyleyemeyiz. Bizimle birlikte,
bilinç zarının hemen altında uğuldayan ölüm;
endişelerimizin, streslerimizin ve çatışmalarımızın
kaynağıdır. Çünkü ölmek hayatın yalnız yapılan tek
olayıdır. Ancak insanoğlu hayatı dehşete düşmüş bir
şekilde geçiremeyeceği için korkuyu yumuşatacak
yöntemlere başvurur. Yalom’un bu korkuyla
mücadelesinde “ Ölümün fizikselliği bizi yok etse
de, ölüm fikri bizi esirger.” (Yalom 2008, p. 52
)derken ölüm fikri insanı yeni arayışlara, uyanışlara
ve hayata şefkatle yeniden hayata bağlanmaya sevk
ettiğini, hatta öyle ki ölüm fikrinin dehşeti
hafifletmekle kalmayıp hayatı zenginleştireceğine
olan inancı çok güçlüdür Yalom’un.
Var olmanın Farkına Varmak
Ölümün hayatın en önemli olayı olduğuna diar bir
örnek olarak Babil kahramanı Gılgamış, arkadaşı
Enkidu’nun ölümü karşısında “Sen artık karanlıklar
içindesin ve beni duymaz oldun. Ben de öldüğümde
Enkidu gibi olmayacak mıyım? Yüreğim umutsuzluk
“Gerçekte yaşayan varoluşumuz bu sonsuzluğun
farkında olarak veya olmayarak hep içindedir.”
Gariplerin Kitabı
(Ian Dallas)
20
kıpırdamadığım bir an içinde başlamıştı” (Dallas,
2008 , p . 18 )
Şeylerin nasıl olduğu ile yalnızca var olmaları
arasında önemli bir fark vardır. Varoluşçu yaklaşım
ne kadar yaşamın önceden belirlenmiş bir anlamı
yoktur dese de ben bu kadar belirsiz (Daş, 2009, p.
10) olmadığını düşünüyorum. Evrenin ve kendisinin
sırlarını çözme potansiyeli olan insanoğlunun
bilinçdışı bir anlam arayışı vardır. Ancak kimi insan
daha öz-farkındalıkla varoluşsal anlamını bulmaya
çabalarken, kimi daha nevrotize olmuş bir varoluş
yaşamakta ve kendisini bu anlamını bulma çabası
karşısında oyalamakta. Heidegger bu durumu iki
tarz varoluş olduğunu ifade eder: gündelik ve
ontolojik varoluş. Kişi var olmanın farkına varmakla
gündelik varoluştan ontolojik varoluşa doğru yol
alır. Gündelik bir tarza gömüldüğünüzde fiziksel
görünüş,mülkiyet veya saygınlık gibi çabucak
unutulan dikkat çelicilere odaklanırken öte yandan
ontolojik tarzda yalnızca var oluşun, ölümlülüğün
ve hayatın diğer değişmez özelliklerinin daha fazla
farkına varmakla kalmaz, anlamlı değişiklikler
yapma konusunda daha heyecanlı ve hazır
olursunuz (Yalom , 2008, p. 38).
Ian Dallas’ın çok derinlerden gelen ifadeleri gibi
herkesin kendine göre bir özlemi, arayışı veya kaçışı
var, çünkü varoluşları problem oluşturan tek
yaratıklar biz insanlarız. Ancak var oluşta, var olan
her şey iyidir, kıymetlidir... ”var oluş” ile “kıymetli
olma” ve “iyi olma” aynı manaya gelecek kadar
birbirine yakın mefhumalardır (Dinçmen 1988, p.
18). Kişi kendi hayatında iyi olma haliyle ile
ontolojik bir varoluşun izini sürmekte. Kimisi
doğumla başlayan hayat yolculuğuna ölümle devam
edeceği bilinciyle tekliğe-kozmik bütünlüğe
hasretinin bir tezahürü olarak ölmeden önce ölüm
gerçeğini deneyimliyor. Kimisi de bu ölüm
gerçeğinin dehşetinden kaçış olmadığını idrak
ederek uyanarak daha anlamlı bir hayat yaşamaya
doğru uyanıyor. Tıpkı Tolstoy’un kahramanı Ivan
İlyinç’in uyanışı gibi.
Hayatın Sonunda Uyanmak:
Orta yaşlı, bencil, kibirli bir bürokrat olan Ivan İlyinç
ölümlü bir hastalığı olduğunu ve dinmek bilmez bir
acıyla öleceğini öğrenir. Ölüm yaklaşırken kendisini
bütün hayatı boyunca saygınlık, görünüş ve parayla
meşgul olarak ölüm kavramına karşı koruduğunu
fark eder. Kendisini iyileşeceğine dair temeli
olmayan umutlar vaat edilmesinden herkese öfke
duyar.
Okuduğum bir eserde kitabın kahramanı varoluşsal
boyutta anlam arayışını ve var olma çabasını şöyle
ifade ediyor: “Özlem. Ama neyi özlediğimi
bilmiyorum. Canımın çektiği şey ne bir kimse ne de
bir nesneydi. Tanımlayabileceğim hiç bir biçimi,
adını koyabileceğim hiç bir sıfatı yoktu, ama o
olmadıkça ben noksan kalıyordum. Bu bilmediğim
şey içimi alt üst ediyor, beni tedirgin kılıyor,Hayatım
olarak bildiğim her neyse beni ondan
uyandırıyordu, çünkü özlediğim şey içerisinde öyle
keskin ve tatlı öğeler barındırıyordu ki bugüne
kadar tatmış olduğum meyvelerden farklı idi.Ve
sonra anladım ki benim özlediğim şeyi Dükay
biliyordu; o nereye gitmişse, ben de oraya
gidebilirdim.Yolculuk o bomboş odada, hiç
Sonra en derin noktasıyla yaptığı şaşırtıcı bir
konuşmanın ardından kendine gelerek çok kötü
yaşadığı için bu kadar kötü bir şekilde öldüğü
gerçeğini görür. Bütün hayatı yanlıştır. Hayatını tren
vagonlarında olduğu gibi, o ileri gittiğini sanarken
geriye gitme deneyimine benzetir. Kısacası var
olmanın farkına varır.
21
Ölüm hızla yaklaşırken, hala zamanın olduğunu
görür. Yanlızca kendisinin değil, yaşayan her şeyin
ölmesi gerektiğinin farkına varır. Kendisi için yeni
bir his olan merhameti fark eder. Başkaları için
şefkat duymaya başlar: elini öpen küçük oğluna,
hizmetkâr çocuğa ve hatta ilk kez genç eşine.
Neden olduğu acı için onlara üzülür ve sonunda acı
içinde değil, yoğun merhametin huzuruyla ölür.
İvan İlyinç’in hayatının sonundaki muazzam
değişimi Jung kendine has üslubuyla ne de güzel
ifade ediyor: “Kendindeki ötekini özümsemiş olan
insan aynı kalamaz; dünya görüşü ve modelinde,
dolayısıyla da yaşamında sarsıcı bir değişim
kaçınılmazdır (Jung, 2009, p. 15 )”.
Alice: Sonsuza dek Fanilik
Eşi Albert’ın kaybıyla ve huzurevine gitmek zorunda
kalmayla baş eden Alice, yas olayıyla kendi ölüm
korkusunun üstünü açıyor.
Alzheimer hastası Albert’ın vefatından sonra,
arkadaşları ve ailesi kendi hayatlarına geri dönünce
Alice boş evle karşı karşıya geldi ve yeni bir korku
hissetmeye başladı. Gece eve bir yabancı girmesi
fikri onu korkutuyordu. Alice kocasının yokluğuyla
kendini korumasız hissediyordu.Kocası birkaç yıldır
fiziksel olarak aciz durumda olsa da sırf varlığı bile
güven hissi veriyordu.Sonunda bir rüya Alice’in
hissettiği dehşetin kaynağını anlamasını sağladı.
Kişinin uyanışı ile sıradan tarzdan çıkararak
ontolojik tarza girmesini sağlamak için genellikle
yaşamsal veya geri dönüşü olmayan deneyimler
gerekir. Bu duruma “uyanma deneyimi=idrak etme”
diyebiliriz. Ahmet Ada’nın “Varoluşun anlamını
kavramadan/Geçip gider parlak günler. Kendini
hazırla./Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe”
mısraları ölümü varoluşun ontolojik boyutunu
ironik bir dille ifade eder (Onaran, 2010, p. 56).
“Bir havuzun kenarında oturuyorum,ayaklarım
suyun içinde.Birden korkmaya başlıyorum,çünki
suyun içinden bana doğru gelen büyük yapraklar
var.Bacaklarıma sürtündüklerini hissediyorumığğğ....onları düşünmek şimdi bile ürpermeme
neden oluyor.Siyah,büyük oval biçimliler.Yaprakları
uzaklaştırmak için ayağımla dalga yapmaya
çalışıyorum,ama ayaklarım kum torbalarıyla aşağıya
çekiliyor.Belki de kireç torbalarıydı.”
“Burada paniğe kapılarak uyandım. Rüyaya geri
dönmemek için saatlerce uykuya direndim.”
“Kireç torbaları? Bunun senin için ne anlamı var?”
diye sordum.
“Gömülme,” diye cevap verdi.” Irak’ta toplu
mezarlara kireç atmıyorlar mıydı? Hani veba
sırasında da Londra’da kullanmışlardı.”
Demek eve giren davetsiz misafir ölümdü. Kendi
ölümü. Kocasının ölümü onu ölüme karşı
savunmasız bırakmıştı.
“Eğer o öldüyse ben de ölebilirim. Ben de
öleceğim.”
Alice eşinin vefatından sonra huzurevine çıkmaya
karar verdi. Artık Alice’nin zihni yalnızca eşyaları
elinden çıkarmayla meşguldü. Mobilyalar, hatıralar,
Spinoza ”Her şey, kendi varoluşu içinde sürüp
gitmeye çabalar” (Spinoza, 1921) cümlesiyle özdeki
varoluşçu çatışma, ölümün kaçınılmazlığının
farkında olmayla, var olmaya devam etme arzusu
arasındaki gerilime işaret eder (Yalom, 1980, p. 19).
Bu insanın temelinde yolunu kaybetmiş ve hiçbir
zaman dinmeyecek olan bir varoluşsal panik
(Dallas, 2008, p. 121) çatışmasıdır. Peki varoluşsal
panik ölüm anksiyetesine karşı bir nevi uyanma
deneyimi olan yas nasıl bir etki uyandırıyor kişi de?
Buna güzel bir vaka olarak Alice’in yas deneyimini
inceleyebiliriz.
22
antika enstrüman koleksiyonuyla dolu dört odalı bir
evden küçük bir odaya taşınması pek çok
eşyasından kurtulmak zorunda olması anlamına
geliyordu. En zor seçim ise Albert’la hayatları
boyunca toparladıkları müzik aletlerini ne
yapacağıydı. Üzüntüsü hatırası olan eşyalarına onun
gibi değer vermeyecek insanlara dağıtılacağıydı. Ve
son olarak kendi ölümü çelloya, flütlere ve daha
pek çok şeye gömülü olan zengin hatıraları
tamamen silecekti. Geçmişi onunla birlikte yok
olacaktı.
sağlamıştı.Onları bırakmak kozadan çıkmak gibiydi.
Seksen yasında yeni bir hayat ve yeni bir başlangıç
olan kendine has bir odası olan yeni bir Alice.
Bunun yanında ölüm anksiyetesini arttıran diğer bir
unsur ise yaşanmamış bir hayata duyulan özlem ya
da yaşanmamışlığa karşı derin bir pişmanlık. Çünkü
hayat ne kadar yaşanmamışsa o kadar pişman
olursunuz. Julia içinde yaşattığı tertemiz hayallerini
yaşamak
zorunda
olduğu
dünyada
gerçekleştirememişti,
yetenekli
bir
ressam
olacağına inanıyordu. Ancak resimlerini hep
tamamlamadan rafa kaldırıyordu. Terapistiyle olan
görüşmesinde saçma bir hayat yaşadığının farkına
vardı. Bir kaç seans sonra üzüntüsü, korkulu
davranışları çözüldü, hayatını yetersiz ve tatmin
edici olmayan şekilde yaşamasıyla doğrudan
mücadele etmeye başladı.
Terapisti:”Ölümün
tam
olarak
nesinden
korkuyorsun.”
Julia’nın yanıtı: “Yapmadığım her şey “
Ve evi boşalırken Alice’in kendisi de acılı ve evinden
ayrılmaktan nefret eden bir duldu.
Hayatın bir geçit töreni olduğunu söylüyordu kendi
kendine! Faniliğin her zaman farkındaydı. Şimdi
kendisinin fani olduğunu,daha önceki sahipleri gibi
kendisinin de o evden geçip gittiğini gerçek
anlamıyla fark ediyordu. Eşyalarından vazgeçmek
ve taşınmak, bol mobilyalı ve halı kaplı hayatın sıcak
ve rahat yanılsamasıyla kendini örten Alice için bir
uyanma deneyimiydi.Artık eşya bolluğunun onu
varoluşunun
çoraklığından
koruduğunu
öğrenmişti.Alice de hayatın süssüz iskelesini ve
aşağıdaki hiçliği görmüştü.
Bundan daha farklı bir örnek olarak hayatının en
verimli çağında mücadelesini verdiği ölümle
yüzyüze gelmede erken davranan Slyvia Plath 31
yaşında hayatına kendi elleriyle son vermeyi tercih
etti. Ölümünden önce geride bıraktığı son yazısı “
sırça fanusun içinde ölü bebek gibi tıkanıp kalmış
biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”( Plath,
1988, p. 272 ) Yaşanmamış bir hayata yada kötü bir
düş olarak algılanan varoluşa saptırılmış dünyalar
fenomeni diyebiliriz. Bu dünyaların esas vasfı
kıymet ölçülerinde sapmalar, yani yitirilen
varoluşsal bir anlamdır. Plath’in yaşamında da
inceleyebileceğimiz gibi ,”boşalmış dünya”nın en iyi
misalini, melankolik kişinin, müspet her yanını inkar
etmiş ve kaybettirmiş dünyasında görürüz. Dünya,
kişinin kendisi de dahil, her iyi ve değerli şeyini
kaybetmiştir... O dünyada kalan her şey adidir,
kötüdür, iğrençtir, ayıptır, günahtır. İyi olan bir
Alice’in hikayesi, kocasının ölümü ile kendi ölüm
anksiyetesinin ortaya çıkışıyla sonuçlandı. Önce
dışsallaştırdı ve eve izinsiz girecek birinden duyulan
bir korkuya dönüştü; sonra bir kabus haline geldi;
ardından yaşadığı yas sırasında “eğer o ölebiliyorsa
ben de ölebilirim”, farkına varmasıyla daha açık bir
hale geldi. Bütün bu deneyimlerin yanı sıra değer
verdiği onca şeyin, anı yüklü eşyaların kaybı onu
ontolojik tarza yönlendirdi; bunun sonucunda da
anlamlı kişisel değişimler yaşadı. Bunun yanında bu
iyilik halinde rol oynayan başka bir etmen vardı:
özgürleşme hissi. Mobilyalarını bırakmak onun için
büyük bir kayıp olduğu gibi büyük bir rahatlama da
23
tarafı kalmayan bir insanın var olması da
düşünülemeyeceği için de melankolik kişinin
kendisini öldürmek istemesi, intihara kalkışması da
kolayca anlaşılmış olur, Slyvia Plath’de olduğu gibi.
Melankolik kişinin gözünde, dünyada, her şeyin
anlamsız-kötü ve değersiz oluşu onların var
olmamaları ile aynı manaya gelir: değersiz olan ,var
olmayan bir şeyin düzeltilmesine imkan olmadığı
için de böyle bir girişime çabalamanın da manası
yoktur. Dr. Dinçmen (1988),klinikte, melankolik
hastalardaki inertia halini, tam hareketsizliği,
psikomotor faaliyetin kaybını gördüğünü belirtir.
Melankolikte ”var olma” ve “kıymetli olma” olma
halinin hakiki, otantik bir var olma hali olmasına
imkanı yoktur. Dr. Dinçmen’nin (1988) anlatımıyla
insanoğlu var oluş anlamını yitirmekle yaşam
kalitesini düşüşü paralel giden bir durum. Plath’in
yaşamında “dünyanın kötü bir düş oluşunu”,
kaybedilmiş anlamsal-varoluşsal bir boşluktan
kaynakladığını düşünüyoruz. (p. 18)
değildir. Bu fikirler maddi olmayan fikirler gibi
görünseler de fikirlerin bir gücü vardır.Yüzyıllar
boyunca pek çok düşünür ve yazarın içgörüleri
bizim ölüm anksiyetesiyle baş etmemize ve hayata
anlam kazandırmaya yardımcı olmuştur. Yalom’un
kendi ölüm anksiyetesini hafifletmede ve
hastalarıyla çalışmada çok yararlı bulduğu üç iddası:
1.Ruhun Ölümlülüğü
Epikouros ruhun ölümlü olduğunu ve bedenle
birlikte yok olduğunu söyler. Eğer biz ölümlüysek ve
ruh yaşamaya devam etmiyorsa ölümden sonraki
hayattan korkmamız gereken bir şey olmadığında
ısrar etmiştir.Herhangi bir bilinç belirtisi,yitirilen
hayat için duyulan pişmanlıklar yada tanrılardan
korkacak bir şey olmayacaktır.
2.Ölümün Nihai Hiçliği
Ruh ölümlü olduğu ve ölümle birlikte dağıldığı için
ölümün bizim için hiç bir anlamı olmadığını ileri
sürer. Dağılan şey algılanmaz ve algılanmayan şey
bizim için bir hiçtir.Başka bir deyişle benim
olduğum yerde ölüm yok; ölümün olduğu yerde
ben yokum.
Algılamamızın mümkün olmadığı ölümden neden
korkalım ki çünkü ölü olduğumuz için hiçbir şey
bilmeyeceğiz.
Epikouros: Her zaman ve her yerde var olan ölüm
korkusu
Öz-farkındalık büyük bir armağan, hayat kadar
değerli bir hazinedir. Bizi insan yapan şeydir. Ama
bedeli çok ağırdır ölüm-lülük yarası. Varoluşumuz,
büyüyüp gelişeceğimiz ve kaçınılmaz bir şekilde
ölüp yok olacağımız bilgisiyle gölgelenir. İnsanoğlu
bu gerçekle nefes alıp-verdiği müddetçe hep yüz
yüzedir. Peki, insanoğlu bu gerçek acısını nasıl
hafifletir? Yüzyıllardan beri insanlar bu gerçeği
hafifletmek için fikrin gücüne sığınmışlar. Epikouros
felsefesinin asıl misyonu ise insanı acıdan
kurtarmak olduğuna vurgu yapıyor. Epikouros,
kaçınılmaz ölümün verdiği ürkütücü düşünce
hayattan zevk almayı engellediğinde ve bütün
zevklere müdahale ettiğinde ısrarcıydı. Hiçbir
etkinlik ebedi hayat özlemimizi tatmin edemediği
için aslında hiçbir etkinliğimiz özünde ödüllendirici
3.Simetri İddiası
Ölümden sonraki var olma durumumuzun
doğumdan önceki durumumuzla aynı olduğunu
savunur. Büyük Rus Romancı Vilademir Nobokov
Konuş: Bellek otobiyografisinde “Beşik büyük bir
boşluğun üzerinde sallanırken sağduyum bana
varoluşumuzun iki karanlık sonsuzluk arasında kısa
ışık yarığı olduğunu söylüyor. İkisi de birbirinin aynı
olmasına rağmen insan bir kural olarak doğum
öncesi boşluğu, gitmekte olduğu boşluktan daha
sakin bir şekilde karşılıyor, saatte 4500 kalp atışıyla”
(Yalom 2008, p. 77-78).
24
Kişisel olarak katılmadığım ve kritiğini yapmak
istediğim nokta Epikouros’un fikirleri ne kadar
yatıştırıcı olsa da bana göre yerinde bir çözüm
değiller. Yok olmaya yüz tutmuş bedenin
partikülleri içinde Heidegger’in ifadesiyle ne
yapılırsa yapılsın tatmin olmayan bir ruh var.
(Yalom, 1980, p. 52 ) Ne kadar bilincinde olmasak
da sonu belli olamayan şey her zaman ürkütücüdür
çünkü insan sonunu bilmediği şeyden korkar, tıpkı
ölümün kendisi gibi. Yani bu nihai fikirler insanı
rahatlatsa da ölüm gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Madem ölümle halen yüz yüzeyim, o halde
kendimi oyalamaya çalışmam gerçekçi ve kesin bir
çözüm
olmadığını
deneyimliyorum
kendi
benliğimde.
başkasında var etme çabası çok hayati oluyor anlam
dünyamızda. Bu paylaşım kendi mahiyetinde
müthiş bir sinerjidir. Yani farkında olmasak da
geride kendimizden bir şeyler bırakabileceğimiz
fikri, insanın faniliği ve sonlu oluşundan kaçınılmaz
bir şekilde anlamsızlığın doğduğunu iddia edenlere
karşı etkili bir yanıt, kendinin farkında olan diğer
özlerle bağlantıyı ifade eder; bu olmadan
dalgalanma mümkün değildir. Bu konuda Yalom’a
katılmaktan kendimi alamıyorum, üreterek,
aktararak ve paylaşarak ölüm karşısındaki
acizliğimizin ıstırabını dindirmeye çabalıyoruz.
İnsanoğlunu zıtlar içinde anlamını bulması, -hayatın
karşında ölüm-, bir nevi insanın varoluşsal
farkındalığını arttırarak insanı ölüme hazırlıklı hale
getiriyor.
Dalgalanma:
Yalom’un eserinden müthiş bir şekilde etkilendiğim
bir husus, bir gün bu hayatın geçmişim gibi elimden
kayıp gidiyor ve bir daha geri getirilemiyor oluşu
beni şu anıma ve geleceğime daha da bir bağlıyor.
Tıpkı ölümünde bir daha bu hayatı yaşamayı
mümkün kılmayacağı gibi. Hayata değer vermenin
yolu, başkaları içi şefkat duymanın yolu her şeyi en
derin şekilde sevmenin yolu bu yaşantıların sonunda
kaybolacağının farkında olmaktır. Hakikatte de
ölümün gerçekliği, hayatın gerçekliğini daha da
anlamlı kılmaktadır.
“Benim adım Ozymandias, Krallar Kralı
Yaptıklarıma bak, ey insan ve kederlen.”
İyi davranışlar insan ölümüne kadar eşlik eder ve
dalgalanarak sonraki kuşaklara aktarılır. Yalom
kendi hayatında ve danışanlarıyla bu fikri çok etkili
bir şekilde kullanıyorlar ve bu fikirden ciddi bir
huzur duyuyorlar. Yalom dalgalanmayı, “olgun” ve
üretken insan için vermek gücün ve bereketin
ifadesidir cümlesiyle ifade eder. (Yalom, 1980, p .
52). Fani oluşumuzu karşımızdakinin anlam
dünyasında var etme çabasının bir ürünüdür bana
göre dalgalanma. Bu çabayı Fromm (1999) analitik
bir yaklaşımla şu şekilde ifade eder: ”Kişi verdiğinde
diğer insanda bir şeyleri hayata geçirir ve hayata
geçirilen bu şey kendisine yansır: gerçekten
vermede kendisine verilen şeyi almamak elinde
değildir. Vermek, diğer insanı da verici yapar ve her
ikisi de hayata getirdikleri şeyin sevincini
paylaşırlar” (p. 21-22). İlişki diğer bir deyişle
dalgalanma karşılıklıdır diyor Yalom (Yalom, 1980,
p. 585). İnsanı sevme kapasitesi ve kendini bir
Yalom’un eserini okurken kritiğini yapmak istediğim
diğer bir nokta, aynı fikri zemini paylaşan Yalom ve
Jung: “Tüm benliğimiz ve düşüncelerimizle bu
dünyaya bağlıyız” (Jung, 2009, p. 12) fikri bana
okuduğum bu kitaptaki neredeyse her şeyi anlamsız
kılacak kadar güçlü bir ifade. Eğer ki her şeyimle
buraya bağlı isem sadece dünyaya fırlatılmış
olmamın ve ölümü tek başıma yaşayacak olmamın
karşısında duyduğum dehşetin kaynağı ne? Bilincim
ölümü hissetmeyecekse ben niçin ölümden tüm
beliğimle korkuyorum?
25
Zamanı Yorumluyan Anlam Katmanları.”
Varlık Dergisi, 77,1229,l, 56
Smith, E.W.L.( 1977).The growing edge of Gestalt
therapy.New York: The Citadel Press.
Yalom, I.(2008). Güneşe bakmak,ölümle yüzleşmek,
İstanbul:Kabalcı Yayınları.
Yalom I.(2001), Varoluşçu Psikoterapi, İstanbul:
Kabalcı Yayınevi .
Eserinin en son bölümünde psikoterapistlere çok
kıymetli tavsiyelerde bulunun Yalom’un kitabından
çok etkilendim. Ölümü kendi benliğinde
deneyimlerek, ölümlülük gerçeği ile uzlaşmaya
çabalayan yazar, okurlarına, danışanlarına anlamlı
bir örnek olduğunu düşünüyorum bu eseriyle. Diğer
bir taraftan, kişiliği ve psikoterapist kimliği ile son
derece değerli bir insan olan Irvin Yalom’un
şeffaflığı, samimiyeti ve açıklığından etkilendiğimi
itiraf etmeliyim. Öncelikli olarak kendi ifadesiyle
terapistten evvel sıradan bir insan olduğunu
unutmadan,
terapistin
diplomaları–eğitimleri
karşındaki insana karşı kendini üstün kılmıyor oluşu
çok erdemli bir yaklaşım. Danışana aynı endişeleri
yaşadığımızı ve aynı süreçlerden geçtiğimizi gerekli
yerlerde, danışana faydalı olacağına inandığımız
noktada bizim de ızdıraplarımız olduğunu iyi bir
model olarak ifade etmek bana çok insani ve
anlamlı geliyor. Terapistin başaklar gibi içi doldukça
başakların yüzünü toprağa eğmesi gibi insanlar
karşısında insanlardan bir insan oluşu çok anlamlı.
Kaynakça
Spinoza, B. (1921) . The tragic Sense of Life . ( M.
Unamuno & , J.C.E. Flitch, Trans.)
.London: Macmillan.
Dinçmen, K.(1988). Existentialist psikyatri üzerine
dört makale, Istanbul: Roche Yayınları.
Dallas I.(2008). Gariplerin kitabı, Istanbul: Şule
yayınları.
Daş, C. (2009). Gestalt terapi, Ankara : hyf
Yayıncılık.
François De La Rochefoucauld, Özdeyiş 26.
Fromm,E. (1999), Sevme sanatı, İstanbul: Öteki
Yayınevi.
Jung C.G. (2009), Dört arketip, Istanbul: Metis
Yayınları .
Plath S.(1988), Sırça fanus, İstanbul: Can Yayınları.
Onaran M.Şerif.(2010) “Ahmet Ada’nın Şiirinde
26
TAŞPINAR
4. Taşpınar’da
sevmediğiniz
özellikler
nelerdir?
5. Taşpınar’da ne ile uğraşıyorsunuz?
(mesleğiniz ya da işiniz)
6. Taşpınar’a
ait
özel
gelenek
ve
görenekleriniz var mıdır?varsa açıklar
mısınız?
Şafak Ağaca
Doğu Akdeniz Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Öğrencisi olduğum psikoloji bölümünün
seçmeli dersi olan topluluk psikolojisi proje
ödevi için sınıf arkadaşlarımdan oluşan dört
kişi ile birlikte bir grup olup, dönem
boyunca
derste
öğrendiklerimizi
uygulamaya geçirmek adına bir köy
seçmemiz gerekiyordu. Ben (Şafak Ağaca),
Pınar Burhan, Buket Çankaya ve Ziba
Sertbay ile birlikte Güzelyurt ilinin, Doğancı
ilçesine bağlı, Taşpınar köyünü seçtik. Bu
köyde doğmuş, büyümüş üniversite
okumak için İstanbul’a gitmiş ve orada
annemin en yakın dostu olmuş, benim
üzerimde çok emeği geçmiş Fatma Bilge’nin
köyü olduğu için bu köyü tercih ettim ve
grup arkadaşlarımla bu köye gitme kararını
aldık.
Gözlemlediklerimizi on iki sayfadan oluşan
bir raporla, İngilizce olarak, dersimizin
öğretmeni olan Serdar Değirmencioğlu’nun
değerlendirmesine sunduk.
Köyde ilk olarak Salih Öztoprak ile
görüştük. Bu köyde kırk dört yıl muhtarlık
yapmış yaşayan bir efsaneydi benim için.
Taşpınar’ın kısaca tarihçesini anlattı. Kıbrıs,
Osmanlı Devleti zamanında, padişahın
görevlendirdiği
toprak
ağaları
ile
yönetiliyormuş. Taşpınar’ın (o zaman ki adı
ile Angolem) toprak ağasının adı Mehmet
Efendi’ymiş.
Taşpınar köyüne 8 Aralık 2009 tarihinde
gözlem yapmak için gittik. Amacımız;
yaşanılan yerlerin, sokakların, binaların,
yaşatanılar
yerin
tarihinin
insan
davranışlarına
olan
etkilerini
gözlemlemekti. Taşpınar köyünde halan
ikamet etmekte olan 26 kişiyle konuştuk.
Görüşme sırasında sormak için altı soru
hazırladık. bunlar;
1960 yılında Kıbrıslı Türkler ve Rumlar
Kıbrıs Cumhuriyetini kurmuşlardır ancak
1963 yılında Rumlar ve Kıbrıslı Türkler
arasında tekrar savaş çıkmıştır. Taşpınar
Rum sınırına en yakın olan köylerden biri
olduğu için en büyük savaş darbesine
maruz kalmıştır. Köyde bulunan bazı
insanlar Taşpınar köyünde bulunan
ilkokulun içine sığınmışlar, geri kalanlarda
Doğancı köyüne kaçmışlardır. Doğancı
köyüne kaçanlar hayatta kalmış fakat
kaçamayanların hepsi öldürülmüştür. Bu
yüzden Salih Öztoprak nufüsün o yıldan
sonra azaldığını, yaşama şansı olanlarda
atılan silahlar yüzünden Taşpınar’ın
ikliminde değişme olduğunu ve çoğunun
kanser nedeniyle yıllar geçtikçe öldüğünü
1. Adınız, soyadınız, evli/ bekar mısınız,
çocuğunuz var mı?,varsa kaç tane? (kişisel
bilgiler)
2. Taşpınar neye benziyor? Bize tasvir edebilir
misiniz?
3. Taşpınar’ın sevdiğiniz özellikleri nelerdir?
27
belirtmiştir. Çok üzülerek belirtiyorum ki,
biz köye gittikten 5 gün sonra yani 13 Aralık
2009 kendiside akciğer kanserinden 85
yaşında vefat etmiştir Salih Öztoprak.
Taşpınar tarihinden günümüz koşullarına
geçmek gerekirse; şu anda 187 kişi köyde
ikamet etmektedir. Bunlarından 136 kişi 18
yaş büyük yani seçme hakkı bulunanlardır.
Köyde 65 hane bulunmaktadır. Köyde
yaşayanlar geçimlerini hayvancılık yaparak
ve
narenciye
(turunçgiller-portakal,
mandalina ve limon) toplayarak sağlıyorlar.
Köyde bulunan askeri bölgedeki subay ve
eşleri için 6 haneden oluşan askeri lojman
bulunmaktadır. Nüfus dağılımı bakımından
yaşlı insanlar çoğunluktadır. Çünkü insanlar
ya savaşta, ya savaş sonrası hastalanarak
ölmüş veya büyük illere iş ve eğitim için
göçüp tekrar geri dönmemişlerdir.
Yeni muhtarın adı Feyzullah Serdar.
Feyzullah bey Kuzey Kıbrıs’ın en genç
muhtarıymış fakat Taşpınar’da hane sayısı
yetersizliğinden dolayı, başka bir köyde
ikamet ediyor. Köy sakinlerinin her birinde
Feyzullah Bey’in cep telefonunun numarası
var ve herhangi bir sorunda telefon ederek
ulaşıyorlarmış ona. Bizde kendisine telefon
ederek Taşpınar hakkında bazı bilgileri
aldık.
savaş sonrası şanslı olup ölmeyen kimseler’
olarak tanıttılar kendilerini bizlere. Sadece
Teslime hanım Salih beyle evlendikten
sonra bu köye geldiğini, öncesinde Balıkesir
köyünde oturduğunu savaş sırasında
Balıkesir’de olduğunu anlattı bizlere. Köyde
bulunan
zorlukların
onları
çokta
etkilemediğini, yıllarca bu köyde yaşadıkları
için
bazı
zorluklara
alıştıklarını
gözlemledim. Köyde bakkalın olmaması,
köye ulaşım zorluğunun olması, eğitim
haklarını uzak okullarda tamamlamaları
onlar için artık üstesinde gelinecek kolay
hususlar olarak görüyorlar. Yaşlılar daha
çok ölen kimseleri (ölen evlatları, ölen eski
eşleri) özlediklerini sık sık konuşmalarında
onları bizlere anlatmalı ile kolayca
anlayabildim. Hepsinin de yürümekte
zorlandıkları, konuşurken nefessiz kaldıkları
yani artık köyle ilgili sorunları değil de
bireysel olarak yaşlılık sorunları ile
uğraştıkları apaçık ortadaydı. Bu köyde
uzun yıllardır bırakıp gidememelerini de
birkaç ana unsura bağladım. Birincisi, çok
uzun yıllar bu köye emek vermişlerdi.
Emeklerini göz ardı edemeyeceklerini
söylüyorlardı konuşmalar arasında. İkincisi,
hepsinin
sahip
olduğu
toprakları,
hayvanları, evleri kurulu bir düzenleri vardı.
Bu iki unsurdan kopmak zor geliyordu
yaşlılar için.
Gelişim Psikoloji Açısından Toplum Kavramı
Yaşlı insanlarla görüşmelerimiz; Salih
Öztoprak (85), Teslime Öztoprak (72), Salih
bey’in kuzeni (74) Salih Beyin evinde
bulunan misafir (68) ve çevre gezileri
yaparken sokakta karşılaştığımız ayak üstü
sohbet ettiğimiz için adlarını sormaya fırsat
bulamadığımız iki bayan (72 ve 85) olmak
üzere 1 bay, 5 bayan olmak üzere altı
yaşlıyı kapsıyor. Hepsi köyde doğmuş,’
Yetişkin kategorisindeki görüşmelerimiz;.
Gamze Doğan (25), Necla Kuvvetlioğlu (47)
ve İzzet Tamer, polis eşi olduğunu belirten
ama ismini ve yaşını kaydedemediğimiz
biride olmak üç bayan ve bir bayla
görüştük. Gamze Doğan asker eşi olduğu
için çok bilgi vermek istemediğini görüşme
başında kaydetti. Kendisi Ankara’lı olup
28
eşinin tayinleri bu köye çıktığı için
Taşpınar’da
iki
yıldır
yaşıyorlardı.
N.Kuvvetlioğlu ve I.Tamer kardeş köyde
zeytincilikle uğraşan iki kardeştiler.
Görüştüğümüz dört kişi bize genel olarak
aynı sorunlarından bahsetti; köyde eğitim
yapılabilecek hiç bir kurum ve kuruluş
olmadığını, genelde eğitim için çocuklarını
ya Doğancı ilçesine ya da Güzelyurt köyüne
yolladıklarını söylediler. Köye gelen giden
hiç bir toplu taşıma aracı olmadığı için
çocuklarını kendi araba ile okullara götürüp
getirdiklerini bununda onlara çok zaman
kaybı yaşattığını kaydettiler. Ayrıca köyde
bakkal, market gibi alışveriş yapacak bir
yerin olmamasının sorunlarını çektiklerini
acil
bir
şeye
ihtiyaç
olduğunda
bulamadıklarını söylüyorlar. Ayrıca, bazen
Türk’ler ve Türk Kıbrıs’lı arasında
gerginlikler olduğunu ve örneğin süt
dağıtan kişinin Türklere süt satmadığını
belittiler.
alıştıklarını, sıkıldıkları zaman araba ile
hemen 10-15 dakikada Güzelyurt’a
vardıklarını, köyün Güzelyurt’a yakın
olduğunu
belirttiler
bize.
Canları
sıkıldığında Güzelyurt’a sinema izlemeye
gittiklerini ve genelde Taşpınar çocuk
parkında beraber oturup sohbet edip, top
oynadıklarını ileride de üniversite okumak
istemediklerini
babalarının
narenciye
bahçelerinin başına geçmek istediklerini
söylediler.
Salih Öztoprak Cenaze Töreni
Salih Öztoprak 13-14 Aralık 2009 pazarı
pazartesiye bağlayan gece öldü. Köy halkı
normalde cenaze törenini ilk öğle
namazında kılması gerekirmiş fakat Salih
Bey’in çocuklarının yurt dışından gelmesi
beklenilmiş. Salı günü 15.12.2009 tarihinde
gazetede vefat ilanı çıktı.
Salih Bey’in cenaze töreni, devlet cenaze
töreni olarak yapılmış. 44 yıl Taşpınar
köyüne muhtarlık yaptığı ve çok hizmet
verdiği için.
Denktaş’ın oğlu, bazı
milletvekilleri ve yakınları cenazeye
katılmış. Birçok çelenk gelmiş ve
Taşpınar’ın mezarlığına defnedilmiş.
Bunun yanında, bu köyde yaşamaktan
mutluluk duyduklarını çünkü köyün
havasının çok güzel olduğunu, meyvelerin
çok bol ve kaliteli olduğunu, pazara hiç
ihtiyaç duymadıklarını, insanların çok
yardımsever, insancıl, arkadaşça olduğunu,
hırsızsızlığın hiç olmadığını, ev kapılarını hiç
kilitlemediklerini,
suyun,
toprağın,
mahallelerinin, köyün çok düzenli ve temiz
olduğunu belirttiler.
Çarşamba akşamı, cenazenin defnedildiği
ilk gün, kadınlar bir araya gelerek ölü
evinde mevlüt okumuşlar gece boyu ve de
gelenlere Kıbrıs lokumu dağıtılmış.
Taşpınar’ın pınarından su alınıp mevlüt
zamanında bu su okutulmuş. Ve gelen
herkese dağıtılıp, içirilmiş.
Biz iki bay gençle görüştük. Ahmet (15) ve
Özgür (16). İkisi de Güzelyurt’ta
eğitimlerine devam ediyorlarmış. Ahmet
onuncu
sınıf
ve
özgür
onbirinci
sınıftalarmış.
Onlar
Taşpınar’da
yaşamaktan mutlu olduklarını, bu köye çok
2.gece yine mevlüt okunması devam etmiş.
3.gün Salih Bey’in sevdiği yemekler (150
29
tabak) yapılmış. 140 kişi mevlüte ve
akabindeki yemeğe gelmiş o gün. Geri
kalan 10 tabak yemek, o gün köyde hasta
olup, cenazeye, mevlüte ya da yemek
törenine katılamayanlara gönderilmiş.
Bana da kalan 2 tanesini verdiler grup
arkadaşlarıma götürmek için. (Yani tabağı
alırken ‘bu röportaj bize iyi bir moral oldu.’
diye belirttiler. Bundan sonra cenazenin
37. Günü (40’ı diye anılıyor) ve 52.günü
camide öğle namazı kılınacak, mevlüt
okunacak ve yemek dağıtılacak. Cenazenin
defnedildiği günden sonraki 7. Gün ölünün
sevdiği yemekler tekrar yapılarak yenmesi
istenirmiş. Fakat Salih Amca’nın çocukları
6.günün akşamı köyden ayrılmaları
gerektiği için 6.günün öğle vaktinde yemek
yediler. Salih amcanın 4 çocuğu ve eşleri,
torunları katıldı yemeğe. Teslime Hanım
(Salih beyin eşi) da evdeydi. Birde ben
katıldım yemeğe.
Taşpınar benim için çok güzel bir anıydı,
severek yaptığım bir emekti. Umarım Kıbrıs
köy yaşantısını anlatmakta biraz olsun
katkım olmuştur.
30
AB - I HAYAT
Ülkemizde özellikle 1980’lerden başlayarak,
bireyselleşmenin de etkisiyle kişi kendine yönelmiş
ve bunun sonucu olarak bu konu adeta patlamıştır.
Bu tutku günümüzde had safhaya ulaşmış, büyük
bir sektör haline gelmiştir. Bu furya öyle çok boyut
kazanmıştır ki çeşitli kollara bölünmüş, farklı
alanlarda, farkı yaş gruplarında ve farklı sosyokültürel düzeyde birçok insanın hayatının merkezi
haline gelmiştir. En büyük sektörleşme özellikle
genç kızların ve kadınların en hassas noktalarından
biri haline getirilen zayıflama ve formda kalma
konusunda yaşanmıştır. Başlangıçta, en azından
çaba gerektiren spor hareketleri ve aletleri
önerilirken, daha sonra çağımızın hiçbir çaba
sarfetmeden, kısa sürede başarıya ulaşma anlayışı,
’olmuyorsa üzülmeyin’ sloganıyla birleştirilip, bu
sektörü bölgesel inceltici kozmetik ürünlere, hatta
sadece anlık görsel tatmini sağlayan toparlayıcı iç
çamaşırı ve korseleri piyasaya sürmeye itmiştir.
Bununla da kalmayıp insan sağlığını tehdit eden
birçok zayıflama ilacı ortaya çıkmış ve sonunda bu
ilaçlar büyük sağlık skandallarına neden olmuştur.
Bu sektörün neden bu kadar rağbet gördüğünün
altında ise çok derin psikososyal süreçler
yatmaktadır. Öncelikle genç kızlara özellikle medya
tarafından mitolojik yunan tanrıları formu idealize
ediliyor ve insanlar o formda görünmeye
özendiriliyor veya en kaba tabirle mecbur
bırakılıyorlar. Bu medya pompalamasının en
başında basın ve televizyon geliyor. Örneğin tüm
aylık ve haftalık dergilerde özellikle yaz mevsimine
girerken kilo vermek için 100 ipucu, dev anti-aging
dosyası, on yaş genç görünmek için en yeni
yöntemler,
sezonun
mimari
parçalarıyla
vücudumuzu yeniden tasarlamak gibi konu
başlıkları yer alıyor. Tüm bunlara karşın kilolu
insanlar bütün zayıflama yöntemlerinden nefret
ediyor ve bu nefret sonunda kendini sorgulamaya
ve ruhsal çöküşlere kadar varabiliyor.
Leyla Soydinç
Yeditepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Ölümsüzlük mümkün müdür?
İnsanın var olmaya başladığı günden bu yana
peşinde olduğu, ancak fiziksel olarak asla
ulaşamadığı bir olgudur. Örneğin kimi eski
uygarlıkların inanç sisteminde bedenin sonsuza dek
yaşayacak olduğu sanrısı ve ölümsüzlük inancı çok
yaygın bir şekilde görülmüştür. Sümer Kral
listelerinde, Manethon'un Mısır hanedanlarına
ilişkin kayıtlarında ya da Adem'den başlayan insan
soyunun anlatıldığı Eski Ahit'in "Tekvin" kitabında,
yüzlerce hatta binlerce yıl yaşamış “eski insanlar”a
ilişkin hikayelerden sözedilmektedir. Yunan
mitolojisinin ise temel yapısı ölümsüz tanrı ve
tanrıçalar etrafında kurulmuştur. Ayrıca, ab-ı hayat
(ölümsüzlük suyu) (aqua vitae)(elixsir vitae)
efsanesi dünyanın çeşitli kültürlerinde yer almıştır.
Ölümsüzlük suyu, birçok söylencede adı geçen, içen
kişiye ölümsüzlük kazandırdığına inanılan efsanevi
sudur.
Zaman içinde ölümsüzlük tarifleri, efsanelere ve
büyü kitaplarına ‘gömülmüş’ , yerini daha gerçekçi,
kabul edilebilir ve mümkün olan ‘ebedi gençlik’
tutkusuna bırakmıştır. İnsan, gün geçtikçe kendinde
yeni açılımlar yaratmaya çalışmakta ve teknolojinin
de fazlaca hızlı gelişmesinden ötürü tüm isteklerini
gerçekleştirmeye yönelik sonsuz bir çaba sarf
etmektedir. Ayrıca bu yönelimler kısa süreli
periyodlarda kendilerini güncellemekte ya da
değişmektedir.
Şu
günlerde
ülkemizde;
toplumumuzun, sağlık alanında en çok üzerinde
durduğu, deyim yerindeyse “moda” olan eğilimi,
ebedi gençlik tutkusudur.
31
Ayrıca bu tatmini imkansız zayıflama ve zayıf kalma
arzusu gençlerde anoreksia, bulimia gibi yeme
bozukluklarına ve ciddi sağlık sorunlarına neden
oluyor.
uğraşmak ve çeşitli sanat eserleri üretmek, kitap
yazmak, vakıf kurmak, okul açmak gibi girişimlerde
bulunarak insanoğlu ölümsüzlüğünü ilan edebilir.
Bu dünyada yaptığı işlerle, icatlarla, eserlerle
ölümsüzlüğe erişmiş birçok insan bulunmaktadır.
Örneğin, Thomas Edison, Alexander Graham Bell,
Mustafa Kemal Atatürk gibi birçok önemli şahsiyet
bu dünyada gerçek anlamda ölümsüz olmayı
başarabilen kişilerdir. Asıl ölümsüzlük bu dünyada
arkamızda bıraktıklarımızdır…
Ölümsüzlük iksirinin günümüzdeki yansıması ise
şifalı otlar ve karışımların getireceğine inanılan
sağlıklı ve uzun yaşam formülleridir. Örneğin
çimsuyu, yabanmersini, buğday ruşeymi (buğday
tanesinin cücüğü) gibi bir çok bitkinin karışımı, farklı
yöntemlerle kullanımının çeşitli hastalıklara iyi
geldiği hatta onları önlediği düşünülüyor. Bilinçlibilinçsiz herkes medya desteğini arkasına alarak
çeşitli açıklamalar yapıyor ve insan sağlığıyla
oynuyorlar. Ancak medya ve basın kuruluşları talep
bu yönde olduğu için etik kaygıları dikkate almadan
hareket ediyor ve malzemelerinin insan sağlığı
olduğunu gözden kaçırıyorlar. Hepimizin evlerinin
baş köşelerindeki televizyon, neredeyse tüm
zamanını onun karşısında geçiren kadınlarımızı
etkisi altına alıyor. Oysa ki uzmanlar bitki ve
baharatların gelişigüzel kullanımının toksik etkilere
yol açabileceği uyarısını yapıyorlar ve tüm bu
ürünlerin kür şeklinde uygulanması gerektiğini,
ayrıca her kürün demleme, kaynatma, damıtma
yöntemleri farklı olduğunu söylüyorlar. Ayrıca bitki
ve baharatların yetiştiği yerler, kurutulma ve
saklanma şartları da oldukça önemli olduğu halde
özellikle yaşı ilerlemiş nüfus bu koşulları dikkate
almadan
bilinçsizce
uygulamalar
yaparak
sağlıklarını tehlikeye atıyorlar.
Kaynakça
1. Bengi Su. (b.t.). (12 Ocak 2010). 3 Nisan
2010, http://tr.wikipedia.org/wiki/Bengi_su
2. Cildiniz için çimen suyu için. (b.t). 21 Mart
2010, http://www.sagliklidunya.net/ebrusalli-cildi-icin-cimen-suyu-iciyor/
3. Doğadan gelen sağlık şifalı bitkiler rehberi.
(b.t.). 23 Mart 2010,
http://www.bitkisaglik.com/
4. Ölümsüzlük İster Misiniz. (b.t.). (20 Temmuz
2005). 20 Mart 2010,
http://www.turkiyeforum.com/olumsuzlukistermisiniz-vt5399.html
5. Öz, M. (29 Mart 2010). Mehmet Öz’den kilo
vermek için 100 ipucu. Milliyet. 23 Mart
2010,
http://cadde.milliyet.com.tr/2010/03/29/Ha
berDetay/1217271/MEHMET_OZ_DEN_KiLO
_VERMEK_iCiN_100_____IPUCU
6. Yunan Mitolojisi. (b.t.). (28 Mart 2010). 24
Mart 2010,
http://tr.wikipedia.org/wiki/Yunan_mitolojis
i.
7. Yüksel, B. (17 Mart 2008). Kadim Mısır
uygarlığı tanrı ve inanç sistemi. Milliyet. 20
Mart 2010,
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogN
o=98811.
Sonuç olarak, ölümsüzlük veya ebedi gençlik
günümüzün teknolojisiyle mümkün olmayan bir
istekten, bir ütopyadan başka bir şey değildir.
Aslında insanoğlunun bu bitmek bilmeyen
arzusunu gerçekleştirebilmek için teknoloji ve
bilimden başka bir yol vardır. Ölümsüzlük
yaşadığımız
esnada,
bu
dünyada
yapabildiklerimizdir. Örneğin bilimle, sanatla
32
doğru değildir. Burada belirtilmesi gereken önemli nokta
“doğru” kavramıdır, doğru: insanların ortak amaç ve
hedefleri için doğru olandır.
ADLERYEN BAKIŞ: YAŞAMIN ANLAMI (AMACI)
NEDİR?
Emre Ayar
Mersin Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Her insan özellikle kendisini bekleyen üç temel ödevin
üstesinden gelmek zorundadır. Söz konusu ödevler
onun için gerçeği oluşturur, insanın karşısına çıkan tüm
sorunlar bu ödevler doğrultusundadır. Bulunan
çözümlerde yaşamın anlamından ne anladığını ortaya
koyar.
Biz insanlar anlamlı ilişkilerin oluşturduğu bir dünyada
yaşamımızı sürdürmek ister, nesneleri ilişkilerinden
soyutlayıp saf olarak değil, insanlar için taşıdıkları önem
açısından algılamaya çalışırız. Algılarımız, zihnimizden,
dile dökülmeden bizim insan olarak güttüğümüz amaçlar
tarafından belirlenir. “Tahta “ insanla ilişkisi bakımından
tahta, ”taş” insan yaşamında bir etken rolünü
oynayabildiği ölçüde taş anlamını içerir. Biz, gerçeği her
zaman ona verdiğimiz anlamla kavrarız, yani salt gerçek
değil, önceden tarafımızdan yorumlanmış bir gerçek
olarak. Dolayısıyla bu anlamın az çok eksik ve kusurlu
nitelik taşıyacağını, hatta hiçbir zaman kesin bir
doğruluk içermeyeceğini varsaymak akla yakın bir
davranıştır. Anlamlı ilişkilerden oluşan dünyamız, hata
ve yanılgılarla dolup taşan bir dünyadır.

Üç temel ödevden birincisi, bizim başka bir yerde
değil de dünya isimli gezegenin kabuğunda
yaşamamızdan kaynaklanır. Bizler yaşadığımız bu
yerin bize buyur ettiği sınırlılıklar ve olanaklar
çerçevesinde
kendimizi
GELİŞTİRMEK
durumundayız.
Özellikle, yeryüzündeki kişisel
yaşamımızı sürdürebilecek ve insanlığın yarınını
güven altına alabilecek gibi kendimizi bedensel ve
ruhsal bakımdan geliştirmemiz gerekir.

Ödevlerden ikincisine geldiğimizde, insan
kendisindeki
güçsüzlükler,
yetersizlikler
ve
sınırlamalar dolayısıyla her zaman başka insanlara
bağlı durumdadır. Gerek kendi esenliği gerek
insanlığın mutluluğu için başta gelen koşul TOPLUM
dur. Dolayısıyla yaşam sorunlarının çözümü bu
bağımlılığı dikkate almak, bizim bir toplum içinde
yaşadığımızı ve tek başımıza yok olup gideceğimiz
gerçeğini göz önünde tutmak zorundadır. Hayatta
kalmak istiyorsak, tüm ödevlerin, tüm amaç ve
hedeflerin bu en önemlisiyle, bize ev sahipliği
yapan gezegende insan soydaşlarımızla birlikte
çalışarak kendi yaşamımızı ve insanlığın yaşamını
sürdürme ödeviyle duygularımızın uyum içinde
bulunması gerekir.

Üçüncü ödev bizi birbirimize bağlar yine, insanlar
iki ayrı cinsiyet halinde yaşar. Bireyin ve toplumun
varlığını sürdürebilmesi için bu gerçeğin göz
önünde tutulması gerekir. Sevgi ve evlilik bu ödev
kapsamına girer. Bir çok erkek ya da kadın bu
ödevin çözümüne yan çizemez.
Söz konusu ödev karşısında kalındığında
sergilenecek davranış ele geçirdikleri çözümü açığa
vurur. Bu ödevin üstesinden gelmede pek değişik
Kendisine
“yaşamın
anlamı
nedir?”
sorunu
yönelteceğimiz bir kişi belki bu soruya cevap
vermeyecektir. İnsanlar genelde bu soru üzerine kafa
yormaz, çözüm üretmezler.
Ama sorunun insan
tarihinin geçmişi kadar eski olduğu, günümüzde de
insanların “ ama niçin bütün bunlar?”
diyerek
patladıkları yadsınamaz bir gerçektir. Ne var ki onların
bu soruyu bir zorlukla karşılaştıkları zaman sorduğunu
ileri sürebiliriz. Yaşam tekneleri yelken açmış güzel güzel
seyrederken, çetin sınavlardan geçilmesi gerekmediği
sürece böyle bir soru sözcüklere dökülüp açığa
vurulmaz. Bu soru birey farkında olmadan bireyin
hayattaki akışı sırasında sorulur, birey eylemleriyle
yanıtlamaya çalışır. Yaşam konusunda belli bir anlayışa
bel bağlayabilmiş gibi davranır herkes. Tüm
davranışların temelinde, dünyaya ve kendisine ilişkin
önceden belirlenmiş bir görüş yatar, “ ben böyleyim ve
evren de böyledir” yargısında herkesin kendi kendisine
verdiği bir anlam, yaşama verdiği bir anlam yatar. Ne
kadar insan varsa yaşamın anlamına ilişkin o kadar görüş
vardır ve bunlardan her biri az önce belirttiğimiz gibi az
çok yanlıştır. Hiç kimsenin yaşam anlamı kusursuz ve
33
olanaklar vardır; birey, ödevin çözümünde kendis
için söz konusu olanağa ilişkin tavrını davranışlarıyla
her zaman ortaya koyar.
o zaman dahi kişiden söz açabiliriz. Böle bir yaşamla dile
getirilen anlam, her zaman “yaşam toplum içerisinde
çalışmaktır” olacaktır.
Bu üç ödev üç ayrı sorun çıkarır karşımıza;
“PEKİ, BİREY NE OLUYOR?”
 bu yeryüzündeki doğal koşullar altında hayatta
kalmamı sağlayacak nasıl bir uğraş bulabilirim?
 Birey her zaman başkalarını dikkate alıp,
kendini onların çıkarlarına adarsa, bireyselliği
olumsuz yönde etkilenmez mi bundan?
 Doğru dürüst gelişmeleri isteniyorsa, en
azından bazı insanların kendilerini düşünmeleri
gerekmez mi?
 Aramızda her şeyden önce kendi çıkarlarını
koruyup kollayarak kişiliklerini güçlendirmesini
öğrenmek zorunda olan kimseler yok mudur?
 İnsan soydaşlarım arasında kendime nasıl bir yer
belirlemeliyim ki, onlarla birlikte çalışıp toplumsal
yaşamın nimetlerini onlarla tadabileyim?
 İnsanların iki ayrı cinsiyete mensup olduğu, insan
soyunun ve yarının ayakta kalmasının cinsel yaşama
bağlı bulunduğu gerçeğini dikkate alarak
davranabilmek için ne yapmalıyım?
Adler’ göre, “ bu düşünce tarzı tümüyle yanlıştır ve
ortaya attığı sorunda yalancı bir sorundur. Yaşama
verdiği anlama uygun bir şey yapmak isteyen ve tüm
çabasını bu amaca yönelten bir insan yapacağı iş için
kondüsyon bakımından da en iyi durumda olacaktır.
Amacına uyum sağlayacak, toplumsallık duygusu içinde
antrenmanlarını sürdürecek, çalışa çalışa olgunlaşıp
ustalaşacaktır. Amaç açıkça ortada olsun yeter ki, bu
amaca varmak için çalışmalar arkadan gelecektir. Sevgi
ve evliliği ele alalım örneğin; eşimize ilgi göstermemiz,
onun yaşamını kolaylaştırıp zenginleştirmeye çaba
harcamamız durumunda kendimizi en iyi şekilde
geliştireceğimiz pek doğaldır. Kişiliğimizi boşlukta,
başkaları için yaratıcı işler yapmak gibi bir amaçtan
yoksun geliştirebileceğimize inanmamız bizi olsa olsa
zorba ve çekilmez biri yapar
( A.Adler).”
Bireysel psikolojinin bildiği hiçbir yaşam sorunu yoktur ki
,iş ,güç, toplumsallık ve cinsellikten oluşan bu üç temel
sorundan birine indirgenmesin. Özellikle bu üç ödev
karşısındaki tavır ve tutumuyla içimizden her biri
yaşamın anlamına ilişkin en içtenlikli inancını bütün
açıklığıyla dile getirir.
Yaşama verilen kişisel anlam gerçek bir anlam sayılmaz
asla. Bir anlamdan söz açılabilmesi için, onun başka
insan için de anlam taşıması gerekir. Amaçlarımız ve
eylemlerimizde durum böyledir: bunlardaki biricik
anlam başkaları için taşıdıkları anlamdır. Her insan
önemli biri sayılmak için uğraşır; ama bizim bütün
önemimizin başkaları için yaptığımız yararlı işlerden
oluştuğunu görmemek yanılgıdan başka bir şey değildir.
“Yaşamın anlamı“ konusundaki bütün doğru ve
düşüncelerin belirleyici özelliği, onların genel geçerli
nitelik taşımasıdır. Başkalarının da paylaşıp geçerli
gözüyle bakabilecekleri tasarımlardır bunlar. Yaşam
ödevlerinin doğru dürüst çözümü, başkalarının
izleyeceği yolu da açacaktır onlara: böyle bir çözüm
sayesinde genel sorunların içinden başarıyla çıkıldığı
görülür. Deha denilen kimseyi bile, başkalarına en üstün
düzeyde yararlı olan diye tanımlayabiliriz. Gerek içinde
yaşadığı toplum gerek daha sonraki toplumlar bir
insanın yaşamını kendileri için önemli buluyorsa, ancak
Atalarımızdan
devraldığımız
mirasımıza
dönüp
baktığımızda ne görüyoruz? Kendileriyle yok olup
gitmemiş tek şey, onların insan toplumu için yaptıkları
yaratıcı çalışmalardır. Peki ya ötekiler? toplum için asla
yararlı bir şey yapmamış, yaşama bir başka anlam
vermiş, yalnızca “yaşamdan kendim için ne çıkar
sağlayabilirim?” sorunu sorup durmuş ötekiler ne oldu?
--hiç bir iz bırakmadan geçip gittiler bu dünyadan. Yalnız
ölmekle kalmadılar, bütün ömürlerini boşa geçirdiler.
34
Yaşama verdiğimiz anlam yaşamımızın akışı koruyucu bir
melek ya da kötü bir ruh gibi etkisi altında
bulundurduğundan, bu anlamlandırma işinin nasıl
gerçekleştiğini, çeşitli anlamların birbirinden nasıl
ayrıldığını, kaba hataları içermeleri durumunda hataların
nasıl düzeltileceğini bilmek doğal olarak alabildiğine
büyük önem taşır. Anlamlandırma işinin nasıl olup
bittiğini, bunun insanın davranış ve yazgısını nasıl
etkilediğini bilmenin insan toplumunun esenliği için ne
yarar sağladığı, fizyoloji ya da biyolojinin değil,
psikolojinin konusudur. Daha çocukluğun ilk günlerinden
başlayarak” yaşamın anlamının” aranmakta olduğu
görürüz; henüz bocalayarak, el yordamıyla bir arayıştır
bu. Bebekler bile kendi olanaklarını ve kendilerini
çevreleyen yaşamda oynayacakları rolü ölçüp biçerek
belirlemeye çalışır. Beş yaşının sonuna doğru çocuk,
davranışları için tutarlı ve sağlam bir örnek, sorun ve
ödevlere yaklaşımda kendine özgü bir yaşam biçimi
geliştirmiş olur. Yaşantı ve deneyimleri kendine mal
etmeden değerlendirip yorumlar, bu yorum da yaşama
başlangıçta verdiği anlamda her zaman uyum içindedir.
İsterse yaşama verdiğimiz anlam çok ağır hataları
kendisinde barındırsın, isterse sorunlara ve ödevlere
yaklaşım tarzımız bizi durmadan başarısızlıklara
sürükleyip sıkıntılara soksun, davranış tarzımızın asla
kolay el çekmek istemeyiz.
Bir kez yaşama verilen anlam saptanıp anlaşılmaya
görsün, bütün bir kişiliğin kapısını aralayacak anahtarı
ele geçirmiş sayılırız. İnsan karakterinin değişmeden
kaldığı ileri sürülür bazen; ama böyle bir şeyi ileri
sürenler, kişinin yaşam içindeki durumunu kavramalarını
sağlayacak anahtarı asla ele geçiremezler. Daha önce de
belirtildiği gibi başlangıçta işlenen hata ortaya
çıkarılmadıkça ne ikna edici sözler ne de uygulanacak
bir tedavi başarı sağlamayacaktır.
Başarı vaat eden tek tedavi yöntemi, eskisinden güçlü
bir toplumsallık bilincine yer veren daha cesur bir
yaşama bireyi alıştırmaktır. Ne var ki her yaşamsal
sorunun çözümü toplumla ortak çalışma gücünün
varlığını gerektirir, her ödevin toplum yapısı içinde,
insanlığın esenliğine yararı dokunacak şekilde
üstesinden gelinmesi zorunludur. Ancak yaşamın
anlamının insanlığın yararına eylemlerde bulunmak
olduğunu kavradığı zamandır ki, insan karşılaşacağı
güçlükleri
cesaretle
ve
başarı
umuduyla
göğüsleyebilecektir.
Yaşamı
anlamlandırmada
ne
gibi
hatalara
düşülebileceğini anne ve babaların, öğretmenlerin ve
psikologların bilip kendilerinin aynı hatayı yapmamaları
durumunda şuna inanabiliriz ki, sosyal ilgidentoplumsallık
duygusundan-yoksun
çocuklar
kendilerindeki yeteneklerle yaşamın içerdiği olanakları
daha açık seçik hissedecektir. O zaman yaşamın önlerine
çıkaracağı ödevler karşısında uğraşıp didinmeyi elden
bırakmayacak, kendilerine kolay çıkış yolu aramayarak
ödevlere yan çizmeyecek ya da yükü başkalarının
üzerine yıkmaya kalkmayacaktır; kendilerine daha
yumuşak davranılıp özel yakınlık gösterilmesini
beklemeyecek, aşağılanmış hissetmeyecek kendilerine,
kafalarından intikam düşünceleri geçirmeyecek ya da “
Yaşamanın yararı ne?” “ne veriyor bana yaşamak?
“diye sormayıp şöyle söyleyeceklerdir:”
Yaşama verilen anlamdaki hataları gidermenin tek yolu,
yanlış anlamlandırmanın gerçekleştiği koşulları yeni
baştan alıp üzerlerinde enine boyuna düşünmek,
yapılmış yanlışı görmek ve kavrayış şemasında
düzeltmeye gitmektir. Yaşantılar, başarı ve başarısızlığın
(kaçınılmaz) nedeni değildir. Bizi sıkıntıya sokan,
yaşantılarımızdan
kaynaklanıp
travma
olarak
niteleyeceğimiz şok değildir, tersine biz kendimiz
yaşantılarımızı amaçlarımıza hizmet edecek bir biçimde
sokar, yaşantılarımıza verdiğimiz anlamla kendi
kendimizi belli bir yazgıya yükümlü kılarız. Bu anlamın
ise, tek başına belli yaşantıları gelecekteki yaşamımıza
temel yapmamız durumunda her zaman bir hatayı
içerme olasılığı vardır. Belli bir durum yaşantılara
vereceğimiz anlamı belirlemez, biz durumlara
vereceğimiz anlamla kendi kendimizi belirleriz.
Biz, kendi yaşamımıza gereken biçimi vermek
zorundayız. Bu daima bizim boynumuzun borcudur ve
bunu çözebilecek gücümüz vardır. Bizler eylemlerimizin
efendisiyiz. Yeni bir şey mi yaratılacak ya da eski bir
şeyin yerine yeni bir şey mi konacaktır, bu yalnızca bizim
işimizdir.” Yaşam bu şekilde birbirinden bağımsız
35
bireylerin ortak çalışması olarak görüldü mü, insan
toplumumuzun ilerlemesinde sınır yoktur.
36
değiniliyor.2 Fanon, yanından beyaz bir kadın ve
çocuğunun geçmekte olduğunu görür. Çocuk, siyah
adamı (Fanon'u) görünce “Anne bak bir zenci”, der.
Bunun üzerine siyah adam gülümser. Aynı olay ikinci
defa tekrarlanır ve siyah adam tekrar fakat bu kez biraz
daha az gülümser. Çocuk ve anne gittikçe
yaklaşmaktadırlar. Tam önünden geçeceklerken çocuk,
“Anne bak zenci!!” diye bağırır ve korkuyla annesine
sarılır. Siyah adam donup kalmıştır.
MİTİNGLER VE ÖTEKİLEŞTİRME
Melike Elbasan
Seri ‘Cumhuriyet Mitingleri’ni hatırlarsınız. Yapılan
mitingler toplumun bir kesminin yurttaşlık haklarını
kullanmalarının örnekleridir kuşkusuz. Yeter ki insanlar
kaygılarını, endişelerini; hatta öfkelerini demokratik
yollarla ifade etsin, ifade özgürlüğü kimsenin tekelinde
olmasın. Lakin bu gösteriler aşırı tahrik barındırmadan
yapılması ve düşmanlık tohumları, ‘biz ve öteki’
kavramlarını yaratmaması gerekir.
Bu olayda aslında siyah adam beyaz çocuğu korkutacak
hiçbir şey yapmamış olduğu halde, hayatı boyunca
“korkulacak biri olup olmadığını sorgulamak” zorunda
bırakılır. Başkasının korkusunun kendisinde neye yol
açtığını hesaplayabilirsiniz. Bizzat kendisi tarafından
zamanla içselleştirilmiş bir ayırımcılıktır deneyimlediği.
Hâlbuki o, korkunun sebebi değil, nesnesidir. Buna
karşılık korkan kişinin yaptığı şey bir kucağa atılmak, bir
kucağa sarılmak. Annenin kucağına…
Cumhuriyet mitingleri hiç kuşku yoktur ki, ciddi bir
sosyolojik analizi hak ediyor. Katılanların motivasyonları
açısından; kürsü hatiplerinin konuşmaları, katılanların
pankartları ve sloganları ilginç bir söylem ortaya
koyuyor. Ancak bu toplanmalar arttıkça halkın “öteki”
kesiminde tam aksi bir karşılık bulmaya başlıyorlar.
İnsanlar kategorilere ayrılıp dünyayı bizden olanlar ve
olmayanlar şeklinde algılamaya başlıyor ve en fazla
savunucu önyargı da dogmatik bağlılık içinde olan,
‘zıtlıklara inanan’, insanları kategorize edip dost düşman
ayrımını siyah beyaz şeklinde yapanlar da görülüyor.
Bu örnekte herkesin bildiği gibi korkan kişiye hiç bir şey
olmayacaktır. Zaten bir tehlike olmadığı halde annenin
(vatanın, kurumların, demokrasi dışı güçlerin) kucağına
sarılarak korkulan kişiye yönelik bir şiddeti, bir tehdidi
harekete geçirecektir. Buna karşılık “korkulan bir beden
olarak siyah adam” bu korkuyu giderecek hiçbir şey
yapamayacaktır. Onun varlığı bir korku kaynağı olmaya
devam edecektir. Aslında sorunun çözümü basittir:
Korkunun kaynağı siyah adamın kendisi değil, onun
hakkındaki algıdır. Bu algının üretilmesi bir toplumun
insanlık suçu bir duygusuyla, yani ırkçılığıyla ilgilidir.
Irkçılığın nesnesi (hedefi) olarak siyah adamın bunu
giderebilmek için yapabileceği hiçbir şey yoktur aslında…
Mitingler üzerinden anlatılmaya çalışılan açık ve net bir
söylem dikkati çekmektedir. Hükümet politikalarının
geniş halk kesimlerindeki kuşkuları gideremediği, halk
kesimlerinde bazı korku ve endişelerin oluştuğu
belirtiliyor. Bu tez o kadar işleniyor ki, artık kimse
doğruluğundan bile kuşku duymuyor, bir nevi
“propaganda”sı yapılıyor. En sağduyulu yaklaşanlar bile
AK Parti'nin bir korku nedeni olma ihtimalini yok
saymıyor. Ulusalcı söylemlerin güçlendiği, yabancı
düşmanlığının millilik olarak tanımlandığı, baş örtüsü ve
dindar yaşam tarzı üzerinden ürküntü verici bir
ötekileşmenin yaşandığına tanık olmaktayız. İnsanlar,
“rejimin sahipleri ve düşmanları” şeklinde sınıflandırılıp
‘tehlikenin farkındayız’ söylemleriyle kutuplaştırılarak,
ben merkezli düşüncelerle kendini kayırma ve
normlardan sarpma eyleminde bulunmaktadır. Sosyal
psikolog Prof. Çiğdem Kağıtbaşı, "Aslında biz bu iktidara
ve onların türbanlı eşlerine alışmadık. İnsanlarımız dört
yıldır bunlara içerleyip hep içlerine attılar. Şimdi bıçak
kemiğe dayandı." açıklamasında bulunuyor.1 Prof. Dr.
Nüket Sirman’ın bir konferansında da konuya şu örnekle
2
http://www.bura.org.tr/haberler/haberoku.asp?hid=415
Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Seçkin Yayınları.
Erişim Tarihi: 20.10.2007.
1
http://www.aksam.com.tr/haber.asp?a=76595,12 Erişim
Tarihi: 17.05.2007.
37
arabanızın yakınındaki ağacı kestiklerini görüyorsunuz.
Yani arabanız orada kalmaya devam etseydi dallar
arabanızın üzerine düşecek ve arabanız zarar
görecekti...Sizce herkes sizin kötülüğünüzü mü istiyor?
PEMBE GÖZLÜK
İpek Bilen
Haydi, çatmayın kaşlarınızı.
Çoğu insan bir takım olayları sorgularken sebeplerini
kendinde değil, dışarıda bulur. Çünkü dışarıda arar...
Bakış açısı, yaşarken takındığınız ruh hali...Sorun her
zaman çevrenizdeki insanlarda değil. Siz etraftaki
insanların size kötü davrandığını içinizden düşünürseniz,
kim ne yaparsa yapsın o davranışın kötü amaçla
yapıldığını düşünürsünüz. Size yapılan bir iyiliği bile
görmeyip kötü davranıldığınız düşüncesiyle bir mutluluğa
yazık edebilirsiniz.
Siz hiç bir zaman suçlu değilsiniz, siz her zaman en
doğrusunu düşünürsünüz, siz oradaki en akıllı
insansınız. Öyle mi?
Bu soruların cevabı her zaman evet değildir, olamaz
da...
Tam
tersine,
herkesin
size
iyi
davrandığını
düşünürseniz, hayatta çoğu insanın kaçırdığı güzel
anları yakalarsınız. Güzel, mutlu anları
hayatın telaşına koşturmasına kapılan
çoğu insan kaçırıyor.
İnsan "Ben öyle yaptım" demez,"Bana böyle yaptılar"
der.
"Ben yanlış düşünmüşüm" demez, "Bana
yanlış anlattılar" der.
İnsanlar psikologlara gidip hayatlarını
düzene sokmaya çalışıyorlar. Kimisi
çocuğundan, kimisi eşinden, kimisi
ailesinden, arkadaşından ondan bundan
şikayetçi.
Kısaca
çevresindeki
insanlardan şikayetçi olan kişileri ele
alalım biz. Hatta şikayet ettikleri kişileri
psikologlarla sınırlamayalım. Dertleştikleri
kişiler diyelim bunlara. Herkes her zaman
psikologa gitmiyor, arkadaşlar da var
dertleşmek için.
Bunun için sizi mutlu edecek küçük bir
oyun oynayın.
Her gün, sizi mutlu etmek için yapılmış 5
hareket tespit edin. Hayatınıza devam
edin. Hayatınız aksiyon dolu veya durgun
olsun hiç fark etmez. Yolda yürürken bir
arabanın size yol vermesi bile sizin için
yapılmış bir iyiliktir, herkesin size kötülük
yapmadığını gösteren bir işarettir.
İki tane gözlük var. Bir tanesi siyah. Size
herkesi “kötü insan” olarak gösteriyor.
Herkes size kötülük yapıyor gibi
düşünüyorsunuz. Diğer gözlük ise pembe! Size herkesi
iyi insan olarak gösteriyor, onu taktığınız zaman herkesin
içinde iyi bir niyet olduğuna inanıyorsunuz. Lütfen pembe
gözlüklerinizi takar mısınız?
Arkadaşına "Ben artık çok sıkıldım,
herkes bana kötü davranıyor" diyen
birisini ele alsak. Bu kişi herkesin ona kötülük yapmasını
istemiyor, peki bunu engelleyebilir mi? Engelleyemez,
çünkü kendini herkesin ona kötü davrandığına
inandırmış. Ne olursa olsun, o kişi herkese bu gözle
bakacak. Birisi ona soru sorduğunda o, soru soran
kişinin ona kötülük maksadıyla bu soruyu sorduğunu
düşünecek. Birisi ona "Hava çok güzel neden dışarı
çıkmıyorsun?" diye sorduğunda, o bunu kasten yapılmış
sanacak, belki de evde oturmasının yüzüne vurulduğunu
düşünecek. Ne de olsa herkes ona kötülük yapıyor.
Günlük hayattan basit bir olay ele alalım. Evinizde rahat
rahat oturuyorsunuz ve kapınız çaldı. Birisi sizden
arabanızı olduğu yerden çekmenizi istiyor. Sizin aklınıza
direk "Bir saniye rahat oturmam herkese dert oldu,
herkes kötülüğümü istiyor, araba işi de nereden çıktı?"
Söylene söylene yerinizden kalkıyorsunuz, çok
sinirlisiniz, kaşlarınız çatık...Aşağı iniyorsunuz ve
38
Hep ertelediklerimizde mi mutluluk yoksa asıl
ertelediğimiz mi mutluluk?
yani beklenen ve eylemi ona ulaşmak için
gerçekleştirdiğimiz sonuç hiç değişmeseydi; ben
yanlış tepkiler versem, hatalar yapsam da yine aynı
son beni bekliyor olacaktı diyebilsek. Yarın çok
arayacağımız bugünleri dün olmadan yaşayabilsek…
Biraz düşünelim. 'Dün'ün ulaşılmazlığı bizi bu
duyguya götürmüyor mu? Dünleri özlediğimiz için
hep esas mutluluklarımızı orda görmüyor muyuz?
Çok yakın bir dostunuzu düşünün, yıllarınızı beraber
geçirdiğiniz çocukluk arkadaşınızı. Şu anda ondan
çok uzaksınız ve hiçbir dostunuzun onun gibi
olamayacağını
düşünüyorsunuz.
Hep
onu
özlüyorsunuz.' Onunla şunu yapmıştık, şöyle
gülerdik, o benim ruh ikizimdi, her şeyimi anlardı'
gibi sözler sarf ediyorsunuz sürekli. Ve bir şekilde o
arkadaşınızı görüyorsunuz. Ama hiç o eski tat yok.
Size kalan koca bir hayal kırıklığı… Artık eskisi gibi
birlikte gülemiyorsunuz. Sizin abarttığınız kadar
mükemmel biri değil mi acaba? Yoksa özlediğiniz
için mi siz onu mükemmel yaptınız? İşte dünler de
böyle.Hiçbir 'dün'ünüz 'bugün'ünüzden çok çok
mükemmel değil. Eğer o anları şu an tekrar
yaşasanız, sizin için çok da bir şey ifade etmeyecek.
Yine koca bir hayal kırıklığına uğrayacaksınız, tıpkı
eski dostunuzu gördüğünüz zamanki gibi. O yüzden
bugün
eskilerinizden,
o
vazgeçemediğiniz
dünlerinizden silkinin. Asıl ertelediğiniz mutluluğu
bugün olsun bekletmeyin. O ne yarınlarda,ne
dünlerde… Esas bugünlerde sizi bekliyor.
Esra Demirbozan
Merve Erdoğan
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü
'Ben hep dünü düşünürüm, bir daha hayat dün gibi
olmayacakmış gibi… Şu anı, her an gülümseyerek
yaşayabilirim; insanlar benim yerimde olabilmek
için servetlerini verebilirler belki. Çok mutlu olsam
da ben,içimde hep bir burukluk vardır, hep acıtan
bir şey saklıdır derinlerde… Ne kadar gülse de
yüzüm, yine de dün gibi olmaz hiçbir şey. Falanca
gün ne kadar safmışım diye düşünürüm hep. Çok
güzel bir gün olacaktı, ben o hataları yapmasaydım.
Dündeyken neden çok gülümseyemedim ki ben?
Şimdi hiç mutlu değilim, bir daha da olamayacağım
ya da durun inat ettim olmayacağım işte. Kararlıyım
bu konuda. Bana kaybettiğim dünlerimi getirin de
mutlu olayım. Nazım Hikmet'in Abidin Dino'ya
sorduğu ''Mutluluğun resmini yapabilir misin,
Abidin?'' sorusunu ben cevaplarım o zaman. Ama
şartım var unutmayın, siz de dünlerimi
getireceksiniz
bana.'
Gerçekten böyle mi düşünür hep insan? Hep o an
için imkansız olan mıdır mutluluk veren? Peki
bunları düşündüğünüz 'şu an'ın yarın sabah
uyandığınızda 'koskocaman bir dün' olabileceğini
düşündünüz mü hiç? Yıllar sonra bir gün siz bunları
düşündüğünüz 'şu an'ı özlüyor olacaksınız belki de.
Koşullamaları anlattığı bir derste hocamız, aslında
hayat 3 yuvarlakta gizli demişti: ''DavranışOlay(Eylem)-Sonuç'' üçlüsü. Sonuçlar, davranışları
değiştirir. Davranışların değişmesinin nedeni
aslında sonuçların değişmesidir. İşte bunu
kavrayabilsek, değişen sonuçların bizleri böyle
davranmaya ittiğini bilebilsek, hayatı bu üç
yuvarlağa indirgeyebilsek belki bazı şeyleri
değiştirmeye başlayacağız bir yerlerden. Belki o
zaman kendimizi suçlamaktan, dünü daha iyi
yaşayamamanın pişmanlığından, en önemlisi dünü
aramaktan kurtulacağız. Başlangıçta beklentilerimiz
şöyleydi ama sonra şöyle oldu, o yüzden ben de her
insan gibi olaylara böyle tepki verdim. Eğer sonuç
Dünyanın anlamsızlığından ve gelip geçiciliğinden
yakınan birçok insan için hayat, yazgıların bireyden
bağımsız örüldüğü üflenmiş bir tin olarak kabul
görür. Zamanın değişkenliği karşısında bireyin bu
değişmeye karşı koyma durumu ise ancak bir
ütopya oluşturur. Birey bu noktada, ömrü boyunca
karşılaştığı durumlarla ya kendini özdeşleştirir
yahut yabancılaşma duygusuyla kendisinden
uzaklaşır. Birey ve toplumsal yaşamın birbirinden
kopmasından kaynaklanan ya da daha zemine
indirgemeyle, başkalaşma ve bu başkalaşmaya
uyum
sağlayamama
süreci bireyi
intihara
yöneltmektedir. İntihar; başkaldırı, tutku ve
özgürlük üçlemesinin insan aklına üstün gelme
durumudur.İntihar, Durkheim tarafından farklı
ayrımlarla toplumsal nedenlere dayandırılsa da
39
bireysel
bir
sürecin
basamaklarının ürünü.Güçsüzlüğün
olmadığı
gibi,hapsolmuş bir çaresizliğin de tanımı altında
düşünülmemeli.Hayat,ne kadar boş ve anlamsız
olursa olsun;hayatın size ait kılınan yönünden çekip
gitmek
kolay
olmamalı.
olduğu ve bu cezayı elbet bir gün yeneceği
umuduyla oluşturmasına bağlar. Peki ama,umutsuz
ve saçma bir çaba insanı ne kadar mutlu
edebilirdi? Ya da yanağını dayayıp yüklendiği kaya
parçasını kendi kaderine, kendi benliğine aitlemiş
olabilir miydi? Sisifos'un bu yazgıyı küçümseyerek
benimsemesi, koşulsuz bir benimseme, saçma
kavramını çürütebilir miydi? Sisifos yanılmış ve
insanlığı yanıltmıştı belki de. İnsanın kendine ait
olmayan bir yazgıyla uyumu ne derece tatmin edici
olabilirdi...
Sisifos Efsanesi... Tanrılara kurnazlığıyla kafa tutan
Sisifos, ölümü zincire vuracak kadar zeki bir
yöneticidir.
Tatanos'un
tutsaklığıyla
sonsuzluğu halkına bahşeder. Bolluk içinde günler
geçmekte,
insanlar
ölümsüz
tanrılara kafa
tutmaktadırlar.Fakat
yeryüzündeki
bu
durgunluk,Cehennem Tanrısı Hades'i de işsiz
bırakmıştır. Zeus'a ait bir sırra sadıklığını
göstermediği
için
tanrılar
tarafından yeraltına alınan
Sisifos,
yeraltı
dünyasına gitmeden önce, karısından cenaze
törenini yerine getirmemesini tembihler. Böylece
karısından hesap sormak için dünyaya geri
dönebilecektir. Fakat dünyaya döndüğünde, çok
sevdiği hayatın güzelliğine, çiçeklere, karısına
duyduğu
aşka
kapılıp
tekrardan yeraltı
dünyasına dönmeyi istemez. Verdiği sözü tutmayan
Sisifos bir kez daha kurnazlığını göstermiştir.
Baştanrı Zeus'un bu duruma kızmasıyla tekrardan
zorla alıkoyulur. Tanrıların gazabına uğrayıp
sonsuzluğa mahkum edilmekle birlikte bir cezaya
çarptırılır. Ağır mı ağır bir kayayı dağın tepesine
kadar çıkartacak fakat kaya ağırlığından dolayı
tekrar
aşağı
yuvarlanacaktır.
Sisifos
kayanın yamaçtan aşağı yuvarlanışını izlemekte ve
tekrardan aşağı inip onu yukarı taşımaya
çabalamaktadır. Tanrılara göre,bu görev sürekli
tekrarlandığında boş ve yararsız bir işin sürekliliği
sağlanacaktı.
Sisifos eski kaynaklarda güneşin doğuş ve batışının
koşulsuz devirliliğinin ve bilginin peşinde boşa çaba
harcayan insanın da temsilcisi bir bakıma. Albert
Camus bu noktada saçma-absürd kavramını
tanımlarken, Sisifos'un kayanın aşağı yuvarlanırken
onu izlemekte olduğu duygu durumuyla ilgilenir.
Yararsız ve umutsuz bu görevin Sisifos'u mutlu
ettiği kanısındadır. Bu temellendirmeyi ise
Sisifos'un tanrılara baş kaldırmanın bilincinde
40
BİN YILLIK KEFENDE
masalı, gürültülü bir hüzündür Sisifos. Güneşin
doğuş ve batışının koşulsuz devirliliği.
Güneş olmanın biricikliğini tatmak var. Güneşe
bakmaktan kararırmış oysa dünya. Şimdi herkes bir
güneş bulup renklerini aydınlatmakta...
Yazgı ölümdür sana göre, yazgı sona ulaşmak.Bir
pergelin iki bacağı gibi… Aşkın yazgısı nedir?
Nedir zamansızlığı içime sığdıran aynı zamanda?
Su da şaşırır yatağın.
Merve Erdoğan
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Bin yıllık bir kefende
Geçmişin büyük hesaplaşmalarıyla koyun
koyuna solumak
Aklanmaya müebbet bir günahım ben.
Kendimi yarın bulabileceğime inanmak var.
Yazgım mahkûmluğumdur. Göğün yüzü mor.
Karanfiller daldan.
Her şah! -mat!
Tanrılar öncesinden kalbime bir fısıldanış;
''yazgım mahkumluğumdur''
-şah!-
Kuşku götürmez; Kinler bile sapa bu evrende.
Geçmişe dönüktür yüzüm, yürüdüğüm bir arpa boyu
hüznüm.Gün batımları ördüğüm kader;Oysa
çizgilerden başlardık ayaları sınamaya.
Zikrime sadık kalarak dönüyorum bir keşiş misali.
Yalınayak ve sezinsiz, günah tanrısına karşı
eğilebilmek diz.Eğilmek doğrulabilmek
için bu dünyada.
Bir acı var, bariz. Tüm varlıklar karanlık.Şimdi
tüm varlıklar yoklukta.
İlkin bir elveda oluyor, kanatlanıyorum sevince.
Bir ormanın üstünden uçuyor, göllerde susuyor,
topraklarda çatlıyorum. Ve bir balık nihayet...
Maviliklerde yüzüp bir çam ağacının gölgesine
siniyor, usulca kılçıklarımı ayıklıyorum
İri ve ela gözlerle açılıyor kapısı bir
çocukluğun,tırnakları uzuyor bir de durmadan...
Kadere atılacak her pençeye bilenmek.
Kim bilir!
Yararsız ve amaçsız, fakat istikrarlı bir cehennemin
41
Download