“İyilik de kötülük de hepsi Allah`tandır.” (Nisa,78)

advertisement
1
İçindekiler
2
"Mümin, Allah katındaki azabı bilseydi, Cennetten ümidini
keserdi. Eger kafir, Allah'ın rahmetini bilseydi, Cenneten
ümidini kesmezdi." anlamında hadis var mıdır? Varsa
nasıl anlamalıyız?
Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
“Mü‟min, Allah katında olan azabı bilmiş olsaydı, hiç kimse Cennete göz dikmezdi.
Kâfir de Allah katında olan rahmeti bilmiş olsaydı, hiç kimse Cennet‟ten ümidini
kesmezdi.” (Müslim, Tevbe 23, (2755); Tirmizî, Da'avât 100, (3542). Tirmizî: Bu hadis
hasendir, demiştir. (a.y.)
Bu rivayet, Allah karşısında, müminin koruması gereken edebi veciz şekilde ifade eden
hadislerden biridir: Ne cennetliğim diyerek tam ümit ne de artık cehennemden başka yol
yok diyerek ümidi kesmek. Aksine eşit derecede hem korku hem ümit içinde olmak
gerekir
Mümin ne kadar çok hayır amel işlese de, Allah'ın azabından korku içinde olacaktır. Yine
ne kadar çok, ne kadar büyük günah işlese de Allah'ın rahmetinden ümidini
kesmeyecektir.
Yeis ve ucubun her ikisi de ruh dünyamızın iki büyük düşmanıdır. En kısa ifadesiyle,
yeis „kişinin cehennemini garanti görmesi,‟ ucub ise „cennetini kesin bilmesi‟dir. Bir
başka ifadeyle, yeis „Allah‟ın rahmetinden ümit kesmek,‟ ucub ise „O‟nun azabından
kendini emin sanmak'tır.
İbadet yapmada ve hayır işlemede başarılı olamayan insanlarda „ümitsizlik‟ hastalığı
kendini gösterir. Başarıya ulaştığı halde nefsine söz geçiremeyen insanlarda ise, sonu
kibir ve gurura varan ‗ucub‘ hastalığı meydana gelir. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi
ifrattır. İkisi de zarardır.
“De ki: Ey (günah işleyerek) kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah‟ın
rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlayıcıdır.
Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Zümer, 53) mealindeki ayet,
ümitsizliğe yer olmadığını bildirir.
Bu ayet, hem günahkar müminlere hem de müşrikler dahil bütün kafirlere hitap
etmektedir. Şirk koşan ya da ateist olan bir kimse de tövbe edip tevhid yoluna, imana
girebilir.
İbn Abbas (r.a)'dan nakledildiğine göre, şirke düşen ve çeşitli günahları işleyen bazı
kişiler, Hz. Muhammed (asm)'e gelmişler ve: "Senin anlattığın ve insanları ona davet
ettiğin yol (din), güzel bir şeydir. Yaptığımız çeşitli kötülükleri affettirecek herhangi
bir şey var mıdır? Bize bu hususta bir bilgi verir misin?" demişler. Bunun üzerine
yukarıda meâli verilen âyet nazil olmuştur. (Abdulfettah el-Kadi, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır,
194).
3
Buna göre, büyük günah işleyen kullar Onun rahmetinden ümit kesmeyeceği gibi,
ömrünü küfürde geçiren bir kimse de yine Onun rahmetinden ümit kesmez. İman ile
Ona iltica eder ve Onun rahmetine sığınır.
Ucub hastalığında ise yeisin zıddı bir durum söz konusudur. Burada kişi İslâm‘ı elden
geldiğince yaşamış, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı
üstünlük davasına kalkışmış ve cennetini garanti görme hastalığına tutulmuştur.
Bu hastalıktan kurtuluş reçetesi için şu ilâhî ikaza kulak vermek gerekir: “Sana gelen her
iyilik Allah‟tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir.” (Nisâ, 79)
İyilik dediğimiz her ne varsa, bütün bunlar peygamberler tarafından insanlara
öğretilmiştir ve onları işlemek için gerekli bütün şartları da Allah yaratmıştır. Meselâ,
doğru söylemek bir hayırdır. Bu hayrı insanlara öğreten ilâhî kitaplar ve peygamberler
olduğu gibi, o doğruyu söylemek için gerekli ağız, dil, tükürük bezi, gırtlak, beyin, sinir
sistemi ve hava gibi bütün şartları yaratan da ancak Allah‘tır.
İnsan bunları düşündüğünde, o hayırda çok az bir hisseye sahip olduğunu görür. Binlerce
ilâhî mucizenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek böyle bir hayırda, insanın hissesi,
sadece o güzel amele meyletmesi, cüz‘î iradesini de bu yönde kullanmasıdır.
Bunu böylece bilip, övünmek ve kendine güvenmek yerine Allah‘a şükretme ve O‘na
minnettar olma yolunu tutmak gerekir. Bu yolda gitmeyenler ucub çukuruna düşerler.
Demek ki, bir kulun kalbinde ―ümit ve korku‖ birleştiğinde Allah o kulun ümit ettiği şeyi
mutlak verecektir ve korktuğu şeyden de onu emin kılacaktır. Nitekim şu hadiste bunu
açıkça görmekteyiz:
Resûlullah (asm) ölmek üzere olan bir gence "Kendini nasıl buluyorsun?" diye sorar, o
genç de "Ey Allah'ın Resûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum"
diye cevap verir. Bunun üzerine Resûlullah (asm) da şu açıklamayı yapar: "Bu durumda
olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümit ettiği şeyi
mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar." (Tirmizî, Cenâiz 11, (983); İbnu
Mâce, Zühd 31, (4261).
İlave bilgi için tıklayınız:
“Havf ve reca (korku ve ümit) arasında olmak” ne demektir?
4
Evrimi çökertecek gelişmeleri sağlayan bazı bilim adamları
neden kendileri teoriyi çökerttikleri halde evrim teorisini
terk edip Allah´a boyun eğmiyorlar?
Okuyucumuz sorusunda haklıdır. Bilimle uğraşan insanlar, kâinatta inceledikleri varlıkların
mutlaka bir ilim, irade ve kudretin eseri olduğunu gördükleri ve bildikleri halde bir
yaratıcıyı niçin inkâr etmektedirler?
Bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız olmazken, şu koca kâinatın sahipsiz olması mümkün
müdür? Elbette mümkün değildir.
Gözlük camına mürekkepli bir kalemle birkaç nokta konduğu zaman, bu noktalar bazen
bir dağın görünmesine engel olur. Aynen bunun gibi, işlenilen günahlar sebebiyle insanın
manevî kalp gözüne konan noktalar, pek çok hakikatin görünmesine engel olur.
Güneş, nur ve ziyadır. Girdiği yeri aydınlatıp, nurlandırıp, gül ve reyhanların, nergis ve
lalelerin teşekkülüne sebep olurken, aynı güneş, mahiyeti bozulmuş maddeleri kokuşturur
ve çürütür. Bunun gibi, mana âlemi günahlar sebebiyle bozulmuş kimselerin, kâinattan
aldıkları marifet nurları âlemlerinde söner. Her bir varlık, Allah‘a açılan bir pencere iken,
onun âleminde gelişigüzelliğe ve tesadüfe dönüşür. Onların artık hakikate nüfuz etmeleri
mümkün değildir. Çünkü Cenabı Hak öyleleri için; ―Onların kulakları vardır işitmez,
gözleri vardır görmez, akılları vardır fakat idrak etmez. Şeytan onların amellerine
kendilerine hoş gösterir‖ (Araf, 7/179) buyuruyor.
Bizim böylelerin avukatlığını yapmamıza gerek yok, Şeytanlar onu ziyadesiyle yapıyor.
Biz, Allah‘a inanmanın bir iman meselesi olduğunu gözden uzak tutmamalıyız.
Allah‘a inanmanın yolu, Allah‘ı bilme ve anlama yönünde gayret sarf etmekten geçiyor.
Ancak bu da yeterli değildir. Cenabı Hakk da ona iman nurunu ihsan edecek. İnsan,
iradesini bu yönde kullanmazsa, Allah iman nasip etmiyor. İnsan cüzi iradesini izi bu
yönde kullanınca da, o iman nuru, yine Allah‘ın lütuf ve merhametine bağlı olarak
insanın ruhuna yerleşir.
Biz başkasına Allah‘ın bu ikramı niye yapmadığına değil, bize ihsan ve lütfettiği bu iman
nimetine karşı şükrünü eda ve O‘na minnettarlığımızı bildirmeye gayret etmeliyiz.
Bilmeliyiz ki, dünya ve ahirette bu iman nimetinden daha büyük ve değerli bir ihsan ve lütuf
olamaz. Dolayısıyla böyle bir nimete mazhar olmak, Allah‘ın yanında ne kadar kıymetli,
değerli ve sevgili olduğumuzu gösteriyor.
Her halde bize düşen görev, bu sevgi ve lütufa mazhar olmaya çalışmaktır. Yoksa böyle
bir nimetin elimizden alınması için, başta şeytan ve nefis ve kötü arkadaşlar her an
çalışıyorlar.
Tabir caiz ise, bu nimeti kaybetmemek için ona dört elle değil, belki sekiz elle sarılmalı
ve Allah‘a, bu nimeti bizden almaması için yalvarmalıyız. Çünkü iman nimeti insanın
hem dünyasını hem de ahretini aydınlatıyor. Sahibine dünyada da Cennet hayatı
yaşatıyor.
Prof. Dr. Âdem Tatlı
5
"Dininizi alacağınız kimseyi iyi seçiniz." gibi bir hadisi var
mıdır?
“Dininizi alacağınız kimseyi iyi seçiniz.” anlamına gelen bir hadis rivayeti bulamadık.
Ancak, âlimlerimiz bu anlama gelecek ifadelerde bulunmuşlardır:
Tâbiînden Muhammed bin Sîrîn (ra) şöyle demiştir: “Şüphesiz ki, bu hadis ilmi dindir.
Öyleyse dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin! Eskiden hadislerin hangi yolla
geldiği sorulmazdı. Fitne ortaya çıkınca; ‗bize râvîlerinizin adlarını söyleyin‘ demeye
başladılar. Şimdi Ehl-i Sünnet‘e dikkat ediliyor ve onların rivayet ettikleri hadisleri kabul
ediliyor. Ehl-i bid‘ate bakılıyor, onların rivayet ettikleri hadisleri kabul edilmiyor.‖ (bk.
Müslim, Mukaddime 5)
İmam Mâlik de şunları beyan eder: “Bu ilim dindir. Dolayısıyla dininizi kimden
aldığınıza dikkat edin! Vallahi ben, şu direklerin yanında, Rasûlullah şöyle buyurdu,
diyen yetmiş kişiye yetiştim. Fakat onlardan hiçbir şey alamadım. Halbuki bu zevâtın her
biri, kendisine beytü‘l-mal güvenilecek kadar emin insanlardı. Onlardan hadis
almayışımın sebebi, hadis ilmine ehil olmamalarındandır.‖ (Ahmed Dâvudoğlu, Müslim
Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. 1977, 1/39, dipnot: 133)
Bir ümmet olarak bütün müminlerin, Rasûlullah‘ın hadisleri ve Sünneti konusunda bu
imanî hassâsiyeti göstermesi gerekir. Hadis diye uydurulmuş, gerek bilenler arasında
gerekse halk arasında şöhret bulmuş sözleri, iyice araştırmadan nakledip anlatan kişilerin
de aynı suça iştirak edenlerden olduğu söylenebilir.
“Hadis diye uydurulan sözlerden nasıl kurtulacağız?” sorusuna M. Yaşar Kandemir,
özetle şöyle cevap verir:
Hadis tetkikçilerinin büyük gayretlerine rağmen, kâh İsrâiliyat veya ehl-i kitabın diğer
sözleriyle, kâh hekim ve tabiplerin hikmetleriyle, bazen eskilerin meşhur ve güzel
meselleriyle, bazen de kendi buluşlarıyla desteklenip gelişen hadis diye uydurulmuş
sözler, gerek dinin bünyesinde ve gerekse müslümanlar üzerinde yıkıcı tesirler icrâ
etmiştir.
Her şeyden önce, bu uydurmalar, müslümanların dininin ana kaynaklarını gâyet emin bir
şekilde okuyup öğrenmelerine, Peygamber (asm)‘in söz ve hareketlerini olduğu gibi
görüp tanımalarına büyük ölçüde birer engel teşkil etmiştir. Zira bu uydurmaların içinde,
müslümanların günlük hayatlarını ve dinî yaşayışlarını pek yakından ilgilendiren birçok
direktifler mevcuttur. Bilhassa zındık diye bilinen din düşmanları, İslâm imanı ile
uyuşmayan hurâfeler ve islamı tanımayanlara dini hakir gösterecek gülünç sözler
uydurarak müslümanları bir keşmekeş içine sürüklemişlerdir.
Ancak şunu net olarak ifade edebiliriz ki, Peygamber (asm) adına hadis uyduranlar,
muhaddislerin azimli çabaları sonunda tanınmış, icad ettikleri sözler de mevzûât
kitaplarında toplanmıştır.
Bununla beraber onlardan gelecek tehlikenin tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Çünkü
mânâsının doğruluğu ve İslâm prensiplerine uygunluğu sebebiyle hadis diye meşhur
olmuş pek çok uydurma haber, bu gün dahi dillerde dolaşmakta ve bazı kitaplarda yer
almış bulunmaktadır.
6
Bunun sakıncalarından tamamen emin olmak için, hadis olduğu kesin olarak bilinmeyen
sözlerin güvenilir hadis kitaplarında bulunup bulunmadığını tahkik etmekten başka çıkar
yol yoktur. (bk. M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, -Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi,
Ank. 1975, s. 198)
7
"Nazar kaderle yarışsaydı, kaderi geçerdi" hadisi hangi
anlamlara gelmektedir? Nazar/göz değmesi kaderin
önüne geçer mi?
Soruda geçen hadis "Göz değmesi haktır. Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı
(kader ile yarışan bir şey olsaydı), bu göz değmesi olurdu.." şeklinde de tercüme
edilebilir. (bk. Müslim, Selam 42; Tirmizî, Tıbb 19) Tirmizî'de "Göz değmesi haktır"
ibaresi yoktur.
Nazar, göz değmesi ve büyü gibi şeylerin hepsi Allah‘ın ezeli ilminde bilinen ve öyle
takdir edilen şeylerdir. Dolayısıyla nazarın kaderin önüne geçmesi diye bir şey söz
konusu olamaz.
Hadisin “Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı (kader ile yarışan bir şey
olsaydı)” ifadesinden maksat, nazar değme işinin çetinliğini ve zararının fazlalığını
belirtmektir. Yani eğer takdir-i İlâhîye aykırı bir şeyin meydana gelmesi mümkün olsaydı
o şey nazar değme işi olacaktı. Demek ki, Kadere aykırı bir şey olmaz.
Buna göre, nazarı olan şahıs bir kimseye baktığı zaman ona zarar verebilir, yani zarara
sebebiyet vermiş olur. Zararın sebebi ve faili bakan kişidir, zararın yaratıcısı ise Allah'tır.
Yoksa bizzat nazar eden kişi o hadiseyi meydana getirmiş değildir. Nazarı keskin olan
kimse birşeye baktığı anda Cenab-ı Hak o şeyde zararı yaratmaktadır. Çünkü iyiliği de
kötülüğü de yaratan Allah‘tır. Allah‘ın ilmi ve iradesi dışında hiçbir şey meydana gelmez.
Bu hadiste aynı zamanda Efendimiz, nazarın hak olduğuna dikkat çekmekle beraber, kaderin
önemini ve onun da hak olduğunu vurgulamaktadır. (bk. İbrahim Canan, Kütüb—i Sitte
Tercüme ve Şerhi h. No: 4041; Ahmed Davudoğlu, Müslim Tercüme ve Şerhi, Haydar
Hatiboğlu, İbni Mâce Tercümesi ve Şerhi, ilgili hadis)
8
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in mucizeleri neden diğer
peygamberlerin mucizeleri gibi medeniyet harikalarına
ışık tutmuyor? Eğer varsa bunlar nelerdir?
- Kur‟an, Peygamberimizin en büyük mucizesidir. Biz söz konusu peygamberlerin
mucizelerini -sağlam bir şekilde- ancak Kur‘an vasıtasıyla öğreniyoruz. Dolayısıyla, bu
mucizelerin Kur‟an-ı hakimde -medeniyetin harikalarına işaret eder tarzdakullanılmış olması, aynı zamanda Hz. Muhammed‟in birer mucizesidir.
- Kur‘an, kıyamete kadar devam edecek bir mucize olması haysiyetiyle, Allah bu
vahyinde Hz. Muhammed‘in aklî, manevî olan mucizelerine yer vermiştir. Kur‘an‘ın
belagati, gaybî haberleri, kevnî ayetleri, teşrii hükümleri, peygamberin ümmiliği,
eşsiz ahlakî değerlere sahip olduğunun ilan edilmesi gibi mucize parıltıları bu manevî
olan türden mucizelerdir.
Kur‘an‘da, Hz. Muhammed‘in lokal, geçici, maddî- hissî olan mucizelerine az yer
verilmiştir. Bu sebeple, Kur‘an‘da diğer peygamberlerin hissi-maddi olan mucizelerinin
bir benzeri olarak teknolojik harikalara işaret eden mucizelerine -görünürde- az işaret
edilmiştir.
- Bununla beraber, Sahih hadis kaynaklarında yer alan Hz. Muhammed‘in mucizelerinden
de bu gibi işaretleri çıkarmak mümkündür. Mesela;
Hz.Muhammed‘in -Allah‘ın izin ve inayetiyle- bir çok görme özürlüyü iyileştirmesi,
mübarek tükürüğünü sürerek çok ağır yaraları iyileştirmesi, Ebu Katade‘nin aldığı bir ok
darbesiyle dışarı çıkan gözünü yerine yerleştirip iyileştirmesi, tıp bilimine önemli bir
örneklik teşkil etmektedir.
Hz. Muhammed‘in parmaklarından suyun on musluklu çeşme gibi akması, Hz. Musa‘nın
asasıyla, Hz. Süleyman‘ın Hüdhüdü ile su çıkarmasında çok daha harikadır. Çünkü taştan
suyun akmasının dünyada örneği vardır, ancak parmaktan suyun akmasının örneği
yoktur.
Onun eşsiz hitabeti, Hz. Davud‘un hitabet sanatıyla kıyas bile kabul etmez. Feza
seyahatinde hangi mucize Miraç kadar önelidir?
Elerindeki taşların tespih etmesi, hayvanların ve ağaçların kendisiyle konuşması, Miraç
olayında toplanan halka ―Kudüs‘ün ve Mescid-i Aksa‘nın gözü önüne temessül etmesi ve
bakarak onları tarif etmesi, Medine minberinde Mute savaşının detaylarını ilan etmesi,
şehit olan komutanların durumunu ve en son komutayı alan Hz. Halid‘in başarılı
konumunu açıkça ifade etmesi ve gelen savaş elçisinin onu harfiyen tasdik etmesi telesiz-televizyon gibi medeniyet harikalarına işaret etmesi noktasında- emsal kabul
etmez birer mucizedir.
Bu mucizelerden binden fazlası senetleriyle birlikte hadis kitaplarında nakledilmiştir.
Bunlardan üç yüz kadarını http://www.resulullah.org isimli sitemizin Peygamberimizin
Mucizeleri bölümünde kaynaklarıyla beraber sunduk.
Bilgi için tıklayınız: “Peygamberimizin Mu‟cizeleri”
9
Mekki surelerdeki edebiyat neden medeni surelerde yok?
Kur‘an‘ın hem Mekkî hem Medenî surelerinde beşer üstü bir belagat ve edebiyatın
olduğunda şüphe yoktur.
Ancak, Mekke‘de müşrik Araplar olduğu için tevhit inancı ağrırlık olarak ders
verilmiştir. Bu derslerin zihinlere iyice yerleşmesi için veciz ifadeler kullanılmıştır. İman
esasları tekrar tekrar nazara verildiğinden –bu tekrarların usandırmaması için- tefennün
sanatı çerçevesinde farklı üslup, farklı ifadeler kullanılmıştır.
Kur‘an-ı kerim, şiir ve belagatin revaçta olduğu Kuryeş kabilesinin lehçesiyle inmiş ve
belki de –bir strateji olarak- herkesten çok onları muhatap almıştır. Çünkü onların İslam‘ı
kabul etmeleri, diğer kabilelerin İslam‘a girmelerini kolaylaştıracaktı.
Bu ilk muhatapların riyasetinde olan Mekke devrinde inen surelerde, şiirsel ifadelere,
edebî sanatlara, bedi, beyan, meani ilimlerinin bir diğer unvanı olan belagat inciliklerine
yer verilmiştir.
Medine‘de ehl-i kitabın birinci muarız durumunda olması, iman esaslarıyla ilgili yeteri
derecede ayetlerin var olması, İslam‘ın artık bir site-devlet düzenine sahip olması, bu
devletin, dinî ibadetler yanında sosyal, kültürel, ekonomik düzenlemelere, evrensel
hükümlere ihtiyaç duyması Medenî surelerdeki ifadelerin daha uzun, daha açıklayıcı
olmasını zorunlu kılmıştır.
Mekkî surelerdeki îcaz(veciz ifadeler) sanatı ne kadar harika bir edebî sanat ise, Medenî
surelerdeki itnab(detaylı açıklama) da o kadar güzel bir edebî üsluptur.
Konuyu Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki sözlerine havale ederek sözlerimizi
bitiriyoruz:
―Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekke sûreleriyle, Medine sûreleri belâgat noktasında ve
i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal veçhinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti
şudur ki:
Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri
olduğundan, belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve i'cazlı, muknî, kanaat verici bir icmal;
ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve
tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile tekrar edip ifade
ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sayfada, bir âyette, bir
cümlede, bir kelimede, belki bazen bir harfte ve takdim, tehir ve târif ve tenkir ve hazf ve
zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle
karşılamışlar.
Risale-i Nur ve bilhassa Kur'ân'ın kırk vech-i i'câzını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci
Söz zeyilleriyle beraber ve Kur'ân'ın nazmındaki vech-i i'câzı hârika bir tarzda ispat eden
Arabî Risale-i Nur'dan İşârâtü'l-İ'câz tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye olan sûre ve
âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâğat ve en yüksek bir i'câz-ı îcâzî vardır.
Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızları ise, Allah'ı tasdik
10
eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap olduğundan, mukteza-yı belâğat ve irşad ve
mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh ve tafsilli ve üslûpla ehl-i kitaba
karşı dinin yüksek usulünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatta
ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz'iyatın
beyanı lâzım geldiğinden, o Medeniye sûre ve âyetlerde, ekseriyetle tafsil ve izah ve sade
üslûpla beyanat içinde, Kur'ân'a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz'î
teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz'î
hâdise-i şer'iyeyi küllîleştiren ve imtisâlini iman-ı billâh ile temin eden bir cümle-i
tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır,
ulvîleştirir‖(Şualar/11. Şua).
11
Batının yaşama tarzı neden kötüdür? İnsanlar orda daha
mutlu değil midir? Batını yaşam tarzının insana verdiği
zararları anlatır mısınız?
Batının yaşam tarzı her açıdan kötüdür diyemeyiz. Elbette insanlar için güzel bir hayat
standardı sağlayan formülleri güzeldir. Örneğin, -birkaç asırdır devam eden- ekonomik,
adalet, dürüstlük, çalışkanlık, bilimsel çalışmalar, teknolojik buluşlara öncülük
etmesi insanlık yararına olan şeylerdir.
Ancak batı medeniyetinin temelleri bozuk esaslara dayalıdır. Örneğin;
- Batı felsefesi materyalist bir çizgi takip ettiğinden ahiret hayatını göz ardı ettiği
için sadece bu dünyanın menfaatini esas almış, adeta tek gözlü deccal görevini
üstlenmiştir. Bu maddeci bakış açısıyla batı, ahlakî erdem, fazilet yerine menfaati esas
alarak pragmatist bir anlayışla insanlığın bütün erdemlerini ayaklar altına alabilir.
Menfaatini gördüğü yerde, ne sözü, ne sazı bir vefakârlık, bir dürüstlük, bir sadakat
nağmesini terennüm edebilir.
- Batının baş döndürücü teknolojik gelişmeler karşısında itidalini kaybetmiş, insanlık
sınırlarını zorlamış, hak-hukuk yerine kaba kuvveti ikame etmiştir. Bu günkü kaba
kuvvet yarışlarının yer aldığı dünyamızda, İspanyol nezlesi gibi her tarafa yayılmış olan
zulüm ve haksızlıkların önemli bir kısmı bu gayrı insanî perspektifin bir sonucudur.
- Keza, bu sınır tanımaz maddi gelişmeler, batıyı emperyalist bir duygu arenasına
sürüklemiş ve kendilerinin dışında kalan insanları bir kul-köle olarak görmekte bir
sakınca görmemiştir.
İki cihan savaşı ve şimdiki ıslah olmaz fitne-fesatların dünyanın her tarafında kol gezmesi
bu duygu ve düşüncenin bir ürünüdür.
- Yine, dinden uzaklaşarak materyalist bir felsefe tuzağına düşen batı medeniyetinin
önemli bir sosyolojik kriteri ırkçılıktır. Almanya maddi-teknolojik gücünü bu ırk
üstünlüğü safsatasıyla birleştirince, ikinci cihan harbine sebebiyet vermiş ve 60
milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuş sonuç olarak da bu ırkçılık belasıyla
dünyayı cehenneme çevirmiştir.
Bu ırkçılık damarı gözlerini öylesine kör etmişti ki, Yahudileri fırınlara atarken bile
vicdanları sızlamıyordu. Fakat ne gariptir ki, Bu günkü Siyonist İsrail devleti, Batıdan
öğrendiği aynı zulüm ve despotluğu Müslüman Filistinlilere uygulamakta, hatta
hocalarını fersah fersah geçmektedir.
- Batının tek gözlü dehası, ahireti onlara unutturduğu için bütün duygularını cennetleri
olan bu dünyaya yönelttiler. Ahiretteki cenneti düşüncelerinden atınca, dünyayı bir
cennet, bir keyif ve lezzet yeri olarak algılamaya ve bu nefsanî lezzetleri hayatlarının tek
gayesi olarak görmeye başladılar.
Bunun tabii bir sonucu olarak da helal-haram demeden, fazilet-rezilete bakmadan,
etik-etik dışı durumları ayırmadan, meşru-gayrı meşru, insanî-gayrı insanî
12
fenomenlere aldırış etmeden, dinsizliğe götüren jakoben laikliği, materyalist dünya
görüşünü, insanların büyük çoğunluğunu fakirlik ve sefalete sürükleyen tüketim toplum
projesini, -içki-faiz-fuhuş gibi sınır tanımaz ahlaksızlık senaryolarını dünya çapında
sahneye koymaya çalıştılar ve başardılar da.
- Hıristiyan dinine samimi bağlı olanları istisna ederek diyebiliriz ki, batı dünyası, her
türlü ahlaksızlık, despotluk, aldatmalar, zulümler, gayrı meşru ve gayrı insanî tutum
ve davranışların merkezi durumundadır.
Ahlakî gibi görünen tavırlar, insanların gönüllerinden kopup gelen birer teslimiyet ve
kabulün yansıması değil, cezaî müeyyidelerin korkusunun birer tezahürüdür.
13
Gündüzün şerri, gecenin hayrından daha iyidir, anlamına
gelen bir hadis var mıdır? Musibetler neden genelde
geceleri olur?
Hadis kaynaklarında böyle bir ifadeye rastlayamadık.
Kaldı ki, ―Gündüzün şerri, gecenin hayrından daha iyidir‖ ifadesi, görünürde pek makul
görünmemektedir.
Gündüz meydana gelen ve pek çok insanın ölümüne sebep olan bir depremin, gece
meydana gelen bir rahmetten/yağmurdan daha iyi olduğunu söylemek mümkün mü?
14
Hadiste, küs ve dargın olanlar hariç, müminlerin
günahlarının bağışlanacağı bildiriliyor. Buna göre, küs
duran insanların diğer günahlara tövbesi kabul
edilmiyor mu?
Hadisin meali şöyledir:
“Her Pazartesi ve Perşembe günü ameller Allah'a arz olunur. Din kardeşi ile
arasında düşmanlık bulunan kişi dışında Allah'a şirk koşmayan her kulun
günahları bağışlanır. (Meleklere) siz şu iki kişiyi birbiriyle barışıncaya kadar tehir
edin, buyurulur." (Müslim, Birr, 36)
Bu hadisten, küs duranların hiçbir günahlarının affolunamayacağı, diğer günahlarından
yapacakları tövbenin de kabul olmayacağı manasını çıkarmak isabetli bir yaklaşım
değildir.
Çünkü, günahların ve sevapların ağırlığına göre insanların muamele göreceğine dair bir
çok ayet vardır.(ör; bk. Karia suresi).
İmam Gzalî gibi büyük İslam alimlerinin belirttiğine göre, insanlar bütün günahlarından
birden tövbe etmek zorunda değildir. Küçük olsun, büyük olsun, kişi bazı günahlarından
tövbe edip diğer bazılarına devam edebilir. Üzerinde ısrar ettiği günahları, tövbe ettiği
günahlarının affolunmasına engel değildir.
Bundan anlaşılıyor ki, hadiste, kul hakkına girmeyen günahların bağışlanması kuvvetle
ümit edilebilir. Fakat, küs durmak dahil kul hakkı sayılan günahların affedilmesi, ancak
onların birbirlerini helal etmeleriyle mümkündür.
Küs durmak, bir hak ihlali ise, onun ortadan kalkması da ancak kişilerin birbirlerini helal
edip barışmalarıyla mümkündür.
Hadiste yer alan diğer bir önemli nokta pazartesi-Perşembe günlerinde günahların
bağışlanmasıdır.
Nitekim bir hadiste Allah Resülü, "Pazartesi ve perşembe günleri ameller (Allah'a)
arz olunur Ben, oruçluyken amellerimin arz olunmasını isterim" (Tirmizî, Savm 44)
Kendisine bunun sebebi sorulmuş o da, "O gün, benim doğduğum ve peygamber
olduğum (veya bana vahiy geldiği) gündür." (Müslim, Sıyâm 197, 198) buyurmuştur.
Kulların amelleri günlük olarak sabah ve akşam Allah'a yükseltilir, haftalık olarak
pazartesi ve perşembe günleri arz olunur Yıllık olarak da şaban ayında sunulur Bu
birbirinden farklı olan durumlarla ilgili ayrı ayrı hadisler vardır Ancak,, durum
farklılığından dolayı bu hadisler arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir Her
biri farklı zamanlardaki işlemleri haber vermektedir. Ayrıca bir başka hadiste de
(Müslim, Birr ve's-sıla 35) "Cennet kapıları pazartesi ve perşembe günleri açılır."
buyurulmaktadır
Demek ki, müminlerin ibadetlerin ve amellerinin Allah‘a arz edildiği zamanlardan biri de
15
Pazartesi ve Perşembe günleridir.
Bu ifadede bir terğib/ibadete teşvik üslubu vardır. Haftanın hiç olmazsa -amellerin
Allah‘a arz edildiği- iki gününde insanların çok daha dikkatli olmaları, daha fazla amel
işlemeleri, günahlardan daha fazla sakınmaları salık verilmiştir.
Yoksa bu iki günde bütün günahların mutlaka affolunacağı yargısı, islam‘ın temel
prensiplerine aykırıdır.
Zira bu takdirde, bazı kimseler diyebilir ki, ―Her haftada bu iki gün var, ve bu iki günde
bütün günahlarımız affolunur, o halde keyfimize bakmakta bir sakınca yoktur…!‖ Böyle
bir yargıya yol açmak, İslam dininin açtığı imtihan sırrına aykırıdır.
16
Hz. Peygamberin, kendisini gizlice takip ettiği için eşi Ayşe’yi
dövdüğü doğru mudur? Hz. Ayşe’nin gizlice takip etmesi
ahlaka uygun mudur?
a. Konuyla ilgili rivayet şöyledir:
Hz. Ayşe validemiz anlatıyor:
"Peygamber (asm)'ın yanımda kaldığı gece olan benim gecemde geldi ve ridasını çıkardı,
ayakkabılarını çıkardı ve onları ayak tarafında bıraktı. İzarının bir ucunu yatağına açtı ve
yanı üzere yattı. Fazla zaman geçmeden o benim uyuduğumu sandı, yavaşça ridasını aldı,
yavaşça ayakkabılarını giydi, (yavaşça) kapıyı açtı ve çıktı. Sonra kapıyı yavaşça kapattı.
Ben de örtümü başımın üzerine saldım, başımı da örttüm. Sonra izarım ile de kapandım.
Sonra onun izinden yola koyuldum.
Nihayet Baki mezarlığına geldi. Uzunca ayakta durdu. Sonra üç defa ellerini kaldırdı,
sonra yana saptı, ben de yana saptım. O hızlandı, ben de hızlandım. Koşmaya başladı,
ben de koştum. Daha da hızlı koşmaya başladı, ben de daha da hızlandım. Onu geçtim,
içeri girdim. Daha henüz uzanmıştım ki o da içeri girdi. Ne oluyor ey Ayşe, göğsün inip
kalkıyor, karnın da şişmiş bulunuyor.
Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü dedim ve ben de ona (durumu) ona
bildirdim.
O benim önümde gördüğüm karartı sen miydin dedi. Ben evet dedim. Göğsüme vurdu.
Sonra şöyle dedi: Allah'ın ve Rasûlünün sana haksızlık edeceğini mi zannettin? Ayşe
dedi ki: İnsanlar her neyi gizlese Allah onu bilir. O evet (diye buyurdu).
(Devamla) buyurdu ki: O gördüğün vakit Cibril bana geldi, bana seslendi. Sesini senden
gizledi. Ben de ona karşılık verdim. Ona verdiğim karşılığı da senden gizledim. Sen
buradayken yanına girmezdi. Çünkü elbiselerini çıkarmıştın. Ben senin uyuduğunu
sanmıştım. Seni uyandırmak hoşuma gitmedi ve yalnızlıktan korkacağından çekindim.
Cebrail bana dedi ki: Rabbin sana Baki'dekilere gitmeni onlar için mağfiret dilemeni
emrediyor.
Peki ey Allah'ın Rasûlü nasıl söyleyeyim diye sordum.
Şöyle buyurdu: Deki: "( ): Selam size ey müminlerin ve müslümanların diyarında
bulunanlar. Allah bizden önden gidenlere de, geriye kalanlara da rahmet buyursun. Bizler
de -inşaallah- size elbette yetişeceğiz." (Müslim, Cenaiz 103; Ahmed, Müsned, 6/221)
b. Hz. Peygamber, hiçbir hanımını asla dövmemiştir. Hadiste yer alan ve “göğsüne
vurdu” ifadesi, gerçek bir vurmayı değil, ―eliyle göğsüne dokunma‖ yı ifade eder.
Bu dokunma, içindeki vesvesenin giderilmesi ve bunu telkin eden şeytanın
kovulmasına yönelik yapılan nebevî bir tılsımdır. Nitekim, peygamberimizin -benzer
vesveselerin giderilmesi adına- diğer bazı sahabilerin göğsüne de vurmuş/eliyle
dokunmuş olduğu bilinmektedir.
17
Keza, hastaların ağrıyan yerleri için dua ederken, eliyle de aynı yere dokunmuş ve bunu
ümmetine tavsiye etmiş olduğu da hadis kaynaklarında yer almaktadır.
Buna bir örnek:
Cerir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm müslüman olduğum
günden beri beni yanına girmekten men etmedi. Beni görüp de yüzüme karşı tebessüm
etmediği de olmadı. Ona at üzerinde duramamaktan dert yandım. Bunun üzerine eliyle
göğsüme vurdu ve: "Allahım, bunu (atın üzerinde) sâbit kıl, onu hidayete eren ve
hidâyete erdiren kıl!" buyurdu." (Buhari, Menâkıbu'l-Ensâr 21; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe
35)
c. Hz. Aişe‘nin bu tecessüsü, iki ihtimalden kaynaklanmaktadır:
1. Hz. Aişe Resulullah‘ın dünyada en sevdiği kişidir. Bu sevgi, onun takvası yanında,
ilim ve irfanına bağlı olarak İslam‘a yaptığı hizmetten kaynaklanmaktadır. Hz.
Peygamber, onun ileride-fetvalarıyla, hadis rivayetleriyle- daha da fazla yapacağı hizmeti
görmüş ve Allah‘ın kendisine verdiği bu özel kimliğine özel bir alaka göstermiştir.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, Hz. Aişe‘nin bütün duyguları çok aktif ve faaldir.
Bu aktif duygularıyla, Hz. Peygamberin en ufak feyizlerini, nübüvvet tecellilerini, risalet
sırlarını kaçırmak istememektedir. Bu konumuyla Hz. Aişe‘nin, -Efendimizin gece yarısı
yatağından kalkıp gizlice dışarı çıkması- gibi olağan dışı bir olayın perde arkasını
öğrenmek istemesi, normal tecessüs değil, İlahî, nebevî sırlara vakıf olmaya yönelik bir
meraktır.
2. İkinci bir ihtimal; Hz. Aişe maddî ve manevî kişiliğine âşık olduğu Hz. Peygamberi
aşırı derecede kıskanmaktadır. Bir insan olarak, Hz. Peygamberin o gece başka eşlerinin
yanına gitmiş olabileceği ihtimalini düşünmüş ve bu duygusallıkla –adeta irade dışı bir
şekilde- böyle bir maceraya kapılmıştır. Yoksa başka bir ihtimale ihtimal vermek Hz.
Aişe‘nin aklının ve iman şuurunun ucundan bile geçmez.
Hz. Peygamberin ―Allah ve resulünün sana haksızlık yapacağını mı zannettin?‖
manasındaki ifadesi, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Bu ifadede ayrıca şu gerçeklere de
işaret vardır; Hz. Peygamber Allah‘ın izni olmadan bir iş yapmaz.
Eğer Hz. Ayşe‘ye ayırdığı geceyi gizlice başka bir hanımına aktarırsa bunu ancak
Allah‘ın izniyle yapar. Bu takdirde -haşa yüz bin defa haşa- Allah ve resulü birlikte Hz.
Ayşe‘ye haksızlık etmiş olurlar. Böyle bir şeyin ise mümkün olmadığına işaret etmek
üzere, sadece kendisini değil Allah‘ı da nazara vererek “Allah ve resulünün sana
haksızlık yapacağını mı zannettin?” demiştir.
18
İnsanlar Zeus´a, Jüpiter´e vs inanıyorlardı. Ancak bilimsel
gelişmeler ışığında bu dinler silinip gitti. İslam´ın da
böyle olacağını iddia edenlere ne dersiniz?
- İnsanlar, binlerce yıl önce -insanların ilk atası Hz. Adem‘in yaratılmasıyla- İslam dininin
temel iman esaslarını benimsemiş ve Allah‘ın birliği inancı etrafında kenetlenmişlerdi.
Bu husus, bütün semavî dinlerin ittifakla kabul ettiği bir gerçektir. Demek İslam inancı
insanlık tarihiyle başlamış ve halen devam etmektedir. Yıldızlara, değişik totemlere
tapma alışkanlığı çok sonradan ortaya çıkmıştır.
- Buna göre, eğer bir kıyaslama yapılacaksa, -sonradan arızî olarak ve insanların
cehaletinden kaynaklanan- türlü türlü putçuluk inancıyla değil, insanlık ailesinin
varlığıyla başlayan tevhit akidesiyle yapılacaktır.
Böyle bir mantık zincirinin istidlal metodu bize şunu söyleyecektir:
“Mademki İslam dinin inanç esasları bütün semavî dinlerin ortak inancıdır;
mademki bu inanç Hz Adem‟le başlamış ve insanlık tarihi boyunca -farklı zaman
dilimlerinde 124 bin peygamberin gönderilmesiyle- bu tevhit inancı devam edip
gelmiştir;
elbette -kıyamete çeyrek kalmış- bundan sonraki zaman dilimi içerisinde de
hakimiyetini sürdürecektir..”
- Bununla beraber, -şayet soruda ifade edilen kıyaslamayı esas alsak da onunla İslam‘ın
sona ereceği yargısına varmamız mümkün değildir. Çünkü putçuluk ruh-u habisi de hala
devam etmektedir. Yıldızlara tapma dahil, onlarca totem, heykel, inek, insan, doktrin gibi
yanlış inanç-blok putçuluğu hala devam etmektedir.
İnsanların fıtratına, bilimsel verilere aykırı, insanlık onurunu zedeleyen bir yapıda
olmasına rağmen putçuluk düşüncesi değişik kılıklarda hala devam ediyorsa, insan
fıtratıyla barışık, bilimsel verilerin desteklediği, insanlık camiasını -her türlü çirkin
putçuluk çirkefinden kurtarmakla- onurlandıran, binlerce mucize ile desteklenen, kırk
yönden mucize olduğu uzmanlarca kabul edilen Kur‘an‘ın ortaya koyduğu tevhit
düşüncesinin bundan sonra devam etmeyeceğine ihtimal vermek çok cahilce bir
hezeyandır.
- Kaldı ki, Kur‘an‘ın Allah kelamı olduğu gerçeği -ilmî keşiflerin de desteklemesiylegözle görülen bir hakikat olarak ortada dururken, hayali varsayımlarla şeytanın
telkinlerine karşı edilgen bir yapıya sahip olan kimselerin hezeyanlarının ne kıymeti var..
Mademki Kur‘an -yaklaşık 15 asırdan beri insanlığa meydana okuyarak semavî kimliğini
ispat etmiş Allah‘ın kelamıdır, öyleyse her dediği doğrudur.
İlave bilgi için tıklayınız: Kuran-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunun delilleri
nelerdir?
Kur'an'ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor; bunu nasıl anlamak gerekir?
Allah, “Zikri (Kur'an) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9)
deyip Kur‟an‟ı koruduğu halde, Tevrat için de Zikir denildiğine göre (Enbiya,
21/105), Tevrat da korunmuş olmalı değil mi?
19
Regaib kandilinde oruç tutulur mu?
Regaib kandili için perşembe ve cuma günü oruç tutmak efdaldir. Bununla birlikte yalnız
cuma günü de oruç tutulabilir.
Bilgi için tıklayınız...
20
“İyilik de kötülük de hepsi Allah’tandır.” (Nisa,78) “Sana
gelen her iyilik Allah´tandır, sana ne kötülük dokunursa
kendindendir..” (Nisa, 79) ayetleri bir birine zıt değil
midir?
Bunun değişik cevapları sitemizde vardır. Kısa cevabı şudur:
“İyilik ve kötülük hepsi Allah‟tandır” mealindeki ayetin manası; iyiliği de kötülüğü
de yaratan Allah‟tır, demektir. “Hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah‟tır” şeklindeki
ehl-i sünnetin düsturu bu gibi ayetlerin bir açıklaması hükmündedir.
“(Ey insanoğlu!) sana gelen her iyilik Allah´tandır, sana ne kötülük dokunursa
kendindendir” mealindeki ayette ise, Allah‘ın yaratmasına değil, insanların cüzî
iradelerine taalluk eden noktasına dikkat çekilmiştir.
Gerek iyilik ve gerek kötülük olsun, her işin bir insan tarafı, bir de Allah tarafı vardır.
İnsan cüzî iradesiyle sebep, vesile olma durumunda; Allah ise, küllî iradesiyle, her şeyi
yaratan Yaratıcı durumundadır. Sebep ile yaratma arasında bir taksimat yapılırsa şöyle
olur; İnsanoğlunun yaratma noktasına katkıda bulunacak hiçbir gücü yoktur. İyiliği de
kötülüğü de yaratan sadece Allah‘tır.
Fiilleri yaratma noktasına gelinceye kadarki sürecin adı olan ―sebepler dairesi
safhasında‖ ise, insanın iradesi katkı sağlar. Ancak, iyilikler vücudî/icadî, yaratmaya
ihtiyaç duyduğu için bunda da insanların cüzi iradelerinin fazla bir katkısı yoktur.
Örneğin, bir fakire bir elma vermek bir iyiliktir. Bu iyiliğin %99 u icadî olduğundan
Allah‘a aittir. Onu yaratan, olgunlaştıran Allah olduğu gibi, o elmayı fakire vermesi içi
kalbine iyilik yapma duygusunu veren, bu elmayı taşıyan elleri, ayakları veren de
Allah‘tır. İlk ayette bu noktaya dikkat çekilmiştir.
Kötülük yapma işi ise, ademîdir, yokluğa dayanır, yaratmaya dayalı olmayan noktaları da
içerdiğinden insanlar onlara sahip çıkabilir ve sahibidir. Mesela; sabah namazının -değil
farzı- iki rekat sünneti dahi dünyaya bedel bir değere sahip olduğu hadislerde ifade
edilmiştir. Buna rağmen, bir insan bu kadar değerli bir ibadeti -hiçbir güç kullanmadanyok edebilir. Yatağında yatarak, hiçbir çaba sarf etmeden bu cihan değer namazı terk
etmekle büyük bir kötülük işleyebilir. İşte bu kötülüğü isteyen kişinin nefsidir, onu
işleyen kişinin tembelliğidir. Bu sebeple bu kötülük insana isnat edilir. İkinci ayetteki
ifadeler kötülüğün bu özelliğine işaret edilmiştir.
Bu açıklamalardan açıkça anlaşılıyor ki, kötülüğü de iyiliği de yaratan Allah‘tır. İnsan ise
gerçek anlamda sadece kötülüğün sahibidir. Demek ki, insanın iyilikleri
mevhûbedir/Allah‘ın birer lütfüdür, kötülükleri ise meksûbedir/kendi kazancıdır.
21
Neresine olursa olsun, kadına şehvetle bakanın, gözlerine
erimiş kurşun dökülecek, anlamına gelen bir hadis var
mıdır?
Bu anlama gelecek bir hadis rivayetini Hadis kaynaklarında bulamadık. Ancak fıkıh
kitaplarının "Haram-helâl" bölümlerinde hadis olarak geçen sözün meali şöyledir: "Kim
yabancı bir kadının güzelliklerine şehvetle bakarsa, Kıyamet günü gözlerine
eritilmiş kurşun dökülecektir." (bk. Serahsî, Mebsût, XI/153)
"Bir topluluğa kulak verip onların dinlenmesini istemediği şeyleri dinleyenin
kulağına Kıyamet günü eritilmiş kurşun dökülecektir." Anlamında bir hadis meşhur
kaynaklarda vardır ve sahîhtir.(bk. Buhari, ta`bir 45; Ebu Davud, edeb 88)
Soruda geçen hadis -sahih ise- bunu herkes için değil, Allah‘ın affetmediği kimseler için
yorumlamak gerekir.
Yoksa yabancı kadına şehvetle bakmaktan çok daha büyük günahların da affedilebileceği
bilinmektedir. Affedilmediği takdirde, şehvetle bakan gözlere erimiş kurşunun
dökülmesi, “ceza, işlenen günahın cinsindendir” kuralı gereğince münasip bir cezadır.
Aslında bu konunun iki yönü vardır. Biri, erkeklerin veya kadınların örtünmesi gereken
yerleri örtmeleri, diğer yönü ise erkeklerin veya kadınların bakılması haram olan
yerlerine bakmamalarıdır. Bu açıdan her Müslüman bu ikisine de dikkat etmekle
sorumludur.
"Ey peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, "Cilbablarını"
üstlerine örtmelerini söyle." (Ahzâb 33/59), ―Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını
ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle. Bu, onlar için en uygun
olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. Mümin kadınlara da
bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini günahtan korumalarını söyle! Yine söyle ki
mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler.
Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler..” (Nûr 24/30-31), gibi
ayetlerde mümin erkek ve kadınlara bu iki durum da emredilmektedir.
Hz. Peygamber de, Meselâ Hz. Ali`ye hitaben, tasarlamaksızın olan birinci bakıştan
sonra meydana gelecek kasıtlı bakışı yasaklıyor. (Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizî, Edep
28) Cerîr b. Abdullah ansızın bakışın hükmünü sorduğunda gözünü çevirmesini
emrediyor, (Müslim, Edeb, 45; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43), şehvetle bakışı gözün zînası
sayıyor, (Buhârî, İsti`zan,12; Müslim, Kader, 20, 21), mutlaka yollarda bulunulması
gerekli hallerde gözü haramdan uzak tutmayı yolun hakkı olarak gösteriyor,
(Buhârî, Mezâlim, 22; Ebû Dâvûd, edep,12; Ahmed, NI/ 36, 47.), öbür yönüyle de
harama bakmamayı, büyük mükafatlara ve imanın tadını duymaya vesile sayıyor.
(Ahmed, V/264.)
İşte bu ve benzeri ayetle ve hadisler, İslam âlimlerinin, erkek ve kadının bir başkasına
göstermesi ve bakması haram olan yerleri örtmenin farz olduğu konusunda
ittifaklarına sebeptir.
22
İnsan ruh ve beden ikilisinden oluşan bir varlıktır. Beden nasıl helâl ve faydalı gıdalara
muhtaç ise, zararlı ve zehirli gıdalardan korunması gerekiyor ve korunmadığı takdirde
kötü yönde ve bazen uzun süreli etkileniyorsa, ruh da öyledir. Gıdası olan ibâdetler ve
zikirle beslenmeli, maddî ve manevî haramlardan korunmalıdır. Korunmadığı takdirde,
haramın derecesine göre ruh ondan etkilenecek ve insanın manevî mekanizması
(latifeleri, manevi alıcıları) bozan bir tel kopmakla, bazen da (Allah korusun) tamiri
mümkün olmayacak biçimde parça parça hale gelmekle zarar görecektir.
23
Download